Seksenüç âyet olup
Mekkt'dır.
"Yâ, Sîn.
Kur'ân-ı Hakim'e yemin olsun ki..."
(Yasîn,
1-2).
(Bazı sûrelerin
başında yer alan bu şekildeki), hecâ harfleri hakkında, Ankebût Sûresinin
başında, birtakım külli (genel) hususları ele almış ve Allah Teâlâ'nın, bu
harflerle başladığı her sûrenin evvelinde, zikir, kitap ve Kur'ân gibi
konuların yer aldığını söylemiştik. Şimdi burada da bazı diğer hususlardan
bahsedeceğiz:
Birinci Bahis:
Bazı sûrelerin basında bu harflerin bulunmasında, bu harflerin hikmetten
(manadan) uzak ve halî olmadıklarını gösteren bazı şeyler vardır. Fakat insanın
İlmi, bunları tam olarak kavrayamıyor. Binâenaleyh diyoruz ki: Bunlarda bulunan
genel mana ve hikmet nedir? Bunlardaki hikmeti anlatan şeyi izah şöyledir:
Allah Teâlâ, hecâ harflerinin yananı, yani ondört harfi bu şekilde
zikretmiştir. Harflerin tamamı ise, eğer hemzenin, harekeli bir elif olduğunu
nazar-ı itibara alırsak, yirmisekizdir. Arap dilindeki harflerin tamamı bundan
ibarettir. Cenâb-ı Allah, bu harfleri üç kısma ayırmıştır. Birinci kısım,
eliften zal'a kadar olan 9 harftir. İkinci kısım da, elifbâ'nın, son dokuz
harfini teşkil eden fa'dan ya'ya kadar olan dokuz harftir. Üçüncü kısım ise, bu
ikisinin ortasında yer alan, râ'dan gayn'a kadar olan on harftir. Allah Teâlâ,
birinci kısımdan iki harfi, yani elif ile hâ'yı, sûre başlarındaki hurûf-u
hecâ'dan olarak getirmiş, bu kısımdan geriye ise, sadece fâ ile vâv harflerini
almamış, geriye kalan yedisini zikretmiştir. Birinci kısımda, "hurûf-u
halk" (boğaz harflerinden sadece, hî'yı zikretmemiştir. Son kısımda da,
şefevT (dudaktan çıkan) harflerden sadece mîm'i zikretmiştir. Orta kısımdaki on
harften ise, bir harf zikretmiş, bir harf bırakmış, meselâ, rfl'yı zikretmiş,
ze'yi bırakmış; sln'i zikretmiş, şın'î bırakmış; sâd'ı
zikretmiş, dâd'ı bırakmış; tı'yı zikretmiş zî'y«
bırakmış ve ayn'ı zikretmiş, gayn'ı bırakmıştır. Bütün bunlar tesadüfi olmayıp
bir maksada yöneten bir sıradır. Öyle ise bütün bunlar, bir hikmetten ötürü
yapılmıştır.
Bu hikmetin bizzat
kendisinin bizce bilinmediği açıktır. Farzet ki birisi bu hususta birşey iddia
etse, bu kimse, bazı sûrelerin, meselâ nün, kâf ve sâ'd gibi iki harfle;
bazılarının, "elif, lâm, mîm", "elif, lâm, râ" gibi üç
harfle; bazılarının, "Elif, lâm, mîm, râ", "elif. lâm, mîm,
sâd" gibi dört harfle; bazılarının da, "hâ, mîm, ayn, sîn, kâf",
"kâf, hâ, yâ, ayn, sâd" gibi beş harfle başlamaları hususunda ne
diyebilir? Farzedellm ki birisi, "Bütün bunlar, sözün (kelimenin) ya harf,
ya fiil yahut da isim olduğuna işarettir. Çünkü harflerden (edatlardan) genel
olarak, atıf vâv'ı, tâkibiyye fâ'sı, istifham hemzesi, teşbih kâfi, ilsâh bâ'sı
gibi, tek harf üzere olanlar vardır. Kimileri de, "tebTz" için olan ,
muhayyerlik ifade eden , araya giren ve istifham manası taşıyan , şart için
olan gibi, iki harf üzere olurlar. İsim,
fiil ve harf de, mesela harfte ve gibi isimde,
ve fiilde de, gibi, üç harf üzere
gelenler vardır. İsim ve fiil, dört harf üzere de olurlar. Özellikle isim, "turp""defter-kayıt"
ve gibi, üç dört ve beş harf üzere
gelir. Kur'ân'da bulunan bu hurûf-u mukatta'alar, bu harflerden meydana gelen,
Arapça terkiblerin (kelimelerin) bu kalıplarda geldiklerine bir işarettir.
Fakat bunu söyleyen kimse, sûrelerin bazısına bir harfin, bazısının başına da
birden fazla harfin getirilmesine ne diyecektir? Dolayısıyla bu husustaki tam
sırrı, ancak Allah Teâlâ ve O'nun bunları öğrettiği kimseler bilebilir.
Bunu iyice kavradığına
göre şimdi diyoruz ki: Bil ki, ibadetlerin bir kısmı kalb ile, bir kısmı dil
ile, bir kısmı da diğer uzuvlarla yapılır: Bunların her biri de İki kısma
ayrılır. Bir kısmı, manası, hakikati ve hikmeti anlaşılabilen, bir kısmı ise
anlaşılmayandır. Kalbî olarak yapılan ibadetler, şekkten ve cehaletten uzak
olmalarına rağmen, içlerinde delili aklen bilinmeyen (anlaşılmayan) vardır.
Bunlara, ancak naklen imân vâcib olur. Mesela kıldan ince, kılıçtan keskin
sırat köprüsüne inanmak gibi... Mü'min ve yakîn sahibi kimseler, bu köprüden,
bir şimşeğin çakışı gibi hızla geçerler. Yine görünürde ağırlıkları olmayan
amellerin tartıldığı ilahî mîzan (terazi), cennet ile cehennemin nasıl
oldukları gibi... Bütün bunların var oldukları, aklî delille bilinmez. Bunların
aklen bilinen tarafı, mümkün oluşlarıdır. Bilfiil gerçekleşecekleri hususu ise,
naklî delillerle kesin olarak bilinir. Kalbî ibadetlerin (inançların) bir
kısmının ise delilleri aklen bilinir. Meselâ, Allah'ın birliği, peygamberlik
müessesesi, Allah'ın kudreti ve peygamberlerin doğruluğu gibi... Bedenî
ibadetlerden de, manası, hakikati ve hikmeti anlaşılanlar olduğu gibi,
anlaşılmayanlar da vardır. Meselâ, "nisab" miktarları ve namazın
rekâtlarının sayısı gibi hususlar, anlaşılamayanlardandır. Bu husustaki
hikmetten bahsetmiştik. Bunun hikmeti şudur: Kul, emrolunduğu şeyi, hikmetini
bilmediği halde yerine getirdiğinde, o onu sırf ibadet maksadıyla (niyetiyle)
yapmış olur. Fakat fayda ve hikmetini bildiği şeyler böyle değildir. Çünkü o,
çoğu kez faydasını bildiği o şeyi, faydasından " *ürü yapar. Bu tıpkı, bir
efendinin kölesine, kölesi ondaki faydayı anlamaksızın, "Şu taşı şuradan
götür" deyip, onun da onu oradan götürmesi gibidir. Fakat efendi kölesine,
"Şu taşı şuradan kaldır. Çünkü altında, senin için bir
hazine var" dese, köle buna inanmasa bile, onu
oradan kaldırır. Bu anlaşıldığına göre, dil ile yapılan ibadetlerde de, durum
aynıdır. Yine bunlardan da bir kısmının mana ve hikmeti bilinmez. Kul, onu
diliyle yerine getirdiğinde, bundan kulun sırf, emirler veren, yasaklar koyan
ma'bûdunun emrine boyun eğme maksadını taşıdığından başka mana anlaşılmaz.
Binâenaleyh kul, dediğinde, bundan, ya o kulun, manalarını anlamadan bunları
söylediği, yahut da manalarını anladığı için, emrolunduğu şeyi yerine getirmek
maksadıyla bunları telaffuz ettiği anlaşılır[1]
İkinci Bahis: "Yâsîn" ifadesiyle ilgili olarak şunlar ileri
sürülmüştür:
1) Bu bir
nida olup, "Ey insan" demektir. Bunu şöyle izah ederiz:
"İnsan" kelimesinin, ism-i tasğîri, şeklindedir. Buna göre sanki bu
ism-i tasgirin başı hazfedilmiş, sonu alınarak, "Ey üneysîn"
manasında, "Yâsfn" denilmiştir. Buna göre, bu hitabın, Hz. Muhammed
(s.a.s)'e yapılmış olması ihtimal dahilindedir. Bunun delili bundan sonraki
"Sen, hiç şüphesiz peygamberlerdensin"ifadesidir.
Üçüncü Bahis:
"Yâsîn", ya mahzüf bir mübtedâmn haberi olarak merfûdur. Bu mübtedâ
da, "Bu" kelimesidir. Buna göre Allah Teâlâ sanki, münâdâ olarak,
yahut da gibi mebnî olarak, mazmûmdur. "Yâsîn" lafzı, "Yâsîn'i
oku" takdirinde, (mef'ûl olarak) mansubtur, yahut da ve gibi meftuhtur. Yine bu kelime,
"Cayıl" kelimesi gibi, yâ'nın sükûnu ve makablinin meksûr oluşundan
ötürü, kesre ile okunmuştur. Yasîn'in mecrûr olduğu söylenemez. Çünkü (burada)
bir harf-i cerrin takdiri oaiz değildir ve burada açıkça görülen bir kasem
harfi de yoktur.
CenâbH Hak,
"Kur'ân 'ı Hakîm'e yemin olsun ki..." demiştir ki bu, ya
"rızâ" sahibi manasındaki ifadesi gibi, "hikmetli kılınmış
Kur'ân" manasınadır, yahut da "hikmeti konuşan Kur'ân"
manasınadır. Buna göre Kur'ân, tıpkı konuşan bir cantı gibi kabul edilmiş olur.
"Sen hiç
şüphesiz, gönderilen (peygamberlerdensin, dosdoğru bir yol
üzeresin"
(Yâsin, 3-»).
Bu, hakkında
"Kur'ân-ı Hakîm'e yemin olsun ki" diye yemin edilen husustur. Bununla
ilgili birkaç mesele vardır:
[2]
Kâfirler, Hz. Muhammed
(s.a.s)'in bir peygamber olduğunu inkâr ettiler. Halbuki isbat edilmeye
çalışılan şey, yemin ile değil, delil ile sabit olur. Öyle ise, burada böyle
yemin edişin
hikmeti nedir?
Cevap: Diyoruz ki, bu
hususta şu izahlar yapılabilir:
1) Araplar,
yalan yere yemin etmekten çekinirler ve "Yalan yere yemin etmek, dünyayı
harab eder" diyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.s) bu hususu, "Yalan
yemin, yurtları ıssız ve boş bırakır"[3]
diyerek, doğru olduğunu ifade etmiştir. Kâfirler, Hz. Peygamber (s.a.s)'e,
ilahları kabul ettikleri yıldızlardan, bazı kötülükler dokunacağını
söylüyorlardı. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.s), Allah'ın emrine, kendisine
indirdiği Kur'ân'ına ve çeşitli şeylere yemin ediyordu. Başına da hiçbir şer
gelmediği gibi, her gün kıymeti artıyor ve karşı çıkılamaz bir hale geliyordu.
İşte bu, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yalancı olmadığına o kâfirlerin inanmalarını
gerektirir.
2)
Karşılıklı olarak münakaşa edenlerden biri diğerine, delilini iyi kullanarak
gâlib gelip, onu susturduğunda, mağlub olan şöyle der: "Sen bunu,
mücâdele-münakaşa kabiliyetinle kazandın. Astında kalbinde, sözünün zayıf
olduğunu, her nekadar şeklen bir delil getirmiş ve ben de onu çürütmekten aciz
olmuş görünüyorsam da, durumun senin dediğin gibi olmadığını biliyorsun"
der. Bu, münakaşa eden kimseler arasında çokça görülen bir haldir. Bu durumda
galip gelenin başka bir delil getirmesi uygun değildir. Çünkü susturulan, onun
getireceği son delil hakkında da, önceden söylediğini yine söyleyecektir.
Binâenaleyh bu kimse, sonunda yemin etmekten başka bir çare bulamaz ve
"Allah'a yemin ederim ki ben, bile bile haksızlıkta direten birisi değilim,
iş benim söylediğim gibidir. Eğer aksinin doğru olduğunu bilseydim, mutlaka ona
dönerdim. Bu durumda yemin etmekten başka çare kalmadı" der. İşte Hz.
Peygamber (s.a.s)'in durumu da böyledir: Hz. Peygamber (s.a.s), delillerini
getirdiği halde, kâfirler, "Bu, ancak sizi saptırmak isteyen bir
adamdır"(Sebe, 43) ve "Hak" onlara geldiğinde, "Bu, ancak
apaçık bir sihirdir" (Sebe, 43) deyince, deliller artık fayda vermediği
için, çare olarak yemin kalmıştır.
3)
Bu, sırf bir yemin değildir. Fakat yemin
şeklinde gelmiş bir delildir. Çünkü Kur'ân bir mucizedir. Hz. Muhammed
(s.a.s)'in peygamberliğinin delili ise mucizedir. İşte Kur'ân bu vazifeyi
görmektedir. Buna göre eğer, "Öyle ise Cenâb-ı Hak bunu niçin delil
şeklinde getirmemiştir? Bu delilin, yemin şeklinde getirilmesinin hikmeti
nedir?" denilirse, biz deriz ki: Delilin yemin şeklinde getirilmesi
halinde, bazan bunu duyan, buna aldırmaz, dolayısıyla da kalbi onu kabul etmez.
Ama işe yeminle başlayıp, yemin de özellikle büyük zatlardan, ancak çok Önemli
konularda sâdır olunca, büyük bir işe kulak vermek için, bütün sebepler
biraraya gelmiş olur. Yemin edilmesi halinde, bedenler ona kulak kesilir,
yeterli delili olduğu İçin de, kalbler onu içlerine sindirir. Böylece bu iş,
hem kulağa, hem kalbe hitab etmiş olur.
[4]
Kur'ân'ın, o
kâfirlerce "hâkim" olması, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğini
kabule bağlıdır. Binâenaleyh onlar, "Bu bir yemin değil"
diyebilirler?
Cevap: Diyoruz ki:
Buna şu iki yönden cevap veririz:
a) Kur'ân'ın
mucize oluşu, çok açık ve nettir. Eğer onlar bunu inkâra kalkarlarsa, onlara,
"Haydi öyle ise, bunun gibi bir sûre getirin, söyleyin" denilir.
b) İnsan,
başkasının yeminine, yemin eden şahsın, yemin ettiği şeyin ululuğuna inandığı
zaman güvenir. Binâenaleyh kâfir eğer, Hz. Muhammed (s.a.s) adına yemin etse, o
kâfirin, haça ve putlara yenin etmesi halinde, tasdik ettiğimiz gibi, tasdik
etmeyiz. Yine bu kâfir, hak olan dinimize yemin ettiğinde, bu yeminine, kendi
bâtıl dinine yemin edişine güvendiğimiz gibi güvenmeyiz. Hz. Peygamber (s.a.s)
ve ashabının, Kur'ân'ı ululadıkları, ona saygı duydukları malumdur. Binâenaleyh
Hz. Peygamber (s.a.s)'in Kur'ân'a yemin etmesi, o kâfirlerin peygambere
güvenmelerini gerektiren bir husus olmuş olur.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Dosdoğru bir yol üzeresin" ifadesi, haberden sonra gelen ikinci
haberdir, yani "Sen dosdoğru bir yol üzeresin" demektir.
"Müstakim", maksada (gayeye, hedefe) ulaştıran en kısa yol demektir.
Din de böyledir. Çünkü din, Allah'a yönelip, başkasından yüz çevirmek demektir.
Zaten maksad da Altah'dır. Maksada yönelen ise, ondan yüzçevirip kaçandan, O'na
daha yakındır.
Hiç kimse, Allah
Teâlâ'nın, "O peygamberlerden olarak sen, dosdoğru bir yol üzeresin"
ifadesinden Hz. Muhammed (s.a.s)'i o peygamberlerden ayırdığı manasını çıkaramaz.
Çünkü bu ifade, "İnsanlardan Muhammed (s.a.s) seçilmiştir" cümlesi
gibidir. Binâenaleyh bundan bu mana çıkmaz, çünkü bütün peygamberler, dosdoğru
yol üzeredirler. Bu ifadenin maksadı, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, diğer
peygamberlerin de üzerinde bulundukları o dosdoğru yolda oluşunu anlatmaktır.
Ayetteki bu ifadede, mükelleflerin, hakka ulaşması halinde, üzerlerinde bir
mükellefiyet ve zorluğun katmayacağını söyleyen "İbahiyye"nin
inancının yanlışlığını ortaya koyan bir İncelik var: Çünkü Allah Teâlâ,
peygamberlerin, dünyada oldukları sürece hak yolda olup, onun üzerinde
gittiklerini, hidayeti bulduklarını ve dosdoğru yolu takib ettiklerini beyan
etmiştir. Ya bu âciz ve câhil insan (kul) niçin böyle olmasın?
[5]
"(Bu Kur'ân), azîz
ve rahîm Allah'ın indirdiği bir kitaptır. (Bunun sebebi de),
yakın ataları azab ile korkutulmamış, bu yüzden gaflet
içinde kalmış bir
toplumu korkutma,
ikâz etmendir"
(Yasin, 5-6).
Bu ifade, geçen
ayetteki "Kur'an"dan bedel olarak cer ile, şeklinde de okunmuştur.
Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Kur'ân-ı Hakîm'e, yani Azîz ve Rahîm
Allah'ın indirdiği bu kitaba yemin olsun ki, sen peygamberlerdensin ve bu kitap
sana, inzâr edesin diye indirilmiştir" demek istemiştir. Yine bu kelime,
nasb ie şeklinde de okunmuştur. Bu hususta şu iki izah yapılabilir:
a) Bu, f'i!i
zihnen takdir edilen, mef'ûl-ü mutlaktır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki,
"Kur'ân'a, Azîz ve Rahîm'in tenzili (indirmesi) olarak indi"
demiştir. Binâenaleyh takdir, "Allah", Kur'ân, yahut kitab-ı hakîm'i indirdi"
şeklindedir.
b) Bu, niyette gözetilen bir fiilin mef'ûlüdür.
Buna göre sanki, "Hakîm olan Kur'ân'a yemin ederim, Azîz ve Rahîm'in
indirmesi (tenzili olan kitabı kastediyorum), ki sen peygamberlerdensin ve bu
kitap, inzâr etmen için indirilmiştir" denilmiştir. Bu, Zemahşerî'nin
tercih ettiği izahtır. Bu ifade, menvî (zihinde takdir edilen) bir mübtedanın
haberi olmak üzere de merfu okunmuştur. Buna göre sanki, "Bu, inzâr etmen
için, Azîz ve Rahîm Allah'ın indirdiği kitabtır" denilmiştir. Bu kıraate
göre, bir başka takdir de, "tenzil" kelimesinin mübteda, "inzar
etmen içindir" ifadesinin de bunun haberi olmasıdır. Buna göre sanki,
"Azîz ve Rahfm'in indirmesi (tenzili), inzâr etmen içindir"
denilmektedir.
Ayetteki, "Azîz
ve Rahîm" ifadesi şuna işarettir. Melik (padişah), bir elçi (resul)
gönderdiğinde, kendilerine elçi gönderilenler ya gönderilene karşı çıkıp, ona
hainlik ederler. Bu durumda da, o melîk onlardan, eğer azîz İse intikam alır.
Yahut da onlar, bu elçiden çekinip, ona ikıamda, itaatta bulunurlar. Bu durumda
da, melik eğer rahîm ise, onlara acır. Yahut şöyle de diyebiliriz: Elçi olarak
gönderilenin elinde, bazı şeyleri yasaklama, bazı şeyleri ise serbest etme
yetkisi vardır. Binâenaleyh yasaklama işi, azîz (kudretli) oluşla ilgilidir,
serbest etme, mubah kılma işi ise, rahmetle ilgilidir.
[6]
Cenâb-ı Allah
"Yakın ataları azabla korkutulmamış, bu yüzden gaflet içinde kalmış bir
kavmi uyarman için..." buyurmuştur. Bunun tefsiri Secde Sûresi (3. ayette)
geçmişti. Bu ayetteki mi ile, müsbet mananın da kastedilmiş olabileceği
söylenmiştir. Bu da şu iki şekilde olur:
a) Bu, "Sen, babaları inzâr edildiği gibi,
o kavmi de inzâr edesin diye..." manasınadır. Bu durumda mâ, masdariyye
olur.
b) Bu mâ,
ism-i mevsul de olabilir. Buna göre mana, "Babaları inzâr edilen bir kavmi
inzâr edesin diye... Çünkü onlar gafildiler" şeklinde olur. Bu edatın,
mâ-i nafiye (olumsuzluk mâ'sı) olduğunu söylememiz halinde, bunun tefsiri
açıktır. Çünkü babalan korkutulmayan bu kimseler, inzârdan sonra yine gafil
olabilirler. Buradaki mâ'nın,
müsbet manada
olduğunu söylememiz halinde de, cümlenin manası açıktır. O zaman bunun manası,
' Onların babalarının inzâr edilişi gibi, onları inzâr et. Çünkü onlar
gafildirler" şeklinde olur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var:
[7]
Bu iki izahtan birisi,
babalarının inzâr edilmemiş olduğu neticesini, diğeri ise inzâr edildikleri
neticesini verip, ikisi arasında bir tezad olunca, daha nasıl bu şekilde iki
mana anlaşılabilir?
Buna karşı diyoruz ki:
Ayetteki ma'nın, nâfiye olduğunu söylememiz halinde, manası, "Babalan
korkutulmamış olan" şeklinde olur. Halbuki onların atalarının inzâr
edilmeleri, atalarından önce geçenlerin inzâr edilmiş olmalarına, sonraki
atalarının ise inzâr edilmemiş olmalarına ters değildir.
[8]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Yakın ataları azabla korkutulmamış bir kavmi korkutman, inzâr etmen için..." ifadesi, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, yahudileri inzâr
etmekle emredilmemiş olmasını gerektirir. Çünkü, onların ataları inzâr
edilmişlerdi. Ne dersin?
Biz diyoruz ki: Durum
böyle değildir. Bu, bizim, buradaki mâ'nın olumsuzluk değil de, müsbet bir mâna
ifade eden "mâ" olduğunu söylememize göre, açık bir husustur. Ve yine
bu, bizim buradaki "mâ"nın, olumsuzluk mâ'sı olduğunu söylememiz
halinde de böyledir. Kİ biz bu hususu, Secde Sûresi 3. ayetin tefsirinde izah
etmiş ve şöyle demiştik: Bundan maksat, onların atalarının, sapıtmalarından ve
önceki peygamberlerden sonra uyarılmış olmalarıdır. Çünkü Allah, bir elçi göndereceği
zaman, kendisine bu elçiyi göndereceği o kavim içinde, (önceki) o peygamberin
dinini açıklayan ve o dini emreden bir kimse bulunduğu müddetçe, genelde o
peygamberi göndermez. Ama, onların içinde, böyle bir açıklamada bulunan kimse
kalmaz, hepsi sapıtır, aradaki zaman uzar, küfür de yayılırsa; ya, önceki
peygamberin dinini aynen anlatmak için veyahut da başka bir şeriat vaz etmek
için başka bir peygamber gönderir. O halde Cenâb-ı Hakk'ın buyruğunun anlamı,
"Önceki peygamberin yolundan saptıktan sonra inzâr edilmeyen bir kavmi
uyarman için" şeklinde olur. Ki, yahudî ve hristiyanlar, bu ifadenin içine
böylece girerler. Çünkü bunlar, sapıttıktan sonra, yakın ataları korkutulmamış
olan kimselerdir. Binâenaleyh, işte ayetin bu ifadesi de, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
bütün insanlığa hak peygamber olarak gönderildiğinin bir delilidir.
[9]
Ayetteki "Bu
yüzden gaflet içinde kalmış" ifadesi, peygamber gönderme hususunun,
kendilerine peygamber
gönderilenlerin gaflet
halinde olmaları halinde tahakkuk edeceğinin bir delilidir. Bu da, ya, onlardan
kendilerine o şeriatı tebliğ eden kimsenin bulunması ve o kavmin de bu
kimselere muhalefet etmesi, böylece de, onlara helak olmanın vacib olması
sebebiyle, onların Allah'ın indirdiği şey hakkında bilgileri olmuş olur;
dolayısıyla da bu helak, Allah'ın onlara peygamber göndermeden Önce yapmış
olduğu bir azâb olmuş olmaz. Yine, peygamber göndermeksizin, peygamberlerin
açıklamalarına ihtiyaç duyulmayan hususlara muhalefet
eden kimselerin, helak olunmayı hak etmeleri de böyledir. Bizim bu
söylediğimiz, Mu'tezlle'nin "Bir şeyin güzelliği ve çirkinliği aklen
bilinir" şeklindeki görüşleri gibi değildir. Tam aksine demek istediğimiz,
Allah Teâlâ'nın, bir kavmin içinde, birtakım şeylerin vacib olduğuna dair bilgi
yaratıp, onların da o hususları terketmeleri halinde, onların bundan gafil
olmamaları; onlara azâb etmenin de, onlara peygamber göndermeye
dayandırılmamasıdır.
[10]
"Andolsun ki,
bunların çoğunun üzerine, o söz hak olmuştur. Artık bunlar,
iman etmezler"
(Yâsin, 7).
Cenâb-ı Hak, peygamber
göndermenin ya da kitap İndirmenin "inzar" için olduğunu beyan
edince, hidâyete ermeyi gerektiren hidâyetin, peygambere ait olmadığına; ona
düşenin "uyarma" olduğuna; buna rağmen uyarılanların pekçoğunun iman
etmeyeceğine bir işarette bulunmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun ki, o
söz hak olmuştur" ifadesiyle ilgili olarak bir takım izahlar yapılmıştır:
a) Meşhur olan görüşe göre, buradaki
"söz" ile kastedilen, Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun, cehennemi
senden ve onların içinden sana tâbi olanların hepsi ile dolduracağım"
(sad. 85) ayetidir.
b) Bu,
"Benim ilmimde, falanın iman edeceği, falancanın da iman etmeyeceğine dair
bilgi vardır. Dolayısıyla ben, bazıları hakkında "iman etmeyecek",
bazıları hakkında da, "iman edecek" dedim. Dolayısıyla, böylece söz
hak oldu. Yani, bu tahakkuk etti ve başkasıyla değiştirilmeyecek bir biçimde
artık sübût buldu" manasındadır.
c) Bundan
maksad, "Allah'ın, ifâdesini peygamberlerin lisanında bulan ve delili de
açık olan tevhîd, vb. şeyler gibi sözler hak oldu. Ama buna rağmen, onların
ekserisi iman etmezler. Çünkü, delili dinlemek isteyen kimseye zaman
verilmiştir; o husustaki delil ve burhan zuhur ettiğinde, onun iman etmesi
beklenir. O şey tahakkuk edip, bazılarının iman etmesiyle de güçlenip kuvvetlenip,
buna rağmen onların ekserisi iman etmeyince, o ekseriyetin iman etmelerini umma
zamanı geçtiği için, böylece artık iman etmeyecekleri hususu ortaya çıkmış
olur. Bir de, onlar, "söz" hak olduğunda iman etmeyip eski hallerini
sürdürdüklerinde, eğer onlar burhandan daha açık bir şeyi istiyorlarsa, -ki bu,
ayan beyan görmedir-; halbuki, ayan beyan görme halindeki ikrar ise imânı ifade
etmez" demektir. Buna göre, ayetteki, "Bunların çoğunun üzerine"
ifadesinin anlamı, "Kendisine davet ve burhanların ulaşmadığı
kimseler azdır. Binâenaleyh, kendisinden iman sudur
etmeyen kimselerin çoğuna bu söz hak oldu" şeklinde olur. Bu mana, birinci
ve ikinci izaha göre de açıktır. Çünkü, kâfirlerin ekserisi, iman etmeksizin
küfürleri üzere ölmüşlerdir. Bu hususta yapılabilecek bir dördüncü izah da
"Onların ekseri üzerine, dünya azabı hak oldu. Çünkü onlar iman
etmeyecekler" denilmesidir ki, bu mana da birinci İzaha yakın bir manadır.
[11]
"Biz onların
boyunlarına öyle bukağılar geçirdik ki, bunlar, çenelerine kadar dayandı. Şimdi
onlar, kafaları ve burunlan yukarı kaldırılmış haldedirler"
(Yasin, 8).
Cenâb-ı Hak, onların
iman etmeyeceklerini beyân buyurunca, bu işin kendisinden olduğunu beyan
ederek, "Çünkü, biz onların boyunlarına öyle bukağılar geçirdik"
buyurmuştur. Bu hususta da şu izahlar yapılabilir:
a) Bundan murad,"Biz onları, eli sıkılar,
Allah yolunda infakda bulunmayanlar kıldık" demek olup, bu, Cenâb-ı
Hakk'ın tıpkı, "Elini boynunu bağlama"M.29) ayeti gibidir.
b) Bu ayet,
Ebu Cehil ile Manzum kabilesine mensub iki arkadaşı hakkında nazil olmuştur.
Çünkü Ebu Cehil, Hz. Muhammed (s.a.s)'in başını kıracağına dair yemin etmişti.
Derken onu, secde ederken buldu. Eline bir kaya parçası alarak, onun başına
bırakmak için o taşı kaldırdı, ama o taş, Ebu Cehll'in eline, eli de boynuna,
omuzuna yaptşiverdi.
c)
Bu görüş, diğerlerinden daha kuvvetli olup,
önceki ifadelerle daha fazla münasebet arzetmektedir. Buna göre ayetin bu
ifâdesi, Allah'ın, bu kimseleri, hidâyete ermekten men etmesinden bir kinayedir.
Bu tabirle ilgili birkaç mesele vardır:
[12]
Peki bu ifâdenin, ilk
İki izah açısından önceki ayetlerle bir münasebeti var mıdır?
Cevap: Biz diyoruz ki,
birinci izahın böyle bir münasebeti vardır ve bu şöyledir: "Artık bunlar,
iman etmezler"(Yasin, 7) ifadesinin içine, onların
namaz kılmayacakları
hususu girebilir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Allah imanınızı zayi edici
değildir" (Bakara, 43) buyurmuştur.
Bazı müfessirlere
göre, buradaki "İman" sözü ile, "namaz" manası
kastedilmiştir. Zekâtın, daha önce de beyan ettiğimiz gibi, namazla münasebeti
vardır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, (bu iki ayet birlikte mütalaa
edildiğinde), onlar namaz kılmaz, zekât vermezler" demek istemiştir.
İkinci izaha göre de,
sezilmeyen şöyle bir münasebet söz konusudur. Cenâb-Hak, "Andolsun ki,
bunların çoğunun üzerine o söz hak olmuştur" buyurup, biz de, bundan
kastedilen mananın, "burhan" "açık delil" olduğunu beyân
edince, bundan sonra Cenâb-ı Hak, "Hayır, hayır, onlar, elinin boynuna
yapışıp, taşı da peygamberin boynuna atamaması, son derece kesin ve açık olan
bir şeyi görüp müşahede ettiler -ki bu, aslında kişiyi, İman etmeye sevkedecek
olan bir hadisedir-, ama onlar buna rağmen iman etmediler. İşte onlann, hiçbir
zaman iman etmeyecekleri de, böylece anlaşılmış oldu" buyurmuştur. Fakat
bu hususta esas tefsir ve açıklama, üçüncü açıklamadır.
[13]
Ayetteki zamiri, neye racidir? Cevap: Bu hususta şu
iki izah yapılabilir:
a) Bu zamir,
"eller"e racidir. "Eller" ifadesi, her ne kadar ayette yer
almamış ise de, ancak ne var ki, malûm ve bilinmektedirler. Çünkü, bağlanmış
olan şey, o kimselerin iki eli olup, bu iki eli de bir bukağı ile boynuna
raptedilmiştir.
b) Zemahşerî'nin
tercih ettiği görüşe göreyse, zamir, ayetteki "bukağılar" kelimesine
raci olup, ayetin manası, "Biz, onların boyunlarına, çenelere kadar varıp
dayanan ve böylece de boynuna bunların takıldığı kimsenin kendileri sebebiyle
başını eğme imkânı bulamadığı, kalın ve ağır bukağılar ve tasmalar takdık"
şeklinde olur.
[14]
Boyunda bukağıların
olması hâdisesinden, onların iman etmeyecekleri hususu nasıl anlaşılabilir? Ki
böylece bu boyunlarına bukağıların takılması, iman etmemeden bir kinaye
olabilsin?! (Bu mümkün mü?)
Cevap: Biz diyoruz ki:
Boynuna, çenesine kadar varan bukağılar takılmış ve böylece de başı dimdik
yukarda kalıvermiş kimseler, ayağının Önündeki yolu iyi göremez. Cenâb-ı Hak,
bu ifadenin akabinden de, bu kimsenin hem önünde hem de arkasında setler
bulunduğunu beyan buyurmuştur. Binâenaleyh, bu demektir ki bu kimse, o yola
girmeye ve onu görmeye muktedir olamaz. Yine Allah Teâlâ biraz önce, peygamber
olarak gönderilen şahsın, dosdoğru bir yol üzere bulunduğunu belirtmiştir.
Binâenaleyh, peygamberin, kendisini aklî olan bu dosdoğru yola hidayet edip
çağırdığı bu kimse, tıpkı maddî yolu görmekten alıkonulan "mağlub",
yani boynuna bukağılar takılmış olan kimse gibi, âdeta engellenilmiş gibi olur.
Şöyle bir izah da
yapılabilir: "Boyunlarda bukağılar bulunması", o kişinin inkiyâd ve
itaat etmemesi anlamındadır. Çürkü itaat eden kimse hakkında, "Onun başını
eğdiği ve emre boyun büküp uyduğu" söylenilir. Halbuki boynunda, çenelere
kadar varıp dayanan tasmalar bulunan kimse ise, başını eğmez ve o başını,
tasdik edip hakka boyun eğen kimse gibi hareket ettiremez. Bunun böyle olduğunu
"Şimdi onlar, kafaları ve burunları, yukarı kaldırılmış haldedirler"
kelimesi de doğrular. Çünkü, "mukmeh" kelimesi, tıpkı bir şey
hususunda direnip başını diken kimse gibi, başını diken kimsedir. Çünkü, başını
dikip, böylece de su içmeyen veya başını su içmek için eğmeyen deve hakkında,
pul denilir. İman da, kendisiyle
hayatiyetinin
sağlandığı soğuk ve tatlı bir su gibidir. Buna göre Cenâb-ı Hak, "Biz
onların boyunlarına öyle bukağılar gerçirdik ki, bunlar, çenelerine kadar
dayandı. Şimdi onlar, kafaları ve burunları yukan kaldırılmış haldedirler"
buyurmuştur ki, bu sanki, "Onlar, Allah'ın emirlerine boyun eğmezler"
demektir.
