YÂSÎN     SÛRESİ 3

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular: 3

Meali: 3

İniş Sebebi 3

İlgili Hadîsler. 4

Yâsîn. 4

Hz. Muhammed'in (A.S.) Risaleti 4

Kur'ân, Aziz Ve Rahîm Olan Allah'tan İndirilmedir. 4

Arap Yarımadası'na Peygamber Gönderilmemiş Miydi?. 4

İslâm'ın Mekke Döneminde Arapların Çoğunun İmân Etmiyeceği Haber Verilmektedir  5

İnkarcının Karakteri Hakkında Benzetme. 5

Yâsîn Sûresinin Tesiri Ve Tarihî Olay. 5

Hakka Karşı Saldırı İyice Artmaya Başladı Ve Hicret Yaklaştı 6

Uyarının Tesir Alanı 6

Önden Gönderdiklerimiz Ve Geriye Bıraktıklarımız. 6

İmam-I Mübîn'den Ne Kasdedilmektedir?. 7

Âyetler Arasında Bağlantı 7

Meali: 7

İlgili Hadîs. 7

Kasaba Halkı Ve Öldürülen Mü'min. 8

Peygamberlerin Tavrı 8

Gönderilen Peygamberlerden Sonra Sıkıntılı Günlerin Başlaması 8

Fedakâr Mü'minin Uyarı Ve Tavsiyesi 9

Hak Uğrunda Şehadet Şerbetini İçmek. 9

Mekkeli Putperestler Uyarılıyor. 10

Gökten Asker Gönderilmesi 10

Âyetler Arasında Bağlantı 10

Meali: 10

Allah'ın Varlığına Ve Birliğine Delâlet Eden Sekiz Belge. 10

Yerkürenin Tersine Bir Dönüş Yapması Mümkün Müdür?. 13

Âyetler Arasinda Bağlanti 14

Meali: 14

İniş Sebebi 14

İlgili Hadîsler. 14

İnkârda Israr Edenlerin Uyarılması 14

Va'dedilen Kıyamet Ne Zaman?. 15

Kıyamet Olayı Müthiş Bir Sayha İle Gerçekleşecek. 15

İkinci Nefha. 15

Üçüncü Nefha Ve Toplanma. 16

Âhiret Gününde De Hic Kimseye Haksızlık Edilmiyecektir. 16

Âyetler Arasında Bağlantı 16

Meali: 16

İlgili Hadîsler. 17

Yüksek Nimetler, Yüce Amaçlar. 17

Suçlu Günahkârların Ayrılması 17

Suçlulara İlk Yapılan Uyari Bir Defa Da Âhirette Yapilacaktir. 18

O Gün Ağızlar Mühürlenir. 18

İnsan Ömrünün Ters Dönüş Yapması 18

Hz. Muhammed (A.S.) Şair, Kur'ân Da Şiir Değildir. 18

Âyetler Arasinda Bağlanti 19

Meali: 19

Nimette  İlâhî Damgayı Görebilmek. 20

İnsanların Korumasına Muhtaç Olan Sahte İlâhlar. 20

Nutfeden İnsan Yaratmak. 20

İlmî Yönü. 21

Ufalanıp Çürüyen Kemikler Tekrar Biraraya Gelip (& Oluşur Mu?. 21

Yeşil Ağaçta Ateşin Meydana Getirilmesi 21

Göklerin Ve Yerin Benzerinin Yaratılması 22


YÂSÎN     SÛRESİ

 

Başında huruf-i mukattaâ'dan (ya) ve (sin) bulunduğu için bu iki harf birleştirilerek sûreye isim olmuştur.

Kur'ân'ın kalbi sayılan bu sûrenin tamamı Mekke'de inmiştir. Ancak bazılarına göre, 12. âyeti Medine'de inmiştir. Rivayete göre, Ansar'dan Benî Seleme kabilesi kendi evlerini ve mahallelerini terkedip Mescid-i Saa-det'e yakın yere yerleşmeyi arzu. ettikleri zaman 12. âyet inerek buna gerek olmadığı belirtilmiştir. [1]

 

Âyet sayısı           :     83                                                              

Kelime »              :    727                   

Harf      »             : 3000    [2]     

 

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:

 

1—  Hz. Muhammed'in (A.S.) hak peygamber olduğu; altı asra yakın bir süre ataları uyarılmayan putperest bir kavme uyarıcı gönderildiği açık­lanır.

2—  Peygamber (A.S.)   Efendimiz'in  uyarıp  irşat ettiği  insanların  iki gruba ayrıldığı, bir grubunun Hakk'a çağrıya olumlu cevap vermelerinden ümit kesildiği; diğer grubun olumlu cevap vererek kurtuluşa erenler ol­duğu belirtiliyor.

3—  Mekkeli inkarcılarla, yaşamakta olan maddeci şaşkınların dikkat­leri tarihte benzeri inkâr ve azgınlığa çekilerek iyi düşünmeleri tavsiye edi­liyor ve İsa Peygamber'in (A.S.) elçilerinden üç kimsenin tebliğ ve uyarısı konu edilerek açıklayıcı misâl veriliyor.

4—  Öldükten sonra dirilip hesap ve ceza gününde kalkmaya delâlet eden delillere yer veriliyor.

5—  Allah'ın birliği, kudretinin yüceliği, ilminin sınırsızlığı çok anlamlı biçimde işlenerek bu konuda mü'minler aydınlatılıyor.

6—  İnkarcı sapıkların ilâhî azabı ayan beyan görünce derin pişman­lık duyacakları, vicdanları harekete geçirecek ve düşünce ufkunu geniş­letecek şekilde haber veriliyor.

7—  Cennet ve taşıdığı  nimetlerinin  çekiciliği  anlatılarak  mü'minler müjdeleniyor.

8—  Davarlardan yararlanmamız konu edilerek, onların insana verdi­ği her ürünün üzerinde ilâhî kudret damgası ve rezzak sıfatının fırçasının izi bulunduğu dolaylı şekilde anlatılıyor.

9—  Kıyamet gününde insanların dirilip kalkacağını isbat eder mahi­yetteki deliller sıralanıyor. [3]

 

Meali:

 

1—  -Sîn.

2—  Hikmet dolu Kur'ân'a and olsun ki,

3—  Sen elbette gönderilen peygamberlerdensin.

4—  Doğru yol üzerindesin.

5—  (Kur'ân), çok üstün, çok güçlü, çok merhametli (Allah'ın) indirdi­ğidir.

6—  Babaları uyarılmayan bir milleti -ki onlar gaflet içindedirler- uyar­man içindir.

7—  And olsun ki, hüküm, çoğu hakkında gerçekleşip sübut bulmuş­tur, artık inanmazlar.

8—  Şüphesiz ki biz onların boyunlarına, çenelerine dayanacak şekil­de demir halkalar geçirdik. Bu yüzden başları yukarıya kalkıktır.

9—  Önlerine de, arkalarına da birer sed koyduk, gözlerini de bir per­deyle öıtüverdik, artık onlar görmezler.

10—  (Ey Peygamber!) Onları (tuttukları yolun tehlikesine karşı) uyar­san da, uyarmasan da birdir; imân etmezler.

11—  Sen ancak Zikre (Kur'ân'a) uyup Rahmân'dan, gıyabında saygı ile korkanları uyara bil irsin. Öylesini mağfiret ve göz-gönü I dolduran güzel bir mükâfatla müjdele.

12—  Şüphesiz biz, evet biz, ölüleri diriltiriz; önden gönderdikleri şey­leri ve bıraktıkları eserleri (koydukları izleri) yazarız. Ve her şeyi açık ve açıklayıcı bir Ana Kitap'ta sayıp tesbit etmişizdir,

 

İniş Sebebi

 

Ebû Cehl, Resûlüllah (A.S.) Efendimizi namaz kılıp secde ederken gör­düğü takdirde şöyle şöyle hakaret ve saldırıda bulunacağına dair yemin etmiş bulunuyordu. Oysa Hz. Peygamber'i (A.S.) o vaziyette gördüğü halde nutku tutulmuş, eli kalkmaz olmuştu.

İlk sekiz âyetin bu sebepte indiği rivayet edilir. [4]

Benî Seleme Kabilesi, Medine'ye bağlı bir semtte, mahallede oturuyor­du. Daha çok sevap kazanmak için Mescid-i Saadet'e yakın yere gelip yer­leşmek istiyorlardı. O sebeple 12. âyetin indiği söylenir. [5]

 

İlgili Hadîsler

 

«Şüphesiz her şeyin bir kalbi vardır. Kur'ân'ın kalbi ise, Yâsîn'dir. Ce-nâb-ı Hak bu sûreyi, Kur'ân'ın tamamını on defa okumak kadar (sevaptı ve feyizli) yazmıştır.» [6]

«Kim bir gecede Yâsîn Sûresi'ni okursa, bağışlanmış olarak sabah­lar.» [7]

«Kim geceleyin Allah rızasını gözeterek Yâsîn Sûresi'ni okursa, ba­ğışlanır.» [8]

«Yâsîn, Kur'ân'ın kalbidir. Kim onu Allah'tan karşılığını bekleyerek ve âhiret yurdunu umarak okursa, mutlaka bağışlanır, Yâsîn'i ölüleriniz üzeri­ne okuyunuz.» [9]

 

Yâsîn                                                                                              

 

Bu iki harf veya isim üzerinde farklı yorumlar yapılmıştır. Onları kısa­ca şöyle belirtebiliriz :

a)  İbn Abbas'a (R.A.) ve İkrime ile Zeyd b. Eslem'e göre : «Ya İnsan» demektir.

b)  İmam Mâlik'e göre : Allah'ın isimlerinden bir isimdir.

c} Saîd b. Cübeyr'e göre : Hz. Muhammed'in (A.S.) isimlerinden biri­dir. Çünkü bu ismin hemen arkasından «Şüphesiz ki sen gönderilen pey­gamberlerdensin» buyurularak Hz. Muhammed'e (A.S.) hitap edilmiştir.

d)  Ebû Bekir el-Verrak'a göre : «Ya Seyyide'l-beşer» demektir ki bu,

«Ey insanların büyüğü ve efendisi» anlamına gelir.

e)   İbn Arabi'ye göre: Bu, bedi' bir isimdir. [10]

 

Hz. Muhammed'in (A.S.) Risaleti

 

«Hikmet dolu Kur'ân'a and ol­sun ki, sen elbette gönderilen peygamberlerdensin. Doğru yol üzerindesin.))

Kur'ân-i Kerîm, kul ile Allah, din ile ilim, bedenle ruh, dünya ile âhiret, ölüm ile dirim, nefis ile akıl arasında sağlam köprü kuran, bunlar arasında uyum sağlayan ve böylece insan hayatını düzene sokan; sonra da her şe­yin hikmet ve nmacını açıklayıp en doğru bilgiyi vererek insanları aydınla­tan kitap olduğu için «hakîm» sıfatıyla birlikte anılmıştır.

Kur'ân'a bu sıfatıyla birlikte and edilerek Hz. Muhammed'in (A.S.) ri-saleti, yani peygamberliği te'kiden tasdîk ve ilân edilmekte; bu konuda her türlü şüpheden uzak kalmamız emredilmektedir.

Tasdîk anlamı doğrultusunda biri «and», diğeri «inne» edatıyla yapı­lan iki te'kîd, inkarcı sapıkları, putperest müşrikleri ve şüpheci dönekleri hem uyarmaya, hem de inandırmaya yönelik bir mana taşımaktadır. [11]

 

Kur'ân, Aziz Ve Rahîm Olan Allah'tan İndirilmedir

 

«(Kur'ân), çok üstün, çok güçlü, çok merhametli (Allah'ın) indirdiğidir..»

Burada Kur'ân-ı Hakîm'in Allah'tan indirilme olduğu açıklanırken iki sıfata yer verilmiştir: Azîz ve Rahîm. Çünkü ancak bu iki kemal sıfatını ta­şıyan üstün bir kudret öyle bir kitap hazırlayıp indirebilir. O da âlemlerin Rabbı olan Allah'tır. Kur'ân her yönüyle beşer aklını ve gücünü aşmakta, her âyet ve süresiyle insan kafasının ürünü olmadığını göstermektedir.

Birinci sıfat, Allah'ın yegâne üstün, yegâne güçlü olduğuna; bütüa Güçlerin ve üstünlük sağlayanların O'nun üstünlüğü karşısında küçüldüğü­ne delâlet etmekte; ikinci sıfat, Allah'ın insanlardan yana çok merhametli bulunduğunu ve bunun açık belgesi olarak böylesine yol gösterici, hayatı düzene sokucu, yaratanı tanıtıcı kitap indirdiğini haber vermekte, o rah­metten her insanın nasibini almasının lüzumu belirtilmektedir.

O bakımdan bâtılın peşine takılıp hakkı inkâr edenler Hz. Muham-med'i (A.S.) tasdîk etmeseler bile, sadece Kur'ân'ın şehadeti yeterli kabul edilir. [12]

 

 

Arap Yarımadası'na Peygamber Gönderilmemiş Miydi?

 

«Babaları uyarılmayan bir milleti -ki onlar gaflet içindedirler- uyarman içindir.»

Sebe1 Sûresi 44. âyetin tefsirinde de açıkladığımız üzere, Kur'ân'ın açık anlatımından şunu anlıyoruz: Musa Peygamber'den önce uzun yıllar İsrail oğullarına nasıl uyarıcı peygamber gönderilmemişse, Mekkeli'lere veya Arap Yarımadası'nda yaşayan Araplara da altı asra yakın bir süre pey­gamber gönderilmemiştir.

Kur'ân'ın birkaç yerinde ise, her ümmete uyarıcı peygamber gönde­rildiği haber verilmektedir. [13] O halde konu iyice incelendiğinde bu iki an­latım arasında bir tutarsızlık veya tezat olmadığı rahatlıkla görülebilir. Şöy­le ki, Musa Peygamber (A.S.) ve onu izleyen diğer peygamberlerin bulun­duğu, yaşadığı muhit Arap Yarımadası'na hem yakındı, hem de ticarî ker­vanlarla devamlı ulaşım ve haberleşme imkânı mevcuttu. İsa Peygamber'in (A.S.) bulunduğu bölgenin de coğrafi durumu ondan farksızdır. Böylece uzun süre Araplara özel şekilde uyarıcı peygamber göndermeye gerek gö­rülmemiştir. Musa'dan (A.S.) önce, Mekke'de İbrahim ve İsmail Peygam­berler (salât-ü selâm ikisine de olsun) bulunmuşlar ve İsmail Peygamber, Mekke'ye gelip yerleşen Cürhüm Kabilesi'nden evlenmek suretiyle yarım­adayla geniş temas kurma imkânı sağlamıştır.

Ne var ki, Araplar Musevîlikle, İsevîliğe pek iltifat etmemişlerdir. As­lında bu onlardan ziyade Yahudilerin kendi dinlerini yayma temayülü gös­termemelerinden kaynaklanmıştır. Zira Yahudilikte dini yayma misyonu yok­tur ve buna ihtiyaç da duymazlar. İsevîlik ise yarımadaya pek inememiş, dar çerçeve içinde kalmak suretiyle uzun yıllar Filistin ve çevresini aşama­mıştır. Nitekim İsa Peygamber'den sonra fetret dönemi başlamış ve altıyüz yıla yakın o bölgeye ve Arap Yarımadası'na peygamber gönderilmemiş; o yüzden cahil Araplar iyice tek ilâh inancından uzaklaşıp çok ilâhh bir siste­mi benimsemişler ve bu konuda kutsal Kabe'yi puthane yapacak kadar ile­ri gitmişlerdir.

İşte ataları uzun yıllar uyarılmayan Araplar böylesine karanlık ceha­let içinde bocalarken Cenâb-ı Hak hem onlara, hem bütün kavim ve mil­letlere rahmet olarak Hz. Muhammedi (A.S.) uyarıcı peygamber olarak göndermiştir. [14]

 

İslâm'ın Mekke Döneminde Arapların Çoğunun İmân Etmiyeceği Haber Verilmektedir

 

<<And olsun ki'nükum' C°ğ" hak­kında gerçekleşip sübut bulmuştur, artık inanmazlar.»

