Bu sure yaratma, yoktan var etme ve büyük kâinatı var etmeye delâlet eden, yaratıcının azametini ve eşsiz kudretini bildiren bu ilâhî vasıfla (Fatır vasfıyla) başladığı için "Fatır suresi" diye isimlendirilmektedir.
Ayrıca yine bu surenin ilk ayetlerinde Allah Tealâ'nın risaletini ve emirlerini tebliğ etmeleri için melekleri kendisi ile peygamberleri arasında vasıtalar kıldığını ifade ettiği için bu sure "Melekler suresi" adıyla da adlandırılmaktadır. [1]
Süyûtî diyor ki: Bu surenin Sebe suresinden sonra yer almasının sebebi, bu iki surenin uzunluk hususundaki uygunlukları yanında her ikisinin de "hamd" ile başlamasıdır.
Bu surenin bir önceki sure ile irtibatı şu hususta da açıkça ortaya çıkmaktadır: Allah Tealâ, Sebe suresinin sonunda kâfirlerin helak edilmesi ve en şiddetli azapla azap edilmesini "Artık kendileriyle arzuladıkları şeyler arasına engel konur. Nitekim daha önce benzerlerine de aynı şey yapılmıştı." ayetiyle açıklayınca, Allah'ın melekleri risalet ve vahyi tebliğ etmek için peygamberlere elçi olarak gönderme, yaratma ve yoktan varetme kudretiyle muttasıf olmasından dolayı müminlerin Allah'a hamdetme ve şükretmelerinin lüzumunu beyan etmek gerekli olmuştur. [2]
Bu surenin konusu diğer Mekkî surelerin konuları gibi Allah'ın birliğine davet etme, Onun varlığına delâlet eden burhanların ortaya konulması, şirkin temellerinin yıkılması, Allah'ın dini ve İslâm ahlâkına, istikamet üzerine olma şuuruna sarılma gibi "akîde" konulandır.
Bu sure, başlangıcında ve ilk ayetlerinde Allah'ın kâinatı yoktan var etmeye kudreti olduğuna ve meleklerin vahyi tebliğ etmek için kendisiyle peygamberleri arasında elçi olarak görevlendirdiğine delâlet eden kesin delilleri ihtiva etmektedir.
Sure daha sonra insanlara şükretmeleri için Allah'ın nimetlerini zikretmekte, şeytanın vesveselerinden sakındırmakta, kâfirlerin cezalan ile muttaki müminlerin mükâfatlan arasındaki açık farkı beyan etmekte, mü-minle kâfir arasındaki farkı kör ve gören, karanlık ve nûr, gölge ve sıcaklık misalini vererek açıklamaktadır.
Sure, ilâhî kudretin tecellilerini açıklamakta, bu kâinattaki hadiselerden dirilişe delâlet eden yağmurun indirilmesi, ekin ve meyvelerin yetiştirilmesi, insanın değişik merhaleler halinde yaratılması gibi delil ve burhanları; tuzlu denizin tatlı denizden ayrı tutulması, gece ile gündüzün birbirini izlemesi, birinin diğeri içine girdirilmesi, güneş ve ayın insanın emrine verilmesi, dağlar, insanlar, canlılar ve büyükbaş hayvanların değişik görüntüleri ve âlimlerin üstünlüğünü ortaya koymaktadır.
Sure her ümmete bir uyarıcı gönderildiği gibi Hz. Peygamber (s.a.)'in de müjdeleyici ve uyarıcı olarak hakla gönderildiğini ilan etmekte, daha önce peygamberleri yalanlayanların kıssalarını zikretmek suretiyle onun kalbini teskin etmektedir.
Sure Allah'ın kitabını okuyan, namazı dosdoğru kılan, Allah'ın verdiği rızkı gizli-açık infak eden kimseleri övmekte, Kur'an'ın önceki semavî kitapları tasdik ettiğini beyan etmekte, İslâm ümmetinin en şerefli risalete miras olduğunu övgü ile zikretmekte ve ümmetin bu konuda:
- İhmalkâr zalim,
- Orta yollu hayırsever,
- Hayırlara koşan... şeklinde üç gruba ayrıldığını belirtmekte ve bu üç grubun ahiret alemindeki durumlarını belirlemektedir.
Sure, daha sonra müminlerin mükâfatı ve kâfirlerin cezasını zikretmekte ve her iki grubun akıbetini ve kıyamet günü kendileri için hazırlanan durumu tavsif etmektedir.
Sure, müşriklerin put ve heykellere tapmalarının kınanması ile sona ermekte ve kendilerinden önce geçen ve -fizikî yönden- daha kuvvetli olan kavimlerin akıbetini bildirerek uyarmakta ve bu uyarı ile birlikte Allah'ın insanlara derhal ceza vermemek ve cezaları belirli bir süreye ertelemek suretiyle bütün insanlara tanıdığı umumi rahmetini de zikretmektedir. [3]
1- Hamd, gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı elçiler kılan Allah'a mahsus- tur. O yarattığında dilediği şeyi ar- tırır. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.
2- Allah'ın insanlara açacağı her- hangi bir rahmeti alıkoyup tutacak hiçbir kuvvet yoktur. Tuttuğunu da O'ndan başka salıverecek hiçbir kuvvet yoktur. O Azîz'dir, Hakîm'dir-
3- Ey insanlar! Allah'ın sizin üzeri- nizdeki nimetini hatırlayın. Sizi gökten ve yerden rızıklandıracak Allah'tan başka bir yaratıcı mı var? O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O halde nasıl olup da (tevhidden) döndürülüyorsunuz?
4- Eğer onlar seni yalanlıyorlarsa, senden önceki peygamberler de ya-lanlanmışlardı. Bütün işler Allah'a döndürülür.
"Allah'ın insanlara açacağı herhangi bir rahmeti, alıkoyup tutacak hiçbir kuvvet yoktur." ifadesi istiare-i temsiliyyedir. "Feth: açma" kelimesi nimetin verilmesi, "imsak: alıkoyup tutma" kelimesi ise engellenmesi için istiare edilmiştir.
Ayrıca bu kelimeler arasında tezat sanatı yapılmıştır. [4]
"Hamd gökleri ve yeri yaratan" Allah'a mahsustur. "Fâtır", yaratan ve daha önce hiçbir örneği bulunmaksızın yoktan var eden demektir. Yarmak manasmdaki "Fatr" kökünden gelmiştir. Yani göğü ve yeri çıkarmak sure-tiyle yokluğu yaranıştır, "melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı elçiler" yani Allah'ın peygamberlerine vahiy ile ilâhî mesajlarını bildiren vasıtalar "kılan..." Bu melekler Cebrail, Mikail, İsrafil ve Azrail'dir. Meleklerden bir kısmının iki kanadı, bir kısmının üç, diğer bir kısmının dört kanadı vardır. Bunlarla gökyüzünden yeryüzüne iner, yine bu kanatlarla yeryüzünden gökyüzüne çıkarlar. "O yarattığında" meleklerin ve diğer varlıkların yaratılmasında "dilediği şeyi artırır." Bu cümle varlıkların yaratılışta farklılık arzetmelerinin, Onun iradesi gereği ve hikmeti icabı olduğuna delâlet etmek için yeni bir cümledir. "Şüphesiz ki O, herşeye kadirdir." Dolayısıyla kudretiyle dilediğini artırır.
"Allah'ın insanlara lütfedeceği herhangi bir rahmeti" rızık, yağmur, sağlık, güvenlik, ilim, peygamberlik, hikmet ve benzeri vereceği maddî veya manevî bir nimeti "alıkoyup tutacak" engelleyecek "hiçbir kuvvet yoktur. Tuttuğunu da, O'ndan başka" o tuttuktan sonra "salıverecek", serbest bırakacak "hiçbir kuvvet yoktur. O Azizdir" son derece güçlüdür, her şeyden üstündür. Mülkünde dilediği gibi tasarrufta bulunur. Fiilinde "Hakimdir." Her şeyi uygun yerine koyar. Onun hükmünü kaldıracak hiçbir güç yoktur. Yaptığı herşey sonsuz hikmet sebebiyledir.
"Ey insanlar! Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın." O'nun nimetlerini düşünün. Bu nimetlerin hakkını bilmek, bunları itiraf etmek, bu nimeti verene itaat etmek suretiyle bu nimetleri dikkate alın. Mekke halkına verilen nimetlerden biri onların Mekke'de oturmaları, diğeri kendilerine ansızın hücum yapılmamasıdır. "Siz gökten" yağmurla ve gezegenlerin faydalarından, "ve yerden" bitkiler ve madenlerle "rızıklandıracak Allah'tan başka bir yaratıcı mı var?" Bu ayetteki istifham takrir (gerçeği tasdik etme) içindir. Yani O'ndan başka rızık verecek hiçbir yaratıcı yoktur, demektir. "O halde nasıl olup da" Allah'ın yaratıcı ve rızık verici olduğunu ikrar etmenize rağmen yaratıcının birliğinden yüzçeviriyorsunuz? Hak'dan "döndürülüyorsunuz?"
Ey Muhammedi "Eğer onlar" Allah'ın birliğine davet, diriliş, hesap ve ceza görme hususunda "seni yalanlıyorlarsa, senden önceki peygamberler de" bu hususta "yalanlanmışlardı." Onların sabrettiği gibi sabret. Bu ayette Rasulullah (s.a.)'e kendisinden önceki peygamberleri örnek alması çağrısında bulunulmakta, Arapların, kâfirlerinin yalanlamasından dolayı Rasulullah (s.a.) teselli edilmektedir. "Bütün işler Allah'a döndürülür." Kesin ve son netice Allah'a aittir. Dolayısıyla O, herkese hakettiği karşılığı verir. Yalanlayanları cezalandırır. Rasullerine de yardım eder. [5]
"Hamd, gökleri ve yeri ... yaratan Allah'a mahsustur." Allah'ın nimetlerine ve kudretine halisane şükür yalnız Allah'adır. Zira gökleri ve yeri O yaratmış ve daha önce hiçbir örneği olmaksızın yoktan var etmiş, sistemlerini gayet sağlam kurmuştur.
Ayetin konusu şudur: Allah Tealâ muazzam kudreti, ilmi ve hikmetinden dolayı zatına hamdetmektedir ki göklerin ve yerin yokluktan yaratılması ve hiçbir örneği olmaksızın var edilmeleri buna şahitlik etmektedir.
Süfyan-ı Sevrî senediyle İbni Abbas (r.a.)'den rivayet ediyor: Ben "Fa-tırü's-semavâti ve'l-ard" nedir, bilmiyordum. Nihayet bana bir kuyu hakkında tartışan iki Arabî geldi. Biri diğerine: Bu benim kuyumdur. Bunu ilk defa ben açtım diyor, "fatartü" kelimesini kullanıyor idi.
Bundan maksat: Bu yüce varlık âlemini ilk defa var etmeye kadir olan, bunu tekrar yaratmaya, diriltmeye kadirdir, demektir.
"Melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı elçiler kılan..." Yani Allah Tealâ ilâhî risaletini tebliğ etmek için melekleri kendisi ile peygamberleri arasında aracı kılmıştır. Bu melekler Cebaril, Mikail, İsrafil ve Azrail'dir. Bunlar birkaç kanatlıdırlar. Bazılarının iki kanadı, bazılarının üç kanadı, bazılarının ise dört kanadı vardır. Bunlarla gökyüzünden yeryüzüne iner, yeryüzünden gökyüzüne çıkarlar.
Müslim'in İbni Mes'ud'dan rivayet ettiği sahih hadiste varid olduğuna göre: Rasulullah (s.a.) Cebrail'i görmüştü. Cebrail'in altıyüz kanadı vardı. Her iki kanadının arası doğu ile batı arası kadardı.
Bu sebeple Cenab-ı Hak şöyle buyuruyordu: "O yarattığında dilediği şeyi artırır. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir." O meleklerin yaradılışında dilediği kadar kanadı artırır. Diğer mahlukatın yaratılışında da göz güzelliği, burun güzelliği, ağız tatlılığı, ses güzelliği gibi dilediği şeyleri artırır. Zira Allah maddî ve manevî ziyadeyi yaratmada mükemmel kudret sahibidir. O hiçbir şeyden âciz kalmaz. O kudretiyle dilediği şeyi artırır.
Zührî ve İbni Cüreyc ("O, yarattığında dilediği şeyi artırır." ayetinde ses güzelliğini kastediyor, demişlerdir.[6]
Cenab-ı Hak mükemmel kudretini beyan ettikten sonra kendisinin irade, dileme ve emrinin derhal yerine geleceğini açıklamak üzere şöyle buyurdu:
"Allah'ın insanlara açacağı herhangi bir rahmeti alıkoyup tutacak hiçbir kuvvet yoktur. Tuttuğunu da, O'ndan başka salıverecek hiçbir kuvvet yoktur. O Azîz'dir, Hakîm'dir." Yani rızık, yağmur, sağlık, güvenlik, ilim, nübüvvet ve hikmet gibi Allah'ın vereceği maddî-manevî herhangi bir nimeti engelleyecek hiçbir kimse yoktur. Buna hiçbir kimse mani olamaz. O tuttuktan sonra onu hiçbir kimse salıveremez. Hayrın tamamı Onun elindedir. O neyi dilerse olur. Onun dilemediği şey olmaz. O'nun verdiğine engel olacak hiçbir güç yoktur. Onun vermediğini de hiçbir kimse veremez.
İmam Ahmed, Buhari ve Müslim, Mugîre b. Şu'be'den rivayet ediyorlar: "Rasulullah (s.a.) namazdan ayrıldığı zaman şöyle derdi: "Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur. O'nun hiçbir ortağı yoktur. Mülk yalnız O'nundur. Hamd yalnız O'na mahsustur. O, her şeye kadirdir. Allah'ım senin verdiğini engelleyecek hiçbir güç yoktur. Senin engellediğini de hiçbir kimse veremez. Senin yanında zenginlik sahibine zenginliği fayda vermez."
Müslim, Ebû Said el-Hudrî (r.a.)'den rivayet ediyor: Rasulullah (s.a.) başını rükudan kaldırdığı zaman şöyle dua ediyordu: "Semiallahü limen hamideh. Allah'ım! Ey Rabbimiz, gökler ve yeryüzü dolusu, ondan sonra dilediğin şey dolusu hamd yalnız sana mahsustur. Allah'ım. Sen sena ve şerefe ehilsin. Kulun söylediğinden daha çoğuna lâyıksın. Hepimiz senin kulunuz. Allah'ım! Senin verdiğine engel olacak hiçbir kimse yoktur. Senin engellediğini de, hiçbir kimse veremez. Senin yanında zenginlik sahibine zenginliği fayda vermez."
Bu ayetin benzeri şu ayet vardır: 'Allah sana bir zarar dokunduracak olsa, o zararı O'ndan başka hiçbir kimse kaldıramaz. Sonra bir hayır isabet ettirecek olursa, O her şeye kadirdir." (En'am, 6/17).
İmam Malik'in Muvatta'mdaki "belağ" şeklindeki rivayete göre Ebu Hureyre sabahleyin insanlara, yağmur yağmış olduğunu görünce: Lütuf sebebiyle yağmura kavuştuk, der, sonra da şu âyeti okurdu: "Allah 'm insanlara lütfedeceği herhangi bir rahmeti alıkoyup tutacak hiçbir kuvvet yoktur. "
Allah Tealâ kendisinin yaratma, rızık ve nimetlerin kaynağı olduğunu beyan ettikten sonra nimetlerini hatırlamayı ve tevhidi ikrar etmelerini emrederek şöyle buyurdu:
"Ey insanlar! Allah 'in sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Sizi gökten ve yerden rızıklandıracak Allah'tan başka bir yaratıcı mı var? O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O halde nasıl olup da (tevhidden) döndürülüyorsunuz?"
Ey insanlar! Hepiniz Allah'ın üzerlerinizdeki nimetini düşünün. Buna riayet edin. Bu nimetlerin haklarını bilmek, bu nimetleri itiraf etmek suretiyle bu nimetlerin değerini koruyun. Sadece bu nimetleri var edene ibadet ve taatte bulunun. Size gökten yağmurla, yerden bitki ve benzerleriyle rızık veren sadece O'dur. Allah'ın birliğini, O'ndan başka hiçbir ilah olmadığını ilân edin. Bunu ikrar ederseniz, bu açık ifadelerden ve berrak delillerden sonra nasıl Hak'tan, Allah'ın birliğinden ve O'na şükretmekten yüzçe-virebiliyorsunuz? Nasıl şu putlara ve heykellere tapıyorsunuz?
Birinci temel esas olan "Tevhid"in ispatından sonra Allah Tealâ ikinci esas olan "Risalet'i, kavminin Rasulünü (s.a.) yalanlamalarından dolayı O'nu teselli etmek üzere şöyle buyurdu:
"Eğer onlar seni yalanlıyorlarsa, senden önceki peygamberler de yalan-lanmışlardı. Bütün işler Allah 'a döndürülür."
Ya Muhammedi O müşrikler seni yalanlıyor ve getirdiğin tevhid hususunda onun açık deliller ve burhanlarla isbat edilmesinden sonra sana karşı çıkıyorlarsa, sen senden önceki peygamberleri örnek al. Çünkü onlar da kavimlerine apaçık gerçekler getirmişler, onlara tevhidi emretmişler, kavimleri de onları yalanlayıp muhalefette bulunmuşlardı. Sonunda hepsinin dönüşü Allah'adır. Allah bu duruma en mükemmel karşılığı verecektir. Seni sabrına karşılık mükâfatlandıracak, onları da yalanlamalarına karşılık cezalandıracaktır. [7]
Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:
1- Kudreti, nimetleri ve hikmetinden dolayı hamd ve şükre lâyık tek varlık Allah'tır. Daha önce geçmişti; bu sure Razî'nin de zikrettiği gibi "hamd" ile başlayan dört Kur'an suresinden biridir:
- En'am suresi, hamd ile derhal verilen nimete: yoktan var etmeye işaret etmektedir.
- Kehf suresi, hamd ile daha sonraki nimete: hayatı devam ettirmeye işaret etmektedir.
- Sebe suresi, hamd ile ikinci defa var etme nimetine: mahşerde toplanmaya işaret etmektedir.
- Bu surede ise hamd ile ahirette baki kalma nimetine işaret edilmektedir. Bunun delili "Melekleri elçiler kılan" ifadesidir. Yani Allah melekleri Allah Tealâ'nın kullanyla karşılaşacak elçiler kılmıştır.
2- Allah Tealâ gökleri ve yeri daha önce hiçbir örneği olmaksızın yoktan var etmiştir. Melekleri uçmak, gökyüzü ile yeryüzü arasında yükselip alçalmak için iki, üç, dört veya daha çok kanatlı kılmış, onları peygamberlere, ya da dünyada azap ve rahmet ile kullarına, ya da Razî'nin zikrettiği gibi ahirette Allah'ın kullanyla görüşmeleri için elçiler kılmıştır.
3- Allah Tealâ mahlukatında dilediği şeyi artırır. Ya meleklerinde çok kanatlar yaratmak suretiyle, ya da insanların yaradılışında maddi veya manevi ziyadelerle; meselâ, gözler, burun, ağız v.b. organlarda farklı güzellik çeşitleriyle, ses güzelliği, hat, kelâm ve telaffuz güzelliği gibi farklılıkları yaratır.
4- Allah Tealâ artırma ve eksiltme, var etme ve yok etme ve benzeri her şeyde tam kudret sahibidir.
"O yarattığında dilediği şeyi artırır." ayeti hakkında Zemahşerî şöyle demiştir: Bu ayet mutlak olup yaradılışta boy uzunluğu, şekil uygunluğu, azaların tam oluşu, cezalandırmada güçlü oluşu, aklî olgunluk, görüşlerde çeşitlilik, kalpteki cesaret, hoşgörü, dildeki, konuşmadaki parlaklık ve birtakım işleri görürken tasarrruf güzelliği ve buna benzer vasfı tam anlamıyla anlatılamayacak olan yaradılıştaki her ziyadeyi içine almaktadır.[8]
5- Allah Tealâ birine bir nimet lütfederse, hiçbir kimse bu nimete mani olamaz. Birini de bir nimetten mahrum ederse, hiçbir kimse ona o nimeti veremez. İnsanlara rahmet olarak gönderilen peygamberleri Allah'tan başkası gönderemez. Allah'ın tutup alıkoyduğu herhangi bir şeyi hiçbir kimse sahveremez.
6- İnsanlar Allah'ın üzerlerindeki nimetini koruyup kollamalı, hakkını vermeli, dil ve kalple bunları hatırlamalı ve sadece nimeti verene lâyık olduğu şekilde taat, ibadet ve senada bulunmalı, putlar ve heykellerle ilgiyi kesmeli ve onları Allah'ın ortakları saymayı reddetmelidir. Zira bu şirk koşma aklın ve medenî insanın kabul edemeyeceği batılların en batılıdır.
7- Kesinlikle hiçbir kimse rızık getiremez. Allah Tealâ gökten indirdiği yağmur, yerden bitirdiği bitki ile rızkın asıl kaynağıdır.
8- Bütün mahlukatın Allah'ın birliğini ilan etmeleri şarttır. Allah'ın birliği kâinat sayfasında, vicdanlarda, fıtratın gereklerinde ve gelişmiş akıl ölçülerinde zaten apaçıktır.
9- Akıl Allah'ın birliğini isbat ettiğine, Kur'an ve kâinat ayetleri buna delâlet ettiğine göre beşer bu açık gerçekten nasıl ayrılabilir? Nasıl mele-kût âlemini, elinde bulunanı bırakıp oyulmuş törpülenmiş taş ve maden parçalarını O'na ortak koşabilir?
10- Tevhidin ispat edilmesi, ardından risaletin ispatını ve Hz. Peygamber (s.a.)'in açık mucizelerle getirdiği yüce Kur'an'ın yüceltip ebedileş-tirdiği peygamberliğinin doğruluğunu gerekli kılar.
Eski ve yeni bazı insanlar Allah'ın Rasulünü yalanlamışlarsa, tarih boyunca da kâfirler peygamberlerini yalanlamışlardı. Bu umumi bir vakıadır. Peygambere ve ümmetine düşen görev, sabır yolunda öncekileri örnek almaktır. Kesin ve son dönüş Allah'adır. O herkese hak ettiği karşılığı verecektir. [9]
5- Ey insanlar! Şüphesiz Allah'ın vaadi haktır. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. O çok aldatıcı (şeytan) sakın sizi Allah (affeder temmenni-si) ile aldatmasın.
6- Şüphesiz ki şeytan sizin düşma-nınızdır. Siz de onu düşman edinin. O kendi taraftarlarını ancak cehennemliklerden olmaya çağırır.
7- İnkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. İman edip salih ameller işleyenler için de büyük bir ecir ve mağfiret vardır.
8- Kötü ameli kendisine şirin gösterilip de onu güzel gören kimse, güzeli güzel gören kimse gibi midir? Şüphesiz Allah dilediğini saptırır, dilediğini hidayete erdirir. O halde senin gönlün o kâfirlerden dolayı hasretle (üzüntüye kapılıp) gitmesin. Şüphesiz ki Allah onların ne yaptıklarını çok iyi bilir.
"Yudıllü: saptırır" ve "yehdî: hidayete erdirir" kelimeleri arasında tezat sanatı yapılmıştır.
"İnkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. İman edip salih ameller işleyenler için de büyük bir ecir ve mağfiret vardır." ayetinde mukabele sanatı yapılmıştır. Mukabele sanatı, tezat sanatı gibidir. Ancak mukabelede birkaç hususta karşıtlık zikredilir.
"Kötü ameli kendisine şirin gösterilip de onu güzel gören kimse, güzeli güzel gören kimse gibi midir?" ayetinde lafzın delâlet etmesi sebebiyle sorunun cevabı hazfedilmiştir. Yani bu kimse kötü amelini şirin görmeyen kimse gibi midir? demektir. Ayetin devamı bu mahzaf olan kısma delâlet etmektedir.
"Fe-lâ tegurranneküm ... Ve -lâ yegurranneküm: aldatmasın" ayetinde fiilin tekrar edilmesi suretiyle ıtnab yapılmıştır.
"Fe-lâ tezheb nefsüke: gönlün (üzüntüye kapılıp) gitmesin" ayeti helak olmaktan kinayedir. Çünkü nefis -gönül- gittiği zaman insan helak olur.
"Seıyr" ve "kebiyr" kelimelerinin sonları aynı sesi tekrarladığı için seci vardır. [10]
"Ey insanlar! Şüphesiz Allah'ın vaadi haktır." Yani Allah'ın diriliş, amellerin karşılığının verileceği, haşirde toplanılacağı ve ceza verileceği şeklindeki vaadinde cayma yoktur. "Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın." Dünya hayatından yararlanma; haşre iman etmekten, âhireti talep etmekten ve ahiret için çalışmaktan sizi alıkoymasın, dünya sizin aklınızı başınızdan almasın. "Çok aldatıcı" şeytan, günahta ısrar etmenize rağmen, Allah mağfiret eder, diye size temenniler aşılamak suretiyle "sakın sizi Allah ile" Onun yumuşak davranacağı ve mühlet vereceği gibi şeylerle "aldatmasın. "
"Şüphesiz ki şeytan sizin düşmanınızdır." Bu düşmanlık eski ve umumi bir düşmanlıktır. "Siz de" Allah'a itaat etmek suretiyle "onu" şeytanı "düşman edinin." masiyetlerde ona itaat etmeyin. Her durumda ondan sakının. "O kendi taraftarlarını ancak cehennemliklerden olmaya çağırır." Şeytan Hz. Adem'e ve zürriyetine düşman olduğu için bunların şiddetli cehennem ateşine girenlerden olmaları için, kendi taraftarlarını ve kendisi etrafında gruplaşan ve kendisine itaat eden adamlarını masiyetlere ve küfre çağırır. Bu ifade Şeytanın düşmanlığını, adamlarını nefsî arzulara tâbi olmaya ve dünyaya meyletmeye davet etme hususundaki gayesini beyan etmektedir.
"inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. İman edip salih ameller işleyenler için de büyük bir ecir ve mağfiret vardır." Bu ayet şeytanın çağrısına uyanlar için bir tehdit, ayrıca iman etme ve amel-i salih işleme suretiyle şeytana aykırı davranan kimseye günahların mağfiret edilmesi ve büyük bir ecir -cennet- verilmesi vaadi niteliğindedir.
"Kötü ameli kendisine şirin gösterilip de onu güzel gören kimse, güzeli güzel gören kimse gibi midir?" yani vehmi aklına galip gelen ve kötü amelini doğru, batılı hak, çirkini güzel gören kimse bu kötülükleri şirin görmeyen kimse gibi midir? "Şüphesiz Allah dilediğini saptırır, dilediğini hidayete erdirir." ayetinin delaletiyle cevap hazfedilmiştir. Yani Allah saptırmayı dilediği kimseyi saptırır. Hidayetini dilediği kimseyi de hidayete erdirir. "O halde senin gönlün o kâfirlerden dolayı hasretlerle üzüntüye kapılıp gitmesin." Onların sapıklıkları, küfre düşmeleri ve yalanlama üzerinde ısrar etmelerinden dolayı gönlün, üzüntüye düşmen sebebiyle helak olmasın.
"Hasret" gönlün bir şeyin kaybından dolayı endişe duyması, acı duyması demektir. "Şüphesiz ki Allah onların ne yaptıklarını çok iyi bilir." Dolayısıyla yaptıklarına karşı onlara ceza verir. Zira onların fiillerinden ve sözlerinden hiçbir şey O'na gizli kalmaz. [11]
"Kötü ameli kendisine şirin gösterilip..." ayetinin (8. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak Cüveybir, Dahhak'tan, o da İbni Abbas'tan naklediyor: "Kötü ameli kendisine şirin gösterilip de onu güzel gören kimse" ayeti, Peygamberimiz (s.a.): "Allahım! Dinini Ömer b. Hattab veya Ebû Cehil b. Hişam ile güçlendir." diye dua ettiği zaman nazil oldu. Allah Ömer'e hidayeti nasip etti. Ebu Cehil'i saptırdı. 8. ayet bu ikisi hakkında nazil oldu. [12]
Allah Tealâ birinci akîde esası olan "Tevhid" ve ikinci esas olan "Ri-salef'i beyan ettikten sonra üçüncü esas olan "Haşr, Diriliş, Hesap ve Ceza" konusunu zikretti. Bunun hiçbir şüphe olmayan bir hak olduğunu ispat etti. Şeytanın Allah'a iman hususunda insanları şüpheye düşürmek için verdiği vesveselerden sakındırdı. Daha sonra bu durumdaki insanları iki sınıfa ayırdı:
a) Kendilerine şiddetli azap verilecek olan şeytanın hizbi,
b) Kendilerine mağfiret ve büyük ecir yani cennet verilecek olan Rah-man'ın hizbi (grubu, cemaati).
Cenab-ı Hak daha sonra aslî bir meseleyi açıklamaktadır. Bu aslî mesele sapıklık ve hidayetin Allah'ın elinde olduğu gerçeğidir. Zira O, gönüllerin birincisine mi yoksa ikincisine mi daha müsait olduğunu gayet iyi bilmektedir. [13]
"Ey insanlar! Şüphesiz Allah'ın vaadi haktır. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. O çok aldatıcı (şeytan) sakın sizi Allah (affeder temennisi) ile aldatmasın."
Ey bütün beşeriyet! Şüphesiz Allah'ın diriliş ve ceza vaadi hiçbir şüphe olmayan, değişmez ve kesin bir haktır. Bu vaad hiç şüphesiz gerçekleşecektir. Dolayısıyla ahiret ameli yerine dünyanın ziynetleri, nimetleri ve lezzetleriyle oyalanma. Şeytan seni Allah affeder temennisi ile aldatmasın. Böylece sizi evhamlar ve tatlı ümitler içinde yaşatır ve size şöyle der: Allah rahmetinin genişliği sebebiyle sizi bağışlar ve sizi mağfiret eder. Neticede masiyetlerde ayağınız kayar ve aykırı davranışlar içerisinde aşırılıklara düsersiniz. Zira o şeytan çok aldatıcı, çok yalancı ve çok iftiracıdır.
Bu ayet Lokman suresinin sonundaki diğer ayet gibidir. "Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. O çok aldatıcı şeytan sakın sizi Allah (affeder temennisi) ile aldatmasın."
Allah Tealâ daha sonra şeytana aldanmamanın sebebini beyan etti. Bu sebep İblis'in Âdemoğluna düşmanlığı idi. Cenab-ı Hak şöyle buyuru-yordu:
"Şüphesiz ki şeytan sizin düşmanınızdır. Siz de onu düşman edinin." Yani şeytanın size olan düşmanlığı eskiden beri umumi ve gayet açık bir düşmanlıktır. Siz de ona açıkça düşmanlıkta bulunun. Ona muhalefet edin ve sizi aldattığı şeyde Allah'a itaat etmek suretiyle onu yalanlayın. Allah Tealâ'ya isyan olan şeylerde ona itaat etmeyin.
Allah Tealâ bundan sonra şeytanın gayesini zikrederek şöyle buyurdu:
"O kendi taraftarlarını ancak cehennemliklerden olmaya çağırır." Yani şeytan sizi saptırıp kendisiyle birlikte daimî şiddetli cehennem azabına girmeniz amacını gütmektedir.
Tirmizî, Neseî ve İbni Hıbban'ın Abdullah b. Mes'ud'dan Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Ademoğuluna şeytanın ilhamı ve meleğin ilhamı vardır. Şeytanın ilhamı kötülük işleme ve hakkı yalanlama ilhamıdır. Meleğin ilhamı ise hayır işleme ve hakkı tasdik etme ilhamıdır."
Allah Tealâ bu ayetten sonra şeytan hizbi ile Rahman hizbinin göreceği karşılıkları belirterek şöyle buyurdu:
"İnkâr edenler için şiddetli bir azap vardır." Yani Allah'ı ve Rasulünü ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenler ve şeytanın vesveselerine tâbi olanlar için cehennem ateşinde şiddetli bir azap vardır. Zira bunlar şeytana itaat etmiş ve Rahman'a isyan etmişlerdir.
"İman edip salih ameller işleyenler için de, büyük bir ecir ve mağfiret vardır." Yani Allah'ı, Rasulünü ve ahiret gününü tasdik edenler, ilâhî emirlere tâbi olma, nehiylerden kaçınma, şeytana ve nefsî arzulara muhalefet etme gibi salih ameller işleyenlere iman, amel-i salih ve hayır işleme sebebiyle günahları için mağfiret ve büyük bir ecir -yani cennet- vardır.
Cenab-ı Hak bundan sonra bu iki sınıf arasındaki farkı, kötü amel işleyenlerin iyi amel işleyenler gibi olmayacağım beyan ederek şöyle buyurdu:
"Kötü ameli kendisine şirin gösterilip de onu güzel gören kimse, güzeli güzel gören kimse gibi midir?" Yani kötülük işleyenle iyilik işleyen nasıl eşit olabilir? Şeytanın şirin göstermesi ve çirkini güzel göstermesi sebebiyle çok iyi yaptıklarına inanarak küfür, putperestlik ve isyankârlık gibi kötü ameller işleyen bu suçlu kâfirlerin hidayet üzere olan ve hak üzere olduklarını gayet iyi bildikleri kimseler gibi olabilir mi? Kötü ameli kendisine şirin gösterilen kimse ifadesiyle anlatılmak istenen, Kureyş kâfirleri ve benzerleridir.
Bunun sebebi Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu şu hakikattir: "Şüphesiz Allah dilediğini saptırır, dilediğini hidayete erdirir." Yani Allah'ın bu hususta sonsuz hücceti ve tam ilmi olduğu için gönüllerin hayra mı, şerre mi daha müsait olduğunu bilmesine bağlı olarak Allah saptırmayı dilediği kimseyi saptırır. Hidayetini dilediği kimseyi de hidayete erdirir.
Allah Tealâ kavminin küfür üzerinde ısrar etmelerine üzülmesinden dolayı Rasulünü teselli ederek şöyle buyurdu:
"O halde senin gönlün o kâfirlerden dolayı üzüntüye kapılmasın. Şüphesiz ki Allah onların ne yaptıklarını çok iyi bilir."
Yani onların iman etmemelerinden, küfürde ısrar etmelerinden ve dalâlet üzerine devam etmelerinden dolayı nefsini helak etme, üzülme, gamlanma. Allah onların durumlarını ve onların kabiliyetlerini gayet iyi bilir. Onların işledikleri münker ve çirkin fiilleri gayet iyi bilir. Ona hiçbir şey gizli kalmaz. Dolayısıyla onlara hakettikleri cezayı verecektir. Bu yeterli bir tehdittir, eğer bu ayetin boyutlarını ve manalarını idrak ederlerse, bunun son derece caydırıcı bir hüküm olduğunu idrak etmiş olurlar.
Bu ayetin benzerleri çoktur. Bunlardan biri Cenab-ı Hakk'ın şu kavlidir: "(Ya Muhammedi) Demek onlar sana indirdiğimiz bu Kur'an'a inan-mayıp davetinden yüzçevirmelerine üzülerek, arkalarından kendini âdeta mahvedeceksin." (Kehf, 18/6). Bir diğer ayet ise şudur: "(Ey Muhammedi) iman etmiyorlar, diye nerdeyse kendini mahvedeceksin." (Şuara, 26/3). [14]
Bu ayetler aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:
1- Allah Tealâ diriliş ve haşri ispat etme delilini açıkladıktan sonra itikat hususunda umumi bir prensip zikretti. Bu prensip şudur: Diriliş, sevap ve ceza haktır, bunda hiçbir şüphe yoktur. Mutlaka meydana gelecektir.
2- İslâm'ın köklü akidesi hususundaki bu uhrevî bakışın ışığında dünya ve dünyanın ziynetleri insanı ahiret için çalışmaktan alıkoymamak ve şeytanın vesveselerine aldanmamahdır. Zira o çok iftiracı, çok yalancıdır.
Said b. Cübeyr diyor ki: Dünya hayatına aldanmak insanın ahiret ameli yerine dünyanın nimetleri ve lezzetleriyle meşgul olup nihayet "Keşke -ebedî- hayatım için birşeyler takdim etseydim..." (Fecr, 89/24) demesidir.
3- Şeytanın insana olan düşmanlığı eskiden beri devam etmektedir. Dolayısıyla şeytandan sakınmak ona düşman olmak ve ona itaat etmemek gerekir.
Şeytanın düşmanlığının delili: Babamız Hz. Âdem'i cennetten çıkarması, insanoğlunu saptırmakta ısrarlı oluşu ve "Onları mutlaka saptıracağım. Onlara birtakım kuruntular aşılayacağım." (Nisa, 4/119) ifadesiyle, "Senin doğru yolunda oturacağım. (Onların önünü keseceğim.) Sonra onların önlerinden arkalarından ... sokulacağım." (A'raf, 7/16-17) ifadesiyle bu saptırma konusundaki amaç ve ısrarını açığa vuruşudur.
4- Şeytanın insana düşman olduğuna delâlet eden hedefi, kendisiyle birlikte alevi şiddetli cehennem ateşinde olmaları için kendi cemaatini, yani kendi taraftarlarını ve adamlarını davet etmesidir.
5- Kötülük işleyen kimse ile iyilik işleyen kimse arasında açık fark vardır. Şeytanın kötü amelini kendisine şirin gösterip de şeytana itaat eden kimse ile Allah'ın kendisine hayrı gösterip de Allah Tealâ'mn emirlerine tâbi olan kimse eşit sayılamaz.
Birinci grup Yahudi, Hristiyan, Mecusî, heykelperest, putperest v.b. bütün kâfirleri içine almaktadır.
6- Allah'ın her insanla ilgili ezelî tam ilmi ve insanın hayra mı, şerre mi daha müsait olduğuna dair ilmi sebebiyle saptırma ve hidayet verme Allah'tandır.
7- Allah Tealâ kâfirlerin küfürlerindeki ısrarından dolayı Rasulünün kendisini helak edecek kadar üzülmesini istememektedir.. Zira Allah onların çirkin fiillerini gayet iyi bilir. Yaptıklarından dolayı onları cezalandıracaktır.[15]
9- Rüzgârları gönderip bulutları harekete geçiren Allah'tır. Sonra biz o bulutları ölü bir ülkeye süreriz de, onunla ölümünden sonra toprağı yeniden diriltiriz. İşte kıyamet günü tekrar dirilme de böyledir.
10- Kim izzet istiyorsa, (bilsin ki) izzet tamamen Allah'ındır. Güzel sözler O'na yükselir. Güzel sözleri de salih amel yükseltir. Müminlere kötülük yapmak için tuzak kuran kimselere şiddetli bir azap vardır. Boşa
çıkacak olan da onların tuzağıdır.
11- Allah sizi topraktan, sonra bir nutfeden yarattı. Sonra da sizi çift «?ift yaptı. O'nun bilgisi olmadan hiçbir dişi ne gebe kalabilir, ne de doğurabilir. Bir canlının ömrünün uzatılması da, ömrünün kısaltılması da mutlaka kitapta yazılıdır. Şüphesiz ki bu, Allah'a çok kolaydır. [16]
"Rüzgârları gönderip bulutları harekete geçiren Allah'tır. Sonra biz o bulutları ölü bir ülkeye süreriz... "ayetinde azamete işaret etmek için üçüncü şahıstan birinci şahsa geçiş, "iltifat" sanatı yapılmıştır.
"Tahmilü: gebe kalır" ve "tedaü: doğurur" kelimeleri arasında tezat sanatı yapılmıştır. Aynı şekilde "yuammer: ömrü uzatılır" ve "yünkasu min umurihî: ömrü kısaltılır" ifadeleri arasında da tezat sanatı vardır. [17]
"Rüzgârları gönderip" yokluktan var edip salıveren "bulutları harekete geçiren" yürütüp hareket ettiren "Allah'tır."
"Sonra biz o bulutları ölü bir ülkeye süreriz de" "beledin meytin" ya da "meyyitin" ölü belde, yani bitki bulunmayan belde demektir. Bazıları ise "meyt" kelimesinin ölmüş olan manasında, "meyyit" ve "mâit" kelimelerinin ise, henüz ölmeyen manasında olduğu görüşündedirler. "... onunla ölümünden sonra" kuruduktan sonra "toprağı yeniden diriltiriz." Yağmurla ekin ve ot bitiririz. "İşte kıyamat günü tekrar dirilme de böyledir." Neşeral-lahu'l-meyyite ve enşerehu: Allah ölüyü diriltti, demektir.
"Kim izzet" şeref, itibar ve kudret "istiyorsa, izzet tamamen Allah'ındır. " Bunu Allah nezdinden talep etsin. Zira dünya ve ahirette bütün izzet Allah'a aittir. İzzet ve şerefe ancak O'na itaatle ulaşılabilir. O halde izzet isteyen kimse Allah'a itaat etsin. "Güzel sözler O'na yükselir." ifadesi mecaz olup bununla Allah'ın bunu kabul etmesi, ya da bunu bilmesi murad edilmektedir, "el-kelimü't-tayyib": Lâ ilahe illallah, kelime-i tevhididir. Allah'ı zikretmek; iyiliği emretme, kötülüğe mani olma, Kur'an tilâveti, dua ve benzeri her güzel sözdür. "Güzel sözleri de salih amel yükseltir." Nitekim güzel sözler, ancak salih amelle birlikte kabul edilir. "el-Amelü's-salih" ihlâsla yapılan amel demektir. "Yerfeuhü", onu kabul ettirir. "Müminlere kötülük yapmak için tuzak kuran kimselere" yani Darü'n-Nedve'de, Enfal suresinde belirtildiği şekilde Rasulullah (s.a.)'in tutuklanması, öldürülmesi veya Mekke'den çıkarılması gibi Hz. Peygamber'e komplo ve tuzak kurulması yahut müminlerin amellerinde kendilerinin Allah'a itaatkâr olduklarını göstermek için gösteriş yapmaları gibi kötü amel işleyen kimselere "şiddetli bir azap vardır. Boşa çıkacak olan da", hükümsüz olan, bozuk olan ve geçerli olmayan da "onların tuzağıdır." "Yebûr" kelimesi helak ma-nasındaki "bevâr" kelimesindendir.
"Allah sizi" yani babanız Adem'i "topraktan, sonra da" Adem'in neslini "bir nutfeden" meniden "yarattı. Sonra da sizi çift çift" kadın-erkek "yaptı. O'nun bilgisi olmadan hiçbir dişi ne gebe kalabilir, ne de doğurabilir." Yani hiçbir şey O'nun ilmi ve tedbiri dışında kalamaz. "Bir canlının ömrünün uzatılması da, ömrünün kısaltılması da mutlaka kitapta" yani kişinin Levh-i Mahfuz'daki sayfasında "yazılıdır." İnsanlar arasında yaygın olan örf ve âdete göre hiçbir kimsenin ömrü artmaz ve uzamaz, hiçbir kimsenin ömrü de eksiltilmez. Ömrün uzatılması ve eksiltilmesi bunu gerektiren sebepler dolayısıyla, ancak Allah'ın kaza ve kaderiyle olur. Akraba ziyareti ömrün uzaması sebeplerindendir. Allah'a karşı çok masiyet işlemek ömrü kısaltan sebeplerdendir. "Şüphesiz ki bu, Allah'a çok kolaydır." Bu hususta hiçbir şey O'na zor değildir. [18]
Cenab-ı Hak kıyamet günü kâfirlerin şiddetli azabından, müminlerin mağfiret ve büyük ecrinden haber verdikten sonra, öldükten sonra dirilişe delil olarak toprağın ölümünden sonra diriltümesini, insanın yaratılmasını önce toprak, sonra nutfe ve daha sonra kâmil bir insan oluşunu ve ömrün uzatılıp kısaltılmasını zikretti. [19]
Allah Tealâ Hac suresinin başında olduğu gibi çoğunlukla tekrar yaratılma ve dirilişe, toprağın ölümünden sonraki dirilmesini delil olarak zikretmektedir. Burada da şöyle buyurmaktadır:
"Rüzgârları gönderip bulutları harekete geçiren Allah'tır. Sonra biz o bulutları ölü bir ülkeye süreriz de, onunla ölümünden sonra toprağı yeniden diriltiriz. İşte kıyamet günü tekrar dirilme de böyledir."
Yani öldükten sonra dirilmenin mümkün olduğuna ve bunun Allah Te-alâ'nın kudretinde olduğuna maddi ve gözle görülür delil şudur:
Allah rüzgârları gönderir, dilediği yere doğru bulutları harekete geçirir. Bu bulutları hiçbir bitki bulunmayan ölü bir beldeye sürer. Oraya yağmur indirir, yeryüzü de kurumuş halinden sonra bitki ile canlanır, çorak bir toprak iken ekinli, ağaçlı yemyeşil bir toprak haline gelir. Diriliş de aynen böyle olacaktır. Yani Allah ölümünden sonra yeryüzüne canlılık verdiği gibi, ölümlerinden sonra kullarını da diriltir. İşte diriliş budur.
Ebî Rezîn'in naklettiği bir hadis-i şerîf şöyledir: Peygamberimiz
(s.a.)'e:
— Ya Rasullallah! Allah ölüleri nasıl diriltir? Bunun mahlûkatında delili nedir? diye sordum. Buyurdular ki:
— Ya Ebâ Rezîn! Kavminin vadisini önce çorak iken, sonra yemyeşil titrediği halde hiç görmedin mi?