Buna göre
"Biz, hem Önlerinden bir set, hem arkalarından
bir set çektik. Böylece onları
salıverdik. Artık
göremezler" (Yâsin, 9).
Ayeti, Cenâb-ı Hakk'ın
onları, mağlul (bukağılı) kılışı anlamını tamamlayan bir ifade olmuş otur.
Çünkü "Biz, hem önlerinden bir set çektik" cümlesi, onların gerçek
yola giremeyeceklerine bir işarettir. Şu halde Cenâb-ı Hak sanki, set bulunduğu
için, onlar gerçeği görüp ona boyun eğemezler. Onlar, sana itaat etmezler ki
gerçeği görüp ona boyun eğsinler" elemek İstemiştir.
Yakînen İnanmayı
doğuran iman, ya önce" peygambere tabi olmakla olur da hakikatler bilahare
zuhur eder. Yahut önce gerçekler zuhur eder de onun peşinden peygambere tabi
olma gelir. Halbuki bunlar, ilk önce peygambere tabi olmamışlardır. Çünkü
bunlar, boyunlarına bukağılar takılmış olan kimselerdir. Dolayısıyla da, ikinci
sıradaki, hak olan hususlar, peygamber tarafından onlara açıklanamamıştır. Ve
yine, ilk olarak hak da onlar için zuhur etmemiştir. Çünkü onlar, bir şeddin
İçine düşmüşlerdir. Böylece de onlar, ikinci olarak peygambere tabi
olamamışlardır.
Bu husustaki diğer bir
izah da şudur: Engel, ya bizzat kişinin içinde bulunur, yahut da onun dışında
bulunur. Halbuki onlar için, iman etmelerine dair iki engelin ikisi de
mevcuttur. Çünkü, nefislerinde, yani içlerinde bukağı vardır. Kendileri dışında
da set vardır. Binâenaleyh bunlar, kendilerini göremezler ki, böylece de
kendilerindeki o ayet ve delilleri görebilsinler! Çünkü Cenâb-ı Hak,
"Onlara gerek dış dünyada, gerek kendi varlıklarında, onlara ayetlerimizi
göstereceğiz"(Fussiiet. 53) buyurmuştur. Zira, "mukmeh" yani,
"başını yukarıya diken", kendisini de ellerini de göremez. Bunlar,
dış dünyayı (âfâkı) da göremezler. Çünkü, iki set arasında kalan kimse,
ufukları göremez; dolayısıyla onlar için, âfâkdaki deliller de görülemez.
Yaptığımız bu izaha göre Cenâb-ı Hakk'ın "Biz onların boyunlarına öyle
bukağılar geçirdik ki" (Yasin, 8) ifadesiyle, "Biz, hem önlerinden
bir set çektik" (Yâsin,9> ifadeleri, onların, hem kendilerindeki, hem
de afâktaki ayet ve delilleri görüp anlayamadıklarına bir işarettir.
[15]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Biz, hem önlerinden bir set çektik" ifadesinin tefsiri hususunda
birkaç mesele vardır:
[16]
Onların önlerinde bir
engelin bulunduğunu belirtmenin faydası
açıktır. Çünkü onlar,
dünyada iken bir yol
tutmuşlardır. Fakat ne
var ki onların, dosdoğru bir yola girmeleri uygun olurdu. Önlerinde böyle bir
set bulunduğu için, bu dosdoğru yola girememişlerdir. Ama, onların arkalarında
da bir engelin bulunduğunu belirtmenin hikmeti nedir?
Cevap: Biz
diyoruz ki: Buna birkaç yönden cevap verilebilir:
1) İnsan
için, fıtrî bir hidâyet bulunur. Kâfir kimse ise, hem bu fıtrî hidayeti, hem de
nazarî (tefekkür! ve istidlali) hidayeti terketmiştir. O halde bu demektir ki,
kâfir bunu anlayamamıştır. Buna göre Cenâb-ı Hak, "Biz, hem önlerinden bir
set çektik..." Böylece de onlar, nazarî olan hidâyet yoluna giremezler.
"Onların arkalarından da bir set çektik." Böylece de onlar, fıtrî
olan ve yaratılıştan getirilen hidayete de müracaat edemezler" demek
istemiştir.
2)
İnsanın, başlangıcı Allah'tan olduğu gibi, sonu ve
akibeti de, O'na dönmek olacaktır. Binâenaleyh bu demektir ki, kâfir kimse,
Önünde olan Allah'a varma işini, arkasında bulunan, Allah'ın yaratmasıyla
varlık âlemine girme işini göremeyen bir kör olmuştur.
3) Sâtik için bir yola mutlaka sülük etmesi
gerekince, onun önünde olan o yol kapandığında, maksadını ve matlûbunu elden
kaçırır; fakat o geriye döner, işte, hem arkasındaki hem de önündeki yol
kapandığı vakit, onun bulunduğu o yer bir ikâmet yeri değildir; çünkü orası,
helak olunan bir yerdir. O halde, "Biz, hem önlerinden bir set, hem arkalarından
bir set çektik" cümlesi, onlann imha edilmelerine bir işarettir.
Ağşeynâ'nın
Manası
Cenâb-ı Hakk'ın, fâ
harfiyle gelmiş olan , "Böylece onları sarıverdik" ifadesi,
bürüyüvermenin set çekme ile bir alâkası olmasını ve bürümenin set çekmeye
bağlı ve ona
mevkuf bulunmasını iktizâ etmektedir. Bu
nasıl olur?
Biz deriz ki: Bu iki
bakımdan böyledir:
a) Bunun, birbirine bağlı ve biri diğerinin
sebebi olan bazı şeylerin bir beyanı olması... Buna göre Cenâb-ı Hak sanki
şöyle demiştir: "Biz onların boyunlarına bukağılar ve tasmalar geçirdik
de, kafaları dik ve yukarıda olduğundan dolayı kendilerini göremezler. Hem
önlerinden bir set, hem arkalarından bir set çektik de, bu yüzden de âfâkda
olan şeyleri müşahede edemezler." O zaman da onların, semâ ile, sağ ve sol
yanlarının üzerinde bulunan şeyleri mümkün olabilir ki, işte bütün bunlardan
sonra da Cenâb-ı Hak, "Gözleri üzerine perdeler gerdik de, artık asla
hiçbir şey göremezler" buyurmuştur.
b) Bunun, bu şeddin, gözleri üzerine bir perde
olacak denli, onlara çok yakın olduğunun bir beyanı ve açıklaması olması...
Çünkü hem önünde hem arkasında, ikisi arasına sıkışıp kalacak denli kendisine
yakın ve bitişik iki set, duvar bulunan kimsenin gözleri ve bakışları, şeddin
üzerine ilişir, ama hiçbir şey göremez. Şedden başkasına gelince, bu, bir perde
ve hicaptan Ötürüdür; bizzat şeddin kendisine
hu Ha nftrülflcek olan sevin, aöze cidden
vakın olmaması sebebiyledir.
[17]
Cenâb-ı Hak, önlere ve
arkalara çekilen iki setten bahsetti de, sağdan ve soldan bahsetmedi. Bunun
hikmeti nedir? Biz deriz ki: Bizim, "Bu, fıtrî hidayet ile nazarî
(istidlali)
hidâyete bir işarettir" sözümüze
gelince, bu gayet açıktır. Bunun dışındaki açıklamalara gelince, bu hususta da
deriz ki: Zikredilen şeyler ile, umumî bir mana ve (onların) müstakim olan yol
ve gidişatlara tabi olmaktan (kendilerini) alıkoydukları anlaşılmıştır. Zira
onlar, sağ ya da sol cihetlerine yönelmeyi amaçladıklarında, o zaman, bir şeye
yönelmiş, ama bir şeyden de yüz çevirmiş olurlar. Yönelişlerinin kendisine
olduğu şey de, Önlerinde olan şey olmuş olur. Bundan ötürü Cenâb-ı Hak oraya da
bir set çeker, bu da onu oraya sülük etmekten alıkor. Binâenaleyh, kâfir olan
kimse her nereye yönelirse yönelsin, Allah onun önüne bir set çeker.
Zikrettiğimizden daha
güzel olan bir başka izah da şudur: Biz, set çekmenin, onları kuşatmanın bir
sebebi olduğunu beyan edince, o zaman o set(ler) o kâfire yapışmış, o kâfir de,
bu setlere yapışmış olur da, artık ne sağa ne de sola kımıldayamaz. Bu sebeple
de artık, sağa ve sola ayrıca setler çekmeye gerek kalmaz.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Böylece onları salıverdik. Artık görmezler" ifadesi, zikrettiğimiz
şeye muhtemel olabilir. Yani, "Onlar hiçbir şey göremezler" demektir.
Bundan muradın şu olması da muhtemeldir: "Kâfir, mâni olunmuş ve
engellenmiştir. Hakkın yolu da, (artık) ona kapatılmıştır. O, ne şeddi görür,
ne de engellenmiş olduğunu. Bu yüzden de kendisinin, hak yol üzerinde olup,
sapıtmadığını zanneder."
[18]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, aşağıda gelen ifadesiyle, onlara yaptığı bukağılar, setler, bürüme ve kör
etmeler sebebiyle, yapılacak uyarının onlara fayda vermeyeceğini beyân eder ve
buyurur ki:
"Onları ha
korkutmuşsun, ha korkutmamışsın, onlarca birdir, iman etmezler"
(Yasin, 10).
Yani, "Onların
imanına nisbetle, onları uyarman ya da uyarmaman birdir. Çünkü her durumda da,
onlarda imân meydana gelmez" demektir.
İmdi, "Uyarma ile
uyarmama bir olunca, daha uyarmanın anlamı nedir?" denilirse, deriz ki:
Biz buna başka yerde cevap vermiş ve Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlara birdir"
dediğini, ama, "Sana birdir, değişmez" demediğini söylemiştik. O
halde, Hz. Peygamber (s.a.s)'e nisbetle uyarma işi, uyarmamak gibi değildir.
Çünkü bunlardan birisi, (yani uyarma işi), onu sorumluluktan kurtarırken, aynı
zamanda hem dünyevî üstünlüğünün artmasına sebep olur, hem de uhrevî
saadetinin. Onlara nisbetle bunun
eşit
olmasına gelince, Peygamber (s.a.s)'in uyarması, onu üzerinde bulunduğu
sorumluluktan kurtarırken, ahiret yurdunda onlar hakkında helak yazılmış
olduğundan, her ne kadar kâfirler bundan yararlan masal ar da, inzâr ve uyandan
dolayı sevaba ve mükâfaata nail olur.
[19]
Cenâb-ı Hak daha sonra
şöyle buyurmuştur:
"Sen ancak o
zikre uyan ve Rahmân'a gâibâne büyük saygı gösteren kimseleri inzâr edeceksin.
İşte sen onu, hem mağfiretle, hem de çok şerefli
bir mükâfaatla müjdele"
(Yasin, 11).
[20]
Ayetin öncekilerle
tertib ve münasebeti açıktır. Tefsirle alâkalı bazı meseleler vardır:
Cenâb-ı Hak daha önce
"uyarman İçin" buyurmuştu. Bu,
açıkladığımız
üzere, umumî olan bir inzân gerektirir. Burada
ise, "Sen ancak (...) inzâr edeceksin" buyurmuştur. Bu
da tahsis manası ifade eder. O halde, bu ikisi nasıl
uzlaştırılabilir? Biz diyoruz ki:
bu birkaç bakımdandır:
a) Cenâb-ı Hakk'ın,
li-tünzire (Ytetn, 6) ifadesi, "Nasıl olursa olsun, birdir; ister faydalı
olsun, isterse olmasın" anlamındadır. Buradaki ifadesi ise, "Faydalı
ve neticesi olan inzâr, ancak zikre tâbi olup haşyet duyan kimselere nisbetle
olur ve meydana gelir" anlamındadır.
b) Cenâb-ı
Hak, resul göndermenin ve kitap indirmenin uyarma için olduğunu beyan edip,
küfür ve inad ehline nisbetle uyarmanın ya da uyarmamanın bir ve mûsavî
olduğunu açıklayınca, bu sefer Peygamberine, "Senin inzârın bütün
yönlerden faydasız değildir. Binâenaleyh sen, genel biçimde uyar ve inzâr et.
Bu umumî ve genel inzârınla sen ancak zikre tâbi olanı uyarıp ikaz
edeceksin" demiştir. O sanki şöyle der: "Ey Muhammedi Sen bu
inzarınia ancak, hidayetin yolunu gösterirsin. Ama, kimlerin hidayete ereceğini
bilemezsin. Binâenaleyh, siyahı da uyar, kızıl tenliyi de. Maksûduna nail olacak olan ise, bu uyarına
tâbi olan ve öğütlerinden faydalanandır."
c) Bu, bizim şöyle dememizdirKelimesi, şu
manadadır: Yani, "İlk kez (uyarman için). Binaenaleyh sen \nzarda bulunup,
tebliğ yaptığında, btr kmm tallhza eder, yüz çevirir, büyüklenir ve arkasını
dönerse, sen de bundan sonra yüz çevir. Muhakkak ki sen ancak, sana tabi
olanları uyarabilirsin" demektir.
d) Bu,
üçüncüye yakın olup, şu anlamdadır: Sen, usûl bakımından herkesi inzâr edersin.
Amma fürû bakımından ise, namaz ve zekâtı terketmiş olan (ama bununla beraber)
zikre tâbi olup iman etmiş olan kimseleri inzâr edersin."
[21]
Cenâb-ı Hakk'ın
"O zikre uyan" ifadesi, birkaç
manaya
muhtemeldir:
a) Meşhur
olan bu görüşe göre, "Kur'ân'a uyan" anlamındadır.
b)
"Kur'ân'daki ayetlere tâbi olan" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın,
"Zikir sahibi olan Kur'ân'a andolsun(sad, 1) ayeti de buna delâlet eder.
Binâenaleyh, Kur'ân'ın bizzat kendisi zikir (öğüt, şan) şeref kılınmamıştır.
c)
"Delil ve burhana tâbi olan"
demektir. Çünkü burhan, bir zikir ve öğüt olup, fıtratı kemâle erdirir. Her
halükârda mana "Sen ancak, haşyet duyan bilginleri uyarırsın"
şeklinde olur ki bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'dan (hakkıyla) ancak, âlim
kullan korkar"(Ffitır,28) ve "îman edip de salih ameller işleyenler
(yok mu)" ayetleri gibidir. O halde, "zikre uydu" ifadesi,
"iman etti" anlamındadır. ifadesi de, "salih ameller
işleyen" anlamındadır. Bu izah şekli, Cenâb-ı Hakk'ın, "işte sen onu,
hem mağfiretle, hem de çok şerefli bir mükâfaatla müjdele" ifadesiyle de
kuvvet kazanır. "ez-Zikr" kelimesinin "Kur'ân" olarak
tefsir edilmesi, ez-Zikr"
kelimesinin elif-lâm ile marife kılınmış olmasıyla da te'kid olunur. Daha
önce, "Hakîm olan Kur'ân'a
yemin olsun" (Yasin, 2) ayetinde
Kur'ân zikredilmişti.
[22]
"Çok esirgeyen
Rahmân'a saygı gösterin" ifadesinde bir incelik ve letafet vardır ki, bu
da şudur: Rahmet, tevekkül ve ümidi doğurur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak,
kendisi her ne kadar Rahman ve Rahîm olsa da, akıllı kimseye gerekenin, haşyeti
elden bırakmaması olduğunu; çünkü, nimetinin rahmeti sebebiyle olduğu bir
kimseden, kendisine olan nimetlerini sona erdireceği korkusuyla daha çok
korkulması ve haşyet duyulacağını, duyulması gerektiğini söylemiştir.
Bu letafeti şöyle
tamamlayabiliriz: Allah'ın isimlerinden iki isim vardır ki, bunlar ancak
Allah'a mahsustur: Allah ve Rahman. Nitekim Cenâb-ı Hak, "De ki:
"İster AHah (diye) duâ edin, isterse Rahman (diye) duâ edin"fart,
no> buyurmuştur Hatta bazı imam ve alimler şöyle demiştir: Bunlar, alem olan
iki isimdirler. Sen bunu iyice anlayınca, bilesin ki Allah ismi, O'nun heybet
ve azametinden haber verir. Rahman ise, O'nun merhamet ve ilahî şefkatinden. Nitekim
Cenâb-ı Hak bir yerde "Allah'ı umar" (Ahzab, 21) buyururken, burda
da, "Rahmân'a saygı duyar" buyurmuştur. Yani, "O her ne kadar
azamet ve celâl sıfatıyla muttasıf ise de, siz O'ndan ümidinizi kesmeyin; ama,
o her ne kadar merhamet sahibi ise de, azabından da külliyyen emin
olmayın" demektir.
[23]
Ayet-i kerimedeki tabirine gelince, "Her ne kadar O,
görülen ve müşahede edilen derecesine varmamış olsa da, O'ndan delil ile haşyet
duyar" anlamındadır. Zira, (varlık) bu dereceye vardığında, O'ndan haşyet
duymanın bir anlamı kalmaz.
Meşhur olan görüş ise
şudur: Gayb, bizden gâib ve gizli olandır ki bu, Kıyametin hallerindendir,
Vahdâniyyetin de buna dahil olduğu söylenmiştir.
"Onu
müjdele" ifadesinde, risaletin iki gayesinden ikincisine bir işaret bulunmaktadır. Çünkü
Hz. Peygamber (s.a.s) hem uyarıcı, hem de müjdeleyicidir Allah, daha önce,
uyarması için onu resul yaptığını bildirmiş, sonra inzârın ancak zikre tâbi
olduğunda faydalı olacağını beyan etmiş, nihayette de, "Tıpkı, uyarıp da
faydalandırdığın gibi, şimdi de müjdele" buyurmuştur.
[24]
"bir
mağfiretle" İfadesi, nekire, yani belirsizdir. Yani, "Onu bütün
yönlerden kuşatacak olan geniş bir mağfirette" demektir. Öyle ki, artık
onun üzerinde nefsin izlerinden hiçbir şey görülmeyecek, üzerinde de, ruhun,
mücellâ nurları zuhur edecektir" demektir.
ise, "şeref
sahibi olan bir mükâfaatla" anlamındadır. Biz, kelimesi hakkındaki
manaları, Cenâb-ı Hakk'ın "Kerîm bir rızik" (Hacc, 50) ve "kerîm
bir nzıkla" (Ahzâb, 31) ayetlerinde zikretmiştik.
[25]
Cenâb-ı Hak daha sonra
şöyle buyurmuştur:
"Hakikat, ölüleri
Biz diriltiriz Biz. önden gönderdikleri şeyleri ve (bıraktıkları) eserleri de
biz yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta saymışadır"
(Yasin, 12).
Ayetin tertibi
hakkında birkaç izah şekli bulunur:
a) Allah
Teâlâ, mükellefin ancak kendisi sayesinde mü'min ve müslüman olacağı üç asıldan
birisi olan risâleti beyân edince, bundan sonra da başka bir aslı zikretmiştir
ki, bu da "haşr"dir.
b) Cenâb-ı Hak inzarı ve "Onu bir
mağfiretle müjdele" ifadesiyle de müjdeyi zikredip, bu da tam olarak
dünyada zuhur etmeyince, "Her ne kadar (bunların neticesini) dünyada
görmediyse de, bilsin ki, Allah ölüleri diriltir ve uyarılanlar ile
müjdetenenlerin hak ettiklerini verir" buyurmuştur.
c) Allah,
rahman olan Allah'a o gaybde olsa dahi, saygı gösterilmesi gerektiğini
zikredince, daha sonra bunu vurgulayan ifadeyi getirmiştir ki, bu da ölülerin
diriltilmesidir. Ayetin tefsiriyle alâkalı birkaç mesele vardır:
İnna Nahnu Sözü
ifadesi, iki manaya
muhtemeldir:
a) Şu
ifadelerde de olduğu gibi, mübtedâ ve haber olabilir. "Ben, Ebu'n-Necm'im
ve şiirim
de maruftur," Böyle ifadeler, büyük
bir şöhret söz konusu olduğunda söylenir. Çünkü, tanınmayan bir kimseye,
"kimsin sen?" denilir. O da, "Ben, falancaoğluyum" der,
böylece de kendini tanıtır. Ama, tanınan ve meşhur olan bir kimseye,
"Kimsin sen?" denildiğinde o, "Ben!" der. Yani, "beni,
kendimden daha iyi tanıtacak bir şey yoktur!" der. İste bunun gibi Cenâb-ı
Hak da "Muhakkak ki biz, biziz! Kemâl sıfatlarıyla muttasıftz. O halde
biz, zâtımızla bilinip tanındığımızda, ölüleri diriltmeye dair güç ve
kudretimiz de inkâr olunamayacaktır" buyurmuştur.
b) Haberin,
nuhyl kelimesi olması... Buna göre sanki "Biz ölüleri dirilteceğiz"
buyurmuştur. Nahnu ise, bir te'kîd ifadesi olur. Ama, birincisi daha uygundur.
[26]
Ayetteki, ifadesinde
bile, Cenâb-ı Hakk'ın birliğine işaret vardır. Çünkü ortaklık, o nefsin dışında
kalanlarla,
(o nefsin)
ayırdedilmesini gerektirir. Çünkü meselâ iki kişinin adı da Zeyd olsa, bu
durumda, birisi "Ben Zeyd'im" dese, bu tam bir anlatım olmaz. Çünkü
bu sözü duyan, "Hangi Zeyd'sin?" diyebilir. Eğer o, bunun üzerine
"Amr'ın oğlu" dese ve orada da, babasının adı Amr olan başka bir Zeyd
daha olsa, bu söz de yeterli olmaz. Binâenaleyh Cenflb-ı Hak, "Biz
biziz" dediğinde bu şu manaya gelir "Bize ortak olan bir başkası
yoktur ki, biz, "Ben şuyum" diye, kendimizi anlatıp diğerlerinden
ayırmış olalım." Bu durumda, burada hem risâlet, hem tevhîd, hem de haşr
demek olan, üç temel esas zikredilmiş olur.
[27]
Ayetteki, "önden
gönderdikleri şeyleri biz yazanz" ifadesi hususunda şu izahlar
yapılmıştır:
1) Bu,
"önceden ve sonradan yaptıkları şeyleri" demektir. Böylece, bunlardan
sadece biri zikredilmekle yetinilmiş olup, tıpkı aslında soğuk da kastedildiği
halde, "Sizi sıcaktan koruyan elbiseler" (Nahi, si) denilmesi
gibidir.
2) Bu,
"İster sâlih, ister fâsid olsun, onların daha Önce yaptıkları
amelleri" demek olup, bu da tıpkı, "Ellerinin takdim ettiği
şeyler" (şnn,4e) ayeti gibidir. Bu, "Ellerinin, var etmede, yapmada,
başka şeylere öncelik verdiği şeyleri, böylece yaptığı şeyler" demektir.
3)
Bu,
"Onların niyetlerini
yazarız, çünkü bu niyetler, amellerden
önce (mukaddem) olur ve bu niyetlerin eserlerini, yani amellerini yazarız"
demektir.
[28]
Ayetteki,
"eserlerini'1 ifadesi hususunda şu izahlar yapılmıştır:
1)
Ayaklarının izlerini... Çünkü bir grup sahabenin evleri mescidden uzaktı.
Dolayısıyla mescide yakın bir yere
yerleşmek
istediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Şüphesiz Allah sizin
adımlarınızı yazar ve o adımlarınıza karşılık
size mükâfaat verir. Binâenaleyh evlerinizi bırakmayın"
buyurmuştur.
2) Bu, meselâ yazılmış kitaplar, yapılmış
köprüler, Allah'ın dinine hizmet için ayrılmış (vakfedilmiş) evler gibi güzel
eserler veya bir zâlim tarafından başlatılmış daimî karanlıklar gibi (kötü
âdetler), saptıran kitaplar, eğlence aletleri ve sürüp gelen, yapılmış
menhiyyât alet-edevâtları gibi, kötü eserlerdir. Bu, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
şu hadisinde kastedilen manadır: "Kim güzel bir çığır açarsa onun sevabı
ve yapanların ücretinden (sevabından) hiçbirşey eksiîtilmeksizin, o çığırda
gidenlerin ücretinin (misli) bu kimseyedir. Yine kim kötü bir âdet başlatırsa,
ona kendi günahı ile birlikte o yolda gidenlerin günahı vardır."
Binâenaleyh ayetteki, "önden gönderdikleri" ifadesi, bunların
fiilleri; "eserleri" ifadesi de şükredenlerin filleridir.
"Dolayısıyla onlar böyle muamele görüp, buna göre mükâfaatiandırılacakları
için, onları müjdele."
3) Daha önce
de bahsettiğimiz gibi, "eserlerini" ifadesiyle onlann amelleri,
"önden gönderdikleri" ifadesiyle de, niyetleri kastedilmiştir. Çünkü
niyet amelden önce gelir.
[29]
Yazma işi, diriltme
işinden öncedir. O halde, Cenâb-ı Hak niçin bu ayette, önce diriltilmeden,
sonra yazmadan bahsetmiş ve "Önden gönderdikleri şeyleri yazarız ve onları
diriltiriz" dememiştir?
Cevap: Biz diyoruz ki:
Diriltme İşine önem kazandıran şey, amellerin yapılmasıdır. Çünkü eğer diriltme
işi, hesap vermek için olmazsa, bir önemi olmaz. Aslında yazmanın da, eğer
yeniden diriltme olmasaydı, bir manası kalmazdı. O halde, nazar-ı dikkate
alınacak esas şey, diriltme işidir. Yazma ise, bu diriltmeye önem kazandıran ve
onu destekleyen bir husustur. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, önce diriltmeden
bahsetmiştir.
Bir de Allah Teâlâ,
"Biz biz..." deyip, bu, bir Ululuğu İfade eden bir husus olup,
diriltme işi O'na mahsus büyük birşey olup, yazma işi de bundan daha aşağı bir
derecede olunca, bu önemli diriltme işini, lâm-ı ta'rif'li olan el-mevtâ
(ölüler) kelimesiyle birlikte zikretmiş, daha sonra da zaten büyük olan bu şeye
iyice önem kazandıran hususu, yani yazma işini zikretmiştir.
[30]
Hak Teâlâ'nın
"Biz herşeyi apaçık bir kitapta saymı-sızdır" beyanı hakkında şu
izahlar yapılabilir:
1) Bu,
onların önden gönderdikleri, yani yaptıkları şeylerin ve eserlerinin, yani
tesirlerinin, değişmeyen bir biçimde, onlar iğin yazılmış birşey olduğunu
anlatmaktadır. Çünkü kader kalemi, olacak şeyleri yazmış, tamamlamıştır.
Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, "Önden gönderdiklerini yazarız" deyince,
bundan önce bir başka yazının daha bulunduğunu anlatmıştır. Çünkü Allah Teâlâ,
onlar için, "Onlar şöyle şöyle yapacaklar" diye yazmış, sonra da
onlar bu şeyleri yaptıklarında, onların bunları yaptıklarını yazmıştır.
2) Bu, ayetteki "yazarız" ifadesini
te'kid etmektedir. Çünkü, bazı kâğıtlara birşeyler yapıp, onu atan kimse, onu
bir daha bulamayabilir. Böylece de o, sanki yazılmamış gibi olur. İşte bu
sebeple Cenâb-ı Hak, "Biz yazarız ve yazdığımızı, İmam-ı Mübîn'de muhafaza
ederiz" demiştir. Bu tıpkı, "O (Kıyametin bilgisi), Rabbimin
yanındaki bir kitaptadır. Rabbim ne yanılır, ne unutur" çtua, 62) ayetinde
beyan edildiği gibidir
3) Bu, "tahsis"öen sonra tamîm
(genelleme) bildiren bir ifadedir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Önden
gönderdikleri şeyleri ve eserlerini biz yazarız. Bu yazı, sadece bunlara da has
değildir. Aksine herşey bir Kitab-ı Mübîn'de yazılıp toplanmıştır"
demiştir ki bu, söz ve fiillerden hiçbirinin, Allah'ın ilminin dışında
kalmadığını, Allah Teâlâ'nın herşeyi bildiğini bildirir. Bu tıpkı,
"Onların yaptıkları
herşey,
defterlerdedir" Her küçük ve büyük şey satırlara yazılmıştır."
(Kamer, 52-53) ayetinde ifade edildiği gibidir, yani kaydedilen şeyler onların
yaptıkları fiillere münhasır olmaksızın, yaptıkları büyük-küçük herşey de
yazılmaktadır.
[31]
Ayetteki, "Onu
saymışızdır" cümlesi, "yazdık" ifadesinden daha beliğdir. Çünkü,
birşeyi parça parça yazan kimse, ne kadar yazdığını anlamak için toplamaya
muhtaçtır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Bu yazılan şeyler, o kitapta
sayılıdır" buyurmuştur. Burada kitaba, İmam-ı Mübîn denilmiştir. Çünkü
melekler ona uyar, onu takib ederler. Binâenaleyh "siz de, o kitapta
yazılı olan, ecel, rızık, diriltme ve öldürme gibi şeylere uyun"
anlamındadır. Buradaki "İmâm"
sözüyle, Levh-i Mahfuz'un kastedildiği söylenmiştir. "İmâm" kelimesi, "Her insanı, imamlarıyla birlikte
çağırdığımız o gün" (fert, 71) ayetinde, cemî olarak getirilmiştir.
Binâenaleyh "İmâm"
kelimesi müfred olursa, "kitap"
ve "hicâb" gibi olur, cemî
olursa, "cibâl" ve "hibâl" gibi olmuş olur. Mübîn, herşeyi ortaya koyan, apaçık
gösteren demektir. Kitaba bu ad konulmuştur. Çünkü bu hem meleklere
yaptıklarını hem de insanlara ne yapılacağını göstermektedir. O halde bu,
insanların durumlarını ayırıp, gösteren bir fârık (ayırıcı) demektir. Böylece
bir kısmını cennete, bir kısmını cehenneme sokar.
[32]
"Onlara, o şehir
ahalisini örnek ver. Hani oraya elçiler gelmişlerdi. Biz o
zaman kendilerine iki elçi göndermiştik de, onian
yalanlamışlardı. Biz de bir
üçüncü ile, onian
takviye etmiştik ve "Biz size gönderilmiş elçileriz"
demişlerdi"
(Yasin. 13-14).
Bu hususta şu iki izah
yapılabilir ve her iki izaha göre de, ayetin kendinden Öncekilerle münasebeti
açıktır:
1) Bu,
"Onlar için, bir darb-ı mesel (örnek) getir" demektir.
2) Bu, "O şehir ahâlisinin halini, kendin
için örnek getirerek, o kâfirlere darb-ı mesel yap, yani nefsine karşı o şehir
ahalisini örnek getir" demektir. Birinci manaya göre, diyoruz ki: Allah
Teâlâ, "Sen hiç şüphesiz, (gönderilen) peygamberlerdensin" (Yftsin,3)
ve "Onları uyarman ıçin"(Ytaîn.e) buyurunca, "Onlara "Ben
peygamberlerin ilki değilim. Aksine, benden az bir zaman önce de, o şehir
ahalisine peygamberler geldi. Bu peygamberler, onları, benim sizi inzâr ettiğim
şeyle uyardılar, Allah'ın birliğinden
bahsettiler, Kıyametle korkuttular,
cennet yurdunun nimetleriyle müjdelediler" de"
buyurmuştur.
İkinci manaya göre
ise, irtibat (münasebet) şöyledir: Cenâb-ı Hak, "İnzâr, benim saptırıp,
iman etmemelerini takdir ettiğim kimselere fayda vermez" deyince, Hz.
Peygamber (s.a.s)'e, "Üzülme. Kendin ile kavminin durumunu bir örnekle
göster, yani, onlara kendinin misalini ver. Çünkü o şehir ahalisine de üç tane
elçi gelmiş, ama onlar iman etmemişlerdi. O peygamberler, öldürülme ve
eziyetlere karşı sabretmişlerdi. Sen ise kavmine tek olarak geldin. Kavmin, o
üç peygamberin kavminden daha çok. Çünkü onlar bir şehre vazifelendiril m
işlerdi. Sen ise, bütün âleme peygamber olarak vazifelendirildin"
demiştir.
Ayetin tefsiriyle
ilgili birkaç mesele vardır:
[33]
Arapça'da "darb", ya bir şeyi bir şeye
sert bir şekilde vurmak demektir, yahut da "Yeryüzünde darbettiğiniz
(yani sefere
çıktığınız) zaman" (nisa, 101) ayetinde olduğu gibi, harf-i çerle
kullanıldığında, yürümek manasınadır. Bununla birlikte, "mesel darb
olundu" ve ayetteki ifadesinde bu
kelimenin manası nedir?
Cevap: "Mesel
darb olundu" deyimi (misal getirildi, örnek verildi) demektir. Çünkü "darb", aynı zamanda
"çeşit" manasınadır. Nitekim Arapça'da, "Bu şeyler aynı "darb"tandır, yani,
"bunları aynı çeşit say" denilir.
[34]
Ayetteki "Ashab-ı
Karye" (o şehir ahâlisinin manası, "Onlara, o şehir ahâlisinin misali
gibi bir misal ver" şeklinde
olup, buradaki mesel
(misal) kelimesi hazfedilmiş ve "ashab" kelimesi i'rab açısından onun
yerine getirilmiştir. Bu tıpkı, "O köye (şehire) sor" (Yusuf. 82)
ayetinin, ("O şehir ahâlisine sor" takdirinde olması gibidir). Bu,
Zemahşert'nin Keşsâf 'daki görüşüdür. Ama şöyle de
denilebilir: "Böyle bir takdire gerek yok. Aksine mana, ya "O şehir
ahalisini onlara bir misal yap" şeklindedir, yahut da, "Onlara, o
şehir ahâlisini misâl ver" şeklindedir.
[35]
Ayetteki İz, mahallen
mansubtur. Çünkü bu kelime, "Ashab-ı Karyemden bedeldir ve sanki, "Ya
onlara,
peygamberin geldiği vakti darb-ı mesel
(örnek) yap, yahut da o vakti, senin geliş vaktine misal getir"
manasınadır. Bu, Zemahşerî'nin de görüşüdür. Bizce bu misal, tesellî etmek
için, Hz. Muhammed (s.a.s)'e verilmiş bir darb-ı mesel olur. Şöyle de
denebilir: Ayetteki İz kelimesi, (ıdnb) ile mansubtur, yani, "Onların
geldiği ve bu işin yapıldığı o zamanı darb-ı mesel yap" demektir.
