SEBE SURESİ 3

Surenin İsmi: 3

Önceki Sure ile İlişkisi: 3

Surenin Muhtevası: 3

Allah Tealâ'nın Mülk, Kudret Ve İlim Sıfatları 3

Belagat: 4

Kelime ve İbareler: 4

Açıklaması 4

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 4

Kâfirlerin Kıyameti İnkâr Etmeleri, İnsanların Allah'ın Ayetlerine Karşı Tavırları Ve Görecekleri Cezalar  5

Belagat: 5

Kelime ve İbareler: 5

Ayetler Arası İlişki 6

Açıklaması 6

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 7

Kafirlerin Kıyametin Kopmasını Uzak Bir İhtimal Olarak Görmeleri Ve Rasulullah (S.A.) İle Alay Etmeleri, Dirilişe Delil Getirilmesi 8

Belagat: 8

Kelimeler ve İbareler: 8

Ayetler Arası İlişki 8

Açıklaması 8

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 9

Allah'ın Davud Aleyhısselama Verdiği Nimetleri 9

Belagat: 10

Kelime ve İbareler: 10

Ayetler Arası İlişki 10

Açıklaması 10

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 11

Allah'ın Süleyman (A.S.)'a Verdiği Nimetler. 11

Belagat: 11

Kelime ve İbareler: 11

Ayetler Arası İlişki 12

Açıklaması 12

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 14

Sebe Kavmi Ve Arim Seli Kıssası: 15

Belagat: 15

Kelime ve İbareler: 15

Nüzul Sebebi: 16

Ayetler Arası İlişki: 16

Sebe Kavmi Ve Me'rib Seddine Bakış: 17

Açıklaması: 17

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 19

Tanrılarının Müşriklere Şefaat Edememeleri: 20

Belagat: 20

Kelime ve İbareler: 20

Ayetler Arası İlişki: 21

Açıklaması: 21

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 22

Müşriklerin, Allah'ın Rızık Verici Olduğunuİkrar Etmeleri, Onlara Hüküm Verenin Allah Olduğunun Ve Hüküm Vaktinin Bildirilmesi: 22

Belagat: 23

Kelime ve İbareler: 23

Ayetler Arası İlişki: 24

Açıklaması: 24

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 26

Müşriklerin Kur'an'ı İnkar Etmeleri, Kıyamet Günü Sapıklarla Onları Saptıranlar Arasındaki Konuşma. 26

Belagat: 26

Kelime ve İbareler: 27

Ayetler Arası İlişki: 27

Açıklaması: 27

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 28

Hz. Peygamber (S.A.)'İn Teselli Edilmesi, Zenginler  Arasındaki İnkarcılık Olayı, Mal Ve Evlât  Sebebiyle Kendilerini İtibarlı Saymaları: 28

Belagat: 29

Kelime ve İbareler: 29

Nüzul Sebebi: 29

Ayetler Arası İlişki: 30

Açıklaması: 30

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 31

Kafirlerin Kıyamet Günü Tanrılarının Önünde Azarlanıp Kınanmaları: 32

Belagat: 33

Kelime ve İbareler: 33

Ayetler Arası İlişki: 33

Açıklaması: 33

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 34

Kafirlerin Azap Görme Sebepleri: 34

Belagat: 35

Kelime ve İbareler: 35

Ayetler Arası İlişki: 36

Açıklaması: 36

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 38

Kafirlerin Şiddetli Azap İle Tehdit Edilmeleri Ve Azabı Gördükleri Anda İman Etmeleri: 39

Belagat: 39

Kelime ve İbareler: 39

Ayetler Arası İlişki: 39

Açıklaması: 40

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 40


SEBE SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

Cenab-ı Hakkın: "Şüphesiz ki Sebe kavminin oturduğu yerde büyük bir delil vardı..." (Sebe, 34/15) ayetiyle Yemen kralları olan Sebelilerin kıs­sasının anlatılması ve hatırlatmada bulunması sebebiyle sureye "Sebe su­resi" adı verilmiştir. [1]

 

Önceki Sure ile İlişkisi:

 

Bu surenin bir önceki sure ile ilişkisi üç yönden ortaya çıkmaktadır:

Birincisi: Bu sure "Bunun neticesi olarak Allah münafık erkeklere ve münafık kadınlara, müşrik erkeklere ve müşrik kadınlara azap edecek; mü­min erkeklerin ve mümin kadınların da tevbelerini kabul edecektir." şeklin­de azabın uygulanması ve sevap verilmesini beyan eden bir önceki surenin son ayetine uygun olarak tam mülk ve mükemmel kudret sıfatlarını açıklayarak başlamıştır.

İkincisi: Ahzab suresinin son cümlesi "Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." şeklinde idi. Sebe suresinin başında ikinci ayetin sonu; "O, çok merhamet eden ve çok bağışlayandır." şeklindedir.

Üçüncüsü: Ahzab suresinde kâfirler alaycı tarzda kıyametin ne zaman kopacağını sormuşlardı. Bu surede ise Kur'an onların açıkça inkâr ettikle­rini anlattı. [2]

 

Surenin Muhtevası:

 

Sebe suresi, diğer Mekke'de inen surelerin de üzerinde durduğu ana konu olan Allah'ın birliği, nübüvvet ve ölümden sonra diriliş gibi akide esaslarını ihtiva etmektedir.

Sure göklerin ve yerin yaratıcısı olduğu ve çeşitli görevlerle insanlığa el­çi olarak melekleri gönderdiği için Allah'a hamd ve sena ile başlamaktadır.

Bunun ardından müşriklerin ölümden sonra dirilmeyi inkâr etmeleri konusu ve Hz. Muhammed (s.a.)'in ahiretin meydana geleceği hususunda büyük bir kasemle Allah Tealâ'ya yemin etmesi zikredilmiştir: "Deki: Ha­yır, gaybı bilen Rabbime yemin olsun ki kıyamet saati mutlaka size gelecek­tir." Ayrıca kâfirlerin Peygamberimiz (s.a.) hakkında iftiracı ve mecnun ol­duğu şeklindeki batıl, asılsız ithamları kaydedilmiştir. Sure daha sonra on­ları yere geçirme ve üzerlerine gökten parçalar düşürme tehdidini zikrederek Allah Tealâ'nın kudretini isbat etti.

Daha sonra kuşların ve dağların Davud aleyhisselâmla birlikte teşbih etmeleri, rüzgârın Süleyman aleyhisselâmın emrine verilmesi, Sebe ahalisi olan Yemen krallarına bahçeler, meyveler verilmesi gibi Allah'ın Hz. Da­vud, Süleyman ve Sebe halkına verdiği nimetler bir bir sayıldı.

Sure bundan sonra da Allah'ın varlığının ve birliğinin delillerinden, müşriklerin putlara tapma konusundaki batıl inançlarının çürütülmesin-den, kıyamet günü rezil olan liderlerle onlara tâbi olan kâfirler arasındaki şiddetli tartışmalardan ve her iki grubun sorumluluğunu diğerinin üzerine atmasından söz etmektedir.

İslâm'ın bütün insanlara ait evrensel bir mesaj olduğunu açıklamakta, kıyamet günü zorlu bir hesap ve acıklı bir ceza verileceği tehdidinde bulun­duğunu, lüks içindeki kâfirlerin mallarıyla ve çocuklarıyla gururlanarak her zaman peygamberlerin düşmanları olduklarını, Allah'ın müslümanlar-dan razı olup onlara azap etmeyeceğini, mahşer günü Allah'ın meleklere, müşriklerden kendilerine tapmalarını isteyip istemediklerini soracağının beyan etmektedir.

Sure; müşriklerin Kuranı inkâr ettiklerini, Kuranın vahiy değil uy­durma bir şey olduğunu iddia ettiklerini anlatır. Onlara daha önceki üm­metlerin cezalandırıldığı hadiseleri öğüt olarak nakletmektedir. Kendile­rinden Muhammed (s.a.)'in iftiracı ve mecnun olmadığı, onun sadece şid­detli bir azabı bildiren uyarıcı olduğu, onun bu daveti için hiçbir ücret ta­lep etmediği, bilakis ecrinin Rabbine ait olduğu hususunda ince ince düşü­nüp tefekkür etmelerini talep etmektedir.

Sure müşriklerin kıyamet günü gelmeden önce bir ve tek olan Allah'a iman etmeye davet edildiklerini, onların da bunun üzerine Kur'an'a ve Ra-sulullah'a iman etmek, salih ameller işlemek için dünya yurduna dönmeyi istediklerini; fakat artık vakit çok geç olduğu için müşriklerle arzuları ara­sına engel konulduğunu anlatarak sona erer. [3]

 

Allah Tealâ'nın Mülk, Kudret Ve İlim Sıfatları

 

1- Hamd göklerde ve yerde bulunan  her şeyin sahibi olan Allah'a mah- sustur. Hamd ahirette de, O'na  mahsustur. O Hakimdir (sonsuz  hikmet sahibidir) ve Habîr'dir (her  ^yden haberdardır).

2- "O yerin içine gireni yerden çıkan, gökten inen ve göğe çıkan her şeyi  bilir. O çok merhamet eden ve çok  bağışlayandır.

 

Belagat:

 

"el-Hamdü lillah." İki tarafın marife olması hasr ifade etmek içindir. Yani kâmil hamde Allah'tan başkası lâyık değildir.

"Girer-çıkar", "iner-çıkar" ifadeleri arasında tezat sanatı vardır. [4]

 

Kelime ve İbareler:

 

"el-Hamdü lillah" hamd; Allah'a zatına lâyık olacak şekilde övgü, ya da Allah'a güzel sıfatları ve fiilleriyle övgü demektir.

"Hamd" mülk, yaratık ve nimet olarak "göklerde ve yerde bulunan her-şeyin sahibi olan Allah'a mahsustur. Hamd ahirette de, O'na mahsustur." Mükemmel kudreti ve tam nimeti sebebiyle dünyada hamd Ona mahsus­tur. Aynı sebeple ahiret yurdunda kulları cennete girdiğinde kullarının hamdi yine O'na mahsustur. "O Hakimdir" fiilinde hikmet sahibidir. Dün­ya ve ahiret işini en sağlam şekilde yapan ve bunu hikmetinin gereği ola­rak yöneten Odur. "ve Habîr'dir." Her iki dünyada mahlûkatmdan gayet haberdardır. O işlerin gizli yönlerini en iyi şekilde bilendir.

"O", su gibi toprağa nüfuz edip bir başka yerde fışkıran sular gibi, ha­zineler, defineler ve ölüler gibi "Yerin içine giren"; ekinler, bitkiler, hayvan­lar, maden filizleri ve kaynak suları gibi "yerden çıkan"; yağmurlar, karlar, buzlar, yıldırımlar, rızıklar, melekler, kitaplar gibi "gökten inen ve" kulların amelleri, melekler, buharlar ve dumanlar gibi "göğe çıkan her şeyi bilir. O" kullarına "çok merhamet eden ve" günahlarını "çok bağışlayandır." [5]

 

Açıklaması

 

"Hamd göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibi olan Allah'a mah­sustur. " Yani mutlak ve mükemmel hamd göklerin ve yerin, göklerde ve yerde bulunan her şeyin gerçek sahibi, göklerin ve yerin işlerini gören Al­lah'a mahsustur. O dilediğini yapar, dilediği hükmü verir. O'na yapılan hamd mahlûkata karşı verdiği nimetler için yapılmaktadır. Ayetin manası şudur: Hamd, sena ve şükre lâyık olan mülk, yaratık ve dilediği tasarruf olarak göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibi olan Allah'tır. O mükem­mel kudretin ve tam nimetin sahibidir.

"Hamd ahirette de, O'na mahsustur." Dünyada hamd O'na mahsus ol­duğu gibi ahirette de hamd O'na mahsustur. Çünkü dünya ve ahiret ehline lütufta bulunan ve nimet veren O'dur. Nitekim bir başka ayette de şöyle buyuruyor: "O kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah'tır. Dünya­da da, ahirette de, hamd O'na mahsustur. Hüküm yalnız O'nundur. Siz an­cak O'na döndürüleceksiniz." (Kasas, 28/70). Allah Tealâ cennet ehlinin hamdetmesini anlatmak üzere şöyle buyurmaktadır: "Onlar: "Bize verdiği vaadinde duran ve bizi bu yere varis kılan Allah'a hamd olsun. Cennette is­tediğimiz yeri yurt edinebiliyoruz." dediler." (Zümer, 39/74); "Orada şöyle derler: Hamd bizden üzüntüyü gideren Allah'a mahsustur. Şüphesiz ki Rabbimiz çok affedendir, şükrün karşılığını bol verendir. O bizi lutfuyla içinde ebedî kalacağımız cennete yerleştirdi." (Fatır, 35/34-35).

Devamlı olarak hamd edilen Cenab-ı Hak olunca, ebedî olarak ibadete lâyık olan da O'dur.

"O Hakim ve Habîr'dir." Allah sözleri ve fiillerinde, dininde ve takdir­lerinde sonsuz hikmet sahibidir. Mahlukatının işlerini hikmetiyle idare eder. O işlerin gizli yönlerini gayet iyi bilir. O, kendisine hiçbir şey gizli kalmayan ve kendisinden hiçbir şey uzak kalmayandır. İmam Malik diyor ki: O mahlukatından gayet haberdardır. Onların işlerinde hikmet sahibi­dir.

"O, yerin içine giren ve yerden çıkanı bilir," O, bir yerde toprağa giren, diğer bir yerden fışkıran yağmur suyu gibi, hazineler, defineler ve ölüler gi­bi yerin içine girenleri; hayvanlar, bitkiler, sular ve maden filizleri gibi yer­den çıkanları bilir.

"gökten inen ve göğe çıkan her şeyi bilir." O, melekler, kitaplar, rızıklar, yağmurlar ve şimşekler gibi gökten inenleri; melekler, kulların amelleri, gazlar, dumanlar, hava taşımacılık vasıtaları ve kuşlar gibi göğe çıkanları bilir.

"O çok merhamet eden ve çok bağışlayandır." Allah kullarına çok mer­hametlidir. Dolayısıyla kullarının isyanına derhal ceza vermez. Kendisine yönelen ve kendisine güvenen kullarının günahlarını çok bağışlayandır. [6]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu hususları göstermekterdir:

1- Allah Tealâ bütün övgülere tek lâyık olandır. Hamd, nimete şükür manasındadır. Allah'a yapılacak övgü, Ona lâyık olan şekilde olacaktır. Mükemmel hamd ve tam sena tamamen Allah'a mahsustur. Zira bütün ni­metler O'ndandır. Göklerin ve yerin sahibi ve yaratıcısı, varetmek ve yo-ketmek; diriltmek ve öldürmek suretiyle göklerde ve yerde tasarrufta bulu­nan O'dur.

2- Allah Tealâ dünya ve ahirette sonsuz hamde lâyık olandır. Zira O, dünyanın da, ahiretin de malikidir. O fiilinde sonsuz hikmet sahibidir, mahlûkatmm durumunu gayet iyi bilendir.

3- Allah gizli ve açık olan her şeyi bilir. O yağmur damlaları, hazine­ler, defineler ve ölüler gibi yere giren şeyleri bilir. Bitki vb. yerden çıkan şeyleri bilir. O yağmurlar, karlar, buzlar, şimşekler, nzıklar, miktarlar ve bereketler gibi gökten inen şeyleri; melekler, kulların amelleri gibi göğe çı­kan şeyleri bilir. O kullarına çok merhamet edendir, kullarından tevbe edenlerin günahlarını çok bağışlayandır.

Ayrıca Razî'nin zikrettiği gibi hamd ile başlayan beş sûre vardır. Bu surelerden ikisi Kur'an-ı Kerim'in ilk yarısındadır. Bu iki sure En'am ve Kehf sureleridir. Diğer iki sure Kur'an-ı Kerim'in ikinci yarısındadır. Bun­lar da Sebe suresi ile Fatır (diğer adıyla Melâike) süresidir. Beşincisi ise hem ilk yarı, hem de ikinci yarıyla birlikte okunan Fatiha süresidir. Bura­daki hikmet şudur: Allah'ın nimetleri iki kısımda toplanmaktadır: Var et­me nimeti, varlığı devam ettirme nimeti.

a) En'am suresinde var etme nimetinden dolayı şükretmeye işaret edilmektedir: "Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı va-reden Alah'a mahsustur." (En'am, 6/1).

b) Kehf suresinde varlığı devam ettirme nimetinden dolayı şükretme­ye işaret edilmektedir: "Hamd, kulu Muhammed'e Kur'an'ı indiren ve doğ­ruluktan uzak hiçbir şeyi Kur'an a koymayan Allah'a mahsustur." (Kehf, 18/1). Zira varlığın devamı hükümlere bağlıdır.

c) Bu surede (Sebe suresinde) ilk ayette "Hamd göklerde ve yerde bulu­nan her şeyin sahibi olan Allah'a mahsustur." ifadesiyle var etme nimetine, "Hamd ahirette de O'na mahsustur." ifadesiyle de ikinci var etme nimetine şükretmeye işaret edilmiştir.

d) Fatır suresinde ikinci defa varlığı devam ettirme nimetine işaret edilmiştir. Bu, kıyamet gününde olacaktır. Zira melekler ancak kıyamet günü elçi olabilirler. Allah onları selâm vermek üzere gönderecektir. Nite­kim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onları melekler karşılar." (Enbiya, 21/103).

e) Fatiha süresindeki hamd ise "Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdol-sun" ayetiyle içinde bulunulan, yaşanılan nimetlere, "Din gününün sahibi­dir. " ayetiyle daha sonraki nimete işaret edilmiştir. Bunun için Fatiha su­resi hem başta, hem de sonda okunmuştur. [7]

 

Kâfirlerin Kıyameti İnkâr Etmeleri, İnsanların Allah'ın Ayetlerine Karşı Tavırları Ve Görecekleri Cezalar

 

3- Kâfirler: "Kıyamet saati bize gelmeyecektir." dediler. De ki: "Ha­yır, gaybı bilen Rabbime yemin olsun ki kıyamet saati size mutiaka gelecektir." Göklerde ve yerde zerre mlktarı bir şey °'nun ilmi dışında  değildir. Bundan daha küçük ve daha büyük hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta yazılmış olmasın. 

4- "Böylece Allah, İman edip salih  ameUer işleyenleri mükâfatlandıracaktır. İşte onlar için mağfiret ve değerli bir rızık vardır-

5-  Ayetlerimiz hakkında bizi âciz  bırakmaya yeltenenlere gelince, on- lar için çok kötü ve can yakıcı bir  azap vardır.

6-  Kendilerine ilim verilenler Rabbinden sana indirilen Kur'an'ın hak olduğunu, Azîz ve Hamîd olan Al­lah'ın yoluna sevkettiğini bilirler.

 

Belagat:

 

"Böylece Allah iman edip salih ameller işleyenleri mükâfatlandıracak-tır." ayetiyle "Ayetlerimiz hakkında bizi âciz bırakmaya yeltenenler" ayeti arasında "mukabele" denilen sanat yapılmıştır. Mağfiret ve değerli rızık, iyilik edenlerin mükâfatıdır. Azap, suçluların mükâfatıdır. [8]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kâfirler: Kıyamet" diriliş "saati bize gelmeyecektir." Bu, kâfirlerin, kı­yametin geleceğini inkârıdır, ya da kıyamet vaadiyle alay ederek kıyame­tin geleceğini ihtimal dış: görmektir.

"De ki: Hayır", ifadesi onların iddialarını red ve reddettiklerini ispat etme ifadesidir[9], "gaybı bilen Rabbime yemin olsun ki o kıyamet saati size mutlaka gelecektir." Bu ifade, kasemle te'kid edilerek kendisine kasem edi­lenin mümkün olduğunu isbat eden ve onun imkânsızlığını reddeden sıfat­larla tavsif ederek tekrar isbat eden bir ifadedir. "Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey O'nun ilmi dışında değildir." O'ndan uzak değildir. "Bun­dan" zerreden "daha küçük ve" bundan "daha büyük hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta yazılmış olmasın." Yani bunlar gayet açık bir kitapta -Levh-i Mahfuz'da- tesbit edilmiştir. "Bundan daha küçük..." cümlesi bir ön­ceki cümlenin manasını te'kid eden bir cümledir.

"Böylece Allah, iman edip salih ameller işleyenleri mükâfatlandıracak-tır." cümlesi "Kıyamet size mutlaka gelecektir" ayetinin illetidir ve gelmesi­ni gerekli kılan sebebi açıklamaktadır. Yani kıyamet saatinin gelmesinin faydası müminlerin sevapla mükâfatlandırılması ve kâfirlerin azapla ceza-landırılmasıdır. "İşte onlar için" günahlarına "mağfiret" yani imanlarının ve salih amellerinin günahlarına galip gelmesi sebebiyle Allah Tealâ tara­fından silinmesi "ve değerli bir rızık", yorgunluk olmayan ve minnet bulun­mayan güzel bir rızık "vardır." Bu, Allah Tealâ tarafından bir lütuf olarak imanları ve salih amelleri sebebiyle verilen lezzetli yiyecekler v.b. nimet­lerdir.

Peygamberlere indirilen ayetlerimizi iptal etmek ve insanları bunlar­dan uzaklaştırmak suretiyle "Ayetlerimiz hakkında bizi âciz bırakmaya yeltenenlere gelince," diriliş ve ceza yoktur, diye inandıkları için kendileri­nin elimizden kurtulacaklarını ve bizim onlara karşı muktedir olamayacağımızı zannederek bizimle yarışanlar vardır. "Muâciziyn" kelimesi "mu'ci-ziyn" şeklinde de okunmuştur. Bu takdirde manası Kur'an ayetlerine iman etmeyi engelleyip oyalayanlar şeklindedir. "Onlar için çok kötü", çok şid­detli "ve can yakıcı" acıklı "bir azap vardır."

"Kendilerine ilim verilenler" Sahabeden ilim sahibi olanlarla ümmet­ten onların yolundan gidenler ya da Abdullah b. Selâm ve arkadaşları gibi Ehl-i Kitap müslümanlar "Rabbinden sana indirilen Kur'an'ın hak" sabit, sahih ve başkalarının batıl "olduğunu, Aziz" herkese ve herşeye galip olan ve asla yenilgiye uğramayan, izzet sahibi "ve Hamîd" bütün işlerinde övgü­ye lâyık "olan Allah'ın yoluna", Allah'ın dinine yani tevhid ve takvaya "ilet­tiğini bilirler." [10]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak dünya ve ahirette hamdin Allah'a mahsus olduğunu, kâ­firlerin kıyametin meydana geleceğini şiddetle inkâr ettiklerini, ya da Hz. Peygamber (s.a.)'in vaadiyle alay etmek üzere kıyametin derhal gelmesini istediklerini beyan ettikten sonra Allah'ın ayetlerine karşı insanların bir grubu inkarcı, reddedici, inatçı ve Kur'an ayetlerini geçersiz saymak için gayret eden; diğer grubu ise, Kur'an ayetlerinin doğru yola ileten, son dere­ce açık hakikat olduğunu bilip inanan kimseler olarak iki gruba ayrıldığını açıklamaktadır. [11]

 

Açıklaması

 

"Kâfirler: "Kıyamet saati bize gelmeyecektir." dediler." Semavî risalete inanmayanlar, inkâr ederek ya da bu vaadle alay etme tarzında: Ne kıya­met, ne diriliş, ne de hesap görme olacaktır, dediler. Onlar böylece kıyame­tin meydana gelmesi ile ilgili olarak Rablerinden gelen ve ilâhî kitapların ihtiva ettiği haberleri ve bu kitaplardaki hüccet ve delilleri inkâr etmiş ol­dular. Allah da bunların inançlarının batıl ve asılsız olduğunu vurgulamak üzere onlara şöyle cevap verdi:

"De ki: Hayır, Rabbime yemin olsun ki, kıyamet saati mutlaka gelecek­tir. " Yani, ey Peygamber onlara de ki: Hayır, Allah'a yemin olsun ki kıya­met hiç şüphesiz gelecektir.

Dikkat edilirse, burada kıyametin varlığı ve onların iddialarının ge­çersizliği Allah'a kasem ile te'kid lamı ve te'kid nûnuyla yapılan, fiildeki te'kid ile bir kez daha vurgulanarak isbat edilmektedir.

Bu ayet -İbni Kesir'in zikrettiği gibi- şirk, nifak ve inat ehlinden olan inkarcılara red olmak üzere Allah Tealâ'nın kıyametin meydana geleceğine dair Rasulünün yüce Rabbine kasemde bulunmasını emrettiği üç ayetten biridir.

Bu ayetlerden biri Yunus suresindedir: Bu (anlattığın) gerçek mi diye senden haber almak isterler. De ki: Evet, Rabbime yemin olsun ki bu elbette gerçektir. Siz Allah'ı âciz bırakamazsınız." (Yunus, 10/53).

İkincisi bu ayettir: "Kâfirler: Kıyamet saati bize gelmeyecektir, dediler. De ki: Hayır, gaybı bilen Rabbime yenim olsun ki kıyamet saati size mutla­ka gelecektir." (Sebe, 34/3).

Üçüncü ayet ise Tegabün suresindedir: "İnkâr edenler, öldükten sonra hiç dirilmeyeceklerini iddia ederler. De ki: Hayır, Rabbime yemin ederim ki, öldükten sonra mutlaka diriltileceksiniz. Sonra da yaptıklarınız size bildi­rilecektir. Bu, Allah'a çok kolaydır." (Tegabün, 64/7).

Cenab-ı Hak daha sonra, öldükten sonra dirilişin mümkün olduğuna delâlet eden kâmil ilim sahibi olma sıfatıyla kendi zatını tavsif ederek şöy­le buyurdu:

"Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey O'nun ilmi dışında değildir. Bundan daha küçük ve daha büyük hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta yazılmış olmasın."

Öldükten sonra diriltmeye kadir olan Allah'tan hiçbir şey uzak değil­dir. En küçük karınca kadar bile olsa varlıklardan hiçbir şey Ona gizli de­ğildir. Bu zerreden daha küçük veya daha büyük herşey apaçık bir kitapta yani Levh-i Mahfuz'da tesbit edilip kaydedilmiştir.

Allah Tealâ bundan sonra cesetleri tekrar yaratma ve kıyametin kop­ması hakkındaki hikmetini şu ayetle beyan etmiştir:

"Böylece Allah iman edip salih amel işleyenleri mükâfatlandıracaktır. İşte onlar için mağfiret ve değerli bir rızık vardır."

O, mahlûkatı kıyamet günü kara, deniz veya her nerede iseler Allah'a, Rasulüne ve ahiret gününe iman eden, salih amelleri -yani emredildikleri şeyleri- işleyen ve nehyolundukları şeylerden kaçınan müminleri mükâfat­landırmak için kabirlerinden çıkarıp diriltecektir. Onlar için mağfiret -yani günahların silinmesi- ve çenette hiçbir yorgunluk ve minnet bulunmayan nimetler vardır. Bundan maksat müminlere mükâfat verilmesinin hak ve adalet olmasıdır.

Bu müminler grubudur. İkinci grup şudur:

"Ayetlerimiz hakkında bizi âciz bırakmaya yeltenenlere gelince, onlar için çok kötü ve can yakıcı bir azap vardır." Bizim kendilerine erişemeyece­ğimizi ve muktedir olamayacağımızı sanarak Kur'an ayetlerini ve öldükten sonra dirilmeyi isbat eden delilleri geçersiz saymaya teşebbüs eden inatçı kâfirler için cehennem ateşinde en şiddetli bir azap vardır. Bu, azabın en kötüsü ve en acıklısıdır. Bu azap verme, hakkaniyet ve adalet gereğidir. Böylece kötülük edenle iyilik edene eşit muamele yapılmış olacaktır. Nite­kim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Yoksa biz iman edip salih amel işleyenleri, yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar gibi mi tu­tacağız"? Yoksa Allah'tan hakkıyla korkanları, günahkârlar gibi mi tutaca­ğız?" (Sad, 38/28). Yine şöyle buyurmaktadır: "Cehennemliklerle cennetlik­ler bir değildir. Kurtuluşa erenler sadece cennetliklerdir." (Haşr, 59/21).

Kısaca; kıyametin gayesi saadete eren müminlerin cennetle mükâfat-landırılması ve bedbaht kâfirlerin cehennemle azap edilmesidir.

Cenab-ı Hak bundan sonra daha öncekilere atfedilen bir başka nimet zikrederek şöyle buyurdu:

"Kendilerine ilim verilenler Rabbinden sana indirilen Kur'an m hak olduğunu, Aziz ve Hamîd olan Allah 'm yoluna sevkettiğini bilirler."

Peygamberlere indirilen kitaplara iman eden müslümanlar ile Abdul­lah b. Selâm, Ka'b ile arkadaşları ve başkaları kıyametin koptuğunu, iyi­lerle kötülere amellerinin karşılığının verildiğini gördüklerinde ve Allah'ın kitaplarından öğrendiklerinin dünyada gerçekleştiğini anladıklarında o za­man bunun hakkın ta kendisi olduğunu görürler ve Kur'an'm hak olduğu­nu yakînen anlarlar. O gün şöyle derler: Allah'ın peygamberlerinin getirdi­ği din elbette haktır, sabittir, kendisinde asla şüphe bulunmayan doğrudur. Kuran kendisine tâbi olanları, mağlup olmayan, engellemeyen, izzet sahi­bi olan Allah'ın yoluna irşad eder. O, her şeyi yoketme gücüne sahip olan­dır. O, bütün sözlerinde, fiillerinde, hükmünde ve kaderinde hanide lâyık olandır. Acizlik sıfatı Ona lâyık değildir.

Bu ayetin benzeri şu ayetlerdir: "Bu, Rahman olan Allah 'm vaadettiği kıyamet günüdür. Peygamberler doğru söylemişlerdir." (Yasin, 36/52); "Şüp­hesiz sizler Allah 'm takdir ettiği dirilme gününe kadar kaldınız. İşte yeni­den dirilme günü." (Rum, 30/56). [12]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetlerden aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:

1- Mekke halkından olan kâfirler ve başkaları dirilişin olacağını ve kı­yametin geleceğini inkâr etmişlerdir.

Ebu Süfyan, Mekke kâfirlerine şöyle demiştir: Lâfa ve Uzza'ya yemin olsun ki bize kıyamet ebediyyen gelmeyecek, biz diriltilmeyeceğiz.