Kur'ân burada çok dikkat çekici bir hususa parmak basmakta, put­perest Arapların çoğunun imân etmiyeceğini haber vermektedir. Şüphesiz bu haber, kader konusuyla çok yakından ilgilidir. Hz. Muhammed'in (A.S.) Mekke'deki 13 yıllık tebliğ ve irşadı bu sonucu vererek ilâhî beyânı doğru­lamıştır.

Mekkeli'lerin İslâm'a girmesini çok arzu eden Hz. Muhammed (A.S.) bu husustaki ümidini hiçbir zaman kaybetmemişti. Allah (c.c.) ise, ezelî-ebedî ilmiyle, Mekke devrinde kimlerin imân edeceğini, kimlerin etmiye­ceğini önceden tesbit etmiş bulunuyordu. Bu, CenâbHakk'ın onlar için önceden çizdiği bir kadef veya koyduğu bir hüküm değildi. Öyle olsaydı putperest Araplar mazur sayılırlardı. Oysa onlar mevcut ortam, şart ve imkânlar içinde kendi iradeleriyle bu yolu seçmiş ve o sebeple Cenâb-ı Hak ezelî ilmiyle onların bu tercihini tesbit ederek ana kitaba yazmıştır. Ar­tık yazılanın değişmesi söz konusu değildir; çünkü O'nun ilmi kesinlikle ya-nılmaz ve tesbitinde hatâ olmaz. Böylece putperestler kendi kaderlerini kendileri çizmiş oluyorlardı.

Hidâyete gelince : Kişi kendi akıl, zekâ, irâde ve diğer yeteneklerini ortaya koyar da imkân ve irade sınırının son noktasına ulaşırsa, Cenâb-ı Hak o takdirde ona hidâyeti dilerse nasip eder. O sınıra gelmeyenlere hi­dâyet kapısını açmaz. [15]

 

İnkarcının Karakteri Hakkında Benzetme

 

«Önlerine de, arkalarına da birer sed koyduk, gözlerini de bir perdeyle örtüverdik, artık onlar görmezler.»

Küfrün ve tuğyanın mayasında kibir, gurur, inat ve azgınlık vardır. İn­karcının ruhsal yapısı bu sıfatların lekesiyle kararmıştır. Hakk'a teslimiyet gösterip baş eğmezler. Önlerinde İblîs'in kurduğu tuzak, arkalarında nefis­lerinin bencillik ve azgınlık şeddi vardır. Gözleri ise, inkâr ve cehalet per-desiyle örtülüdür, artık mümkün değil hakikati göremezler.

İlim dilinde bu benzetmeye «istiare» denir. İlim adamlarından bir kıs­mına göre ise, bu tarz bir anlatım, benzetmeden ziyade kâfirlerin âhiret-teki durumlarını yansıtır.

Cenâb-i Hak, sözü edilen anlatım tarzı ve benzetme ile, daha çok azı­lı İslâm düşmanı olan Ebû Cehl ve yandaşlarının ve bir de o tiynette olan inkarcı sapıkların karakter yapısını ortaya koymakta ve kâfirler hakkında psikologlara ip ucu vermektedir. [16]

 

 

Yâsîn Sûresinin Tesiri Ve Tarihî Olay

 

Siyerci İbn İshak'ın tesbitine göre :

Ebû Cehl, zaman zaman Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'i alaya alır ve O'nu sık sık rahatsız etmekten derin zevk duyardı. Bir gün yine ayak takı­mını toplayıp Resûlüllah'ın geçeceği yolun üzerinde oturup O'nun gelme­sini beklediler. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz evinden çıkınca yol üzerinde kendisini bekleyenleri görünce, durumu anlamakta gecikmedi ve bir avuç toprak alıp üzerine Yâsîn Sûresi'nin 1-9 kadar âyetlerini okuyarak oturan­lara doğru serpti. Hepsi de bakar kör oldular; Hz. Peygamber'in (A.S.) geç­tiğini bile fark edemediler. Az sonra bir adam onlara: «Burada oturup kimi bekliyorsunuz?» diye sorunca, kendilerini toparlayarak, «Muhammed'i bek­liyoruz» diye cevap verdiler. O da, «Muhammed (A.S.) az önce önünüzden geçti. Başınızın üstünde toprak bulunuyor» dedi. Bunun üzerine Ebû Cehl ve avaneleri birbirlerinin başına baktıklarında cidden hepsinde toprak tane­ciklerinin bulunduğunu hayretle gördüler.

Yine siyercilerden bir kısmına göre : Resûlüllah (A.S.} Efendimiz Me­dine'ye hicret ettiği gece de aynı şeyi yapmış ve kendisini öldürmek üzere bekleyenlerin hepsini derin bir uyku almış veya yukarıdaki olay gibi, hepsi de bakar körler olup. Onun evden çıktığının farkına varamamışlardır. [17]

 

Hakka Karşı Saldırı İyice Artmaya Başladı Ve Hicret Yaklaştı

 

On iki yıldan fazla süren iç mücadele mü'minleri iyice tedirgin edip bezgin hale getirmişti. Ne var ki, kalplerindeki Allah, Peygamber ve İslâm sevgisi her defasında tek teselli kaynakları olmuş ve her türlü işkence, ha­karet ve açlığa katlanarak kendilerini hak yoluna adamasını bilmişlerdir. Resûlüllah'ın (A.S.) teblîğ ve irşadı, Mekkeli putperestlerin ileri gelenlerinden çoğunu putlara tapmaktan çevirememiş, aksine her geçen gün onla­rın tuğyan ve küfrü artmıştı. Hz. Peygamber (A.S.) hiçbir zaman ümidini kaybetmemiş, CenâbHakk'ın mutlaka mü'minlere yardım edeceğine, İs­lâm'ı aziz kılıp üstün duruma getireceğine kesinlikle inanmıştı. O bakım­dan olaylar Onun sadece azmini artırıyor ve ümidini kuvvetlendiriyordu. Zira ilâhî ilmin ezelî tesbitine göre, onların çoğunun inanmıyacağı iyice açıklanmış bulunuyor ve İslâmiyet'in başka bir yerde gelişip, kuracağı dev­letin temelini atacağının kaçınılmaz bir çizgiye geldiğini görüyordu. Özel­likle yedinci âyetle gaybî olan bu haber verilirken hicretin yakın olduğu kendiliğinden anlaşıhyor ve kalplerde inşirah doğuruyordu.

Böylece hicret olayıyla Mekkeli'lerin başına gelecek ilâhî hükmün ka­deme kademe yaklaştığına işaret ediliyor ve neticenin mutlaka mü'min-lerden yana olumlu olacağı dolaylı şekilde bildiriliyordu.

Nitekim çok geçmeden hicret.emri, iki yıl sonra da Bedir Savaşı mey­dana geldi. Bu savaşta, Mekke'nin ileri gelen azgınlarının çoğu can verdi. Böylece Allah'ın va'di yerine geldi ve hükmünün tecelli etmesiyle inkarcı­ların belkemiği kırıldı. [18]

 

Uyarının Tesir Alanı

 

Allah'ın dinine çağrıda bulunurken, inkarcıları tuttukları yolun yanlış­lığına ve sonunun mutlak tehlikeyle noktalanacağına karşı uyarmak; Hakk'a bilerek, inanarak yönelmede kurtuluş ve saadetin bulunduğunu haber ver­mek ne ölçüde tesirli olur?

Kur'ân'ın açık anlatımından, tesirin iki önemli hususla kayıtlı bulun­duğunu anlıyoruz. Şöyle ki: İnkarcı sapıkların ve putperest müşriklerin önce inen Kur'ân'a idrâkle yönelip uymaları, akıl yoluyla bu kitabın ilâhî olduğunu anlamaları; sonra da kitabı indiren CenâbHakk'ın damgasını eşyada ve her âyet üzerinde görüp onu tanımaları ve bu düzeyde O'ndan saygı ile korkmaları gerekir. Zira inkârla şartlanıp hakkı reddetme kafa­larında ön yargı haline gelen inkarcı maddeciler, ilâhî belge ve âyetleri hiçbir zaman akıl ve insaf kulağıyla dinlemezler; bilimsel açıdan ona yö­netmezler. Tabii Allah'ın hidâyet verdikleri müstesna..

Kur'ân'a uymanın, Cenâb-ı Hak'tan saygı ile korkmanın iki ayrı mükâ­fatı söz konusudur: Dünya hayatında geleceğe ümitle bakmayı, ölümün endişe edilecek bir olay sayılmadığını; aynı zamanda ölümün ikinci hayata giriş kapısı bulunduğunu teikîn eder. Böylece huzurlu, güvenli bir ömür sürmeyi kolaylaştırır. Âhirette ise, kul hakkı dışındaki günah ve kusurların bağışlanacağına, pişmanlık ve tevbe ile hayatını noktalayanların ilâhî mağ­firete mazhar kılınacağına inandırır. Kur'ân bu mağfiretin «ecr-i kerîm» ile sonuçlanacağını, yani göz ve gönül dolduran, yüz güldüren Allah'ın cö­mertçe hazırladığı cennetin ve cemalüllah'ın, mükâfat olacağını haber ver­mektedir. [19]

 

Önden Gönderdiklerimiz Ve Geriye Bıraktıklarımız

 

«Şüphesiz biz, evet biz, ölü­leri diriltiriz; önden gönderdikleri şeyleri ve bıraktıkları eserleri (koyduk­ları izleri) yazarız..»

İnsan oğlunun dünya hayatı son kertesine gelip noktalanırken, geçen ömrü şu iki hususla sonuçlanır:

a)  Önden gönderdiği iyilikler ve kötülükler,

b)  Geride bıraktığı iyi ve kötü izler ve eserler..

İmânın feyizli ve yararlı ürünleri sayılan «sâlih ameller», şüphesiz ki­şinin önünü aydınlatan, arkasından hayır ve rahmet ile anılmasına vesile olan nimetlerdir. On ikinci âyetle bilhassa bu incelik belirtiliyor.

Nitekim insan ölünce bu anlamda ortaya iki soru çıkmaktadır ki, on­ları idrâk ettiğimiz ölçüde güzel bir hayat geçirmiş oluruz. Sahih rivayete göre, ölüm olayı meydana gelince melekler: «Önünden ne gönderdi?»,.in­sanlar da : «Geriye neler bıraktı?» diye sorarlar.

Aslında Allah için insanlığın yararına yapılan her te'sis, atılan her adım, dökülen her damla ter hem önden gönderilen iyiliklerdir, hem de geriye kalan güzel örneklerdir. O bakımdan insanın iyilik ve kötülük adına attığı her adım anında tesbit edilip yazılmaktadır. Nitekim Benî Seleme ka­bilesi evlerini Mescid-i Saadet'e yakın yere nakletmeyi kararlaştırmış bu­lunuyorlardı ki, Resûlüllah (A.S.) onlara : «Buna gerek yok. Bulunduğunuz yerde kalın; zira atacağınız her adım, bırakacağınız her iz ve eser yazıl­maktadır» buyurarak, kendilerini bu konuda aydınlattı. [20]

 

İmam-I Mübîn'den Ne Kasdedilmektedir?

 

«Ve ner şeV' açık ve açıklayıcı bir Ana Kitap'ta sayıp tesbit etmişizdir.»

«İmam-ı Mübîn», âyette sıfat ve mevsuf şeklinde belirtilmiştir. Açık, seçik ve açıklayıcı kitap, uyulan kütük, Levh-i Mahfuz gibi manalara delâ­let etmektedir.

Cenâb-ı Hak ruhları yaratıp kâinat planındaki yerlerine oturttuktan sonra, dünyaya inişlerinde kendilerine ait bedenle birleşince, onların dün­ya hayatı boyunca neler yapacaklarını, nasıl bir yol izleyeceklerini, mevcut şartları ve ortamı kendi lehlerine veya aleyhlerine nasıl değerlendirecekle­rini tesbit edip sözü edilen «KitabMübîn»e yazmıştır. Artık O'nun yaz­dıkları aynen gerçekleşir. Çünkü ilmi yanılmaz, tesbitinde hatâ olmaz. Ya­nılma ve hatâ, sonradan yaratılanlara arız olan sıfatlardır. Allah (c.c.) ise öncesiz ve sonrasızdır. Aynı zamanda CenâbHakk'ın yaptığı bu tesbitte bir haksızlık da söz konusu olamaz. Çünkü O zulmü hem kendine, hem de insanlar arasında haram kılmıştır. [21]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Hz. Muhammed'in (A.S.) risaleti te'kiden açık­landı ve Kur'ân'ın mutlak surette Allah'tan indirilmiş bulunduğuna dikkat­ler çekildi. Sonra da Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'în ilk adımda, ataları uya-rılmamış bir milleti uyarmakla görevli bulunduğu belirtilerek nasıl ağır ve meşakkatli bir görevin Ona yükletildiğine işaret edildi. Arkasından kimle­rin o büyük peygamberin dâvetine olumlu cevap vereceği konu edilerek aydınlatıcı bilgiler verildi ve kader hakkında düşünce ufkumuzu genişlete­cek anlamda temel bilgiye değinildi.

Aşağıdaki âyetlerle, kendilerine üç elçi gönderilen kasaba halkı konu ediliyor; ilâhî buyrukları teblîğ konusunda karşılaşılan tehlike üzerinde du­rularak misal veriliyor. Sonra da bu uğurda öldürülen bir zattan söz edi­lerek kendini Allah yoluna adamış kişilerin teslimiyetine dikkatler çekiliyor. [22]

 

Meali:

 

13—  Onlara, o kasaba halkından misal getir; hani onlara peygamber­ler (veya peygamber elçileri) gelmişti,

14—  Hani kendilerine iki elçi göndermiştik de onları yalanlamışlardı. Bunun üzerine o ikisini bir üçüncüsüyle destekleyip güçlendirmiştik. «Şüp­hesiz biz size gönderilen elçileriz!» demişlerdi.

15—  Onlar ise, «hayır, dediler, siz de ancak bizim gibi insansınız. Rah­man bir şey indirmemiştir. Siz ancak yalan söylüyorsunuz.»

16—  Elçiler de, «Rabbımız bilir ki biz gerçekten size gönderilen elçi­leriz.

17—  Bize gereken, sadece açık tebliğdir» dediler.

18— Kasaba halkı onlara: «Doğrusu sizin yüzünüzden başımıza uğur­suzluk çöktü. Eğer (bu iddia ve uyarınızdan) vazgeçmezseniz herhalde sizi taşlarız ve elbette bizden size elem verici bir azap dokunur» dediler,

19—  Elçiler dediler ki: «Sizin uğursuzluğunuz beraberinizdedir; size öğüt verilsede mi? Hayır, siz (inkâr ve sapıklıkta, inat ve azgınlıkta) aşırı giden bir milletsiniz.»

20—  Şehrin en uzak kesiminden bir adam koşarak geldi ve «ey kav­mimi gönderilen bu elçilere uyun;

21—  Uyun sizden ücret istemiyenlere. Bunlar doğru yol üzerinde bu­lu nuyorlard ir.

22—  Hem beni yoktan yaratıp varlık alanına getiren Allah'a ne diye tapmıyayım? Hepiniz ancak O'na döndürüleceksiniz.

23—  Artık ben, O'ndan başka tanrılar edinir miyim? Eğer Rahman, bana bir zarar vermeyi dîlese, onların şefaati bana hiçbir fayda sağlamaz ve beni kurtaramazlar da.

24—  O takdirde ben, mutlaka açık bir sapıklık içinde olurum.

25—  (Ey elçiler!) şüpheniz olmasın ki ben sizin Rabbınıza imân ettim, beni işitiniz..» dedi.

26-27— Ona, «gir Cennet'e!» denildi. O da, «ah keşke kavmim, Rab-bımın beni bağışladığını ve beni ikrama lâyık görülen kişilerden kıldığını bir bilselerdi» dedi.

28—  Onun ardından, milleti üzerine gökten hiçbir (yok edici) asker in­dirmedik, indirecek de değildik.

29—  Sadece bir haykırış (yetti); hemen sönüverdîler.

30—  Yazık, çok yazık o kullara ki, kendilerine ne kadar bir peygam­ber geldiyse, mutlaka onunla alay ederlerdi.

31—  Görmediler mi kî, kendilerinden önce nice nesilleri yok ettik ki onlar(dan hiç biri) bunlara (bir daha) dönüp gelmiyorlardı.

