Cenab-ı Hakkın: "Şüphesiz ki Sebe kavminin
oturduğu yerde büyük bir delil vardı..." (Sebe, 34/15) ayetiyle Yemen
kralları olan Sebelilerin kıssasının anlatılması ve hatırlatmada bulunması
sebebiyle sureye "Sebe suresi" adı verilmiştir.
[1]
Bu surenin bir önceki sure ile ilişkisi üç yönden
ortaya çıkmaktadır:
Birincisi:
Bu sure "Bunun neticesi olarak Allah münafık erkeklere ve münafık
kadınlara, müşrik erkeklere ve müşrik kadınlara azap edecek; mümin erkeklerin
ve mümin kadınların da tevbelerini kabul edecektir." şeklinde azabın
uygulanması ve sevap verilmesini beyan eden bir önceki surenin son ayetine
uygun olarak tam mülk ve mükemmel kudret sıfatlarını açıklayarak başlamıştır.
İkincisi:
Ahzab suresinin son cümlesi "Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet
edendir." şeklinde idi. Sebe suresinin başında ikinci ayetin sonu;
"O, çok merhamet eden ve çok bağışlayandır." şeklindedir.
Üçüncüsü: Ahzab suresinde kâfirler alaycı tarzda
kıyametin ne zaman kopacağını sormuşlardı. Bu surede ise Kur'an onların açıkça
inkâr ettiklerini anlattı.
[2]
Sebe suresi, diğer Mekke'de inen surelerin de
üzerinde durduğu ana konu olan Allah'ın birliği, nübüvvet ve ölümden sonra
diriliş gibi akide esaslarını ihtiva etmektedir.
Sure göklerin ve yerin yaratıcısı olduğu ve çeşitli
görevlerle insanlığa elçi olarak melekleri gönderdiği için Allah'a hamd ve
sena ile başlamaktadır.
Bunun ardından müşriklerin ölümden sonra dirilmeyi
inkâr etmeleri konusu ve Hz. Muhammed (s.a.)'in ahiretin meydana geleceği
hususunda büyük bir kasemle Allah Tealâ'ya yemin etmesi zikredilmiştir:
"Deki: Hayır, gaybı bilen Rabbime yemin olsun ki kıyamet saati mutlaka
size gelecektir." Ayrıca kâfirlerin Peygamberimiz (s.a.) hakkında
iftiracı ve mecnun olduğu şeklindeki batıl, asılsız ithamları kaydedilmiştir.
Sure daha sonra onları yere geçirme ve üzerlerine gökten parçalar düşürme
tehdidini zikrederek Allah Tealâ'nın kudretini isbat etti.
Daha sonra kuşların ve dağların Davud aleyhisselâmla
birlikte teşbih etmeleri, rüzgârın Süleyman aleyhisselâmın emrine verilmesi,
Sebe ahalisi olan Yemen krallarına bahçeler, meyveler verilmesi gibi Allah'ın
Hz. Davud, Süleyman ve Sebe halkına verdiği nimetler bir bir sayıldı.
Sure bundan sonra da Allah'ın varlığının ve
birliğinin delillerinden, müşriklerin putlara tapma konusundaki batıl
inançlarının çürütülmesin-den, kıyamet günü rezil olan liderlerle onlara tâbi
olan kâfirler arasındaki şiddetli tartışmalardan ve her iki grubun
sorumluluğunu diğerinin üzerine atmasından söz etmektedir.
İslâm'ın bütün insanlara ait evrensel bir mesaj
olduğunu açıklamakta, kıyamet günü zorlu bir hesap ve acıklı bir ceza
verileceği tehdidinde bulunduğunu, lüks içindeki kâfirlerin mallarıyla ve
çocuklarıyla gururlanarak her zaman peygamberlerin düşmanları olduklarını,
Allah'ın müslümanlar-dan razı olup onlara azap etmeyeceğini, mahşer günü
Allah'ın meleklere, müşriklerden kendilerine tapmalarını isteyip
istemediklerini soracağının beyan etmektedir.
Sure; müşriklerin Kuranı inkâr ettiklerini, Kuranın
vahiy değil uydurma bir şey olduğunu iddia ettiklerini anlatır. Onlara daha
önceki ümmetlerin cezalandırıldığı hadiseleri öğüt olarak nakletmektedir.
Kendilerinden Muhammed (s.a.)'in iftiracı ve mecnun olmadığı, onun sadece şiddetli
bir azabı bildiren uyarıcı olduğu, onun bu daveti için hiçbir ücret talep
etmediği, bilakis ecrinin Rabbine ait olduğu hususunda ince ince düşünüp
tefekkür etmelerini talep etmektedir.
Sure müşriklerin kıyamet günü gelmeden önce bir ve
tek olan Allah'a iman etmeye davet edildiklerini, onların da bunun üzerine Kur'an'a
ve Ra-sulullah'a iman etmek, salih ameller işlemek için dünya yurduna dönmeyi
istediklerini; fakat artık vakit çok geç olduğu için müşriklerle arzuları arasına
engel konulduğunu anlatarak sona erer.
[3]
1- Hamd göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibi olan Allah'a mah- sustur.
Hamd ahirette de, O'na mahsustur. O
Hakimdir (sonsuz hikmet sahibidir) ve
Habîr'dir (her ^yden haberdardır).
2- "O yerin içine gireni yerden çıkan, gökten
inen ve göğe çıkan her şeyi bilir. O çok
merhamet eden ve çok bağışlayandır.
"el-Hamdü lillah." İki tarafın marife
olması hasr ifade etmek içindir. Yani kâmil hamde Allah'tan başkası lâyık
değildir.
"Girer-çıkar", "iner-çıkar"
ifadeleri arasında tezat sanatı vardır.
[4]
"el-Hamdü lillah" hamd; Allah'a zatına
lâyık olacak şekilde övgü, ya da Allah'a güzel sıfatları ve fiilleriyle övgü
demektir.
"Hamd" mülk, yaratık ve nimet olarak
"göklerde ve yerde bulunan her-şeyin sahibi olan Allah'a mahsustur. Hamd
ahirette de, O'na mahsustur." Mükemmel kudreti ve tam nimeti sebebiyle
dünyada hamd Ona mahsustur. Aynı sebeple ahiret yurdunda kulları cennete
girdiğinde kullarının hamdi yine O'na mahsustur. "O Hakimdir"
fiilinde hikmet sahibidir. Dünya ve ahiret işini en sağlam şekilde yapan ve
bunu hikmetinin gereği olarak yöneten Odur. "ve Habîr'dir." Her iki
dünyada mahlûkatmdan gayet haberdardır. O işlerin gizli yönlerini en iyi
şekilde bilendir.
"O", su gibi toprağa nüfuz edip bir başka
yerde fışkıran sular gibi, hazineler, defineler ve ölüler gibi "Yerin
içine giren"; ekinler, bitkiler, hayvanlar, maden filizleri ve kaynak
suları gibi "yerden çıkan"; yağmurlar, karlar, buzlar, yıldırımlar,
rızıklar, melekler, kitaplar gibi "gökten inen ve" kulların amelleri,
melekler, buharlar ve dumanlar gibi "göğe çıkan her şeyi bilir. O"
kullarına "çok merhamet eden ve" günahlarını "çok
bağışlayandır."
[5]
"Hamd göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibi
olan Allah'a mahsustur. " Yani mutlak ve mükemmel hamd göklerin ve yerin,
göklerde ve yerde bulunan her şeyin gerçek sahibi, göklerin ve yerin işlerini
gören Allah'a mahsustur. O dilediğini yapar, dilediği hükmü verir. O'na
yapılan hamd mahlûkata karşı verdiği nimetler için yapılmaktadır. Ayetin manası
şudur: Hamd, sena ve şükre lâyık olan mülk, yaratık ve dilediği tasarruf olarak
göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibi olan Allah'tır. O mükemmel kudretin
ve tam nimetin sahibidir.
"Hamd ahirette de, O'na mahsustur." Dünyada
hamd O'na mahsus olduğu gibi ahirette de hamd O'na mahsustur. Çünkü dünya ve
ahiret ehline lütufta bulunan ve nimet veren O'dur. Nitekim bir başka ayette de
şöyle buyuruyor: "O kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah'tır.
Dünyada da, ahirette de, hamd O'na mahsustur. Hüküm yalnız O'nundur. Siz ancak
O'na döndürüleceksiniz." (Kasas, 28/70). Allah Tealâ cennet ehlinin
hamdetmesini anlatmak üzere şöyle buyurmaktadır: "Onlar: "Bize
verdiği vaadinde duran ve bizi bu yere varis kılan Allah'a hamd olsun. Cennette
istediğimiz yeri yurt edinebiliyoruz." dediler." (Zümer, 39/74);
"Orada şöyle derler: Hamd bizden üzüntüyü gideren Allah'a mahsustur.
Şüphesiz ki Rabbimiz çok affedendir, şükrün karşılığını bol verendir. O bizi
lutfuyla içinde ebedî kalacağımız cennete yerleştirdi." (Fatır, 35/34-35).
Devamlı olarak hamd edilen Cenab-ı Hak olunca, ebedî
olarak ibadete lâyık olan da O'dur.
"O Hakim ve Habîr'dir." Allah sözleri ve
fiillerinde, dininde ve takdirlerinde sonsuz hikmet sahibidir. Mahlukatının
işlerini hikmetiyle idare eder. O işlerin gizli yönlerini gayet iyi bilir. O,
kendisine hiçbir şey gizli kalmayan ve kendisinden hiçbir şey uzak kalmayandır.
İmam Malik diyor ki: O mahlukatından gayet haberdardır. Onların işlerinde
hikmet sahibidir.
"O, yerin içine giren ve yerden çıkanı
bilir," O, bir yerde toprağa giren, diğer bir yerden fışkıran yağmur suyu
gibi, hazineler, defineler ve ölüler gibi yerin içine girenleri; hayvanlar,
bitkiler, sular ve maden filizleri gibi yerden çıkanları bilir.
"gökten inen ve göğe çıkan her şeyi bilir."
O, melekler, kitaplar, rızıklar, yağmurlar ve şimşekler gibi gökten inenleri;
melekler, kulların amelleri, gazlar, dumanlar, hava taşımacılık vasıtaları ve
kuşlar gibi göğe çıkanları bilir.
"O çok merhamet eden ve çok bağışlayandır."
Allah kullarına çok merhametlidir. Dolayısıyla kullarının isyanına derhal ceza
vermez. Kendisine yönelen ve kendisine güvenen kullarının günahlarını çok
bağışlayandır.
[6]
Bu ayetler şu hususları göstermekterdir:
1- Allah
Tealâ bütün övgülere tek lâyık olandır. Hamd, nimete şükür manasındadır.
Allah'a yapılacak övgü, Ona lâyık olan şekilde olacaktır. Mükemmel hamd ve tam
sena tamamen Allah'a mahsustur. Zira bütün nimetler O'ndandır. Göklerin ve
yerin sahibi ve yaratıcısı, varetmek ve yo-ketmek; diriltmek ve öldürmek
suretiyle göklerde ve yerde tasarrufta bulunan O'dur.
2- Allah
Tealâ dünya ve ahirette sonsuz hamde lâyık olandır. Zira O, dünyanın da,
ahiretin de malikidir. O fiilinde sonsuz hikmet sahibidir, mahlûkatmm durumunu
gayet iyi bilendir.
3- Allah
gizli ve açık olan her şeyi bilir. O yağmur damlaları, hazineler, defineler ve
ölüler gibi yere giren şeyleri bilir. Bitki vb. yerden çıkan şeyleri bilir. O
yağmurlar, karlar, buzlar, şimşekler, nzıklar, miktarlar ve bereketler gibi gökten
inen şeyleri; melekler, kulların amelleri gibi göğe çıkan şeyleri bilir. O
kullarına çok merhamet edendir, kullarından tevbe edenlerin günahlarını çok
bağışlayandır.
Ayrıca Razî'nin zikrettiği gibi hamd ile başlayan beş
sûre vardır. Bu surelerden ikisi Kur'an-ı Kerim'in ilk yarısındadır. Bu iki
sure En'am ve Kehf sureleridir. Diğer iki sure Kur'an-ı Kerim'in ikinci
yarısındadır. Bunlar da Sebe suresi ile Fatır (diğer adıyla Melâike)
süresidir. Beşincisi ise hem ilk yarı, hem de ikinci yarıyla birlikte okunan
Fatiha süresidir. Buradaki hikmet şudur: Allah'ın nimetleri iki kısımda
toplanmaktadır: Var etme nimeti, varlığı devam ettirme nimeti.
a) En'am
suresinde var etme nimetinden dolayı şükretmeye işaret edilmektedir:
"Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı va-reden Alah'a
mahsustur." (En'am, 6/1).
b) Kehf
suresinde varlığı devam ettirme nimetinden dolayı şükretmeye işaret
edilmektedir: "Hamd, kulu Muhammed'e Kur'an'ı indiren ve doğruluktan uzak
hiçbir şeyi Kur'an a koymayan Allah'a mahsustur." (Kehf, 18/1). Zira
varlığın devamı hükümlere bağlıdır.
c) Bu
surede (Sebe suresinde) ilk ayette "Hamd göklerde ve yerde bulunan her
şeyin sahibi olan Allah'a mahsustur." ifadesiyle var etme nimetine,
"Hamd ahirette de O'na mahsustur." ifadesiyle de ikinci var etme
nimetine şükretmeye işaret edilmiştir.
d) Fatır
suresinde ikinci defa varlığı devam ettirme nimetine işaret edilmiştir. Bu,
kıyamet gününde olacaktır. Zira melekler ancak kıyamet günü elçi olabilirler.
Allah onları selâm vermek üzere gönderecektir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır: "Onları melekler karşılar." (Enbiya, 21/103).
e) Fatiha
süresindeki hamd ise "Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdol-sun"
ayetiyle içinde bulunulan, yaşanılan nimetlere, "Din gününün sahibidir.
" ayetiyle daha sonraki nimete işaret edilmiştir. Bunun için Fatiha suresi
hem başta, hem de sonda okunmuştur.
[7]
3- Kâfirler: "Kıyamet saati bize gelmeyecektir." dediler. De ki: "Hayır, gaybı bilen Rabbime yemin olsun ki kıyamet saati size mutiaka gelecektir." Göklerde ve yerde zerre mlktarı bir şey °'nun ilmi dışında değildir. Bundan daha küçük ve daha büyük hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta yazılmış olmasın.
4- "Böylece Allah, İman edip salih ameUer işleyenleri mükâfatlandıracaktır. İşte
onlar için mağfiret ve değerli bir rızık vardır-
5- Ayetlerimiz
hakkında bizi âciz bırakmaya
yeltenenlere gelince, on- lar için çok kötü ve can yakıcı bir azap vardır.
6- Kendilerine
ilim verilenler Rabbinden sana indirilen Kur'an'ın hak olduğunu, Azîz ve Hamîd
olan Allah'ın yoluna sevkettiğini bilirler.
"Böylece Allah iman edip salih ameller
işleyenleri mükâfatlandıracak-tır." ayetiyle "Ayetlerimiz hakkında
bizi âciz bırakmaya yeltenenler" ayeti arasında "mukabele"
denilen sanat yapılmıştır. Mağfiret ve değerli rızık, iyilik edenlerin
mükâfatıdır. Azap, suçluların mükâfatıdır.
[8]
"Kâfirler: Kıyamet" diriliş "saati
bize gelmeyecektir." Bu, kâfirlerin, kıyametin geleceğini inkârıdır, ya
da kıyamet vaadiyle alay ederek kıyametin geleceğini ihtimal dış: görmektir.
"De ki: Hayır", ifadesi onların iddialarını
red ve reddettiklerini ispat etme ifadesidir[9],
"gaybı bilen Rabbime yemin olsun ki o kıyamet saati size mutlaka
gelecektir." Bu ifade, kasemle te'kid edilerek kendisine kasem edilenin
mümkün olduğunu isbat eden ve onun imkânsızlığını reddeden sıfatlarla tavsif
ederek tekrar isbat eden bir ifadedir. "Göklerde ve yerde zerre miktarı
bir şey O'nun ilmi dışında değildir." O'ndan uzak değildir. "Bundan"
zerreden "daha küçük ve" bundan "daha büyük hiçbir şey yoktur ki
apaçık bir kitapta yazılmış olmasın." Yani bunlar gayet açık bir kitapta
-Levh-i Mahfuz'da- tesbit edilmiştir. "Bundan daha küçük..." cümlesi
bir önceki cümlenin manasını te'kid eden bir cümledir.
"Böylece Allah, iman edip salih ameller
işleyenleri mükâfatlandıracak-tır." cümlesi "Kıyamet size mutlaka
gelecektir" ayetinin illetidir ve gelmesini gerekli kılan sebebi
açıklamaktadır. Yani kıyamet saatinin gelmesinin faydası müminlerin sevapla
mükâfatlandırılması ve kâfirlerin azapla ceza-landırılmasıdır. "İşte onlar
için" günahlarına "mağfiret" yani imanlarının ve salih
amellerinin günahlarına galip gelmesi sebebiyle Allah Tealâ tarafından
silinmesi "ve değerli bir rızık", yorgunluk olmayan ve minnet bulunmayan
güzel bir rızık "vardır." Bu, Allah Tealâ tarafından bir lütuf olarak
imanları ve salih amelleri sebebiyle verilen lezzetli yiyecekler v.b. nimetlerdir.
Peygamberlere indirilen ayetlerimizi iptal etmek ve
insanları bunlardan uzaklaştırmak suretiyle "Ayetlerimiz hakkında bizi
âciz bırakmaya yeltenenlere gelince," diriliş ve ceza yoktur, diye
inandıkları için kendilerinin elimizden kurtulacaklarını ve bizim onlara karşı
muktedir olamayacağımızı zannederek bizimle yarışanlar vardır.
"Muâciziyn" kelimesi "mu'ci-ziyn" şeklinde de okunmuştur.
Bu takdirde manası Kur'an ayetlerine iman etmeyi engelleyip oyalayanlar
şeklindedir. "Onlar için çok kötü", çok şiddetli "ve can
yakıcı" acıklı "bir azap vardır."
"Kendilerine ilim verilenler" Sahabeden
ilim sahibi olanlarla ümmetten onların yolundan gidenler ya da Abdullah b.
Selâm ve arkadaşları gibi Ehl-i Kitap müslümanlar "Rabbinden sana
indirilen Kur'an'ın hak" sabit, sahih ve başkalarının batıl
"olduğunu, Aziz" herkese ve herşeye galip olan ve asla yenilgiye
uğramayan, izzet sahibi "ve Hamîd" bütün işlerinde övgüye lâyık
"olan Allah'ın yoluna", Allah'ın dinine yani tevhid ve takvaya
"ilettiğini bilirler."
[10]
Cenab-ı Hak dünya ve ahirette hamdin Allah'a mahsus
olduğunu, kâfirlerin kıyametin meydana geleceğini şiddetle inkâr ettiklerini,
ya da Hz. Peygamber (s.a.)'in vaadiyle alay etmek üzere kıyametin derhal
gelmesini istediklerini beyan ettikten sonra Allah'ın ayetlerine karşı
insanların bir grubu inkarcı, reddedici, inatçı ve Kur'an ayetlerini geçersiz
saymak için gayret eden; diğer grubu ise, Kur'an ayetlerinin doğru yola ileten,
son derece açık hakikat olduğunu bilip inanan kimseler olarak iki gruba
ayrıldığını açıklamaktadır.
[11]
"Kâfirler: "Kıyamet saati bize
gelmeyecektir." dediler." Semavî risalete inanmayanlar, inkâr ederek
ya da bu vaadle alay etme tarzında: Ne kıyamet, ne diriliş, ne de hesap görme
olacaktır, dediler. Onlar böylece kıyametin meydana gelmesi ile ilgili olarak
Rablerinden gelen ve ilâhî kitapların ihtiva ettiği haberleri ve bu
kitaplardaki hüccet ve delilleri inkâr etmiş oldular. Allah da bunların
inançlarının batıl ve asılsız olduğunu vurgulamak üzere onlara şöyle cevap
verdi:
"De ki: Hayır, Rabbime yemin olsun ki, kıyamet
saati mutlaka gelecektir. " Yani, ey Peygamber onlara de ki: Hayır,
Allah'a yemin olsun ki kıyamet hiç şüphesiz gelecektir.
Dikkat edilirse, burada kıyametin varlığı ve onların
iddialarının geçersizliği Allah'a kasem ile te'kid lamı ve te'kid nûnuyla
yapılan, fiildeki te'kid ile bir kez daha vurgulanarak isbat edilmektedir.
Bu ayet -İbni Kesir'in zikrettiği gibi- şirk, nifak
ve inat ehlinden olan inkarcılara red olmak üzere Allah Tealâ'nın kıyametin
meydana geleceğine dair Rasulünün yüce Rabbine kasemde bulunmasını emrettiği üç
ayetten biridir.
Bu ayetlerden biri Yunus suresindedir: Bu
(anlattığın) gerçek mi diye senden haber almak isterler. De ki: Evet, Rabbime
yemin olsun ki bu elbette gerçektir. Siz Allah'ı âciz bırakamazsınız."
(Yunus, 10/53).
İkincisi bu ayettir: "Kâfirler: Kıyamet saati
bize gelmeyecektir, dediler. De ki: Hayır, gaybı bilen Rabbime yenim olsun ki
kıyamet saati size mutlaka gelecektir." (Sebe, 34/3).
Üçüncü ayet ise Tegabün suresindedir: "İnkâr
edenler, öldükten sonra hiç dirilmeyeceklerini iddia ederler. De ki: Hayır,
Rabbime yemin ederim ki, öldükten sonra mutlaka diriltileceksiniz. Sonra da
yaptıklarınız size bildirilecektir. Bu, Allah'a çok kolaydır." (Tegabün,
64/7).
Cenab-ı Hak daha sonra, öldükten sonra dirilişin
mümkün olduğuna delâlet eden kâmil ilim sahibi olma sıfatıyla kendi zatını
tavsif ederek şöyle buyurdu:
"Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey O'nun
ilmi dışında değildir. Bundan daha küçük ve daha büyük hiçbir şey yoktur ki
apaçık bir kitapta yazılmış olmasın."
Öldükten sonra diriltmeye kadir olan Allah'tan hiçbir
şey uzak değildir. En küçük karınca kadar bile olsa varlıklardan hiçbir şey
Ona gizli değildir. Bu zerreden daha küçük veya daha büyük herşey apaçık bir
kitapta yani Levh-i Mahfuz'da tesbit edilip kaydedilmiştir.
Allah Tealâ bundan sonra cesetleri tekrar yaratma ve
kıyametin kopması hakkındaki hikmetini şu ayetle beyan etmiştir:
"Böylece Allah iman edip salih amel işleyenleri
mükâfatlandıracaktır. İşte onlar için mağfiret ve değerli bir rızık
vardır."
O, mahlûkatı kıyamet günü kara, deniz veya her nerede
iseler Allah'a, Rasulüne ve ahiret gününe iman eden, salih amelleri -yani
emredildikleri şeyleri- işleyen ve nehyolundukları şeylerden kaçınan müminleri
mükâfatlandırmak için kabirlerinden çıkarıp diriltecektir. Onlar için mağfiret
-yani günahların silinmesi- ve çenette hiçbir yorgunluk ve minnet bulunmayan
nimetler vardır. Bundan maksat müminlere mükâfat verilmesinin hak ve adalet
olmasıdır.
Bu müminler grubudur. İkinci grup şudur:
"Ayetlerimiz hakkında bizi âciz bırakmaya
yeltenenlere gelince, onlar için çok kötü ve can yakıcı bir azap vardır."
Bizim kendilerine erişemeyeceğimizi ve muktedir olamayacağımızı sanarak Kur'an
ayetlerini ve öldükten sonra dirilmeyi isbat eden delilleri geçersiz saymaya
teşebbüs eden inatçı kâfirler için cehennem ateşinde en şiddetli bir azap
vardır. Bu, azabın en kötüsü ve en acıklısıdır. Bu azap verme, hakkaniyet ve
adalet gereğidir. Böylece kötülük edenle iyilik edene eşit muamele yapılmış
olacaktır. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır:
"Yoksa biz iman edip salih amel işleyenleri, yeryüzünde bozgunculuk
çıkaranlar gibi mi tutacağız"? Yoksa Allah'tan hakkıyla korkanları,
günahkârlar gibi mi tutacağız?" (Sad, 38/28). Yine şöyle buyurmaktadır:
"Cehennemliklerle cennetlikler bir değildir. Kurtuluşa erenler sadece
cennetliklerdir." (Haşr, 59/21).
Kısaca; kıyametin gayesi saadete eren müminlerin
cennetle mükâfat-landırılması ve bedbaht kâfirlerin cehennemle azap
edilmesidir.
Cenab-ı Hak bundan sonra daha öncekilere atfedilen
bir başka nimet zikrederek şöyle buyurdu:
"Kendilerine ilim verilenler Rabbinden sana
indirilen Kur'an m hak olduğunu, Aziz ve Hamîd olan Allah 'm yoluna
sevkettiğini bilirler."
Peygamberlere indirilen kitaplara iman eden
müslümanlar ile Abdullah b. Selâm, Ka'b ile arkadaşları ve başkaları kıyametin
koptuğunu, iyilerle kötülere amellerinin karşılığının verildiğini
gördüklerinde ve Allah'ın kitaplarından öğrendiklerinin dünyada gerçekleştiğini
anladıklarında o zaman bunun hakkın ta kendisi olduğunu görürler ve Kur'an'm
hak olduğunu yakînen anlarlar. O gün şöyle derler: Allah'ın peygamberlerinin
getirdiği din elbette haktır, sabittir, kendisinde asla şüphe bulunmayan
doğrudur. Kuran kendisine tâbi olanları, mağlup olmayan, engellemeyen, izzet
sahibi olan Allah'ın yoluna irşad eder. O, her şeyi yoketme gücüne sahip olandır.
O, bütün sözlerinde, fiillerinde, hükmünde ve kaderinde hanide lâyık olandır.
Acizlik sıfatı Ona lâyık değildir.
Bu ayetin benzeri şu ayetlerdir: "Bu, Rahman
olan Allah 'm vaadettiği kıyamet günüdür. Peygamberler doğru
söylemişlerdir." (Yasin, 36/52); "Şüphesiz sizler Allah 'm takdir
ettiği dirilme gününe kadar kaldınız. İşte yeniden dirilme günü." (Rum,
30/56).
[12]
Bu ayetlerden aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:
1- Mekke
halkından olan kâfirler ve başkaları dirilişin olacağını ve kıyametin
geleceğini inkâr etmişlerdir.
Ebu Süfyan, Mekke kâfirlerine şöyle demiştir: Lâfa ve
Uzza'ya yemin olsun ki bize kıyamet ebediyyen gelmeyecek, biz
diriltilmeyeceğiz.
Bu onların Allah'ın mahlûkatı yarattığını kabul edip,
dirilişi inkâr ettikleri anlamına gelir. Bu dirilişe kadir olduğunu itiraf
edip de, gücü yetse bile bunu yapamaz, demeleriyle çelişmektedir.
2- Allah
Tealâ kıyametin meydana geleceğini, Muhammed (s.a.)'in mutlaka gelecektir, diye
yüce Rabb'ne yeminle te'kid etmekte, peygamberlerin diliyle nıahlûkatın
dirileceğini haber vermektedir. Fiilen mümkün olan ve yapılabilecek bir şey
hakkında haber vârid olunca doğru sözlülüğü vacib olan kimsenin yalanlaması
imkânsızdır.
3- Allah
göklerde ve yerdeki en küçük ve en büyük şeyleri bilir. O, yarattığı şeyi
gayet iyi bilir. Hiçbir şey O'na gizli kalmaz. Dolayısıyla dirilişin meydana
gelmesini gerekli kılan sebep insanlar arasında adaletin ikame edilmesi
hakikati gerçekleşmiş, bunun meydana gelmesine engel olan şeyler ortadan
kalkmıştır.
4-
Diriliş, kıyamet ve hesabın hikmeti salih ameller işleyen müminlere mükâfat
verilmesi, Allah'ın birliğini, Peygamberleri, melekleri, ilâhî kitapları ve
ahiret gününü yalanlayan kâfirlerin cezalandınlmasıdır.
5- Rablerinin
kendilerine erişemeyeceğini, Allah'ın ahirette kendilerini diriltmeye muktedir
olamayacağını ve onları ihmal edeceğini zannederek Allah'ın birliğinin,
dirilişin ve nübüvvetin delillerini geçersiz saymaya ve Allah'ın ayetlerini
yalanlamaya çalışan kâfirler için acıklı bir azap vardır. Bu, azabın en kötüsü
ve en şiddetlisidir.
6-
Peygamberliği reddetme gayreti içerisinde bulunan bu kâfirlerin karşısında
kendilerine kitap verilen Hz. Muhammed (s.a.) ashabı ile Ehl-i Kitap
müminlerinden meydana gelen bir başka grup bulunmaktadır ki bunlar kıyamet
henüz gelmemiş olsa da Kuranın hak olduğu görüşündedirler. Buradaki rü'yet,
bilmek manasındadır. Onlar Kur'an'ın, Allah'ın dini olan İslâm yoluna
ilettiğini gayet iyi bilirler.
[13]
7- Kâfirler (birbirlerine) şöyle dediler:
"Vücudunuz parça parça ayrılıp toprak olduktan sonra, yeniden yaratılışla
dirileceğinizi haber veren bir adam gösterelim mi size!
