Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:
Hz. Muhammed'in (A.S.) Risaleti
Kur'ân, Aziz Ve Rahîm Olan Allah'tan İndirilmedir
Arap Yarımadası'na Peygamber Gönderilmemiş Miydi?
İslâm'ın Mekke Döneminde Arapların Çoğunun İmân Etmiyeceği Haber
Verilmektedir
İnkarcının Karakteri Hakkında Benzetme
Yâsîn Sûresinin Tesiri Ve Tarihî Olay
Hakka Karşı Saldırı İyice Artmaya Başladı Ve Hicret Yaklaştı
Önden Gönderdiklerimiz Ve Geriye Bıraktıklarımız
İmam-I Mübîn'den Ne Kasdedilmektedir?
Kasaba Halkı Ve Öldürülen Mü'min
Gönderilen Peygamberlerden Sonra Sıkıntılı Günlerin Başlaması
Fedakâr Mü'minin Uyarı Ve Tavsiyesi
Hak Uğrunda Şehadet Şerbetini İçmek
Mekkeli Putperestler Uyarılıyor
Allah'ın Varlığına Ve Birliğine Delâlet Eden Sekiz Belge
Yerkürenin Tersine Bir Dönüş Yapması Mümkün Müdür?
İnkârda Israr Edenlerin Uyarılması
Kıyamet Olayı Müthiş Bir Sayha İle Gerçekleşecek
Âhiret Gününde De Hic Kimseye Haksızlık Edilmiyecektir
Suçlulara İlk Yapılan Uyari Bir Defa Da Âhirette Yapilacaktir
İnsan Ömrünün Ters Dönüş Yapması
Hz. Muhammed (A.S.) Şair, Kur'ân Da Şiir Değildir
Nimette İlâhî Damgayı Görebilmek
İnsanların Korumasına Muhtaç Olan Sahte İlâhlar
Ufalanıp Çürüyen Kemikler Tekrar Biraraya Gelip (& Oluşur Mu?
Yeşil Ağaçta Ateşin Meydana Getirilmesi
Göklerin Ve Yerin Benzerinin Yaratılması
Başında huruf-i mukattaâ'dan (ya) ve (sin) bulunduğu için bu iki harf birleştirilerek
sûreye isim olmuştur.
Kur'ân'ın kalbi sayılan bu sûrenin tamamı Mekke'de inmiştir.
Ancak bazılarına göre, 12. âyeti Medine'de inmiştir. Rivayete göre, Ansar'dan Benî Seleme kabilesi kendi evlerini ve
mahallelerini terkedip Mescid-i
Saa-det'e yakın yere
yerleşmeyi arzu. ettikleri zaman 12. âyet inerek buna gerek olmadığı belirtilmiştir.
[1]
Âyet sayısı :
83
Kelime » :
727
Harf » : 3000 [2]
1— Hz. Muhammed'in (A.S.)
hak peygamber olduğu; altı asra yakın bir süre ataları uyarılmayan putperest
bir kavme uyarıcı gönderildiği açıklanır.
2— Peygamber (A.S.) Efendimiz'in uyarıp
irşat ettiği insanların iki gruba ayrıldığı, bir grubunun Hakk'a çağrıya olumlu cevap vermelerinden ümit kesildiği;
diğer grubun olumlu cevap vererek kurtuluşa erenler olduğu belirtiliyor.
3— Mekkeli inkarcılarla, yaşamakta olan maddeci
şaşkınların dikkatleri tarihte benzeri inkâr ve azgınlığa çekilerek iyi
düşünmeleri tavsiye ediliyor ve İsa Peygamber'in (A.S.) elçilerinden üç
kimsenin tebliğ ve uyarısı konu edilerek açıklayıcı misâl veriliyor.
4— Öldükten sonra dirilip hesap ve ceza gününde
kalkmaya delâlet eden delillere yer veriliyor.
5— Allah'ın birliği, kudretinin yüceliği, ilminin
sınırsızlığı çok anlamlı biçimde işlenerek bu konuda mü'minler
aydınlatılıyor.
6— İnkarcı sapıkların ilâhî azabı ayan beyan
görünce derin pişmanlık duyacakları, vicdanları harekete geçirecek ve düşünce
ufkunu genişletecek şekilde haber veriliyor.
7— Cennet ve taşıdığı nimetlerinin
çekiciliği anlatılarak mü'minler
müjdeleniyor.
8— Davarlardan yararlanmamız konu edilerek,
onların insana verdiği her ürünün üzerinde ilâhî kudret damgası ve rezzak sıfatının fırçasının izi bulunduğu dolaylı şekilde
anlatılıyor.
9— Kıyamet gününde insanların dirilip
kalkacağını isbat eder mahiyetteki deliller
sıralanıyor. [3]
1— Yâ-Sîn.
2— Hikmet dolu Kur'ân'a
and olsun ki,
3— Sen elbette gönderilen peygamberlerdensin.
4— Doğru yol üzerindesin.
5— (Kur'ân), çok
üstün, çok güçlü, çok merhametli (Allah'ın) indirdiğidir.
6— Babaları uyarılmayan bir milleti -ki onlar
gaflet içindedirler- uyarman içindir.
7— And olsun ki,
hüküm, çoğu hakkında gerçekleşip sübut bulmuştur, artık inanmazlar.
8— Şüphesiz ki biz onların boyunlarına,
çenelerine dayanacak şekilde demir halkalar geçirdik. Bu yüzden başları
yukarıya kalkıktır.
9— Önlerine de, arkalarına da birer sed koyduk, gözlerini de bir perdeyle öıtüverdik,
artık onlar görmezler.
10— (Ey Peygamber!) Onları (tuttukları yolun
tehlikesine karşı) uyarsan da, uyarmasan da birdir; imân etmezler.
11— Sen ancak Zikre (Kur'ân'a)
uyup Rahmân'dan, gıyabında saygı ile korkanları uyara bil irsin. Öylesini
mağfiret ve göz-gönü I dolduran güzel bir mükâfatla müjdele.
12— Şüphesiz biz, evet biz, ölüleri diriltiriz;
önden gönderdikleri şeyleri ve bıraktıkları eserleri (koydukları izleri)
yazarız. Ve her şeyi açık ve açıklayıcı bir Ana Kitap'ta sayıp tesbit etmişizdir,
Ebû Cehl, Resûlüllah
(A.S.) Efendimizi namaz kılıp secde ederken gördüğü takdirde şöyle şöyle hakaret ve saldırıda bulunacağına dair yemin etmiş
bulunuyordu. Oysa Hz. Peygamber'i (A.S.) o vaziyette
gördüğü halde nutku tutulmuş, eli kalkmaz olmuştu.
İlk sekiz âyetin bu
sebepte indiği rivayet edilir. [4]
Benî Seleme Kabilesi,
Medine'ye bağlı bir semtte, mahallede oturuyordu. Daha çok sevap kazanmak için
Mescid-i Saadet'e yakın yere gelip yerleşmek
istiyorlardı. O sebeple 12. âyetin indiği söylenir. [5]
«Şüphesiz her şeyin
bir kalbi vardır. Kur'ân'ın kalbi ise, Yâsîn'dir. Ce-nâb-ı Hak bu sûreyi, Kur'ân'ın tamamını on defa okumak kadar (sevaptı ve
feyizli) yazmıştır.» [6]
«Kim bir gecede Yâsîn
Sûresi'ni okursa, bağışlanmış olarak sabahlar.» [7]
«Kim geceleyin Allah
rızasını gözeterek Yâsîn Sûresi'ni okursa, bağışlanır.» [8]
«Yâsîn, Kur'ân'ın
kalbidir. Kim onu Allah'tan karşılığını bekleyerek ve âhiret
yurdunu umarak okursa, mutlaka bağışlanır, Yâsîn'i ölüleriniz üzerine
okuyunuz.» [9]
Bu iki harf veya isim
üzerinde farklı yorumlar yapılmıştır. Onları kısaca şöyle belirtebiliriz :
a) İbn Abbas'a (R.A.) ve İkrime ile Zeyd b. Eslem'e göre : «Ya İnsan» demektir.
b) İmam Mâlik'e göre : Allah'ın isimlerinden bir
isimdir.
c} Saîd b. Cübeyr'e göre : Hz. Muhammed'in (A.S.) isimlerinden biridir. Çünkü bu
ismin hemen arkasından «Şüphesiz ki sen gönderilen peygamberlerdensin» buyurularak Hz. Muhammed'e (A.S.)
hitap edilmiştir.
d) Ebû Bekir el-Verrak'a göre : «Ya Seyyide'l-beşer» demektir ki bu,
«Ey insanların büyüğü
ve efendisi» anlamına gelir.
e) İbn Arabi'ye göre:
Bu, bedi' bir isimdir. [10]
«Hikmet dolu Kur'ân'a and olsun ki, sen
elbette gönderilen peygamberlerdensin. Doğru yol üzerindesin.))
Kur'ân-i Kerîm, kul ile Allah, din ile ilim, bedenle ruh,
dünya ile âhiret, ölüm ile dirim, nefis ile akıl
arasında sağlam köprü kuran, bunlar arasında uyum sağlayan ve böylece insan
hayatını düzene sokan; sonra da her şeyin hikmet ve nmacını
açıklayıp en doğru bilgiyi vererek insanları aydınlatan kitap olduğu için
«hakîm» sıfatıyla birlikte anılmıştır.
Kur'ân'a bu sıfatıyla birlikte and
edilerek Hz. Muhammed'in (A.S.) ri-saleti, yani peygamberliği te'kiden
tasdîk ve ilân edilmekte; bu konuda her türlü şüpheden uzak kalmamız
emredilmektedir.
Tasdîk anlamı doğrultusunda
biri «and», diğeri «inne»
edatıyla yapılan iki te'kîd, inkarcı sapıkları,
putperest müşrikleri ve şüpheci dönekleri hem uyarmaya, hem de inandırmaya yönelik
bir mana taşımaktadır. [11]
«(Kur'ân),
çok üstün, çok güçlü, çok merhametli (Allah'ın) indirdiğidir..»
Burada Kur'ân-ı Hakîm'in Allah'tan indirilme olduğu açıklanırken
iki sıfata yer verilmiştir: Azîz ve Rahîm. Çünkü ancak bu iki kemal sıfatını taşıyan
üstün bir kudret öyle bir kitap hazırlayıp indirebilir. O da âlemlerin Rabbı olan Allah'tır. Kur'ân her
yönüyle beşer aklını ve gücünü aşmakta, her âyet ve süresiyle insan kafasının
ürünü olmadığını göstermektedir.
Birinci sıfat,
Allah'ın yegâne üstün, yegâne güçlü olduğuna; bütüa
Güçlerin ve üstünlük sağlayanların O'nun üstünlüğü karşısında küçüldüğüne
delâlet etmekte; ikinci sıfat, Allah'ın insanlardan yana çok merhametli
bulunduğunu ve bunun açık belgesi olarak böylesine yol gösterici, hayatı düzene
sokucu, yaratanı tanıtıcı kitap indirdiğini haber vermekte, o rahmetten her
insanın nasibini almasının lüzumu belirtilmektedir.
O bakımdan bâtılın peşine
takılıp hakkı inkâr edenler Hz. Muham-med'i (A.S.) tasdîk etmeseler bile, sadece Kur'ân'ın şehadeti yeterli kabul
edilir. [12]
«Babaları uyarılmayan
bir milleti -ki onlar gaflet içindedirler- uyarman içindir.»
Sebe1 Sûresi 44.
âyetin tefsirinde de açıkladığımız üzere, Kur'ân'ın
açık anlatımından şunu anlıyoruz: Musa Peygamber'den önce uzun yıllar İsrail
oğullarına nasıl uyarıcı peygamber gönderilmemişse, Mekkeli'lere
veya Arap Yarımadası'nda yaşayan Araplara da altı asra yakın bir süre peygamber
gönderilmemiştir.
Kur'ân'ın birkaç yerinde ise, her ümmete uyarıcı peygamber
gönderildiği haber verilmektedir. [13] O
halde konu iyice incelendiğinde bu iki anlatım arasında bir tutarsızlık veya
tezat olmadığı rahatlıkla görülebilir. Şöyle ki, Musa Peygamber (A.S.) ve onu
izleyen diğer peygamberlerin bulunduğu, yaşadığı muhit Arap Yarımadası'na hem
yakındı, hem de ticarî kervanlarla devamlı ulaşım ve haberleşme imkânı
mevcuttu. İsa Peygamber'in (A.S.) bulunduğu bölgenin de coğrafi durumu ondan
farksızdır. Böylece uzun süre Araplara özel şekilde uyarıcı peygamber
göndermeye gerek görülmemiştir. Musa'dan (A.S.) önce, Mekke'de İbrahim ve
İsmail Peygamberler (salât-ü selâm ikisine de olsun)
bulunmuşlar ve İsmail Peygamber, Mekke'ye gelip yerleşen Cürhüm
Kabilesi'nden evlenmek suretiyle yarımadayla geniş temas kurma imkânı
sağlamıştır.
Ne var ki, Araplar
Musevîlikle, İsevîliğe pek iltifat etmemişlerdir. Aslında bu onlardan ziyade
Yahudilerin kendi dinlerini yayma temayülü göstermemelerinden kaynaklanmıştır.
Zira Yahudilikte dini yayma misyonu yoktur ve buna ihtiyaç da duymazlar.
İsevîlik ise yarımadaya pek inememiş, dar çerçeve içinde kalmak suretiyle uzun
yıllar Filistin ve çevresini aşamamıştır. Nitekim İsa Peygamber'den sonra
fetret dönemi başlamış ve altıyüz yıla yakın o
bölgeye ve Arap Yarımadası'na peygamber gönderilmemiş; o yüzden cahil Araplar
iyice tek ilâh inancından uzaklaşıp çok ilâhh bir
sistemi benimsemişler ve bu konuda kutsal Kabe'yi puthane
yapacak kadar ileri gitmişlerdir.
İşte ataları uzun yıllar
uyarılmayan Araplar böylesine karanlık cehalet içinde bocalarken Cenâb-ı Hak hem onlara, hem bütün kavim ve milletlere
rahmet olarak Hz. Muhammedi (A.S.) uyarıcı peygamber
olarak göndermiştir. [14]
<<And olsun ki'nükum' C°ğ" hakkında
gerçekleşip sübut bulmuştur, artık inanmazlar.»
Kur'ân burada çok dikkat çekici bir hususa parmak basmakta,
putperest Arapların çoğunun imân etmiyeceğini haber
vermektedir. Şüphesiz bu haber, kader konusuyla çok yakından ilgilidir. Hz. Muhammed'in (A.S.) Mekke'deki 13 yıllık tebliğ ve
irşadı bu sonucu vererek ilâhî beyânı doğrulamıştır.
Mekkeli'lerin İslâm'a girmesini çok arzu eden Hz.
Muhammed (A.S.) bu husustaki ümidini hiçbir zaman kaybetmemişti. Allah (c.c.)
ise, ezelî-ebedî ilmiyle, Mekke devrinde kimlerin imân edeceğini, kimlerin etmiyeceğini önceden tesbit
etmiş bulunuyordu. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın
onlar için önceden çizdiği bir kadef veya koyduğu bir
hüküm değildi. Öyle olsaydı putperest Araplar mazur sayılırlardı. Oysa onlar
mevcut ortam, şart ve imkânlar içinde kendi iradeleriyle bu yolu seçmiş ve o
sebeple Cenâb-ı Hak ezelî ilmiyle onların bu
tercihini tesbit ederek ana kitaba yazmıştır. Artık
yazılanın değişmesi söz konusu değildir; çünkü O'nun ilmi kesinlikle ya-nılmaz ve tesbitinde
hatâ olmaz. Böylece putperestler kendi kaderlerini kendileri çizmiş
oluyorlardı.