Bu onların Allah'ın mahlûkatı yarattığını kabul edip, dirilişi inkâr et­tikleri anlamına gelir. Bu dirilişe kadir olduğunu itiraf edip de, gücü yetse bile bunu yapamaz, demeleriyle çelişmektedir.

2- Allah Tealâ kıyametin meydana geleceğini, Muhammed (s.a.)'in mutlaka gelecektir, diye yüce Rabb'ne yeminle te'kid etmekte, peygamber­lerin diliyle nıahlûkatın dirileceğini haber vermektedir. Fiilen mümkün olan ve yapılabilecek bir şey hakkında haber vârid olunca doğru sözlülüğü vacib olan kimsenin yalanlaması imkânsızdır.

3- Allah göklerde ve yerdeki en küçük ve en büyük şeyleri bilir. O, ya­rattığı şeyi gayet iyi bilir. Hiçbir şey O'na gizli kalmaz. Dolayısıyla dirilişin meydana gelmesini gerekli kılan sebep insanlar arasında adaletin ikame edilmesi hakikati gerçekleşmiş, bunun meydana gelmesine engel olan şey­ler ortadan kalkmıştır.

4- Diriliş, kıyamet ve hesabın hikmeti salih ameller işleyen müminlere mükâfat verilmesi, Allah'ın birliğini, Peygamberleri, melekleri, ilâhî kitap­ları ve ahiret gününü yalanlayan kâfirlerin cezalandınlmasıdır.

5- Rablerinin kendilerine erişemeyeceğini, Allah'ın ahirette kendileri­ni diriltmeye muktedir olamayacağını ve onları ihmal edeceğini zannede­rek Allah'ın birliğinin, dirilişin ve nübüvvetin delillerini geçersiz saymaya ve Allah'ın ayetlerini yalanlamaya çalışan kâfirler için acıklı bir azap var­dır. Bu, azabın en kötüsü ve en şiddetlisidir.

6- Peygamberliği reddetme gayreti içerisinde bulunan bu kâfirlerin karşısında kendilerine kitap verilen Hz. Muhammed (s.a.) ashabı ile Ehl-i Kitap müminlerinden meydana gelen bir başka grup bulunmaktadır ki bunlar kıyamet henüz gelmemiş olsa da Kuranın hak olduğu görüşünde­dirler. Buradaki rü'yet, bilmek manasındadır. Onlar Kur'an'ın, Allah'ın di­ni olan İslâm yoluna ilettiğini gayet iyi bilirler. [13]

 

Kafirlerin Kıyametin Kopmasını Uzak Bir İhtimal Olarak Görmeleri Ve Rasulullah (S.A.) İle Alay Etmeleri, Dirilişe Delil Getirilmesi

 

7- Kâfirler (birbirlerine) şöyle dedi­ler: "Vücudunuz parça parça ayrı­lıp toprak olduktan sonra, yeniden yaratılışla dirileceğinizi haber ve­ren bir adam gösterelim mi size!

8-  Acaba o Allah'a karşı yalan mı uyduruyor? Yoksa onda bir delilik mi var?" Hayır, âhirete inanmayan­lar azap içinde ve büyük bir sapık­lık içindedirler.

9-  Onlar gökten ve yerden önlerin­de ve arkalarında olanı görmüyor­lar mı? Eğer dilersek onları yere geçirir veya üzerlerine gökten par­çalar düşürürüz. Şüphesiz ki bun­da, Rabbine yönelen her kul için el­bet bir ibret vardır.

 

Belagat:

 

"... yeniden yaratılışla dirileceğinizi haber veren bir adam gösterelim mi?" cümlesindeki soru alay etme ve hafife alma içindir. Onların muradı Rasulullah (s.a.) ile alay etmektir. Kâfirler bilmezlikten gelerek onun ismi­ni anmadılar. [14]

 

Kelimeler ve İbareler:

 

"Kâfirler" hayrete düşürme şeklinde birbirlerine "şöyle dediler: Vücu­dunuz parça parça ayrılıp toprak olduktan", tamamen parça parça ayrılıp toprak olduktan "sonra, yeni bir yaratılışla" yaratılacağınızı, "dirileceğinizi haber veren bir adam gösterelim mi size?" Bunu alaylı bir tarzda söylediler.

"Acaba o Allah'a karşı yalan mı uyduruyor?" "Efterâ" kelimesindeki hemze istifham için getirilmiş olup hemze-i vasıl yerine bu hemze ile yeti-nilmiştir. "İftira", yalan uydurmak anlamındadır. "Yoksa onda" kendisinde öldükten sonra dirilişi hayal etmesine sebep olacak "bir delilik mi", bir cin­net, bir akıl zaafiyeti mi "var?" dediler. "Hayır, âhirete" öldükten sonra diriliş ve azaba "inanmayanlar," ahirette "azap" içinde "ve" dünyada haktan ve doğru yoldan "büyük bir sapıklık içindedirler." Bu, Allah tarafından kâfir­lere verilen bir cevap niteliğindedir.

"Onlar, gökten ve yerden önlerinde ve arkalarında olanı" üstlerinde ve altlarında olanı "görmüyorlar mı?" Buna bakmıyorlar mı? "Eğer dilersek on­ları yere geçirir", yere batırır, "veya üzerlerine gökten parçalar düşürürüz." [15]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak kâfirlerin kıyameti inkâr etmelerini haber verip bunlara cevap verdikten, onların cezalarını ve müminlere vereceği mükâfatı beyan ettikten sonra; kıyametin durumu hakkında kâfirlerin hayret etme, hafife alma ve alay etme tarzındaki sözlerini, Muhammed (s.a.)'i yalan uyduran veya cinnet içinde olan kişi diye tavsif ettiklerini zikretti.

Daha sonra gökleri ve yeri yaratmaya muktedir olmayı, öldükten son­ra diriltmeye muktedir olacağına delil olarak ortaya koydu. Sonra da kü­fürlerinden dönmeleri için kâfirleri şiddetli azapla tehdit etti.

 

Açıklaması

 

"Kâfirler şöyle dediler: Vücudunuz parça parça olduktan sonra yeni­den yaratılış içinde olacağınızı bildiren bir adam gösterelim mi size!"

İnkâr edenler hayret etme, hiçe sayma ve alaya alma tarzında birbir­lerine şöyle dediler: Çürüyüp toprak olduktan ve topraktaki cesetleriniz parça parça ayrıldıktan sonra önceden olduğunuz gibi aynı şekilde dirilece­ğiniz şeklinde size garip bir haber veren, ismi Muhammed olan bir şahsı gösterelim mi?

Bu ayetin bir benzeri şu ayettir: "Yaradılışını unutarak bize misal ge­tirir ve çürümüş kemikleri kim diriltecekmiş?! der." (Yasin, 36/78).

"Acaba o Allah'a karşı yalan mı uyduruyor? Yoksa onda bir delilik mi var?" derler. Yani onun durumu şu iki şekilden uzak değildir: Ya o bu ayetle­rin kendisine vahyedildiği şeklinde yalan olarak Allah'a kasden iftirada bu­lunmaktadır. O söylediklerinde yalancıdır. Yahut o şahısta, söylediğini dü­şünemeyecek ve öldükten sonra dirilişi hayal edecek şekilde cinnet vardır.

Bunun üzererine Allah, bu iki durumdan daha tehlikeli ve daha feci olmak üzere kâfirlerin başına gelecek olanı onlara haber vererek şöyle bu­yurdu:

"Hayır, âhirete inanmayanlar azap ve büyük bir sapıklık içindedirler." Yani durum onların iddia ettikleri ya da onların ileri sürdükleri gibi değil­dir. Bilakis Muhammed (s.a.) Hakkı getiren, sözünde sâdık olan ve Hak yolda olan zattır. Küfredenler ise, âhireti inkâr eden aptal, cahil ve yalancı kişilerdir. Onlar bu sebeple ahirette daimî azap içinde olacaklardır. Onlar bugün dünyada Hak'tan tamamen uzak derin bir sapıklık içindedirler.

Allah Tealâ daha sonra gökler ve yerin yaratılmasında muktedir oldu­ğuna, dolayısıyla Onun öldükten sonra dirilişe de muktedir olduğuna dik­kat çekerek şöyle buyurdu:

"Onlar, gökten ve yerden önlerinde ve arkalarında olanı görmüyorlar mı? Eğer dilersek onları yere geçirir veya üzerlerine gökten parçalar düşü­rürüz. " Yani Allah gök ve yerin yaradılışında tefekkür edip düşünmemeleri sebebiyle onlara tekdirde bulunarak şöyle buyurdu: Onlar önlerine ve ar­kalarına, Allah Tealâ'nın kudretine ve birliğine delâlet eden şaşırtıcı olay­lara bakmıyorlar mı? Çünkü onlar, kudret sahibi olan Allah'ın varlığını ifa­de eden gökyüzünü görmüyorlar mı? Yeryüzü de gökyüzünün delâlet ettiği hususlara aynı şekilde işaret etmektedir. Onlar göklere ve yere bakarlarsa, gök ve yerleri yaratanın onlara derhal azap vermeye de muktedir olduğunu görürler. Biz dilersek, Karun'u yerin dibine geçirdiğimiz gibi onları yere ge­çiririz, yahut Eyke ashabının üzerine taşlar düşürdüğümüz gibi gökyüzün­den parçalar düşürürüz.

Bununla anlatılmak istenen mana şudur: Eğer biz dilersek onların za­lim olmaları ve bizim onlar üzerinde muktedir olmamız sebebiyle onlara böyle davranabilirdik. Fakat biz halîm ve affedici olmamız sebebiyle, onla­ra verilecek cezayı erteliyoruz.

"Şüphesiz ki bunda Rabbi'ne yönelen her kul için elbet bir ibret var­dır. " Yani göklerin ve yerin yaradılışının incelenmesinde Allah'a çok yöne­len akıllı, zeki her kul için elbette Allah Tealâ'nın cesetleri diriltmesine ve âhiretin meydana gelişine delâlet eden bir ibret vardır. Zira yükseklik ve genişliğiyle gökleri; alçaklık, uzunluk ve genişliğiyle bu yeryüzünü yarat­maya muktedir olan Allah, bu cisimleri eskiden olduğu gibi tekrar dirilt­meye de kadirdir.

Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyuruyor: "Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılması insanların yaratılmasından daha büyük bir iştir. Fa­kat insanların çoğu bunu bilmezler." (Gafir, 40/57). Yine şöyle buyuruyor: "Gökleri ve yeri yaratan Allah onların benzerini yaratmaya kadir değil mi­dir? Elbette kadirdir." (Yasin, 36/81). [16]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:

1- Müşrikler dirilmeyi ve kıyameti inkârlarını ilân etmekle yetinmedi­ler, bu hususta çok ileri giderek Muhammed (s.a.)'e dil uzatmaktan, onun dirilişi haber vermesi karşısında şaşkınlık, alaycı ve küçümseyici bir tavır takınmaya başladılar. Bunu bir gülme ve eğlenme aracı haline getirdiler.

İnsanların toprakta tamamen parçalandıklarında onların tekrar hayata kavuşmaları nasıl mümkün olabilir, diyerek bu durumu garip karşıladılar.

2-  Müşrikler: Muhammed dirilişi haber verme hususunda ya yalancı ve Allah adına yalan uyduran biridir, ya da cinnet geçiren deli bir kimse­dir, dediler.

3-  Allah, müşriklere önceki iki suçlamadan daha feci olan bir duru­mun başlarına geleceği şeklinde cevap verdi: Onlar dirilişi inkâr etmeleri sebebiyle ahirette şiddetli azaba düşeceklerdir. Bugün ise onlar, Allah'ı âciz bırakma ve Allah'ın kendisini mucizelerle desteklediği kimselere iftira nisbet etmeleriyle doğruluktan uzak, apaçık bir sapıklık içindedirler.

4-  Allah Tealâ müşriklere öldükten sonra dirilişin meydana gelmesi­nin delilini ortaya koydu. Onlara gökleri, yeri, göklerde ve yerde bulunan şeyleri yaratmaya kadir olan yüce varlığın, öldükten sonra dirilişe de kadir olduğunu bildirdi. Onun Karun'a ve Eyke ashabına yapıldığı gibi yere ge­çirme ve gökten parça düşürülmesi de dahil kendilerine derhal ceza veril­mesine de muktedir olduğunu bildirdi.

5- Allah'ın şaşırtıcı kudreti şeklinde zikredilen bu ifadede kalbiyle Al­lah'a dönen ve yönelen her kul için Allah Tealâ'nın dirilişe ve âhiretin mey­dana geleceğine muktedir olduğuna apaçık bir delil vardır.

Burada "Rabbine yönelen" kimse özellikle zikredilmektedir. Zira Al­lah'ın hüccetleri ve ayetleri hususunda tefekkür etmekten asıl yararlana­cak olanlar bu kimselerdir. [17]

 

Allah'ın Davud Aleyhısselama Verdiği Nimetleri

 

10- Şüphesiz ki biz Davud'a nezdi- mizden bir üstünlük verdik. Ey  dağlar ve kuşlar! Davud'la birlikte  teşbih edin. Biz ona demiri yumuşak kıldık.

Davud'a: "Geniş zırhlar imal et  Dokumasını öiçüıü ve sağlam yap-" diye vahyettik. (Ey Davud ailesi!) Salih amel işleyin. Zira ben sizin yaptıklarınızı görüyorum.

 

Belagat:

 

"Şüphesiz ki biz Davud'a nezdimizden bir üstünlük verdik." "Fazlan" kelimesi ta'zim için nekre getirilmiştir. Büyük bir üstünlük demektir. Da­vud'un (Arapça cümle yapısına göre) mef ulden önce getirilmesi, takdim edilen bu kelimeye verilen önemi ve tehir edilen kelimeye teşvik edildiğini göstermektedir. [18]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Şüphesiz ki biz Davud'a nezdimizden bir üsünlük" yani nübüvvet, sultanlık, ordular, Zebur kitabını ve güzel ses "verdik. Ey dağlar ve kuşlar! Davud'la birlikte teşbih edin." Teşbihi tekrar edin. "Biz ona demiri yumu­şak kıldık." Demiri onun elinde hamur gibi, yahut mum gibi kıldık. Demiri ateş olmadan ve vurmadan dilediği şekle getiriyordu.

"Biz Davud'a: Geniş", tam ve mükemmel "zırhlar imal et," Davud (a.s.) ilk defa zırh kullanan kimse idi. Zırhın "Dokumasını" ihtiyaca göre çeşit çeşit halkalar yerine birbirine uygun halkalar halinde "ölçülü ve sağ­lam yap, diye vahyettik. Salih amel işleyin." Zamir Davud ve ailesine râci-dir. Yani, ey Davud ailesi, demektir. "Zira ben sizin yaptıklarınızı görüyo­rum. " Yani sizin amellerinizi biliyorum. Bunun karşılığını size vereceğim. [19]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ kullarından kendine yönelen kimseyi zikredince Rablerine yönelen kimselerden örnekler de zikretti. Davud (a.s.) da bunlardan biriydi.

Cenab-ı Hak, onun kendisine yönelmesine karşılık, ona nübüvvet, sultanlık, askerî güç, Zebur ve güzel ses gibi nimetler verdiğini beyan etti. O teşbih ettiğinde dağlar ve kuşlar onunla birlikte teşbih ediyorlardı. Allah, Davud'a savaşlardaki darbelerden korunmak için savaş zırhları imalâtını da öğretti. [20]

 

Açıklaması

 

"Şüphesiz ki biz Davud'a nezdimizden bir üstünlük verdik. Ey dağlar ve kuşlar! Onunla birlikte teşbih edin."

Allah Tealâ, Rasulü Davud aleyhisselâma verdiği apaçık nimetleri zik­retti. Ona hem nübüvvet, hem de büyük ve kudretli bir saltanat ve askeri güç verdi. Ayrıca ona nağmeli, kuvvetli ve etkili bir ses lütfetti. O teşbih et­tiği zaman ulu dağlar, uçan kuşlar onunla birlikte teşbih ediyorlardı. Deği­şik dillerde ona cevap veriyorlardı.

Ayetin manası şudur: Andolsun ki biz Davud'a büyük bir lütuf ve de­ğerli nimetler verdik. Dağlara ve kuşlara, o teşbih ettiği zaman, onunla birlikte teşbih edin, dedik.

Sahih-i Buhari'deki bir hadis-i şerif şöyledir: Rasulullah (s.a.) gece Kur'an okuyan Ebû Musa el-Eş'arî'yi ayakta durarak dinledi, onun kıraati­ne kulak verdi. Sonra da şöyle buyurdu: "Buna, Davud ailesinin mizmarla-rından bir mizmar (musikî nağmesi) verilmiştir."

"Biz ona demiri yumuşak kıldık. Biz Davud'a: Geniş zırhlar imal et. Dokumasını ölçülü ve sağlam yap, diye vahyettik."

Yani biz demiri Davud'un elinde ateş ve çekice ihtiyaç duymadan dile­diği şeyi yapmak üzere yumuşak kıldık. Hatta o, savaşın acılarından koru­yacak mükemmel zırhları yapabilmek için demiri elinde iplik gibi inceltebi­liyordu. Cenab-ı Hak ona, amacı gerçekleştirmeyecek kadar küçük ve dar olmaya ve de giyen kimseye büyük ve ağır gelip de giyilmeyecek durumda olmayan; ihtiyaca uygun, halkaları birbirleriyle uyumlu zırhlar dokuma şeklini öğretti.

Ateş ve çekiçle vurma olmaksızın demirin yumuşatılması hiç şüphesiz Hz. Davud'un mucizesidir, başkası için mümkün değildir. Hz. Davud (a.s.) ilk defa zırh imal edendir.

Katade: Ondan önce zırhlar ağır demir parçaları şeklindeydi, demiştir. Bunun için Hz. Davud'a hafiflik ve sağlamlığı birarada bulundurarak ölçü­lü olarak zırh yapması emredilmiştir. Yani bu iki manadan aldığını ölçüyle takdir et. Sadece sağlamlığı dikkate alırsan, zırh ağır olur; hafifliği dikkate alırsan, sağlamlığı ortadan kaldırırsın.

"Salih amel işleyin. Zira ben yaptıklarınızı görüyorum." Ey Davud ai­lesi! Allah Tealâ'nm size verdiği nimetlere karşı salih amel işleyin. Zira ben sizi gözetliyorum. Sizin sözlerinizi ve amellerinizi gayet iyi görüyorum. Bana onlardan hiçbir şey gizli kalmaz.

Bu ayette, nimete şükretmek için salih amel işlemeye teşvik vardır. Salih amel gönülleri sağlamlaştırır, ruhu parlatır ve ruhu ayak kaymaları ve sapmalardan korur. [21]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:

1- Allah Tealâ kendisine samimiyetle yönelen kulu ve Rasulü Davud (a.s.)'a büyük bir üstünlük lütfetmiş ve onu kendisinden önceki diğer pey­gamberlere nübüvvet, sultanlık, Zebur, ilim, askerî güç, kendisinin tesbi-hiyle birlikte dağların ve kuşların teşbih etmeleri gibi özellikleri birarada bulundurmakla üstün kılmıştır. Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyur­muştur: "Biz dağları Davud'un emrine vermiştik. Onlar Davud'la beraber geceleyin ve kuşluk vakti teşbih ederlerdi." (Sâd, 38/18).

Ebu Meysere "te'vib" kelimesini tefsir etmek üzere; bu Habeş lügatiyle teşbih etmek anlamındadır, demiştir. Dağların teşbih etmelerinin manası şudur: Allah Tealâ ağacın konuşmasını yarattığı gibi, dağların da teşbih et­mesini yarattı. Davud aleyhisselâmm bir mucizesi olarak dağlardan, teş­bih eden kimseden duyulan sesin benzeri bir ses duyuluyordu.

Bir başka görüşe göre: "Evvibî maahû" ayetinin manası şudur: Da­vud'un dilediği şekilde onunla beraber yürü. "Evvibî" kelimesi bütün gün yürüme ve geceleyin konaklama manasındaki "te'vîb" kökündendir.

Yine denilmiştir ki, mana şudur: Davud'un gündüz tasarrufta bulun­duğu gibi sizde onunla beraber tasarrufta bulunun. Dolayısıyla Davud (a.s.) Zebur'u okuduğu zaman dağlar onunla beraber seslenir, kuşlar onu dinlerdi.

2- Allah'ın Davud aleyhisselâma yaptığı lütuflardan ve mucizelerin­den biri eliyle demirin ateş ve çekiç olmaksızın hamur ve mum gibi yumu­şatılması mucizesidir.

Kurtubî diyor ki: Bu ayette fazilet ehlinin sanatları öğrenmelerinin meşru olduğuna, bu sanatlarla meşgul olmanın itibarlarını zedelemeyece­ğine; bilakis bunun faziletlerine fazilet katacağına delildir. Zira böylece on­ların gönüllerindeki tevazu ve başkalarına muhtaç kalmama, minnetten uzak olarak helâl rızık kazanma meydana gelecektir.

Sahih bir hadiste Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Kişinin yediği en hayırlı lokma elinin emeğidir. Zira Al­lah'ın Nebisi Davud elinin emeğini yerdi."

3- Allah Tealâ, Davud aleyhisselâma mükemmel zırhlar yani bol, tam, kâmil, aralarında uygunluk bulunan sağlam halkalı olan, savunma amacı­nı gerçekleştiremeyecek kadar küçük olmayan, ya da bunu giyen kimseye ağır gelecek kadar büyük olmayan zırhların imal edilmesini öğretti.

4- Allah hiçbir nebiyi ve rasulü salih amel işleme vazifesinden istisna etmemiştir. Bunun için Davud aleyhisselâma verdiği nimet ve lütuflarını beyan etmesinin ardından ailesiyle birlikte ona salih amel işlemesini -emirleri işleyip, nehiyleri terketmesini- emretti. Nitekim bir başka ayette de Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Ey Davud ailesi! Şükür işleyin." (Sebe, 34/13).

Cenab-ı Hak salih ameli teşvik etmenin sebebini; kullarının amelleri­ni ve sözlerini gayet iyi bilmektedir; hiçbir şey ondan uzak olmaz, dolayı­sıyla O, ona bunların karşılığını verecektir, şeklinde beyan etmiştir. [22]

 

Allah'ın Süleyman (A.S.)'a Verdiği Nimetler

 

12- Süleyman'a da (onun enirine) rüzgârı (verdik) ki onun gidişi bir ay, gelişi bir aydır. Süleyman için erimiş bakırı kaynağından (su akar gibi) akıttık. Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı onun emrinde çalışırdı. Onlardan kim emrimizden  çıktıysa, ona alev alev yanan ateşin azabım tattıracağız.

13" Cinler Süleyman'ın dilediği gibi saraylar, heykeller, havuzlar gibiçanaklar ve sabit kazanlaryaparlardı. Ey Davud ailesi! (Alnimetlerine) şükretmek için çalışın. Kullarımdan hakkıyla şük reden pek azdır.

14. Onun ölümüne hükmettiğimiz zaman öldüğünü cinlere ancak âsâsını yiyen bir haşere gösterdi. O yere düşünce cinler gayet iyi anladı­lar ki eğer onlar gaybı bilmiş olsa­lardı, kendilerini küçük düşüren bir azap içinde kalmayacaklardı.

 

Belagat:

 

"... onun gidişi bir ay, gelişi bir aydır." Yani gidişi bir aylık mesafe, ge­lişi de bir aylık mesafedir.

"Havuzlar gibi (büyük) çanaklar" teşbih edatı zikredilip benzetme yö­nü hazfedildiği için mücmel ve mürsel teşbihtir. [23]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Süleyman'a da rüzgârı" onun emrine de rüzgârı verdik ki "onun gidi­şi bir ay," yani bu rüzgâr estiğinde onun gittiği mesafe bir aylık mesafedir. "Gadâtü" sabah vaktiyle zeval vakti arasıdır, "gelişi bir aydır." Yani bu rüz­gâr estiğinde onun dönüşü bir aylık mesafedir. "Süleyman için erimiş bakı­rı kaynağından akıttık." Erittik. "Rabbinin izniyle" Rabbinin emriyle "cin­lerden bir kısmı onun emrinde çalışırdı. Onlardan kim emrimizden çıktıysa," kim bizim Süleyman'a itaat edilmesini emretmemiz sebebiyle ona itaat etmekten yüz çevirirse, "ona alev alev yanan ateşin azabını" ahirette ce­hennem azabını ya da dünyada yangın azabını "tattıracağız."

"Cinler Süleyman'ın dilediği gibi saraylar..." yüksek binalar, sağlam, yüksek köşkler. Saraylar için savaşılması sebebiyle saraylara "maharîb" adı verilmiştir. Bir başka görüşe göre burada "maharîb'in manası mescid-ler şeklindedir.

"Heykeller" manasmdaki "temâsîl" kelimesi timsal kelimesinin çoğulu­dur. Timsal: Bakır, cam, mermer ve benzeri maddelerden hayvan şeklinde yapılan mücessem her şey, yani heykel manasındadır. Bir başka görüşe gö­re; tasvir (resim ve heykel) Süleyman aleyhisselâmm şeriatında mubah idi. Sonra bu durum Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.)'in şeriatında neshe-dildi.

"Büyük havuzlar" anlamındaki "cevâb" kelimesi "câbiye" kelimesinin çoğuludur. "Büyük çanaklar" anlamındaki "cifân" kelimesi "cefne" kelime­sinin çoğuludur. Cefne bin kişinin etrafında toplanıp yemek yiyecekleri bü­yüklükte, deve havuzlarına benzeyen büyük çanak demektir.

"Kudûrin râsiyâtin": Yerlerinden hareket ettirilemeyen, sabit ayakları olan, Yemen'deki dağlarda kurulan, yanlarına merdivenlerle çıkılan büyük sabit kazanlar, demektir.

"Ey Davud ailesi! (Allah'ın nimetlerine) şükretmek için çalışın." Biz onlara: Ey Davud ailesi! Size verdiklerine şükretmek üzere Allah'a itaat ederek amel işleyin. "Kullarımdan şükreden pek azdır." Allah'a itaatle amel eden, çoğunlukla kalbi, dili ve azalarıyla şükrü eda eden, ama buna rağmen bunun hakkını tam verebilen kimse pek azdır. Zira şükre muvaf­fak olmak bir başka şükrü, o da bir başka şükrü vs. gerektirir.

"Onun ölümüne hükmettiğimiz zaman" Süleyman ölüp de âsâsı üzerine yaslandığı halde ayakta kaldığında ve cinlerin de onun ölümünü hissetmek-sizin âdetleri üzere bu meşakkatli işlerde çalışmaya devam ettiklerinde ni­hayet haşere, âsâsmı yiyince yere ölü olarak düşmüş, "öldüğünü cinlere an­cak asasını yiyen bir haşere" ağaç ve benzeri şeyleri yiyen kurt "gösterdi."

"O" Süleyman aleyhisselâm ölü olarak "yere düşünce cinler gayet iyi anladılar ki eğer onlar" kendilerinin iddia ettikleri gibi "gaybı bilmiş olsa­lardı, " onun öldüğünü bilirlerdi; "kendilerini küçük düşüren bir azap içinde kalmayacaklardı." Süleyman aleyhisselâmm hayatta olduğunu zannetikle-ri için görevlendirildikleri ağır işlerde devam etmezlerdi. Denilmiştir ki: Cinler, Hz. Süleyman'ın ölüm vaktini bilmek istediler, bunun üzerine ağaç kurdunu âsâ üzerine koydular. Ağaç kurdu bir gün bir gece bir miktar ye­di, bu miktarı hesap ettiler, onun bir yıl önce ölmüş olduğunu anladılar. Hz. Süleyman'ın yaşı 53 idi. Hz. Süleyman 13 yaşında iken sultan olmuştu. Beytü'l-Makdis'i inşâ etmeye sultanlığının dördüncü yılında başlamıştı.

Hz. Süleyman -Maverdî'nin zikrettiği gibi- Mescid-i Aksanın inşasını bitir­dikten sonra şöyle dua etmişti: "Allahım! Ben bu mescide giren kimse için senden beş hasleti niyaz ediyorum: Bu mescide tevbe etmek için giren her günahkâr kimseyi mağfiret etmeni ve tevbesini kabul etmeni, korkarak gi­ren kimseyi emin kılmanı, hasta olana şifa vermeni, fakir olanı zengin kıl­manı; ilhad ve zulmetmek isteyen kimseler hariç bu mescide giren kimse­den oradan çıkıncaya kadar nazarını çevirmemeni niyaz ederim ey Âlemle­rin Rabbü..." [24]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak Davud aleyhisselâma verdiği nübüvvet ve sultanlığı be­yan ettikten sonra Süleyman aleyhisselâma verdiği, rüzgârın emrine veril­mesi nimetini zikretti. Rüzgâr onu sabahtan gün ortasına kadar bir aylık mesafeye ulaştırıyor, gün ortasından geceye kadar da bir aylık mesafeye ulaştırıyordu.

Cenab-ı Hak ayrıca babası Hz. Davud'a demirin eritilmesi mucizesi verildiği gibi Hz. Süleyman'a bakırın eritilmesi mucizesinin verildiğini, bü­yüklüğü ve genişliği sebebiyle hareket etmeyen sabit kazanlar ve havuz kadar büyük çanaklar imal etmek ve yüksek saraylar bina etmek için cin­lerin emrine verildiğini zikretti.

Bu üç mucize Hz. Davud'un hakkındaki üç mucizeye karşılık verilmiş­tir: Rüzgârın Hz. Süleyman'ın emrine verilmesine karşılık dağların Hz. Davud'un emrine verilmesi, cinlerin Hz. Süleyman'ın emrine verilmesine karşılık kuşların Hz. Davud'un emrine verilmesi, Hz. Süleyman'a bakırın eritilmesi mucizesine karşılık Hz. Davud için demirin eritilmesi mucizesi. [25]

 

Açıklaması

 

Allah Tealâ bu ayetlerde Hz. Süleyman'a verdiği üç büyük nimeti zik­retmektedir:

1- Rüzgârın Hz. Süleyman'ın emrine verilmesi.

"Süleyman'a da rüzgârı verdik ki onun gidişi bir ay, gelişi bir aydır." Biz Süleyman'a gidişi yani gündüzün ilk saatlerinden gündüz ortasına ka­dar seyri bir aylık mesafedir, gelişi yani gündüzün ortasından gün batımı-na kadar seyri bir aylık mesafedir.

Hasan el-Basrî diyor ki: Hz. Süleyman, Şam'dan hah üzerinde sabah­leyin yola çıkar, öğle yemeği yemek üzere Istahr'da konaklar, dönüşte ise Istahr'dan yola çıkar Kabil'de (Afganistan'da) gecelerdi. Şam ile Istahr ara­sı sür'atle giden bir kimse için bir aylık mesafedir. Istahr ile Kabil arası da süratli bir kimse için bir aylık mesafedir.