8- Acaba o
Allah'a karşı yalan mı uyduruyor? Yoksa onda bir delilik mi var?" Hayır,
âhirete inanmayanlar azap içinde ve büyük bir sapıklık içindedirler.
9- Onlar
gökten ve yerden önlerinde ve arkalarında olanı görmüyorlar mı? Eğer dilersek
onları yere geçirir veya üzerlerine gökten parçalar düşürürüz. Şüphesiz ki bunda,
Rabbine yönelen her kul için elbet bir ibret vardır.
"... yeniden yaratılışla dirileceğinizi haber
veren bir adam gösterelim mi?" cümlesindeki soru alay etme ve hafife alma
içindir. Onların muradı Rasulullah (s.a.) ile alay etmektir. Kâfirler
bilmezlikten gelerek onun ismini anmadılar.
[14]
"Kâfirler" hayrete düşürme şeklinde
birbirlerine "şöyle dediler: Vücudunuz parça parça ayrılıp toprak
olduktan", tamamen parça parça ayrılıp toprak olduktan "sonra, yeni
bir yaratılışla" yaratılacağınızı, "dirileceğinizi haber veren bir
adam gösterelim mi size?" Bunu alaylı bir tarzda söylediler.
"Acaba o Allah'a karşı yalan mı uyduruyor?"
"Efterâ" kelimesindeki hemze istifham için getirilmiş olup hemze-i
vasıl yerine bu hemze ile yeti-nilmiştir. "İftira", yalan uydurmak
anlamındadır. "Yoksa onda" kendisinde öldükten sonra dirilişi hayal
etmesine sebep olacak "bir delilik mi", bir cinnet, bir akıl
zaafiyeti mi "var?" dediler. "Hayır, âhirete" öldükten
sonra diriliş ve azaba "inanmayanlar," ahirette "azap"
içinde "ve" dünyada haktan ve doğru yoldan "büyük bir sapıklık
içindedirler." Bu, Allah tarafından kâfirlere verilen bir cevap
niteliğindedir.
"Onlar, gökten ve yerden önlerinde ve
arkalarında olanı" üstlerinde ve altlarında olanı "görmüyorlar
mı?" Buna bakmıyorlar mı? "Eğer dilersek onları yere geçirir",
yere batırır, "veya üzerlerine gökten parçalar düşürürüz."
[15]
Cenab-ı Hak kâfirlerin kıyameti inkâr etmelerini
haber verip bunlara cevap verdikten, onların cezalarını ve müminlere vereceği
mükâfatı beyan ettikten sonra; kıyametin durumu hakkında kâfirlerin hayret
etme, hafife alma ve alay etme tarzındaki sözlerini, Muhammed (s.a.)'i yalan
uyduran veya cinnet içinde olan kişi diye tavsif ettiklerini zikretti.
Daha sonra gökleri ve yeri yaratmaya muktedir olmayı,
öldükten sonra diriltmeye muktedir olacağına delil olarak ortaya koydu. Sonra
da küfürlerinden dönmeleri için kâfirleri şiddetli azapla tehdit etti.
"Kâfirler şöyle dediler: Vücudunuz parça parça
olduktan sonra yeniden yaratılış içinde olacağınızı bildiren bir adam
gösterelim mi size!"
İnkâr edenler hayret etme, hiçe sayma ve alaya alma
tarzında birbirlerine şöyle dediler: Çürüyüp toprak olduktan ve topraktaki
cesetleriniz parça parça ayrıldıktan sonra önceden olduğunuz gibi aynı şekilde
dirileceğiniz şeklinde size garip bir haber veren, ismi Muhammed olan bir
şahsı gösterelim mi?
Bu ayetin bir benzeri şu ayettir: "Yaradılışını
unutarak bize misal getirir ve çürümüş kemikleri kim diriltecekmiş?!
der." (Yasin, 36/78).
"Acaba o Allah'a karşı yalan mı uyduruyor? Yoksa
onda bir delilik mi var?" derler. Yani onun durumu şu iki şekilden uzak
değildir: Ya o bu ayetlerin kendisine vahyedildiği şeklinde yalan olarak
Allah'a kasden iftirada bulunmaktadır. O söylediklerinde yalancıdır. Yahut o
şahısta, söylediğini düşünemeyecek ve öldükten sonra dirilişi hayal edecek
şekilde cinnet vardır.
Bunun üzererine Allah, bu iki durumdan daha tehlikeli
ve daha feci olmak üzere kâfirlerin başına gelecek olanı onlara haber vererek
şöyle buyurdu:
"Hayır, âhirete inanmayanlar azap ve büyük bir
sapıklık içindedirler." Yani durum onların iddia ettikleri ya da onların
ileri sürdükleri gibi değildir. Bilakis Muhammed (s.a.) Hakkı getiren, sözünde
sâdık olan ve Hak yolda olan zattır. Küfredenler ise, âhireti inkâr eden aptal,
cahil ve yalancı kişilerdir. Onlar bu sebeple ahirette daimî azap içinde
olacaklardır. Onlar bugün dünyada Hak'tan tamamen uzak derin bir sapıklık
içindedirler.
Allah Tealâ daha sonra gökler ve yerin yaratılmasında
muktedir olduğuna, dolayısıyla Onun öldükten sonra dirilişe de muktedir
olduğuna dikkat çekerek şöyle buyurdu:
"Onlar, gökten ve yerden önlerinde ve
arkalarında olanı görmüyorlar mı? Eğer dilersek onları yere geçirir veya
üzerlerine gökten parçalar düşürürüz. " Yani Allah gök ve yerin
yaradılışında tefekkür edip düşünmemeleri sebebiyle onlara tekdirde bulunarak
şöyle buyurdu: Onlar önlerine ve arkalarına, Allah Tealâ'nın kudretine ve
birliğine delâlet eden şaşırtıcı olaylara bakmıyorlar mı? Çünkü onlar, kudret
sahibi olan Allah'ın varlığını ifade eden gökyüzünü görmüyorlar mı? Yeryüzü de
gökyüzünün delâlet ettiği hususlara aynı şekilde işaret etmektedir. Onlar
göklere ve yere bakarlarsa, gök ve yerleri yaratanın onlara derhal azap vermeye
de muktedir olduğunu görürler. Biz dilersek, Karun'u yerin dibine geçirdiğimiz
gibi onları yere geçiririz, yahut Eyke ashabının üzerine taşlar düşürdüğümüz
gibi gökyüzünden parçalar düşürürüz.
Bununla anlatılmak istenen mana şudur: Eğer biz
dilersek onların zalim olmaları ve bizim onlar üzerinde muktedir olmamız
sebebiyle onlara böyle davranabilirdik. Fakat biz halîm ve affedici olmamız
sebebiyle, onlara verilecek cezayı erteliyoruz.
"Şüphesiz ki bunda Rabbi'ne yönelen her kul için
elbet bir ibret vardır. " Yani göklerin ve yerin yaradılışının
incelenmesinde Allah'a çok yönelen akıllı, zeki her kul için elbette Allah
Tealâ'nın cesetleri diriltmesine ve âhiretin meydana gelişine delâlet eden bir
ibret vardır. Zira yükseklik ve genişliğiyle gökleri; alçaklık, uzunluk ve
genişliğiyle bu yeryüzünü yaratmaya muktedir olan Allah, bu cisimleri eskiden
olduğu gibi tekrar diriltmeye de kadirdir.
Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyuruyor:
"Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılması insanların yaratılmasından daha
büyük bir iştir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler." (Gafir, 40/57).
Yine şöyle buyuruyor: "Gökleri ve yeri yaratan Allah onların benzerini
yaratmaya kadir değil midir? Elbette kadirdir." (Yasin, 36/81).
[16]
Bu ayetler aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:
1-
Müşrikler dirilmeyi ve kıyameti inkârlarını ilân etmekle yetinmediler, bu
hususta çok ileri giderek Muhammed (s.a.)'e dil uzatmaktan, onun dirilişi haber
vermesi karşısında şaşkınlık, alaycı ve küçümseyici bir tavır takınmaya başladılar.
Bunu bir gülme ve eğlenme aracı haline getirdiler.
İnsanların toprakta tamamen parçalandıklarında
onların tekrar hayata kavuşmaları nasıl mümkün olabilir, diyerek bu durumu
garip karşıladılar.
2- Müşrikler: Muhammed dirilişi haber verme
hususunda ya yalancı ve Allah adına yalan uyduran biridir, ya da cinnet geçiren
deli bir kimsedir, dediler.
3- Allah, müşriklere önceki iki suçlamadan daha
feci olan bir durumun başlarına geleceği şeklinde cevap verdi: Onlar dirilişi
inkâr etmeleri sebebiyle ahirette şiddetli azaba düşeceklerdir. Bugün ise
onlar, Allah'ı âciz bırakma ve Allah'ın kendisini mucizelerle desteklediği
kimselere iftira nisbet etmeleriyle doğruluktan uzak, apaçık bir sapıklık
içindedirler.
4- Allah Tealâ müşriklere öldükten sonra dirilişin
meydana gelmesinin delilini ortaya koydu. Onlara gökleri, yeri, göklerde ve
yerde bulunan şeyleri yaratmaya kadir olan yüce varlığın, öldükten sonra
dirilişe de kadir olduğunu bildirdi. Onun Karun'a ve Eyke ashabına yapıldığı
gibi yere geçirme ve gökten parça düşürülmesi de dahil kendilerine derhal ceza
verilmesine de muktedir olduğunu bildirdi.
5-
Allah'ın şaşırtıcı kudreti şeklinde zikredilen bu ifadede kalbiyle Allah'a
dönen ve yönelen her kul için Allah Tealâ'nın dirilişe ve âhiretin meydana geleceğine
muktedir olduğuna apaçık bir delil vardır.
Burada "Rabbine yönelen" kimse özellikle
zikredilmektedir. Zira Allah'ın hüccetleri ve ayetleri hususunda tefekkür
etmekten asıl yararlanacak olanlar bu kimselerdir.
[17]
10- Şüphesiz ki biz Davud'a nezdi- mizden bir
üstünlük verdik. Ey dağlar ve kuşlar!
Davud'la birlikte teşbih edin. Biz ona
demiri yumuşak kıldık.
Davud'a: "Geniş zırhlar imal et Dokumasını öiçüıü ve sağlam yap-" diye
vahyettik. (Ey Davud ailesi!) Salih amel işleyin. Zira ben sizin yaptıklarınızı
görüyorum.
"Şüphesiz ki biz Davud'a nezdimizden bir
üstünlük verdik." "Fazlan" kelimesi ta'zim için nekre
getirilmiştir. Büyük bir üstünlük demektir. Davud'un (Arapça cümle yapısına
göre) mef ulden önce getirilmesi, takdim edilen bu kelimeye verilen önemi ve
tehir edilen kelimeye teşvik edildiğini göstermektedir.
[18]
"Şüphesiz ki biz Davud'a nezdimizden bir
üsünlük" yani nübüvvet, sultanlık, ordular, Zebur kitabını ve güzel ses
"verdik. Ey dağlar ve kuşlar! Davud'la birlikte teşbih edin." Teşbihi
tekrar edin. "Biz ona demiri yumuşak kıldık." Demiri onun elinde
hamur gibi, yahut mum gibi kıldık. Demiri ateş olmadan ve vurmadan dilediği
şekle getiriyordu.
"Biz Davud'a: Geniş", tam ve mükemmel
"zırhlar imal et," Davud (a.s.) ilk defa zırh kullanan kimse idi.
Zırhın "Dokumasını" ihtiyaca göre çeşit çeşit halkalar yerine
birbirine uygun halkalar halinde "ölçülü ve sağlam yap, diye vahyettik.
Salih amel işleyin." Zamir Davud ve ailesine râci-dir. Yani, ey Davud
ailesi, demektir. "Zira ben sizin yaptıklarınızı görüyorum. " Yani
sizin amellerinizi biliyorum. Bunun karşılığını size vereceğim.
[19]
Allah Tealâ kullarından kendine yönelen kimseyi
zikredince Rablerine yönelen kimselerden örnekler de zikretti. Davud (a.s.) da
bunlardan biriydi.
Cenab-ı Hak, onun kendisine yönelmesine karşılık, ona
nübüvvet, sultanlık, askerî güç, Zebur ve güzel ses gibi nimetler verdiğini
beyan etti. O teşbih ettiğinde dağlar ve kuşlar onunla birlikte teşbih
ediyorlardı. Allah, Davud'a savaşlardaki darbelerden korunmak için savaş
zırhları imalâtını da öğretti.
[20]
"Şüphesiz ki biz Davud'a nezdimizden bir
üstünlük verdik. Ey dağlar ve kuşlar! Onunla birlikte teşbih edin."
Allah Tealâ, Rasulü Davud aleyhisselâma verdiği
apaçık nimetleri zikretti. Ona hem nübüvvet, hem de büyük ve kudretli bir
saltanat ve askeri güç verdi. Ayrıca ona nağmeli, kuvvetli ve etkili bir ses
lütfetti. O teşbih ettiği zaman ulu dağlar, uçan kuşlar onunla birlikte teşbih
ediyorlardı. Değişik dillerde ona cevap veriyorlardı.
Ayetin manası şudur: Andolsun ki biz Davud'a büyük
bir lütuf ve değerli nimetler verdik. Dağlara ve kuşlara, o teşbih ettiği
zaman, onunla birlikte teşbih edin, dedik.
Sahih-i Buhari'deki bir hadis-i şerif şöyledir:
Rasulullah (s.a.) gece Kur'an okuyan Ebû Musa el-Eş'arî'yi ayakta durarak
dinledi, onun kıraatine kulak verdi. Sonra da şöyle buyurdu: "Buna, Davud
ailesinin mizmarla-rından bir mizmar (musikî nağmesi) verilmiştir."
"Biz ona demiri yumuşak kıldık. Biz Davud'a:
Geniş zırhlar imal et. Dokumasını ölçülü ve sağlam yap, diye vahyettik."
Yani biz demiri Davud'un elinde ateş ve çekice
ihtiyaç duymadan dilediği şeyi yapmak üzere yumuşak kıldık. Hatta o, savaşın
acılarından koruyacak mükemmel zırhları yapabilmek için demiri elinde iplik
gibi inceltebiliyordu. Cenab-ı Hak ona, amacı gerçekleştirmeyecek kadar küçük
ve dar olmaya ve de giyen kimseye büyük ve ağır gelip de giyilmeyecek durumda
olmayan; ihtiyaca uygun, halkaları birbirleriyle uyumlu zırhlar dokuma şeklini
öğretti.
Ateş ve çekiçle vurma olmaksızın demirin
yumuşatılması hiç şüphesiz Hz. Davud'un mucizesidir, başkası için mümkün
değildir. Hz. Davud (a.s.) ilk defa zırh imal edendir.
Katade: Ondan önce zırhlar ağır demir parçaları
şeklindeydi, demiştir. Bunun için Hz. Davud'a hafiflik ve sağlamlığı birarada
bulundurarak ölçülü olarak zırh yapması emredilmiştir. Yani bu iki manadan
aldığını ölçüyle takdir et. Sadece sağlamlığı dikkate alırsan, zırh ağır olur;
hafifliği dikkate alırsan, sağlamlığı ortadan kaldırırsın.
"Salih amel işleyin. Zira ben yaptıklarınızı
görüyorum." Ey Davud ailesi! Allah Tealâ'nm size verdiği nimetlere karşı
salih amel işleyin. Zira ben sizi gözetliyorum. Sizin sözlerinizi ve
amellerinizi gayet iyi görüyorum. Bana onlardan hiçbir şey gizli kalmaz.
Bu ayette, nimete şükretmek için salih amel işlemeye
teşvik vardır. Salih amel gönülleri sağlamlaştırır, ruhu parlatır ve ruhu ayak
kaymaları ve sapmalardan korur.
[21]
Bu ayetler aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:
1- Allah
Tealâ kendisine samimiyetle yönelen kulu ve Rasulü Davud (a.s.)'a büyük bir
üstünlük lütfetmiş ve onu kendisinden önceki diğer peygamberlere nübüvvet,
sultanlık, Zebur, ilim, askerî güç, kendisinin tesbi-hiyle birlikte dağların ve
kuşların teşbih etmeleri gibi özellikleri birarada bulundurmakla üstün
kılmıştır. Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmuştur: "Biz dağları
Davud'un emrine vermiştik. Onlar Davud'la beraber geceleyin ve kuşluk vakti
teşbih ederlerdi." (Sâd, 38/18).
Ebu Meysere "te'vib" kelimesini tefsir
etmek üzere; bu Habeş lügatiyle teşbih etmek anlamındadır, demiştir. Dağların
teşbih etmelerinin manası şudur: Allah Tealâ ağacın konuşmasını yarattığı gibi,
dağların da teşbih etmesini yarattı. Davud aleyhisselâmm bir mucizesi olarak
dağlardan, teşbih eden kimseden duyulan sesin benzeri bir ses duyuluyordu.
Bir başka görüşe göre: "Evvibî maahû"
ayetinin manası şudur: Davud'un dilediği şekilde onunla beraber yürü.
"Evvibî" kelimesi bütün gün yürüme ve geceleyin konaklama manasındaki
"te'vîb" kökündendir.
Yine denilmiştir ki, mana şudur: Davud'un gündüz
tasarrufta bulunduğu gibi sizde onunla beraber tasarrufta bulunun. Dolayısıyla
Davud (a.s.) Zebur'u okuduğu zaman dağlar onunla beraber seslenir, kuşlar onu
dinlerdi.
2-
Allah'ın Davud aleyhisselâma yaptığı lütuflardan ve mucizelerinden biri eliyle
demirin ateş ve çekiç olmaksızın hamur ve mum gibi yumuşatılması mucizesidir.
Kurtubî diyor ki: Bu ayette fazilet ehlinin sanatları
öğrenmelerinin meşru olduğuna, bu sanatlarla meşgul olmanın itibarlarını
zedelemeyeceğine; bilakis bunun faziletlerine fazilet katacağına delildir.
Zira böylece onların gönüllerindeki tevazu ve başkalarına muhtaç kalmama,
minnetten uzak olarak helâl rızık kazanma meydana gelecektir.
Sahih bir hadiste Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle
buyurduğu rivayet edilmektedir: "Kişinin yediği en hayırlı lokma elinin
emeğidir. Zira Allah'ın Nebisi Davud elinin emeğini yerdi."
3- Allah
Tealâ, Davud aleyhisselâma mükemmel zırhlar yani bol, tam, kâmil, aralarında
uygunluk bulunan sağlam halkalı olan, savunma amacını gerçekleştiremeyecek
kadar küçük olmayan, ya da bunu giyen kimseye ağır gelecek kadar büyük olmayan
zırhların imal edilmesini öğretti.
4- Allah
hiçbir nebiyi ve rasulü salih amel işleme vazifesinden istisna etmemiştir.
Bunun için Davud aleyhisselâma verdiği nimet ve lütuflarını beyan etmesinin
ardından ailesiyle birlikte ona salih amel işlemesini -emirleri işleyip,
nehiyleri terketmesini- emretti. Nitekim bir başka ayette de Cenab-ı Hak şöyle
buyurmuştur: "Ey Davud ailesi! Şükür işleyin." (Sebe, 34/13).
Cenab-ı Hak salih ameli teşvik etmenin sebebini;
kullarının amellerini ve sözlerini gayet iyi bilmektedir; hiçbir şey ondan
uzak olmaz, dolayısıyla O, ona bunların karşılığını verecektir, şeklinde beyan
etmiştir.
[22]
12- Süleyman'a da (onun enirine) rüzgârı (verdik) ki
onun gidişi bir ay, gelişi bir aydır. Süleyman için erimiş bakırı kaynağından
(su akar gibi) akıttık. Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı onun emrinde
çalışırdı. Onlardan kim emrimizden
çıktıysa, ona alev alev yanan ateşin azabım tattıracağız.
13" Cinler Süleyman'ın dilediği gibi saraylar,
heykeller, havuzlar gibiçanaklar ve sabit kazanlaryaparlardı. Ey Davud ailesi!
(Alnimetlerine) şükretmek için çalışın. Kullarımdan hakkıyla şük reden pek
azdır.
14. Onun ölümüne hükmettiğimiz zaman öldüğünü cinlere
ancak âsâsını yiyen bir haşere gösterdi. O yere düşünce cinler gayet iyi anladılar
ki eğer onlar gaybı bilmiş olsalardı, kendilerini küçük düşüren bir azap
içinde kalmayacaklardı.
"... onun gidişi bir ay, gelişi bir aydır."
Yani gidişi bir aylık mesafe, gelişi de bir aylık mesafedir.
"Havuzlar gibi (büyük) çanaklar" teşbih
edatı zikredilip benzetme yönü hazfedildiği için mücmel ve mürsel teşbihtir.
[23]
"Süleyman'a da rüzgârı" onun emrine de
rüzgârı verdik ki "onun gidişi bir ay," yani bu rüzgâr estiğinde
onun gittiği mesafe bir aylık mesafedir. "Gadâtü" sabah vaktiyle
zeval vakti arasıdır, "gelişi bir aydır." Yani bu rüzgâr estiğinde
onun dönüşü bir aylık mesafedir. "Süleyman için erimiş bakırı kaynağından
akıttık." Erittik. "Rabbinin izniyle" Rabbinin emriyle "cinlerden
bir kısmı onun emrinde çalışırdı. Onlardan kim emrimizden çıktıysa," kim
bizim Süleyman'a itaat edilmesini emretmemiz sebebiyle ona itaat etmekten yüz
çevirirse, "ona alev alev yanan ateşin azabını" ahirette cehennem
azabını ya da dünyada yangın azabını "tattıracağız."
"Cinler Süleyman'ın dilediği gibi saraylar..."
yüksek binalar, sağlam, yüksek köşkler. Saraylar için savaşılması sebebiyle
saraylara "maharîb" adı verilmiştir. Bir başka görüşe göre burada
"maharîb'in manası mescid-ler şeklindedir.
"Heykeller" manasmdaki "temâsîl"
kelimesi timsal kelimesinin çoğuludur. Timsal: Bakır, cam, mermer ve benzeri
maddelerden hayvan şeklinde yapılan mücessem her şey, yani heykel manasındadır.
Bir başka görüşe göre; tasvir (resim ve heykel) Süleyman aleyhisselâmm
şeriatında mubah idi. Sonra bu durum Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.)'in
şeriatında neshe-dildi.
"Büyük havuzlar" anlamındaki
"cevâb" kelimesi "câbiye" kelimesinin çoğuludur.
"Büyük çanaklar" anlamındaki "cifân" kelimesi
"cefne" kelimesinin çoğuludur. Cefne bin kişinin etrafında toplanıp
yemek yiyecekleri büyüklükte, deve havuzlarına benzeyen büyük çanak demektir.
"Kudûrin râsiyâtin": Yerlerinden hareket
ettirilemeyen, sabit ayakları olan, Yemen'deki dağlarda kurulan, yanlarına
merdivenlerle çıkılan büyük sabit kazanlar, demektir.
"Ey Davud ailesi! (Allah'ın nimetlerine)
şükretmek için çalışın." Biz onlara: Ey Davud ailesi! Size verdiklerine
şükretmek üzere Allah'a itaat ederek amel işleyin. "Kullarımdan şükreden
pek azdır." Allah'a itaatle amel eden, çoğunlukla kalbi, dili ve
azalarıyla şükrü eda eden, ama buna rağmen bunun hakkını tam verebilen kimse
pek azdır. Zira şükre muvaffak olmak bir başka şükrü, o da bir başka şükrü vs.
gerektirir.
"Onun ölümüne hükmettiğimiz zaman" Süleyman
ölüp de âsâsı üzerine yaslandığı halde ayakta kaldığında ve cinlerin de onun
ölümünü hissetmek-sizin âdetleri üzere bu meşakkatli işlerde çalışmaya devam
ettiklerinde nihayet haşere, âsâsmı yiyince yere ölü olarak düşmüş,
"öldüğünü cinlere ancak asasını yiyen bir haşere" ağaç ve benzeri
şeyleri yiyen kurt "gösterdi."
"O" Süleyman aleyhisselâm ölü olarak
"yere düşünce cinler gayet iyi anladılar ki eğer onlar" kendilerinin
iddia ettikleri gibi "gaybı bilmiş olsalardı, " onun öldüğünü
bilirlerdi; "kendilerini küçük düşüren bir azap içinde
kalmayacaklardı." Süleyman aleyhisselâmm hayatta olduğunu zannetikle-ri
için görevlendirildikleri ağır işlerde devam etmezlerdi. Denilmiştir ki:
Cinler, Hz. Süleyman'ın ölüm vaktini bilmek istediler, bunun üzerine ağaç
kurdunu âsâ üzerine koydular. Ağaç kurdu bir gün bir gece bir miktar yedi, bu
miktarı hesap ettiler, onun bir yıl önce ölmüş olduğunu anladılar. Hz.
Süleyman'ın yaşı 53 idi. Hz. Süleyman 13 yaşında iken sultan olmuştu.
Beytü'l-Makdis'i inşâ etmeye sultanlığının dördüncü yılında başlamıştı.
Hz. Süleyman -Maverdî'nin zikrettiği gibi- Mescid-i
Aksanın inşasını bitirdikten sonra şöyle dua etmişti: "Allahım! Ben bu
mescide giren kimse için senden beş hasleti niyaz ediyorum: Bu mescide tevbe
etmek için giren her günahkâr kimseyi mağfiret etmeni ve tevbesini kabul
etmeni, korkarak giren kimseyi emin kılmanı, hasta olana şifa vermeni, fakir
olanı zengin kılmanı; ilhad ve zulmetmek isteyen kimseler hariç bu mescide
giren kimseden oradan çıkıncaya kadar nazarını çevirmemeni niyaz ederim ey
Âlemlerin Rabbü..."
[24]
Cenab-ı Hak Davud aleyhisselâma verdiği nübüvvet ve
sultanlığı beyan ettikten sonra Süleyman aleyhisselâma verdiği, rüzgârın
emrine verilmesi nimetini zikretti. Rüzgâr onu sabahtan gün ortasına kadar bir
aylık mesafeye ulaştırıyor, gün ortasından geceye kadar da bir aylık mesafeye
ulaştırıyordu.
Cenab-ı Hak ayrıca babası Hz. Davud'a demirin
eritilmesi mucizesi verildiği gibi Hz. Süleyman'a bakırın eritilmesi
mucizesinin verildiğini, büyüklüğü ve genişliği sebebiyle hareket etmeyen
sabit kazanlar ve havuz kadar büyük çanaklar imal etmek ve yüksek saraylar bina
etmek için cinlerin emrine verildiğini zikretti.
Bu üç mucize Hz. Davud'un hakkındaki üç mucizeye
karşılık verilmiştir: Rüzgârın Hz. Süleyman'ın emrine verilmesine karşılık
dağların Hz. Davud'un emrine verilmesi, cinlerin Hz. Süleyman'ın emrine
verilmesine karşılık kuşların Hz. Davud'un emrine verilmesi, Hz. Süleyman'a
bakırın eritilmesi mucizesine karşılık Hz. Davud için demirin eritilmesi
mucizesi.
[25]
Allah Tealâ bu ayetlerde Hz. Süleyman'a verdiği üç
büyük nimeti zikretmektedir:
1-
Rüzgârın Hz. Süleyman'ın emrine verilmesi.
"Süleyman'a da rüzgârı verdik ki onun gidişi bir
ay, gelişi bir aydır." Biz Süleyman'a gidişi yani gündüzün ilk
saatlerinden gündüz ortasına kadar seyri bir aylık mesafedir, gelişi yani
gündüzün ortasından gün batımı-na kadar seyri bir aylık mesafedir.
Hasan el-Basrî diyor ki: Hz. Süleyman, Şam'dan hah
üzerinde sabahleyin yola çıkar, öğle yemeği yemek üzere Istahr'da konaklar,
dönüşte ise Istahr'dan yola çıkar Kabil'de (Afganistan'da) gecelerdi. Şam ile
Istahr arası sür'atle giden bir kimse için bir aylık mesafedir. Istahr ile
Kabil arası da süratli bir kimse için bir aylık mesafedir.
2- Bakırın
eritilmesi: "Süleyman için erimiş bakırı kaynağından akıttık." Hz. Süleyman'a bakırı yumuşattık. Hz.
Süleyman ateş ve çekiç olmaksızın dilediği şeyleri bu madenden imal ediyordu.
Buna kaynak ismi verilmiştir. Zira bu madde, kaynağından su akar gibi akıyordu.
3- Cinlerin
Hz. Süleyman'ın emrine verilmesi: "Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı
onun emrinde çalışırdı. Onlardan kim emrimizden çıktıysa, ona alev alev yanan
ateşin azabını tattıracağız."
Biz Rabbinin emri, kudreti, kolaylaştırması ve
Süleyman'ın emrine tahsis etmesi suretiyle cinlerden bir kısmını onun huzurunda
saraylar vb. bina etmek üzere onun emrine verdik. Onlardan kim Süleyman'a
itaatten çıkıp yüzçevirirse, ona dünyada acıklı bir yangın azabı, ahirette ise
cehennem azabı tattıracağız.
"Cinler Süleyman'ın istediği gibi saraylar,
heykeller, havuzlar kadar büyük çanaklar ve sabit kazanlar yaparlardı."
Yani cinler Hz. Süleyman için, dilediği yüksek
binalar, yüksek saraylar, mescidler, bakır, cam veya mermerden mücessem
suretler, deve havuzlarına benzeyen ve pek çok insan için yetecek büyük
çanaklar, ağırlığı ve büyüklüğü sebebiyle yerlerinden kımıldatılamayan, yer
değiştirmeyen, bulundukları yerde sabit kazanlar yapıyorlardı.