[36]
Ayette bahsedilen
"karye" (şehir) Antakya olup, gönderilen o elçiler de, Hz. İsa
(a.s)'nın ümmetindendir. Bunlar, Hz. Muhammed (s.a.s)'in zamanına yakın bir
kavme gönderilmiş peygamberler olup, Cenâb-ı Hakk'ın da beyan ettiği gibi, üç
kişidirler. Ayetteki İz erselnâ kelimesi ile ilgili olarak şu iki izah yapılır:
a) Bu,
önceden geçen iz caehft ifadesinden bedeldir. Buna göre Cenâb-ı Hak, "Biz
o şehir ahâlisine, iki peygamberi gönderdiğimiz zamanı, onlara misal
getir" demiştir.
b) En doğru
ve en açık olan görüşe göre bu ifadenin başındaki iz edatının zarf olup,
fiillinin ise kendinden önce geçen câe olmasıdır. Buna göre mana, "O
peygamber oraya, onları gönderdiğimiz zaman gelmiş (gitmiş)lerdi, yani, onlar
kendiliklerinden gitmemişlerdir. Onlar
oraya emrolunduklan için gitmişlerdi" şeklindedir. Burada şöyle
bir incelik var: Bu anlatıştan o peygamberin Hz. İsa (a.s) tarafından
Antakya'ya gönderildikleri çıkmaktadır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak
"Hz. İsa'nın göndermesi, bizim göndermemiz sayılır. Allah'ın izni alınarak
gönderilen, Allah'ın elçisinin elçileri, Allah'ın elçileri sayılır. Binâenaleyh
ey Muhammed, aklına, "Bunlar, peygamber otan Hz. İsa'nın elçileriydi, ben
ise Allah'ın elçisiyim" diye bir düşünce gelmesin. Çünkü onları yalanlamak
tıpkı seni yalanlamak gibidir" demiş ve bu teselli, "Göndermiştik
de" ifadesiyle tamamlanmıştır. Bu, şöyle bir fıkhî meseleyi destekler:
Müvekkilin izni ile tayin edilen vekilin vekili (avukatın avukatı), vekilin
avukatı değil, müvekkilin avukatı sayılır. Binâenaleyh vekilin onu azletmesiyle,
o azlolunma*. O ancak müvekkil azlederse, azlolunmuş olur. Bu izah, ayetteki
"Onlara örnek ver" ifadesinin, Hz. Muhammed (s.a.s) için getirilmiş
bir mesel oluşu, görüşümüz hususunda çok açık bir delildir.
Cenâb-ı Hak, "Biz
o zaman kendilerine iki elçi göndermiştik de, onları yalanlamışlardı"
buyurmuştur. Bu elçilerin, önce iki kişi olarak gönderilmesinde şöyle bir
hikmet yatmaktadır: Onlar, Allah'ın izniyle Hz. İsa (a.s) tarafından
gönderilmişlerdi. Binâenaleyh üzerlerinde, durumu Hz. \aa (a.s)'ya iletmek ve
Allah'ın emrini yerine jatrme görevleri vardı. Allah Teâlâ, yanında hiçbir
şahidin sahiciliğine ihtiyaç «■ymayan ve herşeyi bilen bir âlimdir. Hz.
İsa (a.s) ise bir insandır. İşte bu sebeple CanAb-ı Hak ona, o ikisinin sözü, o
şehir ahalisi aleyhinde Hz. İsa (a.s) yanında tam ar lûccet olsun diye, iki
kişiyi göndermesini emretmiştir.
Cenâb-ı Hakk,
"Biz de bir üçüncü ile onları takviye etmiştik" buyurmuştur. Bu
kelime, bir kimse, birisine galip geldiğinde kutlanılan, den olarak, şeddesiz şeklinde de okunmuştur. Buna göre sanki, o
peygamberler, "Biz galip geldik, üçüncüsü ite de ezdik geçtik"
demişlerdir. Fakat birinci mana daha açık ve daha meşhurdur. Allah Teâlâ şöyle
bir incelikten ötürü, burada mef'ul getirmeyerek "Biz o ikisini takviye ettik"
buyurmamıştır. Çünkü o ikisinin gönderiliş maksadı, hakka yardımcı olmalarıdır.
Yoksa, onların kendilerine yardım değildir. Binâenaleyh bunların üçü birden,
apaçık delillerle, metin dini desteklemişlerdir. Bu ifadeyle ilgili birkaç
mesele vardır:
[37]
Hz. Peygamber (s.a.s),
etrafa elçiler göndermiştir. Ama
bunları
teker teker göndermiştir. Hz. İsa (a.s) ise, bunları
iki kişi olarak
göndermiştir niçin?
Diyoruz ki: Hz.
Peygamber (s.a.s), furû {itikadla İlgili olmayan) meseleleri anlatmak için
elçiler göndermiştir. Fer'î meseleler, itikadî meselelerden daha az önemlidir.
Dolayısıyla bir kişi göndermekte yetinmiştir. Çünkü fer'T meselelerde bir tek
kişinin haberi geçerlidir. Fakat bu iki resul (elçi), İtikâdî hususları
anlatmak için gönderilmişlerdir ve daha inandırıcı olsunlar diye, onlara
mucizeler de verilmiştir. Aksi halde, ne iki kişinin, ne de üç kişinin
gönderilmiş olması yetmezdi.
[38]
Hak Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'dan bahsederken,
"Senin (kolunu) pazunu güçlendireceğiz" (Kasa», 35) buyurmuş ve
mef'ûlü zikretmiştir.
Tefsir ettiğimiz ayette ise, maksad hakkı desteklemek olduğu halde, mef'ûlü
açıktan zikretmemiştir, niçin? Diyoruz ki: Musa
(a.s), (Allah'ın kendisiyle onu güçlendirdiği) Harun (a.s)'dan daha üstündü.
Harun (a.s), onunla birlikte, onun isteği üzerine gönderilmişti. Çünkü Hz. Musa (a.s), "Onu benimle
birlikte gönder" (Kasan. 34) demişti. Binâenaleyh Harun (a.s), Musa (a.s)'ı
sözlerinde tasdik etmek ve emrettiklerini yerine getir/nek için gönderilmişti.
Fakat bu ayette bahsedilen iki elçi, herbiri müstakil olarak, hakkı
söylemekteydiler. Binâenaleyh orada maksad,
Musa (a.s)'nın takviye edilmesi ve alışmış olduğu Harun (a.s)'ın onunla gönderilmesidir. Burada ise maksad, hakkı
takviye etmektir. Böylece aradaki fark ortaya çıkmış olur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, onlardan sâdır elan ve aleyhlerine olan şeylerin, tıpkı Hz. Musa (a.s)'dan
sâdır olan şeyler ile aleyhine olan şeyler gibi olduğunu beyan buyurarak,
"Biz size gönderilmiş elçileriz" dediklerini söyledi. Nitekim, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in de, "Hiç şüphesiz ben, peygamberlerdenim"(Yâsin,
3) dediğini haber verdi.
[39]
Yine Cenâb-ı Hak, o
kavmin şöyle dediklerini haber verdi:
"Onlar: ''Siz,
bizim gibi insandan başka kimseler değilsiniz. Hem sonra Rahman, hiçbir şey
indirmemişür. Siz ancak yalan söylüyorsunuz" dediler"
(Yasin, 15).
Onlar, o elçilerin,
kendileri gibi insan olmalarını, peygamber olarak gönderi İçmeyeceklerine bir
delil kabul ettiler. Bu, müşriklerin genel tavrıdır. Çünkü bu müşrikler de,
"Bu zikir (Kur'ân), aramızda ona mı indirildi?" (Sâd,8) demişlerdi.
Onlar bunu, Allah'ın hür ve irade sahibi olduğuna inanmadıkları için, bir delil
sanmışlardı. Onlar, Cenâb-ı Hakk'ın, otomatik (iradesiz olarak hareket eden)
bir varlık olduğunu söylüyorlardı. "Binâenaleyh insan olma bakımından
hepimiz eşitiz. Aramızda tercih yapıp, birimizi seçmek mümkün değil"
diyorlardı. Allah Teâlâ ise, onların bu görüşlerini, "Allah, peygamberliği
kime vereceğini bilir" (En-am, 124) ve "Allah dilediğini seçer" (şurâ,
13) buyurarak, reddetmiştir.
Hak Teâlâ'nın
"Hem sonra Rahman, hiçbirşey sıdirmemiştir" ifadesi, şu iki manaya
gelebilir:
1) Bu,
onların iddia ettikleri sözün devamıdır. Böylece bu ifadelerin hepsi, tek : •
şüpheyi ortaya koymuş olur. Bunun izahı şöyledir: Onlar, "Siz insansınız.
Allah katından gelmediniz. Allah size hiçbir kimseyi indirmedi. Öyle ise nasıl,
Allah'ın elçileri oluverdiniz?" demişlerdir.
2) Bu cümle,
ayrı bir şüpheyi ortaya koymaktadır. Bunun izahı şöyledir: Onlar, Siz de bizim
gibi insansınız, öyle ise bize bir Üstünlüğünüz olamaz" dediler ve bu
şüphelerini, peygamberler açısından ileri sürdüler.
Sonra da peygamber gönderen açısından olan diğer bir şüpheyi ileri sürüp,
"Allah Teâlâ bu âleme hiçbirşey
indirmemiştir.
Çünkü O'nun tasarrufu ulvî âlem (gök) ile İlgilidir. Süfli âlemde dünyada) ise
tasarruf (irade), ulvî âlemde bulunan (yıldızlar vs.)'ye aittir" dediler.
Onlar bunu, kendi inançlarına göre söylediler ve netice olarak, "O halde
Allah oınyaya hiçbirşey İndirmedi. Öyle ise o vahiy, sizlere nasıl indi?"
demek istediler. Ayetteki "Rahman" ifadesi, bu görüşlere bir
reddiyedir." Çünkü Allah, dünyanın Rahm&n'ı olup, peygamber göndermek
de bir rahmet olduğuna göre, Rahman ola ola, o nasıl rahmetini indirmez"
demektir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Onlar,
Rahman hiçbirşey indirmedi" dediler. Halbuki Rahman, rahman olduğu
halde, nasıl ıçotrşey, yani tam rahmetini indirmez?" buyurdu.
Daha sonra onlar, "Siz ancak yalan söylüyorsunuz yani,
+aiancılarsmız" dediler.
[40]
"(Elçiler)
dediler ki: "Rabbimiz biliyor ki, biz gerçekten size gönderilmiş
kimseleriz. Üzerimize düşen iş, apaçık bir tebliğden başkası değildir"
(Yasin. 16-17).
Bu ifade, o elçilerin,
sırf yalanlanma ile bu işi bırakmadıklarına, bıkıp usanmadıklarına, aksine
hakikati onlara defalarca, tekrar tekrar anlattıklarına ve yemin ederek te'kid
ettiklerine bir işarettir. Çünkü onlar böyle demişler ve sözlerini, lâm-ı
te'kid ile, vurgulamışlardır. Çünkü "Allah'ın bilmesi" yemin yerine
geçer (ve yeminin cevabı lâm İle gelir). Zira olmayan şeyler hususunda,
"Allah biliyor ki" diyen kimse, Allah'a cahillik isnad etmiş olur ki
bu, tıpkı yemini bozmanın cezayı gerektirmesi gibi, bir ikab sebebidir.
Ayetteki, "Rabbimiz biliyor" ifadesinde, kâfirlere bir red vardır.
Çünkü o kâfirler, "Siz de insansınız" demişlerdi. Bu böyledir, çünkü
Allah onların elçi olduğunu bilince, bu tıpkı, "Allah, peygamberliği kime
vereceğini bilir"(En1im, 124) ayeti gibi olur, yani, "O, herşeyi
bilen ve herşeye kadir olan bir zattır. Binâenaleyh ilmi ile, bu göreve bizi
seçti" demektir.
[41]
Daha sonra onlar,
kendilerini teselli için, "Üzerimize düşen iş, apaçık bir tebliğden
başkası değil" elemişlerdir. Bu, "Biz üzerimize düşeni, elimizden
geleni yapıp, mes'ûliyetten kurtulduk" demektir. Onlar böylece, o kavmi
düşünmeye teşvik etmişlerdir. Çünkü onlar, "Bizim görevimiz sadece
tebliğ" deyince, bu, o elçiler onlardan hiçbir ücret istemedikleri, bir
makam ve mevki elde etme sevdasında olmadıkları, işlerinin sadece bir tebliğ ve
hatırlatma olması açısından, o kâfirlerin elçilerin halleri üzerinde iyice
düşünmelerini gerektirir. Bu, insanı tefekküre sevkeden şeylerdendir. Ayetteki
"mübîn" (apaçık) ifadesi, şu manalara gelebilir:
a) Bu, "hakkı, bâtıldan mucize ve
burhanlarla ayıran bir tebliğdir" demektir.
b) "Bu, bizim herkes için gönderildiğimizi
gösteren bir tebliğdir." Yani, "Bu peygamberlik göreVimizi, bir-ıki
şahsa tebliğ etmemiz, bu hususta yeterli olmaz."
c) Bu, hakkı
alabildiğine açıklayan bir tebliğdir. Binâenaleyh bu iş yapıldığı hakte, onlar
bunu kabul etmezlerse, oranın helaki gerekli olur."
[42]
Kâfirlerin, bundan
sonraki cevapları şöyle demeleri olmuştur:
"Dediler ki:
"Sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer vazgeçmezseniz, sizi mutlaka
taşlarız. Şüphesiz bizden size muhakkak acıklı bir azab da
dokunur"
(Yâsîn, 18).
Bu böyledir, çünkü o
elçilerin tebliğde iyice ciddî davrandıkları görülünce, müşriklerin de
yalanlamada ileri gittikleri görülüyor. Çünkü o elçiler, "Biz size
gönderilmiş elçileriz" deyince, onlar, "Siz ancak yalan
söylüyorsunuz" demişlerdi. Elçiler, sözlerini, "Rabbimiz biliyor
ki" diye, yeminle pekiştirince, onlar da, o peygamberler yüzünden
uğursuzluğa uğradıklarını te'kidle söylemişlerdir.
Buna göre sanki onlar,
birinci sözlerine karşı, "Siz yalancılarsınız"; ikincisinde ise,
"Siz yalanda ısrar ediyor, yalan yere yemin ediyorsunuz. Halbuki yalan
yere yemin etmek, memleketleri ıssız ve harabe bırakır, uğursuzluk getirir.
Dolayısıyla başımıza uğursuzluk geldi. Birincisinde, size ses çıkarılmadı. Ama
ikincisinde, yüzünüzde başımıza uğursuzluk geldiği için, artık sizi rahat
bırakacak değiliz" demek istemişlerdir. Bundan dolayı da, "Eğer
vazgeçmezseniz, sizi mutlaka taşlarız. Şüphesiz bizden size, muhakkak acıklı
bir azab da dokunur" demişlerdir.
[43]
Ayetteki, "Sizi
mutlaka taşlarız" ifadesi, şu iki manaya gelebilir:
a) Bu, "Sizi söz, sövüp-sayma ile adetâ
taşlarız" demektir. Buna göre, "Size dokunur" ifadesi,
cezalandırmada, bir artırmayı gösterir. Binâenaleyh sanki onlar, "iş sövüp
saymayla da kalmaz, dövmeye ve işkenceye kadar uzanır" demek
istemişlerdir.
'
b) Bununla, bizzat taş yağmuruna tutma manası
kastedilmiştir. Bu durumda, ayetteki, "size dokunur" ifadesi, bu
recmin (taşlamanın) nasıl olacağını anlatmış olur, yani, "Bu, sizi bir-iki
taşta taşlayıp bırakma ile olmaz. Aksine bu, sizler ölünceye kadar sürdürülür.
O ölüm de, elem verici bir azabtır" demektir. Ayetten kastedilen mana,
"sizi recmederiz ve böylece bizden size elîm bir azab dokunur"
şeklinde olur. "Effm" lafzının mü tim (acı veren) manasına geldiğini
söylemiştir. "Fâ'il" vezninin, müfîl
ism-İ fail manasına gelmesi azdır. Bu kelimenin "razı olan bir
hayat" deyiminde olduğu gibi, elemli manasında olması da mümkündür. Bu
durumda da, fail vezni fail (yapan) manasına olmuş olur, böylesi çoktur.
[44]
O peygamberler daha
sonra şöyle diyerek onlara cevap vermişlerdir:
"Dediler ki:
"Sizin uğursuzluğunuz, sizledir. Size öğüt verildi diye mi böyle
söylüyorsunuz? Hayır, hayır, siz haddi aşan bir topluluksunuz"
(Yâsin, 19)
Bu, "Sizin
uğursuzluğunuza sebeb olan küfrünüz, sizin kendinizdedir" demektir. Daha
sonra bu elçiler, onların, "Sizi recmederiz" sözlerine, yani,
"Size nasihat edilip, hakikat mucize ve delillerle açıklanınca, yine bize
böyle yapar mısınız? Hayır, hayır, siz, sayesinde uğur ve bereket elde
edeceğiniz kimseleri, uğursuz sayarak, kendilerine ikram etmeniz gereken
kimselerin canına kastettiğiniz için, haddi aşan bir güruhsunuz"
demişlerdir. Yahut da bu ifade, "Sizler, kâfir olduğunuz, mucize ve
burhanlarla hak ortaya çıkmasına rağmen haksızlıkta ısrar ettiğiniz için haddi
aşmışsınız" demektir. Çünkü kâfir, günahkârdır. Kendilerine deliller
tamamen anlatılıp, herşey izah edilip, buna rağmen küfürde ısrar edince, müsrif
olmuş olurlar. Çünkü müsrif, hakkın zıddı olan şeyde ileri gitmiş olduğu için,
haddi asan kimse demektir. O kâfirler de, pek çok hususta böyle idiler.
Birşeyden uğur veya uğursuzluk kapmaları hususundaki israflar anlaşıldı; yine
onlann "elem verme" ve "ikram etme" bakımından israfları da
anlaşıldı, küfürdeki israflarına gelince, onlara düşen delile tabî olmalarıydı.
Bu olmazsa, en azından, onuruzıddı hakkında kesin konuşmamaktı. Ama bunlar,
iman hakkında apaçık deliller ortaya çıktıktan sonra bile, küfre çakılıp
kalmışlardı.
,
İmdi, eğer
"Ayetteki bel (Haytr, hayır) edatı, "Idrâb" içindir. Öyleyse
burada vazgeçilen fikir nedir?" denilirse, biz deriz ki: Onların,
"Siz ancak yalan söylüyorsunuz" demelerine karşı söylenen, "Size
nasihat edilirse de mi?" ifadesi, onların peygamberleri yalanlamalarına
karşı söylenen bir sözdür. Buna göre, sanki o peygamberler, "Biz aklî
deliller getirirsek de mi, yine yalan söyleyici oluruz. Hayır, hayır tam
aksine, siz haddi aşan bir güruhsunuz" demişlerdir. Yahut da bu,
"Biz, ileri sürdüğümüz şeyin doğruluğunu ortaya korsak, yine de recmedilir
ve elim azaba müstehak olur muyuz? Hayır, hayır, siz müsrif bir
kavimsiniz" demektir. Yahut da, "Biz, üzerinde olduğumuz şeyin
doğruluğunu ortaya korsak, yine de mi, uğursuz kabul ediliriz. Hayır, hayır,
aslında siz müsrif bir kavimsiniz" demektir.
Hz. İta (a.s)'nın
Elçileri
Bu kıssa meşhur olup
şöyledir: "Hz. İsa (a.s), Antakya'ya iki elçi gönderdi. Bu iki zat,
oradakileri Allah'ın birliği inancına davet ettiler, anadan doğma körleri ve
alaca hastalığını iyileştirme, ölüleri diriltme gibi mucizeler gösterdiler. Ama
oranın kralı bunları hapsetti. Derken, bunların peşisıra bir üçüncüsü olan,
Şem'Ûn gönderildi. O, kralın yanına vardı ve (açıktan) peygamberlik iddiasında
bulunmadı, güzel bir tedbir
(siyaset) ile, kralın yanına yaklaşabildi ve
sonra ona, "Duyuyorum ki hapiste, enteresan şeyler iddia eden iki kişi
varmış. Ne dediklerini duyalım-görelim diye, huzura çıkarılamazlar mı
acaba?" dedi. Kral da, "olabilir" dedi ve o ikisi huzura
getirildi. Onlar, hak sözlerini söylediler. Bunun üzerine Şem'Ûn onlara,
"Bir deliliniz var mı?" deyince, o İkisi, "evet" deyip,
anadan doğma körleri, alacalı hastaları iyileştirenler, ölüleri dirilttiler.
Bunun üzerine Şem'ûn, "Ey kral, onları yenmek istiyorsan, taptığınız
ilahlara söyle de, onlar bunu halletsin" dedi. Bunun üzerine kral, "O
ilahların görmediklerini, duymadıklarını, kadir olmadıklarını ve bilmediklerini
sen biliyorsun" dedi. Şem'Ûn da, "Öyleyse hak, bu ikisi tarafında
demektir" dedi. Kral ve bir grub insan, bunun üzerine iman ettiler. Ama
diğer insanlar küfürde devam ettiler ve üstünlük yine o kâfirlerde kaldı.
[45]
"O şehrin en uzak
köşesinden bir adam koşarak geldi ve dedi ki: "Ey kavmim, o gönderilmiş
olanlara uyun"
(Yâsin, 20).
Bu ayetin manası ve
önceki kısımla münasebeti hususunda şu iki izah yapılabilir:
a) Bu ifade,
o elçilerin kendilerine bir adamın koşarak gelip iman edeceği bir şekilde,
apaçık bir tebliğde bulunduklarını göstermektedir. Buna göre ayetteki, "O
şehrin en uzak köşesinden" İfadesinde açık bir belagat vardır: Çünkü
şehrin en uç köşesinden bir adam, iman etmiş olarak gelince, bu, onların inzar
ve tebliğlerinin, tâ şehrin (o beldenin) en uzak noktalarına kadar ulaştığına
delâlet eder.
b)
Ayetteki darb-ı mesel (örnek), Hz. Muhammed
(s.a.s)'in kalbini teselli için yapılınca, Hak Teâlâ, o elçilerden bahsetmesinin
peşisıra, o elçileri tasdik ve kâfirlerin eziyetlerine sabır hususunda ve en
büyük mükâfaatın onların olacağı hususunda, tıpkı o elçilerden bahsetmenin, Hz. Muhammed (s.a.s)'e teselli için
olması gibi, ashabın kalbine bir teselli olsun diye de, o mü'minlerin
gayretlerinden bahsetmiştir.
[46]
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
Bu ayette bahsedilen
zat, Allah katında bilinen birisi olmasına rağmen, "racul" (adam)
kelimesinin nekire getirilmesinin şöyle iki faydası var:
a) Bu, o
kimsenin kıymetinin çok fazla olduğunu gösteren birşeyolup, "O, adam •*
bakımından mükemmel bir zat idi" demektir.
b) Elçilerin
gerçeği tam manasıyla tebliğ ettiklerini gösterir. Zira, hiç tanımadıkları
bir kimse bile tebliği duyup iman etmiştir. Onların
onunla anlaşmış oldukları da ileri sürülemez. Ayette bahsedilen o adam,
Habibu'n-Neccflr'dır ki, o, put yapıyordu. Hz.
Muhammed (s.a.s) dünyaya gelmeden önce, ona iman etmişti; zira Allah'ın
kitaplarını okuyan ve onu anlayan birisi idi. Dolayısıyla da, o kitaplarda Hz.
Peygamber (s.a.s)'le alâkalı vasıfları ve onun, peygamber olarak gönderileceği
haberini görmüş okumuştu.
[47]
Ayetteki yes'a kelimesi, "O kimse,
mü'minlerin, yapacakları nasihatler hususunda
bütün gayretlerini
sarfetmeleri için,
onlara yol göstermek gayesiyle koşar, çaba sarfeder" anlamındadır. Biz
Cenâb-ı Hakk'ın, ayetteki "O şehrin en uzak köşesinden" ifadesinin,
faydasını az önce anlatmıştık ki, bu da, o elçilerin tebliğlerinin, şehrin ta
en uç köşesinde bulunan kimselere kadar ulaşmış olduğunu anlatmadır. Ayette
bahsedilen şehir, Antakya otup, o zaman çok büyük bir şehir idi. Şu andaki
büyüklüğü, önceki kadar değildir. Buna rağmen, yine de büyük sayılır.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Deki: "Ey kavmim, o gönderilmiş olan elçilere uyun" cümlesinde
şöyle birtakım ince manalar vardır:
1) Ayetteki,
"Ey kavmim" ifadesi, onun onların üzerine titrediğine ve onlara çok
şefkat gösterdiğine işaret eder. Çünkü onları, "Ey kavmim" diyerek
kendisine izafe etmesi, onlara, hayırdan başka hiçbir şey dilemediğini ifade
eder. Bu, tıpkı, Firavun hanedanının iman edenlerinin, "Ey kavmim, bana
tabi olunuz" (Hümer, 2B) demesi gibidir.
İmdi, şayet, "Bu
kimse, "elçilere tabi olunuz" demiştir. O ötekisi ise, "bana
tâbi olunuz" demiştir. O halde, aradaki fark nedir?" denilirse, biz
deriz ki: Burada bahsedilen kimse, o kimselere gelmiş ve gelir gelmez de onlara
nasihatta bulunmuş, ama onların gidişatlarını görmemiştir. İşte bu sebeple,
"Size, delilleri açıklayan, yolları izah eden bu kimselere tabi
olunuz" demiştir. Ama, Firavun hanedanından İman eden kimse ise, o
hanedanın içindeydi. Hz. Musa (a.s)'ya tabi olmuş ve o hanedana, defalarca
nasihatta bulunarak "Musa ve Harun'a iman etmek hususunda bana uyunuz. Ve,
biliniz ki, şayet bu güzel ve bir hayır olmasaydı, bunu ben kendim için tercih
etmezdim. Halbuki sizler, benim bunu tercih ettiğimi biliyorsunuz"
demiştir. Halbuki o şehrin en uç köşesinden gelen o adam, "Sizler benim o
elçilere tabi olduğumu biliyorsunuz" diyememiştir.
2) Bu zât,
nasihat etmekle iman ettiğini ihzar etmeyi beraberce yapmıştır. O halde,
ayetteki "uyun" ifadesi bir nasihat, "elçilere" ifadesi de,
kendisinin iman ettiğini ortaya koymakta olan bir ifadedir.
3) Bu zât,
nasihati, iman ettiğini ortaya koymaktan önce yapmıştır. Çünkü o, o anda nasihat
etme gayreti içindedir. İman etme işi ise, daha önce olmuş bitmiş bir
hadisedir. Ayetteki, "koşan bir adam" ifadesi, bu zâtın, iyilik
isteyen bir zât olduğuna delâlet eder. Bu zât ile ilgili olarak anlatılan kıssa
da, onun, "Allahım, kavmimi hidayete erdir" dediği sırada
öldürüldüğünü bildirir.
[48]
"Uyun, sizden
hiçbir ücret istemeyen o kimselere. Onlar hidâyete ermiş
zâtlardır"
(Yasin, 21).
buyurmuştur ki, bu,
son derece güzeldir. Zira, burada bahsedilen kimse, "elçilere uyun"
deyince, "sanki o müşrik kimseler, onların elçilik görevini yapmalarına
mani olmuşlar da, böylece de bu zât (bu ifadeyi) bir derece yumuşatarak,
"Şüphe yok ki, dünyada insanlar, bir yola sülük etmekte ve istikameti
aramaktadırlar. O yolda karşılarına bir kılavuz çıkarsa, ona uymak vacib olur.
Halbuki, uymaktan geri durmak, ancak şu iki halde uygun olabilir: Ya, o
kılavuzun, ücret talebinde aşın gitmesi halinde, yahut da onun, yol
göstericiliği ve yolu iyi tanıdığı hususunda itlmad olmadığında. Ne var ki, bu
kılavuzlar, hiçbir ücret talep etmemektedirler. Üstelik bunlar, hem hidayete
ermiş, hem de Hakk'a ulaştıran müstakîm yolu bilen kimselerdir. Farzedin ki
bunlar, hidayete götüren elçiler değillerdir. Ama, kendileri hidayete
ermemişler midir? (Yani, hidayete ermişlerdir). Şu halde, onlara uyunuz"
demiştir.
[49]
"Ben, beni
yaratana neden kulluk etmeyecek misim? Siz, (hepiniz) ancak O'na döndürülüp
götürüleceksiniz"
(Yasin, 22).
Bu zât, "Onlar
hidayete ermiş zâtlardır" deyince, onların hidayete erdiklerini,
"Çünkü onlar, putlara tapmaktan, Hayy ve Kayyûm olana ibadete; hiçbir
faydası olmayan bu şeylere tapmaktan, her türlü faydanın, ancak kendisinden
kaynaklandığı zâta ibâdet etmeye davet etmektedirler" demek suretiyle,
açıklamıştı. Bu ayetle alâkalı birkaç incelik bulunur:
1) O şahsın,
yani, "Bence bir engel yoktur" şeklindeki ifadesi, mabûd cihetinden
durumun açık olduğuna, herhangi bir kapalılık bulunmadığına bir işaret olup,
bu, "Kim, o mabuda ibadet etmekten kaçınırsa, kendisi buna engel olmuş
olur. Halbuki, benim cihetimden bu ibadete bir engel bulunmamaktadır, işte bu
nedenle, hiç şüphesiz ben, o mabuda ibâdet ettim" manasındadır. Bu zâtın,
kavme hitap etmeyip de kendi durumunu ele almasında ayrı bir hikmet
yatmaktadır.
2) Bu zât şayet,
"size de ne oluyor ki, sizi yaratan zâta ibadet etmiyorsunuz?" demiş
olsaydı, beyan konusunda, bu söz, onun "Ben, O'na niye ibadet etmeyeyim
ki?!" şeklindeki sözü gibi olmazdı. Çünkü o, "Ben O'na niye ibadet
etmeyeyim ki?!' deyip, herkes de, kişinin kendi durumunu bildiği hususunda
şüphe etmeyince, onun, bu hususta bir sebep ve sebebin beyanını da hiç kimseden
istemediği anlaşılmış olur. Çünkü bu zât, kendi durumunu en iyi bilendir.
Dolayısıyla da bu konuda bir engel bulunmadığını beyan etmiştir. Ama şayet o,
"Size de ne oluyor ki, O'na ibadet etmiyorsunuz?" demiş olsaydı,
başkası, kendi durumunu daha iyi bildiği için, onun bu sözünden, bu sözü
söyleyenin bu husustaki illetin açıklanmasını istediği anlaşılmış olurdu.
İmdi eğer
"Cenâb-ı Hak, "Ne oluyor size ki, Allah'a gereken saygıyı
göstermiyorsunuz?" (Nûh. 13) buyurmuştur" denilirse, biz deriz ki:
Burada bu sözü söyleyen, davet edilen durumunda olmayıp, tam aksine davet eden
durumundadır. Halbuki, tefsirini yapmakta olduğumuz ayette bahsedilen şahıs ise,
İmana davet edilen kimselerdendir. İşte bu sebeple bu şahıs, "Bu, benden
istenirken, bana ne oluyor da ben O'na ibadet etmeyecek misim?" demiştir.
3) Ayetteki, "beni yaratan" ifadesi,
(bu ibadeti) gerektiren bir muktezî ve bir sebebin mevcudiyetine bir işarettir.
Çünkü ayetteki "Bana da ne oluyor" ifadesi, bir engel bulunmadığına
bir işarettir. Halbuki, muktezî (sebep) bulunmadığı sürece, engel bulunmasa
bile, fiil bulunmayabilir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın "beni yaratan'1
ifadesi, ibadeti gerektiren bir sebebin bulunduğunu bildiren bir tabirdir.
Çünkü, doğrudan doğruya yaratan zât, mâliktir. Kendisine mâlik olunana düşen
görev ise, mâlike ikram ve tazimde bulunmaktır. Yine yaratan, îcâd etmesi
sebebiyle, in'âmda bulunandır. Kendisine nimet verilenlere düşen görev ise,
O'nun nimetlerine şükretmektir.
4) Fiili gerektiren şey bulunup da, o fiilin
meydana gelmesine bir engel bulunmadığı zaman, fiil meydana geleceği için, daha
uygun ve güzel olanı, sebebin başa alınması iken, bu zât, manianın bulunmayışını,
sebebin bulunmasından önce zikretmiştir. Çünkü, fiilin meydana gelmesini
gerektiren şeyin müstakil olarak beyan edilmesi gerekmez. Binâenaleyh burada,
kendisine ihtiyaç duyulduğu İçin, en azından açıklanması eviâ olan şey başa
alınmıştır.
5) Bu zât,
(Cenâb-ı Hakk'ın varlığına dair delillerden), kendisinin yaratılışı delilini
tercih etmiştir. Çünkü bu şahıs, ibadet etmeyi kendisine izafe ederek,
"Bana da ne oluyor ki ibadet etmeyeyim?!" deyince, ibâdet etmesini
gerekli kılan en yakın delili tercih etmiştir. Bunu şu şekilde beyan
edebiliriz: Amr'ı yaratan zata, Zeyd'in de ibadet etmesi gerekir. Çünkü, Amr'ı
yaratan zât ancak tam bir kudrete sahip, ilmi her şeyi kapsamış ve
vâcibu'l-vücûd olan bir zât olur. O halde bu zât, bütün mükelleflere nisbetle
ibadete lâyık ve müstehaktır. Ancak ne var ki, Zeyd'i yaratması sebebiyle,
Zeyd'in ibadet etmesi, onun için daha gerekli ve aşikâr bir vazifedir.
Bil ki, Cenâb-ı
Hakk'ın kelimesi hakkında meşhur olan mana, "Beni Icad ederek ve bir
örneğe göre olmaksızın yarattı" şeklindedir. Bu konuda ilginç olan mana
ise, "Beni fıtrat Üzere kıldı. Nitekim Allah da,
"Sen yüzünü, Allah'ın o fıtratına çevir ki o, İnsanları bunun üzerine
yaratmıştır" (Rûm, ao) buyurmuştur" den ilmesidir. Buna göre
ayetteki, "Ben O'na niye ibadet etmeyecekmişim?!" ifadesi,
"Benden yana bir engel yoktur. Çünkü ben, Rabbimin fıtratı üzereyim. Gerek
şehâdet, gerekse ibadet hususlarında fıtrat yeterlidir" anlamındadır.