Hidâyete gelince : Kişi kendi
akıl, zekâ, irâde ve diğer yeteneklerini ortaya koyar da imkân ve irade
sınırının son noktasına ulaşırsa, Cenâb-ı Hak o
takdirde ona hidâyeti dilerse nasip eder. O sınıra gelmeyenlere hidâyet
kapısını açmaz. [15]
«Önlerine de,
arkalarına da birer sed koyduk, gözlerini de bir
perdeyle örtüverdik, artık onlar görmezler.»
Küfrün ve tuğyanın
mayasında kibir, gurur, inat ve azgınlık vardır. İnkarcının ruhsal yapısı bu
sıfatların lekesiyle kararmıştır. Hakk'a teslimiyet
gösterip baş eğmezler. Önlerinde İblîs'in kurduğu tuzak, arkalarında nefislerinin
bencillik ve azgınlık şeddi vardır. Gözleri ise, inkâr ve cehalet per-desiyle örtülüdür, artık
mümkün değil hakikati göremezler.
İlim dilinde bu
benzetmeye «istiare» denir. İlim adamlarından bir kısmına göre ise, bu tarz
bir anlatım, benzetmeden ziyade kâfirlerin âhiret-teki
durumlarını yansıtır.
Cenâb-i Hak, sözü edilen anlatım tarzı ve benzetme ile,
daha çok azılı İslâm düşmanı olan Ebû Cehl ve yandaşlarının ve bir de o tiynette
olan inkarcı sapıkların karakter yapısını ortaya koymakta ve kâfirler hakkında
psikologlara ip ucu vermektedir. [16]
Siyerci İbn İshak'ın tesbitine
göre :
— Ebû
Cehl, zaman zaman Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'i
alaya alır ve O'nu sık sık rahatsız etmekten derin
zevk duyardı. Bir gün yine ayak takımını toplayıp Resûlüllah'ın
geçeceği yolun üzerinde oturup O'nun gelmesini
beklediler. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz evinden
çıkınca yol üzerinde kendisini bekleyenleri görünce, durumu anlamakta gecikmedi
ve bir avuç toprak alıp üzerine Yâsîn Sûresi'nin 1-9 kadar âyetlerini okuyarak
oturanlara doğru serpti. Hepsi de bakar kör oldular; Hz.
Peygamber'in (A.S.) geçtiğini bile fark edemediler.
Az sonra bir adam onlara: «Burada oturup kimi bekliyorsunuz?» diye sorunca,
kendilerini toparlayarak, «Muhammed'i bekliyoruz» diye cevap verdiler. O da,
«Muhammed (A.S.) az önce önünüzden geçti. Başınızın üstünde toprak bulunuyor»
dedi. Bunun üzerine Ebû Cehl
ve avaneleri birbirlerinin başına baktıklarında
cidden hepsinde toprak taneciklerinin bulunduğunu hayretle gördüler.
Yine siyercilerden bir
kısmına göre : Resûlüllah (A.S.} Efendimiz Medine'ye
hicret ettiği gece de aynı şeyi yapmış ve kendisini öldürmek üzere
bekleyenlerin hepsini derin bir uyku almış veya yukarıdaki olay gibi, hepsi de
bakar körler olup. Onun evden çıktığının farkına varamamışlardır. [17]
On iki yıldan fazla
süren iç mücadele mü'minleri iyice tedirgin edip
bezgin hale getirmişti. Ne var ki, kalplerindeki Allah, Peygamber ve İslâm
sevgisi her defasında tek teselli kaynakları olmuş ve her türlü işkence, hakaret
ve açlığa katlanarak kendilerini hak yoluna adamasını bilmişlerdir. Resûlüllah'ın (A.S.) teblîğ ve irşadı, Mekkeli
putperestlerin ileri gelenlerinden çoğunu putlara tapmaktan çevirememiş, aksine
her geçen gün onların tuğyan ve küfrü artmıştı. Hz.
Peygamber (A.S.) hiçbir zaman ümidini kaybetmemiş, Cenâb-ı
Hakk'ın mutlaka mü'minlere
yardım edeceğine, İslâm'ı aziz kılıp üstün duruma getireceğine kesinlikle
inanmıştı. O bakımdan olaylar Onun sadece azmini artırıyor ve ümidini
kuvvetlendiriyordu. Zira ilâhî ilmin ezelî tesbitine
göre, onların çoğunun inanmıyacağı iyice açıklanmış
bulunuyor ve İslâmiyet'in başka bir yerde gelişip, kuracağı devletin temelini
atacağının kaçınılmaz bir çizgiye geldiğini görüyordu. Özellikle yedinci
âyetle gaybî olan bu haber verilirken hicretin yakın
olduğu kendiliğinden anlaşıhyor ve kalplerde inşirah
doğuruyordu.
Böylece hicret
olayıyla Mekkeli'lerin başına gelecek ilâhî hükmün kademe
kademe yaklaştığına işaret ediliyor ve neticenin mutlaka mü'min-lerden yana olumlu olacağı dolaylı şekilde bildiriliyordu.
Nitekim çok geçmeden hicret.emri, iki yıl sonra da Bedir Savaşı meydana
geldi. Bu savaşta, Mekke'nin ileri gelen azgınlarının çoğu can verdi. Böylece
Allah'ın va'di yerine geldi ve hükmünün tecelli
etmesiyle inkarcıların belkemiği kırıldı. [18]
Allah'ın dinine
çağrıda bulunurken, inkarcıları tuttukları yolun yanlışlığına ve sonunun
mutlak tehlikeyle noktalanacağına karşı uyarmak; Hakk'a
bilerek, inanarak yönelmede kurtuluş ve saadetin bulunduğunu haber vermek ne
ölçüde tesirli olur?
Kur'ân'ın açık anlatımından, tesirin iki önemli hususla kayıtlı
bulunduğunu anlıyoruz. Şöyle ki: İnkarcı sapıkların ve putperest müşriklerin
önce inen Kur'ân'a idrâkle yönelip uymaları, akıl
yoluyla bu kitabın ilâhî olduğunu anlamaları; sonra da kitabı indiren Cenâb-ı Hakk'ın damgasını eşyada
ve her âyet üzerinde görüp onu tanımaları ve bu düzeyde O'ndan saygı ile
korkmaları gerekir. Zira inkârla şartlanıp hakkı reddetme kafalarında ön yargı
haline gelen inkarcı maddeciler, ilâhî belge ve âyetleri hiçbir zaman akıl ve
insaf kulağıyla dinlemezler; bilimsel açıdan ona yönetmezler. Tabii Allah'ın
hidâyet verdikleri müstesna..
Kur'ân'a uymanın, Cenâb-ı Hak'tan
saygı ile korkmanın iki ayrı mükâfatı söz konusudur: Dünya hayatında geleceğe
ümitle bakmayı, ölümün endişe edilecek bir olay sayılmadığını; aynı zamanda
ölümün ikinci hayata giriş kapısı bulunduğunu teikîn
eder. Böylece huzurlu, güvenli bir ömür sürmeyi kolaylaştırır. Âhirette ise, kul hakkı dışındaki günah ve kusurların bağışlanacağına,
pişmanlık ve tevbe ile hayatını noktalayanların ilâhî
mağfirete mazhar kılınacağına inandırır. Kur'ân bu mağfiretin «ecr-i
kerîm» ile sonuçlanacağını, yani göz ve gönül dolduran, yüz güldüren Allah'ın
cömertçe hazırladığı cennetin ve cemalüllah'ın,
mükâfat olacağını haber vermektedir. [19]
«Şüphesiz biz, evet
biz, ölüleri diriltiriz; önden gönderdikleri şeyleri ve bıraktıkları eserleri
(koydukları izleri) yazarız..»
İnsan oğlunun dünya
hayatı son kertesine gelip noktalanırken, geçen ömrü şu iki hususla sonuçlanır:
a) Önden gönderdiği iyilikler ve kötülükler,
b) Geride bıraktığı iyi ve kötü izler ve
eserler..
İmânın feyizli ve
yararlı ürünleri sayılan «sâlih ameller», şüphesiz kişinin
önünü aydınlatan, arkasından hayır ve rahmet ile anılmasına vesile olan
nimetlerdir. On ikinci âyetle bilhassa bu incelik belirtiliyor.
Nitekim insan ölünce
bu anlamda ortaya iki soru çıkmaktadır ki, onları idrâk ettiğimiz ölçüde güzel
bir hayat geçirmiş oluruz. Sahih rivayete göre, ölüm olayı meydana gelince
melekler: «Önünden ne gönderdi?»,.insanlar da : «Geriye neler bıraktı?» diye
sorarlar.
Aslında Allah için insanlığın
yararına yapılan her te'sis, atılan her adım, dökülen
her damla ter hem önden gönderilen iyiliklerdir, hem de geriye kalan güzel
örneklerdir. O bakımdan insanın iyilik ve kötülük adına attığı her adım anında tesbit edilip yazılmaktadır. Nitekim Benî Seleme kabilesi
evlerini Mescid-i Saadet'e yakın yere nakletmeyi
kararlaştırmış bulunuyorlardı ki, Resûlüllah (A.S.)
onlara : «Buna gerek yok. Bulunduğunuz yerde kalın; zira atacağınız her adım,
bırakacağınız her iz ve eser yazılmaktadır» buyurarak, kendilerini bu konuda
aydınlattı. [20]
«Ve ner şeV' açık ve açıklayıcı bir
Ana Kitap'ta sayıp tesbit etmişizdir.»
«İmam-ı Mübîn», âyette sıfat ve mevsuf
şeklinde belirtilmiştir. Açık, seçik ve açıklayıcı kitap, uyulan kütük, Levh-i Mahfuz gibi manalara delâlet etmektedir.
Cenâb-ı Hak ruhları yaratıp kâinat planındaki yerlerine
oturttuktan sonra, dünyaya inişlerinde kendilerine ait bedenle birleşince,
onların dünya hayatı boyunca neler yapacaklarını, nasıl bir yol
izleyeceklerini, mevcut şartları ve ortamı kendi lehlerine veya aleyhlerine
nasıl değerlendireceklerini tesbit edip sözü edilen
«Kitab-ı Mübîn»e yazmıştır.
Artık O'nun yazdıkları aynen gerçekleşir. Çünkü ilmi yanılmaz, tesbitinde hatâ olmaz. Yanılma ve hatâ, sonradan
yaratılanlara arız olan sıfatlardır. Allah (c.c.) ise öncesiz ve sonrasızdır.
Aynı zamanda Cenâb-ı Hakk'ın
yaptığı bu tesbitte bir haksızlık da söz konusu
olamaz. Çünkü O zulmü hem kendine, hem de insanlar arasında haram kılmıştır. [21]
Yukarıdaki âyetlerle, Hz. Muhammed'in (A.S.) risaleti te'kiden açıklandı ve Kur'ân'ın
mutlak surette Allah'tan indirilmiş bulunduğuna dikkatler çekildi. Sonra da Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'în
ilk adımda, ataları uya-rılmamış bir milleti
uyarmakla görevli bulunduğu belirtilerek nasıl ağır ve meşakkatli bir görevin
Ona yükletildiğine işaret edildi. Arkasından kimlerin o büyük peygamberin
dâvetine olumlu cevap vereceği konu edilerek aydınlatıcı bilgiler verildi ve
kader hakkında düşünce ufkumuzu genişletecek anlamda temel bilgiye değinildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
kendilerine üç elçi gönderilen kasaba halkı konu ediliyor; ilâhî buyrukları
teblîğ konusunda karşılaşılan tehlike üzerinde durularak misal veriliyor.
Sonra da bu uğurda öldürülen bir zattan söz edilerek kendini Allah yoluna
adamış kişilerin teslimiyetine dikkatler çekiliyor. [22]
13— Onlara, o kasaba halkından misal getir; hani
onlara peygamberler (veya peygamber elçileri) gelmişti,
14— Hani kendilerine iki elçi göndermiştik de
onları yalanlamışlardı. Bunun üzerine o ikisini bir üçüncüsüyle destekleyip
güçlendirmiştik. «Şüphesiz biz size gönderilen elçileriz!» demişlerdi.
15— Onlar ise, «hayır, dediler, siz de ancak
bizim gibi insansınız. Rahman bir şey indirmemiştir. Siz ancak yalan
söylüyorsunuz.»
16— Elçiler de, «Rabbımız
bilir ki biz gerçekten size gönderilen elçileriz.
17— Bize gereken, sadece açık tebliğdir» dediler.
18— Kasaba
halkı onlara: «Doğrusu sizin yüzünüzden başımıza uğursuzluk çöktü. Eğer (bu
iddia ve uyarınızdan) vazgeçmezseniz herhalde sizi taşlarız ve elbette bizden
size elem verici bir azap dokunur» dediler,
19— Elçiler dediler ki: «Sizin uğursuzluğunuz
beraberinizdedir; size öğüt verilsede mi? Hayır, siz
(inkâr ve sapıklıkta, inat ve azgınlıkta) aşırı giden bir milletsiniz.»
20— Şehrin en uzak kesiminden bir adam koşarak
geldi ve «ey kavmimi gönderilen bu elçilere uyun;
21— Uyun sizden ücret istemiyenlere.
Bunlar doğru yol üzerinde bulu nuyorlard ir.
22— Hem beni yoktan yaratıp varlık alanına
getiren Allah'a ne diye tapmıyayım? Hepiniz ancak
O'na döndürüleceksiniz.
23— Artık ben, O'ndan başka tanrılar edinir
miyim? Eğer Rahman, bana bir zarar vermeyi dîlese, onların şefaati bana hiçbir
fayda sağlamaz ve beni kurtaramazlar da.
24— O takdirde ben, mutlaka açık bir sapıklık
içinde olurum.
25— (Ey elçiler!) şüpheniz olmasın ki ben sizin Rabbınıza imân ettim, beni işitiniz..» dedi.
26-27— Ona,
«gir Cennet'e!» denildi. O da, «ah keşke kavmim, Rab-bımın
beni bağışladığını ve beni ikrama lâyık görülen kişilerden kıldığını bir
bilselerdi» dedi.
28— Onun ardından, milleti üzerine gökten hiçbir
(yok edici) asker indirmedik, indirecek de değildik.
29— Sadece bir haykırış (yetti); hemen
sönüverdîler.
30— Yazık, çok yazık o kullara ki, kendilerine ne
kadar bir peygamber geldiyse, mutlaka onunla alay ederlerdi.
31— Görmediler mi kî, kendilerinden önce nice
nesilleri yok ettik ki onlar(dan hiç biri) bunlara (bir daha) dönüp
gelmiyorlardı.
32— Hepsi de istisnasız huzurumuzda biraraya getirileceklerdir.
Sakafî Kabilesi'nden Mes'ûd oğlu
Uru e, Peygamber (A.S.) Efendimiz'e gelerek, «Ya Resûlelfah! beni kendi kavmime
gönder de onları İslâm'a çağırayım» dedi ve aralarında şu konuşma geçti:
— Seni öldürmelerinden
endişe duymaktayım.
—Onlar beni uyurken
bulsalar uyandırmazlar.
— O halde
gidebilirsin.
Bu ruhsat üzerine Uru
e (R.A.) kendi kavmine gidip önce Lât ve Uzzâ adındaki putlara uğradı ve «yarın sizi kötü duruma
düşüreceğim» diye mırıldandı. Onun bu düşüncesini öğrenen Sakifli'ler
öfkelendiler. Buna rağmen Ur ve (R.A.) onlara şöyle seslendi: «Ey Sakifliler! Lât artık Lât değildir; Uzzâ da Uzzâ değildir. İslâm'a girin, selâmete erin» dedi ve bu
sözün üç defa tekrarladı. Sakifli'lerden biri ona bir
ok atarak öldürdü.