"Ey Davud ailesi! Şükretmek için çalışın.
Kullarımdan hakkıyla şükreden pek azdır."
Yani Biz şöyle dedik: Ey Davud ailesi! Allah'ın size
din ve dünya hususunda verdiği nimetlere karşı şükretmek için Allah'a taatle
amel edin. Kullarımdan bana şükreden, bütün azalarını yarattığım mubah
menfaatlerde kullanan kimse pek azdır. Şekûr; hayır ve musibet şeklindeki bütün
durumlarında şükreden kimsedir. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle
buyurmaktadır: "Ancak iman edip salih amel işleyenler müstesna. Bunlar da
pek azdır." (Sad, 38/24). Bu varolan durumu haber vermektedir.
Buhari ve Müslim'in Salih'lerinde Peygamberimiz
(s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Allah Tealaya en sevimli
olan namaz Davud'un namazıdır. Davud gecenin ilk yarısında uyurdu. Üçte birini
namazla geçirir. Geriye kalan altıda birinde de uyurdu. Allah'a oruçların en
sevimlisi de Davud'un orucu idi. Bir gün oruç tutar, bir gün iftar ederdi. O
düşmanla karşılaştığı zaman kaçmazdı."
Müslim, Sahih'inde Hz. Âişe (r.a.)'den rivayet
ediyor: Rasulullah (s.a.) geceleyin ayakları şişinceye kadar namaz kılıyordu.
Ona:
- Allah senin gelmiş, geçmiş ve gelecek günahlarını mağfiret
ettiği halde bu şekilde mi hareket ediyorsun? dedim. Peygamberimiz (s.a.):
- Hakkıyla şükreden kul olmayayım mı? dedi.
Tirmizî'nin Ebû Hureyre'den rivayet ettiğine göre
Peygamberimiz (s.a.) minbere çıktı, bu ayeti okudu. Sonra da şöyle buyurdu:
"Üç şey vardır ki kime bu üç şey verilmişse Davud ailesine verilen
nimetlerin benzeri verilir." Biz:
- Bunlar nelerdir? dedik. Peygamberimiz (s.a.):
- Rıza ve gazap halinde itidal... Fakirlik ve
zenginlik halinde orta yolu tutmak... Gizli ve açık her yerde Allah'tan
korkmak...
Bu nimetlerle birlikte ve Hz. Süleyman aleyhisselâmm
azametine rağmen Allah Tealâ Hz. Süleyman'ın ölüm şeklini, zor işlerde
kullanılan cinlere ölümünün gizli kaldığını zikrederek şöyle buyurdu:
"Onun ölümüne hükmettiğimiz zaman öldüğünü
cinlere ancak asasını yiyen bir haşere gösterdi. O yere düşünce cinler gayet
iyi anladılar ki eğer onlar gaybı bilmiş olsalardı, kendilerini küçük düşüren
bir azap içinde kalmayacaklardı. "
Süleyman'ın ölüm hükmünü verip de bu hükmü
gerçekleştirdiğimizde Süleyman asasına yaslandığı halde ayakta iken öldü,
cinler de onun öldüğünü anlayamadılar. Ondan korktukları için çalışmaya devam
ettiler. Onun öldüğünü cinlere ancak asasını içten yiyen bir ağaç kurdu
gösterdi. Asası düşüp de Hz. Süleyman yere düşünce, cinlerin iddia ettikleri
gibi gaybı bilmedikleri ortaya çıktı. Eğer onların gaybı bildikleri şeklindeki
iddiaları doğru olsaydı, Hz. Süleyman önlerinde iken onun ölmüş olduğunu
anlarlar, onun hayatta olduğunu zannederek görevlendirdiği ağır işte, onun ölümünden
sonra uzun müddet devam etmezlerdi.
Hz. Süleyman'ın asasına dayanarak beklediği müddet
hakkında sahih bir haber varid olmamıştır. Biz de bunun takdirini Cenab-ı
Hakk'a bırakıyoruz. Belki de bu konuda İbrahim b. Tahman'ın İbni Abbas'dan
rivayet ettiği merfû hadisten istifade edilebilir. Bu hadiste şu ifade yer
almaktadır: "Süleyman Harnûbe asasını oydu. Bu âsâya cinlerin bilmedikleri
uzun bir müddet dayandı. Nihayet yere düştü. Böylece insanlar cinlerin gaybı
bilmediklerini öğrendiler. Bunun miktarına baktılar. Bu müddetin bir sene olduğunu
gördüler. "[26]
Razî şöyle demiştir: "... Onlar kendilerini
küçük düşüren bir azap içinde kalmayacaklardı." ifadesi mümin cinlerin bu
hizmette bulunmadıklarına delildir. Zira mümin, peygamber zamanında küçümseyici
bir azap içinde bulunmaz.[27]
Bu ayetlerden şu hususlar çıkarılmaktadır:
1- Allah
Tealâ Hz. Süleyman'a ihsan ettiği değerli nimetlerle minnette bulunmaktadır. Bu
nimetlerden en önemlileri şu üç nimettir: Rüzgârın Hz. Süleyman'ın emrine
verilmesi, bakırın eritilmesi, onun emriyle çalışmak için cinlerin Hz.
Süleyman'ın emrine verilmesi.
2- İkinci
nimet bakırın Hz. Süleyman'ın elinde erimesi.
Kurtubî diyor ki: Görünen odur ki Hz. Süleyman'ın
peygamberliğine delâlet etmek üzere bakır Hz. Süleyman için, madeninde su
kaynakları gibi akan bir kaynak haline getirilmiştir.[28]
3- Üçüncü
nimet: Mescitler, muhteşem saraylar, deve havuzları kadar büyük çanaklar ve
azameti sebebiyle asla yerinden kımıldamayan sabit bakır kazanlar gibi ağır
sanatlar ve çeşitli mesleklerde çalışmak üzere cinlerin Hz. Süleyman'ın emrine
verilmesi nimetidir.
Temâsîl, hayvan veya diğer canlıların suretinde
tasvir olunan her şeydir. Zikredüdiğine göre bunlar peygamberlerin ve
âlimlerin suretleri olup insanların görmeleri ve böylece daha çok ibadet edip
gayret etmeleri için bu suretler mescitlere konurdu.
Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştu: "Onların
arasında salih bir zat vefat ettiği zaman, onun kabri üzerine bir mescid bina
ederler ve bu mescidin içine bu tasvirleri yerleştirirlerdi."
Bu ayet Allah'ın Nebisi Hz. Süleyman'ın temâsîl
(heykeller) kullandığı hususunda gayet açıktır. Bu durum, bu zamanda tasvirin
mubah olduğuna ve Hz. Muhammed (s.a.)'in şeriatında tasvirin caiz olmasının
neshedildiği-ne delâlet etmektedir. Neshin illeti sedd-i zerâyi'dir ve Allah
Tealâ'dan başkası için ta'zimde bulunmak caiz olmadığı gibi cahiliye Araplannm
işledikleri putperestlikle savaşmaktır.
İbnü'l-Arabî, tasvirin yasaklanması hususunda beş
hadis zikretmektedir. Birisi; Müslim'in Ebû Talha'dan rivayet ettiği şu
hadisdir: "İçinde köpek ve resim bulunan eve melekler girmez." Zeyd
b. Halid el-Cühenî şu cümleyi ilâve etti: "Ancak elbiseye işlenen
hariç!" Daha sonra elbiseye işlenen resimlerin de mekruh olduğu sabit olmuş
ve başka hadislerde bunun menedilme-si, bu hükmü neshetmiş, dolayısıyla
Kurtubî'nin belirttiği gibi bu konuda son hüküm bunun tamamen yasaklandığı
şeklinde istikrar bulmuştur.
Bir diğeri, Buhari ve Müslim'in İbni Mes'ud ve İbni
Abbas'dan rivayet ettikleri şu hadistir: "Kıyamet günü en şiddetli azaba
uğrayacak olanlar musavvirlerdir (resim yapanlardır)."
Bir başkası, Müslim'in Hz. Aişe'den naklettiği şu
hadistir: Bizim, üzerinde bir kuş resmi bulunan perdemiz vardı. Eve gireni
içeri girdiğinde ilk defa o perde karşılardı. Bunun hakkında Rasulullah (s.a.)
şöyle buyurdu:
"Bunu çevir. Zira ben her defasında içeri girip de bunu gördüğümde dünyayı hatırlarım."
Yine Hz. Âişe'den rivayet edildiğine göre: Ben üzerinde resim bulunan ince bir örtüyle örtündüğüm bir anda Rasulullah (s.a.) benim yanıma girdi. Efendimiz (s.a.)'in yüzü değişmiş, sonra da örtüyü alıp yırtmış ve şöyle buyurmuştu: "Kıyamet günü en şiddetli azaba uğrayacak olanlardan biri Alah Tealâ'nın yarattığı varlıklara teşbihte bulunanlardır (canlıların resimlerini yapanlardır)."
Tasvirin yasaklanmasının umumi olduğu şeklindeki İbnü'l-Arabî ve Kurtubî'nin görüşü budur[29] Daha sonra bu hükümden Müslim'in Hz. Âişe (r.a.)'den rivayet ettiği hadisle kız çocukların oyuncakları gibi bazı şeyler istisna edilmiştir.
Âlimlerden bir grup bu düşünceyi uzak görmüşlerdir. Zira nesihte hadisin tarihinin bilinmesi şarttır. Hadisler arasını birleştirmede evlâ olan şöyle denilmesidir: Tasvirin mutlak olarak haram olduğuna dair olan nass-lar "Kıyamet günü insanların en çok azaba uğrayacak olanı Allah 'm mah-lukatının benzerini yapanlardır." hadisinin delaletiyle ve bir başka tarihteki: "Onlara: Yarattığınızı diriltin, denilir." ifadesiyle ruh taşıyan varlıklara ait mücessem olan varlıklara hamledilir. Dolayısıyla yasaklama, kendileri hakkında: Sahibi bu tasvirle Allah'ın yaratmasına benzetmek istiyor, denilebilecek bir durumda olan canlı cisimlerin suretlerine ait olmaktadır. Bu tasvir ruhun üflenmesi dışında hiçbir şeyi noksan olmayan, yaradılışı mükemmel olan tasvir şeklidir.
Üzerinde kuş resmi olan perdenin değiştirilmesi emriyle ilgili hadise gelince, tazime, onun değerli olduğuna işaret etmekte olup gelenlerin bununla karşılaşması sebebiyledir. Bu kullanma için konulduğunda hiçbir beis yoktur.
Dağlar, nehirler, ağaçlar ve benzeri cansız varlıkların tasvirine gelince; "Allah'ın mahlukatının benzerini yapanlar" ve "Onlara: Yarattığınızı diriltin, denilir." ifadesinin işaretiyle nassm ihtiva ettiği şeylerden değildir. Aynı şekilde yere sermekte kullanma gibi ta'zimde bulunma manası ihtiva etmeyen bir durumda kullanılan her şey de haram değildir.
Ayrıca İbni Hacer, Buhari şerhi Fethu'l-Bârî'de -İbnü'l-Arabi'den naklen- resim yapma hakkında âlimlerin görüşlerini zikretmiştir. Buna göre kız çocukların oyuncakları dışında insan ve hayvan gibi can taşıyan gölgesi olan veya cismi bulunan şeylerin tasvirinin yapılması icmâ ile (ittifakla) haramdır.
Elbise üzerindeki resimler hakkında ise dört görüş vardır:
1- "Elbise üzerine işlenen resim hariç" hadisiyle amel etmek suretiyle mutlak olarak caizdir.
2- Mutlak olarak haramdır.
3- Resim bu durumuyla canlı olsa, hayatta kalabilecek durumda ve şekli tam ise haramdır. Başı kesik veya azaları parça parça ayrılmışsa caizdir. İbnü'l-Arabî diyor ki: Bu en sahih görüştür.
4- Basite alman şeylerdeki resim ise caizdir. Aksi takdirde caiz değildir.
Sahabe, Tabiîn ve mezhep imamları ile âlimlerden pek çoğu (cumhur) resim ayaklar altına atılan, çiğnenen, yastık ve minder gibi kullanılarak basite alınan şeyler üzerinde bulunuyorsa, bu çeşit resmi caiz görmüşlerdir.
Fotoğraf şeklinde resim çekmeye gelince, bunun hükmü elbisedeki resmin hükmüdür. Bu, nasla istisna edilmiştir. Hatta bu çeşit resim gerçekte hadislerde belirtilen manadaki tasvir değildir. Bilakis suretin veya gölgenin hapsedilmesidir. Dolayısıyla aynadaki veya sudaki resim gibidir. Fotoğrafta yaratıcının sanatını taklit etmek veya Allah'ın mahlukatma benzetmeye çalışmak yoktur.
4- Allah, Davud ailesine şükretmelerini emretti. Kullarından şükreden kimselerin çok az olduklarını bildirdi. Bu durum Allah'ın insana lütfettiği nimetlerine şükretmenin vacip olduğuna delâlet etmektedir. Şükrün hakikati; nimetin nimeti verene ait olduğunu itiraf etme, bunu Allah'a itaatte kullanmaktır. Küfran (nankörlük) ise nimeti masiyette kullanmaktır.
Kur'an ve sünnetin zahirine göre; şükür, dilin ameliyle yetinmeyip bedenin ameliyle yapılmalıdır. Fiillerle yapılan şükür, azaların şükrüdür. Sözle yapılan şükür, dilin amelidir.
5- Melekler, cinler, peygamberler ve insanlardan hiçbirinin gaybı bildiğini iddia etme hakkı yoktur. Bu ancak Allah Tealâ'ya mahsustur. Nitekim Ce-nab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Gaybı O bilir, O hiçbir kimseye gaybı göstermez. Ancak elçi olarak seçtiği kimse bunun dışındadır." (Cin, 72/26-27).
Hz. Süleyman'ın asasına dayalı olarak ölmesi ve cinlerin görevlendirildikleri ağır işlerde devam etmelerinin delaletiyle cinlerin onun ölmüş olduğunu anlayamamaları onların gaybı bilmediklerine dair eşsiz bir örnektir. Zira Hz. Süleyman bir müddet asasına dayalı halde devam etmiş, sonra da ağaç kurdunun fiiliyle yenilen âsânm yere düşmesiyle yere düşmüştü. Cinler onun ölmüş olduğunu, ancak o zaman anlamışlardı.[30]
15- Şüphesiz ki Sebe kavminin oturduğu yerde büyük bir delil vardı. Sebelilerin oturduğu yerler sağından ve solundan iki bahçeyle çevriliydi. Onlara: "Rabbinizin rızkından yiyin ve O'na şükredin. İşte güzel bir belde ve bağışlayan bir Rab!" denildi.
16- fakat onlar nun üzerine biz de onların üstüne Arim Seli'ni gönderdik. Onların bahçelerini acı meyveli, ılgınlık ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik.
17- Nankörlüklerinden dolayı onları işte böyle cezalandırdık. Biz hiç nankörden başkasını cezalandırır mıyız?
18- Sebelilerle mübarek kıldığımız beldeler arasında birbirinden görünen şehirler var etmiştik. Oralarda-
eliş-gidişi ölçüler içinde tanzim etmiştik. "Geceleri ve gündüzleri oralarda emiyet içinde gezin." demiştik.
19- Fakat onlar: "Ey Rabbimiz! Seferlerimizin mesafelerini uzat." dediler ve kendi kendilerine zulmettiler. Bunun üzerine biz de onları söylenegelen misaller yaptık. Onları darmadağın ettik. Şüphesiz ki
bunda çok sabreden ve çok şükreden herkes için nice ibretler vardır.
20- Gerçekten iblis onlara kendi kuruntusunu tasdik ettirdi. Müminlerden bir grup hariç hepsi İblis'e uydular.
21- Halbuki Iblis'in onların üzerinde hiçbir nüfuzu yoktu. Ancak biz ahiret gününe iman eden kimse ile ahiretten şüphe edeni ortaya çıkarmak için ona vesvese verme fırsatı verdik. Senin Rabbin her şeyi koruyandır.
"Sağından ve solundan" (Sebe, 34/15) kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.
"Ve kaddernâ flha's-seyre sîrû" (Sebe, 34/18) ayetindeki "seyr" ve "sîrû" kelimeleri arasında cinas-ı iştikak yapılmıştır.
"Likülli sabbârin şekûr" (Sebe, 34/19) ayetindeki sabbâr (çok sabreden), şekûr (çok sabreden) kelimeleri faal ve feûl veznindeki mübalâğa sigalandır. 17. ayetin sonundaki "kefûr" kelimesiyle "şekûr" kelimesi arasında lafızlardaki güzellik çeşitlerinden mürâatü'l-fevâsıl (ses bakımından cümle sonlarındaki uygunluk) sanatı yapılmıştır. [31]
"Sebe" Yemen beldelerinde yaşayan Aribe Arapları kabilelerinden bir kabiledir. Sebe kavmi, bir asıl kabile kabul edilmekte ve bundan Arap yarımadasında birkaç dal ayrılmaktadır. Sebe kavmi Arap ecdadından birinin adıyla adlandırılmıştır. Onun ismi, Sebe b. Yeşrüb b. Ya'rüb b. Kahtan idi.
"Onların oturduğu yer," Yemen beldelerinden Me'rib adı verilen kasabadır. Bu kasaba ile San'a arası üç günlük mesafedir.
"Ayet" Allah'ın varlığına, birliğine ve hayret verici işleri var etmeye muktedir olduğuna delâlet eden bir alâmet ve ibret demektir.
"Sebelilerin oturduğu yerler" vadiler "sağından ve solundan" cennet gibi "iki bahçeyle çevriliydi. Onlara" şöyle denildi: "Rabbinizin rızkından" iki cennetin meyvelerinden "yiyin ve" Sebe diyarında size nzık olarak verdiği bu nimetlerden dolayı "Ona şükredin." Ona itaatle amel edin ve O'na isyan etmekten sakının. "İşte güzel bir belde ve bağışlayan bir Rab! denildi." Bu son cümle şükrün gereğine delâlet eden yeni bir cümledir. Yani rızkınızın bulunduğu şu belde gayet hoş bir beldedir. Size nzık veren ve şükretmenizi isteyen Rabbiniz de çok bağışlayan bir Rabdir.
"Fakat onlar yüzçevirdiler." Bu nimetlere şükretmekten ayrıldılar ve Allah'ı inkâr ettiler. "Bunun üzerine biz de onların üstüne Arim Seli'ni gönderdik." Yani Allah onları yıkıp yoketti. Bu seli onların üzerine gönderip Me'rib Seddi'ni yıktı. Bunun üzerine su onların bahçelerine girdi, bahçelerini su bastı. Sel evlerini suya gömdü. "Arim" birikmiş taşlar ve ayakta duran binalar manasmdaki "arime" kelimesinin çoğuludur. "Seylü'l-arim" kuvveti ve şiddeti sebebiyle karşı konulmayan sel demektir. "Onların bahçelerini acı meyveli, ılgınlık ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik." Ayetteki "ükül" kelimesi "me'kûl: yenilen, yani meyve" ma-nasındadır. "Hamt": Meyvesi acı, dikenli erak ağacı gibi ağaç demektir. "Esi": Meyvesi olmayan acı ılgın ağacıdır. "Sidr": Nebık (Arabistan kirazı) adında meyvesi olan sedir ağacıdır.
Allah onların meyveli ağaçlarını helak etti. Bunun yerine erak (misvak), tarfâ (zinet ağacı) ve sidr (sedir) ağacı çıkarttı. Sedir ağacı azlıkla nitelendirilmiştir. Zira sedir ağacının meyvesi, yenilmesi hoş olan meyvelerdendir.
Nimete "Nankörlüklerinden" ya da peygamberleri inkâr etmelerinden "dolayı onları işte böyle" bu şekildeki değiştirme ile "cezalandırdık." Zira kendilerine on üç rasul gönderilmiş, onlar da bu rasulleri yalanlamışlardı. "Biz hiç nankörden başkasını cezalandırır mıyız?" Bir onlara verdiğimiz bu ceza ile sadece nimetlere nankörlükte ya da peygamberleri inkârda aşırı gidenleri cezalandırırız. Ayetteki "nücazî" kelimesi "yücazî" olarak da okunmuştur.
"Sebelilerle" Yemen'deki Sebeliler ile su ve ağaçla "mübarek kıldığımız beldeler" yani ticaret için gittikleri Şam diyarı "arasında birbirinden görünen" tepeler üzerinde kurulmuş olan Yemen'den Şam'a kadar peşpeşe dizilmiş olan "şehirler varetmiştik." Onlar ticaret kervanlarıyla gelip giderken bir kasabada geceliyor, diğerinde öğle vakti dinleniyorlardı. "Oralardaki geliş-gidişi ölçüler içinde tanzim etmiştik." Yani bu kasabalar yolcu için belirli ölçülerde olup yolculukta azık ve su taşımaya ihtiyaç duymadan yolculuk bitinceye ve Şam'a varıncaya kadar bir yerde gündüz istirahati, diğerinde geceleme yapılıyordu. Onlara: "Geceleri ve gündüzleri" gece veya gündüz ne zaman dilerseniz, "oralarda emniyet içinde" geceleyin veya gündüz-leyin korkmaksızm "gezin, demiştik."
"Fakat onlar: Ey Rabbimiz!" Şam'a olan "Seferlerimizin mesafesini uzat, dediler," zira onlar İsrailoğulları gibi, nimetlerle şımarmışlar ve bineklere binmek ve azık taşımak suretiyle fakirlere karşı böbürlenmek için kendileriyle Şam diyarı arasında çöller olmasını Allah'tan istemişlerdi. Böylece küfür ve nimet sarhoşluğuyla "kendi kendilerine zulmettiler. Bunun üzerine biz de onları" kendilerinden sonrakiler için "söylenen misaller yaptık." Ehadîs: Eğlenme ve garip olaylar anlatma yoluyla konuşulan söz anlamındaki "uhdûse" kelimesinin çoğuludur. Zira Allah ortadaki kasabaları helak etme suretiyle onların bu dualarını kabul etmişti. "Onları darmadağın ettik." Onları beldelerde tamamen parça parça ettik. "Şüphesiz ki bunda" bu zikredilen hususlarda masiyetlere karşı ve ibadetlerde "çok sabreden" ve nimetlere karşı "çok şükreden herkes için nice ibretler" nice açık deliller "vardır."
"Gerçekten İblis onlara kendi kuruntusunu tasdik ettirdi." İblis kâfirlere -bu arada Sebelilere- kendi zanlarını onaylattı. Mana şudur: Şeytan onları sapıklığa sürükleyince kendisine uyacakları kanaatine vardı. "Müminlerden bir grup hariç hepsi İblis'e uydular."
"Halbuki İblis'in onların üzerinde" Hakk'a tâbi olanların üzerinde vesvese ve kandırma yoluyla "hiçbir nüfuzu" tasallut ve hakimiyeti "yoktu.
Ancak biz ahiret gününe iman eden kimse ile ahiretten şüphe edeni ortaya çıkarmak" ayırdetmek "için ona" İblis'e "vesvese verme fırsatı verdik. Senin Rabbin her şeyi koruyandır." Murakabe eden, gözetendir. [32]
"Şüphesiz ki Sebe kavminin oturduğu yerde..." ayetinin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Ebî Hatim'in rivayetine göre Ferve b. Müseyk el-Gata-fanî (r.a.) Rasulullah (s.a.)'in huzuruna gelip şöyle dedi:
- Ey Allah'ın Nebisi! Sebe kavminin cahiliye devrinde bir itibarı vardı. Ben onların İslâm'dan dönmelerinden korkuyorum. Bu durumda onlarla savaşayım mı? diye sordu. Peygamberimiz (s.a.):
- Bana onlar hakkında henüz bir şey emredilmedi, dedi. Bunun üzerine "Şüphesiz ki Sebe kavminin oturduğu yerde büyük bir delil vardı..." ayeti nazil oldu. [33]
Cenab-ı Hak Allah'ın nimetlerine şükreden ve Allah'a yönelen Hz. Da-vud ve Hz. Süleyman aleyhisselâmın durumunu beyan ettikten sonra; Ku-reyşlileri sakındırmak ve Allah Tealâ'nın nimetlerini inkâr eden herkesi tehdit etmek üzere Sebe kavminin kıssasını hikâye etmek suretiyle Allah'ın nimetlerine nankörlük edenlerin durumunu açıkladı. [34]
Sebe kabilesi, Yemen kralları ve Yemen ahalisi idiler. "Tebâbia'hlar bunlardandı. Hz. Süleyman'la kıssası geçen kraliçe Belkıs da bunlardan biriydi.
Sebeliler beldelerinde, hayatlarında, rızıklannın ve meyvelerinin bolluğuyla nimet ve lütuf içinde idiler. Allah Tealâ onlara rızkından yemelerini, O'nun birliğini tanımak ve O'na ibadet etmekle kendisine şükretmelerini emreden peygamberler göndermişti.
Sebeliler Allah Tealâ'nın dilediği müddet kadar bu şekilde devam ettiler. Daha sonra emrolundukları şeylerden yüz çevirdiler. Bundan dolayı üzerlerine Arim Seli'nin gönderilmesiyle ve çeşitli memleketlere dağılıp parçalanmakla cezalandırıldılar.[35]
İmam Ahmed, İbni Ebî Hatim, İbni Cerir ve Tirmizî, İbni Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Bir zât Rasulullah (s.a.)'e Sebe'nin ne olduğunu, erkek mi, kadın mı, yoksa yer ismi mi olduğunu sordu. Peygamberimiz (s.a.):
- "Hayır, o bir adam ismidir. Onun on tane evlâdı vardı. Evlâdından altısı Yemen'e, dördü Şam diyarına yerleşti. Yemene yerleşenler: Müzhıc, Kinde, Ezd, Eşarîler, Enmâr ve Hımyer'dir. Şam'a yerleşenler ise Lahm, Cüzam, Amile ve Gassan'dır." Hadisin senedi "hasen'dir.
Muhammed b. İshak gibi neseb âlimleri şöyle demirlerdir: Sebe'nin ismi Abdü'ş-Şems b. Yeşcüb b. Ya'rüb b. Kahtan'dır. Araplar arasında ilk defa sebe' olan (parçalanan) kabile olduğu için Sebe adıyla adlandırılmıştır. Ona "Raiş" de deniyordu. Zira savaşta ilk defa ganimet alıp kavmine dağıtan kimse olup bundan dolayı "Raiş" diye adlandırılmıştı. Araplar mala "rîş" ve "riyaş" adı veriyorlardı.
Sebe diyarı, ürünleri ve havası hoş, hayırları ve bereketleri bol bir diyar idi. Allah bu diyara tevhid ehli olup kullukta bulunmaları için çok nimetler vermişti. Seben'ler Yemen'e yerleşen muhteşem köşkler, kaleler ve sarayları olan büyük şehirler kurmuşlardı.
Kahtan hakkında üç görüş ileri sürülmüştür.
1- İrem b. Sam b. Nuh sülâlesindendir.
2- Abir -yani Hud -aleyhisselam- sülâlesindendir.
3- İsmail b. İbrahim (a.s.) sülâlesindendir.
Me'rib Şeddi'ne gelince; sanki su onlara iki dağ arasından gelmekte ve yağmur sulan ve vadi suları bir arada birikmekte idi. Yemen'deki eski melikler bu konuya eğildiler ve bu iki dağ arasında sağlam ve muazzam bir baraj inşa ettiler. Nihayet su yükseldi ve iki dağın kenarına ulaştı. Yemenliler de bu suyla fidanları diktiler, meyvelerden yararlandılar.
Bu baraj San'a ile arasında üç merhalelik mesafe bulunan Me'rib'de olup Me'rib Şeddi diye bilinen bir barajdır. [36]
"Şüphesiz ki Sebe kavminin oturduğu yerde büyük bir delil vardı. Se-belilerin oturduğu yerler sağından ve solundan iki bahçeyle çevriliydi. Onlara: "Rabbinizin rızıklarından yiyin ve O'na şükredin. İşte güzel bir belde ve bağışlayan bir Rab!" denildi."
Kendilerinden Yemen meliklerinin çıktığı, Yemen'deki Sebe kabilesinin[37] oturduğu Me'rib denilen yerde büyük bir delil vardı. Sebelilerin oturduğu yerler vadinin sağından ve solundan iki bahçe ile çevriliydi. Oturdukları yer vadi içinde idi. Bu iki bahçede bütün meyveler bulunuyordu.
Onlara, "Rabbinizin rızkından, yani bu iki bahçenin meyvelerinden yiyin." denildi. Onlara bunu söyleyen peygamberleriydi. Yahut bu söz lisan-ı hal ile ya da delâletle anlaşılan bir sözdü. Zira onlar kendilerine bu sözün söylenilmesine lâyık kimselerdi.
Yine onlara, "Rabbinizin size verdiği nimetlerden dolayı Rabbinize şükredin. Onun birliğini kabul edin. O'na kulluk edin. O'na itaat edin. Ona isyan etmekten sakının." denildi.
Bu belde ağaçlarının çokluğu, meyvelerinin güzelliği, havasının ılımlı oluşu ve ikliminin sağlıklı oluşuyla güzel bir beldedir. Size bu nimetleri ihsan eden Allah, tevhid ve taat üzerine devam ederseniz, günahlarınızı çok bağışlayan bir Rabdir.
"Fakat onlar yüzçevirdiler. Bunun üzerine biz de onların üstüne Arim Seli'ni gönderdik. Onların bahçelerini acı meyveli, ılgınlık ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik."