— Evet, dedim. Buyurdu ki:
— Allah ölüleri işte böyle diriltir.
Allah Tealâ daha sonra kâfirleri Allah'a itaatten alıkoyan, kâfirlerin gurur ve kibir duygularını kınayarak şöyle buyurdu:
"Kim izzet istiyorsa, izzet tamamen Allah'ındır." Yani kim şeref, itibar ve yücelik istiyorsa Allah'a itaatle şeref kazansın. Bunu başkasından değil, Allah'tan talep etsin. Zira izzet ve şerefin kaynağı Allah'tır. O dilediğine izzet bahşeder.
Bu ayet putlara tapmak, rasullere itaat etmemek ve onlara uymamak suretiyle izzet ve itibar talep eden kâfirleri reddetme niteliğinde olup sanki şöyle buyurulmaktadır: Siz bu inkarcılıkla gerçekte izzet ve itibar kazanmak istiyorsanız, bunun tamamı Allah'a aittir. Kim O'na boyun eğerse, o kimse azizdir, değerlidir. Kim de O'na karşı onurlu, kibirli olursa, o kimse zelildir, alçaktır.
Bu ifade aynen şu ayet gibidir: "İzzet ve şeref Allah'ın, Rasulünün ve müminlerindir. Fakat münafıklar bilmezler." (Münafikun, 63/8).
Kur'an müşriklerin putlara tapmakla izzet ve şerefe nail olmayı arzu ettiklerini anlatarak şöyle buyurmaktadır: "Kâfirler kendilerine bir izzet ve itibar sağlamak için Allah'tan başka ilahlar edindiler." (Meryem, 19/81).
Müşriklere gelince onlar izzet ve şerefi kâfirlerin yanında arıyorlardı. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinenlerdir. Onlar izzet ve şerefi kâfirlerin yanında mı arıyorlar?" (Nisa, 4/139).
Cenab-ı Hak daha sonra, biz görmediğimiz ve yanma gidemediğimiz kimseye tapmayız, diyen kâfirlere cevap olmak üzere bazı izzet ve şeref alâmetlerini tavsif ederek şöyle buyurdu:
"Güzel sözler O'na yükselir. Güzel sözleri de salih amel yükseltir." Yani siz Allah'a ulaşamasanız da, O sizin sözlerinizi duyar. Tevhid, zikir, emr bi'1-maruf, nehy ani'l-münker, dua, Kur'an tilaveti gibi güzel sözleri kabul eder. Zikirlerin en faziletlisi: "Sübhanallahi velhamdülillahi, velâilâhe il-lallahu, vallahu ekber" zikridir.
Salih amel güzel sözleri yükseltir. Nitekim güzel sözler ancak salih amelle birlikte kabul edilebilir. Amelin salih olması amelde ihlâslı olmak demektir. Dolayısıyla namaz, oruç, zekât ve benzeri hayırlı ameller Allah için değil de insanlara gösteriş için yapılırsa, Allah bu amelleri kabul etmez.
İbni Abbas diyor ki: Güzel söz, Allah Tealâ'yı zikretmektir. Bununla Allah'a ulaşılır. Salih amel ise, farzları eda etmektir.
Allah Tealâ gösterişçilerin amellerini kabul etmeyeceğini bildirerek şöyle buyurdu:
"Müminlere kötülük yapmak için tuzak kuran kimselere şiddetli bir azap vardır. Boşa çıkacak olan da, onların tuzağıdır."
Yani Hz. Peygamber (s.a.)'i öldürmek ya da müslümanlan zayıflatmak için komplo kurmak gibi dünyada kötülükler, hileler işleyen ve Allah nez-dinde buğz edilen kimseler oldukları halde amelleriyle gösteriş yapan, başkalarına kendilerinin Allah Tealâ'ya itaat içinde oldukları intibaını veren kimseler için son derece şiddetli ceza verilecektir.
Bu bozguncu yalancıların tuzağı boşa çıkacak ve infaz edilemeyecektir. Zira bütün işler kaderle takdir edilmiş olup tuzak ve hile ile değişmez. Zira gösterişçinin durumu derhal açığa çıkar, gösterişçi ancak ahmak kimseyi kandırabilir. Ferasetli müminler ise bundan hiç etkilenmeyeceklerdir. Bilakis gösterişçilerin durumunu derhal anlayacaklardır. Gaybı bilen Allah'a hiçbir şey gizli kalmaz. O, gösterişi en şiddetli azapla cezalandırır.
Allah Tealâ daha sonra canlarının yaratılması suretiyle dirilişin mümkün olduğunu bildiren bir başka delil zikrederek şöyle buyurdu:
"Allah sizi topraktan, sonra da bir nutfeden yarattı. Sonra da sizi çift çift yaptı." Yani Allah ilk insanı, babamız Âdem'i topraktan yarattı. Sonra da onun neslini değersiz bir sudan yarattı. Sürekli ve peşpeşe yaratılan insanların yaratılışını nutfeden (meniden), nutfeyi gıdalardan, gıdaları da su ve topraktan meydana getirdi. Daha sonra da insanları erkek ve dişi olarak çeşitli sınıflar halinde kıldı. Bu topraktan canlı bir hücreye, sonra da gayet güzel bir insan şekline dönüşüm hayatın ikinci defa gerçekleşmesi demek olan dirilişin mümkün olduğuna dair kesin bir delildir. Tekrar hayat verme insanların anlayışına göre ilk yaratmadan daha basittir. Ama Allah'a göre ikisi de aynıdır.
Bu "kudret" sıfatının delilidir. Allah Tealâ bunun ardından mükemmel ilim sahibi olmaya dâir delili zikretmek üzere şöyle buyurdu:
"O'nun bilgisi olmadan hiçbir dişi ne gebe kalabilir, ne de doğurabilir." Şüphesiz ki Alllah dünyada herhangi bir dişinin hamile kalacağını bilir. Ona, bundan hiçbir şey gizli kalmaz. Nitekim O, doğum vaktini, yerini ve şeklini de gayet iyi bilir.
Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Her dişinin taşıdığını, rahimlerin neyi azaltıp neyi çoğalttığını Allah bilir. Allah katında her şey bir ölçüye tâbidir. O gizliyi de, açığı da bilendir. Uludur, yüceler yücesidir." (Ra';d, 13/8-9).
"Bir canlının ömrünün uzatılması da, ömrünün kısaltılması da mutlaka kitapta yazılıdır."
Ayette ömrü uzatılacak olması sebebiyle, "muammer: uzun ömürlü" ifadesi kullanılmıştır. Yani bir kişinin ömrünün uzatılacak olması, ya da herhangi bir kimsenin ömrünün kısaltılacak olması her insanın Levh-i Mahfuz'daki sayfasında yazılıdır. İster uzun ömürlü, ister kısa ömürlü olsun insanın ömrü ne artabilir, ne de eksilebilir. Ömrün uzatılması da kısaltılması da sadece Allah'ın bildiği ezelî sebeplerle Allah'ın kaza ve kaderidir.
Buhari, Müslim ve Ebu Davud'un Enes b. Malik (r.a.)'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim rızkının genişlemesini ve ömrünün uzamasını istiyorsa, akrabalarını ziyaret etsin."
"Şüphesiz ki bu, Allah'a çok kolaydır." Dünyanın bu düzenli sistemi Allah için çok kolay ve basittir. Toplu ve tafsilatlı olarak bunlara ait ilim O'nun nezdindedir. Zira O'nun ilmi bütün mahlukatı kaplamaktadır. Bunlardan hiçbir şey O'na gizli kalmaz. [20]
Bu ayetlerden aşağıdaki hususlar çıkarılmaktadır:
1- Dirilişin meydana gelmesinin mümkün oluşu. Zira Allah her şeye kadirdir. O'nun dirilişe doğrudan ve maddî olarak delâlet eden kudretinin alâmetlerinden biri, toprağın kuruması ve içindeki ekin ve bitkilerin kuruyup gitmesinden sonra yağmurla canlandırılması; yeşillikler, bahçeler, bitkiler, değişik renk, çeşit ve tatlardaki meyvelerle kaplanmasıdır.
Ölümden bu şekilde bir hayata geçiş mümkün olduğu gibi mahlûkatm diriltilmesi de mümkündür. Ölülerin diriltilmesi ve kendilerine ölümden sonra tekrar hayat verilmesi aynen ölü arazinin canlandırılması gibidir.
2- İnkarcılık, mal, çocuklar, mevki, itibar ve nüfuzla onur ve gurur duyma aldatıcı bir seraptır. Kim dünya ve ahirette hiçbir zillet bulunmayan izzet ve şeref istiyorsa, bu kimse Allah'a itaat etmeli ve hiçbir ortak koşmadan sadece O'na ibadet etmelidir. Zira izzet ve şerefin kaynağı Allah Tealâ'dır. O dünya ve ahirette dilediğini aziz kılar, dilediğini zelil kılar.
Rasulullah (s.a.): "Kim izzet ve şeref istiyorsa, izzet ve şeref tamamen Allah'ındır." ayetini tefsir etmek üzere şöyle buyurdu: "Kim dünya ve ahi-retin izzetini istiyorsa Aziz olana -Allah'a- itaat etsin."
Buna göre kim büyük kazanca nail olmak ve izzet yurduna girmek için izzet ve şeref istiyorsa -izzet tamamen Allah'ın olduğu için- izzetle Allah'ı ve O'nunla izzet bulma maksadını taşısın. Çünkü kul ile onur ve gurur duyanı Allah zelil kılar. Allah ile izzet ve şeref duyanı Allah azîz kılar.
3- Kelime-i Tevhid, zikir, dua, Kur'an tilâveti gibi güzel sözler Allah Te-alâ'nın kabul edeceği kelimelerdir. İbni Abbas ve başkalarının belirttiği gibi bu güzel sözleri Allah katına salih amel yükseltir. Nitekim güzel sözler ancak salih amelle kabul edilebilir. Amelin salih olması ise ihlâslı olmasıdır.
Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "Allah bir sözü ancak amelle kabul eder. Söz ve ameli ise ancak niyetle kabul eder. Söz, amel ve niyeti ise ancak sünnete uygun olması sebebiyle kabul eder.[21]
İbn-i Abbas'ın bu sözü, Ehl-i Sünnet itikadı ile çeliştiği ve kendisinden sahih bir senedle rivayet edilmediği gerekçesiyle reddedilmiştir.
Kurtubî diyor ki: Doğru olan şudur: Farzları terkeden isyankâr kişi Allah'ı zikredip güzel söz söylerse bu, o kimse için yazılır ve kabul edilir. İşlediği güzel ameller o kimsenin lehine, kötülükler aleyhine yazılır. Allah Tealâ şirkten sakınan herkesin amelini kabul eder. Ayrıca güzel sözler de salih ameldir. Ancak güzel sözleri (Allah katına) amel yükseltir, diyen kimsenin bu sözü, bu sözlerin yükselişini artırır, amelle birlikte olduğunda bu sözün yerini güzelleştirir şeklinde tevil edilirse, doğru olabilir. Nitekim namaz, oruç gibi amellerin sahibinin bu amelleri esnasında güzel dualar ve Allah Tealâ'nın zikri de bulunursa bu ameller daha şerefli olur. Buna göre "Güzel sözleri salih amel yükseltir." ifadesi bir öğüt, nasihat ve amele teşvik niteliğindedir. Tevhid ve teşbih gibi aslında birer amel sayılan güzel sözler ve dualar makbuldür.[22]
4- Amellerinde gösteriş yapanlarla dünyada kötü tuzaklar kuranlara cehennem ateşinde şiddetli bir azap vardır. Onların tuzağı boşa çıkacak ve geçerli olmayacaktır.
5- Dirilişin mümkün olduğuna bir başka delil, nefislerin durumları ve merhaleleridir. Allah Tealâ insanın aslını topraktan yarattı. Sonra nutfeyi yaratılış sebebi kıldı. Böylece âlemin sonuna kadar dünyada hayatın devam etmesi için erkekle dişi arasında izdivaç meydana gelmektedir. Dolayısıyla Allah'ın bilgisi olmaksızın hiçbir hamilelik ve doğum olamaz ve hiçbir şey Onun tedbirinin dışında kalamaz.
6- Ömürler de rızıklar gibi her insanın sayfasında takdir edilip belirlenmiş olup ne artar, ne de eksilir. Ömrün uzaması, sıla-i rahim gibi sebeplerledir. Bu durum Allah'ın ilminde nihaî sıfatıyla ömrün takdir edilmesine dahildir. Yani şöyle yorumlanabilir: Levh-i Mahfuz'da falanın ömrü şu kadar senedir. Eğer akrabasını ziyaret ederse, ömrüne şu kadar sene ilave edilir. Ve yine Levh-i Mahfuz'un bir başka yerinde de onun akrabasını ziyaret edeceği beyan edilmiştir. Dolayısıyla ikinciyi görmeyip sadece birinci takdiri gören bunun ziyade veya eksiklik olduğunu zannedecektir.
7- Bu âlemin eşsiz nizamı, amellerin ve ecellerin yazılması Allah için hiç de zor değildir. Bu kolay, basit ve önemsizdir. Zira Allah'ın ilmi mutlak olup beşerin ilmi gibi nisbî değildir, sınırlı olmayıp kapsamlıdır, özel bilgi olmayıp geneldir. Geçmişi de, şimdiki zamanı da, geleceği de içine almaktadır. [23]
12- Şu iki deniz bir olmaz: Birinin suyu tatlı, kandırıcı ve içimi kolaydır. Diğeri ise tuzlu ve acıdır. Her-birinden taze balık eti yersiniz, takındığınız ziynet eşyası çıkarırsınız. Gemilerin o suları yara yara gittiğini görürsünüz. Bu da Allah'ın lutfuyla rızık aramanız ve şükretmeniz içindir.
13- Allah geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katar. Güneş ve aya O buyurur. Herbiri belirli bir zamana kadar hareket eder. İşte bu, Rabbiniz Allah'tır. Mülk yalnız O'nundur. O'nu bırakıp taptıklarınız bir hurma çekirdeğinin kabuğuna bile sahip değildirler.
14- Eğer onları çağırırsanız, sizin çağrınızı duymazlar. Duysalar bile size cevap vermezler. Kıyamet günü de sizin şirk koştuğunuzu inkâr ederler. Her şeyden haberdâr olan (Allah) gibi sana haber veren olmaz.
"Birinin suyu tatlı, kandırıcı" "Diğeri ise tuzlu ve acıdır." ifadeleri arasında mukabele sanatı yapılmıştır. Mukabele aynen tezat sanatı gibidir, ancak mukabele birden çok şey arasında yapılır. [24]
"Şu iki deniz bir olmaz: Birinin suyu tatlı, kandırıcı," susuzluğu gidericidir, "içimi kolaydır." yutulması kolaydır. "Diğeri ise tuzlu ve acıdır." Son derece tuzludur. Bu ayet müminle kâfir için verilen bir örnektir. Bu iki suyun "Herbirinden taze balık eti yersiniz," tuzlu sudan "takındığınız ziynet eşyası çıkarırsınız." Zeccac diyor ki: Ziynet eşyası bu iki suyun karıştığı yerlerden çıkarılır. Buradaki "hılye: ziynet eşyası" inci ve mercandır. Hılye aslında bilezik ve yüzük gibi takınılan her çeşit süs eşyası demektir. "Gemilerin" her iki denizde "o suları yara yara" aynı rüzgârla gelip "gittiğini görürsünüz. Bu da Allah'ın lutfuyla" ticaret ve nakliyatla "rızık aramanız ve" Allah'ın size verdiği bu nimetlerden dolayı Allah'a "şükretmeniz içindir."
"Allah geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katar." Birinden eksilttiği zaman diğerinin müddetini artırır. "Güneş ve aya O buyurur." O hareket ettirir. "Herbiri belirli bir zamana kadar hareket eder." Güneş ve aydan her ikisi de kendi yörüngesinde dönüş müddetince ya da yörüngesinin sonuna kadar, bir başka görüşe göre kıyamet gününe kadar seyrederler. "İşte bu" fiilleri yerine getiren "Rabbiniz olan Allah'tır. Mülk yalnız O'nundur." O yaratan, takdir eden, her şeye gücü yeten, muktedir olan, bütün âlemin sahibi ve bu âlemde tasarrufta bulunandır. "Onu bırakıp taptıklarınız" O'nun dışında tapındığınız putlar "bir hurma çekirdeğinin kabuğuna bile sahip değildirler." Kıtmîr: Çekirdek zarıdır. Yahut çekirdeğin üzerinde olan ince beyaz kabuktur. Bu ayet Allah'ın ulûhiyet ve rububiyette tek olduğunun delilidir.
"Eğer onları çağırırsanız, sizin çağrınızı duymazlar." Çünkü onlar cansızdırlar. Farzedelim ki "Duysalar bile size cevap vermezler. Kıyamet günü de sizin şirk koştuğunuzu inkâr ederler." Sizin kendilerini Allah'a şirk koştuğunuzu, sizin o putlara taptığınızı reddederler. Ayetin manası: Onlar sizden ve sizin kendilerine tapınmanızdan uzak olduklarını iddia ederler, kendilerini temize çıkarırlar. "Her şeyden haberdar olan (Allah) gibi sana haber veren olmaz." Bu durumu ya da dünya ve ahiret halini her şeyden gayet haberdar olan, herşeyi gayet iyi bilen Allah gibi hiçbir haber verici sana haber veremez. [25]
Allah Tealâ diriliş ile ilgili delilleri ortaya koyduktan sonra, bu ayetlerde birliğine ve muazzam kudretine delâlet eden aynı cinsten, ama farklı yararları olan su, gece, gündüz, ay ve güneş gibi şeyleri yaratmak şeklindeki delil ve burhanları zikretmektedir.
Bunun ardından hiçbir şeye sahip olamayan, hiçbir duayı işitmeyen, hiçbir çağrıya cevap veremeyen ve kıyamet günü dünyada kendilerine tâbi olanlardan berî olduklarını söyleyecek olan putlara tapan kimselere cevap verilmektedir. [26]
Cenab-ı Hak çok çeşitli şeyler yaratma hususundaki muazzam kudretine dikkat çekerek, iki denizin farklı farklı oluşu hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Şu iki deniz bir olmaz: Birinin suyu tatlı, kandırıcı ve içimi kolaydır. Diğeri ise tuzlu ve acıdır."
Müfessirlerin çoğunluğu bu ayetten muradın küfür ve iman, yahut kâfirle mümin hakkında bir örnek olduğu, biri tatlı ve kandırıcı, diğeri tuzlu ve acı iki denizin bir olmaması gibi güzellik ve yarar hususunda imanla küfrün eşit olmayacağı görüşündedirler.
Razî diyor ki: Tercih edilen görüşe göre bu ayetten murad Allah Te-alâ'nm kudretine delâlet eden bir başka delilin zikredilmesidir. Zira iki deniz şeklen bir olmakla birlikte suyun tadı itibariyle farklı farklıdır. Çünkü birinin suyu tatlı ve kandırıcı, diğeri ise tuzlu ve acıdır.
Ayetin manası şudur: İki deniz gerçekte bir olmaz, birbirine benzemez. Biri tatlı ve kolay içimli sudur. Bu su çeşitli bölgelerde bulunan nehirlerdir. Diğer su ise tuzlu ve acıdır. Bu da içinde büyük gemilerin seyrettiği deniz suyudur.
Bu konuda iki su farklı olmakla beraber taze balık eti ve ziynet eşyası çıkarmakta birbirine benzemektedirler. Birbirine şeklen benzeyen iki şeyde farklılıklar ve birbirinden farklı şeylerde benzerlik var eden elbette kudret sahibi ve irade sahibi Allah'tan başkası olamaz.
Allah Tealâ buyuruyor ki: "Herbirinden taze balık eti yersiniz, takındığınız ziynet eşyası çıkarırsınız." Yani bu iki çeşit suda da balık avlanır ve her ikisinden de takınılacak ziynet eşyası -inci ve mercan- çıkartılır. Nitekim Cenab-ı Hak bi*- başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Her iki sudan inci ve mercan çıkar. O halde siz ey insanlar ve cinler, ne diye Rabbinizin nimetlerini yalanlıyorsunuz?" (Rahman, 55/22-23).
"Gemilerin o suları yara yara gittiğini görürsünüz. Bu da Allah'ın lut-fuyla rızık aramanız ve şükretmeniz içindir." Ey bu duruma bakan kişi! Sen gemilerin denizde gidip gelirken, gıda ve ticaret eşyalarını bir bölgeden diğer bölgeye taşırken suları yardıklarını görürsün. Bu sizin yolculuklarınızda ülkeler arasındaki ticaretle Allah'ın lutfunu talep etmeniz ve Allah'a şükretmeniz içindir. Ya da bu büyük denizleri sizin emrinize vermesinden ve size çeşitli nimetler lütfetmesinden dolayı Rabbinize şükreden kullar olmanız içindir. Zira siz denizde dilediğiniz gibi tasarrufta bulunuyorsunuz. Dilediğiniz yere hiçbir engel ve mani olmaksızın gidiyorsunuz. Hatta o ilâhî kudretiyle lütuf ve rahmetinden göklerde ve yerde bulunan her şeyi sizin emrinize verdi.
Cenab-ı Hak tam kudretine delâlet eden zamanların farklı farklı oluşu şeklindeki delili zikrederek şöyle buyurdu:
"Allah geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katar." Birini diğerine ilâve eder, dolayısıyla ilâve edilen daha uzun olur. Birinden eksiltmek suretiyle diğerinin zamanını artırır. Biri uzarken, diğeri kısalır. Sonra yaz ve kışa göre birbirinden alıp verirler.
"Güneş ve aya O buyurur. Herbiri belirli bir zamana kadar hareket eder." Güneş, ay ve diğer gezegenleri ve sabit yıldızları iradesi ve kudretiyle
O yürütür. Herbiri belirli bir ölçü, çizilmiş bir programla ve çerçevesi ya da son noktası belirli bir müddet zarfında hareket eder. Böylece senelerin sayısını ve hesabı öğrenirsiniz. Yine şöyle buyurulmaktadır: "Herbiri belirli bir müddete kadar -yani kıyamet gününe kadar- hareket eder."
"işte bu, Rabbiniz Allah'tır. Mülk yalnız O'nundur." Göklerin ve yerin yaratılması, insanın topraktan yaratılması v.b. şeyleri yapan kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan yüce Rabdir. O tam mülkün, mükemmel kudretin ve mutlak hakimiyetin sahibidir. Onun dışındaki herkes, O'nun kuludur.