32—  Hepsi de istisnasız huzurumuzda biraraya getirileceklerdir.

 

İlgili Hadîs                                                                                    

 

Sakafî Kabilesi'nden Mes'ûd oğlu Uru e, Peygamber (A.S.) Efendimiz'e gelerek, «Ya Resûlelfah! beni kendi kavmime gönder de onları İslâm'a ça­ğırayım» dedi ve aralarında şu konuşma geçti:

— Seni öldürmelerinden endişe duymaktayım.

—Onlar beni uyurken bulsalar uyandırmazlar.

— O halde gidebilirsin.

Bu ruhsat üzerine Uru e (R.A.) kendi kavmine gidip önce Lât ve Uzzâ adındaki putlara uğradı ve «yarın sizi kötü duruma düşüreceğim» diye mı­rıldandı. Onun bu düşüncesini öğrenen Sakifli'ler öfkelendiler. Buna rağ­men Ur ve (R.A.) onlara şöyle seslendi: «Ey Sakifliler! Lât artık Lât değil­dir; Uzzâ da Uzzâ değildir. İslâm'a girin, selâmete erin» dedi ve bu sözün üç defa tekrarladı. Sakifli'lerden biri ona bir ok atarak öldürdü.

Bu haber Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e ulaşınca, üzüldü ve şöyle bu­yurdu: «Doğrusu Urve'nin misâli, Yâsîn Sûresinde geçen kimsenin (Habib en-Neccar) misâline benzer.» [23]

 

Kasaba Halkı Ve Öldürülen Mü'min

 

«Onlara.o kasaba halkından misâl getir; hani onlara peygamberler (veya peygamber elçileri) gelmişti.»

Kıssada mü'minleri aydınlatır anlamda altı safha işleniyor. Şöyle ki:

1— Kasaba halkına önce iki elçinin gönderilmesi,   

2— O ikisini destekleyen bir üçüncü elçinin gönderilmesi,

3— Kasabanın bir ucunda oturan şuurlu bir mü'minin yardıma koş­ması ve elçileri tasdik etmesi,

4—Bu yüzden o mü'minin zulmen öldürülmesi.

5—Tebliğ ve irşadı kabul etmeyip işi tehdide döndüren ve sonra da masum bir insanın kanına giren inkarcı azgınların karakter yapısı, 

6— Öldürülen o sadık mü'minin sağ kalanlar hakkındaki temennisin­den haber verilmesi.

Anlatılan üç resul (elçi) konusu bütünüyle Musa (A.S.), İsa (A.S.) ve Muhammed (A.S.) peygamberlere mi işarettir; yoksa Romalılara gönderilen, uyarı, tebliğ ve İrşat göreviyle yükümlü bulunan üç peygamber elçisi mi veya üç ayrı peygamber mi misal anlamında kasdedilmektedir?

Önce şunu belirtelim ki: Gönderilen üç eiçi hakkında «murselîn» kav­ramına yer verilmiştir ki bu daha çok peygamberler hakkında kullanılmak­tadır ve bazan da onlar adına teblîğ ile görevli elçiler hakkında da kulla­nıldığı vâkidir. O bakımdan büyük bir peygamberin dini yaymakla görevli üç yakın arkadaşı hatıra gelebilir. Nitekim müfessirlerin çoğu sözü edilen elçilerin, İsa Peygamber'in (A.S.) havarileri olduğu ihtimali üzerinde dur­muşlardır. Kasabanın ise, Antakya, öldürülen yerlinin de Habib en-Neccar adında bir zat olduğunu yazmaktadırlar. Ancak bunların hiçbiri sahîh bir rivayete dayanmamaktadır, yani güvenilir bir dayanakları yoktur. Bu sebep­le son asırda yetişen müfessirler bu rivayetin İsrâiliyattan olduğu şüphesini izhar etmişlerdir.

«Üç büyük peygambere işarettir» şeklinde yorumda bulunulmuştur. Bu da kesin değildir, ama gerçeğe pek yakındır. Bu takdirde Musa (A.S.) Mı­sır'ı Fir'avn'dan ve yandaşlarından kurtarıp temizlemiş ve zamanla ilâhî dinin o ülkede yayılmasına ortam hazırlamıştır. İsa Peygamber (A.S.) Ro­malılar arasına ilâhî kıvılcımı atıp ayrılmış ve zamanla o kıvılcım ortam bu­lup genişleyerek kralları dize getirmiş, ülkeleri aydınlatmıştır. Hz. Muham-med (A.S.) Efendimiz de o iki peygamberin arkasından üçüncü resul ola­rak gönderilmiştir. O, önce Arap Yarımadası'na, sonra da kıtalara baş eğ­dirmiş ve Allah'ın dinini yayıp, Allah'ın son mesajını insanlara tebliğ et­miştir.

Bu yoruma göre, öldürülen yerli mü'min, canını Allah ve Resûlüllah yolunda seve seve feda eden ilk müslümanlara misaldir. [24]

 

Peygamberlerin Tavrı

 

İsmi anılmayan, kasabaya gönderilen üç peygamber veya üç peygam­ber elçisinin herkes gibi insan oldukları ileri sürülerek, kasaba halkı tara­fından tasdik edilmemişlerdir. Bu, gönderilen her peygambere inkarcı sa­pıkların, putperest müşriklerin söylediği klasik bir sözdür. O halde gönde­rilenlerin uyarıcı peygamber olması ihtimali daha da kuvvet kazanmakta­dır.

Hadîste, İbn Ebî Hâtim'in rivayetini sahîh kabul edersek, gönderilen­lerin üç peygamber elçisi olduğu ağırlık kazanır. Ancak sözü edilen hadî­sin sıhhati üzerinde şüphe izhar edenler olmuştur. [25]

 

Gönderilen Peygamberlerden Sonra Sıkıntılı Günlerin Başlaması

 

«Kasaba halkı onlara: «Doğrusu sizin yüzü­nüzden başımıza uğursuzluk çöktü.....» dediler.»

Kur'ân-ı Kerîm'in birkaç yerinde bir kasaba veya ümmet ve millete pey­gamber gönderildikten ve hak ile bâtıl arasında sürtüşme ve tartışma baş-gösterdikten sonra, CenâbHakk'ın o yer halkını daha çetin sınavdan ge­çirmek ve bir bakıma ayrı bir yoldan da uyarmak için üzerlerine kıtlık, zel­zele, kasırga, lav, sel baskını ve benzeri bir afet oluşturup gönderdiğine dikkatler çekilmektedir. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz hem Mekke'­de peygamberliğini ilân ettikten birkaç yıl sonra Mekke'de; hem de Medine'ye hicret ettikten sonra Medine'de kuraklık ve sıkıntı baş göstermişti. O kad .r ki bu durum gerçek mü'minlerin imân ve bağlılığını artırmış; inatçı kâfirlerden bir kısmının yumuşamasına, bir kısmının da büsbütün küfür ve tuğyanını artırmasına sebep olmuştur.

Gönderilen üc peygamberin veya peygamber elçisi üç kişinin sözü edilen kasabaya gelmesiyle birlikte orada sıkıntı baş göstermiştir. O yüz­den kasaba halkının çoğu inkâr ve azgınlığını artırarak, «sizin yüzünüzden başımıza uğursuzluk çöktü» demişlerdir. Oysa uğursuzluk kendilerinin kal­binde, niyetinde ve vicdanlarında yuvalanmış bulunuyordu ki onu bir türlü anlayamıyorlardı. Peygamberlerin veya elçilerin gelip tebliğ ve irşatta bu­lunmasıyla yuvalanan uğursuzluk meydana çıkmış oldu.

Kur'ân'ın bir başka yerinde bu konuya açıklık getirilerek şöyle buyu­ru I maktadır:

«Hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek mutlaka oranın halkı­nı, yalvarıp yakarsınlar (gafletten uyansınlar) diye birtakım sıkıntı, darlık ve şiddete (tabi) tutup (hırpalamışızdır),» [26]

 

Fedakâr Mü'minin Uyarı Ve Tavsiyesi

 

«$enrin en uzak kesiminden bir adam koşarak geldi ve «ey kavmim, gönderilen bu elcilere uyun; uyun sizden ücret istem iyen I ere. Bunlar doğru yol üzerinde bulunu­yorlar» dedi.»

Peygamberleri veya gönderilen elçileri tasdik eden yerli halktan bir mü'minin uyarı ve tavsiye mahiyetindeki bu sözleri incelendiğinde, yedi kadar önemli gerçeği yansıtmaktadır. Şöyle ki:

1—  Hakk'a davette sür'at ve cesaret esastır. Aynı zamanda peygam­berlerin kişiliğini ve görevlerini, yardımcı olup halka anlatmak büyük bir hizmettir.

2—  Hakka, doğruya, iyiye çağrıda bulunurken ücret istenmez. Bu kut­sal görev tamamen hasbîdir, fahrîdir. Nitekim hiçbir peygamber bu husus­ta ücret talebinde bulunmamış; aksine hakka davet doğrultusunda yapılan tebliğ ve irşadın ücretsiz olduğunu özellikle  açıklamıştır.   Nitekim Şuâırâ sûresinde bu konuda yeterli açıklama yapılmış bulunuyor.

Unutmamak gerekir ki, davanın büyüklüğünü ve yüceliğini kişisel çı­karlara alet etmek, o davaya bütünüyle ihanettir. Aynı zamanda davanın kutsallığına ters düşer.

3— Peygamberlerin veya onları temsil eden gerçek mürşitlerin doğru yolda bulunduklarına dikkatleri çekmek; hiçbir makam, mevki, servet ve baş olma sevdasında bulunmadıklarını söylemek ve bu açıdan hareketle onların nasıl ferağat-i nefisle yola çıktıklarını anlatmak her mü'minin gö­revidir.

4—Yoktan yaratıp var kılan ve her şeyi insanın hizmetine veren Al­lah'a kulluk ve ibâdette bulunmanın akıllıca bir düşünee ve sağlam imân­dan kaynaklanan bir davranış olduğunu belirtmekte; her şeyin O'nun kud­retinin eseri olduğunu isbat etmekte; eninde sonunda o yüce kudrete dön­dürüleceğimizi, ölümün bunun giriş kapısı bulunduğunu haber vermekte sayısız yararlar vardır.

5—Allah'ı bırakıp yarar ve zarara muktedir olmayan basit cisimlere, oanh-cansız eşyaya tapmanın akıl ve idrâk dışı olan cehaletin ürünü oldu­ğunu anlatarak düşünceleri yönlendirmeye çalışmayı ihmal etmemek ol­dukça lüzumludur.

6—  Allah'ı bırakıp başka şeye tapan insan, şüphesiz kendinden daha aşağı derecede bulunan şeylere tapmak gibi bir küçüklük ve aşağılık ser­gilemekte ve bütünüyle sapıttığını ortaya koymaktadır.

7—  Âlemleri yaratıp terbiye eden, her şeyi düzen ve dengede tutan O Yüce Rabbe kulluğun en üstün şeref ve meziyet olduğunu çekinmeden ilân etmekte mutlak hayır vardır.

İşte irşat ve teblîğin tartışmalı, çekişmeli safhalarında mürşitlerin du­rumunun yedi madde halinde açıklanması, onların gerçek tavrını, sadık mü'-minler olduklarını simgeler. Gerisi Allah'a aittir. Dilediğini korur, dilediğini doğru yola eriştirir, dilediğini sapikliğıyla bocalar halde bırakır, dilediğini de bu yolda şehadet mertebesine eriştirir.

Nitekim Hz. Muhammed'in (A.S.) ashabı da bu yedi maddeyle ortaya çıkıp kendilerine düşen hizmeti lâyıkıyla yerine getirmişlerdir.

Böylece Kur'ân-i Kerîm, beyân ettiği kıssa ve misallerle bu gibi mü'-minleri hem övmekte, hem de onları kıyamete kadar gelecek olanlara ör­nek ve model göstermektedir. [27]

 

Hak Uğrunda Şehadet Şerbetini İçmek

 

«Ona, «gir cennete» denildi. O da, «ah keşke kavmim, Rabbımın beni ba­ğışladığını ve beni ikrama lâyık görülen kişilerden kıldığını bir bilselerdi» dedi.»

Kur'ân-ı Kerîm hak uğrunda canını vermek suretiyle şehitlik mertebe­sine yükselen gerçek bir mü'minin ne kadar aziz ve şuurlu olduğunu bize öğretirken, hak uğrunda öldürülen, kasabanın yerli halkından o mü'mini mi­sal vermekte; öldürüldükten sonra da onun, sağ kalanlar hakkındaki güzel temennisini naklederek Allah'ın gerçek bir mü'mine olan geniş lütuf, ina­yet ve rahmetini bir defa daha hatırlatmaktadır. [28]

 

Mekkeli Putperestler Uyarılıyor

 

Üç elçi ve öldürülen sadık mü'minin kıssası, Hz. Muhammed'in (A.S.), hak yolunda mücadelesini sürdürürken birkaç sadık mü'minin şehid edil­mesiyle başarıya erişeceğine işaret etmekte; aynı zamanda küfür ve az­gınlıkları, zulüm ve tuğyanları sebebiyle içlerindeki uğursuzluğun MekkelV-leri kuşattığına, Hakk'a baş eğmezlerse, bu uğursuzluğun kendilerini peri­şan edeceğine dolaylı şekilde değinmektedir. Nitekim Bedir Savaşı'yla Al­lah'ın bu va'di yerine geldi; uğursuzluğu içlerinde taşıyan azgınların çoğu savaş meydanında leş kargalarına yem oldular. [29]

 

Gökten Asker Gönderilmesi

 

«Onun ardından, milleti üzerine gökten hiçbir (yok edici) asker indirmedik, indirecek de de­ğildik..»

Bilindiği gibi, daha çok melekler hakkında «çundullah» sözü kullanılır ki bu, «Allah'ın askerleri» demektir. Aslında melekler savaşmazlar; ilâhî emir üzerine inince mü'minlere moral; kâfirlere korku ve dehşet verirler. Gerçekte ise, bir ülkenin yok edilmesi için bir melek bile kâfi gelir. Çünkü onlar nurdan yaratılıp ilâhî kudreti temsil etmektedirler. Nitekim Lût kav­minin tuğyanı üzerine iki .meleğin insan suretine sokulup gönderilmesiyle sebepler bir anda oluşturulmuş ve yanardağın harekete geçirilmesiyle So-dom belirsiz hale getirilerek silinmiştir.

Böylece sadık bir mü'mini haksız yere öldürmek suretiyle inkâr ve azgınlıkta ileri giden o kasaba halkının yok edilmesi için bir haykırış yetti. Bu haykırış yüksek derecede bir deprem olabileceği gibi, çok şiddetli bir kasırga da olabilir. [30]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, hakka davet edilmeleri amacıyla kendilerine üç peygamber veya elçi gönderilen kasaba halkı konu edildi ve bu arada fe­dakâr ve sadık bir mü'minin ortaya çıkarak onlara, gelen elçilere uymala­rını tavsiye ettiği ve o yüzden öldürüldüğü anlatıldı ve böylece yaşamakta olan mü'minlere güzel misal verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, hem şüpheci ve inkarcıların aklını harekete ge­çirmek, hem ilim adamlarına temel bilgi vermek, hem de mü'minleri aydın­latmak üzere sekiz kadar belge sıralanıyor; böylece Allah'ın kudretini eş­yada görmemiz ilham ediliyor. [31]

 

Meali:

 

33—  Diriltip   içinden   taneler çıkardığımız ölü toprak onlar için (var­lığımızın ve kudretimizin) açık belgelerinden biridir; ondan yeyip geçinir­ler.

34—  Onda hurmalık ve üzüm bahçeleri meydana getirdik ve içinden pınarlar fışkırttık,

35—  Ki onun meyvelerinden ve ellerinin işleyip ortaya çıkardığı ürün­lerden yesinler. Artık şükretmezler mi?

36—  O'nu teşbih ve tenzih edin ki, yerin yetiştirdiğinden, kendi ne­fislerinden ve bilmedikleri daha nice şeylerden çift çift yaratmıştır.

37—  Gece de onlar için (ilâhî kudrete delâlet eden) açık bir belgedir. Gündüzü ondan çekip sıyırırız da hemen karanlıkta kalmış olurlar.