Bu haber Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e
ulaşınca, üzüldü ve şöyle buyurdu: «Doğrusu Urve'nin
misâli, Yâsîn Sûresinde geçen kimsenin (Habib en-Neccar) misâline benzer.» [23]
«Onlara.o kasaba halkından
misâl getir; hani onlara peygamberler (veya peygamber elçileri) gelmişti.»
Kıssada mü'minleri aydınlatır anlamda altı safha işleniyor. Şöyle
ki:
1— Kasaba
halkına önce iki elçinin gönderilmesi,
2— O ikisini
destekleyen bir üçüncü elçinin gönderilmesi,
3— Kasabanın
bir ucunda oturan şuurlu bir mü'minin yardıma koşması
ve elçileri tasdik etmesi,
4—Bu yüzden
o mü'minin zulmen
öldürülmesi.
5—Tebliğ ve
irşadı kabul etmeyip işi tehdide döndüren ve sonra da masum bir insanın kanına
giren inkarcı azgınların karakter yapısı,
6— Öldürülen
o sadık mü'minin sağ kalanlar hakkındaki temennisinden
haber verilmesi.
Anlatılan üç resul
(elçi) konusu bütünüyle Musa (A.S.), İsa (A.S.) ve Muhammed (A.S.)
peygamberlere mi işarettir; yoksa Romalılara gönderilen, uyarı, tebliğ ve İrşat
göreviyle yükümlü bulunan üç peygamber elçisi mi veya üç ayrı peygamber mi
misal anlamında kasdedilmektedir?
Önce şunu belirtelim
ki: Gönderilen üç eiçi hakkında «murselîn»
kavramına yer verilmiştir ki bu daha çok peygamberler hakkında kullanılmaktadır
ve bazan da onlar adına teblîğ ile görevli elçiler
hakkında da kullanıldığı vâkidir. O bakımdan büyük bir peygamberin dini
yaymakla görevli üç yakın arkadaşı hatıra gelebilir. Nitekim müfessirlerin çoğu
sözü edilen elçilerin, İsa Peygamber'in (A.S.) havarileri olduğu ihtimali
üzerinde durmuşlardır. Kasabanın ise, Antakya, öldürülen yerlinin de Habib en-Neccar adında bir zat
olduğunu yazmaktadırlar. Ancak bunların hiçbiri sahîh bir rivayete
dayanmamaktadır, yani güvenilir bir dayanakları yoktur. Bu sebeple son asırda
yetişen müfessirler bu rivayetin İsrâiliyattan olduğu
şüphesini izhar etmişlerdir.
«Üç büyük peygambere
işarettir» şeklinde yorumda bulunulmuştur. Bu da kesin değildir, ama gerçeğe
pek yakındır. Bu takdirde Musa (A.S.) Mısır'ı Fir'avn'dan
ve yandaşlarından kurtarıp temizlemiş ve zamanla ilâhî dinin o ülkede
yayılmasına ortam hazırlamıştır. İsa Peygamber (A.S.) Romalılar arasına ilâhî
kıvılcımı atıp ayrılmış ve zamanla o kıvılcım ortam bulup genişleyerek
kralları dize getirmiş, ülkeleri aydınlatmıştır. Hz. Muham-med (A.S.) Efendimiz de o
iki peygamberin arkasından üçüncü resul olarak gönderilmiştir. O, önce Arap
Yarımadası'na, sonra da kıtalara baş eğdirmiş ve Allah'ın dinini yayıp,
Allah'ın son mesajını insanlara tebliğ etmiştir.
Bu yoruma göre,
öldürülen yerli mü'min, canını Allah ve Resûlüllah yolunda seve seve feda
eden ilk müslümanlara misaldir. [24]
İsmi anılmayan,
kasabaya gönderilen üç peygamber veya üç peygamber elçisinin herkes gibi insan
oldukları ileri sürülerek, kasaba halkı tarafından tasdik edilmemişlerdir. Bu,
gönderilen her peygambere inkarcı sapıkların, putperest müşriklerin söylediği
klasik bir sözdür. O halde gönderilenlerin uyarıcı peygamber olması ihtimali
daha da kuvvet kazanmaktadır.
Hadîste, İbn Ebî Hâtim'in rivayetini sahîh
kabul edersek, gönderilenlerin üç peygamber elçisi olduğu ağırlık kazanır.
Ancak sözü edilen hadîsin sıhhati üzerinde şüphe izhar edenler olmuştur. [25]
«Kasaba halkı onlara:
«Doğrusu sizin yüzünüzden başımıza uğursuzluk çöktü.....» dediler.»
Kur'ân-ı Kerîm'in birkaç yerinde bir kasaba veya ümmet ve
millete peygamber gönderildikten ve hak ile bâtıl arasında sürtüşme ve
tartışma baş-gösterdikten sonra, Cenâb-ı Hakk'ın o yer halkını daha çetin sınavdan geçirmek ve bir
bakıma ayrı bir yoldan da uyarmak için üzerlerine kıtlık, zelzele, kasırga,
lav, sel baskını ve benzeri bir afet oluşturup gönderdiğine dikkatler
çekilmektedir. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
hem Mekke'de peygamberliğini ilân ettikten birkaç yıl sonra Mekke'de; hem de
Medine'ye hicret ettikten sonra Medine'de kuraklık ve sıkıntı baş göstermişti.
O kad .r ki bu durum gerçek mü'minlerin
imân ve bağlılığını artırmış; inatçı kâfirlerden bir kısmının yumuşamasına, bir
kısmının da büsbütün küfür ve tuğyanını artırmasına sebep olmuştur.
Gönderilen üc peygamberin veya peygamber elçisi üç kişinin sözü edilen
kasabaya gelmesiyle birlikte orada sıkıntı baş göstermiştir. O yüzden kasaba
halkının çoğu inkâr ve azgınlığını artırarak, «sizin yüzünüzden başımıza
uğursuzluk çöktü» demişlerdir. Oysa uğursuzluk kendilerinin kalbinde,
niyetinde ve vicdanlarında yuvalanmış bulunuyordu ki onu bir türlü
anlayamıyorlardı. Peygamberlerin veya elçilerin gelip tebliğ ve irşatta bulunmasıyla
yuvalanan uğursuzluk meydana çıkmış oldu.
Kur'ân'ın bir başka yerinde bu konuya açıklık getirilerek şöyle
buyuru I maktadır:
«Hangi memlekete bir
peygamber gönderdiysek mutlaka oranın halkını, yalvarıp yakarsınlar (gafletten
uyansınlar) diye birtakım sıkıntı, darlık ve şiddete (tabi) tutup
(hırpalamışızdır),» [26]
«$enrin
en uzak kesiminden bir adam koşarak geldi ve «ey kavmim, gönderilen bu elcilere
uyun; uyun sizden ücret istem iyen I ere. Bunlar doğru yol üzerinde bulunuyorlar»
dedi.»
Peygamberleri veya
gönderilen elçileri tasdik eden yerli halktan bir mü'minin
uyarı ve tavsiye mahiyetindeki bu sözleri incelendiğinde, yedi kadar önemli
gerçeği yansıtmaktadır. Şöyle ki:
1— Hakk'a davette sür'at ve cesaret esastır. Aynı zamanda peygamberlerin
kişiliğini ve görevlerini, yardımcı olup halka anlatmak büyük bir hizmettir.
2— Hakka, doğruya, iyiye çağrıda bulunurken
ücret istenmez. Bu kutsal görev tamamen hasbîdir, fahrîdir. Nitekim hiçbir
peygamber bu hususta ücret talebinde bulunmamış; aksine hakka davet
doğrultusunda yapılan tebliğ ve irşadın ücretsiz olduğunu özellikle açıklamıştır. Nitekim Şuâırâ
sûresinde bu konuda yeterli açıklama yapılmış bulunuyor.
Unutmamak gerekir ki,
davanın büyüklüğünü ve yüceliğini kişisel çıkarlara alet etmek, o davaya
bütünüyle ihanettir. Aynı zamanda davanın kutsallığına ters düşer.
3—
Peygamberlerin veya onları temsil eden gerçek mürşitlerin doğru yolda
bulunduklarına dikkatleri çekmek; hiçbir makam, mevki, servet ve baş olma
sevdasında bulunmadıklarını söylemek ve bu açıdan hareketle onların nasıl ferağat-i nefisle yola çıktıklarını anlatmak her mü'minin görevidir.
4—Yoktan
yaratıp var kılan ve her şeyi insanın hizmetine veren Allah'a kulluk ve
ibâdette bulunmanın akıllıca bir düşünee ve sağlam
imândan kaynaklanan bir davranış olduğunu belirtmekte; her şeyin O'nun kudretinin
eseri olduğunu isbat etmekte; eninde sonunda o yüce
kudrete döndürüleceğimizi, ölümün bunun giriş kapısı bulunduğunu haber
vermekte sayısız yararlar vardır.
5—Allah'ı
bırakıp yarar ve zarara muktedir olmayan basit cisimlere, oanh-cansız
eşyaya tapmanın akıl ve idrâk dışı olan cehaletin ürünü olduğunu anlatarak
düşünceleri yönlendirmeye çalışmayı ihmal etmemek oldukça lüzumludur.
6— Allah'ı bırakıp başka şeye tapan insan,
şüphesiz kendinden daha aşağı derecede bulunan şeylere tapmak gibi bir küçüklük
ve aşağılık sergilemekte ve bütünüyle sapıttığını ortaya koymaktadır.
7— Âlemleri yaratıp terbiye eden, her şeyi düzen
ve dengede tutan O Yüce Rabbe kulluğun en üstün şeref ve meziyet olduğunu
çekinmeden ilân etmekte mutlak hayır vardır.
İşte irşat ve teblîğin
tartışmalı, çekişmeli safhalarında mürşitlerin durumunun yedi madde halinde
açıklanması, onların gerçek tavrını, sadık mü'-minler
olduklarını simgeler. Gerisi Allah'a aittir. Dilediğini korur, dilediğini doğru
yola eriştirir, dilediğini sapikliğıyla bocalar halde
bırakır, dilediğini de bu yolda şehadet mertebesine
eriştirir.
Nitekim Hz. Muhammed'in (A.S.) ashabı da bu yedi maddeyle ortaya
çıkıp kendilerine düşen hizmeti lâyıkıyla yerine getirmişlerdir.
Böylece Kur'ân-i Kerîm, beyân ettiği kıssa ve misallerle bu gibi
mü'-minleri hem övmekte, hem de onları kıyamete kadar
gelecek olanlara örnek ve model göstermektedir. [27]
«Ona, «gir cennete»
denildi. O da, «ah keşke kavmim, Rabbımın beni bağışladığını
ve beni ikrama lâyık görülen kişilerden kıldığını bir bilselerdi» dedi.»
Kur'ân-ı Kerîm hak uğrunda canını vermek suretiyle şehitlik
mertebesine yükselen gerçek bir mü'minin ne kadar
aziz ve şuurlu olduğunu bize öğretirken, hak uğrunda öldürülen, kasabanın yerli
halkından o mü'mini misal vermekte; öldürüldükten
sonra da onun, sağ kalanlar hakkındaki güzel temennisini naklederek Allah'ın
gerçek bir mü'mine olan geniş lütuf, inayet ve
rahmetini bir defa daha hatırlatmaktadır. [28]
Üç elçi ve öldürülen
sadık mü'minin kıssası, Hz.
Muhammed'in (A.S.), hak yolunda mücadelesini sürdürürken birkaç sadık mü'minin şehid edilmesiyle
başarıya erişeceğine işaret etmekte; aynı zamanda küfür ve azgınlıkları, zulüm
ve tuğyanları sebebiyle içlerindeki uğursuzluğun MekkelV-leri kuşattığına, Hakk'a baş
eğmezlerse, bu uğursuzluğun kendilerini perişan edeceğine dolaylı şekilde
değinmektedir. Nitekim Bedir Savaşı'yla Allah'ın bu va'di
yerine geldi; uğursuzluğu içlerinde taşıyan azgınların çoğu savaş meydanında
leş kargalarına yem oldular. [29]
«Onun ardından,
milleti üzerine gökten hiçbir (yok edici) asker indirmedik, indirecek de değildik..»
Bilindiği gibi, daha
çok melekler hakkında «çundullah» sözü kullanılır ki
bu, «Allah'ın askerleri» demektir. Aslında melekler savaşmazlar; ilâhî emir
üzerine inince mü'minlere moral; kâfirlere korku ve
dehşet verirler. Gerçekte ise, bir ülkenin yok edilmesi için bir melek bile
kâfi gelir. Çünkü onlar nurdan yaratılıp ilâhî kudreti temsil etmektedirler.
Nitekim Lût kavminin tuğyanı üzerine iki .meleğin
insan suretine sokulup gönderilmesiyle sebepler bir anda oluşturulmuş ve
yanardağın harekete geçirilmesiyle So-dom belirsiz hale getirilerek silinmiştir.
Böylece sadık bir mü'mini haksız yere öldürmek suretiyle inkâr ve azgınlıkta
ileri giden o kasaba halkının yok edilmesi için bir haykırış yetti. Bu haykırış
yüksek derecede bir deprem olabileceği gibi, çok şiddetli bir kasırga da
olabilir. [30]
Yukarıdaki âyetlerle,
hakka davet edilmeleri amacıyla kendilerine üç peygamber veya elçi gönderilen
kasaba halkı konu edildi ve bu arada fedakâr ve sadık bir mü'minin
ortaya çıkarak onlara, gelen elçilere uymalarını tavsiye ettiği ve o yüzden
öldürüldüğü anlatıldı ve böylece yaşamakta olan mü'minlere
güzel misal verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
hem şüpheci ve inkarcıların aklını harekete geçirmek, hem ilim adamlarına
temel bilgi vermek, hem de mü'minleri aydınlatmak
üzere sekiz kadar belge sıralanıyor; böylece Allah'ın kudretini eşyada
görmemiz ilham ediliyor. [31]
33— Diriltip
içinden taneler çıkardığımız ölü
toprak onlar için (varlığımızın ve kudretimizin) açık belgelerinden biridir;
ondan yeyip geçinirler.
34— Onda hurmalık ve üzüm bahçeleri meydana
getirdik ve içinden pınarlar fışkırttık,
35— Ki onun meyvelerinden ve ellerinin işleyip
ortaya çıkardığı ürünlerden yesinler. Artık şükretmezler mi?
36— O'nu teşbih ve tenzih edin ki, yerin
yetiştirdiğinden, kendi nefislerinden ve bilmedikleri daha nice şeylerden çift
çift yaratmıştır.
37— Gece de onlar için (ilâhî kudrete delâlet
eden) açık bir belgedir. Gündüzü ondan çekip sıyırırız da hemen karanlıkta
kalmış olurlar.
38— Güneş de kendine has karargâhta
(yörüngesinde) cereyan etmektedir. Bu o çok güçlü, çok üstün, her şeyi bilen
(Allah)ın takdiridir.
39— Ay için de konaklar belirledik; sonunda kuru
hurma çubuğu gibi (incelip eğik) döner.
40— Ne Güneş'in Ay'a yetişmesi uygun (bir
kanun)dur, ne de geçe, gündüzün önüne geçebilir. Her
biri ayrı bir yörüngede yüzerler (hareketlerini sürdürürler).
41— Onlar için ayrı bir açık belge de, soylarını
o dolu gemiye yükleyip taşımamız,
42— Ve bunun benzerî binecekleri şeyleri onlar
için yaratma mı zd ir.
43— Dilersek onları (suda) boğarız da artık ne
çığlıklarına koşan bulunur, ne de kurtarılma şansları olur.
44— Ancak bizden bir rahmet ve bir süreye kadar
geçinip yararlan-ma(ları
için irâdemiz onların kurtulmasını sağlamıştır.)
«Diriltip içinden
taneleri çıkardığımız ölü toprak onlar için (varlığımızın ve kudretimizin)
açık belgelerinden biridir; ondan yeyip geçinirler.»