İmdi eğer: "Sizin
yaptığınız bu izaha göre, Cenâb-ı Hakk'ın, (fatır) ifadesindeki "Fatır" kelimesinin anlamı
farklı olur" denilirse, biz deriz ki: Buradaki "Fâtır"
kelimesinin, yarmak anlamına olan fatr
kökünden geldiği söylenmiştir. O halde, aynı mahzur burada da söz konusudur.
Yahut da şöyle deriz: Bu iki yerde de mana aynıdır. Buna göre Cenâb-ı Hak,
"Mükellef kendi fıtratı üzere yaratıldı. Gökler de kendi fıtratları üzere
yaratıldı" demek istemiştir. B'rinci izah, daha açıktır.
[50]
Ayetteki, "Siz
(hepiniz) ancak O'na döndürülüp götürüleceksiniz" ifadesi, "korku ve
ümif'e işaret olup, bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ona, korkarak ve umarak
duâ edin "(A'rw, 56) buyurması gibidir. Çünkü nihaî varış kendisine olan
zâttan hem korkulur, hem de ümitlenilir.
Burada da söyle bir
nükte vardır: İbâdet edenler, daha önce, defaatla zikrettiğimiz gibi, üçe
ayrılırlar:
a) İster
in'âmda bulunsun isterse bulunmasın bir ilâh ve bir mâlik olduğu için Allah'a
ibadet edenler... Bu tıpkı, efendisi kendisine ister iyilik isterse kötülükte
bulunsun, efendisine hizmeti kendisine vâcib kılan kölenin durumu gibidir.
b) Kendisine ulaşan nimetlerden dolayı Allah'a
ibadet edenler...
c) Korktuğu
için, Allah'a ibadet edenler... Bunlardan birincisinin misali, cömert bir zâta
hizmet eden kimse; ikincisinin misali, zâlim bir kimseye hizmet eden kimsedir.
İşte bu sebeple, mevzubahs ayetimizde bu sözü söyleyen zât, kendisini en üst
kısımdan addederek, "Ben, beni yaratana neden kulluk etmeyecek
misim?" demiştir. Yani, "O, benim mâlikimdir, sahibimdir. Ben O'na,
bana vereceklerini ve bana azftb etmeyeceğini nazar-ı dikkate almaksızın ibadet
ederim" demektir. Bu zât onları, bu mertebenin aşağısında görerek,
"Siz (hepiniz) ancak O'na döndürülüp götürüleceksiniz" demiştir, ki
bu da, "Sizin korkunuz O'ndan, ümidiniz de O'ndandır. O halde daha nasıl
O'na ibadet etmeyeceksiniz" anlamındadır. İşte bundan dolayı bu zat,
"Beni yarattı" dediği gibi, "O'na döndürüleceğim"
dememiştir. Çünkü bu zât, İlk kısma giren âbidlerdendir. Binâenaleyh, onun
Allah'a varışı, ancak ikram için olacaktır. Dolayısıyla onun, ibâdet sebebi bu
değil, başka bir şeydir.
[51]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, tevhidi tamamlamak için,
"Ben, O'ndan
başka tanrılar edinir miyim? Eğer o, Rahman, bana bir zarar vermeyi dilerse,
onların şefaati, bana hiçbir surette
fayda vermez. Onlar, beni
asla kurtaramazlar"
(Yasin, 23).
buyurmuştur. Çünkü
tevhîd, "ta'tîl" (Allah'ı tanımama) ile, "işrâk" yani şirk
koşma arasında bir noktadır. İşte bu sebeple, bahsedilen zât, bir İlâhın
varlığına işaret olmak üzere "Ben, beni yaratana neden kulluk etmeyecek
misim?" (Yâstn,2i); başkasının olmadığına bir işaret olmak üzere de,
"Ben, O'ndan başka tanrılar edinir miyim?" demiştir ki, böylece,
"Allah'tan başka tanrı yoktur" ifâdesinin manası tahakkuk etmiştir.
Bu ayetle ilgili
olarak, güzel olan başka nükteler de vardır:
a) Cenâb-ı
Hak bu ifadeyi istifham üslubuyla zikretmiştir ki, bu üslûbda, o işin çok açık
ve net olduğu manası yatmaktadır. Zira, bir şeyden bahsedip de, meselâ,
"edinmem" diyen kimsenin bu sözünü duyan kimse, ona, "Niçin
edinmezsin?" der, ve ona^bunun sebebini sorar. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak,
"edinir miyim?" buyurunca, onun bu sözü, haber verme anında, talep
edilen o sebebi beyana gerek bırakmaz. Buna göre sanki bu şahıs, "Sana
danıştım, o halde bana yol göster" der, bunun üzerine kendisine danışılan
kimse, düşünmeye başlar. Böylece o ona sanki, "O İş hususunda düşün. Böyle
yaparsan sen meseleyi ben sana haber vermeksizin anlarsın" demiş olur.
b) Ayetteki,
ifadesi de söyleşi ilginç bir hususiyet taşımaktadır: Bu zât, "Beni
yaratan " ifadesiyle, Allah'a ibâdet ettiğini beyan edince, O'ndan
başkasına ibadet etmenin caiz olmayacağını beyan etmiştir. Çünkü eğer bu zât,
Allah'dan başkasına ibadet etmiş olsaydı, o zaman, Allah'dan başka mâbud
edinmiş olduğu bütün şeriklere ibadet etmesi gerikirdi. Çünkü her şey, muhtaçtır;
fânidir, sonradan meydana gelmedir. Binâenaleyh şayet bu zât, "Ben
ilâhlar edinmem" demiş olsaydı, o zaman ona, "Bunda iki farklı durum
muhtemeldir: "Seni yaratandan başkasını tann edinirsen, hadsiz sayıda
tanrı edinmen gerekir. Yok eğer senin İlahın senin rabbin ve halikın ise, bu
takdirde senin başka ilahlar edinmen caiz değildir" denirdi.
c) Ayetteki,
tabiri O'ndan başkasının ilâh olmadığına bir işarettir. Çünkü, tanrı edinen,
ilah olmaz, işte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Ne eş ne de oğul edindi"
(cin, 3) ve "Hamd, oğul edinmemiş olan Allah'a mahsustur"(tsrâ, m)
buyurmuştur. Çünkü Allah'ın hakiki anlamda oğlu olmaz, bu caiz de değildir.
Hristiyan'ar ancak, "Allah İsa'yı oğul edindi" demişler ve İsa'ya
"oğul" adını vermişlerdir. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak,
"Allah oğul edinmedi" (Isrâ, m) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, kendisi
hakkında, "O'nu bir vekil edin" (Mozzemmii, 9) buyurmuştur. Çünkü O,
"(O), doğunun da batının da Rabbidir. O'ndan başka hiçbir tanrı yoktur. O
halde, güvenek ve dayanak olarak O'nu tut" (Müzzemmiı, 9) buyurmuştur da
denilemez. Çünkü biz diyoruz ki bu, yeni bir şeydir: Zira insanın, başlangıçta
sabrı az ve gücü kuvveti ise yetersizdir. Binâenaleyh, insanın dünyevî
sebepleri bir kenara iterek, "Ben tevekkül ettim" demesi caiz
değildir. Çünkü içimizden herhangi bir kimsenin, artık hiçbir şeyle meşgul
olmayacağını; çocuklarını ihtiyaç içinde bırakacağını; ailesine, nafakalarını
iletmeyeceğini; ümidi de, Zeyd ve Amr'ın bağışlarına bağlı olduğu halde
mescidde oturacağını söylemesi hiç de güzel değildir. Ama ne zaman ki kalbi
ibadetle güçlenir, başkası şöyle dursun kendini de unutur, bütün kalbi ile
Rabbinin ibadetine yönelir, dünyayı ve dünyevî sebepleri bırakır da işini
Allah'a havale ederse, işte bu durumda ebrârdan ve ahyârdan olur. İşte bu
sebeple Allah, Resulüne, "Sen bütün işlerin, Allah'ın kudret elinde
olduğunu bildin. Allah'ı gerçek manada tanıdın. Doğunun, batının, doğuda batıda
ve İkisi arasında bulunanların Allah'ın emriyle olduğuna ve ihtiyaçların
giderilmesinin kendisinden istendiği yegâne ilahın O olduğuna kesinkes inandın.
Öyleyse O'nu vekil edin ve bütün işlerini O'na havale et. Çünkü sen, daha önce
de, helâl kazanç elde edenlerden olduğun halde, artık şimdi helâl kazançla
emredilenlerin derecesinden daha yükseğe yükseldin" demiştir. Cenâb-ı
Hakk'ın, "O halde, dayanak olarak O'nu tut" (Müzz«mmn. 9) emri,
"bütün işlerinde..." demektir.
Ayetteki, "bana
hiçbir surette fayda vermez" ifadesi hakkında şu iki izah yapılabilir:
a) Bu ifade
tıpkı bir vasıf gibi olup, sanki o zât, "Rahman, bana bir zarar vermek
istediğinde, bana hiçbir faydası dokunmayan ilâhlar edinir miyim hiç?!"
demek istemiştir.
b) Bu ifade,
müste'nef bir cümle olup, buna göre bu şahıs sanki, "Allah'ın dışında
ilâhlar edinmem" demek istemiştir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak,
"Eğer Rahman, bana bir zarar vermeyi dilerse, onların şefaati hiçbir
surette fayda vermez. Onlar, beni asla kurtaramazlar" buyurmuştur. Bu
ifadeyle alâkalı birkaç mesele vardır:
[52]
Cenâb-ı Hak, buyurmuş
da, dememiştir. Yine "Allah bana herhangi bir zarar dilerse
sizin Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, O'nun bu
zararını giderebilirler mi?" (zomer, 38> buyurmuş, ama dememiştir. Niçin?
Biz diyoruz ki: Fiil,
tek bir mef'ûl aldığında, tıpkı lâzım fiilin, meselâ Arapların "Onu
götürdü; onu çıkardı" sözlerinde olduğu gibi, harf-i çerle müteaddi olması
gibi, ikinci mef ûlü harf-i çerle alır. Sonra, belagat ehli olan, konuşan
kimse, harf-i cersiz olan mef'ulü ötekinden Öne alır;
harf-i cerli olanı ise sonraya alır. Binâenaleyh meselâ bir kimse, "Falancanın
durumu nasıldır?" dediğinde, karşı taraf, "Ona, hükümdar hassaten
ikram etmiş ve nimetlerini vermiştir" der. Beriki, "Hükümdarın ikramı
nasıl?" dediğinde, ötekisi, "Hükümdar, o ikramını Zeyd'e tahsis
etmiştir, (başkasına değil)" der, böylece, sorulan şeyi harf-i cersiz
olarak getirmiş olur. Çünkü esas amaç budur.
Bunu iyice anladığına
göre, şunu bil ki, şu anda tefsirini yapmakta olduğumuz ayetin maksadı, kulun,
Cenâb-ı Hakk'ın tasarrufu altında olduğunu; onu dilediği gibi evirip
çevirdiğini; dilerse sıkıntılara sokacağını ve yine dilerse bolluklara gark
edeceğini beyân etmektir. Yoksa esas maksat, zararın beyânı değildir. Nasıl
böyle olmasın ki? Bu sözü söyleyen, Allah'ın vaadinin hükmüne İman etmiş olduğu
İçin, O'nun rahmet ve nimetini uman, halis bir mü'min kimsedir. Bu hususu, o
zâtın daha önceki, "Beni yaratan zâta" şeklindeki sözü de destekler.
Çünkü bu zât da, kendisini, fıtratın (fatara fiilinin) mef'Ûlü yaparak,
"Beni yarattı" demiştir. Aynen bunun gibi, yine kendisini "İrâde"
fiilinin mef'Ûlü yaparak, "bana... dilerse" demiştir. Ayetteki,
"zarar" kelimesi ikinci derecede zikredilmiştir. Allah Teâla'nın,
(zümer, 38) ifadesinde de durum aynıdır. Çünkü maksat, halin, Allah'ın dilediği
gibi olduğunu belirtmektir; yoksa burada esas maksat olarak zarar zikredilmem
iştir. Bu ayetteki izomer, 38) mananın böyle olduğunu, Cenâb-ı Hakk'ın bu
ayetten Önce getirdiği, "Allah kuluna yetmez mi?"(zomer, ao) ifadesi
desteklemekledir ki bu da, "O, benim iradem altındadır" demektir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Size bir fenalık
dilerse Allah'dan sizi koruyacak kimdir?" (Ahzto, i?) ayeti de
desteklemektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, burada bu sıraya muhalefet etmiş, zarar
demek olan "es-sû'u" kelimesini harf-i cersiz mef'ûl yapmış,
mükellefi yani f& ifadesini de harf-i cerli olarak getirmiştir. Bu
böyledir, zira buradaki maksat, korkutmak için zararı zikretmek ve onların da
bu zarara mahal olduklarını, (yani bunu hak ettiklerini) belirtmektir. Nasıl
böyle olmastn ki? Onlar, küfürleri sebebiyle o azabı hak etmiş ve ona müstehak
olmuşlardır. Böylece burada, onlart men etmek için, esas maksat olarak zarar
zikredilmiştir.
İmdi eğer,
"Allah, rahmeti de bu şekilde zikretmiştir. Çünkü "Yahut size bir
rahmet dilerse"(Ahzâb, 17) buyurmuştur" denilirse, biz deriz ki:
Burada da esas maksat, "rahmet" kelimesinin zikredilmesidir. Bunun
delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, bundan hemen sonra, "Onlar, Allah'dan başka
ne bir dost, ne de bir yardımcı bulamayacaklar" (Ah*4b. 17) buyurmuş
olmasıdır. Cenâb-ı Hak burada rahmeti, hasr üslubuyla yapılan taksimatla hasıl
olan şeyi ve durumu tamamlamak için zikretmiştir. Durum, "Onlar
kalblerinde olmayan şeyi dilleriyle söylerler. Sen de ki: "Allah size bir
zarar diler, yahut size bir fayda dilerse Allahfm kazasından) herhangi bir
şeyle sizi kim koruyabilir?" pim, n) ayeti hakkında düşündüğünde de
böyledir. Çünkü burada esas maksat, kâfirlerle konuşmaktır. Fayda ise,
taksimatla meydana gelen hasr işine tabi olarak ondan Ötürü zikredilmiştir.
Bunun delili Cenâb-ı Hakk'ın, "Doğrusu Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla
haberdardır"'{Fetih, 11) ayetidir. Çûnkû bu, korkutmak için getirilmiş
olan bir İfadedir. Bütün bunlar Cenâb-ı Hakk'ın, "Her halde ya biz, ya siz
mutlak bir hidayet, yahut apaçık bir sapıklık üzerindeyiz" ıs*»», 14)
ayeti gibidir ki, bu ayette denilmek istenen, "Ben hidayet üzerindeyim,
siz ise, sapıklıktasınız" manasıdır. Binâenaleyh, şayet bu z&t da,
herhangi bir engelin mani olmasından ötürü böyle söyleyecek olsaydı, o zaman
sözünü, böyle bir taksimatla yapardı da şöyle derdi: "Burada maksadım,
başınıza gelen zararı belirtmektir" İşte bu engeli savuşturmak için,
burada hem zararı hem de faydayı ifade etmiştir.
[53]
Burada, Zümer
Sûresi'nde ise,
(zomar, 38)
buyurulmuştur. Binâenaleyh, orada, mazî
sîgasını ("diledi"); burada, muzarî sığasını
("dilerse") tercih
etmesinde; burada,
dileyen zâtı "Rahmin" ismiyle; orada
ise, "Allah" ismiyle getirmiş olmasındaki hikmet nedir? Biz
deriz ki: Mazi ve muzari
meselesine gelince,
şart cümlesindeki maziyi muzari haline getirir. Bu böyledir,
ara burada daha Önce bahsedilen şey, meselâ (Yasin,
23; Yasin, 22)
ifadelerinde olduğu
gibi, muzari sığalardır. Orada daha önce zikredilen ise, meselâ
(zomer,38) ifadesinde olduğu gibi, mazi sîgasıdır.
Cenâb-ı Hakk'ın, kendisinden
önce zikredilenin
muzari sîgasıyla, (Enam, 16) kelimesi olmasından dolayı,
yine aynı ayetin peşinden "Allah sana bir zarar
dokundurursa"
(En'am. 17) ayetinde
ve "Eğer asî olursam, korkarım " (En'ım, 15) ayetinde de böyledir.
Bunun hikmeti şudur: Kâfirler, Hz. Peygamber (s.a.s)'i, kendilerinin taptıkları
o sutlardan ona bir zarar isabet edeceğini söyleyerek, tehdit ediyorlardı. Buna
göre -iabfbu'n-Naccâr sanki, "Sizden korkutma sâdır olmuştur. Bu ise,
sizden daha önce oe sudur etmiş olan sözdür. Bu sizin âdetinizdir" demiştir.
Burada ise bir gerçeği iyice belirlemek için bir mü'minin söylediği yeni bir
cümle sözkonusudur. Bunun cevabı şudur: Bu, onlardan sudur etmesi mümkün olan
şeydir. Binâenaleyh, bu iki durum, birbirinden farklıdır.
Orada (zümer. 36),
irâde eden zâtın, Allah ismiyle getirmesi meselesine gelince, biz diyoruz ki:
Biz daha önce, vâcibü'l-vücûd olan zâta mahsus iki isim bulunduğunu, bunların
da Allah ve Rahmin kelimeleri olduğunu zikretmiştik. Nitekim Cenâb-ı Hak da,
"De ki: "Gerek Allafy diye çağırın, gerek Rahman diye çağırın.
Hangisi ile dua ederseniz edin, en güzel isimler O'nundur"(\an. 110)
buyurmuştur. "Allah" kelimesi, heybet ve azamet ifade eder.
"Rahmin" kelimesi ise, şefkat ve merhamet manaları tedaî ettirir.
Burada, Cenâb-ı Hak kendisini, "Allah intikam sahibi, mutlak birgalib
değil midir?" (zomer, 37) diyerek, İzzet ve intikam sahibi olmakla da
tavsif etmiş, "Onlara, "o gökleri, o yeri kim yaram..." çmmt.
38) ifadesiyle de, kendisinin ululuğuna delâlet eden hususu zikretmiş, böylece
de kendisinin azametine'delâlet eden ismi getirmiştir. Burada ise, "Beni
yaratan zât" ifadesiyle, rahmetine delâlet eden şeyi getirmiştir. Çünkü
yaratılma işi, diğer nimetler için Öncelikle olması gereken bir nimettir. İşte
bu sebeple o zât önce, "Eğer Rahman, bana bir zarar vermeyi dilerse"
demiş, daha sonra da, insanlardan sudur eden tertibe göre, "Onların
şefaati,
bana hiçbir surette fayda vermez. Onlar
beni asla kurtaramazlar" elemiştir. Bu böyledir, zira, kendisine bir
şahsın zarar verebildiği şahıstan zararı def etmek isteyen kimse, bunu en güzel
bir biçimde savuşturur. Böylece de, önce ona, aracı olmak ister. Eğer kabul
ederse ne alâ, aksi halde, onu ister de, "Bana onların şefaati lazım
değil; onlar beni herhangi bîr şekilde kurtaramazlar" der. Bu ayetlerde,
Cenâb-ı Hak tarafı nazar-ı dikkate alındığında, Allah'ın, her yönden mâbûd bir
zât oluşunun beyanı söz konusudur. Çünkü O, yaratandır, Rab'dır. Mâlik'tir,
ihsan da ister bulunsun isterse bulunmasın, her halükârda ibâdete müstehaktır.
İhsanına nisbetle Rahmân'dır; O'ndan duyulan korkuya nazaransa, o zararları def
edendir. Böylece, O'nun dışında kalanların hiçbir surette ibâdete müstehak
olmadıklarının beyânı ortaya çıkmış olur. Çünkü, ibâdeti gerektiren sebeplerin
en aşağısı, bu ibadetin, kötü bir günde kişinin lehine ve yararına olacağı için
yapılmasıdır. Halbuki Allah'ın dışındakiler, Allah dilemediği müddetçe, hiçbir
şeyi savuştu ram azlar. Yok, eğer Allah dilerse, zaten def ediciye de ihtiyaç
kalmaz.
[54]
"Şüphesiz ben, o
takdirde mutlaka apaçık bir sapıklık içindeyimdir. Gerçek,
ben Rabbinize iman ettim. İşte bunu benden duyun.
(Ona) "gir cennete"
denildi. (O da)
"Ne olurdu, kavmim bilselerdi..." dedi, Rabbimin beni
bağışladığını ve beni, (cennetle) ikram olunanlardan
kıldığını!"
(Yasin, 24-27).
Ayetteki,
"Şüphesiz ben, o takdirde mutlaka apaçık bir sapıklık içindeyimdir"
cümlesi, "Eğer ben bunu yaparsam, ben apaçık bir biçimde sapıtmış olan bir
kimse olmuş olurum" demektir. Buradaki, "mübîn" kelimesi,
"fail" manasındadır. Bu tıpkı, aksinin yani "fail''in, meselâ
"etim" İfadesinin "mü'ftm" manasında olması gibi,
"müfit" manasına gelmesi gibidir. Şöyle de denebilir: "Dalal-I
mübîn", "bakanlara, durumu apaçık ortaya koyan, anlatan"
demektir ki, doğru olan birinci izahtır. Daha sonra "Gerçek, ben Rabbinize
iman ettim. İşte bunu, benden duyun" buyurulmuştur.
Buradaki,
"Rabbiniz" ifadesiyle kime hitap edildiği hususunda şu İzahlar
yapılmıştır:
a) Bunlar,
gönderilen o elçilerdir. Müfessirier şöyle demişlerdir: O müşrik topluluk, o
zâtı öldürmek için ona hücum ettiler de, bunun üzerine o da, o elçilerin yanına
sokularak, "Ben sizin Rabbinize iman ettim. O halde şimdi benim sözümü
duyun da, bana şahit olun" dedi.
b) Bunlar, o
kâfir topluluktur. Buna göre sanki bu zât, onlara nasihat edip de, nasihat
onlara tesir etmeyince, "Ben, iman ettim. Şimdi beni dinleyin"
demiştir.
c) Bununla,
bu sözü dinleyenler ve duyanlar kastedilmiştir. Buna göre bu zât, genel
anlamda, "şimdi beni dinleyiniz" demiştir ki, bu tıpkı bizim bir vaiz
efendinin: "Ey miskin, ne kadar da tûl-i emel sahibisin ve amelin de ne
kadar azdır" dediğinde, onun, bu sözüyle, bunu duyan herkesi kastettiğini
söylememiz gibidir.
O zâtın, "İşte
bunu, benden duyun" ifadesinde şu incelikler bulunur:
a) Bu,
teennî ile hareket eden ve tefekkürde bulunan bir kimsenin diyeceği bir sözdür.
Çünkü o, "Beni dinleyiniz" demiştir. Zira konuşan kimse, kendisinin
sözünü dinleyen bir grubun bulunduğunu bildiği zaman o zaman, (rastgele
konuşmayıp)
düşünür.
b) O, kavmin
dikkatini çekmiş ve "Ben size yaptığınızı haber verdim ki, "Niçin,
durumunu bizden gizledin? Şayet açıktan açığa hareket etseydin, biz de seninle
beraber iman ederdik" demeyesiniz diye" demiştir.
c) Buradaki, "dinleme" ifadesiyle,
kabul etmek anlamı kastedilmiştir. Nitekim bir kimse, "Falancaya nasihat
ettim de, sözümü dinledi, yani kabul etti" der.
Buna göre sen şayet,
"O zât, daha önce, "Ben niye beni yaratana ibadet etmeyecek
misim?" demiştir. Burada ise, "Rabbime iman ettim" dememiş,
"Rabbinize iman ettim" demiştir. Niçin?
Cevap: Biz diyoruz ki,
buradaki hitabın o elçilere olması halinde, mana açıktır. Çünkü o zât,
"Ben sizin Rabbinize iman ettim" deyince, o zaman o elçilerce, bu
zâtın onların sözünü kabul ettiği ve kendisine davet ettikleri o Rabbe iman
etmiş oldukları anlaşılmış olur. Binâenaleyh şayet bu zât, "Rabbime"
demiş olsaydı, belki de elçiler, "Her kâfir, benim Rabbim vardır. Ben,
Rabbime iman ettim" derdi. Ama, buradaki hitabın, kâfirlere olması
durumunda, bu ifadede Cenâb-ı Hakk'ın birliğini beyân bulunmaktadır. Zira bu
zât, önce "Ben niye beni yaratana ibadet etmeyecek misim?" deyip,
sonra da, "Rabbinize iman ettim" deyince, onun bu sözünden,
"Benim ve sizin Rabbiniz tektir ve bu Rab, beni yaratan zâttır ki O, aynı
zamanda sizin de Rabbinizdir" demek istediği anlaşılmış olur. Ama bu zât
şayet, "Rabbime iman ettim" demiş olsaydı, o zaman kâfir de,
"Ben de benim Rabbime iman ettim" derdi. Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah
hem bizim hem de sizin Rabbinizdir" (Şûr», ıs> ayeti de böyledir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "(Ona) "gir cennete" denildi"buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili
olarak iki izah yapılır:
a) O önce
öldürüldü, sonra da ölümünü müteakip kendisine, "gir cennete"
denildi.
b) Onun,
"iman ettim" demesinin peşinden, ona, "gir cennete"
denildi.
Birinci izaha göre,
Cenâb-ı Hakk'ın, "(O da) Ne olurdu kavmim bilselerdi..." ifadesi, o
zâtın bu sözü ölümünden sonra söylediği; Allah'ın, onun bu sözünü haber verdiği
manasına gelir.
İkincisine göre ise o
bu sözü hayatta iken söylemiş olur. Buna göre o sanki, kendisinin cennete
gireceklerden olduğunu o elçilerden duymuş, onları tasdik etmiş, buna kesinkes
inanmış ve bunun böyle olduğunu bilerek, "Keşke kavmim de, benim bildiğimi
bilselerdi, böylece de, benim iman ettiğim gibi, iman etselerdi!"
demiştir.
Ayetteki
"denildi" ifadesinin manası hususunda, o vaktin ne zaman olduğu hususunda
iki izahın yapılması gibi, iki izah yapılmıştır:
a) Bu kelime, kavl masdarındandır.
b) (Bu),
"gir cennete" demektir. Ki bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın "Onun emri,
bir şeyi dilediği zaman, ona sadece, "ol" demesinden ibarettir. O da
oluverir"{YMn.eg ayetindeki gibidir. Çünkü burada, "söylemek"
manası kastedilmemiştir. Tam aksine, bununla fiil kastedilmiştir. Yani "O,
o işi hemen o anda, araya hiçbir zaman girmeksizin yapar" demektir. Durum,
"Denildi ki: "Ey arz, suyunu yut" (Hüö. 44) ayetinde de böyledir
ki, bu, arzın o suyu yutar hale gelmesi demektir. (Yani burada, demek işi söz
konusu değildir).
Ayetteki,
"Rabbimin beni bağışladığını..." ifadesi hususunda şu izahlar
yapılmıştır:
a) Buradaki
mâ, istifhamiyyedir. Buna göre sanki o zât, "keşke kavmim, Rabbimin beni
neden ötürü bağışladığını bilselerdi de, böylece onlar da onunla meşgul
olsalardı!" demek istemiştir. Bu görüş zayıftır. Aksi halde, (istifham
olması halinde), en güzel olan hal mâ'nın elifinin hazfedilmesi hali olurdu.
Çünkü Arapça'da, <* "neden?" "ne hususunda?"
neden?" denilir.
b) Bu mâ haberiyyedir. Buna göre sanki,
"Ah kavmim, Rabbimin beni kendisinden dolayı bağışladığı şeyi
bilselerdi!" demiştir.
c) Buradaki mâ masdariyyedir. Buna göre o zât
sanki, "Ah, kavmim Rabbimin bana olan mağfiretini bilselerdi!" demek
istemiştir. Tercihe şayan olan son iki izahtır.
Daha sonra O, "Beniikram olunanlardan kıldığını
(bilselerdi)" demiştir. Biz, iman ve amel-i sâtihin, iki şeyi, yani ilahi
mağfiret ve İlahî İkramı sağladıklarını daha önce söylemiştik. Bu, "İman
eden ve s&lih ameller işleyenler var ya, işte bunlar için bir mağfiret ve
kerîm bir rmk vardır" (hkc, so) ayetinde de böyledir. Burada bahsedilen
zat da, sâlih ve mü'min kimselerdendir. İkram olunan kimse ise, hor ve hakir
kılınan gibi değildir. Kişiyi ihtiyaç içerisinde bırakmak, onu hor ve hakir
kılmak; kişiyi zengin kılmak da ona ikram etmektir. Böylece Allah, sâlih
kullarını, hiç kimseye muhtaç etmez, onun bütün ihtiyaçlarını kendisi giderir.
[55]
Cenâb-ı Hak, bu zâtın
durumunu anlatınca, kavminden ona karşı çıkanların ve imandan uzak duranların
hallerini de, onların çok hızlı bir şekilde helak olunduklarına işaret olarak,
şöyle buyurup anlatmıştır:
"Ondan sonra
kavminin üzerine gökten bir ordu (bile) indirmedik, indiriciler de değildik.
Bir tek sayhadan başka birşey değildi bu. Artık hemen
sönüverdiler"
(Yâsin, 28-29).
Bu böyledir, çünkü
Allah Teala'nın, onları helak etmek için, bir ordu göndermeye ihtiyacı yoktur.
Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[56]
Cenâb-ı Hak burada,
"indirme" fiilini kendisine isnad
ederek, ''indirmedik" buyurmuştur, Mü'minlerin durumunu
beyan ederken ise,
"demek" fiilini, meçhul olarak getirerek,
"Ona cennete gir" denildi" buyurmuştur.
Çünkü azab etme, heybeti gerektiren şeylerdendir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, o
azabtan bahsederken, saygı ifade eden bir üslûpla, "Biz indirmedik"
buyurmuştur. Diğer ifadede ise, "denildi" buyurmuştur. Böylece onun
melekler tarafından tebrik edildiğine işaret edilmiştir. Çünkü o zâta, her
gören melek ve sâlih,' 'Orada ebedî kalmak üzere haydi cennete gir"
demiştir. Kur'ân'ın pek çok yerinde, "Haydi gir" denildi"
ifadesi kullanılmıştır. Bu, o girişin bir ikram ve törenle olan bir giriş
olduğuna İşaret etmektedir ve tıpkı bir gelinin, herkesin gözü önünde ve
herkesin tebrikleriyle, o süslü gelin odasına girmesi gibidir.
[57]
O zat, oradaki
cemaatin, kendilerinin kavmi olmasına elçiler
daha uygun iken, niçin oradakileri kendine nisbetle, "ey
kavmim" demiştir? Çünkü bir insanın kavmini,
kendi
sülâlesi
ve arkadaşları teşkil eder.
Resul (elçi) İse,
gönderilen bir elçi
olduğu için, bütün insanlar ve kendilerine gönderildiği herkes, onun
kavmi sayılır. Bu, şu iki sebepten ötürüdür:
a) Bu, aynı
kabileden olan ve biri iman etmiş olması sebebiyle, son derece izzet ve ikram
gören, diğeri ise inkarı sebebiyle, alabildiğine hor ve hakir kılınan iki
kimsenin arasındaki farkı ortaya koymak içindir. Çünkü bu iman eden zat da,
neseb bakımından o kavimdendi.
b) Bu İlahi
azab, o zatın akrabalarının başına geldi. Çünkü o elçilerin kavmi olan başka
kimseler, onlara İman etmişlerdi. Dolayısıyla bu azab, onların başına gelmedi.
[58]
Allah Teâlâ, daha önce
de hiç kimseye, bir (gök) ordusu indirmediği halde, bu indirmeyişi, bu zatın
Ölümünden sonrası için
zikretmiştir, bunun hikmeti nedir?
Cevap: Diyoruz ki:
Onların bu azabı hakedişleri, o zâtın ölümünden sonra olmuştur. Çünkü oniar,
küfürde ısrar edip, ki bir gösterdiler. Böylece Cenâb-ı Hak, o helak edişin bir
ordu ite olmadığını beyan buyurmuştur.
[59]
Hak Teâlâ onlara,
gökten hiçbirşey indirmediği ve yerden de
bir ordu göndermediği
halde, ayette "gökten"
buyurmuştur. Bunu
gökle kayıtlamanın hikmeti nedir?
Cevap: Buna
şu iki yönden cevap verilebilir:
a) Burada kastedilen mana, "Biz onların
üzerine gökten gelen bir emir ile, bir ordu göndermedik" şeklinde
olabilir, böylece de (hem göğü, hem yeri içine alan) genel bir ifade olur.
b)
Bu azab onlara gökten indi. Bundan dolayı,
Hak Teâlâ, inen şeyin azameti olan bir ordu değil, ancak onların ocaklarını
söndüren, memleketlerini alt-üst eden bir sayha olduğunu bildirmişir.
[60]
Ayetteki,
"indirmedik" ifadesi de, o azabın gökten inmiş olmadığını gösterdiği
halde, yeniden, "indiriciler de
değildik"
denilmesinin hikmeti nedir? Diyoruz ki: Hak Teâlâ'nın, "Değildik"
ifadesi, "İndirmemiz uygun da olmaz. Çünkü durum, bu olmaksızın da yerine
gelir. Bundan dolayı indirmedik, indirmeye ihtiyaç da duymadık"
manasınadır. Yahut şöyle deriz: "Ayetteki "indirmedik",
"indiriciler de değildik" ifadeleri, "Bu hadisede
indirmedik" ve "Diğer hadiselerde de indirmiş değildik"
manasınadır.
İmdi eğer, "Allah
Bedir savaşında ve diğer bazı savaşlarda ordular indirmiştir. Çünkü,
"(Aİlah) sizin görmediğiniz ordular indirdi" [Mudb, 9)
buyurmuştur" denilirse, deriz ki: Bu, Hz. Muhammed (s.a.s)'in şerefinin
yüceliğinden dolayıdır. Aksi halde, o Mekke müşriklerinin kökünü kazımak için,
bir tek meleğin kanadının, tek tüyünü hareket ettirmesi bile yeterdi. Hz. İsa
(a.s)'nın elçileri ise, Hz. Muhammed (s.a.s) derecesinde değillerdi.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Olay, bir tek sayhadan başka birşey değildi" ifadesi ile,
olanları anlatmıştır. Zemahşeri bu
ifadenin, "Bu şey ancak bir tek sayha idi" şeklinde olduğunu, fiilin
müzekker olmasının asıl olduğunu, ama fiilin, kendinden sonra gelen ve
açıklayan kelime olan, "sayha" kelimesinden ötürü müennes
getirildiğini söylemiştir. Ayetteki, "bir tek" ifadesi, bu işin
Allah'a çok kolay olduğunu te'kidle gösteren bir ifadedir.
