Bu sûre, Mekki’dir.
İçinde yer alan,
6 ayetin Medenî
olduğu söylenmiş olup,
54 veya 55 ayettir.
"Göklerde ne var,
verde ne varsa, kendisinin olan Allah'a hamdolsun.
Ahirette de hamd Onundur. O, yegâne hüküm ve hikmet
sahibidir. Her
şeyden de, hakkıyla haberdardır"
(Sebe, 1).
"Hamd" ile
başlayan sûreler beş tane olup, bunlardan ikisi, Kur'ân'ın ilk yarısında yer
almıştır ki, bunlar En'âm ve Kehf sûreleridir. İki sûre de, Kur'ân'ın son
yansında bulunmaktadır ki, bunlar da, bu sûre ile Fâtır (Melâike) süresidir.
Beşincisi de, Fâtihatü'l-Kitâb olup, Fatiha Sûresi hem Kur'ân'ın ilk yarısıyla,
hem de son yarısıyla Dirlikte okunur. Bundaki hikmet şudur: Allah'ın nimetleri,
çok olmasına ve bizim, onları sayıp dökemememize rağmen, iki kısımda
toplanmıştır ki, bunlar var etme nimeti ile, var edilen şeyi sürdürme, yaşatma
nimeti... Çünkü Allah Teâlâ, bizi ilk önce rahmetiyle yaratmış ve bizim için,
sayesinde hayıfımızı devam ettirebileceğimiz şeyleri halketmiştir ki, bu nimet,
"iade" -yeniden yaratma- vasıtasıyla tekrar tahakkuk edecektir. Zira
o, bizi yeniden yaratacak ve bizim için devamlı ve kesintisiz olan şeyi de
yaratacaktır. O halde bu demektir, ki bizim birisi başlangıç diğeri de yeniden
olmak üzere iki halimiz vardır. Bütün bu halterde, Allah'ın üzerimizde, birisi
îcâd etme, diğeri de yaşatma nimeti olmak üzere iki nimeti vardır. Böylece
Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ın ilk yarısında var etme nimetine şükretmeye işaret etmek
için, "Göklerde ne var, yerde ne varsa, kendisinin olan Allah'a
hamdolsun"[Set», 1) buyurmuştur ki, bunun böyle olduğuna, "O, sizi
çamurdan yaratandır" <Enpam. 2) ayeti de delâlet eder ki, Cenâb-ı
Hakk'ın En'âm Sûresi'ndeki bu ifadesi, ilk yaratmaya bir işarettir. İkinci
sûrede, yani Kehf de ise, nimetin devam ettirilmesine mukabil şükretmeye bir
işaret olsun diye, "... kendisinde hiçbir eğrilik yapmadığı, o dosdoğru
kitabı kulu üzerine indiren
Allah'a
hamdolsun" (Kohf, 1) buyurmuştur. Çünkü beka, yaşamak, ancak şer'î
hükümlerle mümkündür. Şayet, insanların kendisine ister istemez uyacağı bir
işaret olmasaydı, o zaman herbiri kendi arzusuna tâbi olur ve karışık şeylerde
münakaşalar meydana gelirdi ki, bu da karşılıklı dövüşmeye ve birbirini yok
etmeye götürürdü. Daha sonra Cenâb-ı Hak bu sûrede, ikinci olarak yaratma
nimetine bir işaret olmak üzere, "el-hamdü lillâhi" buyurmuştur.
Bunun bu manada olduğuna aynı ayetteki "Ahirette de, hamd O'nadır"
cümlesi delâlet etmektedir.
Cenâb-ı Hak, Fâtır
(Melâike) Sûresi'nde ise, yaşatma nimetine bir işaret olsun diye de, "el-hamdü
lillâh" buyurmuştur. Bunun bu manaya geldiğine ise, aynı ayetin devamında,
"Melekleri elçiler kılan..."(Fanr, 1) İfadesi delâlet etmektedir.
Halbuki meleklerin tümü, ancak Kıyamet gününde elçi olurlar. Ki Allah onları,
müslümanlara gönderir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ve onları melekler
karşılar"<£nwya. 103) buyurmuştur. Ve yine O, meleklerin söylediğini
haber verdiği ayetinde, "Selâm size! Tertemiz geldiniz. Artık ebedî kalmak
özere girin buraya" (Zum*, 73) buyurmuştur. Fatiha Sûresi ise, Cenâb-ı
Hakk'ın, dünyevî nimetlere bir işaret olsun diye buyurduğu, "Hamd
âlemlerin Rabbinedir" cümlesi ve uhrevî nimetlere bir işaret olsun diye
buyurduğu, "Din gününün mâliki..." (Fatiha, 3) ifadeleriyle bu her
iki nimetin zikredilmesini kapsayınca, hem başlangıçta hem de bitimde
okunmuştur. Ayrıca, bu ayette birkaç mesele vardır:
[1]
"Hamd"
"şükür" demektir. Şükür ise, nimete muabil yapılır. Halbuki Allah
Teâlâ, "Göklerde ve yerde olanlar
O'nundur" beyanı ile, göklerde ve yerdekilerin kendisine
ait olduğunu bildirdi.
O, bunların bize ait olduğunu söylemedi ki, böylece şükretmek vacib olsun! Biz
buna cevaben şöyle deriz: "Hamd", mana bakımından
"şükür"den ayrılır. Çünkü hamd, daha umumîdir. Böylece, hamdeden
kişiye hiç nimet vermese dahi, kendisinde güzel sıfatların bulunduğu kimse
övülür (memdûh) olur. Çünkü insanın, hiç beraber bulunmadığı bir âlim hakkında,
"O, alimdir, âmildir; emsalini geçmiştir, kâmildir" şeklinde
söylemesi yerinde olur. Bu durumda da bu kimse için, "O, falancayı övüyor,
(ona hamdediyor)" denilir de, onun o kimsenin nimetlerini veya
nimetlerinden dolayı o kimseyi yâd edip hatırlaması durumu müstesna, "O
ona şükrediyor, teşekkür ediyor" denilmez. O halele bu demektir ki, Allah
Teâlâ, kemâl ve cemâl sıfatlarıyla muttasıf olduğu için, ta ezelde mahmûd
(hamdedilmiş, övülmüş ve meşkûrdur). O, kerem ve lütfunu hep izhar etmiş ve
nimetlerini bahşedegelmiştir. Binâenaleyh, hamdetmek için, nimetini hatırlamak
gerekmez. Tam aksine, O'nun azametini hatırlamak yeterli olur. O'nun,
göklerdekilerin ve yerdekilerin mâliki olmasında tam bir azamet söz konusudur.
O halde hamd, O'na mahsustur. Kaldı ki biz, avetteki, "Göklerde ve yerde
olanlar O'nundur" cümlesinin, "Yerdekileri sizin için
yaratandır" (Bakara, 29) ayetinin iktizâ ettiği şükürden daha tam ve daha
mükemmel bir şükrü gerektirdiğini söylüyoruz. Zira, göktekiler ve yerdekiler
Allah'ın olup, bunlardan yararlanan da o değil de biz olunca, bu, şükretmemizi
gerektirir. Yoksa bunların bizim için olması, o şükrü gerektirmez.
[2]
Siz, bu sûredeki
"hamd"in, ahirette nimetlere bir işaret
olduğunu söylediniz. O halde daha Cenâb-ı Hak niçin
"gökler ve
yer" ifadelerini zikretmiştir? diye düşünülebilir.
Cevap: Biz diyoruz ki,
ahiret nimetleri, (şimdilik) müşahede edilmemektedir. İşte bundan dolayı
Cenâb-ı Hak görünen nimetlerden bahsetmiştir ki, bu da göklerde ve yerde olan
şeylerdir. Daha sonra da, ahiret nimetleri dünya -metleriyle mukayese edilsin
ve ahiret nimetlerinin devam etmesi, dünya nimetlerinin ae son bulması
sebebiyle ahiret nimetlerinin üstünlüğü anlaşılsın diye, Ahirette de hamd
O'nundur" buyurmuştur, işte bundan dolayı Cenâtn Hak, bu «Aktarın hikmetle
ve hayırla içice yaratılmış olduğuna bir işaret olsun diye, O yegâne hüküm ve
hikmet sahibidir. Her şeyden de hakkıyla haberdardır" auyurmuştur.
"Hikmet" Cenâb-ı Hakk'ın ayrılmaz ve O'na mahsus olan bir sıfatıdır.
3<nâenaleyh O'nun, ahirette de bu gibi şeyleri yeniden yaratması mümkündür.
Hakim ve Habir
Hikmet, fiilin kendisine
bitiştiği ilim demektir. Çünkü, bir
işi
bilip de bildiğine göre onu yapmayan kimse hakkında,
"hakîm" ifadesi kullanılmaz. O halde,
fiilini ilmine uygun
olarak yapan kimse
hakimdir. "Habîr", işlerin neticelerini ve içyüzlerini bilen zât
demektir. O halde ayetteki "hakîm" kelimesinin manası,
"Allah, başlangıçta olması gerektiği gibi
yarattığı için, hakimdir" şeklinde; "habîr"
flhflnün manası da, neticede, herbirinin akıbetinin ne
olacağına değin, mahlûkattan neyin sudur edip etmeyeceğini bilen demektir. O
halde Allah, başlangıçta hakîm,
neticede
de habîrdir.
[3]
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk,
"Vere ne giriyor,
oradan ne çıkıyor; gökten ne iniyor, oraya ne yükselip çıkıyorsa O bilir. O,
çok merhametli, çok affedicidir"
(Sete, 2).
ile de, haber verdiği o şeylerin haber verdiği
gibi olduğunu beyan buyurmuştur. , "Yere giren, tane ve ölüleri; yerden
çıkan, başaklar, canlılar; gökten inen T, melekler ve Kur'ân gibi çeşitli
rahmetlerini, göğe çıkan güzel sözleri de bilir" demektir. Çünkü Cenâb-ı
Hak, "O'na yükseiir güzel söz..." <F«ır, 10) buyurmuştur, ve sâlih ameller de göğe yükselen şeyler
cümlesindendir. Çünkü Allah, "Salih
de onu yükseltir" (fim, 10) buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[4]
Allah, yere girenleri,
gökten inenlerden önce zikretmiş tir. Çünkü dane, tohum, önce yere düşer, daha
sonra
sulanır.
[5]
Cenâb-ı Hak, salih
amellerin kabul edildiğine ve temiz
ruhların
derecelerine bir işaret olsun diye, burada
şeklinde bir ifâde kullanmamış,, bunun yerine ifadesini zikretmiştir.
Çünkü harf-i cerri, mesafenin sonunu ifâde eder. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak
şayet, tabirini kullanmış olsaydı, bundan, o yükselen şeylerin gökte kaldığı,
beklediği manası anlaşılırdı. Halbuki Cenâb-ı Hak, o yükselen şeylerin gökleri
delip onlardan daha üste çıktıkları anlaşılsın diye, ifadesini kullanmıştır.
İşte bu manadan dolayı, güzel kelimelerle ilgili ifade "O'na yükselir
güzel (Fatır 10) buyurmuştur. Çünkü en son, Allah'dır. O'na ulaşmanın ötesinde,
artık başka bir derece yoktur. Ama "gök" ise, en yakın olandır. Onun
üzerine, münteha (varılan son yer) vardır.
[6]
Cenâb-ı Hakk, "O, çok merhametli, çok
affedici" buyurmuştur. Allah, indirmesi sebebiyle
rahimdir.
Çünkü o, rızkı, gökten
indirir. Ruhlar ve ameller kendisine
yükseldiğinde
de gafurdur. O halde Allah, ilk önce, nimetleri indirmesiyle
"rahim"dir,
ikinci olarak,
amellerin ve ruhların yükselmesi esnasında "gafûr"dur.
[7]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Kendisinin hamd'e müstehak olmasına vesile teşkil eden nimetlerin, ahiret
nimetleri olduğunu beyân etmiş, fakat bir topluluk bunu inkâr edince, (bunu
bildirmek üzere) şöyle buyurmuştur.
"İnkâr edenler,
"O saat bize gelmeyecek" dediler. De ki: "Hayır, gaybı büen
Rabbinin hakk, için o, size mutlaka gelecektir. Ne göklerde
ne yerde bir
zerre miktarı Ondan kaçamaz. Bundan daha küçük ve daha
buyuk hiçbir şey
müstesna olmamak
üzere, hepsi muhakkak ki, apaçık bir kitaptadır
(Bu),
Allah'a iman edip de güzel güzel amel ve
hareketlerde bulunanları mükâfaatlandırmak içindir. Bunlar yok mu, mağfiret de,
şerefli rızık da onlarındır.
[8]
Cenâb-ı Hak, kıyameti
getireceğini haber vermiş ve bu hususu, yemin ile de Değiştirmiştir. Zemahşerî
(r.h), şöyle der: "Şayet birisi, onlar, "Allah yoktur" derken,
cyametin varlığını yeminle pekiştirmek, nasıl doğru olur? Farzedelim ki onlar,
Rabbin «artığını kabul etmişlerdir. Ancak ne var ki, itikadı meseleler yeminle
isbât edilemezler DSfse, buna şöyle cevap verilir: Cenâb-ı Hak, sadece yeminle
yetinmemiş, tam aksine bunun delilini de pekiştirmiştir ki, bu da, O'nun,
"(Bu), Allah'a iman edip de güzel zlzel amel ve hareketlerde bulunanları
mükâfaatlandtrmak içindir" şeklindeki Deyanıdır. Bunun onun delili
olduğunu da şu şekilde izah edebiliriz: Kötülük yapan, juıah işleyen, bazan
dünyada, dünyevî lezzetler içinde uzun bir müddet kalır ve Du hal üzere ölür.
İyilikte bulunan da bazan dünyada birtakım çetin sıkıntılar ve elemler c~de bir
müddet yaşar, derken o da bu sıkıntılar içinde ölür gider. Binâenaleyh şayet,
«arlılıkların verileceği bir yer olmasaydı, durum, Cenâb-ı Hakk'ın hikmetine
mugayir oturdu."
Benim diyeceğim şudur:
"Gaybı bilen ... bir zerre miktarı O'ndan kaçamaz" ifadesindeki delil
daha açıktır. Bu böyledir, zira Allah Teftlâ her şeyi bilen bir zat olunca, canlıların
cüzlerini de bilir ve onları bir araya Ülâıneye kadir olur. O halde kıyametin
vukuu, mümkündür. Kaldı ki, muhbir-i sâdık, iMah Teâlâ ve Hz. Peygamber) bunun
olacağını haber vermiştir. O halde kıyamet alacaktır.
Yaptığımız bu İzah
açısından, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ne göklerde ne i/erde" feayanında şöyle
bir malik vardır: İnsanın, hem cinsi, hem de ruhu vardır. Cisimlerin aarçaJarı
yerde, ruhlar ise göktedirler. O halde, "Ne göklerde... bir zerre miktarı,
O'ndan kaçamaz" ifadesi, O'nun ruhları bildiğine; "ne yerde"
ifadesi de, O'nun maddeleri bildiğine bir işarettir. Binâenaleyh O, ruhları ve
maddeleri bilip, onları >raraya getirmeye kadir olduğuna göre, artık
Kıyametin varlığı akıldan uzak görülemez.
"Bundan daha
küçük..." ifadesi, ayette, "bir zerre miktarı" ifadesine yer
-«•"■ meşinin bir tahdit için olmadığına, tam aksine o zerreden daha
küçüklerin bile Z -oan kaçamadığına bir işarettir. Yaptığımız bu izaha göre
şayet birisi, "O halde, "daha büyüğün" ifade edilmesine ne gerek
vardı? Çünkü, zerreden daha küçüğünü Man bir kimse, mutlaka ondan daha büyüğünü
de bilir" derse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hak, bütün her şeyin Kitap'ta,
Kur'ân'da tesbit edildiğini beyan etmeyi dileyince, şimdi an küçüğünü zikirle
yetinmiş olsaydı, birisi şöyle bir zanna kapılabilirdi: "O, unutulması
-Omkün olduğu için, küçük şeyleri tesbit edip yazıyor. Ama daha büyüklerine
gelince, zu-iar zaten unutulmazlar, binâenaleyh, bunların tesbitine ihtiyaç
yoktur." İşte Ganab-ı Mak bunun üzerine, "Kitaptaki tesbit işi, bu
sanıldığı gibi değildir, en büyüğü de oraya yazılmıştır" demek istemiştir.
[9]
Cenâb-ı Hak, küçük ve
büyük ne varsa, hepsini bildiğini beyan edince, bunların ar araya getirilip
tesbit edilmelerinin ceza (mukabele, karşılık) için olduğunu belirtmek
üzere: “(Bu),Allah’a iman edip de güzel güzel amel ve
hareketlerde bulunanları mükâfaatlandırmak içindir. Bunlar yok mu, mağfiret de
şerefli nztk da onlarındır" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak iman edenler
hakkında, "iman ve amet-i salih" gibi iki husustan bahsetmiş; onlar
için ise, mağfiret ve rızk-ı kerîm gibi iki şeyi zikretmiştir. O halde bu
demektir ki mağfiret, imanın karşılığıdır. Binâenaleyh, bu demektir ki, her
mü'min bağışlanmış, affedilmiş demektir. Bunun böyle olduğuna "Şüphesiz ki
Allah, kendisine ortak tanınmasını bağışlamaz. Ondan başkasını dileyeceği
kimseler için, bağışlar" (nim, 48) ayeti ite, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şu
hadisi delâlet etmektedir: Bu, Tâceddtn Isa İbn Ahmed İbn el-Hakim el-Bendeht,
bize bildirdi. Dedi ki: "Bana babam dedemden, o da Muhyî's-Sünne
(Beğavî)'den; o da Abdulvahid el-Müleycî'den, onun Ahmed İbn Abdillfth
en-Nuaymî'den, onun da Muhammed İbn Yusuf el-Ferebrî'den.onun da Muhammed İbn
İsmail el-Buharî'den{bize kadar gelen) şu haberdir: "Kalbinde zerre
miktarı bir iman olarak "Lâ ilahe illallah" diyen herkes cehennemden
çıkacaktır[10]
Amel-i Salih'e
mukabil, "rızk-ı kerim" zikredilmiştir ki, bu münasiptir. Çünkü, kim
kerîm bir efendiye bir iş yaparsa, bu işi yapan kimse o işi bitirdiğinde, o
efendi mutlaka ona lütufta bulunur ve onu yedirir içirir. Bu ayette de rızkın,
"kerim" ile tavsif edilmesi, daha evvel de bahsettiğimiz gibi onun,
ya keremli; yahut da, ikramda bulunan manasına gelmiş olmasındandır. Yahut da
bunun dünya rızıklarının aksine, hiç peşine düşmeden taiep edilip elde edilmesinden
dolayıdır. Çünkü dünya nzıkları, peşine düşülmeden elde edilemez. Bu ayetlerin
tefsiriyle ilgili birkaç mesele vardır:
[11]
Ayetteki, "Bunlar
yok mu, mağfiret de, şerefli rızık da onlarındır" cümlesi şu iki manaya
gelebilir:
a) Bu, o
mü'minler için bir karşılıktır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak bunu onlara
ulaştıracaktır. Çünkü O, "(Bu), Allah'a
iman edip de güzel güzel amel ve hareketlerde bulunanları
mûkâfaatlandırmak içindir" buyurmuştur.
b) Bu,
onların hakkıdır. Allah, onlara başka bir şeyle de karşılık verecektir. Çünkü
ifadesi, tam bir isim cümlesidir. O'nun,. ifâdesi, müstakil ve tam olan bir
fiij cümlesidir. Cenâb-ı Hakk'ın bu ifâdesi, müjde bakımından, bir kimsenin
"İman edenleri nzıkla mükâfaatlandırmak için..." ifadesinden daha
belîğdir.
[12]
kelimesindeki lâm,
ta'lîl için olup, mânası "Ahiret, ceza içindir... Karşılık içindir"
şeklindedir. Buna göre şayet
birisi, "Bu
ilgiyi nasıl izah edebilirsiniz?" derse, biz deriz ki: Allah Teâlâ,
mükâfaatının kesilmemesini dilemiştir. Böylece Allah, mükellef için, vereceği
mükâfaat ona devamlı ve kesintisiz ulaşsın diye, devam eden ve bakî olan bir
yurt (ahiret) vermiştir. Cenâb-ı Hak vereceği bu yurttan önce de, mükellefin,
bu yurdu hem ondan öncekiyle mukayese ettiğinde, hem de, onu kendisi itibariyle
ele
aldığında, ahirette kendisine ait olan
şeylerin kıymetini anlaması için, ona birtakım kederlerin, acıların,
hastalıkların yer aldığı, üstelik de ölümün bulunduğu bir yurt (dünya)
yaratmıştır.
[13]
Allah Teâlâ, rızkı,
"kerim" diye tavsif ederek, diğerlerinden ayırmıştır,
mağfireti ise tavsif
etmemiştir.
Çünkü mağfiret tek
olup, mü'minlere aittir. Rızık ise,
zakkum
ağacı ve kaynar su gibi birden fazladır, meyveler
ve temiz içecekler de
nztktır. Dolayısıyla, işte rızkın böyle kısımları bulunduğu için,
diğerlerinden ayrı olarak rızkı tavsif etmiş;
mağfiretin kısımları olmadığı için, onu tavsif
etmemiştir.
[14]
"Birbirleriyle
yarış edercesine, ayetlerimize karşı koşuşturanlara gelince, onlar İçin de pek
çetin ve kötü bir azab vardır"
(Sebe,
5).
Allah Teâlâ,
mü'minlerin Kıyametteki hallerinden bahsedince, kâfirlerin halterinden de
bahsetmiştir. Hak Teâlâ'nın, "Birbirleriyle yarış edercesine ayetlerimize
karşı koşuşturanlar" ifadesi, "Ayetlerimizi yalanlayanlar"
manasınadır ki, bu durumda bu ifade bir önceki ayetin mukabili olmuş olur.
Çünkü önceki ayette yer alan, "iman edenler" ifadesi de,
"ayetlerimizi tasdik edenler" manasına; bu ise, yalanlayanlar"
manasınadır.
Eğer, "Ayette
mutlak manada bir koşuşturmadan bahsedilmesine rağmen, sen onların ayetleri
bâtıla çıkarma hususunda çaba sarfettiklerini nereden çıkardın?"
oenitirse, biz deriz ki: Bu mana, aynı ayetteki "Birbirleriyle yarış
edercesine" tabirinden anlaşılır. Çünkü bu kelime, ayette "hal"
mahallinde olup, onlar, aciz Dtrakmayt ister bir halde, ayetlerimize karşı
koymuş, çaba sarfetmişlerdir" rrıanasındadır. Zira ayetleri tebliğ ve
anlatma hususunda gösterilen sa'y-u gayret sebebiyle, bunu yapan kimse,
"mu'âciz" (acze düşürmeye çalışan) olmuş olmaz. Çünkü Kur'ân ve
ayetler, aslında bir mucize (âciz bırakan şey) olup, bunların bu hususta hiç
kimseye ihtiyacı yoktur. Yalanlayan kimse ise, apaçık ayetleri gizleme gayreti
göstermektedir. Dolayısıyla o, bu hususta, belki de bu sayede ayetlere
rjtunanları acze düşüreceğini umarak, yalanlarına revaç buldurmak için, büyük
gayret göstermek ve ileri derecede çalışmak mecburiyetindedir. Bu kelimenin,
"Kendilerinin, Atoh'ın elinden kurtulabileceklerini sanarak..." manasında
olduğu da söylenmiştir. Bu manada, o gayreti gösterenin bâtıl için gayret
göstermiş olduğu çok net bir şekilde onaya çıkar. Ayetteki, "Onlar için de
pek çetin ve kötü azab vardır" ifadesi, bir önceki ayette geçen,
"Onlar için nzk-ı kerim ... vardır" ifadesinin mukabilidir.