38—  Güneş de kendine has karargâhta (yörüngesinde) cereyan et­mektedir. Bu o çok güçlü, çok üstün, her şeyi bilen (Allah)ın takdiridir.

39—  Ay için de konaklar belirledik; sonunda kuru hurma çubuğu gi­bi (incelip eğik) döner.

40—  Ne Güneş'in Ay'a yetişmesi uygun (bir kanun)dur, ne de geçe, gündüzün önüne geçebilir. Her biri ayrı bir yörüngede yüzerler (hareket­lerini sürdürürler).

41—  Onlar için ayrı bir açık belge de, soylarını o dolu gemiye yükle­yip taşımamız,

42—  Ve bunun benzerî binecekleri şeyleri onlar için yaratma mı zd ir.

43—  Dilersek onları (suda) boğarız da artık ne çığlıklarına koşan bu­lunur, ne de kurtarılma şansları olur.

44—  Ancak bizden bir rahmet ve bir süreye kadar geçinip yararlan-ma(ları için irâdemiz onların kurtulmasını sağlamıştır.)

 

Allah'ın Varlığına Ve Birliğine Delâlet Eden Sekiz Belge

 

«Diril­tip içinden taneleri çıkardığımız ölü toprak onlar için (varlığımızın ve kud­retimizin) açık belgelerinden biridir; ondan yeyip geçinirler.»

Hz. Muhammed'in (A.S.) hak peygamber olduğu; Arap Yarımadası'na Ondan önce uzun yıllar uyarıcı peygamber gönderilmediği açıklandıktan ve kendilerine üç elçi gönderilen kasaba halkı misal verildikten sonra, put­perest sapıkları daldıkları derin gafletten uyandırmak, inatçı kâfirleri uyar­mak, insan aklına ışık tutup vicdanlarına seslenmek için CenâbHakk'ın varlığına, birliğine, kudretinin sınırsızlığına delâlet eden sekiz kadar belge sıralanmakta ve her biri üzerinde dikkatle durmamız istenmektedir:

1— «Diriltip içinden taneler çıkardığımız ölü toprak..»

Kış mevsimine doğru bitkilerden, ekilip dikilen ürünlerden çoğunun kuruyup çer-çöp haline gelmesi, şüphesiz ki onların kendilerine has ölüm­leridir. Geriye ya kökleri, ya tohumları, ya da taşıdıkları sporları kalır. Bun­lar bütün bir kış toprak altında bir bakıma kabir dönemi geçirirler. Bahar gelip hava, su, toprak ısınınca ve yağmur yağmaya başlayınca toprak ha­rekete geçer. Bitkinin bütün özelliklerini kendinde taşıyan yarı ölü tohum veya kökü yeşertir ve öylece yepyeni bir hayat başlar.

Bu olaylar periyodik olarak gözlerimizin önünde cereyan ettiği ve bili­nen kanunlarla oluştuğu için görüyor ve inanıyoruz. Ama ölen insanların kıyamet gününde dirilme olayı bu ölçülerin dışında kaldığı, gözlem ve de­neyimizi aştığı için ona sadece inanıyoruz. Zira ikinci hayata kaldırıl­manın hangi kanunlara bağlandığını ve nasıl oluşup meydana geleceğini bilmediğimizden Cenâb-ı Hak, aklımızı harekete geçirmek, ilmî araştırma yapmamıza ışık tutmak için birtakım benzetmelerde bulunarak dikkatimizi bu çok önemli konuya çekmektedir. Öyle ki, kuruyup toprağa karışan bit­kilerin bu ölü sayılan dönemlerinden sonra tekrar dirilmelerini sağlayan tohumlar, kökler ve taşıdıkları sporlar için iklim şartlan ve tabiat olay­ları gerekmektedir. Ya ölüp çürüyen insanın tohum veya kökü var mıdır?

Varsa nedir? Gerçi Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bir bakıma kuyruk soku-mundaki bilyamsı küçücük kemiğin nüve teşkil ettiğini belirtmişse de, buna ilâveten insanın asıl kökünün ve gerçek tohumunun onun ruhu olduğunu beyân etmiştir. Bedenle ruh arasında ciddi ve kopmaz bağlantılar vardır. Peygamberlerde zaman zaman bedenlerinin ruha dönüşmesi gibi, beden bir bakıma ruha dönüşmektedir; maddeyle enerji eşitliğine benzer bir özel­lik arzetmektedir. Beden ister çürüsün, ister yanıp kül olsun, isterse balık­lar veya canavarlar tarafından yenilsin, hiçbir zaman ruhunun ondan irti­batı kesilmemektedir. Ancak biz mevcut fizik ve kimya kanunlarıyla bu ir­tibatı tesbit edemeyiz, bu mümkün değildir. Zira bütünüyle fizikötesi bir olaydır.

Bunun için diyebiliriz ki, kuyruk sokumundaki bilyamsı kemik ne olur­sa olsun, onunla ruh arasında kurulu bir köprü söz konusudur. Günü ge­lince, yani şartlar ve ortam oluşunca çürüyen veya çürümeyen o kemik harekete geçer ve yavaş yavaş filizlenip insan şekline girer. Öylece çürü­yen beden geriye çürümeyen ve maya kabul edilen bir ruh bırakmıştır, onunla olan ilgisi hiçbir zaman kopmamiştır; tıpkı tohuma enjekte edilen bitkinin bütün özellikleriyle bitki arasındaki ilgi ve irtibat gibi..

Ruhun mahiyetini bilmediğimiz için onun bedeni nasıl yeşerttiğini, «kün emrbyle nasıl harekete geçeceğini bilemiyoruz. Çünkü yukarıda da belirt­tiğimiz gibi/bu irtibat ve yeşertme bütünüyle fizikötesi bazı kanunlarla fi­ziksel, kimyasal kanunların birleşmesiyle gerçekleşir.

Konumuzu oluşturan âyetle bu konuda anlayışımıza ışık tutularak ko­laylık sağlanmakta ve o bakımdan nefis bir benzetmeyle önümüzdeki mu­amma bir bakıma aydınlığa çevirilmektedir.

2— Aynı toprak, aynı su, aynı hava ve aynı iklim ve ortam çerçeve­sinde her tohum veya kök türünün bütün özelliklerini taşıyıp korumakta; toprak, su ve güneşten aldığı gıdayla ayrı tad, ayrı renk ve farklı vitamin­ler taşımaktadır.

Bu öylesine bir olaydır ki hedefinden şaşmamakta ve bir devr-i daim ameliyesiyle hizmetini sürdürmektedir. O halde ortada mükemmel bir plân ve kusursuz bir preğram vardır ve bunları uygulayan çok yüce bir kudret söz konusudur.

Öyle ki, bu plânı, câri kanunları ve hâkim olan kudreti görmemek, anlamamak körlük ve nankörlük değil de nedir?

Her tohum veya kök yüklendiği proğrarçıı aksatmadan, bir yanlışlığa meydan vermeden nasıl yerine getiriyorsa, çürüyen bedenimizin yüklendiği program da şartlar oluşunca öylece bir yanlışlığa meydan vermeden olu­şacak ve ruh ile olan irtibatı daha da gelişip yepyeni bir varlık olarak ikin­ci hayata adım atacaktır.

Onun için âyetin sonunda «artık şükretmezler mi?» deniliyor.

3— Her şeyin çift yaratılması..

«O'nu tesbîh ve tenzih edin ki, yerin yetiştirdiğinden, kendi nefislerinden ve bil­medikleri daha nice şeylerden çift çift yaratmıştır.»

«Ezvâc», «zevçsin çoğuludur. Zevç kavramının kapsamı hayli geniş­tir. Birbirine yakın, birbirine benzer, birbirine zıt ve birbiriyle ilgili bulunan her iki şey hakkında kullanılır. Örneğin dişi ile erkek, madde ile mana, mad­de ile enerji, beden ile ruh, kadın ile erkek, dünya ile âhiret, pozitif ile ne­gatif, sıcak ile soğuk, acı ile tatlı bu cümledendir.

Varlık âlemi işte bu gibi çiftleri taşımakta ve hayat bunlarla sürüp git­mekte, hareket ve hızını sağlamaktadır. Özellikle yeryüzünün yeşerttiği bitkilerin çoğunda ve erkek ile dişi dediğimiz iki ayrı cinsten oluşan insan­larda sözü edilen zevciyet kanunu câridir ve bütünüyle O çok yüoe kud­retin fırçasıyla vücut bulduğunu gösterir. Aynı zamanda her çift ilâhî dam­gayı bütün inceliğiyle kendinde taşır.

Yaratan o yüce kudret ise, zevciyetten, denk ve benzerlikten çok üs­tün, çok münezzehtir. Öyle ki, varlık âleminde yer alan her şey o kudrete baş eğmekte ve yaratıldığı kanuna bağlı kalarak amacına doğru yönel­mektedir ve her hareketiyle Rabbını tenzîh ve tesbîh etmektedir.

Gündüzün geceden çekilip çıkarılması..

«Gece de onlar için (ilâhî kudrete delâlet eden) açık bir belgedir. Gündüzü ondan çekip sıyırırız da hemen karanlıkta kalmış olurlar.»

Âyet-i Kerîme ile, dünyanın düzenli biçimde hem kendi ekseni etrafın­da, hem de güneşin çevresinde hareketine işaret edilmekte; gece ve gün­düzün nasıl oluştuğu çok özlü bir anlatımla ana fikir mahiyetinde verilmek­tedir.

Silindirvari bedeni saran deri nasıl kademeli biçimde soyulup altında­ki et ortaya çıkıyorsa, güneşin de yuvarlak olan dünya yüzeyine kademeli biçimde dokunmasıyla yeryüzünü örten karanlık kalkmaktadır. Kur'ân bu kapalı, fakat nefis benzetmeyi «salh» kavramıyla ifade etmektedir. Böy­lece hem dünyanın yuvarlak olduğuna, hem güneşin etrafında elips çize­rek döndüğüne işaret edilmekte ve konu üzerinde dikkatle durmamız, dü­şüncemizi derinleştirmemiz için yarı kapalı bir anlatım şekline yer veril­mektedir.

5— Güneşin cereyan (hareket) halinde olması..«Güneş de kendine has karargâhta (yörüngesinde) cereyan etmektedir. Bu o çok güçlü, çok üstün, her şeyi bilen (Allah)ın takdiridir.»

Şüphesiz bu da Allah'ın varlığının ve kudretinin açık belgelerinden bi­ridir. Kur'ân birkaç manâya gelen ve ilim adamlarına ışık tutan «müste-kar» ve «tecrî» ile konuya ağırlık kazandırmaktadır. Çünkü «müstekar» is­tikrar kökünden gelip zamana, mekâna delâlet eden bir isim olduğu gibi, masdar manasını da kendinde taşımaktadır. Ayrıca «lâm» harfiyle getiril­mesi ona değişik anlamlar vermekte ve farklı hükümler çıkarmamıza yar­dımcı olmaktadır. Öyle ki, cümlenin bu bölümü beş ayrı manaya delâlet etmekte ve sistem üzerinde ciddi düşünmemizi ilham etmektedir. «Tecrî» fiili ise, cereyan kökünden gelmektedir; daha çok akıp gitme, seyretme, dö­nüp dolaşma gibi manalara delâlet ettiği bilinmektedir.

İşte bu incelemenin ışığı altında âyeti kerime birkaç mana ve hüküm ifade etmekte, az kelimeyle çok mana ortaya koyma örneğini vermekte­dir. Şöyle ki:

a)  Güneş, kendine has yörüngesinde hareket eder.

b)  Güneş, kendine has belirlenmiş bir süreye kadar hareketini sürdü­rür.

c)  Güneş kendine ait kanuna bağlı kalarak belli bir alanda düzenli hareket etmektedir.

d)  Güneş, plânda kendisine ayrılan yerde istikrarlı şekilde iki nokta arasında cereyan etmektedir.

Birinci yorumdan, güneşin kendine ait bir merkez yörüngede hareket ettiği anlaşılıyor. İkinci yorumdan, güneşin vakti belirlenmiş bir süreye ka­dar hareketini sürdürüp enerii vereceği neticesi çıkıyor.

Üçüncü yorumdan, güneşin başıboş, düzensiz, amaçsız şekilde değil; bütünüyle düzenli, plânlı ve programlı hareket edip düzenli ışık vermekte olduğunu anlıyoruz.

Dördüncü yorumdan, güneşin belli bir merkezde kalmayıp iki merkez arasında kendine bağlı gezegenlerle birlikte cereyan ettiği sonucu ortaya çıkıyor.

Bu yüksek anlatım tarzından da anlaşılıyor ki, Kur'ân-ı Kerîm bütü­nüyle ilâhî kaynaktan süzülüp indirilmiştir ve her çağda çağın geliştir­diği ilmin önünde gitmektedir. Kur'ân'ın indiği çağda yeryüzünde yaşayan insanların çoğu koyu cehalet içinde bir ömür tüketirken, bir kısmı putlara, bir kısmı güneş ve aya, bir kısmı birtakım canli-cansız varlıklara tapmak­taydı. Güneş ve ay hakkında ciddi hiç bir tesbit yapılmamıştı. O bakımdan kimi güneşi tanrı sanıyor, kimi ayın canlı bir varlık olduğuna inanıyordu. Özellikle Arap Yarımadasında mektep, medrese diye bir şey yoktu. Arap­lar çok hırçın, yağmacı ve cahil kavimlerden oluşuyordu. Kur'ân'ın o çağ­da bugünkü ilmî gelişme ve buluşlara temel bilgi verecek, ilim adamlarına ışık tutacak kudrette bilgiler sergilemesi, gösteriyor ki, o insan sözü de­ğildir, insan kafasının ürünü hiç değildir; her âyetiyle ilâhîdir.

Nitekim konumuzu oluşturan âyetin son kısmında buna işaretle Al­lah'ın Azız ve Alîm sıfatlarına yer verilmiştir. Öyle ki: CenâbHakk'ın çok üstün, çok güçlü ve her şeyi bilen üstün bir kudret olduğu vurgulanarak Kur'ân'ın mutlak surette beşer kudretini aşan bir kudreti yansıttığı haber veriliyor.

6— Ay için belirlenen konaklar..

«Ay için de konaklar belir­ledik; sonunda kuru hurma çubuğu gibi (incelip eğik) döner.»

Ay'ın hareketi, yörünge ve seyri, güneşin hareket ve yörüngesinden kesinlikle farklıdır. Ay için menziller takdîr edilmiştir. «Menzil», konak yeri, katedilecek mesafe gibi manalara delalet eder. Böylece Kur'ân-ı Kerîm, ayın belli bir merkezde değil, hem dünyanın çevresinde, hem de dünya ile birlikte güneşin etrafında döndüğünü belirtmekte ve her gün belli nisbette güneşle ay arasına giren dünyanın ay üzerine düşen gölgesi onu bir bakı­ma her gün yeni bir menzile sevketmektedir.

On dört asır önce ay hakkında ciddi hiçbir araştırma ve bilgi yokken Kur'ân'ın gelişen ilme ışıklutan, ana fikir veren açıklaması, onun bütünüy­le ilâhî kitap olduğunun bir başka açık delili değil midir ve Kur'ân bu özel­liğiyle çağın çok önünde bulunmuyor mu?

7— Güneş mümkün değil aya yetişmez..

<<Ne güneş'in aya yetişmesi uygun (bir kanunjdur..»

Güneş ile ay birbirinden ayrı yörüngede hareketlerini sürdürmektedir­ler. Birinin diğerinin sınırını geçmesi ve kesişip çarpışması söz konusu de­ğildir. Çünkü ay dünyanın uydusudur ve ona yakındır. Güneşten çok uzak­tır. Kendine has yörüngesi vardır..

Böylece Cenâb-ı Hak bu âyetle iki önemli hususu belirtirken ilmî araş­tırma yapmak isteyenlere hem temel bilgi veriyor, hem de bu konuda ha­reket noktasını gösteriyor. Birinci husus, ay ile güneş arasında uzun bir mesafenin bulunmasına; ikinci husus ay ve güneşin ayrı yörüngelerde ha­reket etmesine yönelik bulunuyor.