2- Bakırın eritilmesi: "Süleyman için erimiş bakırı kaynağından akıt­tık."   Hz. Süleyman'a bakırı yumuşattık. Hz. Süleyman ateş ve çekiç ol­maksızın dilediği şeyleri bu madenden imal ediyordu. Buna kaynak ismi verilmiştir. Zira bu madde, kaynağından su akar gibi akıyordu.

3- Cinlerin Hz. Süleyman'ın emrine verilmesi: "Rabbinin izniyle cin­lerden bir kısmı onun emrinde çalışırdı. Onlardan kim emrimizden çıktıy­sa, ona alev alev yanan ateşin azabını tattıracağız."

Biz Rabbinin emri, kudreti, kolaylaştırması ve Süleyman'ın emrine tahsis etmesi suretiyle cinlerden bir kısmını onun huzurunda saraylar vb. bina etmek üzere onun emrine verdik. Onlardan kim Süleyman'a itaatten çıkıp yüzçevirirse, ona dünyada acıklı bir yangın azabı, ahirette ise cehen­nem azabı tattıracağız.

"Cinler Süleyman'ın istediği gibi saraylar, heykeller, havuzlar kadar büyük çanaklar ve sabit kazanlar yaparlardı."

Yani cinler Hz. Süleyman için, dilediği yüksek binalar, yüksek saray­lar, mescidler, bakır, cam veya mermerden mücessem suretler, deve havuz­larına benzeyen ve pek çok insan için yetecek büyük çanaklar, ağırlığı ve büyüklüğü sebebiyle yerlerinden kımıldatılamayan, yer değiştirmeyen, bu­lundukları yerde sabit kazanlar yapıyorlardı.

"Ey Davud ailesi! Şükretmek için çalışın. Kullarımdan hakkıyla şükre­den pek azdır."

Yani Biz şöyle dedik: Ey Davud ailesi! Allah'ın size din ve dünya husu­sunda verdiği nimetlere karşı şükretmek için Allah'a taatle amel edin. Kul­larımdan bana şükreden, bütün azalarını yarattığım mubah menfaatlerde kullanan kimse pek azdır. Şekûr; hayır ve musibet şeklindeki bütün du­rumlarında şükreden kimsedir. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöy­le buyurmaktadır: "Ancak iman edip salih amel işleyenler müstesna. Bun­lar da pek azdır." (Sad, 38/24). Bu varolan durumu haber vermektedir.

Buhari ve Müslim'in Salih'lerinde Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle bu­yurduğu rivayet edilmektedir: "Allah Tealaya en sevimli olan namaz Da­vud'un namazıdır. Davud gecenin ilk yarısında uyurdu. Üçte birini namaz­la geçirir. Geriye kalan altıda birinde de uyurdu. Allah'a oruçların en se­vimlisi de Davud'un orucu idi. Bir gün oruç tutar, bir gün iftar ederdi. O düşmanla karşılaştığı zaman kaçmazdı."

Müslim, Sahih'inde Hz. Âişe (r.a.)'den rivayet ediyor: Rasulullah (s.a.) geceleyin ayakları şişinceye kadar namaz kılıyordu. Ona:

- Allah senin gelmiş, geçmiş ve gelecek günahlarını mağfiret ettiği hal­de bu şekilde mi hareket ediyorsun? dedim. Peygamberimiz (s.a.):

- Hakkıyla şükreden kul olmayayım mı? dedi.

Tirmizî'nin Ebû Hureyre'den rivayet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.) minbere çıktı, bu ayeti okudu. Sonra da şöyle buyurdu: "Üç şey vardır ki kime bu üç şey verilmişse Davud ailesine verilen nimetlerin benzeri veri­lir." Biz:

- Bunlar nelerdir? dedik. Peygamberimiz (s.a.):

- Rıza ve gazap halinde itidal... Fakirlik ve zenginlik halinde orta yolu tutmak... Gizli ve açık her yerde Allah'tan korkmak...

Bu nimetlerle birlikte ve Hz. Süleyman aleyhisselâmm azametine rağ­men Allah Tealâ Hz. Süleyman'ın ölüm şeklini, zor işlerde kullanılan cinle­re ölümünün gizli kaldığını zikrederek şöyle buyurdu:

"Onun ölümüne hükmettiğimiz zaman öldüğünü cinlere ancak asasını yiyen bir haşere gösterdi. O yere düşünce cinler gayet iyi anladılar ki eğer onlar gaybı bilmiş olsalardı, kendilerini küçük düşüren bir azap içinde kal­mayacaklardı. "

Süleyman'ın ölüm hükmünü verip de bu hükmü gerçekleştirdiğimizde Süleyman asasına yaslandığı halde ayakta iken öldü, cinler de onun öldü­ğünü anlayamadılar. Ondan korktukları için çalışmaya devam ettiler. Onun öldüğünü cinlere ancak asasını içten yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. Asası düşüp de Hz. Süleyman yere düşünce, cinlerin iddia ettikleri gibi gaybı bilmedikleri ortaya çıktı. Eğer onların gaybı bildikleri şeklindeki iddiaları doğru olsaydı, Hz. Süleyman önlerinde iken onun ölmüş olduğunu anlarlar, onun hayatta olduğunu zannederek görevlendirdiği ağır işte, onun ölümünden sonra uzun müddet devam etmezlerdi.

Hz. Süleyman'ın asasına dayanarak beklediği müddet hakkında sahih bir haber varid olmamıştır. Biz de bunun takdirini Cenab-ı Hakk'a bırakı­yoruz. Belki de bu konuda İbrahim b. Tahman'ın İbni Abbas'dan rivayet et­tiği merfû hadisten istifade edilebilir. Bu hadiste şu ifade yer almaktadır: "Süleyman Harnûbe asasını oydu. Bu âsâya cinlerin bilmedikleri uzun bir müddet dayandı. Nihayet yere düştü. Böylece insanlar cinlerin gaybı bilme­diklerini öğrendiler. Bunun miktarına baktılar. Bu müddetin bir sene oldu­ğunu gördüler. "[26]

Razî şöyle demiştir: "... Onlar kendilerini küçük düşüren bir azap için­de kalmayacaklardı." ifadesi mümin cinlerin bu hizmette bulunmadıkları­na delildir. Zira mümin, peygamber zamanında küçümseyici bir azap için­de bulunmaz.[27]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetlerden şu hususlar çıkarılmaktadır:

1- Allah Tealâ Hz. Süleyman'a ihsan ettiği değerli nimetlerle minnette bulunmaktadır. Bu nimetlerden en önemlileri şu üç nimettir: Rüzgârın Hz. Süleyman'ın emrine verilmesi, bakırın eritilmesi, onun emriyle çalışmak için cinlerin Hz. Süleyman'ın emrine verilmesi.

2- İkinci nimet bakırın Hz. Süleyman'ın elinde erimesi.

Kurtubî diyor ki: Görünen odur ki Hz. Süleyman'ın peygamberliğine delâlet etmek üzere bakır Hz. Süleyman için, madeninde su kaynakları gi­bi akan bir kaynak haline getirilmiştir.[28]

3- Üçüncü nimet: Mescitler, muhteşem saraylar, deve havuzları kadar büyük çanaklar ve azameti sebebiyle asla yerinden kımıldamayan sabit ba­kır kazanlar gibi ağır sanatlar ve çeşitli mesleklerde çalışmak üzere cinle­rin Hz. Süleyman'ın emrine verilmesi nimetidir.

Temâsîl, hayvan veya diğer canlıların suretinde tasvir olunan her şey­dir. Zikredüdiğine göre bunlar peygamberlerin ve âlimlerin suretleri olup insanların görmeleri ve böylece daha çok ibadet edip gayret etmeleri için bu suretler mescitlere konurdu.

Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştu: "Onların arasında salih bir zat vefat ettiği zaman, onun kabri üzerine bir mescid bina ederler ve bu mescidin içine bu tasvirleri yerleştirirlerdi."

Bu ayet Allah'ın Nebisi Hz. Süleyman'ın temâsîl (heykeller) kullandığı hususunda gayet açıktır. Bu durum, bu zamanda tasvirin mubah olduğuna ve Hz. Muhammed (s.a.)'in şeriatında tasvirin caiz olmasının neshedildiği-ne delâlet etmektedir. Neshin illeti sedd-i zerâyi'dir ve Allah Tealâ'dan baş­kası için ta'zimde bulunmak caiz olmadığı gibi cahiliye Araplannm işledik­leri putperestlikle savaşmaktır.

İbnü'l-Arabî, tasvirin yasaklanması hususunda beş hadis zikretmekte­dir. Birisi; Müslim'in Ebû Talha'dan rivayet ettiği şu hadisdir: "İçinde köpek ve resim bulunan eve melekler girmez." Zeyd b. Halid el-Cühenî şu cümleyi ilâve etti: "Ancak elbiseye işlenen hariç!" Daha sonra elbiseye işlenen resim­lerin de mekruh olduğu sabit olmuş ve başka hadislerde bunun menedilme-si, bu hükmü neshetmiş, dolayısıyla Kurtubî'nin belirttiği gibi bu konuda son hüküm bunun tamamen yasaklandığı şeklinde istikrar bulmuştur.

Bir diğeri, Buhari ve Müslim'in İbni Mes'ud ve İbni Abbas'dan rivayet ettikleri şu hadistir: "Kıyamet günü en şiddetli azaba uğrayacak olanlar musavvirlerdir (resim yapanlardır)."

Bir başkası, Müslim'in Hz. Aişe'den naklettiği şu hadistir: Bizim, üze­rinde bir kuş resmi bulunan perdemiz vardı. Eve gireni içeri girdiğinde ilk defa o perde karşılardı. Bunun hakkında Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu:

"Bunu çevir. Zira ben her defasında içeri girip de bunu gördüğümde dünya­yı hatırlarım."

Yine Hz. Âişe'den rivayet edildiğine göre: Ben üzerinde resim bulunan ince bir örtüyle örtündüğüm bir anda Rasulullah (s.a.) benim yanıma girdi. Efendimiz (s.a.)'in yüzü değişmiş, sonra da örtüyü alıp yırtmış ve şöyle bu­yurmuştu: "Kıyamet günü en şiddetli azaba uğrayacak olanlardan biri Alah Tealâ'nın yarattığı varlıklara teşbihte bulunanlardır (canlıların re­simlerini yapanlardır)."

Tasvirin yasaklanmasının umumi olduğu şeklindeki İbnü'l-Arabî ve Kurtubî'nin görüşü budur[29] Daha sonra bu hükümden Müslim'in Hz. Âişe (r.a.)'den rivayet ettiği hadisle kız çocukların oyuncakları gibi bazı şeyler istisna edilmiştir.

Âlimlerden bir grup bu düşünceyi uzak görmüşlerdir. Zira nesihte ha­disin tarihinin bilinmesi şarttır. Hadisler arasını birleştirmede evlâ olan şöyle denilmesidir: Tasvirin mutlak olarak haram olduğuna dair olan nass-lar "Kıyamet günü insanların en çok azaba uğrayacak olanı Allah 'm mah-lukatının benzerini yapanlardır." hadisinin delaletiyle ve bir başka tarihte­ki: "Onlara: Yarattığınızı diriltin, denilir." ifadesiyle ruh taşıyan varlıklara ait mücessem olan varlıklara hamledilir. Dolayısıyla yasaklama, kendileri hakkında: Sahibi bu tasvirle Allah'ın yaratmasına benzetmek istiyor, deni­lebilecek bir durumda olan canlı cisimlerin suretlerine ait olmaktadır. Bu tasvir ruhun üflenmesi dışında hiçbir şeyi noksan olmayan, yaradılışı mü­kemmel olan tasvir şeklidir.

Üzerinde kuş resmi olan perdenin değiştirilmesi emriyle ilgili hadise gelince, tazime, onun değerli olduğuna işaret etmekte olup gelenlerin bu­nunla karşılaşması sebebiyledir. Bu kullanma için konulduğunda hiçbir be­is yoktur.

Dağlar, nehirler, ağaçlar ve benzeri cansız varlıkların tasvirine gelin­ce; "Allah'ın mahlukatının benzerini yapanlar" ve "Onlara: Yarattığınızı diriltin, denilir." ifadesinin işaretiyle nassm ihtiva ettiği şeylerden değildir. Aynı şekilde yere sermekte kullanma gibi ta'zimde bulunma manası ihtiva etmeyen bir durumda kullanılan her şey de haram değildir.

Ayrıca İbni Hacer, Buhari şerhi Fethu'l-Bârî'de -İbnü'l-Arabi'den nak­len- resim yapma hakkında âlimlerin görüşlerini zikretmiştir. Buna göre kız çocukların oyuncakları dışında insan ve hayvan gibi can taşıyan gölgesi olan veya cismi bulunan şeylerin tasvirinin yapılması icmâ ile (ittifakla) haramdır.

Elbise üzerindeki resimler hakkında ise dört görüş vardır:

1- "Elbise üzerine işlenen resim hariç" hadisiyle amel etmek suretiyle mutlak olarak caizdir.

2- Mutlak olarak haramdır.

3- Resim bu durumuyla canlı olsa, hayatta kalabilecek durumda ve şekli tam ise haramdır. Başı kesik veya azaları parça parça ayrılmışsa ca­izdir. İbnü'l-Arabî diyor ki: Bu en sahih görüştür.

4- Basite alman şeylerdeki resim ise caizdir. Aksi takdirde caiz değildir.

Sahabe, Tabiîn ve mezhep imamları ile âlimlerden pek çoğu (cumhur) resim ayaklar altına atılan, çiğnenen, yastık ve minder gibi kullanılarak basite alınan şeyler üzerinde bulunuyorsa, bu çeşit resmi caiz görmüşler­dir.

Fotoğraf şeklinde resim çekmeye gelince, bunun hükmü elbisedeki resmin hükmüdür. Bu, nasla istisna edilmiştir. Hatta bu çeşit resim ger­çekte hadislerde belirtilen manadaki tasvir değildir. Bilakis suretin veya gölgenin hapsedilmesidir. Dolayısıyla aynadaki veya sudaki resim gibidir. Fotoğrafta yaratıcının sanatını taklit etmek veya Allah'ın mahlukatma benzetmeye çalışmak yoktur.

4- Allah, Davud ailesine şükretmelerini emretti. Kullarından şükre­den kimselerin çok az olduklarını bildirdi. Bu durum Allah'ın insana lütfet­tiği nimetlerine şükretmenin vacip olduğuna delâlet etmektedir. Şükrün hakikati; nimetin nimeti verene ait olduğunu itiraf etme, bunu Allah'a ita­atte kullanmaktır. Küfran (nankörlük) ise nimeti masiyette kullanmaktır.

Kur'an ve sünnetin zahirine göre; şükür, dilin ameliyle yetinmeyip be­denin ameliyle yapılmalıdır. Fiillerle yapılan şükür, azaların şükrüdür. Sözle yapılan şükür, dilin amelidir.

5- Melekler, cinler, peygamberler ve insanlardan hiçbirinin gaybı bildiği­ni iddia etme hakkı yoktur. Bu ancak Allah Tealâ'ya mahsustur. Nitekim Ce-nab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Gaybı O bilir, O hiçbir kimseye gaybı gös­termez. Ancak elçi olarak seçtiği kimse bunun dışındadır." (Cin, 72/26-27).

Hz. Süleyman'ın asasına dayalı olarak ölmesi ve cinlerin görevlendiril­dikleri ağır işlerde devam etmelerinin delaletiyle cinlerin onun ölmüş oldu­ğunu anlayamamaları onların gaybı bilmediklerine dair eşsiz bir örnektir. Zira Hz. Süleyman bir müddet asasına dayalı halde devam etmiş, sonra da ağaç kurdunun fiiliyle yenilen âsânm yere düşmesiyle yere düşmüştü. Cin­ler onun ölmüş olduğunu, ancak o zaman anlamışlardı.[30]

 

Sebe Kavmi Ve Arim Seli Kıssası:

 

15- Şüphesiz ki Sebe kavminin otur­duğu yerde büyük bir delil vardı. Sebelilerin oturduğu yerler sağın­dan ve solundan iki bahçeyle çevri­liydi. Onlara: "Rabbinizin rızkından  yiyin ve O'na şükredin. İşte güzel bir belde ve bağışlayan bir Rab!" denildi.

16- fakat onlar nun üzerine biz de onların üstüne Arim Seli'ni gönderdik. Onların bahçelerini acı meyveli, ılgınlık ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan  iki bahçeye çevirdik.

17- Nankörlüklerinden dolayı onla­rı işte böyle cezalandırdık. Biz hiç nankörden başkasını cezalandırır mıyız?

18- Sebelilerle mübarek kıldığımız beldeler arasında birbirinden görünen şehirler var etmiştik. Oralarda-

eliş-gidişi ölçüler içinde tanzim etmiştik. "Geceleri ve gündüzleri  oralarda emiyet içinde gezin." de­miştik.

19- Fakat onlar: "Ey Rabbimiz! Se­ferlerimizin mesafelerini uzat." de­diler ve kendi kendilerine zulmetti­ler. Bunun üzerine biz de onları söylenegelen misaller yaptık. Onla­rı darmadağın ettik. Şüphesiz ki

bunda çok sabreden ve çok şükreden herkes için nice ibretler vardır.

20- Gerçekten iblis onlara kendi kuruntusunu tasdik ettirdi. Müminlerden bir grup hariç hepsi İblis'e uydular.

21- Halbuki Iblis'in onların üzerinde hiçbir nüfuzu yoktu. Ancak biz ahiret gü­nüne iman eden kimse ile ahiretten şüphe edeni ortaya çıkarmak için ona ves­vese verme fırsatı verdik. Senin Rabbin her şeyi koruyandır.

 

Belagat:

 

"Sağından ve solundan" (Sebe, 34/15) kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.

"Ve kaddernâ flha's-seyre sîrû" (Sebe, 34/18) ayetindeki "seyr" ve "sîrû" kelimeleri arasında cinas-ı iştikak yapılmıştır.

"Likülli sabbârin şekûr" (Sebe, 34/19) ayetindeki sabbâr (çok sabre­den), şekûr (çok sabreden) kelimeleri faal ve feûl veznindeki mübalâğa sigalandır. 17. ayetin sonundaki "kefûr" kelimesiyle "şekûr" kelimesi arasında lafızlardaki güzellik çeşitlerinden mürâatü'l-fevâsıl (ses bakımından cümle sonlarındaki uygunluk) sanatı yapılmıştır. [31]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sebe" Yemen beldelerinde yaşayan Aribe Arapları kabilelerinden bir kabiledir. Sebe kavmi, bir asıl kabile kabul edilmekte ve bundan Arap yarı­madasında birkaç dal ayrılmaktadır. Sebe kavmi Arap ecdadından birinin adıyla adlandırılmıştır. Onun ismi, Sebe b. Yeşrüb b. Ya'rüb b. Kahtan idi.

"Onların oturduğu yer," Yemen beldelerinden Me'rib adı verilen kasa­badır. Bu kasaba ile San'a arası üç günlük mesafedir.

"Ayet" Allah'ın varlığına, birliğine ve hayret verici işleri var etmeye muktedir olduğuna delâlet eden bir alâmet ve ibret demektir.

"Sebelilerin oturduğu yerler" vadiler "sağından ve solundan" cennet gi­bi "iki bahçeyle çevriliydi. Onlara" şöyle denildi: "Rabbinizin rızkından" iki cennetin meyvelerinden "yiyin ve" Sebe diyarında size nzık olarak verdiği bu nimetlerden dolayı "Ona şükredin." Ona itaatle amel edin ve O'na is­yan etmekten sakının. "İşte güzel bir belde ve bağışlayan bir Rab! denildi." Bu son cümle şükrün gereğine delâlet eden yeni bir cümledir. Yani rızkını­zın bulunduğu şu belde gayet hoş bir beldedir. Size nzık veren ve şükret­menizi isteyen Rabbiniz de çok bağışlayan bir Rabdir.

"Fakat onlar yüzçevirdiler." Bu nimetlere şükretmekten ayrıldılar ve Allah'ı inkâr ettiler. "Bunun üzerine biz de onların üstüne Arim Seli'ni gön­derdik." Yani Allah onları yıkıp yoketti. Bu seli onların üzerine gönderip Me'rib Seddi'ni yıktı. Bunun üzerine su onların bahçelerine girdi, bahçele­rini su bastı. Sel evlerini suya gömdü. "Arim" birikmiş taşlar ve ayakta du­ran binalar manasmdaki "arime" kelimesinin çoğuludur. "Seylü'l-arim" kuvveti ve şiddeti sebebiyle karşı konulmayan sel demektir. "Onların bah­çelerini acı meyveli, ılgınlık ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki bah­çeye çevirdik." Ayetteki "ükül" kelimesi "me'kûl: yenilen, yani meyve" ma-nasındadır. "Hamt": Meyvesi acı, dikenli erak ağacı gibi ağaç demektir. "Esi": Meyvesi olmayan acı ılgın ağacıdır. "Sidr": Nebık (Arabistan kirazı) adında meyvesi olan sedir ağacıdır.

Allah onların meyveli ağaçlarını helak etti. Bunun yerine erak (mis­vak), tarfâ (zinet ağacı) ve sidr (sedir) ağacı çıkarttı. Sedir ağacı azlıkla ni­telendirilmiştir. Zira sedir ağacının meyvesi, yenilmesi hoş olan meyveler­dendir.

Nimete "Nankörlüklerinden" ya da peygamberleri inkâr etmelerinden "dolayı onları işte böyle" bu şekildeki değiştirme ile "cezalandırdık." Zira kendilerine on üç rasul gönderilmiş, onlar da bu rasulleri yalanlamışlardı. "Biz hiç nankörden başkasını cezalandırır mıyız?" Bir onlara verdiğimiz bu ceza ile sadece nimetlere nankörlükte ya da peygamberleri inkârda aşırı gidenleri cezalandırırız. Ayetteki "nücazî" kelimesi "yücazî" olarak da okunmuştur.

"Sebelilerle" Yemen'deki Sebeliler ile su ve ağaçla "mübarek kıldığımız beldeler" yani ticaret için gittikleri Şam diyarı "arasında birbirinden görü­nen" tepeler üzerinde kurulmuş olan Yemen'den Şam'a kadar peşpeşe dizil­miş olan "şehirler varetmiştik." Onlar ticaret kervanlarıyla gelip giderken bir kasabada geceliyor, diğerinde öğle vakti dinleniyorlardı. "Oralardaki geliş-gidişi ölçüler içinde tanzim etmiştik." Yani bu kasabalar yolcu için be­lirli ölçülerde olup yolculukta azık ve su taşımaya ihtiyaç duymadan yolcu­luk bitinceye ve Şam'a varıncaya kadar bir yerde gündüz istirahati, diğe­rinde geceleme yapılıyordu. Onlara: "Geceleri ve gündüzleri" gece veya gün­düz ne zaman dilerseniz, "oralarda emniyet içinde" geceleyin veya gündüz-leyin korkmaksızm "gezin, demiştik."

"Fakat onlar: Ey Rabbimiz!" Şam'a olan "Seferlerimizin mesafesini uzat, dediler," zira onlar İsrailoğulları gibi, nimetlerle şımarmışlar ve bi­neklere binmek ve azık taşımak suretiyle fakirlere karşı böbürlenmek için kendileriyle Şam diyarı arasında çöller olmasını Allah'tan istemişlerdi. Böylece küfür ve nimet sarhoşluğuyla "kendi kendilerine zulmettiler. Bu­nun üzerine biz de onları" kendilerinden sonrakiler için "söylenen misaller yaptık." Ehadîs: Eğlenme ve garip olaylar anlatma yoluyla konuşulan söz anlamındaki "uhdûse" kelimesinin çoğuludur. Zira Allah ortadaki kasaba­ları helak etme suretiyle onların bu dualarını kabul etmişti. "Onları dar­madağın ettik." Onları beldelerde tamamen parça parça ettik. "Şüphesiz ki bunda" bu zikredilen hususlarda masiyetlere karşı ve ibadetlerde "çok sab­reden" ve nimetlere karşı "çok şükreden herkes için nice ibretler" nice açık deliller "vardır."

"Gerçekten İblis onlara kendi kuruntusunu tasdik ettirdi." İblis kâfirle­re -bu arada Sebelilere- kendi zanlarını onaylattı. Mana şudur: Şeytan onları sapıklığa sürükleyince kendisine uyacakları kanaatine vardı. "Müminlerden bir grup hariç hepsi İblis'e uydular."

"Halbuki İblis'in onların üzerinde" Hakk'a tâbi olanların üzerinde ves­vese ve kandırma yoluyla "hiçbir nüfuzu" tasallut ve hakimiyeti "yoktu.

Ancak biz ahiret gününe iman eden kimse ile ahiretten şüphe edeni ortaya çıkarmak" ayırdetmek "için ona" İblis'e "vesvese verme fırsatı verdik. Senin Rabbin her şeyi koruyandır." Murakabe eden, gözetendir. [32]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Şüphesiz ki Sebe kavminin oturduğu yerde..." ayetinin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Ebî Hatim'in rivayetine göre Ferve b. Müseyk el-Gata-fanî (r.a.) Rasulullah (s.a.)'in huzuruna gelip şöyle dedi:

- Ey Allah'ın Nebisi! Sebe kavminin cahiliye devrinde bir itibarı vardı. Ben onların İslâm'dan dönmelerinden korkuyorum. Bu durumda onlarla savaşayım mı? diye sordu. Peygamberimiz (s.a.):

- Bana onlar hakkında henüz bir şey emredilmedi, dedi. Bunun üzeri­ne "Şüphesiz ki Sebe kavminin oturduğu yerde büyük bir delil vardı..." ayeti nazil oldu. [33]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Cenab-ı Hak Allah'ın nimetlerine şükreden ve Allah'a yönelen Hz. Da-vud ve Hz. Süleyman aleyhisselâmın durumunu beyan ettikten sonra; Ku-reyşlileri sakındırmak ve Allah Tealâ'nın nimetlerini inkâr eden herkesi tehdit etmek üzere Sebe kavminin kıssasını hikâye etmek suretiyle Al­lah'ın nimetlerine nankörlük edenlerin durumunu açıkladı. [34]

 

Sebe Kavmi Ve Me'rib Seddine Bakış:

 

Sebe kabilesi, Yemen kralları ve Yemen ahalisi idiler. "Tebâbia'hlar bun­lardandı. Hz. Süleyman'la kıssası geçen kraliçe Belkıs da bunlardan biriydi.

Sebeliler beldelerinde, hayatlarında, rızıklannın ve meyvelerinin bol­luğuyla nimet ve lütuf içinde idiler. Allah Tealâ onlara rızkından yemeleri­ni, O'nun birliğini tanımak ve O'na ibadet etmekle kendisine şükretmeleri­ni emreden peygamberler göndermişti.

Sebeliler Allah Tealâ'nın dilediği müddet kadar bu şekilde devam etti­ler. Daha sonra emrolundukları şeylerden yüz çevirdiler. Bundan dolayı üzerlerine Arim Seli'nin gönderilmesiyle ve çeşitli memleketlere dağılıp parçalanmakla cezalandırıldılar.[35]

İmam Ahmed, İbni Ebî Hatim, İbni Cerir ve Tirmizî, İbni Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Bir zât Rasulullah (s.a.)'e Sebe'nin ne olduğunu, erkek mi, kadın mı, yoksa yer ismi mi olduğunu sordu. Peygam­berimiz (s.a.):

- "Hayır, o bir adam ismidir. Onun on tane evlâdı vardı. Evlâdından altısı Yemen'e, dördü Şam diyarına yerleşti. Yemene yerleşenler: Müzhıc, Kinde, Ezd, Eşarîler, Enmâr ve Hımyer'dir. Şam'a yerleşenler ise Lahm, Cüzam, Amile ve Gassan'dır." Hadisin senedi "hasen'dir.

Muhammed b. İshak gibi neseb âlimleri şöyle demirlerdir: Sebe'nin is­mi Abdü'ş-Şems b. Yeşcüb b. Ya'rüb b. Kahtan'dır. Araplar arasında ilk de­fa sebe' olan (parçalanan) kabile olduğu için Sebe adıyla adlandırılmıştır. Ona "Raiş" de deniyordu. Zira savaşta ilk defa ganimet alıp kavmine dağı­tan kimse olup bundan dolayı "Raiş" diye adlandırılmıştı. Araplar mala "rîş" ve "riyaş" adı veriyorlardı.

Sebe diyarı, ürünleri ve havası hoş, hayırları ve bereketleri bol bir di­yar idi. Allah bu diyara tevhid ehli olup kullukta bulunmaları için çok ni­metler vermişti. Seben'ler Yemen'e yerleşen muhteşem köşkler, kaleler ve sarayları olan büyük şehirler kurmuşlardı.

Kahtan hakkında üç görüş ileri sürülmüştür.

1- İrem b. Sam b. Nuh sülâlesindendir.

2- Abir -yani Hud -aleyhisselam- sülâlesindendir.

3- İsmail b. İbrahim (a.s.) sülâlesindendir.

Me'rib Şeddi'ne gelince; sanki su onlara iki dağ arasından gelmekte ve yağmur sulan ve vadi suları bir arada birikmekte idi. Yemen'deki eski me­likler bu konuya eğildiler ve bu iki dağ arasında sağlam ve muazzam bir baraj inşa ettiler. Nihayet su yükseldi ve iki dağın kenarına ulaştı. Yemen­liler de bu suyla fidanları diktiler, meyvelerden yararlandılar.

Bu baraj San'a ile arasında üç merhalelik mesafe bulunan Me'rib'de olup Me'rib Şeddi diye bilinen bir barajdır. [36]

 

Açıklaması:

 

"Şüphesiz ki Sebe kavminin oturduğu yerde büyük bir delil vardı. Se-belilerin oturduğu yerler sağından ve solundan iki bahçeyle çevriliydi. On­lara: "Rabbinizin rızıklarından yiyin ve O'na şükredin. İşte güzel bir belde ve bağışlayan bir Rab!" denildi."

Kendilerinden Yemen meliklerinin çıktığı, Yemen'deki Sebe kabilesinin[37] oturduğu Me'rib denilen yerde büyük bir delil vardı. Sebelilerin otur­duğu yerler vadinin sağından ve solundan iki bahçe ile çevriliydi. Oturduk­ları yer vadi içinde idi. Bu iki bahçede bütün meyveler bulunuyordu.