[15]
Ayette şöyle birtakım
incelikler var:
1) Cenâb-ı
Hak burada, "Onlar için ... azab vardır" buyurmuş, ama "Allah
onları cezalandıracaktır" dememiştir. Halbuki biz biraz önce, Hak
Teâlâ'nın, 'iman edenleri ...
mükâfaatlandırmak için..." ifadesinin, "Allah onları, başka bir şeyle de mükâfaatlandırır"
manasına gelebileceğini, yine bir önceki ayetteki, "Mağfiret de, şerefli
nzık da onlarındır" ifadesinin ise, bunun onların hakkı olduğunu gösteren
bir ifade olduğunu söylemiştik. Netice
olarak diyebiliriz ki: Bir önceki
ayetteki, "Mükâfaatlandırmak için.." kelimesi nazar-ı dikkate
alındığında, orada mü'minler için fazladan bir mükâfaat verilmesi ihtimali
vardır. Aflah Teâlâ, bu ayette ise, "Onları cezalandırmak için..."
tabirini kullanmamıştır. Binâenaleyh burada böyle fazladan bir ceza ihtimali
yoktur.
2) Allah
Teâlâ, o ayette, "Mağfiretde ... onlarındır" buyurmuş ve buna
ilaveten şerefli bir rızkın olduğundan bahsetmiştir. Burada ise, sadece
"Onlar için de pek çetin ve kötü bir azab vardır1' demiştir. Bunun niçin
böyle söylendiğinin izahı, bir önceki maddede geçti.
3) Allah
Teâlâ bir önceki ayette, "Mağfiret de şerefli nzık da onlarındır"
buyurmuş ve "rızkı", ba'ziyyet (kısmîlik) ifade eden mln (harf-i cem)
ile az olarak zikretmemiş, "onlar için nzıktan bir kısım ve kerim
(şerefli) olan nzık cinsinden bir rızık vardır" dememiştir. Bu ayette ise,
min-i teb'îziyye (ta'ziyyet ifade eden min) olabilecek olan bir şekilde,
buyurmuştur ki, bütün bunlar, Allah Teâlâ'nın rahmetinin genişliğine, rahmetine
oranla gazabının azlığına bir işarettir. Ayetteki "rlcz" kelimesinin,
"en kötü azab" manasına olduğu söylenmiştir. Buna göre buradaki
"min", cinsin beyânı (azabın cinsini göstermek için olup, tıpkı,
"Gümüş yüzük" ifadesi gibidir.
Ayetteki,
"elim" (acıklı) kelimesi, mecrûr ve merfû (kesreli ve ötreli) olarak,
İki şekilde okunmuştur. Merfû okunuşu, "azab"ın sıfatı sayılmasından
dolayıdır. Buna göre sanki, "Onlar için, azabın en kötüsünden, elîm bir
azab vardır" denilmek istenmiştir. Bu kelimenin mecrûr okunuşu ise,
"rlcz" kelimesinin sıfatı sayılmasından ötürüdür. Binâenaleyh manaya
göre merfu okunuş, lafza göre mecrûr okunuş daha uygundur. Eğer, "Hiç
amel-i sâlihi olmayan bir mü'minin ve inkârından başka günahı olmayan bir kâfirin
bulunması mümkün olduğuna göre, ayetteki taksimat niçin, sâlih ameli bulunan
mü'min ve "birbiriyle yarış edercesine ayetlerimizi yalanlayan (inkâr
eden)" şeklinde yapılmıştır?" denilirse, şöyle cevap veririz: Ayette
bahsedilen bu iki gurubun durumu bilindiğinde, mü'min kimsenin, derecesi daha
önce bahsedilenlere yakın, kâfirin de, derecesi ayette bahsedilmiş olanlara
yakın olduğu, mü'min için, ikram olunma hususunda, sâlih amel de işlemiş
olanlara verilecek kadar olmasa bile, bir mağfiret ve rızk-ı kerimin olduğu;
inadcı (düşman) olmayan kâfir İçin de, inadcı, yalancı, islâm düşmanı kâfirler
için olan, o en kötü azab türünden olmasa bile, yine bir azabın olacağı
anlaşılır.
[16]
"Kendilerine ilim
verilenler ise, Rabbinden sana indirilenin hakkın tâ kendisi olduğunu ve onun
her övgüye layık, mutlak gâlib (Allah)'m yoluna ilettiğini
bilirler"
(Sebe, 6).
Allah Teâlâ âhireti
inkâra ve yalanlamaya gayret edenlerin halini anlatınca, bu dünyadaki hallerini
de anlatmıştır. Bu da, o kimselerin dünyadaki gayretlerinin de Dâtıl oluşudur.
Çünkü ilim sahibi kimseler, onların yalanlarına ve aldatmacalarına aklanmazlar
ve Hz. Muhammed (s.a.s)'e indirilen Kur'ân'ın, hak ve doğru olduğunu otlirler.
Ayetteki, j*J' j*
"O, hakk'm kendisidir" cümlesi "hasr" (sadece) manasını
ifade eder ve "Hak (gerçek) sadece budur. Yalancının sözü ise bâtıldır,
asılsızdır" demektir. İki tarafın birbiriyle münakaşası bu manada
değildir. Çünkü münakaşa lafzî olup, onlardan herbirinin sözü, bir mana ifade
etmesi bakımından hak olur.
Ayetteki "Onun,
her övgüye lâyık, mutlak gâlib (Allah)'ın yoluna ilettiğini bilirler"
ifadesi, indirilen o şeyin hak oluşunu beyân eden oir ifade olabilir. Çünkü
indirilen o şey, bu doğru yola hidayet eder. Yine bu ifâde, bir başka manayı
açıklamak için de getirilmiş olabilir. O da şudur: İndirilen o şeyin, hak ve
hidâyet eden bir şey olmasının yanında, artık hakkın kabul edilmesi gerekir.
-ele de o hakta, istikbalde bir fayda, yani Allah'a kavuşma faydası söz konusu
ise...
[17]
Cenâb-ı Hakk'ın
ifadeleri, hem bir teşvik, hem bir tehdid ifade eder. Çünkü O, azîz olunca,
ayetlerini ve kendisini yalanlamaya ve inkâra gayret ?6sterenlerden intikam
alacak demektir. Hamîd olunca da, ayetlerini ve kendisini tasdik eden ve sâlih
amel işleyenlere teşekkür eder, yani karşılığını verir.
Eğer, "Sen, daha
önce hep Cenâb-ı Hakk'ın rahmet tarafının önce geldiğini savunuyordun. Cenâb-ı
Hak öyle ise niçin heybet ifade eden sıfatını, rahmet için olan ■taundan
Önce zikretmiştir?" denilirse, biz deriz ki: O'nun heybeti tam, intikam
alması çetin bir azîz oluşu, arzu, istek ve teşvik tarafını güçlendirir. Çünkü
cebbar ve çetin Dmsini memnun etmek, Öyle olmayanı memnun etmekten daha şereli
ve daha cymetlidir. Binâenaleyh "aziz" sıfatı, insanları korkuttuğu gibi,
ümitvâr da eder. Yine bu vasıf, azîz olan o zata yaklaşmak için, kişiyi
tekzibden uzaklaştırdığı gibi, tasdike teşvik eder.
[18]
"O kâfirler
dediler ki: "Size, didik didik parçalanıp dağıldığınız vakit, yeniden
yaratılacağınızı kesin haber vermekte olan bir adam gösterelim mi?"
(Sebe, 7).
Bu ayetin, daha
öncekilerle ilgi ve münasebeti şudur: Allah Teala, bunların Kıyameti inkâr
ettiklerini belirtip, onların bu görüşlerini, "O, size mutlaka
gelecektir" (set», 3) ayetiyle reddedip, bundan sonra da, mü'minin sâlih
ameline karşılık vereceği mükâfaat, ayetlerini yalanlamaya gayret gösterenlerin
işledikleri bu günahlara da azabla karşılık vereceğini beyan buyurunca, "O
size mutlaka gelecektir" cümlesinden sonra, mü'minin ve kafirin durumunu
beyân ederek, "Mü'min "sana indirilen haktır. O, hidayete
iletir" diyen, kâfir ise bunun bâtıl olduğunu söyleyendir" demiştir.
Onların, ayetleri bâtıla çıkarmak için gösterdikleri inâd ve gayretin ileri bir
derecesi olarak da, hayret ifade eden bir üslûpla, "Size, didik didik
parçalanıp dağıldığınız vakit, yeniden yaratılacağınızı kesin haber vermekte
olan bir adam gösterelim mi?" dediklerini bildirmiştir. Bu tıpkı
birisinin, çok uzak bir ihtimal olduğunu göstermek için, imkânsız işler
hususunda, "Güneşin batıdan doğduğunu söyleyen bir adam geldi"
şeklindeki sözü gibidir.
[19]
"O, Allah'a karşı
yalan yere iftira mı etti? Yoksa onda bir delilik mi var? Hayır, hayır. Ahirete
inanmamakta olanlar orada azabta ve haktan uzak bir
sapıklık içindedirler"
(Sebe, 8).
Cenâb-ı Hakk'ın bu
ayeti, şu iki manaya muhtemeldir:
a) Bunun,
bir önceki ayetteki "Gösterelim mi?" diyen kâfirlerin sözünün devamı
olması...
b) Bunun, "Gösterelim mi?" diyenlere
cevap veren dinleyicilerin sözü olması ihtimali... Bu ikincisine göre, dinleyen
kimse sanki, onun "size ... göstereyim mi?"
şeklindeki sözünü duyunca, ona, eğer aksine
inanıyorsa, "Bu peygamber, Allah'a yalan yere iftira mı ediyor?" der.
Eğer, onun gibi inanıyorsa, "Yoksa onda (peygamberde) bir delilik mi
var?" der.
Bu ayette şöyle bir
incelik var: Kâfir, yalanının ortaya çıkarılmasına razı olmaz. İşte bundan
ötürü meseleyi iki ihtimale taksim etmiş "iftiracı" iddiasını kesin
bir ifade ile belirtmemiş, "iftiracı" veya "deli"
olabileceğini söylemiştir. Böylece, kendisine yöneltilebilecek şu itirazdan
yakasını kurtarmak istemiştir: "Nasıl ona iftiracı dersin, halbuki o
gerçek zannı ile böyle söylemiş olabilir. Bu zannı da onun, bazı durumlarda
"itirafçı" veya "yalancı" diye nitelendirilmesine manidir.
Baksana, birisi "Zeyd geldi" dese, ama Zeyd'in gelmemiş olduğu
anlaşılsa ve ona, "Yalan söyledin" denilse, o, "Ben yalan
söylemedim. Onun geldiğini falancadan duydum ve bunun doğru olduğunu
sandım" der. Böylece de yalan söyleme işini, bu sanma (zann) ile bertaraf
eder. Binâenaleyh o kâfirler de, (birgün) yalanlarının ortaya çıkmasını da
nazar-ı dikkate alarak konuşmuşlardır. Dolayısıyla her aklı başında olan
insanın, halkın huzurunda yalanının ortaya çıkmasından sakınması ve derece
bakımından kâfirlerden daha aşağı düşmemesi gerekir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
onlara yeniden cevab vermiş, onların, "O, Allah'a karşı yalan yere iftira
mı etti?" sözlerine karşılık, "Hayır, hayır. Âhirete inanmamakta
olanlar, orada azattadırlar"; "Yoksa onda bir delilik mi var?"
sözlerine karşılık da, "(Onlar) haktan uzak bir sapıklık
içindedirler" buyurmuştur. Her ikisi de, uygun bir cevaptır. Buradaki
azab, doğru söyleyen bir kimseye yalan isnad etmek çok fazla eziyet verdiği
içindir. Çünkü bu, o kimsenin azaba müstehak olduğuna bir şehâdettir.İşte, onlar
peygamberi yalancı saydıkları için, bu azap onlara verilmiştir. Deliliğe
gelince, aklı başında olan birisine bunu isnad etmek, ona eziyet etme
açısından, yalancı olduğunu söylemekten daha hafiftir. Çünkü bu takdirde o
kimse, onun azablanacağına şehadet etmemiş, ancak onu doğruyu bulamamış olmakla
itham etmiştir. Böylece de Cenâb-ı Hak, onların sapıkların tâ kendileri
olduğunu beyan etmiş ve sonra onların sapıklıklarını "haktan uzak bir
sapıklık" diye tavsif etmiştir. Çünkü ■ cayete ermiş birisine, sapmış
(şaşmış) diyenin kendisi sapmıştır. Hidâyete erdirene
sapmış" diyen ise, daha sapık olur. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.s), her hidayete erenin, rehberidir.
[20]
"Gökten ve
yerden, önlerinde ne var, arkalarında ne var görmediler mi?
Eğer Biz dilersek, onlan yere geçiririz, yahut gökten
üstlerine parçalar düşürürüz. Şüphe yok ki bunda Rabbine dönen her kul için
elbet bir ayet
vardır"
(Sebe. 9).
Allah Teâlâ,
kendisinin gaybı bilen, kötülüklere ve iyiliklere karşılık veren olduğunu
söyleyince, burada yeni bir delilden bahsetmiş ve burada bir tehdidde
bulunmuştur. Bu delil, "Gökten ve yerden..." ifadesinden
çıkarılmıştır. Çünkü gök ve yer, daha evvelce defalarca anlattığımız gibi,
Allah'ın birliğine delalet ederler Yine Cenflb-ı Hak, "Eğer, onlara
"Gökleri ve yeri kim yarattı?" dîye soracak olsan, "Allah"
derler." (Lokman. 25) buyurmuştur. O halde bu iki ifade haşre (ve
dirilişe) delalet ederler. Çünkü bunlar, Allah'ın kudretinin mükemmel olduğunu
gösterirler. Allah Teâlâ'ntn yeniden yaratması da kudretinin bir tezahürüdür.
Biz bunu defalarca anlattık. Ayrıca Cenâb-ı Hak, "Gökleri ve yeri yaratan,
onların bir benzerini yaratmaya kadir değil mi?" (Yasin, si) buyurmuştur.
Buradaki tehdide gelince bu da, Hak Teâlâ'nın "Eğer Biz dilersek onlan
yere geçiririz" ifadesinde anlatılmaktadır. Bu, "Biz yere batırmak ve
üzerlerini örtmek suretiyle, onlara fayda veren şeyin yani toprağın kendini
onlara zarar veren hale getiririz" demektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Şüphe yok ki bunda Rabbine dönen her kul için elbet bir ayet
vardır" yani "Allah'a dönüp, taassubu terkeden herkes için bir ayet
var" buyurmuştur. Allah Teâlâ kendine yönelenlerden bahsedince, onlardan
yönelip de isabet edenlerden de bahsetmiştir. Hz. Dâvûd (a.s) işte
bunlardandır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rabbisine istiğfar etti, rükû ile yere
kapanıp (Allah'a) yöneldi" <sad, 24) buyurmuştur.
[21]
Cenâb-ı Hak, Dâvûd
(a.s)'ın yönelişine karşılık ona ne verdiğini şöyle buyurarak ifade etmiştir:
"Celâlim hakkı
için biz Davud'a, bizden bir iazl verdik. "Ey dağlar onunla birlikte
tesbîh edin" (dedik). Kuşlara da böyle (dedik). Onun için demiri de
yumuşattık"
(Sebe,
10)
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[22]
Hak Teâlâ'nın,
"Bizden" ifadesi, Dâvûd (a.s)'m faziletini
beyân etmeye bir işaret olup, izahı şöyledir: Ayetteki
bu
ifade, tek başına anlaşılan müstakil bir
İfade olup, tıpkı
birisinin,
"Padiyah Zeyd'e bir elbise verdi" demesi gibidir. Binâenaleyh bir
kimse "O ona kendinden bir elbise verdi" dediğinde, bu, o elbisenin Özel
elbiselerden olduğunu gösterir. İşte aynen bunun gibi, Allah'ın fazlından
vermesi geneldir. Ama katından verdiği nübüvvet ancak bazı insanlara hastır.
Bu, yine Hak Teâlâ'nın, "Rableri onları, kendinden olan bir rahmet ve
hoşnudluk ile müjdeler" (jwt», 21) ayetinde olduğu gibidir. Çünkü Allah'ın
rahmeti geniştir, dünyada herkes ulaşır. Ama O'nun âhirette mü'minlere olan
rahmeti, has kulları İçin özel olarak verdiği, katından bir rahmettir. İşte bu
sebeble, "Rableri onları, Kendinden olan bir rahmet ve hoşnudluk ile
müjdeler" (Tevbe, 21) buyurmuştur.
[23]
Bu, Hak Teâlâ'nın,
"Ey dağlar, onunla
birlikte tesbiht edin
" emri ile İlgilidir. Zemahşeri şöyle der:
"Buradaki,
ifadesi, önce geçen, "fazTdan bedel
olup, manası,
"Biz Davud'a fazlı
verdik, yani, "Ey
dağlar..."
(dedik.)" şeklindedir. Yahut da Önce geçen âteynâ kelimesinden bedel
olup, manası, "Davud'a Bizden bir fazi verdik ve
"Ey dağlar (...)" dedik" şeklindedir."
[24]
Bu kelime, hem vâv'ın
şeddesiyle tef'H babından olarak, evribî, hem de vâv'ın sükûnu, hemzenin
zammesi ile,
"dönmek"
manasına olan, "evb" masdanndan olmak üzere diye okunmuştur. Buna
göre te'vîb, döndürmek manasına olur. Bunun manasının, "Onunla beraber siz
de yürüyün ey dağlar" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Hak Teâlâ'nın,
"Derken (Allah'ı) teşbih eder"(Enbiya, 79) ifadesindeki teşbihin,
yüzmek manasına gelen "sibâhat" masdanndan olduğu söylenmiştir ki
sibâhat, yüzme denilen birtakım muayyen hareketlerden ibarettir.
[25]
Ayetteki, kelimesi,
münâdântn mahalline hamlen mansub, lafzına hamlen de merfû okunmuştur.
[26]
"Te'vib" de
(tesbihde) Dâvûd (a.s)'a uyma, sadece dağa
ve
kuşlara mahsus değildir. Fakat burada dağ cansızlarıtemsil etmektedir. Tayr
(kuş) ise, uçup gitmeyi İfade eder.
Bu
iki cins varlığın, Hz. Dâvûd (a.s)'a uymaları akıldan uzak
görülmez. Binâenaleyh bu varlıklar ona uyunca,
bunların dışında kalanların haydi
haydi
muvafakat etmeleri gerekir. Ama buna rağmen bazı insanlar ona uymamışlardır
ki bunlar, kafbleri taştan daha sert olan katı yürekli
kimselerdir.
[27]
Ayetteki, "Onun
için demiri de yumuşattık"
ifadesi,
atfedilmiş bir ifade olup, bunun atfedildiği şeyin,
daha önce gecen,
"Ey dağlar ..." ifadesinin başına takdir ettiğimiz, kulna (dedik)
kelimesi olması muhtemeldir. Buna göre ifadenin manası, "Biz, "Ey
dağlar, onunla birlikte teşbih edin" dedik ve onun için demiri
yumuşattık" şeklinde olur. Bu ifadenin, ayetin başındaki ateyna (verdik)
fiiline atıf olması da muhtemeldir ve buna göre kelamın takdiri, "Davud'a
bizden bir fazi verdik ve onun için demiri yumuşattık" şeklinde olur.
[28]
Allah Teâlâ, Dâvûd
(a.s) için demiri, elinde âdeta bir mum gibi oluncaya kadar yumuşattı. Bu,
Allah'ın kudreti açısından çok basit birşey. Çünkü demir, ateş sayesinde
yumuşuyor ve âdeta yazı yazılan bir mürekkep gibi oluncaya kadar eriyebiliyor.
Öyle ise, Allah'ın kudreti açısından bunu kim akıldan uzak görebilir?
"Dâvûd (a.s)'un, Allah Teâlâ'dan, kendisini Beytü'l-Mâl'den yemekten
müstağnîkılmasını istemişti. Böylece Allah Teâlâ ona, demiri yumuşatmış ve
elbise (yani zırh) yapma sanatını öğretmişti" denilmiştir. Allah Teâlâ,
bir sanat olarak Hz. Dâvûd için bunu seçmiştir. Çünkü bu, Allah'ın emir
âleminden ruhu (canı) muhafaza ve kerim (şerefli) olarak yaratılmış insanı,
öldürülmekten koruma çalışmasıdır. Binâenaleyh zırh yapmak, yay, kılıç v.s.
şeyleri yapmaktan daha hayırlıdır.
[29]
"Uzun zırhlar
yap. Dokumada intizamı (ölçüyü) gözet" diye (buyurduk). Sâiih amellerde
bulunun. Çünkü ben, yaptıklarınız} hakkıyla görenim"
(Sebe, 11).
Ayetin başındaki, en
lafzının, edat-ı tefsir olduğu ileri sürülmüştür. Binâenaleyh bu, ervi
müfessire olup, "yani uzun zırhlar yap" dedik" manasınadır. O
halde bu ifade, bir Önceki "Onun için demiri de yumuşattık"
cümlesinin, tefsiridir. Aslında bu ifade, "Yapsın diye..." yani,
"Biz demiri onun için, uzun zırhlar yapsın diye yumuşattık"
takdirindedir. Ayetin takdirinin, "Ona "uzun zırhlar yap diye"
ilham ettik" şeklinde olması da mümkündür. Buna göre, "en" İle
kullanılan muzarî fiil, masdar-ı müevvele çıkıp, İfadenin takdiri, "Biz
Dâvûd için demiri yumuşattık ve ona, uzun-geniş zırhlar yapmasını ilham
ettik" şeklinde olur. Böylece ayette, sıfat zikredilip, onunla mevsuf
anlatılmış olur.
Allah Teâiâ
"Dokumada intizamı (ölçüyü) gözet" buyurmuştur. Müfessirler şöyle
demişlerdir: Kalın çivi kullanma, yoksa zırhın delikleri (gözenekleri) büyük
olur. Delikleri büyük tutarsan, kurşunlar ve oklar oradan içeri girer. Şöyle de
denilebilir: "Serd", örmek-dokumak demektir, öyle ise ayetteki bu
İfade, vâcibliği (farz oluşu) gösteren bir emir olmayıp, ancak kazanç temini
için yapılmış bir emirdir. Kazanç ise, ihtiyaca göre yapılmalıdır. Gece ve
gündüzden arta kalan zamanlar ise, ibadete harcanmalıdır. Buna göre mana,
"Bu işi yaparken, zamanı ölçülü kullan, bütün vaktini kesb (kazanç) İçin
harcama. Sadece geçimini temin edecek kadarını kazanca harca" şeklinde
olup, aynı ayetteki, "Salih amellerde bulunun" ifadesi de buna
delâlet etmektedir. Yani, "Siz aslında amel-i sâlih için yaratıldınız.
Binâenaleyh esas olarak (çok olarak) bunu yapın. Zamanı kazanca sarfetmekte
ölçülü davranın" demektir.
Cenâb-ı Allah daha
sonra, "amel-i sâlih" emrini, "Çünkü ben, yaptıklarınızı
hakkıyla görenim" buyurarak te'kid etmiştir. Padişah için birşey yapan ve
kendisinin onun gözetiminde (gözü önünde) olduğunu bilen kimsenin, o işi güzel
ve sağlam yapacağını, o hususta elinden gelen tüm gayretlerini şadedeceğini
defalarca anlatmıştık.