Tekrar belirtelim ki, on dört asır önce en açık ve en doğru bilgiyi ve­ren Kur'ân-ı Kerîm'in insan eseri olmadığı kesindir. Zira o asırda güneş ve ay hakkında sağlıklı bir bilgi, ciddi, bir araştırma yoktu. Özellikle Arap Yarımadası'nda kabile hayatı yaşayan Arapların çoğu ümmî idi, yani okur­yazar değillerdi.

Böylece konumuzu oluşturan âyetle, hem Allah'ın varlığını, birliğini ve kudretinin sınırsızlığını, hem de Hz. Muhammed'in (A.S.) hak peygamber olduğunu isbat cihetine gidilmektedir. Aynı zamanda bilimsel araştırma yapanlara temel bilgi verilmektedir. Bunun aksini iddia etmek ise, mümkün değildir[32]

 

Yerkürenin Tersine Bir Dönüş Yapması Mümkün Müdür?

 

<<Ne de gece' 9unduzun önüne geçebilir

Gece ve gündüzün oluşma sebeplerini biliyoruz. Ancak Kur'ân bu kı­sa anlatımla çok önemli bir konuya değinerek bize ana fikir veriyor. Şöyle ki: Yerküre yaratıldığından beri batıdan doğuya doğru dönme hareketini sürdürmekte ve meridyenlere göre önce gündüz, sonra gece olayı birbiri­ni izlemektedir, O halde önce gecenin oluşması ve gündüzün onu izleme­si söz konusu olamaz. Çünkü dünyanın tersine dönmesi, yani doğudan batıya doğru dönme hareketini sürdürmesi düşünülemez. Âyette bu ger-Ce9e parmak basılarak Kur'ân'ın her âyetiyle Allah sözü olduğuna delil Getiriliyor ve ilim adamlarına ışık tutularak Kur'ân'ın çağların, medeniyetlerin önünde yürüdüğüne işarette bulunuluyor.

O bakımdan Yâsîn Sûresi'nin baş kısmında, ilim ve hikmetle içice olan Kur'ân'a yemin edilerek ve onun özelliğine atıf yapılarak konuya giriş ya­pılmıştır. Aynı zamanda Hz. Muhammed'in (A.S.) da hak peygamber oldu­ğu tekiden bildirilerek anlatılan hususlara bu açıdan da bakılıp değer­lendirme yapılmasına işarette bulunulmuştur.

8— İnsan soyunun gemiye yükletilip kurtarılması.. «Onlar için ayrı bîr açık belge de, soylarını o dolu gemiye yükleyip taşımamız.,»

Kur'ân bütün milletleri yakından ilgilendiren ilmî belgelen verip gere­ken uyanda bulunduktan ve insan aklına yeterince ışık tuttuktan sonra Arap Yanmadasi'na ve çevresindeki kasaba, şehir, ülke ve kavimlere ses­lenerek Nuh Tufanı'nda atalarının kurtarılıp Asya Kıtası'nın bu kesiminde insan ve hayvan neslinin devamını sağlayan CenâbHakk'ın varlığına ve kudretinin yüceliğine dikkatleri çekmektedir. Böyleoe Asya Kıtası'nın önemli bir kesiminde yaşamakta olan milletlerin, Nuh Peygamber'in gemi­sine alınan mü'minlerin nesli oldukları hatırlatılıyor ve atalarının putperest inkarcılardan uzak, Tevhîd İnancı'na bağlı kimseler bulunduğuna işaretle, tarihin o dönemini ve atalarının gemi ile kurtarılmasını iyice düşünmeleri ilham ediliyor. Sonra da o günün şartlarını aşan büyük bir geminin imal edilmesinin mutlak anlamda ilâhî talimata göre gerçekleştirildiğini göz önü­ne alarak CenâbHakk'ın saltanat ve azameti karşısında eğilip secde etmelerinin gerektiğine dolaylı şekilde atıf yapılıyor.

Bilindiği gibi, gemici olmayan, tersanesi bulunmayan Nuh Peygam­ber'in (A.S.) böylesine mükemmel bir gemi inşa etmesi ancak ilâhî talimat­la ve vahyettiği plânla mümkün olabilir. O halde gemi olayı Allah'ın kud­retine delâlet eden bir başka belgedeğilmidir?Zirayapılangeminin, denizde yüzdürülmek için değil, kopacak tufanda dağ misali dalgaların peşpeşe akıp geleceği, tepeleri, ağaçları, evleri yıkıp ortalığı birbirine karıştırarak önüne geçilmez ve aşılmaz bir manzara arzedeceği büyük bir tufandan se­lâmetle kurtulmak için inşa edildiği kesindir. İşte Nuh Peygamber'in gemi­sini bu açıdan düşünüp değerlendirme yaptığımızda, işin büyüklüğünü ve yapılan geminin ne kadar sağlam ve muhteşem olduğunu anlamakta ge­cikmeyiz. [33]

Demek ki, plân mükemmel, malzeme kusursuz, sanat hâkim ve netice çok parlaktır. Kur'ân'da buna «Fülk-i Meşhûn» denilmesi, bu incelikleri yan­sıtır.

İnkârla zulmü birleştirip azgınlık eden Nuh (A.S.) kavmi -imân edenler müstesna- tufanda boğulmuş ve öylece yeryüzünün o kesimine Hakk'a baş eğip imân edenler vâris kılınmıştır. Bu bir takdîr-i ilâhidir ki yerini bulmuş; aksine bir durum meydana çıkmamıştır. İlâhî rahmet mü'minlere yönel­miş, ezelde tesbit edilen olaylar aynen cereyan ederek Allah'ın va'di ye­rine gelmiştir. Çünkü O'nun ilmi yanılmaz, tesbitinde hatâ olmaz.

Mekke ve civarındaki putperest müşrikler de inkârı zulümle birleştirip mü'minlere eza ve cefada hayli ileri gittiler; inen ilâhî nura kalplerini tı­kayıp sırt çevirdiler. Cenâb-ı Hak dileseydi onları da Nuh (A.S.)ın kavmi gibi oluşturacağı büyük bir tufanla boğardı ve yeryüzünde izleri ve tozları kalmazdı. Ancak öyle yapmadı ve onlara bir süreye kadar mühlet verdi. Çünkü ezelî ilmiyle onların çoğunun eninde sonunda imân ederek Allah'ın dinine hizmet edeceklerini tesbit etmiş bulunuyordu. Aralarında imân et-miyecek olanları ise, Bedir ve diğer savaşlarda iman darbeleri altında can vererek temizlenmiş bulunuyordu. Nitekim Mekke'nin fethiyle bu âyetin sırrı tecelli etti ve ilâhî işaret çok daha iyi anlaşıldı. Düne kadar Hz. Mu-hammed'e (A.S.) ve İslâm'a amansız düşman olanlar baş eğip teslimiyet gösterdiler ve Kelime-i Şehadeti getirmek suretiyle Müslümanlar kafilesine katıldılar. İşte o bakımdan Cenâb-ı Hak Mekkeli'leri, bütün zulüm ve inkâr­larına rağmen yok etmemiştir. Konumuzu oluşturan âyet yıllarca önce bu tarihî olayı haber vererek ilâhî takdiri şöyle hatırlatmış bulunuyordu: «Di­lersek onları (suda) boğarız da artık ne çığlıklarına koşan bulunur, ne de kurtarılma şansları olur. Ancak bizden bir rahmet ve bir süreye kadar ge­çinip yararlanma(ları için irâdemiz onların kurtarılmasını sağlamıştır).»

Bugün de azıp sapıtan toplum ve milletlerin hemen yok edilmemesinin buna benzer birtakım sebep ve hikmetlerinin bulunabileceğini unutmama­mız gerekir. Şöyle ki, bunlar ya yakın gelecekte hakkı seçip İslâm'ın terte­miz havasına girecekler, ya girmiş olanlara yardım edecekler veya ken­dilerinden imân edecek bir nesil meydana gelecektir.

O bakımdan Cenâb-ı Hak inkarcı azgın milletlere ve toplumlara tari­hin bazı dönemlerinde mühlet vermiştir; bugün de onların çoğuna veya bir kısmına mühlet vermektedir. [34]

 

Âyetler Arasinda Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle, Allah'ın varlığına, birliğine ve üstün kudretine delâlet eden sekiz kadar belgeye yer verildi. Böylece ilim adamlarına ışık tutularak hareket noktaları belirlendi.

Aşağıdaki âyetlerle, inkarcı sapıkların, daha çok Mekkeli müşriklerin ilâhî âyetlerden yüz çevirmeleri konu ediliyor. Rızık konusunda ciddi bir bilgilerinin olmadığı belirtilerek, sosyal adaleti daha çok Allah'a imân eden­lerin gerçekleştireceğine işarette bulunuluyor. Sonra da inkarcıların duy­gu ve düşüncelerini yönlendirmek için kıyametin kopuş safhalarından bir­kaç safha anlatılarak CenâbHakk'ın mutlak anlamda adaletle iş gördü­ğüne ve göreceğine işaretle herkesin, suçu ve günahı kendi niyet ve tutu­munda araması gerektiği dolaylı şekilde hatırlatılıyor. [35]

 

Meali:

 

45—  Kendilerine, «önünüzdekinden ve arkanızdakinden (dünya ve âhi-ret'te azabı ve rüsvaylığı gerektiren fenalıklardan) korkup sakının ki, mer­hamet olunasımz» denildiği zaman (aldırış bile etmezler).

46—  Kendilerine ne kadar Rablarının âyetlerinden bir âyet geldiyse, mutlaka ondan yüzçevirdiler.

47—  Yine kendilerine, «Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden (Allah için) harcayın» denildiği zaman, o küfredenler, imân edenlere, «Allah'ın di­lediği takdirde yedireceği kimseyi biz mi yedirelim?! Şüphesiz ki siz acık bir sapıklık içinde bulunuyorsunuz» derler,

48—  Ve derler ki: «Eğer doğrulardan iseniz, bu va'd ne zaman?»

49— Onlar çekişip tartışırken ansızın kendilerini yakalayıverecek bir haykırışı beklerler.

50—  Artık (bu durumda) ne bir tavsiyede bulunmaya güç getirebilir­ler, ne de ailelerine dönebilirler.

51—  Sûr'a üfürülünce bir de bakarsın kabirlerinden çıkıp Rablarına doğru akın akın koşarlar.

52—  «Eyvah bize! Kim bizi uyuduğumuz yerden kaldırdı?» derler. (On­lara): «Bu, Rahman (olan Allahjın va'dettiği ve peygamberlerin doğru söy­lediği (gündür) denilir.»

53—  Sadece bir haykırış. Bir de bakarsın hepsi huzurumuzda hazır bekliyorlar.

54—  Bugün hiç kimseye zulmedilmez ve ancak yapageldiğiniz şeyle­rin karşılığını görürsünüz.

 

İniş Sebebi

 

Putperest Araplar ekin ekince, ondan bir kısmını putları, bir kısmını da Allah için adarlardı. AshabKirâm'dan çok fakir olanlar, onlara: «Şu Allah için adadığınızı bize verin» diye istekte bulununca, onlara: «Hayır, eski dininize dönerseniz ancak yardım edebiliriz. Siz Allah'ın çokça rızık veren olduğunu iddia ediyorsunuz. O halde O dileseydi size bol nzık ve­rirdi» diyerek ashab ile alay ederlerdi. Bu sebeple yukarıdaki 46, 47. âyetler indi. [36]

Diğer bir rivayete göre : Zengin putperestlere, «şu Allah için adadığı­nızdan fakir müslümanlara verseniz olmaz mı?» denilince; «Allah dileseydi onları yedirirdi. Ama o dilemedi ki biz dileyelim» diye cevap verirlerdi. İl­gili âyetler o sebeple inmiştir. [37]

 

İlgili Hadîsler

 

«And olsun ki, iki adam alım-satım için aralarında açtıkları elbiseyi he­nüz alıp satmadan ve katlayıp kaldırmadan kıyamet kopar ve elbette de­vesinden süt ağızi sağıp ayrılmışken onu içmeğe fırsat bulamadan kıya­met kopar. And olsun ki, havuzunu sıvayıp davarlarına su içirme fırsatı bul­madan kıyamet kopar ve and olsun ki, lokmasını ağzına doğru kaldırır da onu yemeğe fırsat bulmadan kıyamet kopar.» [38]

«İki nefha arası kırk..dır. Sonra Allah gökten bir su indirir de bakla­nın yeşerdiği gibi, insanlar yeşerip oluşurlar. İnsanın her yanı çürür, an­cak kuyruk sokumundaki küçücük bilyamsı kemik çürümez; insan ondan yaratılmıştır ve kıyamet gününde yine ondan oluşup meydana gelecek­tir.» [39]

 

İnkârda Israr Edenlerin Uyarılması                                 

 

«Kendilerine «önünüzdekinden ve arkanızdakinden (dünya ve âhirette azabı ve rüsvaylığı gerekti­ren fenalıklardan) korkup sakının ki merhamet olunasınız» denildiği zaman (aldırış bile etmezler).»

Hz. Muhammed'in (A.S.) risâleti te'kiden tasdik edilip bunu isbatlayan belgeler açıklandıktan sonra, akıl ile vicdanı, idrâk ile insafı biraraya getir­meleri için sapık putperestler, inkarcı azgınlar uyarılıyor. Şöyle ki :

1—  Önünüzde sizi beklemekte olan kıyametten ve oradaki hesap ver­mekten; arkanızdaki vebal, günah, inkâr ve zulümden; geriye kalan dün­yalıktan korkun. Her canlı ister istemez kendisini beklemekte olan âhirete adım adım, nefes nefes yaklaşmakta ve güvenip gurura kapıldığı dünya­lıktan uzaklaşmaktadır. Şüphesiz bu, Allah'ın değişmeyen bir kanunudur ki hükmünü kusursuz yürütmekte ve hiçbir engel tanımamaktadır.

2—  Gerçek bu olunca, ne yazık ki Allah'ın varlığına, birliğine; Kur'ân'-ın Allah sözü olduğuna; Hz. Muhammed'in (A.S.) son peygamber olarak gönderildiğine açıkça delâlet eden ne kadar âyet, belge ve delil getirildiy­se, inkâreı gafillerin, sapık putperestlerin çoğu ondan yüz çevirdiler; akıl-lanyla, vicdanlarıyla değil, hisleriyle, nefisleriyle hareket ettiler.

3_ insanlık sevgisini, muhtaçlara yardımı, putlara İnanıp tapınma uğ­runa reddettiler. Böylece Allah'tan başkasını ilâh edinip tapmak insan­ların kalplerini öldürdü, ruhlarını hastalandırdı, vicdanlarını kararttı. Bâtıl adına her iyilik, fazilet ve doğruluğa karşı çıktılar.

İlgili âyetle, bâtıl ilâhlara inanmanın ve tapınmanın insanı nasıl sap­tırıp dejenere ettiği çok duyarlı bir anlatımla işlenmekte ve ilâhî fırçayla bunun portresi çizilmektedir. [40]

 

Va'dedilen Kıyamet Ne Zaman?

 

«Ve derler ki: «Eğer doğrulardan iseniz bu va'd ne zaman?»

.Şüphesiz ki gerek Kur'ân, gerekse Hz. Peygamber (A.S.), yüee yara­tanın varlığına, birliğine delâlet eden belge ve delilleri getirdikten, insan aklına ışık tuttuktan sonra, hâlâ bâtılı savunanları kıyamet olayı ve âhiret-teki hesap ve azap ile uyarıp tehdit etme metodunu uygulamışlardır. Ko­nuyu akılları ve vicdanlarıyla değil, saplandıkları ön yargıyla reddedenler, sadece bununla yetinmeyip sık sık : «Hani o tehdit edip durduğunuz kıya­met olayı ne zaman?» diyerek alay ederler ve bu açıdan da kendilerini kur­tulması zor bir çıkmaza sokarlar.

Bilindiği gibi, mevcut düzeni kuran O Yüce Kudret, her şeye bir baş­langıç ve bir de sonuç belirlediği gibi, kıyamet olayı için de bir çizgi, bir sonuç belirlemiştir, Çünkü mevcut düzen insana hem Yüce Yaratan'ı, hem hayatın anlamını, hem yaşamanın nasıl bir nîmet olduğunu öğretmektedir. O halde dünya âhiret hayatına hazırlık dönemidir. Ancak oradaki hayat şartları çok daha değişiktir. Dünyadaki bedenimizle orada yaşamak müm­kün değildir. O bakımdan insanın ölmesi gerekiyor. Âhiretteki hayat şart­larına göre yeni bir bedenin oluşmasının şart olduğu kendiliğinden anla­şılmış oluyor. Ölüm bunun ilk kapısı; Berzah, bekleme dönemi; âhiret sah­neye çıkma zamanıdır.