Onlara, "Rabbinizin rızkından, yani bu iki bahçenin meyvelerinden yi­yin." denildi. Onlara bunu söyleyen peygamberleriydi. Yahut bu söz lisan-ı hal ile ya da delâletle anlaşılan bir sözdü. Zira onlar kendilerine bu sözün söylenilmesine lâyık kimselerdi.

Yine onlara, "Rabbinizin size verdiği nimetlerden dolayı Rabbinize şükredin. Onun birliğini kabul edin. O'na kulluk edin. O'na itaat edin. Ona isyan etmekten sakının." denildi.

Bu belde ağaçlarının çokluğu, meyvelerinin güzelliği, havasının ılımlı oluşu ve ikliminin sağlıklı oluşuyla güzel bir beldedir. Size bu nimetleri ih­san eden Allah, tevhid ve taat üzerine devam ederseniz, günahlarınızı çok bağışlayan bir Rabdir.

"Fakat onlar yüzçevirdiler. Bunun üzerine biz de onların üstüne Arim Seli'ni gönderdik. Onların bahçelerini acı meyveli, ılgınlık ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik."

Onlar Allah'ın birliğini tanımaktan, O'na ibadet ve taatten, verdiği ni­metlere karşı Ona şükretmekten yüz çevirdiler, Allah'ı bırakıp güneşe tap­maya yöneldiler.

Nitekim Kur'an, Hüdhüdün Hz. Süleyman (a.s.)'a söylediği şu sözü nakletmektedir: "Size Sebe'den kesin bir haber getirdim. Ben Sebe halkına hükümdarlık eden bir kadın buldum. Herşey onun emrine verilmiş, kendi­sinin büyük bir tahtı da var. Kendisini, de kavmini de Allah'ı bırakıp güne­şe secde eder buldum. Şeytan yaptıkları amelleri süsleyip kendilerine güzel göstermiş ve onları doğru yoldan alıkoymuş, bu yüzden hidayete eremiyor-lar." (Nemi, 27/22-24).

Allah, bunların üzerine Arim Seli'ni, çok bol suları gönderdi, Me'rib Sedd'i yıkıldı, su vadiyi doldurdu. Yeşil bahçeleri suya boğdu, sonra da ku­ruttu. Evleri suya gömdü. Bu kabileden değişik beldelere dağılan küçük bir grubu geriye bıraktı. Onlara bu meyveli, gayet güzel, parlak bahçeler ve cennetler yerine, içinde hiçbir hayır ve hiçbir fayda bulunmayan bahçelere çevirdi. Bu bahçelerde acı meyveli ağaçlar, acı ılgın ağaçları, az meyveli çok dikenli sedir ağacı bulunmaktadır.

Kuşeyrî diyorki: Badiye ağaçlarına cennet veya bostan denilmez. An­cak ilk bahçelerin karşılığı olarak yer alınca "cennet" lafzı kullanıldı. Bu ifade aynen "Kötülüğün cezası onun gibi bir kötülüktür." (Şura, 42/40) ayetindeki gibidir.

Bu cezanın sebebi Cenab-ı Hakk'm buyurduğu gibi nankörlük idi: "Nankörlüklerinden dolayı onları işte böyle cezalandırdık. Biz hiç nankör­den başkasını cezalandırır mıyız1?" Bu, olgun meyveler, güzel manzaralar, serin gölgeler ve akan nehirlerin acı meyveli, dikenli ağaçlara çevirilmesi, onların küfürleri ve Allah'a şirk koşmaları, Hakk'ı yalanlamaları, onu bıra­kıp batıla dönmeleri dolayısıyla idi. Biz de inkarcılıkları sebebiyle onları cezalandırdık. Allah, nimetlere nankörlükte ve peygamberleri inkâr etmek­te aşırı gidenlerden başkalarını cezalandırmaz.

Allah Tealâ, Sebelilere kendi oturdukları yerde verdiği nimetleri bir bir saydıktan sonra onların çeşitli beldelerde dolaşmaları, Şam beldelerin­deki ticaretleri esnasında verdiği nimetlerden bir demet zikrederek şöyle buyurdu:

"Sebelilerle mübarek kıldığımız beldeler arasında birbirinden görünen şehirler var etmiştik." Yani Sebelilerin kasabaları ile sular, ağaçlar ve bol hayırlarla mübarek kıldığımız Şam kasabaları arasında ağaçlarının, ekin­lerinin ve meyvelerinin bolluğu yanında birbirine yakın, peşpeşe, herkesçe bilinen yüksek kasabalar varettik. Bu sebeple onların yolcuları su veya azık taşıma ihtiyacı duymaz, konakladığı her yerde su ve meyve bulurdu. Bu kasabalar yüksek tepeler üzerine bina edildiği için yolcuların gayet iyi bildikleri, herkesin rahatça gördüğü kasabalar idi.

"Oralardaki geliş-gidişi ölçüler içinde tanzim etmiştik." Biz bu kasaba­ları Şam'a ulaşıncaya kadar bir beldede gündüz istirahat edip diğerinde geceleyecek şekilde yolcuların ihtiyaçlarına göre uygun mesafelerde bulu­nan peşpeşe duraklama merkezleri kıldık.

"Geceleri ve gündüzleri oralarda emniyet içinde gezin." Onlara sözle ve­ya lisan-ı hal ile şöyle denildi: Bu kasabalarda sizi tehdit edecek düşman­dan, açlık ve susuzluktan korkmadan, gece-gündüz yolculukta endişe ettiği­niz şeylerden emin olarak geceleri ve gündüzleri yolculuk yapabilirsiniz.

Ama onlar bu nimetten dolayı sunardılar. Cenab-ı Hakk'm buyurduğu gibi:

"Fakat onlar: "Ey Rabbimiz! Seferlerimizin mesafelerini uzat." dediler ve kendi kendilerine zulmettiler." Yani nimetten bıktılar ve yolculukların uzun olmasını, diyarların birbirlerinden mesafeli olmasını temenni ettiler. Sebeliler şöyle diyorlardı:

- Ey Rabbimiz! Bizimle, yolculuk yaptığımız beldeler arasında çöller, ku­rak topraklar kıl. Böylece binek develerine binecekler, yanlarına su ve azık alacaklar, toplumdaki tabakalar arası farklılıklar ortaya konacak, fakirlere ve muhtaçlara karşı böbürlenme ve kibirlenmeleri mümkün olacaktı.

Nitekim, İsrailoğulları da kudret helvası, bıldırcın kuşu ve benzeri hoşlarına giden yiyecekler, içecekler ve giyeceklerle dolu, bolluk içinde ya­şadıkları halde Hz. Musa'dan Allah'ın kendileri için topraktan yetişen bak­la, acur, sarımsak, mercimek ve soğan çıkartmasını talep etmişlerdi.

Sebeliler ayrıca savaşma amacıyla bu kasabalar arasında çöller, kurak araziler olmasını talep etmişlerdi. Bu da fıtrata son derece aykırı bir dav­ranış, medeniyet, uygarlık ve refah görüntülerinin tamamen yok edilmesi arzusu idi.

Bundan dolayı kendi nefislerini azap ve gazaba arzettikleri için Allah onları "kendi kendilerine zulmettiler" diye niteledi ve nimete karşı şımarmaları, Allah'ı inkâr etmeleri sebebiyle cezalandırdı. Cenab-ı Hak bu duru­mu şöyle beyan ediyor:

"Bunun üzerine biz de onları söylenegelen misaller yaptık. Onları dar­madağın ettik." Onları, ibret alacak kimselere bir ibret, insanların meclis­lerinde konuştukları bir misal kıldık. Birlik, ülfet ve refah içindeki hayat­tan sonra onların topluluğunu dağıttık. Onları çeşitli beldelerde yaşayan parça parça gruplar kıldık. Hatta Araplar arasında bu durum atasözü hali­ne geldi: "Kabile, Sebe'nin kolları gibi dağıldı." Sebe'nin kolları; Sebe'nin yolları, Sebe'nin kabileleri demektir. Sebelilerden Evs ve Hazrec, Yesrib'e yerleşti. Cefne b. Amr ailesi olan Gassan, Şam'a yerleşti. Ezd ise, Uman ve es-Serat'a; Huzâa, Tihame'ye yerleşti. Allah da onları paramparça etti. Sel de onların beldelerini yıktı.

"Şüphesiz ki bunda çok sabreden ve çok şükreden herkes için nice ibret­ler vardır." Yani Sebelilerin başına gelen bu ceza ve azap, nimetin ve afiye­tin işledikleri küfür ve günahlara karşı bir cezaya dönüşmesinde musibet­lere karşı çok çok sabırlı, nimetlere karşı çok çok şükredici herkes için bir ibret ve delil vardır.

Bu ayette sabrın önemine işaret edilmektedir. İmam Ahmed, Sa'd b. Ebî Vakkas'tan Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "Allah Tealanın mümin için takdir ettiğine hayret ederim: Eğer mümine bir hayır isabet ederse, Rabbine hamd eder ve şükr eder. Eğer mümine bir musibet isabet ederse, Rabbine hamd eder ve sabr eder. Mümin herşeyde ecir kazanır, hatta hanımının ağzına koyduğu lokmada bile..."

Buhari ve Müslim'in Sahih 'lerinde Ebu Hureyre'den rivayet ediliyor ki: "Mümine hayret edilir. Allah Tealâ onun için neyi takdir etmişse, o mü­min için hayırlıdır. Ona bir nimet isabet ederse, şükreder, bu onun için ha­yırlı olur. Ona bir musibet ederse, sabreder; bu onun için hayırlı olur. Bu sadece mümin içindir."

Mutarrif b. Şıhhîr şöyle diyordu: "Verildiğinde şükreden, belâya uğra­dığında ise, sabreden çok sabırlı ve çok şükredici kul ne güzel kuldur!"

Cenab-ı Hak, Sebe kıssasını ve Sebelilerin nefsî arzulara ve şeytana uymalarını beyan ettikten sonra onların ve benzerlerinin İblis'e ve nefsî ar­zulara uyduklarını, doğru yol ve hidayete aykırı davrandıklarını bildirdi:

"Gerçekten İblis onlara kendi kuruntusunu tasdik ettirdi. Müminler­den bir grup hariç hepsi İblis'e uydular."

İblis, bu Sebeliler hakkında, onları saptırdığında kendisine uyacakları kuruntusuna kapıldı. Durum aynen İblis'in kuruntusuna uygun olarak gerçekleşti. Sebeliler onun şaşırtıcı, saptırıcı yoluna uyup Rablerine isyan ettiler. Allah'ı bırakıp güneşe taptılar. Ancak müminlerden bir grup Şey-tan'm vesvesesine karşı koyup onun emrine isyan ettiler, Allah Tealâ'ya itaat üzerine sebat ettiler.

"Halbuki İblis'in onların üzerinde hiçbir nüfuzu yoktu. Ancak biz ahiret gününe iman eden kimse ile ahiretten şüphe edeni ortaya çıkarmak için ona vesvese verme fırsatı verdik. Senin Rabbin her şeyi koruyandır."

İblis'in Sebeliler üzerinde onları saptırmak için hiçbir hüccet ve bur­hanı yoktu. İblis onları küfre zorlamadı. Onun yaptığı sadece vesvese ver­mek ve bu kuruntusunu süslü, güzel göstermektir.

Hasan el-Basrî diyor ki: Allah'a yemin olsun ki İblis, onlara âsâ ile vurmadı. Onları hiçbir şeye zorlamadı. Onun yaptığı sadece aldatma ve ile­ri sürdüğü birtakım temennilerden ibaretti. Onlar da bunları kabul ettiler.

Fakat biz İblis'in vesvesesi ve onlar üzerinde nüfuz kurmasıyla onları denedik. Ahirete ve ahiretin meydana geleceğine, ahirette hesap görülece­ğine, sevap ve ceza ile amellerin karşılığının verileceğine iman eden ile bu konuda şüphe içinde olan, dolayısıyla ahiretin meydana geleceğine ve ahi-retteki sevap ve cezaya inanmayan kimseleri iyice bilmek için -yani ortaya çıkarmak için- böyle yaptık. Zira Allah herşeyi gayet iyi bilmektedir.

Ey Rasul! Rabbin herşeyi koruyup gözetendir. Kâfirlerin yaptıkları iş­ler de, buna dahildir. Allah ahiret gününde onların karşılığını verecektir. [38]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler şu hususlara delâlet etmektedir:

1- Sebe kabilesinin Yemen'de yemyeşil bahçeleri, gayet güzel, eşsiz manzaralı yerleri, oturdukları vadinin sağında ve solunda Me'rib bölgesin­de bol hayırları vardı.

Bu durum Allah Tealâ'nm kudretine delâlet eden, onları yaratan bir yaratıcının bulunduğunu gösteren alâmettir. Bütün mahlukat bir ağaçtan meyva çıkarmak için biraraya gelip toplansalar, buna imkân bulamayacak­lardır. Meyvelerin farklı cinsler, renkler, tatlar, kokular ve çiçeklerini mey­dana getiremeyeceklerdir. Bu nimetlerde bunun ancak herşeyi bilen, kud­ret sahibi biri tarafından meydana getirildiğine açık delil vardır.

2- Sebelilerin Allah'ın nimetlerine ve verdiği rızıklanna karşı peygam­berlerin bunu söylemeleri bir yana kendileri taatle şükretmeleri gerekirdi.

Bu belde -Me'rib beldesi- gayet güzel bir belde, yani meyveleri bol, ik­limi ılımlı, havası hoş, rahatsız edici şeylerden uzak bir belde idi. Kendile­rine bu nimetleri ihsan eden, onların günahlarını örten, çok bağışlayıcı bir Rabdir. Allah onlara günahlarının mağfireti ve beldelerinin güzelliği lutfu-nu birlikte vermiş; bu iki lutfu birlikte başkalarına vermemişti.

3- Sebeliler kendilerinden beklenen kanaatleri boşa çıkardılar. Müslü­man olduktan sonra, Rablerinin emrinden ve peygamberlerine tâbi olmak­tan yüzçevirdiler. Cenab-ı Hak da onların üzerine Arim Selini gönderdi.

Yani Me'rib Seddi'ni yıktı. Bol ve taşkın sular taştı, bahçelerini suya boğ­du. Evlerini suya gömdü. Meyveli ağaçlar kurudu. Bunların yerine acı meyveli, ılgmlık ve sedir ağacı bulunan ağaçlar çıktı.

Katade diyor ki: Sebelilerin ağaçları en iyi ağaç türlerinden olduğu halde Allah Tealâ onların amelleri sebebiyle bu ağaçları en kötü ağaç türle­rine çevirdi. Onların meyveli ağaçlarını yoketti, bunların yerine erak, ılgın ve sedir ağaçlarını yeşertti.

4- Nimetten nikmete dönüşen bu durum, onların inkârlarının cezası­dır. Bu ceza sadece nimete nankörlükte ve Alah Tealâ'yı inkâr etmede aşırı gidenlere verilecek bir cezadır.

Zemahşerî ve Kurtubî şu soruyu ortaya atmaktadırlar: Allah Tealâ ce­zanın niçin sadece nankörlere verileceğini beyan etmiştir de, masiyet sa­hiplerini zikretmemiştir? Bunun cevabı şudur: Bundan murad hususî ceza­dır. Yani tamamen ortadan kaldırma ve helak etme şeklindeki cezadır. Yok­sa bundan murad hem kâfiri, hem de mümini içine alacak olan genel ceza demek değildir.

Ahirete gelince Hz. Âişe (r.a.) diyor ki: Peygamberimizin şöyle buyur­duğunu işittim: "Kim hesaba çekilirse, helak olur.[39] Dedim ki:

- Ya Rasulallah! Peki, Cenab-ı Hakk'ın "O, kolay bir hesapla hesaba çe­kilecek." ayetini nasıl anlamalıyız? Peygamberimiz:

-  Bu sadece arzdan ibarettir. Kimin hesabı tartışmaya açılırsa helak olur, dedi.

Bunun manası şudur: Kâfire amellerinin karşılığı verilip hesabı görü­lecek ve işlediği hayırlar boşa gidecektir.

5- Sebelilere verilen nimetlerden biri Yemen'le Şam arasındaki ticaret yollarının ve geçiş yerlerinin, yolcuların ayrıca su ve azık taşımalarına ih­tiyaç bırakmayacak şekilde yerleşim merkezleri haline getirilmesidir. Ce­nab-ı Hak Sebeliler için dinlenme merkezleri -öğle istirahati ve gecelemele­ri için Şam'a kadar yol boyunca kurulan pek çok kasabalar- varetti.

Rivayete göre: Bu kasabalar dört bin yedi yüz kasaba olup buralarda ağaç, meyve ve suyla bereketli kılınan kasabalardı. Bunların arasındaki me­safeler oranlı idi. Zira bu kasabalardan her ikisi arasında birinde öğle istira­hati, diğerinde geceleme mümkün olacak yarım günlük mesafe koymuştur.

Nitekim bu yollar gece ve gündüz korkusuz güvenli yollardı. Onlar ih­tiyaç duydukları şeyleri elde ettikleri için ayrıca uzun yolculuklara ihtiyaç duymuyorlardı.

Katade diyor ki: Onlar korkmadan açlık ve susuzluğa katlanmadan yolculuk yapıyorlardı. Onlar dört ay müddetle güvenlik içinde yolculuk yapıyor, birbirlerine ilişmiyorlardı. Adam babasının katiliyle karşılaşsa, ona dokunmuyordu. Ama sonunda bu nimetlere şükretmediler, bilakis yorgun­luk ve bitkinliğe talip oldular.

6- Sebeliler nimete karşı sunardılar ve azgınlığa düştüler. Rahattan bıktılar, afiyet içinde bulunmaktan usandılar. Uzun yolculuk ve geçim tela­şı temenni ettiler. Bunun üzerine dünyaya dağıldılar, çeşitli beldelerde dar­madağın hale geldiler. Kendileriyle Şam diyarı arasında, develere binme ve azık taşıma zorunda kalacakları çöller ve kurak topraklar var edildi. İn­karcılıkları sebebiyle kendi kendilerine zulmettiler. Böylece kıssalarının odak noktası, haberleri dillere düşen, ibret almak isteyenlere ibret vesilesi bir kavim oldular.

7- Refah ve nimet bolluğundan yorgunluk ve didinme dolu katı ve sert hayata geçişte, hayat şeklinin değişmesinde ve beldelerin helak edilmesin­de masiyetlere karşı direnen bütün sabırlılar için ve Allah Tealâ'nm nimet­lerine çok çok şükredenler için ibret ve delil vardır.

8- Sebeliler nimetlere nankörlük etmeleri, Allah'ın varlığını inkâr et­meleri, güneşe tapmaları, peygamberlere itaat etmekten yüzçevirmeleri ve nefsî arzularına uymalarında, onlar hakkında İblisin ileri sürdüğü kurun­tuları onun beklediği gibidir. Onun kendilerini saptıracağı şeklindeki ku­runtusunu tasdik ettirdi. Şeytan onları kandırdı, onlar da şeytana uydular. Ancak onlardan bir grup Allah'a itaat edip peygamberlerine iman ettiler.

9- İblisin insanların kalpleri üzerinde hiçbir hakimiyeti yoktur. Ken­dilerini saptıracağı hiçbir hücceti yoktur. Onları küfre zorlama gücü yok­tur. İblis'in yaptığı şey sadece batılın propagandasını yapma, süslü göster­me ve vesvese vermedir. Onlar da hiçbir hüccet ve delil olmaksızın şehvet, taklitçilik ve nefsî arzuyla İblise uydular. O Allah'ın ezelî ilminde olanı açıklamak için yarattığı bir ayet ve mucizeden ibaret idi.

Bunun açıklaması şudur: Allah temiz olmayan gözlere sineği, temizli­ği ihmal edenlere bulaşıcı hastalıkları musallat ettiği gibi İblis'i de insan­lara musallat etti. Neticede karşı koymaya gücü olmayan kimse İblis'in avı olacak; güçlü, sağlam mücahitler kurtulacaktır.

Allah'ın her şeyi gayet iyi bilmesine rağmen şeytan imtihan ve tecrübe maksadıyla ve gerçeğin ortaya çıkması için musallat kılınmıştır.

Sonuçta Allah'a ve ahirete iman eden kimsenin durumu ortaya çıka­cak, bu kimse, Allah'ın varlığından ve kıyametten şüphe eden kimseden ayrılacaktır. Böylece kulların amelleri ilâhî hafızaya kaydedilecektir. Ku­lun her ameli tespit edilecek ve Cenab-ı Hak bunun karşılığını verecektir. [40]

 

Tanrılarının Müşriklere Şefaat Edememeleri:

 

22- De ki: "Allah'ı bırakıp da O'nun ortağı olduğunu iddia ettiğiniz şey­leri yardıma çağırın. Onlar gökler­de ve yerde zerre ağırlığınca bir şe­ye sahip değildir. Onların göklerde ve yerde (Allah'la) hiçbir ortaklık­ları yoktur. Allah'ın da onlardan hiçbir yardımcısı yoktur."

23- Allah'ın nezdinde kendisinin izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez. Nihayet onla­rın kalplerindeki korku giderilince şefaat olunanlar şefaat edecek olanlara: "Rabbiniz ne buyurdu?" derler. Şefaat edecek olanlar: "Hak­kı söyledi. O her şeyden yücedir, her şeyden büyüktür." derler.

 

Belagat:

 

"De ki: Allah'ı bırakıp da O'nun ortağı olduğunu iddia ettiğiniz şeyleri yardıma çağırın." ifadesi işitme kabiliyeti olmayan cansızları yardıma ça­ğırma hususunda aciz bırakma ifadesidir. [41]

 

Kelime ve İbareler:

 

Ey Rasulüm! Mekke'de ve Mekke dışındaki müşriklere "De ki:" Bu Hz. Peygamberin Kureyş kâfirlerine şöyle demesini emretmektedir: "Allah'ı bırakıp da O'nun ortağı olduğunu iddia ettiğiniz şeyleri" ilâh olduklarını iddia ettiğiniz putları, kıtlık yıllarında başınıza gelen sıkıntıyı kaldırmak için sizin iddianıza göre, size "yardıma çağırın" bakalım.

Cenab-ı Hak daha sonra cevabın hiçbir şekilde reddedilemeyecek ka­dar gayet açık olduğunu bildirmek üzere onların adına cevap verdi. Bu ce­vap şudur: "Onlar göklerde ve yerde" hayır ve şer hususunda "zerre ağırlı­ğınca bir şeye sahip değildir. Onların göklerde ve yerde (Allah'la) hiçbir or­taklıkları yoktur." Yani bu sahte tanrıların ne yaratma, ne de mülk olarak Allah'la hiçbir ortaklıkları yoktur. "Allah 'm da, onlardan hiçbir yardımcısı yoktur." Allah'ın da, bu tanrılardan kendisine yer ve göklerin işlerini idare etmede destek olacak hiçbir yardımcısı yoktur.

"Allah'ın nezdinde kendisinin" şefaat etmelerine "izin verdiği kimse­lerden başkasının şefaati fayda vermez." Dolayısıyla müşriklerin iddia et­tikleri gibi tanrılarının şefaati kendilerine fayda vermeyecektir. Bu ayet müşriklerin "İlâhlar Allah nezdinde şefaat edecektir." şeklindeki sözlerine karşı bir cevap niteliğindedir. "Nihayet" izin verilmesi sebebiyle "onların kalplerindeki korku", dehşet sebebiyle meydana gelen iç daralması "gideri­lince şefaat olunanlar şefaat edecek olanlara:" bu durumdan memnun ola­rak "Rabbiniz" şefaat hakkında "ne buyurdu? derler. Şefaat edecek olanlar: Hakkı" hak sözü "söyledi." Bu hak söz Allah'ın razı olduğu kimselere yani müminlere şefaat etmeye izin vermektir. "O her şeyden yücedir, her şeyden büyüktür, derler." Mahlukatı üzerinde ezici güce sahip olmak suretiyle ulu­luk sahibidir, muazzam bir büyüklük sahibidir. O'nun -Allah Tealâ'nm izni olmaksızın o gün hiçbir melek ve hiçbir peygamberin söz söyleme hakkı yoktur. [42]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Hz. Davud ve Hz. Süleyman gibi şükür erbabının durumlarını beyan ettikten ve kâfirlerin tavırlarını ve nimete karşı şımardıkları ve peygam­berleri yalanladıkları zaman kendilerine verdiği cezayı açıkladıktan sonra, Cenab-ı Hak tekrar müşriklere hitap edip onlardan -müşrikleri hafife alma tarzında- kendilerinden musibeti kaldırmaları için sahte tanrılarından yardım dilemelerini istemektedir. Allah Tealâ daha sonra müşriklerin hiç­bir şeye sahip olmayacaklarını ve onların şefaatlerinin fayda vermeyeceği­ni beyan etti. Mabudun şanı ibadet eden kimselere fayda vermek olduğuna göre bu durumda onlara nasıl tapıyorlar? [43]

 

Açıklaması:

 

"De ki: Allah'ı bırakıp da, O'nun ortağı olduğunu iddia ettiğiniz şeyle­ri yardıma çağırın." Yani ey Peygamber! Kureyşli bu müşriklere şöyle de: Kıtlık yıllarında başınıza gelen felaketi sizin üzerinizden kaldırmaları ve­ya size fayda temin etmeleri için Allah'tan başka tapınılan varlıklar ve putlar gibi sahte ilahları çağırın.

Cenab-ı Hak onların hatalarını beyan ederek hiçbir itiraza yer verme­yecek derecede kesin bir cevapla cevap vermek üzere şöyle buyurdu:

"Onlar göklerde ve yerde zerre ağırlığınca bir şeye sahip değildir." Yani bu sahte tanrılar asla hiçbir şeye sahip değildir. İsterse göklerde ve yerde zerre ağırlığınca olsun... Bu tanrılar herhangi bir işte ne hayır, ne de şerre muktedir değildir. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktır: "O'nu bırakıp taptığınız ilâhlar bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip değillerdir." (Fatır, 35/13).

Allah Tealâ daha sonra kendisinin ortağı ve yardımcısı olmasını red­dederek şöyle buyurdu:

"Onların göklerde ve yerde (Allah'la) hiçbir ortaklıkları yoktur. Al­lah'ın da onlardan hiçbir yardımcısı yoktur." Yani putlar ne aslında, ne de bağımsız olarak, ne de yaratma ve mülkiyet açısından hiçbir ortaklığa sa­hip değildir. Bir şeyi yaratma ve koruma hususunda Allah'ın hiçbir ortağı ve hiçbir yardımcısı yoktur. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Ben, onları ne göklerin, ne yerin yaratılmasında, ne de kendilerinin yaratılmasında hazır bulundurdum. Ben insanları saptıranla­rı hiçbir zaman kendime yardımcı edinmedim." (Kehf, 18/51). Bilakis bü­tün mahlukat Ona muhtaçtır, Onun nezdindeki kullarıdır.

Cenab-ı Hak bu tanrıların şefaat etmeleri imkânını reddederek şöyle buyurdu:

"Allah'ın nezdinde kendisinin izin verdiği kimselerden başkasının şe­faati fayda vermez." Bu putların şefaati onlara fayda vermeyecektir. Zira hiçbir durumda Allah'ın kendilerine şefaat etmeye izin verdiği melekler, peygamberler, ilim ve amel ehli dışında hiçbir kimsenin şefaati fayda ver­meyecektir. O, kâfirlere izin vermez. Kendilerine şefaat etme izni verilen kimseler, ancak şefaate hak kazanan kimselere şefaat edebilirler, kâfirlere şefaat edemezler.

Nitekim Cenab-ı Hak diğer ayetlerde şöyle buyurmaktadır: "O'nun iz­ni olmadan, O'nun katında kim şefaat edebilir?" (Bakara, 2/255); "Göklerde nice melekler vardır ki Allah dilediğine ve razı olduğuna izin vermedikçe şefaatleri hiçbir fayda vermez." (Necm, 53/26); "Onlar ancak Allah'ın razı olduğu kimseye şefaat edebilirler. Onlar Allah'ın korkusundan titrerler." (Enbiya, 21/28); "Rahman olan Allah'ın izin verdiği ve doğru konuşan kim­seler hariç, O'nun huzurunda hiçbir kimse konuşamaz." (Nebe, 78/38).

Bu ayetlerin manası şudur: Şefaat, Allah Tealâ'nın iznine bağlıdır. Al­lah'ın razı olduğu kimseler dışındaki kimselerin şefaat etme hakkı yoktur. Şefaat sebepleri hak, doğru ve makbul olmalıdır. Bunun için mahlukata şe­faat etmek için Rablerinin hüküm verme zamanı geldiğinde, Makam-ı Mahmud'da, Allah Tealâ'nın huzurunda en büyük şefaatçi olan Âdemoğul-larınm Efendisi Hz. Peygamber (s.a.) Buhari ve Müslim'in Sahihlerindeki çeşitli rivayetlerde şöyle buyurmaktadır: "Ben Allah Tealaya secde ederim. O da bana dilediği kadar müsaade eder. Şu anda bir bir sayamayacağım övgülerde bulunur. Sonra da şöyle denilir: Ey Muhammedi Başını kaldır, söyle ki kabul edilsin. İste ki verilsin. Şefaat et ki, şefaatin kabul edilsin."

Bu dehşetli makamda ilâhî azamet yüce bir şekilde tecelli eder. Ce­nab-ı Hak vahiyle konuşup da göklerde bulunanlar O'nu kelâmını işitince heybetten tir tir titrerler, İbni Mes'ud, Mesruk ve başkalarının dedikleri gi­bi kendilerine baygınlık gibi bir durum arız olur.

Burada Allah Tealâ şefaat iznini beklemekten sonra meydana gelecek durumu zikrederek şöyle buyuruyor:

"Nihayet onların kalplerindeki korku giderilince şefaat olunanlar şefa­at edecek olanlara: Rabbiniz ne buyurdu? derler. Şefaat edecek olanlar: Hakkı söyledi. O her şeyden yücedir, her şeyden büyüktür, derler."