[30]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, kendisine yönelen birisinden, yani Dâvûd (a.s)'dan oahsedince, bir başka
yönelenden daha bahsetmiştir. Bu da Hz. Süleyman (a.s)'dtr. Nrtekim Cenâb-ı
Hak, Biz, onun tahh üzerine bircesed attık. Sonra o (bize) döndü" s*o. 34)
buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, bu dönen zâtın, bu dönüşü ile elde ettiği şeylerden
bahsedip şöyle buyurmuştur:
"Süleyman'a da
rüzgârı müsahhar kıldık. Onun sabahı bir aylık yol, akşamı
bir aylık yoldu. Erimiş bakır madenini ona sel gibi
akıttık. Önünde, Rabbisinin
aniyle, iş gören bazı
cinler de vardı. İçlerinden kim, bizim emrimizden ayrılıp
saparsa ona çılgın azabtan taddınnz"
(Set», 12).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[31]
"Rih" hem
ref, hem de nasb ile okunmuştur. Ref'e göre takdir, ya
"Rüzgâr Süleyman için
musahhardır"
şeklindedir, yahut da,
"Süleyman'a rüzgâr müsahhar «anındı" şeklindedir. Nasb'a göre ise,
"Biz, rüzgârı Süleyman'a müsahhar kıldık" ftMrindedlr. Merfû (ötreli)
okunuşun bir başka izahı da şöyle olabilir: Tıpkı, “Ev Zeyd'indir"
denilmesi gibi, denilmiştir. Bu böyledir. Çünkü -İzgar, Hz. Süleyman (a.s)
için, tıpkı istediği şeyi emrettiği hususî bir kölesi gibiydi.
[32]
Ayetin başındaki
"vâv", atıf
içindir. "Rih"in merfu
okunuşuna
göre, isim cümlesi, fiil cümlesine atfedilmiş
olur ki, bu caiz
değildir veya güzel olmaz.
Çünkü,"Ateh Teâlâ Dâvûd (a.s)'un durumunu anlatınca, sanki,
"Bildiğimiz bu şeyler
Davud'a ait idi.
Süleyman'a ise rüzgârı müsahhar kıldık" demek istemiştir. Nasb
ile okunuşa gelince, "Onun için de demiri
yumuşattık" ifadesinde yaptığımız izaha
göredir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Davud'a demiri yumuşattık.
Süleyman'a
da rüzgârı müsahhar kıldık" demek
istemiştir.
[33]
Hz. Süleyman (a.s)'ın
emrine verilen, malum rüzgârlar değil,
hususî bir rüzgârdır.
Çünkü bildiğimiz bu
rüzgarlar, ihtiyaç
zamanlarında genel olarak herkese faydalı olur. Bunun böyle olduğunun delili,
ayette, "rfh" (rüzgâr) kelimesinin müfred (tekil) olarak okunması ve
hiç kimsenin bunu cemî olarak okumamasıdır.
[34]
Bazı kimseler şöyle
demişlerdir: "Dağların emre âmâde kılınması ve
Dâvûd (a.s) ile
birlikte tesbihatta
bulunması, "Dağlar da, tıpkı
Cenâb-ı Hakk'ın, "Hiç
şüphesiz herşey
Allah'ı teşbih eder" (\sr&, 44) ayetindeki "herşey" gibi,
tesbihatta bulunur ve Dâvûd (a.s) onların teşbih atlarını anlar, onların
tesbihatına katılırdı" manasında; "rüzgârın musahhar kılınması"
ise, Hz. Süleyman (a.s)'ın tıpkı rüzgâr gibi hızlı atlar yetiştirmesi" manasında;
"o rüzgârın akşamının bir ay, sabahının bir ay" oluşu da, "otuz
fersahlık yol (alışı)" manasınadır. Çünkü genel olarak, ferahlamak ve
rahatlamak için, hava almaya çıkan kimsenin yürüyüşü (gezintisi), bir fersahtan
fazla olmaz, dönüşü de böyledir. Hak Teâlâ'nın Dâvûd (a.s) hakkında, "Onun
için demiri yumuşattık" ifadesi ile, Hz. Süleyman (a.s) hakkındaki,
"Erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık" ifadesi, bu ikisinin,
ateşle ve yaptıkları çeşitli aletleri kullanarak, demiri ve bakın ateşte
eritmeleri kastedilmiştir. Cinler (şeytanlar) kelimesiyle de, güçlü insanlar
kastedilmiştir."
Bütün bu görüşler
yanlış ve asılsız şeyler olup, onları bu fikre sevkeden şey, inançlarının
zayıflığı ve Allah'ın kudretine güvensizlikleridir. Çünkü Allah bütün mümkin
şeylere kadirdir. Bu şeyler de, mümkinâttandır.
[35]
Allah Teâlâ
"Davud'a, dağlan musahhar kıldık" (Enbiyâ, 79) ve
"Süleyman'a
da şiddetli esen
rüzgârı (musahhar
kıldık)" (Enbiya, eıj buyurmuştur. Eğer bir kimse
kalkar
da,
"Allah Teâlâ'nın, Enbiyâ
Sûresi'nde, "Dağlan
Dâvûd'la birlikte (...) musahhar kıldık"buyurup,
burada, "Ey dağlar, onunla birlikte teşbih edin" buyurmasının; orada
ve burada, rüzgâr hakkında, "Süleyman (a.s) a rüzgârı (musahhar
kıldık)" buyurmasının hikmeti nedir?" derse, biz deriz ki: Dağlar,
tesbihatta bulununca, Allah'ı zikrettikleri için kıymetlenmişlerdir. Bu sebeple
Cenâb-ı Hak dağları, mülkiyet ifade eden "lam" harf-i cerri ile, Hz.
Dâvûd (a.s)'a nisbet etmeyip, aksine adeta onları Dâvûd (a.s) ile birlikte olan
onun arkadaşları gibi zikretmiştir. Rüzgârlara gelince, Cenâb-ı Hak bu
ayetlerde onların tesbihatta bulunduğundan bahsetmemiştir. Bundan dolayı
onları, Hz. Süleyman (a.s)'ın kölesi gibi kabul etmiştir. Bu güzel bir izah.
Fakat burada aklıma gelen bir diğer izah da şöyledir: "Ayetteki,
"Onunla birlikte teşbih edin"emrinin, "Onunla birlikte
yürüyün" manasında oluşunu kabul etmemize göre, dağ yürümede asıl (önder)
değil, aksine, Hz. Dâvûd (a.s) ile birlikte, onun peşinden hareket eden birşeydir.
Rüzgârlar ise, Süleyman (a.s) ile birlikte hareket etmeyip Hz. Süleyman
(a.s.)'ın onlarla birlikte hareket etmesinden ötürü, "Hz. Süleyman {a.s)
İle rüzgârı..." dememiş, aksine Hz. Süleyman (a.s)'ın rüzgar ile birlikte
hareket ettiğini bildirmiştir.
[36]
Cenâb-ı Hakk,
"Erimiş bakır madenini onun için akıttık", yani. "cinlerden
bazılarını da ona musahhar kıldık" buyurmuştur. Bu son ifade, cinlerin
hepsinin Hz. Süleyman (a.s)'ın emri altında olmadıklarını göstermektedir ki,
açık olan da budur.
Bil ki Allah Teâlâ,
hem Dâvûd (a.s), hem de Süleyman (a.s) hakkında, üçer şeyden bahsetmiştir.
Binâenaleyh Dâvûd (a.s)'a dağların musahhar kılınması, Süleyman (a.s)'a
rüzgarın musahhar kılınması gibidir. Bu böyledir, çünkü ağır birşey kendisinden
daha hafif olan şey (yani rüzgar) ile birlikte hareket ettiğinde, hafif olan
ağın geçer, ağır ise olduğu yerde kalır. Fakat dağ, insandan, insan da
rüzgardan daha ağırdır. Böylece Allah Teâlâ, (teşbih edin) lafzına,
"yürüyün" manasını vermemiz taJinde, ağırın hafif olanla, yani dağın
Dâvûd (a.s) ile hareket etmesini emretmiştir. Süleyman (a.s) ve ordusu da hem
ağır, hem de hafif rüzgârla birlikte zikredilmiştir. Kuşlar da, cinlerin
musahhar kılınması cinsindendir. Çünkü kuş, insandan kaçtığı için, insan da
cinden kaçtığı için, bu ikisi insanla birlikte bulunmaz. Çünkü insan, cinlerin
bulunduğu yerlerden korkar. Halbuki cinler, devamlı olarak insan avlama
arzusundadırlar. İnsan da, kuşları avlama peşindedirler. Böylece Allah Teâlâ
kuşu, Davûd (a.s)'dan kaçmayacak, tam aksine onunla ünsiyetleşecek ve onu
arayacak Dtr hale; Süleyman (a.s)'ı da, cinlerden kaçmayacak ve tam aksine
cinleri emrine almak ve kendisine hizmet edecek bir hale ve duruma sokmuştur.
Her iki ayetteki bakır" ve "demir" ifadelerinin, birbirlerinin
eşleri ve mukabilleri olduğu ise aşikârdır.
Burada şöyle bir
incelik bulunmaktadır: İnsanoğlunun cinlerden korkması ve Kaçınması gerekir.
Onun cinlerle birarada bulunması kötü neticeler doğurur. İşte Dundan dolayı
Cenâb-ı Hak, (kullarına) "Rabbim, şeytanların dürtüştürmelerinden sana
sığınırım. Rabbim, onların huzurumda bulunmalarından sana sığınırım..."
Nû-minun. 97-98) demelerini emretmiştir. O halde daha nasıt Süleyman (a.s),
onlarla birifcte olmayı arzulamıştır? Biz diyoruz ki, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Önünde, Rabbinin imiyle iş gören bazı cinler de vardı" ifadesi, bu
huzurda bulunmada, kötü netice meydana gelmediğine bir işaret vardır.
Buradaki bir başka
incelik de şudur: Allah Teâlâ, (aynı ayet İçinde) ilk ifadede, 'Rabbinin
izniyle.." diyerek Rab sözünü kullanmış; daha sonraki ifâdede ise,
"İçlerinden kim bizim emrimizden ayrılıp saparsa.." buyurmuş, fakat,
"Rabbin emrinden" buyurmamıştır. Zira "Rabb" sözü, rahmeti
hatırlatan bir sözdür. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, Süleyman (a.s)'ın korunmasına
işaret edilirken, *îj ûil* liabbinizin izniyle" buyurmuş; insanların ve
cinlerin azâb edilişlerine işaret ederken se. daha fazla korkmayı gerektiren
bir tazim lafzıyla (nefs-i mütekellim maal gayr nâ zamiriyte, buyurmuştur.
Cenâb-ı Hakk'ın "Ona çılgın azâbtan taddinrız"
ifadesine griince, bu hususta şu iki izah yapılmıştır:
1)
Onların üzerine melekler görevlendirilir. Meleklerin
ellerinde de ateşten balyozlar vardır. O halde ayette buna işaret edilmek
istenmiştir.
2) Sa'lr
ahirette olan şeydir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak onları ahiretteki azâb ile
tehdit etmiştir, demektir.
[37]
"O kalelerden,
heykellerden, büyük havuzlar gibi çanaklardan, sabit sabit
kazanlardan ne dilerse, ona yaparlardı. Ey Dâvûd
hanedanı, siz Allah'a
şükretmek için
çalışın. Kullarımdan hakkıyla şükreden azdır"
(Sebe. 13).
Ayetteki mehârîb sözü,
yüksek binalara işarettir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Hani onlar
duvardan mescide tırmanmışlardı" (S*d, 21) buyurmuştur. Temâsîl üstünde
nakış ve süslemeler bulunan şeydir. Cenâb-ı Hak, onların meskenleri olan o
binalardan bahsedince, o meskenlerde, yeme içme ile ilgili olan kap-kacaklardan
da bahsederek, "büyük havuzlar gibi çanaklar..." buyurmuştur ki,
ayetteki, cevâb, cabiye kelimesinin çoğulu olup, câblye de, suyu toplayan ve
içinde su toplanan büyük havuz anlamına gelir. Tek bir çanağın etrafında yemek
yeme için bin nefsin toplandığı da ileri sürülmüştür. Ayetteki "Sabit
sabit kazanlar..." "büyük oldukları için taşınamayan ve o çanakların,
içlerine kapatılarak yemeklerin alındığı kazanlar.." demektir. Bu ifâdeyle
ilgili birkaç mesele vardır:
[38]
Mehârîb kelimesi,
temasîl kelimesinden önce getirilmiştir.
Çünkü,
nakış ve tezyinatlar, binalarda bulunur. Kazanların
pişirme aleti; çanakların, yeme aleti ve pişirme işi
ise
yemeden önce olmasına rağmen, çanaklar
(cifân) kelimesi,
"kazanlar"
(kudûr) kelimesinden önce zikredilmiştir. Niçin?
Cevap: Cenâb-ı Hak,
hükümdarlara ait o binalardan bahsedince, o evlerde uzanan sofraların
büyüklüğünü de beyan etmeyi ve o çanakların büyüklüğüne işaret etmeyi murad
etmiştir. Çünkü çanaklar da evlerin içinde bulunur. Ama kazanlara gelince,
onlar oranın içinde değildir. Bu sebeple orada olmazlar. İşte bundan dolayı da,
"taşınmazlar" anlamında, (ra'siyat) buyurmuştur. Daha sonra Cenâb-ı
Hak, o çanakların büyük olduğunu beyan edince, insanın aklına, içinde yemek
pişirilen şeylerin acaba nasıl olduğu düşüncesi gelmiş, bunun üzerine o
çanaklara uygun kazanların da bulunduğuna işaret etmiştir.
[39]
Cenâb-ı Hak, Dâvûd
(a.s) hakkında, onun harb aletleriyle
meşgul
olduğundan, Süleyman (a.s) hakkında da onun,
barış durumundan, yani
yeme içme, evler vb. şeylerden
bahsetmiştir. Çünkü
Süleyman (a.s), Dâvûd (a.s)'un
çocuğudur. Dâvûd (a.s)
ise, Calût u ve nice zorba kralları öldürmüştür. Bu demektir
«.. Dâvûd (a.s) krallara ve meliklere hükümran
olmuştur. Binâenaleyh, Hz. Süleyman
a.s),
oğluna mülk bırakan, mal biriktiren bir meliğin oğlu gibi olmuş olur. O halde
oğul da o malı, askerine dağıtabilir. Bir de Süleyman
(a.s), kendisine hiç kimsenin
saş kaldıramayacağı,
dolayısıyla kendisiyle savaşamayacakları; eğer faraza birisi
onunla savaşırsa, rüzgâr onu o kimseye hemencecik
yetiştireceği için, savaşın çok
«sa
süreceği kanaatini taşıyordu. Binâenaleyh Hz. Süleyman (a.s) zamanında
büyüklük", yedirme ve in'âmda bulunma ile idi.
[40]
Cenâb-ı Hak,
"Uzun zırhlar yap.." (Set», n> ifâdesinin peşinden, "Salih
amellerde bulunun" buyurunca, cinlerin
yaptığı işlerin
peşinden de, biraz önce de bahsettiğimiz gibi, 3u şeyler gelip geçicidir.
Kişinin kendisini bu tür şeylere alabildiğine vermemesi gerekir. <ısiye
düsen, kendisinde, Cenâb-ı Hakk'a bir teşekkür anlamı bulunan, çokça amel-i
saihte bulunmaktır" şeklindeki izahımıza bir işaret olarak da, “Ey Dâvûd
hanedanı, siz, Allah'a şükretmek için çalışın" buyurmuştur. Ki bunda da.
bu tür şeylere iltifat etmemeye ve bunlarla çok az meşgul olmaya bir işaret
vardır. Vtekim Cenâb-ı Hak, "Dokumada iltizamı (ölçüyü) gözet" {Sabe.
n> Duyurmuştur. Yani, "Bunu da, ihtiyaç miktarı kadar yap"
demektir.
[41]
Ayetteki, kelimesinin
mansûb olması şu üç sebep-
ten biriyledir:
a) Tıpkı,
bir kimsenin, "ummak için geldim" "Mağfiretini umduğum için
Allah'a ibadet ettim" şeklindeki sözerinde olduğu gibi, mef'ûl-i leh
olması.
b) Bunun, tıpkı bir kimsenin, "Allah'a
adamakıllı şükrettim" fedssinde olduğu gibi, mef'ûl-i mutlak olması. Çünkü
masdar (mef'ûl-i mutlak), fiilinin ■Candan olmayabilir. Meselâ bir
kimsenin, "Bir oturuşla oturdum" aarnesi gibi. Bu böyledir, zira bir
şey yapmak, teşekkürdür. O halde ayetteki
"şükredin" manasındadır.
c) Bunun,
mef'ûl-i bih olması. Ki bu da bir kimsenin, "Zeyd'e vur" »nesi
gibidir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, bu anlamda, "Salih (amel) yapın" m.
ıi) buyurmuştur. Çünkü şükür de bir amel-i salihtir.
[42]
Kullarımdan hakkıyla
şükreden azdır"
ifadesi, Allah
Teâlâ'nın şükür işini,
kullarına karşı
hafiflettiğine bir işarettir. Zira, "Ey Dâvûd
hanedanı, siz,
Allah'a şükretmek için çalışın"
buyurunca, bundan, şükrün
4ab olduğu anlaşılmış
oldu. Ancak ne var ki, Cenâb-ı Hakk'tn nimetlerine gereği
gibi şükretmek mümkün değildir. Çünkü,
"şükr"ün bizzat kendisi de, Cenâb-ı Hakk'ın
buna muvaffak kılmasına bağlıdır. Cenâb-ı Hakk'ın
muvaffak kuması da, başka bir şükrü gerektiren bir nimettir ki, bu da başka bir
muvaffak kılma ile alakalıdır. Ki bu da, başka bir muvaffak kılma ile elde
edilir. O halde bu demektir ki, şükürden sonra Allah'ın nimetleri, yine
şükürden hâlî kalmış, karşılıksız kalmış olur. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak,
"Eğer tam şükredemiyorsanız, bunda, size bir zorluk yoktur. Çünkü
kullarımdan şükredenter pek azdır" demek istemiştir. Bizim bu görüşümüzü,
Allah Teâlâ'nın, herkesi, kendisine nisbet etmek suretiyle
"Kullarım..." ifâdesinin içine sokmuş olması da destekler. Halbuki,
mütekellim sfgasına muzâf kılınarak, "kullarım" denilmiş olması,
Kur'ân-ı Kerim'de ancak, kurtuluşa erenler hakkında kullanılır. Bu, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Ey kendilerinin aleyhinde haddi aşan kuîİanm, Allah'ın
rahmetinden ümidinizi kesmeyin"(zumer,53) ve "Benim kullarımın üzerinde
senin hiçbir tahakkümün yoktur.." (Hicr 42) ayetlerinde böyledir.
İmdi şayet,
"Sizin bu anlattığınıza göre, Allah'a, tam anlamıyla şükretmek mümkün
değildir. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın, (bu ifadedeki) kam (az) sözü, kullan içinde,
O'nun nimetlerine şükredenlerin bulunduğuna delâlet eder" denilirse, biz
deriz ki: Bu, "Beşerin gücüne göre şükr yapılabilir. Takva budur. Ama,
bunu yapan ise azdır" manasındadır. Ama, Allah'ın nimetlerinin tam
mukabili olan şükre ise, hiç kimsenin gücü yetmez; Allah da, kişiye gücünün
yettiği şeyleri teklif edip, onu onunla sorumlu tutar. Yahut da şöyle
diyebiliriz: Tam şükür, ancak, Allah'ın kendisinden razı olduğu ve kendisine,
"Ey kulum, yaptığın bu kadarcık şükrü kabul ettim, seni nimetlerimin
tamamına şükredenlerden addettim. Benim bu kabulüm de, ayrıca büyük bir
nimettir. Ama ben seni, buna da şükretmekle mükellef tutmuyorum" dediği
kimsedir.
[43]
"Sonra biz ona,
ölüm hükmünü infaz edince, (dayandığı) asasını yemekt olan ağaç kurdundan başka
hiçbir şey bunun ölümünü onlara göstermedi. Bu
suretle yere kapanıp yıkıldığı zaman besbelli oldu ki, eğer cinler
gaybı bilmiş
olsalardı, öyle horîayıcı bir azab içinde
kalıp durmazlardı"[44]
(Sebe, 14).
Allah Teâlâ Süleyman
(a.s)'ın azametini ve rüzgârlar ile cinleri ona amade kılmış olduğunu; bundan
sonra, onun da ölümden kurtulamadığını ve ona da ölüm hükmünün infaz edildiğini
beyan etmiştir ki, bu, ölümün mutlaka vaki olacağına, şayet
bundan kurtulan
bir kul bulunacak olsaydı, bunun da Süleyman (a.s) olacağı muhakkaktı"
diye açıklamıştır. Bununla ilgili bir mesele vardır:
[45]
Süleyman (a.s), tam
bir gün ve gece Allah'ın ibadetinde
bulunuyor,
bazı zamanlarda ise bunu aktırıyordu. Onun,
Rabbinin huzurunda
iken üzerine yaslanacağı bir âsâsı
bulunuyordu.
Sonra, vaktin birinde, adeti üzere Rabbinin
badelinde
bulunuyorken, oluverdi. (Cin) orduları sandı ki, o ibadettedir. Süleyman(a.s)
bu hal üzere günlerce kaldı. Hatta aylar sürdü bu. Sonra Allah Teâlâ durumu
onlara göstermeyi murad etti de, bir ağaç kurdunun
onun asasını yemesini takdirDuyurdu. Böylece o (yere) düştü ve durumu da
anlaşıldı.
Cinler, insanoğlunun
bilmediği şeyleri biliyordu. Binâenaleyh o, bu üstünlüğün c gayb ilmi olduğunu
sanmıştı. Oysa ki durum böyle değildi. Doğrusu insana pek sz ilim verilmişti.
İnsan, görünen şeylerin pekçoğunu da bilmez. Cinler ise, insana ntsbetle her ne
kadar gizli ise de, ancak aşikâr olan şeyleri bilebilir. Böylece onlara bu iş,
kendilerinin gaybı bilmediklerini, şayet gaybı bilmiş olsalardı, Süleyman
(a.s)'ın iri olduğunu zannederek o çileli ve zor işlerde kalmaya devam
etmeyeceklerini anlatmış ve göstermiş oldu. Ayetteki, "Öyle horlayıa bir
azâb içinde kalıp durmazlardı" ifadesi, mü'min olan cinlerin musahhar
kılınmışlardan olmadığına delâlet eder. Çünkü mü'min, peygamberinin zamanında,
horlayıcı bir azâb içinde olmaz.
[46]
"Celalim hakkı
için, Sebe (kavminin) sakin olduğu yerde, bir ibret vardı.
Sağdan soldan iki(şer) bahçe.. (Onlara),
"Rabbininn rızkından yeyin, O'na
şükredin.
Çok güzel bir belde ve Rabb, çok bağışlayıcı.."
(Sebe, 15).
Cenâb-ı Hak, Dâvûd ve
Süleyman (a.s)'ı zikretmekle, kendi nimetlerine şûfcredenlerin halini beyan
edince, Sebe halkının kıssasını anlatmak suretiyle de, -«netlerini inkâr
edenlerin halini açıklamaktadır. Sebe kelimesinin iki kıraati vardır. Br yer
adı olması itibariyle, (gayr-i munsarıf olarak) fetha ile İÇı (Sebe); bir obüe
adt olmak üzere de, mecrûr tenvin ile Sebe-ln şeklinde... ki bu sonuncusu, arta
kuvvetlidir. Çünkü Allah, ibreti Sebe'ye nisbet etmiştir. Anlayan ise, mekân
amayıp, akıllı olandır. Bu sebeple de burada "el-ehlu-ehil, ahali"
kelimesini takdir
etmeye gerek yoktur.
Buradaki kelimesine gelince, bu, "Rablerinin faz-lu keremine dair bir
ayet, ibret" anlamındadır. Sonra Cenâb-ı Hak, "Sağdan soldan iki(şer)
bahçe.." ifadesiyle, bedelini zikretmek suretiyle bu ayeti açıkladı.
Zemahşerf şöyle demiştir: "Bazı Irak beldelerinde binlerce bahçe varken,
iki bahçede ne ayet, ibret olabilir ki?" Buna o, "Bundan murad şudur:
Onların herbirinin İki bahçesi vardır." Yahut da, "Beldelerinin
sağında ve solunda, bahçelerden meydana gelmiş olan iki cemaat, yani mıntıka
vardır. Bunlar birbirleriyle irtibatlı oldukları için de, Allah onu tek bir
bahçe gibi kılmıştır.." diyerek cevap vermiştir.