Onlar Allah'ın birliğini tanımaktan, O'na ibadet ve taatten, verdiği nimetlere karşı Ona şükretmekten yüz çevirdiler, Allah'ı bırakıp güneşe tapmaya yöneldiler.
Nitekim Kur'an, Hüdhüdün Hz. Süleyman (a.s.)'a söylediği şu sözü nakletmektedir: "Size Sebe'den kesin bir haber getirdim. Ben Sebe halkına hükümdarlık eden bir kadın buldum. Herşey onun emrine verilmiş, kendisinin büyük bir tahtı da var. Kendisini, de kavmini de Allah'ı bırakıp güneşe secde eder buldum. Şeytan yaptıkları amelleri süsleyip kendilerine güzel göstermiş ve onları doğru yoldan alıkoymuş, bu yüzden hidayete eremiyor-lar." (Nemi, 27/22-24).
Allah, bunların üzerine Arim Seli'ni, çok bol suları gönderdi, Me'rib Sedd'i yıkıldı, su vadiyi doldurdu. Yeşil bahçeleri suya boğdu, sonra da kuruttu. Evleri suya gömdü. Bu kabileden değişik beldelere dağılan küçük bir grubu geriye bıraktı. Onlara bu meyveli, gayet güzel, parlak bahçeler ve cennetler yerine, içinde hiçbir hayır ve hiçbir fayda bulunmayan bahçelere çevirdi. Bu bahçelerde acı meyveli ağaçlar, acı ılgın ağaçları, az meyveli çok dikenli sedir ağacı bulunmaktadır.
Kuşeyrî diyorki: Badiye ağaçlarına cennet veya bostan denilmez. Ancak ilk bahçelerin karşılığı olarak yer alınca "cennet" lafzı kullanıldı. Bu ifade aynen "Kötülüğün cezası onun gibi bir kötülüktür." (Şura, 42/40) ayetindeki gibidir.
Bu cezanın sebebi Cenab-ı Hakk'm buyurduğu gibi nankörlük idi: "Nankörlüklerinden dolayı onları işte böyle cezalandırdık. Biz hiç nankörden başkasını cezalandırır mıyız1?" Bu, olgun meyveler, güzel manzaralar, serin gölgeler ve akan nehirlerin acı meyveli, dikenli ağaçlara çevirilmesi, onların küfürleri ve Allah'a şirk koşmaları, Hakk'ı yalanlamaları, onu bırakıp batıla dönmeleri dolayısıyla idi. Biz de inkarcılıkları sebebiyle onları cezalandırdık. Allah, nimetlere nankörlükte ve peygamberleri inkâr etmekte aşırı gidenlerden başkalarını cezalandırmaz.
Allah Tealâ, Sebelilere kendi oturdukları yerde verdiği nimetleri bir bir saydıktan sonra onların çeşitli beldelerde dolaşmaları, Şam beldelerindeki ticaretleri esnasında verdiği nimetlerden bir demet zikrederek şöyle buyurdu:
"Sebelilerle mübarek kıldığımız beldeler arasında birbirinden görünen şehirler var etmiştik." Yani Sebelilerin kasabaları ile sular, ağaçlar ve bol hayırlarla mübarek kıldığımız Şam kasabaları arasında ağaçlarının, ekinlerinin ve meyvelerinin bolluğu yanında birbirine yakın, peşpeşe, herkesçe bilinen yüksek kasabalar varettik. Bu sebeple onların yolcuları su veya azık taşıma ihtiyacı duymaz, konakladığı her yerde su ve meyve bulurdu. Bu kasabalar yüksek tepeler üzerine bina edildiği için yolcuların gayet iyi bildikleri, herkesin rahatça gördüğü kasabalar idi.
"Oralardaki geliş-gidişi ölçüler içinde tanzim etmiştik." Biz bu kasabaları Şam'a ulaşıncaya kadar bir beldede gündüz istirahat edip diğerinde geceleyecek şekilde yolcuların ihtiyaçlarına göre uygun mesafelerde bulunan peşpeşe duraklama merkezleri kıldık.
"Geceleri ve gündüzleri oralarda emniyet içinde gezin." Onlara sözle veya lisan-ı hal ile şöyle denildi: Bu kasabalarda sizi tehdit edecek düşmandan, açlık ve susuzluktan korkmadan, gece-gündüz yolculukta endişe ettiğiniz şeylerden emin olarak geceleri ve gündüzleri yolculuk yapabilirsiniz.
Ama onlar bu nimetten dolayı sunardılar. Cenab-ı Hakk'm buyurduğu gibi:
"Fakat onlar: "Ey Rabbimiz! Seferlerimizin mesafelerini uzat." dediler ve kendi kendilerine zulmettiler." Yani nimetten bıktılar ve yolculukların uzun olmasını, diyarların birbirlerinden mesafeli olmasını temenni ettiler. Sebeliler şöyle diyorlardı:
- Ey Rabbimiz! Bizimle, yolculuk yaptığımız beldeler arasında çöller, kurak topraklar kıl. Böylece binek develerine binecekler, yanlarına su ve azık alacaklar, toplumdaki tabakalar arası farklılıklar ortaya konacak, fakirlere ve muhtaçlara karşı böbürlenme ve kibirlenmeleri mümkün olacaktı.
Nitekim, İsrailoğulları da kudret helvası, bıldırcın kuşu ve benzeri hoşlarına giden yiyecekler, içecekler ve giyeceklerle dolu, bolluk içinde yaşadıkları halde Hz. Musa'dan Allah'ın kendileri için topraktan yetişen bakla, acur, sarımsak, mercimek ve soğan çıkartmasını talep etmişlerdi.
Sebeliler ayrıca savaşma amacıyla bu kasabalar arasında çöller, kurak araziler olmasını talep etmişlerdi. Bu da fıtrata son derece aykırı bir davranış, medeniyet, uygarlık ve refah görüntülerinin tamamen yok edilmesi arzusu idi.
Bundan dolayı kendi nefislerini azap ve gazaba arzettikleri için Allah onları "kendi kendilerine zulmettiler" diye niteledi ve nimete karşı şımarmaları, Allah'ı inkâr etmeleri sebebiyle cezalandırdı. Cenab-ı Hak bu durumu şöyle beyan ediyor:
"Bunun üzerine biz de onları söylenegelen misaller yaptık. Onları darmadağın ettik." Onları, ibret alacak kimselere bir ibret, insanların meclislerinde konuştukları bir misal kıldık. Birlik, ülfet ve refah içindeki hayattan sonra onların topluluğunu dağıttık. Onları çeşitli beldelerde yaşayan parça parça gruplar kıldık. Hatta Araplar arasında bu durum atasözü haline geldi: "Kabile, Sebe'nin kolları gibi dağıldı." Sebe'nin kolları; Sebe'nin yolları, Sebe'nin kabileleri demektir. Sebelilerden Evs ve Hazrec, Yesrib'e yerleşti. Cefne b. Amr ailesi olan Gassan, Şam'a yerleşti. Ezd ise, Uman ve es-Serat'a; Huzâa, Tihame'ye yerleşti. Allah da onları paramparça etti. Sel de onların beldelerini yıktı.
"Şüphesiz ki bunda çok sabreden ve çok şükreden herkes için nice ibretler vardır." Yani Sebelilerin başına gelen bu ceza ve azap, nimetin ve afiyetin işledikleri küfür ve günahlara karşı bir cezaya dönüşmesinde musibetlere karşı çok çok sabırlı, nimetlere karşı çok çok şükredici herkes için bir ibret ve delil vardır.
Bu ayette sabrın önemine işaret edilmektedir. İmam Ahmed, Sa'd b. Ebî Vakkas'tan Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "Allah Tealanın mümin için takdir ettiğine hayret ederim: Eğer mümine bir hayır isabet ederse, Rabbine hamd eder ve şükr eder. Eğer mümine bir musibet isabet ederse, Rabbine hamd eder ve sabr eder. Mümin herşeyde ecir kazanır, hatta hanımının ağzına koyduğu lokmada bile..."
Buhari ve Müslim'in Sahih 'lerinde Ebu Hureyre'den rivayet ediliyor ki: "Mümine hayret edilir. Allah Tealâ onun için neyi takdir etmişse, o mümin için hayırlıdır. Ona bir nimet isabet ederse, şükreder, bu onun için hayırlı olur. Ona bir musibet ederse, sabreder; bu onun için hayırlı olur. Bu sadece mümin içindir."
Mutarrif b. Şıhhîr şöyle diyordu: "Verildiğinde şükreden, belâya uğradığında ise, sabreden çok sabırlı ve çok şükredici kul ne güzel kuldur!"
Cenab-ı Hak, Sebe kıssasını ve Sebelilerin nefsî arzulara ve şeytana uymalarını beyan ettikten sonra onların ve benzerlerinin İblis'e ve nefsî arzulara uyduklarını, doğru yol ve hidayete aykırı davrandıklarını bildirdi:
"Gerçekten İblis onlara kendi kuruntusunu tasdik ettirdi. Müminlerden bir grup hariç hepsi İblis'e uydular."
İblis, bu Sebeliler hakkında, onları saptırdığında kendisine uyacakları kuruntusuna kapıldı. Durum aynen İblis'in kuruntusuna uygun olarak gerçekleşti. Sebeliler onun şaşırtıcı, saptırıcı yoluna uyup Rablerine isyan ettiler. Allah'ı bırakıp güneşe taptılar. Ancak müminlerden bir grup Şey-tan'm vesvesesine karşı koyup onun emrine isyan ettiler, Allah Tealâ'ya itaat üzerine sebat ettiler.
"Halbuki İblis'in onların üzerinde hiçbir nüfuzu yoktu. Ancak biz ahiret gününe iman eden kimse ile ahiretten şüphe edeni ortaya çıkarmak için ona vesvese verme fırsatı verdik. Senin Rabbin her şeyi koruyandır."
İblis'in Sebeliler üzerinde onları saptırmak için hiçbir hüccet ve burhanı yoktu. İblis onları küfre zorlamadı. Onun yaptığı sadece vesvese vermek ve bu kuruntusunu süslü, güzel göstermektir.
Hasan el-Basrî diyor ki: Allah'a yemin olsun ki İblis, onlara âsâ ile vurmadı. Onları hiçbir şeye zorlamadı. Onun yaptığı sadece aldatma ve ileri sürdüğü birtakım temennilerden ibaretti. Onlar da bunları kabul ettiler.
Fakat biz İblis'in vesvesesi ve onlar üzerinde nüfuz kurmasıyla onları denedik. Ahirete ve ahiretin meydana geleceğine, ahirette hesap görüleceğine, sevap ve ceza ile amellerin karşılığının verileceğine iman eden ile bu konuda şüphe içinde olan, dolayısıyla ahiretin meydana geleceğine ve ahi-retteki sevap ve cezaya inanmayan kimseleri iyice bilmek için -yani ortaya çıkarmak için- böyle yaptık. Zira Allah herşeyi gayet iyi bilmektedir.
Ey Rasul! Rabbin herşeyi koruyup gözetendir. Kâfirlerin yaptıkları işler de, buna dahildir. Allah ahiret gününde onların karşılığını verecektir. [38]
Bu ayetler şu hususlara delâlet etmektedir:
1- Sebe kabilesinin Yemen'de yemyeşil bahçeleri, gayet güzel, eşsiz manzaralı yerleri, oturdukları vadinin sağında ve solunda Me'rib bölgesinde bol hayırları vardı.
Bu durum Allah Tealâ'nm kudretine delâlet eden, onları yaratan bir yaratıcının bulunduğunu gösteren alâmettir. Bütün mahlukat bir ağaçtan meyva çıkarmak için biraraya gelip toplansalar, buna imkân bulamayacaklardır. Meyvelerin farklı cinsler, renkler, tatlar, kokular ve çiçeklerini meydana getiremeyeceklerdir. Bu nimetlerde bunun ancak herşeyi bilen, kudret sahibi biri tarafından meydana getirildiğine açık delil vardır.
2- Sebelilerin Allah'ın nimetlerine ve verdiği rızıklanna karşı peygamberlerin bunu söylemeleri bir yana kendileri taatle şükretmeleri gerekirdi.
Bu belde -Me'rib beldesi- gayet güzel bir belde, yani meyveleri bol, iklimi ılımlı, havası hoş, rahatsız edici şeylerden uzak bir belde idi. Kendilerine bu nimetleri ihsan eden, onların günahlarını örten, çok bağışlayıcı bir Rabdir. Allah onlara günahlarının mağfireti ve beldelerinin güzelliği lutfu-nu birlikte vermiş; bu iki lutfu birlikte başkalarına vermemişti.
3- Sebeliler kendilerinden beklenen kanaatleri boşa çıkardılar. Müslüman olduktan sonra, Rablerinin emrinden ve peygamberlerine tâbi olmaktan yüzçevirdiler. Cenab-ı Hak da onların üzerine Arim Selini gönderdi.
Yani Me'rib Seddi'ni yıktı. Bol ve taşkın sular taştı, bahçelerini suya boğdu. Evlerini suya gömdü. Meyveli ağaçlar kurudu. Bunların yerine acı meyveli, ılgmlık ve sedir ağacı bulunan ağaçlar çıktı.
Katade diyor ki: Sebelilerin ağaçları en iyi ağaç türlerinden olduğu halde Allah Tealâ onların amelleri sebebiyle bu ağaçları en kötü ağaç türlerine çevirdi. Onların meyveli ağaçlarını yoketti, bunların yerine erak, ılgın ve sedir ağaçlarını yeşertti.
4- Nimetten nikmete dönüşen bu durum, onların inkârlarının cezasıdır. Bu ceza sadece nimete nankörlükte ve Alah Tealâ'yı inkâr etmede aşırı gidenlere verilecek bir cezadır.
Zemahşerî ve Kurtubî şu soruyu ortaya atmaktadırlar: Allah Tealâ cezanın niçin sadece nankörlere verileceğini beyan etmiştir de, masiyet sahiplerini zikretmemiştir? Bunun cevabı şudur: Bundan murad hususî cezadır. Yani tamamen ortadan kaldırma ve helak etme şeklindeki cezadır. Yoksa bundan murad hem kâfiri, hem de mümini içine alacak olan genel ceza demek değildir.
Ahirete gelince Hz. Âişe (r.a.) diyor ki: Peygamberimizin şöyle buyurduğunu işittim: "Kim hesaba çekilirse, helak olur.[39] Dedim ki:
- Ya Rasulallah! Peki, Cenab-ı Hakk'ın "O, kolay bir hesapla hesaba çekilecek." ayetini nasıl anlamalıyız? Peygamberimiz:
- Bu sadece arzdan ibarettir. Kimin hesabı tartışmaya açılırsa helak olur, dedi.
Bunun manası şudur: Kâfire amellerinin karşılığı verilip hesabı görülecek ve işlediği hayırlar boşa gidecektir.
5- Sebelilere verilen nimetlerden biri Yemen'le Şam arasındaki ticaret yollarının ve geçiş yerlerinin, yolcuların ayrıca su ve azık taşımalarına ihtiyaç bırakmayacak şekilde yerleşim merkezleri haline getirilmesidir. Cenab-ı Hak Sebeliler için dinlenme merkezleri -öğle istirahati ve gecelemeleri için Şam'a kadar yol boyunca kurulan pek çok kasabalar- varetti.
Rivayete göre: Bu kasabalar dört bin yedi yüz kasaba olup buralarda ağaç, meyve ve suyla bereketli kılınan kasabalardı. Bunların arasındaki mesafeler oranlı idi. Zira bu kasabalardan her ikisi arasında birinde öğle istirahati, diğerinde geceleme mümkün olacak yarım günlük mesafe koymuştur.
Nitekim bu yollar gece ve gündüz korkusuz güvenli yollardı. Onlar ihtiyaç duydukları şeyleri elde ettikleri için ayrıca uzun yolculuklara ihtiyaç duymuyorlardı.
Katade diyor ki: Onlar korkmadan açlık ve susuzluğa katlanmadan yolculuk yapıyorlardı. Onlar dört ay müddetle güvenlik içinde yolculuk yapıyor, birbirlerine ilişmiyorlardı. Adam babasının katiliyle karşılaşsa, ona dokunmuyordu. Ama sonunda bu nimetlere şükretmediler, bilakis yorgunluk ve bitkinliğe talip oldular.
6- Sebeliler nimete karşı sunardılar ve azgınlığa düştüler. Rahattan bıktılar, afiyet içinde bulunmaktan usandılar. Uzun yolculuk ve geçim telaşı temenni ettiler. Bunun üzerine dünyaya dağıldılar, çeşitli beldelerde darmadağın hale geldiler. Kendileriyle Şam diyarı arasında, develere binme ve azık taşıma zorunda kalacakları çöller ve kurak topraklar var edildi. İnkarcılıkları sebebiyle kendi kendilerine zulmettiler. Böylece kıssalarının odak noktası, haberleri dillere düşen, ibret almak isteyenlere ibret vesilesi bir kavim oldular.
7- Refah ve nimet bolluğundan yorgunluk ve didinme dolu katı ve sert hayata geçişte, hayat şeklinin değişmesinde ve beldelerin helak edilmesinde masiyetlere karşı direnen bütün sabırlılar için ve Allah Tealâ'nm nimetlerine çok çok şükredenler için ibret ve delil vardır.
8- Sebeliler nimetlere nankörlük etmeleri, Allah'ın varlığını inkâr etmeleri, güneşe tapmaları, peygamberlere itaat etmekten yüzçevirmeleri ve nefsî arzularına uymalarında, onlar hakkında İblisin ileri sürdüğü kuruntuları onun beklediği gibidir. Onun kendilerini saptıracağı şeklindeki kuruntusunu tasdik ettirdi. Şeytan onları kandırdı, onlar da şeytana uydular. Ancak onlardan bir grup Allah'a itaat edip peygamberlerine iman ettiler.
9- İblisin insanların kalpleri üzerinde hiçbir hakimiyeti yoktur. Kendilerini saptıracağı hiçbir hücceti yoktur. Onları küfre zorlama gücü yoktur. İblis'in yaptığı şey sadece batılın propagandasını yapma, süslü gösterme ve vesvese vermedir. Onlar da hiçbir hüccet ve delil olmaksızın şehvet, taklitçilik ve nefsî arzuyla İblise uydular. O Allah'ın ezelî ilminde olanı açıklamak için yarattığı bir ayet ve mucizeden ibaret idi.
Bunun açıklaması şudur: Allah temiz olmayan gözlere sineği, temizliği ihmal edenlere bulaşıcı hastalıkları musallat ettiği gibi İblis'i de insanlara musallat etti. Neticede karşı koymaya gücü olmayan kimse İblis'in avı olacak; güçlü, sağlam mücahitler kurtulacaktır.
Allah'ın her şeyi gayet iyi bilmesine rağmen şeytan imtihan ve tecrübe maksadıyla ve gerçeğin ortaya çıkması için musallat kılınmıştır.
Sonuçta Allah'a ve ahirete iman eden kimsenin durumu ortaya çıkacak, bu kimse, Allah'ın varlığından ve kıyametten şüphe eden kimseden ayrılacaktır. Böylece kulların amelleri ilâhî hafızaya kaydedilecektir. Kulun her ameli tespit edilecek ve Cenab-ı Hak bunun karşılığını verecektir. [40]
22- De ki: "Allah'ı bırakıp da O'nun ortağı olduğunu iddia ettiğiniz şeyleri yardıma çağırın. Onlar göklerde ve yerde zerre ağırlığınca bir şeye sahip değildir. Onların göklerde ve yerde (Allah'la) hiçbir ortaklıkları yoktur. Allah'ın da onlardan hiçbir yardımcısı yoktur."
23- Allah'ın nezdinde kendisinin izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez. Nihayet onların kalplerindeki korku giderilince şefaat olunanlar şefaat edecek olanlara: "Rabbiniz ne buyurdu?" derler. Şefaat edecek olanlar: "Hakkı söyledi. O her şeyden yücedir, her şeyden büyüktür." derler.
"De ki: Allah'ı bırakıp da O'nun ortağı olduğunu iddia ettiğiniz şeyleri yardıma çağırın." ifadesi işitme kabiliyeti olmayan cansızları yardıma çağırma hususunda aciz bırakma ifadesidir. [41]
Ey Rasulüm! Mekke'de ve Mekke dışındaki müşriklere "De ki:" Bu Hz. Peygamberin Kureyş kâfirlerine şöyle demesini emretmektedir: "Allah'ı bırakıp da O'nun ortağı olduğunu iddia ettiğiniz şeyleri" ilâh olduklarını iddia ettiğiniz putları, kıtlık yıllarında başınıza gelen sıkıntıyı kaldırmak için sizin iddianıza göre, size "yardıma çağırın" bakalım.
Cenab-ı Hak daha sonra cevabın hiçbir şekilde reddedilemeyecek kadar gayet açık olduğunu bildirmek üzere onların adına cevap verdi. Bu cevap şudur: "Onlar göklerde ve yerde" hayır ve şer hususunda "zerre ağırlığınca bir şeye sahip değildir. Onların göklerde ve yerde (Allah'la) hiçbir ortaklıkları yoktur." Yani bu sahte tanrıların ne yaratma, ne de mülk olarak Allah'la hiçbir ortaklıkları yoktur. "Allah 'm da, onlardan hiçbir yardımcısı yoktur." Allah'ın da, bu tanrılardan kendisine yer ve göklerin işlerini idare etmede destek olacak hiçbir yardımcısı yoktur.
"Allah'ın nezdinde kendisinin" şefaat etmelerine "izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez." Dolayısıyla müşriklerin iddia ettikleri gibi tanrılarının şefaati kendilerine fayda vermeyecektir. Bu ayet müşriklerin "İlâhlar Allah nezdinde şefaat edecektir." şeklindeki sözlerine karşı bir cevap niteliğindedir. "Nihayet" izin verilmesi sebebiyle "onların kalplerindeki korku", dehşet sebebiyle meydana gelen iç daralması "giderilince şefaat olunanlar şefaat edecek olanlara:" bu durumdan memnun olarak "Rabbiniz" şefaat hakkında "ne buyurdu? derler. Şefaat edecek olanlar: Hakkı" hak sözü "söyledi." Bu hak söz Allah'ın razı olduğu kimselere yani müminlere şefaat etmeye izin vermektir. "O her şeyden yücedir, her şeyden büyüktür, derler." Mahlukatı üzerinde ezici güce sahip olmak suretiyle ululuk sahibidir, muazzam bir büyüklük sahibidir. O'nun -Allah Tealâ'nm izni olmaksızın o gün hiçbir melek ve hiçbir peygamberin söz söyleme hakkı yoktur. [42]
Hz. Davud ve Hz. Süleyman gibi şükür erbabının durumlarını beyan ettikten ve kâfirlerin tavırlarını ve nimete karşı şımardıkları ve peygamberleri yalanladıkları zaman kendilerine verdiği cezayı açıkladıktan sonra, Cenab-ı Hak tekrar müşriklere hitap edip onlardan -müşrikleri hafife alma tarzında- kendilerinden musibeti kaldırmaları için sahte tanrılarından yardım dilemelerini istemektedir. Allah Tealâ daha sonra müşriklerin hiçbir şeye sahip olmayacaklarını ve onların şefaatlerinin fayda vermeyeceğini beyan etti. Mabudun şanı ibadet eden kimselere fayda vermek olduğuna göre bu durumda onlara nasıl tapıyorlar? [43]
"De ki: Allah'ı bırakıp da, O'nun ortağı olduğunu iddia ettiğiniz şeyleri yardıma çağırın." Yani ey Peygamber! Kureyşli bu müşriklere şöyle de: Kıtlık yıllarında başınıza gelen felaketi sizin üzerinizden kaldırmaları veya size fayda temin etmeleri için Allah'tan başka tapınılan varlıklar ve putlar gibi sahte ilahları çağırın.
Cenab-ı Hak onların hatalarını beyan ederek hiçbir itiraza yer vermeyecek derecede kesin bir cevapla cevap vermek üzere şöyle buyurdu:
"Onlar göklerde ve yerde zerre ağırlığınca bir şeye sahip değildir." Yani bu sahte tanrılar asla hiçbir şeye sahip değildir. İsterse göklerde ve yerde zerre ağırlığınca olsun... Bu tanrılar herhangi bir işte ne hayır, ne de şerre muktedir değildir. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktır: "O'nu bırakıp taptığınız ilâhlar bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip değillerdir." (Fatır, 35/13).
Allah Tealâ daha sonra kendisinin ortağı ve yardımcısı olmasını reddederek şöyle buyurdu:
"Onların göklerde ve yerde (Allah'la) hiçbir ortaklıkları yoktur. Allah'ın da onlardan hiçbir yardımcısı yoktur." Yani putlar ne aslında, ne de bağımsız olarak, ne de yaratma ve mülkiyet açısından hiçbir ortaklığa sahip değildir. Bir şeyi yaratma ve koruma hususunda Allah'ın hiçbir ortağı ve hiçbir yardımcısı yoktur. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Ben, onları ne göklerin, ne yerin yaratılmasında, ne de kendilerinin yaratılmasında hazır bulundurdum. Ben insanları saptıranları hiçbir zaman kendime yardımcı edinmedim." (Kehf, 18/51). Bilakis bütün mahlukat Ona muhtaçtır, Onun nezdindeki kullarıdır.
Cenab-ı Hak bu tanrıların şefaat etmeleri imkânını reddederek şöyle buyurdu:
"Allah'ın nezdinde kendisinin izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez." Bu putların şefaati onlara fayda vermeyecektir. Zira hiçbir durumda Allah'ın kendilerine şefaat etmeye izin verdiği melekler, peygamberler, ilim ve amel ehli dışında hiçbir kimsenin şefaati fayda vermeyecektir. O, kâfirlere izin vermez. Kendilerine şefaat etme izni verilen kimseler, ancak şefaate hak kazanan kimselere şefaat edebilirler, kâfirlere şefaat edemezler.
Nitekim Cenab-ı Hak diğer ayetlerde şöyle buyurmaktadır: "O'nun izni olmadan, O'nun katında kim şefaat edebilir?" (Bakara, 2/255); "Göklerde nice melekler vardır ki Allah dilediğine ve razı olduğuna izin vermedikçe şefaatleri hiçbir fayda vermez." (Necm, 53/26); "Onlar ancak Allah'ın razı olduğu kimseye şefaat edebilirler. Onlar Allah'ın korkusundan titrerler." (Enbiya, 21/28); "Rahman olan Allah'ın izin verdiği ve doğru konuşan kimseler hariç, O'nun huzurunda hiçbir kimse konuşamaz." (Nebe, 78/38).
Bu ayetlerin manası şudur: Şefaat, Allah Tealâ'nın iznine bağlıdır. Allah'ın razı olduğu kimseler dışındaki kimselerin şefaat etme hakkı yoktur. Şefaat sebepleri hak, doğru ve makbul olmalıdır. Bunun için mahlukata şefaat etmek için Rablerinin hüküm verme zamanı geldiğinde, Makam-ı Mahmud'da, Allah Tealâ'nın huzurunda en büyük şefaatçi olan Âdemoğul-larınm Efendisi Hz. Peygamber (s.a.) Buhari ve Müslim'in Sahihlerindeki çeşitli rivayetlerde şöyle buyurmaktadır: "Ben Allah Tealaya secde ederim. O da bana dilediği kadar müsaade eder. Şu anda bir bir sayamayacağım övgülerde bulunur. Sonra da şöyle denilir: Ey Muhammedi Başını kaldır, söyle ki kabul edilsin. İste ki verilsin. Şefaat et ki, şefaatin kabul edilsin."
Bu dehşetli makamda ilâhî azamet yüce bir şekilde tecelli eder. Cenab-ı Hak vahiyle konuşup da göklerde bulunanlar O'nu kelâmını işitince heybetten tir tir titrerler, İbni Mes'ud, Mesruk ve başkalarının dedikleri gibi kendilerine baygınlık gibi bir durum arız olur.
Burada Allah Tealâ şefaat iznini beklemekten sonra meydana gelecek durumu zikrederek şöyle buyuruyor:
"Nihayet onların kalplerindeki korku giderilince şefaat olunanlar şefaat edecek olanlara: Rabbiniz ne buyurdu? derler. Şefaat edecek olanlar: Hakkı söyledi. O her şeyden yücedir, her şeyden büyüktür, derler."
Yani insanlar ve melekler şefaat iznini bekleyerek korku ve dehşet içinde ayakta dururlar. Nihayet şefaat edecek olanlara izin verilip de korku ve ürperti giderilince şefaat edecek olanlara şöyle derler:
- Rabbiniz şefaat hususunda size ne dedi? Onlar da:
- Rabbimiz hak sözü söyledi, derler. Bu hak söz, Cenab-ı Hakk'ın razı olduğu kimselere şefaat izninin verilmesidir. Allah yücelik, büyüklük ve azamette tek varlıktır. Mahlukatından hiçbiri bu hususta Ona ortak olamaz. Hiçbir melek veya peygamber Allah Tealâ'nın izni olmaksızın o günde konuşma hakkına sahip değildir. [44]
Bu tartışma, meydana gelmeden önce Kur'an-ı Kerim'de duyurulan, yaratıcımızla müşrikler arasında müşrikleri alaya alma, azarlama ve hayret etme tarzında meydana gelecek bir tartışmadır.