[61]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Artik hemen sön üverdiler" ifadesinde, bu helakin çok hızlı olduğuna
bir işaret vardır. Çünkü onların sönüp mahvolmaları, o sayha ile anında, derhal
meydana gelmiştir. Onların halinin "sönme" olarak anlatılması çok
güzeldir. Çünkü canlı olanda, çokça hararet (sıcaklık)
vardır. Ne zaman bu (umûd) harareti fazla olursa, gazab (öfke) ve şehvet de o
nisbette artar ve ileri olur. Onlar da böyle ateşli idiler, öfkeli oluşları,
kendilerine nasihat eden mü'min bir kimseyi öldürmelerinden de anlaşılmaktadır.
Şehvetli oluşları da, o andaki bazı (geçici) dünya lezzetlerini elden kaçırmama
gayretiyle, devamlı olan (ahiret) azabını hesaba katmamalarından
anlaşılmaktadır. Binâenaleyh onlar, cayır cayır yanan ateş gibi, hararetli İdiler.
Bir de, onlar tıpkı ateş ve ateşten yaratılan varlıklar (şeytanlar) gibi, zorba
ve kibir taslayan kimselerdi. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Onlar hemen
sönüverdiler" buyurmuştur.
Burada, şöyle bir
başka izah da yapılabilir: Dört ana unsurun bazısı, varlığın, Cenâb-ı Hakk'ın
yarattığı şekildeki tabiattndan kaynaklanır, bazıları ise, Allah'ın iradesiyle
oluşur. Binâenaleyh taşlar, su olabilir, sular taş olabilir. Aynen bunun gibi,
kaynadığında su, hava (buhar) olur, hava da soğuduğunda su (yağmur) olur. Fakat
bu, bir müddet için âdeten böyle olur. Ama hava, ateş; ateş de kısa zamanda
yanıp-sönme ile hava hâlini alır. İşte bu sebeple, Allah Teâlâ, "onlar o
sayha sebebiyle söndüler" demiştir. Binâenaleyh hız bakımından büyük bir
ateşin sönmesi, bir kandilin ve alevin sönmesi gibi olur.
[62]
"Ey kulların
(gönlüne) çöken pişmanlık! Onlar, kendilerine ne zaman bir peygamber gelse,
mutlaka onunla istihza ederlerdi"
(Yasîn, 30).
Bu, "İşte şimdi
hasret vaktidir. O halde ey hasret (pişmanlık) haydi gel, tam zamanınl"
demektir. "Hasref'in nekire oluşu, pişmanlığın çokluğunu gösterir. Bu
ayetle ilgili birkaç mesele var:
İbâd
(kullar) kelimesinin elif-lamı, şu iki manaya gelebilir:
a) Ahd
(belirlilik) ifade edip, "O sayha tarafından mahvedilen kullar"
demektir. Buna göre mana, "Ey bu kultar için olan pişmanlık!"
şeklindedir.
b) Bu, cins
ifade eder ve "Yalanlayan bütün kâfir kullar cinsi" kastedilmiş olur.
[63]
"Bu pişmanlığı
duyanlar kimlerdir?" Diyorum ki bu hususta şu izahlar yapılabilir;
a) Burada
gerçekte pişmanlık duyan yok. Çünkü bu ifadeden maksad, o azab
gerçekleştiğinde, bir pişmanlık da
gerçekleştiği
için, o ânın, böyle pişmanlığı davet etme vakti olduğunu beyân etmektir. Burada
gramer (nahiv)bakımından şöyle bir inceleme yapılabilir: Herhangi bir maksad
taalluk etmediği zaman, bazan mef'ûl zikrediImeyebilir. Nitekim, "Falanca
verir, vermez" denilir. Burada verilen birşey yoktur. Çünkü maksad, onun
verip vermeme gücünü göstermektir. Mef'ûlün böyle hazfi çoktur. Bizim konumuzda
ise, fail hazfedilmiştir. Failin hazfi ise azdır. Bu hususun izahı, işte biraz
önce bahsettiğimiz gibi, burada hasret (pişmanlık) duyanı zikretmenin, esas
anlatılmak istenen şey olmamasıdır. Aksine burada esas anlatılmak istenen şey,
böyle bir pişmanlığın, o vakitte olmasıdır.
b) Bu sözü,
mecazî olarak, o işin vehametini belirtmek için, Allah Teâlâ söylemiştir. Bu
durumda bu ifade, Allah hakkında diğer ayetlerde kullanılan, gülme, unutma,
alay etme, şaşma ve temenni etme gibi lafızlar cümlesinden (mecazî manada)
olmuş olur. Yahut da diyoruz ki: Bu gibi ifadeler bunu söyleyenin pişmanlık
duyması manasına değil, aksine böyle bir pişmanlığın olduğunu haber verme
manasınadır. Bu durumda, Hak Teâlâ'nın bu sözü mecazî manada söylediğini
belirtmeye ihtiyaç kalmaz. Deriz ki: O, münâda (sesleniş) olması hariç, hakiki
manada olmak üzere, bir haber vermektedir. Çünkü bu ifade, nida olması halinde,
bu Cenâb-ı Hak için mecaz olup, esas maksad haber vermedir.
c)
Bu pişmanlığı duyanlar, üzülen müslümanlar ve
meleklerdir. Baksana, anlatıldığına göre, Habibü'n-Neccâr,
kendisi Öldürülürken, "Allah'ım, kavmime hidayet ver" demiş,
öldürüldükten sonra ve "Haydi gir cennet" denildikten sonra da,
"Ah, keşke kavmim bilebilselerdi ki..." demiştir. Binâenaleyh bir
müslümanın, bir kâfire bile üzülmesi ve onun aleyhine olan şeylere hayıflanması
mümkündür.
[64]
"Hasret" kelimesi, tenvinle veya alâ harf-i cem
olmaksızın, izafetle, şeklinde de
okunmuştur. Yine, vaslı vakıf (duruş) gibi yaparak, hâ ile şeklinde de okunmuştur.
[65]
Buradaki
"kullar" ile kimler kastedilmiştir? Diyoruz ki: Bu hususta şu izahlar
yapılabilir:
a) Bunlar, o
üç elçidir. Sanki kâfirler, meşakkat ve sıkıntı
başgösterince, o
elçiler için, "Vah yazık oldu! Keşke şu anda olsaydılar, onlara iman
ederdik" demişlerdir.
b) Bunlar,
Habtb'in kavmidirler.
c) Bunlar,
kâfir olup, küfürde ısrar eden ve kibir taslayan herkestir. Birincisine göre,
"kullar" mü'minler için kullanılmış olup, tıpkı, "Senin benim
kullarım özerinde bir hükümranlığın (nüfuzun) yok, (ey şeytan)" {Hicr, «)
ve "Ey kendilerine karşı müsrif olan kullarım" (Zümar, 53)
ayetlerindeki "kullar" gibidir. İkincisine göre ise bu, kâfirler için
kullanılmış olur. Mutlak manadaki kul ile, Allah'a nisbet edilen kullar
arasında fark vardır. Çünkü şerefli olana nisbet edilme, nisbet edilene şeref
kazandım-. Nitekim mesela "Beytullah" (Allah'ın evi) dersin. Bu
izâfetli ifâdedeki şeref, sırf "el-Beyt" (o ev) cenilmesinde yoktur.
Buna göre, "Rahmân'ın kullan" (Furtan, 63) ifadesi, tıpkı, ''kullarım"(hict,
42) gibi olur. "Allah'ın kulları" ifadesi de böyledir.
[66]
Cenâb-ı Allah, bundan
sonra, onların pişmanlıklarının sebebini de, "O "Onlar kendilerine ne
zaman bir peygamber gelse, mutlaka onunla istihza ederlerdi" buyurarak
açıklamıştır. O nedametin sebebi, budur. Çünkü bir padişah çöle gelip kendisini
bir şahsa tanıtsa ve ondan çok kolay bir hizmet istese, ama o, padişahı
"Sen padişah değilsin" diye yalanlasa ve istediği hizmeti yapmasa,
sonra da o padişah tahtına geçip otursa ve bu şahıs huzuruna varıp, onun
gerçekten padişah olduğunu anlasa, onun duyacağı bu pişmanlıktan daha büyüğü
yoktur. İşte o elçilerin durumu da böyledir: Bunlar da birer padişah gibi
idiler. Hatta Allah'ın, onları şereflendirip, padişahları onların kapıcısı
kılması bakımından, padişahlardan daha büyüktürler. Çünkü Allah, "Eğer
Allah'ı seviyorsanız, bana tabî olun ki, Allah da sizi sevsin ve
bağışlasın"{Animrân, ai) buyurmuştur. Bu elçiler de gelmişler, kendilerini
tanıtmışlar. Ama üzerlerinde görülecek maddî bir büyüklük alameti yoktu.
Kıyamet günü veya o sıkıntı başgösterdiğinde, onların Allah nazarında
büyüklükleri, davet ettikleri şeyin de, menfaati kutlara raci olacak olan,
ibâdet gibi kolay bir şey olduğu, üstelik bu davetlerine karşılık hiçbir ücret
de istemedikleri iyice ortaya çıkınca, kâfirler tam bir nedamet duyarlar. Nasıl
böyle olmasın ki? Çünkü onlar, bu elçilerin dediklerinden yüzçevirmekle
kalmayıp, onlarla alay etmiş, işkenceye uğratmış, onları hafife almış ve
küçümsemişlerdir. Hak Tefilâ'nın, "kendilerine geldiğinde"
ifadesindeki zamirin, Habibü'n-Neccâr'ın kavmine ait olması mümkündür. Yani,
"Onlar, üç peygamberden birisi geldiğinde, hasret ve nedametin onların
üzerine olacağını söylediğimizden dolayı, mutlaka onunla istihza ederlerdi"
demektir. Bu zamirin, küfürde ısrar eden kâfirlere raci olması da muhtemeldir.
[67]
Sonra, Cenâb-ı Hak
birincilerin halini beyan edince, o andaki muhataplara şöyle buyurmuştur:
"Kendilerinden
evvel nice nesilleri imha ettiğimizi, bunların bir daha onlara
dönmez olduklarını görmediler mi? Hepsi de muhakkak,
toptan bizim
karşımıza ihzâren getirilmişlerdir
(getirileceklerdir)"
(Yâsin, 31-32).
Yani, "Geride
kalanlar, onlardan öncekilerin başına gelenleri görmezler" demektir.
"Haklarında" "ey pişmanlık" denilen kimselerin haklarında,
"görmediler mi?" denilen kimseler olduğunu söylemek de mümkündür.
Bunun manası; "Vaki olan her helakten önce, hakkı yalanlayan bir toplum
vardır ve bu Nuh (a.s) kavmine ve daha öncesine kadar çıkmaktadır" şeklinde
olur.
[68]
cümlesi, mana
bakımından "helak ettik" ifadesinden bedeldir. Çünkü mana, "Ne
de çok helak ettik, onlar helak edişimizin çokluğunu görmediler mi?"
şeklindedir ki, bunda, "Onlar, bizim çokça imha etmiş olduğumuz o
kimselerin, onlara dönemez olduklarını görmediler mi?" anlamı yatmaktadır.
O zaman da bu, "bedel-i istimal" gibi olmuş olur. Zira,
"Bunların bir daha onlara dönmez olduklarını..." ifadesi, helak
edilenlerin hallerinden bir haldir. Yani, "Onlar, artık onlara bir daha
geri dönmeleri mümkün olmayacak biçimde helak edildiler" demektir. O zaman
bu ifade, senin, "Zeyd'e bakmaz
mısın? Onun terbiyesine ve edebine!" sözün gibi olmuş otur.
Buna göre Cenâb-ı
Hakk'ın, "Bunların bir daha onlara dönmez oldukları..." ifadesinde iki
izah şekli bulunur:
a) Bu,
"Onlar, artık dünyada bulunanlara bir daha geri dönüşü olmayan bir helak
edişle helak oldular" anlamındadır.
b) Bunun anlamı, "Onlar onlara geri
dönmezler" şeklindedir. Yani, "Geride kalanlar, artık ne neseb
cihetinden ne de doğum yoluyla o helak olmuş olanlara varıp dayanmazlar"
demektir ki, bu da, "Biz onları imha ettik ve nesillerini kestik"
anlamındadır. Nesli kesmekle birlikte, meydana gelen helak etmenin, daha tam ve
daha mükemmel olduğunda şüphe yoktur. Birinci izahın, nakil bakımından daha
meşhur olmasına mukabil, ikinci açıklama da aklen daha açık ve aşikârdır.
Cenâb-ı Hak daha sonra
"Hepsi de muhakkak, toptan bizim karşımıza ihzâren getirilmişlerdir"
buyurmuştur. Allah Teâlâ, imha ettiğini beyan edince, kendisinin helak ettiği
kimseleri o hal üzere bırakmayacağını, aksine helakten sonra bir araya getirme,
hesaba çekme, medhetme-hapsetme, cezalandırma gibi şeylerin de bulunduğunu;
şayet helak ettiklerini o hal üzere bıraksaydı, Ölümün ve helakin bir rahatlık
olacağını" açıklamıştır. Bu anlamda olmak üzere söylenmiş olan şu söz ne
de güzeldir: "Şayet biz öldüğümüzde öylece bırakılmış olsaydık, ölüm, her
dirinin rahatlığı olurdu. Fakat ne var ki biz öldüğümüzde diriltildik
(diriltileceğiz) ve bundan sonra, her şeyden sorgulanacağız."
Hakk Teâlâ'nın,
ifadesindeki İn edatı hakkında iki açıklama yapılmıştır.
a) Bu nün,
şeddeli olan "inne"den muhaffeftir. Lemmâ'daki lâm ise, bu nün ile
olumsuzluk nûnunu ayıran I âmu'Mân kadir. Lemmâ'daki "mâ" ise zait
olup, manayı kuvvetlendirmektedir. O halde lemmâ kelimesi, şeddesiz olarak lemâ
şeklinde okunur.
b) Bu in olumsuzluk ifade etmekte olup, lemmâ
da, (illâ: ancak) anlamındadır. Sibeveyh
şöyle demiştir: Arapça'da,
denilir ki, bunun anlamı, "Senden Allah aşkına (ne)
istedimse, sen de onu hemen
yaptın" şeklindedir. Buradaki "ancak" anlamındadır. O halde,
buradaki
kıraat, şeddeli olarak şeklindedir. Ubeyy
fbn Ka'b'ın bu ifadeyi, şeklinde okumuş olması da, bu manayı teyid eder.
Sibeveyh'in, "lemmâ" kelimesi, illâ anlamında varid olur"
şeklindeki açıklaması uygun bir manadır. Şöyle ki lemmâ sanki, bir araya
getirilmiş iki nefy harfi olup; bunlar da lem ile mâ'dır. Böylece de olumsuzluk
kuvvetlenmiş olur. İşte bundan dolayıdır ki, "(O), muhakkak ki yaptı"
diyen kimseye cevap verirken, "Hayır, şu ana kadar yapmadı"; yaptı" diyen kimseye cevap verirken de,
"yapmadı" denilir. (illa edatı
ise, sanki ve dan meydana gelmiş olan
bir nefy edatıdır. Buna göre, nefy edatlarından birisi diğerinin yerine
kullanılmış olur.
Zemahşerî
şöyle demiştir: "Eğer birisi, ile aynı anlamdadır. O halde daha nasıl olur
da, başına tâm harfini getirerek
kelimesi kelimesinin haberi tutulabilir? Zira bu ifadenin takdiri şeklî,
şeklindedir?" derse, cevaben deriz ki: Buradaki kelimesi ism-i mef'ûl
sîgasında olup, (bir araya getirilmiş, toplanmış) anlamındadır. Küllün kelimesi
ise, hiç kimse hüküm dışı kalmamak üzere, "Herbir fert" anlamındadır.
Böylece ifadenin anlamı, "Herbir fert diğeriyle bir araya getirilir ve ona
eklenir" şeklinde olur. ifadesi" onun söylediği şeye gerek
bırakmaz" denilmesi de mümkündür. Bu böyledir, çünkü, Cenâb-ı Hak demiş
olsaydı, söz doğru olmuş olur ve Zemahşeri'nin
zikrettiği cevaba da gerek kalmamış olurdu. Daha doğrusu sahih olan, burada
muhdarûn kelimesinin, cemî kelimesinin sıfatı olmasıdır. Buna göre sanki
"Hepsi de, ihzâren getirilmiş olan bir yığın ve topluluktur"
demiştir. Nitekim Arapça'da "O adam, alîm bir adamdır"; "O nebt,
resul olan bir nebidir" denilir. 'deki vâv, hikayeyi başka bir hikayeye
atfetmek için getirilmiş olan bir atıf harfidir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki,
"Zikrettiğimi sana açıkladım. Yine sana, onların herbirinin, ihzâren
huzurumuza getirileceklerini de açıklayayım" buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın
müteakip ayetindeki vâv da böyledir.
[69]
"Ö/ü toprak -ki
biz onu canlandırdık, içinden dane çıkardık da, ondan yeyip
duruyorlar- onlar için bir ibrettir. Biz orada,
hurmalıklardan, üzüm
bağlarından nice
bostanlar yaptık, içlerinde nice pınarlar fışkırttık, mahsulden
ve kendi ellerinin
yaptıklarından yemeleri için. Hâlâ şükretmeyecekler mi?"
(Yasin 33-35).
Cenâb-ı Hak sanki,
"Yine diyorum ki: Ölü arz da onlar için bir ayet ve ibret levhasıdır"
buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır:
[70]
Birinci Mesele
Ayetin, Önceki
ifadelerle münasebeti nedir? Deriz ki: Münasebet, iki yondendjr; ,
a) Cenâb-ı
Hak, buyurunca, bu ifade, haşre bir işaret olmuş olur. Bunun üzerine Allah
Teatâ, onların inkârını, imkansız görmelerini, inâd ve ısrarlarını kırmak için,
haşrin mümkün okluğuna delalet eden şeyi zikretmiş ve "ölü toprak, onlar
için bir ibrettir. Biz onu diriltiyoruz. Aynen bunun gibi, ölüleri de
dirilteceğiz" buyurmuştur.
b) Cenâb-ı
Hak, resullerin hallerini, yalanlayanların hetak edilmesini anlatıp, (o
resullerin) meşgaleleri de tevhid olunca, Cenâb-ı Hak buna delâlet edeni
zikretmiş ve yeryüzünü de, ister hareket isterse sükun halinde olsun,
kendisinden ayrılamayacakları mekânları olduğu için, Cenâb-ı Allah söze
yeryüzüyle başlamıştır.
[71]
Yeryüzü, mutlak
anlamda bir ayettir. O halde niçin, "Onlar İçin bir ibrettir"
buyurarak, orantn ayet olmasını, onlara tahsis etmiştir? Cevaben deriz ki: (Söz
konusu olan) şeyi bilmeyen kimseye, en beliğ ve etkili bir biçimde ayetler
tâdâd olunur, ona devamlı anlatılır. Ama, o şeyi görme yoluyla bilen ve tanımış
olan kimseye gelince, ona dettl zikredilmez. Çünkü, Peygamber (s.a.s) ve
Allah'ın ihlasiı kullan, Allah TeâJâ'yı, yerden ve gökten önce tanımışlardı. O
halde yeryüzü onlar için, Allah'ı tanıtıcı değildir. Bu Cenâb-ı
Hakk'ın,"B/z onlara, hem dış dünyada, hem kendi varlıklarında
delillerimizi göstereceğiz. Ta ki böylece, Kur'ân'ın hal olduğunu
anlayacaklar" (Fim**, ss> ve "Rabbinin her şeye şahit olduğu
(sana) yetmez mi" (Fumhm. W) buyurduğu gibidir. Yani, "Tanıtıcı
olarak, Rabbin sana yeter. O'nunla bildin her şeyi. O senin için, her şey
hakkında bir şahittir. Ama bunlara gelince, hak onlara, âfâk ve enfüs yoluyte
zuhur etmiştir. Aynı şekilde, burada (yeryüzünde) de onlar için bir ayet ve
ibret vardır" demektir.
[72]
Eğer biz, "ayet,
ölülerin diriitilmesinin mümkün olduğuna
dair
istidlalde bulunmak için zikredilmiştir" dersek, bunun
için "Onu canlandırdık" ifadesi kâfi idi.
Binâenaleyh,
"içinden dane çıkardık" vd.
demeye gerek ve ihtiyaç yoktu.
Eğer biz, ayetin,
Alladın varlığı ve birliğine istidlalde bulunmak İçin olduğunu
söylersek, o zaman da, ifadesinin bir faydası olmaz.
Çünkü, arzınbizzat kendisi.açtk bir delil ye göz alıcı bir burhandır.
Farzedelim ki, bu kâfi gelmesin;
o
zaman, İfadesi, tevhidi vurgulamak için yeterliydi. O halde,
"içinden dane çıkardık" ifadesinin fayda»
nedir? Deriz ki: Bu ayet, buna istidlalde
bulunmak
için zikredilmiştir ve Allah'ın zikrettiği her şeyin de bir anlamı vardır. Onun
'İçinden dan* çıkardık" ifadesine gelince, bunun, ölülerin diriltilmesini
açıklamaya nisbette, ayn bir fayda» vardır. Çünkü, Allah Teâlâ arzı diriltip
ondan dane çıkarınca, bu, tam btr diriltme olmuş olur. Çünkü, ekin bitirmeyen
ve danelerin çıkmasına elverişli olmayan araziler, dünya hayatı bakımından,
bunları bitirenden daha değersizdir.
[73]
Buna göre Cenâb-ı Hak
sanki şöyle buyurmuştur: "Arzı, tam, mükemmel ve ziraaten elverişli bir
biçimde ihya edip dirilten, Ölüleri de, bütün şeyleri idrak edebilecek bir
biçimde diriltir!" Bunun, Allah'ın birliğini beyan açısından faydasına
gelince, bunda, nimetlerin sayılıp dökülmesi söz konusudur. Buna göre, Cenâb-ı
Hak sanki söyle demiştir: Arz, onlar için bir delildir. Çünkü orası, onların
mekânlarıdır, hareketlerinin, sükunlarının, var oluşları ile mümkün oluşlarının
kendisi sayesinde olabildiği tüm zaruri şeylerin, kendisinde olup meydana
geldiği yerdir. Arz, ister akit olsun isterse olmasın, onlar çin mutlaka
bulunma» gerekli olan bir mekandır. O halde bu demektir ki, yerin bizzat
kendisi bir nimettir. Onun, her tarafı yemyeşil olacak bir biçimde diriltilmesi
de, ikinci bir nimettir. Çünkü yer, böylece çok güzel ve çok nezih bir hale
gelir. Daha sonra, oradan danelerin çıkartılması da, üçüncü bir nimettir.
ÇÛnkû, onların azıkları ve yiyecekleri, bulundukları yerde meydana gelir, elde
edilir. CenâbH Hakk'm, onların azıklarını, gökte veya havada yaratması da
mümkün idi. Ama bu durumda, onların "nimetlere dair bir güven ve
emniyyetleri kalmazdı. Hem sonra, Cenâb-ı Hakk'ın, bağ-bahçeleri yeryüzünde
yaratması da, dördüncü bir nimettir. Çünkü yeryüzü, her sene daneier bitirir.
Ağaçların, kendilerinden meyveler toplanacak biçimde yaratılmasına gelince,
bunlar, daneden sonra vücud bulurlar. Daha sonra Cenâb-ı Hak, mahsulün meydana
geleceğine dair itimat ve güvenleri olsun diye, onlar İçin yeryüzünde pınarlar,
gözeler fışkırtmıştır. Şayet yeryüzünün suyu, (sadece) gökten olmuş olsaydı,
yine de mahsul elde edilebilirdi. Ama ne var ki, meselâ ağaçların nereye
dikileceği, yağmurun nereye yağacağı, damlaların nereye düşeceği bilinemezdi.
Daneleri çıkarmanın, ölüleri diriltmenin beyanı açısından da, bütün bunlar
manidar ifadelerdir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın, ''içinden dane çıkardık"
ifadesi, mutlaka olması kaçınılmaz olan zorunlu şeylere; "Biz orada, nice
bostanlar yaptık" cümleei, olmaması halinde, insanın kendisinden müstağni
kalamayacağı, olmaması halinde durumunun bozulacağı, kendisine İhtiyaç duyulan
şeylere ve ''İçlerinde nice pınarlar fışkırttık" ifadesi de, olmaması
halinde, insanı muhtaç bırakmayan, böylece de insanın bir İhtiyaç vartasına
düşmeyeceği, ama arzulayacağı çok güzel bir biçim ve durumda da olmayacağı,
fakat bulunması halinde daha iyi olacak olan şeylere bir işarettir. Buna göre
insanın, dane ve hububatla olan ilgisi ve münasebeti, bazı bakımlardan
ihtiyacını karşılayan, ama her bakımdan ihtiyacını gideremeyen, herhangi bir
şeyi elde etmiş olan fakirin hali gibidir. İnsanın meyveler acısından hali ise,
kendisine zar zor yetecek bir şeyi bulanın hali gibidir. İnsanın, kendisine
dayandığı ve sayesinde, kalbinin güven içinde olduğu akar sulara olan durumu
da, uzun yıllar için azık biriktirmiş zengin bir kimsenin hali gibidir.
İşte böylece Cenâb-ı
Hak, "Biz, ölü araziler hakkında bu şekilde işlem yaptığımız gibi, aynen
bunun misâli, yerde gönüllü olan ölüler hakkında da aynı muamelede bulunacağız.
Böylece onları diriltir ve onlara, hayatiyetlerini sürdürmeleri için mutlaka
olması gerekli olan şeyler ile, gören göz ve görme kuvveti; işiten kutak ve
işitme kuvveti vs. şeyler gibi, kendilerine ihtiyaç duydukları şeyleri veririz ve
bunlara, mükemmel bir amel, kapsamlı bir idrâk gibi, en güzel zinet sayılan
daha hoş şeyleri de ilave ederiz. Verdiğimiz bu manaya göre Cenâb-ı Hak sanki,
"Yeryüzünü, mükemmel bir ihya edişle ihya ettiğimiz gibi, Ölüleri de tam
ve mükemmel bir biçimde İhya edeceğiz" demek istemiştir.
[74]
Cenâb-ı Hak,
"İçinden dane çıkardık" cümlesinden sonra
"Ondan yeyip duruyorlar" cümlesini getirmiş,
ağaçlar ve
meyvelerden bahsederken de,
"Mahsulünden yemeleri
için"
buyurmuştur. Çünkü dane, mutlaka olması gereken
bir azıktır. İşte bu sebeple Allah "Ondan yeyip duruyorlar"
buyurmuştur ki, "Onlar,
onu yer
tüketirler" demektir. Meyvelere gelince, böyle değildir. Buna göre Cenâb-ı
Hak sanki, "Eğer biz o meyveleri bitirmezsek,
onlar ondan yememiş olurlar.
Binâenaleyh, yesinler
diye, biz meyveleri çıkardık" demek istemiştir.
[75]
Cenâb-ı Hak, diğer
meyveleri değil de, burada Özellikle
hurma
ve üzümü zikretmiştir. Çünkü meyvelerin en lezzetlileri, tatlı olanlarıdır. Bu
tatlılık ise, hurmada daha fazladır.
Bir
de hurma ve üzüm, hem katık, hem meyve sayılırlar. Diğerleri ise böyle
değildir. Bir üçüncü sebep de, bunların faydaları daha çoktur. Çünkü bunlar,
uzak yerlere (bozulmadan) taşınabilirler. Eğer, "Allah, En'âm Sûresi'nde,
nar ve zeytinden bahsetmiştir. Yine pek çok yerde de yonca, zeytin ve incirden
bahsetmiştir, niçin? denilirse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hak, En'âm Sûresi'nde ve
diğer yerlerde bunlardan bahsetmiştir ki bundan maksadı meyveleri saymaktadır.
Baksana Hak Teâiâ, meselâ En'âm Sûresi'nde, "O (Allah) gökten su indirip,
onunla meyveler çıkardık"{En'âm,9») buyurmuştur. Yine "insan
yiyeceğine baksın" inovm.za) buyurmuş ve meyve çeşitlerini tamamen
zikretmiştir. Buradaki gayesi ise, yeryüzünün özelliklerinden bahsetmektedir.
Dolayısıyla burada, meyvelerin en lezzetli ve en faydalılarını tercih etmiştir.
En'âm Sûresi'nde, bunların faydalarını anlatmıştık. Bundan, "Meyve, hurma
ve nar" {Rahman, ea) ayetinin hikmeti de anlaşılır.
[76]
Allah Teâlâ, meyvelerden
bahsederken hurmayı ağacı ile üzümü ise meyvesi İle zikretmiştir (temr değil
nahl, kerm
değil Ineb demiştir. Çünkü üzümün çubuğu,
üzüme nisbetle önemsizdir ve faydası azdır. Hurma ağacı ise, meyvesine nisbetle
önemlidir, çok kıymetlidir ve verimlidir. Çünkü çoğu kablar ondan oyulup
yapılır, kabuğundan yararlanılır. Bu yönüyle de, tıpkı hayvanlara benzer.
Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, hurmanın en Önemli şeyi olan meyvesini zikretmekle
yetinmiştir.
[77]
Cenâb-ı Hakk'ın
"İçlerinden nice pınarlar fışkırttık" ifadesi, büyük bir delili
anlatmaktadır. Çünkü örfen, yerin altında olan şeyler yukarı çıkmazlar. Ama
birtakım kaynakların ve gözelerin, yüksek yerlerden dışarı fışkırdığını
görmekteyiz ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın her şeye kadir oluşunun ve hür irade sahibi
oluşunun bir delilidir. Bu işin tabiat gereği olduğunu söyleyenler ise şöyle
demektedirler: Dağlar, adetâ yapılmış birer kubbe gibidirler. Yer altındaki
buharlar ise, tıpkı hamamın tavanına yükselir gibi, içten dağlara doğru
yükselirler. Orada damlacıklar haline gelip, birleşirler. Eğer bunlar, kuvvetli
(tazyikli) değilseler, tıpkı kuyularda olduğu gibi, durgun sular haline gelip,
yeraltı kanallarında dolaşırlar. Eğer kuvvetli iseler, yeri delip çıkarlar ve
bunlardan akarsular meydana getir. Bunlar da birleşerek büyük nehirleri meydana
getirirler. Yağmur ve kar suları bunları besler. Şimdi diyoruz ki; Cenâb-ı
Hakk'ın, bir kısım kaynakları dağ başlarından çıkarışı, O'nun hür irade sahibi
oluşunun açık bir delilidir. Tabiatçıların ileri sürdükleri şey ise,
zorlamadır. Gerçek olan Allah Teâlâ'nın suyu yüksek yerlerde yaratması ve onu,
nehirlere ırmaklara sevketmesidir. Yahut da suyun, Allah'ın emriyle, aşağı
yerlerden yükseklere çıkıp, böylece çaylardan, Allah'ın in'am ettiği bölge
insanlarına akmasıdır.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Mahsûlünden ve kendi ellerinin yaptıklarından yemeleri için- Hâlâ
şükretmeyecekler mi?" buyurmuştur. Ayetteki sıra (ilgi ve münasebet)
açıktır. Bunun böyle oluşu, tefsirinden de anlaşılmaktadır. Bu ayetle İlgili
birkaç mesele vardır:
[78]
Cenâb-ı Hak,
"Yemeleri için" ifadesi ile, niçin faydasına dikkat çekme işini,
meyvelerden sonra zikretmiştir? Çünkü,
"İçlerinden
nice pınarlar fışkırttık" buyurmuş, tane hakkında taneden bahsettiği
ifadenin hemen peşinden, "Ondan yerler" buyurmuş, ama hurma ve üzümün
hemen peşinden, "yemeleri için" dememiştir, niçin?
Cevap: Diyoruz ki:
Tane (tahıl), azıktır. Tanenin varlığı, yağmur suları sayesinde olur. Bundan
ötürü, ağaç ve yeşillik namına hiçbirşeyin olmadığı yerlerde, yağmur susarına
güvenilerek, çiftçilik yapılır. Bu da Allah'ın lütfudur. Çünkü Allah Teâlâ,
nsanın muhtaç olduğu şeyleri daha fazla yaratmıştır. Meyveler ise, ancak nehir
suları ti büyürler. Ağaçlar da meyvelerini, ancak nehir sulan bulunursa,
verebilirler. Bundan Mrü Cenâb-ı Hak, "Mahsulünden yemeleri için..."
ifadesini sonra getirmiştir.
[79]
"Onun
meyvesinden" ifadesindeki zamir neye işarettir? Demek ki: Meşhur olan
görüşe göre, bu zamir
"Allah'a aittir.
Buna göre mana, "Allah'ın meyvelerinden" şeklindedir Burada şöyle bir
incelik vardır: Ağaçlann varlığına, suların akışına rağmen, aeyveler, ancak
murad ederse olur. Eğer Allah yaratmazsa, bunlar meydana ytomez. O halde,
insanın, meyvenin varlığının sebebi sandığı her şeyden sonra yine •«eyvenin
varlığı, ancak Allah ve iradesi sayesindedir. Binâenaleyh meyveler, O'nun
«vyvesidir. Buradaki zamirin, sadece "hurma"ya râcT olması da
muhtemeldir.
Üzümlerin, hurma
hükmünde olduğu bilindiği için, ayrıca üzümlere râcî olacak bir zamir
getirilmemiştir. Bu zamirin, bahsedilen bütün şeylere birden râcî olması da
muhtemeldir, yani "Bahsettiğimiz bu şeylerin mahsûlünden,
meyvesinden" demektir Bu iki izahı
Zemahşerî yazmıştır.
Burada enteresan ve
doğruya daha yakın, şöyle bir başka izah daha yapılabilir: Ayetteki,
"mahsulü" ifadesiyle, neticeler kastedilmiştir. Nitekim Arapça'da,
"ticaretin semeresi, kazançtır, ibadetin semeresi de, mükâfaattır"
denilir. Bu durumda zamir, "Fışkırttık" ifadesinin anlattığı, o
pınarlar fışkırtma işine râcî olmuş olur. Buna göre, "Biz o pınarlar
fışkırtmanın neticesinden istifade edip, bu şeyleri yesinler diye, böylesine
pınarlar fışkırttık" demek olur ki, "fışkırtma" işinin faydalan
meyveden daha çoktur. Hatta bunun içine, "O suyu (yağmuru) döktükçe
döktük. Onunla, taneler, üzümler, otiar, zeytinler, hurmalar ve birbirine
girmiş bahçeler, meyveler ve çimenler çıkarttık"it***. 25-31) ayetinde
anlatılan şeyler de girer. Hem sonra ayetteki "pınarlar fışkırtma
işi", zamire hurmadan daha yakındır. Eğer zamir, "Allah'a râcî olacak
olsaydı, ayette "kıldık", "fışkırttık" Duyurulduğu gibi,
"Bizim meyvelerimizden" denilirdi.