[47]
"Rabbinizin
rızkından yiyin" emri ise, hiçbir korku ve hastalık, onların, o bahçelerin
meyvelerinden yemelerine mani olmadığı için, Allah'ın onlara olan nimetlerini
tamamlamış ve kemâle erdirmiş olduğuna bir işarettir, "O'na şükredin"
emri de, o nimetin mükemmel olduğunu beyân eden bir ifadedir. Çünkü şükür,
ancak muteber olan bir nimete mukabil istenir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, Sebe
kavmi İçin bir endişe olmadığını ve ilerde dünyada bir kovuşturmanın
olmayacağını belirtmek suretiyle, onların meskenlerindeki ve bahçelerindeki
hallerini ve yeyip içmelerini tam bir şekilde beyan edince, "Çok güzel bir
belde..." buyurmuştur ki, bu "Eziyyet verenlerden arınmış, kendisinde
yılan çıyan, akreb, veba ve insanı sıkacak bir ağırlık diye hiçbirşey bulunmamaktadır.."
demektir. Keza Cenâb-ı Hakk "Ve Rabb, çok bağışlayıcıdır" buyurmuştur
ki bu da, o kavim için ahirette bir ikâb ve bir azâb yoktur demektir. İşte bu
noktada bu nimetler, o anda çok lezzetli oldukları ve ilerde de gelebilecek her
türlü kötülüklerden hâfî ve uzak oldukları için, onların mükemmel oldukları
manasına gelir.
[48]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, kendi tarafından olan şeyleri beyân edince, Sebe kavmi tarafından olanları
da zikrederek şöyle buyurmuştur:
"Fakat onlar yüz
çevirdiler. Biz de onlara, Arfm selini gönderdik. (O) ikişer
cennetlerinin yerinde de ekşi yemişli, acı ılgınlı ve
az bir şey de, Arabistan
kirazından (olmak
üzere, harap) ikişer bostan peyda ettik., işte biz onlan,
böyle nankörlük ettikleri için cezalandırdık. Biz,
nankör olanlardan başkasını
cezalandırmayız"
(Saba, 16-17).
Böylece Cenâb-t Hak,
ayetlerini ortaya koymasından sonra, onların bunlardan yüzçevirmeleri
suretiyle, zulümlerinin doruk noktaya çıktığını beyan buyurmuştur. Nitekim
Cenâb-ı Hak, "Kendisine Rabbinin ayetlerimle Öğüt verilip de sonra
onlardan yüz çeviren kimseden daha zalim kimdir?" (Sscde, 22) buyurmuş,
daha sonra da onlardan nasıl intikam alacağını belirtmiştir. Nitekim O,
"Hiç şüphesiz ki biz, günahkârlardan intikam alıcılarız" [Sobe, 22)
buyurmuştur. Ki, bu intikamın keyfiyeti se Cenâb-ı Hakk'ın, onların üzerine,
mallarını boğan ve evlerini, eşyalarını harap eden bir sel göndermesidir.
[49]
Ayette bahsedilen
Arîm'in ne olduğu hususunda da şu izahlar yapılmıştır:
1) Bu, o şeddin harap olmasına sebep olan,
köstebeklerdir. Çünkü Belkıs, aralarında yollar bulunan dağlara yöneldi.
Böylece de, o yolların {çıkış noktalarına), geçitlerine setler yaptı. Derken,
yağmur suları ve kaynak suları oralarda toplandı ve adetâ bir deniz haline
geliverdi ve buralara, sırayla birbirinin üzerinde olmak üzere jç kapı, kapak
yerleştirdi. Öyle ki kapılar, biri açıldıktan sonra ancak diğeri de açılıyordu.
Derken köstebekler o şeddi beldiler. Böylece de o setler harab oldu ve biriken
sular, onların aleyhine bir tehdit oluşturmaya başladı.
2) Artm,
şeddin adıdır. Bu sed de, Arîm'in toplanması demektir. Arfm ise, taşların : -
araya gelmesidir.
3) Arfm,
kendisinden o suyun kaynaklanmış olduğu vadinin adıdır.
Cenab-ı Hakk,
"(Ql ikişer cennetlerinin yerinde de ekşi yemişli, acı ılgınh ve az bir
şey de, Arabistan kirazından oimak üzere, harap) İkişer bostan peyda etük"
buyurmuş, böylece de, bu -tadeleriyle o harap olma halinin devam ettiğini beyan
etmiştir. Çünkü, içinde insanların bulunduğu bağ bahçelerde, insanların emeği
sayesinde güzel yemiş ve -eyveler olur. Ama o bahçeler, yıllarca bakımsız
bırakıldığında, ağaçları birbirine pnmiş ve kendisinde yabancı otlar bitmiş
olan sık ağaçlıklı bir koruluk halini alır. Böylece de, o bahçelerin meyveleri
azalır, ağaçlar çoğalır. Hamt, ya dikenli olan her ağacın veya meyvesi acı olan
her ağacın, yahut da meyvesi yenilmeyen bütün ağaçların adıdır. Esi ise, bir
çeşit tarfa olup, üzerinde bazı zamanlar hariç, meyve atmayan şey demektir.
Üzerinde gerek tad gerekse tabiat bakımından, tıpkı bir pelit a$acı meyvesi
gibi veya ondan daha küçük olan şeyler bulunur. Sldr ise, binmektedir. Cenâb-ı
Hak Arabistan kirazıyla alâkalı olarak "az..." vasfını atanmıştır.
Çünkü bu, onların en güzel ağaçlarıydı. Böylece Allah, onun azlığını[50]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bunun, onların nankörlüklerine mukabil bir ceza okluğunu beyan etmek üzere
İşte biz onlan, böyle nankörlük ettikleri İçin cezalandırdık. Biz, nankör
olanlardan ıskasını böyle cezalandırmayız" buyurmuştur. Bazı kimseler
şöyle demişlerdir:
Mücâzât kelimesi,
nıkmet hakkında, ceza sözü de nimetler hakkında kullanılır. Ancak ne var ki,
Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadesi, "ceza" kelimesinin de cezalar hakkında,
suçlar hakkında kullanıldığına delâlet etmektedir. Belki de bu fikri
benimseyenler bunu, "mücâzât" kelimesinin "müfaale"
babından gelişinden; bu babın da genel olarak, herbirinden diğeri hakkında bir
cezanın, karşılığı alındığı iki kimse hakkında kullanılır olmasından bunu
çıkarmışlardır. Halbuki nimetler hakkında bu masdar kullanılamaz; çünkü Allah,
nimetleri doğrudan veren bir zâttır.
[51]
"Onların yurdu
ile, feyz ve bereket verdiğimiz memleketler arasında sırt sırta
nice kasabalar yapmıştık. Oralarda seyr ü sefer
etmelerini takdir etmiş,
kendilerine,
"Geceler ve gündüzlerce, oralarda korkusuz gezin, dolaşın"
demiştik. Onlar İse, buna karşı "Ey Rabbimiz,
seferlerimizin arasını uzaklaştır"
demişler,
kendilerine yazık etmişlerdi. İşte biz de onları anlatılan masallar
haline getirdik. Onlan darmadağınık ettik. Şüphesiz ki
bunda çok sabır ve
çok şükreden herkes
için elbette ibretler vardır"
(Sebe. 18-19).
Yani, "Onlarla
Şam arasında ..." demektir. Çünkü, mübarek bir belde olan yer, Şam'dır.
Ayetteki, tabirinin anlamı ise, o beldelerin birbirlerince görülmesi demektir
ki, bir beldenin karaltısı, diğerinden görülebiliyordu. Buna göre şayet birisi,
"Bu, ilahî nimetlerden sayılan bir husustur. Halbuki, Allah Tealfl biraz
önce, "(O) ikişer cennetlerinin yerinde de ... ikişer bostan peyda ettik"
İfadesiyle, onların nimetlerini tebliğ edip değiştirdiğini beyâna başlamıştı.
Binâenaleyh daha niçin, o cezayı belirttikten sonra yeniden nimetleri
zikretmeye başlamıştır?" derse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hak (biraz önce),
bizzat onların kendi beldelerinin durumundan bahsetmiş ve bunu, hamt ve esi ile
değiştirdiğini beyan etmiştir. Daha sonra da onların beldelerinin dışındaki
durumları ele almış, o beldelerin çokluğu sebebiyle mamûr oluşlarından
bahsetmiş, daha sonra bu durumu, "Ey Rabbimiz, seferlerimizin arasını
uzaklaştır" ifadesiyle, işte çöllere, sahralara ve otsuz kıraç arazilere
dönüştürdüğünü beyân etmiştir ki, bunun böyle olduğuna, bir mübtedâ ve haber
olmak üzere, "Rabbimiz, iyice uzaklaştırdı..." şeklinde okuyan
kimsenin kıraati de delâlet eder.
Ayetteki "Ora/arda
seyr ü sefer etmelerini takdir etük" cümlesine gelince: Mamur beldelerin
konumu, malûm ve plânlı programlı olup, öteye geçmez. Binâenaleyh, her
beldenin, her köy ve kenti arasında, yarım günlük bir uzaklık bulunup, onlar da
sabahleyin bir köye, akşamleyin de diğerine gittikleri için, örten bunu öte
aşmak mümkün olamaz. O halde ayette bahsedilen takdirden murad, işte budur.
Halbuki çöllerde, gitme ve hareket etme, muayyen bir miktarla sınırlanamaz. Tam
aksine orada hareket eden kimse, orayı aşabilmesi için, kendi takatine göre
orayı kat eder.
"Kendilerine,
"Geceler ve gündüzlerce, oralarda korkusuz gezin .. dolaşın"
demiştik" sözü: "Onların arasında, malûm olan geceler ve gündOzlerce
mesafelik yol vardır" demektir, Bu cümledeki âminin kelimesi, o beldelerin,
son derece mamur olduğuna bir işarettir. Zira, haydut korkusu ve arkadaştan
geri kalma endişesi gibi şeyler, bu gibi yerlerde söz konusu değildir.
kelimelerinin anlamının, "Bir korku ve endişe olmadığı için, sizler
burada, bu beldelerde, isterseniz gece yürürsünüz, isterseniz gündüz
yürürsünüz" şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür. Çünkü, korku duyulan
yerler böyle değildir. Böyle olan yerlerin bir kısmında, düşman, karşı tarafın
hareket ettiğini, yolda olduğunu bilmesin diye gece gidilir, bir kısmında ise
düşmanın saldırısı ve düşmanlığı alenî olmadığı zaman, kendilerine düşman
saldırmasın diye, gündüzün hareket edilir, gidilir.
"Onlar ise buna
karşı, "Ey Rabbimiz, seferlerimizin arasını uzaklaştır"
demişler" cümlesi ile, onların böyle bir talepte bulundukları
belirtilmiştir ki, bu, iki anlama gelebilir:
1) Tıpkı yahudilerin, soğan ve sarımsak
talebinde bulunmaları gibi; onlar, şımardıkları için böyle bir istekte
bulunmuşlardır.
2)
İtfkâdlannın bozukluğu yüzünden Cenâb-ı Hakk'ın bunu
yapamayacağını düşündükleri için böyle demişlerdir. Ki bu tıpkı bir kimsenin,
bir başkasına, kendisini dövemeyeceğinl sandığına bir işaret olsun diye,
"Haydi vursana!" demesi gibidir. Şöyle denilmesi de mümkündür: Onlar
lisan-ı hâl ite, "Rabbimiz, uzaklaştır.." demişlerdir. Yani, onlar
kâfir oldukları zaman, seferlerinin aralarını uzaklaştırmasını; mâmur olan
evlerini, harab hale getirmesini istemişlerdir.
Ayetteki,
"Kendilerine yazık etmişlerdi.." cümlesi ise, bunu beyân etmektedir.
Cenâb-ı Hakk, Merj
"İşte biz de onları anlatılan masallar haline getirdik" buyurmuştur
ki, bu, "Biz onların başına kendilerini dillerde dolaşan meseller haline
getirecek olan şeyi getirdik" demektir. Nitekim, "Sebe kabilesinin
kollan (boylan) her biri bir diyara dağıldı, şöyle şöyle oldu" diyen bu
tarih anlatılır.
Onların birer masal
haline geldiklerini beyan etmek için de, "Onlan darmadağınık ettik.."
Duyurulmuştur.
Cenâb-ı Hakk,
"Şüphesiz ki bunda, çok sabır ve çok şükreden herkes için elbette ibretier
vardır" buyurmuştur. Yani, "Şükredenlerin durumlarına, kâfirlerin de
günahlarına dair bahsettiğimiz bu şeylerde herkes için elbette ibretler
vardır" demektir.
[52]
"İblis onlar
aleyhindeki zannmı gerçekleştirdi de, iman edenlerden İbaret zümre hariç olmak
üzere, (tamamen) ona uydular"
(Sebe, 20).
Yani İblis,
"Senin izzetine andederim ki ben de artık onların hepsini muhakkak
azdıracağım" [San. ez) dediği gibi, onları azdıracağına dair zannmı
gerçekleştirdi. "(tamamen) ona uydular" ifadesi de bunun beyânıdır.
Yani, "O, onları azdırdı da, mü'minlerden ibaret topluluk hariç, geri
kalan hepsi ona uydular" demektir ki, Cenâb-ı Hak bu kimseler hakkında,
"Benim kullarımın üzerinde senin hiçbir nüfuzun yoktur" (Hicr, 42»
buyurmuştur.
Şöyle denilmesi de
mümkündür: İblis, "Ben ondan daha hayırlıyım" (km, 12) dediği gibi,
kendisinin ondan daha hayırlı olduğuna dair zannmı gerçekleştirdi. Bu durum,
O'nun, "ona uydular" cümlesinde gerçeklik kazanmıştır. Zira kendisine
tabi olunan, olandan daha hayırlıdır; aksi halde, akıllı bir kimse ona uymazdı.
Iblis'in kâfirden daha hayırlı olduğuna delâlet eden şey ise, İblisin Allah'tan
başkasına ibadet etmekten kaçınmasıdır. Ama onun bu direnmesinde, inâd
sebebiyle Allah'a İbadeti terk bulunduğundan böylece kâfir oldu. Halbuki müşrik
ise, Allah'tan başkasına ibadet etmektedir. Şu halde İblisin inkârı, tehdide en
yakın olan bir küfürdür. Onlar (müşrikler) ise Allah'a şerik koşma gibi bir
durumla kâfir olmuşlardır. Seçtiğimiz bu görüşü istisna da teyit eder. Bunun
izahı şöyledir: iblis, "Ancak onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların
müstesna.." (hict. 4o> demesinin de delâlet ettiği gibi, kendisinin
herkesi azdıracağını zannetmemiş idi, Mü'minleri azdıracağını zannetmemişti.
Böylece o, zannettiğini de gerçekleştirdi, bu sebeple de burada istisnaya
ihtiyaç olmadı. Fakat, "Ben ondan daha hayırlıyım"{hm, 12) derken,
uBeni ateşten yarattın, onu İse topraktan yarattın" (A'ru, 12) ayetindeki
İlletin (sebebin) delaletiyle, bütün insanlara nisbetle, kendisinin daha
hayırlı olduğuna inanıyordu. Bu zannında, mü'minler hususunda yanılmış ve yalan
söylemişti. Bu hususa, birinci vecih olarak şöyle cevap verilebilir: İblis her
ne kadar herkesi iğvâ edeceğini zannetmiyor ve bazılarının bundan kurtulacağını
biliyor idiyse de, fakat ne var ki o, durum ortaya
çıkıncaya kadar, her bir kimsenin kurtulan o kimse
olmayacağını sandı, böylece de, onu azdıracağını sandı. Dolayısıyla da bazı
kimseler hakkında zannında yanıldı, bazı kimseler hakkında da zannını tahakkuk
ettirdi.
[53]
"Halbuki onun
bunlar üzerinde hiçbir nüfuzu yoktu. Sırf biz, ahlrete iman
eden kimse üe, ondan şüphe eden kişiyi ayırdetmek
için, (buna meydan
verdik). Senin
Rabbin, herşeyin özerinde gerçek bir koruyucudur"
(Sebe, 21)
Daha önce,
"Allah, elbette sadık olanları da bilir, elbette yalancı olanları da
yîir" (Antnbot, 3) ayetinin tefsirinde, Allah Teâlâ'nın ilminin ezelden
ebediyete kadar her türlü malûmu kuşatmış olduğunu ve O'nun ilminin ve âlim
oluşunun değişmeyeceğini, fakat ilminin taallukunun değişeceğini beyan
etmiştik. Çünkü İlim, «eodisiyte herşeyin bizatihî hakikatinin ortaya çıktığı,
ortaya koyucu ve keşfedici bir sıfattır. Binâenaleyh, Allah ezelde âlemin var
olacağını bildi. Âlem var olduğu zaman, o âlemi, bu İlmiyle mevcut olarak
bildi. Alem yok iken de, o bu ilimiyte onu, yok olarak Udi. Bunun bir örneği
şudur: Cilalanmış olan ayna parlaktır. Dolayısıyla, eğer «rşısına geçerse,
orada Zeyd'in şekli görülür. Sonra onun karşısına Amr geçerse, 3u sefer de onun
şekli görülür. Ayna, zâtında değişmemiş, sıfatlarında da bir değişiklik
atmamıştır. Değişen ise ancak, onun dışındaki şeylerdir. Burada da böyledir.
Buradaki, "Sırf ayırdetmek için" ifadesi, daha önce O'nun İlminde,
Zeyd'in kâfir olacağı, Amr'ın da mü'min olacağı malûm iken, kâfirden küfrün,
mü'minden imanın sâdır olacağı, ilmen vâki olsun ve meydana gelsin diye"
anlamındadır.
Ayetteki,
"Halbuki onun, bunlar üzerinde hiçbir nüfuzu yoktur" cümlesi Iblls'in
zorlayıcı ve mecbur edici olamayacağına, ancak Allah'ın ilminde var olan şeyi
(kaderi) ortaya çıkarmak için Allah'ın yarattığı bir emare ve alâmet olduğuna
bir işarettir.
[54]
Cenâb-ı Hakk'ın “Senin
Rabbin herşeyin üstünde gerçek bir koruyucudur" İfadesi de, bunu ortaya
koymaktadır ve "Allah, İblls'i onlardan men etmeye kadirdir ve olacak
şeyleri bilendir" demektir. O halde buradaki "koruyuculuğun"
anlamına, Allah'ın ilim ve kudreti de giriyor. Çünkü birşeyi bilmeyenin ve âciz
olanın, onu koruması mümkün olmaz.
[55]
"De ki:
"Allah'dan başka, (O'nun ortağı olduğunu) İddia ettiklerinize
istediğiniz kadar yalvann. Onlann ne göklerde, ne
yerde, bir zerre miktarına bile güçleri yetmez. Onlann, buralarda hiçbir
ortaklığı olmadığı gibi, O'nun dabunlardan bir yardımcısı yoktur. O'nun
katında, kendisine izin verdiği
kimselerden
başkasının şefaati fayda vermez. Nihayet kalblerinden korku
giderildiği zaman, "Rabbiniz ne buyurdu?"
derler, "hakkı" cevabını verirler.
O, çok yüce ve çok büyüktür"
(Sebe, 22-23).
Allah Teâlâ,
şükrederlerin ve inkâr edip (nankörlük edenlerin) durumlarını açıklayıp, onlara
geçmiş kavimlerin hallerinden bahsedince, tekrar onlara hitab ederek,
Peygamberine, "müşriklere, bir "tehekküm (istihza) üslubuyla de ki:
"Sizden zararları giderebilecek, Allah'ın dışında, ilah olduğunu iddia
ettiğiniz kimseleri çağırınız" buyurmuştur.
[56]
Daha sonra o taptıkları
şeylerin, hiçbir şeye sahip ve kadir olmadıklarını "Onlar ne göklerde, ne
yerde bir zerre miktarına bile güçleri yetmez" İfadesiyle bildirmiştir.
Bil ki İnsanları şirke sevkeden yollar dörttür:
1) Şöyle diyenlerin ifade ettiği husus:
"Allah gökleri ve göktekileri, yeri ve yerdekileri, kendi hükümleri içinde
yaratmıştır. Biz de, yerdekiler stnıfındanız. O hakle, göklerde bulunan
yıldızlara ve meleklere ibadet etmeliyiz. Çünkü onlar bizim; AUah'da onların
ilahıdır." İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bunların görüşlerinin
yanlışlığını göstermek için, "Onlar, sizin de itiraf ettiğiniz gibi,
göklerde bir şeye malik değillerdir. Yerlerdeki durumları ise, sizin iddia eti
inlzln aksinedir" demiştir.
2) Şöyle
diyenlerin ifade ettiği husus: "Gökler Allah tarafından, müstakil (ayn)
olarak yaratılmıştır. Yerdekiler de Allah'dandır, ama yıldızlar
vasrtasıyiadHİar. Çünkü Allah Teâlâ, yerdeki unsurları (elementleri) ve
terklbtori (bitoşfentori), (Gökteki)
yıldızların biraraya
gelmeleri, hareketleri, doğup-batmaları sayesinde yaratmıştır. "Böylece
bunlar, Allah'dan başkasını, yeryüzü Hanlığı hususunda Allah'a ortak koşmuşlar,
birinciler ise, yeri başkasına, göğü Allah'a vermişlerdir. İşte bu sebeble
Cenâtn Hak, bunların düşüncelerinin yanlışlığını göstermek için de, "Onlann
buralarda hiçbir ortaklığı yoktur** yani, "Yer de, tıpkı gök gibi,
başkasına değil, ancak Allah'a aittir ve yerde de başkalarının hissesi
yoktur" buyurmuştur.
3) Şöyle
diyenlerin İfade ettiği husus: "Kainattaki terkiblerin ve hadiselerin
tamamı, Allah'dandır. Fakat Allah bu işleri, yıldızlara bırakmıştır. Kendisine
müsaade edilenin işi, müsaade edene nisbet edilir ve esas yapana nisbet
edilmez. Bunun örneği şudur: Bir padişah, idare ettiği kimselere (adamlarına),
"Falancayı dövün" deyip, onlar onu sövdüklerinde, Örten,
"Padişah, falancayı dövdü" denilir. Yine bir kimsenin örfe göre,
"Falanca falancayı dövmedi. Padişah ona onu dövmesini emrettiği için, o
onu dövdü" demesi doğru olur. Binâenaleyh bunlar da, göktekileri, Allah'ın
yardımcıları
adamlan-askerleri)
kabul etmişlerdir. İşte bu sebeble Cenâb-ı Hak, bunların da bu görüşlerinin
yanlışlığını göstermek için, "Onun da bunlardan tir yardımcısı
yoktur" buyurmuştur. Bu, "Allah, hiçbir kimseye hiçbir iş bırakmamış.
Aksine herşeyin korucuyusu, gözeticisi ve yöneticisi O'dur" demektir.
4) Şöyle
diyenlerin ifade ettiği husus: "Biz, bize şefaat etsinler diye, meleklerin
şeklindeki putlara ibadet ediyoruz." Cenab-ı Hak, bunların görüşlerinin
yanlışlığını da göstermek için, "O'nun katında, kendisine izin verdiği
kimselerden başkasının şefaat fayda vermez'* buyurmuştur. Binâenaleyh Allah'dan
başkasına kulluk etmenizde bir fayda yoktur. Çünkü Allah Tealâ, kendisinden
başkasına ibadet edenler çin, şefaat edilmelerine müsaade etmez. O halde, sizin
onlardan şefaat ummanız sebebiyle, (yapılabilecek) şefaati bile elden kaçırmış
olursunuz.
Allah Tealâ,
"Nihayet kalblerinden korku 0derüdiği zaman.."yani, "Onlardan
korku giderildiğinde.." buyurmuştur. Arapça'da, devenin keneleri
(kurfld'ı) temizlendiğinde, j-»?1 ij» denilir. Bu deyim, kenelerin çok İyi
temizlendiğini anlatmak için kullanılır.