Allah Tealâ daha sonra bunun karşılığında ulûhiyet sıfatına aykırı olan hususları beyan etmek üzere şöyle buyurdu:
"O'nu bırakıp taptıklarınız bir hurma çekirdeğinin kabuğuna bile sahip değildirler." Yani Allah'a yakın meleklerin suretleri olduğunu iddia ettiğiniz put ve heykeller şu hurma çekirdeğinin kabuğu, ince zarı kadar basit bile olsa, göklerde ve yerde hiçbir şeye sahip değildirler.
Daha sonra da müşriklerin, putlara tapmakta şeref vardır, şeklindeki sözlerinin geçersiz olduğunu ve putların aciz, zayıf ve hakir olduklarını beyan ederek şöyle buyurdu:
"Eğer onları çağırırsanız, sizin çağrınızı duymazlar. Duysalar bile size cevap vermezler." Yani Allah'ı bırakıp da taptığınız bu sahte tanrılara yaka-rırsanız, onlar sizin yakarışınızı duymazlar. Çünkü putlar cansız olup hiçbir şey işitmezler. İşitseler bile âciz oldukları için sizin istediğiniz hiçbir faydayı temin edemezler. Putlar zarar veremez, fayda temin edemez ve size yarar sağlayamazlar. O halde onlara nasıl tapıyorsunuz?
"Kıyamet günü de sizin şirk koştuğunuzu inkâr ederler." Yani sizin yaptıklarınızın gerçek olduğunu kabul etmezler. Size kendilerine tapmanızı emrettiklerini, yahut tapınmanızı kabul ettiklerini inkâr ederler, sizden beri ve uzak olduklarını ifade ederler.
Nitekim bir başka ayette Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Allah'ı bırakıp da kendilerine kıyamet gününe kadar hiçbir cevap veremeyecek şeylere tapanlardan daha sapık kimdir? Halbuki tapındıkları şeyler onların yalvarmalarından habersizdirler. Kıyamet günü insanlar, hesap vermek üzere toplandıkları zaman, dünyada tapındıkları şeyler kendilerine düşman kesilir ve onların kendilerine yaptıkları ibadeti tanımazlar." (Ahkaf, 46/56); "Kâfirler kendilerine destek olmaları için Allah'tan başka ilâhlar edindiler. Hayır, bilakis tapındıkları ilâhlar, ibadetlerini inkâr edecekler ve aleyhlerine dönüp düşman olacaklardır." (Meryem, 19/81-82).
Bu manaları genel bir şekilde tasdik etmek ve bu haberleri vurgulamak üzere Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Her şeyden haberdar olan (Allah) gibi sana haber veren olmaz." Yani bu sahte ilâhların durumunu, kendilerine tapanların kıyamet günündeki durumunu ve bütün işlerin neticelerini sana ancak her şeyden haberdar
olan, her şeyi gören -yani Allah Tealâ- haber verebilir. Zira Allah Tealâ'ya şu anda veya gelecekte hiçbir şey gizli kalmaz. Cenab-ı Hak hiç şüphesiz gerçeği haber vermektedir. [27]
Bu ayetler aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Yaratıcının birliğine delâlet eden muazzam ilâhî kudretin delillerinden biri farklı eşyaları yaratmasıdır. Tatlı ve içimi kolay nehir suyu ile tuzlu, acı deniz suyunun yaratılması, bu iki suyun farklı olmaları ve birarada olduklarında birbirlerine karışmamaları ile birlikte her iki suda da balık bulunması ve birbirlerine karışmaları ve yağmur yağması sebebiyle her ikisinden de ziynet eşyası -inci ve mercan- çıkartılması benzerliği bulunmaktadır. Aslında ziynet eşyası tuzlu deniz suyundan çıkartılmaktadır.
2- Allah Tealâ'nın nimetlerinden ve kudretinin delillerinden biri, uzak ülkeler arasında karşılıklı ticaret yapmak ve rızık kazanmak için kısa bir müddet zarfında denizde gemilerin yürütülmesidir. Bu, Allah'ın bize verdiği lutufa karşılık, ulaşım ve hareket hürriyeti için denizi insanlığın emrine vermesine karşılık şükretmeyi gerektirmektedir.
3- Yine ilahî kudretin delillerinden biri gece ile gündüzün birbirini izlemesi suretiyle zamanların farklı farklı oluşu, mevsimlerin farklılığı, kış-yaz gece ile gündüz müddetlerinin farklılığı, güneş, ay ve diğer sabit-gezegen yıldızların yörüngeleri çerçevesinde belirli bir müddet zarfında seyretmeleri ve kıyamet gününe kadar bu hassas düzen üzerine devam etmeleridir.
4- Göklerin ve yerin yaratılması, yağmurun indirilmesi, insanın topraktan yaratılması, tatlı ve tuzlu suyun var edilmesi ve bu iki suyun gerçekleştirdiği su, maden, petrol ve ziynet zenginliği, dünyanın dönüşü, iki yer yarımküresi arasındaki gece ile gündüz farklılığı ve yıl boyunca her altı aydaki durumun farklılığı gibi, bu ayetlerde zikredilen hususları meydana getiren her şeyi düzenleyip yaratan, kadir ve muktedir olan, ezici güce sahip olan, mülkün yegâne sahibi olan Allah Tealâ olup ibadet edilmeye lâyık olan tek varlık Odur.
5- Putperestlerin akılları ne azdır! Taptıkları putlar hiçbir şeye ve yaratmaya muktedir değildirler. Onlar ne fayda temin edebilir, ne de zarar verebilirler. Ne görür, ne de işitebilirler. Kendilerinden yardım istenildiğinde yardım edemezler. Zira onlar cansız varlıklardır. Kendilerine tapanlar kendilerini çağırdıklarında bu çağrıya cevap veremezler. Çünkü bunlar konuşamazlar. En büyük felâket ise kıyamet günü putların kendilerine tapanlardan uzak olmaları, kendilerine yöneltilen sorumluluk yükünden sıyrılmalarıdır. Allah bunu en doğru şekilde haber verendir. [28]
15- Ey insanlar! Sizler Allah'a muhtaçsınız. Allah ise Ganî'dir (hiçbir şeye muhtaç değildir), Hamîd'dir
(övülmeye son derece lâyıktır).
16- Eğer dilerse'sizi yok eder de yerinize yepyeni bir halk getirir.
17- Bu hiçbir zaman zor değildır.
18- Hiçbir günahkâr, bir başkasının çekmez. Eğer günahı ağır olan bir kimse, yükünü taşıması başkasını çağır sa, akrabası bile olsa, yükünden hiçbir şey taşı- maz. Sen ancak görmedikleri halde Rablerinden korkanları ve namaz kılanları uyarabilirsin. Kim günahlardan arınıp temizlenirse, kendisi için arınıp temizlenmiş olur. Nihayet dönüş Allah'adır.
"sizi yok eder" ve "yerinize yepyeni bir halk getirir" ifadeleri arasında tezat sanatı yapılmıştır. [29]
"Ey insanlar! Sizler" bütün din ve dünya işlerinde ve mutlak olarak her durumda "Allah'a muhtaçsınız." el-Fukarâ: muhtaçlar kelimesinin ma-rife olarak zikredilmesi, muhtaçlıklarının çok fazla olduğunu belirtmek içindir. Sanki insanlar şiddetli fakirlikleri ve çok ihtiyaç duymaları sebebiyle gerçekten fakir kimselerdir. "Allah ise Ganî'dir," hiçbir şeye muhtaç değildir. Yarattıklarından kesin olarak müstağnidir. "Hamîd'dir." Övülmeye son derece lâyıktır. Kullarına ihsanda bulunması sebebiyle kullarının hamdine lâyıktır.
"Eğer dilerse, sizi yok eder de yerinize yepyeni bir halk getirir." Eğer O dilerse sizi ortadan kaldırır ve sizin yerinize, sizin cinsinizden olan, sizden daha itaatkâr olan kimseleri, yahut sizin bildiklerinizden başka bir cinsten bir kavim getirir.
"Bu, hiçbir zaman Allah 'a zor değildir." Yani sizi yok etmesi ve başkalarını getirmesi Allah için engellenebilir ve zor bir şey değildir.
"Hiçbir günahkâr bir başkasının günahını çekmez." Yani hiçbir günahkâr nefis, başka bir nefsin günahını veya kusurunu yüklenmez. "Eğer günahı ağır olan bir kimse yükünü taşıması için" kendi taşıdığı günahlardan bir kısmım onun yerine yüklenmesi için "bir başkasını çağırsa, akrabası bile olsa," bu çağırılan kimse onun baba ve oğul gibi neseben yakın bir akrabası olsa, "onun yükünden hiçbir şey taşımaz." Onun günahlarından hiçbir şeyi kabul etmez. Pekiyi ya akraba olmayanlar böyle bir günah yükünü nasıl kabul ederler! Bu Allah Tealâ tararından kesin bir hükümdür. "Sen ancak görmedikleri halde Rablerinden korkanları," uyarabilirsin. Zira uyarıdan yararlanacak olanlar bunlardır. Ayrıca "namaz kılanları" namaza riayet eden, namaza devam eden, kendilerini oyalayacak bir şeyle namazdan gafil olmayanları "uyarabilirsin. Kim günahlardan arınıp temizlenirse, kendisi için arınıp temizlenmiş olur." Kim şirk ve benzeri masiyetlerden arınır, salih ameli çok işlerse kendisi için arınmış olur. Zira bunun yararı ona mahsustur. Nitekim günahla kirlenen kimsenin günahı da sadece kendi aleyhine olur. "Nihayet dönüş Allah'adır." Varılacak ve dönülecek yer Allah'tır. Allah onların arınmalarından ve ahiret yolundaki amellerinden dolayı kendilerini mükâfatlandıracaktır. [30]
Mülkün mutlak sahibi olması ve putların hiçbir şeyin sahibi olmamaları sebebiyle Allah Tealâ'ya ibadet etmenin şart olduğunu; Allah'ın ibadeti kesin bir emirle emretmesi ve ibadeti terkedene karşı şiddetli tehditte bulunması, O'nun bizim ibadetimize muhtaç olması sebebiyledir, diyen kâfirleri reddetmek için ibadetin hikmetini beyan etmektedir.
Daha sonra da her insanın sadece kendi nefsinden sorumlu olduğunu açıklamaktadır. Müjdeleme ve uyarmanın ancak görmediği halde Allah'tan korkan ve namazı dosdoğru kılan kimselere fayda vereceğine işaret etmektedir.[31]
Allah Tealâ kendisi dışındaki varlıklardan mutlak olarak müstağni olduğunu ve bütün yaratıkların kendisine muhtaç olduklarım haber vermek üzere şöyle buyurdu:
"Ey insanlar! Sizler Allah'a muhtaçsınız. Allah ise Ganî'dir (hiçbir şeye muhtaç değildir), Hamîd'dir (övülmeye son derece lâyıktır)."
Ey insanlar! Siz yaşama ve hayatta kalma kudretini bahşetmesi hususunda, bütün hareket ve hareketsizliklerde din ve dünya işlerinin tamamında mutlak olarak Allah Tealâ'ya muhtaçsınız. Bunun için yalnız Ona ibadet edin. Zira ibadetin faydası sadece size dönecektir. Allah ise ibadetinize veya başka hiçbir şeye muhtaç olmayan tek varlıktır, Onun hiçbir ortağı yoktur. Nimetleri, yaptığı, söylediği, takdir ettiği ve ortaya koyduğu hükümlerin tamamında hamde ve şükre lâyık olan sadece Odur.
Cenab-ı Hak daha sonra her şeyden müstağni olduğunu, bizi başka varlıklarla tamamen değiştirme kudretine sahip olduğunu ve bize muhtaç olmadığını beyan etmek üzere şöyle buyurdu:
"Eğer dilerse, sizi yokeder de yerinize yepyeni bir halk getirir. Bu, hiçbir zaman Allah'a zor değildir." Şayet o isterse, ey insanlar, sizi ortadan kaldırır ve sizden başka bir kavim getirir. Bunlar sizden daha itaatkâr, daha güzel, daha iyi ve daha kâmil olurlar. Bu O'nun için zor ve imkânsız değildir. Bilakis bu O'nun için basit ve önemsizdir.
Bu ayette eğer Allah beşeri yokederse, Onun mülk ve azametinin yo-kolacağı kuruntularını dağıtma vaîd ve tehdidi manası vardır.
Allah Tealâ, daha sonra insanları inceleme ve gelecek hakkında düşünmeye davet etti. Onlara kıyamet günü her insanın sadece kendi nefsinden sorumlu olduğunu bildirmek için şöyle buyurdu:
"Hiçbir günahkâr bir başkasının günahını çekmez." Yani hiçbir günahkâr nefis, başka bir nefsin günahını ve hatasını yüklenmez. Bu saptırıcı liderlerin günahlarının kat kat olmasına engel olamaz. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Onlar kendi ağır günahlarını ve kendi ağır günahla-rıyla birlikte, daha nice ağır günahları yüklenecekler ve iftira ettikleri şeylerden de kıyamet günü mutlaka hesaba çekileceklerdir." (Ankebut, 29/13)
"Eğer günahı ağır olan bir kimse, yükünü taşıması için bir başkasını çağırsa, akrabası bile olsa, yükünden hiçbir şey taşımaz." Eğer günahlarla ve hatalarla ağırlaşmış olan bir nefis bu günahı taşıma hususunda bazı günahları taşıması için bir başka nefsin yardımını isterse, bu yardıma çağrılan nefis bu günahlardan hiçbir şeyi yüklenemeyecektir. Bu nefis baba ve oğul gibi kendisine neseben yakın bir kimse olsa bile... Çünkü herkes kendi nefsi ve kendi durumuyla meşguldür. Herkesi meşgul edecek keder ve endişeler vardır.
Bu ayetin benzeri şudur: "O gün insan, kardeşinden, anne ve babasından, karısından ve çocuklarından kaçar. O gün herkesin kendisine yetecek kadar derdi vardır." (Abese, 80/34-37).
İkrime "eğer günahı ağır olan bir kimse yükünü taşıması için bir başkasını çağırsa..." ayeti hakkında şöyle demiştir: Bu, kıyamet günü komşunun komşusu hakkında Cenab-ı Hakka iltica edip şu ifadeyi kullanmasıdır:
- Ya Rabbi! Şuna sor. Niçin kapısını bana kapıyor? Kâfir ise kıyamet günü mümini tutup:
- Ey mümin! Benim sana yardımım oldu. Dünyada nasıl sana yardımcı olduğumu biliyorsun. Bugün ise sana muhtaç oldum, diyecektir. Mümin de Rabbi nezdinde onun için şefaatte bulunacak, nihayet Cenab-ı Hak cehennemde onu önceki yerinden bir başka yere koyacaktır.
Baba kıyamet günü evlâdını görür ve ona:
- Yavrum! Sana nasıl bir baba idim, der. Çocuğu da onu güzel bir şekilde över. Bunun üzerine baba:
- Yavrum! Bugün ben senin sevaplarından zerre ağırlığınca bir sevaba muhtaç oldum. Böylece şu gördüğün durumdan kurtulacağım, der. Çocuğu ona:
- Babacığım! Bu istediğin çok basit birşey. Fakat ben de senin korktuğun şeyden korkuyorum. Dolayısıyla sana hiçbir şey veremem, der.
Adam bundan sonra hanımına gider. Ona:
- Ey hatun! Ben senin için nasıl bir koca idim? der. Hanımı da ona güzel bir şekilde övgüde bulunur. Hanımına:
- Ben senden bana hibe edeceğin tek bir sevap istiyorum. Umarım ki bu sevapla şu gördüğün durumdan kurtulurum, der. Hanımı:
- Bu istediğin çok basit bir şey. Fakat ben sana bir şey veremem. Ben de senin korktuğun gibi korkuyorum, der.
Zira Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Eğer günahı ağır olan bir kimse, yükünü taşıması için bir başkasını çağırsa..."
Allah Tealâ bundan sonra uyarının fayda vereceği kişileri beyan etmek üzere şöyle buyurdu:
"Sen ancak görmedikleri halde Rablerinden korkanları ve namaz kılanları uyarabilirsin." Yani ey Rasulüm! Sadece, azabı görmedikleri halde, yahut insanlardan uzak, yapayalnız olduklarında Rablerinin azabından korkan, Allah'ın kendilerine emrettiği hususları yerine getiren, üzerlerine farz olan namazı usûlüne riayet ederek, namazdan meşgul edecek şeylerden uzaklaşarak en kâmil ve meşru şekilde edâ eden kimseler senin getirdiğin ayetlerden öğüt alırlar.
Cenab-ı Hak daha sonra ibadetin faydasının kullarına ait olduğunu belirtmek üzere şöyle buyurdu:
"Kim günahlardan arınıp temizlenirse, kendisi için arınıp temizlenmiş olur. Nihayet dönüş Allah 'adır."
Kim şirk ve masiyetlerden temizlenirse, salih amel işlerse, kendisi için arınıp temizlenmiş olur. Çünkü bunun yararı başkasına değil, sadece kendisine olur. Dönüş ve varış yalnız Allah'adır. O hesabı süratli olandır. Her amel sahibine amelinin karşılığını hayırsa hayır, serse şer olarak verecektir. [32]
Bu ayetlerden aşağıdaki sonuçlar çıkarılmaktadır:
1- Bütün insanlar hayatta kalmaları hususunda ve bütün durumlarında yaratıcı ve rızık verici olan Rablerine muhtaçtırlar. Kullarından müstağni olan, bütün fiilleri, sözleri, sayılmayacak kadar çok nimetlerinden dolayı övgüye lâyık olan sadece Allah'tır.
Allah'ın müstağni oluşu kendisine raci değildir. Bu ancak kullarına yararlı olur. O tam hamde ve gönüllerin derinliklerinden gelen mükemmel şükre lâyıktır.
2- Allah mahlukatı yoketmeye ve bunlardan daha itaatkâr ve daha temiz olan bir başka halk getirmeye kadirdir. Bu, Allah Tealâ için zor ve imkânsız değildir.
3- İslâm'ın övünç duyacağı prensiplerden biri "Hiçbir günahkâr bir başkasının günahını çekmez." prensibi, yani dünya ve ahirette sorumluluğun şahsîliği prensibidir. Dolayısıyla hiçbir insan başkasının suçundan sorumlu olmaz. Hiçbir kimse bir başka caninin suçunu yüklenmez.
"De ki: Ne siz bizim işlediğimiz suçlardan sorumlu olacaksınız, ne de biz sizin işlediklerinizden sorumlu olacağız." (Sebe, 34/25).
4- Ahirette her insan kendi nefsiyle meşguldür. Dolayısıyla baba, oğul gibi kendisine en yakın insanlar bile olsa, başkasının günahlarından hiçbir şey yüklenemez.
5- Hz. Peygamber (s.a.)'in uyarısını ve Kur'an-ı Kerim'in uyarılarını, ancak gizli-açık her işinde Allah Tealâ'nın cezasından korkan, azabı görmeden önce azaptan korkan kimseler kabul ederler.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Sen ancak Kur'an'a uyan ve görmediği halde Rahman'dan korkan kimseyi uyarabilirsin." (Yasin, 36/11).
6- Masiyetlerin kirlerinden tertemiz arman kimse sadece kendisi için arınmış olur. Kim de hidayeti bulursa, sadece kendisi için hidayeti bulmuş olur. Bunun faydası da ahirette ortaya çıkar. Zira bütün mahlukatm dönüşü yalnız Allah'adır. Allah da yaptıklarından dolayı onları hesaba çekecektir. [33]
19- Kör ile gören bir olmaz.
20- Karanlıklarla aydınlık bir olmaz.
21- Gölge ile sıcak bir olmaz.
22- Dirilerle ölüler de bir olmaz. Şüphesiz ki Allah dilediği kimseye işittirir. Sen kabirlerde olanlara işittiremezsin.
23- Sen sadece bir uvarıcısın.
24- Şüphesiz ki biz seni Hak din ile müjdeci ve uyarıcı olarak gonderdik. Hiçbir ümmet yoktıır ki, içinde bir uyarıcı Sunmasın.
25-Eğer seni yalanlıyorlarsa, onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Onların peygamberleri kendilerine apaçık mucizeler, sayfalar ve nurlu kitaplar getirmişlerdi.
26- Sonra ben o inkâr edenleri yakaladım. Beni inkâr etmek nasılmış!
"Kör ile gören", "karanlıklarla aydınlık", "gölge ile sıcak", "dirilerle ölüler" ifadeleri arasında tezat sanatı yapılmıştır.
"Kör ile gören bir olmaz." ifadesi açık istiaredir. Kendisine benzetilen "âmâ: kör" kelimesi doğru yolu bulamayan "kâfir" için kullanılmıştır. "Ba-sîr: gören" kelimesi doğru yolu bulan ve önündeki yolu açık olan "mümin" için kullanılmıştır.
"Nezîr", "el-münîr" ve "nekîr" kelimelerinde sözün güzelliği ve gönülde yer etmesi hususunda tesirli, kelime sonlarının ses bakımından uygunluğu (seci) dikkat çekmektedir. [34]
"Kör ile gören bir olmaz." A'mâ: gözünü kaybeden, kör; basîr: görme melekesi olan, demektir. Bundan murad kâfirin köre, müminin gören kimseye benzetümesidir.
"Karanlıklarla aydınlık bir olmaz." Batıl karanlıklara, hak nura benzetilmiştir.
"Gölge ile sıcak bir olmaz." Gölge ile cennet, sıcakla cehennem murad edilmiştir.
Ayetteki "harûr, semûm": sıcak demektir. Ancak "semûm" gündüz sıcaklığı, "harûr" ise gündüz ve gece sıcaklığı demektir.
"Dirilerle ölüler de bir olmaz." Müminler dirilere, kâfirler ölülere benzetilmiştir. "Şüphesiz ki Allah" hidayetini "dilediği kimseye işittirir." ve o da imanla icabet eder. "Sen kabirlerde olanlara" yani kâfirlere "işittiremez-sin." Kâfirler söylenene cevap veremeyen ölülere benzetilmiştir.
"Sen sadece bir uyarıcısın." Sen onları uyaran bir kişisin. Senin üzerine düşen uyarmak ve tebliğde bulunmaktır. Duyurmak ise sana ait değildir. Senin buna kudretin yoktur. Zira hidayet ve dalâlet Allah Tealâ'nm elindedir.