[80]
ifadesindeki mâ edatı ne çeşit bir ma'dtr? Biz deriz ki: Bu hususta şu
izahlar yapılabilir:
a) Bu,
nafiyedir (olumsuzluk bildirir). Buna göre sanki,
Cenâb-ı Hak, "Bu fışkırtma işini onlann elleri yapmadı. Aksine
Allah yaptı" demiştir.
b) Bu, ellezî
"ki o" manasına, ism-i mevsûkJür. Buna göre Allah Teâlâ sanki,
"Onlar bu fışkırtma işinden sonra, elleriyle yaptıkları, ağaç dikmenin
neticesinden ve gayret göstermeden, Allah'ın bitirmiş olduğu (yabani)
meyvelerden yvıler" buyurmuştur ve böylece insanların elleriyle yaptıktan
şeyi, insanların hiçbir katkısı olmayan Allah tarafından direkt bitirilmiş
şeylere atfetmiştir.
c)
Bu, ayeti zamir getirmeden, şeklinde okuyanlara göre. masdartyye olup,
"Onlar Allah'ın ve ellerinin yaptığı şeylerden, yani onların dikip,
Allah'ın bitirdiği ve meyvesini yarattığı şeylerden yemeleri için"
demektir. Bu durumda insanlar, hem ellerinin yaptıklannın ve Allah'ın yarattıklarına
sağladığı şeylerden yarlar. Ayeti zamirli okuyanlann kıraatine göre, bu izah
yapılamaz.
[81]
Buradaki mâ'nın, mevsûte olması halinde,
mananın, "Ellerinin yaptığı o şeyler, yani ticaretler sayesinde kazanıp
yesinler"
şeklinde olması da muhtemeldir. Buna göre Cenâb-ı Hak, sanki, sayesinde insanın
geçimini sağladığı iki esas şeyden, yani ziraat ve ticaretten bahsetmiştir.
Bitkilerden de, üzüm ve hurma gibi, insanların dahli otmadan yetişen şeyler ile
insanların dahli olarak yetişen şeylerden bahsetmiştir. Bu şeyler ise, ya
pişmeden yenilmeyenlerdir, yahut da bir muameleye tabî tutulduktan sonra
yenilebilen, zeytin ve yağı gibi şeylerdir.
Cenâb-ı Hak, bu
nimetlerinden bahsedince, bunlara şükreditmesi gerektiğine, "Halâ
şükretmeyecekler mi?" diye işaret etmiştir. Daha önce istifham (soru)
üslûbunun faydaları hususunda söylediğimiz o şeylerden ötürü, bu ifadeyi soru
şeklinde getirmiştir.
[82]
"Yerin bitirmekte
olduğu şeylerden, (insanların) kendi nefislerinden ve bilemeyecekleri nice
şeylerden her türlü çifti yaratan (Allah'ın) sânı yücedir"
(Yasin, 38).
"Sübhâne" lafzının, teşbihe (tenzihe) delâlet eden bir alem olduğunu daha önce
söylemiştik. İfadenin takdiri, "Bütün çiftleri (eşleri) yaratan zâtı tam
manasıyla tenzih ederim" şeklindedir. Buna göre "sebbeha",
"nezzehe" "tenzih etti" manasına olup, Önceki ayetlerle bu
ayetin münasebeti şudur: Hak TeeJa, "Halâ şükretmeyecekler mi?"
buyurup, Allah'a şükür de, O'na ibadet etmek olup, o kâfirler de bu ibadeti
yerine getirmeyip, hatta başka varlıklara tapıp şirke düşünce, "Yaratan
(Allah'ın) sânı yücedir" buyurmuştur. Halbuki, O'ndan başkaları hiçbirşey
yaratamazlar. İşte bundan dolayı böyle buyurdu. Şöyle de diyebiliriz: Allah
Teâlâ, o kâfirlerin, ayetleri İnkâr edip şükretmediklerini anlatınca, insana
yapması gerekeni bildirerek, böyle buyurmuştur. Yahut şöyle de diyebiliriz: Hak
Teâlâ, ayetlerinden yani delillerinden ve mucizelerinden bahsedince,
"Bahsedilen bu şeyleri yaratan, ortaktan bulunmasından yahut ölüleri
dirHtememekten, aciz olmaktan münezzehtir" buyurdu.
Bu ayette ilgili
birkaç mesele var:
[83]
Buradaki küllehâ "hepsini" ifadesi,
kulların fiillerini de Allah'ın yarattığına delâlet eder. Çünkü zevç (çif-eş),
sınrf-çeşit demektir.
Kulların fiilleri de çeşit çeşrt olup, birbirine benzeyip, hepsi de araz
cinsleri genel başlığı attınta toplanırlar. Binâenaleyh bunlar, Hak Teâlâ'nın,
"her türlü çifti (zevci) yaratan" diye haber verdiği, bütüne dahil
olurlar." Ayetteki, "Yerin bitirmekte olduğu şeyler" rfadesi, bu
sözü umûmî olmaktan çıkarır. Çünkü, meselâ "Bende olan herşeyi Zeyd'e
verdim" diyen kimsenin, sözü de umûm ifade eder. Binâenaleyh bu kimse
bundan sonra "Elbiselerimi de verdim" dese, bu söz, Öncekini umûmî
olmaktan çtkanr" denilemez. Zira biz diyoruz ki: Bu mana, buradaki min
edatının, tahsis edilen şeyin "beyantyyeei" olma» halinde söz
konusudur. Fakat bu, umûmî mananın te'kîdi için getirilmiş olursa, böyle olmaz.
Bunun delili şudur: Bir kimse "Falancaya her şeyi (mm) hayvanı, »Ibiaeyi,
köleyi, cariyeyi verdim" dediğinde, bu sözden, umûmî manayı te'kkj İçin,
çeşitleri sayıp döktüğü anlaşılmış olur. Hak Teâlâ'nın
"Bütün zevceleri (çiftleri) yaratan, sizin için gemilerden, hayvanlardan
bineceğiniz şeyler meydana getiren Allah..."(Zuhruf, 12) şeklindeki
kayıtsız-şartstz ifadesi de bunu destekler.
[84]
Allah Teâlâ, bütün
mahlûkatı içine alan, şu üç şeyden bahsetmiştir:
1)
"Yerin bitirmekte olduğu şeyler..." Buna, bitkiler ve
meyveler gibi, açıkça
görülen şeyler girer.
2)
"(İnsanların) kendi nefislerinden..." ifadesi. Buna da,
"enfüsî" deliller girer.
3)
"Bilemeyecekleri nice şeyler..." ifadesine de, göğün her yerinde
olanlar ile, yeryüzünün en ücra köşelerinde bulunan şeyler girer, işte bu Allah
Teâlâ'nın bütün bunları, tahsîs için zikretmediğinin delilidir. Çünkü bunun da
delili, ehlî hayvanlar İle madenler
de Allah'ın yarattıklarından olmasına
rağmen, bunları burada zikretmeyişidir. Cenâb-ı Hak bütün bu
şeyleri, biraz önce bahsettiğimiz misalde de olduğu gibi, umûmî manayı te'kid için
getirmiştir.
[85]
Ayetteki,
"bilemeyecekleri nice şeyler" ifadesinde, şöyle ince bir mana vardır:
Allah Teâlâ, kendisinin ortaktan münezzeh tutulması için, herşeyin Allah
tarafından yaratıldığını söylemiştir. Çünkü yaratılan yaratana eş-ortak olamaz.
Fakat hakîkî tevhid, kişinin ancak Allah'dan başka ilah olmadığını kabulü ile
gerçekleşir. Bu cümleden olarak Cenâb-ı Hak sanki, "Bildiklerinizde ve
bilmediklerinizde, onları Allah'a ortak koşmanıza manî şeyleri bilin. Çünkü
yaratma geneldir, ortaklığa manî olan şey de yaratma sıfatıdır. Binâenaleyh
Allah'a bildiğiniz şeylerden hiçbirini ortak koşmayınız. Çünkü sizler o
şeylerin mahlûk olduğunu biliyorsunuz. Yine bilmediğiniz şeyleri de ortak
koşmayın. Çünkü herşey mümkln varlık olduğu İçin, Allah'a göre mahlûkturlar.
[86]
"Gece de, onlar
için bir ayettir. Biz ondan gündüzü sıyırıp çıkarırız. Bir de bakarlar ki
karanlığa girmişler"
(Yasin, 37).
Cenâb-ı Hak, küllî bir
mekân olan yeryüzünün hallerini delil olarak getirince, küllî (bütün) bir zaman
dilimi olan, gece ve gündüz ile de istidlal etmiştir. Çünkü hem mekânın, hem
zamanın delil olmaları uygundur. Çünkü cevherler, mutlaka bir mekâna
muhtaçtırlar. Arazlar da, zamandan müstağnî olamazlar. Çünkü her ârflz bir
zaman içindedir. Bu ayetin ifade ettiği husus, "Gece, gündüz, güneş ve ay
O'nun ayetlerindendir" (Funifet. 37) ayetinde anlatıldığı gibidir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bu ayetten sonra, "Senin gerçekten boynunu bükmüş gördüğün arz
(yeryüzü): de O'nun ayetlerindendir. Fakat biz üzerinize suyu indirdiğimiz
vakit o arz, harekete gelir ve kabam" (Fussiiet, 39) buyurmuştur. Çünkü
burada da, hem zamanı, hem de mekânı delil getirmiştir. Fakat burada
kastedilen, önce Allah'ın birliğinin isbatıdır. Bunun delili, oradaki, "Güneşe
secde etmeyin" Fussiiei, 37) ifadesidir. İkinci olarak kastedilen de,
haşrin isbatıdır. Bunun delili de, oradaki "Ona elbet can veren Allah,
elbet ölüleri de dirilticidir"(Fumu*, 39) ifadesidir. Tefsir etmekte
olduğumuz ayetlerde ilk maksad ise hasrın isbatıdır. Çünkü bu sûrede haşrdan
daha çok bahsedilmiştir. Bunun delili de, bu sûrede "nazar" etme,
"(bakma, düşünme)" fiilinin yer almış olmasıdır. Fussiiet SÛresi'nde
ise, daha çok tevhidden bahsedilmiştir. Bunuı, delili, o sûredeki "De ki:
"Yeri, iki günde yaratanı siz mi İnkâr ediyorsunuz?" (Fuaaim, 9)
ayetidir. Her iki sûrenin sonunda da "emr" beyan edilmiştir. Bu
ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[87]
Tefsir etmekte
olduğumuz ayetlerde "mekân"dan bahsedilmesi, ehl-i sünnetten
felsefecilerin şüphelerini; "zaman" dan bahsedilmesi de, yine ehl-i
sünnetten Müşebbihe’nin
şüphelerini bertaraf
etmiştir. Bunlardan birincisini şu şekilde izah ederiz: Çünkü felsefeciler
şöyle derler: "Eğer âlemin yokluğu varlığından önce olsaydı, âlem, yokluğu
farzedilmesi halinde, önce olmuş olurdu. Halbuki öncelik-sonratık zamana
göredir. O halde zaman âlemden önce vardır. Ama zaman da, "âlemler"
cümlesindendir. Dolayısıyla birşeyin yok olduğu bir zamanda, var olması da
gerekir. Bu ise imkânsızdır." Biz de onlara, "Siz, mekânların
sonlu-sınırlı olması konusunda, bizimle aynı görüştesiniz. Çünkü buudların
(boyutların), hepimizin ittifakıyla, bir sonu vardır. O halde, âlemin en üst
düzeyinden öte bir yokluk vardır. Halbuki âlemin, üstünün olduğu söylenmiştir.
Üst ve alt gibi sözcükler, mekâna bağlı olarak söylenebilir. Binâenaleyh âlemin
üstünde de bir mekân vardır. Halbuki, mekân da âlemdendir. Dolayısıyla yokluğu
anında, yine birşeyin var olması da gerekir" deriz. Eğer onlar,
"Âlemin en üstünün üstünde, ne boşluk ne doluluk vardır" diye cevap
verirlerse, biz de, "Âlem var olmazdan önce de, ne ân ne caman vardı"
deriz.
İkincisinin izahı da
şöyledir: Müşebbihe "Var olan
herşey, mutlaka bir mekânda odur. O halde Allah da bir mekândadır" der.
Biz de cevaben deriz ki: "Sizin, aynı zamanda "Allah bir zamanın
içindedir" demeniz de gerekir. Çünkü (size göre), herhangi bir mekân
olmaksızın, vehim ve düşüncelerin, birşeyin var olduğunu söylemesi imkânsız
olduğuna göre, yine bir zaman olmadan o şeyin mevcûd olduğunu söylemesi de
imkânsızdır. Halbuki zaman denen şey hadis (sonradan olma)dır. Gel gör ki biz
ve siz, Allah'ın kadîm olduğu hususunda müttefikiz."
[88]
Eğer birisi,
"Bundan murad, zamanı delil olarak getirmektir.
Öyle ise Cenâb-ı Hak niçin, "Gece de, onlar için
bt ayettir"
diyerek sadece geceyi
zikretmiştir?" derse, biz diyoruz ki:
Cenâb-ı
Hak, "yer" demek olan karanlık bir mekânı delil getirince, böyle
buyurunca,
Kendisinde karanlığın bulunduğu zaman
dilimiyle, yani gece ile istidlal etmiştir. Şöyle
bir izah da yapabiliriz: İnsanlar geceleyin sükûnete erer, sesleri
kesilir ve uykuya
dalarlar. Bu durum
tıpkı bir ölüm haline benzer. Bundan sonra güneşin doğusu da, sûra üflenip
insanların dirilişi haline benzer. Böylece insanlar ölümü hatırlarlar Nitekim
Allah Teâlâ, yeryüzü hakkında da, "Ölü toprak da onlar için bir
ibretti" (Yasin. 33) buyurmuştur. Böylece Hak Teâlâ, ölüm haline en çok
benzeyen iki mekânı zikrettiği gibi, yine ölüme en çok benzeyen iki zamanı
zikretmiştir.
[89]
Gündüzün, geceden
çıkarılması ne demektir? Biz deriz ki:
Bu,
"Onu ondan ayırırız" demektir. Nitekim Arapça'da
gecenin
sonu gefip, gündüz
başladığında, "Gündüz
geceden insilâh oldu (sıyrıldı çıktı)" denilir.
Yine "Allah onu ondan ayırdı, o da ondan ayrıldı" denilir. Fakat bu
ifadede, min edatı getiritmeksizin kullanıp, meselâ denildiğinde, "O,sonuna erdi"
demektir. Buna göre eğer, "Gecenin bizzat kendisi de bir ayettir. O
halde ayette, "Biz ondan gündüzü sıyınp
çıkartırız" demesine ne gerek vardı?"
denilirse, biz deriz ki: Birşeyin faydalan ye güzellikleri, o şeyin
zıddı ite ortaya çıkar.
İşte bundan Ötürü
Cenâb-ı Hak, geceden bahsettiği her yerde, gündüzü de
zikretmiştir.
Cenftb-ı Hak "Bir
de bakarlar ki karanlığa girmişlerdir" buyurmuştur. Buradaki tza edatı,
müfâce'e (ansızın oluşu göstermek) için olup, "Artık bundan sonra iş,
onların elinde değil. Onlar o karanlığa ister istemez girerler" demektir.
[90]
"Güneş de kendi
karargâhında akıp gitmektedir. Bu, azSz ve alîm olan(Allah)'m takdiridir"
(Yasin, 38)
Baştaki vâv'ın, atıf
için olup, bunun "gece"ye atfedilmiş olması muhtemeldir. Buna göre
ayetin takdiri, "Kendisinden gündüzü sıyırıp çıkardığımız gece onlar için
bir ayettir. Keza güneş de, hareket etmektedir. Ayı da biz takdir ettik. Bütün
bunlar birer ayettir" şeklindedir.
Ayetteki, "Güneş
de akıp gitmektedir" ifadesi, gündüzün çıkarıftsma sebeb olan şeye
işarettir. Çünkü güneş, karargâhına doğru hareket etmektedir ki, bu karargâh,
güneşin batma zamanıdır. Böylece gündüz de geceden sıyrılıp çıkmış olur.
Sebebin zikredilmesinin faydası şudur: Allah Teâlâ, "Biz geceden gündüzü
sıyırıp çıkarvnz" buyurunca, herhangi bir câhilin, "Gündüzün sıyrılıp
çıkarılması, Allah'dan değil, ancak güneşin bat ışındandır" demesi
muhtemei olduğu için, "Güneş de, Allah'ın emriyle karargâhına doğru
gitmektedir" buyurdu. Binâenaleyh güneşin batışı, gündüzün
geceden »oyulup çıkarılmasının sebebidir. Böylece
sebep zikredilerek, bu iddianın doğruluğu ortaya konulmuş olur.
Şöyle de denebilir:
"Güneş de kendi karargâhına akıp gitmektedir" ifadesi, geceden sonra
gündüz nimetine bir işarettir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Kendisinden
gündüzü sıyırıp çıkardığımız gece onlar için bir ayettir" buyurunca
güneşin hareket ettiğini, gece sona erdiğinde güneşin doğduğunu, gündüzün
böylece, çeşitli faydalarıma yeniden geldiğini anlatmıştır.
Ayetteki, ifadestndeki
i lam'ın, tıpkı "Güneşin
duiûkuna (yani kayması anma) doğru namaz kıl" (İsra 78} ve "O
kadmlan, iddetieriDin (bitimine) doğru boşayın" (Talak, ı) ayetlerinde
olduğu gibi, vakti göstermek için olması muhtemeldir. Lâm'ın vakit manasına
kullanılmasının sebebi şudur İsimlerdeki meksûr (harf-i cer olan) lâm, izafet
manası içindir. Fakat fiilin, sebebine nisbet edilmesi, izafet çeşitlerinin en
güzelidir. Çünkü izafet, (Zeyd'in evi) ifadesinde olduğu gibi, muzâfun ileyh
sebebi ile, muzâfın tanınması için yapılır. Fiil de, o fiilin sebebi ile daha
iyi bilinir. Nitekim Arapça'da "Kar "için ticaret yap, "yemek
için satın al" denilir. Lâm harfinin, ta'lil (sebebi göstermek) için
kuManrtdtğı bilindiğine göre, diyoruz ki: Birseyin vakti, onun sanki sebebi
gibidir. Çünkü olacak şeyler, belli bir vakitte olur. İşler, vakitlerine
bağlıdır. İşte bundan ötürü Arapça'da "Falanca şu ayın onunda yola
çıktı" denilir. ayetindeki lâm da böyledir. Çünkü vakit de, tıpkı birseyin
sebebi gibi o şeyin iyice beni ckntmn sağlayan şeydir. Buna göre tabirinin
manan, "Güneş karar ktlacağı (duracağı) bir zaman içinde hareket
ediyor" şeklindedir. Bu da, "güneş ne zaman karar Marsa, harekete geçmesi
emredilir. O da harekete geçer" demektir.
Buradaki lâm'm, İlâ
manasına olması da muhtemeldir, yani "Güneş, kendisi için aynlan o
karargâha varıncaya kadar akıp gider" demektir. Bunu da şu şekilde izah
ederiz: Buradaki lâm, vakit içindir. Vaktin ise bir başlangıcı, bir sonu olmak
üzere iki ucu vardır. Nitekim Arapça'da, "Cumadan perşembeye kadar
yürüdüm" denilir. Böylece aralanndaki çok sıkı münasebetten ötürü, bu İki
zaman diliminin biri için kullanılan edat, diğeri için de kullanılabilir. Bunu,
ayeti şeklinde okuyanların kıraati de desteklemektedir. Bu izaha göre, buradaki
"müatefcar" kelimesinin manalar için şu izahlar yapılır:
a) Bu,
Kryamet günüdür, yani, güneş Kıyamet günü artık karar kılacak, duracak
ve daha hareket
etmeyecek.
b) Bu, bir yıllık zaman dilimidir.
c) Bu gecedir, yani, "Güneş geceye kadar
hareket eder" demektir.
d)
Muetefcar, zamanla ilgili olmayıp, mekânla İlgilidir. Bu durumda da şu izahlar
yapHabHir:
1) Bu, yazın güneşin en yüksek noktaya ulaşması,
kışın da en aşağı noktaya inmesi demektir. Buna göre mana, "Güneş bu
noktaya varıp tekrar gelinceye kadar akıp gider" demektir.
2) Bu, güneşin ufuktaki yerlerinin en uç
noktalarıdır. Çünkü güneşin, altı ay tamamlanıncaya kadar, her gün ayrı bir
doğum noktası vardır. Güneş altı aydan sonra, yeniden aynı noktaları dolaşır.
Bu, biraz önce yükseklik hususunda söylenenin aynısıdır. Çünkü
doğum yerlerinin değişmesi,
güneşin ulaştığı yüksekliğin farklılığından ötürüdür.
3) Bu, güneşin başlangıç noktasına ulaşmasıdır.
4) Bu,
güneşin
mıntakatu'l-bürûctan,
murûru'ş-şems'e meyletmesinden,
üzerinde hareketini tamamladığı dâiredir (yörüngedir). Bunu ileride açıklayacağız.
Şöyle de denebilir:
"Bu, "Güneş, müstekarrının hareketine göre hareket eder"
demektir. Çünkü astronomiciler şöyle derler: Güneş bir felek içindedir. Felek
dönünce, onu da döndürür. O halde güneş, müstekarrının (feleğinin) hareketine
göre hareket ediyor." Felsefeciler ise söyle derler: "Güneş,
müstekarrına, yani bulduğu takdirde artık istikrar bulacağı bir duruma doğru
hareket ediyor. O şey de, mümkün olan şekillerin (konumların) çıkarılması
demektir." Bu görüş son derece düşüktür. Allah Teâlâ bunlara, "Bu,
azSz ve atîm olan (Allah'ın) takdiridir" yani, "Bu hareket, o feleğin
döndürmesinden ötürü değil, ancak Allah'ın iradesi ve takdiri, yönetmesi ve o
feleği buna uygun yaratması iledir" buyurarak cevap vermiştir:
Eğer dersen ki:
"Sen bu hususta pek çok izahlar yaptın. Ama tercihe şayan olanı
belirtmedin. Sence tercihe sayan olan görüş hangisidir?" Evet, böyle diyecek
olursan cevaben deriz ki: Bizce tercihe şayan olan görüş şudur: Buradaki
"müstekar" sözü ile, mekân manası kastedilmiştir, yani, "Güneş,
müstekarrına, duracağı yere ulaşıncaya kadar hareket eder. Müstekarn da,
ulaşabildiği en yüksek nokta ile, inebildiği en alçak noktadır." Çünkü bu,
doğuyu batıyı, değişmeyen mecrayı (yörüngeyi), yıl veya gece demek olan zamanı
içine alır. O halde bu görüş, daha geniş ve tam mana ifade etmektedir.
Ayetteki zalike
kelimesinin, güneşin hareketine işaret olması muhtemel olup, "Bu hareket,
Allah'ın takdiridir" demektir. Yine bunun, o müstekarra (karar kılma
işine) işaret olması da muhtemeldir. Buna göre de, "Bu müstekar, azîz ve
gâlib Allah'ın takdiridir. O, kudreti tam olduğu için gâlibtir, hükümrandır.
İlmi de tamdır, yani güneşi en faydalı ve en hikmetli şekilde hareket ettirmeye
kadirdir. Dolayısıyla onu bu şekilde hareket ettiriyor demektir. Bunu birkaç
şekilde izah ederiz:
1) Güneş,
altı ay içerisinde, her gün daha önce uğramadığı bir yerin hizasına doğru
hareket eder. Eğer Cenâb-ı Hak, güneşin hareketini tek birşeyin hizasına doğru
takdir etmiş olsaydı, o zaman güneşin uğrağı olan o yer yanıp kül olurdu. Diğer
yerler ise, kalan kısımlara hükümran olarak (bakî olarak) kalırdı. Bundan
dolayı Cenâb-ı Allah, kışın rutubetlerin, ağaçların ve toprağın içinde biraraya
gelmesi için güneşe bir uzaklık takdir etmiştir. Daha sonra da, bitkilerin ve
meyvelerin yerden ve ağaçtan
çıkarılması,
olgunlaşması ve kuruması için, derece derece güneşin yere yaklaşmasını takdir
etmiştir. Bundan sonra tekrar, yeryüzünün ağaçları ve bitkileri yanıp kül
olmasın diye, yine derece derece uzaklaşmasını takdir etmiştir.
2) Allah Teâlâ, güneşe, insanın kuvvetleri ve
görme duyusu, uykusuzluk ve yorgunluk sebebiyle âtıl (çalışamaz) hale gelmesin
ve devamlı karanlık olması sebebiyle, imârı terkedilerek âlem (dünya) harab
olmasın diye, hergün bir doğuş, her gece bir batış takdir etmiştir.
3) Cenâb-ı
Hak, o güneşin seyrini (gidişatını), ayın seyrinden daha yavaş, zuhal
yıldızının hareketinden daha hızlı yapmıştır. Çünkü güneş, ışığı mükemmel
olandır. Binâenaleyh eğer onun akışı yavaş olsaydı, her bir şeyin hizasında
uzun müddet kalmış ve orayı yakmış olurdu. Eğer bu akışı daha hızlı olsaydı, o
zaman da, bir bölgedeki meyveleri olgunlaştıracak kadar durmuş olmazdı.
[91]
"Ay da menziller
takdir ettik. Nihayet o, eski hurma salkımının eğri çöpü gibi
bir hale döner"
{Yasîn, 39).
Zemahşerî
şöyle der: "Sözün manasının tam anlaşılabilmesi için, burada bir takdir
yapmak gerekir. Çünkü ayın bizzat kendisi, menziller kılınmamıştır. Buna göre
mana, "Biz, ayın seyri için menziller takdir ettik"
şeklindedir." Bu takdire göre, ayetten şu mananın kastedilmesi muhtemeldir
"Ayı da menziller sahibi olarak takdir ettik, yarattık." Çünkü birşeytn
sahibi o şeye çok yakındır. Bundan ötürü, "Hoşnudluk sahibi bir
hayat" den i lebil mistir. Çünkü birşeyin sahibi, bizzat o şeyin
kendisiyle kâim olduğu kimse gibidir. Dolayısıyla onun hakkında o sıfat
kullanılır.
Ayetteki,
"Nihayet o, eski hurma salkımının eğri çöpü gibi bir hale döner"
İfadesi, "O ay, incelikte, ilk önceki haline döner" demektir.
"Urcûn", "In'frftc" (sağa-sola bükülmek) masdarındandır.
Nitekim hurma ve üzüm salkımının çöpüne, "urcûn" denilir.
"Kadîm", eski yaşlı demektir. Nitekim üzerinden bir yıl geçen şeye de
"kadîm" (eski) denilir. Doğrusu bunun bizzat kendisi,
"kadîm" isminin birşeye verilmesi için şart olmayıp, bunda örf-adet
nazar-ı dikkate alınır. Öyle ki bir-iki yıldan beri kurulmuş bir şehir için,
"O kadîm bir şehirdir" denilmez. Fakat bazı şeyler için, üzerinden
bir yıl geçmese bile "kadîm" (eski) ifadesi kullanılır. İşte bundan
dolayı, "kadîm ev, kadîm (eski) bina" denildiği halde, âlem hakkında,
"Âlem, kadîmdir" denilemez. Çünkü evdeki ve binadaki kadîmlik, bu
şeylerin üzerinden,
yılların ve uzun zamanın
geçmesi hükmüne göre kuttandır. Halbuki, âlem hakkında "kadkn"
sözünün kutlanılması, ancak, âlemin bir başlangıcının ve kendisinden önce gecen
bir şeyin bulunmalına inanmanın ifadesi olur.
[92]
"Ne güneşin aya
erişip çatması, ne de gecenin gündüzü geçmiş olması uygun olmaz. Hepsi de (ayn
ayrı) birer felekte yüzerler"
(Yasin, 40).
Bu ayet-i kerime,
bahsi geçen her şeyin, O'nun hikmetine uygun olarak yaratılmış olduğuna bir
işarettir. Binaenaleyh, güneş için, aya yetişecek bir biçimde hızlı hareket
etmesi uygun değildir. Aksi halde, tek bir ay içinde bile, hem yaz hem kış
olur, meyveler ve ürünler olgunlaşamazdı.
hususunda su
açıklamalar yapılmıştır:
a) Bu, "Gecenin sultanı olan ay, gündüzün
sultanı olan güneşi geçemez" demektir.
b) Bu,
"Gece, gündüzü geçemez; yani, gece, gündüzün vaktine giremez, yani onun
verini işgal edemez" anlamındadır. Bu ikinci mana, uzak bir ihtimaldir.
Zira bu, açık olan bir şeyi açıklamak olur. Şayet benim açıkladım kastedilirse,
birinci mana doğrudur. Bana göre, mana şöyle olur: "Ay, kavuşum (yeni ay)
günlerinde doğu ufku üzerinde iken, güneş tam onun karşıtı demek olan, batı
ufku üzerinde olur. Güneş batarken ay doğar, güneş doğarken de, ay batar. Adeta
güneşin bir tek hareketi olmuş olur. Halbuki görünüş itibariyle, güneş,
geceleyin belli bir miktarda ay'dan geri kalır. Binaenaleyh, şayet aytn,
sayesinde güneşi geçeceği ve güneşin ise kendisine yetişemeyeceği bir biçimde
tek bir hareketi olsaydı, keza güneşin de sayesinde aydan sonraya kalacağı ve
aya yetişemeyeceği tek bir hareketi olsaydı, o zaman, hem ay hem de güneş, uzun
bir süre aynı yerde kalakalırlardı. Çünkü güneşin hareketi, hergün bir
derecedir. Allah Teâla'nın bütün yıldızlarda, ay ve yılı meydana getiren
hareketlerden başka olan bir başka hareket yaratmıştır ki, bu da, günlük
dotanımdtr İste bu günlük dolanım sebebiyle, hiçbir yıldız asla bir başka
ytkfczı geçemez. Çünkü, her bir yıldız, meselâ biri doğarken, onun mukabilinde
olan batar; ve yine her ne zaman, bize göre bir yıldız, başka bir yıldızın
bulunduğu bir yere gelirse, o yıldız oradan gider. İşte bu hareketle, ay da
güneşi geçemez. Böylece gecenin sultanının, gündüzün sultanını geçemeyeceği
ortaya çıkmış olur ki, bu ifadelerimizde, geceden ay; gündüzden de güneş
kastedilmiştir. O halde, ayetteki, Cenâbn Hakk'ın "Güneşin aya erişip
çatması" tabiri, güneşin, bir yıl içinde tamamlamış olduğu, yavaş
hareketine; "...ne de gecenin gündüzü geçmiş
olması..." ifadesi de, güneşin bir gece v» gündüz içinde, yeniden tekrar
doğudan yine doğuya devredip döndüğü günlük hareketine işarettir. İmdi, bu
ifadeyle alâkalı birkaç mesele vardır:
[93]
"Gece"
tözünün kullanılıp da, gecenin sultanı olan "ay"ın kastedilrneeindeki
hikmet nadir? Şayet Cenab-ı Hak, "Ay da güneşi geçemez" demiş olsaydı
ne olurdu?
Cevaben diyoruz ki:
Şayet Cenab-ı Hak, "Ay da güneşi geçemez" demiş olsaydı, bundan,
güneşin günlük hareketine işaret edildiği manası anlaşılamazdı. Böylece de, bir
tenakuz varmış gibi, bir vehim ortaya çıkabilirdi. Çünkü görünürde ay daha
hızlı iken, güneş aya yetişemeyip, Allah da, "Ay da güneşi geçemez"
demiş olsaydı, o zaman, ayın geçemeyeceği vehmolunurdu da, böylece ayın
hareketinin daha hızlı olduğu anlaşılamazdı. İşte bu sebeple, kendisiyle, gece
ve gündüzde devrini tamamladığı hareketine İşaret olduğu ve bütün yıldızların
lehine ya da aleyhine olarak, gece ve gündüzde bir doğuş ve batışın olduğu
anlaşılsın diye, Cenabn Hak bu ayette, "gece" ve "gündüz"
buyurmuştur.
[94]
Fiil sigasryla olmak
üzere, güneş için, , ay içinde, ism-i fail slgasryta ifadesini kullanıp, da,
gece hakkında ve güneş'hakkında ise kelimelerini kullanmayanın hikmeti nedir?
Cevap: Biz diyoruz ki:
Güneşe ait olan ve kendisi sebebiyle aya erişemediği günlük harekat etme işi,
sadece güneşe mahsustur. Böylece Cenab-ı Hak bu hareketi, sanki sadece güneşlen
sudur eden bir şey gibi addetmiş ve bunu fiil sîgasiyia beyan buyurmuştur.
Çünkü fiil sfgası, kendisinden o fiil sudur etmeyenler hakkında kullanılamaz.
Binaenaleyh, kendisinden dikmek işinin sudur etmediği bir kimse hakkında,
"O, dikiyor" denilemez. Halbuki, ikinci hareket, herhangi bir yıldıza
ait değildir. Tam aksine, hepsi de herhangi bir yıldıza ait olmayan bir feleğin
hareketi sebebiyle, bu konuda müşterektirler. Dolayısıyla bu hareket, meselâ
sadece ondan sudur eden bir hareket değildir. İşte bu sebeple, ism-i fail
sigası kutlanılmıştır. Çünkü du sîga, fiilin fiilen sudûrunu gerektirmez.
Dolayısıyla da, her ne kadar terzi olmasa da, "Falanca terzidir"
denilebilir.
Eğer denirse ki:
"Kendisini durmayıp kovalayan gündüze geceyi o bürüyüp örter" ^m, m)
ayeti, sizin anlattığınızın aksine delalet etmektedir. Çünkü, gündüz gecenin
peşine düştüğünde, bu demektir ki, gece ondan öndedir. Halbuki siz dediniz ki,
ifadesinin manası, bizim yukarda Mhaettiğimiz şeydir. İşte böylece, gece önde
olmadığı halde, önde olmuş olur." Boyla aenilirse, biz deriz ki: Biz bu
ayetteki "gece" lafzıyla, gecenin sultanı olan "ay 'm
kastedildiğini ve "ay"m, günlük olan hızlı hareketiyle, güneşi
geçemeyeceğini söylemiştik. Halbuki oradaki (atu, h> "gece"
ifadesiyle, gecenin bizzat kendisi ve nerbiri diğerinin peşinde olduğu için de,
adeta, "Onı .i onu takip edip izlediği manası (öncelik sonraiık değil).