[57]
Ayetteki,
"Nihayet kalblerinden korku 0derildiği zaman, "Rabbiniz ne
buyurdu?" derler, "hakkı..." cevabını verirler" ifadesiyle
ilgili olarak, şu izahlar yıptfmıştır
1) Bu, vahiy esnasındaki korkudur. Çünkü Allah
Teâlâ vahyederken, gökteki melekler korkarlar. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onlardan
bu korkuyu gidermiş ve onlar CebrftU (a.s)'e, "Bu nedir?" diye
sorunca, O "Cebrail'in "O, haktır, yani vahiydir" cevabını
verdiğini bildirmiştir.
2) Bu,
Kıyamet hususunda duyulan korkudur. Zira Allah Teâlâ, Hz. Muhammed • a.s)'e
vahyedince, goktekiier Kıyametin kopacağını sanarak korktular. Çünkü Hz.
Muhammed (s.a.s)'in peygamber olarak gönderilmesi
Kıyametin alametlerindendir. Doiayıeıyta korku onlardan zail olunca, bu
melekler, "Allah ne buyurdu?" diye (a.s) de, "Hakkı, yani vahyi
buyurdu" dedi.
3) Bu, Allah
Teâlâ'nın ölüm esnasında Kalblerden sildiği korkudur. Böylece herkes. Allah'ın
dediğinin hak (gerçek) olduğunu itiraf eöer, ama bu itiraf, bunu daha önce de
itiraf etmiş olanlara fayda verir. Daha sonra melek veya Cenâb-ı Hak onun
ruhunu, kendisiyle Allah arasında, üzerinde ittifak edilen iman ite alır. Yine
bu itiraf, daha evvel kendisinden böyle bir itiraf sâdır olmayanlara zarar
verir. Böylece de canı, Allah'a karşı takındığı tavır olan küfür üzere alınır.
Şimdi bunu iyice
anladığına göre, ilk iki görüş açısından şöyle diyoruz: Ayetteki hattâ
(nihayet) kelimesi, gaye (sonu gösteren şey) olup, ayetteki, kul (de ki)
ifadesine bağlıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu durumu vahiyle açıklamıştır. Zira bir
kimse, bir şahsı ikaz etmek gayesiyle: "Falana de ki (...)" der.
Muhatap da onun söylediğini dinler. İşte bu sözden sonra söylenmesi icab eden
şeyi söyler. Binâenaleyh Allah Teâlâ, "De ki" buyurunca, göktekiler
korkuya kapıldı. Daha sonra onlardan bu korku giderildi.
Üçüncü görüşe göre
ise, "hattâ", ayetteki kelimesine bağlıdır, yani "Küfrü,
korkutmanın zirvesine çıkıncaya kadar iddia ettiniz. Sonra da iddia ettiğinizi
bırakıp, "Hakkı söylüyor dediniz" demektir. İlk iki görüşe göre,
"Rabbimiz ne buyurdu?" diyenler, Cebrail (a.s)'den soran, melekler
olmuş olur. Üçüncüsüne göre ise, meleklerden soran kâfirler olmuş olur.
Ayetteki, "hakkı..." cevabını veren ilk iki görüşe göre, meleklerdir;
üçüncü görüşe göre ise, müşriklerdir.
[58]
Bil ki
"hak", var olan, gerçek olan demektir. Allah Teâlâ'nın varlığı,
yokluğun hiç arız olamayacağı bir biçimde olduğu İçin, yokluk demek olan bâtıl
ile ortadan kaldırılamayan mutlak hak olmuş olur. Doğru olan söze de
"hak" denir. Çünkü sözün, zihindekilerle alâkalı olması vasıtasıyla,
hariçte kileri e de alâkası vardır. Zihinde olanın, hâriçteki olanların da
irtibatı vardır. Dolayısıyla bir kimse, "Zeyd geldi" dediğinde, bu
sözün alâkalı olduğu durum, sözü söyleyenin zihninde olan şeydir. Bu sözü
söyleyenin zihninin de, o hariçteki durumlarla alâkası vardır. Fakat doğrunun,
hariçte kendisiyle alâkalı olduğu bir şey vardır. Böylece doğrunun devam eden
bir varlığı söz konusu olmuş olur. Yalanın ise, hâriçte kendisiyle alâkalı olduğu
birsey yoktur. Bu durumda da, ya onun zihninde de bir alâkası olmaz. O zaman,
hiç yokmuş hükmündedir. Böyle olan şeyler, inadcı bir yalancıdan çıkan
sözlerdir. Yahut da o yalanın, hariçte olanın aksine, zihinde alâkalı olduğu
bir şey vardır. Bu durumda da o yalan, ister cehaletten ister zandan
kaynaklanmış olsun, bâtıl bir inanç olmuş olur. Fakat yalanın tutunacağı
(alâkalı olduğu) hicbirşey yoksa, yok ve bâtıl olur. Halbuki Allah'ın sözü
için, inadcı yalancının sözü gibi, isin basında ve aslında, bir asılsızltğı-bâtıllığı
söz konusu olamaz ve Allah'ın kelâmına, tıpkı zannedenin sözündeki cînsden
bâtıl da uğrayamaz.
"O, çok yüce ve
çok büyüktür" ifadesine gelince, biz bunu, (h«cc.62) ayetinin tefsirinde,
izah etmiş ve "Hakk'ın, kendisinde hiçbir noksanlık bulunmayan ve
kendisine yok denilmesi mümkün olmayan bir kâmile, kâmiller üstü bir varlığa
işaret olduğunu" söylemiştik. Çünkü her kâmilin üstünde, ondan daha kâmil
biri
vardır. O halde, ayetteki bu son ifade,
zat ve sıfatları hususunda, Allah Teâlâ'nın, bütün kamillerden üstün olduğuna
bir işarettir. Bu, Allah Teâlâ'nın, bir cisim olduğunu ve bir mekânı olduğunu
söyleyenlerin görüşünün yanlışlığını gösterir. Çünkü akıl, bir mekân işgal eden
varlığın, "Ona işaret edilebileceğine ve gösterilebileceğine" hükmeder
ve orası, işaretin kesildiği, sona erdiği yerdir. Çünkü eğer işaret oraya
yapılmasa, işaret edilen şey orası olmaz. Dolayısıyla işaret oraya yapıldığına
göre, işaret orada son bulmuş demektir. Binâenaleyh aktın gücüne göre, işaretin
kendisinde kesitdtği-sona erdiği her yerden, daha uzak bir yer farzedilebllir.
Dolayısıyla insan şöyle diyebilir: "Eğer işaret eden ile işaret edilen
arasında, mevcut uzaklıktan daha fazla uzaklık söz konusu ise, işaret edilen o
şey daha yüce olurdu. Böylece de bu kimse, mutlak manada değil, izafî olarak
üstün olmuş olurdu. Allah Teâlâ ise, mutlak manada yücedir. Binâenaleyh Allah
bir cisim olsaydı, o zaman onun, bir miktarı- bir ölçüsü oturdu. Her miktarın
daha büyüğü düşünülebilir. Düşünülebilen o şey de, mutlak manada değil,
başkasına nisbetle büyük ofmuş olurdu. Allah ise, mutlak manada büyüktür.
[59]
"De ki:
''Göklerden ve yerden sizi rızıklandıran kim? De ki: "Allah'dır. Herhalde
ya biz, ya siz, mutlak bir hidayet üzerindeyiz, yahut apaçık bir
dalâlette..."
(Sebe, 24).
Genelde insanların
Allah'a, bir ilah olduğu için değil, O'ndan birşeyler istemek için ibadet
ettiklerini defalarca anlattık. İstenen şeyler ise, ya zararları gidermek,
yahut faydalar sağlamaktır. Böylece Cenâb-ı Hak, genel halkın dikkatini,
"Allah'ın dışında (O'pun ortağı olduğunu) iddia ettiklerinize istediğiniz
kadar yalvann..." (Set*, 22) buyruğu ile, zararları Allah'dan başka
kimsenin defedemeyeceği inancına çekmek istemiştir. Bu tıpkı, "Eğer Allah
sana bir zarar dokundurursa, onu O'ndan başka giderecek yoktur.." (Yunus,
107) ayetinde ifade edildiği gibidir. Allah Teâlâ işte bu açıklamayı bitirince,
bir fayda elde etmenin, ancak Allah ile ve Allah'dan olduğuna işaret etmek
için, "De ki, "Göklerden ve yerden sizi nzıklandıran kim?"
buyurmuştur. O halde şimdi siz, eğer Cenâb-ı Hak yanında has kullardan iseniz,
O sizden zararları defetse de defetmese de, size hayırları verse de vermese de,
yüceliği ve büyüklüğünden ötürü, O'na ibadet edin. Yok eğer bu mertebede
değilseniz, O'na, zararları defetmesi ve faydaları elde etmek için ibadet edin.
Sonra Allah Teâlâ,
"De ki "Allah" buyurmuştur. Bu, "Eğer onlar böyle cevap
vermezlerse, "Allah rızıkJandınr" diye sen cevap ver" demektir.
Burada şöyle bir
incelik var:
"Allah Teâlâ, zarardan bahsederken, onların Allah'ı dillerine aldıklarını,
hakkı itiraf ettiklerini, "hak" dediklerini; menfaatten bahsederken
ise, bunu söylemediklerini belirtmiştir. Çünkü onların, bir sıkıntıya
düştüklerinde, o sıkıntıyı giderecek olanın ancak Allah olduğunu itiraf eden
bir yapılan vardır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "İnsanlara bir zarar dokunduğu
zaman Rablerine yönelerek ihlasla duâ ederler" (Rum, 33) buyurmuştur. Ama
rahatlık esnasında, bu onlann hiç aklına gelmez. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak,
"De ki (yani hatırlat ki), "Allah nzıklandınr" buyurmuştur. Bu,
"Onlar, rahatlık esnasında, Allah'dan gafildirler" demektir.
[60]
Daha sonra,
"Herhalde ya biz, ya siz mutlak bir hidayet üzerindeyiz, yahut apaçık bir
dalâlette" buyurulmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var:
[61]
Bu, Allah'ın,
peygamberini ilim ve benzeri şeylerde cereyan eden münazaralara, ilmî
münakaşalara bir irşadıdır. Bu böyledir. Çünkü münakaşa eden iki kimseden biri
diğerine, "Söylediğin bu söz yanlış, sen bunda hata ediyorsun" dediğinde,
bu söz onu öfkelendirir. Kişi öfkelenince de, fikrî doğruluk diye bir şey
kalmaz. Fikir ve düşünce bozulunca da, anlama ümidi kalmaz. Böylece de, elde
edilmek istenen maksada ulaşılamaz. Ama o ona, "Bu hususta ikimizden
birisinin hatalı olduğunda şüphe yok. Batıl (yanlış) içinde olmak, onun içinde
kalmak çirkin; hakka, doğruya, hakikate dönmek ise en güzel bir şeydir. Öyle
ise sakınsın diye, hangimizin hatalı olduğunu anlamaya çalışalım"
dediğinde, bu söz muhatabı düşünmeye, o hususu gözden geçirmeye ve taassubu
bırakmaya sevkeder. Bu, insanın makam ve rütbesinde bir noksanlığa da yol
açmaz. Çünkü bu kimse böylece, kendi görüşünde de şüpheli olduğu zannını
uyandırmıştır. Bu hususta, Allah'ın hidayete sevkeden, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
de hidayete eren, o kâfirlerin ise, saptırıcı ve sapmış olduklarında hiç şüphe
olmadığı halde, Cenâb-ı Hakk'ın Peygamberine, "Herhalde ya biz, ya siz,
mutlak bir hidayet üzereyiz, yahut apaçık bir dalâlette" demesini emredişi
delâlet etmektedir.
[62]
Bu mesele, ayetteki
ifadesiyle ilgilidir. Cenâb-ı Hak, burada hidayet kelimesini ala, dalâteti de
fî edatt ile kullanmıştır. Çünkü hidayete eren kimse, âdeta yükselmiş, hakkı
hakikati görmüş gibidir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak bunu, yükseklik ifade eden
alfl edatıyla kullanmıştır. Sapıtan kimse ise, zulmete dalıp, orada
boğulmuştur. Bundan dolayı da bunu, fi edatıyla getirmiştir.
[63]
Hakk Teâlâ, dalâleti
(sapıklığı) "apaçık" (mübîn) sıfatı ile tavsîf etmiş, hidayeti ise
vasıflamamıştır. Çünkü hidayet, hakka ulaştıran dosdoğru yolun tâ kendisidir.
Dalâlet ise bunun aksidir. Fakat dosdoğru yol tektir. Onun dışındaki bütün
yollar ise dalâlettir. Dalâlet yollarının bir kısmı bir kısmından farklıdır.
İşte bundan dolayı Cenâbn Hak, onların bir kısmını vasıflarla ayırdetmiştir.
[64]
Allah Teâlâ, bu ayette
hidayeti dalâletten önce zikretmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, bahsedilen mü'minleri
"ya biz" ifadesi
ile işaret etmiştir
ve bu diğerinden Öncedir.
[65]
"De ki:
"Bizim işlediğimiz günahtan siz mes'ul olmazsınız. Sizin yapmakta
olduklarınızdan da biz mes'ul olmayız"
(Sebe, 25).
Allah Teâlâ,
"ecreme" (cürüm işledi) fiilini, nefse nisbet etmiş, onlar hakkında
ise, buyurmuştur. Onların cürüm işlemelerini açıkça bildirmeyip "sizin
yaptığınız iş" diyerek üstü kapalı ifade etmiş, böylece anlamalarına mani
olabilecek bir kızgınlığa düşmelerini önlemiştir. Ayetteki, "mes'ul
olmazsınız" ve "mes'ul olmayız" ifadeleri, kişiyi alabildiğine
düşünmeye teşvik için kullanılmıştır. Çünkü herkes suçundan dolayı hesaba
çekilip, insan suçtan kaçınıp, onu nazar-ı dikkate aldığında kurtulur. Ama
suçtan uzak bir kimse, eğer bir suçtan dolayı hesaba çekilecek olsaydı,
inceleme (nazar) kâfi sayılmazdı.
[66]
"De ki:
"Rabbim'ız Kıyamet günü hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak
ile hükmedecektir. O, fettâh ve alfmdir"
(Sebe, 26).
Allah Teâlâ düşünmeye
sevkedecek şeyleri, burada te'kid etmiştir. Çünkü sırf hata ve sapıklık olan
şeyden kaçınmak insana farzdır. Ya bu iş, arz ve hesab, sevab ve azab gününde
olursal Ayetteki yeftahu kelimesinin, "hükmeder" manasında olduğu
söylenmiştir. Şöyle de denebilir: Bu fiil, mecazî manadadır. Çünkü kapalı bir
kapı ve tıkanmış bir kanal için, hakiki manada, "O, onu fethetti
(açtı)" İfadesi kullanılır. Sonra durumda-meselede bir kapalılık, ona
ulaşmama, anlayamama gibi bir hal bulunup, birisi ona bunu anlattığında, o
birisi meseleyi ona açmış, "fethetmiş" olur.
O halde ayetteki,
"O, fettah ve alimdir" ifadesi, O'nun hükmünün, tesadüfi olarak, sırf
hevâ-ü hevesten kaynaklanan şeylere dayanarak hükmeden kimsenin hükmü gibi
değil, ilme dayanan bir hüküm olduğuna bir İşarettir.
[67]
"De ki:
"O'na ibadette ortak koştuğunuz şeyleri bana gösterin. Hayır, hayır, böyle
birşey yoktur. Bilakis O, azîz ve hakîm olan tek hak mâbuddur"
(Sebe, 27).
Daha evvel kimilerinin
Allah'a, zararları defetmesi, kimilerinin de menfaatleri vermesi için İbadet
ettiklerini, şerefli ve kıymetli kimselerden az bir kısım insanın da, O zâtı
gereği ibadete müstehak olduğu için O'na ibadet ettiklerini söylemiştik.
Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, kendisinden başka gerçek manada zarar defedecek varlık
olmadığı için, zararları def gayesiyle başkasına ibadet edilemeyeceğini,
"Allah1! bırakıp da, (O'n un ortağı olduklarını) iddia ettiklerinize (istediğiniz
kadar) yalvann.." (Set», «e) buyruğu ile, yine menfaat elde etmek için,
Allah'tan başkasına ibadet edilemeyeceğini de, "Göklerden ve yerden sizi
nzıklandıran kim?" hitabfyta beyan edince, bu ayette de hiç kimsenin,
ibadete müstehak olduğu iddiasıyla, Allah'ı bırakıp da başkasına ibadet
edemeyeceğini bildirerek, "De ki: "O'na ibadette ortak koştuğunuz
şeyleri bana gösterin. Hayır, hayır, böyle birşey yoktur. Bilâkis O, aziz ve
hakîm olan tek hak mâbuddur" buyurmuştur ki bu, "Zâtından dolayı ve
izzet sıfatına sahib olduğu için gerçek ma'bûd O'dur" demek olup, izzet,
tam bir kudret manasınadır. "Hakîm" ise, işi, bilgisine uygun olan,
tam ilim sahibi demektir.
[68]
"(Habibim) seni,
bir müjdeci bir uyarıcı ve bütün İnsanların peygamberi olmaktan başka bir
sıfatla göndermedik. Fakat İnsanların çoğu bunu
bilmezler"
(Sebe, 28).
Cenâb-ı Hak, tevhid
meselesini açıklayınca, risâlet meselesine başlayarak böyle buyurmuştur. Bu
hususta şu iki izah yapılmıştır:
a)
kelimesinin, cümle içindeki yeri,. takdirinde olup, "bütün insanlar
için" demektir. "Böylece ey Peygamber sen, onları bu risâlete boyun
eğmekten dışta kalmalarına manî olmaya çalışırsın" demektir.
b)
Bu, takdirinde olup, "insanları küfürden
menedecek olan birisi olarak seni gönderdik" manasındadır. Bu izaha göre,
kelimenin sonundaki "W mübalağa ifade eder. "Beşîr", "yani
vaadlerinle onları bu işe sevkeden"; "nezir", onları valdlerinde
(tehdidlerinde, ikazlarında) onları aksinden men eden olarak" demektir.
İnsanların çoğu bu durumu, aslında kapalı olduğu için değil, gafletlerinden
ötürü bilemezler.
[69]
"Onlar,
"Eğer doğru söyleyenlerseniz, (söyleyin bakalım), bu vaad ne
zaman?" derler. De ki: "Size va'doiunan öyle
bir gündür ki, siz ondan ne bir
saat
geri bırakılırsınız, ne de onu geçebilirsiniz"
(Sebe, 29-30).
Allah Teâlâ, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğinden bahsedince, haşre de değinerek şöyle
buyurmuştur. Biz, A'râf Sûresi'nde "Geri bırakılmazsınız" ifadesinin,
inzâr (tehdid) manasına olduğunu, çünkü bunun, "mühlet vermemek"
demek olduğunu söylemiştik. Diğer taraftan, istihdam, yani ileri geçmenin ne
olduğunu da anlatmıştık. Burada ise şunu zikredeceğiz: Onlar, bu işin hemen
olmasını isteyince, Altah Teâlâ, bu hususta bir mühlet tanımanın söz konusu
olmadığı gibi, aceleye getirilmesinin, vaktinden önce meydana gelmesinin de söz
konusu olmadığını belirtmiştir ki bu, işin büyük önemini gösterir. ÇünkÛ
Önemsiz birşeyi birisi birisinden istediğinde, o bu işi ertelemez[70] ve
onu bir vakte bağlamaz. Ama Önemli işler böyle değildir.
[71]
Hak Teâlâ'nın
"Vaadolunan öyle bir gündür ki..." ifadesinde değişik kıraatler
vardır:
1) Her iki
ismin de tenvirin merfû okunması... Buna göre "yevm", bedel olur.
2) Yine ikisi de tenvinle, "yevnT'in
mansub, 14mt'ftd"ın merfu okunması. Zemahşerî bu okuyuşun sebebinin,
"yevm"in, mahzûf bir fiile mansub oluşu olduğunu, sanki, denilmek
istendiğini, bunun ise, o günün büyüklüğünü ve dehşetini ifade ettiğini
söylemiştir. Şöyle de denilebilir: "Yevm" kelimesi zarf olarak
mansubtur ve kelamın takdiri, şeklindedir ki bu tıpkı, "Sana bir gün
geleceğim" denilmesi gibidir. Buna göre, ''yevm"
kelimesi/'mahzüf" bir ilim (bilme) fiili olur. Buna göre Cenâb-ı Hak
sanki, "Sizin için, onu bir gün öğreneceğiniz, bir mi'âdınız (randevunuz)
var" demektir. Başka ayetlerde geçen, "malûm gün" (vat»,»)
ifadesi de buna delalet eder. Bu, tıpkı birisinin, "O, falanca günde
öldürüldü" demesi gibidir.
3)
"Mî'âd"ın •'yevm"e muzâf olarak, şeklinde okunması.... Bu da
tıpkı birisinin izâfet-i beyâniyye olarak, "eski elbise" demesi
gibidir.
Ayetteki, "Sizden
geri bırakılmaz" ifadesi yerine, "Siz geri bırakılmazsınız"
denilerek, geri bırakılma işinin onlara isnad edilmesi, o günün mutlaka
olacağını iyice anlatmak içindir.
[72]
"O kâfirler,
"Biz ne bu Kur'ân'a, ne de ondan öncekilere inanırız" dediler"
(Sebe, 31).
Allah Teâlâ, tevhid,
risalet ve haşr gibi üç şeyden bahsedip, kâfirler de bunların hepsini inkâr
edince, işte bu ayetiyte, onların genel inkârlarını beyan etmiştir. Bu
böyledir, çünkü Kur'ân bütün bunları ihtiva etmektedir. Ayetteki, "ne de
ondan öncekiler" ifadesiyle, meşhur görüşe göre, Tevrat ve İncil
kastedilmiştir. Bu izaha göre, ayetin başında geçen "kâfirler"
kelimesiyle, peygamberliği ve hasrı inkar eden müşrikler kastedilmiştir. Şöyle
de denebilir: Ayetin manası, "Biz Kur'ân'ın Ailah'dan olduğuna ve O'ndan
öncekilere inanmayız ve Kur'ân'daki haberlere, mesellere, ayetlere ve delillere
iman etmiyoruz" şeklindedir. Bu izaha göre, ayetin başındaki
"kâfirler" İle, genel bir mana kastedilmiş olur. Çünkü ehl-i kitap
da, Kur'an'ın Ailah'dan olduğuna, onda anlatılan peygamberlik ile hasrın
tafsilatına inanmamaktadır.
imdi eğer, "Ehl-i
kitap, vahdaniyyete (Allah'ın birliğine) ve haşre (Kıyamete) inanmamışlar
mıdır?" denilirse, biz deriz ki: Birisi, bu kitaba mahsus olan şeyleri
tasdik etmezse, onun hakkında "O, bu kitaptan
hiçbir şeyi tasdik etmiyor" denir. İsterse ondaki birkısım şeyleri tasdik
etsin. Zira, bu son kısım, diğer kitaplarda da yer almaktadır. Binâenaleyh o
kitaptakilere inanmadığı söylenebilir. Bunun misali şöyledir: Bir kimse
birisini söylediği şeylerde yalanlasa, ama inanılmayan o şahıs, inanmayana,
ateşin yakıcı olduğunu söylese, o onu bu hususta yalanlamaz. Ama bundan ötürü
onun, onu tasdik ettiği de söylenemez. Çünkü o, bu hususta astında kendi
kendini tasdik etmiştir. Çünkü kendisi bunu zaten biliyordu. Yaptığımız bu
izaha göre ayetteki, "ondan Öncekiler" ifadesi, "Kur'ân'ın
ihtiva ettiği şeylere" manasınadır. Çünkü Kur'ân, o konulan da içine alır.
[73]
"O zalimler,
Rablerinin divanında dururlarken sözü (suçu) birbirine atıp çevirirlerken,
içlerinden zayıf sayılanlar, büyüklük taslayanlara: "Siz, olmasaydınız
muhakkak ki biz mü'minlerden olacaktık" derlerken, sen onları bir
görsen.." (Sebe, 31).