"Şüphesiz ki biz seni Hak din ile" birlikte yani hidayetle beraber gönderdik. Bu ifade hem gönderenin, hem gönderilenin hak olduğu manasını ihtiva eder. Sana icabet edeni cennetle "müjdeci ve" sana icabet etmeyeni cehennemle "uyarıcı olarak gönderdik. Hiç bir ümmet" hiçbir cemaat ve hiçbir nesil "yoktur ki içinde bir uyarıcı" bir peygamber ya da onun adına uyarıda bulunan bir âlim gibi azaptan korkutan bir irşad elemanı "bulunmasın." Ayette "nezîr: uyarıcı" kelimesiyle yetinilmiştir. Çünkü uyarma müjdeleme ile yakın ilişkilidir. Özellikle az önce birlikte zikredilmiş olması sebebiyle, ya da peygamberlikle kastedilen en önemli vazifenin uyarma olması sebebiyle bu ayette sadece uyarıcı kelimesiyle yetinilmiştir.
"Eğer seni yalanlıyorlarsa, onlardan öncekiler de yalanlamışlardı." Yani şayet Mekke halkı seni yalanlıyorsa, bil ki geçmiş ümmetler de peygamberlerini yalanlamışlardı. "Onların" geçmiş ümmetlerin "peygamberleri kendilerine apaçık mucizeler," peygamberlik hususunda doğruluklarına delâlet eden mucizeler, Hz. İbrahim'e verilen suhuf gibi yazılı "sayfalar" yani içinde din hükümleri bulunan "nurlu kitaplar getirmişlerdi." Zebur: Kitap anlamındadır. "Zübür" ise "Zebur" kelimesinin çoğuludur.
"Sonra ben" yalanlamaları sebebiyle "o inkâr edenleri yakaladım. Beni inkâr etmek" ya da benim ceza ve helak etme ile onları yadırgamamı yok sayması "nasılmış!" [35]
Cenab-ı Hak hidayet ve dalâlet yolunu, Rabbinden korkan müminin hidayeti bulduğunu ve inatçı kâfirin inkarcılığını açıkladıktan sonra batılla hakkın, cennetle cehennemin, müminlerle kâfirlerin örneklerini vermektedir.
Allah Tealâ; müminin yolunu gördüğünü, kâfirin yolunu bulma körlüğü içinde olduğunu, imanın nûr olup mümine gizli kalmayacağını, küfrün karanlık olup hakka karşı kör olan kâfiri daha çok şaşkınlık içinde bırakacağını belirtmek için birkaç misal vermektetir.
Cenab-ı Hak, daha sonra da kâfir ve müminin varacakları yeri ve sonlarını belirtmektedir. Mümin imanı sebebiyle gölgelik ve rahatlık içinde olacak, kâfir ise küfrü sebebiyle aşırı sıcaklık ve yorgunluk içinde olacaktır.
Allah Tealâ bundan sonra da kâfiri körden daha kötü halde kabul etmekte ve onu ölüye benzetmektedir. Zira kâfir faydalı bir idrak ile idrak edememektedir. Bu durumda kâfir ölü gibidir. Köre gelince, gözü gören kimse gibi bir parça idrak edebilir.
Cenab-ı Hak bunun ardından hidayetin kendi elinde olduğunu, bunu dilediği kimselere bağışladığını açıklamakta; fakat hiçbir kimseye özür dileme hususunda hiçbir yol bırakmamış, bundan dolayı her ümmete rasul ve nebiler göndermiştir. Kim iman ederse, kurtulacak; kim isyan ederse, cehennemde azap görecektir. [36]
"Kör ile gören, karanlıklarla aydınlık, gölge ile sıcak bir olmaz." Bu, Allah Tealâ'nm müminler ve kâfirler için verdiği bir örnektir. Birbirine zıt, gerçeği ve faydası farklı bütün bu eşyalar eşit olmaz. Aynı şekilde Allah'ın dinini görmeyen kâfir ile hidayet yolunu bilen, buna uyan ve buna boyun eğen mümin birbirine eşit olmaz. Küfür zulmetleriyle iman nuru yahut batıl ve hak bir olmaz. Sevap ve ceza, yahut cennet ve cehennem bir olmaz.
Mümin dünya ve ahirette doğru yol üzerinde nûr içinde yürüyen, sonunda cennetlere yerleşecek olan, hakkı gören ve hakkı işiten kişidir. Kâfir ise çıkışı olmayan karanlıklarda yürüyen, dünya ve ahirette sapıklığı ve azgınlığı içinde kaybolan, sonunda cehenneme yerleşecek olan, hakkı görmeyen ve hakkı duymayan kişidir.
"Dirilerle ölüler de bir olmaz." Yani kalpleri, gönülleri ve hissiyatı canlı olan müminlerle, kalpleri ve duyguları ölü kâfirler bir olmaz.
Bu misaller mümin, iman ve akıbeti ile kâfir, küfür ve akıbetinin misalleridir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "(Kâfir ve mümin şeklindeki) bu iki topluluğun durumu kör ve sağırla gören ve işitenin durumuna benzer. Hiç bu iki topluluk bir olur mu?" (Hud, 11/24).
"Ölü iken, hidayetle diriltip, kendisine insanlar arasında yürüyecek bir
nur verdiğimiz bir kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan çıkmayan kimse gibi midir?" (En'am, 6/122).
Katade diyor ki: Bütün bunlar misaldirler. Yani bu şeyler bir olmadığı gibi aynı şekilde kâfirle mümin de bir olmaz.
Allah Tealâ bundan sonra hidayetin kaynağını belirtmek üzere şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki Allah dilediği kimseye işittirir. Sen kabirlerde olanlara işittiremezsin." Yani Allah dilediğini hücceti işitme, kabul etme ve buna boyun eğmeye iletir. Nitekim öldükten ve kâfirler olarak kabirlerine vardıktan sonra hidayet ve davetten yararlanmazlar. Aynı şekilde ey Peygamber, sen de müşriklere hidayet edemezsin. Zira küfür onların kalplerini öldürmüştür.
Rasulün görevine gelince, bu şudur: "Sen sadece bir uyarıcısın." Sen sadece Allah'ın azabına karşı uyaran bir elçisin. Senin üzerine düşen ancak uyarmak ve tebliğ etmektir. Hidayet ve dalâlet ise Allah'ın elindedir.
"Şüphesiz ki biz seni Hak din ile müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik." Yani ey Rasul! Biz seni hakla birlikte gönderdik. Gönderen Hak'tır, gönderilen elçi de taat ehli olan müminleri cennetle müjdeleyen, masiyet ehli olan kâfirleri cehennemle korkutan Hak elçisidir.
Elçi göndermek bütün beşeriyet için umumi bir metottur. Bunun için Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Hiçbir ümmet yoktur ki, içinde bir uyarıcı bulunmasın." Âdemoğulla-rmdan hiçbir ümmet yoktur ki Allah onlara uyarıcı gönderip illetleri gidermiş olmasın.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki biz her ümmete: Yalnız Allah'a ibadet edin, her azdırıcıdan kaçının, diyen bir rasul gönderdik. İçlerinden bir kısmını Allah doğru yola şevketti. Diğer bir kısmı ise sapıklığı hak etti." (Nahl, 16/36).
Allah Tealâ daha sonra kavminin engellemeleri, yalanlamaları ve davetinden yüzçevirmelerine karşılık Rasulünü teselli etmek üzere şöyle buyurdu:
"Eğer seni yalanlıyorlarsa, onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Onların peygamberleri kendilerine apaçık mucizeler, sayfalar ve nurlu kitaplar getirmişlerdi."
Ey Rasulüm! Senin kavmin seni yalanlıyorsa, onlardan önceki geçmiş ümmetler de peygamberlerini yalanlamışlardı. Onların peygamberleri kendilerine apaçık mucizeler, kesin deliller, Hz. İbrahim'e verilen suhuf gibi yazılı sayfalar Tevrat, İncil gibi açık ve net kitaplar getirmişlerdi.
Ayette "zübür" ve "kitab" kelimeleri aynı olmasına rağmen bu iki lafzın farklılıkları sebebiyle tekrar edilmiştir.
Cenab-ı Hak daha sonra Hz. Peygamberimiz'in muhaliflerini tehdit edip azapla korkutmak üzere şöyle buyurmaktadır:
"Sonra ben inkâr edenleri yakaladım. Beni inkâr etmek nasılmış!" Yani bütün bu delillere rağmen o kâfirler peygamberlerini getirdikleri hususlarda yalanlamışlardı. Ben de onları azap ve ceza ile yakaladım. [37]
Bu ayetlerden şu hususlar çıkarılmaktadır:
1- Kâfirle mümin, cahille âlim, küfürle iman, hakla batıl, sevapla ceza, cennetle cehennem, akıllılar ile cahiller, kalbi diri olanlarla kalbi ölü olanlar arasında hiçbir eşitlik yoktur.
2- Şüphesiz ki Allah cenneti için yarattığı dostlarına buyruklarını gereği şekilde duyurur. Dostlarını taatine iletir. Peygamber, küfrün kalplerini öldürdüğü kâfirlere asla sesini duyuramaz. Yani ölü kimseye sesini duyuramadığın gibi kalbi ölü olan kimseye de sesini duyuramazsm.
Ayette anlatılmak istenen husus: Kalpleri hidayet nurundan mahrum olan kâfirler duyduklarından yararlanmamaları ve kabul etmemeleri noktasında kabir ehli makammdadırlar.
3- Rasul sadece uyarıcı bir elçiden ibarettir. Onun üzerine düşen tebliğde bulunmaktır. Hidayete eriştirmek onun hakkı değildir. Hidayet sadece Allah Tealâ'nm elindedir.
4- Allah Rasulünü kendisine itaat edenlere cenneti müjdeleyici ve kendisine isyan edenleri cehennemle korkutucu olarak hidayet ve hak dinle gönderdi.
5- Hiçbir ümmet kendisini uyaran ve müjdeleyen nebi ve rasulden uzak kalmamıştır.
6- Allah Kureyş kâfirlerinin yalanlamalarına karşılık Rasulünü, peygamberlerinin doğrulukları açık mucizeler, net hükümler, yazılı sayfalar ve aydınlatıcı kitaplarla teyid edilmesine rağmen geçmiş ümmetler de peygamberlerini yalanlamışlardı, diyerek teselli etmektedir. Bu yalanlamanın sonucu da tamamen ortadan kaldırılma cezası olmuştur. [38]
27- Allah'ın gökten su indirdiğini görmez misin? Biz bu su ile değişik renklerde meyveler çıkanmşızdır. Dağlardan da beyaz, kırmızı, simsiyah ve türlü renkte tabakalar ya-ratmışızdır.
28- insanlardan, diğer canlı varlıklardan ve büyük baş hayvanlardan da böyle çeşitli renkte olanlar vardır. (Allah'ın) kulları arasında Allah'tan gerçekten korkanlar ancak âlimlerdir. Şüphesiz ki Allah Azîz'dir, Gafûr'dur.
29- Allah'ın kitabını okuyanlar, namazı dosdoğru kılanlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık infak edenler, tükenmeyecek bir kazanç umarlar.
30- Böylece Allah, onların mükâfatını eksiksiz verir ve lutfuyla da artırır. Şüphesiz O, çok affedicidir ve şükrün karşılığını bol bol verendir.
"... gökten su indirdi... Biz bu su ile ... çıkarmışızdır." ifadesinde üçüncü şahıstan birinci şahsa geçiş (iltifat) sanatı vardır. Allah'ın mükemmel kudreti ve hikmetine delâlet etmek için "çıkarttı" kelimesi yerine "çıkarmışız" kelimesi kullanılmıştır.
"Allah'ın gökten su indirdiğini görmez misin?" takriri istifhamdır (cevap alma maksadı ile değil, kabul ettirme maksadı ile sorulan sorudur). Ayrıca burada hayret etme anlamı bulunmaktadır.
"Kulları arasında Allah'tan gerçekten korkanlar ancak âlimlerdir." ifadesi sıfatın mevsufa tahsis edilmesi, Allah korkusunun âlimlere tahsis edilmesi (kasr) sanatı yapılmıştır.
"... tükenmeyecek bir ticaret umarlar." cümlesi istiaredir. "Ticaret" kelimesi Allah'ın sevabına nail olmak için Allah'la beraber irtibatta bulunma anlamında kullanılmış ve bu ticarete benzetilmiştir. Ayrıca "Len tebûr: tükenmeyecek" kelimesiyle vurgulanmıştır. Terşih diye isimlendirilen sanat budur.
"Azîzün Gafur", "Len tebûr" ve "Gafurun Şekûr" kelimeleri arasında söz güzelliğinin temel unsurlarından tevafüku'l-fevasıl (cümle sonlarının ses uyumu) sanatı yapılmıştır. [39]
"Allah'ın gökten su indirdiğini görmez misin?" Bilmez misin, demektir. Buradaki görmek kalbin görmesi, yani bilmek anlamındadır. "Biz bu su ile değişik renklerde meyveler çıkarmışızdır." Cinsleri, sınıfları, durumları ve sarı, kırmızı, yeşil, beyaz ve siyah gibi renkleri değişik meyveler çıkarmışızdır. "Cüded" kelimesi, dağda ve benzeri yerlerde renkleri değişik çizgi, yol ve geçit anlamındaki "cüde" kelimesinin çoğulu olup dağ geçitleri, yolları, çizgileri demektir."Dağlardan da beyaz, kırmızı" buna sarı, yeşil ve diğer renkler de dahildir. Koyuluğu ve hafifliği farklı "simsiyah ve türlü renkte tabakalar yaratmışızdır." "(Ve garâbîbu sûd" ifadesi "cüded" kelimesine matuftur. Manası, simsiyah kayalar demektir. Bu lafzın aslı "sûd garâ-bîb'dir. Araplar karga rengine benzeyen çok siyah şeylere bu tabiri kullanırlar.
Meyvelerin ve dağların çeşitliliği gibi "İnsanlardan diğer canlı varlıklardan ve büyük baş hayvanlardan da böyle çeşitli renkte olanlar vardır. Kulları arasında Allah'tan gerçekten korkanlar, ancak âlimlerdir." Mekke halkı gibi cahil olanlar bunun hılafmadır. Zira korkunun şartı korkulanın bilinmesi, onun sıfatlarının ve fiillerinin bilinmesidir. Kim onu daha çok tanıyorsa, ondan daha çok korkacaktır.
Bunun için Buhari, Müslim ve Neseî'nin Enes'ten rivayet ettikleri ha-dis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah'tan en çok ürpereniniz ve O'ndan en çok korkanınız benim." "Azız" en üstün olan ve ezici güce sahip olandır. "Gafur" tevbe eden mümin kullarının günahlarını çok bağışlayandır. "Şüphesiz ki Allah Azizdir, Gafur'dur." ifadesi Allah korkusunun vacip ve şart olduğunun sebebini beyan etmektedir.
"Allah'ın kitabını okuyanlar," Kur'an-ı Kerim okumaya devam edenler, "namazı dosdoğru kılanlar," namazı vakitlerinde bütün erkânı ve zikirle-riyle eda etmeye devam edenler, "kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık infak edenler" ki bu ifadeyle nasıl mümkün olursa olsun infak etmeye teşvik edilmektedir. Ancak gizlice yapılan infak, açık yapılan infaktan daha üstündür. Bu kimseler "tükenmeyecek", kesada uğramayacak ve hüsranla yok olmayacak "bir kazanç" taatin sevabının elde edilmesi kazancını "umarlar." [40]
"Allah'ın Kitab'ını okuyanlar..." ayetinin nüzul sebebi ile ilgili olarak Abdülgani b. Said es-Sekafî Tefsir 'inde İbni Abbas'dan naklettiğine göre "Allah'ın kitabını okuyanlar, namazı dosdoğru kılanlar..." mealindeki 29. ayet Husayn b. Haris b. Abdulmuttalib b. Abdi Menaf el-Kuraşî hakkında nazil olmuştur. [41]
Bu, Allah'ın birliği ve kudretine delâlet eden kâinattaki değişik cins ve renklerdeki manzaraların anlatıldığı bir başka delildir. Bunun gereği olarak kâinat ilimlerini iyi bilen âlimler kâinatın azametini en iyi idrak eden insanlar olup dolayısıyla Allah'tan en çok korkan kimseler olmuşlardır. Bunun ardından Allah'ın kitabıyla amel eden âlimlerin durumu beyan edilmiştir. Bunlar itaatlerinden dolayı Allah'ın sevabını uman kimselerdir. [42]
Allah Tealâ, bir şeyden pek çok şey yaratması hususunda mükemmel kudretine dikkat çekmekte, meselâ gökyüzünden indirdiği yağmur ile çeşitli renklerde meyveler çıkartmakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın gökten su indirdiğini görmez misin? Biz bu su ile değişik renklerde meyveler çıkarmışızdır." Ey insan! Allah Tealâ'nm bir şeyden çeşitli şeyleri yarattığını, gökyüzünden yağmur indirdiğini ve bununla değişik cins, çeşit, tat ve konularda; sarı, kırmızı, yeşil, beyaz, siyah v.b. değişik renklerde meyveler çıkarttığını müşahede etmez misin?
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Yeryüzünde birbirine komşu birçok toprak parçaları vardır. Bu topraklarda üzüm bağları, ekinler, toplu ve ayrı hurma ağaçları yer alırlar. Aynı suyla sulanmalarına rağmen, onları tat ve şekil yönünden birbirinden farklı kıl-mışızdır. Şüphesiz ki bunda aklını kullanan bir kavim için nice ibretler vardır." (Ra'd, 13/4).
"Dağlardan da beyaz, kırmızı, simsiyah ve türlü renkte tabakalar ya-ratmışızdır." Yani dağların yaratılması da müşahede edildiği gibi beyaz, kırmızı v.b. çeşitli renklerdedir. Bazılarında da yine değişik renklerde yollar, tabakalar bulunmaktadır.
"İnsanlardan, diğer canlı varlıklardan ve büyük baş hayvanlardan da böyle çeşitli renkte olanlar vardır." Yine Cenab-ı Hak insanlardan, hayvanlardan ve özellikle deve, sığır, koyun gibi büyük baş hayvanlardan aynı cins içinde hatta aynı çeşit içerisinde daha da ilerisi aynı hayvanda, meyvelerdeki ve dağlardaki çeşitlilik gibi farklı renkler yaratmıştır.
Ayetteki "devâbb" ayakları üzerinde yürüyen canlılar demektir. "En'am" büyük baş hayvanlar anlamında olup hâssın amma atfedilmesi demektir. "Kezâlik" kelimesi de manayı tamamlamaktadır. Yani Allah korkusunda da aynı şekilde kullar farklılık gösterir.
"Renkleri değişik" ifadesi renkleri değişik yaratıkları demektir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Gökleri ve yeryüzünü yaratması, dillerinizi ve renklerinizi farklı farklı kılması O'nun kudretinin alâmet-lerindendir." (Rum, 30/22).
Allah Tealâ bu varlıkîardaki renk bakımından farklılığı zikretmektedir. Zira bu farklılık Allah'ın kudretinin ve Onun eşsiz sanatının en büyük delillerinden biridir. Allah Tealâ, önce meyvelerdeki renklerin çeşitliliğini, sonra da cansız varlıkîardaki, daha sonra insanlardaki ve hayvanlardaki renk çeşitliliğini zikretti.
Hafız Ebubekir el-Bezzar, İbni Abbas (r.a.)'den naklediyor: Bir adam, Peygamberimiz (s.a.)'e geldi.
- Rabbin (varlıklara) boya vurur mu? diye sordu. Peygamberimiz (s.a.):
- Evet, silinmeyen bir boya; kırmızı, sarı, beyaz, diye buyurdu.
Cenab-ı Hak daha sonra bunun güzelliğini ve inceliklerini bilen kimseleri -yani âlimleri- zikretmektedir:
"Kulları arasında Allah'tan gerçekten korkanlar ancak âlimlerdir. Şüphesiz ki Allah Azizdir, Gafur'dur." Ancak Allah'ı tanıyan ve O'na lâyık yüce sıfatları ve güzel fiillerini bilen, dilediğini yapma hususunda muazzam kudretini bilen âlimler Allah'tan korkarlar. Allah'ı kim daha iyi bilirse, Ondan daha çok korkar. Kim de Allah'tan korkmuyorsa; o kimse âlim değildir. "Alim'den murad tabiat ve hayat ilimlerini ve kâinatın esrarını bilen kimsedir.
Alimlerin Allah'tan korkmalarının sebebi, Allah'ın kâfirlerden intikam almakta gayet güçlü olması, kendisine iman edenlerin ve kendisine yönelenlerin günahlarını çok bağışlayıcı olmasıdır. Cezalandıran ve sevap verenin hakkı, kendisinden korkulmasıdır. Bu ise korku ve ümidi gerekli kılar. Cenab-ı Hakk'm "intikam sahibi ve Azîz" olması tam korkuyu gerektirir. Onun "Gafur" olması mükemmel ümidi gerektirir.
İbni Abbas diyor ki: Rahman'ı bilen "âlim" kendisine hiçbir şeyi şirk koşmayan, O'nun helâllerini helâl kılan, haramlarını da haram kılan, Onun vasiyetini tutan, Onun huzuruna çıkacağını ve ameli sebebiyle hesaba çekileceğini yakînen bilen kimsedir.
Hasan-ı Basrî diyor ki: "Âlim" Rahman'dan O'nu görmediği halde korkan, Allah'ın teşvik ettiği şeyleri teşvik eden, Allah'ın buğzettiği şeylerden uzaklaşan kimsedir. Daha sonra da şu ayeti okudu: "Kulları arasında Al-lah'tan gerçekten korkanlar ancak âlimlerdir. Şüphesiz ki Allah Azizdir, Gafur'dur."
Said b. Cübeyr diyor ki: "Haşyet", seninle Allah'a isyan arasında perde olan ürperti, Allah korkusudur.
Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'m şu sözü naklediliyor: Alim çok hadis-i şerif bilen kimse değil, Allah'tan çok ürperen kimsedir.
İmam Malik diyor ki: İlim çok rivayette bulunmakta değildir. İlim ancak Allah'ın kalbe koyduğu bir nurdur.
Cenab-ı Hak daha sonra Allah'ın kitabını bilen ve onunla amel edenlerin durumunu haber vererek şöyle buyurdu:
"Allah'ın kitabını okuyanlar, namazı dosdoğru kılanlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık infak edenler, tükenmeyecek bir kazanç umarlar." Yani Kur'an-ı Kerim okumaya devam edenler, Kur'an-ı Kerim'de-ki farz kılınan namazları vakitlerinde bütün erkânı ve şartlarıyla huşu içerisinde kılmak ve Allah'ın kendilerine verdiği lütuf ve rızıklardan gece-gündüz gizli-açık infakta bulunmak gibi farzları işleyen kimseler taat-lerine karşılık Allah'tan mutlaka meydana gelecek sevabı talep ederler.
Bunun için Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Böylece Allah, onların mükafatını eksiksiz verir ve lutfuyla da artırır. Şüphesiz O, çok affedicidir ve şükrün karşılığını bol bol verendir."