Yani insanlar ve melekler şefaat iznini bekleyerek korku ve dehşet içinde ayakta dururlar. Nihayet şefaat edecek olanlara izin verilip de kor­ku ve ürperti giderilince şefaat edecek olanlara şöyle derler:

- Rabbiniz şefaat hususunda size ne dedi? Onlar da:

- Rabbimiz hak sözü söyledi, derler. Bu hak söz, Cenab-ı Hakk'ın razı olduğu kimselere şefaat izninin verilmesidir. Allah yücelik, büyüklük ve azamette tek varlıktır. Mahlukatından hiçbiri bu hususta Ona ortak ola­maz. Hiçbir melek veya peygamber Allah Tealâ'nın izni olmaksızın o günde konuşma hakkına sahip değildir. [44]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu tartışma, meydana gelmeden önce Kur'an-ı Kerim'de duyurulan, yaratıcımızla müşrikler arasında müşrikleri alaya alma, azarlama ve hay­ret etme tarzında meydana gelecek bir tartışmadır.

Allah Tealâ bu ayetlerde Peygamberine bu müşriklere hitaben şöyle demesini emrediyordu:

-  Ortaklarınızın size fayda sağlama kudretleri var mı? Allah dışında tanrı olduklarını iddia ettiğiniz kimseleri, size fayda temin etmeleri, ya da Allah Tealâ'nın sizin için takdir ettiği musibetleri engellemeleri için çağırın bakalım. Zira onlar buna malik değildirler.

Onlar göklerde ve yerde bir zerre ağırlığınca bile olsa, asla hiçbir şeye sahip değildirler. Putların ne yaratma, ne mülkiyet, ne de tasarruf husu­sunda göklerde ve yerde hiçbir ortaklıkları yoktur. Allah'ın göklerin ve ye­rin hiçbir işinde kendisine yardım edecek hiçbir yardımcısı yoktur. Bilakis varetme ve idare etme hususunda tek varlıktır. İbadete lâyık olan yalnız O'dur. Başkasına ibadet etmek de imkânsızdır.

Meleklerin ve başkasının Allah nezdinde yaptıkları şefaat, ancak Al­lah'ın izin verdiği kimselere fayda verebilir. Nihayet -şefaati umanlarla şe­faatçiler- şefaat iznini bekleyerek korku ve ürperti içerisinde hep birlikte ayakta durduklarında ve kalplerindeki korku giderilince, insanlar kendi aralarında sorgulama yaparak meleklere:

- Allah şefaat konusunda ne buyurdu? derler. Onlar da:

- Bu kâfirlere verilmeyen, sadece müminlere şefaat etme hususundaki bir izindir. Allah ululuk sahibi ve büyüklük sahibidir. Kulları hakkında dilediği şekilde hüküm verme hakkı yalnız O'nundur.

Böylece Allah Tealâ'nın ayette: "Onlar: O'nun korkusuyla tir tir titri­yorlar." buyurduğu gibi, kendisinden son derece korku ve ürperti duyan peygamberler ve meleklere şefaat konusunda izin vereceği beyan edilmek­tedir. Put ve benzeri sahte tanrılara şefaat etme izni asla verilmeyecektir. Ayrıca şefaat sadece Allah'ın razı olduğu müminlere verilecek, kâfirlere ve­rilmeyecektir.

Bu ayet putlardan beklenilen asılsız şefaat hakkındaki ümitleri yoke-den, Allah'ın emri ve rızası olmaksızın kurtulma emellerini ortadan kaldı­ran apaçık bir beyandır.

"Nihayet onların kalplerindeki korku giderilince" ayeti, Aziz olan Rab-bimizin izin verme şeklindeki ifadesiyle şefaat edecek olanların ve şefaat edilenlerin kalplerindeki korkunun giderileceğine delildir. Şefaat edenler ve edilenler bundan memnun oldular ve birbirlerine soru sordular. Şefaat hususunda kendilerine izin verilenler, aralarında Zemahşerî ve Ebu Hay-yan'ın da bulunduğu müfessirlerin büyük çoğunluğunun görüşüne göre: Melekler v.s.dir.

Şevkânî Fethu'l-Kadîr'de şöyle diyor: Rabbimizin emrettiği her emirde melekler bu korkuya kapılmaktadır. Buharı ve Ebu Davud, Ebu Hurey-re'nin rivayetiyle Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu nakletmekte­dirler: "Allah semada bir hüküm verdiği zaman Allah'ın buyruğuna boyun eğmek üzere sanki kayanın üzerindeki zincir sesi gibi bir sesle kanatlarını çırparlar. Bu emir onlara nüfuz eder. Kalplerindeki korku giderilince onlar: Rabbiniz ne dedi? derler. Buna mukabil onlar da: Hakkı söyledi, derler. O çok yüce ve çok büyüktür." [45]

 

Müşriklerin, Allah'ın Rızık Verici Olduğunuİkrar Etmeleri, Onlara Hüküm Verenin Allah Olduğunun Ve Hüküm Vaktinin Bildirilmesi:

 

24- Onlara: "Göklerden ve yerden si­zi rızıklandıran kimdir?" de. "Sizi rızıklandıran Allah'tır. O halde bir hidayet ve apaçık bir sapıklık üze­rinde olan ya biziz, yahut sizsiniz." de.

25- Onlara şöyle de: "Ne siz bizim iş­lediğimiz suçlardan sorumlu ola­caksınız, ne de biz sizin işledikleri­nizden sorumlu olacağız."

26- Onlara şöyle de: "Rabbimiz kıya­met günü hepimizi biraraya topla-

ve sonra aramızda hakla hükmedecektir. O Fettah'tır (en güşe-met gu hükmedecektir. U Fettan tır enzel hükmedicidir), Alîm'dir (her

 27-  Onlara şöyle de: "Allah'a nispet  ettiğiniz ortakları bana gösterin ba- kalım." Hayır! Bilakis O Azîz'dir

er şeye ip)t Hakîm'dir (sonsuz  hikmet sahibidir).

28- (Ey Muhammedi) Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve uya­rıcı olarak gönderdik. Fakat insan­ların çoğu bilmezler.

29- Onlar: "Eğer siz doğru sözlü iseniz, bu vaad ettiğiniz (kıyamet) ne zaman?" derler.

30- De ki: "Sizin için vaad edilen belirli bir gün vardır. Bundan ne bir an geri kalabilirsiniz, ne de ileri geçebilirsiniz."

 

Belagat:

 

"Onlara: "Göklerden ve yerden sizi rızıklandıran kimdir1?" de." Tevbih ve susturma niteliğindedir.

"Allah'tır ... de." cümlenin gelişinin delaletiyle haber hazfedilmiştir.

Yani cümlenin aslı; yaratan ve kullarına rızık veren Allah'tır, şeklindedir.

30. ayetteki "ne geri kalabilirsiniz" ifadesiyle, "ne de öne alabilirsiniz" ifadesi arasında tezat sanatı yapılmıştır. [46]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Onlara: "Göklerden ve yerden sizi rızıklandıran kimdir?" de." Bu ayetle daha önce geçen "Onlar ne göklerde, ne de yerde zerre ağırlığınca hiçbir şeye sahip değillerdir." kavlini ispat etme murad edilmektedir. Gök­lerden gelecek rızık yağmur, yerden gelecek rızık bitkidir. "Sizi rızıklandıran Allah'tır." Bundan başka hiçbir cevap yoktur. Burada müş­riklerin sussalar da, ilzam olma korkusuyla cevap vermekte dilleri sürçse de, kalpleriyle bunu ikrar edecekleri haber verilmektedir.

"O halde bir hidayet" durumu "ya da apaçık bir sapıklık üzerinde olan biziz, ya da sizsiniz, de." İki gruptan biridir. Bu ifade hidayet üzere olanla sapıklık üzerinde olduğuna delâlet eden, az önce geçen tesbitten sonra yer almaktadır. Bu mübhem ifade açık ifadeden daha beliğdir. Çünkü bu ifade, hasmı susturan insaflı bir üslup niteliğindedir. Böylece nasipleri varsa imana davet etme hususunda müşriklere yönelik gayet latif bir üslûptur.

"Onlara şöyle de: Rabbimiz kıyamet günü hepimizi biraraya toplaya­cak ve sonra aramızda hakla hükmedecektir." Yeftehu, hükmedecek; el-Fet-tah, hükmedici, demektir. Zira Allah hak yolunu açacak ve onu ortaya ko­yacaktır. Bu hükümden sonra Allah Tealâ hak ve iman ehlini cennete, batıl ve küfür ehlini cehenneme sokacaktır. "O Fettah'tır," en güzel şekilde hük-medicidir. "Alîm'dir" vereceği hükmü, hükmü ve kazasıyla ilgili olan mas­lahatları gayet iyi bilir.

"Onlara şöyle de: Allah'a nisbet ettiğiniz ortakları bana gösterin baka­lım." Putların ibadet edilmeye lâyık olup olmamaları hususunda ortaklık yönünü delille bana bildirin. Bu ayet müşrikleri daha fazla susturmak için hüccetlerin kendi aleyhlerinde ilzam edilmesinden sonra müşriklerin şüp­heleri hakkında açıklama talebidir. "Kellâ", muhataptan sâdır olan bir söz veya fiile karşı kesinlikle red kelimesidir. -Asla manasındadır-. Burada an­latılmak istenen husus, müşriklerin Allah Tealâ'nm ortağı olduğuna dair inançlarının kesin ifadeyle reddedilmesidir. "Hayır, bilakis O Azizdir, Ha­kimdir. " O her şeye karşı tam üstünlük, mükemmel kudret ve mahlûkatını idare etme hususunda göz kamaştırıcı hikmetle tavsif edilmektedir. Dola­yısıyla O'nun mülkünde hiçbir ortağı yoktur.

"Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönder­dik." Biz seni Arap-Acem bütün insanlara gönderdik.

"Kâffeten" kelimesi ya insanları İslâm'a davet edip küfre engel olma, men'etme anlamındaki "el-keff' kelimesinden; ya da hem tebliğde, hem de uyarıda bulunma görevini birarada yürütme, cem'etme anlamındaki "elkefF' kökündendir. Kelimenin sonundaki "tâ" harfi, mübalâğa içindir. Bi­rincisine göre ayetin manası: Biz seni insanlara kendilerini kuşatıcı umumi bir gönderiliş ile gönderdik, şeklindedir. Zira bu gönderiliş hepsine şâmil, kapsamlı bir gönderilme olunca herhangi bir kimsenin bunun dışın­da kalması engellenmiş olmaktadır. İkinci manaya göre ayet: Biz seni in­sanlara tebliğ ve uyarı görevini birarada yerine getiren biri olarak gönder­dik, şeklinde anlaşılmalıdır. "Kâffeten" kelimesi "vemâ erselnake" cümle­sindeki "kaftan "hal"dir. Bunun "Li'n-nas" kelimesinden hal olarak kabul edilmesi caiz değildir. Çünkü mecrurun harf-i çerden önce gelmesi caiz ol­madığı gibi halin hal sahibinden önce gelmesi kabul edilemez.

"Müjdeleyici ve uyarıcı olarak" müminleri cennetle müjdeleyici, kâfir­leri azapla uyarıcı olarak "gönderdik. Fakat insanların çoğu" bunu "bilmez­ler. " Onların bilgisizlikleri kendilerini sana karşı koymaya sevketmektedir. Onlar Allah'ın nezdinde olanları ve peygamberleri gönderme hususundaki kendi menfaatlerini bilmiyorlar.

"Onlar: "Eğer siz doğru sözlü iseniz bu vaad ettiğiniz (kıyamet) ne za­man?" derler." Yani müşrikler son derece bilgisiz olmaları sebebiyle, "Ey Muhammed ve ashabı! Bize vaadde bulunduğunuz bu azap -kıyametin kop­ması- ne zaman olacak? Eğer samimî ve doğru sözlü kimseler iseniz bunu bize bildirin." derler. Bu hitap Hz. Peygamber (s.a.) ve müminleredir.

"De ki: Sizin için vaad edilen belirli bir gün vardır." Bu da diriliş gü­nü, yahut kıyamettir. "Bundan ne bir an geri kalabilirsiniz, ne de ileri geçe­bilirsiniz. " Yani size bu vaad edilen zamandan ne geri kalabilirsiniz, ne de bunun önüne geçebilirsiniz. Bilakis bu Allah'ın meydana gelmesini takdir ettiği vakitte hiç şüphesiz olacaktır. Bu onların sorularıyla kastettikleri inatçılık ve yadırgama durumlarına uygun olarak gelen bir tehdit cevabı niteliğindedir. [47]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ putların v.b. sahte tanrıların kâinatta hiçbir şeye sahip ol­madıklarını beyan ettikten sonra, indirdiği yağmur ile semadan, çıkardığı bitkiler ve var ettiği madenler ile yeryüzünden nzık verenin Allah olduğu­nu müşriklerin itiraf ettiklerini, böylece O'ndan başka ilâh olmadığına inanmak mecburiyetinde olduklarını, bu iki gruptan birinin haklı, diğeri­nin batıl yolda olduğunu, Allah'ın birliğine dair açık delilin varlığı sebebiy­le bu iki gruptan haklı olanın müminler olduğunu, Allah'ın kıyamet günü hak ile hüküm verici olduğunu, kesinlikle bilmelerini; Allah'ın gerçek yaratıcı ve nzık verici olduğunu O'na ortak koşulanların ise, ne bir şey ya­rattıklarını, ne de rızık verebildiklerini açıkladı. [48]

 

Açıklaması:

 

"Onlara: "Göklerden ve yerden sizi rızıklandıran kimdir1?" de. Sizi rı-zıklandıran Allah'tır."

Ey Rasul! Putlara, heykellere tapan o müşriklere azarlama ve sustur­ma tarzında, "Yağmuru indirmek suretiyle göklerden; bitkiler, madenler v.s. çıkarmak suretiyle yerden size rızık veren kimdir, söyleyin bakalım." de.

Cevap veremezlerse, sizi rızıklandıran Allah'tır, de. Zaten onların bun­dan başka bir cevapları da yoktur. Diğer ayetlerde ise rızık verenin Allah olduğu şeklinde fiilen cevap verdikleri açıklanmıştır.

Meselâ, Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Onlara şöyle de: "Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? Size kulak ve gözleri bahşeden kimdir? Ölü­den diriyi çıkaran, diriden de ölüyü çıkaran kimdir? Bütün işleri düzene koyan kimdir?" "Allahtır", diyeceklerdir. De ki: O halde Allah'tan korkmaz mısınız?" (Yunus, 10/31).

Rızık verici olanın Allah olduğunu itiraf ettiğinize göre, Ondan başka rızık vermeye muktedir olmayan şeylere niçin tapıyorsunuz? Nitekim Ce­nab-ı Hak onları susturmak ve tekdir etmek üzere şöyle buyurmaktadır: "Onlara: "Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?" de. "O Allah'tır." de. Allah'ı bı­rakıp kendilerine hiçbir fayda ve zarar veremeyen şeyleri mi dost edindi­niz?" (Ra'd, 13/16).

Allah Tealâ daha sonra müşrikleri itiraz edemeyecek hale koyduktan sonra onları gayet hoş bir tarzda Allah'a iman etmeye çağırarak şöyle bu­yurdu:

"O halde bir hidayet ve apaçık bir sapıklık üzerinde olan ya biziz, ya­hut sizsiniz, de."

Yani -isterse yaratıcı ve rızık verici olan Allah'ın birliğini kabul eden, sadece Allah'a ibadet eden müminler grubu olsun, isterse yaratmak, rızık vermek, fayda temin etmek ve zarar vermekten aciz olan cansız varlıklara tapan müşrikler olsun- bu iki gruptan her biri hidayet yolu, ya da apaçık bir dalalet üzerindedir. Bu iki gruptan her ikisini de doğrulama imkanı yoktur. Ya biz, ya da siz hidayet, yahut sapıklık üzerindeyiz. Kısaca içimiz­den biri isabetli ve haklı, diğeri ise hatalı ve batıl yoldadır. Bu üslûp hasmı kendi durumu ile başkasının durumunu incelemeye teşvik etmek için kul­lanılan lâtif ve edebî bir üslûptur.

Burada "hidayet" kelimesiyle birlikte "alâ" harfinin, "dalalet" kelime­siyle birlikte "fî" harfinin kullanıldığına dikkat edilmelidir. Çünkü hidaye­te eren sanki yükseklere çıkmış, tırmanmış gibidir. Sapıklığa düşen zulme­te dalmış, zulmet içinde boğulmuş gibidir. Sapıklığın apaçık sıfatıyla tavsif edilip hidayetin tavsif edilmemesi ise, hidayetin hakka ulaştıran dosdoğru ve tek yol olması, bunun dışındakilerin tamamının sapıklık olması, bu sapik yollardan bazılarının diğerlerinden daha açık şekilde sapık olması se­bebiyledir. Ayette ilk olarak kullanılan "innâ" kelimesiyle başlayan mümin­lerin vasıflarıyla irtibatlı olması sebebiyle hidayet, dalâletten önce zikre­dilmiştir.

Allah Tealâ daha sonra iki grup arasındaki ayrımın varlığını, bu her iki grubun diğerinden bağımsız olduğunu suç işleme farazi olarak mümin­lere nisbet edilmek, müşriklere de yaptıkları nisbet edilmek suretiyle iki defa gayet hoş ifade kullanma yoluyla şöyle buyurdu: "Onlara şöyle de: Ne siz bizim işlediğimiz suçlardan sorumlu olacaksınız, ne de biz sizin işledik­lerinizden sorumlu olacağız." Ey Rasul, aynı zamanda müşriklere şöyle de: ibadetimiz ve taatimiz Allah için bir suç ise, siz bizden sorumlu değilsiniz. Biz de hayır veya şer olarak işlediklerinizden sorumlu değiliz. Bunun ma­nası, onlardan berî olduğunu ifade etmektir. Ne siz bizdensiniz, ne de biz sizdeniz. Bilakis biz sizi Allah'ın birliğine ve sadece O'na ibadet etmeye ça­ğırıyoruz. Bu çağrıya icabet ederseniz; siz bizdensiniz, biz de sizdeniz. Eğer yüzçevirirseniz ve Hakk'ı yalanlarsanız; o durumda biz sizden beriyiz, siz de bizden berisiniz. Nitekim bu manada Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "(Ey Muhammedi) Onlar seni yalanlarlarsa, onlara şöyle de: Benim yaptı­ğım bana, sizin yaptığınız da sizedir. Siz benim yaptıklarımdan uzaksınız. Ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım." (Yunus, 10/41).

Bundan sonra Cenab-ı Hak hesap görme, sevap ve azap hususunda in­celeme ve tefekkürü vurgulamak için vereceği karar ve hükümle müşrikle­ri uyararak şöyle buyurdu:

"Onlara şöyle de: Rabbimiz kıyamet günü hepimizi biraraya toplaya­cak ve sonra aramızda hakla hükmedecektir. O Fettah'tır (en güzel hükme-dicidir), Alîm 'dir (her şeyi hakkıyla bilendir)."

Ey Rasul! Yine onlara de ki: Şüphesiz ki Rabbimiz bizi hesab günü bir sahada hepimizi toplayacak, sonra da aramızıda hak ve adaletle hükmede­cektir. Allah hakla hükmeden âdil bir hakimdir, bütün durumların ve işle­rin hakiki yönlerini ve maslahat gibi hikmetlerini de en iyi bilendir. O her­kese amelinin karşılığını hayırsa hayır, serse şer olarak verecektir. İşte o gün izzet, nusret ve ebedî saadetin kimin olduğunu bileceksiniz.

Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Kıyamet koptu­ğu gün, işte o gün müminlerle kâfirler birbirlerinden ayrılırlar. İman edip salih ameller işleyenler, işte onlar cennette nimetlendirilip mesrur olurlar. İnkâr edip ayetlerimizi ve ahirette benim huzuruma çıkmayı yalanlayanlar, işte onlar cehennem azabına getirilirler." (Rum, 30/14-16).

Cenab-ı Hak, daha sonra Allah'a ortak koşulan şeylerin açıkça göste­rilmesi talebiyle ve bunların kudret sahibi olmadıkları gerçeğiyle müşrikle­re karşı meydan okuyarak şöyle buyurdu:

"Onlara şöyle de: Allah'a nisbet ettiğiniz ortakları bana gösterin bakahm. Hayır! Bilakis O, Azizdir (her şeye galiptir), Hakimdir (sonsuz hikmet sahibidir)."

Ey Peygamber! O müşriklere gerçekleri apaçık ortaya koyacak bir söz olarak şöyle de: Allah'a ortak koştuğunuz, Allah'ın dengi, benzeri ve ortağı kıldığınız bu tanrıları bana gösterin de, onları ve neye güçlerinin yeteceği­ni göreyim. Hak açıktır ve durum hiç de sizin iddia ettiğiniz gibi değildir. Hayır, bu ortaklık iddiasından vazgeçin. Allah'ın hiçbir benzeri, ortağı ve dengi yoktur. O bir olan, tek olan, uluhiyette yegâne olan, hiçbir ortağı bu­lunmayan, her şeyi ezici güce sahip ve her şeye galip olan izzet sahibidir. Fiillerinde, sözlerinde, dininde ve kaderinde sonsuz hikmet sahibi olup bundan üstün hiçbir şey olamaz.

Bu sorgulama ile mabuda sadece zararları gidermek ya da fayda te­min etmek için tapan sıradan insanların hedeflerine uygun olarak "De ki: Göklerden ve yerden sizi kim rızıklandırır?" ayetiyle, ortak kılınan şeylerin fayda temin etme kabiliyetlerinin olmadığını beyan ettikten sonra, bu or­takların zararları engellemedeki faydasızlıklarınm da beyan edilmesi istenmiştir. Üstün seviyedeki kimselere gelince, bunlar Allah'a, sadece iba­dete lâyık tek varlık olduğu için ibadet ederler. Böyleleri için fayda temin etme, yahut zararları engelleme arzu ve hedefi ana hedef değildir.

Allah Tealâ tevhidi isbat ettikten sonra İslâm'ın ırkçı bir eğilimi bulunmayan ve sadece Araplara mahsus olmayan, bütün insanlara ait umumi bir risalet olduğunu açıklamak üzere şöyle buyurdu:

"Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönder­dik. Fakat insanların çoğu bilmezler."

Yani ey Peygamber! Biz seni sadece kavmin olan Araplara gönderme­dik; bilakis Arabi, Acemi, siyahı, beyazı ile bütün insanlara, Allah'a itaat edene cenneti müjdeleyici ve Ona isyan edeni cehennemle uyarıcı olarak gönderdik.

Nitekim Cenab-ı Hak başka bir ayette şöyle buyuruyor: "De ki: Ey in­sanlar! Ben Allah'ın sizin hepinize -gönderdiği- elçisiyim." (A'raf, 7/158). Yine şöyle buyuruyor: "Alemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed'e hak­kı batıldan ayıran Kur'an 'ı indiren Allah yüceler yücesidir." (Furkan, 25/1).

Buhari ve Müslim'in Sahih'lerinde Cabir (r.a.)'den merfû olarak riva­yet ediliyor ki: "Bana benden önceki hiçbir peygambere verilmeyen beş şey verildi. Bunlardan biri: Peygamberler sadece kavimlerine has olarak gön­derilirlerdi. Ben ise bütün insanlara gönderildim." Yine sahih hadiste buyuruluyor ki: "Ben hem esmerlere, hem de kızıl renklilere gönderildim."

Ancak insanların çoğu ne bu risaletin umumi olduğunu, ne de müjde­leme ve uyarma görevini, ne de içinde bulundukları sapıklık ve bilgisizliğin tehlikesini, ne peygamberlerin gönderilmesinin faydasını, ne de Allah nez-dindeki mükâfatı bilmektedirler.

Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Sen ne kadar yürekten dilesen de, insanların çoğu iman etmezler." (Yusuf, 12/116); "Eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan, seni Allah'ın yolundan sap­tırırlar." (Enam, 6/116).

Tevhidi ve risaleti beyan ettikten sonra Cenab-ı Hak haşri zikretti. Kâfirlerin kıyametin kopmasını uzak bir ihtimal olarak gördüklerini bildir­di ve bunlara şu ayetle cevap verdi:

"Onlar, "Eğer siz doğru sözlü iseniz, bu vaad ettiğiniz (kıyamet) ne za­man?" derler." Yani müşrikler alaylı bir tarzda, inatla ve bilgisizce: Ey Mu-hammed! Ey müminler! Bize vaadde bulunduğunuz bu kıyamet kopma va­adi ne zaman? Eğer siz sözünüzde sadık kimselerseniz, bize bunu bildirin.

Bu ayet tıpkı şu ayet gibidir: "Kıyamet gününe iman etmeyenler, kıya­metin acele olarak kopmasını isterler. İman edenler ise, ondan korkarlar ve onun bir gerçek olduğunu bilirler." (Şûra, 42/18).

Bunun cevabı ise şudur: "De ki: Sizin için vaad edilen belirli bir gün vardır. Bundan ne bir an geri kalabilirsiniz, ne de ileri geçebilirsiniz."

Ey Rasul! Onlara şöyle de: Sizin için belirli bir vadesi olan, hiçbir şüp­he bulunmayan bir vaad günü vardır. Bu, diriliş ve kıyamet günüdür. Bu günden bir an geri kalamazsınız, ileri de geçemezsiniz. Ne artırılır, ne de eksiltilir. Bilakis bu vaad Allah'ın meydana gelmesini takdir ettiği vakitte hiç şüphesiz olacaktır. Bu ifadede yeterli uyarı yapılmaktadır. [49]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler şu hususları göstermektedir:

1- Allah Tealâ asla başkası kabul edilemeyecek bir gerçeklik olarak ve bizzat müşriklerin itiraflarıyla göklerde olan yağmur, güneş, ay ve yıldızlar dolayısıyla meydana gelen rızıkların ve diğer menfaatlerin, yerden su ve bitki vasıtasıyla çıkan rızıkların yaratıcısıdır. Rızık verici ve yaratıcı olma­sı sebebiyle Allah ibadet edilmeye lâyık tek varlıktır. Sıradan insanlar Al­lah'a ilah olduğu için değil, sadece Ondan birşeyler talep etmek için, ya za­rarı engellemek, yahut fayda temin etmek için ibadet ederler.

2-  Hak tektir, birden fazla olamaz. Dolayısıyla bütün müminlerin ve müşriklerin hidayet ve sapıklık hususunda aynı durumda olmaları makul değildir. Bilakis bu ikisi birbirleriyle çelişkili ve birbirlerine zıt durumda­dırlar. Bu iki gruptan biri hidayettedir. Bu grup, müminlerin grubudur. Di­ğeri ise sapıktır. Bu grup ise, müşrikler grubudur.

Kur'an, açıkça yalan ifadesi kullanmaktan daha güzel bir üslûpla bun­ları yalanlamaktadır. Bu da müşriklerin kendilerine göklerden ve yerden nzık verene ortak koşmalanyla sapıklığa düşmüş oldukları gerçeğidir.

Zira "Bir hidayet ve apaçık sapıklık üzerinde olan ya biziz, yahut sizsiniz." ayeti tıpkı "Ben böyle yapıyorum, sen de şöyle yapıyorsun. İkimizden biri hatalıdır." demek gibidir. Halbuki kimin hatalı olduğu bellidir. Tartı­şan iki kişiden biri diğerine: Bu söylediğin yanlıştır. Bu hususta sen hatalı­sın, dese; karşı taraf kızacak, kızınca da düşünce dengesi bozulacak ve yanlış anlama meydana gelecektir.

3- Allah Tealâ müminlerle müşrikler arasında uzlaşma ve anlaşma meydana getirmiştir. Rasulullah da onlara: Ben size çağrıda bulunduğum bu dinle sizin için hayır murad ediyorum. Yoksa sizin küfretmenizin bana zararı dokunacak değildir. Bu iki gruptan biri diğerinden sorumlu tutul­mayacak; ne müşrikler müminlerin amellerinden sorumlu olacak, ne de müminler müşriklerin işlediklerinden sorumlu olacaktır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Sizin dininiz size, benim dinim bana." (Kâfi­nin, 109/6).

4- Allah Tealâ kıyamet günü iman ehliyle şirk ehlini birarada toplaya­cak, sonra da aralarında hak ve adaletle hükmedecektir. Hidayet üzere olanlara sevap verecek, sapıklık içinde olanları ise cezalandıracaktır. Allah hakla hükmeden, mahlukatınm durumlarını gayet iyi bilendir.

5- Müşriklere sorulacak: Allah'a ortak koştuğunuz putları ve heykelle­ri bana tanıtın, bakalım. Bunların bir şeyi yaratma hususunda iştirakleri oldu mu? Bunlar nedir, açıklayın. Aksi takdirde ne diye onlara tapıyorsu­nuz?

Doğrusu şudur ki, durum müşriklerin iddia ettiği gibi değildir. Al­lah'ın ortakları yoktur. Bilakis O, ezici güce sahip, herşeye galip, izzet sahi­bidir. Sözlerinde ve fiillerinde hikmet sahibidir. O maslahata uygun olanı yapmaktadır.

6- Hz. Peygamber (s.a.)'in risaleti bütün insanlığa umumi bir risalet-tir. Sadece Araplara mahsus değildir. Hz. Peygamber (s.a.)'in görevi Allah'a itaat edenleri cennetle müjdelemek, Ona isyan edenleri ise cehennemle korkutmaktır. Fakat insanların çoğu -yani müşrikler- Allah nezdindeki şeyleri bilemezler.

7- Müşrikler alaylı bir tarzda, inatçılıkla ve tacizde bulunmak için müminlere soru şeklinde şöyle derler: Eğer siz haber vermede doğru sözlü kimselerseniz, kıyametin kopmasıyla ilgili bize verdiğiniz vaad ne zaman?

Allah Tealâ onlara şöyle cevap verir: Ey Muhammed onlara de ki: Si­zin için belirli bir buluşma günü olacaktır. Bu diriliş günü, yahut kıyamet günüdür. Bu günün vakti belirlenmiştir. Bu günden ne ileri geçebelirsiniz, ne de geri kalabilirsiniz. Bu hiç şüphesiz gelecektir. Bunun ilmi Allah nez-dinde olup mahlukatından hiçbir kimseye bunu bildirmemiştir. [50]

 

Müşriklerin Kur'an'ı İnkar Etmeleri, Kıyamet Günü Sapıklarla Onları Saptıranlar Arasındaki Konuşma

 

31- İnkâr edenler: "Biz bu Kur'an'a ve ondan önceki kitaplara asla inanmayacağız." dediler. Sen o za­limlerin, Rablerinin huzurunda du­rurken birbirlerini suçlayarak söz attıklarını bir görmelisin! Zayıflar büyüklük taslayanlara: "Siz olma­saydınız, biz mutlaka iman etmiş kimseler olacaktık." derler.

32- Büyüklük taslayanlar da zayıf­lara: "Size hidayet gelince sizi on­dan biz mi alıkoyduk? Hayır, siz suçlu kimselerdiniz." derler.