Onların bu dünyada,
"iman etmeyiz" sözü ile, iman etmelerinden ümit tamamen kesilince,
çünkü bu söz, nefyi te'kid için olunca, Cenâb-ı Hak, peygamberine, tıpkı bir iş
hususunda hata eden bir topluluğun, "Bunun sebebi sendin", bir
diğerinin "hayır, bunun sebebi sendin" diye suçu birbirlerine
atmaları gibi, hesap verirken suçu birbirlerine atarak, en rezil-rüsvay bir
hale düştükleri halde onları göreceğini vaadetmiştir. Ayetteki lev (eğer)
edatının cevabı mahzûf olup, takdiri, "Eğer o zâlimleri böyle görsen, çok
enteresan birşey görmüş olurdun" şeklindedir.
Cenâb-ı Hak daha sonra
ise, tabî olanlar ile başlamıştır. Çünkü saptıranlar azarlanmaya daha
müstehaktırtar. İşte bu sebeble Allah Teâlâ, onların küfürlerinin, bir gerekçe
olmadığı için değil de, bir manîden dolayı olduğuna işaret için,
"İçlerinden zayıf sayılanlar, büyüklük taslayanlara, "Siz
olmasaydınız, muhakkak ki biz mü'minlerden olacaktık" derler"
buyurmuştur. Çünkü onların, "Bize hiçbir peygamber gelmedi" yahut
"Peygamber kusurludur" demeleri mümkün değildir. Bu da, peygamberin
üzerine düşeni hakkıyla yerine getirdiğine işarettir. Çünkü peygamber, eğer
ihmalkâr davranmış olsaydı, onlar iman etmezlerdi. Yine büyüklük taslayan o
liderleri olmasaydı, onlar iman ederlerdi.
[74]
"Büyüklük
taşlananlar, zayıf sayılanlara, "Size hidayet geldikten sonra, biz mi sizi
ondan çevirdik? Hayır, siz kendiniz suçlu idiniz" derler"
(Sebe, 32).
Cenâb-ı Hak, onların,
"Eğer biz inkâr etti isek, bu bir mânadan dolayı olmuştur" şeklindeki
sözlerini reddetmek için, "Size hidayet geldikten sonra, biz mi sizi ondan
çevirdik? Hayır, siz kendiniz suçlu idiniz" buyurmuştur. Maksad şudur: Bir
kimsenin bir işi yapması için mâninin muktazîden (onu gerektiren sebepten) daha
ağır basması gerekir. Peygamberin getirdiği şey, hidâyettir; müstekbirlerin
yaptıkları İse, peygamberin getirdiğini kabul etmeyi engelleyen birşey
değildir. Şu halde, sizin mani bahanesini ileri sürmeniz doğru değildir"
demektir. Sonra, onların küfürlerinin cürüm olduğunu bildirdi. Zira bir
kimsenin mazur sayılması için ya muktazînin bulunmaması veya maninin olması
gereklidir, oysa burada bunlardan hiçbiri mevcut değildir.
[75]
"Zayıflar da, o
büyüklük taşlananlara, "Hayır derler, gece gündüz işiniz hilekârlıktır.
Çünkü siz bize Allah'ı inkâr etmemizi, O'na ortaklar koşmamızı
emrediyordunuz"
(Sebe. 33).
Büyüklük taslayanlar,
"Biz size mani olmadık. Bizden, mani olabilecek ve engelleyecek herhangi
bir şey sudur etmedi" deyince, zayıflar şunu itiraf ederek, "Hayır,
gece gündüz kurduğunuz tuzaklar bize mani oldu" demişlerdir. Daha sonra,
zayıf görülenler büyüklük taslayanlara, "Sizler her ne kadar, kesin bir
engel ve kuvvetli bir manide bulunmadıysanız da, ancak ne var ki, sizin bize
küfrü emretmeniz, bunu telkinde bulunmanız uzun süre devam etmiştir. Bu sebeple
biz de inkara saptık. Dolayısıyla sizin bu telkinleriniz, bu manî ve sebebin
bir cüz'û ve unsuru oldu..."
demişlerdir.
Şöyle bir izah da yapılabilir: Ayetin bu ifadesinin takdiri, "Sizin, gece
ve gündüz (kurduğunuz) tuzaklar" şeklinde olur. İfadenin böyle olması
halinde,
muzâfın ileyh,
hazfedilmiş olur.
"Çünkü siz bize,
Allah'ı inkâr etmemizi, O'na ortaklar koşmamızı emrediyordunuz" ifadesi,
Allah'a şirk koşan kimsenin, Allah'ın varlığını şeklen ispat edip
kabullendiğini, ne var ki, bu kimsenin gerçekte Allah'ın varlığını inkâr
ettiğini ortaya koymaktadır. Çünkü yontulmuş mahlukların - endisine eşit ve
denk olduğu zat, ilâh olamaz. Cenâb-ı Hakk'ın önceki ayetteki "Sözü (suçu)
birbirine atıp çevirirlerken"(sebe,31) sözü hakkında, muzari sîgasıyla
der. Son iki ayette ise, soru ve suçu karşılıklı olarak birbirine atma işi aynı
olmakla oeraber, mazî sîgasıyla, kale (dedi) buyurması, bu işin mutlaka vakî
olduğuna bir şaret değildir. Çünkü, vukuu kesin olan bir şey, vâki olmuş gibi
ifade edilir. Baksana Cenab-ı Hak da, "Muhakkak ki sen ölüsün (öleceksin),
onlar da ölüler (ölecekler)"(zümer , 30) buyurmuştur.
[76]
"Bunlar, azabı
görünce, içten içe pişmanlık duyarlar. Biz de o küfredenlerin boyunlarına,
(ateşten) bukağılar takarız. Yapmakta olduklarından başkasıylamı
cezalandırılacaklardı ya!?"
(Sebe, 33).
Bu ayet, "Onlar,
suçu ve kabahati daha önce birbirlerine atıyorlardı. Ama Kendilerine, onları
başka herşeyden alıkoyan o azâb gelince, bu pişmanlığı ifâde eden atjşfnayı
içlerine attılar" demektir. Buradaki fiilinin, "ortaya koymak"
anlamına geldiği, ayetin manasının, "Onlar pişmanlıklarını ortaya koyup
izhâr ettiler" şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür. Şöyle de denebilir:
Onlar, karşılıklı olarak birbirlerini suçlayınca, "Ey Rabbimiz, gördük,
işittik. Şimdi bizi geri çevir de güzel amelde bulunalım" (Secde, 12)
diyerek Allah'a döndüler. Daha sonra kendilerine cevap serilerek, artık onlar
İçin geriye dönüşün mümkün olmadığı haber verildi de, işte bu ■cepte
onlar, bu sözlerini (secde. 12) içlerinde sakladılar.
"Biz de o
küfredenlerin boyunlarına, (ateşten) rJakanz" ifadesi, o azabın
keyfiyetine, sırf görmenin kâfi gelmediğine, "tam ı. onlar o azabı
görünce, onun içine düşeceklerine hükmettiklerine, böylece nedameti
terkettiMerine ve o azaba düştüklerine; derken, boyunlarına ateşten bukağıların
takıldığına “Yapmakla olduklarından mı cezalndırılacaklardı ya!?”ifadesi de,
bunun, adalet gereği onların müstehakkı ve cezası olduğuna bir işarettir.
[77]
"Biz, hiçbir
memlekete, gelecek tehlikeleri haber verici bir peygamber
göndermedik ki, oranın zenginleri, "Biz sizinle
gönderilen şeyleri inkâr
ediyoruz"
dememiş olsunlar. Bir de dediler ki: "Biz malca da, evlatça da
daha çoğuz. Biz, azaba
uğrayacaklardan değiliz"
(Sebe, 34-35).
Bu, Hz. Peygamber
(s.a.s)' in kalbini yatıştırma ve kâfirlerin seçkin peygamberlere eziyyetinin,
ilk defa olan bir şey olmadığını, tam aksine bunun, öteden beri devam edip
gelen bir şey olduğunu beyan etmiştir. Cenâb-ı Hak bu sözü, başkalarının da,
"Biz sizinle gönderilen şeyleri inkâr edicileriz" demesine rağmen,
zenginlere nisbet etmiştir. Çünkü, bu sözü söylemede, zenginler asıl ve
temeldirler. Baksana Cenâb-ı Hak, zayıf düşenlerin, büyüklük taslayanlara,
"Siz olmasaydınız, biz mü'min olmuştuk" (Sat», 31) dediklerini
bildirmiştir.
Daha sonra da onlar,
kendilerinin bu konuda isabet etmiş olduklarına, mallarının ve çocuklarının
çokluğu ile istidlalde bulunarak,
"Bizim dinimize sarılmamız sebebiyle, biz, malca da evlatça da daha
çoğuz.." demişlerdir.
Ayetteki, "Biz,
azaba uğrayacaklardan değiliz" ifadesine gelince, bu da, "Ahirette
böyle olmayacağız" demektir. Buna göre sanki onlar, "Bizim bu
dünyadaki durumumuz, sizinkinden daha iyidir. Ahirette de, azaba
uğratılmayacağız" demişlerdir. Bu söz onlardan ya doğrudan, o azabı İnkar
ettiklerinden ötürü; yahut da, dünyadaki güzel hallerine kıyasla, ahiretteki
durumlarının da güzel olacağına inandıkları için sudur etmiştir.
[78]
Daha sonra Cenab-ı
Hak, onların hatalarını şöylece beyan buyurmuştur:
"De ki:
"Şüphesiz Rabbin, kimi dilerse, onun rızkını genişletir. Kimi de dilerse,
onunkini daraltır. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler"
(Sebe. 36).
Yani, "Dünyadaki
rızkın genişlemesi ve daralması, kişinin haktan yana veya bâtıldan yana
olmasına delâlet etmez. Çünkü, nice bedbaht ve günahkâr kimse vardır ki
alabildiğine zengindir ve yine nice müttakî dindar kimse vardır ki,
alabildiğine sıkıntı içindedir. Ancak ne var ki, insanların pekçoğu rızkın
azlığının, geçim darlığının; malın çokluğunun ve geçim bolluğunun, kişinin
fâsık ya da sâlih olma durumuna has ■alınmaksızın, meşîet-i ilâhiyyeye
bağlı olduğunu bilmezler.
[79]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, onların istidlallerinin yanlışlığını, onlara yönelttiği şu hitapla
bildirmiştir:
"Sizi, bizim
huzurumuza yaklaştıracak olan ne mallarınız, ne evlatlarınızda.
Ancak iman edip de, iyi amellerde bulunanlar müstesna.
Çünkü onlar,
yaptıklarına mukabil, kat kat mükâfaat
alacak olanlardır. Ve onlar, emin ve
mutmain olarak, en
yüksek makamlardadırlar"
(Sebe, 37).
Yani, "Sizin,
"Biz malca da, evlatça da daha çoğuz. O halde biz, durum itibariyle Allah
katında en güzel olanlarız" şeklindeki sözünüz, sahih bir istidlal
değildir. Çünkü mal, kişiyi Allah'a yaklaştırmaz. Ma) ile izzet sahibi olmaya
da itibar olunmaz. Bir değer ifade eden şey ancak, imandan sonra yapacağınız,
salih amelierinizdir. Bunun delili şudur: Mal ve çocuk, kişiyi Allah karşısında
meşgul eder ve onu O'ndan uzaklaştırır. O halde kişi, daha nasıl Allah'a
yaklaşabilecektir? Halbuki amel-i salih, Allah'a yöneltmektir. Ve Allah ile
meşgul olmaktır. Kim Allah'a yönelirse, ulaşır. Kim Allah'dan bir şey isterse,
bu isteği gerçekleşir" demektir.
Cenâb-ı Hak,
"Çünkü onlar, yaptıklarına mukabil kat kat mükâfaat alacak
olanlardır" buyurmuştur ki, bu, "hasenenin-iyiliğin mükâfaat!"
demektir. Çünkü kat kat oluşu, ancak haseneler, iyilikler için söz konusudur.
Seyyide kötülükte ise sadece onun misti bulunur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu
nimetin devamlılığına ve ebedî kılındığına bir işaret olsun diye şunu ilave
etmiştir:
“Ve onlar, emin ve
mutmain olarak, en yüksek makamlardadırlar" buyurmuştur. Çünkü kendisine
olan ikram ve nimetin kesildiği kimse, emin olamaz.
[80]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, kötülük yapan kimsenin durumunu şöylece açıklamıştır:
'"Birbirleriyle
yarışırcasına, ayetlerimiz (aleyhinde) koşanlar (yok mu)? Onlar da azabın
içerisine ihzâren getirilenlerdir"
(Sebe, 38).
Biz bunun tefsirini
daha evvel yapmıştık. Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar da, azabın içerisine ihzâren
getirilenlerdir" ifadesi de, o azabın devamlı olacağına bir işarettir.
Nitekim Cenâb-ı Hak "Ne zaman oradan çıkmak isterlerse, içerisine
döndürülürler" . 20) ve "Ve onlar, bundan ayrılanlar da
değildir" (İnfitâr. 16) buyurmuştur.
[81]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
yeniden,
"De ki: Hakikaten
Rabbim, kullarından kimin nzkmı dilerse genişletir,
kimininkini de dilerse, kısar. Ne harcarsanız, O,
bunun ardından (daha
iyisini) lütfeder. O,
rızıklandıranlann en hayırhsıdır"
(Sebe, 39)
buyurmuştur ki, bu,
ahiret nimetlerinin dünya nimetlerine aykırı olmadığına, tam aksine salih
kimseler için de âhirette ilahî vaade binaen nimetlerin kesin olarak
verilmesinin yanısıra bazan dünya nimetlerinin de hasıl olacağına bir
işarettir. Bu şöyle diyen kimsenin sözünü de kesmek içindir: "Dünya bize,
ahiret onlara olunca, peşin olan tercihe daha şayandır." Bu ayet onlara
diyor ki; "Bu peşin nimet de size mahsus değil. Çünkü, nice günahkâr
kimseler var ki, burunları sürtülmektedir. Nice takva sahibi kimseler de vardır
ki, onlar, Dol nimetten istifade etmektedirler." Bu ifadeyle ilgili birkaç
mesele vardır:
[82]
Cenâb-ı Hak, bu
manadaki ayetleri iki defa zikretmiştir. Birinci kez, onlann mallarının ve
çocuklarının çokluğunun,
kendi hallerinin ve
inançlarının güzelliğine delâlet etmediğini beyan etmek için. İkinci kez ise,
bunun, onlara mahsus olmadığını beyan etmek için. Buna göre Cenab-ı Hak sanki
söyle demek istemiştir: "Kişinin refah içinde elması, zengin olması, onun
şerefti, kıymetli olduğunu göstermez. Hem sonra biz, bunun böyie olduğunu kabul
etsek bile, ne var ki bu durum, mü'minler için de tahakkuk etmektedir. Çünkü
Allah onları, mü'minleri, sizin (ey kâfirler) yurtlarınıza ve maftannıza malik
kılmaktadır. Bunun delili şudur: Allah Teâla (aynı manada olan bu iki ayetten)
birincisinde, "kuHanndan dilediği kimseler İçin" dememiş, tam aksine,
"kimi dilerse"(sebe, 38) buyurmuştur. Halbuki, ikincisinde,
"kullarından kimi dilerse" »s*», m) buyurmuştur. Allah'a nisbet
edilerek getirilen, "kullar" ifadesiyle de, mû'mtnler kastedilir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, mü'minlere, kâfirler için olandan başkasını
vaadetmiştir. Çünkü kâfirin ardı kesiktir. Malı son bulacaktır. Geleceği ise,
korkunç bir akıbettir. Ama mü'mine getince, mü'minin infak edip harcadığı şeyi
ise, Allah karşılayacaktır. Verdiği şey ise daha hayırlıdır. Çünkü, insanın
elinde bulunan şeyter, dalma helak olma ve telef olma ile yüzyüzedir. Halbuki
bu iki durum, Allah Katında mevcut olan ve mü'min kuluna vereceği o şeye arız
olamazlar, yol bulamazlar.
[83]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
bu hususu, "O, rızıklandıranlann en hayırlısıdır" ifadesiyle
pekiştirmiştir. Rızık vermede hayırlı olmak ise, şu hususlarda olur:
a) Vereceği
şeyi, ihtiyaç zamanından geri bırakmamak.
b) İhtiyaç miktarından az vermemek.
c) Vereceği
şeyi, hesaba tabi tutarak azaltmamak.
d) Verdiği
şeyi, karşılık istemek suretiyle bozup bulandırmamak. İşte Allah Teâiâ, böyle
bir rızık verendir. Bunlardan birincisine gelince, Allah'ın alîm ve kadîr
oluşundan; ikincisin* gelince, Allah'ın, ganî ve rızkı bol oluşundan;
üçüncüsüne gelince, Allah'ın kerîm oluşumdandır ki, Cenâb-ı Hak bu hususu,
"Dilediği kimseleri hesapsız olarak ruaklandmrstn" (Al-i imran, 27)
ifadesiyle beyan etmiştir. Bu İfadeden kastedilen şey, bizim az önce
söylediğimiz şey olup, "Allah onu, hesaba tâbi tutmadan, helâl rızıkla
rızıktanduır, bol bot nzık verir" demektir. Dördüncüsüne gelince, bu da
Allah'ın yüce, uiu olmasından dolayıdır. Çünkü karşılığı, aşağıda olan, yukarda
olandan talep eder. Baksana, en yüce olanın (Üstte olanın) en aşağıda olana
karşı yaptığı hibe ve yardım, herhangi bir karşılık ve bedeli gerektirmez.
[84]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Ne harcarsanız, O, bunun ardından daha iyisini lütfeder" ifadesine
gelince, Hz. Peygamber (s.a.sj'in şu hadisinin manasını tekîd eder: "Her
sabah,
mutlaka iki melek iner ve onlardan biri:
"Allah'ım, infak edene, infak ettiğinin yerine daha hayırlısını ver";
diğeri ise, "Allah'ım, infâk etmeyenin de malına telef, kırım, helak
ver" der. "[85] Bu
böyledir, zira Allah Teâlâ, yüce bir melîktir. O halde bu demektir ki O,
dopdolu, uçsuz bucaksız bir zengindir. Binâenaleyh o, "infâk et, bunun
bedeli bana aittir" dediğinde, O'nun vaadinin gereği, bu iş O'nun üzerine
hak olur. Bu, tıpkı bir kimsenin, "Eşyanı denize at, onun tazmini bana
aittir" demesi gibidir. Binâenaleyh, infak eden kimse, bedelin tahakkuk
etmesi şartını yerine getirmiş olur. O halde bu demektir ki, artık bedel ve
karşılık tahakkuk edecektir, infak etmeyenin malı için zeval bulma ve helak,
kaçınılmazdır. Bedeli, kendisi sebebiyle tahakkuk edeceği şeyi yerine
getirmeyen kimse, (malını), yerine bir başkası verilmeksizin elden çıkarmış
olur ki, bu da ziyan ve telef olmadır. Sonra, şaşılacak şeydir; tüccar,
mallarından herhangi birisinin yok olmakla yüzyüze olduğunu anladığında, her ne
kadar onun parasına muhtaç olanlardan olsa dahi, bu malı veresiye satar ve
"Yaptığım bu iş, o malı yok olmakla yüzyüze getirmekten daha
uygundur" der. Binâenaleyh, şimdi bak: Eğer bu kimse bu malını satmaz, o
mal da böylece telef otursa, o tüccara hata ettiği söylenir. Eğer o mala,
zengin bir kefil bulunur ve o da o malı üçüncü bir şahsa satmazsa, ona, aklının
kıt olduğu söylenir. Yok eğer, o mal hususunda bir rehin (borç karşılığında
bırakılan bir şey) bulunur ve bu hususta bir senet yapılır, buna rağmen o kimse
helakle yüzyüze olan o malını satmazsa, kendisine deli olduğu söylenir. Ne var
ki, herkes bunu yapıyor, fakat bunun, kendisini deliliğe yaklaştırdığını
farkedemiyor. Çünkü bizim mallarımızın tamamı, gerçek bir helakle yüzyüzedir. Halbuki
kişinin çoluk çocuğuna intakta bulunması, (Allah'a) bir borç vermedir. Üstelik
burada, dopdolu bir tazminde bulunacak bir zengin zât da mevcuttur ki, bu da
yüce olan Allah'dır. Çünkü Allah Teâlâ, "Ne harcarsanız, O, bunun ardından
daha iyisini lütfeder" buyurmuş, sonra da, herkese ya bir araziyi, ya bir
bağ-bahceyi, ya bir değirmeni, ya bir hamamı, veyahut da bir geçim kapısını
rehin olarak vermiştir.- Çünkü insanın, mutlaka kendisinden bir mal elde
edeceği bir sanatı ya da bir yolu yordamı vardır. Halbuki bütün bunlar,
Allah'ın mülküdür ve insanın elinde bir emanettir. O halde bu demektir ki,
bütün bunlar kişinin bu hususta tam bir güvencesi tahakkuk etsin diye,
Allah'ın, onun rızkını tekeffül edeceğine, üstleneceğine dair rehin bırakılmış
şeylerdir. Buna rağmen insan, malını infak etmiyor da, o malını karşılığında
bir ücret ve bir teşekkür elde etmeksizin, telef olmayla yüzyüze getiriyor.
[86]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"O, rmkîandıranlann hayıriısıdır" ifâdesi, rızık verenlerin çokluğunu
anlatan bir ifâdedir. Halbuki Allah'dan başka rızık veren yoktur. Binâenaleyh
bunun cevâbı nedir? Biz diyoruz ki: Buna şu iki cevapla mukabele edilir:
1)
"Allah, sizin nzık verenler okluğunu sandığınız o rızık verenlerin en
hayırlısıdır" denilmesîdir. Ki, bu mana "Yaratanların en güzeli olan
Allah, ne yücedir" (Mü'minûn, uj ayeti için de söz konusudur.
[87]
2)
Sıfatların kimisi, hem Allah hem de kul için, hakiki manada kullanılır. Kimisi,
Allah için hakiki, kul için mecazi manada kullanılır; kimiside Allah İçin
hakiki manada kullanılır, fakat kul için, kulda ne hakiki ne de sekten
bulunmadıktan için, ne hakiki ne de mecazi manada kullanılmazlar. Birincisinin
misali, itim vasfıdır. Çünkü Allah, kendisinin bir olduğunu bilir, kul da O'nun
bir olduğunu hakiki manada bilir. Ateşin yakıcı olduğunu bilme de böyledir. Bu
maddede sözün özü, O'nun ilminin kadîm, bizim İlmimizin hadis oluşudur.
İkincisinin misali, Rezzâk ve Hâlık vasıflarıdır. Çünkü kul, başkasına bir şey
verdiğinde, gerçekte vermiş olan Allah'dır. Ancak ne var ki; burada veren
şeklen kul olduğu için, o, "veren" adını almıştır. Ki bu tıpkı,
duvara çizilmiş resimlere, meselâ at, insan denilmesi gibidir. Üçüncüsünün
misali, "ezelî", "Allah" ve bu ikisinin dışında kalan
şeylerdir. "İstiva, inme, beraber olma (maiyyet), Allah'ın eli, Allah'ın
tarafı, (Cenbullah)" gibi ifâdeler ise, kul için hakiki, Allah için mecazî
manada kullanılırlar.
"Gün gelecek,
(Allah) onların hepsini mahşerde toplayacak, sonra meleklere:
"Bunlar mı, size
tapıyorlardı" diyecek. (Melekler de), "Seni, şerikten tenzih
deriz, bizim dostumuz onlar değil sensin. Daha doğrusu
onlar cinlere
tapıyorlardı. iman ediyorlardı"
diyecekler"
(Sebe, 40-41).