Böylece Allah onlara yaptıklarının sevabını tam olarak verir ve onlara akıllarına hiç gelmeyen ziyadelerle kat kat lütufta bulunur. O şüphesiz onların günahlarını çok affeden, onların az olan taatleri ve amelleri ile şükre karşılığı bol bol verendir.
Bu ayetin benzeri şu ayetlerdir: "Allah iman edip salih amel işleyenlerin mükâfatlarını eksiksiz verecek ve lutfundan daha da artıracaktır." (Nisa, 4/173); "Böylece Allah'ın kendilerini işlediklerinin en güzeliyle mükâfatlandıracak ve lutfundan kendilerine daha da fazlasını ihsan edecektir." (Nur, 24/38). [43]
Bu ayetlerden şu hususlar anlaşılmaktadır:
1- Allah'ın muazzam kudretinin, birliğinin ve iradesinin delillerinden bazıları şunlardır: Gökten yağmurun indirilmesi bitkilerin bitirilmesi çeşit, tat, koku ve renkleri farklı meyvelerin çıkarılması.
2- Yine yeryüzünün dağlarla iyice sağlamlaştırılması; dağlar arasında hepsi taş ya da toprak olsa da, dağın renginden farklı yollar, geçit ve yarıklar yaratılması da bu çeşit delillerdendir.
3- Ayrıca insanların, hayvanların ve diğer canlı türlerinin kırmızı, beyaz, siyah, sarı v.b. renklerde yaratılmaları v.s. bütün bunlar mutlak irade sahibi olan, hiçbir ortağı bulunmayan tek bir yaratıcının varlığına delildir.
4- Kâinatı meydana getiren maddelerin terkibinin mahiyetini ve inceliklerini, Allah'ın sıfatlarını ve fiillerini gayet iyi idrak eden âlimler Allah'ın kudretinden gerçekten korkan kimselerdir.
Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilen kimse Ona isyan edenin cezalandırılacağını da kesin olarak bilir. Rabî b. Enesin dediği gibi Allah'tan korkmayan âlim değildir. Korku, korkulan kişi ve şeyin durumunu takdir etmek demektir. Âlim, Allah'ı bilir. Ona karşı korku ve ümit içinde olur. Bu da âlimin âbidden daha üstün derecede olduğunu gösterir. Zira Allah Tealâ değerliliğin takva miktannca, takvanın da ilim miktarınca olduğunu beyan etmiştir.
Buhari ve Müslim, Hz. Âişe (r.a.)'dan Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Bazı kimselere ne oluyor ki, benim yaptığım şeyden (din adına) uzak duruyorlar!? Allah'a yemin olsun ki, onlar arasında Allah'ı en iyi bilen ve Allah'tan en çok korkan benim."
5- "Allah'ın kitabını okuyanlar" ayeti Allah'ın kitabını bilen, Allah'ın kitabında olanlarla amel eden, farz ve nafile namazları dosdoğru kılan, Allah'ın kendilerine verdiği rızıklardan gizli ve açık infak eden Kuran okuyucularının ayetidir. Bu kimseler Allah'a itaat etmelerinden dolayı Allah'tan sevap elde etme arzusunda olan ve Allah'ın kendilerine ziyadesiyle lütufta bulunacak olan kimselerdir. Bu ziyade ahiretteki şefaattir. Şüphesiz ki Allah ecirleri verme anında günahları çok çok affedicidir. Ziyade verme anında şükrün karşılığını bol bol verendir. Halis amelden pek azını kabul eder, buna karşılık bol sevap verir.
"Tükenmeyecek bir kazanç umabilirler." ayeti ihlâsa işaret etmektedir. Yani onlar: Şu kimse iyilikseverdir, denilsin diye veya Allah'ın rızasından başka bir şey için infakta bulunan kimseler değildirler. [44]
31- Sana vahyettiğimiz ve kendisinden önceki kitapları tasdik eden bu kitap, hakikatin ta kendisidir. Şüp- hesiz ki Allah kullarından gayet haberdardır, onları çok iyi görür.
32- Sonra biz, bu Kitab'ı kullarımız- dan seçtiklerimize miras bıraktık. Onlardan kimi kendine zulmeder,
kimi orta yolu tutar kimi de A1lah'ın izniyle hayırlı işlerde öne geçer, işte bu buyuk bir lutuftur.
33- Onlar Adn cennetlerine girerler. Orada altın bilezikler ve incilerle süslenirler. Oradaki elbiseleri de ipektir
34- (Orada) şöyle derler: "Bizden üzüntüyü gideren Allah'a hamd ol- sun- Şüphesiz ki Rabbimiz çok af- fedicidir. Şükrün karşılığını bol bol verendir.
35- O bizi lutfuyla içinde ebedî kalacağımız cennete yerleştirdi. Orada ne bir yorgunluk hissedeceğiz, ne de bize bir bıkkınlık gelecektir.
"Orada ne bir yorgunluk hissedeceğiz, ne de bize bir bıkkınlık gelecektir." ayetinde yorgunluk ve bıkkınlığın olmadığını kesin bir dille mübalâğalı bir tarzda ifade etmek için "Lâ yemessüna" fiili tekrar edilerek itnab yapılmıştır. [45]
Ey Muhammed! "Sana vahyettiğimiz ve kendisinden önceki kitapları" önceki semavî kitapları "tasdik eden bu kitap" Kur'an "hakikatin ta kendişidir. Şüphesiz ki Allah kullarından gayet haberdardır, onları çok iyi görür." Gizli ve açık her şeyi bilir.
"Sonra biz bu Kitab'ı" Kur'an'ı "kullarımızdan seçtiklerimize" yani sahabe ve sahabeden sonra gelen İslâm ümmetinin âlimlerine "miras bıraktık." Kur'an'ı verdik. "Onlardan kimi" Kur'an'la amel etme hususundaki kusur sebebiyle "kendine zulmeder." Zulüm, hadleri aşmak demektir. "kimi orta yolu tutar," Kur'an'la çoğu zaman amel eder, "Kimi de Allah 'in izniyle hayırlı işlerde öne geçer." Hayırlı amelleri ilim öğrenme ve ilim öğretmeye irşadı amel etmeye ilâve eder. Hayırlı işleri ve salih amelleri işlemede Allah'ın sevabına koşar.
"Adn" ikamet, oturum "cennetlerine girerler." (Esavir) kelimesi ele takılan takı, bilezik manasındaki "esvire" kelimesinin çoğuludur.
"el-Hazen", geleceğin tehlikelerinden korkma, endişedir. "Şüphesiz ki Rabbimiz" günahları "çok affedicidir." Taatle yapılan "Şükrün karşılığını bol bol verendir."
"Daru'l-Mukame' ebedî ikamet yurdu, yani cennet demektir. "Nasab" yorgunluk "lugûb" yorgunluktan dolayı meydana gelen acizlik, bıkkınlık. Bu ikisinin de reddedilmesi bağımsız olmaya ve cennette zorluğun bulunmamasına delâlet etmek içindir. [46]
"O bizi lütfuyla içinde ebedî kalacağımız cennete yerleştirdi." ayetinin (35. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak Beyhakî ve İbni Ebî Hatim'in Abdullah b. Ebî Evfâ'dan naklettiklerine göre: Bir zat Peygamberimize:
- Uyku dünyada Allah'ın gözlerimizi aydın kılmak (istirahat etmek) için verdiği şeylerden biridir. Peki, cennette uyku var mıdır? diye sordu. Peygamberimiz (s.a.):
- Hayır, uyku ölümün ortağıdır. Cennette uyku yoktur, diye cevap verdi. Bunun üzerine o zat:
- Peki, onların istirahatleri nedir? diye sordu. Rasulullah (s.a.) bu soruyu önemsedi ve:
- Orada yorgunluk yoktur. Bütün durumları rahatlıktır, buyurdu. Bundan sonra da: "Orada ne bir yorgunluk hissedeceğiz, ne de bize bir bıkkınlık gelecektir." mealindeki 35. ayeti okudu. [47]
Cenab-ı Hak, akide hususundaki birinci temel esası -bir Allah'ın varlığı esasını- beyan ettikten ve "Rüzgârı gönderen Allah 'tır.", "Sizi Allah yarattı.", "Allah'ın yağmur indirdiğini görmedin mi?" şeklindeki çeşitli
delillerle bu temel esası ispat ettikten sonra; ikinci temel esas olan risalet: peygamberlik esasını zikrederek şöyle buyurdu: "Sana vahyettiğimiz..."
Allah Tealâ geçen ayetlerde Allah'ın kitabını okumanın sevabını beyan ettikten sonra bunu te'kid ederek bu kitabın hak ve doğru olduğunu, bu kitabı okuyan kimsenin hak yolda ve bu sevaba lâyık olduğunu, bu kitabın kendisinden önce geçmiş kitapları tasdik ettiğini belirtti. Daha sonra bu kitaba varis olanları üç kısma ayırdı. Sonra da bu kitapla amel edenlerin mükâfatını açıkladı. [48]
Allah Tealâ, Kur'an'm semavî kitaplar arasındaki yerini ve önemini açıklamak üzere şöyle buyurdu:
"Sana vahyettiğimiz ve kendisinden önceki kitapları tasdik eden bu kitap, hakikatin ta kendisidir. Şüphesiz ki Allah kullarından gayet haberdardır, onları çok iyi görür."
Ey Muhammed! Sana vahyettiğimiz Kur'an daha önce geçen semavî kitaplara uygun ve onları doğrulayan daimî, değişmez hak kitaptır. Şüphesiz ki Allah kullarının bütün işlerini kuşatıcıdır. Bu işlerin gizli ve açık durumlarını bilir. Onlara her zaman ve mekâna uygun hüküm ve şer'î esasları koyar. Bu kitabı hikmetinin ve adaletinin gereği olarak nebi ve rasullerin sonuncusu Hz. Muhammed'e indirmiştir.
"Sonra biz, bu Kitab'ı kullarımızdan seçtiklerimize miras bıraktık. Onlardan kimi kendine zulmeder; kimi orta yolu tutar, kimi de Allah'ın izniyle hayırlı işlerde öne geçer."
Yani daha sonra biz bu Kur'an'ı kullarımızdan seçtiklerimize miras bırakmayı takdir edip hükmettik. Ey Muhammed! Bu kimseler sahabe ve onlardan sonra gelecek olan ve "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. " (Âl-i İmran, 3/110) ayetinin açık ifadesiyle ümmetlerin en hayırlısı olduğu bildirilen bu ümmetin âlimleridir.
Bu ümmet üç kısma ayrılmıştır:
1- Haddi aşmak suretiyle kendi nefsine zulmedenler: Bunlar bazı vacipleri eda etmekte ihmalkâr davranan ve bazı haramları işleyen kimselerdir.
2- Orta yolu tutanlar: Vacipleri eda eden ve haramları terk eden, ancak bazı müstehapları bazan terkeden, bazı mekruhları işleyen orta yolda olanlar.
3- Allah'ın izniyle hayırlı işlerde öne geçenler: Bunlar vacipleri ve müstehapları işleyen, haramları, mekruhları ve hatta bazı mubahları terkeden kimseler olup din işlerinde başkalarının önüne geçmeleri sebebiyle bu üç grup içerisinde en hayırlı grup bunlardır.
"İşte bu büyük bir lütuftur." Yani kitabın miras bırakılması ve bazı kulların seçilmesi Allah Tealâ tarafından büyük bir lütuftur.
Cenab-ı Hak daha sonra hayırda başkalarının önüne geçen müminlere hesapsız olarak verilecek mükâfatı, hayırda orta yolu tutanlara basit bir hesapla verilecek mükâfatı, zalimlere ise rahmete nail olurlarsa verilecek mükâfatı beyan etmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"(Mükâfat olarak) onlar Adn cennetlerine girerler. Orada altın bilezikler ve incilerle süslenirler. Oradaki elbiseleri de ipektir."
Yani bütün bu seçilmişler ahiret gününde daimî ikamet edecekleri cennetlere girerler. Bu cennetlerde incilerle tezyin edilmiş altın bileziklerle süslenirler. Onların elbiseleri de saf ipek olur. Kendilerine dünyada iken yasaklanmış olan ipek elbiseleri Allah ahirette onlara mubah kılmıştır.
Sahih hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğu sabit olmuştur: "Kim dünyada ipek giyerse, ahirette onu giyemez." Yine buyurdular ki: "İpek elbiseler dünyada onlar için, ahirette ise sizin içindir."
Buna göre bu ayet bu ümmetin üç kısmının tamamı için umumi olmaktadır. Âlimler ise insanlar içerisinde bu nimetle en imrenilecek derecede olanlar, insanlar arasında bu rahmete en lâyık olanlardır.
İmam Ahmed, Ehu Davud, Tirmizî ve İbni Mace'nin Kays b. Kesir'den rivayet ettiklerine göre Medine halkından bir zat Şam'da Ebu'd-Derdâ'ya geldi. Ebu'd-Derdcâ ona:
- Ey sevgili kardeşim, seni buraya getiren sebep nedir? diye sordu. O zat:
- Senin Rasulullah (s.a.)'den nakletmekte olduğunu duyduğum bir hadis-i şerif, dedi. Bunun üzerine Ebud-Derdâ:
- Ticaret için gelmedin mi? diye sordu. O zat:
- Hayır, dedi. Ebud-Derdâ:
- Bir ihtiyaç için gelmedin mi? dedi. O zat:
- Hayır, dedi. Ebu'd-Derdâ:
- Sadece bu hadis-i şerifi öğrenmek için mi geldin? deyince o zat:
- Evet, dedi. Bunun üzerine Ebud-Derdâ şöyle dedi: Ben Rasulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu işittim: "Kim ilim talep etmek üzere bir yola girerse, Allah onu cennete giden yola ulaştırır. Zira melekler ilim talebinden razı olarak kanatlarını gererler. Ayrıca âlim için, göklerde ve yerde bulunan varlıklar hatta denizdeki balıklar bile istiğfar ederler. Alimin âbide üstünlüğü, ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Âlimler peygamberlerin vârisleridirler. Peygamberler ne dinar, ne de dirhem miras bırakmamışlar, sadece ilmi miras bırakmışlardır. Kim bunu alırsa, büyük bir nasip almış olur."
"Onlar şöyle derler: Bizden üzüntüyü gideren Allah'a hamd olsun. Şüphesiz ki Rabbimiz çok affedicidir, şükrün karşılığını bol bol verendir."
Onlar sığınakları olan Adn cennetlerine yerleştiklerinde şöyle derler: Hamd, şükür ve sena, sakındığımız şeylerin korkusunu bizden gideren, dünya ve âhiretin endişelerinden bizi rahatlatan Allah'adır. Elbette Rabbimiz lütuf, rahmet ve imkân sahibidir. O kullarının günahlarını çok affedicidir, taatlerinin, şükürlerinin karşılığını bol bol vericidir.
Taberanî, İbni Ömer (r.a.)'den rivayet ediyor: Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdular: Lâ ilahe illallah ehline ne ölürken, ne kabirlerinde, ne de mahşer yerinden yalnızlık yoktur. Sanki ben onların Sûr'a üfürülüş anında başlarından toprakları silktiklerini ve şöyle dediklerini görür gibiyim: "Bizden üzüntüyü gideren Allah'a hamdolsun. Şüphesiz ki Rabbimiz çok affedicidir. Şükrün karşılığını bol bol verendir."
İbni Abbas (r.a.) ve başkaları şöyle demişlerdir: Allah onların pek çok günahlarını bağışlamış, onların pek az güzel amellerine bol karşılık vermiştir.
Cennetlikler daha sonra cennette istikrar bulma ve ebedî kalma ve rahata kavuşma nimetine karşı hamd ederek şöyle dediler:
"O bizi lutfuyla içinde ebedî kalacağımız cennete yerleştirdi. Orada ne bir yorgunluk hissedeceğiz, ne de bize bir bıkkınlık gelecektir." Cennetlikler şöyle derler: Amellerimiz bizi böyle bir makama lâyık kılmazken, O bizi sadece lutfundan, ikramından ve rahmetinden dolayı hiç ayrılmayacağımız bu makama, bu mertebeye yerleştirdi.
Nitekim Müslim ve Ebu Davud'un Cabir b. Abdullah (r.a.)'dan rivayet ettikleri sahih hadis-i şerifde Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "İçinizden hiçbir kimseyi ameli cennete sokmayacaktır." Sahabe-i Kiram: "Sen de mi ya Rasulallah?" diye sordular. Peygamberimiz (s.a.): "Evet, ben de, ancak Allah Tealâ 'nın rahmetiyle ve lutfuyla beni kucaklaması müstesna. " buyurdu.
Cennetlikler şöyle derler: Biz cennette, ne bedenlerimizde, ne de ruhlarımızda hiçbir yorgunluk ve sıkıntı çekmeyiz.
Zira onlar dünyada ibadete devam etmeyi alışkanlık haline getirmişler, böylece Cenab-ı Hakk'm: "Geçmişteki günlerde işlediğiniz iyi amellerin mükâfatı olarak afiyetle yiyin, için." (Hakka, 69/24) ayetinde buyurduğu gibi cennette ebedî ve sürekli bir rahatlığa kavuşmuşlardır. [49]
Bu ayetler aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:
1- Kur'an-ı Kerim kendisinde hiçbir şüphe olmayan hak, doğru, değişmez kitaptır. O tahrif ve değiştirilmeden önceki doğru şekilleriyle diğer semavî kitapların asıllarını tasdik edici olup onlara uygundur. Çünkü Allah hikmet, maslahat ve adaleti gerçekleştirecek şeyleri en iyi bilendir.
2- Sahabiler ve onlardan sonra gelen Allah'ın seçtiği İslâm âlimleri Kur'an'a ve onun içinde indirilen her kitaba vâris oldular. Çünkü Allah onları diğer kullarından daha şerefli kılmış ve bütün insanlara şahid olmaları için mutedil bir ümmet kılmış ve bu ümmeti peygamberlerin en hayırlısının ve Âdemoğullarının efendisinin ümmeti kılmakla bu ümmete değer vermiştir.
3- Allah İslâm ümmetini Kuranla amel etme bakımından üç kısma ayırmıştır:
- Kendi kendisine zulmedenler: Bunlar tevhid ehli olup büyük günah işleyen kimselerdir.
- Büyük günah işlemeyen orta yolu tutan kimseler,
- Salih amellere koşanlar.
4- Allah bütün seçkin kullarına, yahut hayırlı amellere koşanlara Adn cennetlerini vaad etmiştir. Onlar inciyle süslü altın takılar takındıkları, saf ipek elbiseler giydikleri halde bu cennetlere gireceklerdir. Bu onların sevinçlerinin ve huzurlarının delilidir.
5- Varacakları ve oturacakları yer Adn cennetleri olan bu müminler şöyle diyerek Allah'a hamd edeceklerdir: Bizden endişeyi yani, gelecekteki sıkıntıların üzüntüsünü kaldıran Allah'a hamdolsun. Bu cennetlerde bize sıkıntı, yorgunluk ve meşakkat dokunmayacaktır.
Bu ifade onların cennetlerde ebedî kalacaklarını ve orada daimî bir hayat süreceklerini bildirmektedir. [50]
36- İnkâr edenlere ise cehennem ateşi vardır. Onların ölümlerine hükmedilmez ki ölsünler. Onlardan cehennem azabı da hafifletilmez. Biz her kâfiri işte böyle cezalandırırız.
37- Onlar cehennemde şöyle bağırışırlar: "Ey Rabbimiz! Bizi çıkar da daha önce işlediğimiz amellerden farklı olarak salih amel işleyelim." Onlara şöyle denir: "Size ögû alacak birinin öğüt alabileceği kadar bir ömür vermedik mi? Üstelik size uyarıcı da gelmişti. O halde azabı tadın. Zalimlerin hiçbir yardımcısı yoktur."
38- Şüphesiz göklerin ve yerin gay-bını Allah bilir. Elbette O kalplerde olanı en iyi bilendir.
39- Sizi yeryüzünde halifeler kılan O'dur. Kim inkâr ederse, onun inkârı kendi aleyhinedir. Kâfirlere inkârları Rableri nezdinde sadece hüsranlarını artırır. Kâfirlere inkârları hüsrandan başka bir şey artırmaz. [51]
"Gafur" çok bağışlayan, "Şekûr" şükrün karşılığını bol veren, "Kefûr" çok nankör, çok inkarcı kelimeleri mübalâğa sîgaları olup, son harfleri bakımından (r harfi) birbirleriyle uygunluk içindedirler.
"... azabı tadın. Zalimlerin hiçbir yardımcısı yoktur." ifadesi emir sîgasında tehekküm (hafife alma) ifadesidir.
"Kâfirlere inkârları Rableri nezdinde sadece hüsranlarını artırır. Kâfirlere inkârları hüsrandan başka bir şey artırmaz." ayetinde kâfirlere küfürlerini daha ziyade kınama ve ayıplama için itnab sanatı yapılmıştır.
"Size uyarıcı da gelmişti. O halde azabı tadın. Zalimlerin hiçbir yardımcısı yoktur." Kendiliğinden yapılan bir secî olup son derece güzeldir. [52]
"İnkâr edenlere ise cehennem ateşi vardır. Onların" ikinci bir ölümle "ölümlerine hükmedilmez ki ölsünler." Azaptan kurtulup rahata kavuşsunlar. "Onlardan cehennem azabı da hafifletilmez." Bilakis her ne zaman sönmeye yüz tutsa alevi artırılır. "Biz her kâfiri" çok nankör olanları "işte böyle" şu cezayla cezalandırdığımız gibi "cezalandırırız."
"Onlar cehennemde şöyle bağırışırlar:" imdat isterler. Şöyle derler: "Ey Rabbimiz! Bizi" buradan "çıkar da, daha önce işlediğimiz amellerden farklı olarak salih amel işleyelim." Amelin salih kelimesiyle kayıt altına alınması, işledikleri salih olmayan amellerden dolayı bir pişmanlık duyulması ve bunun itiraf edilmesidir. Bu cümleden önce "şöyle derler" manasmdaki "yekulûne" kelimesi hazfedilmiştir. "Onlara şöyle denir: Size öğüt olarak birinin öğüt alabileceği kadar bir ömür vermedik mi?" Öğüt almak isteyen kimsenin öğüt alması için yeterli bir vakti size ömür vermedik mi? Bu ayet Allah tarafından verilen bir cevap olup kâfirlere bir azarlama niteliğindedir. Bunun manası, size yaşayacağınız kadar vakit vermedik mi? Size mühlet vermedik mi? "Üstelik size uyarıcı da" rasul "gelmişti." Ama ona icabet etmemiştiniz. "O halde azabı tadın. Zalimlerin" kâfirlerin kendilerinden azabı giderecek "hiçbiryardımcısı" destekçisi "yoktur."