Allah Tealâ bu ayetlerde Peygamberine bu müşriklere hitaben şöyle demesini emrediyordu:
- Ortaklarınızın size fayda sağlama kudretleri var mı? Allah dışında tanrı olduklarını iddia ettiğiniz kimseleri, size fayda temin etmeleri, ya da Allah Tealâ'nın sizin için takdir ettiği musibetleri engellemeleri için çağırın bakalım. Zira onlar buna malik değildirler.
Onlar göklerde ve yerde bir zerre ağırlığınca bile olsa, asla hiçbir şeye sahip değildirler. Putların ne yaratma, ne mülkiyet, ne de tasarruf hususunda göklerde ve yerde hiçbir ortaklıkları yoktur. Allah'ın göklerin ve yerin hiçbir işinde kendisine yardım edecek hiçbir yardımcısı yoktur. Bilakis varetme ve idare etme hususunda tek varlıktır. İbadete lâyık olan yalnız O'dur. Başkasına ibadet etmek de imkânsızdır.
Meleklerin ve başkasının Allah nezdinde yaptıkları şefaat, ancak Allah'ın izin verdiği kimselere fayda verebilir. Nihayet -şefaati umanlarla şefaatçiler- şefaat iznini bekleyerek korku ve ürperti içerisinde hep birlikte ayakta durduklarında ve kalplerindeki korku giderilince, insanlar kendi aralarında sorgulama yaparak meleklere:
- Allah şefaat konusunda ne buyurdu? derler. Onlar da:
- Bu kâfirlere verilmeyen, sadece müminlere şefaat etme hususundaki bir izindir. Allah ululuk sahibi ve büyüklük sahibidir. Kulları hakkında dilediği şekilde hüküm verme hakkı yalnız O'nundur.
Böylece Allah Tealâ'nın ayette: "Onlar: O'nun korkusuyla tir tir titriyorlar." buyurduğu gibi, kendisinden son derece korku ve ürperti duyan peygamberler ve meleklere şefaat konusunda izin vereceği beyan edilmektedir. Put ve benzeri sahte tanrılara şefaat etme izni asla verilmeyecektir. Ayrıca şefaat sadece Allah'ın razı olduğu müminlere verilecek, kâfirlere verilmeyecektir.
Bu ayet putlardan beklenilen asılsız şefaat hakkındaki ümitleri yoke-den, Allah'ın emri ve rızası olmaksızın kurtulma emellerini ortadan kaldıran apaçık bir beyandır.
"Nihayet onların kalplerindeki korku giderilince" ayeti, Aziz olan Rab-bimizin izin verme şeklindeki ifadesiyle şefaat edecek olanların ve şefaat edilenlerin kalplerindeki korkunun giderileceğine delildir. Şefaat edenler ve edilenler bundan memnun oldular ve birbirlerine soru sordular. Şefaat hususunda kendilerine izin verilenler, aralarında Zemahşerî ve Ebu Hay-yan'ın da bulunduğu müfessirlerin büyük çoğunluğunun görüşüne göre: Melekler v.s.dir.
Şevkânî Fethu'l-Kadîr'de şöyle diyor: Rabbimizin emrettiği her emirde melekler bu korkuya kapılmaktadır. Buharı ve Ebu Davud, Ebu Hurey-re'nin rivayetiyle Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu nakletmektedirler: "Allah semada bir hüküm verdiği zaman Allah'ın buyruğuna boyun eğmek üzere sanki kayanın üzerindeki zincir sesi gibi bir sesle kanatlarını çırparlar. Bu emir onlara nüfuz eder. Kalplerindeki korku giderilince onlar: Rabbiniz ne dedi? derler. Buna mukabil onlar da: Hakkı söyledi, derler. O çok yüce ve çok büyüktür." [45]
24- Onlara: "Göklerden ve yerden sizi rızıklandıran kimdir?" de. "Sizi rızıklandıran Allah'tır. O halde bir hidayet ve apaçık bir sapıklık üzerinde olan ya biziz, yahut sizsiniz." de.
25- Onlara şöyle de: "Ne siz bizim işlediğimiz suçlardan sorumlu olacaksınız, ne de biz sizin işlediklerinizden sorumlu olacağız."
26- Onlara şöyle de: "Rabbimiz kıyamet günü hepimizi biraraya topla-
ve sonra aramızda hakla hükmedecektir. O Fettah'tır (en güşe-met gu hükmedecektir. U Fettan tır enzel hükmedicidir), Alîm'dir (her
27- Onlara şöyle de: "Allah'a nispet ettiğiniz ortakları bana gösterin ba- kalım." Hayır! Bilakis O Azîz'dir
er şeye ip)t Hakîm'dir (sonsuz hikmet sahibidir).
28- (Ey Muhammedi) Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler.
29- Onlar: "Eğer siz doğru sözlü iseniz, bu vaad ettiğiniz (kıyamet) ne zaman?" derler.
30- De ki: "Sizin için vaad edilen belirli bir gün vardır. Bundan ne bir an geri kalabilirsiniz, ne de ileri geçebilirsiniz."
"Onlara: "Göklerden ve yerden sizi rızıklandıran kimdir1?" de." Tevbih ve susturma niteliğindedir.
"Allah'tır ... de." cümlenin gelişinin delaletiyle haber hazfedilmiştir.
Yani cümlenin aslı; yaratan ve kullarına rızık veren Allah'tır, şeklindedir.
30. ayetteki "ne geri kalabilirsiniz" ifadesiyle, "ne de öne alabilirsiniz" ifadesi arasında tezat sanatı yapılmıştır. [46]
"Onlara: "Göklerden ve yerden sizi rızıklandıran kimdir?" de." Bu ayetle daha önce geçen "Onlar ne göklerde, ne de yerde zerre ağırlığınca hiçbir şeye sahip değillerdir." kavlini ispat etme murad edilmektedir. Göklerden gelecek rızık yağmur, yerden gelecek rızık bitkidir. "Sizi rızıklandıran Allah'tır." Bundan başka hiçbir cevap yoktur. Burada müşriklerin sussalar da, ilzam olma korkusuyla cevap vermekte dilleri sürçse de, kalpleriyle bunu ikrar edecekleri haber verilmektedir.
"O halde bir hidayet" durumu "ya da apaçık bir sapıklık üzerinde olan biziz, ya da sizsiniz, de." İki gruptan biridir. Bu ifade hidayet üzere olanla sapıklık üzerinde olduğuna delâlet eden, az önce geçen tesbitten sonra yer almaktadır. Bu mübhem ifade açık ifadeden daha beliğdir. Çünkü bu ifade, hasmı susturan insaflı bir üslup niteliğindedir. Böylece nasipleri varsa imana davet etme hususunda müşriklere yönelik gayet latif bir üslûptur.
"Onlara şöyle de: Rabbimiz kıyamet günü hepimizi biraraya toplayacak ve sonra aramızda hakla hükmedecektir." Yeftehu, hükmedecek; el-Fet-tah, hükmedici, demektir. Zira Allah hak yolunu açacak ve onu ortaya koyacaktır. Bu hükümden sonra Allah Tealâ hak ve iman ehlini cennete, batıl ve küfür ehlini cehenneme sokacaktır. "O Fettah'tır," en güzel şekilde hük-medicidir. "Alîm'dir" vereceği hükmü, hükmü ve kazasıyla ilgili olan maslahatları gayet iyi bilir.
"Onlara şöyle de: Allah'a nisbet ettiğiniz ortakları bana gösterin bakalım." Putların ibadet edilmeye lâyık olup olmamaları hususunda ortaklık yönünü delille bana bildirin. Bu ayet müşrikleri daha fazla susturmak için hüccetlerin kendi aleyhlerinde ilzam edilmesinden sonra müşriklerin şüpheleri hakkında açıklama talebidir. "Kellâ", muhataptan sâdır olan bir söz veya fiile karşı kesinlikle red kelimesidir. -Asla manasındadır-. Burada anlatılmak istenen husus, müşriklerin Allah Tealâ'nm ortağı olduğuna dair inançlarının kesin ifadeyle reddedilmesidir. "Hayır, bilakis O Azizdir, Hakimdir. " O her şeye karşı tam üstünlük, mükemmel kudret ve mahlûkatını idare etme hususunda göz kamaştırıcı hikmetle tavsif edilmektedir. Dolayısıyla O'nun mülkünde hiçbir ortağı yoktur.
"Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik." Biz seni Arap-Acem bütün insanlara gönderdik.
"Kâffeten" kelimesi ya insanları İslâm'a davet edip küfre engel olma, men'etme anlamındaki "el-keff' kelimesinden; ya da hem tebliğde, hem de uyarıda bulunma görevini birarada yürütme, cem'etme anlamındaki "elkefF' kökündendir. Kelimenin sonundaki "tâ" harfi, mübalâğa içindir. Birincisine göre ayetin manası: Biz seni insanlara kendilerini kuşatıcı umumi bir gönderiliş ile gönderdik, şeklindedir. Zira bu gönderiliş hepsine şâmil, kapsamlı bir gönderilme olunca herhangi bir kimsenin bunun dışında kalması engellenmiş olmaktadır. İkinci manaya göre ayet: Biz seni insanlara tebliğ ve uyarı görevini birarada yerine getiren biri olarak gönderdik, şeklinde anlaşılmalıdır. "Kâffeten" kelimesi "vemâ erselnake" cümlesindeki "kaftan "hal"dir. Bunun "Li'n-nas" kelimesinden hal olarak kabul edilmesi caiz değildir. Çünkü mecrurun harf-i çerden önce gelmesi caiz olmadığı gibi halin hal sahibinden önce gelmesi kabul edilemez.
"Müjdeleyici ve uyarıcı olarak" müminleri cennetle müjdeleyici, kâfirleri azapla uyarıcı olarak "gönderdik. Fakat insanların çoğu" bunu "bilmezler. " Onların bilgisizlikleri kendilerini sana karşı koymaya sevketmektedir. Onlar Allah'ın nezdinde olanları ve peygamberleri gönderme hususundaki kendi menfaatlerini bilmiyorlar.
"Onlar: "Eğer siz doğru sözlü iseniz bu vaad ettiğiniz (kıyamet) ne zaman?" derler." Yani müşrikler son derece bilgisiz olmaları sebebiyle, "Ey Muhammed ve ashabı! Bize vaadde bulunduğunuz bu azap -kıyametin kopması- ne zaman olacak? Eğer samimî ve doğru sözlü kimseler iseniz bunu bize bildirin." derler. Bu hitap Hz. Peygamber (s.a.) ve müminleredir.
"De ki: Sizin için vaad edilen belirli bir gün vardır." Bu da diriliş günü, yahut kıyamettir. "Bundan ne bir an geri kalabilirsiniz, ne de ileri geçebilirsiniz. " Yani size bu vaad edilen zamandan ne geri kalabilirsiniz, ne de bunun önüne geçebilirsiniz. Bilakis bu Allah'ın meydana gelmesini takdir ettiği vakitte hiç şüphesiz olacaktır. Bu onların sorularıyla kastettikleri inatçılık ve yadırgama durumlarına uygun olarak gelen bir tehdit cevabı niteliğindedir. [47]
Allah Tealâ putların v.b. sahte tanrıların kâinatta hiçbir şeye sahip olmadıklarını beyan ettikten sonra, indirdiği yağmur ile semadan, çıkardığı bitkiler ve var ettiği madenler ile yeryüzünden nzık verenin Allah olduğunu müşriklerin itiraf ettiklerini, böylece O'ndan başka ilâh olmadığına inanmak mecburiyetinde olduklarını, bu iki gruptan birinin haklı, diğerinin batıl yolda olduğunu, Allah'ın birliğine dair açık delilin varlığı sebebiyle bu iki gruptan haklı olanın müminler olduğunu, Allah'ın kıyamet günü hak ile hüküm verici olduğunu, kesinlikle bilmelerini; Allah'ın gerçek yaratıcı ve nzık verici olduğunu O'na ortak koşulanların ise, ne bir şey yarattıklarını, ne de rızık verebildiklerini açıkladı. [48]
"Onlara: "Göklerden ve yerden sizi rızıklandıran kimdir1?" de. Sizi rı-zıklandıran Allah'tır."
Ey Rasul! Putlara, heykellere tapan o müşriklere azarlama ve susturma tarzında, "Yağmuru indirmek suretiyle göklerden; bitkiler, madenler v.s. çıkarmak suretiyle yerden size rızık veren kimdir, söyleyin bakalım." de.
Cevap veremezlerse, sizi rızıklandıran Allah'tır, de. Zaten onların bundan başka bir cevapları da yoktur. Diğer ayetlerde ise rızık verenin Allah olduğu şeklinde fiilen cevap verdikleri açıklanmıştır.
Meselâ, Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Onlara şöyle de: "Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? Size kulak ve gözleri bahşeden kimdir? Ölüden diriyi çıkaran, diriden de ölüyü çıkaran kimdir? Bütün işleri düzene koyan kimdir?" "Allahtır", diyeceklerdir. De ki: O halde Allah'tan korkmaz mısınız?" (Yunus, 10/31).
Rızık verici olanın Allah olduğunu itiraf ettiğinize göre, Ondan başka rızık vermeye muktedir olmayan şeylere niçin tapıyorsunuz? Nitekim Cenab-ı Hak onları susturmak ve tekdir etmek üzere şöyle buyurmaktadır: "Onlara: "Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?" de. "O Allah'tır." de. Allah'ı bırakıp kendilerine hiçbir fayda ve zarar veremeyen şeyleri mi dost edindiniz?" (Ra'd, 13/16).
Allah Tealâ daha sonra müşrikleri itiraz edemeyecek hale koyduktan sonra onları gayet hoş bir tarzda Allah'a iman etmeye çağırarak şöyle buyurdu:
"O halde bir hidayet ve apaçık bir sapıklık üzerinde olan ya biziz, yahut sizsiniz, de."
Yani -isterse yaratıcı ve rızık verici olan Allah'ın birliğini kabul eden, sadece Allah'a ibadet eden müminler grubu olsun, isterse yaratmak, rızık vermek, fayda temin etmek ve zarar vermekten aciz olan cansız varlıklara tapan müşrikler olsun- bu iki gruptan her biri hidayet yolu, ya da apaçık bir dalalet üzerindedir. Bu iki gruptan her ikisini de doğrulama imkanı yoktur. Ya biz, ya da siz hidayet, yahut sapıklık üzerindeyiz. Kısaca içimizden biri isabetli ve haklı, diğeri ise hatalı ve batıl yoldadır. Bu üslûp hasmı kendi durumu ile başkasının durumunu incelemeye teşvik etmek için kullanılan lâtif ve edebî bir üslûptur.
Burada "hidayet" kelimesiyle birlikte "alâ" harfinin, "dalalet" kelimesiyle birlikte "fî" harfinin kullanıldığına dikkat edilmelidir. Çünkü hidayete eren sanki yükseklere çıkmış, tırmanmış gibidir. Sapıklığa düşen zulmete dalmış, zulmet içinde boğulmuş gibidir. Sapıklığın apaçık sıfatıyla tavsif edilip hidayetin tavsif edilmemesi ise, hidayetin hakka ulaştıran dosdoğru ve tek yol olması, bunun dışındakilerin tamamının sapıklık olması, bu sapik yollardan bazılarının diğerlerinden daha açık şekilde sapık olması sebebiyledir. Ayette ilk olarak kullanılan "innâ" kelimesiyle başlayan müminlerin vasıflarıyla irtibatlı olması sebebiyle hidayet, dalâletten önce zikredilmiştir.
Allah Tealâ daha sonra iki grup arasındaki ayrımın varlığını, bu her iki grubun diğerinden bağımsız olduğunu suç işleme farazi olarak müminlere nisbet edilmek, müşriklere de yaptıkları nisbet edilmek suretiyle iki defa gayet hoş ifade kullanma yoluyla şöyle buyurdu: "Onlara şöyle de: Ne siz bizim işlediğimiz suçlardan sorumlu olacaksınız, ne de biz sizin işlediklerinizden sorumlu olacağız." Ey Rasul, aynı zamanda müşriklere şöyle de: ibadetimiz ve taatimiz Allah için bir suç ise, siz bizden sorumlu değilsiniz. Biz de hayır veya şer olarak işlediklerinizden sorumlu değiliz. Bunun manası, onlardan berî olduğunu ifade etmektir. Ne siz bizdensiniz, ne de biz sizdeniz. Bilakis biz sizi Allah'ın birliğine ve sadece O'na ibadet etmeye çağırıyoruz. Bu çağrıya icabet ederseniz; siz bizdensiniz, biz de sizdeniz. Eğer yüzçevirirseniz ve Hakk'ı yalanlarsanız; o durumda biz sizden beriyiz, siz de bizden berisiniz. Nitekim bu manada Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "(Ey Muhammedi) Onlar seni yalanlarlarsa, onlara şöyle de: Benim yaptığım bana, sizin yaptığınız da sizedir. Siz benim yaptıklarımdan uzaksınız. Ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım." (Yunus, 10/41).
Bundan sonra Cenab-ı Hak hesap görme, sevap ve azap hususunda inceleme ve tefekkürü vurgulamak için vereceği karar ve hükümle müşrikleri uyararak şöyle buyurdu:
"Onlara şöyle de: Rabbimiz kıyamet günü hepimizi biraraya toplayacak ve sonra aramızda hakla hükmedecektir. O Fettah'tır (en güzel hükme-dicidir), Alîm 'dir (her şeyi hakkıyla bilendir)."
Ey Rasul! Yine onlara de ki: Şüphesiz ki Rabbimiz bizi hesab günü bir sahada hepimizi toplayacak, sonra da aramızıda hak ve adaletle hükmedecektir. Allah hakla hükmeden âdil bir hakimdir, bütün durumların ve işlerin hakiki yönlerini ve maslahat gibi hikmetlerini de en iyi bilendir. O herkese amelinin karşılığını hayırsa hayır, serse şer olarak verecektir. İşte o gün izzet, nusret ve ebedî saadetin kimin olduğunu bileceksiniz.
Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Kıyamet koptuğu gün, işte o gün müminlerle kâfirler birbirlerinden ayrılırlar. İman edip salih ameller işleyenler, işte onlar cennette nimetlendirilip mesrur olurlar. İnkâr edip ayetlerimizi ve ahirette benim huzuruma çıkmayı yalanlayanlar, işte onlar cehennem azabına getirilirler." (Rum, 30/14-16).
Cenab-ı Hak, daha sonra Allah'a ortak koşulan şeylerin açıkça gösterilmesi talebiyle ve bunların kudret sahibi olmadıkları gerçeğiyle müşriklere karşı meydan okuyarak şöyle buyurdu:
"Onlara şöyle de: Allah'a nisbet ettiğiniz ortakları bana gösterin bakahm. Hayır! Bilakis O, Azizdir (her şeye galiptir), Hakimdir (sonsuz hikmet sahibidir)."
Ey Peygamber! O müşriklere gerçekleri apaçık ortaya koyacak bir söz olarak şöyle de: Allah'a ortak koştuğunuz, Allah'ın dengi, benzeri ve ortağı kıldığınız bu tanrıları bana gösterin de, onları ve neye güçlerinin yeteceğini göreyim. Hak açıktır ve durum hiç de sizin iddia ettiğiniz gibi değildir. Hayır, bu ortaklık iddiasından vazgeçin. Allah'ın hiçbir benzeri, ortağı ve dengi yoktur. O bir olan, tek olan, uluhiyette yegâne olan, hiçbir ortağı bulunmayan, her şeyi ezici güce sahip ve her şeye galip olan izzet sahibidir. Fiillerinde, sözlerinde, dininde ve kaderinde sonsuz hikmet sahibi olup bundan üstün hiçbir şey olamaz.
Bu sorgulama ile mabuda sadece zararları gidermek ya da fayda temin etmek için tapan sıradan insanların hedeflerine uygun olarak "De ki: Göklerden ve yerden sizi kim rızıklandırır?" ayetiyle, ortak kılınan şeylerin fayda temin etme kabiliyetlerinin olmadığını beyan ettikten sonra, bu ortakların zararları engellemedeki faydasızlıklarınm da beyan edilmesi istenmiştir. Üstün seviyedeki kimselere gelince, bunlar Allah'a, sadece ibadete lâyık tek varlık olduğu için ibadet ederler. Böyleleri için fayda temin etme, yahut zararları engelleme arzu ve hedefi ana hedef değildir.
Allah Tealâ tevhidi isbat ettikten sonra İslâm'ın ırkçı bir eğilimi bulunmayan ve sadece Araplara mahsus olmayan, bütün insanlara ait umumi bir risalet olduğunu açıklamak üzere şöyle buyurdu:
"Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler."
Yani ey Peygamber! Biz seni sadece kavmin olan Araplara göndermedik; bilakis Arabi, Acemi, siyahı, beyazı ile bütün insanlara, Allah'a itaat edene cenneti müjdeleyici ve Ona isyan edeni cehennemle uyarıcı olarak gönderdik.
Nitekim Cenab-ı Hak başka bir ayette şöyle buyuruyor: "De ki: Ey insanlar! Ben Allah'ın sizin hepinize -gönderdiği- elçisiyim." (A'raf, 7/158). Yine şöyle buyuruyor: "Alemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed'e hakkı batıldan ayıran Kur'an 'ı indiren Allah yüceler yücesidir." (Furkan, 25/1).
Buhari ve Müslim'in Sahih'lerinde Cabir (r.a.)'den merfû olarak rivayet ediliyor ki: "Bana benden önceki hiçbir peygambere verilmeyen beş şey verildi. Bunlardan biri: Peygamberler sadece kavimlerine has olarak gönderilirlerdi. Ben ise bütün insanlara gönderildim." Yine sahih hadiste buyuruluyor ki: "Ben hem esmerlere, hem de kızıl renklilere gönderildim."
Ancak insanların çoğu ne bu risaletin umumi olduğunu, ne de müjdeleme ve uyarma görevini, ne de içinde bulundukları sapıklık ve bilgisizliğin tehlikesini, ne peygamberlerin gönderilmesinin faydasını, ne de Allah nez-dindeki mükâfatı bilmektedirler.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Sen ne kadar yürekten dilesen de, insanların çoğu iman etmezler." (Yusuf, 12/116); "Eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar." (Enam, 6/116).
Tevhidi ve risaleti beyan ettikten sonra Cenab-ı Hak haşri zikretti. Kâfirlerin kıyametin kopmasını uzak bir ihtimal olarak gördüklerini bildirdi ve bunlara şu ayetle cevap verdi:
"Onlar, "Eğer siz doğru sözlü iseniz, bu vaad ettiğiniz (kıyamet) ne zaman?" derler." Yani müşrikler alaylı bir tarzda, inatla ve bilgisizce: Ey Mu-hammed! Ey müminler! Bize vaadde bulunduğunuz bu kıyamet kopma vaadi ne zaman? Eğer siz sözünüzde sadık kimselerseniz, bize bunu bildirin.
Bu ayet tıpkı şu ayet gibidir: "Kıyamet gününe iman etmeyenler, kıyametin acele olarak kopmasını isterler. İman edenler ise, ondan korkarlar ve onun bir gerçek olduğunu bilirler." (Şûra, 42/18).
Bunun cevabı ise şudur: "De ki: Sizin için vaad edilen belirli bir gün vardır. Bundan ne bir an geri kalabilirsiniz, ne de ileri geçebilirsiniz."
Ey Rasul! Onlara şöyle de: Sizin için belirli bir vadesi olan, hiçbir şüphe bulunmayan bir vaad günü vardır. Bu, diriliş ve kıyamet günüdür. Bu günden bir an geri kalamazsınız, ileri de geçemezsiniz. Ne artırılır, ne de eksiltilir. Bilakis bu vaad Allah'ın meydana gelmesini takdir ettiği vakitte hiç şüphesiz olacaktır. Bu ifadede yeterli uyarı yapılmaktadır. [49]
Bu ayetler şu hususları göstermektedir:
1- Allah Tealâ asla başkası kabul edilemeyecek bir gerçeklik olarak ve bizzat müşriklerin itiraflarıyla göklerde olan yağmur, güneş, ay ve yıldızlar dolayısıyla meydana gelen rızıkların ve diğer menfaatlerin, yerden su ve bitki vasıtasıyla çıkan rızıkların yaratıcısıdır. Rızık verici ve yaratıcı olması sebebiyle Allah ibadet edilmeye lâyık tek varlıktır. Sıradan insanlar Allah'a ilah olduğu için değil, sadece Ondan birşeyler talep etmek için, ya zararı engellemek, yahut fayda temin etmek için ibadet ederler.
2- Hak tektir, birden fazla olamaz. Dolayısıyla bütün müminlerin ve müşriklerin hidayet ve sapıklık hususunda aynı durumda olmaları makul değildir. Bilakis bu ikisi birbirleriyle çelişkili ve birbirlerine zıt durumdadırlar. Bu iki gruptan biri hidayettedir. Bu grup, müminlerin grubudur. Diğeri ise sapıktır. Bu grup ise, müşrikler grubudur.
Kur'an, açıkça yalan ifadesi kullanmaktan daha güzel bir üslûpla bunları yalanlamaktadır. Bu da müşriklerin kendilerine göklerden ve yerden nzık verene ortak koşmalanyla sapıklığa düşmüş oldukları gerçeğidir.
Zira "Bir hidayet ve apaçık sapıklık üzerinde olan ya biziz, yahut sizsiniz." ayeti tıpkı "Ben böyle yapıyorum, sen de şöyle yapıyorsun. İkimizden biri hatalıdır." demek gibidir. Halbuki kimin hatalı olduğu bellidir. Tartışan iki kişiden biri diğerine: Bu söylediğin yanlıştır. Bu hususta sen hatalısın, dese; karşı taraf kızacak, kızınca da düşünce dengesi bozulacak ve yanlış anlama meydana gelecektir.
3- Allah Tealâ müminlerle müşrikler arasında uzlaşma ve anlaşma meydana getirmiştir. Rasulullah da onlara: Ben size çağrıda bulunduğum bu dinle sizin için hayır murad ediyorum. Yoksa sizin küfretmenizin bana zararı dokunacak değildir. Bu iki gruptan biri diğerinden sorumlu tutulmayacak; ne müşrikler müminlerin amellerinden sorumlu olacak, ne de müminler müşriklerin işlediklerinden sorumlu olacaktır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Sizin dininiz size, benim dinim bana." (Kâfinin, 109/6).
4- Allah Tealâ kıyamet günü iman ehliyle şirk ehlini birarada toplayacak, sonra da aralarında hak ve adaletle hükmedecektir. Hidayet üzere olanlara sevap verecek, sapıklık içinde olanları ise cezalandıracaktır. Allah hakla hükmeden, mahlukatınm durumlarını gayet iyi bilendir.
5- Müşriklere sorulacak: Allah'a ortak koştuğunuz putları ve heykelleri bana tanıtın, bakalım. Bunların bir şeyi yaratma hususunda iştirakleri oldu mu? Bunlar nedir, açıklayın. Aksi takdirde ne diye onlara tapıyorsunuz?
Doğrusu şudur ki, durum müşriklerin iddia ettiği gibi değildir. Allah'ın ortakları yoktur. Bilakis O, ezici güce sahip, herşeye galip, izzet sahibidir. Sözlerinde ve fiillerinde hikmet sahibidir. O maslahata uygun olanı yapmaktadır.
6- Hz. Peygamber (s.a.)'in risaleti bütün insanlığa umumi bir risalet-tir. Sadece Araplara mahsus değildir. Hz. Peygamber (s.a.)'in görevi Allah'a itaat edenleri cennetle müjdelemek, Ona isyan edenleri ise cehennemle korkutmaktır. Fakat insanların çoğu -yani müşrikler- Allah nezdindeki şeyleri bilemezler.
7- Müşrikler alaylı bir tarzda, inatçılıkla ve tacizde bulunmak için müminlere soru şeklinde şöyle derler: Eğer siz haber vermede doğru sözlü kimselerseniz, kıyametin kopmasıyla ilgili bize verdiğiniz vaad ne zaman?
Allah Tealâ onlara şöyle cevap verir: Ey Muhammed onlara de ki: Sizin için belirli bir buluşma günü olacaktır. Bu diriliş günü, yahut kıyamet günüdür. Bu günün vakti belirlenmiştir. Bu günden ne ileri geçebelirsiniz, ne de geri kalabilirsiniz. Bu hiç şüphesiz gelecektir. Bunun ilmi Allah nez-dinde olup mahlukatından hiçbir kimseye bunu bildirmemiştir. [50]
31- İnkâr edenler: "Biz bu Kur'an'a ve ondan önceki kitaplara asla inanmayacağız." dediler. Sen o zalimlerin, Rablerinin huzurunda dururken birbirlerini suçlayarak söz attıklarını bir görmelisin! Zayıflar büyüklük taslayanlara: "Siz olmasaydınız, biz mutlaka iman etmiş kimseler olacaktık." derler.
32- Büyüklük taslayanlar da zayıflara: "Size hidayet gelince sizi ondan biz mi alıkoyduk? Hayır, siz suçlu kimselerdiniz." derler.
33- Zayıflar büyüklük taslayanlara: "Bilakis sizin gece gündüz tuzaklar kurmanız (bizi alıkoydu). Çünkü siz bize Allah'ı inkâr etmemizi ve O'na ortaklar koşmamızı emrediyordunuz." derler. Onlar azabı görünce pişmanlıklarını gizlerler. Biz de inkâr edenlerin boyunlarına demir halkaları takarız. Onlar yaptıklarından başka bir şeyin mi cezasını çekerler?
"Sen o zalimlerin, Rablerinin huzurunda dururken ... görmelisin." Dehşeti ifade etmek için cevap hazfedilmiştir. Yani, onların durumlarını görseydin, korkunç ve dehşetli bir durum görürdün.