33- Zayıflar büyüklük taslayanlara: "Bilakis sizin gece gündüz tuzaklar kurmanız (bizi alıkoydu). Çünkü siz bize Allah'ı inkâr etmemizi ve O'na ortaklar koşmamızı emrediyordu­nuz." derler. Onlar azabı görünce pişmanlıklarını gizlerler. Biz de in­kâr edenlerin boyunlarına demir halkaları takarız. Onlar yaptıkla­rından başka bir şeyin mi cezasını çekerler?

 

Belagat:

 

"Sen o zalimlerin, Rablerinin huzurunda dururken ... görmelisin." Dehşeti ifade etmek için cevap hazfedilmiştir. Yani, onların durumlarını görseydin, korkunç ve dehşetli bir durum görürdün.

"İstekberû=büyüklük taslayanlar" ve "istad'afû zayıflar" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.

"Bilakis sizin gece gündüz tuzaklar kurmanız ..." ifadesinde "mekrtu-zak" kelimesi mecaz-i aklî yoluyla geceye isnad edilmiştir. Yani geceleyin meydana gelen tuzak demektir.

"... biz mi alıkoyduk?" cümlesi inkâr manasında bir sorudur. [51]

 

Kelime ve İbareler:

 

Mekke halkından "İnkâr edenler:" öldükten sonra dirilmeyi inkâr et­tikleri için "Biz bu Kur'an a ve" öldükten sonra dirilişi anlatan Tevrat ve İncil gibi "ondan önceki kitaplara asla inanmayacağız, dediler."

Ya Muhammedi "Sen o zalimlerin" o kâfirlerin "Rablerinin huzurunda dururken" hapsedildiklerini ve hesap görme makamında bekletildiklerini "birbirlerini suçlayarak söz attıklarını bir görmelisin!"

"Zayıflar" halk "büyüklük taslayanlara" yöneticilere: "Siz olmasaydı­nız," sizin saptırmanız, bizi iman etmekten alıkoymanız olmasaydı, "biz mutlaka" Allah'a "iman etmiş" Rasulünü ve kitabını tasdik etmiş "kimseler olacaktık, derler."

"Büyüklük taslayanlar zayıflara" cevap vererek ve onların söyledikle­rini reddederek: "Size hidayet gelince sizi ondan biz mi alıkoyduk?" Biz mi engel olduk? "Hayır, siz suçlu" küfürde ısrar eden, suçları ve günahları çok "kimselerdiniz, derler."

"Zayıflar büyüklük taslayanlara:" onların cevaplarını reddetmek için ve kendilerine nisbet ettikleri imandan alıkoyma ithamlarını reddetmek için "Bilakis sizin gece gündüz tuzaklar kurmanız" bizi alıkoydu. Yani suçlu olmamız hidayetten alıkoymadı. Bilakis sizin gece gündüz bize tuzak kur­manız ve bizi sürekli küfre davet etmeniz, bizi buna şevketti. "el-Mekr" hi­le, tuzak, komplo demektir. "Çünkü siz bize Allah'ı inkâr etmemizi ve O'na ortaklar koşmamızı emrediyordunuz, derler." "Onlar azabı görünce piş­manlıklarını gizlerler." Yani iki grup işledikleri küfürden dolayı pişmanlık­larını gizlemişler ve bunu başkalarından saklamışlardı. "Biz de inkâr eden­lerin boyunlarına demir halkaları takarız." Bu ifadede kâfirleri zemmet­mek için zamir yerine açık ifade "kâfirler" kelimesi kullanılmıştır. "Onlar yaptıklarından başka bir şeyin mi cezasını çekerler?" Yani onlar sadece dünyadaki amellerinin cezası olarak ceza çekerler. Ya da onlara yapılan, sadece amellerinin karşılığıdır. "Yüczevne" kelimesinin müteaddi olarak kullanılması, ya "yüczâ" kelimesinin "yukdâ" manasını tazmin etmesi, ya da harf-i cerrin kaldırılması sebebiyledir. [52]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ kâfirlerin tamamını inkâr ettikleri "tevhid, risalet ve haşr" konularını açıkladıktan sonra müşriklerden bir grubun Kur'an'ı, eski semavî kitapları ve bu kitaplarda isbat edilen diriliş, haşr, hesap ve ceza görmeyi inkâr ettiklerini zikretti. Sonra da insanları saptıran yöneticiler ile bunların sapık tabirleri arasındaki sert tartışmadan bir tabloyu naklet­ti ve onların dünyadaki amellerinden dolayı karşılaşacakları cezanın şekli­ni açıkladı. [53]

 

Açıklaması:

 

Kâfirlerin tuğyan ve inatçılıklarında devam etmelerinin bir örneği Kur'an-ı Kerime ve onun haber verdiği ahiret hayatına inanmamakta ıs­rar etmeleridir. Cenab-ı Hak buyuruyor ki:

"İnkâr edenler: "Biz bu Kur'an'a ve ondan önceki kitaplara asla inan­mayacağız." dediler." Yani Mekke ve Mekke dışındaki müşrik Araplardan bir grup: Biz ne bu Kurana, ne bundan önceki Tevrat ve İncil gibi semavî kitaplara, ne de bu kitapların ihtiva ettiği diriliş, haşr, hesap ve ceza görme gibi ahiret meselelerine asla inanmayacağız, dediler. Ayetin manası şudur: Kâfirler Kur'an'ın Allah Tealâ tarafından indirildiğini ve Kur'an'ın dirilişe ve hakikaten ceza verileceğine delâlet etmiş olmasını inkâr etmektedirler.

Allah Tealâ daha sonra inkarcıların ahiretteki son durumlarını ve va­racakları yeri ve aralarındaki konuşmaları haber vermek üzere Rasulüne veya muhatabına hitaben şöyle buyurdu:

"Sen o zalimlerin, Rablerinin huzurunda dururken birbirlerini suçla­yarak söz attıklarını bir görmelisin!" Yani ey Rasulüm! Kâfirlerin hesap makamında zelil, hor ve perişan vaziyette dururken birbirleriyle tartıştık­larını, birbiriyle mücadele ettiklerini ve kendi aralarında kınama ve azar­lamayla birbirlerine sataştıklarını görsen, gayet acaip ve korkunç bir duru­mu görmüş olursun.

Karşılıklı konuşma şekli ise şöyle idi:

"Zayıflar büyüklük taslayanlara: "Siz olmasaydınız, biz mutlaka iman etmiş kimseler olacaktık." derler." Yani ezilen zayıf kimseler dünyada iken büyüklük taslayan yöneticilere: Sizin bizi Allah'a iman ve Rasulüne uy­maktan alıkoymanız olmasaydı, biz Allah'a iman eden, Rasulünü ve kitabı­nı tasdik eden kimseler olurduk, derler.

Kibirli yöneticilerin onlara cevabı ise şu şekilde idi. "Büyüklük tasla-yanlar da zayıflara: "Size hidayet gelince sizi ondan biz mi alıkoyduk? Ha­yır, siz suçlu kimselerdiniz." derler." Yani dünyadaki kibirli yöneticiler zayıf bırakılan ezilen halka, bu söylediklerini reddederek şöyle derler: Size Allah nezdinden hidayet geldikten sonra sizi imandan ve hidayet yoluna tâbi ol­maktan biz mi alıkoyduk? Hayır, bilakis siz küfür üzerine ısrar etmeniz, cürüm ve günaha dalmanız sebebiyle kendi kendinize engel oldunuz.

Zayıflar onlara cevap verir. "Ezilenler büyüklük taslayanlara: "Bilakis sizin gece gündüz tuzaklar kurmanız (bizi alıkoydu). Çünkü siz bize Allah'ı inkâr etmemizi ve O'na ortaklar koşmamızı emrediyordunuz." derler." Yani halk kendilerini saptıran idarecilere ve liderlerine: Bilakis bizi iman et­mekten alıkoyan şey sizin gece-gündüz tuzaklar kurmanızdır. O zaman siz bizden Allah'ı inkâr üzerine devam etmemizi, ulûhiyet ve ibadet hususun­da eş ve benzerleri ortak kılmamızı istiyordunuz.

Cenab-ı Hak daha sonra iki tarafın akıbetini zikrederek şöyle buyur­du: "Onlar azabı görünce pişmanlıklarını gizlerler. Biz de inkâr edenlerin boyunlarına demir halkaları takarız." Yani yöneticiler ve halktan her biri geçen inkarcılık sebebiyle pişmanlıklarını gizlerler. Kınanma korkusuyla bunu başkalarından saklarlar. Kendilerini kuşatan azapla karşılaştıkları zaman hepsinin yüzlerinde pişmanlık belirmektedir. O zaman da biz elleri­ni boyunlarına bağlayan zincirlerle onları cehenneme atarız.

Bundan sonra Allah Tealâ bu cezanın âdil olduğunu bildirerek şöyle buyurdu: "Onlar yaptıklarından başka bir şeyin mi cezasını çekerler?" Yani biz onlara ve benzerlerine amelleriyle ceza veririz. Herkes durumuna göre ve işlediği Allah'a şirk koşma ve günah sebebiyle cezalandırılır. Zalim yö­neticilere kendilerine uygun azap verilecek, onlara tâbi olanlara da durum­larına uygun azap verilecektir. "Rabbin kullarına zulmedici değildir." (Fus-sılet, 41/46). [54]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:

1- Kureyş kâfirleri öldükten sonra dirilme, haşr, hesap ve ceza gibi gaybî hususları ihtiva eden Kur'an ve diğer semavî kitaplara inanmaya­caklarını ilân ettiler.

2- Allah Tealâ kıyamet günü onların zillet içinde olma ve horlanma durumlarını bildirdi. Onlar hesap görülme makamında durdurulacaklar, dünyada birbirleriyle samimi dost ve birbirlerine destek iken o gün birbir­lerine kınama ve azarlama şeklinde sözle sataşacaklardır. Zalimlerin bu halde bekletildiklerini görsen gayet şaşırtıcı bir durum görmüş olursun.

3- Liderler ile onlara tâbi olanlar arasındaki konuşma şiddetli ve sert olacaktır. Adamları efendilerine: Siz bizi şaşırtmış ve saptırmış olmasaydı­nız, biz Allah'a, Rasulüne ve müminlere iman eden kişiler olacaktık, diye­ceklerdir. Sapıklığa düşüren, azarlanmaya daha lâyık olduğu için söze onunla başlanmıştır.

Liderler ve başkanlar ise ezilen, güçsüz halkın ithamlarını reddede­rek: Size Allah tarafından hidayet geldikten sonra, ne biz sizi hidayetten çevirdik, ne de sizi zorladık. Bilakis asıl siz küfür üzerinde ısrar eden müş­rikler oldunuz.

Halk da onlara daha beliğ ve daha güçlü bir cevap verdiler: Sizin gece-gündüz komplolarınız, hileleriniz ve gayretleriniz bizi Allah'a ve Rasulüne iman etmekten alıkoydu. Daima planlı ve sürekli propagandanız sebebiyle sizin bu durumunuz bizi küfre şevketti. Siz bize Allah'ı inkâr etmeyi ve Al­lah'a eş, ortak ve benzerler koşmamızı emrediyordunuz.

Azap gelip de karşılıklı konuşmalardan ümit kesilince her iki taraf da pişmanlıklarını gizlediler, kınanma korkusuyla pişman olduklarını sakla­dılar. "Ve eserru'n-nedâme" cümlesinin manası budur.

Bir başka görüşe göre "İsrar" açığa vurmak demektir. "Ve-eserrû", piş­man olduklarını açıkça belirttiler, demektir. Zira bu fiil "ezdad: birbirine zıd anlamlar içeren" kelimelerdendir, hem gizleme, hem de açığa vurma manasında kullanılmaktadır.

4- Liderler ve adamlarından meydana gelen iki grup ve diğer kâfirle­rin cezası demir halkaların cehennemde boyunlarına geçirilmesidir. Bu hak ve adalet cezasıdır. Bu kimseler sadece Allah'a şirk koşma, günah ve isyan gibi dünyadaki amelleri sebebiyle ceza görmektedirler. [55]

 

Hz. Peygamber (S.A.)'İn Teselli Edilmesi, Zenginler  Arasındaki İnkarcılık Olayı, Mal Ve Evlât  Sebebiyle Kendilerini İtibarlı Saymaları:

 

34- Biz herhangi bir ülkeye bir uya­rıcı göndermişsek, oranın zengin ve şımarık ileri gelenleri mutlaka: "Biz sizin getirdiklerinizi inkâr ediyo­ruz." demişlerdir.

35- "Mal ve evlâdı çok olan bizleriz. Biz azap görmeyiz." demişlerdir.

36- Sen onlara şöyle de: "Şüphesiz benim rabbim dilediğinin rızkını genişletir, dilediğinin rızkını daral­tır. Fakat insanların çoğu bunu bil­mezler."

37- (Ey insanlar!) Sizi bize yaklaştı­racak olan ne mallarınız, ne de evlâtlarınızdır. Ancak iman edip sa-lih amel işleyen bunun dışındadır. İşte onlar için yaptıklarına karşılık kat kat mükâfat vardır. Onlar cen­netin yüksek köşklerinde emniyet ve huzur içindedirler.

38- Ayetlerimiz hususunda bizi âciz v. bırakmaya çalışanlar, işte onlar azaba celbedilirler.

39- Sen onlara şöyle de: "Şüphesiz ki Rabbim kullarından dilediğinin rız­kını genişletir ve dilediğinin rızkını daraltır. Allah rızası için ne harcar­sanız Allah onun karşılığını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır."

 

Belagat:

 

Son ayetteki "yebsütu: genişletir" ve "yakdiru: daraltır" kelimeleri ara­sında tezat sanatı yapılmıştır.

"Sizi bize yaklaştıracak olan ne mallarınız, ne de evlâtlarınızdır." aye­tinde hakkın gerçekleştirileceği hususunda son derece kesin ifade kullanmak için 3. şahıstan 2. şahısa geçiş (iltifat) sanatı yapılmıştır. Ayrıca aye­tin üslûbunun delâlet etmesi sebebiyle hazif yoluyla îcaz yapılmıştır. İkinci cümlenin haberinin delâlet etmesi sebebiyle, birinci cümlenin haberi hazfe-dilmiştir. Yani mallarınız sizi yaklaştırmaz, evlâdınız da sizi yaklaştırmaz, demektir. "Emvâlüküm" kelimesinden sonra, "billetî tukarribüküm" ifadesi daha sonra aynen zikredileceği için hazfedilmiştir.

"Ancak iman edip salih amel işleyen..." cümlesi ile "Ayetlerimiz husu­sunda bizi âciz bırakmaya çalışanlar" cümlesinde iyilerle kötüler arasında mukabele sanatı yapılmıştır.

"Kâfirûn", "lâ-ya'lemûn", "âminûn" ve "muhdarûn" kelimelerinde ku­lağa güzel tesir bırakacak şekilde kelime sonlarında ses uyumu (seci) vardır. [56]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Biz herhangi bir ülkeye", bir ülke halkına onları uyaracak, onları Al­lah'ın cezasından sakındıracak "bir uyarıcı göndermişsek, oranın zengin ve şımarık ileri gelenleri" ve şer liderleri "mutlaka: Biz sizin getirdiklerinizi inkâr ediyoruz." gönderildiğiniz tevhid ve iman hususunda sizi yalanlıyo­ruz, "demişlerdir."

"Mal ve evlâdı çok olan bizleriz. Biz azap görmeyiz, demişlerdir." Onlar kendilerine tahmin ettikleri ahiretin durumu ile dünyanın durumunu kar­şılaştırmışlardı. Onlar kendileri, Allah nezdinde değerli kimseler olmasa­lardı, Allah kendilerine rızık vermezdi; müminler de Onun için önemsiz ol­masaydı, onları mahrum etmezdi.

"Sen onlara şöyle de: Şüphesiz benim Rabbim dilediğinin rızkını geniş­letir," dilediği kimse için imtihan olmak üzere rızkını bol.'aştırır, "dilediği­nin rızkını daraltır." dilediğine de bir belâ ve deneme olarak rızkı az verir. "Fakat insanların çoğu bunu bilmezler." Onlar mal ve evlâd çokluğunun, kendilerinin şerefli ve değerli olmalarından ileri geldiğini zannediyorlardı. Halbuki bu durum çoğunlukla istidrac (Allah huzurunda hiçbir hak ve ba­hane ileri sürmemeleri için Allah'ın kâfirlere verdiği olağanüstü imkân ve nimetler vermesi) içindi.

"Sizi bize yaklaştıracak olan ne mallarınız, ne de evlâtlarınızdır. An­cak" sadece "iman edip salih amel işleyen bunun dışındadır. İşte onlar için yaptıklarına karşılık kat kat mükâfat vardır." İyi ameller için kat kat, yani bire on veya daha fazla mükâfat verilecektir.

Reddetmek ve ta'n etmek suretiyle Kurandaki "Ayetlerimiz hususun­da bizi âciz bırakmaya çalışanlar" bizi geçeceklerini zannederek bizimle yarışanlar, bize üstünlük sağlamaya gayret edenler, "işte onlar azaba celbe-dilirler." Zebaniler hiçbir kaçma ve sığınma imkânı bulmaksızın onları ce­henneme getirirler.

"Allah rızası için ne harcarsanız" Allah'ın kitabında emrettiği ve Rasulünün (s.a.) beyan ettiği hayırları işleme hususunda herhangi bir har­camada bulunursanız, "Allah onun karşılığını verir." Yani ya dünyada, ya da ahirette size onun bedelini verir. "O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." Zi­ra insanlar sadece vasıtalardan ibarettir. Kullar birbirlerine rızık verseler de, bu sadece Allah'ın lutfu ve takdiriyledir. İnsanlar gerçekte rızık verici değildirler. Gerçek rızık verici, Allah Tealâ'dır. [57]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Biz herhangi bir ülkeyi..." ayetinin (34. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak İbnü'l-Münzir ve İbni Ebî Hatim, Ebû Rezîn'den naklediyorlar: İş ortağı iki arkadaş vardı. Biri Şam'a gitmiş, diğeri memleketinde kalmıştı. Peygamberimiz (s.a.) peygamber olarak gönderildiğinde arkadaşına mek­tup yazıp ne yaptığını sordu. Arkadaşı ona Peygambere Kureyş'ten sadece basit kimselerin ve fakirlerin tâbi olduğunu yazdı. Şam'daki arkadaşı tica­retini terketti. Sonra arkadaşına geldi. Ona:

- Bana Peygamberi göster, dedi. Bu kişi eski din kitaplarını okuyan biriydi. Sonra da Peygamberimize geldi. Ona hitaben:

- Neye çağrıda bulunuyorsun? diye sordu. Peygamberimiz:

- Şuna... Şuna... diye cevap verdi. O zat:

- Ben şehadet ediyorum ki sen Allah'ın Rasulüsün, dedi. Peygamberi­miz (s.a.):

- Bunu sana bildiren nedir? dedi. O zat:

- Hangi peygamber gönderilmişse, insanların basitleri ve fakirleri ona tâbi olmuşlardır, dedi.

Bunun üzerine 34. ayet indi: "Biz herhangi bir ülkeye bir uyarıcı gön-dermişsek, oranın zengin ve şımarık ileri gelenleri mutlaka: "Biz sizin getir­diklerinizi inkâr ediyoruz." demişlerdir."

Peygamberimiz (s.a.) de o zata haber göndererek: "Allah senin söyle­diklerini tasdik etmek üzere bu ayeti indirdi." dedi. [58]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ müşriklerin Kur'an'ı ve Kur'an'dan önceki kitapları yalan­dıklarını beyan ettikten sonra kavminin kendisine muhalefet etmesine kar­şılık Rasulünü teselli etti. Yalanlamayı mal ve evlât çokluğuna güvenen şı­marık zenginlere tahsis etti. Çünkü böbürlenme ve kibirlenmenin sebebi dünyanın ziynetleriyle övünmek ve şehvetlere dalmak ve bunlardan nasibi olmayan kimseleri basite almaktır. Bu bütün ümmetlerde genel bir durum­dur. Zira kâfirlerin peygamberlere eziyette bulunması yeni bir olay değildir.

Cenab-ı Hak zenginlik ve fakirliğin iman ve küfürle ilişkili olmadığını beyan ederek kâfirlerin bu konudaki iddialarını çürüttü. Zira sadece Al­lah'ın bildiği hikmet ve maslahat gereği bazan kâfir ve facir kimseye rızık verilebilir, mümin mahrum bırakılabilir, bazan da tersi olabilir. Âdil karşı­lık ise ancak ahirette olup takva sahipleri cennet köşkleriyle mükâfatlan­dırılır, Allah yoluna engel olan kâfirler ise cehennem ateşine sürülürler. [59]

 

Açıklaması:

 

Allah kavminin davetinden yüz çevirmesinden dolayı Peygamber'ine tesellide bulunmakta, ona önceki peygamberleri örnek almasını emretmek­te ve kendisine herhangi bir ülkeye bir peygamber göndermişse oranın şı­marık zenginlerinin onu yalanladığını, zayıfların ona uyduğunu bildirmek­te ve şöyle buyarmaktadır:

"Biz herhangi bir ülkeye bir uyarıcı göndermişsek, oranın zengin ve şımarık ileri gelenleri mutlaka: "Biz sizin getirdiklerinizi inkâr ediyoruz." demişlerdir." Yani biz bir ülke halkına onları uyaracak ve onları Allah'ın azabından korkutacak bir rasul veya nebi göndermişsek oranın zenginleri, büyükleri, nimet sahipleri ve oradaki şer liderleri: Biz sizinle gönderilen Allah'ın birliği, Allah'a iman, çok tanrıları reddetme esaslarını yalanlıyo­ruz. Biz size iman etmiyoruz, size uymuyoruz, demişledir.

Bu ayetin benzerleri çoktur. Bunlardan biri "Böylece biz her ülkenin ileri gelenlerini suçlular yaptık ki orada tuzaklar kursunlar..." (En'am, 6/123) ayeti, bir diğeri de "Biz bir ülkeyi yok etmeyi dilediğimizde oranın zevk düşkünlerine hakka uymalarını emrederiz. Fakat onlar dinlemeyip yoldan çıkarlar. Artık o ülke yok olmayı hak eder. Biz de orayı tamamen he­lak ederiz." (İsra, 17/16) ayetidir.

Onların inkârlarının delilleri de mallan ve çocuklarıyla övünmeleridir. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

"Mal ve evlâdı çok olan bizleriz. Biz azap görmeyiz, demişlerdir." Yani kâfir zenginler peygamberler ve onlara tâbi olan müminlere şöyle dediler: Allah dünyada mal ve evlâtlarla bizi sizden üstün kıldı. Halbuki sizler fakir ve zayıfsınız. Bu bizim ayrıcalığımızın ve övünmemizin delilidir. Bu Allah Tealâ'nın bizi sevdiğinin ve bizden razı olduğunun, bizim üzerinde bulundu­ğumuz dinî hayattan razı olduğunun delilidir. Allah bize dünyada bunları vererek ihsanda bulunup sonra da ahirette bize azap edecek değildir.

Fakat bu bakış son derece hatalıdır, batıl bir kıyastır. Zira malla des­teklenme genellikle "istidrac" şeklinde olmaktadır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlar kendilerine mal ve oğullar lütfederken iyilik­lerine koştuğumuzu mu zannediyorlar1? Hayır, onlar işin farkında değiller." (Müminûn, 23/55-56). Bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Onların  malları ve çocukları seni imrendirmesin. Allah bunlarla dünya hayatında onlara azap etmeyi ve canlarının kâfir olarak çıkmasını diler." (Tevbe, 9/55).

Burada Allah onlara cevap verip hatalarını beyan ederek şöyle buyur­du: "Sen onlara şöyle de: Şüphesiz benim Rabbim dilediğinin rızkını geniş­letir, dilediğinin rızkını daraltır." Yani ey Rasulüm! Onlara şöyle de: Şüp­hesiz ki Allah malı sevdiğine de, sevmediğine de verir. Dilediğini zengin kı­lar, dilediğini fakir kılar. Bu durum ne genişlettiği kimseyi sevdiği için, ne de daralttığı kimseye buğzettiği içindir. Sadece bu konuda O'nun sonsuz tam hikmeti bulunmaktadır. Zira dünya Allah'ın terazisinde hiç hükmün­dedir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.) Tirmizî'nin Sehl b. Sa'd'den rivayet et­tiği bir hadis-i şerifte şöyle buyurmaktır: "Dünya Allah nezdinde bir sivri­sineğin kanadına denk olsaydı, ondan kâfire bir yudum su bile içirmezdi."

"Fakat insanların çoğu bunu bilmezler." Yani insanların çoğu Allah'ın kâinattaki kanunlarının gerçek yönünü bilmezler. Dolayısıyla rızık mesele­sinde ahiret hayatının dünya hayatına kıyas edilmesi açık bir yanlışlık, ya da açık bir polemiktir. Zira Allah istidrac olmak üzere isyankâra da, kâfire de verebilir, imtihan ve deneme için, sabredip de Allah nezdindeki hasena­tının artması için itaatkârı ve mümini mahrum bırakabilir.

Böylece şımarık zenginlerin, imkân ve nimetin ölçüsünün şeref ve iti­bar olduğu, fakirliğin sebebinin de Allah nezdindeki değersizlik ve zillet ol­duğu şeklinde iddia ettikleri hususun Allah Tealâ'nm takdirinde asla ger­çek yönü olmadığı ve aslı bulunmadığı ortaya çıkmaktadır.

Allah Tealâ daha sonra kendi nezdindeki yakınlığın ölçüsünü beyan etti. Buna çok mal ve evlât sahibi olmakla değil, ancak iman ve salih amel­le erişmenin mümkün olduğunu açıklayarak şöyle buyurdu:

"Sizi bize yaklaştıracak olan ne mallarınız, ne de evlâtlarınızdır. An­cak iman edip salih amel işleyen bunun dışındadır. İşte onlar için yaptıkla­rına karşılık kat kat mükâfat vardır. Onlar cennetin yüksek köşklerinde em­niyet ve huzur içindedirler."

Mallarınızın ve evlâdınızın çokluğu bizim sizi sevdiğimizin ve sizden razı olduğumuzun delili değildir. Bu sizi bizim rahmetimize ve lutfumuza yaklaştıran şeylerden de değildir. Mallarınız ve evlâdınız bunları Allah'a itaat yolunda kullanacak kimselerle bu hususta Allah'a isyan edecek kim­seleri ayırdetmemiz için bir imtihan ve deneme vesilesidir.

Ancak Allah'a, peygamberlerine, kitaplarına ve ahiret gününe iman eden, salih ameller işleyen kimse farzları eda eder ve mallarını Allah'a ita­atte kullanır. Zira iman ve ameli onu bize yaklaştırır ve bizim nezdimizde razı olunan bir kimse olur. Onlar için hasenelere karşı kat kat mükâfat vardır. Onlara bir haseneye on misliyle karşılık, hatta daha fazlasıyla yedi yüz kata varan karşılık vererek mükâfat vereceğiz. Onlar cennetin yüksek köşklerinde her türlü sıkıntıdan emindirler.

İmam Ahmed, Müslim ve İbni Mace'nin Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Allah Tealâ sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz. Ancak sizin kalplerinize ve amellerinize bakar."

İbni Ebî Hatim, Hz. Ali (r.a.)'den Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyur­duğunu rivayet etmektedir: "Cennette dışı içeriden, içerisi dışarıdan görü­len köşkler vardır." Bir Arabî:

- Bu köşkler kimin? diye sordu. Peygamberimiz (s.a.):

- "Güzel konuşan, yemek yediren, oruca devam eden ve insanlar uyur­ken gece namaz kılan kimse içindir." buyurdu.

Allah Tealâ kâfirleri tehdit edip kötü amel işleleyenlerin durumunu beyan etmek üzere şöyle buyurdu:

"Ayetlerimiz hususunda bizi âciz bırakmaya çalışanlar, işte onlar aza­ba celbedilirler." Yani bizim Kur'an'daki ayetlerimizi reddetmeye, bu ayet­lerimizi iptal etmek için ayetlerimize dil uzatmaya çalışanlar, ayrıca bizim kendilerine erişemeyeceğimizi, kendilerine muktedir olamayacağımızı id­dia ederek Allah'ın yolundan, Onun peygamberlerine tâbi olmaktan ve ayetlerimizi tasdikten alıkoymaya gayret edenler, işte onlar tamamen amelleriyle cezalandırılırlar. Zebaniler onları cehennem azabına getirirler. Onlar cehennemden kurtuluş ve kaçma imkânı bulamazlar.

Cenab-ı Hak daha sonra rızık meselesinde bütün mahlûkatı rahatlat­makta ve sadece kendisinin rızık kaynağı olduğunu şöyle beyan et­mektedir:

"Sen onlara şöyle de: Şüphesiz ki Rabbim kullarından dilediğinin rız­kını genişletir ve daraltır." Ey Peygamber! Sen onlara şöyle de: Şüphesiz kullarından dilediğinin rızkını genişleten sadece Rabbimdir. O'ndan başka­sının idrak etmeyeceği ilâhî hikmete göre dilediğine rızkı daraltan da sade­ce O'dur.

"Allah rızası için ne harcarsanız Allah onun karşılığını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." Yani Allah'ın lutfu daima yenilenmektedir. Al­lah'ın kitabında emrettiği ve Rasulünün (s.a.) beyan ettiği hayırları işle­mekte harcadığınız her şeyin dünyada bedelini, ahirette ise mükâfat ve se­vabını size verir. Gerçekte rızık verici olan Allah'tır, kullar ise sadece vası­ta ve sebeplerden ibarettir.

Bu ifadede dünya sevgisinden uzaklaştırma ve hayır için harcamada bulunmaya teşvik etme amacı bulunmaktadır.

Müslim'in rivayet ettiği hadis-i kudsîde şöyle buyurulmaktadır: "Allah Tealâ şöyle buyuruyor: Sen infakta bulun ki, ben de sana infakta bulunayım."

Buhari ve Müslim'in Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Kulların sabahladıkla­rı hiçbir gün yoktur ki o günde iki melek inmesin. Bu iki melekten biri: Al-lahım! İnfak edene sen karşılığını ver, diye dua eder. Diğer melek ise: Alla-hım! Sen cimrilik yapanın malına telef ver, der."