"Şüphesiz göklerin ve yerin gaybını Allah bilir." O'na hiçbir şey gizli kalmaz. Onların durumu O'na gizli kalmaz. "Elbette O kalplerde olanı" kalplerdeki inanç ve kanaatleri "en iyi bilendir." Bu cümle önceki ifadenin sebebini beyan etmektedir. Zira O -en gizli olan şeyi- kalplerde gizli olan duyguları bildiğine göre bunun dışındaki şeyleri bilmesi insanların durumuna nisbetle daha evlâdır, daha tabiidir.
"Sizi yeryüzünde halifeler kılan O'dur." "Halâif halifenin çoğulu olup birbiri ardından gelen kimseler, burada geçmişlerinin yaptıklarını yapanlar demektir. "Hulefâ" kelimesi ise "halif' kelimesinin çoğuludur. "Kim inkâr ederse, onun inkârı kendi aleyhinedir." Küfrünün cezası kendisine aittir. "Kâfirlere inkârları Rableri nezdinde sadece hüsranlarını" gazap ve buğuzlarını "artırır kâfirlere inkârları hüsrandan" ahirette kayıptan "başka bir şey artırmaz." Çünkü bunlar sermayeleri olan ömürleri ile Allah Tealâ'nın buğzunu artırır. [53]
Cenab-ı Hak, Kuran varislerinin cezasını beyan ettikten sonra kâfirlerin cezasını zikretmektedir. Zira karşılaştırma gönle huzur ve rahatlık verir; dünyada kafirlerin övünmesinin ahirette kendisine pişmanlık olarak
döneceğini ve zalimlerin hiçbir yardımcıları olmayacağını, müminlerin bilmesini sağlar.
Bunun ardından zalimlerin hiçbir yardımcısı olmadığını bildirmek için Allah'ın ilmiyle her şeyi kuşattığını beyan etti. Bundan sonra onların tekrar dünyaya dönme isteği şeklindeki hüccetlerini kesmek için insanın dünyadaki hilâfetini zikretti.
Daha sonra da küfürleri sebebiyle kâfirlerin tehdidi zikrediliyor. Bunun Allah nezdinde gazaptan başka yararı olmayacak, ona hüsrandan başka fayda temin edemeyecektir. Zira ömür sermaye gibidir. Kim bu ömür sermayesi ile Allah'ın rızasını satın alırsa, kazanır. Kim bununla Allah'ın gazabını satın alırsa, hüsrana uğrar. [54]
Allah Tealâ mesud insanların durumunu açıkladıktan sonra bahtsız insanların ahiretteki durumunu beyan etmek üzere şöyle buyurdu:
"İnkâr edenlere ise cehennem ateşi vardır. Onların ölümlerine hükmedilmez ki ölsünler. Onlardan cehennem azabı da hafifletilmez." Allah'ı, Kur'an'ı inkâr edenler selim akılların açık bir delille gördükleri şeyi örterlerse onlar için cehennem ateşi vardır. Onlara ikinci bir ölümle hükmedilmez ki azap ve elemlerden kurtulsunlar. Onlara verilecek cehennem azabı bir göz açıp kapayıncaya kadar bile hafifletilmeyecektir. Bilakis sönmeye yüz tuttuğu her defasında alevi artırılacaktır. Derileri kavrulduğu her defada Allah onların derilerini, azabı tatmaları için yenileriyle değiştirecektir.
Bu ayetin benzeri şu ayetler bulunmaktadır: "Suçlular ise şüphesiz cehennem azabında ebediyyen kalacaklardır. Hiçbir zaman onların azapları hafifletilmeyecektir. Onlar orada ümitsiz kalacaklardır." (Zuhruf, 43/74-75); "Cehennem ateşi hafiflediği her defada biz onun ateşini artırırız. " (İsra, 17/97); "Tadın bakalım. Size azabı artırmaktan başka bir şey yapmayacağız." (Nebe, 78/30).
Müslim'in Sahih'inde Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Cehennemin ehli olan cehennemlikler orada ne ölürler, ne de canlı kalırlar."
"Biz her kâfiri işte böyle cezalandırırız." Bu şiddetli ceza ile küfürde aşırı giden herkesi cezalandırır, onu cehennemin dibine indiririz.
Allah Tealâ daha sonra müşriklerin azaptaki durumunu şu ayetle tavsif etti: "Onlar cehennemde şöyle bağırışıyorlar: Ey Rabbimiz! Bizi çıkar da daha önce işlediğimiz amellerden farklı olarak salih amel işleyelim."
Yani bu kâfirler cehennemde yardım istemek üzere seslerini yükselterek bağırırlar: "Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Bizi dünyaya döndür de daha önce işlediğimiz şirk ve masiyetlerden farklı olarak senin razı olacağın salih amel işleyelim, küfür yerine iman, masiyet yerine taat sahibi olalım."
Bunun üzerine Cenab-ı Hak onları azarlayarak şöyle buyurdu:
"Size öğüt alacak birinin öğüt alabileceği kadar bir ömür vermedik mi?" Yani öğüt almak istediğiniz takdirde öğüt alma imkânına kavuşmanıza yetecek kadar bir ömür sizi yeryüzünde bırakmakdık mı? Ya da haktan yararlanan kimselerden olsaydınız ömrünüz müddetince istifade edebileceğiniz kadar dünyada yaşamadınız mı?
Bu ayetin bir benzeri şudur: "Kıyamet günü kâfirler şöyle derler: "Ey Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün, iki defa da dirilttin. Biz de günahlarımızı itiraf ettik. Şimdi de bir kurtuluş yolu var mıdır?" Onlara şöyle denilir: "Bunun sebebi yalnız Allah'a dua edildiği zaman inkâr etmeniz, O'na ortak koşulunca da iman etmenizdir..." (Mümin, 40/11-12).
İmam Ahmed, Ebu Hureyre (r.a.)'den Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Allah Tealâ altmış -ya da yetmiş- yaşına kadar ömür verdiği kulunun ileri süreceği mazereti böylece ortadan kaldırmış olmaktadır. Onun mazeretini ortadan kaldırmış olmaktadır. Onun mazeretini ortadan kaldırmış olmaktadır."
"Üstelik size uyarıcı da gelmişti." Yani size uyarıcı elçi -Hz. Peygamber (s.a.)- de beraberinde Kuran olduğu halde, isyan ettiğinizde sizi azapla uyarmak üzere gelmişti.
Bir başka görüşe göre "nezîr: uyarıcı" ifadesi ak saç anlamındadır. Razî diyor ki: Yani size akıllar verdik ve size akılla anlaşılabilecek gerçekleri naklî delille destekleyecek kimseleri (elçilerimizi) gönderdik.
Böylece Allah Tealâ'nm insanlara verdiği ömür ve gönderdiği elçilerle onların üzerine hüccet koyduğu şu ayetlerle de açıkça beyan edilmektedir: "O suçlular cehennem zebanisine: "Ey Malik! Hiç olmazsa Rabbin canımızı alsın," diye bağırışırlar. Malik de: "Siz bu azapta bekletileceksiniz." der. Allah şöyle der: Şüphesiz biz size dünyada peygamber vasıtasıyla hak bir din gönderdik. Fakat bir çoğunuz bu hak dini sevmemekteydiniz." (Zuhruf, 43/77-78); "Cehenneme her topluluk atıldığında zebaniler onlara "Size bir uyarıcı gelmemiş miydi?" diye soracaklardır. Onlar da: "Evet uyarıcı gelmişti, ama biz yalanlamıştık ve Allah hiçbir şey indirmedi. Siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz, demiştik." diye cevap verirler." (Mülk, 67/8-9).
"O halde azabı tadın. Zalimlerin hiçbir yardımcısı yoktur." Dünyada peygamberlere muhalefet etmenizin cezası olarak cehennem azabını tadın bakalım. Bugün sizi içinde bulunduğunuz azap ve işkenceden kurtaracak olan hiçbir yardımcınız yoktur.
Bu ayet aynen "Azabı tat bakalım. Çünkü sen çok güçlü ve çok değerli bir kişisin!" (Duhan, 44/49) ayetinde olduğu gibi emir sîgasıyla yapılan bir tehükküm (hafife alma) ifadesidir.
Cenab-ı Hak daha sonra ilminin her şeyi ve dolayısıyla onların durumunu kuşattığını bildirerek şöyle buyurdu:
"Şüphesiz göklerin ve yerin gaybını Allah bilir. Elbette O, kalplerde olanı en iyi bilendir." Muhakkak ki Allah göklerde ve yerde olan her gizli işi ve dolayısıyla kulların amellerini bilir. Bunlardan hiçbir şey ona gizli kalmaz. Eğer sizi tekrar dünyaya döndürseydi, yine iyi amel işlemezdiniz. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Tekrar dünyaya döndürülseler, yine kendilerine yasak edilen şeylere dönerler. Doğrusu onlar yalancıdırlar." (En'am, 6/28). Bunun sebibi Cenab-ı Hakk'ın gönüllerin gizlediği inanç, kuruntu ve vesveseleri gayet iyi bilmesidir. O her amel sahibine ameliyle karşılık verecektir.
Burada Allah kendilerini tekrar dünyaya döndürse bile asla küfürden dönmeyeceklerine işaret vardır.
"O kalplerde olanı en iyi bilendir." ifadesi ilminin genişliğini belirtmek içindir. Cenab-ı Hak daha sonra, gaybı bilmesinin bir başka sebebini zikretmek üzere şöyle buyurdu:
"Sizi yeryüzünde halifeler kılan O'dur." Yani sizin yeryüzünün hayırlarından yararlanmanız, tevhid ve taatle Allah'a şükretmeniz için sizi sizden öncekilerin ardından birbirini izleyen nesiller halinde getiren O'dur. Nitekim bir başka ayette: "O, sizi yeryüzünün halifeleri kılar." (Nemi, 27/62) buyurulmuştur.
"Kim inkar ederse, onun inkârı kendi aleyhinedir." İçinizden kim bu nimete nankörlük ederse, küfrünün zararı o kimseye olur. Onun cezası başkasına değil, sadece kendisine ait olur.
"Kâfirlerin inkârları Rableri nezdinde sadece hüsranlarını artırır." Yani onlar küfürleri üzerinde her ne kadar devam ederlerse, Allah da onlara buğzeder ve gazap eder. Küfür üzerine ne kadar ısrar ederlerse, kıyamet günü hem kendilerini, hem de ailelerini hüsrana uğratmış olurlar. Onlar eksiklik ve helake uğrarlar.
Bu ifade tekrarı, küfrün buğz ve hüsran gibi iki neticeyi doğurduğuna delildir. [55]
Bu ayetlerden şu hususlar çıkarılmaktadır:
1- Bu anlatılanlar cehennemin durumu ve kâfirlerin sözleridir. Onlar cehennem ateşinde ebedî kalacaklar ve orada ne ölecekler, ne de hayat bulacaklardır. Nitekim "Orada ne ölecek, ne de hayatı yaşayacaklardır." (A'lâ, 87/13) buyurulmaktadır. Onların azaplarından hiçbir şey hafifletilmez. Bu Allah ve Rasulünü inkâr eden her kâfirin cezasıdır.
2- Kâfirler cehennemde şöyle derler: Ey Rabbimiz! Bizi cehennemden çıkar ve tekrar dünyaya döndür ki daha önce işlediğimiz şirk koşma gibi amellerden farklı olarak salih amel işleyelim, küfrün yerine iman edelim, masiyetin yerine itaatte bulunalım ve Rasulün emrine uyalım.
3- Allah Tealâ onlara, "Öğüt almak isteyen herkese, öğüt alma imkânı veEŞ$©k şekilde yeterli bir müddet verdik. Ayrıca küfür üzerine ısrar eder-4w4e, Allah'ın cezasına karşı kendilerini uyarmak üzere rasuller geldi." diyerek cevap verdi. Dolayısıyla kâfirlerin önünde iki fırsat vardı: Ömür müddeti ve rasullerin gönderilmesi.
4- Ahiret yurdu yükümlülük yurdu değildir. Dolayısıyla ahirette imanın düzeltilmesi kabul edilmeyecek, orada tevbenin hiçbir yararı olmayacaktır. Bütün bunların yeri dünya yurdudur. Bunun için kâfirlere şöyle denir: Cehennem azabını tadın. Çünkü siz ne ibret aldınız, ne de öğüt aldınız. Zalimler için hiçbir yardımcı ve Allah Tealâ'nın azabından kurtaracak hiçbir güç yoktur.
5- llah Tealâ dünya ve ahiretteki gizli-açık herşeyi gayet iyi bilir, kulların amellerinden haberdardır. Allah gayet iyi biliyor ki: Kâfirler dünyaya tekrar gönderilseler, salih amel işlemeyeceklerdir. Nitekim bir ayette de şöyle buyurmaktadır: "Tekrar dünyaya döndürülseler, yine kendilerine yasak edilen şeylere dönerler." (En'am, 6/28). Bu, onların azap içinde sürekli kalacaklarını ifade etmektedir.
Onun gayb bilgisinin genişliğinin sebebi şudur: O geçmiş ve gelecekte, kalpte gizli olan şeyleri gayet iyi bilir. O insanların yeryüzünün hazinelerinden yararlanmaları ve Allah'a tevhid ve taatle şükretmeleri için insanları nesil nesil, artarda topluluklar kılmıştır.
6- Kim inkar ederse, küfrünün cezası yani azap ve işkence onun üzerinedir.
7- Kâfirler küfürlerinde devam ederlerse, sadece iki şey elde ederler:
- Allah Tealâ'nın buğz ve gazabı,
- Hüsran yani helak olma ve sapıklık.
Henüz vakit geçmeden önce dünyada iken içlerinde ibret alacak hiçbir kimse yok mudur? [56]
40- De ki: "Siz hiç Allah'tan başka taptığınız ortaklarınıza baktınız mı? Gösterin bana, yeryüzünde ne yaratmışlardır? Yoksa göklerin yaratılmasında Allah'la bir ortaklıkları mı vardır? Yahut biz onlara bir kitap vermişiz de onu mu delil ediniyorlar?" Hayır! Zalimler birbirlerine aldatmadan başka bir şey va-adetmezler.
41- Şüphesiz ki Allah, yerlerinden ayrılıp gitmemeleri için gökleri ve yeri mutlaka tutar. Yemin olsun ki eğer bunlar yerlerinden ayrılacak olursa, onları Allah'tan başka kimse tutamaz. Şüphesiz O çok yumuşak davranan ve çok affedendir.
"Gösterin bana, yeryüzünde ne yaratmışlardır?" ve "Yoksa göklerin yaratılmasında Allah'la bir ortaklıkları mı vardır?" sorularında azarlama gayesiyle inkârî istifham (elbette yoktur) manası bulunmaktadır.
"Gurura" ve "gafura" kelimelerinin son harfleri (r) birbirine uyum gösterdiğinden seci vardır. [57]
"De ki: "Siz hiç Allah'tan başka taptığınız ortaklarınıza" Allah'ın ortakları olduklarını iddia ettiğiniz putlara "baktınız mı? Gösterin bana", yani bana haber verin. "Yoksa göklerin yaratılmasında" onların "Allah'la bir ortaklıkları mı vardır? Yahut biz onlara" bizim ortak edindiğimizi söyleyen "bir kitap vermişiz de onu" bu kitabı onların bana ortak olduğunu bildiren "bir delil mi ediniyorlar? Hayır! Zalimler birbirlerini aldatmadan başka bir şey vaadetmezler." Bu konudaki çeşitli hüccetlerin reddedilmesinden sonra müşrikleri bu konuya sevkeden hususu zikretti. Bu husus geçmişlerin yeni nesilleri ya da liderlerin kendilerine tâbi olanları aldatması hususudur.
"Şüphesiz ki Allah, yerlerinden ayrılıp gitmemeleri için", dengenin bozulmaması için, yok olmalarını engellemek için, "gökleri ve yeri mutlaka tutar." korur. "Yemin olsun ki" "Le-in" kelimesindeki lâm kasem lamıdır. "eğer bunlar yerlerinden ayrılacak olursa, onları" gökleri ve yeri''Allah'tan başka kimse tutamaz." Göklerin ve yerin yok olacağı farz edilse, bunları Allah Tealâ'nın dışında hiçbir kimse koruyamaz. "Şüphesiz ki O" kâfirlerin cezasını erteleme, gökleri ve yeri tutma hususunda "çok yumuşak davranan ve çok affedendir." [58]
Allah Tealâ müminlerin ve kâfirlerin amellerinin karşılığını beyan ettikten ve Allah'ı inkâr edenlerin tamamını tehdit ettikten sonra; tevhide davet eden ve şirki reddeden hususları zikretmekte, müşriklerle Allah'a ibadet esaslarının en basitleri olan yaratma ve yoktan var etme konularını ve bu sahte ilahların bundan âciz oldukları konularını tartışmaktadır. [59]
"De ki: Siz hiç Allah'tan başka taptığınız ortaklarınıza baktınız mı? Gösterin bana, yeryüzünde ne yaratmışlardır?"
Ey Peygamber! Müşriklere de ki: Allah'ı bırakıp taptığınız, ilâh edindiğiniz put ve heykellerden, ortaklarınızdan bana haber verin. Bunlar yeryüzünde bir şey yarattılar mı ki ilâhlık taslıyorlar!
"Yoksa göklerin yaratılmasında Allah'la bir ortaklıkları mı vardır?" Onların gökleri yaratmakta yahut bunun mülkünde veyahut göklerde tasarrufta bulunma hususunda Allah'la bir ortaklıkları var mıdır ki ulûhiyetteki bu ortaklıklara lâyık olsunlar?
"Yahut biz onlara bir kitap vermişiz de onu mu delil ediniyorlar?" Yani biz onların söyledikleri şirk ve küfrü onaylayan ve onların iddia ettikleri hususlarda onların lehine hüccet olan bir kitap mı indirdik!
"Hayır! Zalimler birbirlerine aldatmadan başka bir şey vaadetmezler." Hayır, onlar bu hususta kendi nefsî arzularına, şahsî görüşlerine ve kendileri için temenni ettikleri kuruntularına uyarlar. Bütün bu temenniler aldatma, batıl ve yalandan ibarettir. Nitekim başkanlar ve liderler kendilerine tâbi olanlara birtakım vaadlerde bulunup bu vaadlerle onları aldatırlar. Bunlar aldatıcı batıllar olup, hiçbir gerçek yönü yoktur. Onların kuruntuları şudur: Bu tanrılar kendilerine tapanlara fayda verecek ve onları Allah'a yaklaştıracak ve Allah nezdinde onlara şefaat edecektir.
Allah Tealâ putların zayıflığını ve her şeyden aciz olduklarını beyan ettikten sonra onları ibadet edilmeye lâyık kılacak, onları ta'zim edilmeye ehil kılacak şartı beyan etti. Kendi kudretini ve eşsiz sanatını açıklamak üzere şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ki Allah yerlerinden ayrılıp gitmemeleri için gökleri ve yeri mutlaka tutar." Allah gökleri ve yeri yok olmaktan, dengelerinin bozulmasından ve yerlerinden ayrılmaktan korur. Bu ayet yerçekimi kanununa ve dünyanın da kendisi dışındaki güneş, ay ve özel yörüngelerinde yüzen diğer gezegen yıldızlar gibi boşlukta yüzen bir küre olduğuna işaret etmektedir. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın yerde olanları ve emriyle seyreden gemileri hizmetinize verdiğini, emri olmadan yere düşmesin diye göğü tuttuğunu görmez misin?" (Hac, 22/65); "Göğün ve yerin O'nun emriyle ayakta durması O'nun kudretini gösteren delillerindendir." (Rum, 30/25).
"Yemin olsun ki eğer bunlar yerlerinden ayrılacak olursa, onları Allah'tan başka kimse tutamaz. Şüphesiz O, çok yumuşak davranan ve çok affedendir." Yani göklerin ve yerin yok olmaya yüz tuttukları farzedilse Allah Tealâ'dan başka hiçbir kimse onları tutmaya muktedir olamaz. Göklerin ve yerin devamlı ve baki kalmalarına ancak O kadirdir. Bununla birlikte O son derece yumuşak davranan ve son derece affedendir. Müşriklerin cezasını erteler. Kullarından geçmişte işledikleri cürümlerden dolayı tevbe edenleri mağfiret eder. O yumuşak muamele ederek cezaları erteler ve tehir eder, ceza vermekte acele etmez. Diğer kullarını bağışlar ve mağfiret eder. Kullarının kendisini inkâr ettiklerini ve kendisine isyan ettiklerini görmesine rağmen gökleri ve yeri ayakta tutmaya devam eder. [60]
Bu ayetler aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:
1- Allah Tealâ müşriklere putlara ve heykellere tapmaları hususunda putlara meydan okumakta, onlardan Allah'ı bırakıp da tapındıkları ortakları hakkında:
- Putların göklerin ve yerin yaratılmasında bir ortaklıkları vardır, diye mi,
- Yoksa yeryüzünde bir şey yaratmışlardır, diye mi putlara tapındıklarını haber vermelerini istemektedir.
"Sizin ortaklarınız" ifadesinde putlar gerçekte Allah'ın ortakları olmadığı ve putları Allah'a ortak koşanlara, müşriklere izafe edilmiş ve sizin kabul ettiğiniz ortaklar anlamında "ortaklarınız" denilmiştir
"Siz ve sizin Allah'ı bırakıp da tapındığınız şeyler cehennem odunusunuz." (Enbiya, 21/98) ayetinin delaletiyle "sizin cehennemdeki ortaklarınız" denilmiş olması da muhtemeldir.
Razî diyor ki: Bu -son anlam- daha yakındır. Müfessirlerin birinci anlamda ittifak etmeleri sebebiyle bu ikinci anlam için uzak bir görüştür denilmesi de muhtemeldir.
2- Gerçek şudur ki müşriklerin ikna edici hiçbir cevapları yoktur. Onlar sadece kendi nefsî arzularına, kendi görüşlerine ve kendileri için temenni ettikleri kuruntularına uymaktadırlar. Bütün bunlar batıl ve asılsızdır. Onların birbirlerine verdikleri vaadler ve efendilerin kendilerine tâbi olanlara: Bu ilâhlar size faydalı olacak ve sizi -Allah'a- yaklaştıracak, demeleri aldatıcı, batıl vaadlerdir.
3- Putların zaaf ve acziyetlerinin sabit olmasından ayrı olarak Allah'ın azamet ve kudretinin delili Allah'ın göklerin ve yerin yaratıcısı ve elinde tutucusu olmasıdır. Onun varetmesi olmaksızın hiçbir olay meydana gelemez. Farzedelim gökler ve yer dengeyi kaybetseler, Allah Tealâ'dan başka hiçbir kimse gökleri ve yeri tutamazdı.