"İstekberû=büyüklük taslayanlar" ve "istad'afû zayıflar" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.
"Bilakis sizin gece gündüz tuzaklar kurmanız ..." ifadesinde "mekrtu-zak" kelimesi mecaz-i aklî yoluyla geceye isnad edilmiştir. Yani geceleyin meydana gelen tuzak demektir.
"... biz mi alıkoyduk?" cümlesi inkâr manasında bir sorudur. [51]
Mekke halkından "İnkâr edenler:" öldükten sonra dirilmeyi inkâr ettikleri için "Biz bu Kur'an a ve" öldükten sonra dirilişi anlatan Tevrat ve İncil gibi "ondan önceki kitaplara asla inanmayacağız, dediler."
Ya Muhammedi "Sen o zalimlerin" o kâfirlerin "Rablerinin huzurunda dururken" hapsedildiklerini ve hesap görme makamında bekletildiklerini "birbirlerini suçlayarak söz attıklarını bir görmelisin!"
"Zayıflar" halk "büyüklük taslayanlara" yöneticilere: "Siz olmasaydınız," sizin saptırmanız, bizi iman etmekten alıkoymanız olmasaydı, "biz mutlaka" Allah'a "iman etmiş" Rasulünü ve kitabını tasdik etmiş "kimseler olacaktık, derler."
"Büyüklük taslayanlar zayıflara" cevap vererek ve onların söylediklerini reddederek: "Size hidayet gelince sizi ondan biz mi alıkoyduk?" Biz mi engel olduk? "Hayır, siz suçlu" küfürde ısrar eden, suçları ve günahları çok "kimselerdiniz, derler."
"Zayıflar büyüklük taslayanlara:" onların cevaplarını reddetmek için ve kendilerine nisbet ettikleri imandan alıkoyma ithamlarını reddetmek için "Bilakis sizin gece gündüz tuzaklar kurmanız" bizi alıkoydu. Yani suçlu olmamız hidayetten alıkoymadı. Bilakis sizin gece gündüz bize tuzak kurmanız ve bizi sürekli küfre davet etmeniz, bizi buna şevketti. "el-Mekr" hile, tuzak, komplo demektir. "Çünkü siz bize Allah'ı inkâr etmemizi ve O'na ortaklar koşmamızı emrediyordunuz, derler." "Onlar azabı görünce pişmanlıklarını gizlerler." Yani iki grup işledikleri küfürden dolayı pişmanlıklarını gizlemişler ve bunu başkalarından saklamışlardı. "Biz de inkâr edenlerin boyunlarına demir halkaları takarız." Bu ifadede kâfirleri zemmetmek için zamir yerine açık ifade "kâfirler" kelimesi kullanılmıştır. "Onlar yaptıklarından başka bir şeyin mi cezasını çekerler?" Yani onlar sadece dünyadaki amellerinin cezası olarak ceza çekerler. Ya da onlara yapılan, sadece amellerinin karşılığıdır. "Yüczevne" kelimesinin müteaddi olarak kullanılması, ya "yüczâ" kelimesinin "yukdâ" manasını tazmin etmesi, ya da harf-i cerrin kaldırılması sebebiyledir. [52]
Allah Tealâ kâfirlerin tamamını inkâr ettikleri "tevhid, risalet ve haşr" konularını açıkladıktan sonra müşriklerden bir grubun Kur'an'ı, eski semavî kitapları ve bu kitaplarda isbat edilen diriliş, haşr, hesap ve ceza görmeyi inkâr ettiklerini zikretti. Sonra da insanları saptıran yöneticiler ile bunların sapık tabirleri arasındaki sert tartışmadan bir tabloyu nakletti ve onların dünyadaki amellerinden dolayı karşılaşacakları cezanın şeklini açıkladı. [53]
Kâfirlerin tuğyan ve inatçılıklarında devam etmelerinin bir örneği Kur'an-ı Kerime ve onun haber verdiği ahiret hayatına inanmamakta ısrar etmeleridir. Cenab-ı Hak buyuruyor ki:
"İnkâr edenler: "Biz bu Kur'an'a ve ondan önceki kitaplara asla inanmayacağız." dediler." Yani Mekke ve Mekke dışındaki müşrik Araplardan bir grup: Biz ne bu Kurana, ne bundan önceki Tevrat ve İncil gibi semavî kitaplara, ne de bu kitapların ihtiva ettiği diriliş, haşr, hesap ve ceza görme gibi ahiret meselelerine asla inanmayacağız, dediler. Ayetin manası şudur: Kâfirler Kur'an'ın Allah Tealâ tarafından indirildiğini ve Kur'an'ın dirilişe ve hakikaten ceza verileceğine delâlet etmiş olmasını inkâr etmektedirler.
Allah Tealâ daha sonra inkarcıların ahiretteki son durumlarını ve varacakları yeri ve aralarındaki konuşmaları haber vermek üzere Rasulüne veya muhatabına hitaben şöyle buyurdu:
"Sen o zalimlerin, Rablerinin huzurunda dururken birbirlerini suçlayarak söz attıklarını bir görmelisin!" Yani ey Rasulüm! Kâfirlerin hesap makamında zelil, hor ve perişan vaziyette dururken birbirleriyle tartıştıklarını, birbiriyle mücadele ettiklerini ve kendi aralarında kınama ve azarlamayla birbirlerine sataştıklarını görsen, gayet acaip ve korkunç bir durumu görmüş olursun.
Karşılıklı konuşma şekli ise şöyle idi:
"Zayıflar büyüklük taslayanlara: "Siz olmasaydınız, biz mutlaka iman etmiş kimseler olacaktık." derler." Yani ezilen zayıf kimseler dünyada iken büyüklük taslayan yöneticilere: Sizin bizi Allah'a iman ve Rasulüne uymaktan alıkoymanız olmasaydı, biz Allah'a iman eden, Rasulünü ve kitabını tasdik eden kimseler olurduk, derler.
Kibirli yöneticilerin onlara cevabı ise şu şekilde idi. "Büyüklük tasla-yanlar da zayıflara: "Size hidayet gelince sizi ondan biz mi alıkoyduk? Hayır, siz suçlu kimselerdiniz." derler." Yani dünyadaki kibirli yöneticiler zayıf bırakılan ezilen halka, bu söylediklerini reddederek şöyle derler: Size Allah nezdinden hidayet geldikten sonra sizi imandan ve hidayet yoluna tâbi olmaktan biz mi alıkoyduk? Hayır, bilakis siz küfür üzerine ısrar etmeniz, cürüm ve günaha dalmanız sebebiyle kendi kendinize engel oldunuz.
Zayıflar onlara cevap verir. "Ezilenler büyüklük taslayanlara: "Bilakis sizin gece gündüz tuzaklar kurmanız (bizi alıkoydu). Çünkü siz bize Allah'ı inkâr etmemizi ve O'na ortaklar koşmamızı emrediyordunuz." derler." Yani halk kendilerini saptıran idarecilere ve liderlerine: Bilakis bizi iman etmekten alıkoyan şey sizin gece-gündüz tuzaklar kurmanızdır. O zaman siz bizden Allah'ı inkâr üzerine devam etmemizi, ulûhiyet ve ibadet hususunda eş ve benzerleri ortak kılmamızı istiyordunuz.
Cenab-ı Hak daha sonra iki tarafın akıbetini zikrederek şöyle buyurdu: "Onlar azabı görünce pişmanlıklarını gizlerler. Biz de inkâr edenlerin boyunlarına demir halkaları takarız." Yani yöneticiler ve halktan her biri geçen inkarcılık sebebiyle pişmanlıklarını gizlerler. Kınanma korkusuyla bunu başkalarından saklarlar. Kendilerini kuşatan azapla karşılaştıkları zaman hepsinin yüzlerinde pişmanlık belirmektedir. O zaman da biz ellerini boyunlarına bağlayan zincirlerle onları cehenneme atarız.
Bundan sonra Allah Tealâ bu cezanın âdil olduğunu bildirerek şöyle buyurdu: "Onlar yaptıklarından başka bir şeyin mi cezasını çekerler?" Yani biz onlara ve benzerlerine amelleriyle ceza veririz. Herkes durumuna göre ve işlediği Allah'a şirk koşma ve günah sebebiyle cezalandırılır. Zalim yöneticilere kendilerine uygun azap verilecek, onlara tâbi olanlara da durumlarına uygun azap verilecektir. "Rabbin kullarına zulmedici değildir." (Fus-sılet, 41/46). [54]
Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:
1- Kureyş kâfirleri öldükten sonra dirilme, haşr, hesap ve ceza gibi gaybî hususları ihtiva eden Kur'an ve diğer semavî kitaplara inanmayacaklarını ilân ettiler.
2- Allah Tealâ kıyamet günü onların zillet içinde olma ve horlanma durumlarını bildirdi. Onlar hesap görülme makamında durdurulacaklar, dünyada birbirleriyle samimi dost ve birbirlerine destek iken o gün birbirlerine kınama ve azarlama şeklinde sözle sataşacaklardır. Zalimlerin bu halde bekletildiklerini görsen gayet şaşırtıcı bir durum görmüş olursun.
3- Liderler ile onlara tâbi olanlar arasındaki konuşma şiddetli ve sert olacaktır. Adamları efendilerine: Siz bizi şaşırtmış ve saptırmış olmasaydınız, biz Allah'a, Rasulüne ve müminlere iman eden kişiler olacaktık, diyeceklerdir. Sapıklığa düşüren, azarlanmaya daha lâyık olduğu için söze onunla başlanmıştır.
Liderler ve başkanlar ise ezilen, güçsüz halkın ithamlarını reddederek: Size Allah tarafından hidayet geldikten sonra, ne biz sizi hidayetten çevirdik, ne de sizi zorladık. Bilakis asıl siz küfür üzerinde ısrar eden müşrikler oldunuz.
Halk da onlara daha beliğ ve daha güçlü bir cevap verdiler: Sizin gece-gündüz komplolarınız, hileleriniz ve gayretleriniz bizi Allah'a ve Rasulüne iman etmekten alıkoydu. Daima planlı ve sürekli propagandanız sebebiyle sizin bu durumunuz bizi küfre şevketti. Siz bize Allah'ı inkâr etmeyi ve Allah'a eş, ortak ve benzerler koşmamızı emrediyordunuz.
Azap gelip de karşılıklı konuşmalardan ümit kesilince her iki taraf da pişmanlıklarını gizlediler, kınanma korkusuyla pişman olduklarını sakladılar. "Ve eserru'n-nedâme" cümlesinin manası budur.
Bir başka görüşe göre "İsrar" açığa vurmak demektir. "Ve-eserrû", pişman olduklarını açıkça belirttiler, demektir. Zira bu fiil "ezdad: birbirine zıd anlamlar içeren" kelimelerdendir, hem gizleme, hem de açığa vurma manasında kullanılmaktadır.
4- Liderler ve adamlarından meydana gelen iki grup ve diğer kâfirlerin cezası demir halkaların cehennemde boyunlarına geçirilmesidir. Bu hak ve adalet cezasıdır. Bu kimseler sadece Allah'a şirk koşma, günah ve isyan gibi dünyadaki amelleri sebebiyle ceza görmektedirler. [55]
34- Biz herhangi bir ülkeye bir uyarıcı göndermişsek, oranın zengin ve şımarık ileri gelenleri mutlaka: "Biz sizin getirdiklerinizi inkâr ediyoruz." demişlerdir.
35- "Mal ve evlâdı çok olan bizleriz. Biz azap görmeyiz." demişlerdir.
36- Sen onlara şöyle de: "Şüphesiz benim rabbim dilediğinin rızkını genişletir, dilediğinin rızkını daraltır. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler."
37- (Ey insanlar!) Sizi bize yaklaştıracak olan ne mallarınız, ne de evlâtlarınızdır. Ancak iman edip sa-lih amel işleyen bunun dışındadır. İşte onlar için yaptıklarına karşılık kat kat mükâfat vardır. Onlar cennetin yüksek köşklerinde emniyet ve huzur içindedirler.
38- Ayetlerimiz hususunda bizi âciz v. bırakmaya çalışanlar, işte onlar azaba celbedilirler.
39- Sen onlara şöyle de: "Şüphesiz ki Rabbim kullarından dilediğinin rızkını genişletir ve dilediğinin rızkını daraltır. Allah rızası için ne harcarsanız Allah onun karşılığını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır."
Son ayetteki "yebsütu: genişletir" ve "yakdiru: daraltır" kelimeleri arasında tezat sanatı yapılmıştır.
"Sizi bize yaklaştıracak olan ne mallarınız, ne de evlâtlarınızdır." ayetinde hakkın gerçekleştirileceği hususunda son derece kesin ifade kullanmak için 3. şahıstan 2. şahısa geçiş (iltifat) sanatı yapılmıştır. Ayrıca ayetin üslûbunun delâlet etmesi sebebiyle hazif yoluyla îcaz yapılmıştır. İkinci cümlenin haberinin delâlet etmesi sebebiyle, birinci cümlenin haberi hazfe-dilmiştir. Yani mallarınız sizi yaklaştırmaz, evlâdınız da sizi yaklaştırmaz, demektir. "Emvâlüküm" kelimesinden sonra, "billetî tukarribüküm" ifadesi daha sonra aynen zikredileceği için hazfedilmiştir.
"Ancak iman edip salih amel işleyen..." cümlesi ile "Ayetlerimiz hususunda bizi âciz bırakmaya çalışanlar" cümlesinde iyilerle kötüler arasında mukabele sanatı yapılmıştır.
"Kâfirûn", "lâ-ya'lemûn", "âminûn" ve "muhdarûn" kelimelerinde kulağa güzel tesir bırakacak şekilde kelime sonlarında ses uyumu (seci) vardır. [56]
"Biz herhangi bir ülkeye", bir ülke halkına onları uyaracak, onları Allah'ın cezasından sakındıracak "bir uyarıcı göndermişsek, oranın zengin ve şımarık ileri gelenleri" ve şer liderleri "mutlaka: Biz sizin getirdiklerinizi inkâr ediyoruz." gönderildiğiniz tevhid ve iman hususunda sizi yalanlıyoruz, "demişlerdir."
"Mal ve evlâdı çok olan bizleriz. Biz azap görmeyiz, demişlerdir." Onlar kendilerine tahmin ettikleri ahiretin durumu ile dünyanın durumunu karşılaştırmışlardı. Onlar kendileri, Allah nezdinde değerli kimseler olmasalardı, Allah kendilerine rızık vermezdi; müminler de Onun için önemsiz olmasaydı, onları mahrum etmezdi.
"Sen onlara şöyle de: Şüphesiz benim Rabbim dilediğinin rızkını genişletir," dilediği kimse için imtihan olmak üzere rızkını bol.'aştırır, "dilediğinin rızkını daraltır." dilediğine de bir belâ ve deneme olarak rızkı az verir. "Fakat insanların çoğu bunu bilmezler." Onlar mal ve evlâd çokluğunun, kendilerinin şerefli ve değerli olmalarından ileri geldiğini zannediyorlardı. Halbuki bu durum çoğunlukla istidrac (Allah huzurunda hiçbir hak ve bahane ileri sürmemeleri için Allah'ın kâfirlere verdiği olağanüstü imkân ve nimetler vermesi) içindi.
"Sizi bize yaklaştıracak olan ne mallarınız, ne de evlâtlarınızdır. Ancak" sadece "iman edip salih amel işleyen bunun dışındadır. İşte onlar için yaptıklarına karşılık kat kat mükâfat vardır." İyi ameller için kat kat, yani bire on veya daha fazla mükâfat verilecektir.
Reddetmek ve ta'n etmek suretiyle Kurandaki "Ayetlerimiz hususunda bizi âciz bırakmaya çalışanlar" bizi geçeceklerini zannederek bizimle yarışanlar, bize üstünlük sağlamaya gayret edenler, "işte onlar azaba celbe-dilirler." Zebaniler hiçbir kaçma ve sığınma imkânı bulmaksızın onları cehenneme getirirler.
"Allah rızası için ne harcarsanız" Allah'ın kitabında emrettiği ve Rasulünün (s.a.) beyan ettiği hayırları işleme hususunda herhangi bir harcamada bulunursanız, "Allah onun karşılığını verir." Yani ya dünyada, ya da ahirette size onun bedelini verir. "O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." Zira insanlar sadece vasıtalardan ibarettir. Kullar birbirlerine rızık verseler de, bu sadece Allah'ın lutfu ve takdiriyledir. İnsanlar gerçekte rızık verici değildirler. Gerçek rızık verici, Allah Tealâ'dır. [57]
"Biz herhangi bir ülkeyi..." ayetinin (34. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak İbnü'l-Münzir ve İbni Ebî Hatim, Ebû Rezîn'den naklediyorlar: İş ortağı iki arkadaş vardı. Biri Şam'a gitmiş, diğeri memleketinde kalmıştı. Peygamberimiz (s.a.) peygamber olarak gönderildiğinde arkadaşına mektup yazıp ne yaptığını sordu. Arkadaşı ona Peygambere Kureyş'ten sadece basit kimselerin ve fakirlerin tâbi olduğunu yazdı. Şam'daki arkadaşı ticaretini terketti. Sonra arkadaşına geldi. Ona:
- Bana Peygamberi göster, dedi. Bu kişi eski din kitaplarını okuyan biriydi. Sonra da Peygamberimize geldi. Ona hitaben:
- Neye çağrıda bulunuyorsun? diye sordu. Peygamberimiz:
- Şuna... Şuna... diye cevap verdi. O zat:
- Ben şehadet ediyorum ki sen Allah'ın Rasulüsün, dedi. Peygamberimiz (s.a.):
- Bunu sana bildiren nedir? dedi. O zat:
- Hangi peygamber gönderilmişse, insanların basitleri ve fakirleri ona tâbi olmuşlardır, dedi.
Bunun üzerine 34. ayet indi: "Biz herhangi bir ülkeye bir uyarıcı gön-dermişsek, oranın zengin ve şımarık ileri gelenleri mutlaka: "Biz sizin getirdiklerinizi inkâr ediyoruz." demişlerdir."
Peygamberimiz (s.a.) de o zata haber göndererek: "Allah senin söylediklerini tasdik etmek üzere bu ayeti indirdi." dedi. [58]
Allah Tealâ müşriklerin Kur'an'ı ve Kur'an'dan önceki kitapları yalandıklarını beyan ettikten sonra kavminin kendisine muhalefet etmesine karşılık Rasulünü teselli etti. Yalanlamayı mal ve evlât çokluğuna güvenen şımarık zenginlere tahsis etti. Çünkü böbürlenme ve kibirlenmenin sebebi dünyanın ziynetleriyle övünmek ve şehvetlere dalmak ve bunlardan nasibi olmayan kimseleri basite almaktır. Bu bütün ümmetlerde genel bir durumdur. Zira kâfirlerin peygamberlere eziyette bulunması yeni bir olay değildir.
Cenab-ı Hak zenginlik ve fakirliğin iman ve küfürle ilişkili olmadığını beyan ederek kâfirlerin bu konudaki iddialarını çürüttü. Zira sadece Allah'ın bildiği hikmet ve maslahat gereği bazan kâfir ve facir kimseye rızık verilebilir, mümin mahrum bırakılabilir, bazan da tersi olabilir. Âdil karşılık ise ancak ahirette olup takva sahipleri cennet köşkleriyle mükâfatlandırılır, Allah yoluna engel olan kâfirler ise cehennem ateşine sürülürler. [59]
Allah kavminin davetinden yüz çevirmesinden dolayı Peygamber'ine tesellide bulunmakta, ona önceki peygamberleri örnek almasını emretmekte ve kendisine herhangi bir ülkeye bir peygamber göndermişse oranın şımarık zenginlerinin onu yalanladığını, zayıfların ona uyduğunu bildirmekte ve şöyle buyarmaktadır:
"Biz herhangi bir ülkeye bir uyarıcı göndermişsek, oranın zengin ve şımarık ileri gelenleri mutlaka: "Biz sizin getirdiklerinizi inkâr ediyoruz." demişlerdir." Yani biz bir ülke halkına onları uyaracak ve onları Allah'ın azabından korkutacak bir rasul veya nebi göndermişsek oranın zenginleri, büyükleri, nimet sahipleri ve oradaki şer liderleri: Biz sizinle gönderilen Allah'ın birliği, Allah'a iman, çok tanrıları reddetme esaslarını yalanlıyoruz. Biz size iman etmiyoruz, size uymuyoruz, demişledir.
Bu ayetin benzerleri çoktur. Bunlardan biri "Böylece biz her ülkenin ileri gelenlerini suçlular yaptık ki orada tuzaklar kursunlar..." (En'am, 6/123) ayeti, bir diğeri de "Biz bir ülkeyi yok etmeyi dilediğimizde oranın zevk düşkünlerine hakka uymalarını emrederiz. Fakat onlar dinlemeyip yoldan çıkarlar. Artık o ülke yok olmayı hak eder. Biz de orayı tamamen helak ederiz." (İsra, 17/16) ayetidir.
Onların inkârlarının delilleri de mallan ve çocuklarıyla övünmeleridir. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Mal ve evlâdı çok olan bizleriz. Biz azap görmeyiz, demişlerdir." Yani kâfir zenginler peygamberler ve onlara tâbi olan müminlere şöyle dediler: Allah dünyada mal ve evlâtlarla bizi sizden üstün kıldı. Halbuki sizler fakir ve zayıfsınız. Bu bizim ayrıcalığımızın ve övünmemizin delilidir. Bu Allah Tealâ'nın bizi sevdiğinin ve bizden razı olduğunun, bizim üzerinde bulunduğumuz dinî hayattan razı olduğunun delilidir. Allah bize dünyada bunları vererek ihsanda bulunup sonra da ahirette bize azap edecek değildir.
Fakat bu bakış son derece hatalıdır, batıl bir kıyastır. Zira malla desteklenme genellikle "istidrac" şeklinde olmaktadır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlar kendilerine mal ve oğullar lütfederken iyiliklerine koştuğumuzu mu zannediyorlar1? Hayır, onlar işin farkında değiller." (Müminûn, 23/55-56). Bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Allah bunlarla dünya hayatında onlara azap etmeyi ve canlarının kâfir olarak çıkmasını diler." (Tevbe, 9/55).
Burada Allah onlara cevap verip hatalarını beyan ederek şöyle buyurdu: "Sen onlara şöyle de: Şüphesiz benim Rabbim dilediğinin rızkını genişletir, dilediğinin rızkını daraltır." Yani ey Rasulüm! Onlara şöyle de: Şüphesiz ki Allah malı sevdiğine de, sevmediğine de verir. Dilediğini zengin kılar, dilediğini fakir kılar. Bu durum ne genişlettiği kimseyi sevdiği için, ne de daralttığı kimseye buğzettiği içindir. Sadece bu konuda O'nun sonsuz tam hikmeti bulunmaktadır. Zira dünya Allah'ın terazisinde hiç hükmündedir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.) Tirmizî'nin Sehl b. Sa'd'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şöyle buyurmaktır: "Dünya Allah nezdinde bir sivrisineğin kanadına denk olsaydı, ondan kâfire bir yudum su bile içirmezdi."
"Fakat insanların çoğu bunu bilmezler." Yani insanların çoğu Allah'ın kâinattaki kanunlarının gerçek yönünü bilmezler. Dolayısıyla rızık meselesinde ahiret hayatının dünya hayatına kıyas edilmesi açık bir yanlışlık, ya da açık bir polemiktir. Zira Allah istidrac olmak üzere isyankâra da, kâfire de verebilir, imtihan ve deneme için, sabredip de Allah nezdindeki hasenatının artması için itaatkârı ve mümini mahrum bırakabilir.
Böylece şımarık zenginlerin, imkân ve nimetin ölçüsünün şeref ve itibar olduğu, fakirliğin sebebinin de Allah nezdindeki değersizlik ve zillet olduğu şeklinde iddia ettikleri hususun Allah Tealâ'nm takdirinde asla gerçek yönü olmadığı ve aslı bulunmadığı ortaya çıkmaktadır.
Allah Tealâ daha sonra kendi nezdindeki yakınlığın ölçüsünü beyan etti. Buna çok mal ve evlât sahibi olmakla değil, ancak iman ve salih amelle erişmenin mümkün olduğunu açıklayarak şöyle buyurdu:
"Sizi bize yaklaştıracak olan ne mallarınız, ne de evlâtlarınızdır. Ancak iman edip salih amel işleyen bunun dışındadır. İşte onlar için yaptıklarına karşılık kat kat mükâfat vardır. Onlar cennetin yüksek köşklerinde emniyet ve huzur içindedirler."
Mallarınızın ve evlâdınızın çokluğu bizim sizi sevdiğimizin ve sizden razı olduğumuzun delili değildir. Bu sizi bizim rahmetimize ve lutfumuza yaklaştıran şeylerden de değildir. Mallarınız ve evlâdınız bunları Allah'a itaat yolunda kullanacak kimselerle bu hususta Allah'a isyan edecek kimseleri ayırdetmemiz için bir imtihan ve deneme vesilesidir.
Ancak Allah'a, peygamberlerine, kitaplarına ve ahiret gününe iman eden, salih ameller işleyen kimse farzları eda eder ve mallarını Allah'a itaatte kullanır. Zira iman ve ameli onu bize yaklaştırır ve bizim nezdimizde razı olunan bir kimse olur. Onlar için hasenelere karşı kat kat mükâfat vardır. Onlara bir haseneye on misliyle karşılık, hatta daha fazlasıyla yedi yüz kata varan karşılık vererek mükâfat vereceğiz. Onlar cennetin yüksek köşklerinde her türlü sıkıntıdan emindirler.
İmam Ahmed, Müslim ve İbni Mace'nin Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Allah Tealâ sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz. Ancak sizin kalplerinize ve amellerinize bakar."
İbni Ebî Hatim, Hz. Ali (r.a.)'den Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Cennette dışı içeriden, içerisi dışarıdan görülen köşkler vardır." Bir Arabî:
- Bu köşkler kimin? diye sordu. Peygamberimiz (s.a.):
- "Güzel konuşan, yemek yediren, oruca devam eden ve insanlar uyurken gece namaz kılan kimse içindir." buyurdu.
Allah Tealâ kâfirleri tehdit edip kötü amel işleleyenlerin durumunu beyan etmek üzere şöyle buyurdu:
"Ayetlerimiz hususunda bizi âciz bırakmaya çalışanlar, işte onlar azaba celbedilirler." Yani bizim Kur'an'daki ayetlerimizi reddetmeye, bu ayetlerimizi iptal etmek için ayetlerimize dil uzatmaya çalışanlar, ayrıca bizim kendilerine erişemeyeceğimizi, kendilerine muktedir olamayacağımızı iddia ederek Allah'ın yolundan, Onun peygamberlerine tâbi olmaktan ve ayetlerimizi tasdikten alıkoymaya gayret edenler, işte onlar tamamen amelleriyle cezalandırılırlar. Zebaniler onları cehennem azabına getirirler. Onlar cehennemden kurtuluş ve kaçma imkânı bulamazlar.
Cenab-ı Hak daha sonra rızık meselesinde bütün mahlûkatı rahatlatmakta ve sadece kendisinin rızık kaynağı olduğunu şöyle beyan etmektedir:
"Sen onlara şöyle de: Şüphesiz ki Rabbim kullarından dilediğinin rızkını genişletir ve daraltır." Ey Peygamber! Sen onlara şöyle de: Şüphesiz kullarından dilediğinin rızkını genişleten sadece Rabbimdir. O'ndan başkasının idrak etmeyeceği ilâhî hikmete göre dilediğine rızkı daraltan da sadece O'dur.
"Allah rızası için ne harcarsanız Allah onun karşılığını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." Yani Allah'ın lutfu daima yenilenmektedir. Allah'ın kitabında emrettiği ve Rasulünün (s.a.) beyan ettiği hayırları işlemekte harcadığınız her şeyin dünyada bedelini, ahirette ise mükâfat ve sevabını size verir. Gerçekte rızık verici olan Allah'tır, kullar ise sadece vasıta ve sebeplerden ibarettir.
Bu ifadede dünya sevgisinden uzaklaştırma ve hayır için harcamada bulunmaya teşvik etme amacı bulunmaktadır.
Müslim'in rivayet ettiği hadis-i kudsîde şöyle buyurulmaktadır: "Allah Tealâ şöyle buyuruyor: Sen infakta bulun ki, ben de sana infakta bulunayım."
Buhari ve Müslim'in Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Kulların sabahladıkları hiçbir gün yoktur ki o günde iki melek inmesin. Bu iki melekten biri: Al-lahım! İnfak edene sen karşılığını ver, diye dua eder. Diğer melek ise: Alla-hım! Sen cimrilik yapanın malına telef ver, der."
Yine Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: "İnfakta bulun. Arşın sahibinin azaltacağından korkma." [60]
Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:
1- Mal ve evlâtlarla övünmek insanlığın genel bir manzarasıdır. Peygamberlerin davetinden yüz çevirmenin sebebi çoğunlukla budur. Allah hiçbir nebi ve rasul göndermemiştir ki o beldenin şımarık zenginleri, başkanları veya diktatörleri ve şer liderleri rasullere ve nebilere: Biz size gönderileni inkâr ediyoruz, demiş olmasınlar.
Yine şımarık zenginler şöyle demişlerdi: "Biz mal ve evlât hususunda sizden üstün kılındık. Sizin Rabbiniz bizim içinde bulunduğumuz dindarlık ve üstünlükten bizden razı olmasaydı, bize bunları vermezdi. Eğer ahirette sizin dediğiniz gibi azap varsa bile biz azaba uğrayacak değiliz. Çünkü kişi iyilikte bulunduğu kimseye azap etmez."