Yine Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: "İnfakta bulun. Arşın sa­hibinin azaltacağından korkma." [60]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:

1- Mal ve evlâtlarla övünmek insanlığın genel bir manzarasıdır. Pey­gamberlerin davetinden yüz çevirmenin sebebi çoğunlukla budur. Allah hiçbir nebi ve rasul göndermemiştir ki o beldenin şımarık zenginleri, baş­kanları veya diktatörleri ve şer liderleri rasullere ve nebilere: Biz size gön­derileni inkâr ediyoruz, demiş olmasınlar.

Yine şımarık zenginler şöyle demişlerdi: "Biz mal ve evlât hususunda sizden üstün kılındık. Sizin Rabbiniz bizim içinde bulunduğumuz dindarlık ve üstünlükten bizden razı olmasaydı, bize bunları vermezdi. Eğer ahirette sizin dediğiniz gibi azap varsa bile biz azaba uğrayacak değiliz. Çünkü kişi iyilikte bulunduğu kimseye azap etmez."

2- Allah Tealâ onların sözlerini şöyle reddetti: Kullarına imtihan ol­ması için kullan arasında nzıklarda farklılık yaratan bizzat Allah'tır. Do­layısıyla bundan hiçbir şey, neticeye delâlet etmez. Dünyadaki rızık geniş­liği ahiret saadetine işaret etmez. Bu sebeple mallarınız ve evlâdınızın ya­rın size fayda vereceğini zannetmeyin. Dünyadaki rızık bolluğu ve darlığı haklı veya haksız olma durumunu göstermez. Nice zenginler vardır ki bed­bahttır ve nice fakirler vardır ki Allah'tan hakkıyla korkar.

Fakat insanların çoğu ince düşünmedikleri için bunu bilmezler.

3- Allah Tealâ, mal ve evlâdın kişiyi hiçbir şekilde Allah'a yaklaştır­mayacağını, kişiyi Allah'a yaklaştıran şeyin iman ve amel-i salih olduğunu vurguladı. Kim iman eder ve salih amel işlerse, ona dünyada ne malı ne de evlâdı asla zarar vermeyecektir.

O salih müminler için ahirette hasenelerine mukabil kat kat mükâfat vardır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Kim bir hasene getirirse, ona on misliyle karşılık vardır." (En'am, 6/160). Onlar cennet köşklerinde her sıkıntıdan emindirler. Onlar azaptan, ölümden ve hastalıklardan emin­dirler. Bu ifade nimetin sürekli ve ebedî olduğuna işarettir. Zira nimeti ke­sintili olan kimse emin olamaz.

Bazıları bu ayeti zenginin fakire üstün kılındığına delil olarak kabul etmişlerdir. Muhammed b. Ka'b şöyle diyor: "Mümin zengin olursa -bu ayete göre- Allah onun ecrini iki defa verir."

4- Allah'ın yolundan ve Onun peygamberine tâbi olmaktan alıkoyan, Kuranda zikredilen delil ve hüccetleri hükümsüz saymaya çalışan, kendi­lerine Allah'ın erişemeyeceğini, onlara karşı muktedir olamayacağını zan­neden kâfirler, işte onlar zebaniler tarafından cehenneme getirilirler.

Bu ayet de azabın devamlı olacağına işarettir. Nitekim bir başka ayet­te Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlar ne zaman oradan -cehennem­den- çıkmaya yeltenseler, her defasında geriye çevrilirler." (Secde, 32/20). Bir başka ayette ise şöyle buyurmaktadır: "Onlar oradan ayrılamayacak­lardır." (İnfitar, 82/16).

5- Kulları için uygun gördüğü hikmet ve maslahat gereği dilediğine rızkı genişleten, dilediğine daraltan sadece Allah'tır.

Ey malları ve evladıyla övünenler: Şüphesiz ki Allah dilediğine rızkı genişletir, dilediğine daraltır. Bu sebeple mal ve evlâtlarla aldanmayın. Bi­lakis mallarınızı Allah'a itaat yolunda harcayın. Zira Allah'a taat yolunda ne harcarsanız, O size bunun bedelini verecektir. Allah Tealâ tükenmeyen hazinelerden harcar. Gerçekte rızık verici O'dur. İnsanlar ise sadece vasıta­lardan ibarettir. Onların verecekleri rızık sürekli değildir. Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki rızık veren mutlak kudret ve kuvvet sa­hibi olan ancak Allah'tır." (Zâriyat, 51/58).

6- "O bunun bedelini verir." ifadesiyle ayetin ve "Allah Tealâ buyuru­yor ki: İnfak et ki sana infak edilsin." ifadesiyle Ebu Hureyre'den merfû olarak Buhari ve Müslim tarafından rivayet edilen daha önce geçen hadis-i kudsînin delâlet ettiği manada harcama Allah'a taat yolunda yapıldığı tak­dirde, dünyada bu infakın bedelinin verileceğine işaret edilmektedir. An­cak bu bedel dünyada olmayabilir. Bu durum günahlara keffaret olması ve sevabın âhirete saklanması için bir dua gibi kabul edilebilir.

Darakutnî, Cabir (r.a.)'den Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Her iyilik sadakadır. Kişinin kendi nefsine ve ailesine harcadığı her şey kişiye sadaka olarak yazılır. Kişinin ırzını (namusunu, itibarını) korumak için verdiği[61]  her şey sadakadır. Kişinin harcadığı her şeyin bedelini vermek Allah'ın üzerine borçtur. Ancak binaya ya da masiyete harcanan müstesna."

Kişinin masiyete harcadığı şey karşılığında sevap alamayacağı ve ken­disine bunun bedeli verilemeyeceği hususunda hiçbir tereddüt yoktur. An­cak binaya gelince, barınma için zarurî binalara harcanan malın karşılığı verilecek, hayırlı amaçlarla yapılan bu bina sebebiyle ecre nail olacaktır.

Peygamberimiz (s.a.) Tirmizî ve Hakim'in Hz.Osman (r.a.)'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte şöyle buyuruyor: "Âdemoğlunun şu özelliklerden başka hiçbir şeyde hakkı yoktur: Oturacağı bir ev, avret yerini örteceği bir elbise, ekmek kabuğu ve su."

7- "O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." ayeti ahiret nimetinin dünya ni­metine zıd olmayacağına delâlet etmektedir. Nitekim salihler, Allah'ın va­adine göre ahirette de nimetleri elde edecekleri kesin olmakla birlikte, dünyada da çeşitli nimetler elde edebilmektedirler.

Rızkın hayırlı oluşu -Razî'nin zikrettiği gibi[62]- şu özelliklerinden belli olur:

1- İhtiyaç vaktinden sonraya kalmaması,

2- İhtiyaç miktarından eksik olmaması,

3- Hesaplı -sınırlı- olmaması,

4- Karşılık talebiyle bulanık olmaması. [63]

 

Kafirlerin Kıyamet Günü Tanrılarının Önünde Azarlanıp Kınanmaları:

 

40- O gün Allah onların hepsini bi­raraya toplayacak, sonra da melek­lere: "Bunlar mıydı size tapanlar?" diyecektir.

41- Melekler de: "Seni lâyık olmadı­ğın   sıfatlardan  tenzih   ederiz. Sensin bizim dostumuz, onlar değil. Doğrusu onlar cinlere tapıyordu. Onların çoğu cinlere inanıyordu." derler.

42-  Bugün ne birbirinize fayda ve­rebilir, ne de zarar verebilirsiniz. Zalimlere: "Şu yalanladığınız ateşin azabını tadın!" diyeceğiz.

 

Belagat:

 

"Bunlar mıydı size tapanlar?" ifadesi müşrikleri azarlama ve kınama şeklindedir. Hitap melekleredir.

"Nef an: fayda" ve "darran: zarar" kelimeleri arasında tezat sanatı ya­pılmıştır. [64]

 

Kelime ve İbareler:

 

"O gün Allah" hesap görmek için "onların hepsini" tapanla tapılanı, gurura kapılan ile hor görülen zayıfı "biraraya toplayacak," ayetteki "yah-şuruhum" kelimesi, Biz onları biraraya toplayacağız, manasmdaki "nahşu-ruhum" şeklinde de okunmuştur, "sonra da meleklere: Bunlar mıydı size ta­panlar? diyecektir." Bu ifade müşriklere karşı bir kınama, Allah'tan başka­sına tapan herkes için bir azarlama, müşriklerin şefaat etmelerini bekle­dikleri şeylerden ümitlerini kesmeleri niteliğindedir. Hitap melekleredir. Zira onların Allah'a şirk koştukları varlıklar arasında en şerefli varlıklar meleklerdir. İçlerinde muhatap alınabilecek yegâne varlıklar meleklerdir.

"Melekler de: Seni lâyık olmadığın sıfatlardan" şirkten "tenzih ederiz. Sensin bizim dostumuz, onlar değil." Dost edindiğimiz, itaat ettiğimiz ve kendisine ibadet ettiğimiz varlık sadece Sensin. Bizimle o müşrikler ara­sında hiçbir dostluk yoktur. Biz gerçekte onların mabudu değiliz.

"Bel: doğrusu" kelimesi, zıddı ifade ve yeni bir ifadeye intikal etmek içindir. "Doğrusu onlar cinlere" yani şeytanlara İblis ve İblisin ordularına "tapıyordu." Çünkü onlar bize ibadet ederken şeytanlara itaat ediyorlardı. "Onların çoğu cinlere inanıyordu." Müşriklerin çoğu kendilerine verdikleri vesvese ve yalanlar hususunda cinleri tasdik ediyorladı. Bu vesveselerden biri putlara tapmayı emretmeleridir. Birinci zamir ("ekseruhum" kelimesi­nin sonundaki zamir) müşriklere, ikinci zamir ("binime" kelimesinin so­nundaki zamir) cinlere aittir.

"Bugün ne birbirinize fayda verebilir, ne de zarar verebilirsiniz." Yani sahte mabudlar kendilerine tapanlara hiçbir şefaat verme ve kurtuluşa er­dirme, ya da azap etme ve helak etme imkânına sahiptir. Zira kıyamet gü­nü emir bütünüyle Allah'a aittir. Ahiret yurdu da karşılık verme yurdudur. Amellerin karşılığını verecek olan sadece Allah'tır.

"Zalimlere" ve Allah'tan başkasına ibadet edenlere: Dünyada "şu ya­lanladığınız ateşin azabını tadın! diyeceğiz."[65]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ Hz. Peygamber (s.a.)'in durumunun kendisinden önceki peygamberlerin durumu gibi olduğunu, Hz. Peygamber (s.a.)'in kavminin de kendilerinden önceki kâfirlerin durumu gibi olduğunu beyan edip onla­rın mallarının ve evlâtlarının çokluğuna dayanmalarının yanlışlığını açıkladıktan sonra müşrikleri küçümsemek üzere meleklere: Bunlar mıydı size tapanlar? diye sorulmak suretiyle müşriklerin kıyamet günü azarlan­ma ve kınanma durumunda bulunduklarını açıkladı. Daha sonra da müş­riklerin, cinlerin emrine boyun eğdiklerini ve kendilerine taptıkları sahte mabudların hiçbir şekilde fayda temin edemeyeceklerini beyan etti. [66]

 

Açıklaması:

 

"O gün Allah onların hepsini biraraya toplayacak, sonra da meleklere: "Bunlar mıydı size tapanlar?" diyecektir." Kıyamet gününde Allah Tealâ kendisinden başkasına tapanlarla kendisine tapılan varlıkları, gurura ka­pılanlarla hor görülenleri hepsini biraraya toplayacak, sonra da müşrikle­rin kendilerini Allah'a daha çok yaklaştırmak için meleklerin suretleri ol­duğunu iddia ettikleri putlara tapmalarından dolayı meleklere şöyle sora­cak: Siz mi onlara, size tapmalarını emrettiniz?

Bu soruyla aslında "Kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit." üslubuyla müşriklerin kıyamet günü bütün mahlukatın önünde kınanması murad edilmektedir.

Bu ayet Cenab-ı Hakk'm: "Bu kullarımı siz mi saptırdınız? Yoksa ken­di kendilerine mi doğru yoldan saptılar?" (Furkan, 25/17) mealindeki ayetine ve Hz. İsa'ya: "Sera mi insanlara Allah'ı bırakıp da beni ve annemi iki ilâh edinin, dedin?" (Maide, 5/116) şeklinde sual sormasına benzemektedir. "Hz. İsa şöyle cevap vermişti: Seni tenzih ederim. Hakkım olmayan şeyleri söylemek bana yakışmaz..." (Maide, 5/116).

Cenab-ı Hak meleklerin ve Hz. İsa'nın bu töhmetten masum oldukla­rını elbette biliyordu. Ancak bu soru ve cevap müşrikleri kınamak, azarla­mak ve ayıplamak içindir.

"Melekler de: "Seni lâyık olmadığın sıfatlardan tenzih ederiz. Sensin bizim dostumuz, onlar değil. Doğrusu onlar cinlere tapıyordu. Onların çoğu cinlere inanıyordu." derler."

Melekler şöyle derler: Ya Rabbi seni ortaktan tenzih ederiz. Biz senin kullarınız. Onlardan sana iltica ediyoruz. Dost edindiğimiz, itaat ettiğimiz ve kendisine ibadet ettiğimiz varlık sadece sensin. Biz onları, bize ibadet eder kılmadık. Bizimle onlar arasında hiçbir yakınlık, dostluk yoktur. Doğ­rusu onlar şeytanlara, İblis ve İblis'in ordularına tapıyorlardı. Putlara tap­mayı kendilerine şirin gösteren ve onları saptıranlar da şeytanlar idi. Müş­riklerin çoğu cinlerin kendilerine verdikleri vesvese ve yalanları tasdik et­mektedirler. Putlara tapmayı emretmeleri de bu vesveselerden biridir.

Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Onlar Allah'ı bırakıp da sadece birtakım dişi varlıklara taparlar. Böylece sadece inatçı şeytana tapmış olurlar." (Maide, 4/117).

Allah Tealâ daha sonra onlara verilen acıyı ve hasreti artırmak için onların bütün umutlarının iflas ettiğini ve sahte ilahların şefaat edecekleri şeklindeki ümitlerinin de yok olduğunu ilan ederek şöyle buyurdu:

"Bugün ne birbirinize fayda verebilir, ne de zarar verebilirsiniz." Yani bu kıyamet gününde sizin fayda vereceklerini umduğunuz, kendilerine zor­luk ve sıkıntılarınızda yardım etmeleri için tapınmaya devam ettiğiniz put­lardan ve heykellerden asla hiçbir fayda temin edilemeyecektir. Sizin için asla şefaat ve kurtuluş imkânı olmayacak, azap ve helak olma da asla sizin elinizde olmayacaktır. Ceza verecek olan sadece Allah'tır.

"Zalimlere: Yalanladığınız ateşin azabını tadın, diyeceğiz." Yani Al­lah'tan başkasına tapmak suretiyle kendi nefislerine zulmeden müşriklere azarlama ve kınama şeklinde: Meydana geleceğini dünyada yalanladığınız cehennem azabını tadın. Şu anda siz ateşin derinlikleri içerisindesiniz, di­yeceğiz.

Bu ifade onların zulüm içerisindeki durumlarını ve günahlarına karşı­lık görecekleri cezayı beyan etmek üzere yapılan bir te'kid ifadesidir. [67]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:

1- Mahşer yerinde toplanma ve hesabın görülmesi haktır. Allah bütün mahlûkatı toplayacaktır. Ancak kâfirler için özel bir toplanma ve bekleme şekli olacaktır. Allah Tealâ kendisinden başkasına tapanlarla tapılan var­lıkları birbirleriyle hesap görmek üzere toplayacaktır. Sonra da müşrikle­rin, meleklerin suretleri olduğunu iddia ettikleri putlara tapmalarından dolayı meleklere sual soracak, Allah'tan başkasına taptıkları için kâfirlere bir azarlama ve kınama olarak: Bunlar mı size tapanlar? diyecektir.

2- Melekler: Ya Rabbi seni ortaktan tenzih ederiz. Sen bizim dost edin­diğimiz, itaat ettiğimiz, ibadet ettiğimiz ve kendisine halisane kulluk etti­ğimiz, Rabbimizsin. Onlar ancak şeytanlara tapar ve onlara itaat ederler. Zira şeytanlar putlara tapmayı, onlara şirin göstermişler ve onları saptır­mışlardır.

Tefsirlerde nakledildiğine göre: Huzâa kabilesinden Müleyhoğulları cinlere tapıyorlar ve cinlerin kendilerine göründüklerini ve görünen varlık­ların da melekler olduklarını, meleklerin Allah'ın kızları olduğunu iddia ediyorlardı. Bu şu ayette anlatılmaktadır: "Onlar Allah ile cinler arasında bir soy bağı uydurdular." (Saffat, 37/158).

3- Allah Tealâ kâfirlerin sahte tanrılardan birinden şefaat beklemeleri ümitlerini kesmiş, kıyamet günü sahte tanrıların kendilerine tapanlara şe­faat etme, onları kurtarma, azap ve helak etme imkânları olmadığını bil­dirmiştir. Mülk sahibi ve ceza verici olan sadece Allah Tealâ'dır.

4- Kâfirler cehennemi görecek ve içine atılacakladır. Onlara azarlama ve kınama şeklinde: "Yalanlamakta olduğunuz ateşin azabını tadın." deni­lecektir.

Burada yalanlanan ateştir. Secde suresinde "Yalanladığınız ateşin azabını tadın." (Secde, 32/20) mealindeki ayette yalanlanan ise azaptır. Onlar gerçekte ise hepsini yalanlamaktadırlar.

Bu ifadelerdeki değişikliğin sebebi şudur: Buradaki ayet, haşir ve sor­gudan sonra ilk defa gördükleri ateşin vasfı hakkındadır. Secde süresinde­ki ayetten murad ise ateşe girdikten sonra çektikleri azabın vasfı, yani onun sürekli oluşu hakkındadır. [68]

 

Kafirlerin Azap Görme Sebepleri:

 

43- Kâfirlere, ayetlerimiz açık açık okunduğu zaman: "Bu adam sadece sizi, babalarınızın taptığı şeylerden alıkoymak isteyen bir kimsedir." derler. "Bu (Kur'an) uydurulmuş bir yalandan başka bir şey değildir." derler. Kâfirler, hak kendilerine

 den başka bir şey değildir." demış- lerdi.

 44- Biz, o müşriklere okuyup ders  alacakları kitaplar vermedik ve  senden önce kendilerine uyarıcı bir  peygamber de göndermedik.

 45-Kendilerinden önce gelenler de  (peygamberlerini) yalanlamışlardı.  Oysa bunlar, onlara verdiğimiz ni- metlerin onda birine bile erişeme- mislerdir. Buna rağmen onlar pey- gamberlerimi yalanlamışlardı. Beni  inkâr etmek nasılmış, bir bak!

 46- De ki: "Size tek bir öğüdüm var:  İkişer ikişer ve teker teker Allah'a  yönelin. Sonra düşünün. Arkadaşı- nızda delilikten hiçbir eser yoktur.  O, şiddetli bir azabın öncesinde sizi  uyaran bir peygamberden başka birşey değildir."

47- De ki: "Sizden herhangi bir ücret istemişsem o sizin olsun! Benim ücret ve mükâfatım yalnız Allah'a aittir. O her şeye şahittir."

48- De ki: "Şüphesiz benim Rabbim hakkı ortaya koyar. O, bütün gaybları en iyi bilendir."

49- De ki: "Hak geldi, batıl artık ne yeniden başlar, ne de bir daha geri gelir."

50- De ki: "Eğer ben haktan saparsam, kendi aleyhime sapmış olurum. Eğer doğru yolu bulmuşsam, bu da Rabbimin bana vahyettiği şey sayesindedir. Şüphesiz O, çok iyi işitendir, çok yakındır."

 

Belagat:

 

"Batıl artık ne yeniden başlar, ne de bir daha geri gelir." ifadesi batılın yokolması ve eserinin kaybolmasından kinayedir.

"İkişer ikişer ve teker teker Allah 'a yönelin." ifadesinde tezat sanatı ya­pılmıştır. [69]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kâfirlere ayetlerimiz" Kur'an "açık açık" delâletleri açık, manaları anlaşılır olarak "okunduğu zaman: Bu" ayetleri okuyan "adam" yani Hz. Muhammed (s.a.), "sadece sizi, babalarınızın taptığı şeylerden alıkoymak", engellemek "isteyen bir kimsedir, derler." Kâfirler ikinci defa "Bu" Kur'an hiçbir temeli olmayan "uydurulmuş" düpedüz "yalandan", iftiradan "başka bir şey değildir, derler. Kâfirler" üçüncü defa olarak "hak" yani Rasulullah (s.a.)'in getirdiği Kur'an ve mucizeler "kendilerine geldiği zaman: Bu" büyü olduğu "apaçık bir büyüden başka bir şey değildir, demişlerdi." Bu ifadeler Kur'an'm lafzı ve icazı itibariyle, bir önceki sözleri ise manası itibariyle söylenmişti.

"Kalû: dediler" fiilinin tekrar edilmesi ve kâfirlerin açıkça zikredilmesi ve "lemmâ câehüm" ifadesiyle küfrün açıkça dile getirilmesi ve hak kendi­lerine geldiğinde hiç düşünmeyip derhal inkâr etmeye yönelmeleri küfrün büyük bir Hakkı inkârdan, Hakka karşı şiddetli bir gazaptan ve Hakka karşı son derece hayret içinde olmaktan meydana geldiğine delildir.

Sanki şöyle denilmiştir: Bu inatçı kâfirler Allah'a karşı cür'etleri bu gibi nurlu hakka karşı böbürlenmeleri sebebiyle henüz gerçeği görmeden şöyle dediler: Düşünen kimse için apaçık bir büyüden ibarettir.

"Biz, o müşriklere okuyup ders alacakları kitaplar vermedik", biz Araplara okuyacakları semavî kitaplar indirmedik. Bu ayet müşriklerin Allah'a şirk koştuklarının doğruluğuna delildir, "ve senden önce kendileri­ne" Allah'a davet edecek ve bu davete uymayı terketmeye karşılık azapla uyaracak "uyarıcı bir peyamber de göndermedik." Bu ifade onların son de­rece bilgisizce hareket ettiklerini ve onların görüşlerinin beyinsizce olduğu­nu ifade etmektedir. Dolayısıyla onların Kur'an'ı ve Rasulullah (s.a.)'i ya­lanlamalarının hiçbir delili, ya da dayanacakları hiçbir kuşku yoktur. Zira kendilerine hiçbir kitap, ya da bu yaptıkları sebebiyle hiçbir uyarıcı gönde­rilmedi. Pekiyi o halde seni nereden yalanladılar!

"Oysa bunlar" yani Mekke müşrikleri "onlara" önceki ümmetlere "ver­diğimiz nimetlerin onda birine bile erişememişlerdir." Yani bu müşriklere, Ad, Semûd v.b. Allah'ın kendilerini helak ettiği önceki kavimlere verdiği­miz güç, kuvvet, uzun ömürlülük ve zenginliğin onda birini bile vermedik.

"Mi'şâr" onda bir, yani yüzde on demektir. Bir başka görüşe göre onda birin onda biri, yani yüzde bir anlamındadır.

"Beni inkâr etmek nasılmış, bir bak!" Benim azap ve ceza vermek su­retiyle onları yadırgamam nasıldır? Yani bu onun yerine geçecektir.

"De ki: Size tek bir öğüdüm var:" Sizi sakındırıyor ve içinde bulunduğ­unuz durumun kötü sonucundan dolayı sizi uyarıyorum. Size bir haslet tavsiye ediyorum. O da şudur: "İkişer ikişer ve teker teker Allah'a yönelin." Samimi düşünceyle hakkı talep etmek üzere ikişer ikişer, ya da biraraya gelmek fikri dağıttığı için birer birer kalkın. "Sonra düşünün." Hz. Pey­gamber (s.a.)'in ve Onun getirdiği Kitabın durumunun gerçek yönünü in­celeyin. Neticede bileceksiniz ki "Arkadaşınızda hiçbir delilik yoktur." Yani Muhammed ne delidir, ne de sihirbazdır. Onun durumlarında ve tasarruf­larında cinnete delâlet edecek hiçbir şey yoktur. Onun vahyi getirmesi, onun doğruluğuna açık bir delildir. "O, şiddetli bir azabın öncesinde sizi uyaran bir peygamberden başka birşey değildir." O, eğer kendisine isyan ederseniz, ahirette size çetin bir azabın gelmesinden önce sizin için sadece bir uyarıcı olmaktan ibarettir. Sizler onun insanlar içerisinde aklı en üstün olduğunu gayet iyi biliyorsunuz. O sizin içinizde yaşadığı müddetçe, kendi­sinden hiçbir yalan söz duymadınız, bunu tecrübe etmediniz.

"De ki:" Uyarma ve tebliğe karşılık "Sizden herhangi bir ücret" mal, para "istemişsem", böyle bir şey talep etmişsem "o sizin olsun! Benim, ücret ve mükâfatım yalnız Allah'a aittir." Benim sevabım başkasına değil, sadece Allah'a aittir. "O her şeye şahittir." Her şey hakkında bilgi sahibidir. Hiçbir şey Ondan gizli kalmaz. O benim doğruluğumu gayet iyi biliyor.

"De ki: Şüphesiz benim Rabbim hakkı ortaya koyar." Allah hakkı söy­ler ve bunu peygamberlerine bildirir. Ayetteki "hak" Kur'an ve vahiy anla­mındadır. "O, bütün gaybları en iyi bilendir." Göklerde ve yerde mahlûka-tından gizli kalan her şeyi gayet iyi bilir.

"De ki: Hak geldi," İslâm, tevhid, burhan ve hüccetleri ihtiva eden Kur'an geldi, "batıl artık ne yeniden başlar, ne de bir daha geri gelir." Küf­rün ya da şirkin hiçbir eseri yoktur. Onun başlangıçta ve sonradan hiçbir gerçeği yoktur.

"De ki: Eğer ben haktan" ve hak yoldan "saparsam, kendi aleyhime sapmış olurum." Yani sapıklığımın günahı benim nefsimin aleyhine olur. "Eğer doğru yolu bulmuşsam, bu da Rabbimin bana vahyettiği şey" yani Kur'an, hikmet ve öğüt "sayesindedir. Şüphesiz O, çok iyi işitendir," O bana ve size "çok yakındır." Hidayeti ve sapıklığı çok iyi bilir. [70]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Cenab-ı Hak kıyamet günü cehennem ateşinde müşriklerin ceza göre­ceğini ve kendilerine: 'Yalanlamakta olduğunuz cehennem azabını tadın." denileceğini beyan ettikten sonra itikat bozukluğu, şiddetli inatçılık, Hz.Peygamber (s.a.)'i, Kur'an ve bütün İslâm'ı yalanlama gibi azabı gerektiren sebepleri zikretti.

Daha sonra da müşrikleri kendilerinden önceki güçlü-kuvvetli ümmet­lerin uğradığı gibi kötü akıbetle uyardı. Onları kıyamet gününün azabından korkutan Hz. Peygamber (s.a.)'in durumu hakkında derin ve sükûnetli dü­şünmeye ve incelemeye davet etti. Kendilerine Allah'ın gayet açık ve kesin hakkı -Kur'an ve vahyi- gönderdiğini, bunun dışında kalan her şeyin hiçbir gerçek yönü ve eserinin sürekliliği bulunmayan batıl olduğunu bildirdi. [71]

 

Açıklaması:

 

Allah Tealâ kâfirlerin cezayı ve acıklı azabı hak etmelerinin sebepleri­ni bildirmekte ve burada bu sebeplerin en önemlilerinden üç tanesini:

- Hz. Peygamber (s.a.)'e dil uzatma,

- Kur'an-ı Kerim'e dil uzatma,

-  Dine ve İslâm'ın tamamına dil uzatma sebeplerini belirtmekte ve şöyle buyurmaktadır:

1- "Kâfirlere ayetlerimiz açık açık okunduğu zaman: "Bu adam sadece sizi, babalarınızın taptığı şeylerden alıkoymak isteyen bir kimsedir", der­ler. " Yani Allah'ın birliğini isbat etmeye ve şirki hükümsüz saymaya açıkça delâlet eden manaları gayet berrak olan Kur'an ayetleri okunduğu zaman müşriklere: Bu -yani Muhammed (s.a.)- sizi babaların ve ataların dini olan putlara tapmaktan hiçbir hücceti ve burhanı olmaksızın alıkoymak iste­yen, getirdiği batıl olan bir adamdan başka bir kimse değildir, derler.

2- "Bu (Kur'an) uydurulmuş yalandan başka bir şey değildir, derler." Yani kâfirler ikinci defa olarak şöyle derler: Bu -Kur'an- kendi adamlarını sapıtmak maksadıyla, onun kendi kendine uydurduğu, Allah'a isnat ettiği bir yalandan ibarettir.

3- "Kâfirler, hak kendilerine geldiği zaman: "Bu apaçık bir büyüden başka bir şey değildir." demişlerdi." Yani kâfirler üçüncü defa olarak: Bu din, sosyal hayatı düzenlemek için hükümleri, dinî esasları ve mucizeleri ihtiva eden İslâm açık bir sihirden ibarettir, demişlerdir.

Bunun üzerine Cenab-ı Hak müşriklerin dinlerinin gerçek olduğu fik­rinin asılsız olduğu, ona tâbi olan -müslümanlar- hakkındaki hüccetlerinin yok hükmünde olduğu cevabını vermek üzere şöyle buyurdu:

"Biz müşriklere okuyup ders alacakları (semavî) kitaplar vermedik ve senden önce kendilerine hiçbir uyarıcı bir peygamber de göndermedik."

Allah Araplara Kur'an'dan önce kendilerine bir dini anlatan hiçbir ki­tap indirmemiş, Hz. Muhammed (s.a.)'den önce kendilerini Hakk'a çağıra­cak ve azapla uyaracak hiçbir peygamber göndermemiştir. Halbuki onlar şöyle diyorlardı: Bize bir uyarıcı gelseydi, ya da bize bir kitap indirilseydi, biz başkalarından daha çok doğru yola tâbi olurduk. Allah kendilerine bu lütufta bulununca da, o peygamberi yalanladılar, inkâr ettiler ve ona inatla karşı koydular.

Sahih din sadece Allah tarafından gelen bir vahiyle ve bir rasule indi­rilen kitapla bildirildiğine göre müşriklerin Allah'a ortak koşmanın ve ata­ları taklit etmenin Hak din olduğunu iddia etmeleri, hiçbir esasa ve hiçbir hüccete dayanmayan batıl, asılsız bir iddiadan ibarettir.