Hz. Muhammed'in (A.S.) hak peygamber olduğu; Arap
Yarımadası'na Ondan önce uzun yıllar uyarıcı peygamber gönderilmediği
açıklandıktan ve kendilerine üç elçi gönderilen kasaba halkı misal verildikten
sonra, putperest sapıkları daldıkları derin gafletten uyandırmak, inatçı
kâfirleri uyarmak, insan aklına ışık tutup vicdanlarına seslenmek için Cenâb-ı Hakk'ın varlığına,
birliğine, kudretinin sınırsızlığına delâlet eden sekiz kadar belge
sıralanmakta ve her biri üzerinde dikkatle durmamız istenmektedir:
1— «Diriltip
içinden taneler çıkardığımız ölü toprak..»
Kış mevsimine doğru
bitkilerden, ekilip dikilen ürünlerden çoğunun kuruyup çer-çöp haline gelmesi,
şüphesiz ki onların kendilerine has ölümleridir. Geriye ya
kökleri, ya tohumları, ya
da taşıdıkları sporları kalır. Bunlar bütün bir kış toprak altında bir bakıma
kabir dönemi geçirirler. Bahar gelip hava, su, toprak ısınınca ve yağmur
yağmaya başlayınca toprak harekete geçer. Bitkinin bütün özelliklerini
kendinde taşıyan yarı ölü tohum veya kökü yeşertir ve öylece yepyeni bir hayat
başlar.
Bu olaylar periyodik
olarak gözlerimizin önünde cereyan ettiği ve bilinen kanunlarla oluştuğu için
görüyor ve inanıyoruz. Ama ölen insanların kıyamet gününde dirilme olayı bu
ölçülerin dışında kaldığı, gözlem ve deneyimizi aştığı için ona sadece
inanıyoruz. Zira ikinci hayata kaldırılmanın hangi kanunlara bağlandığını ve
nasıl oluşup meydana geleceğini bilmediğimizden Cenâb-ı
Hak, aklımızı harekete geçirmek, ilmî araştırma yapmamıza ışık tutmak için
birtakım benzetmelerde bulunarak dikkatimizi bu çok önemli konuya çekmektedir.
Öyle ki, kuruyup toprağa karışan bitkilerin bu ölü sayılan dönemlerinden sonra
tekrar dirilmelerini sağlayan tohumlar, kökler ve taşıdıkları sporlar için
iklim şartlan ve tabiat olayları gerekmektedir. Ya
ölüp çürüyen insanın tohum veya kökü var mıdır?
Varsa nedir? Gerçi Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bir bakıma kuyruk soku-mundaki bilyamsı küçücük kemiğin
nüve teşkil ettiğini belirtmişse de, buna ilâveten insanın asıl kökünün ve
gerçek tohumunun onun ruhu olduğunu beyân etmiştir. Bedenle ruh arasında ciddi
ve kopmaz bağlantılar vardır. Peygamberlerde zaman zaman
bedenlerinin ruha dönüşmesi gibi, beden bir bakıma ruha dönüşmektedir; maddeyle
enerji eşitliğine benzer bir özellik arzetmektedir.
Beden ister çürüsün, ister yanıp kül olsun, isterse balıklar veya canavarlar
tarafından yenilsin, hiçbir zaman ruhunun ondan irtibatı kesilmemektedir.
Ancak biz mevcut fizik ve kimya kanunlarıyla bu irtibatı tesbit
edemeyiz, bu mümkün değildir. Zira bütünüyle fizikötesi bir olaydır.
Bunun için diyebiliriz
ki, kuyruk sokumundaki bilyamsı kemik ne olursa
olsun, onunla ruh arasında kurulu bir köprü söz konusudur. Günü gelince, yani
şartlar ve ortam oluşunca çürüyen veya çürümeyen o kemik harekete geçer ve
yavaş yavaş filizlenip insan şekline girer. Öylece
çürüyen beden geriye çürümeyen ve maya kabul edilen bir ruh bırakmıştır,
onunla olan ilgisi hiçbir zaman kopmamiştır; tıpkı
tohuma enjekte edilen bitkinin bütün özellikleriyle bitki arasındaki ilgi ve
irtibat gibi..
Ruhun mahiyetini
bilmediğimiz için onun bedeni nasıl yeşerttiğini, «kün
emrbyle nasıl harekete geçeceğini
bilemiyoruz. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi/bu irtibat ve yeşertme
bütünüyle fizikötesi bazı kanunlarla fiziksel, kimyasal kanunların birleşmesiyle
gerçekleşir.
Konumuzu oluşturan
âyetle bu konuda anlayışımıza ışık tutularak kolaylık sağlanmakta ve o
bakımdan nefis bir benzetmeyle önümüzdeki muamma bir bakıma aydınlığa çevirilmektedir.
2— Aynı
toprak, aynı su, aynı hava ve aynı iklim ve ortam çerçevesinde her tohum veya
kök türünün bütün özelliklerini taşıyıp korumakta; toprak, su ve güneşten
aldığı gıdayla ayrı tad, ayrı renk ve farklı vitaminler
taşımaktadır.
Bu öylesine bir
olaydır ki hedefinden şaşmamakta ve bir devr-i daim
ameliyesiyle hizmetini sürdürmektedir. O halde ortada mükemmel bir plân ve
kusursuz bir preğram vardır ve bunları uygulayan çok
yüce bir kudret söz konusudur.
Öyle ki, bu plânı,
câri kanunları ve hâkim olan kudreti görmemek, anlamamak körlük ve nankörlük
değil de nedir?
Her tohum veya kök
yüklendiği proğrarçıı aksatmadan, bir yanlışlığa
meydan vermeden nasıl yerine getiriyorsa, çürüyen bedenimizin yüklendiği program
da şartlar oluşunca öylece bir yanlışlığa meydan vermeden oluşacak ve ruh ile
olan irtibatı daha da gelişip yepyeni bir varlık olarak ikinci hayata adım
atacaktır.
Onun için âyetin
sonunda «artık şükretmezler mi?» deniliyor.
3— Her şeyin
çift yaratılması..
«O'nu tesbîh ve tenzih edin ki, yerin yetiştirdiğinden, kendi
nefislerinden ve bilmedikleri daha nice şeylerden çift çift
yaratmıştır.»
«Ezvâc»,
«zevçsin çoğuludur. Zevç kavramının kapsamı hayli geniştir. Birbirine yakın,
birbirine benzer, birbirine zıt ve birbiriyle ilgili bulunan her iki şey
hakkında kullanılır. Örneğin dişi ile erkek, madde ile mana, madde ile enerji,
beden ile ruh, kadın ile erkek, dünya ile âhiret,
pozitif ile negatif, sıcak ile soğuk, acı ile tatlı bu cümledendir.
Varlık âlemi işte bu
gibi çiftleri taşımakta ve hayat bunlarla sürüp gitmekte, hareket ve hızını
sağlamaktadır. Özellikle yeryüzünün yeşerttiği bitkilerin çoğunda ve erkek ile
dişi dediğimiz iki ayrı cinsten oluşan insanlarda sözü edilen zevciyet kanunu câridir ve bütünüyle O çok yüoe kudretin fırçasıyla vücut bulduğunu gösterir. Aynı
zamanda her çift ilâhî damgayı bütün inceliğiyle kendinde taşır.
Yaratan o yüce kudret
ise, zevciyetten, denk ve benzerlikten çok üstün,
çok münezzehtir. Öyle ki, varlık âleminde yer alan her şey o kudrete baş
eğmekte ve yaratıldığı kanuna bağlı kalarak amacına doğru yönelmektedir ve her
hareketiyle Rabbını tenzîh ve tesbîh
etmektedir.
Gündüzün geceden
çekilip çıkarılması..
«Gece de onlar için
(ilâhî kudrete delâlet eden) açık bir belgedir. Gündüzü ondan çekip sıyırırız
da hemen karanlıkta kalmış olurlar.»
Âyet-i Kerîme ile,
dünyanın düzenli biçimde hem kendi ekseni etrafında, hem de güneşin çevresinde
hareketine işaret edilmekte; gece ve gündüzün nasıl oluştuğu çok özlü bir
anlatımla ana fikir mahiyetinde verilmektedir.
Silindirvari bedeni saran deri nasıl kademeli biçimde soyulup altındaki
et ortaya çıkıyorsa, güneşin de yuvarlak olan dünya yüzeyine kademeli biçimde
dokunmasıyla yeryüzünü örten karanlık kalkmaktadır. Kur'ân
bu kapalı, fakat nefis benzetmeyi «salh» kavramıyla
ifade etmektedir. Böylece hem dünyanın yuvarlak olduğuna, hem güneşin
etrafında elips çizerek döndüğüne işaret edilmekte ve konu üzerinde dikkatle
durmamız, düşüncemizi derinleştirmemiz için yarı kapalı bir anlatım şekline
yer verilmektedir.
5— Güneşin
cereyan (hareket) halinde olması..«Güneş de kendine has karargâhta
(yörüngesinde) cereyan etmektedir. Bu o çok güçlü, çok üstün, her şeyi bilen
(Allah)ın takdiridir.»
Şüphesiz bu da
Allah'ın varlığının ve kudretinin açık belgelerinden biridir. Kur'ân birkaç manâya gelen ve ilim adamlarına ışık tutan «müste-kar» ve «tecrî» ile konuya
ağırlık kazandırmaktadır. Çünkü «müstekar» istikrar
kökünden gelip zamana, mekâna delâlet eden bir isim olduğu gibi, masdar manasını da kendinde taşımaktadır. Ayrıca «lâm»
harfiyle getirilmesi ona değişik anlamlar vermekte ve farklı hükümler
çıkarmamıza yardımcı olmaktadır. Öyle ki, cümlenin bu bölümü beş ayrı manaya
delâlet etmekte ve sistem üzerinde ciddi düşünmemizi ilham etmektedir. «Tecrî» fiili ise, cereyan kökünden gelmektedir; daha çok
akıp gitme, seyretme, dönüp dolaşma gibi manalara delâlet ettiği
bilinmektedir.
İşte bu incelemenin
ışığı altında âyeti kerime birkaç mana ve hüküm ifade etmekte, az kelimeyle çok
mana ortaya koyma örneğini vermektedir. Şöyle ki:
a) Güneş, kendine has yörüngesinde hareket eder.
b) Güneş, kendine has belirlenmiş bir süreye
kadar hareketini sürdürür.
c) Güneş kendine ait kanuna bağlı kalarak belli
bir alanda düzenli hareket etmektedir.
d) Güneş, plânda kendisine ayrılan yerde
istikrarlı şekilde iki nokta arasında cereyan etmektedir.
Birinci yorumdan,
güneşin kendine ait bir merkez yörüngede hareket ettiği anlaşılıyor. İkinci
yorumdan, güneşin vakti belirlenmiş bir süreye kadar hareketini sürdürüp enerii vereceği neticesi çıkıyor.
Üçüncü yorumdan,
güneşin başıboş, düzensiz, amaçsız şekilde değil; bütünüyle düzenli, plânlı ve
programlı hareket edip düzenli ışık vermekte olduğunu anlıyoruz.
Dördüncü yorumdan,
güneşin belli bir merkezde kalmayıp iki merkez arasında kendine bağlı
gezegenlerle birlikte cereyan ettiği sonucu ortaya çıkıyor.
Bu yüksek anlatım
tarzından da anlaşılıyor ki, Kur'ân-ı Kerîm bütünüyle
ilâhî kaynaktan süzülüp indirilmiştir ve her çağda çağın geliştirdiği ilmin
önünde gitmektedir. Kur'ân'ın indiği çağda yeryüzünde
yaşayan insanların çoğu koyu cehalet içinde bir ömür tüketirken, bir kısmı
putlara, bir kısmı güneş ve aya, bir kısmı birtakım canli-cansız
varlıklara tapmaktaydı. Güneş ve ay hakkında ciddi hiç bir tesbit
yapılmamıştı. O bakımdan kimi güneşi tanrı sanıyor, kimi ayın canlı bir varlık
olduğuna inanıyordu. Özellikle Arap Yarımadasında mektep, medrese diye bir şey
yoktu. Araplar çok hırçın, yağmacı ve cahil kavimlerden oluşuyordu. Kur'ân'ın o çağda bugünkü ilmî gelişme ve buluşlara temel
bilgi verecek, ilim adamlarına ışık tutacak kudrette bilgiler sergilemesi, gösteriyor
ki, o insan sözü değildir, insan kafasının ürünü hiç değildir; her âyetiyle
ilâhîdir.
Nitekim konumuzu
oluşturan âyetin son kısmında buna işaretle Allah'ın Azız ve Alîm sıfatlarına
yer verilmiştir. Öyle ki: Cenâb-ı Hakk'ın
çok üstün, çok güçlü ve her şeyi bilen üstün bir kudret olduğu vurgulanarak Kur'ân'ın mutlak surette beşer kudretini aşan bir kudreti
yansıttığı haber veriliyor.
6— Ay için
belirlenen konaklar..
«Ay için de konaklar
belirledik; sonunda kuru hurma çubuğu gibi (incelip eğik) döner.»
Ay'ın hareketi,
yörünge ve seyri, güneşin hareket ve yörüngesinden kesinlikle farklıdır. Ay
için menziller takdîr edilmiştir. «Menzil», konak yeri, katedilecek
mesafe gibi manalara delalet eder. Böylece Kur'ân-ı
Kerîm, ayın belli bir merkezde değil, hem dünyanın çevresinde, hem de dünya ile
birlikte güneşin etrafında döndüğünü belirtmekte ve her gün belli nisbette güneşle ay arasına giren dünyanın ay üzerine düşen
gölgesi onu bir bakıma her gün yeni bir menzile sevketmektedir.
On dört asır önce ay
hakkında ciddi hiçbir araştırma ve bilgi yokken Kur'ân'ın
gelişen ilme ışıklutan, ana fikir veren açıklaması,
onun bütünüyle ilâhî kitap olduğunun bir başka açık delili değil midir ve Kur'ân bu özelliğiyle çağın çok önünde bulunmuyor mu?
7— Güneş
mümkün değil aya yetişmez..
<<Ne güneş'in aya
yetişmesi uygun (bir kanunjdur..»
Güneş ile ay
birbirinden ayrı yörüngede hareketlerini sürdürmektedirler. Birinin diğerinin
sınırını geçmesi ve kesişip çarpışması söz konusu değildir.
Çünkü ay dünyanın uydusudur ve ona yakındır. Güneşten çok uzaktır. Kendine has
yörüngesi vardır..
Böylece Cenâb-ı Hak bu âyetle iki önemli hususu belirtirken ilmî
araştırma yapmak isteyenlere hem temel bilgi veriyor, hem de bu konuda hareket
noktasını gösteriyor. Birinci husus, ay ile güneş arasında uzun bir mesafenin
bulunmasına; ikinci husus ay ve güneşin ayrı yörüngelerde hareket etmesine
yönelik bulunuyor.
Tekrar belirtelim ki,
on dört asır önce en açık ve en doğru bilgiyi veren Kur'ân-ı
Kerîm'in insan eseri olmadığı kesindir. Zira o asırda güneş ve ay hakkında
sağlıklı bir bilgi, ciddi, bir araştırma yoktu. Özellikle Arap Yarımadası'nda
kabile hayatı yaşayan Arapların çoğu ümmî idi, yani okuryazar değillerdi.
Böylece konumuzu
oluşturan âyetle, hem Allah'ın varlığını, birliğini ve kudretinin
sınırsızlığını, hem de Hz. Muhammed'in (A.S.) hak
peygamber olduğunu isbat cihetine gidilmektedir. Aynı
zamanda bilimsel araştırma yapanlara temel bilgi verilmektedir. Bunun aksini
iddia etmek ise, mümkün değildir[32]
<<Ne de gece'
9unduzun önüne geçebilir.»