Cenâb-ı Hak, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in halinin, kendinden önce geçen peygamberin hali gibi;
kavminin halinin de, önceki kâfirlerin hali gibi olduğunu ve o kâfirlerin
mallarının ve çotuk-cocuklannın çok olması ile yaptıkları o istidlallerinin
bâtıl okluğunu beyân edince, onların hallerinin neticesinin ne olacağını da
beyan etmek üzere "Gün gelecek Allah onlann hepsini toplayacak"
buyurmuştur. Yani, "Seni ve senden önce geçen peygamberleri yalanlayanları
mahşerde toplayacağız. Sonra da, kendilerine taptıklarını iddia ettiklerine, ki
onlar meleklerdir, şöyle diyeceğiz..." demektir. Çünkü o müşriklerin
varabilecekleri en ileri nokta, onların, "Biz, meleklere ve yıldızlara
tapıyoruz" demeleridir. İşte bu sebeple Allah, meleklere, "Onlar size
mi tapıyorlardı?" diye soracaktır. Bu, o putperestleri hor ve hakir kılmak
içindir. Bunun üzerine o meleklerden herbiri, "Subhânellâh! Senden
başka bir şeyin
mâbûd olmasından seni
tenzih ederiz. Sen,
hem bizim mabûdumuzsun, hem de
bütün mahlûkatın" diyecektir.
Meleklerin,
"Bizim dostumuz onlar değil, sensin" ifadesi, çok İnce bir manaya
işarettir ki, bu da şudur: İnsanların tutum ve davranışları farklı farklıdır.
Bir kısmı, çok kalabalık olan yerlerde oturmaz. Zira o, orada başkan olamaz,
bundan ötürü kırsal kesimi, küçük yerleşim merkezlerini tercih eder. Bir kısmı
ise, orada insanlarla birarada bulunamayacağı ve bilgili ve akıllı kimselere
varıp ulaşabilmenin pek az mümkün olması sebebiyle, küçük beldeleri istemez.
Sonra bu iki gruba da, sultana hizmet etme ile, kendilerine asla iltifat
edilmeyen avam ve süfeha takımını istihdam etme teklif edilse, akıllı olan,
sultana hizmet etmeyi, kendilerine hiç itibar edilmeyenleri istihdam etmeye
tercih edecektir. (Meselâ), şayet bir adam bir dağa konaklasa ve önüne de,
değersiz ve pis şeyleri koysa, onun başına da sinekler ve kurtlar üşüşse, o da
halâ, "İşte bunlar benim etbaım ve taraftarlarım. O büyük sultanın
hizmetine ve onun huzuruna gidip gelmeye muhtaç olurum korkusuyla da şehre
girmemi" dese, bu kimsenin deli olduğu söylenecektir. İşte aynen bunun
gibi, Allah'a hizmeti ve kulluğu terketmeye razı olup da Öte yandan behâimden
(hayvanlardan) daha sapık ve vahşi hayvanlardan daha kıt akıllı olanlara râm
olan kimse de delidir. İşte bu sebeple onlar, "Bizim dostumuz, onlar değil
sensin" demişlerdir. Yani, "senin bizim dostumuz oluşun, kul olmaya
daha çok yakışır ve onların bize ibâdet etmeleri sebebiyle onların bizim
dostumuz olmasından da, bize daha sevgili ve hoştur" demektir. Onlar yine
$*JI i)jX*i \y& Ji "Daha doğrusu onlar, cinlere tapıyorlardı"
demişlerdir. Yani, "Onlar, cinlerin emrine itaat ediyorlardı. Gerçekte
onlar cinlere ibâdet ediyorlardı. Biz ise, onların kıbleleri gibiydik"
demektir. Çünkü ibadet, itaat demektir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"çoğu, onlara iman ediyorlardı" ifadesine
gelince, şayet bir
kimse, "Onların hepsi şeytana tabi idiler. O halde "çoğu onlara iman
ediyorlardı" cümlesinin manası nedir? Çünkü bu İfade, onların bir
kısmının, onlara İman etmeyip itaat etmediğini haber vermektedir" dese,
buna şu iki şekilde cevap verilir:
1) Melekler,
onların tamamını ihata etme iddiasında bulunmaktan kaçınmışlar, bu sebeple de,
"çoğu..." demişlerdir. Çünkü, onların gördükleri ve hallerine muttali
oldukları kimseler, cinlere ibâdet ediyorlar ve onlara iman ediyorlardı.
Muhtemeldir ki o kâfirler içinde, Allah'ın, meleklerin halterine muttalî
kılmadığı kimseler vardı!
2) İbadet,
zahirî bir ameldir. İman ise batını bir amel. İşte onlar; onların amellerine
muttali oldukları için, "Daha doğrusu onlar, cinlere tapıyorlardı"
demişler; kaibin ameli söz konusu olduğunda da, kalbierinde bulunan şeye
muttali olmuş olduklarını iddia etmemiş olmak için, "çoğu, onlara iman
ediyorlardı" demişlerdi. Zira, kalbe ancak Allah muttali olabilir. Nitekim
bu anlamda olmak üzere Cenâb-ı Hak, "O, kalblerde olanı hakkıyla bilir"(Al-i
imran, 119, vd) buyurmuştur.
[88]
Sonra Cenâb-ı Hak,
taptıktan şeyin onlara fayda vermeyeceğini beyan etmek
üzere:
"İşte bu gün
birbirinize ne bir fayda, ne de bir zarar yapmaya gücünüz yetmez. O zalimlere
biz, "Yalanlayageldiğiniz ateşin azabını tadın" diyeceğiz"
(Sebe, 42).
buyurmuştur.
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[89]
"Birbirinize"
ifadesiyle kime hitap edilmektedir? Diyebiliriz ki, daha Önce, "Bunlar mı
size tapıyorlardı?" (Sebe, 40)
ifadesi
geçmiş olduğu İçin, bunun meleklere bir hitap olması muhtemeldir. Buna göre bu
ifade, onların mabûdlannın, onlara ne fayda ne de zarar verebileceğini beyân
etmek suretiyle, o kâfirleri bir tür cezalandırma ve azarlama olmuştur. Nitekim
Cenâbn Hakk'ın, "Rahman katında bir ahit almış olanlardan başkası şefaat
yetkisine malik olamayacaklardır"Meryem, 87) ve "Bunlar, O'nun masına
ermiş olandan başka kimseye şefaat etmezler" (Enbiya, 28) ayeti de bunu
doğrular. Bir de Cenâb-ı Hak bundan sonra, "O zalimlere biz, tadın
(...)" buyurmuş, böylece onları müstakil olarak zikretmiştir. Muhataplar
şayet kâfirler olmuş ofsaydı, o zaman Cenab-ı Hak, "Tadın öyleyse"
buyururdu.
Buna göre,
"birbirinize" ifadesinin manasının sahih olabilmesi için, kâfirler de
-itaba dahildirler. Yani, "Melekler kâfirlere fayda sağlayamaz"
demektir. Aynı işte ortak olan kimselerden, bir yerde bulunan vasıtasıyla,
bulunmayana hitab edilmesi fttadr Bu tıpkı bir kimsenin, herhangi bir söz
hususunda, kendisinin ortağı bulunan oradaki birisine, (diğeri orada olmadığı
halde), "Sen dedin" anlamında, "Siz aAytediniz" demesi
gibidir. Halbuki, orada bulunmayanlar söylemişti. Yine bu hitabın, «tein
yanıstra, cinlere de olması muhtemeldir. Ki, "Ey melekler ve cinler, siz
ortxrinize mâlik olamazsınız. Binâenaleyh siz, şefaat hususunda, kendinize
hiçbir toydanız dokunmadığına göre, daha nasıl başkalarına şefaati tekeffül
edebilirsiniz? Biradaki muhatabın, kâfirler olması da muhtemeldir. Çünkü
"bu gün" kelimesinin ayette yer alması, onların orada bulunduklarına
delâlet eder. Bu izaha göre Cenâb-ı H*. "O zalimlere biz, "... ateşin
azabını tadın " diyeceğiz" ifadesini ancak, onların ariümdeki
durumlarını ve günahtan ötürü hak ettikleri cezanın sebebini beyan, tekid için
zikretmiştir. Binâenaleyh Cenftb-ı Hak şayet bunun yerine, "öyleyse, tadm
azabım" demiş olsaydı, bu da yeterli olurdu, ancak ne var ki, bizim
bahsettiğimiz mana ve fayda elde edilemezdi. Çünkü
kâfirler her ne zaman işledikleri zulmü, inadı, günahı ve fesadı, bizzat (bu
isimlerle) duyup dinlediklerinde, o zaman âh-ü vâh ederler, nedamet duyarlar.
[90]
Ayetteki, kelimesi,
bir hayıflanmayı ifade etmektedir. Bu fayda verme olsaydı istifade ederlerdi.
Peki dairen, yani zarar verme işine ne diyeceğiz, zarar vermeye güç
yetirse-lerdi bile bundan sağlayacakları bir fayda olmazdı, öyleyse bunu
zikretmenin hangi manası olabilir?
Cevap: İbadet, bazan
mabudda düşünülen zarar verme işini savuşturmak için yapılır. Nitekim, zorba
bir otoritenin şerrinden korkulduğu için ona hizmet edilip her isteği yerine
getirilir. Bu durum vaki olduğundan, onlarda ibadet sebebi sayılabilecek bu
özelliğin de bulunmadığı açıklanmıştır.
[91]
Allah Teâlâ burada,
"Yalanlayageldiğiniz ateşin azabını tadın" buyurmuş, Secde
SÛresi'nde ise, "Kendisini
yalanladığınız azabı
tadın" (Socöe,20) buyurmuş ve böylece
orada,
yalanlanan şeyin azab, burada ise, yalanlanan şeyin ateş olduğunu söylemiştir.
Halbuki onlar, her ikisini de inkâr ediyorlardı
(niçin)?
Cevap: Bunun hikmeti
şudur: Orada, onların gördükleri şey ateş değil, aksine, onların orada içinde
bulundukları zamandır. Bunun delili, "Oradan her çıkmayı isteyip, buna
yeltendiklerinde, oraya geri dönderilirler ve onlara, "Yalanladığınız
azabı tadın" denilir" (Sscct». 20) ayetidir. Bu, "Ateş bize
ancak sayılı günlerce dokunur" (Bakara, bo) diyerek inkâr ettiğiniz, o
ebedî azabı tadın" demektir. Bu da, "Siz, eğer azab gerçekleşecek
olursa, uzun sürmez" diyordunuz. Haydi şimdi bu uzun ve ebedî azabı
tadın" demektir. Buradaki ayette .ise, onların ilk gördükleri şey ateştir.
Çünkü bu ifade, hasrı ve hesabı anlatan ayetin peşisıra gelmiştir. İşte bu
sebeble onlara, "Yalanlayageldiğiniz ateşin azabını tadın"
denilmiştir.
[92]
"Onlara karşı
açık açık ayetlerimiz okunduğu zaman dediler ki: "Bu, atalarınızın
tapmakta oldukları (putlardan) sizi, hep vazgeçirmek isteyen bir
adamdan başka bîr şey değildir". Yine dediler ki:
"Bu Kur'ân, düzülüp
uydurulmuş birşeyden
başka birşey değildir. Gerçeği inkâr eden, bu kimseler,
hakikat kendilerine gelince de, "Bu, apaşikâr bir
sihirden başka bir şey
değildir"
dediler"
(Sebe, 43).
Allah Teâtâ böylece
onların itikadlarının bozuk, kendilerinin alabildiğine İnatçı okluklarını
ortaya koymuştur. Çünkü onların taptıkları şeylerin en üstününün, yani
-işleklerin bile, zatları gereği ibadete müstehak olmadıkları ortaya çıkmıştır.
Zira melekler de, "Ey Rabbimiz, seni tenzih ederiz. Sen, bizim
velimizsin" demişlerdir <d bu, "Onların bize ibadet etmeleri şöyle
dursun, bizim bile sana ibadet etmekten saşka yapabileceğimiz birşey yok, yani,
bizim onlara ma'bud olmaya, fayda ve zarar vermeye, hiçbir liyâkatimiz
yoktur" demektir. Nitekim Allah Teâlâ da, "İşte bu gün birbirinize ne
bir fayda, ne de bir zarar yapmaya gücünüz yoktur" (Sebe. 42) buyurmuştur.
Sonra bütün bunların yanısıra, onlara Hz. Peygamber (s.a.s) tevhidle ilgili bir
söz söyleyip, tevhide dair ayetleri okuduğunda -çünkü Allah'ın herseyde
birliğine delâlet eden ayetler vardır- bunu inkâr ederek, "Bu,
atalarınızın tapmakta oldukları (putlardan) sizi hep vazgeçirmek isteyen bir
adamdan başka birşey değildt" dediler. Onlar böylece, çok net delillere,
taklidle karşılık vererek, "Bu, düzülüp uydurulmuş birşeyden başka birşey
değildir" demişlerdir ki bu şu manaya gelir:
1) Bununla,
Peygamberin Allah'ın birliğini söyleyişi kastedilmiştir. Bunun böyle olduğuna
şu delâlet eder: Allah'ın birliğine İnanmış mü'min birisi, müşrik hakkında,
O, düzüyor,
uyduruyor" der. Cenâb-ı Hak da müşrikler hakkında, "Allah'ı bırakıp,
uydurma-düzme tanrılar mı diliyorsunuz?" (Sâffat, 86) buyurmuştur.
Kâfirler de, Hz, Peygamber (s.a.s)'e "Bizi ilahlarımızdan çevirmek için mi
geldin" (Ahkaf, 22) demişlerdir.
2) Bununla,
Kur'ân kastedilmiş olup, "Bu Kur'ân, uydurulmuş birşeydir" demektir.
Binâenaleyh birinci görüşe göre, ayetteki, "Gerçeği inkâr eden bu
kimseler, hakikat Kendilerine gelince de, "Bu, apaşikâr bir sihirden başka
birşey değil" dediler" ifadesi Kur'ân'a; ikincisine göre ise, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in getirdiği mucizelerin tamamına işaret olmuş olur. Her iki
izaha göre de, Allah Teâlft'nın yerine buyurması, tevhidi inkârın müşriklere
mahsuss olmasındandır. Fakat Kur'fln'ın ve mucizelerin inkâr edilmesi hususu,
müşriklerle ehl-i kitab arasında, inkârında ittifak edilen bir meseledir. İşte
bu sebeble Cenâb-ı Hak, kâfirlerin hepsine şamil otsun diye "Gerçeği inkâr
eden kimseler (..)" buyurmuştur.
[93]
"Halbuki biz
onlara ders alacakları kitaplar vermediğimiz gibi, onlara, senden evvel, azâb
ile korkutan bir peygamber de göndermedik. Bunlardan öncekiler
de peygamberlerini tekzîb ettiler. Halbuki bunlar,
öbürlerine verdiklerimizin
onda birine
ulaşamamışlardır. (Böyle iken, öbürleri) peygamberlerimizi
yalanlamışlardı. (Bak) beni inkâr edenin akıbeti nice
oldu"
(Sebe, 44-45).
Ayetteki,
"Onlara, senden evvel azab ile korkutucu bir peygamber de
göndermedik" ifadesi, onların taklidçilerine apaçık ayetler okunduğunda,
bu yalancı bir adamdır" derler. Onların, "Bu, düzülüp uydurulmuş
birşeyden başka birşey değildir" şeklindeki sözleri de, bu hususta bir
burhan, kendilerine indirilmiş bir kitap ve kendilerine gönderilmiş bir
peygamber olmaksızın ileri sürülmüş bir sözdür. O halde bu demektir ki, apaçık
ayetlere ancak akü delillerle muaraza edilebilir. Onlar ise ne böyle akfî
delilleri, ne de arzu ettikleri bir başka delil getirebilmişlerdir. Üstelik,
yanlarında ne bir kitap, ne de bir peygamber var, sadece sen varsın. Halbuki
nazar-ı dikkate alınabilecek nakit delil, ya Allah'ın kitabının ayetleridir,
yahut Resûtüllah'm hadisleridir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, onların, Ad ve Semud gibi, kendilerinden önce peygamberlerini yalanlayan
kavimlere benzediklerini beyan ederek "Halbuki onlar, öbürlerine
verdiklerimizin onda birine ulaşamamışlardır" buyurmuştur. Müfessirier
bunun, "Bu müşrikler, onlardan öncekilere verdiğimiz kuvvetin, nimetin ve
uzun ömrün onda birine bile yetişememişlerdlr. AMah o öncekileri, bunca güç ve
kuvvetlerine rağmen onları yakalamış ve o güç, kuvvet ve ömürleri, kendilerine
fayda sağlamamıştır. Artık bu zayıf kâfirlerin hali kimbllir nice otur?"
manasına olduğunu söylemişlerdir.
Bana göre bu hususta,
söyle bir izah daha yapılabilir: Ayetteki bu ifade, "Onlardan öncekiler,
Hz. Muhammed (s.a.s)'in kavmine verdiğimiz beyan ve burhantartn onda birine
bile yetişemediler. Çünkü Hz. Muhmnmed (s.a.s)'in kitabı, diğerlerinden daha
mükemmel ve daha açık; Hz. Muhammed (s.a.s), diğer peygamberlerden daha üstün
ve daha tasta, üurtAru tam ttan, a<jıWamas» en îazîa sadra ştfa verendi* - O
onceVütar, kendilerine gelen kitablan ve peygamberleri yalanlayınca, Cenâb-ı
Hak onların Ne bu durumunu yadırgamıştır. Ya btmlannkini nasıl yadırgamasın? Çünkü
bunlar, peygamberlerin en fasihini ve yolların en açığını
yalanlamışlardır" demektir. Bu manayı, ayetteki, "Halbuki Biz, onlara
ders alacakları kitablar da vermedik" ifadesi
de desteklemektedir, Bu ifade, "Onlara Kur'ân'dan
başka bir kitab vermedik ve onlara senden önce bir uyarıcı göndermedik"
demektir. Binâenaleyh, ilk ayette verildiği söylenen şey bu Kur'an olunca,
ikinci ayetteki, "verme"yi de yine "Kur'ân'ı verme"
manasına almak daha uygun olur.
[94]
"De ki: "Ben
size sırf Allah için, ikişer ikişer ve teker teker karşımda
durmanız ve sonra, arkadaşınız (olan bende) hiçbir
delilik olmadığım iyice
düşünüp anlamanızı
öğütlerim. O, çetin azabtan evvel, sizi ikiz eden, bir
peygamberden başka bir
kimse değildir"
(Sebe, 46).
Allah Teâlâ daha önce
delilleriyle izah ettikten sonra, yine bu ayette İnancın üç temelinden
bahsetmiştir. Çünkü ayetteki, "Allah için ... durmanız" ifadesi,
tevhide; "Arkadaşınızda hiçbir delilin yok... O, çetin azabtan evvel, sizi
uyaran bt peygamber..." ifadesi, peygamberliğe ve "çetin azabtan
evvel..." tabiri de Ahiret gününe işarettir. Bu ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[95]
Ayetteki, cümlesi, bu
vaz'u nasihatin
tevhid
hakkında olduğunu gösterir.
İman İse, ancak
peygamberliği ve haşri
(ahireti) de kabullenmekle tam ve
mükemmel
olur. Öyle ise, ayetteki bu ifade ile anlatılan
tıasr (ancak) manası nasıl yerinde olabilir?
Cevap: Diyoruz ki:
Esâs olan, tevhiddir Dolayısıyla kim Allah'ı gerçek manada birlerse, Allah onun
göğsünü genişletir ve ahirette kadr-u kıymetini yükseltir. O halde, Hz.
Peygamber (s.a.s) onlara, ibadet kapılarını açacak ve mutluluk sebeplerini
hazırlayacak olan esas şeyi emretmiştir.
Bu hususa verilecek
diğer bir cevap da şudur: Hz. Peygamber (s.a.s), böyle diyerek "Ben size
bütün Ömrüm boyunca, tek bir şeyi emredecek değilim. Size ancak, öncelikle
tevhidi öğütlerim ve size işin başında, bundan başkasını emretmem. Çünkü bu,
herşeyden önce gelir" demek istemiştir. Bunun delili, aynı ayetteki,
fisonra iyice düşünüp anlamanızı" ifadesidir. Çünkü düşünme de, böylece
emredilmiş ve öğütlenmiştir.
[96]
Ayetteki vahide
kelimesi hakkında müfessirler şöyle
demişlerdir: "Bunun müennes olarak getirilişi bir "haslet"
manasına oluşundan ötürüdür. Yani
"Size tek bir hasleti öğütiüyorum" demektir. Şöyle de
denilebilir: "Bununla, "Size tek bir "hasene"yi
öğütiüyorum" manası kastedilmiştir. Çünkü tevhid, hem bir hasene, hem bir
ihsandır. Zira, "Allah adaleti ve ihsanı emreder" (Nahi,») ayetinin
tefsirinde şöyle demiştik: "Adalet, Allah'tan başkasında ilahlık vasfının
olmadığını söyleyip kabul etmek, ihsan ise ilahlığın ancak O'nda olduğunu kabul
etmek demektir." Hak Teâlâ'nın, "İhsanın karşılığı, yine
ihsandır" (Rahman, eo) ayetinin tefsirinde, bununla "imanın karşılığı
ancak cennettir" manasının kastedildiği söylenmiştir. "Allah'a
çağırandan daha güzel sözlü olan kimdir?" (Fussilet, 33) ayeti de buna
delâlet eder.
[97]
Ayetteki, "İkişer
ikişer ve teker teker" ifadesi, insanın bütün hallerine işarettir. Çünkü
insan, ya başkasıyla beraber,
yahut yalnız olur.
Binâenaleyh başkasıyla birlikte bulunduğunda, ayetteki "ikişer", tek
başına bulunduğunda ise, "teker" ifadesinin manasına dahil olur. Buna
göre, Allah Teâlâ sanki şöyle demektedir: "İster toplu halde, İster tek
başınıza olun, cemiyet (topluluk) sizi, Allah'ı zikirden (anmaktan)
alıkoymasın. Yalnızlığınızda, Allah'ı zikretmek için, size yardım edecek bir
yardımcıya ihtiyaç duymasın."
[98]
Ayetteki, "Sonra
iyice düşünüp anlamanızı.." ifadesi, "Asıl olan şeyi, yani tevhidi
kabul ediniz. Çünkü bu husus, artık
iyice ortaya çıktıktan
sonra, onun üzerinde tefekküre ihtiyaç kalmaz. Ama bundan sonra söyleyeceğim
nübüvvet ve haşr konusunda tefekkür ediniz. Çünkü bu konular tefekküre ihtiyaç
hissettirir" demektir. Buradaki "siimme" (sonra) edatı, işte bu
hususu ifade etmektedir Çünkü Allah Teâlâ, "Allah için (...) durmanızı ve
sonra tefekkür etmenizi.." buyurmuştur ki, bu "hakkında tefekkür
edecekleri şeyi sonra beyan etmiştir. O da Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberlik
işidir. İşte bu sebeple de, "Arkadaşınızda hiçbir delilik yok"
buyurmuştur" demektir.
[99]
"Arkadaşınızda
hiçbir delilik yok" cümlesi, her ne kadar,
kendiside delilik bulunmayan herkesin peygamber olması
gerekmese bile, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamber
olduğunu ifade eder. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)'den,
insanların gücü dâhilinde olmayan işler sadır olmuştur. Kendisinden enteresan
şeyler sâdır olan ve insan olmayan şey ise, ya cindir, ya melektir. Hz. Peygamber
(s.a.s)'den sâdır olan işler, cin vasıtasıyla olmadığına göre, ya melek
vasıtasıyla, ya da vasıtasız olarak Allah'ın kudretiyledir. Her iki takdire
göre de, bu demektir ki o, Allah'ın resulüdür. Bu, en güzel bir isbat yoludur.