Bu ayetin benzerleri çoktur. Bu ayetlerden birkaçı şöyledir: "Yoksa biz onlara bir rehber indirdik de, onlara Rablerine şirk koşmalarını o mu söy­lüyor?" (Rum, 30/35). "Yoksa onlara Kur'an dan önce bir kitap indirdik de onlar o kitaba mı sarılıyorlar1?" (Zuhruf, 43/21); "Yoksa içinde, neyi seçerse­niz o sizin olacak diyen bir kitabınız var da, siz onu mu okuyorsunuz?" (Ka­lem, 68/37-38).

Allah Tealâ daha sonra onları kendilerinden önceki zalim ümmetlerin azabına benzer bir azapla tehdit ederek şöyle buyurdu:

"Kendilerinden önce gelenler de (peygamberlerini) yalanlamışlardı. Oysa bunlar onlara verdiğimiz nimetlerin onda birine bile erişememişler­dir. Buna rağmen onlar peygamberlerimi yalanlamışlardı. Beni inkâr et­mek nasılmış, bir bak!"

Nuh, Ad ve Semud kavimleri gibi önceki ümmetler peygamberleri ve vahyi yalanladılar. Bu kavimler Araplardan daha güçlü ve kuvvetli idiler. Hatta Mekke halkı olan Kureyş müşrikleri kuvvetleri ve mallarının çoklu­ğuyla önceki ümmetlere verdiğimiz güç, kuvvet ve zenginliğin onda birine bile ulaşamadılar. Bu durum onları Allah'ın azabından kurtaramadı ve bu azabı engelleyemedi. Bilakis Allah onları helak etti ve tamamen yoketti.

Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Yeryüzünde do­laşıp kendilerinden önce geçmiş ümmetlerin akıbetleri nasıl olmuş, görmü­yorlar mı? Onlar sayıca onlardan çok, kuvvetçe ve yeryüzündeki eserleri ba­kımından onlardan çok daha güçlü idiler..." (Gafir, 40/82).

İkisinin de ceza sebebinde eşit olmaları sebebiyle bir şey için verilen ceza, benzeri için de aynen verilir, dolayısıyla benzer iki şey hükümde de eşit olurlar.

Kuran daha sonra Mekke müşriklerine düşünmelerini ve Hz. Pey­gamber (s.a.) hakkında karar vermede acele etmemeleri tavsiyesinde bu­lundu. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

"De ki: Size tek bir öğüdüm var: İkişer ikişer ve teker teker Allah 'a yö­nelin. Sonra düşünün. Arkadaşınızda delilikten hiçbir eser yoktur."

Yani içinizde bulunduğunuz kötü akıbete karşı sizi sakındırıyor ve uyarıyorum. Size tek bir nasihatte bulunuyorum: Bu öğüt samimî düşünce ile hakkı talep etmek suretiyle hareket etmek; hiçbir nefsî arzu ve taassup­tan etkilenmeksizin ikişer ikişer ya da birer birer samimî ve tarafsız şahsî düşünmektir.

Daha sonra Hz. Peygamber (s.a.)'in ve ona gelen kitabın durumu hak­kında düşünmeniz ve bunu incelemeniz için birbirinize ihlâsla nasihatte bulunursunuz. Zira o durumda siz arkadaşınızın -Hz. Peygamber (s.a.)'in-sihirbaz veya mecnun olmadığını gayet iyi bileceksiniz. Onun hiçbir duru­munda ve hiçbir tasarrufunda buna delâlet edecek hiçbir işaret yoktur. O sadece Allah tarafından doğruluğuna delâlet eden mucizelerle te'yid edilen bir peygamberdir.

"O, şiddetli bir azabın öncesinde sizi uyaran bir peygamberden başka bir şey değildir." Yani bu rasul kıyamet günü başınıza gelecek olan gönülle­re şiddetli olan bir azaptan sizi korkutan ve sizi uyaran bir kimseden baş­ka bir şey değildir. Azabın öncesinde onun uyarıcı azabın yakınlığına işa­rettir. Zira o, kıyamete yakın gönderilmiştir.

İmam Ahmed bir hadis-i şerif rivayet etmektedir: "Ben ve kıyamet bir­likte gönderildik. Neredeyse kıyamet beni geçecekti."

Buhari'nin İbni Abbas (r.a.)'den rivayet ettiğine göre: Peygamberimiz (s.a.) bir gün Safa tepesine çıkıp:

- Yetişin, dedi. Bunun üzerine Kureyşliler onun etrafında toplandılar. Kureyşliler,

- Ne oluyor? dediler. Peygamberimiz (s.a.):

-  Ne dersiniz? Size düşman şimdi hücum edecek, diye haber versem, siz beni tasdik eder misiniz? deyince Kureyşliler:

- Evet, dediler. Peygamberimiz (s.a.) de:

-  Ben size şiddetli bir azabın öncesinde bir uyarıcıyım, buyurdu. Ebu Leheb:

- Elin kurusun. Sen bizi bunun için mi topladın? dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "Ebu Leheb'in iki eli kurusun. Zaten kurudu ya!..." (Mesed, 111/1) ayetini indirdi.

Razî diyor ki: Bu ayette daha önce delillerle isbat edilen üç temel akî-de esası zikredilmektedir:

-  "Allah'a yönelin." ifadesi Tevhid'e işarettir,

-  "Arkadaşınızda delilikten hiçbir eser yoktur. O, sizi uyaran bir kimse­den başka bir şey değildir." cümlesi Risalet'e, yani peygamberliğe işarettir.

- "Şiddetli bir azabın öncesinde..." ifadesi Âhiret Günü'ne işarettir.

Allah Tealâ, peygamber olmasını gerekli kılan Hz. Muhammed (s.a.)'de delilikten hiçbir eser olmamasını zikrettikten sonra kendisinin peygamberliğini gerekli kılan bir başka sebep zikretti. Bu da onun bu davetinde derhal elde edeceği dünyevî bir maksatla değil de, sadece uhrevî sevap kasdıyla bu kadar şiddetli sıkıntılara göğüs germesidir. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyordu:

"De ki: Sizden herhangi bir ücret istemişsem, o sizin olsun. Benim üc­ret ve mükâfatım yalnız Allah'a aittir. O her şeye şahittir."

Yani ey Rasulüm! Müşriklere şöyle de: Ben Allah Tealâ'nm risaletini eda etmem, size nasihatte bulunmam ve Allah'a kulluğu emretmem karşı­lığında sizden herhangi bir ücret ve bağış istemiyorum. Bunun sevabını Al­lah Tealâ'dan talep ediyorum. Allah risaleti tebliğ etme hususundaki doğ­ruluğum ve sizin içinde bulunduğunuz durum gibi her şeyi en iyi bilen Al­lah'tır.

Allah Tealâ daha sonra bu Rasulün (s.a.) getirdiği kitabın Allah nez-dinden gelen bir vahiy olduğunu açıkça ifade ederek şöyle buyurdu:

"De ki: Şüphesiz benim Rabbim hakkı ortaya koyar. O, bütün gaybları en iyi bilendir."

Müşriklere şöyle de: Allah kullarından dilediği kimseye, risaleti için seçtiği kimseye, meleği vahiyle gönderir. O gaybları en iyi bilendir. Ne gök­lerde, ne de yerde hiçbir şey O'na gizli kalmaz.

Bu durum Cenab-ı Hakk'ın şu ayette buyurduğu şekildedir: "Allah in­sanları biraraya gelip buluşacakları kıyamet günüyle uyarmak için kulla­rından dilediğine emriyle vahyi indirir." (Gafir, 40/15). Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Allah, peygamberliğini nereye vereceğini daha iyi bi­lir." (Enam, 6/124).

Allah Tealâ, hakkı ortaya koyacağını gelecek zaman sîgasıyla zikret­tikten sonra bu hakkın geldiğini haber vererek şöyle buyurdu:

"De ki: Hak geldi, batıl artık ne yeniden başlar, ne de bir daha geri ge­lir. " Yani müşriklere şöyle de: Hak din, yani İslâm, Kur'an ve tevhid, geldi. Bütün dinlerden üstün olan budur. Allah batılı yok eder ve eserini giderir. Dolayısıyla bundan hiçbir şey kalmaz.

Bir başka ayette ise Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Bilakis biz hakkı batıla çarparız da hak, batılın beynini parçalar. Böylece batılın canı çıkar." (Enbiya, 21/18).

Buhari, Müslim, Tirmizî ve Neseî'nin rivayet ettiklerine göre Rasulul-lah (s.a.) fetih günü Mescid-i Haram'a girip Kabe etrafında putların dikil­miş olduğunu görünce, putlara yayının ucuyla dürtüyor ve şu ayeti okuyor­du: "De ki: Hak geldi, batıl zail oldu. Hiç şüphesiz batıl yok olmaya mah­kûmdur." (İsra, 17/81); "De ki: Hak geldi. Batıldan hiçbir eser kalmadı, bir daha geri dönmez."

Allah Tealâ daha sonra risâletin isbatmı vurguladı. Hz. Peygamber (s.a.) ile müşrikler arasındaki kesin hükmü ilan etti:

"De ki: Eğer ben haktan saparsam, kendi aleyhime sapmış olurum. Eğer doğru yolu bulmuşsam, bu da Rabbimin bana vahyettiği şey sayesin­dedir. Şüphesiz O, çok iyi işitendir, çok yakındır." Yani ey Peygamber, o müşriklere şöyle de: Eğer ben hidayetten ve hak yoldan sapmışsam, benim sapıklığımın günahı ve zararı benim nefsime aittir. Eğer hidayet yolunu bulmuşsam, bu Rabbimin bana vahyettiği hayır, hak ve istikametten dola­yıdır. Şüphesiz ki O benim sözümü de, sizin sözlerinizi de gayet iyi işitmek­tedir. Bana da size de yakındır. O hidayeti de, sapıklığı da gayet iyi bilir. Her insana hakettiği şeyle karşılık verecektir.

Hayrın tamamı Allah'tandır ve Allah'ın indirdiği vahiy ve apaçık hak-tadır. Ki hidayet, beyan ve doğru yol da bu vahiydendir. Kim sapıklığa düş­müşse, ancak kendi tarafından sapıklığa düşmüştür. [72]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetlerden şu hususlar anlaşılmaktadır:

1- Adalet ve mutlak hak ilâhî hükmün en önemli özelliğidir. Bundan dolayı Allah hiçbir kimseye zulmetmez. Sadece cezalandırmayı gerekli kı­lan sebeplerle ceza verir. Müşrikleri cehennem ateşine müstahak kılacak sebeplerin en önemlisi Hz. Peygamber (s.a.)'e, Kur'an-ı Kerim'e ve dine dil uzatılmasıdır. Halbuki İslâm insanlığın en ideal sistemi, en âdil ve en sağ­lam kanunudur.

2- Müşriklerin Allah'a ortak koşmalarında aklî hiçbir hüccet, mantıkî, makbul hiçbir burhanları olmadığı gibi geçmişi taklit etmekten, babalarına ve dedelerine uymaktan başka hiçbir delilleri yoktur.

3- Müşriklerin dayanacakları hiçbir naklî delilleri de yoktur. Onların Hz. Peygamber (s.a.)'in getirdiği dinin batıl olduğunu söyleyen din kita­pları da yoktur. Onlar dinlerinde kendilerine gönderilecek bir rasulü de duymamışlardı. Dolayısıyla onların, "Biz kitap ve şeriat ehliyiz, Allah'ın peygamberlerinden bir peygambere dayanıyoruz." diyen Ehl-i Kitap gibi batıl da olsa, sarılabilecekleri bir şüphe ve yalanlamaları için hiçbir neden yoktur.

Kısaca: Müşriklerin şirk koşmaları için hiçbir aklî ve naklî hüccet yoktur.

4- Bu müşriklerin katı ve inatçı tavırları karşısında Allah'ın Rasulünü ve Kuranı yalanlamalarından dolayı müşrik Mekke halkından çok daha güçlü mal ve evlâtları onlardan daha çok, hayatları daha rahat olup da Al­lah'ın helak ettiği Âd ve Semûd gibi geçmiş ümmetlerin başlarına gelen azapla tehdit edilmelerinden başka bir yol yoktu. Hatta Mekkeliler kendile­rinden önceki ümmetlere verilen imkânın onda birine bile ulaşmış değillerdi.

5- Bu tehdit yanında teenni ile söylenen ifadenin ve ılımlı üslûbun da dinamik bir rolü bulunmaktadır. Bu sebeple Allah Tealâ Mekkelileri grup­lar halinde toplu, karışık bir şekilde düşünme yerine; sükûnete, iknaya ve makbul, mantıklı muhakemeye vesile olacak ikili veya tek tek düşünmeye davet etmiştir. Bu düşünce saadetin kaynağı olan Allah'ın birliği hususun­da onun kendileriyle birlikte geçirdiği hayatının tarihini incelemek sure­tiyle Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberliğinin gerçek olduğu hususunda düşünmeleridir. Acaba onlar onun hiç yalan söylediğini işittiler mi? Hiç on­da cinnet ve aklî dengesizlik gördüler mi? Onun durumlarında ve tasarruf­larında hiç bozukluk, sivrilik ve sapma var mıdır? O sihri bildiğini iddia eden kimselere gidip gelir miydi? Eski kıssaları öğrenmiş ve eski kitapları okumuş muydu? Onun Mekkelilerin mallarında gözü olduğunu söyleyebi­lirler miydi? Onlar ona indirilen Kur'an'm bir suresinin benzerini getirebi­lirler mi?

Mekkeliler bu düşüncelerle ve gerçekçi incelemeyle onun doğru söyle­diğini bildiklerine göre bu inatçılığın ve bu karşı koymanın sebebi nedir?

6- Rasulullah (s.a.) sadece kendisine itaat edenleri cennetle müjdeleyi-ci ve kendisine isyan edenleri kıyamet günü cehennem ateşiyle uyarıcıdır.

7- Ayrıca Peygamberimiz (s.a.)'in risaleti tebliğ etmeye karşılık hiçbir kimseden, hiçbir ücret almaksızın davetini tebliğ etme uğrunda karşılaştı­ğı zorlu mücadele onun nübüvvetinin doğruluğuna gerçekçi bir delildir. O sadece Allah nezdinden ecir ve sevaba nail olmayı murad etmektedir. Bu ise ihlâslı olduğunun delilidir. Allah onun da, onların da yaptıklarını izler. Bunları gayet iyi bilir, hiçbir şey O'na gizli kalmaz. Herkese hak ettiği kar­şılığı verir.

8- Hak olan Allah vahyin, hakkın, Kur'an'ın hücceti beyan edip ortaya koymanın kaynağıdır. Bu, Onun peygamberi Hz. Muhammed (s.a.)'e indir­diği kitaptır. Zira O gaybleri, yani gözlerden uzak olan ve son derece gizli olan şeyleri en iyi bilendir. Aynı şekilde Muhammed (s.a.)'in nübüvvet ve risaletle görevlendirilmesi, Kur'an'm kalbine indirilmesi için seçilmeye başkalarından daha evlâ olduğunu en iyi bilendir.

9- Hak beşeriyet için fiilen gelmiştir. Hak içinde Allah'ın birliği, risa-let, diriliş ve hesap görme hususundaki inancın doğruluğuna delil olacak burhan ve hüccetler bulunan Kur'an'm ta kendisidir. Hak gelince batıl, ya­ni şirk ve küfür yok olmuştur. Ve artık bâtılın hiçbir yeri, eseri ve önemi kalmayacak, Hakk'ın önünde bâtıldan hiçbir şey kalmayacaktır.

10- Kâfirler Hz. Peygamber (s.a.)'e: "Sen babalarının dinini terkettin ve insanları sapıklığa düşürdün", dediler. Bunun üzerine Allah Peygam-ber'ine şöyle demesini emrederek kâfirlere cevap verdi:

- Sizin iddia ettiğiniz gibi sapıtmışsam, ancak kendi adıma sapıtmış olurum. Yani bunun zararı ve günahı bana aittir. Eğer ben hakkı ve doğruyolu bulmuşsam, bu Allah'ın bana vahyettiği hikmet ve beyan sebebiyledir. Şüphesiz Allah kendisine dua eden kimsenin duasını işitmektedir. İcabet etmek için gayet yakındır.

Bu ayette aynı zamanda risaletin gerçek olduğu ispat edilmektedir. [73]

 

Kafirlerin Şiddetli Azap İle Tehdit Edilmeleri Ve Azabı Gördükleri Anda İman Etmeleri:

 

51- Sen o kâfirleri, korkup dehşete düştükleri zaman bir görmelisin. Artık kaçacak yerleri de yoktur. Onlar yakın bir yerden yakalanmışlardır.

52- O zaman onlar: Allah a iman ettik derler Fakat ahiret uzak  bir yerden imana nasıl ulaşabilirler!

53- Halbuki onlar daha önce onu in- etmişleı"di. Uzak bir yerden  (dünyadan) gayba atıp tutuyorlardı.

54- Artık kendileriyle arzuladıkları şeyler arasına engel konur. Nitekim daha önce benzerlerine de aynı şey yapılmıştı. Çünkü onlar şüphe ve endişe içindeydiler.

 

Belagat:

 

"Uzak bir yerden gayba atıp tutuyorlardı." ifadesi açık istiaredir. Kazf (atma) kelimesi "söz" anlamında kullanılmış, bilgisizce ve sadece zanla ko­nuşan kimse, uzak bir hedefe atış yapıp da isabet ettiremeyen avcıya ben­zetilmiştir. [74]

 

Kelime ve İbareler:

 

Ya Muhammed! "Sen o kâfirleri" diriliş anında "korkup dehşete düş­tükleri zaman bir görmelisin!.." Ayetteki "lev" kelimesinin cevabı mahzuf olup, takdiri, müthiş veya acaip bir hal görürdün, şeklindedir. "Artık kaça­cak yerleri de yoktur." Onlardan hiçbiri kaçamaz. Onlardan hiçbiri kurtula­maz. "Onlar yakın bir yerden" kabirlerden veya hesap makamından "yaka­lanmışlardır." Onlar Allah'a yakındırlar. Ondan kaçıp kurtulamazlar.

"O zaman onlar: "Allah'a iman ettik." derler. Fakat uzak bir yerden imana" kolayca "nasıl ulaşabilirler!" Zira onlar ahirettedirler, iman mahal­li ve imanla yükümlülük ise dünyadadır.

"Halbuki onlar daha önce onu inkâr etmişlerdi." Oysa onlar mükellefi­yet vaktinden önce dünyada Hz. Muhammed (s.a.)'i veya azabı inkâr etmişlerdi. "Uzak bir yerden", uzak bir cihetten, yani dünyadan "gayba atıp tutu­yorlardı. " Onlar hiçbir delil bulunmayan kuruntu ile gayba dil uzatıyorlar­dı. Araplar herhangi bir işte yakîn bilgi elde etmeyen kimse için "yakzifü bi'1-gayb" derler. Yani atıp tutuyor, demektir. Bu hususta batıl zanlarınm hiçbir dayanağı yoktur. Burada onların durumu uzak bir yerden görmediği bir şeye atış yapan kimsenin durumuna benzetilmektedir. Bundan murad şudur: Onlar Hz. Peygamber (s.a.)'in sânı hakkında birtakım dil uzatma ifadeleri, ya da azap hakkında onu açıkça reddetme ifadeleri kullanıyorlar­dı. Zira onlar Hz. Peygamber (s.a.) hakkında: "sihirbaz, şair, kâhin", Kur'an hakkında da "sihirdir, şiirdir, kehânettir" demişlerdir.

"Artık kendileriyle" imanın kabul edilmesi, yahut dünyaya dönme ve­yahut dünyadaki mal ve aileleri gibi "arzuladıkları şeyler arasına engel ko­nur. Nitekim daha önce" onlardan önce onların "benzerlerine" geçmiş üm­metlerin kâfirlerine "de aynı şey yapılmıştı." "Eşya"' kelimesi "siya"' keli­mesinin çoğuludur. "Siya"' kelimesi de "şîa" kelimesinin çoğuludur. Şîa, bir görüşün sahibi, taraftarı demektir. "Çünkü onlar" peygamberlerin durumu ve onların davet ettikleri tevhid, diriliş, cennet ve cehennem hakkında "şüphe ve endişe içindeydiler."

"Mürîb" kelimesi iki manadadır. Birincisi, şüphe ve töhmet yeri; ikin­cisi, şüphe sahibi, şüphelenen kişi. [75]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ azabın sebeplerini açıklayıp kâfirlerin şüphelerini reddet­tikten sonra kâfirlere tehditte bulundu ve onları kıyamet günü verilecek şiddetli ceza ile korkuttu.

Daha sonra artık vaktin geçmesi sebebiyle imanın fayda vermediği günde, azabın görülmesi anında iman ettiklerini ve daha önce Allah'ı, Rasulünü ve kitabını inkâr ettiklerini bildirdi. [76]

 

Açıklaması:

 

"Sen o kâfirleri, korkup dehşete düştükleri zaman bir görmelisin. Artık kaçacak yerleri de yoktur. Onlar yakın bir yerden yakalanmışlardır."

Yani ey Muhammedi Öldükten sonra dirildikleri, kabirlerinden çıktık­ları ve şiddetli azabı gördükleri zaman, o kâfirleri hayret verici bir du­rumda görürsün. Onlar artık kaçıp kurtulamazlar. Yani onların azaptan kaçacakları veya sığınacakları hiçbir yer yoktur. Onlar kabirlerinden ve hesap makamından cehenneme ilk anda alınıp yakalanmışlardır.

Nitekim bir başka ayette Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Suçlula­rın Rablerinin huzurunda başlarını eğerek: "Ey Rabbimiz! Gördük, işittik. Bizi tekrar dünyaya gönder de, salih ameller işleyelim. Artık kesin olarak iman ettik." dediklerini bir görsen!" (Secde, 32/12).

"O zaman onlar: "Allah'a iman ettik." derler. Fakat (ahiret gibi) uzak bir yerden imana nasıl ulaşabilirler?" Yani kâfirler o gün şöyle derler: Biz Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettik, Kur'an'a ve Peygamber'e iman ettik...

Onlar imanın kabul edildiği yerden uzaklaştıkları halde nasjl iman edebilirler? Zira ahiret yurdu amellere karşılık verilecek yerdir. Mükellefi­yet yurdu, ya da imtihan yeri değildir. Ancak dünya iman ve amel-i salih gibi yükümlülüklerin bulunduğu yerdir.

Nasıl istenen şeyi elde edebilirler? Oysa iman etmeleri ancak dünyada mümkündür. Onlar ise ahirettedirler. Dünya ahiretten uzaktır.

"Halbuki onlar daha önce onu inkâr etmişlerdi. Uzak bir yerden (dün­yadan) gayba atıp tutuyorlardı." Yani onlar dünyada iken hakkı inkâr edip peygamberleri yalanladıklarına göre onların ahirette iman etmeleri nasıl mümkün olur? Onlar kuruntuyla atıp tutuyorlar ve bu hususta hiçbir da­yanağı olmayan şeyler konuşuyorlardı. Bazan Peygamberimiz (s.a.) hak­kında şair, kâhin, sihirbaz, mecnun veya bu gibi asılsız ifadeler söylüyor­lardı. Bazan Kur'an hakkında sihir, şiir, kehânet düpedüz iftira diyorlar; bazan da ne diriliş, ne cennet, ne cehennem, ne hesap, ne de ceza vardır; bize azap edilmeyecek, diyorlardı.

"Artık kendileriyle arzuladıkları şeyler arasına engel konur." Yani on­larla dünyada arzuları arasına, kendileriyle ahirette talep ettikleri şeyler arasına engel konur ve dolayısıyla iman etmelerinin kabul edilmesi, azap­tan kaçmaları, dünyaya dönmeleri ya da mal ve ailelerini beraberlerinde götürmeleri gibi arzularına engel olunur.

Nitekim bir başka ayette şöyle buyurulmaktadır: "Onlar azabımızın şiddetini gördükleri zaman: "Biz sadece iman ettik. O'na ortak koştuğumuz şeyleri inkâr ettik." dediler. Azabımınız şiddetini görünce imana gelmeleri onlara hiçbir fayda sağlamadı..." (Gafir, 40/84-85).

"Nitekim daha önce benzerlerine de aynı şey yapılmıştı. Çünkü onlar şüphe ve endişe içindeydiler."

Bu ayet onların benzerleri hakkında Allah'ın sünnetini, onların azaba uğramalarının ve imanlarının kabul edilmesinin sebebini beyan etmektedir.

Ayetin manası şudur: Biz bu müşriklere, bunların emsali ve benzerleri olan geçmiş ümmetlerin kâfirlerine davrandığımız gibi davrandık. Zira bunların hepsi dünyada peygamberler hakkında ve onların getirdikleri tev-hid, diriliş ve cezanın isbatı, şer'i esaslar ve hükümler hakkında kuşkuya boğulmuş bir şüphe içindeydiler. [77]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:

1- Bu tablo, kâfirlerin mecburen hakkı öğrendikleri vakitteki üzüntü­lü, endişeli bir tablosudur. Allah Tealâ'nm azabı indiği zaman, kıyamet gü­nü azap ve cezayı gördüklerinde kâfirleri korku ve endişe kapladığı ve bu durum kendilerine tamamen hakim olduğu zaman kâfirleri en kötü ve en şaşırtıcı bir durumda görürsün. O zaman onlar için kaçılacak, kurtulacak hiçbir yer yoktur, yakalanıp cehenneme atılırlar. Onlar Allah'a yakındır. Ondan uzak kalamazlar, Ondan kaçıp kurtulamazlar.

2- Kâfirler bu korkunç durumda Kur'an'a, Hz. Peygamber (s.a.)'e ve dirilişe iman ettiklerini ilan ederler. Peki dünyada inkâr ettikleri halde, ahirette nasıl imana ulaşabilirler?!

3- Kâfirler dünyada Allah Tealâ'yı, Kur'an'ı ve Hz. Muhammed (s.a.)'i inkâr ederler, kuruntu ile atıp tutarlar. Görmediği bir şeye uzaktan atış ya­pıp da isabet ettiremeyen bir kimsenin durumu gibi evhamlarla konuşur­lar. Diriliş, mahşerde toplanma, cennet ve cehennem yoktur, derler. Kur'an hakkında; büyü, şiir ve eskilerin masallarıdır, derler. Hz. Muhammed (s.a.) hakkında ise; sihirbaz, şair, kâhin ve mecnun, derler.

4-  Kesin sonuç: Kâfirlerle azaptan kurtulmaları arasına, onlarla dün­yaya dönme temennisiyle dünyada arzuladıkları malları ve ailelerine dö­nüş arzuları arasına engel konulmasıdır.

Bu sonuç daha önce geçen kâfir ümmetlerden bunların benzerlerinin uğradığı sonuca benzemektedir. Zira onların hepsi azabı haketmektedirler. Onlar peygamberler, diriliş, cennet ve cehennem hakkında, hatta bütün din ve tevhid hakında kuşkuda, derin bir şüphe içindedirler. [78]

 

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/425.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/425.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/425-426.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/427.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/427.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/428.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/429-430.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/431.

[9] "Belâ" kelimesi iki yerde kullanılır:

Birincisi: Kendisinden önce geçen haber veya nehiy olsun, olumsuz cümleyi reddetmek için kullanılır. Böylece -burada olduğu gibi- bu kelimeden önceki olumsuzluk reddedil­miş olur.

İkincisi: Olumsuz cümle başındaki soruya cevap olarak gelir. Mesela, "Ben senin ar­kadaşın değil miydim?" sorusuna cevap verenin tasdik edeceği zaman "Belâ: Evet" demesi gibi. Bunun manası o takdirde "Evet benim arkadaşım idin." demektir. Bu durumda "belâ" kelimesi olumsuz cümleyi olumluya çevirmek içindir. "Neam: Evet" kelimesine gelince, bu kelime aslında daha önceki sözü tasdik edip olumlu cevap verme ve vaad etme anlamındadır. Meselâ, "Bana iyilik eder misin?" sorusuna cevap veren "Neam: Evet" derse ona iyilik etme vaadinde bulunmaktadır. İyilik etmemeyi isterse "lâ" der. Böyle bir yerde "Belâ" kelimesinin kullanılması güzel olmaz. "Lâ" ile "kellâ" arasındaki fark: "Lâ" harfi kendisinden önceki cümleye olumsuz cevap verip reddetmek anlamındadır. "Kellâ" ise şu üç manaya gelir: a) Ya "Lâ" manasında olur. Yani kendisinden önceki cümleyi red ve inkâr manasındadır. Bu, kellâ üzerinde durulduğu zaman olur. b) Bazan da "Hakkan: gerçekten" manasına gelir. Bu, nahiv üs-tadlarına aykırı olarak Kisaî'nin görüşüdür, c) Kellâ ile cümleye başlanılması durumunda "Kellâ inne'l-insane le-yatgâ" ayetinde olduğu gibi "elâ: dikkat edin" manasındadır. (bkz. Mekkî b. Ebî Talib el-Kaysî, Kellâ, Belâ ve Neam kelimelerinin şer­hi risalesi)

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/431-433.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/433.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/433-435.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/437.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/437-438.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/438.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/438-439.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/439-440.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/441.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/441.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/441-442.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/442-443.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/443-444.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/445.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/445-447.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/447.

[26] Kurtubî, XIV/279.

[27] Razî, XXV7250.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/447-449.

[28] Kurtubî, XIV/270

[29] İbnü'l-Arabî, IV/1589; Kurtubî, XIV/272-274.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/449-452.

[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/454.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/454-456.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/456.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/456.

[35] İbni Kesir, III/530.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/456-457.

[37] Kabile ismi olarak munsarıftır. Bu kelime daha önce geçtiği gibi aslında bir şahıs is­midir.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/457-461.

[39] Tirmizî bu hadisi Enes'den: "Kim hesaba çekilirse, azaba uğrar." ifadesiyle rivayet etmiştir.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/461-463.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/464.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/464-465.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/465.

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/465-467.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/467-468.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/469-470.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/470-471.

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/471.

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/471-475.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/475-476.

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/477.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/478.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/478.

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/479-480.

[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/480-481.

[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/482-483.

[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/483-484.

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/484.

[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/484-485.

[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/485-488.

[61] Zemm, kötülenme ve hicivden korunmak için şair ve dilli kimselere verilen para gibi.

[62] Razî, XXV/262.

[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/488-490.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/491.

[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/491-492.

[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/492.

[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/492-493.

[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/493-494.

[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/496.

[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/496-497.

[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/497-498.

[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/498-502.

[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/502-504.

[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/505.

[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/505-506.

[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/506.

[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/506-507.

[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/508.