İmdi, eğer "Peki,
tamam. Ama niçin Cenâb-ı Hak burada ifadesini kullanmış, orada ise, buyurmuş
da, (Tâllbuhû) buyurmamıştır?"
denilirse, biz deriz ki: Bu, biraz önce de beyan ettiğimiz gibi, bu sûrede
kastedilen "gece" ile, gecenin yıldızlarının kastedilmiş
olmasındandır. Gecenin yıldızlan ise, bir hareket içindeyken, adeta hareketsiz
İmişler; ne de öne geçemezlermiş, geçmek de onların işleri değümişçesine bir
durum içindedirler. Halbuki A'râf Sûresi'nde kastedilen, gece ve gündüzün
bizzat kendileri olup, bunlar iki zaman dilimidirler. Zaman denen şeyin ise,
durağı yoktur. İşi gücü ilerlemek olduğundan devamlı surette kovalar.
[95]
ifadesi de, bizim
söylediklerimizi doğrulayıp, "Bu harekete nisbetle, herbiri için, birinin
diğerini geçemeyeceği bir biçimde, bir gün ve bir gün zarfında, bir doğuş ve
batış bulunur ve her hareket kendisine mahsus bir felek (yörünge) içinde
meydana gelir" anlamındadır. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[96]
Küllün
kelimesindeki tenvin, "herbiri" takdirinde olan, muzaf-un
ileyh'den bedeldir, izafetten dolayı
tenvinin
düşürülmesi tek bir
şeyde, hem nekire, hem de marifeliğin bir arada bulunmaması içindir.
Binâenaleyh, muzâfun iteyh lafzen düşünce, muzâfa da, yeniden lafzen tenvin
verilmiştir. Halbuki, mana bakımından, yine bu İfade, İzafet sebebiyle
marifedir.
İmdi, eğer,
"Peki, lafzen muzaf olması ve olmamasına göre durum değişebilir mi?"
denilirse, biz deriz ki: Evet, zira bir kimsenin, "insanlardan her biri
şöyledir" şeklindeki sözünde, anlayış, başkalarına kaymaz ve gitmez,
böylece de bu anlayış söz konusu olan o kimselere hasredilmiş olur. Binâenaleyh
bu kimse, "Hepsi şöyledir" dediğinde, ifadenin bu anlamının içine,
izafet yapılması halinde elde edilen umumî manadan daha fazla bir umumîlik
dahil olmuş olur. Bu tıpkı, ve kelimelerinin kullanılışı gibidir. Şayet
dediğinde, muzafı hazfedip dersen, fiilin her şeyden önce yapılması gerektiği
manasını ifade eder. Şayet denirse ki: ve
kelimeleri arasında ftrk var mıdır?" Cevaben deriz ki: "Evet,
senin dediğinde iş, onların tamamına hasredilmiş olur. Daha sonra, dediğinde,
bu umumiliği, istidrâk yaparak (önceki manadan vazgeçerek) tahsîs etmen
suretiyle, "onlardan..." demiş olursun. Ama, dediğinde ise, İş, umumilik üzere bırakılmış
ve o şekilde, kesinleşmiş olur.
[97]
Ayetteki küllün
kelimesi, "O ikisinden herbiri" manasında olup, burada zikredilenler
de, güneş ve aydır. O halde daha nasıl Cenâb-ı Hak, (çoğul sîgasıyla),
"yüzerler"
buyurmuştur?
Biz diyoruz ki, buna
birkaç açıdan cevap verilebilir:
a) Biraz
önce de açıkladığımız gibi; bu, umum mana ifade etmektedir. Böylece Cenâb-ı Hak
sanki, her yıldızın, gökyüzünde hareketli olduğunu haber vermiştir.
b) Küllün kelimesinin, lafzan, tesniye ve cemi
olmaması itibariyle, müfret, tekil olması; manaca çoğul olduğu için de, çoğul
kabul edilmesi mümkündür. Ama, tesniye olmasına, ne lafzı ne de manası delâlet
etmez. Buna göre, bir kimsenin, "Zeyd
ve Amr, hepsi geldi" veya
"Hepsi geldiler" demesi uygun ve güzel olurken tesniye sigasıyla,
denilmez.
c) Cenâb-ı
Hak, "gece de gündüzü geçmez" buyurup, gecedekiler ile de yıldızlar
kastedilince, yesbehûn buyurulmuştur.
[98]
"Felek" ne demektir?
Biz diyoruz ki: Bu,
ya, yuvarlak bir cisim veya yuvarlak
ve
dairesel bir yüzey, yahut da dairedir. Çünkü dil alimleri,
yün eğirceğinin yörüngesinin de, yuvarlak olduğu için,
"felek" diye adlandırıldrğt hususunda ittifak etmişlerdir.
Yine bunlar, yuvarlak bir
yüzey olan ve çadırın
direğinin çadırı delmemesi için direğin ucuna konan yuvarlak,
dundan yapılmış düz nesneye de, "Çadırın feleği"
denildiği hususunda ittifak
etmişlerdir.
[99]
İmdi eğer
"Yaptığınız bu izaha göre, gök de dairesel olmuş olur. Halbuki
müfessirlerin ekserisi, gökyüzünün, uçları olmadan, adeta çatılmış bir tavan
gibi dağlar üzerine döşendiği hususunda ittifak etmişlerdir. Bunun böyle
olduğuna, Cenâb-ı Hakk'ın, "Yükseltilmiş tavana kasem olsun" (Tûr, 5)
ayeti de delâlet etmektedir" denilirse, biz deriz ki: Nasslarda, semanın
yuvarlak değil de düz ve döşenmiş olduğuna dair kesin bir delâlet bulunmamaktadır.
Halbuki, maddî ve hiss? delil, semânın, yuvarlak (küresel) olduğuna delâlet
etmektedir. Binâenaleyh, bu neticeyi benimsemek gerekir. Birincisine gelince,
bu açıktır. Çünkü, "kubbe halindeki bir tavan" (ifadesi), onu (düz)
tavan olmaktan çıkarmaz. Semânın, dağlar üzerinde oluşu da böyledir. Maddî ve
hissî delile gelince, bu hususta da şu izahlar yapılabilir:
a) Hareket
halinde iken, güney tarafa doğru iyice bakan kimse, Süheyl ve diğerleri gibi,
hiçbir zaman batmayan yıldızlar görür. Öyle ki, bunları gözleyen, her zaman
onları görür. Ama, bu kimse, Büyükayı yıldızlarını ve diğerlerini, hiçbir zaman
göremez. Binâenaleyh, şayet gök dümdüz olsaydı, o zaman her şey, herkese
jorünürdü. Ama, yuvarlak olması halinde, bu durumda o herşeyin bir kısmı, yerin
uçları ile örtülür de, böylece artık görülmez.
b) Güneş,
meselâ koç burcuna yaklaştığında batsa, biz, koç burcundan terazi burcuna kadar
olan mıntıkadaki yıldızları görürüz. Gitgide, batışları güneşin satmasından
sonra olan yıldızlar gizlenmeye ve görülmemeye başlar; doğuşları, güneşin
doğuşundan sonra olan yıldızlar ise, görülür, zuhur eder. Aksi de böyledir ki
bu, açık bir delildir. Şayet bu husus araştırılacak olsa, bu, katî bir delile
de dönüşebilir.
c) Güneşin ışığı, doğuşundan önce ve batışından
sonra ortaya çıkar. Böylece de semâ boşluğu, bir nebze aydınlanır. Daha sonra
ise, doğar. Şayet, semânın bir kısmı, güneşin bulunduğu mahal demek olan o
mahal ile kaplanmış oisaydı, güneşin kütlesi görülmezdi, ama, söylediğimiz
şeyden dolayı ışığı, ufka yayılırdı. Hatta, güneş tekrar görülecek noktaya
getirildiğinde, bu durumda sema herkes için açık ve net bir halde, dümdüz de
olduğu için, herkes güneşin hem kütlesini hem de ışığını ayn anda görür.
d) Ay,
meselâ, gecenin herhangi bir saatinde, doğu tarafında tutulup, battdaküere.
ayın tutulma vakti sorulduğunda onlar, bu tutulma işini, doğudakilerin onu
gördüğü saatten önce olan bir saatte olarak haber verirler. Ancak ne var ki,
gece farklılık arzettiği halde, ayın tutulması, dünyanın her tarafında bulunan
kimselere göre, aynı zamanda olmuştur. Böylece bu, doğu tarafındakilere göre
olan gecenin; batı tarafındakilere göre olan geceden önce olduğuna delâlet
eder. Binâenaleyh güneş, batıdakilere göre, semâda apaçık bir biçimde yüksek
bir yerde iken, doğudakilere nisbetle batmıştır. Böylece, güneşin yer
parçalarıyla örtüldüğü ve perdelendiği anlaşılmış oldu. Binâenaleyh, şayet,
gökyüzü dümdüz olsaydı, bu böyle olmazdı.
e) Şayet
gökyüzü düz olsaydı, ay, bize, ufkun üzerinde olduğu zaman, nasıl ki bize en
uzak bir konumda bulunuyorsa, tepemizde, yani tepe noktada bulunduğu zaman da,
en yakın konumda olur. Çünkü, direk (yani güneş tepemizde iken yukarıya doğru
varsayılacak bir direk ve doğru parçası), (güneş ufukta iken) oraya doğru
takdiren uzatılacak doğru parçalarından daha kısadır. Güneş ve yıldızların da,
daha büyük görünmeleri gerekir. Çünkü yakın olan, büyük gözükür. Halbuki
aslındaysa, böyle değildir.
İmdi eğer,
"Güneşin, ufuktayken semânın sathında; tepe noktasında iken de, semâ
denizinde oraya gömülmüş olarak bulunması caizdir. Çünkü, "semânın
yırtılması caizdir" denilirse, biz deriz ki: Semânın yıkılabileceğinde
münakaşa yoktur. Ancak ne var ki, bu durumda ayın hareketi, bir doğru üzerinde
değil, daire içinde olmuş olur ki, bizim söylemek istediğimiz de budur. Biz de
diyoruz ki: Şayet böyle olmuş olsaydı, ay, doğudakitere göre, gündüzün
ortasında, miktar bakımından daha büyük olmuş olurdu. Zira ay, onun, en yakın
semânın sathında bulunmasının farzedilmesi zaruretinden dolayı, doğudakilerin
tepe noktasına yakındır. Bizim bulunduğumuz bu mahalle göreyse, semânın denizi
içindedir. Netice olarak diyebiliriz ki, bunların böyle oluşunun delilleri
pekçoktur. Ancak ne var ki, bunları çoğaltmak, maksadı, bu ilmi beyan edip
açıklamak olan astronomi kitaplarına uygun düşer Tefsirdeki maksadımız, bunu
beyan etmek değildir, ne var ki biz bu hususu, aym yuvarlak bir felek olduğunu
beyan etme hususunda kâfi gelecek kadarıyla ele alıp açıkladık.
[100]
cümlesi, her yıldızın,
bir feleği bulunduğuna delâlet etmektedir. O halde senin, bu husustaki görüşün
nedir?
Cevap: Biz diyoruz ki,
yedi gezegene gelince, bunlardan
herbiri
için, bir felek bulunur. Ama diğer yıldızlara gelince, bunların topunun tek bir
feleği olduğu ileri sürülmüştür. Biz bu konuda, feleğin ne demek olduğunu
açıklamamız gerektiği İçin, çok kısa bir biçimde astronomiden bahsediyor ve
şöyle diyoruz: Hareketi, diğer altı gezegenin hareketinden daha hızlı olduğu
için, ayın başlı başına bir feleği bulunduğu ileri sürülmüştür. Hareketleri
hızlı, yavaş ve uğrama şeklinde farklı farklı olduğu için, her yıldızın da bir
feleği vardır. Çünkü onların bir kısmı, bir devirde seyrederken, bir kısmı da
başka bir devirde seyretmektedir. Öyle ki, bazı zamanlarda da, onların bir
kısmı bir kısmına uğrar, ama onu kapamaz. Bazı vakitlerde ise, onu tutar. O
halde bu demektir ki, her yıldızın bir feleği vardır.
Ayrıca, astronomlar,
"Her felek, küre olan bir şeydir, maddedir" demişlerdir ki, bu
gereksiz bir şeydir. Gerekli olan, bizim, her yıldızın küre, yahut düz bir alan
veyahutda, o yıldızın hareketiyle meydana getirdiği daire biçiminde olan bir
feleğin bulunduğunu söylememizdir. Allah Teâlâ, yıldızı, tıpkı içi boş bir
kürenin kütlesinin içersine toplanmış olan bir büyük çivinin (mısmâr) varlığı
gibi, varlığı içinde bulunan bir kürede yaratmaya ve o küreyi döndermeye,
böylece de, kürenin dönmesiyle yıldızı döndürmeye muktedirdir. Astronomi
alimlerince de, gezegen yıldızların hareketi, işte bu biçimdedir. Aynen bunun
gibi, Allah, kendisiyle birbirinin hizasında bulunan dört yüzeyi sarıp
kuşattığı bir halka yaratmaya da kadirdir. Çünkü bunlar, bir değirmen taşının ortasını
yuvarlak bir şekilde oyup, o değirmen taşının ortasından el değirmenleri
çıkarıp, daha evvel de bahsettiğimiz gibi, o taşı, kendisiyle birtakım
yüzeylerin ve dairelerin kuşatıldığı bir halka halinde bıraktığımızda,
birbirinin karşısında dört daire olur. İşte yıldızlar da, böyle bir feleğin
içindedir. Derken o felek halkası döner, böylece de o yıldızı döndürür. Bu
şekilde bir hareket tarzı her ne kadar düşünülse bile, ne var ki, sözüne itibar
edilen hiç kimse bu fikri benimsememiştir. Aynen bunun gibi, Allah yine,
yıldızları, semâyı delecek ve böylece de, var olduğu düşünülebilecek bir daire
meydana getirebilecek bir biçimde yaratmaya da kadirdir. Bu senin tıpkı, suda,
dairesel bir hareketle bir taraftan suyun sathına İnen, diğer taraftan da, bir
vere doğru yükselen bir balık farzetmen haline benzer. Cenâb-ı Hakk'ın
"Hepsi de (ayn ayn) birer felekte yüzerler" ifadesinden anlaşılan
husus da budur. Görünen odur ki, yıldızların hareketi de işte bu tarzdadır. Ama
astronomlar, bunu kabul etmeyerek şöyle demişlerdir: Bu biçimde bir hareket
olmaz. Çünkü yıldızın bir kütlesi vardır. Binaenaleyh, semâyı delip ve yarıp
hareket ettiği zaman, bu durumda, onun döndüğü o mahal, tıpkı, içinde balığın
hareket ettiği bir su gibi yarılır, tekrar kapanır. Veyahut da, ne yarılma ne
de kapanma işi olmaz, tam aksine orada, içinde yıldızın deveran edip döndüğü
bir boşluk vardır. Ne var ki, boşluğun bulunması imkânsızdır. O halde gök,
yarılıp kapanmayı kabul etmez. İşte astronomların, itimat ettikleri görüş
budur. Halbuki biz diyoruz ki: Bu her ikisi de mümkündür.
Boşluğun bulunması
meselesinin izahına, şimdilik burada İhtiyaç yoktur. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın,
"yûzerier" ifadesinden, o semanın, açılıp kapandığı anlaşılmaktadır.
Açılıp kapanma işinin imkansızlığına dair, onların delili yoktur. Onlann
şüpheleri,
yönleri sınırlayan şey hakkındadır.
Orada, onların bu tür şüpheleri de zayıftır. Oaha sonra onlar daha önce de
açıkladığımız üzere şöyle demişlerdir: Hareketler ortaya çıkar, bu sayede de
yıldızların tutulmalarını biliriz. Şayet o yıldızların farklı farklı
hareketleri olsaydı, küsûflarına ve husuflarına hükmedildiği o vakitte,
tutulmanın meydana gelmesi zorunlu olmazdı. Bu böyledir, zira biz diyoruz ki:
Güneşin iki feleği vardır:
a) Merkezi âlemin merkezi olan felek...
b) Merkezi,
alemin merkezinin üstünde olan felek. 8u tıpkı, yumurtanın, sarısıyla kabuğu
arasında kalan beyazı gibidir. Güneş, merkezi dışta olan felekte, o feleğin
deveran edip dönmesiyle, devrini bir yılda tamamlayan bir küredir. Binâenaleyh
güneş, en üst tarafta bulunduğunda yere uzak olur. Ve işte bundan ötürü,
"Güneş, en tepededir; en uçtadır" denilir. Güneş, en alt tarafta
olduğu zaman, yere yakın o'up, böylece de, "en dipte, en alt
merkezde" olmuş olur. Aya gelince, onun, bütün çözlerini ve feleklerini
içine alan bir feleği ile, tıpkı soğanın en üstündeki kabuğu misali, kendisini
saran ve ilk feleğin bir parçası olan bir diğer feleği vardır. Bir üçüncü felek
de, güneş feleğinde merkezi dışta olan felekte olduğu gibi, alttaki felektedir.
Merkezi dışta olan felekte, tıpkı güneşin kütlesi gibi bir küre vardır. Bu
felek, ay küresinde tıpkı, kürenin içine gömülmüş olan bir mismar (çivi) gibi,
merkûzdur. Üstteki feleğe, Cüzeher; merkezi
dışta olan feleğe hâmil; kendisinde ef-feleku'l-hamil'in bulunduğu alttaki
feleğe el-feleku'l-mail; hâmilde
bulunan feleğe de, feleku't-tedvîr
adı verilir. Astronomlar, gezegen yıldızların geriye kalan diğer beş tanesi
hususunda da, aynı şeyi söylemişlerdir. Ne var ki, feleku'l-cuzeher adını verdikleri üstteki o feleğin ay küresi için
olduğunu ispat edememişlerdir. Böylece onlar, yirmidört tane feleğin
varlığından bahsetmişlerdir. Felekul-A'la,
Feleku’I-Burûc, yine Zuhal yıldızının, mümessel,
hâmil ve Feleku't-Tedvîr
felekleri; Müşteri yıldızının üç feleği; Zuhal yıldızının üç feleği; Merih
yıldızının üç feleği; güneşin Mümessel
ve Haricu'l-Merkez olarak
adlandırılan iki feleği; Zühre'nin üç feleği; Ulviyyat'ın üç feleği; Utarid'in
dört feleği ki, bunlardan üçünü biz, Ulvîyyat'ta
zikretmiştik. el-Müdir adı verilen
bir başka felek de bulunur. Ayın dört feleği vardır: Dördüncüsüne, Feleku'l-cüzeher adını vermişlerdir.
Halbuki Müdir, cüzeher gibi değildir. Çünkü Müdîr,
Utarid yıldızının çevresini kuşatmamıştır. Güzeher feleği ise kuşatmıştır.
Astronomlardan, geriye
kalan bu beş yıldız hususunda, her bir feleğe diğer iki feleği de ilave edip,
bunların deveranlarının üç felekten meydana gelmiş olduğunu söyleyenler de
vardır. Onlar şöyle demektedirler: Bu kütleler sebebiyle, yıldızların
hareketleri farklılık arzeder ve onların bir enine geçişleri, dönüşleri, dümdüz
gidişleri olduğu gibi, yavaşlamalar ve hızlanmalar da söz konusudur. Bu,
onların iktibas edilmiş ve kısaca anlatılmaya çalışılmış olan sözleridir. Biz,
Allah'ın kudreti açısından bu tür şeyleri yaratmasının uzak bir ihtimal olmayacağını
söylemekteyiz. Ama bu işin, otomatik bir biçimde olduğunu da kabul etmiyoruz.
Bunların geri dönüşleri de, dümdüz gidişleri de, Allah'ın iradesiyledir.
Bunların enine boyuna hareketleri; yavaş veya hızlı oluşları; yaklaşmaları veya
uzaklaşmaları da böyledir. Sözün tamamı budur.
[101]
Müneccimler, Cenâb-ı
Hakk'ın, yesbehûn "yüzerler" ifadesinden dolayı, yıldızların
hayat sahibi olduklarını söyleyerek, "Zira bunlar da, ancak
akıllılar hakkında kullanılır" demişlerdir.
Biz diyoruz ki: Eğer
sizler (ey müneccimler), sayesinde tesbîhatın yapılabileceği kadarını
kastediyorsanız, biz de aynısını söylüyoruz. Çünkü herşey Allah'ı hamdetmek
suretiyle O'nu teşbih eder. Yok eğer başka birşey kastediyorsanız, bu mümkün
değil. Lafzın kullanılışı da buna delâlet etmez. Bu tıpkı, Hak Teâlâ'nın putlar
hakkındaki, "Size ne oldu da, konuşmuyorsunuz?" (Saffat, 92),
"Konuşmaz mısınız?" ifadeleri gibidir.[102]
"Onlar için bir
ayet de bizim onların zürriyetlerini, o dopdolu gemide taşımış
olmamızdır"
(Yasin, 41).
Bu ayetin, önceki
ayetlerle şu iki açıdan münasebeti vardır:
a) Allah
Teâlâ, canlıların yaşadığı bir mekân olan yeryüzünü diriltmek suretiyle lütuf
ve ihsanda bulununca, bununla yetinmeyip, insana denizden faydalar temin etme,
denize dalabilme, yahut da tıpkı karada yürüdüğü gibi, onun üstünde de
yürüyebileceği yollar edinme kabiliyeti verdiğini beyan buyurmuştur. Bu izaha
göre ayet, tıpkı "Sizi karada ve denizde taşıdık" (ism, to) ayeti
gibi olur? Bunun böyle olduğunu "Kendilerine bunun gibi, binecekleri
şeyleri yaratmış bulunmamızdır" Yasin, 42) ayeti de destekler. Biz bunu
"Buradaki "binecekleri şeyler" ifadesiyle, "develer"
kastedilmiştir" diye tefsir ettiğimizde, develer de karanın gemileri gibi olmuş
olurlar.
b) Allah
Teâlâ, yıldızların feleklerinde yüzdüklerini beyân edince, ona benzeyeni de
zikretmiştir. Bu da geminin denizde yüzüşüdür.
[103]
c) Burada
şöyle bir üçüncü izah da yapılabilir: Allah'ın kullarına lütfettiği şeylerin
Dir kısmı kul için zarurîdir, bir kısmı ise (zarurî olmamakla birlikte)
faydalıdır. Bunlardan ; rincisi, kulun ihtiyacını karşılamak için, ikincisi de
zîneti içindir. O halde yeryüzünün yaratılması ve canlandırılması, birinci
kısımdandır. Çünkü yer, olmadığı takdirde nsanın da vücûd bulamayacağı bir
yerdir. Eğer Cenâb-ı Hak, yeryüzünü böyle canlı yaşanır) hale getirmeseydi,
insan yine yaşayamazdı. "Gece de onlar için bir ayettir"
(Yasin, 37) ayetinde bahsedilen gece ve gündüzün
yaratılışı da, birinci kısımdandır. Çünkü bunlar da, olmaması halinde, insanın
olamayacağı zaman dilimleridir. Güneş, ay ve bunların hareketleri olmasaydı,
yine insan yaşayamazdı. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hak, ilk kısımla ilgili iki ayet
getirince, ikinci kısımla ilgili olarak da iki ayet getirmiştir ki birincisi: Üzerinde
gemilerin hareket ettiği ve içinden, süslenilebilecek şeylerin çıkarıldığı
denizlerdir. Nitekim Cenâbn Hak, "Siz her bir (denizden) taptaze et
yersiniz ve giyeceğiniz (takacağınız) bir zinet çıkarırsınız" (Fâtır, 12)
buyurmuştur. İkincisi, tıpkı denizdeki gemiler gibi olan kara hayvanlarının,
"Bunun gibi binecekler" (Y«n, 43 ifadesiyle anlatılmasıdır.
"Devâb" ''hayvanlar" da, bir zinettir. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Atı, katın ve eşeği de binesiniz diye ve bir süs olarak yararö"(Naw,8)
buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak "akşamleyin getirirken, sabahleyin
salıverirken onlarda sizin için ne güzel bir süs ve zek var" (Nam. e)
buyurmuştur. Böylece bu, müşriklerin aleyhine, hem zarurî olan, hem faydalı
olan şeylerle delil getirme olur. "Cenâb-ı Hakk'ın, "Hurma ve üzüm
bahçeleri" r/ntn, 34) ifadesinde faydalı olanlar, zinet için
zikredilmiştir" denilemez. Çünkü biz diyoruz ki bu, zarurî olanlara bağlı
olarak meydana gelenleri anlatmaktadır. Çünkü Allah Teâlâ, zarurî olan şeyleri
defetmek için yeryüzünü bitirici Özellikte yaratıp, ona böyle yağmur indirince,
bunun neticesi olarak, Allah'ın kudretiyle, o bağ ve bahçelerden hurmalar ve
üzümler çıkmıştır Ama gemiler, bizzat maksad olarak ele alınmıştır, başkasına
bağlı olarak değil. Ayetin böyle bir münasebeti bulunduğunu anladığında,
diyebiliriz ki: Bu ayetlerde, lafız ve manâ ile ilgili birtakım bahisler
vardır:
[104]
Lügat bakımından:
Müfessirler şöyle demişlerdir: "Zürriyet" ile kastedilen, onların
atalarıdır. Buna göre mana, "Sizin atalarınızı o gemide taşıdık"
şeklindedir. Buna göre fülk ifadesinin başındaki elif-lâm, ta'rîf için (onun
belli bir gemi olduğunu göstermek) için olup, bununla,"gemi yap"
(nûu, 37) ayetinde anlatılan, Nuh (a.s)'un gemisi kastedilmiştir. Nûh (a.s)'un
gemisi, Araplarca malum okluğu için Cenâb-ı Hak böyle marife olarak,
"el-fülk" buyurmuştur." Bu, bazı müfessirlerin görüşüdür.
Ekserisinin görüşüne göre ise, "zürrryet", ancak çocuk-soy manasında
kullanılır. Binâenaleyh burada ayetin izahı gerekir. Bu sebeple diyoruz ki:
Ayetteki "o gemi" ifadesiyle, ya Nûh (a.s)'un o belli gemisi
kastedilmiştir, yahut da tıpkı, "O (Allah) sizin için gemilerden,
hayvanlardan bineceğiniz şeyleri meydana getirmiştir" (Zuhnjf, 12),
"Her bir (denizde) gemilerin suları yara yara gittiklerini
görürsün"(fim, 12>, "Gemiye bindikleri zaman "(Ank«bût. 66)
ve bu ifadenin başındaki eiif-iâm'ın cinsi tarif için kullanıldığı ayetlerde
olduğu gibi, gemi cinsi murad edilmiş olur. Binâenaleyh eğer bununla, Nuh
(a.s)'un gemisi kastedil m işse, bu hususta şu izahlar yapılır:
1) Bu,
"Biz sizin çocuklarınızı (soylarınızı), Kıyamete kadar o gemide taşıdık.
Eğer o gemi olmasaydı, insanlığın soyu-sopu kalmazdı" demektir. Bu izaha
göre ayetteki, "zürriyetlerini taşıdık" ifadesi, nimetin
mükemmelliğine bir işaret olsun diye, "Biz onlan taşıdık" yerine
kullanılmıştır ki bu, "Bu nimet sadece o gemiye binenlere mahsus olmayıp,
kıyamete kadar gelecek olan onların bütün soyunu İçin* alır" demektir. Bu
izahı Zemahşert yapmıştır.
Bana göre şöyle de
denilebilir: Bu izaha göre, Cenabn Hak özellikte "zürrlyet"
kelimesini kullanmıştır. Çünkü o zamandakiler, vaıiıklannda hiçbir fayda
beklenmeyen kâfirlerdi. Bundan dolayı, Allah "Onların zürriyetlerini
taşıdık" buyurmuştur. Bu, "O taşıma işi aslında onlan taşıma
değildir, tamamen onların soyundan gelecek olan mû'minleri taşımadır"
demektir. Ayetteki bu ifade suna benzer: birisi tviıKte çöşiıIi mücevherat
bulunan fakat kendisinin hiçbir değeri bulunmayan bir sandığı taşıyan kimseye,
"Bunu niçin taşıyor ve sıkıntıya katlanıyorsun. Çünkü bu sandığın hiç bir
değeri yok, alınmaz, satılmaz" dendiğinde o, "Sandığı değil, sandığın
içindekileri taşıyorum*' der.
2) Bu
"zürrryet" ite, cins kastedilmiş olup, "Biz onların cinsini
taşıdık" demektir. Bu böyledir. Çünkü canlının çocuğu da, kendi cinsinden
ve türündendir. "Zürriyet" kelimesi cins ismi manasında da
kullanılır. İşte bundan Ötürü bu kelime, "kadınlar" manasına da
kullanılmıştır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), "zarurî'yi yani kadınları
öldürmekten nehyetmiştir. Bu böyledir. Zira kadın, erkekten başka bir tür ise
de, yine de erkeğin cinsindendirler, Nitekim Arapça'da, "Bizim
emsallerimiz" manasında "Zartrînâ" denilir. O halde Hak
Teâtâ'nın, "Onların zürriyetlerini taşıdık" beyanı, "Biz onlar
gibilerini taşıdık" demek olur ki bu durumda onların ataları da,
"zürriyet" sözüne dahil olmuş olur.
3)
"Onlar için bir ayet" ifadesindeki "Onlar" zamiri kullara
rftctdir. Çünkü Cenâb-ı Hak, bunlardan Önce, "Ey kulların üzerine çöken
büyük hasret" rvMn, a» buyurmuş. Bundan sonra da, "ö/ü toprak da
onlar için bir ayettir. Allah gece de onlar için bir ayettir" ç<w\, 37)
ve "On/ar için bir ayette, bizim onlann zürriyetlerini taşımış
olmamızdır" buyurmuştur. Bunun böyle olduğu bilindiğine göre, Hak
Te&la sanki "kulların zürriyetlerini taşımamız, onlar İçin bir ayettir"
demiştir. Her iki yerdeki zamirlerle, belli şahısların kastedilmiş olması
gerekmez. Nitekim CenâtM Hak, "Kendinizi öldürmeyin"(Nisa, 30) demiş ve bununla "Birbirinizi
öldürmeyin" manasını kastetmiştir. Aynen bunun gibi bir topluluk
birbiriyle savaşıp, hepsi de öldüğünde, "O kavim, onlar, kendilerini
Öldürdüler1* denilir. O hakle, her iki yerde de, belli şahıslar kastedilmeyip,
aksine birbirlerini öldürmeleri kastedilerek zamir o kavme rftcT olmuş olur.
Hak Teâlft'nın, "Onlar için bir ayet de" ifadesindeki zamir de
böyledir, yani, "Bu, onlardan herbirinin zürriyetini veya bir kısmının
zürriyetini taşımamız, herbiri için bir ayettir" demektir.
Fakat "Burada
kastedilen gemi cinsidir" dediğimizde, bu, daha açık bir ifade otur. Çünkü
Nuh (a.s)un gemisi, bu ayete muhatab olanların yanında değildir ve onlar o
gemide kimlerin taşındığını da bttmezter. Ama cins olarak gemi, herkes için aç*
bir ifadedir ve herkes tarafından bilinen bir şevdir. Hak TeJtt'nın, Hz. Nuh
(a.s)'un gemisi hakkındaki, "Onu, bütün alemlere bir ayet kıldık (Ankebut,
15) ayeti, "cinsini ve benzerini var etmek surektryte, onu ayet
kıldık" demektir. Hak TeaJâ'mn, "Geminin, siz» ayetlerini göstermek
için Allah'ın nimetiyie denizde hareket etmekte olduğun u görmez misin? Bunda
sabreden ve şükredenJer için ayetler vardır" ayeti de bunu
desteklemektedir. Bune göre diyoruz ki: uOnlarm zürriyetîerini taşıdık"
ifadesi, "kulların zürriyetlerini taşıdık"
demektir. Cenâb-ı Hak burada, "Biz onları taşıdık" dememiştir. Çünkü
yeryüzünde iskân etme işi, orada yerleşmiş olan herkes için genel bir durumdur.
İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Ölü toprak da onlar için bfr ayettir. O
(tanelerden) yerler"(Yasin, 33) buyurmuştur. Çünkü yeme işi de geneldir.
Ama gemide taşınma işine gelince, ömründe hiç gemiye binmemiş ve taşınmamış
insanlar vardır. Fakat kulların zürriyetleri, mutlaka bu işi yapar. Çünkü
onlaçjfi içinde, gemiye binip gitmeye muhtaç olacaklar çıkacaktır.
[105]
Hak Teâlâ bazan "fülk" (gemi) kelimesini cemî
olarak kullanmış ve meselâ, "Gemilerin sulan yara yara gittiklerini
görürsün" {Fânr, 12} buyurmuştur. Bazan da müfred olarak kullanmış ve
meselâ, "O dopdolu gemide" buyurmuştur. Biz diyoruz ki: Burada lügat
açısından şöyle ince bir izah yapılabilir: Bu kelimenin harekesi, şekil
itibariyle o kelimenin harekesi gibidir. Ama manaca her iki kelimenin
harekeleri değişiktir. Bunun misali, mesela ifadesindeki "sucûd" kelimesinin masdar olması, "Onlar secde eden
bir kavimdir" ifadesindeki, "sucûd"un,
"sâcîd" "secde
eden" kelimesinin cemisi olması gibidir. Sen bu iki şeyin, iki ayrı manaya
gelen tek bir kelime olduğunu sanırsın. Ama böyle değildir. Aksine "sucûd" kelimesinin harekesi,
masdar olduğu zaman, aslî harekedir. Bunun aslî hareke olması da, "Fiil,
masdardan müştaktır" şeklindeki sözümüze bağlıdır; cemî olduğu zaman ise,
harekeleri, ceminin müfredden müştak (türemiş) olması açısından, değişmiş
harekelerdir. Müştak olan kelimede ya harekede, ya harfde, yahut da her
ikisinde bir değişiklik yapmak gerekir. Binâenaleyh meselâ "sacid" kelimesinden cem? (çoğul)
yapmak istediğimizde, onu değiştirir ve "sucûd"
şekline getiririz. Bu durumda, madar olan "sucûd"
ile cemi olan "sucûd",
aynı harekelerle, iki ayrı mana için vaz'edilmiş (yapılmış) müşterek kelimeler
kabilinden olmazlar.