Ne var ki, hayat durmasın, ilmî araştırmalar hızını kaybetmesin, atâ­let ve aşın inkâr yaygınlaşmasın diye kıyamet olayının ne zaman meyda­na geleceği gizli tutulmuştur. O kadar ki Melek Cebrail'in «Kıyamet ne zar man kopacaktır?»*sorusuna, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ona: «Ondan so­rulan, sorandan daha bilgili değildir» buyurarak kıyametin ne zaman kopa­cağını bilmediğini belirtmiştir.

Ancak kıyamet olayından önce birtakım alâmetlerin ortaya çıkacağı­nı haber vermiş ve ümmetinin her zaman için hazırlıklı olmasını istemiştir. [41]

 

Kıyamet Olayı Müthiş Bir Sayha İle Gerçekleşecek

 

«Onlar çekişip tartışırken ansızın kendilerini yakalayıverecek bir haykırış beklerler.»

Cenâb-i Hak bu müthiş haykırışı «sayha-i vahide» diye açıklamakta­dır. Sayha : Sesi fazlaca yükseltmek anlamına geldiği gibi, sağlam bir ku­maşın yırtılmasından, büyükçe bir ağacın boylu boyunca yarılmasından çı­kan sese ve gürültüye de denilir.

Melek İsrafil'in Sûr'a birinci defa üflemesiyle mevcut düzen kısa bir zaman parçası içinde bozulup alt-üst olur ve bu sırada çok korkunç bir ses duyulur.

Kıyamet olayının ne kadar âni meydana geleceğini Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in yukarıda mealini verdiğimiz hadîslerinden anlıyoruz. Öyle ki ne bir kimse bir tavsiyede ve vasiyette bulunabilir; ne de evinin dışında olan evdeki çocuklarına dönebilir. Her canlı bulunduğu yerde ölür.

O halde İsrafil'in, mahiyet ye keyfiyetini bilmediğimiz Sûr'a üflemesi, mevcut sistemi bozar ve sonra yeni bir sistem ve düzen meydana gelir. [42]

 

İkinci Nefha

 

«Sûr'a üfürülünce bir de ba­karsın kabirlerinden çıkıp Rablarına doğru akın akın koşarlar.»

Aradan kırk yıl, ya da kırk gün veya kırk saat geçtikten sonra İsrafil ikinci defa Sûr'a üfürür. Yağan hayat suyuyla vücut bulan insanlara ruh-iarı gelip girer ve topraktan kalkış başlar. Herkes Rabbının buyruğuna bo­yun eğerek akın akın mahşer alanına koşar.

Hadîslerden de anladığımıza göre, ikinci nefha daha çok ruhlara, ken­dilerine ait olan bedenlere girmelerini bildiren bir emir anlammadır. Tabii oluşan bedenler bütünüyle âhiret âleminin hayat şartlarına göre düzen­lenmiştir.

İnkarcı sapıklar o gün büyük bir şaşkınlık içinde: «Eyvah bize! Kim bizi uyuduğumuz yerden kaldırdı!?» derler.» Çünkü ikinci hayata kesinlikle inanmıyorlar ve inananlarla alay ediyorlardı. Melekler onların bu şaşkınca sorusuna şu cevabı verirler: «Bu, Rahman (olan Ailah'ın) va'dettiği ve pey­gamberlerin doğru söylediği gündür.» [43]

 

Üçüncü Nefha Ve Toplanma

 

«Sadece bir haykırış. Bir de bakarsın hepsi huzurumuzda hazır bekliyorlar.»

CenâbHakk'ın belirlediği alanda hesaba çekilmek üzere üçüncü nef­ha, (sesleniş) insanları o huzurda hazır duruma getirir. İkinci nefha ile bu sesleniş arasında ne kadar süre geçeceği açıklanmamıştır. Ancak birinci nefha ile ikinci nefha arası, Resûlüllah'ın ifadesiyle «kırk...» yani ya kırk yıl, ya kırk gün, ya da kırk saat olduğuna bakılırsa, ikinci nefha ile üçüncü nefha arasında fazla bir sürenin olmayacağı kolaylıkla anlaşılır.

Görüldüğü gibi, CenâbHakk'ın her işi plânlı, programlı ve düzenli­dir. Kıyamet olayı, canlıların ölmesi, kabirlerinden dirilip kaldırılma ve mah-Şer alanına sevkedilmesi safhası hep bir plân dahilinde yürütülecek ve dü­zenli bir hesaba çekilme gerçekleşecektir. [44]

 

Âhiret Gününde De Hic Kimseye Haksızlık Edilmiyecektir

 

«Bugün hiç kim­seye zulmedilmez ve ancak yapageldiğiniz şeylerin karşılığını görürsünüz.»

Cenâb-ı Hak zulmü hem kendine, hem de insanlar arasında haram kıl­mıştır. Her işi adaletledir, her hükmü hakkaniyetledir. O, insanı maddeyle ruhun birleşmesiyle oluşturup var kılmış ve onu yararlanabileceği bir dün­yaya getirip bir süre yaşaması için gereken imkânları hazırlamıştır. Hayatın anlam ve hikmetini, dünyanın âhirete geçiş ve hazırlık dö­nemi bulunduğunu öğreterek onu hür iradesiyle başbaşa bırakmıştır. Ay­nı zamanda aklına ışık tutan, kendisine hakkı tanıtan, doğru yolu gösteren kitap ve peygamber de göndererek ona yeterince yardımcı olmuştur.

Böylece insan inancı doğrultusunda, akaitçilerin de dediği gibi, «cüz'-i irâdesisyle kendi kaderini çizer. Bu manayla kıyamet gününde herkes iş­lediği iyilik ve kötülüğün karşılığını görecek ve öylece hiç kimseye haksız­lık edilmiyecektir. Elli dördüncü âyetle bu inceliğe işaret edilerek ölmeden önce, o güne sâlih amellerle gitmenin yolunu seçmemiz istenmekte ve ilâ­hî rahmetin insanlardan yana olduğuna işarette bulunulmaktadır. [45]

 

Âyetler Arasında Bağlantı                                                  

 

Yukarıdaki âyetlerle, inkarcı müşriklerin ilâhî âyetlerden yüz çevir­dikleri konu edildi. Mekkeli putperestlerin Allah ve Âhiret konusunda cid­di bir bilgilerinin olmadığına değinilerek mü'minler aydınlatıldı. Sonra da inkarcıların duygu ve düşüncelerini yönlendirmek için kıyametten birkaç önemli safha üzerinde duruldu ve herkesin kendi kaderini yine kendi ira­desiyle çizdiğine işarette bulunuldu.

Aşağıdaki âyetlerle, iman doğrultusunda sâlih amellerde bulunarak hayatını amacına uygun değerlendiren mü'minlere Cennet'te hazırlanan ferahlatıcı nimetlere dikkatler çekilmekte ve böylece mü'minlerin imân ve irfanını artırmaya, inkarcıları özendirmeye yönelik bir anlatım tarzı kulla­nılmaktadır. Arkasından suçlu günahkârların âhirette uğrayacakları azap­tan birkaç safha haber verilerek yönlendirici bir metot uygulanmaktadır.

Hz. Muhammed'in (A.S.) şâir olmadığı, aneak Allah sözünü aldığı gibi tebliğ ile görevli peygamber olduğu belirtilerek bu konudaki şüpheler red­dedilmektedir. [46]

 

Meali:

 

55—  Bugün Cennetlikler tatlı bir eğlence içinde sevinip neşelenmek­tedirler.

56—  Onlar da, eşleri de gölgede tahtlar, kanepeler üzerinde kurul­muşlardır,

57—  Onlara orada meyveler ve istedikleri her şey vardır.

58—  Onlara O çok merhametli Rab'dan sözlü selâm vardır,  

59—  «Ey suçlu günahkârlar! Bugün bir tarafa ayrılın.

60—  Ey Âdem oğulları! Şeytana tapmayın, o gerçekten sizin açık düş-mamnızdır.

61—  Bana tapın. İşte en doğru yol budur» diye size buyurmadım mı?

62—  And olsun ki şeytan sizden nice nice nesilleri saptırmıştır. Ak-ledecek durumda değil miydiniz?

63—  İşte bu, tehdîd edilegeldiğeniz Cehennem'dir.                    . ,

64—  İnkâr edegeldiğinize karşılık bugün girin oraya!

65—  Bugün onların (o inkâroi azgınların, sapık döneklerin) ağızlarını mühürleriz. Neler işleyip elde ettiklerini (ortaya dökmek için) bizimle, (on­ların ağzı değil) elleri konuşur, ayakları da şahitlikte bulunur.

66—  Dilemiş olsak, gözlerini silme kör ederdik de yolu bulabilmek için koşuşup dururlardı; ama nerede görebilirlerdi?

67—  Dilemiş olsak, onların, oldukları yerde suretlerini değiştirirdik de artık ne ileri gidebilirler, ne de geri dönebilirlerdi.

68—  Kimi uzun ömürlü yaşatırsak, yaratılışını tersine çevirip değişti­ririz. Hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız?

69—  Biz O'na (Muhammed'e) şiir öğretmedik; aslında şiir ona yaraş­maz da. O ancak katıksız bir öğüt ve açık ortada bir Kur'ân'dır.

70—  Diriyi uyarmak ve kâfirler üzerine (azapla ilgili) sözün hak olma­sı içindir (bu Kur'ân)!.

 

İlgili Hadîsler

 

«Cennet için kollarını sıvayıp paçasını toplayan bir kimse yok mudur? Çünkü gerçekten cennetin hiç bir suretle yok olma endişesi yoktur.. Ka­be'nin Rabbı hakkı için, o bütünüyle ışıl ışıl ışıldayan nurdur; titreşip du­ran reyhandır; sağlam saray, devamlı akıp duran nehirdir; olgunlaşmış meyva, güzel çekici eştir; sayısı belirsiz kat kat elbiselerdir,. Selâmet yur­dunda sonsuz makamdır. Yüksekçe yerlerde yeşil meyva, hayır ve nimet­tir.»

Bunun üzerine ashab-ı kiram:

  Ya Resûlellah! Bizler kollarını sıvayıp paçalarını toplayanlarız, de­diler. Resûlüllah (A.S.) onlara:

  «İnşaallah» söyleyin, diyerek tavsiyede bulundu. Onlar da:

  «İnşaallah», dediler. [47]

«Cennet ehli, bulundukları nimetler içindeyken ansızın üzerlerine bir nur doğar. Başlarını kaldırınca, bir de ne görsünler, Rabları onlara üst­lerinden nazar etmekte ve «ey cennet ehli! Selâm size» buyurmaktadır. İş­te, «Onlara O çok merhametli Rabden sözlü selâm vardır» âyeti bunu be­lirtmektedir. Cennet ehli Rablerİne, Rableri de onlara bakar; öyle ki Rab-larına baktıkları süre içinde başka hiçbir nimete dönüp bakmazlar. Bu hal, araya perde gerilinceye kadar devam eder ve Rabbın nuru ve bereketi on­lar ve yurtları üzerinde kalır.» [48]

«Şüphesiz ki sizler, ağızlarınız fidam (ağızlara bağlanan özel şey) ile bağlı bulunduğunuz halde çağrılacaksınız. Sizden ilk sorulacak olan (or­gan), uyluğu ve omuz başları olacaktır.» [49]

 

Yüksek Nimetler, Yüce Amaçlar

 

«Bugün Cennetlikler tatlı bir eğ-lence içinde sevinip neşelenmektedirler..»

Kur'ân'da uygulanan ilâhî metotlardan biri de, önce dâvayı anlatmak, lüzumunu belirtmek; sonra bâtılın, insandan yana hazırlanan yüce amaçlara engel teşkil ettiğini bildirmek; sonra da davanın doğruluğunu isbat edeeek belgeleri sıralayıp insan aklına ışık tutmak suretiyle inananlara, inanmayanların niyet ve amellerine uygun karşılığın va'dedildiğini açıkla­maktır.

Böylece Kur'ân, insanı önae düşünmeye, sonra araştırmaya, sonra da delilleri gözden geçirip neticeyi elde etmeye sevketmektedir. Nitekim ko­numuzu oluşturan âyetlerle, Kelâmullah, mü'minleri cennette, dört önem-, li nîmeîin beklemekte olduğunu nefis birer mükâfat ölçü ve anlamında şöy­le açıklamaktadır:

1—  Cennete girenler tatlı, zevkli ve neşeli bir eğlence havası içinde olacaklar. Orada üzüntü, sıkıntı, ümitsizlik ve güvensizlik söz konusu de­ğildir. Çünkü dünyada iken onlar birçok sıkıntılar çekmiş, meşru yoldan geçimlerini sağlamakta hayli zorluklarla  karşılaşmışlardı.  Buna  mükâfat olarak ancak, cennetin sonsuz nimetleri uygun düşer.

2—  Adamın eşi dünyada huzur ve mutluluk vesilesi olduğu gibi, cen­nette de öyle olacaktır. Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, kalple­rin düşünemediği nefaset ve güzellikler orada birbirini izleyecektir. Mü'min-ler dünyadaki yorgunluklarını tamamıyla atıp rahatlatıcı gölgeliklerde, ta­rifi mümkün olmayan kanepeler üzerinde karşılıklı oturup tatlı sohbette bulunurlar. Orada aç gözlülük, kıskançlık, ihtiras ve bencillik söz konusu değildir. CenâbHakk'ın her kişiye lâyık görüp verdiği nimetler, göz ve gönül dolduracak kadar bol ve geniştir.

3—  Cennet'te arzulanan her şey vardır. O bakımdan kin, intikam, hak­lara tecavüz diye bir duygu ve davranış yoktur. Cenâb-ı Hak kötü duygu ve düşüncelerin tamamını mü'minlerden temizlemiş olacaktır.

4—  Ebediyet yurdunu rahmetiyle kapsayıp kuşatan Allah'ın selâm ve esenlik nuru devamlı Cennet'i aydınlatacaktır. O halde orada hep selâmet ve esenlik vardır; musibet, felâket sıkıntı ve üzüntü yoktur.;       [50]

 

Suçlu Günahkârların Ayrılması

 

<<Ey suçlu 9ünahkârlar! Bugün bir ayrılın,.»                                                                                                 

Kur'ân-ı Kerîm'de daha çok inkâr doğrultusunda suç ve günah işleye­ne «mücrim» denilmektedir. Kökü «cerm»den gelen bu sıfat birkaç mana­ya delâlet eder. Ancak kök mana olarak ağaçtaki meyvayı, devenin üze­rindeki yünü çekip koparmak demektir. İnkarcı sapıklar ruhlarındaki ilâhî marifeti, din ve Allah duygusunu söküp atmaya çalıştıkları ve böylece ken­dilerini ilâhî hidâyetten uzak tuttukları için onlara «mücrimûn» denilmiştir.

Kıyamet gününde, birler binlere, binler milyonlara karışıp kimin ne ol­duğunu ortaya çıkartmak için, «Ey suçlu günahkârlar! Bugün bir tarafa ay­rılın» diye buyruk inecek ve her suçlu günahkâr inkarcı bu buyruğa ister istemez uyacak.. [51]

 

Suçlulara İlk Yapılan Uyari Bir Defa Da Âhirette Yapilacaktir

 

 «Ey Adem oğulları! Şeytana tapmayın, o gerçekten sizin açık düşmanınızdır.»

Suç ve günahlar ortaya çıkıp suçlular cehenneme sevkedilirken, Allah onlara, dünyada yapılan uyarıyı bir daha hatırlatıp kendi iradeleriyle ken­dilerini böylesine elim sonuca getirdiklerini bildirir. İblîs'in, kâinat plânın­da ne hikmetle yaratıldığını peygamberler yeterince açıklamış; insanın ya­ratılmasından maksadın CenâbHakk'ı bilip O'na ibâdet etmek olduğu­nu çok açık şekilde belirtmişlerdir. O bakımdan akıl ve irâdesini kullanma­yıp onları nefislerinin emrine verenler, bu uyarıya iltifat etmemişler, hakka sırt çevirip hılkatlannın amacının dışına çıkmışlardır.