Bu da, sıfatların en âdisinin olmadığını söylemek suretiyle, insanda bulunan
sıfatların en kıymetlisini isbattır. Çünkü eğer Cenâb-ı Hak, önce "Bu,
Allah'ın resulüdür" demiş olsaydı", onlar "Bu, su gütürür bir
husustur" derlerdi. Ama Cenâb-ı Hak, "O deli değildir" deyince,
onlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'in sânının yüceliğini, lisânının ve beyânının
kuvvetindeki durumunu Diklikleri için, bunu inkâr edememişlerdir. Binâenaleyh
onlar buna destek bulamayıp, aksini isbat edemediklerine göre, bunu olduğu gibi
kabullenmeleri gerekir. İşte bundan ötürü Hak Teâlâ bunun peşisıra, "O,
...sizi ikâz eden bir peygamberden
başka
bir kimse değildir'' buyurmuştur ki, bu "O, ya delidir, veya peygamberdir.
Onun deli olmadığı ortadadır. O halde o, inzâr edici bir peygamberdir"
demektir.
[100]
Ayetteki, "Çetin
azabtan evvel" tabiri, o azabın yakın olduğuna bir işarettir. Buna göre
Allah Teâlâ sanki, "O peygamber sizi, bu azabın önü sıra, yakında size
dokunacak hazır bir azab hususunda inzâr ediyor" yani, "Bundan sonra
gelecek azab hususunda..." buyurmuştur.
[101]
"De ki:
"Benim sizden istediğim bir ücret
varsa, o sizin olsun. Benim mükâfaatımı verme, ancak Allah'a aittir. O, herşeye
hakkıyla şâhiddir." De ki:
"Benim Rabbim, şüphesiz hakkı yerine kor. O, gayblan en iyi bilendir"
(Sebe. 47-48).
Allah Teâlâ, nübüvveti
ispatlamak maksadıyla nebide delilik olmadığını bildirince, deli olmadığına
göre, müteakiben onun peygamber olduğunu gösteren bir başka izah getirmiştir.
Çünkü dünyevî bir maksad olmaksızın, büyük sıkıntıları üstlenen kimsenin bu
işinde eğer, elde edeceği bir başka mükâfaat olmasaydı, bu kimse deli
sayılırdı. O halde Hz. Muhammed (s.a.s), peygamberliğini iddia edince,
kendisini dünyevi bir tehlike ile yüz yüze getirmiştir. Çünkü artık herkes ona
kastetmekte ve düşman olmaktaydı. O, üstelik yaptıklarına karşılık dünyevî bir
ücret de istememiştir. Binâenaleyh o bunu âhiret için yapıyordu. Yalan
söyleyen, âhirette mükâfaat değil ceza görür. Dolayısıyla eğer Hz. Peygamber
(s.a.s), yalan söylüyor olsaydı, deli olurdu. Ama o deli değildir, öyle ise
yalancı da değildir. Şu halde o, sâdık bir peygamberdir.
[102]
"O herşeye
hakkıyla şâhiddir" cümlesi, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğini, bir
diğer yönden izahtır. Çünkü nübüvvet, ancak iddia ve beyyine (delil) ile sabit
olur. Mesela bir kimse nebi olduğunu iddia eder, Allah Teâlâ da onun
nübüvvetini gösteren bir mucize verir. İşte bu mucize, o peygamber için, şâhid
olan bir beyyine (delil)'dir. İlim ifade etmesi bakımından, fiilî tasdik, sözlü
tasdik yerini tutar. Bunun delili şudur: Bir kimse bir topluma, "size
falanca padişah tarafından gönderilmiş bir resul (elçi)yim. O, size benim
sözümü kabul etmenizi emrediyor" dese, o padişah da orada olsa ve bu kimse
o padişaha, "Ey padişahım, eğer ben senin bunlara gönderdiğin elçin isem,
onlara senin elçin olduğumu söyle" dese, o padişah
da, onun onlara gönderdiği elçisi olduğunu söylese,
onun elçi olduğunda bir şüphe kalmaz. Aynen bunun gibi, yine elçi olarak
gönderilen şahıs, "Ey padişahım, ben, senin onlara gönderdiğin elçin isem,
bana cübbeni giydir" dese, padişah da bu sözünün peşinden ona cübbesini
giydirse, insanlar, o şahsın hükümdarın elçisi okluğunu kesin anlar, işte
peygamberlerin durumu böyledir. Çünkü onlar kavimlerine, "Biz Allah'ın
elçileriyiz" deyip, "Ey Rabbimiz, eğer biz senin elçilerin İsek şu
taşı konuştur, şu ölüyü dirilt" deseler Allah da bunu yapsa, Allah
Teâlâ'nın, o zatı peygamber olduğu iddiasında doğruladığı hususunda kesin
kanaat meydana gelir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "De ki: "Benim Rabbim, şüphesiz hakkı yerine atar. O, gayblan en
iyi bilendir" buyurmuştur. Bu hususta şu iki izah yapılır:
a) "O,
hakkı, gerçeği savunanların kalbine atar, kor..." Bu manaya göre, ayetin
daha önceki kısımla ilgisi olmuş olur. Çünkü Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'in
peygamberliğini, "O, çetin azabı size haber veren bir peygamberden başkası
değildir" (sst». 46) ifadesiyle bildirip, onun inzâr edici olduğunu,
"De ki: "Benim sizden istediğim bir ücret varsa, o sizin olsun"
ifadesiyle te'kWedip, Cenâb-ı Hakk'ın, "Aramızda Kur'ân ona mı
indirildi?"(sm, e) ayetinde olduğu gibi, müşriklerin adeti de, içlerinden,
Kur'ân'ın o peygambere gönderilmiş olmasını uzak bir ihtimal sayma olunca,
onlara cevap olabilecek bir cümle getirerek, "De ki: "Benim Rabbim,
şüphesiz hakkı yerine (yani kalblere) kor" buyurmuştur. Bu, işin Allah'ın
elinde olduğuna, istediğini yaptığına, dilediği kimselere dilediğini verdiğine
bir işarettir.
[103]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Peygamber (s.a.s) hakkında İleri sürülen şu fasid sorunun cevabına işaret
olmak üzere, "O, gayblan en iyi bilendir" buyurmuştur: O da şudur:
Herhangi bir işi, onu başkasından ayıran bir özellikten dolayı olmaksızın
istediği gibi, rastgele yapan kimseye âlim (bilen) denilmez, o işi tesadüfen
yapmış olur. Meselâ, atılan bîr okun diğer yerlerde aynı derecede hizasında
olmasına rağmen, başka yere değil de, belli bir yere isabet etmesi gibidir.
İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Allah hakkı dilediği gibi kor. O ne
yaptığını ve yaptığı şeylerin neticesini bilendir. Binâenaleyh O, neticesinden
habersiz, acele hareket edenin yaptığı gibi değil, istediğini şekilde yapandır.
Çünkü o, allamu'l-guyûbtur ".
b) Bundan
murad, Enbiyâ Sûresi'nde de, "Aksine biz hakkı, bâtılın üzerine atarız. O
da onun tepesine iner" (Enuya, ıe> buyurduğu gibi, hakkın batılın
üzerine atılmasıdır. Yine bu izaha göre de, ayetin kendinden öncesi ile açık
bir ilgi ve münasebeti vardır: Çünkü tevhidin delilleri açıkça ortaya çıkıp,
onların şüphelerini iptal edtnce, Cenâb-ı Hak, "De ki: Benim Rabbim, hakkı
sizin batılınız üzerine atar" buyurmuştur. Bu izaha göre, ayetteki
"gayblan en iyi bilen" ifadesinin, şöyle ince bir manası olmuş olur:
Apaçık-net aklî deliler, ancak tevhid ve risâlet konulannda ortaya konabilir.
Ama hasrın olacağı konusunda, Allah'ın buna, hallerine ve dehşetlerine dair
verdiği haberden başka bir delil yoktur. Dolayısıyla eğer Allah'ın sözlü
açıklaması olmasaydı, hasrın (Kıyametin)
olacağı hiç kimse tarafından
anlaşılmazdı. Tevhid
ve risalet (peygamberlik) konuları ise böyle değildir. Oolayısryla Cenâb-ı Hak,
tevhid ve risalet hususundaki aklî delillerin, apaçık oluşuna işaret olarak,
"O, hakkı bâtılın üzerine atar" deyince, bunun peşisıra, "O,
gayblan en iyi bilendir" buyurmuştur. Bu, "o, gayba dâir haber
verdiği şeyleri hakkıyla bilendir" demektir. Bu "gayb"larda,
Kıyametin kopması ve halleridir. Dolayısıyla bunda cayma, değişme olmaz. Çünkü
Allah, allâmu'l-guyûb'tur.
Ayetin, şöyle bir
başka tefsiri daha yapılabilir: "De ki"Benim Rabbim hakkı yerine
tar" cümlesi "O, hakkı, bâtıl ile değil, hak
ile atar" demektir. İlk iki İzaha göre, daki bâ harf-i cem, mef'ûle
mütealliktir, yani "Hak atılmıştır" demektir. Buna göre, bu
"bâ", tıpkı (zümer, e») ve (sad 26>ayetlerindeki bâ gibidir. Buna
göre mana, "Allah Teâlâ, peygamberlerinin kalbine, atacağı (vahyedeceği)
şeyi attı (vahyetti). Çünkü O, allâmu'l-guyûb'tur. Hem onların, hem de sizin
kalblerinizde olanı bilendir" şeklinde otur.
[104]
"De ki: "Hak
geldi. Batıl kayboldu gitti ve geriye de dönemez"
(Sebe, 49).
Allah Teâlâ, hakkı
atanın (gönderenin) kendisi olduğunu söyleyip, burada kullanılan fiil de muzârî
sığasında olunca, bu ayette de, hakkın bizzat gelmiş olduğunu bildirmiştir.
Buradaki "hakk"ın ne demek olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır:
a) Kur'ân'dır.
b) Tevhid'in ve hasrın beyânı konusunda, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in dilinde ifadesini bulan herşeydir.
c) Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğine
delâlet eden mucizelerdir.
"Hak geldi"
ifadesinden, "hak ortaya çıktı" manasının kastedilmiş olması da
muhtemeldir. Çünkü gelen (vahyedilen) herşey, ortaya çıkmış olur. Bâtıl ise,
hakkın zıddıdır. Biz "hakk"ın, var olan, mevcud olan şey demek
olduğunu anlatmıştık. Hz. Peygamber (s.a.s)'in, tevhid, risalet ve haşr gibi,
getirdiği (bildirdiği) hakikatlerin yok olması mümkün olmayınca, bunlar hiç yok
olmayacak bir hak olmuş olur. Kâfirlerin yaptıktan ve söyledikleri şirk
koşmaların ve yalanların, tahakkuku mümkün olmayınca, bunlar isbât edilmeyen
bâtıl şeyler olmuş olurlar. İşte bu mana, Hak Teâlâ'nın, ifadesinden anlaşılır.
Bu, "Batıl, ne başlangıçta, ne sonuçta hicbirşey ifade etmez. Onun
gerçekten var olmasına asla imkân yoktur. Ortaya konmuş olan hakkın ise, asla
yokluğu söz konusu olamaz" demektir.
Ayetin bu ifadesinden,
"Şeytan, ne başlangıçta yaratabilir, ne sonuçta yeniden diriltebilir"
manasının kastedildiği de söylenmiştir ki, burada şöyle ince bir mana söz
konusudur: Hak Teâlâ'nın, "De ki: "Rabbim, hakkı (yerine) atar"
ifadesinde, "Aksine biz hakkı bâtılın üzerine atarız. O da onun tepesine
iner"(EnWy«, ıs) ayetinin manası yatınca, birisinin aklına, "Bâtıl
vardı da, hak onun üzerine inip, onun beynini dağıtıp onu yok etti"
şeklinde bir fikir gelebilir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu ayette,
bâtılın, ne başlangıçta ne sonuçta bir varlığının söz konusu olduğunu,
"Onun tepesine iner" ifadesinden, onun bâtıl olduğunu ortaya
koyduğunu, zaten bâtılın hep böyle esassız olduğunu bildirmiştir. İşte bu
hususa Hak Teâlâ bir başka yerde, "Bâtıl zail oldu. Çünkü bâtıl, zail
olucudur"(isra.ei) ifadesiyle işaret etmiştir. Yani, "bâtılın zail
oluşu yeni bir durum değildir. Ayetteki cümlesi, "bâtıl, başlangıçta,
hakkın aksine, hicbirşeyi ortaya koyamaz" manasına; cümlesi de "Sonra
da, hakkın aksine, hicbirşeyi yeniden yapamaz" manasınadır.
[105]
"De ki:
"Eğer ben, sapmış isem, bu sapmamın günahı nefsime aittir. Doğru
yolu bulmuşsam, bu da Rabbimin bana vahyetmekte olduğu
Kur'ân ve
hikmet sayesindedir. Şüphesiz O,
işitendir, yakındır"
(Sebe, 50).
Bu ifâdede de, yine
peygamberliğin anlatımı vardır. Çünkü Allah Teâlâ genel bir ifadeyle, "Kim
hidayete ererse, kendisi için hidayete ermiş, doğruyu bulmuş olur"
(zomer.41) buyurmuş, Hz. Peygamber (s.a.s)'in diliyle ise, "Doğru yolu
bulmuşsam, bu da Rabbimin bana vahyetmekte olduğu Kur'ân ve hikmet sayesindedir"
demiştir. "Eğer sapar, dalâlete düşersem, bu sizin düşmeniz gibi olur. Ama
hidayete ermem, sizin hidayetiniz gibi, tefekkür ve istidlallerle değil, ancak
apaçık vahiy sayesindedir" demektir. Ayetteki, "O, işitendir,
yakındır" cümlesi, "Sen, Allah'a nida, niyaz ve duâ edip, yardımını
istediğinde, O seni işitir. Çünkü O, size yakındır, gecikmeden size ulaşır. O,
uzaktan duyan değildir ki, duâ edene icabet ödemesin" anlamındadır.
[106]
"Onlar, can-baş
kaygısına düştükleri vakit bir görsen.. Artık (o zaman) kaçacak yerleri de yok.
Yakın bir yerde yakalanmışlar.."
(Sebe, 51).
Allah Teâiâ bir önceki
ayette, "işitendir, yakındır" buyurmuştur. Binâenaleyh eğer
azabı-cezayı hemen vermez, haktan yana olanı o anda hemen desteklemezse,
bilesiniz ki feza (o müthiş korku) günü, yardımı mutlaka gelecektir. O günün
hemen gelmesini isteyenler, bunu elden kaçıracaklarından korkan kimselerdir.
Ayetteki,
"birgörsen.," tabiri, cevabı mahzûf bir şart cümlesidir. Bu mahzûf
cevap, "Enteresan birşey görmüş olurdun" şeklinde bir ifadedir.
"Yakın bir yerde yakalanmışlardır" tabiri, "Onlar kaçamazlar.
Çünkü kaçmalarına fırsat verilmeden, yakalanırlar" demektir.
[107]
"Ona İman
ettik" dediler. Fakat onlar için uzak bir yerden (tevbeye) el
sunmak olamaz. Halbuki onlar daha önce bunu İnkâr
etmişlerdi. Uzak bir
yerden gayba atıp
tutuyorlardı"
{Sebe, 52-53).
Bu, 'iş artık meydana
çıkıp, sırtar çözüldükten sonra, imanın fayda vermeyeceği bir yer ve zamanda o
kâfirler, "İman ettik" dediler, ama, "Onlar için uzak bir yerden
(tevbeye) ei atmak olamaz" yani "Onlar artık matlubu elde edemezler.
Bu matlub, yani iman, ancak dünyada iken elde edilip kabullenilmeliydi. Ama
onlar şimdi âhiretteier Dünya ise, ahirete artık çok uzak" demektir.
imdi eğer:
"Cenâb-ı Hak, pek çok yerde, ahiretin dünyaya yakın olduğunu bildirmiştir.
Bundan ötürü de, Kıyameti "yakın" olarak niteleyip, "Belki de
Kıyamet yakındır" (Ahztb, 63) buyurmuştur, niçin? denilirse, biz deriz ki:
Geçen şey, olup bittikten sonra, artık sona ermiş olan "dün" gibidir.
Çünkü artık ona yeniden dönmek mümkün değildir. Gelecek İse, her nekadar
gelecek ile hâl arasında yıllar olsa bile, o mutlaka gelecektir. Dolayısıyla
dünya, Kıyamet günü, artık geçip gitmiş olduğu için uzaktır. Dünyada iken,
Kıyamet günü ise, mutlaka geleceği için, yakındır.
"Tenâvüş",
yakından, çabucak elde etmek" demektir. Bunun, uzaktan-geç olarak, uzan
zamanda elde etme manasına geldiği de söylenmiştir. Allah Teâlâ burada, fiili
tıpkı bir mal gibi, elde edilen birşey kabul edince, fiilin zarfını, yani zamanı,
maddenin zarfı yani mekânı gibi saymış ve "Uzak bir yerden"
buyurmuştur. Bununla, dünya hayatında geçip giden, olup-bitmiş şeyler
kastedilmiştir.
Daha sonra Cenab-ı
Hakk, daha önce inkar etmiş olduktan İçin onların simdi "ahirette iman
etmelerinin faydası ol madiği m "beyan etmiştir.
Ayetteki, 'İman
ettik" ve "Halbuki onlar daha önce bunu inkâr etmişlerdi" (S**.
m) ifadeleri ile, aynı şeye işaret edilmiştir. O şey de, ya Hz. Muhammed
(s.a.s)'in peygamberliği, yahut Kur'an, yahut da Hz. Muhammed (s.a.s)'in
getirdiği haktır. Bu üçüncüsü doğruya en yakın ve en uygun olanıdır.
"Gayba atıp
tutuyorlardı" ifadesi, "gayba iman ediyorlar" (Bakara, 3)
ifadesinin aksi olan bir ifadedir. Çünkü gayb, Allah'tan, peygamberin lisanına
iniverir. Böylece Allah, gaybı kalblere atar. Derken mü'min, gaybı kabul eder,
kâfir ise gaybı atar, yani, bilmediği şeyi söyler, demektir.
"Uzak bir yerden
" İfadesiyle, su mana kastedilmiş olabilir: 0 müşriklerin çıkış noktaları
uzaktır, çünkü onlar, Allah'ın şeriki olduğu fikrine kendilerinin, birçok şahıs
olmaları hali müstesna, tek başlarına pekçok işleri yapamaytşlarından kail
olmuşlar, "İşte pekçok mahiükatın yeniden yaratılması da böyledir"
demişlerdir. Yeniden yaratmanın imkânsız oluşunu da, kendi durumlarından ve
kendilerini diriltmekten aciz oluşlarından çıkarmışlardır. "Çünkü, hasta
tedavi edilir, ama ölüne* ona ruhunu iade etmek mümkün değildir"
demişlerdir. Halbuki Allah, (O'nun fuHerira), mahlûkata, yani onların
fiillerine kıyaslamak, akıldan uzak bir çıkış noktasıdır. Şöyle de denebilir:
Onlar, "Kıyamet koptuğunda, mükâfaatlar da/ıimetler de bizim içindir"
diyorlardı ki, bu tıpkı onlardan birisinin, "Andolsun ki Rabbime
döndürülsem bile hiç şüphesiz, O'nun nezdinde benim için daha güzeli
vardır" (Fumum, w) demesi gibidir. Binâenaleyh, İşte onlar da bunu
söylüyorlardı. Şimdi eğer onlar bunu, peygamberin sözünden hareketle
söylüyorlarsa, onların yanında böyle bir söz bulunmuyordu ki, onlar bunu, duyma
neticesinde söylemiş olsunlar. Çünkü aklen vflcib olmayan şeyler, ancak ya
İhsas (duyu organlarıyla idrâk) veya sadık muhbirin (peygamberin) sözü ile
bilinebilir. O halde bu demektir ki onlar, gayb hakkında uzak bir yerden
konuşup söz ediyorlar.
İmdi, şayet,
"Sen, ahlretin yakın olduğundan bahsettin. Daha nasıl Cenâb-i Hak,
"Uzak bir yerden" buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki, buna şu
iki bakımdan cevap verilir:
1) Bu, Hz.
Muhammed (s.a.s)'e iman edip onu tasdik eden kimseye göre yakındir Şu halde,
iman etmeyen kimsenin bunu tasdik etmesi mümkün değildir. Böylece bu, ona göre
uzak bir şey olmuş otur.
2)
Burada anlatılan, Kıyamet günüdür. Buna göre
Cenab-ı Hak sanki, "Onlar, uzak bir yerden, yani dünyadan atıyorlar"
demiştir. Bu hususta şöyle bir İzah da yapılabilir: Onlar ahirette, "Ey
Rabbîmiz, gördük işittik, şimdi bizi (dünyaya) geri çevir de güzel amelde
bulunalım" (8wda. 12) diyeceklerdir. O halde bu, uzak bir yerden, yani
dünyadan gayb hakkında atıp tutmaktadır.
[108]
"(Artık)
kendileriyle, arzu edegeldikieri şeylerin araşma bir sed çekilmiştir. Bundan
evvel benzerlerine de yapıldığı gibi...
Çünkü hepsi de, endişe veren
bir şüphe içinde
idiler"
(Sebe, 54).
Bu ifade,
"Onlarla, onların arzu ettikleri, ya dünyaya yahut da dünyâ lezzetlerine
dönme arasına bir set çekildi" demektir. Buna göre şayet "Cenâb-ı
Hak, "Bundan evvel benzerlerine de yapıldığı gibi... Çünkü hepsi de endişe
veren bir şüphe içinde idiler" buyurduğu ve onlarla dönme arzulan arasına
bir set çekilmediği halde, senin, ayetteki,
ifadesindeki yi, "geri dönmeleri" manasına atman nasıl doğru
olur?" denilirse, biz deriz ki: Siz niçin onların arasına set
çekilmemiştir" dediniz? Halbuki, kendisine melek gelen her şahıs, tehir
talebinde bulunmuş, ama bu kabul olunmamıştır. Onlar, "ye's ve ümitsizlik
hali" zuhur ettiğinde iman etmek istemişlerdir, ama kabul edilmemiştir.
Ayetteki murlb
kelimesinin iki takdiri olabilir:
a)
"şüphe dolu..."
b) "Şüpheye düşüren..." Biz bunu, inşaallah başka bir yerde ele alacağız. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır. Hamd, âlemlerin Rabbine, salât-ü selâm da, mahlûkatının en hayırlısı olan Peygamber Muhammed (s.a.s)'e, âline, ashabına, ezvicma ve hepsine otsun... [109]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/311-312
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/312
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/313
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/313
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/314
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/314
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/314
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/314
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/315
[10] Müsned, 3/12
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/315-316
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/316
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/316-317
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/317
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/317
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/318
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/319
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/319
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/320
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları:18/320-321
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/321-322
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/322
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/322-323
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/323
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/323
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/323
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/323
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/323
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/324
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/324-325
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/325
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/325
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/325
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/326
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/326
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/326
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/327-328
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/328
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/328
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/329
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/329
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/329
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/329-330
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/330
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/330-331
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/331
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/331-332
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/332
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/332-333
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/333
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/333-334
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/334-336
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/336-337
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/337
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/337
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/338
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/338-339
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/339-340
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/340-341
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/341-342
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/342
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/342
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/342
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/342
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/343
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/343
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/343-344
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/344
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/344-345
[70]Matbu nüshada böyle, akat sibak ve siyak cümlesinin
basında nefy edatı ** nın olmamasını flerektlrir. Oyteyse doğrusu: "bu isi
erteler ve vaktini tam olarak belirlemez" olmalı (Ç.)
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/345
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/345-346
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/346-347
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/347
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/348
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/348-349
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/349-350
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/350
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/350-351
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/351-352
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/352
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/352
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/353
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/353
[85]Buhari zekat, 27;Müslim, Zekat, 57 (2/700)
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/353-354
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/354-355
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/355-356
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/357
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/357-358
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/358
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/358
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/358-359
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/360-361
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/361
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/361
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/361-362
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/362
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/362
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/362-363
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/363
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/363
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/363-364
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/364-365
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/365-366
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/366
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/366-367
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/367-368
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/369