4- Allah'ın yüce sıfatlarından biri Halîm (yumuşak huylu) sıfatıdır. Bu sebeple Cenab-ı Hak kâfirleri ve isyankârları derhal cezalandırmaz.
Cenab-ı Hakk'm diğer bir sıfatı Gafur sıfatıdır. Cenab-ı Hakk'm tevbe eden, iman eden, salih amel işleyen sonra da hak yolda devam eden kimseleri mağfiret etmesidir. Allah Tealâ kâfirlerin küfrüne rağmen kâinatın eşsiz sistemini korumaya devam etmektedir. [61]
42- Kâfirler, kendilerine bir uyarıcı gelirse, ümmetler içinde en doğru yolu tutacaklardan biri olacaklarına dair, en büyük yeminleriyle yemin etmişlerdi. Fakat kendilerine uyarıcı gelince, bu onların nefretlerini artırmaktan başka bir şey yapmadı.
43- Nefretlerinin sebebi yeryüzünde kibirlenmeleri ve kötü tuzaklar kurmalarıydı. Halbuki kötü tuzağın zararı ancak onu kurana dokunur. Onlar öncekilere uygulanan kanundan başka bir şey mi bekliyorlar? Sen, Allah'ın kanununda hiçbir değişiklik bulamazsın. Sen, Allah'ın kanununda hiçbir sapma göremezsin.
44- Onlar yeryüzünde dolaşıp kendilerinden önceki kavimlerin akıbetlerinin ne olduğuna bakmazlar mı? Halbuki onlar kendilerinden daha kuvvetliydiler. Göklerde ve yerde hiçbir şey Allah'ı âciz bırakamaz. Şüphesiz ki Allah her şeyi gayet iyi bilir, her şeye kadirdir.
45- Eğer Allah, işledikleri günahları yüzünden insanları hemen cezalan-dırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat Allah onların cezalarını belli bir zamana kadar erteler. Ecelleri gelince gereğini yapar. Şüphesiz ki Allah kullarını çok iyi görür.
"... insanları hemen cezalandır say di, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı." ayetindeki "alâ zahriha: onun sırtında" ifadesi kapalı istiaredir.
Yeryüzü sırtında çeşitli yaratıkları taşıyan bir canlıya benzetildi. Sonra kendisine benzetilen hazfedildi. Daha sonra da bunun gereklerinden olan bir şey -yani sırt kelimesi- ile buna kapalı istiare yoluyla işaret edildi. [62]
"Kâfirler, kendilerine bir uyarıcı" rasul "gelirse," Yahudi ve Hristiyan v.b. "ümmetler içinde en doğru yolu tutacaklardan biri olacaklarına dair, en büyük yeminleriyle" son güçleriyle, bütün gayretleriyle "yemin ettiler." Zira onlar Yahudi ve Hristiyanların birbirlerini yalanladıklarını görmüşlerdi. Zira Yahudiler: Hristiyanlar hiçbir şey üzerine değildirler, demişlerdi. Hristiyanlar ise: Yahudiler hiçbir şey üzerine değildirler, demişlerdi. "Fakat kendilerine uyarıcı" olarak Hz. Muhammed (s.a.) "gelince, bu" uyarıcının gelişi "onların nefretlerini artırmaktan" Hak ve hidayetten uzaklaştırmaktan "başka bir şey yapmadı."
"Nefretlerinin sebebi yeryüzünde kibirlenmeleri ve kötü tuzaklar kurmalarıydı." Çünkü onlar Hz. Muhammed (s.a.)'in yalancılığına inandıkları için onun peygamberliğini yalanlamış değildiler. Onlar bunu Hz. Muhammed (s.a.)'in tabileri olmayı kabul edemeyip böbürlendikleri için, zorbalık yapmaya ve bozgunculuk yapmaya devam ettikleri için böyle davranmaktadırlar. "Mekru's-seyyi" Allah'a şirk koşma ve Rasulullah (s.a.)'e komplo kurma gibi kötü işler planlama demektir. "el-Mekr" hile, aldatma ve çirkin amel demektir. "Halbuki kötü tuzağın zararı ancak onu kurana" hilekâr kimseye "dokunur." Sadece ona isabet eder. "Onlar öncekilere uygulanan", peygamberlerini yalanlayanların azaba uğrayacakları şeklindeki ilahî "kanundan başka bir şey mi bekliyorlar1?" Halbuki "Sen Allah'ın kanununda hiçbir değişiklik bulamazsın. Sen Allah'ın kanununda hiçbir sapma göremezsin." Azaptan başka bir değişiklik olmayacak, bu azap da lâyık olandan başkasına çevrilmeyecektir. Diğer bir ifadeyle tebdil, değiştirme, rahmeti azap yerine koymaktır. Tahvil ise nakletme, azabı hakkı yalanlayanlardan başkasına verme, demektir.
"Onlar yeryüzünde dolaşıp" Şam, Yemen ve Irak'a yaptıkları yolculukları esnasında Ad, Semûd, Medyen ve benzeri "kendilerinden önceki kavimlerin akıbetlerinin ne olduğuna" geçmiş kavimlerin izlerine "bakmazlar mı?" Bu kavimler peygamberleri yalanladıkları zaman kendilerine azap inmişti. Bu Allah'ın, hakkı yalanlayanlar hakkında hiç değişmeyen, hiç bozulmayan ilâhî kanunudur. "Halbuki onlar" eski ümmetler "kendilerinden" Mekke halkından "daha kuvvetli" daha uzun ömürlü, daha çok zengin, maddi yönden daha güçlüydüler." Buna rağmen Allah rasullerini yalanlamaları sebebiyle onları helak etti. "Göklerde ve yerde hiçbir şey Allah'ı âciz bırakamaz." O'nu geçemez ve geri bırakamaz. "Şüphesiz ki Allah" her şeyi "gayet iyi bilir," hiçbir şey Ona gizli kalmaz. O, "her şeye kadirdir." Hiçbir şey Ona zor gelmez.
"Eğer Allah, işledikleri" günahlar, masiyetler ve hatalar "yüzünden insanları hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı." Dâb-be: yeryüzü üzerinde hareket eden her canlı varlık, demektir. "Fakat Allah onların cezalarını belli bir zamana kadar erteler. Şüphesiz ki Allah kullarını çok iyi görür." Amellerine göre müminlere sevap vermek, kâfirlere azap etmek suretiyle onları cezalandırır. [63]
"Kâfirler kendilerine bir uyarıcı gelirse..." ayetinin (42. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Ebî Hatim, İbni Ebî Hilâlden naklediyor: Kureyşliler, "Allah bizim içimizden bir peygamber gönderseydi, geçmiş ümmetlerden hiçbiri, yaratıcısına karşı bizden daha itaatkâr, peygamberinin sözüne bizden daha çok bağlı, kitabına bizden daha çok sarılmış olmazdı." dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak şu ayetleri indirdi: "Kâfirler kendilerine peygamber gönderilmeden önce şöyle diyorlardı: Eğer elimizde geçmiş kavimlere indirilen kitaplardan biri olsaydı, şüphesiz Allah'ın ihlâslı kullarından olurduk." (Saffat, 27/167-168); "Eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha doğru yolda olurduk, demeyesiniz." (En'am, 6/157); "Müşrikler, kendilerine bir uyarıcı gelirse, ümmetler içinde en doğru yolu tutacaklardan biri olacaklarına dair en büyük yeminleriyle yemin ettiler." (Fatır, 35/42). Yahudiler Hristiyanlarla görüşüp bu konuyu açıyorlar ve biz çıkacak bir peygamberi bekliyoruz, diyorlardı. [64]
Cenab-ı Hak müşriklerin Allah'ın birliğini inkâr ettiklerini beyan ettikten ve onların akıllarının basitliğinden dolayı müşrikleri azarlayarak tenkit ettikten sonra, peygamber beklemelerine rağmen Hz. Peygamber (s.a.) geldikten sonra onu yalanladıklarını belirtmektedir.
Daha sonra da peygamberlerini yalanlayan geçmiş ümmetler gibi onları da helak olmakla tehdit etti. Bunun ardından onlara Şam, Irak ve Yemen'e yaptıkları yolculukları esnasında bizzat gördükleri gibi Hakk'ı yalanlayan önceki kavimlerin çok güçlü ve çok zengin olmalarına rağmen helak olduklarını ve yurtlarının yokedildiğini hatırlatmaktadır.
Sure, Cenab-ı Hakk'ın insanlara son derece yumuşak davrandığı, eğer dilerse onları yokedeceği, fakat cezalarını kıyamet gününe ertelediği ve o zaman amellerine karşılık onları cezalandıracağı hususlarının açıklanmasıyla sona ermektedir. [65]
Bu Kureyş ve diğer Araplar hakkında Kur'an'dan öğrendiğimiz hayret verici ve garip bir haberdir.
Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Kâfirler, kendilerine bir uyarıcı gelirse, ümmetler içinde en doğru yolu tutacaklardan biri olacaklarına dair, en büyük yeminleriyle yemin etmişlerdi."
Kureyşliler ve diğer Arap kabileleri kendilerine rasul gönderilmeden önce en ağır yeminlerle Allah'a yemin ettiler: Eğer bize Allah tarafından uyarıcı bir rasul gelirse, ümmetler içerisinde yahut kendilerine rasul gönderilen bütün ümmetlerden daha çok itaatkâr ve risalete bağlılık ve kabul açısından çok daha ileride olacağız, diye yemin ettiler.
Bu, aynen şu ayet-i kerime gibidir: "Biz bu Kur'anı indirdik ki siz "Kitap bizden önceki Yahudi ve Hristiyan taifelerine indirildi. Biz ise onların kitabını okumaktan habersizdik." veya "Eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha doğru yolda olurduk." demeyesiniz. Şimdi ise Rabbiniz-den size açık bir delil, bir hidayet ve rahmet gelmiştir. Allah'ın ayetlerini yalanlayan ve onlardan yüzçevirenden daha zalim kim olabilir? Ayetlerimizden yüzçevirenleri, yüzçevirdiklerinden dolayı yakında en kötü bir azapla cezalandıracağız." (En'am, 6/156-157).
"Fakat kendilerine uyarıcı gelince, bu onların nefretlerini artırmaktan başka bir şey yapmadı. Nefretlerinin sebebi yeryüzünde kibirlenmeleri ve kötü tuzaklar kurmalarıydı."
Kâfirlere, temenni ettikleri uyarıcı -yani Rasulullah (s.a.)- indirilen Kur'an-ı Kerim'le kendilerine gelince bu durum onların Allah'ın ayetlerine uymayı kabul etmeyip kibirlenerek, inkâr etmelerini artırıyor, imandan ve Hz. Peygamber (s.a.)'e icabet etmekten daha fazla uzaklaşmalarına sebep oluyordu.
Burada müşriklerin hiçbir ahdinin olmadığı, sözlerinde hiçbir doğruluk bulunmadığı, söylediklerinde hiçbir vefakârlık olmadığı beyan edilmektedir. Böylece fiillerinin günahlarına tahammül edeceklerdir:
"Halbuki kötü tuzağın zararı, ancak onu kurana dokunur." Yani bunun vebali başkalarına değil, bizzat tuzak kuranlara döner. Bu tuzaklarının akıbeti günah ve sorumlulukla yine kendilerine ait olur. Kötülüğün kötü sonucu, kendisine kötülük yapılan kimseden önce kötülük yapana ait olur. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyuruyor: "Onlar yakında nasıl bir yıkılışla altüst edileceklerini bileceklerdir." (Şuara, 26/227).
Cenab-ı Hak daha sonra müşrikleri benzerlerine verilen ceza ile tehdit etmek üzere şöyle buyurdu:
"Onlar öncekilere uygulanan kanundan başka bir şey mi bekliyorlar?"
Yani onlar Rasulullah (s.a.)'i yalanlamalarına ve O'nun emirlerine aykırı davranmalarına karşılık ceza olarak, hakkı yalanlayan geçmiş ümmetlere Allah'ın verdiği cezanın benzeri bir cezadan başka bir şey mi bekliyorlar?
"Sen, Allah'ın kanununda hiçbir değişiklik bulamazsın. Sen, Allah'ın kanununda hiçbir sapma göremezsin." Yani bu Allah'ın Hakk'ı yalanlayan herkes hakkında değişmeyen ilâhî kanunu ve metodudur. Buna göre rahmet asla azabın yerine konulamaz. Hakkı yalanlayan bir kişiye verilen azap, bir diğerine çevrilemez. Nitekim bir ayette Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Allah bir milletin kötülüğünü murad ettiğinde hiçbir kimse O'na karşı duramaz. O millet için Allah'tan başka bir koruyucu da bulunmaz." (Ra'd, 13/11).
Allah Tealâ daha sonra Hakkı yalanlayan geçmiş ümmetlerin helak edildiğini belirten eski kalıntılara dikkat çekmek üzere şöyle buyurdu:
"Onlar yeryüzünde dolaşıp kendilerinden önceki kavimlerin akıbetlerinin ne olduğuna bakmazlar mı? Halbuki onlar kendilerinden daha kuvvetliydiler. " Yani onlar Şam, Yemen ve Irak'a yaptıkları yolculuklarda çeşitli beldeleri dolaşıp peygamberleri yalanlayan geçmiş ümmetlerin akıbetini, Allah'ın onları nasıl yokettiğini müşahede etmezler mi? Onların benzerleri olan kâfirlere de aynı akıbet gelecektir. O geçmiş ümmetler Kureyşlilerden daha güçlü; sayı, mal ve evlât açısından daha çok idiler. Ama bu durum onlara hiçbir fayda vermedi, Rabbinin emri gelince Allah'ın azabından hiçbir şeyi kaldırmadı. Zira Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Göklerde ve yerde hiçbir şey Allah'ı âciz bırakamaz. Şüphesiz ki Allah her şeyi gayet iyi bilir, her şeye kadirdir." Allah göklerde ve yerde bir şeyin meydana gelmesini murad etmişse, rasulüne yalanlayan bu müşrikler O'nu asla âciz bırakamaz, O'nun önüne geçemez. O'nun azabından kurtulamazlar. Zira Allah Tealâ bütün varlıkları gayet iyi bilir. Hiçbir şey Ona gizli kalmaz. Her şeye kadirdir. Hiçbir şey O'na zor gelmez. O cezaya lâyık olanı gayet iyi bilir. Dilediği yerde ve zamanda cezaya lâyık olandan intikam alır.
Cenab-ı Hak daha sonra ilâhî ceza siyasetini beyan etmek, insanlara olan geniş ve bol nimetlerini haber vermek üzere şöyle buyurmaktadır:
"Eğer Allah, işledikleri günahla? yüzünden insanları hemen cezalan-dırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı." Yani Allah Tealâ derhal ceza verse ve insanları bütün günahlarından dolayı sorumlu tutsa idi, gökyüzü ve yeryüzünde bulunan bütün varlıkları helak ederdi, masiyetlerinin uğursuzluğu sebebiyle insanların ellerindeki hayvanları ve rızıkları yok ederdi. Ayetteki "dâbbe=canlı" kelimesinden murad İbni Mes'ud'un dediği gibi hareket eden yürüyen, sürünen ve uçan her canlı mahluktur.
"Fakat Allah onların cezalarını belirli bir zamana kadar erteler. Ecelleri gelince gereğini yapar. Şüphesiz ki Allah kullarını çok iyi görür." Allah onlann günahları sebebiyle sorgulanmalarını ve cezalarını belirli bir vakte -yani kıyamet gününe- kadar geciktirir. O zaman onları hesaba çeker ve her amel sahibine amelinin karşılığını tam olarak verir. Taat ehline sevapla, masiyet ehline de cezayla karşılık verir. Allah insanlardan sevaba lâyık oİanı da, azaba lâyık olanı da gayet iyi görür. Onların durumundan hiçbir şey O'na gizli kalmaz.
Bu ayetin benzeri olarak şöyle bir ayet de vardır: "Rabbin çok mağfiret edecidir. Rahmeti boldur. Eğer Allah onları işledikleri yüzünden cezalandırmak isteseydi, hemen azabını indiriverirdi. Fakat onlar için vaadedilen bir zaman vardır ki ondan kaçıp kurtulacak bir yer bulamayacaklardır." (Kehf, 18/58). [66]
Bu ayetler şu noktalara işaret etmektedir:
1- Kureyşliler Ehl-i Kitap'm kendilerine gönderilen rasullerini yalanladıklarını öğrendiklerinde, eğer kendilerine bir peygamber gelecek olursa, peygamberleri yalanlayan Ehl-i Kitaptan daha doğru bir yolu tutacaklarına dair, Hz. Peygamber in gelmesinden önce yemin etmişlerdi. Araplar diğer peygamberlerin İsrailoğulları'ndan gelmesi gibi kendilerinden de bir peygamber gelmesini temenni ediyorlardı. Temenni ettikleri uyarıcı rasul kendi içlerinden gelince O'ndan nefret ettiler, kibirlenerek, imana karşı çıkarak ve kendi adamlarının daha fazla olması için imanı engellemek suretiyle hilekârlık yaparak ona inanmadılar.
2- Müşriklerin Allah'a olan ahidlerini unutmuş görünmeleri, yeminlerine vefasızlık göstermeleri ve Allah'a şirk koşmalarının kötü sonucu ve tesirleri sadece kendi aleyhlerine dönecektir. "Kötü tuzağın zararı ancak o tuzağı kurana dokunur." ayetinin delâlet ettiği mana budur. Arap atasöz-lerinden biri: "Kim kardeşine kuyu kazarsa, kendisi o kuyunun içine yüzüstü düşer." şeklindedir.
Zührî'nin rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Hilekârlık yapma. Hilekâr kişiye yardım etme. Zira Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Kötü tuzağın zararı ancak o tuzağı kurana dokunur." Haddi aşma. Haddi aşana yardım etme. Zira Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: Kim haddi aşarsa, kendi aleyhine haddi aşmış olur. Yine şöyle buyurmaktadır: Sizin haddi aşmanız kendi aleyhinizedir."
Beyhakî'nin Şüabu'l-İman adlı eserinde Kuss b. Sa'd'dan rivayet ettiği hadiste "Hile ve tuzak cehennem ateşindedir." yani bunları yapanlar cehenneme girer, denilmektedir. Zira bunlar seçkin müminlerin değil, kâfirlerin hasletlerindendir. Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Hile, tuzak ve hıyanet müminin ahlâkından değildir."
3- İnatçı müşriklerin Allah'ın peygamberine karşı tavırları önceki kâfirlere inen azabı bekleyen kimselerin tavrı gibidir. Allah kâfirlere azap indirmiş ve bunu onların hakkında bir kanun kılmıştır. Kâfir müstahak olduğu azabı görecektir. Hiç kimse bunu değiştirmeye veya kendisine gelecek azabı başkasına çevirmeye muktedir olamaz. Helak etme öncekilerin kanunu değil, Allah'ın öncekiler için bir kanunudur.
4- Bu durumu te'kid etmek üzere Allah Tealâ geçmiş ümmetlerin tarihinden bazı gerçekleşmiş örneklere dikkat çekmektedir. Zira Araplar Yemen, Şam ve Irak'a düzenledikleri ticaret kervanları ve yolculukları esnasında eski ümmetlerin yurtlarının ve evlerinin yıkıntı izlerini müşahede etmektedirler. Meselâ: Allah'ın peygamberlerini yalanlayan, Mekke halkından daha güçlü, mal ve evlât açısından daha zengin olan Ad, Semûd ve Medyen kavimleri bunlardandır. Zira Allah bir kavme azap indirmeyi murad ettiği zaman, O'nu âciz bırakacak hiçbir güç-kuvvet yoktur.
5- Allah Tealâ'nm rahmetinin gereği olarak isyankâr ve kâfirlerin günahları sebebiyle kendilerine derhal azap verilmemekte, azapları geciktirilmekte, kendilerine kusurlarını gidermeleri ve zulümlerinden vazgeçmeleri için bir fırsat tanınmakta ve belirli bir güne kadar kendilerine mühlet verilmektedir.
Halbuki adaletin gereği azabın derhal verilmesi idi. Allah bu şekilde davransaydı, dilediği kimseler hariç bütün mahlukatı helak ederdi. Allah Tealâ yarattıklarından cezaya lâyık olanları gayet iyi bilendir.
Bu ifade şiddetli inatçılıkları, bozuk inançları ve azgınlıkları sebebiyle azabın derhal gelmesini isteyen ve Rasulullah (s.a.)'e: Bizim azabımızı acele olarak getir, diyen müşriklere Cenab-ı Hakk'ın: Azabın bir vadesi vardır, şeklindeki beliğ bir cevabıdır.
Kur'an-ı Kerim müşriklerin, "Allahım! Eğer bu Kur'an senin nezdin-den indirilmiş hak bir kitapsa, gökten üzerimize taşlar yağdır veya bize can yakıcı bir azap ver," (Enfal, 8/32) şeklinde azabın derhal gelmesini istemelerini istihza üslubuyla nakletmektedir. [67]
[1] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/509.
[2] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/509.
[3] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/509-510.
[4] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/511.
[5] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/511-512.
[6] Bunu Buhari
"el-Edebü'l-Müfred" kitabında ve İbni Ebî Hatim Tefsirinde Zührî'den
rivayet etmiştir.
[7] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/512-515.
[8] Keşşaf, III/569.
[9] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/515-516.
[10] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/517-518.
[11] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/518-519.
[12] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/519.
[13] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/519.
[14] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/519-521.
[15] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/521-522.
[16] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/523.
[17] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/523.
[18] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/523-524.
[19] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/524.
[20] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/525-527.
[21] Bu hadis-i şerifi Taberanî,
İbni Ömer'den: "İman amelsiz, amel de imansız kabul edilmez" lafzıyla
rivayet etmiştir.
[22] Kurtubî, XIV/330.
[23] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/527-529.
[24] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/530.
[25] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/530-531.
[26] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/531.
[27] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/531-534.
[28] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/534.
[29] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/535.
[30] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/535-536.
[31] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/536.
[32] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/536-539.
[33] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/539.
[34] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/540.
[35] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/540-541.
[36] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/541-542.
[37] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/542-544.
[38] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/544.
[39] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/545-546.
[40] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/546.
[41] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/547.
[42] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/547.
[43] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/547-549.
[44] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/549-550.
[45] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/551.
[46] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/551-552.
[47] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/552.
[48] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/552-553.
[49] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/553-555.
[50] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/555-556.
[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 11/557.
[52] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/557-558.
[53] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/558.
[54] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/558-559.
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 11/559-561.
[56] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/561-562.
[57] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/563.
[58] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/563-564.
[59] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/564.
[60] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/564-565.
[61] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/565-566.
[62] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/567-568.
[63] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/568-569.
[64] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/569.
[65] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/569.
[66] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/570-572.
[67] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/572-573.