Gece ve gündüzün
oluşma sebeplerini biliyoruz. Ancak Kur'ân bu kısa
anlatımla çok önemli bir konuya değinerek bize ana fikir veriyor. Şöyle ki:
Yerküre yaratıldığından beri batıdan doğuya doğru dönme hareketini sürdürmekte
ve meridyenlere göre önce gündüz, sonra gece olayı birbirini izlemektedir, O
halde önce gecenin oluşması ve gündüzün onu izlemesi söz konusu olamaz. Çünkü
dünyanın tersine dönmesi, yani doğudan batıya doğru dönme hareketini sürdürmesi
düşünülemez. Âyette bu ger-Ce9e parmak basılarak Kur'ân'ın
her âyetiyle Allah sözü olduğuna delil Getiriliyor ve ilim adamlarına ışık
tutularak Kur'ân'ın çağların, medeniyetlerin önünde
yürüdüğüne işarette bulunuluyor.
O bakımdan Yâsîn
Sûresi'nin baş kısmında, ilim ve hikmetle içice olan Kur'ân'a
yemin edilerek ve onun özelliğine atıf yapılarak konuya giriş yapılmıştır.
Aynı zamanda Hz. Muhammed'in (A.S.) da hak peygamber olduğu
tekiden bildirilerek anlatılan hususlara bu açıdan da
bakılıp değerlendirme yapılmasına işarette bulunulmuştur.
8— İnsan
soyunun gemiye yükletilip kurtarılması.. «Onlar için ayrı bîr açık belge de,
soylarını o dolu gemiye yükleyip taşımamız.,»
Kur'ân bütün milletleri yakından ilgilendiren ilmî belgelen
verip gereken uyanda bulunduktan ve insan aklına yeterince ışık tuttuktan
sonra Arap Yanmadasi'na ve çevresindeki kasaba,
şehir, ülke ve kavimlere seslenerek Nuh Tufanı'nda atalarının kurtarılıp Asya
Kıtası'nın bu kesiminde insan ve hayvan neslinin devamını sağlayan Cenâb-ı Hakk'ın varlığına ve
kudretinin yüceliğine dikkatleri çekmektedir. Böyleoe
Asya Kıtası'nın önemli bir kesiminde yaşamakta olan milletlerin, Nuh
Peygamber'in gemisine alınan mü'minlerin nesli
oldukları hatırlatılıyor ve atalarının putperest inkarcılardan uzak, Tevhîd İnancı'na bağlı kimseler bulunduğuna işaretle,
tarihin o dönemini ve atalarının gemi ile kurtarılmasını iyice düşünmeleri
ilham ediliyor. Sonra da o günün şartlarını aşan büyük bir geminin imal
edilmesinin mutlak anlamda ilâhî talimata göre gerçekleştirildiğini göz önüne
alarak Cenâb-ı Hakk'ın
saltanat ve azameti karşısında eğilip secde etmelerinin gerektiğine dolaylı
şekilde atıf yapılıyor.
Bilindiği gibi, gemici
olmayan, tersanesi bulunmayan Nuh Peygamber'in (A.S.) böylesine mükemmel bir
gemi inşa etmesi ancak ilâhî talimatla ve vahyettiği
plânla mümkün olabilir. O halde gemi olayı Allah'ın kudretine delâlet eden bir
başka belgedeğilmidir?Zirayapılangeminin,
denizde yüzdürülmek için değil, kopacak tufanda dağ misali dalgaların peşpeşe akıp geleceği, tepeleri, ağaçları, evleri yıkıp
ortalığı birbirine karıştırarak önüne geçilmez ve aşılmaz bir manzara arzedeceği büyük bir tufandan selâmetle kurtulmak için
inşa edildiği kesindir. İşte Nuh Peygamber'in gemisini bu açıdan düşünüp
değerlendirme yaptığımızda, işin büyüklüğünü ve yapılan geminin ne kadar sağlam
ve muhteşem olduğunu anlamakta gecikmeyiz. [33]
Demek ki, plân
mükemmel, malzeme kusursuz, sanat hâkim ve netice çok parlaktır. Kur'ân'da buna «Fülk-i Meşhûn» denilmesi, bu incelikleri yansıtır.
İnkârla zulmü
birleştirip azgınlık eden Nuh (A.S.) kavmi -imân edenler müstesna- tufanda
boğulmuş ve öylece yeryüzünün o kesimine Hakk'a baş
eğip imân edenler vâris kılınmıştır. Bu bir takdîr-i ilâhidir ki yerini bulmuş;
aksine bir durum meydana çıkmamıştır. İlâhî rahmet mü'minlere
yönelmiş, ezelde tesbit edilen olaylar aynen cereyan
ederek Allah'ın va'di yerine gelmiştir. Çünkü O'nun
ilmi yanılmaz, tesbitinde hatâ olmaz.
Mekke ve civarındaki
putperest müşrikler de inkârı zulümle birleştirip mü'minlere
eza ve cefada hayli ileri gittiler; inen ilâhî nura kalplerini tıkayıp sırt
çevirdiler. Cenâb-ı Hak dileseydi onları da Nuh
(A.S.)ın kavmi gibi oluşturacağı büyük bir tufanla
boğardı ve yeryüzünde izleri ve tozları kalmazdı. Ancak öyle yapmadı ve onlara
bir süreye kadar mühlet verdi. Çünkü ezelî ilmiyle onların çoğunun eninde
sonunda imân ederek Allah'ın dinine hizmet edeceklerini tesbit
etmiş bulunuyordu. Aralarında imân et-miyecek
olanları ise, Bedir ve diğer savaşlarda iman darbeleri altında can vererek
temizlenmiş bulunuyordu. Nitekim Mekke'nin fethiyle bu âyetin sırrı tecelli
etti ve ilâhî işaret çok daha iyi anlaşıldı. Düne kadar Hz.
Mu-hammed'e (A.S.) ve İslâm'a amansız düşman olanlar
baş eğip teslimiyet gösterdiler ve Kelime-i Şehadeti
getirmek suretiyle Müslümanlar kafilesine katıldılar. İşte o bakımdan Cenâb-ı Hak Mekkeli'leri, bütün
zulüm ve inkârlarına rağmen yok etmemiştir. Konumuzu oluşturan âyet yıllarca
önce bu tarihî olayı haber vererek ilâhî takdiri şöyle hatırlatmış bulunuyordu:
«Dilersek onları (suda) boğarız da artık ne çığlıklarına koşan bulunur, ne de
kurtarılma şansları olur. Ancak bizden bir rahmet ve bir süreye kadar geçinip
yararlanma(ları için irâdemiz onların kurtarılmasını
sağlamıştır).»
Bugün de azıp sapıtan
toplum ve milletlerin hemen yok edilmemesinin buna benzer birtakım sebep ve
hikmetlerinin bulunabileceğini unutmamamız gerekir. Şöyle ki, bunlar ya yakın gelecekte hakkı seçip İslâm'ın tertemiz havasına
girecekler, ya girmiş olanlara yardım edecekler veya
kendilerinden imân edecek bir nesil meydana gelecektir.
O bakımdan Cenâb-ı Hak inkarcı azgın milletlere ve toplumlara tarihin
bazı dönemlerinde mühlet vermiştir; bugün de onların çoğuna veya bir kısmına
mühlet vermektedir. [34]
Yukarıdaki âyetlerle,
Allah'ın varlığına, birliğine ve üstün kudretine delâlet eden sekiz kadar
belgeye yer verildi. Böylece ilim adamlarına ışık tutularak hareket noktaları
belirlendi.
Aşağıdaki âyetlerle,
inkarcı sapıkların, daha çok Mekkeli müşriklerin ilâhî âyetlerden yüz
çevirmeleri konu ediliyor. Rızık konusunda ciddi bir
bilgilerinin olmadığı belirtilerek, sosyal adaleti daha çok Allah'a imân edenlerin
gerçekleştireceğine işarette bulunuluyor. Sonra da inkarcıların duygu ve
düşüncelerini yönlendirmek için kıyametin kopuş safhalarından birkaç safha
anlatılarak Cenâb-ı Hakk'ın
mutlak anlamda adaletle iş gördüğüne ve göreceğine işaretle herkesin, suçu ve
günahı kendi niyet ve tutumunda araması gerektiği dolaylı şekilde
hatırlatılıyor. [35]
45— Kendilerine, «önünüzdekinden ve
arkanızdakinden (dünya ve âhi-ret'te azabı ve rüsvaylığı
gerektiren fenalıklardan) korkup sakının ki, merhamet olunasımz»
denildiği zaman (aldırış bile etmezler).
46— Kendilerine ne kadar Rablarının
âyetlerinden bir âyet geldiyse, mutlaka ondan yüzçevirdiler.
47— Yine kendilerine, «Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden (Allah için) harcayın»
denildiği zaman, o küfredenler, imân edenlere, «Allah'ın dilediği takdirde
yedireceği kimseyi biz mi yedirelim?! Şüphesiz ki siz acık bir sapıklık içinde
bulunuyorsunuz» derler,
48— Ve derler ki: «Eğer doğrulardan iseniz, bu va'd ne zaman?»
49— Onlar
çekişip tartışırken ansızın kendilerini yakalayıverecek bir haykırışı
beklerler.
50— Artık (bu durumda) ne bir tavsiyede bulunmaya
güç getirebilirler, ne de ailelerine dönebilirler.
51— Sûr'a üfürülünce bir de bakarsın
kabirlerinden çıkıp Rablarına doğru akın akın koşarlar.
52— «Eyvah bize! Kim bizi uyuduğumuz yerden
kaldırdı?» derler. (Onlara): «Bu, Rahman (olan Allahjın
va'dettiği ve peygamberlerin doğru söylediği
(gündür) denilir.»
53— Sadece bir haykırış. Bir de bakarsın hepsi
huzurumuzda hazır bekliyorlar.
54— Bugün hiç kimseye zulmedilmez ve ancak yapageldiğiniz şeylerin karşılığını görürsünüz.
Putperest Araplar ekin
ekince, ondan bir kısmını putları, bir kısmını da Allah için adarlardı. Ashab-ı Kirâm'dan çok fakir
olanlar, onlara: «Şu Allah için adadığınızı bize verin» diye istekte bulununca,
onlara: «Hayır, eski dininize dönerseniz ancak yardım edebiliriz. Siz Allah'ın
çokça rızık veren olduğunu iddia ediyorsunuz. O halde
O dileseydi size bol nzık verirdi» diyerek ashab ile alay ederlerdi. Bu sebeple yukarıdaki 46, 47.
âyetler indi. [36]
Diğer bir rivayete
göre : Zengin putperestlere, «şu Allah için adadığınızdan fakir müslümanlara verseniz olmaz mı?» denilince; «Allah
dileseydi onları yedirirdi. Ama o dilemedi ki biz dileyelim» diye cevap
verirlerdi. İlgili âyetler o sebeple inmiştir. [37]
«And
olsun ki, iki adam alım-satım için aralarında açtıkları elbiseyi henüz alıp
satmadan ve katlayıp kaldırmadan kıyamet kopar ve elbette devesinden süt ağızi sağıp ayrılmışken onu içmeğe fırsat bulamadan kıyamet
kopar. And olsun ki, havuzunu sıvayıp davarlarına su
içirme fırsatı bulmadan kıyamet kopar ve and olsun
ki, lokmasını ağzına doğru kaldırır da onu yemeğe fırsat bulmadan kıyamet
kopar.» [38]
«İki nefha arası kırk..dır. Sonra Allah gökten bir su indirir de
baklanın yeşerdiği gibi, insanlar yeşerip oluşurlar. İnsanın her yanı çürür,
ancak kuyruk sokumundaki küçücük bilyamsı kemik
çürümez; insan ondan yaratılmıştır ve kıyamet gününde yine ondan oluşup meydana
gelecektir.» [39]
«Kendilerine
«önünüzdekinden ve arkanızdakinden (dünya ve âhirette
azabı ve rüsvaylığı gerektiren fenalıklardan) korkup
sakının ki merhamet olunasınız» denildiği zaman (aldırış bile etmezler).»
Hz. Muhammed'in (A.S.) risâleti
te'kiden tasdik edilip bunu isbatlayan
belgeler açıklandıktan sonra, akıl ile vicdanı, idrâk ile insafı biraraya getirmeleri için sapık putperestler, inkarcı
azgınlar uyarılıyor. Şöyle ki :
1— Önünüzde sizi beklemekte olan kıyametten ve
oradaki hesap vermekten; arkanızdaki vebal, günah, inkâr ve zulümden; geriye
kalan dünyalıktan korkun. Her canlı ister istemez kendisini beklemekte olan âhirete adım adım, nefes nefes yaklaşmakta ve güvenip gurura kapıldığı dünyalıktan
uzaklaşmaktadır. Şüphesiz bu, Allah'ın değişmeyen bir kanunudur ki hükmünü
kusursuz yürütmekte ve hiçbir engel tanımamaktadır.
2— Gerçek bu olunca, ne yazık ki Allah'ın
varlığına, birliğine; Kur'ân'-ın
Allah sözü olduğuna; Hz. Muhammed'in (A.S.) son
peygamber olarak gönderildiğine açıkça delâlet eden ne kadar âyet, belge ve
delil getirildiyse, inkâreı gafillerin, sapık
putperestlerin çoğu ondan yüz çevirdiler; akıl-lanyla,
vicdanlarıyla değil, hisleriyle, nefisleriyle hareket ettiler.
3_ insanlık
sevgisini, muhtaçlara yardımı, putlara İnanıp tapınma uğruna reddettiler.
Böylece Allah'tan başkasını ilâh edinip tapmak insanların kalplerini öldürdü,
ruhlarını hastalandırdı, vicdanlarını kararttı. Bâtıl adına her iyilik, fazilet
ve doğruluğa karşı çıktılar.
İlgili âyetle, bâtıl
ilâhlara inanmanın ve tapınmanın insanı nasıl saptırıp dejenere ettiği çok
duyarlı bir anlatımla işlenmekte ve ilâhî fırçayla bunun portresi
çizilmektedir. [40]
«Ve derler ki: «Eğer
doğrulardan iseniz bu va'd ne zaman?»
.Şüphesiz ki gerek Kur'ân, gerekse Hz. Peygamber
(A.S.), yüee yaratanın varlığına, birliğine delâlet
eden belge ve delilleri getirdikten, insan aklına ışık tuttuktan sonra, hâlâ
bâtılı savunanları kıyamet olayı ve âhiret-teki hesap
ve azap ile uyarıp tehdit etme metodunu uygulamışlardır. Konuyu akılları ve
vicdanlarıyla değil, saplandıkları ön yargıyla reddedenler, sadece bununla
yetinmeyip sık sık : «Hani o tehdit edip durduğunuz
kıyamet olayı ne zaman?» diyerek alay ederler ve bu açıdan da kendilerini kurtulması
zor bir çıkmaza sokarlar.
Bilindiği gibi, mevcut
düzeni kuran O Yüce Kudret, her şeye bir başlangıç ve bir de sonuç belirlediği
gibi, kıyamet olayı için de bir çizgi, bir sonuç belirlemiştir, Çünkü mevcut
düzen insana hem Yüce Yaratan'ı, hem hayatın anlamını, hem yaşamanın nasıl bir nîmet
olduğunu öğretmektedir. O halde dünya âhiret hayatına
hazırlık dönemidir. Ancak oradaki hayat şartları çok daha değişiktir. Dünyadaki
bedenimizle orada yaşamak mümkün değildir. O bakımdan insanın ölmesi
gerekiyor. Âhiretteki hayat şartlarına göre yeni bir
bedenin oluşmasının şart olduğu kendiliğinden anlaşılmış oluyor. Ölüm bunun
ilk kapısı; Berzah, bekleme dönemi; âhiret sahneye
çıkma zamanıdır.