2- Allah Tealâ onların sözlerini şöyle reddetti: Kullarına imtihan olması için kullan arasında nzıklarda farklılık yaratan bizzat Allah'tır. Dolayısıyla bundan hiçbir şey, neticeye delâlet etmez. Dünyadaki rızık genişliği ahiret saadetine işaret etmez. Bu sebeple mallarınız ve evlâdınızın yarın size fayda vereceğini zannetmeyin. Dünyadaki rızık bolluğu ve darlığı haklı veya haksız olma durumunu göstermez. Nice zenginler vardır ki bedbahttır ve nice fakirler vardır ki Allah'tan hakkıyla korkar.
Fakat insanların çoğu ince düşünmedikleri için bunu bilmezler.
3- Allah Tealâ, mal ve evlâdın kişiyi hiçbir şekilde Allah'a yaklaştırmayacağını, kişiyi Allah'a yaklaştıran şeyin iman ve amel-i salih olduğunu vurguladı. Kim iman eder ve salih amel işlerse, ona dünyada ne malı ne de evlâdı asla zarar vermeyecektir.
O salih müminler için ahirette hasenelerine mukabil kat kat mükâfat vardır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Kim bir hasene getirirse, ona on misliyle karşılık vardır." (En'am, 6/160). Onlar cennet köşklerinde her sıkıntıdan emindirler. Onlar azaptan, ölümden ve hastalıklardan emindirler. Bu ifade nimetin sürekli ve ebedî olduğuna işarettir. Zira nimeti kesintili olan kimse emin olamaz.
Bazıları bu ayeti zenginin fakire üstün kılındığına delil olarak kabul etmişlerdir. Muhammed b. Ka'b şöyle diyor: "Mümin zengin olursa -bu ayete göre- Allah onun ecrini iki defa verir."
4- Allah'ın yolundan ve Onun peygamberine tâbi olmaktan alıkoyan, Kuranda zikredilen delil ve hüccetleri hükümsüz saymaya çalışan, kendilerine Allah'ın erişemeyeceğini, onlara karşı muktedir olamayacağını zanneden kâfirler, işte onlar zebaniler tarafından cehenneme getirilirler.
Bu ayet de azabın devamlı olacağına işarettir. Nitekim bir başka ayette Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlar ne zaman oradan -cehennemden- çıkmaya yeltenseler, her defasında geriye çevrilirler." (Secde, 32/20). Bir başka ayette ise şöyle buyurmaktadır: "Onlar oradan ayrılamayacaklardır." (İnfitar, 82/16).
5- Kulları için uygun gördüğü hikmet ve maslahat gereği dilediğine rızkı genişleten, dilediğine daraltan sadece Allah'tır.
Ey malları ve evladıyla övünenler: Şüphesiz ki Allah dilediğine rızkı genişletir, dilediğine daraltır. Bu sebeple mal ve evlâtlarla aldanmayın. Bilakis mallarınızı Allah'a itaat yolunda harcayın. Zira Allah'a taat yolunda ne harcarsanız, O size bunun bedelini verecektir. Allah Tealâ tükenmeyen hazinelerden harcar. Gerçekte rızık verici O'dur. İnsanlar ise sadece vasıtalardan ibarettir. Onların verecekleri rızık sürekli değildir. Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki rızık veren mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır." (Zâriyat, 51/58).
6- "O bunun bedelini verir." ifadesiyle ayetin ve "Allah Tealâ buyuruyor ki: İnfak et ki sana infak edilsin." ifadesiyle Ebu Hureyre'den merfû olarak Buhari ve Müslim tarafından rivayet edilen daha önce geçen hadis-i kudsînin delâlet ettiği manada harcama Allah'a taat yolunda yapıldığı takdirde, dünyada bu infakın bedelinin verileceğine işaret edilmektedir. Ancak bu bedel dünyada olmayabilir. Bu durum günahlara keffaret olması ve sevabın âhirete saklanması için bir dua gibi kabul edilebilir.
Darakutnî, Cabir (r.a.)'den Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Her iyilik sadakadır. Kişinin kendi nefsine ve ailesine harcadığı her şey kişiye sadaka olarak yazılır. Kişinin ırzını (namusunu, itibarını) korumak için verdiği[61] her şey sadakadır. Kişinin harcadığı her şeyin bedelini vermek Allah'ın üzerine borçtur. Ancak binaya ya da masiyete harcanan müstesna."
Kişinin masiyete harcadığı şey karşılığında sevap alamayacağı ve kendisine bunun bedeli verilemeyeceği hususunda hiçbir tereddüt yoktur. Ancak binaya gelince, barınma için zarurî binalara harcanan malın karşılığı verilecek, hayırlı amaçlarla yapılan bu bina sebebiyle ecre nail olacaktır.
Peygamberimiz (s.a.) Tirmizî ve Hakim'in Hz.Osman (r.a.)'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte şöyle buyuruyor: "Âdemoğlunun şu özelliklerden başka hiçbir şeyde hakkı yoktur: Oturacağı bir ev, avret yerini örteceği bir elbise, ekmek kabuğu ve su."
7- "O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." ayeti ahiret nimetinin dünya nimetine zıd olmayacağına delâlet etmektedir. Nitekim salihler, Allah'ın vaadine göre ahirette de nimetleri elde edecekleri kesin olmakla birlikte, dünyada da çeşitli nimetler elde edebilmektedirler.
Rızkın hayırlı oluşu -Razî'nin zikrettiği gibi[62]- şu özelliklerinden belli olur:
1- İhtiyaç vaktinden sonraya kalmaması,
2- İhtiyaç miktarından eksik olmaması,
3- Hesaplı -sınırlı- olmaması,
4- Karşılık talebiyle bulanık olmaması. [63]
40- O gün Allah onların hepsini biraraya toplayacak, sonra da meleklere: "Bunlar mıydı size tapanlar?" diyecektir.
41- Melekler de: "Seni lâyık olmadığın sıfatlardan tenzih ederiz. Sensin bizim dostumuz, onlar değil. Doğrusu onlar cinlere tapıyordu. Onların çoğu cinlere inanıyordu." derler.
42- Bugün ne birbirinize fayda verebilir, ne de zarar verebilirsiniz. Zalimlere: "Şu yalanladığınız ateşin azabını tadın!" diyeceğiz.
"Bunlar mıydı size tapanlar?" ifadesi müşrikleri azarlama ve kınama şeklindedir. Hitap melekleredir.
"Nef an: fayda" ve "darran: zarar" kelimeleri arasında tezat sanatı yapılmıştır. [64]
"O gün Allah" hesap görmek için "onların hepsini" tapanla tapılanı, gurura kapılan ile hor görülen zayıfı "biraraya toplayacak," ayetteki "yah-şuruhum" kelimesi, Biz onları biraraya toplayacağız, manasmdaki "nahşu-ruhum" şeklinde de okunmuştur, "sonra da meleklere: Bunlar mıydı size tapanlar? diyecektir." Bu ifade müşriklere karşı bir kınama, Allah'tan başkasına tapan herkes için bir azarlama, müşriklerin şefaat etmelerini bekledikleri şeylerden ümitlerini kesmeleri niteliğindedir. Hitap melekleredir. Zira onların Allah'a şirk koştukları varlıklar arasında en şerefli varlıklar meleklerdir. İçlerinde muhatap alınabilecek yegâne varlıklar meleklerdir.
"Melekler de: Seni lâyık olmadığın sıfatlardan" şirkten "tenzih ederiz. Sensin bizim dostumuz, onlar değil." Dost edindiğimiz, itaat ettiğimiz ve kendisine ibadet ettiğimiz varlık sadece Sensin. Bizimle o müşrikler arasında hiçbir dostluk yoktur. Biz gerçekte onların mabudu değiliz.
"Bel: doğrusu" kelimesi, zıddı ifade ve yeni bir ifadeye intikal etmek içindir. "Doğrusu onlar cinlere" yani şeytanlara İblis ve İblisin ordularına "tapıyordu." Çünkü onlar bize ibadet ederken şeytanlara itaat ediyorlardı. "Onların çoğu cinlere inanıyordu." Müşriklerin çoğu kendilerine verdikleri vesvese ve yalanlar hususunda cinleri tasdik ediyorladı. Bu vesveselerden biri putlara tapmayı emretmeleridir. Birinci zamir ("ekseruhum" kelimesinin sonundaki zamir) müşriklere, ikinci zamir ("binime" kelimesinin sonundaki zamir) cinlere aittir.
"Bugün ne birbirinize fayda verebilir, ne de zarar verebilirsiniz." Yani sahte mabudlar kendilerine tapanlara hiçbir şefaat verme ve kurtuluşa erdirme, ya da azap etme ve helak etme imkânına sahiptir. Zira kıyamet günü emir bütünüyle Allah'a aittir. Ahiret yurdu da karşılık verme yurdudur. Amellerin karşılığını verecek olan sadece Allah'tır.
"Zalimlere" ve Allah'tan başkasına ibadet edenlere: Dünyada "şu yalanladığınız ateşin azabını tadın! diyeceğiz."[65]
Allah Tealâ Hz. Peygamber (s.a.)'in durumunun kendisinden önceki peygamberlerin durumu gibi olduğunu, Hz. Peygamber (s.a.)'in kavminin de kendilerinden önceki kâfirlerin durumu gibi olduğunu beyan edip onların mallarının ve evlâtlarının çokluğuna dayanmalarının yanlışlığını açıkladıktan sonra müşrikleri küçümsemek üzere meleklere: Bunlar mıydı size tapanlar? diye sorulmak suretiyle müşriklerin kıyamet günü azarlanma ve kınanma durumunda bulunduklarını açıkladı. Daha sonra da müşriklerin, cinlerin emrine boyun eğdiklerini ve kendilerine taptıkları sahte mabudların hiçbir şekilde fayda temin edemeyeceklerini beyan etti. [66]
"O gün Allah onların hepsini biraraya toplayacak, sonra da meleklere: "Bunlar mıydı size tapanlar?" diyecektir." Kıyamet gününde Allah Tealâ kendisinden başkasına tapanlarla kendisine tapılan varlıkları, gurura kapılanlarla hor görülenleri hepsini biraraya toplayacak, sonra da müşriklerin kendilerini Allah'a daha çok yaklaştırmak için meleklerin suretleri olduğunu iddia ettikleri putlara tapmalarından dolayı meleklere şöyle soracak: Siz mi onlara, size tapmalarını emrettiniz?
Bu soruyla aslında "Kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit." üslubuyla müşriklerin kıyamet günü bütün mahlukatın önünde kınanması murad edilmektedir.
Bu ayet Cenab-ı Hakk'm: "Bu kullarımı siz mi saptırdınız? Yoksa kendi kendilerine mi doğru yoldan saptılar?" (Furkan, 25/17) mealindeki ayetine ve Hz. İsa'ya: "Sera mi insanlara Allah'ı bırakıp da beni ve annemi iki ilâh edinin, dedin?" (Maide, 5/116) şeklinde sual sormasına benzemektedir. "Hz. İsa şöyle cevap vermişti: Seni tenzih ederim. Hakkım olmayan şeyleri söylemek bana yakışmaz..." (Maide, 5/116).
Cenab-ı Hak meleklerin ve Hz. İsa'nın bu töhmetten masum olduklarını elbette biliyordu. Ancak bu soru ve cevap müşrikleri kınamak, azarlamak ve ayıplamak içindir.
"Melekler de: "Seni lâyık olmadığın sıfatlardan tenzih ederiz. Sensin bizim dostumuz, onlar değil. Doğrusu onlar cinlere tapıyordu. Onların çoğu cinlere inanıyordu." derler."
Melekler şöyle derler: Ya Rabbi seni ortaktan tenzih ederiz. Biz senin kullarınız. Onlardan sana iltica ediyoruz. Dost edindiğimiz, itaat ettiğimiz ve kendisine ibadet ettiğimiz varlık sadece sensin. Biz onları, bize ibadet eder kılmadık. Bizimle onlar arasında hiçbir yakınlık, dostluk yoktur. Doğrusu onlar şeytanlara, İblis ve İblis'in ordularına tapıyorlardı. Putlara tapmayı kendilerine şirin gösteren ve onları saptıranlar da şeytanlar idi. Müşriklerin çoğu cinlerin kendilerine verdikleri vesvese ve yalanları tasdik etmektedirler. Putlara tapmayı emretmeleri de bu vesveselerden biridir.
Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Onlar Allah'ı bırakıp da sadece birtakım dişi varlıklara taparlar. Böylece sadece inatçı şeytana tapmış olurlar." (Maide, 4/117).
Allah Tealâ daha sonra onlara verilen acıyı ve hasreti artırmak için onların bütün umutlarının iflas ettiğini ve sahte ilahların şefaat edecekleri şeklindeki ümitlerinin de yok olduğunu ilan ederek şöyle buyurdu:
"Bugün ne birbirinize fayda verebilir, ne de zarar verebilirsiniz." Yani bu kıyamet gününde sizin fayda vereceklerini umduğunuz, kendilerine zorluk ve sıkıntılarınızda yardım etmeleri için tapınmaya devam ettiğiniz putlardan ve heykellerden asla hiçbir fayda temin edilemeyecektir. Sizin için asla şefaat ve kurtuluş imkânı olmayacak, azap ve helak olma da asla sizin elinizde olmayacaktır. Ceza verecek olan sadece Allah'tır.
"Zalimlere: Yalanladığınız ateşin azabını tadın, diyeceğiz." Yani Allah'tan başkasına tapmak suretiyle kendi nefislerine zulmeden müşriklere azarlama ve kınama şeklinde: Meydana geleceğini dünyada yalanladığınız cehennem azabını tadın. Şu anda siz ateşin derinlikleri içerisindesiniz, diyeceğiz.
Bu ifade onların zulüm içerisindeki durumlarını ve günahlarına karşılık görecekleri cezayı beyan etmek üzere yapılan bir te'kid ifadesidir. [67]
Bu ayetler aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:
1- Mahşer yerinde toplanma ve hesabın görülmesi haktır. Allah bütün mahlûkatı toplayacaktır. Ancak kâfirler için özel bir toplanma ve bekleme şekli olacaktır. Allah Tealâ kendisinden başkasına tapanlarla tapılan varlıkları birbirleriyle hesap görmek üzere toplayacaktır. Sonra da müşriklerin, meleklerin suretleri olduğunu iddia ettikleri putlara tapmalarından dolayı meleklere sual soracak, Allah'tan başkasına taptıkları için kâfirlere bir azarlama ve kınama olarak: Bunlar mı size tapanlar? diyecektir.
2- Melekler: Ya Rabbi seni ortaktan tenzih ederiz. Sen bizim dost edindiğimiz, itaat ettiğimiz, ibadet ettiğimiz ve kendisine halisane kulluk ettiğimiz, Rabbimizsin. Onlar ancak şeytanlara tapar ve onlara itaat ederler. Zira şeytanlar putlara tapmayı, onlara şirin göstermişler ve onları saptırmışlardır.
Tefsirlerde nakledildiğine göre: Huzâa kabilesinden Müleyhoğulları cinlere tapıyorlar ve cinlerin kendilerine göründüklerini ve görünen varlıkların da melekler olduklarını, meleklerin Allah'ın kızları olduğunu iddia ediyorlardı. Bu şu ayette anlatılmaktadır: "Onlar Allah ile cinler arasında bir soy bağı uydurdular." (Saffat, 37/158).
3- Allah Tealâ kâfirlerin sahte tanrılardan birinden şefaat beklemeleri ümitlerini kesmiş, kıyamet günü sahte tanrıların kendilerine tapanlara şefaat etme, onları kurtarma, azap ve helak etme imkânları olmadığını bildirmiştir. Mülk sahibi ve ceza verici olan sadece Allah Tealâ'dır.
4- Kâfirler cehennemi görecek ve içine atılacakladır. Onlara azarlama ve kınama şeklinde: "Yalanlamakta olduğunuz ateşin azabını tadın." denilecektir.
Burada yalanlanan ateştir. Secde suresinde "Yalanladığınız ateşin azabını tadın." (Secde, 32/20) mealindeki ayette yalanlanan ise azaptır. Onlar gerçekte ise hepsini yalanlamaktadırlar.
Bu ifadelerdeki değişikliğin sebebi şudur: Buradaki ayet, haşir ve sorgudan sonra ilk defa gördükleri ateşin vasfı hakkındadır. Secde süresindeki ayetten murad ise ateşe girdikten sonra çektikleri azabın vasfı, yani onun sürekli oluşu hakkındadır. [68]
43- Kâfirlere, ayetlerimiz açık açık okunduğu zaman: "Bu adam sadece sizi, babalarınızın taptığı şeylerden alıkoymak isteyen bir kimsedir." derler. "Bu (Kur'an) uydurulmuş bir yalandan başka bir şey değildir." derler. Kâfirler, hak kendilerine
den başka bir şey değildir." demış- lerdi.
44- Biz, o müşriklere okuyup ders alacakları kitaplar vermedik ve senden önce kendilerine uyarıcı bir peygamber de göndermedik.
45-Kendilerinden önce gelenler de (peygamberlerini) yalanlamışlardı. Oysa bunlar, onlara verdiğimiz ni- metlerin onda birine bile erişeme- mislerdir. Buna rağmen onlar pey- gamberlerimi yalanlamışlardı. Beni inkâr etmek nasılmış, bir bak!
46- De ki: "Size tek bir öğüdüm var: İkişer ikişer ve teker teker Allah'a yönelin. Sonra düşünün. Arkadaşı- nızda delilikten hiçbir eser yoktur. O, şiddetli bir azabın öncesinde sizi uyaran bir peygamberden başka birşey değildir."
47- De ki: "Sizden herhangi bir ücret istemişsem o sizin olsun! Benim ücret ve mükâfatım yalnız Allah'a aittir. O her şeye şahittir."
48- De ki: "Şüphesiz benim Rabbim hakkı ortaya koyar. O, bütün gaybları en iyi bilendir."
49- De ki: "Hak geldi, batıl artık ne yeniden başlar, ne de bir daha geri gelir."
50- De ki: "Eğer ben haktan saparsam, kendi aleyhime sapmış olurum. Eğer doğru yolu bulmuşsam, bu da Rabbimin bana vahyettiği şey sayesindedir. Şüphesiz O, çok iyi işitendir, çok yakındır."
"Batıl artık ne yeniden başlar, ne de bir daha geri gelir." ifadesi batılın yokolması ve eserinin kaybolmasından kinayedir.
"İkişer ikişer ve teker teker Allah 'a yönelin." ifadesinde tezat sanatı yapılmıştır. [69]
"Kâfirlere ayetlerimiz" Kur'an "açık açık" delâletleri açık, manaları anlaşılır olarak "okunduğu zaman: Bu" ayetleri okuyan "adam" yani Hz. Muhammed (s.a.), "sadece sizi, babalarınızın taptığı şeylerden alıkoymak", engellemek "isteyen bir kimsedir, derler." Kâfirler ikinci defa "Bu" Kur'an hiçbir temeli olmayan "uydurulmuş" düpedüz "yalandan", iftiradan "başka bir şey değildir, derler. Kâfirler" üçüncü defa olarak "hak" yani Rasulullah (s.a.)'in getirdiği Kur'an ve mucizeler "kendilerine geldiği zaman: Bu" büyü olduğu "apaçık bir büyüden başka bir şey değildir, demişlerdi." Bu ifadeler Kur'an'm lafzı ve icazı itibariyle, bir önceki sözleri ise manası itibariyle söylenmişti.
"Kalû: dediler" fiilinin tekrar edilmesi ve kâfirlerin açıkça zikredilmesi ve "lemmâ câehüm" ifadesiyle küfrün açıkça dile getirilmesi ve hak kendilerine geldiğinde hiç düşünmeyip derhal inkâr etmeye yönelmeleri küfrün büyük bir Hakkı inkârdan, Hakka karşı şiddetli bir gazaptan ve Hakka karşı son derece hayret içinde olmaktan meydana geldiğine delildir.
Sanki şöyle denilmiştir: Bu inatçı kâfirler Allah'a karşı cür'etleri bu gibi nurlu hakka karşı böbürlenmeleri sebebiyle henüz gerçeği görmeden şöyle dediler: Düşünen kimse için apaçık bir büyüden ibarettir.
"Biz, o müşriklere okuyup ders alacakları kitaplar vermedik", biz Araplara okuyacakları semavî kitaplar indirmedik. Bu ayet müşriklerin Allah'a şirk koştuklarının doğruluğuna delildir, "ve senden önce kendilerine" Allah'a davet edecek ve bu davete uymayı terketmeye karşılık azapla uyaracak "uyarıcı bir peyamber de göndermedik." Bu ifade onların son derece bilgisizce hareket ettiklerini ve onların görüşlerinin beyinsizce olduğunu ifade etmektedir. Dolayısıyla onların Kur'an'ı ve Rasulullah (s.a.)'i yalanlamalarının hiçbir delili, ya da dayanacakları hiçbir kuşku yoktur. Zira kendilerine hiçbir kitap, ya da bu yaptıkları sebebiyle hiçbir uyarıcı gönderilmedi. Pekiyi o halde seni nereden yalanladılar!
"Oysa bunlar" yani Mekke müşrikleri "onlara" önceki ümmetlere "verdiğimiz nimetlerin onda birine bile erişememişlerdir." Yani bu müşriklere, Ad, Semûd v.b. Allah'ın kendilerini helak ettiği önceki kavimlere verdiğimiz güç, kuvvet, uzun ömürlülük ve zenginliğin onda birini bile vermedik.
"Mi'şâr" onda bir, yani yüzde on demektir. Bir başka görüşe göre onda birin onda biri, yani yüzde bir anlamındadır.
"Beni inkâr etmek nasılmış, bir bak!" Benim azap ve ceza vermek suretiyle onları yadırgamam nasıldır? Yani bu onun yerine geçecektir.
"De ki: Size tek bir öğüdüm var:" Sizi sakındırıyor ve içinde bulunduğunuz durumun kötü sonucundan dolayı sizi uyarıyorum. Size bir haslet tavsiye ediyorum. O da şudur: "İkişer ikişer ve teker teker Allah'a yönelin." Samimi düşünceyle hakkı talep etmek üzere ikişer ikişer, ya da biraraya gelmek fikri dağıttığı için birer birer kalkın. "Sonra düşünün." Hz. Peygamber (s.a.)'in ve Onun getirdiği Kitabın durumunun gerçek yönünü inceleyin. Neticede bileceksiniz ki "Arkadaşınızda hiçbir delilik yoktur." Yani Muhammed ne delidir, ne de sihirbazdır. Onun durumlarında ve tasarruflarında cinnete delâlet edecek hiçbir şey yoktur. Onun vahyi getirmesi, onun doğruluğuna açık bir delildir. "O, şiddetli bir azabın öncesinde sizi uyaran bir peygamberden başka birşey değildir." O, eğer kendisine isyan ederseniz, ahirette size çetin bir azabın gelmesinden önce sizin için sadece bir uyarıcı olmaktan ibarettir. Sizler onun insanlar içerisinde aklı en üstün olduğunu gayet iyi biliyorsunuz. O sizin içinizde yaşadığı müddetçe, kendisinden hiçbir yalan söz duymadınız, bunu tecrübe etmediniz.
"De ki:" Uyarma ve tebliğe karşılık "Sizden herhangi bir ücret" mal, para "istemişsem", böyle bir şey talep etmişsem "o sizin olsun! Benim, ücret ve mükâfatım yalnız Allah'a aittir." Benim sevabım başkasına değil, sadece Allah'a aittir. "O her şeye şahittir." Her şey hakkında bilgi sahibidir. Hiçbir şey Ondan gizli kalmaz. O benim doğruluğumu gayet iyi biliyor.
"De ki: Şüphesiz benim Rabbim hakkı ortaya koyar." Allah hakkı söyler ve bunu peygamberlerine bildirir. Ayetteki "hak" Kur'an ve vahiy anlamındadır. "O, bütün gaybları en iyi bilendir." Göklerde ve yerde mahlûka-tından gizli kalan her şeyi gayet iyi bilir.
"De ki: Hak geldi," İslâm, tevhid, burhan ve hüccetleri ihtiva eden Kur'an geldi, "batıl artık ne yeniden başlar, ne de bir daha geri gelir." Küfrün ya da şirkin hiçbir eseri yoktur. Onun başlangıçta ve sonradan hiçbir gerçeği yoktur.
"De ki: Eğer ben haktan" ve hak yoldan "saparsam, kendi aleyhime sapmış olurum." Yani sapıklığımın günahı benim nefsimin aleyhine olur. "Eğer doğru yolu bulmuşsam, bu da Rabbimin bana vahyettiği şey" yani Kur'an, hikmet ve öğüt "sayesindedir. Şüphesiz O, çok iyi işitendir," O bana ve size "çok yakındır." Hidayeti ve sapıklığı çok iyi bilir. [70]
Cenab-ı Hak kıyamet günü cehennem ateşinde müşriklerin ceza göreceğini ve kendilerine: 'Yalanlamakta olduğunuz cehennem azabını tadın." denileceğini beyan ettikten sonra itikat bozukluğu, şiddetli inatçılık, Hz.Peygamber (s.a.)'i, Kur'an ve bütün İslâm'ı yalanlama gibi azabı gerektiren sebepleri zikretti.
Daha sonra da müşrikleri kendilerinden önceki güçlü-kuvvetli ümmetlerin uğradığı gibi kötü akıbetle uyardı. Onları kıyamet gününün azabından korkutan Hz. Peygamber (s.a.)'in durumu hakkında derin ve sükûnetli düşünmeye ve incelemeye davet etti. Kendilerine Allah'ın gayet açık ve kesin hakkı -Kur'an ve vahyi- gönderdiğini, bunun dışında kalan her şeyin hiçbir gerçek yönü ve eserinin sürekliliği bulunmayan batıl olduğunu bildirdi. [71]
Allah Tealâ kâfirlerin cezayı ve acıklı azabı hak etmelerinin sebeplerini bildirmekte ve burada bu sebeplerin en önemlilerinden üç tanesini:
- Hz. Peygamber (s.a.)'e dil uzatma,
- Kur'an-ı Kerim'e dil uzatma,
- Dine ve İslâm'ın tamamına dil uzatma sebeplerini belirtmekte ve şöyle buyurmaktadır:
1- "Kâfirlere ayetlerimiz açık açık okunduğu zaman: "Bu adam sadece sizi, babalarınızın taptığı şeylerden alıkoymak isteyen bir kimsedir", derler. " Yani Allah'ın birliğini isbat etmeye ve şirki hükümsüz saymaya açıkça delâlet eden manaları gayet berrak olan Kur'an ayetleri okunduğu zaman müşriklere: Bu -yani Muhammed (s.a.)- sizi babaların ve ataların dini olan putlara tapmaktan hiçbir hücceti ve burhanı olmaksızın alıkoymak isteyen, getirdiği batıl olan bir adamdan başka bir kimse değildir, derler.
2- "Bu (Kur'an) uydurulmuş yalandan başka bir şey değildir, derler." Yani kâfirler ikinci defa olarak şöyle derler: Bu -Kur'an- kendi adamlarını sapıtmak maksadıyla, onun kendi kendine uydurduğu, Allah'a isnat ettiği bir yalandan ibarettir.
3- "Kâfirler, hak kendilerine geldiği zaman: "Bu apaçık bir büyüden başka bir şey değildir." demişlerdi." Yani kâfirler üçüncü defa olarak: Bu din, sosyal hayatı düzenlemek için hükümleri, dinî esasları ve mucizeleri ihtiva eden İslâm açık bir sihirden ibarettir, demişlerdir.
Bunun üzerine Cenab-ı Hak müşriklerin dinlerinin gerçek olduğu fikrinin asılsız olduğu, ona tâbi olan -müslümanlar- hakkındaki hüccetlerinin yok hükmünde olduğu cevabını vermek üzere şöyle buyurdu:
"Biz müşriklere okuyup ders alacakları (semavî) kitaplar vermedik ve senden önce kendilerine hiçbir uyarıcı bir peygamber de göndermedik."
Allah Araplara Kur'an'dan önce kendilerine bir dini anlatan hiçbir kitap indirmemiş, Hz. Muhammed (s.a.)'den önce kendilerini Hakk'a çağıracak ve azapla uyaracak hiçbir peygamber göndermemiştir. Halbuki onlar şöyle diyorlardı: Bize bir uyarıcı gelseydi, ya da bize bir kitap indirilseydi, biz başkalarından daha çok doğru yola tâbi olurduk. Allah kendilerine bu lütufta bulununca da, o peygamberi yalanladılar, inkâr ettiler ve ona inatla karşı koydular.
Sahih din sadece Allah tarafından gelen bir vahiyle ve bir rasule indirilen kitapla bildirildiğine göre müşriklerin Allah'a ortak koşmanın ve ataları taklit etmenin Hak din olduğunu iddia etmeleri, hiçbir esasa ve hiçbir hüccete dayanmayan batıl, asılsız bir iddiadan ibarettir.
Bu ayetin benzerleri çoktur. Bu ayetlerden birkaçı şöyledir: "Yoksa biz onlara bir rehber indirdik de, onlara Rablerine şirk koşmalarını o mu söylüyor?" (Rum, 30/35). "Yoksa onlara Kur'an dan önce bir kitap indirdik de onlar o kitaba mı sarılıyorlar1?" (Zuhruf, 43/21); "Yoksa içinde, neyi seçerseniz o sizin olacak diyen bir kitabınız var da, siz onu mu okuyorsunuz?" (Kalem, 68/37-38).