İşte kıyamet gününde sadece cehenneme atılmakla kalınmıyor, bir de kınanıp azarlanıyorlar. Zira Allah'a kulluk, insan için nihaî gaye ve değiş­meyen yoldur; aynı zamanda yaratılışının hikmet ve amacıdır. [52]

 

O Gün Ağızlar Mühürlenir

 

onların (o inkarcı azgınların, sapık döneklerin) ağızlarını mühürleriz. Neler işleyip elde ettiklerini (ortaya dökmek için) bizimle, (onların ağızları değil) elleri konuşur, ayakları da şahitlikte bulunur.»

İlâhî adaletin kusursuz tecelli ettiğini mahşerdekilere bildirmek; suçlu günahkârların yersiz itirazlarına kapı açmamak, onları kendi aleyhlerine konuşturup meleklerin yazıp tesbit ettiklerinin doğruluğunu belgelendir­mek de ilâhî adaletin gereğidir. «Ol emri» neye yönelirse derhal istenilen, irâde edilen gerçekleşir. Suçlu günahkârların organlarını konuşturmak da bu emre bağlıdır. Ellerinin konuşup ayaklarının şahitlik etmesi, her olayın iki şahitle isbatına yönelik bfr işaret anlamını taşımaktadır.

Sonra da ilâhî kudretin tasarrufuna dikkatler çekiliyor; O'nun tasar­rufuna son ve sınır olmamakla beraber, her zaman ilâhî adalet plânına göre tecelli ettiği ve edeceği dolaylı şekilde bildiriliyor. O bakımdan suçlu günahkârların gözlerini silme kör etmiyor, bulundukları yerde dondurup hareketsiz bırakmıyor; sadece yalana alışan ağızlarını mühürleyip ellerini konuşturuyor.    [53]                                                                                           v

 

İnsan Ömrünün Ters Dönüş Yapması                                        

 

«Kimi uzun ömürlü yaşatırsak, yaratılışını tersine çevirip değiştiririz. Hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız?»

Bazı kişiler çok uzun bir ömürden sonra dünyaya gelişinin ilk safha­sına döndürülürler. Buna, iyice bunama dönemi denir. İlâhî kudretin insan ruhu üzerindeki tasarrufu, ruh için birer cihaz olan beden ve taşıdığı or­ganlarda kendini gösterir. Öyle ki, bu cihazın özellikle beyin kısmında mey­dana gelen bazı arızalar, hafıza merkezini kısmen, ya da tamamen tahriş eder; zekâ merkezini yıpratıp az işler duruma getirir. Sağlam cihazda et­kisini gösteren ruh da bu defa gösteremez olur; kendisinde aynı özellik ve yetenekler bulunduğu halde randımanlı çalışma imkânı ortadan kalkar. Bir elektronik cihazla elektrik akımı arasındaki ilişki ve bağ gibi.. Ancak her şeye rağmen ruh kendi özelliğinin maya ve nüvesini korur; kendisine ait bedeni tamamen terkettikten sonra, ilk yaratılıp ruhlar âleminde yerini al­dığında edindiği bilgilerle, sonradan dünyada edindiği bilgilere ka­vuşur, yani dünyaya gelince kendisinden alınan ilk bilgi, bedeni terkedin-ce yeniden iade edilir. Çünkü dünyaya, fizikötesi bilgilerle gelmiş olsaydı, tekâmül kanunu durur, hayat canlılığını kaybederdi. O bakımdan ruhun ruhlar âleminde edindiği bilgiler kendisinden alındıktan sonra bedene yer­leşir ve bedenle birlikte tekâmül etmeye yönelir. Böylece çok yetenekli olan ve üstün kudreti taşıyan ruh bedenle birlikte kademeli şekilde gelişme sağlar; bedenin sağlık ve zindelik durumuna; taşıdığı irsî kusur ve mezi­yetlerine göre fonksiyonunu ortaya koyar.

İlgili 68. âyetle, ilim adamlarına, akıl sahiplerine ruhla beden arasın­daki irtibat hakkında ana fikir verilirken, Cenâb-i Hakk'ın hazırlayıp koy­duğu kusursuz düzene parmak basılıyor ve öylece her şeyde ve olayda ilâhî kudretin şaşmayan damgasını araştırıp görmemiz isteniliyor. [54]

 

Hz. Muhammed (A.S.) Şair, Kur'ân Da Şiir Değildir

 

«BizO'na(Muham-med'e) şiir öğretmedik; aslında şiir ona yaraşmaz da. O ancak katıksız bir öğüt ve açık ortada bir Kur'ân'dır

Hz. Muhammed (A.S.) mektep ve medrese görmemiş, okuma-yazma öğrenmemiştir. O, ümmî peygamberdir. Arapçanın en fasih ve pürüzsüzü­nün konuşulduğu bâdiyede Onun birkaç yıl kalıp çocukluğunu bedeviler arasında geçirmesi, -doğuştan güzel konuşma yeteneğini de buna ekler­sek- çok net ve pürüzsüz Arapça konuşmasını sağlamıştır. Ancak O bir şâir değildi ve şiir kalıplarıyla hiç meşgul olmamıştır. Kur'ân'da hâkim olan ilâhî üslûp ve dizi en ünlü şâirleri ve edipleri büyüleyecek, yani hayran bı­rakacak yücelikteydi. Kur'ân'ın bu erişilmez edebî kudreti karşısında kıs­kanıp dayanamıyan putperest müşrikler, Hz. Muhammed (A.S.) için, «O becerikli bir şâirdir» diyorlardı. Oysa Kur'ân'ın uzaktan yakından şiirle hiç­bir ilgisinin ve benzerliğinin bulunmadığını devrin şâirleri de ister istemez kabuî ediyorlardı.

İlgili 69. âyetle bu gerçek açıklanıp hatırlatılıyor ve putperestlerin id­diası reddedilerek şiir konusunda uzman olanlar insafa davet ediliyor.

Siyercilerin tesbitine göre, Hz. Peygamber (A.S.) Efendimiz gerçekçi olan şâirleri beğenmiş ve sırası geldikçe onları övmüştür. Örneğin ünlü şâir Lebîd'in birkaç mısra'ı Kur'ân'daki beyânla uyum sağladığı için Hz. Peygamber (A.S.): «Şâirlerin en doğrusu Lebîd'dir» buyurmuştur. [55]Diğer bir rivayette ise, şöyle buyurulmaktadır: «Şâirin dediği en doğru söz, Le­bîd'in şu sözüdür: Haberiniz olsun ki, Allah'tan başka her şey bâtıldır.» [56]

Ayrıca şâirlerin İslâmiyeti ve Hz, Peygamber'i (A.S.) hicveder anlam­daki sataşmalarına ve taşlamalarına karşılık, Kur'ân ve Peygamberi savu­nan İslâm Şâiri Hasan'ın (R.A.), Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in iltifatına mazhar olduğu bilinmektedir.

Resûlüllah (A.S.)ın şiirle hiç meşgul olmadığı kesindir. O kadar ki, şâi­rin mısraını, şeklinde okumuş ve bu şiirin kalıbını çok iyi bilen Ebû Bekir Sıddîk (R.A.) mısra'ın doğru şeklini okuyarak düzeltmiş ve şöyle demekten kendini ala­mamıştır: «Ya Resûlellah! Senin şâir olmadığına her zaman şehadet ede­rim.»

Hz. Peygamber'in (A.S.) tesadüfen şiir kalıbına giren birkaç sözü vardır. Huneyn Savaşı'nda parmağı kanayinca :   buyurduğu ve bir de ;

 andırır şekilde söylediği rivayet edilir. Şüp­hesiz O bunları şiir maksadıyla söylemiş değildir. Kendisi çok fasih ve net konuşmasını bildiğinden bazan şiiri andırır cümlelerin mübarek dudakla­rından çıktığı görülmüştür. Meselâ yukarıda parmak kanama olayında söy­lediği iki mısra' şiir havasını verirse de gerçekte şiir değildir. Nitekim şiir kalıplarını çok iyi bilen ve edebiyatta haklı üne sahip olan Ebû'l-Hasen el-Ahfeş, bu iki cümlenin şiir olmadığını, o ölçülere girmediğini kaydetmiştir. Ünlü gramerci Halil de aynı görüşü paylaşmıştır. [57]

Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de ilk nazarda şiire benzeyen bazı âyetler var­dır, ama üzerinde dikkatle durulduğunda şiir kalıbına girmediği kesinlikle anlaşılır. Meselâ: âyet" leri bu cümledendir.

Kur'ân-ı Kerîm'deki kelime dizisi ve konumu olağanüstü bir özellik gösterir. O kadar ki kelime seçimi ve konumu, oümle konumu ve yeri in­san gücünü aşmaktadır. Tarih boyunca hiçbir edip ve şâir Kur'ân âyetleri­ne benzer bir cümle ve mısra' kuramamıştır. Zira hiç kimse Cenâb-ı Hak ile yarışa kalkışamaz, O'ndan daha iyisini vücuda getiremez, icad edemez. İşte Kur'ân-i Kerîm'in kolay ve çabuk ezberlenmesinin hikmetlerinden biri de budur. İnsan eliyle değiştirilen, ilâhî özelliğini kaybeden Tevrat ve İn­cil'i bütünüyle ezber bilen bir din adamına rastlanmamıştır.

Nitekim Mekke ve çevre kabilelerde büyük bir üne sahip olan Şâir Tu-fayf, Mekke'ye geldiğinde Hz. Peygamber (A.S.) Efendimiz tarafından oku-, nan birkaç âyeti dinleyince, bir anda şaşırmış ve âdeta büyülenmiş, «müm­kün değil bunlar insan sözü olamaz. Şiir de değildir. Bunlar olsa olsa kâi­natın Rabbının yüce sözleridir» diyerek Hz. Muhammed'in (A.S.) peygam­berliğini tasdik edip-İslâm'a girmiştir,

Bunun için 69. âyetin son kısmında Kur'ân'ın nasıl bir söz olduğu çok özlü ve anlamlı şekilde şöyle açıklanmaktadır: «O ancak katıksız bir öğüt ve açık ortada bir Kur'ân'dır

Bakıllânî ve Taha Hüseyn'in de dedikleri gibi, Kur'ân ancak Kur'ân1-dır, onu başka bir söze benzetmek veya kıyas etmek mümkün değildir. [58]

 

Âyetler Arasinda Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle, âhiret âleminde mü'minlere hazırlanan nimetler konu edildi; inkâr ve tuğyanda ısrar edip dönüş yapmadan ölen kâfirler için hazırlanan azaptan bir kaç safha nakledilerek yönlendirici bir anlatım tarzı uygulandı. Sonra da Kur'ân'ın yüceliği ve benzersizliği üzerinde du­rularak Hz. Muhammed'in (A.S.) şâir olmadığı, ancak Allah'tan alıp öylece tebliğde bulunduğu belirtilerek aydınlatıcı bilgi verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, ilâhî kudret ve tasarrufa delâlet eden davarlar konu ediliyor ve onların münhasıran insanlar için yaratıldığına değinilerek ilâhî lütuf ve ihsana dikkatler çekiliyor. Sonra da insanın nutfeden yaratıl­masına parmak basılarak biyolojik açıdan konuyu incelememiz İsteniliyor. Bilâhare CenâbHakk'ın varlığına delâlet eden birkaç belge açıklanarak insan aklına ışık tutuluyor. [59]

 

Meali:

 

71—  Görmediler mi ki, biz {kudret) ellerimizin imalâtı olan davarları yarattık; böylece onlar buna sahip bulunuyorlar.

72—  Onları kendilerine boyun eğer kıldık da bir kısmı binekleridir, bir kısmının da etini yemektedirler.

73—  Kendileri için onlarda birtakım yararlar ve içecekler de vardır. Artık şükretmezler mi?

74—  Yardım olunurlar (kendilerine imdad olunur) diye, tutup Allah'tan başka ilâhlar edindiler.

75—  Halbuki o ilâhların, onlara yardımda bulunmaya güçleri yetmez; onlar ise, o ilâhlar için hazır (koruyucu) askerlerdir.

76—  Sakın onların sözü seni üzmesin. Şüphesiz ki, biz onların gizle­diklerini de, açığa vurduklarını da biliriz.

77—  İnsan, kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmedi  mi?  Buna rağmen bir de bakarsın ki o, (bize karşı) açık bir hasım.

78—  Kendi yaratılışını unuttu da «çürüdüğü halde bu kemikleri kim yaratabilir?» diyerek bize misâl vermeye kalkıştı.

79—  De ki, onu ilk yaratıp meydana getiren diriltecektir. O, yaratışın, yaratılışın her özelliğini bilendir.

80—  O ki, size yeşil ağaçtan ateş meydana getirdi. Siz de o ateşten yakıp duruyorsunuz.

81—  Gökleri ve yeri yaratan, onların bir benzerini (veya tıpkısını) ya­ratmaya kudreti yetmez mi? Elbette yeter. O her şeyi yaratandır, bilendir.

82—  O, bîr şeyi (var kılmayı) dileyince, O'nun emri sadece «ol!» de-mesidir, o şey hemen oluverir.

83—  Her şeyin mülkü (mukadderat ve tasarrufu) elinde olan (Allah) çok yücedir, çok münezzehtir ve ancak O'na döndürüleceksiniz,

 

Nimette  İlâhî Damgayı Görebilmek

 

«Gormed»er mi kî-biz (kudret) ellerimizin imalâtı olan davarları yarattık; böylece onlar buna sâhip bulunuyorlar.»

Kur'ân-ı Kerîm'in kelime konum ve dizimi; taşıdığı yüksek mâna ve hikmeti; cihanşümul hükümleri bakımından da insan gücünü çok aştığı belirtildikten sonra, onu indiren CenâbHakk'ın üstün kudretinin damga­sını, benzersiz sanatının izlerini taşıyan nimetlerden bir kısmına yer veri­lerek insan aklına hem ışık tutuluyor, hem de ilmî araştırma yapmasına dayanak olacak malzeme veriliyor. Şöyle ki:

Vasıtasız, vekâletsiz ve ortaksız; örnek ve modelsiz yaratılan davar­lardan her biri insanlardan yana birçok yararları beraberinde taşıyarak var kılınmıştır. Evcil tabiatlı yaratılmaları, yani kısa sürede eğitilip evcilleştiril­meleri, ilâhî plân gereğidir. Bunun için tek ve çift tırnaklı evcil hayvanlar­dan kimi binek olarak kullanılmaya; kimi de etinden, yününden, kılından, sütünden, derisinden ve sakatatından yararlanılmaya elverişli özelliktedir.

İlâhî imalâtın verdiği bu çok faydalı nimetlerin yerini başka bir nîmet dolduramamaktadır. Öyle ki, sentetik kumaş her zaman yün karşısında, sün'i deri hayvan derisi yanında çok basit ve sönük kalır. O bakımdan yü­nün, pamuğun ve ketenin yerini dolduracak ve onların sağladığı faydaları sağlayacak maddeler yoktur.

Şüphesiz davarlardan her birinin insan hayatına, beslenmesine, sağ­lığına ve ekonomik yapısına sağladığı fayda tartışma kabul etmiyecek ka­dar kesindir. CenâbHakk'ın bu nimetler üzerindeki damgasını görüp de şükretmemek mümkün müdür? Cenâb-ı Hak bu incelikleri hatırlatarak in­sanları, özellikle imân edenleri şu sözleriyle şükretmeye davet ediyor: «On­ları kendilerine boyun eğer kıldık da bir kısmı bineklerdir, bir kısmının da etini yemektedirler.. Kendileri için onlarda birtakım yararlar ve içecekler de vardır. Artık şükretmezler mi?»