Ne var ki, hayat
durmasın, ilmî araştırmalar hızını kaybetmesin, atâlet ve aşın inkâr
yaygınlaşmasın diye kıyamet olayının ne zaman meydana geleceği gizli
tutulmuştur. O kadar ki Melek Cebrail'in «Kıyamet ne zar man
kopacaktır?»*sorusuna, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
ona: «Ondan sorulan, sorandan daha bilgili değildir» buyurarak kıyametin ne
zaman kopacağını bilmediğini belirtmiştir.
Ancak kıyamet
olayından önce birtakım alâmetlerin ortaya çıkacağını haber vermiş ve
ümmetinin her zaman için hazırlıklı olmasını istemiştir. [41]
«Onlar çekişip
tartışırken ansızın kendilerini yakalayıverecek bir haykırış beklerler.»
Cenâb-i Hak bu müthiş haykırışı «sayha-i vahide» diye
açıklamaktadır. Sayha : Sesi fazlaca yükseltmek anlamına geldiği gibi, sağlam
bir kumaşın yırtılmasından, büyükçe bir ağacın boylu boyunca yarılmasından çıkan
sese ve gürültüye de denilir.
Melek İsrafil'in Sûr'a
birinci defa üflemesiyle mevcut düzen kısa bir zaman parçası içinde bozulup
alt-üst olur ve bu sırada çok korkunç bir ses duyulur.
Kıyamet olayının ne
kadar âni meydana geleceğini Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in yukarıda mealini verdiğimiz hadîslerinden
anlıyoruz. Öyle ki ne bir kimse bir tavsiyede ve vasiyette bulunabilir; ne de
evinin dışında olan evdeki çocuklarına dönebilir. Her canlı bulunduğu yerde
ölür.
O halde İsrafil'in,
mahiyet ye keyfiyetini bilmediğimiz Sûr'a üflemesi, mevcut sistemi bozar ve
sonra yeni bir sistem ve düzen meydana gelir. [42]
«Sûr'a üfürülünce bir
de bakarsın kabirlerinden çıkıp Rablarına doğru akın
akın koşarlar.»
Aradan kırk yıl, ya da kırk gün veya kırk saat geçtikten
sonra İsrafil ikinci defa Sûr'a üfürür. Yağan hayat suyuyla vücut bulan
insanlara ruh-iarı gelip girer ve topraktan kalkış
başlar. Herkes Rabbının buyruğuna boyun eğerek akın akın mahşer alanına koşar.
Hadîslerden de
anladığımıza göre, ikinci nefha daha çok ruhlara, kendilerine
ait olan bedenlere girmelerini bildiren bir emir anlammadır.
Tabii oluşan bedenler bütünüyle âhiret âleminin hayat
şartlarına göre düzenlenmiştir.
İnkarcı sapıklar o gün
büyük bir şaşkınlık içinde: «Eyvah bize! Kim bizi uyuduğumuz yerden kaldırdı!?»
derler.» Çünkü ikinci hayata kesinlikle inanmıyorlar ve inananlarla alay
ediyorlardı. Melekler onların bu şaşkınca sorusuna şu cevabı verirler: «Bu,
Rahman (olan Ailah'ın) va'dettiği
ve peygamberlerin doğru söylediği gündür.» [43]
«Sadece bir haykırış.
Bir de bakarsın hepsi huzurumuzda hazır bekliyorlar.»
Cenâb-ı Hakk'ın belirlediği
alanda hesaba çekilmek üzere üçüncü nefha,
(sesleniş) insanları o huzurda hazır duruma getirir. İkinci nefha
ile bu sesleniş arasında ne kadar süre geçeceği
açıklanmamıştır. Ancak birinci nefha ile ikinci nefha arası, Resûlüllah'ın
ifadesiyle «kırk...» yani ya kırk yıl, ya kırk gün, ya da kırk saat
olduğuna bakılırsa, ikinci nefha ile üçüncü nefha arasında fazla bir sürenin olmayacağı kolaylıkla
anlaşılır.
Görüldüğü gibi, Cenâb-ı Hakk'ın her işi plânlı,
programlı ve düzenlidir. Kıyamet olayı, canlıların ölmesi, kabirlerinden
dirilip kaldırılma ve mah-Şer alanına sevkedilmesi safhası hep bir plân dahilinde yürütülecek ve
düzenli bir hesaba çekilme gerçekleşecektir. [44]
«Bugün hiç kimseye
zulmedilmez ve ancak yapageldiğiniz şeylerin
karşılığını görürsünüz.»
Cenâb-ı Hak zulmü hem kendine, hem de insanlar arasında
haram kılmıştır. Her işi adaletledir, her hükmü hakkaniyetledir. O, insanı
maddeyle ruhun birleşmesiyle oluşturup var kılmış ve onu yararlanabileceği bir
dünyaya getirip bir süre yaşaması için gereken imkânları hazırlamıştır.
Hayatın anlam ve hikmetini, dünyanın âhirete geçiş ve hazırlık dönemi bulunduğunu öğreterek onu hür
iradesiyle başbaşa bırakmıştır. Aynı zamanda aklına
ışık tutan, kendisine hakkı tanıtan, doğru yolu gösteren kitap ve peygamber de
göndererek ona yeterince yardımcı olmuştur.
Böylece insan inancı
doğrultusunda, akaitçilerin de dediği gibi, «cüz'-i irâdesisyle
kendi kaderini çizer. Bu manayla kıyamet gününde herkes işlediği iyilik ve
kötülüğün karşılığını görecek ve öylece hiç kimseye haksızlık edilmiyecektir. Elli dördüncü âyetle bu inceliğe işaret
edilerek ölmeden önce, o güne sâlih amellerle
gitmenin yolunu seçmemiz istenmekte ve ilâhî rahmetin insanlardan yana
olduğuna işarette bulunulmaktadır. [45]
Yukarıdaki âyetlerle,
inkarcı müşriklerin ilâhî âyetlerden yüz çevirdikleri konu edildi. Mekkeli
putperestlerin Allah ve Âhiret konusunda ciddi bir
bilgilerinin olmadığına değinilerek mü'minler
aydınlatıldı. Sonra da inkarcıların duygu ve düşüncelerini yönlendirmek için
kıyametten birkaç önemli safha üzerinde duruldu ve herkesin kendi kaderini yine
kendi iradesiyle çizdiğine işarette bulunuldu.
Aşağıdaki âyetlerle,
iman doğrultusunda sâlih amellerde bulunarak hayatını
amacına uygun değerlendiren mü'minlere Cennet'te
hazırlanan ferahlatıcı nimetlere dikkatler çekilmekte ve böylece mü'minlerin imân ve irfanını artırmaya, inkarcıları
özendirmeye yönelik bir anlatım tarzı kullanılmaktadır. Arkasından suçlu
günahkârların âhirette uğrayacakları azaptan birkaç
safha haber verilerek yönlendirici bir metot uygulanmaktadır.
Hz. Muhammed'in (A.S.) şâir olmadığı, aneak Allah sözünü aldığı gibi tebliğ ile görevli peygamber
olduğu belirtilerek bu konudaki şüpheler reddedilmektedir. [46]
55— Bugün Cennetlikler tatlı bir eğlence içinde
sevinip neşelenmektedirler.
56— Onlar da, eşleri de gölgede tahtlar,
kanepeler üzerinde kurulmuşlardır,
57— Onlara orada meyveler ve istedikleri her şey
vardır.
58— Onlara O çok merhametli Rab'dan
sözlü selâm vardır,
59— «Ey suçlu günahkârlar! Bugün bir tarafa
ayrılın.
60— Ey Âdem oğulları! Şeytana tapmayın, o
gerçekten sizin açık düş-mamnızdır.
61— Bana tapın. İşte en doğru yol budur» diye
size buyurmadım mı?
62— And olsun ki şeytan
sizden nice nice nesilleri saptırmıştır. Ak-ledecek durumda değil miydiniz?
63— İşte bu, tehdîd edilegeldiğeniz Cehennem'dir. . ,
64— İnkâr edegeldiğinize
karşılık bugün girin oraya!
65— Bugün onların (o inkâroi
azgınların, sapık döneklerin) ağızlarını mühürleriz. Neler işleyip elde
ettiklerini (ortaya dökmek için) bizimle, (onların ağzı değil) elleri konuşur,
ayakları da şahitlikte bulunur.
66— Dilemiş olsak, gözlerini silme kör ederdik de
yolu bulabilmek için koşuşup dururlardı; ama nerede görebilirlerdi?
67— Dilemiş olsak, onların, oldukları yerde
suretlerini değiştirirdik de artık ne ileri gidebilirler, ne de geri
dönebilirlerdi.
68— Kimi uzun ömürlü yaşatırsak, yaratılışını
tersine çevirip değiştiririz. Hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız?
69— Biz O'na (Muhammed'e) şiir öğretmedik;
aslında şiir ona yaraşmaz da. O ancak katıksız bir öğüt ve açık ortada bir Kur'ân'dır.
70— Diriyi uyarmak ve kâfirler üzerine (azapla
ilgili) sözün hak olması içindir (bu Kur'ân)!.
«Cennet için kollarını
sıvayıp paçasını toplayan bir kimse yok mudur? Çünkü gerçekten cennetin hiç bir
suretle yok olma endişesi yoktur.. Kabe'nin Rabbı
hakkı için, o bütünüyle ışıl ışıl ışıldayan nurdur;
titreşip duran reyhandır; sağlam saray, devamlı akıp duran nehirdir;
olgunlaşmış meyva, güzel çekici eştir; sayısı
belirsiz kat kat elbiselerdir,. Selâmet yurdunda
sonsuz makamdır. Yüksekçe yerlerde yeşil meyva, hayır
ve nimettir.»
Bunun üzerine ashab-ı kiram:
— Ya Resûlellah! Bizler kollarını sıvayıp paçalarını
toplayanlarız, dediler. Resûlüllah (A.S.) onlara:
— «İnşaallah»
söyleyin, diyerek tavsiyede bulundu. Onlar da:
— «İnşaallah»,
dediler. [47]
«Cennet ehli,
bulundukları nimetler içindeyken ansızın üzerlerine bir nur doğar. Başlarını
kaldırınca, bir de ne görsünler, Rabları onlara üstlerinden
nazar etmekte ve «ey cennet ehli! Selâm size» buyurmaktadır. İşte, «Onlara O
çok merhametli Rabden sözlü selâm vardır» âyeti bunu belirtmektedir. Cennet
ehli Rablerİne, Rableri de onlara bakar; öyle ki Rab-larına baktıkları süre içinde başka hiçbir nimete dönüp
bakmazlar. Bu hal, araya perde gerilinceye kadar devam eder ve Rabbın nuru ve bereketi onlar ve yurtları üzerinde kalır.»
[48]
«Şüphesiz ki sizler,
ağızlarınız fidam (ağızlara bağlanan özel şey) ile
bağlı bulunduğunuz halde çağrılacaksınız. Sizden ilk sorulacak olan (organ),
uyluğu ve omuz başları olacaktır.» [49]
«Bugün Cennetlikler
tatlı bir eğ-lence içinde sevinip
neşelenmektedirler..»
Kur'ân'da uygulanan ilâhî metotlardan biri de, önce dâvayı
anlatmak, lüzumunu belirtmek; sonra bâtılın, insandan yana hazırlanan yüce
amaçlara engel teşkil ettiğini bildirmek; sonra da davanın doğruluğunu isbat edeeek belgeleri sıralayıp
insan aklına ışık tutmak suretiyle inananlara, inanmayanların niyet ve
amellerine uygun karşılığın va'dedildiğini açıklamaktır.
Böylece Kur'ân, insanı önae düşünmeye,
sonra araştırmaya, sonra da delilleri gözden geçirip neticeyi elde etmeye sevketmektedir. Nitekim konumuzu oluşturan âyetlerle, Kelâmullah, mü'minleri cennette,
dört önem-, li nîmeîin
beklemekte olduğunu nefis birer mükâfat ölçü ve anlamında şöyle
açıklamaktadır:
1— Cennete girenler tatlı, zevkli ve neşeli bir
eğlence havası içinde olacaklar. Orada üzüntü, sıkıntı, ümitsizlik ve
güvensizlik söz konusu değildir. Çünkü dünyada iken onlar birçok sıkıntılar
çekmiş, meşru yoldan geçimlerini sağlamakta hayli zorluklarla karşılaşmışlardı. Buna
mükâfat olarak ancak, cennetin sonsuz nimetleri uygun düşer.
2— Adamın eşi dünyada huzur ve mutluluk vesilesi
olduğu gibi, cennette de öyle olacaktır. Gözlerin görmediği, kulakların
işitmediği, kalplerin düşünemediği nefaset ve güzellikler orada birbirini
izleyecektir. Mü'min-ler
dünyadaki yorgunluklarını tamamıyla atıp rahatlatıcı gölgeliklerde, tarifi
mümkün olmayan kanepeler üzerinde karşılıklı oturup tatlı sohbette bulunurlar.
Orada aç gözlülük, kıskançlık, ihtiras ve bencillik söz konusu değildir. Cenâb-ı Hakk'ın her kişiye lâyık
görüp verdiği nimetler, göz ve gönül dolduracak kadar bol ve geniştir.
3— Cennet'te arzulanan her şey vardır. O
bakımdan kin, intikam, haklara tecavüz diye bir duygu ve davranış yoktur. Cenâb-ı Hak kötü duygu ve düşüncelerin tamamını mü'minlerden temizlemiş olacaktır.
4— Ebediyet yurdunu rahmetiyle kapsayıp kuşatan
Allah'ın selâm ve esenlik nuru devamlı Cennet'i aydınlatacaktır. O halde orada
hep selâmet ve esenlik vardır; musibet, felâket sıkıntı ve üzüntü yoktur.; [50]
<<Ey suçlu
9ünahkârlar! Bugün bir ayrılın,.»
Kur'ân-ı Kerîm'de daha çok inkâr doğrultusunda suç ve günah
işleyene «mücrim» denilmektedir. Kökü «cerm»den
gelen bu sıfat birkaç manaya delâlet eder. Ancak kök mana olarak ağaçtaki meyvayı, devenin üzerindeki yünü çekip koparmak demektir.
İnkarcı sapıklar ruhlarındaki ilâhî marifeti, din ve Allah duygusunu söküp
atmaya çalıştıkları ve böylece kendilerini ilâhî hidâyetten uzak tuttukları
için onlara «mücrimûn» denilmiştir.
Kıyamet gününde,
birler binlere, binler milyonlara karışıp kimin ne olduğunu ortaya çıkartmak
için, «Ey suçlu günahkârlar! Bugün bir tarafa ayrılın» diye buyruk inecek ve
her suçlu günahkâr inkarcı bu buyruğa ister istemez uyacak.. [51]
«Ey Adem oğulları! Şeytana tapmayın, o
gerçekten sizin açık düşmanınızdır.»
Suç ve günahlar ortaya
çıkıp suçlular cehenneme sevkedilirken, Allah onlara,
dünyada yapılan uyarıyı bir daha hatırlatıp kendi iradeleriyle kendilerini
böylesine elim sonuca getirdiklerini bildirir. İblîs'in, kâinat plânında ne
hikmetle yaratıldığını peygamberler yeterince açıklamış; insanın yaratılmasından
maksadın Cenâb-ı Hakk'ı
bilip O'na ibâdet etmek olduğunu çok açık şekilde belirtmişlerdir. O bakımdan
akıl ve irâdesini kullanmayıp onları nefislerinin emrine verenler, bu uyarıya
iltifat etmemişler, hakka sırt çevirip hılkatlannın
amacının dışına çıkmışlardır.
İşte kıyamet gününde
sadece cehenneme atılmakla kalınmıyor, bir de kınanıp azarlanıyorlar. Zira
Allah'a kulluk, insan için nihaî gaye ve değişmeyen yoldur; aynı zamanda
yaratılışının hikmet ve amacıdır. [52]
onların (o inkarcı
azgınların, sapık döneklerin) ağızlarını mühürleriz. Neler işleyip elde
ettiklerini (ortaya dökmek için) bizimle, (onların ağızları değil) elleri
konuşur, ayakları da şahitlikte bulunur.»