Allah Tealâ daha sonra onları kendilerinden önceki zalim ümmetlerin azabına benzer bir azapla tehdit ederek şöyle buyurdu:
"Kendilerinden önce gelenler de (peygamberlerini) yalanlamışlardı. Oysa bunlar onlara verdiğimiz nimetlerin onda birine bile erişememişlerdir. Buna rağmen onlar peygamberlerimi yalanlamışlardı. Beni inkâr etmek nasılmış, bir bak!"
Nuh, Ad ve Semud kavimleri gibi önceki ümmetler peygamberleri ve vahyi yalanladılar. Bu kavimler Araplardan daha güçlü ve kuvvetli idiler. Hatta Mekke halkı olan Kureyş müşrikleri kuvvetleri ve mallarının çokluğuyla önceki ümmetlere verdiğimiz güç, kuvvet ve zenginliğin onda birine bile ulaşamadılar. Bu durum onları Allah'ın azabından kurtaramadı ve bu azabı engelleyemedi. Bilakis Allah onları helak etti ve tamamen yoketti.
Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden önce geçmiş ümmetlerin akıbetleri nasıl olmuş, görmüyorlar mı? Onlar sayıca onlardan çok, kuvvetçe ve yeryüzündeki eserleri bakımından onlardan çok daha güçlü idiler..." (Gafir, 40/82).
İkisinin de ceza sebebinde eşit olmaları sebebiyle bir şey için verilen ceza, benzeri için de aynen verilir, dolayısıyla benzer iki şey hükümde de eşit olurlar.
Kuran daha sonra Mekke müşriklerine düşünmelerini ve Hz. Peygamber (s.a.) hakkında karar vermede acele etmemeleri tavsiyesinde bulundu. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
"De ki: Size tek bir öğüdüm var: İkişer ikişer ve teker teker Allah 'a yönelin. Sonra düşünün. Arkadaşınızda delilikten hiçbir eser yoktur."
Yani içinizde bulunduğunuz kötü akıbete karşı sizi sakındırıyor ve uyarıyorum. Size tek bir nasihatte bulunuyorum: Bu öğüt samimî düşünce ile hakkı talep etmek suretiyle hareket etmek; hiçbir nefsî arzu ve taassuptan etkilenmeksizin ikişer ikişer ya da birer birer samimî ve tarafsız şahsî düşünmektir.
Daha sonra Hz. Peygamber (s.a.)'in ve ona gelen kitabın durumu hakkında düşünmeniz ve bunu incelemeniz için birbirinize ihlâsla nasihatte bulunursunuz. Zira o durumda siz arkadaşınızın -Hz. Peygamber (s.a.)'in-sihirbaz veya mecnun olmadığını gayet iyi bileceksiniz. Onun hiçbir durumunda ve hiçbir tasarrufunda buna delâlet edecek hiçbir işaret yoktur. O sadece Allah tarafından doğruluğuna delâlet eden mucizelerle te'yid edilen bir peygamberdir.
"O, şiddetli bir azabın öncesinde sizi uyaran bir peygamberden başka bir şey değildir." Yani bu rasul kıyamet günü başınıza gelecek olan gönüllere şiddetli olan bir azaptan sizi korkutan ve sizi uyaran bir kimseden başka bir şey değildir. Azabın öncesinde onun uyarıcı azabın yakınlığına işarettir. Zira o, kıyamete yakın gönderilmiştir.
İmam Ahmed bir hadis-i şerif rivayet etmektedir: "Ben ve kıyamet birlikte gönderildik. Neredeyse kıyamet beni geçecekti."
Buhari'nin İbni Abbas (r.a.)'den rivayet ettiğine göre: Peygamberimiz (s.a.) bir gün Safa tepesine çıkıp:
- Yetişin, dedi. Bunun üzerine Kureyşliler onun etrafında toplandılar. Kureyşliler,
- Ne oluyor? dediler. Peygamberimiz (s.a.):
- Ne dersiniz? Size düşman şimdi hücum edecek, diye haber versem, siz beni tasdik eder misiniz? deyince Kureyşliler:
- Evet, dediler. Peygamberimiz (s.a.) de:
- Ben size şiddetli bir azabın öncesinde bir uyarıcıyım, buyurdu. Ebu Leheb:
- Elin kurusun. Sen bizi bunun için mi topladın? dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "Ebu Leheb'in iki eli kurusun. Zaten kurudu ya!..." (Mesed, 111/1) ayetini indirdi.
Razî diyor ki: Bu ayette daha önce delillerle isbat edilen üç temel akî-de esası zikredilmektedir:
- "Allah'a yönelin." ifadesi Tevhid'e işarettir,
- "Arkadaşınızda delilikten hiçbir eser yoktur. O, sizi uyaran bir kimseden başka bir şey değildir." cümlesi Risalet'e, yani peygamberliğe işarettir.
- "Şiddetli bir azabın öncesinde..." ifadesi Âhiret Günü'ne işarettir.
Allah Tealâ, peygamber olmasını gerekli kılan Hz. Muhammed (s.a.)'de delilikten hiçbir eser olmamasını zikrettikten sonra kendisinin peygamberliğini gerekli kılan bir başka sebep zikretti. Bu da onun bu davetinde derhal elde edeceği dünyevî bir maksatla değil de, sadece uhrevî sevap kasdıyla bu kadar şiddetli sıkıntılara göğüs germesidir. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyordu:
"De ki: Sizden herhangi bir ücret istemişsem, o sizin olsun. Benim ücret ve mükâfatım yalnız Allah'a aittir. O her şeye şahittir."
Yani ey Rasulüm! Müşriklere şöyle de: Ben Allah Tealâ'nm risaletini eda etmem, size nasihatte bulunmam ve Allah'a kulluğu emretmem karşılığında sizden herhangi bir ücret ve bağış istemiyorum. Bunun sevabını Allah Tealâ'dan talep ediyorum. Allah risaleti tebliğ etme hususundaki doğruluğum ve sizin içinde bulunduğunuz durum gibi her şeyi en iyi bilen Allah'tır.
Allah Tealâ daha sonra bu Rasulün (s.a.) getirdiği kitabın Allah nez-dinden gelen bir vahiy olduğunu açıkça ifade ederek şöyle buyurdu:
"De ki: Şüphesiz benim Rabbim hakkı ortaya koyar. O, bütün gaybları en iyi bilendir."
Müşriklere şöyle de: Allah kullarından dilediği kimseye, risaleti için seçtiği kimseye, meleği vahiyle gönderir. O gaybları en iyi bilendir. Ne göklerde, ne de yerde hiçbir şey O'na gizli kalmaz.
Bu durum Cenab-ı Hakk'ın şu ayette buyurduğu şekildedir: "Allah insanları biraraya gelip buluşacakları kıyamet günüyle uyarmak için kullarından dilediğine emriyle vahyi indirir." (Gafir, 40/15). Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Allah, peygamberliğini nereye vereceğini daha iyi bilir." (Enam, 6/124).
Allah Tealâ, hakkı ortaya koyacağını gelecek zaman sîgasıyla zikrettikten sonra bu hakkın geldiğini haber vererek şöyle buyurdu:
"De ki: Hak geldi, batıl artık ne yeniden başlar, ne de bir daha geri gelir. " Yani müşriklere şöyle de: Hak din, yani İslâm, Kur'an ve tevhid, geldi. Bütün dinlerden üstün olan budur. Allah batılı yok eder ve eserini giderir. Dolayısıyla bundan hiçbir şey kalmaz.
Bir başka ayette ise Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Bilakis biz hakkı batıla çarparız da hak, batılın beynini parçalar. Böylece batılın canı çıkar." (Enbiya, 21/18).
Buhari, Müslim, Tirmizî ve Neseî'nin rivayet ettiklerine göre Rasulul-lah (s.a.) fetih günü Mescid-i Haram'a girip Kabe etrafında putların dikilmiş olduğunu görünce, putlara yayının ucuyla dürtüyor ve şu ayeti okuyordu: "De ki: Hak geldi, batıl zail oldu. Hiç şüphesiz batıl yok olmaya mahkûmdur." (İsra, 17/81); "De ki: Hak geldi. Batıldan hiçbir eser kalmadı, bir daha geri dönmez."
Allah Tealâ daha sonra risâletin isbatmı vurguladı. Hz. Peygamber (s.a.) ile müşrikler arasındaki kesin hükmü ilan etti:
"De ki: Eğer ben haktan saparsam, kendi aleyhime sapmış olurum. Eğer doğru yolu bulmuşsam, bu da Rabbimin bana vahyettiği şey sayesindedir. Şüphesiz O, çok iyi işitendir, çok yakındır." Yani ey Peygamber, o müşriklere şöyle de: Eğer ben hidayetten ve hak yoldan sapmışsam, benim sapıklığımın günahı ve zararı benim nefsime aittir. Eğer hidayet yolunu bulmuşsam, bu Rabbimin bana vahyettiği hayır, hak ve istikametten dolayıdır. Şüphesiz ki O benim sözümü de, sizin sözlerinizi de gayet iyi işitmektedir. Bana da size de yakındır. O hidayeti de, sapıklığı da gayet iyi bilir. Her insana hakettiği şeyle karşılık verecektir.
Hayrın tamamı Allah'tandır ve Allah'ın indirdiği vahiy ve apaçık hak-tadır. Ki hidayet, beyan ve doğru yol da bu vahiydendir. Kim sapıklığa düşmüşse, ancak kendi tarafından sapıklığa düşmüştür. [72]
Bu ayetlerden şu hususlar anlaşılmaktadır:
1- Adalet ve mutlak hak ilâhî hükmün en önemli özelliğidir. Bundan dolayı Allah hiçbir kimseye zulmetmez. Sadece cezalandırmayı gerekli kılan sebeplerle ceza verir. Müşrikleri cehennem ateşine müstahak kılacak sebeplerin en önemlisi Hz. Peygamber (s.a.)'e, Kur'an-ı Kerim'e ve dine dil uzatılmasıdır. Halbuki İslâm insanlığın en ideal sistemi, en âdil ve en sağlam kanunudur.
2- Müşriklerin Allah'a ortak koşmalarında aklî hiçbir hüccet, mantıkî, makbul hiçbir burhanları olmadığı gibi geçmişi taklit etmekten, babalarına ve dedelerine uymaktan başka hiçbir delilleri yoktur.
3- Müşriklerin dayanacakları hiçbir naklî delilleri de yoktur. Onların Hz. Peygamber (s.a.)'in getirdiği dinin batıl olduğunu söyleyen din kitapları da yoktur. Onlar dinlerinde kendilerine gönderilecek bir rasulü de duymamışlardı. Dolayısıyla onların, "Biz kitap ve şeriat ehliyiz, Allah'ın peygamberlerinden bir peygambere dayanıyoruz." diyen Ehl-i Kitap gibi batıl da olsa, sarılabilecekleri bir şüphe ve yalanlamaları için hiçbir neden yoktur.
Kısaca: Müşriklerin şirk koşmaları için hiçbir aklî ve naklî hüccet yoktur.
4- Bu müşriklerin katı ve inatçı tavırları karşısında Allah'ın Rasulünü ve Kuranı yalanlamalarından dolayı müşrik Mekke halkından çok daha güçlü mal ve evlâtları onlardan daha çok, hayatları daha rahat olup da Allah'ın helak ettiği Âd ve Semûd gibi geçmiş ümmetlerin başlarına gelen azapla tehdit edilmelerinden başka bir yol yoktu. Hatta Mekkeliler kendilerinden önceki ümmetlere verilen imkânın onda birine bile ulaşmış değillerdi.
5- Bu tehdit yanında teenni ile söylenen ifadenin ve ılımlı üslûbun da dinamik bir rolü bulunmaktadır. Bu sebeple Allah Tealâ Mekkelileri gruplar halinde toplu, karışık bir şekilde düşünme yerine; sükûnete, iknaya ve makbul, mantıklı muhakemeye vesile olacak ikili veya tek tek düşünmeye davet etmiştir. Bu düşünce saadetin kaynağı olan Allah'ın birliği hususunda onun kendileriyle birlikte geçirdiği hayatının tarihini incelemek suretiyle Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberliğinin gerçek olduğu hususunda düşünmeleridir. Acaba onlar onun hiç yalan söylediğini işittiler mi? Hiç onda cinnet ve aklî dengesizlik gördüler mi? Onun durumlarında ve tasarruflarında hiç bozukluk, sivrilik ve sapma var mıdır? O sihri bildiğini iddia eden kimselere gidip gelir miydi? Eski kıssaları öğrenmiş ve eski kitapları okumuş muydu? Onun Mekkelilerin mallarında gözü olduğunu söyleyebilirler miydi? Onlar ona indirilen Kur'an'm bir suresinin benzerini getirebilirler mi?
Mekkeliler bu düşüncelerle ve gerçekçi incelemeyle onun doğru söylediğini bildiklerine göre bu inatçılığın ve bu karşı koymanın sebebi nedir?
6- Rasulullah (s.a.) sadece kendisine itaat edenleri cennetle müjdeleyi-ci ve kendisine isyan edenleri kıyamet günü cehennem ateşiyle uyarıcıdır.
7- Ayrıca Peygamberimiz (s.a.)'in risaleti tebliğ etmeye karşılık hiçbir kimseden, hiçbir ücret almaksızın davetini tebliğ etme uğrunda karşılaştığı zorlu mücadele onun nübüvvetinin doğruluğuna gerçekçi bir delildir. O sadece Allah nezdinden ecir ve sevaba nail olmayı murad etmektedir. Bu ise ihlâslı olduğunun delilidir. Allah onun da, onların da yaptıklarını izler. Bunları gayet iyi bilir, hiçbir şey O'na gizli kalmaz. Herkese hak ettiği karşılığı verir.
8- Hak olan Allah vahyin, hakkın, Kur'an'ın hücceti beyan edip ortaya koymanın kaynağıdır. Bu, Onun peygamberi Hz. Muhammed (s.a.)'e indirdiği kitaptır. Zira O gaybleri, yani gözlerden uzak olan ve son derece gizli olan şeyleri en iyi bilendir. Aynı şekilde Muhammed (s.a.)'in nübüvvet ve risaletle görevlendirilmesi, Kur'an'm kalbine indirilmesi için seçilmeye başkalarından daha evlâ olduğunu en iyi bilendir.
9- Hak beşeriyet için fiilen gelmiştir. Hak içinde Allah'ın birliği, risa-let, diriliş ve hesap görme hususundaki inancın doğruluğuna delil olacak burhan ve hüccetler bulunan Kur'an'm ta kendisidir. Hak gelince batıl, yani şirk ve küfür yok olmuştur. Ve artık bâtılın hiçbir yeri, eseri ve önemi kalmayacak, Hakk'ın önünde bâtıldan hiçbir şey kalmayacaktır.
10- Kâfirler Hz. Peygamber (s.a.)'e: "Sen babalarının dinini terkettin ve insanları sapıklığa düşürdün", dediler. Bunun üzerine Allah Peygam-ber'ine şöyle demesini emrederek kâfirlere cevap verdi:
- Sizin iddia ettiğiniz gibi sapıtmışsam, ancak kendi adıma sapıtmış olurum. Yani bunun zararı ve günahı bana aittir. Eğer ben hakkı ve doğruyolu bulmuşsam, bu Allah'ın bana vahyettiği hikmet ve beyan sebebiyledir. Şüphesiz Allah kendisine dua eden kimsenin duasını işitmektedir. İcabet etmek için gayet yakındır.
Bu ayette aynı zamanda risaletin gerçek olduğu ispat edilmektedir. [73]
51- Sen o kâfirleri, korkup dehşete düştükleri zaman bir görmelisin. Artık kaçacak yerleri de yoktur. Onlar yakın bir yerden yakalanmışlardır.
52- O zaman onlar: Allah a iman ettik derler Fakat ahiret uzak bir yerden imana nasıl ulaşabilirler!
53- Halbuki onlar daha önce onu in- etmişleı"di. Uzak bir yerden (dünyadan) gayba atıp tutuyorlardı.
54- Artık kendileriyle arzuladıkları şeyler arasına engel konur. Nitekim daha önce benzerlerine de aynı şey yapılmıştı. Çünkü onlar şüphe ve endişe içindeydiler.
"Uzak bir yerden gayba atıp tutuyorlardı." ifadesi açık istiaredir. Kazf (atma) kelimesi "söz" anlamında kullanılmış, bilgisizce ve sadece zanla konuşan kimse, uzak bir hedefe atış yapıp da isabet ettiremeyen avcıya benzetilmiştir. [74]
Ya Muhammed! "Sen o kâfirleri" diriliş anında "korkup dehşete düştükleri zaman bir görmelisin!.." Ayetteki "lev" kelimesinin cevabı mahzuf olup, takdiri, müthiş veya acaip bir hal görürdün, şeklindedir. "Artık kaçacak yerleri de yoktur." Onlardan hiçbiri kaçamaz. Onlardan hiçbiri kurtulamaz. "Onlar yakın bir yerden" kabirlerden veya hesap makamından "yakalanmışlardır." Onlar Allah'a yakındırlar. Ondan kaçıp kurtulamazlar.
"O zaman onlar: "Allah'a iman ettik." derler. Fakat uzak bir yerden imana" kolayca "nasıl ulaşabilirler!" Zira onlar ahirettedirler, iman mahalli ve imanla yükümlülük ise dünyadadır.
"Halbuki onlar daha önce onu inkâr etmişlerdi." Oysa onlar mükellefiyet vaktinden önce dünyada Hz. Muhammed (s.a.)'i veya azabı inkâr etmişlerdi. "Uzak bir yerden", uzak bir cihetten, yani dünyadan "gayba atıp tutuyorlardı. " Onlar hiçbir delil bulunmayan kuruntu ile gayba dil uzatıyorlardı. Araplar herhangi bir işte yakîn bilgi elde etmeyen kimse için "yakzifü bi'1-gayb" derler. Yani atıp tutuyor, demektir. Bu hususta batıl zanlarınm hiçbir dayanağı yoktur. Burada onların durumu uzak bir yerden görmediği bir şeye atış yapan kimsenin durumuna benzetilmektedir. Bundan murad şudur: Onlar Hz. Peygamber (s.a.)'in sânı hakkında birtakım dil uzatma ifadeleri, ya da azap hakkında onu açıkça reddetme ifadeleri kullanıyorlardı. Zira onlar Hz. Peygamber (s.a.) hakkında: "sihirbaz, şair, kâhin", Kur'an hakkında da "sihirdir, şiirdir, kehânettir" demişlerdir.
"Artık kendileriyle" imanın kabul edilmesi, yahut dünyaya dönme veyahut dünyadaki mal ve aileleri gibi "arzuladıkları şeyler arasına engel konur. Nitekim daha önce" onlardan önce onların "benzerlerine" geçmiş ümmetlerin kâfirlerine "de aynı şey yapılmıştı." "Eşya"' kelimesi "siya"' kelimesinin çoğuludur. "Siya"' kelimesi de "şîa" kelimesinin çoğuludur. Şîa, bir görüşün sahibi, taraftarı demektir. "Çünkü onlar" peygamberlerin durumu ve onların davet ettikleri tevhid, diriliş, cennet ve cehennem hakkında "şüphe ve endişe içindeydiler."
"Mürîb" kelimesi iki manadadır. Birincisi, şüphe ve töhmet yeri; ikincisi, şüphe sahibi, şüphelenen kişi. [75]
Allah Tealâ azabın sebeplerini açıklayıp kâfirlerin şüphelerini reddettikten sonra kâfirlere tehditte bulundu ve onları kıyamet günü verilecek şiddetli ceza ile korkuttu.
Daha sonra artık vaktin geçmesi sebebiyle imanın fayda vermediği günde, azabın görülmesi anında iman ettiklerini ve daha önce Allah'ı, Rasulünü ve kitabını inkâr ettiklerini bildirdi. [76]
"Sen o kâfirleri, korkup dehşete düştükleri zaman bir görmelisin. Artık kaçacak yerleri de yoktur. Onlar yakın bir yerden yakalanmışlardır."
Yani ey Muhammedi Öldükten sonra dirildikleri, kabirlerinden çıktıkları ve şiddetli azabı gördükleri zaman, o kâfirleri hayret verici bir durumda görürsün. Onlar artık kaçıp kurtulamazlar. Yani onların azaptan kaçacakları veya sığınacakları hiçbir yer yoktur. Onlar kabirlerinden ve hesap makamından cehenneme ilk anda alınıp yakalanmışlardır.
Nitekim bir başka ayette Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Suçluların Rablerinin huzurunda başlarını eğerek: "Ey Rabbimiz! Gördük, işittik. Bizi tekrar dünyaya gönder de, salih ameller işleyelim. Artık kesin olarak iman ettik." dediklerini bir görsen!" (Secde, 32/12).
"O zaman onlar: "Allah'a iman ettik." derler. Fakat (ahiret gibi) uzak bir yerden imana nasıl ulaşabilirler?" Yani kâfirler o gün şöyle derler: Biz Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettik, Kur'an'a ve Peygamber'e iman ettik...
Onlar imanın kabul edildiği yerden uzaklaştıkları halde nasjl iman edebilirler? Zira ahiret yurdu amellere karşılık verilecek yerdir. Mükellefiyet yurdu, ya da imtihan yeri değildir. Ancak dünya iman ve amel-i salih gibi yükümlülüklerin bulunduğu yerdir.
Nasıl istenen şeyi elde edebilirler? Oysa iman etmeleri ancak dünyada mümkündür. Onlar ise ahirettedirler. Dünya ahiretten uzaktır.
"Halbuki onlar daha önce onu inkâr etmişlerdi. Uzak bir yerden (dünyadan) gayba atıp tutuyorlardı." Yani onlar dünyada iken hakkı inkâr edip peygamberleri yalanladıklarına göre onların ahirette iman etmeleri nasıl mümkün olur? Onlar kuruntuyla atıp tutuyorlar ve bu hususta hiçbir dayanağı olmayan şeyler konuşuyorlardı. Bazan Peygamberimiz (s.a.) hakkında şair, kâhin, sihirbaz, mecnun veya bu gibi asılsız ifadeler söylüyorlardı. Bazan Kur'an hakkında sihir, şiir, kehânet düpedüz iftira diyorlar; bazan da ne diriliş, ne cennet, ne cehennem, ne hesap, ne de ceza vardır; bize azap edilmeyecek, diyorlardı.
"Artık kendileriyle arzuladıkları şeyler arasına engel konur." Yani onlarla dünyada arzuları arasına, kendileriyle ahirette talep ettikleri şeyler arasına engel konur ve dolayısıyla iman etmelerinin kabul edilmesi, azaptan kaçmaları, dünyaya dönmeleri ya da mal ve ailelerini beraberlerinde götürmeleri gibi arzularına engel olunur.
Nitekim bir başka ayette şöyle buyurulmaktadır: "Onlar azabımızın şiddetini gördükleri zaman: "Biz sadece iman ettik. O'na ortak koştuğumuz şeyleri inkâr ettik." dediler. Azabımınız şiddetini görünce imana gelmeleri onlara hiçbir fayda sağlamadı..." (Gafir, 40/84-85).
"Nitekim daha önce benzerlerine de aynı şey yapılmıştı. Çünkü onlar şüphe ve endişe içindeydiler."
Bu ayet onların benzerleri hakkında Allah'ın sünnetini, onların azaba uğramalarının ve imanlarının kabul edilmesinin sebebini beyan etmektedir.
Ayetin manası şudur: Biz bu müşriklere, bunların emsali ve benzerleri olan geçmiş ümmetlerin kâfirlerine davrandığımız gibi davrandık. Zira bunların hepsi dünyada peygamberler hakkında ve onların getirdikleri tev-hid, diriliş ve cezanın isbatı, şer'i esaslar ve hükümler hakkında kuşkuya boğulmuş bir şüphe içindeydiler. [77]
Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:
1- Bu tablo, kâfirlerin mecburen hakkı öğrendikleri vakitteki üzüntülü, endişeli bir tablosudur. Allah Tealâ'nm azabı indiği zaman, kıyamet günü azap ve cezayı gördüklerinde kâfirleri korku ve endişe kapladığı ve bu durum kendilerine tamamen hakim olduğu zaman kâfirleri en kötü ve en şaşırtıcı bir durumda görürsün. O zaman onlar için kaçılacak, kurtulacak hiçbir yer yoktur, yakalanıp cehenneme atılırlar. Onlar Allah'a yakındır. Ondan uzak kalamazlar, Ondan kaçıp kurtulamazlar.
2- Kâfirler bu korkunç durumda Kur'an'a, Hz. Peygamber (s.a.)'e ve dirilişe iman ettiklerini ilan ederler. Peki dünyada inkâr ettikleri halde, ahirette nasıl imana ulaşabilirler?!
3- Kâfirler dünyada Allah Tealâ'yı, Kur'an'ı ve Hz. Muhammed (s.a.)'i inkâr ederler, kuruntu ile atıp tutarlar. Görmediği bir şeye uzaktan atış yapıp da isabet ettiremeyen bir kimsenin durumu gibi evhamlarla konuşurlar. Diriliş, mahşerde toplanma, cennet ve cehennem yoktur, derler. Kur'an hakkında; büyü, şiir ve eskilerin masallarıdır, derler. Hz. Muhammed (s.a.) hakkında ise; sihirbaz, şair, kâhin ve mecnun, derler.
4- Kesin sonuç: Kâfirlerle azaptan kurtulmaları arasına, onlarla dünyaya dönme temennisiyle dünyada arzuladıkları malları ve ailelerine dönüş arzuları arasına engel konulmasıdır.
Bu sonuç daha önce geçen kâfir ümmetlerden bunların benzerlerinin uğradığı sonuca benzemektedir. Zira onların hepsi azabı haketmektedirler. Onlar peygamberler, diriliş, cennet ve cehennem hakkında, hatta bütün din ve tevhid hakında kuşkuda, derin bir şüphe içindedirler. [78]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/425.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/425.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/425-426.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/427.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/427.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/428.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/429-430.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/431.
[9] "Belâ" kelimesi iki yerde kullanılır:
Birincisi: Kendisinden
önce geçen haber veya nehiy olsun, olumsuz cümleyi reddetmek için kullanılır.
Böylece -burada olduğu gibi- bu kelimeden önceki olumsuzluk reddedilmiş olur.
İkincisi: Olumsuz cümle başındaki soruya cevap olarak gelir. Mesela,
"Ben senin arkadaşın değil miydim?" sorusuna cevap verenin tasdik
edeceği zaman "Belâ: Evet" demesi gibi. Bunun manası o takdirde
"Evet benim arkadaşım idin." demektir. Bu durumda "belâ"
kelimesi olumsuz cümleyi olumluya çevirmek içindir. "Neam: Evet"
kelimesine gelince, bu kelime aslında daha önceki sözü tasdik edip olumlu cevap
verme ve vaad etme anlamındadır. Meselâ, "Bana iyilik eder misin?"
sorusuna cevap veren "Neam: Evet" derse ona iyilik etme vaadinde
bulunmaktadır. İyilik etmemeyi isterse "lâ" der. Böyle bir yerde
"Belâ" kelimesinin kullanılması güzel olmaz. "Lâ" ile
"kellâ" arasındaki fark: "Lâ" harfi kendisinden önceki
cümleye olumsuz cevap verip reddetmek anlamındadır. "Kellâ" ise şu üç
manaya gelir: a) Ya "Lâ" manasında olur. Yani kendisinden önceki
cümleyi red ve inkâr manasındadır. Bu, kellâ üzerinde durulduğu zaman olur. b)
Bazan da "Hakkan: gerçekten" manasına gelir. Bu, nahiv üs-tadlarına
aykırı olarak Kisaî'nin görüşüdür, c) Kellâ ile cümleye başlanılması durumunda
"Kellâ inne'l-insane le-yatgâ" ayetinde olduğu gibi "elâ: dikkat
edin" manasındadır. (bkz. Mekkî b. Ebî Talib el-Kaysî, Kellâ, Belâ ve Neam
kelimelerinin şerhi risalesi)
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/431-433.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/433.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/433-435.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/437.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/437-438.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/438.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/438-439.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/439-440.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/441.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/441.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/441-442.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/442-443.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/443-444.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/445.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/445-447.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/447.
[26] Kurtubî, XIV/279.
[27] Razî, XXV7250.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 11/447-449.
[28] Kurtubî, XIV/270
[29] İbnü'l-Arabî, IV/1589; Kurtubî, XIV/272-274.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/449-452.
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/454.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/454-456.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/456.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/456.
[35] İbni Kesir, III/530.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/456-457.
[37] Kabile ismi olarak munsarıftır. Bu kelime daha önce
geçtiği gibi aslında bir şahıs ismidir.
[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/457-461.
[39] Tirmizî bu hadisi Enes'den: "Kim hesaba
çekilirse, azaba uğrar." ifadesiyle rivayet etmiştir.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/461-463.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/464.
[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/464-465.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/465.
[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/465-467.
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/467-468.
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/469-470.
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/470-471.
[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/471.
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/471-475.
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/475-476.
[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/477.
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/478.
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/478.
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/479-480.
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/480-481.
[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/482-483.
[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/483-484.
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/484.
[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/484-485.
[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/485-488.
[61] Zemm, kötülenme ve hicivden korunmak için şair ve
dilli kimselere verilen para gibi.
[62] Razî, XXV/262.
[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/488-490.
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/491.
[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/491-492.
[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/492.
[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/492-493.
[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/493-494.
[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/496.
[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/496-497.
[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/497-498.
[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/498-502.
[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/502-504.
[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/505.
[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/505-506.
[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/506.
[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/506-507.
[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/508.