O halde bütün nimetler Allah'ın tükenmiyen hazinelerinden köpürüp taşmakta ve hepsi de insana yönelmektedir. Davarın sütü, eti, derisi ve diğer kısımları bütünüyle insanın istifadesine uygun özellikte yaratılmıştır. O halde bunca nîmetlerle hayatımızı sürdürürken, o nimetleri veren Yüce Kudret'in plân ve programına göre hareket etmemiz gerekmektedir. Aksine bir yol izlemek, nankörlük ve saygısızlık olmuz mı? [60]

 

İnsanların Korumasına Muhtaç Olan Sahte İlâhlar

 

<<Yardım olunurlar (kendilerine imdad olunur) diye, tutup Allah'tan başka ilöhlar edindiler. Halbuki o ilâhların onlara yardımda bulunmaya güçleri yet­mez;  onlar ise, o ilâhlar için hazır (koruyucu) askerlerdir.»

İlâhî kudreti yansıtan evcil hayvanlardan bir kısmının insanların men­faatine sunduğu nimetlere dikkatler çekildikten ve o yegâne kudret sahibi olan Allah'ın her birini kendi sanat fırçasıyla şekillendirip insanların hiz­metine verdiği belirtildikten sonra aklını, idrâk ve irâdesini bu doğrultuda kullanmayan inkarcı maddecilere, sapık müşriklere ışık tutuluyor; iyice düşünüp sonuç çıkarmaları hatırlatılıyor.

Cenâb-ı Hak hiçbir zaman korunmaya, yardıma, desteğe, ortağa ve vekîle muhtaç değildir. Mülk bütünüyle O'na aittir, her şey üzerinde mut­lak tasarrufa ancak O sahiptir. Putlar, canlı-cansız sahte ilâhlar ise, son­radan yaratılan, var kılınan cisimlerdir; ustaya, yardımcıya, emeğe, korun­maya her an muhtaçtırlar.

Böylece kendini korumaya kudreti olmayan, tapıldığı zaman yarar, tapılmadığı zaman zarar veremiyen cisimleri ilâh edinmek selîm aklın, sağ duyunun kabul edebileceği bir düşünce, bir inanç değildir. İlgili 74-76. âyet­lerle akıl sahiplerine sesleniliyor ve çok aziz, şerefli yaratılan insanoğlunun kendinden aşağı varlıklara tapınmasının, insanlığa büyük hakaret sayı­lacağı dolaylı şekilde hatırlatılıyor. [61]

 

Nutfeden İnsan Yaratmak

 

«İnson, kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmedi mi? Buna rağmen bir de bakarsın ki o, (bize karşı) açık bir hasım.»

Allah'ın varlığına ve birliğine, kudretinin sınırsızlığına delâlet eden bel­geler o kadar çoktur ki, onları saymakla bitiremeyiz. Daha doğrusu kâinat hem bütün olarak, hem de parça olarak O'nun kudretinin izini taşımakta ve varlığına şehadet etmektedir. İnsanın, canlılık vasfı taşıyan spermadan yaratılması, sadece o belgelerden biridir.

Nitekim Allah'ın varlığını inkâr eden ünlü filozof Sir Kari Popper'e, Nobel Armağanı kazanan ünlü beyin uzmanı Edvvard'ın verdiği cevap çok dikkat çekicidir: «Ben insan beynindeki milyonlarca sinir hücresinin birbi­riyle bağlantılarını görünce imân etmekten başka çare bulamıyorum. Oysa felsefenin bu kompleks yapıdan haberi yoktur. Onun için felsefe gelişi­güzel iddialar ortaya atar.»

Gelelim ana rahmine (dölyatağına) giren spermaya: Yumurta ile bir­leşince, beyin dahil insanın bütün özelliklerini, inceliklerini, düşünce ve duygularını kendinde taşır. Tıpkı bitkinin bütün özelliklerini kendinde taşı­yan tohum gibi.. Spermanın yumurtayla birleşip bölünmeye başlamasıyla oluşan cenini ve ait olduğu ruhu ona yerleştirmek suretiyle insan denilen mükemmel canlıyı var kılan Yüce Kudret, öldürdükten sonra insanı yarata­maz mı?

Hangi uzman veya hangi cihaz on milyar kabloyu hem ayrı ayrı hiz­mete yöneltir, hem de bunlar arasında bir yanlışlığa meydan vermeksizin devamlı bir irtibat, alış-veriş sağlayabilir?

Bütün bu gerçeklere rağmen ilmini iman desteğinde derinleştirmeyen, aklını gerçeği arayıp bulmakta kullanmayan inkarcı maddeciler, Allah'ı in­kâr etmekle kalmazlar, bir de O'na açık hasım kesilip iddialarını sürdürür­ler. 77. âyetle bu hususa değinilerek bilgi veriliyor. [62]

 

İlmî Yönü

 

Âyette «nutfe»den söz edilirken, kelime belirsiz olarak getirilmiştir. Gramer kaidesine göre bu, yer aldığı konu ve cümleye göre iki değişik ma­nadan birine veya her ikisine delâlet eder. Birincisi vahdet ifade eder, yani ana rahmine intikal eden milyonlarca spermadan çoğu zaman sadece biri­si yumurtalığa girer ve öylece cenin oluşur. İkincisi kesret ifade eder, yani ceninin ana rahminde oluşabilmesi için menide birçok spermanın bulun­ması gerekir.

Günümüzde bu konu üzerinde yapılan ilmî araştırmalar aynı sonucu vermek suretiyle Kur'ân'ı doğrulamaktadır. [63]

 

Ufalanıp Çürüyen Kemikler Tekrar Biraraya Gelip (& Oluşur Mu?

 

«Kendi yaratılışını unut­tu da «çürüdüğü halde bu kemikleri kim yaratabilir?» diyerek bize misâl vermeye kalkıştı.»

CenâbHakk'ın hilkat (yaratma) kanunu kusursuz işlemektedir. Bu konuda hazırladığı program aksamadan gerçekleşir, Resûlüllah (A.S.) Efen-dimiz'in açıklamasıyla insan tekrar kuyruk sokumundaki küçücük bilyam-sı kemikten yaratılır. Tohum nasıl hayatın sırrını kendinde taşıyorsa, ya­nıp kül olsa bile o kemik ve insanî ruh da insan hayatının bütün sır ve özel­liklerini, irsî kusur ve meziyetlerini  kendilerinde taşırlar.  Belli ortam ve

şartlar vücut bulup yaratılmaiarıyla ilgili kanunlar harekete geçince, in­san toprak altından, bitkilerin filizlenip fışkırdığı gibi filizlenir. Çürüyüp çer çöp haline gelen bitkinin tohumu veya kökü veya taşıdığı sporlar onun benzerini bütün özellikleriyle kendilerinde taşıyıp meydana getirdikleri gi­bi, çürüyüp toprağa karışan et, kan, kemik, sinir ve benzeri şeylerin de bir benzerini bütün özellikleriyle meydana getirecek olan bilyamsı kemik ve insanî ruh arasındaki manevî irtibat da böyledir.

Bitkiyi ilk yaratan Yüce Kudret, onun benzerini bütün özellikleriyle na­sıl yaratıyorsa, yani kudreti buna nasıl yetiyorsa, insanı da ilk yaratan O Yüce Kudret, onu öldürdükten sonra bütün özellikleriyle yaratacaktır. Bit­kinin benzerini yaratmak O'na göre ne kadar kolaysa, insanın da yaratıl­ması öyle.. [64]

 

Yeşil Ağaçta Ateşin Meydana Getirilmesi

 

«O ki-size veşil ağaçtan ateş meydana getirdi. Siz de o ateşten yakıp durursunuz.»

Ağaçta enerjinin depolandığı; özellikle jeolojik devirlerde toprak al­tına geçen dev yapılı ağaçların zamanla kömürleşip büyük bir enerji kay­nağı oluşturduğu bir gerçektir. İlgili âyetle bu hususa da işaret edilmiş ola­bilir. Aynı zamanda âyette bir incelik daha söz konusudur; o da «ağaç» anılırken «yeşil» sıfatına yer verilmesidir. Bu, yeryüzünü örten bitki taba­kasının durmadan yakıcı madde olan oksijen neşrettiğini; yanma olayının aneak oksijenle gerçekleşebileceğini yansıtmaktadır. Böylece yeşil ağa­cın birkaç yönden insan hizmetine sevkedildiği ve her yönüyle ilâhî kudret damgasını taşıdığı ortaya çıkmakta ve bunlar O Yüce Kudretin, ölüleri tekrar dirilteceğine delil gösterilmektedir.

Bu konuda ashab-ı kiramın ünlü âlimlerinden İbn Abbas'ın (R.A.) şöyle bilgi verdiği rivayet edilmiştir:

— Arapların çakmak mesabesinde olan Merh ve Afar adında iki ayrı tür ağaçları vardır. Afar, çakmak demiri gibi üstte tutulur, Merh de çakmak taşı gibi altta tutulur. Her iki ağaçtan birer dal kesilip suyu akıtılır ve son­ra o iki dal birbirine sürtülerek ateş çıkarılır, yani yanmaları sağlanır.

Kur'ân'da Yâsîn Sûresi'nin 80. âyetiyle verilen bilgi daha çok bu iki ağaca işarettir; aynı zamanda yeşil olan bütün ağaçları da kapsamına al­maktadır. [65]

 

Göklerin Ve Yerin Benzerinin Yaratılması

 

Gökleri ve yeri yaratanın, onların bir benzerini (veya tıpkısını) yaratmaya kud­reti yetmez mi? Elbette yeter. O, her şeyi yaratandır, bilendir,»

Cenâb-ı Hak bu âyetle önemli bir husus hakkında bilgi vermektedir: Kıyamet olayının meydana gelmesiyle, mevcut düzenin bozularak alt-üst olması söz konusudur. Ancak bozulan kâinat düzeninin, düzensizlik için­de kalması elbette düşünülemez. Arkasından yeni bir düzen meydana ge­tirilir ki bu, göklerin ve yerin bir benzeri demektir.

Bundan da anlaşılıyor ki, bozulup parçalanan, ölüp çürüyen, dökülüp çer çöp haline gelen şeylerin, ortam ve şartlar oluşunca benzerleri meyda­na gelmektedir. Kıyamet gününde diriltilip kaldırılan insanın bedeni, dün­yadaki bedeninin benzeridir, fakat her yönüyle aynı değildir. Çünkü bu ikinci bedende sindirim sistemi bütünüyle farklı ve değişiktir. Aynı zaman­da organların ve dolayısıyla bedenin yıpranması söz konusu değildir. Za­ten dünyada iken de 60-70 yıllık ömür süresi içinde vücudumuz birkaç de­fa yenilenmekte; günde milyonlarca hücre ölmekte ve yerlerine yenileri gelmektedir.

Cenâb-ı Hak, ezelde hazırladığı plân gereği, kâinatı bütünlüğü içinde amacına doğru hareket ettirirken, meydana gelecek şeyler ve olaylar için «ol» emri ile tecellide bulunur. Bu, eşyayı veya olayı meydana getirecek sebeplerin oluşup harekete geçmesini sağlar.

Bazı ilim adamlarına göre, «o! emri» mu'cizenin tecellisinde olduğu gi­bi, sebep ve kanunlar zincirine bağlı olmaksızın tecelli eder ve irâde edi­len şey biranda oluverir. Gerçi bu, Allah'ın sonsuz kudreti dahilindedir; di­lerse öyle de olur; ama O'nun koyduğu kanunlar, çizdiği plânlar vardır ve onlar kusursuz şekilde işler ve uygulanır. «Ol emri» belli bir seyir içinde kanun, plân, program ve sebeplerle bağlantı kurarak hedefine ulaşır. Bu­na «sünnetullah» da diyebiliriz.

O halde her şeyin mülk-ü tasarrufunu kudret elinde bulunduran; hiç­bir şeyi boşuna ve anlamsız yaratmayan; yarattığı her şeyi belli kanun­lara ve sebeplere bağlayıp belirlenmiş hizmetlere sevkeden O çok yüce kudret, her türlü noksanlıktan, ortaktan ve evlât edinmekten pâk ve mü­nezzehtir. Dönüş, eninde sonunda O'na olacaktır. Zira her şey O'nun kud­retinin tezahürüyle vücut bulmuştur ve vakti gelince o kudrete yönelmek zorundadır.

Her şeyin anahtarı O'nun elindedir, Kâinat bütünüyle O'nun mülkü ve eseridir. O, kendi mülkünde tek tasarruf sahibidir. Bizler mevcut nîmet ve imkânlara eğreti olarak sahip bulunuyoruz.

Dönüşümüz CenâbHakk'a olacağına göre, O'nun azamet ve kibri-yasına yakışır güzel amellerle, iyilik ve faziletlerle süslenmiş bir halde dön­memiz gerekmez mi? İşte Kur'ân-ı Kerîm bu gerçeği hatırlatmakta ve ay­dınlatıcı, yönlendirici öğütler vermektedir.

Yâsîn Sûresi'ne, Hz. Muhammed'in (A.S.) peygamberliği, and içilip, te'yid ve te'kid edilerek başlanıldı. Her şeyin mülk-ü tasarrufunu kudret elinde bulunduran Cenâb-ı Hak tesbîh ve tenzih edilerek sûre noktalandı.

Bizi bu sûrenin tefsîrine muvaffak kılan CenâbHakk'a sonsuz hamd-u senalar; bize bu çalışmamızda ışık tutan, aydınlatıcı bilgiler veren Resû-lüllah (A.S.) Efendimize ve O'na uyan sâlih mü'minlere salât-ü selâmlar ol­sun. [66]

 

 



[1] Tefsîr-i Kurtubî:   15/1

[2] Tefsîr-i Nisabûrî/Nizamuddin : 23/2

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5022.

[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5022-5023.

[4] Lübabu't-te'vîl : 4/3

[5] Esbab-ı Nüzûl/Nisaburî :  245

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5025-5026.

[6] Tirmizî/fezâil-i Kur'ân : 46-2889

[7] Câmiussağîr :  2/178  (Süyûtî'nin tesbitine göre, hadîs zayıftır).

[8] İbn Hibban - Câmiussağîr : 2/128

[9] Müsned-i Ahmed : 5/26

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5026.

[10] Geniş bilgi için bak : Tefsîr-i Kurtubî :  15/4, 5

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5026.

[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5027.

[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5027.

[13] Nahl Sûresi: 36- Fâtır Sûresi: 22

[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5028.

[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5029.

[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5029-5030.

[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5030.

[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5030-5031.

[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5031-5032.

[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5032.

[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5032-5033.

[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5033.

[23] İbn Ebî Hatim - îbn Kesîr : 3/568

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5036-5037.

[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5037-5038.

[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5038.

[26] Geniş bilgi için bak : A'raf Sûresi: 94 ve En'âm Sûresi: 42. âyetin tefsiri

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5038-5039.

[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5039-5040.

[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5041.

[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5041.

[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5041-5042.

[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5042.

[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5044-5049.

[33] Bak: Zuhruf Sûresi: 12. âyetin tefsiri

[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5049-5051.

[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5051-5052.

[36] Tefsîr-i Kurtubî :   15/36

[37] Tefsîr-i îbn Kesir : 3/574

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5054.

[38] Buharî/rikak :  40, fiten:  25- Müslim/f iten:   116   140   zühd-  74- Ahmed-2/1İ5O-3/421

[39] Buharî/Tefsîr ;  3/39, 1/78, Müslim/Fiten, 141

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5054.

[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5054-5055.

[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5055-5056.

[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5056.

[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5057.

[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5057.

[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5058.

[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5058.

[47] tbn Mâce/zühd: 39- İbn Ebî Hatim

[48] tbn Mâce/mukaddeme : 13

[49] Müsned-i Âhmed : 5/4,5

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5061.

[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5061-5062.

[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5062-5063.

[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5063.

[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5063-5064.

[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5064.

[55] Tefsîr-i Kurtubî: 15/54

[56] Buharî/menakıb-i ansar : 26, edeb: 90- Müslim/şiir: 3-6- Ibn Mâce/edeb: 41- Ahmed: 2/248, 393, 458, 470

[57] Bilgi için bak:  el-Câmi'u Li-Ahkâmi'1-Kur'ân/Kurtubî:   15/52   53- -babu't-te'vîl: 4/11

[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5065-5067.

[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5067.

[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5069-5070.

[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5070-5071.

[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5071-5072.

[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5072.

[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5072-5073.

[65] Geniş bilgi için bak : Tefsîr-i Kurtubî:  15/60- Lübabu't-te'vü : 4/13

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5073.

[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5074-5075.