İlâhî adaletin
kusursuz tecelli ettiğini mahşerdekilere bildirmek; suçlu günahkârların yersiz
itirazlarına kapı açmamak, onları kendi aleyhlerine konuşturup meleklerin yazıp
tesbit ettiklerinin doğruluğunu belgelendirmek de
ilâhî adaletin gereğidir. «Ol emri» neye yönelirse derhal istenilen, irâde
edilen gerçekleşir. Suçlu günahkârların organlarını konuşturmak da bu emre
bağlıdır. Ellerinin konuşup ayaklarının şahitlik etmesi, her olayın iki şahitle
isbatına yönelik bfr işaret
anlamını taşımaktadır.
Sonra da ilâhî
kudretin tasarrufuna dikkatler çekiliyor; O'nun tasarrufuna son ve sınır
olmamakla beraber, her zaman ilâhî adalet plânına göre tecelli ettiği ve
edeceği dolaylı şekilde bildiriliyor. O bakımdan suçlu günahkârların gözlerini
silme kör etmiyor, bulundukları yerde dondurup hareketsiz bırakmıyor; sadece
yalana alışan ağızlarını mühürleyip ellerini konuşturuyor. [53]
v
«Kimi uzun ömürlü
yaşatırsak, yaratılışını tersine çevirip değiştiririz. Hâlâ aklınızı kullanmaz
mısınız?»
Bazı kişiler çok uzun
bir ömürden sonra dünyaya gelişinin ilk safhasına döndürülürler. Buna, iyice
bunama dönemi denir. İlâhî kudretin insan ruhu üzerindeki tasarrufu, ruh için
birer cihaz olan beden ve taşıdığı organlarda kendini gösterir. Öyle ki, bu
cihazın özellikle beyin kısmında meydana gelen bazı arızalar, hafıza merkezini
kısmen, ya da tamamen tahriş eder; zekâ merkezini
yıpratıp az işler duruma getirir. Sağlam cihazda etkisini gösteren ruh da bu
defa gösteremez olur; kendisinde aynı özellik ve yetenekler bulunduğu halde
randımanlı çalışma imkânı ortadan kalkar. Bir elektronik cihazla elektrik akımı
arasındaki ilişki ve bağ gibi.. Ancak her şeye rağmen ruh kendi özelliğinin
maya ve nüvesini korur; kendisine ait bedeni tamamen terkettikten
sonra, ilk yaratılıp ruhlar âleminde yerini aldığında edindiği bilgilerle,
sonradan dünyada edindiği bilgilere kavuşur, yani dünyaya gelince kendisinden
alınan ilk bilgi, bedeni terkedin-ce
yeniden iade edilir. Çünkü dünyaya, fizikötesi bilgilerle gelmiş olsaydı,
tekâmül kanunu durur, hayat canlılığını kaybederdi. O bakımdan ruhun ruhlar
âleminde edindiği bilgiler kendisinden alındıktan sonra bedene yerleşir ve
bedenle birlikte tekâmül etmeye yönelir. Böylece çok yetenekli olan ve üstün
kudreti taşıyan ruh bedenle birlikte kademeli şekilde gelişme sağlar; bedenin
sağlık ve zindelik durumuna; taşıdığı irsî kusur ve meziyetlerine göre
fonksiyonunu ortaya koyar.
İlgili 68. âyetle,
ilim adamlarına, akıl sahiplerine ruhla beden arasındaki irtibat hakkında ana
fikir verilirken, Cenâb-i Hakk'ın
hazırlayıp koyduğu kusursuz düzene parmak basılıyor ve öylece her şeyde ve
olayda ilâhî kudretin şaşmayan damgasını araştırıp görmemiz isteniliyor. [54]
«BizO'na(Muham-med'e) şiir öğretmedik;
aslında şiir ona yaraşmaz da. O ancak katıksız bir öğüt ve açık ortada bir Kur'ân'dır.»
Hz. Muhammed (A.S.) mektep ve medrese görmemiş,
okuma-yazma öğrenmemiştir. O, ümmî peygamberdir. Arapçanın
en fasih ve pürüzsüzünün konuşulduğu bâdiyede Onun
birkaç yıl kalıp çocukluğunu bedeviler arasında geçirmesi, -doğuştan güzel
konuşma yeteneğini de buna eklersek- çok net ve pürüzsüz Arapça konuşmasını
sağlamıştır. Ancak O bir şâir değildi ve şiir kalıplarıyla hiç meşgul
olmamıştır. Kur'ân'da hâkim olan ilâhî üslûp ve dizi
en ünlü şâirleri ve edipleri büyüleyecek, yani hayran bırakacak yücelikteydi. Kur'ân'ın bu erişilmez edebî kudreti karşısında kıskanıp dayanamıyan putperest müşrikler, Hz.
Muhammed (A.S.) için, «O becerikli bir şâirdir» diyorlardı. Oysa Kur'ân'ın uzaktan yakından şiirle hiçbir ilgisinin ve
benzerliğinin bulunmadığını devrin şâirleri de ister istemez kabuî ediyorlardı.
İlgili 69. âyetle bu
gerçek açıklanıp hatırlatılıyor ve putperestlerin iddiası reddedilerek şiir
konusunda uzman olanlar insafa davet ediliyor.
Siyercilerin tesbitine göre, Hz. Peygamber
(A.S.) Efendimiz gerçekçi olan şâirleri beğenmiş ve sırası geldikçe onları
övmüştür. Örneğin ünlü şâir Lebîd'in birkaç mısra'ı Kur'ân'daki beyânla uyum sağladığı için Hz.
Peygamber (A.S.): «Şâirlerin en doğrusu Lebîd'dir»
buyurmuştur. [55]Diğer bir rivayette ise,
şöyle buyurulmaktadır: «Şâirin dediği en doğru söz, Lebîd'in şu sözüdür: Haberiniz olsun ki, Allah'tan başka
her şey bâtıldır.» [56]
Ayrıca şâirlerin İslâmiyeti ve Hz, Peygamber'i
(A.S.) hicveder anlamdaki sataşmalarına ve taşlamalarına karşılık, Kur'ân ve Peygamberi savunan İslâm Şâiri Hasan'ın (R.A.), Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in
iltifatına mazhar olduğu bilinmektedir.
Resûlüllah (A.S.)ın şiirle hiç meşgul
olmadığı kesindir. O kadar ki, şâirin mısraını, şeklinde okumuş ve bu şiirin
kalıbını çok iyi bilen Ebû Bekir Sıddîk
(R.A.) mısra'ın doğru şeklini okuyarak düzeltmiş ve şöyle demekten kendini alamamıştır:
«Ya Resûlellah! Senin şâir
olmadığına her zaman şehadet ederim.»
Hz. Peygamber'in (A.S.) tesadüfen şiir kalıbına giren
birkaç sözü vardır. Huneyn Savaşı'nda parmağı kanayinca :
buyurduğu ve bir de ;
andırır şekilde söylediği rivayet edilir. Şüphesiz
O bunları şiir maksadıyla söylemiş değildir. Kendisi çok fasih ve net
konuşmasını bildiğinden bazan şiiri andırır cümlelerin
mübarek dudaklarından çıktığı görülmüştür. Meselâ yukarıda parmak kanama
olayında söylediği iki mısra' şiir havasını verirse de gerçekte şiir değildir.
Nitekim şiir kalıplarını çok iyi bilen ve edebiyatta haklı üne sahip olan Ebû'l-Hasen el-Ahfeş, bu iki cümlenin şiir olmadığını, o ölçülere
girmediğini kaydetmiştir. Ünlü gramerci Halil de aynı görüşü paylaşmıştır. [57]
Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de ilk nazarda şiire benzeyen bazı âyetler
vardır, ama üzerinde dikkatle durulduğunda şiir kalıbına girmediği kesinlikle anlaşılır.
Meselâ: âyet" leri bu cümledendir.
Kur'ân-ı Kerîm'deki kelime dizisi ve konumu olağanüstü bir
özellik gösterir. O kadar ki kelime seçimi ve konumu, oümle
konumu ve yeri insan gücünü aşmaktadır. Tarih boyunca hiçbir edip ve şâir Kur'ân âyetlerine benzer bir cümle ve mısra' kuramamıştır.
Zira hiç kimse Cenâb-ı Hak ile yarışa kalkışamaz,
O'ndan daha iyisini vücuda getiremez, icad edemez.
İşte Kur'ân-i Kerîm'in kolay ve çabuk ezberlenmesinin
hikmetlerinden biri de budur. İnsan eliyle değiştirilen, ilâhî özelliğini
kaybeden Tevrat ve İncil'i bütünüyle ezber bilen bir din adamına
rastlanmamıştır.
Nitekim Mekke ve çevre
kabilelerde büyük bir üne sahip olan Şâir Tu-fayf,
Mekke'ye geldiğinde Hz. Peygamber (A.S.) Efendimiz
tarafından oku-, nan birkaç âyeti dinleyince, bir
anda şaşırmış ve âdeta büyülenmiş, «mümkün değil bunlar insan sözü olamaz.
Şiir de değildir. Bunlar olsa olsa kâinatın Rabbının yüce sözleridir» diyerek Hz.
Muhammed'in (A.S.) peygamberliğini tasdik edip-İslâm'a girmiştir,
Bunun için 69. âyetin
son kısmında Kur'ân'ın nasıl bir söz olduğu çok özlü
ve anlamlı şekilde şöyle açıklanmaktadır: «O ancak katıksız bir öğüt ve açık
ortada bir Kur'ân'dır.»
Bakıllânî ve Taha Hüseyn'in
de dedikleri gibi, Kur'ân ancak Kur'ân1-dır, onu başka
bir söze benzetmek veya kıyas etmek mümkün değildir. [58]
Yukarıdaki âyetlerle, âhiret âleminde mü'minlere
hazırlanan nimetler konu edildi; inkâr ve tuğyanda ısrar edip dönüş yapmadan
ölen kâfirler için hazırlanan azaptan bir kaç safha nakledilerek yönlendirici
bir anlatım tarzı uygulandı. Sonra da Kur'ân'ın
yüceliği ve benzersizliği üzerinde durularak Hz.
Muhammed'in (A.S.) şâir olmadığı, ancak Allah'tan alıp öylece tebliğde
bulunduğu belirtilerek aydınlatıcı bilgi verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
ilâhî kudret ve tasarrufa delâlet eden davarlar konu ediliyor ve onların
münhasıran insanlar için yaratıldığına değinilerek ilâhî lütuf ve ihsana
dikkatler çekiliyor. Sonra da insanın nutfeden
yaratılmasına parmak basılarak biyolojik açıdan konuyu incelememiz
İsteniliyor. Bilâhare Cenâb-ı Hakk'ın
varlığına delâlet eden birkaç belge açıklanarak insan aklına ışık tutuluyor. [59]
71— Görmediler mi ki, biz {kudret) ellerimizin
imalâtı olan davarları yarattık; böylece onlar buna sahip bulunuyorlar.
72— Onları kendilerine boyun eğer kıldık da bir
kısmı binekleridir, bir kısmının da etini yemektedirler.
73— Kendileri için onlarda birtakım yararlar ve
içecekler de vardır. Artık şükretmezler mi?
74— Yardım olunurlar (kendilerine imdad olunur) diye, tutup Allah'tan başka ilâhlar
edindiler.
75— Halbuki o ilâhların, onlara yardımda
bulunmaya güçleri yetmez; onlar ise, o ilâhlar için hazır (koruyucu)
askerlerdir.
76— Sakın onların sözü seni üzmesin. Şüphesiz ki,
biz onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da biliriz.
77— İnsan, kendisini bir nutfeden
yarattığımızı görmedi mi? Buna rağmen bir de bakarsın ki o, (bize
karşı) açık bir hasım.
78— Kendi yaratılışını unuttu da «çürüdüğü halde
bu kemikleri kim yaratabilir?» diyerek bize misâl vermeye kalkıştı.
79— De ki, onu ilk yaratıp meydana getiren
diriltecektir. O, yaratışın, yaratılışın her özelliğini bilendir.
80— O ki, size yeşil ağaçtan ateş meydana
getirdi. Siz de o ateşten yakıp duruyorsunuz.
81— Gökleri ve yeri yaratan, onların bir
benzerini (veya tıpkısını) yaratmaya kudreti yetmez mi? Elbette yeter. O her
şeyi yaratandır, bilendir.
82— O, bîr şeyi (var kılmayı) dileyince, O'nun
emri sadece «ol!» de-mesidir, o şey hemen oluverir.
83— Her şeyin mülkü (mukadderat ve tasarrufu)
elinde olan (Allah) çok yücedir, çok münezzehtir ve ancak O'na
döndürüleceksiniz,
«Gormed»er
mi kî-biz (kudret) ellerimizin imalâtı olan davarları yarattık; böylece onlar
buna sâhip bulunuyorlar.»
Kur'ân-ı Kerîm'in kelime konum ve dizimi; taşıdığı yüksek
mâna ve hikmeti; cihanşümul hükümleri bakımından da insan gücünü çok aştığı
belirtildikten sonra, onu indiren Cenâb-ı Hakk'ın üstün kudretinin damgasını, benzersiz sanatının
izlerini taşıyan nimetlerden bir kısmına yer verilerek insan aklına hem ışık
tutuluyor, hem de ilmî araştırma yapmasına dayanak olacak malzeme veriliyor.
Şöyle ki:
Vasıtasız, vekâletsiz
ve ortaksız; örnek ve modelsiz yaratılan davarlardan her biri insanlardan yana
birçok yararları beraberinde taşıyarak var kılınmıştır. Evcil tabiatlı
yaratılmaları, yani kısa sürede eğitilip evcilleştirilmeleri, ilâhî plân
gereğidir. Bunun için tek ve çift tırnaklı evcil hayvanlardan kimi binek
olarak kullanılmaya; kimi de etinden, yününden, kılından, sütünden, derisinden
ve sakatatından yararlanılmaya elverişli özelliktedir.
İlâhî imalâtın verdiği
bu çok faydalı nimetlerin yerini başka bir nîmet dolduramamaktadır. Öyle ki,
sentetik kumaş her zaman yün karşısında, sün'i deri
hayvan derisi yanında çok basit ve sönük kalır. O bakımdan yünün, pamuğun ve
ketenin yerini dolduracak ve onların sağladığı faydaları sağlayacak maddeler
yoktur.
Şüphesiz davarlardan
her birinin insan hayatına, beslenmesine, sağlığına ve ekonomik yapısına
sağladığı fayda tartışma kabul etmiyecek kadar
kesindir. Cenâb-ı Hakk'ın
bu nimetler üzerindeki damgasını görüp de şükretmemek mümkün müdür? Cenâb-ı Hak bu incelikleri hatırlatarak insanları,
özellikle imân edenleri şu sözleriyle şükretmeye davet ediyor: «Onları
kendilerine boyun eğer kıldık da bir kısmı bineklerdir, bir kısmının da etini
yemektedirler.. Kendileri için onlarda birtakım yararlar ve içecekler de
vardır. Artık şükretmezler mi?»
O halde bütün nimetler
Allah'ın tükenmiyen hazinelerinden köpürüp taşmakta
ve hepsi de insana yönelmektedir. Davarın sütü, eti, derisi ve diğer kısımları
bütünüyle insanın istifadesine uygun özellikte yaratılmıştır. O halde bunca
nîmetlerle hayatımızı sürdürürken, o nimetleri veren Yüce Kudret'in plân ve
programına göre hareket etmemiz gerekmektedir. Aksine bir yol izlemek,
nankörlük ve saygısızlık olmuz mı? [60]
<<Yardım
olunurlar (kendilerine imdad olunur) diye, tutup
Allah'tan başka ilöhlar edindiler. Halbuki o
ilâhların onlara yardımda bulunmaya güçleri yetmez; onlar ise, o ilâhlar için hazır (koruyucu)
askerlerdir.»
İlâhî kudreti yansıtan
evcil hayvanlardan bir kısmının insanların menfaatine sunduğu nimetlere
dikkatler çekildikten ve o yegâne kudret sahibi olan Allah'ın her birini kendi
sanat fırçasıyla şekillendirip insanların hizmetine verdiği belirtildikten
sonra aklını, idrâk ve irâdesini bu doğrultuda kullanmayan inkarcı maddecilere,
sapık müşriklere ışık tutuluyor; iyice düşünüp sonuç çıkarmaları
hatırlatılıyor.
Cenâb-ı Hak hiçbir zaman korunmaya, yardıma, desteğe,
ortağa ve vekîle muhtaç değildir. Mülk bütünüyle O'na aittir, her şey üzerinde
mutlak tasarrufa ancak O sahiptir. Putlar, canlı-cansız sahte ilâhlar ise, sonradan
yaratılan, var kılınan cisimlerdir; ustaya, yardımcıya, emeğe, korunmaya her
an muhtaçtırlar.
Böylece kendini
korumaya kudreti olmayan, tapıldığı zaman yarar, tapılmadığı zaman zarar veremiyen cisimleri ilâh edinmek selîm aklın, sağ duyunun
kabul edebileceği bir düşünce, bir inanç değildir. İlgili 74-76. âyetlerle
akıl sahiplerine sesleniliyor ve çok aziz, şerefli yaratılan insanoğlunun
kendinden aşağı varlıklara tapınmasının, insanlığa büyük hakaret sayılacağı
dolaylı şekilde hatırlatılıyor. [61]
«İnson,
kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmedi mi? Buna
rağmen bir de bakarsın ki o, (bize karşı) açık bir hasım.»
Allah'ın varlığına ve
birliğine, kudretinin sınırsızlığına delâlet eden belgeler o kadar çoktur ki,
onları saymakla bitiremeyiz. Daha doğrusu kâinat hem bütün olarak, hem de parça
olarak O'nun kudretinin izini taşımakta ve varlığına şehadet
etmektedir. İnsanın, canlılık vasfı taşıyan spermadan yaratılması, sadece o
belgelerden biridir.
Nitekim Allah'ın
varlığını inkâr eden ünlü filozof Sir Kari Popper'e, Nobel Armağanı kazanan ünlü beyin uzmanı Edvvard'ın verdiği cevap çok dikkat çekicidir: «Ben insan
beynindeki milyonlarca sinir hücresinin birbiriyle bağlantılarını görünce imân
etmekten başka çare bulamıyorum. Oysa felsefenin bu kompleks yapıdan haberi
yoktur. Onun için felsefe gelişigüzel iddialar ortaya atar.»
Gelelim ana rahmine
(dölyatağına) giren spermaya: Yumurta ile birleşince, beyin dahil insanın
bütün özelliklerini, inceliklerini, düşünce ve duygularını kendinde taşır.
Tıpkı bitkinin bütün özelliklerini kendinde taşıyan tohum gibi.. Spermanın
yumurtayla birleşip bölünmeye başlamasıyla oluşan cenini ve ait olduğu ruhu ona
yerleştirmek suretiyle insan denilen mükemmel canlıyı var kılan Yüce Kudret,
öldürdükten sonra insanı yaratamaz mı?
Hangi uzman veya hangi
cihaz on milyar kabloyu hem ayrı ayrı hizmete
yöneltir, hem de bunlar arasında bir yanlışlığa meydan vermeksizin devamlı bir
irtibat, alış-veriş sağlayabilir?
Bütün bu gerçeklere
rağmen ilmini iman desteğinde derinleştirmeyen, aklını gerçeği arayıp bulmakta
kullanmayan inkarcı maddeciler, Allah'ı inkâr etmekle kalmazlar, bir de O'na
açık hasım kesilip iddialarını sürdürürler. 77. âyetle bu hususa değinilerek
bilgi veriliyor. [62]
Âyette «nutfe»den söz edilirken, kelime belirsiz olarak
getirilmiştir. Gramer kaidesine göre bu, yer aldığı konu ve cümleye göre iki
değişik manadan birine veya her ikisine delâlet eder. Birincisi vahdet ifade
eder, yani ana rahmine intikal eden milyonlarca spermadan çoğu zaman sadece
birisi yumurtalığa girer ve öylece cenin oluşur. İkincisi kesret ifade eder,
yani ceninin ana rahminde oluşabilmesi için menide birçok spermanın bulunması
gerekir.
Günümüzde bu konu
üzerinde yapılan ilmî araştırmalar aynı sonucu vermek suretiyle Kur'ân'ı doğrulamaktadır. [63]
«Kendi yaratılışını
unuttu da «çürüdüğü halde bu kemikleri kim yaratabilir?» diyerek bize misâl
vermeye kalkıştı.»
Cenâb-ı Hakk'ın hilkat (yaratma)
kanunu kusursuz işlemektedir. Bu konuda hazırladığı program aksamadan gerçekleşir,
Resûlüllah (A.S.) Efen-dimiz'in
açıklamasıyla insan tekrar kuyruk sokumundaki küçücük bilyam-sı
kemikten yaratılır. Tohum nasıl hayatın sırrını kendinde taşıyorsa, yanıp kül
olsa bile o kemik ve insanî ruh da insan hayatının bütün sır ve özelliklerini,
irsî kusur ve meziyetlerini kendilerinde
taşırlar. Belli ortam ve
şartlar vücut bulup yaratılmaiarıyla ilgili kanunlar harekete geçince, insan
toprak altından, bitkilerin filizlenip fışkırdığı gibi filizlenir. Çürüyüp çer
çöp haline gelen bitkinin tohumu veya kökü veya taşıdığı sporlar onun benzerini
bütün özellikleriyle kendilerinde taşıyıp meydana getirdikleri gibi, çürüyüp
toprağa karışan et, kan, kemik, sinir ve benzeri şeylerin de bir benzerini
bütün özellikleriyle meydana getirecek olan bilyamsı
kemik ve insanî ruh arasındaki manevî irtibat da böyledir.
Bitkiyi ilk yaratan
Yüce Kudret, onun benzerini bütün özellikleriyle nasıl yaratıyorsa, yani
kudreti buna nasıl yetiyorsa, insanı da ilk yaratan O Yüce Kudret, onu
öldürdükten sonra bütün özellikleriyle yaratacaktır. Bitkinin benzerini
yaratmak O'na göre ne kadar kolaysa, insanın da yaratılması öyle.. [64]
«O ki-size veşil ağaçtan ateş meydana getirdi. Siz de o ateşten yakıp
durursunuz.»
Ağaçta enerjinin
depolandığı; özellikle jeolojik devirlerde toprak altına geçen dev yapılı
ağaçların zamanla kömürleşip büyük bir enerji kaynağı oluşturduğu bir
gerçektir. İlgili âyetle bu hususa da işaret edilmiş olabilir. Aynı zamanda
âyette bir incelik daha söz konusudur; o da «ağaç» anılırken «yeşil» sıfatına
yer verilmesidir. Bu, yeryüzünü örten bitki tabakasının durmadan yakıcı madde
olan oksijen neşrettiğini; yanma olayının aneak
oksijenle gerçekleşebileceğini yansıtmaktadır. Böylece yeşil ağacın birkaç
yönden insan hizmetine sevkedildiği ve her yönüyle
ilâhî kudret damgasını taşıdığı ortaya çıkmakta ve bunlar O Yüce Kudretin,
ölüleri tekrar dirilteceğine delil gösterilmektedir.
Bu konuda ashab-ı kiramın ünlü âlimlerinden İbn
Abbas'ın (R.A.) şöyle bilgi verdiği rivayet
edilmiştir:
— Arapların çakmak
mesabesinde olan Merh ve Afar
adında iki ayrı tür ağaçları vardır. Afar, çakmak
demiri gibi üstte tutulur, Merh de çakmak taşı gibi
altta tutulur. Her iki ağaçtan birer dal kesilip suyu akıtılır ve sonra o iki
dal birbirine sürtülerek ateş çıkarılır, yani yanmaları sağlanır.
Kur'ân'da Yâsîn Sûresi'nin 80. âyetiyle verilen bilgi daha çok
bu iki ağaca işarettir; aynı zamanda yeşil olan bütün ağaçları da kapsamına almaktadır.
[65]
Gökleri ve yeri
yaratanın, onların bir benzerini (veya tıpkısını) yaratmaya kudreti yetmez mi?
Elbette yeter. O, her şeyi yaratandır, bilendir,»
Cenâb-ı Hak bu âyetle önemli bir husus hakkında bilgi
vermektedir: Kıyamet olayının meydana gelmesiyle, mevcut düzenin bozularak
alt-üst olması söz konusudur. Ancak bozulan kâinat düzeninin, düzensizlik içinde
kalması elbette düşünülemez. Arkasından yeni bir düzen meydana getirilir ki
bu, göklerin ve yerin bir benzeri demektir.
Bundan da anlaşılıyor
ki, bozulup parçalanan, ölüp çürüyen, dökülüp çer çöp haline gelen şeylerin,
ortam ve şartlar oluşunca benzerleri meydana gelmektedir. Kıyamet gününde
diriltilip kaldırılan insanın bedeni, dünyadaki bedeninin benzeridir, fakat
her yönüyle aynı değildir. Çünkü bu ikinci bedende sindirim sistemi bütünüyle
farklı ve değişiktir. Aynı zamanda organların ve dolayısıyla bedenin
yıpranması söz konusu değildir. Zaten dünyada iken de 60-70 yıllık ömür süresi
içinde vücudumuz birkaç defa yenilenmekte; günde milyonlarca hücre ölmekte ve
yerlerine yenileri gelmektedir.
Cenâb-ı Hak, ezelde hazırladığı plân gereği, kâinatı
bütünlüğü içinde amacına doğru hareket ettirirken, meydana gelecek şeyler ve
olaylar için «ol» emri ile tecellide bulunur. Bu, eşyayı veya olayı meydana
getirecek sebeplerin oluşup harekete geçmesini
sağlar.
Bazı ilim adamlarına
göre, «o! emri» mu'cizenin tecellisinde olduğu gibi,
sebep ve kanunlar zincirine bağlı olmaksızın tecelli eder ve irâde edilen şey
biranda oluverir. Gerçi bu, Allah'ın sonsuz kudreti dahilindedir; dilerse öyle
de olur; ama O'nun koyduğu kanunlar, çizdiği plânlar vardır ve onlar kusursuz
şekilde işler ve uygulanır. «Ol emri» belli bir seyir içinde kanun, plân,
program ve sebeplerle bağlantı kurarak hedefine ulaşır. Buna «sünnetullah» da diyebiliriz.
O halde her şeyin
mülk-ü tasarrufunu kudret elinde bulunduran; hiçbir şeyi boşuna ve anlamsız
yaratmayan; yarattığı her şeyi belli kanunlara ve sebeplere bağlayıp
belirlenmiş hizmetlere sevkeden O çok yüce kudret,
her türlü noksanlıktan, ortaktan ve evlât edinmekten pâk ve münezzehtir.
Dönüş, eninde sonunda O'na olacaktır. Zira her şey O'nun kudretinin
tezahürüyle vücut bulmuştur ve vakti gelince o kudrete yönelmek zorundadır.
Her şeyin anahtarı
O'nun elindedir, Kâinat bütünüyle O'nun mülkü ve eseridir. O, kendi mülkünde
tek tasarruf sahibidir. Bizler mevcut nîmet ve imkânlara eğreti olarak sahip
bulunuyoruz.
Dönüşümüz Cenâb-ı Hakk'a olacağına göre,
O'nun azamet ve kibri-yasına yakışır güzel amellerle, iyilik ve faziletlerle
süslenmiş bir halde dönmemiz gerekmez mi? İşte Kur'ân-ı
Kerîm bu gerçeği hatırlatmakta ve aydınlatıcı, yönlendirici öğütler
vermektedir.
Yâsîn Sûresi'ne, Hz. Muhammed'in (A.S.) peygamberliği, and
içilip, te'yid ve te'kid
edilerek başlanıldı. Her şeyin mülk-ü tasarrufunu kudret elinde bulunduran Cenâb-ı Hak tesbîh ve tenzih
edilerek sûre noktalandı.
Bizi bu sûrenin
tefsîrine muvaffak kılan Cenâb-ı Hakk'a
sonsuz hamd-u senalar; bize bu çalışmamızda ışık
tutan, aydınlatıcı bilgiler veren Resû-lüllah (A.S.) Efendimize ve O'na uyan sâlih
mü'minlere salât-ü selâmlar
olsun. [66]
[1] Tefsîr-i Kurtubî: 15/1
[2] Tefsîr-i Nisabûrî/Nizamuddin : 23/2
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5022.
[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5022-5023.
[4] Lübabu't-te'vîl
: 4/3
[5] Esbab-ı Nüzûl/Nisaburî : 245
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5025-5026.
[6] Tirmizî/fezâil-i
Kur'ân : 46-2889
[7] Câmiussağîr : 2/178
(Süyûtî'nin tesbitine
göre, hadîs zayıftır).
[8] İbn Hibban
- Câmiussağîr : 2/128
[9] Müsned-i Ahmed
: 5/26
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5026.
[10] Geniş bilgi için bak : Tefsîr-i Kurtubî
: 15/4, 5
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5026.
[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5027.
[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5027.
[13] Nahl Sûresi: 36- Fâtır Sûresi: 22
[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5028.
[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5029.
[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5029-5030.
[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5030.
[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5030-5031.
[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5031-5032.
[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5032.
[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5032-5033.
[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5033.
[23] İbn Ebî
Hatim - îbn Kesîr : 3/568
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5036-5037.
[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5037-5038.
[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5038.
[26] Geniş bilgi için bak : A'raf
Sûresi: 94 ve En'âm Sûresi: 42. âyetin tefsiri
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5038-5039.
[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5039-5040.
[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5041.
[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5041.
[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5041-5042.
[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5042.
[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5044-5049.
[33] Bak: Zuhruf Sûresi: 12.
âyetin tefsiri
[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5049-5051.
[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5051-5052.
[36] Tefsîr-i Kurtubî : 15/36
[37] Tefsîr-i îbn Kesir : 3/574
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5054.
[38] Buharî/rikak
: 40, fiten: 25- Müslim/f iten: 116
140 zühd- 74- Ahmed-2/1İ5O-3/421
[39] Buharî/Tefsîr ; 3/39, 1/78, Müslim/Fiten,
141
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5054.
[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5054-5055.
[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5055-5056.
[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5056.
[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5057.
[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5057.
[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5058.
[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5058.
[47] tbn Mâce/zühd: 39- İbn Ebî
Hatim
[48] tbn Mâce/mukaddeme
: 13
[49] Müsned-i Âhmed
: 5/4,5
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5061.
[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5061-5062.
[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5062-5063.
[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5063.
[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5063-5064.
[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5064.
[55] Tefsîr-i Kurtubî: 15/54
[56] Buharî/menakıb-i
ansar : 26, edeb: 90-
Müslim/şiir: 3-6- Ibn Mâce/edeb: 41- Ahmed: 2/248, 393, 458,
470
[57] Bilgi için bak:
el-Câmi'u Li-Ahkâmi'1-Kur'ân/Kurtubî: 15/52
53- Lü-babu't-te'vîl: 4/11
[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5065-5067.
[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5067.
[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5069-5070.
[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5070-5071.
[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5071-5072.
[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5072.
[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5072-5073.
[65] Geniş bilgi için bak : Tefsîr-i Kurtubî: 15/60- Lübabu't-te'vü : 4/13
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5073.
[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5074-5075.