Bunu iyice kavradığın
için diyoruz ki: "Fülk"
kelimesi müfred olduğunda, tıpkı "kufi"
"kilit" ve "burd"
"çizgili elbise" kelimeleri gibi olur. Cemî olduğunda ise, husb "odunlar", mürd "tüysüzler" gibi bir
kelime olmuş olur. Binâenaleyh sen, "Bu "fülk" kelimesini cemî
kabul ettiğinde, müfredi ne olur?" dersen, deriz ki: "Bunun
müfredinin, tıpkı 22 nisa" (kadınlar) kelimesinin müfredinin
kullanılmaması (olmaması) gibi, müfredi kullanılmamakla beraber,
"feleketun" gibi bir şey olması caizdir. Hak Tealâ'nın ayetindeki "imâm" kelimesinin durumu da böyledir. Cenâb-ı Hak bir
ayetinde, "Bütün insanim imamlan ile çağırırız o gün"HtrA, 71)
buyururken, bu ayette aynı kelimeyi müfred olarak kullanmıştır. Bu ayette
"imâm" kelimesi, zlmâm ve kitap kelimeleri gibi müfreddir, İsrâ
SÛresi'nde ise, sihâm, kiram, Ol"? kelimeleri gibi cemîdir. Bu, sarfın
inceliklerindendir.
[106]
Mana bakımından: Bu konuyu bir kaç mesele içinde ele alacağız:
Cenâb-ı Hak burada,
"Biz onların zürriyetlerini taşıdık" buyurmuş ve onlara, zürriyetlerini
taşıma lütfunda bulundu- ğunu açıklamıştır. Yine Cenâb-ı Hak, "Su kabarıp
yükselince, biz onları o akıp giden gemide taşıdık (koruduk)"
(Hakka. 11)
buyurmuştur ve bu ayette de, bizzat kendilerini taşıma lütfunda bulunduğunu da
belirtmiştir, niçin?
Cevap: Çünkü
başkasıyla ilgisi bulunan kimseye fayda veren, ona da faydalı olmuş olur. Fakat
başkasıyla ilgili olandan zararı defeden kimse, bu zararı sadece o başkasından
defetmiş olmaz, aksine ona faydalı olmuş olur. Bunun bir örneği de şudur: Bir
kimse, birisinin çocuğuna iyilikte bulunup o çocuğu sevindirdiğinde, bu sevince
babası da ortak olur. Fakat birisi, birisinin çocuğunun bir acısını ve bir
zararını defettiğinde, o çocuğun babası yine sevinmiş olur. Halbuki gerçekte o
kimse, bu acıyı babadan gidermiş değildir. İşte bu sebeple, (Nuh Tufam'nda)
sular yükselince, zarar o insanların bizzat kendisine dokunmuştur. Bundan
dolayı Hak Teâlâ bu ayette, ''Zararı sizden defettim" demiştir. Cenâb-i
Hak eğer, "Çocuklarınızdan o zararı giderdim" demiş olsaydı, onların
kendilerinden de zararın defedildiği açıklanmış olmazdı. Tefsir ettiğimiz
ayette ise, verilen menfaati açıklamak istediği için, "Biz onların
zürriyetlerini taşıdık" buyurmuştur. Çünkü onların zürriyetlerine yapılan
menfaat ile bizzat onlar da menfaat elde etmiş olurlar. Mananın böyle olduğunu
ayetteki, "dopdolu gemi" ifadesi de gösterir. Çünkü geminin mallarla
dolu olmasının belirtilmesi ile, menfaat açıklanmış olur. Ama zararın
defedildiği, bundan anlaşılmaz. Çünkü gemi daha ağır olduğu zaman, onunla
kurtuluş daha zor olur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, el-Hakka Sûresi'ndeki ayette,
zarardan kurtarmasını anlatan ifadeyi kullanmıştır. Bu, onun akıp giden bir
gemi olmasıdır. Burada ise, menfaatin mükemmelliğini gösteren ifadeyi
kullanmıştır ki bu da, o geminin mallarla dopdolu oluşudur.
imdi eğer, "Her
iki yerde de maksad, aslında zararın defini anlatmak değil, nimetin beyanı
olduğu halde, Cenâb-ı Hak niçin, "Biz onları karada ve denizde
taşıdık" (isra, 70} buyurmuş, ama "Biz onların zürriyetlerini karada
ve denizde taşıdık" buyulmamıştır?" denilirse, biz deriz ki: Cenâb-ı
Hak, "Karada ve denizde" buyurunca, bu, bütün mahlûkatı içine alır.
Çünkü herkes ve herşey, ancak karada veya denizde taşınır. Fakat denizde taşıma
işi, herkesi kapsamaz. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Sizi bizzat
taştmadıysak da, durumları sizi yakından alâkadar eden, zürriyetinizi,
akrabalaranızı, kardeşlerinizi ve dostlarınızı taşıdık" demek istemiştir.
[107]
Ayetteki,
"meşhûn" "dopdolu"kelimesi, bahsettiğimizden başka, şu
hususu da ifade etmektedir: İnsanoğlu suya batar
ve boğulur. Binâenaleyh onu gemide taşıma işi, Altah'tn
kudretiyle meydana gelmiştir. Fakat tabiatcıtardan
şöyle diyenler vardır: "Hafif olan
şey
suya batmaz. Çünkü o, devamlı üste çıkar." İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak,
batan
şeylerin en ağırlarından olduğunu
bildirmek üzere, "dopdolu gemi" buyurdu. Buna
rağmen Allah, insanları o gemide taşımıştır. Eğer o
tabiatcılar, "Bu bir boşluğun
Mhhhbı
imkânsızlığından ötürü ofmuştur" derferse, biz de deriz ki: "Boşluğun
(hala olabileceğini gösteren delilleri, akliyyât (felsefe) ile ilgili
kitaplarımızda anlattık. O
mam suyun üzerinde
ağır şeyi, batmaktan koruma işi, ancak Allah'ın iradesiyle olmaktadır.
[108]
Cenâb-ı Hak, "ölü
toprak onlar için bir ayettir" (Yum, 33) ve "Gece de onlar için bir
ayettir" pr«n, 37) buyurmuş. Ama, "O gemiyi onları taşıyacak bir
şekilde yapmamızdan ötürü, gemi de onlar İçin bir ayettir" dememiştir.
Çünkü burada dikkat çeken taraf, onların o gemide taşınmalarıdır. Fakat geminin
bizzat kendisi, enteresan değildir. Çünkü gemi, sanki ağaçtan yapılmış bir ev
gibidir. Ama yerin (toprağın) bizzat kendisi ve gecenin bizzat kendisi
enteresandır. Zira Allah'tan başka hiç kimse bunları bu şekilde yapamaz.
[109]
"Onlar için,
bunun gibi binecekleri nice şeyleri yarattık. Eğer dilersek, onları
suda boğarız. Bu durumda, onlar için hiçbir yardımcı
yoktur. Onlar kurtarılmazlar da. Ancak bizden bir rahmet ve bir zamana kadar
yaşatma
olması müstesna"
(Yasîn, 42.44).
Bu ayetlerle ilgili
birkaç mesele vardır:
[110]
Bu, lügat ve mana
açısındandır. Lügat açısından olan, ayetteki hüm zamirinin, o zürriyete ait
olması ihtimalidir.
Buna göre mana,
"Biz onların zürriyetterini taşıdık ve bu taşınanlar için, binecekten nice
şeyler yarattık" şeklinde otur. Bu zamirin, "Onlara dönmezler"
(Yâsin. 31) ve "Onlar için' (ymh 3W7> ayetlerindeki zamirlerin rftcî
olduğu "kullarda râcî olması da muhtemeldir. Doğru olan da budur. Çünkü
zahir olan, zamirlerin tek bir şeye râcî olmasıdır.
Ayetteki min edatı
hakkında şu iki izah yapılabilir:
[111]
a) Bu zftid
olup, mana "Biz, onlara benzeri şeyleri yaptık"
şeklindedir. Bu, Ahfeş'e göredir. Sîbeveyh ise şöyle
der:
Bu
harf, ancak nefy
(olumsuzluk) edalıyla birliktekullanıldığında, zftid olur. Meselâ
"Bana hiç kimse gelmedi"cümlesinde böyledir. Nitekim Cenâb-ı Hak
da,"Bize hiçbiryorgunluk dokunmadı" (Kât. so buyurmuştur.
b) Bu mln,
min-i beyâniyye olup, ((■**>* j») "Allah sizin günahlarınızdan
bağışlar"'(***, 31) ayetinde olduğu gibtdir. Buna göre Cenab-ı Hak sanki,
"Biz onlar
için yarattık" buyurup, yaratılan
şeyler pek çok olunca, onlar için yaratılanı beyan etmek için, "Bu gemi
gibi" demiştir.
[112]
Mislini kelimesindeki
zamir, ekseri âlimlere göre, "gemi"ye râcîdir. Böylece bu tıpkı,
"O şekilden başka diğer neviler
de
vardır" V5*ı,58i ayeti ndeki zamir gibi olur. Buna göre, en zahir otan, bu
zamirle, onların zamanında mevcud olan başka gemilerin kastedilmiş olmasıdır.
Bunun böyle olduğunu, ayetteki "Eğer dilersek, onları suda boğarız"
ifadesi de te'yîd eder. Eğer, bazı müfessirierin dediği şekilde, "Bunun
gibi" ifadesiyle, develer kastedilmiş olsaydı, ayetteki, "Onlar için,
bunun gibi, binecekleri nice şeyleri yarattık" cümlesi, birbiriyle sıkı sıkıya
münasebeti olan, iki cümle arasına girmiş bir fasıla olmuş olurdu. Buradaki
zamirin, zikredilmeyen ama malum olan birşeye ait otması da muhtemeldir. Buna
göre kelamın takdiri, "Biz, onlara "Yerin bitirdiği her türlü çiftten
yaratan (münezzehtir)" (YUn, 36) ayetinde, bahsedilen yaratıklar gibi
şeyler yarattık" şeklinde olabilir. Bu da, ayetteki, "Onun
mahsûlünden yesinler diye" fYMn. 35) ifadesinde bulunan "onun"
zamirinin, bahsettiğimiz bu şeyler manasına olduğunun söylenmesi gibidir, ki bu
da "Bahsettiğimiz şeylerin meyve ve mahsullerinden", demektir.
Yapılan bu izaha göre, ayetteki, "Onlar için, bunun &bi yarattık"
ifadesinde şöyle bir incelik vardır: Herkesin mutlaka, binecek bir hayvanı
vardır. Ama herkes gemiye binemez. İşte bundan dolayı Hak Teâlfl, "Biz
hernekadar onları taşımadıysak da, "zürriyetlerini o gemide taşıdık".
Fakat genelde herkes İçin, binecekleri birşey vardır" demek istemiştir.
Burada da şu iki izah
yapılabilir:
1) Bu, tıpkı Nûh (a.s)'un gemisi gibi gemilerdir.
2) Bu, karantn gemileri demek olan develerdir.
Buna göre, eğer "Bu İfade ile Nûh (a.s)'un gemisi kastedilmiş ise, bu
sözün, makabli İle münasebeti nasıl izah edilebilir?" denilirse, biz deriz
ki: Cen&b-ı Hak onlara, Nûh (a.s)'un kavminin durumunu, onu yalanlayanların
helak olduklarını, inananların ise kurtulduklarını, aynen bunun gibi, bu
müşriklerin de iman etmeleri halinde kurtulacaklarını, Hz. Peygamber (s.a.s)'i
yalanlamaları halinde ise helak olacaklarını anlatmıştır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, iki hususa işaret ederek, "Eğer dilersek, onlan suda boğardık"
buyurmuştur.
1) Bu, nimet
verilmesi halinde bile, insanların Allah'ın azabından kendilerini emin
hissetmemeleri gerekir manasınadır.
2) Bu, şöyle
mukadder bir sorunun cevabıdır: Tabiatçılar, "Gemi tabiatı (maddesi)
gereği, bu taşıma işini yapar. Çünkü içi boş olan birşey batmaz" derler.
İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, "Durum hiç de böyle değildir. Aksine
Allah isteseydi, onlan batırır ve boğardı. O halde bu, geminin tabiatı
(özelliği) gereği birşey değildir. Bunu iddia edenin o bozuk fikri doğru olmuş
olsaydı, birisi şöyle diyebilirdi: "Sen, bir kısım gemilerin, alabora
olduğunu, parçalandığını, onu herhangibirşeyin delip batırdığını
kabul etmez misin? İşte bütün bunlar, Allah'ın
dilemesiyledir. Eğer Allah Teâlâ onları boğmak isteseydi, ehl-i sünnetin
görüşünde olduğu gibi, bu sebeplerden biri olmaksızın veya senin kabul ettiğin
sebeplerden biriyle, onları batırıp boğardı."
Ayetteki, "Onlar
için hiçbir yardımcı yoktur" ifadesi, "Onlan boğulmaktan kurtaracak,
imdatlarına gelecek kimse yoktur" manasınadır. Onlara boğulma işi gelip
çattığında, "kurtarılamazlar". Çünkü azabtan ve kötülükten kurtarma
işi, ya o azabı gelmeden kökünden bertaraf etmekle, yahut da, meydana geldikten
sonra ortadan kaldırmakla olur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu azab gelmeden
kaldıracak bir yardımcıları, yine azab başlarına geldikten sonra, kurtaracak
bir kimseleri olmadığını belirtmiştir. Bu tıpkı, "Onlarm şefaati bana
hiçbir fayda vermez. Onlar beni asla kurtaramazlar" (Yasin, 23) ayeti
gibidir.
[113]
Ayette belirtilen
mananın dışında şöyle bir mana daha vardır: Allah Teâlâ, "Onlar için
hiçbir yardımq (sarih) yoktur" (Yasin, 23) buyurmuş, ama "Onlar için
hiçbir kurtarıcı (munhiz) yoktur" dememiş (bunu fiil olarak getirmiştir).
Çünkü yardım etme özelliğinde olmayan kimse, mağlub olma ve zillete düşme
korkusundan ötürü, yardımcı olmaz. Yardım etme özelliğinde bulunan kimse, ancak
imdada koşar. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak "Onlar için hiçbir ibdatcı
yoktur" buyurmuştur. Ama işi kurtarma olmayan kimse, kendisine göre
kıymetli olan birisinin, bir zarara maruz kaldığını gördüğünde, onu kurtarmak
için, kendisini güvenmese ve buna ihtimal vermese bile, onu kurtarmaya koşar ve
olanca gayretini sarfeder. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Onlar için hiçbir
kurtarıcı yoktur" dememiş, "Onlar kurtarılamazlar da..."
buyurmuştur.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
bir istisna yaparak "Ancak Bizden bir rahmet ve bir zamana kadar yaşatma
olması müstesna" buyurmuştur. Bu, şu iki manayı ifade eder:
a) Kurtarma
işi, hem bir rahmet, hem bir meta (yaşatma-istifade) olarak ikidir. Bu,
"Allah iman edeceklerini büdiği kimseleri, bir rahmet olarak kurtarır.
İman etmeyeceklerini bildiği kimselere de, bir müddet daha istifade etme ve
yaşama fırsatı verip, günahlarını artırır" demektir.
b) Bu,
kurtarma işinin devamlı olmadığını, dünyada mutlaka bir zevalin (ölümün)
olduğunu, böylece Cenâb-ı Hakk'ın bir rahmeti olarak, onları kurtarıp, bir
zamana kadar yaşattırıp, sonra yeniden öldüreceğini; böylece zevalin (ölünün)
kaçınılmaz olduğunu anlatmadır.
[114]
"Onlara,
"Önünüz sıra gelecek olandan da, arkanız sıra gelecek olandan da sakının,
tâki böylece merhamet oîunasmız" denildiğinde (yine yüz çevirdiler)"
(Yasin, 45).
Bu ayetin, kendisinden
Öncekilerle münasebeti de şöyle izah edilebilir: Allah Teâlâ, "Ölü toprak
onlar için bir ayettir" (Yâsin, 32), "Gece onlar için bir
ayettir" (Yâsin, 37) ve "Onların zürriyetlerini taşımamız da onlar
için bir ayettir" (Yâsin,4i) ifadeleri ile, ayetlerini tek tek sayıp, bu
ayetler de, Hak Teâlâ'nın dediklerine olduğu gibi inanmayı gerektirip, ama
müşrikler için böyle yakînî bir iman sağlamayınca, bu, en azından onların
azabtan sakınmalarını sağlamalıydı. Çünkü azabın olacağı haberini alan kimse,
haber verenin doğruluğuna kesin inanmasa bile, ihtiyaten (bir tedbir olarak), o
azabtan sakınır, endişe eder. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Onlara kesin
deliller getirildiğinde, o delilleri kabul etmezler. Onlara, "Korkun,
sakının" denildiğinde, korkup endişe etmezler. Binâenaleyh onlar,
alabildiğine cahil ve gafildirler. Onlar, ne burhan, ne delillere tabi olan
boyun eğer âlimler, ne de işlerini ihtiyata göre yapan avamlar gibidirler"
demiştir. Bunun böyle olduğunu, Hak Teâlâ'nın temenni edatıyla, "Umulur ki
merhamet oîunasmız" yani "kendi ümidinize göre" buyurmuş olması
da delâlet eder Çünkü delillerden istifade yolunu bilmeyen, sakınma ve ihtiyat
yolunu elden bırakmamalı.
ifadesinin cevabı
mahzuf olup, takdiri, "Onlara bu söylendiğinde, onlar ittika
etmezler" şeklindedir, yahut da, "Onlara bu söylendiğinde, onlar buna
aldırış etmezler" şeklindedir. Bu şartın cevabına kendisinden sonra gelen,
"Onlara Rabbinin ayetlerinden herhangi bir ayet gelse, mutlaka ondan yüz
çevirirler" (vasin, 46) ayeti delâlet ettiği için, cevap hazfedilmiştir.
[115]
Hak Teâlâ'nın,
"Önünüz sıra gelecek olandan da, arkanızsvra gelecek olandan da"
ifadesi ile ilgili olarak şu izahlar yapılır:
1) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Önünüz sıra gelecek olan" İfadesinde, "ahiretten
korkun" manası murad edilmiştir. Çünkü onlar, ahirete yöneliktirler.
"Arkanız sıra gelecek
olan",
"dünyadan" demektir. Çünkü onların arkası, dünyaya dönüktür.
2)
"önünüz sıra gelecek olan " ifadesi, boğulma ve yanma gibi çeşitti
azablardan ve "Eğer dilersek, onları suda boğarız. Bu durumda, onlar için
hiçbir imdatcı yoktur..." (Ytam, «-43) ayetiyte işaret ettiği diğer
şeylerden; "arkanız sıra gekcek olan" yani, "siz bu şeylerden
kurtulsanız bile, kendisinden kurtulmanızın mümkün olmadığı ve daima peşinizde
olan ölümden sakının" demek olup, bu mananın böyle olduğuna Cenâb-ı
Hakk'ın "bir zamana kadar yaşatma" ifadesi de delalet eder.
3)
"önünüz sıra gelecek olandan" yani, Muhammed (s.a.s)'in işinden.
Çünkü o. yanınızdadır." "Arkana sıra gelecek olandan", yani
"Haşr işinden. Çünkü siz, Hz. Muhammed (s.a.s)'i ve haşri yalanlamaktan
sakındığınızda, Allah size merhamet eder" demektir.
[116]
Cenâb-ı Hak, "Ta
ki böyle merhamet olunasmız" buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın rahmeti kesin
olduğu halde, Cenâb-ı Hak, bu ayette ümîd etme ifade eden lealk kelimesini
getirmiştir. Bu hususta birtakım izahlar yapılmıştır ki, biz onları defalarca
anlattık. Burada buna şunu eklemek istiyoruz: Cenâb-ı Hak, "sizler,
delillere binaen, bunun böyle olduğuna kesinkes inanmadıysanız..."
manasında, "Korkunuz ve ittika ediniz!" deyince, "Tedbirli
olabilmek için korkunuz" manasında, "Ta ki böylece merhamet
olunasmız" buyurmuştur ki bu "Yakînî inanç sahibi kimseler, kesin
olarak merhamet olunurlar. Tedbir erbabı olan kimselerin ise, merhamet
olunmaları ümid edilebilir" demektir. Gerçek olan, şu iki açıdan bizim
anlattığımızda:
a)
"Rahmeti ümid eden kimseler olarak korkunuz. Çünkü Allah'a, hiçbir şey
farz ve vâcib değildir."
b) Cenâb-ı
Hakk'a nisbetle ittika, O'nun rahmetini ummayı ifâde eden bir emirdir.
Binâenaleyh, eğer bir kimse, harici Ur durumdan dolayı, rahmetin olacağına
kesink»» inanırsa, bu yine de ümit etmeye mani değildir. Hükümdarın gönlünde,
kendisine hizmet eden kimseye, hak ettiğinden kat kat daha fazla verme duygusu
bulunur ve her ne kadar o kimsenin hizmeti bunu gerektirmese bile, o hükümdarın
ona, "Şunu yap, sana hak ettiğin ücretin kat kat daha fazlası
ulaşabilir" derse, bu doğru ve uygun olur.
[117]
"Onlara
Rablerinin ayetlerinden herhangi bir ayet gelmeyedursun, iüe ondan
yüz çeviricidirler"
(Yâsin, 46).
Bu ifade, daha Önce
geçen, "Ey kulların üzerine çöken hasret" (Yârin, soj ifadesiyle
alakalıdır. Yani, "Onlara o peygamberler geldiğinde, onlar onları
yalanladılar. O peygamberler onlara, ayetlerimizi getirdiklerinde, onlar o
ayetlerden yüz çevirdiler, onlara iltifat etmediler" demektir. Bu izaha
göre, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendilerinden evvel nice nesilleri imha ettiğimizi
görmediler mi?" (Yârin, si) ayetinden, "fa ki böylece merhamet
olunasmız*' (Yârin, 45) ayetine kadar olan kısım, birbiriyle alâkası bulunan
iki ifadenin arasına girmiş olan bir söz olmuş olur.
Bu ayetin, kendinden
önceki ayet ile de, şöyle bir münasebeti olduğu söylenebilir: Allah Teâlâ,
"Onlara, sakının denildiğinde..." buyurup, bu ayetteki şartın cevabı
da, "yüz çevirdiler" şeklinde takdir edilince, Cenâb-ı Hak,
"Onların yüz çevirmeleri, sadece buna has değildir. Tam aksine onlar, her
ayetten yüz çeviricidirler” buyurmuştur.
Veyahut şöyle
denebilir Onlara, "Korkunuz" denildiğinde, onlar, meleğin inmesi vs.
şeyler gibi, birtakım mucizeler de talep ettiler. İşte bunun üzerine Cenab-ı
Hak, "Onlara Rablerinin ayetlerinden herhangi bir ayet gelmeyed ursun,
ille ondan yüz çeviricidirler" buyurmuştur. Buna göre, ayetteki kânû
kelimesi, mâna bakımından zaid olup, bu ifadenin anlamı, "Onlar o ayetlerden
yüz çevirirler" şeklinde olup, bu da, "Onlara, ayetler falan fayda
vermez. Çünkü bir kısmını yalanlayan kimseye onun hepsini yalanlamak haydi
haydi kolay gelir" demektir.
[118]
"Onlara:
"Allah'ın sizi rızıklandırdığı şeylerden harcayın" denilince, o inkâr
edenler, iman edenlere şöyle dediler: "Allah'ın,
dileseydi doyuracağı kimseyi
biz mi yedirecek
misiz? Siz apaçık bir sapıklıkta bulunanlardan başkaları
değilsiniz"
(Yasin, 47).
Cenâb-ı Hakk'ın bu
ayeti, onların, mükellefin yapması gerekli olan şeylerin tamamında cimri
davrandıklarına bir işarettir. Çünkü her mükellefin görevi, bütün gücüyle
Allah'ın cihetine saygı duymak; Allah'ın mahlûkatına da şefkat etmektir.
Halbuki onlar, Allah tarafına tazimde bulunmayı bırakmışlardır. Çünkü onlara,
"İttika ediniz, korkunuz" denildi de, onlar ittika etmediler.
Allah'ın mahlûkatına şefkat etmeyi de terkettiler. Çünkü onlara, "İnfak
ediniz" denildi de, infak etmediler. Burada şöyle birtakım incelikler
bulunur:
[119]
Bazı İncelikler:
1) Onlara
gerek "tazim" gerekse "şefkat" hususunda olsun, emirlerin
en koiayıyla hitap olundu da, ama onlar bu hususta en ufak bir şey dahi
yapmadılar. Halbuki, Allah'ın ihlaslı kullarından en küçük bir şey istendiği
halde, onlar bunun en ala ve en mükemmel şeklini yaptılar. Biz böyle söyledik,
zira takva hususunda onlara, önleri sıra gelecek olandan, yani ya ilahî azaptan
ya da ahiretten keza arkalan sıra gelecek olandan, yani ölümden veya ilahi
azabtan korkmaları emrolundu. Ki bu da, ittikadan yana yapılabilecek en küçük
şeydir. Ama, Allah'ın has ve samimi kullarına gelince, Atlan onlara azab etmese
dahi, o yüce hükümdarın tavrının, kendileri hakkında değişebileceğinden
sakınırlar. Azabtan korkma işi, uzak olan kimseler hakkında caridir. Onlar, ne
Allah'a isyan etmekten, ne de Allah'ın azabından sakınmadılar.
Ha'buki, Allah'ın ihlastı kullan, Allah onlara azâb
etsin ya da etmesin, Allah'ı sayar ve O'na muhalefet etmekten kaçınırlar.
Şefkat hususunda ise, onlara, "Allah'ın size olan rızıklarından infak ediniz.
Yani, elinizde Allah'a ait olan şeylerin bir kısmından infâk ediniz"
denildiğinde, onlar infâkta bulunmadılar. İhlaslı olanlar ise, başkalarını
kendilerine tercih ettiler, ellerinde ne varsa hepsini, hatta kendilerini dahi
Allah'ın kullarına faydalı olma ve zararı onlardan giderme hususunda
saffettiler, harcadılar.
2) Cenâb-ı
Hakk'a saygı duyma hususundaki tazim ve saygının faydası, Allah'ın onların
tazimine ihtiyacı olmadığı için, yine onlara yönelik olduğu gibi, şefkat
tarafında şefkatin faydası da yine onlara râcidir. Çünkü, zenginin kendisine
bir şeyler vermediği kimse de, yine eceliyle ölecektir ve rızkı ne ise, ona
mutlaka ulaşacaktır. Ancak ne var ki, mutlu ve bahtiyar kimse, Allah'ın, onun
eliyle rızkı başkalarına ulaştırmayı takdir ettiği kimsedir.
3) Cenâb-ı
Hakk'ın, "sizinzıldandırdığı şeylerden,.." ifadesi, şu iki hususa
işarettir:
a) Bu
hususta cimrilik yapmak, alabildiğine kötü bir şeydir. Çünkü en cimri kişi,
başkasının malında cimrilik yapan kimsedir.
b) Sizi
bundan, fakirlik korkusunun alıkoyması uygun düşmez. Çünkü sizin rızkınızı
veren Allah'dır, binâenaleyh, siz infak edip, tasaddukta bulunduğunuzda O,
nasıl ki başlangıçta onu size verip sizi rtzıklandırdıysa, ikinci defa da onu
size verir, sizi rızıklandırır. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele daha vardır.
[120]
Cenâb-ı Hak,
ifadesinde şartın cevabını
zikretmem iştir.
Burada ise, şartın cevabını zikrettiği gibi,
cevaptan daha
fazlasına yer vermiştir. Bu böyledir, zira
Cenâb-ı
Hak, "Onlara infak ediniz..." dediğinde, onlar da,
"Allah 'm, dileseydi yedireceği kimseye biz mi
yedirecek misiz?" demiş olsaydı, bu kâfi gelirdi. O halde Cenâb-ı Hakk'ın,
"küfredenler, iman edenlere dediler ki (...)" buyurmasının hikmeti
nedir?
Cevap: Biz
diyoruz ki kâfirler, yedirmenin güzel hasletlerden olduğunu söylüyor ve bununla
iftihar ediyorlardı. Onlar bu sözleriyle, mü'minlere bir reddiyede bulunmayı
isteyerek ve yaptıklarının bir övgü vesilesi olduğuna inanarak, "Biz,
misafirleri yedirir içiririz. Şayet bizim yedirip içirmemiz olmasaydı,
misafirlerin ihtiyaçları karşılanamazdı. Sizler, ilâhınızın o istediği
kimseleri nzıklandıracağını söylüyorsunuz; o halde daha ne diye, bize,
"infâkda bulununuz" diyorsunuz" demişlerdir. Binâenaleyh,
onların maksatları yedirmekten kaçınmak değil de, mü'minlere bir reddiye
olunca, Cenâb-ı Hak, onların ağzından, bu reddiyeye bir işaret olmak üzere,
"küfredenler iman edenlere... dediler" buyurmuştur. Ama onlara,
"önünüz sıra gelecek olandan korkun " denilmiş olan ifadede, kâfirler
tarafından mü'minlere karşı bir reddiye yoktur. Böylece onlar yüz çevirdiler
de, Allah da, bu hususu bildiği için onların yüz çevirmelerini zikretmekten yüz
çevirmiştir.
[121]
Cenâb-ı Hakk'ın,
onların verdiği cevap hususunda, değişik
bir
lafzı getirmiş olmasının hikmeti nedir? Çünkü onlar,
"İstese, Allah'ın rtzıklandıracağı kimseler infak
mı edecek" dememişlerdir. Çünkü, onlar ifadesinde infakta
emrolun--uşlardır. Binâenaleyh, onların cevapları da, "infak mı eder
misiz?!" şeklinde olmalıydı, öyleyse, onlar niçin "biz mi yedirecek
misiz?" demişlerdir?
Cevap: Biz
diyoruz ki: Burada onların, alabildiğine muhalefet etmelerinin beyanı söz
konusudur. Çünkü, onlara infak etmeleri emroiunup, infak etme işi içine de,
yedirme vs. şeyler dahil olunca, onlar, ne o infak ne de ondan daha azı olan
yedirmeyi yerine getirmişler, "yedirmeyiz..." demişlerdir. Bu tıpkı
bir kimsenin bir başkasına, Zayd'e
bir dinar ver!" deyip, onun da, "Ben ona bir dirhem bile vermem"
demesine Denzer. Burada uygun olan, onun, "Ben ona bin dinar vermem"
demesiydi. Ancak ıe var ki böyle bir ifadede mübalağa sanatı daha fazla ifa
edilmiş olur. İşte ayette ae böyledir.
[122]
Onların bu sözleri
gerçekti. Çünkü Allah, istese o kimseleri yedirip içirirdi. Öyleyse Oenâb-ı Hak
daha niçin, bu hususu onları kınama sadedinde zikretmiştir?
Cevaben deriz ki:
Onların gayeleri, ya Allah'ın kudretini veyahut da Allah'ın doyurmaya kadir
olması durumunda, intakı emretmenin cevazını inkâr etmektir. Ama, 3u iki husus
da yanlıştır. İşte Cenâb-ı Hak bu yanlışlığı, "Sizi rızıklandırdığı
feyierden..." ifadesiyle beyan buyurmuştur. Zira bu, Allah'ın kudretine
delâlet eden w ifadedir. Ve bu, Allah'ın vermeyi emretmesinin doğru ve yerinde
olduğunu gösteren ar ifadedir. Çünkü, hem başkasının elinde hem de kasasında da
malı bulunan kimse, muhayyerdir. İsterse, kasasında bulunanlardan verir,
İsterse, başkasındaki malından «irilmesini emreder. Binâenaleyh, elinde
başkasının malı bulunan bu kimsenin, "Senin kasandakiler, benim el imdeki
I erden daha çoktur; öyleyse sen ona ondan ver!" aemesi caiz olmaz.
Ayetteki, "Siz
apaçık bir sapıklıkta bulunanlardan başkaları zeğiisiniz" İfadesi,
onların, kendilerinin mü'minieri bu sözle susturduklarına; - .mirilerin
Allah'ın kudretine inanmalarıyia birlikte, kendilerinden, infakta bulunmayı
isteyişlerinin apaçık bir yanlışlık olduğuna ve bunun, yanlış bir iş olduğuna
randıklarına bir işarettir. Bu ifadeyle ilgili hem lügavî, hem de mana
açısından birkaç bahis bulunur:
Birinci bahis:
Lügavî açıdan yapılacak bahse gelince, biz diyoruz ki: İn edatı, olumsuzluk
ifade eden mâ manasında olmak üzere, nefy için gelmiştir. Halbuki İn eda-tnda
aslolan, şart için, mâda aslolan ise, nefy için olmalarıdır. Ancak ne var ki,
bu İki «tat, bazı yönlerden müştereklik arzederler. Dolayısıyla da, karşılıklı olarak
birbirlerinin «rine kullanılırlar. Böylece de mâ, şartta; İn de olumsuzluk
anlamında kullanılmış oldular. 9u iki harfte müşterek olan taraf, herbirinin
birbirine yakın iki harften meydana gelmiş arnalandır. Çünkü hemze elife, mim
de nûna yakındır. Binâenaleyh, "İn" ve "mâ"nın aastna
gelmiş olduğu ifadelerin manasının, olumsuz olması gerekir. Bu husus, mâ'da
açıktır. "ln"e gelince, bu da senin, "Eğer bana Zeyd gelirse,
ona ikram ederim" ştfndeki sözünde, o Zeyd'in o anda gelmemiş olduğunu
ihsas ettirmede
yatmaktadır. Dolayısıyla, İn, mâ yerinde kullanılmıştır. Yine,
"Zeyd ayakta değildi'"Zeyd, kaim değildir" demektir. Ayrıca, mâ
edatı, şa-manasında da kullanılır. Nitekim, "Sen ne yaparsan ben de onu
yapanm dersin. Bahsettiklerimizin delili, olumsuzluk için mâ'nın, in edatının
kullanılmadı yerlerde kullanılmasıdır. Çünkü sen, deyip; edatını zait kabul
edebilirsin. Ama, nefy, anlamında diyemezsin. Ama şart
anlamında “Şayet sen görürsen..." deyip, in edatını asi; mâ'yı da zait
addedersin. Bu da bize In'in şartta asi, mâ'nın İse ikinci derece; mâ'nın ise
nefy'de asi, In'in ise İkine derecede asi olduğunu göstermektedir.
İkinci bahse gelince, biz, sözünün anlattığı şeyi, ifâdesinin anlatamayacağını
belirtmiştik. Çünkü ilk ifade, hasr manasını ve onlann ancak dalalet içinde
bulunmaları gerektiği gibi bir manayı iktizâ eder.
Üçüncü bahse gelince, Cenâb-ı Hak bu sapıklığı, "apaçık olmak"la
vasfetmişt -ki, biz bunun manasının, "Bu iş öylesine açıktır ki,
"Bunun bizzat kendisi bile kendisinin bir sapıklık olduğunu haykırmaktadır"
şeklinde olduğunu söylemiştik ki bu da, sapıklık olduğu herkesçe anlaşılan bir
sapıklık içindedir" demektir.
Dördüncü bahse gelince,
biz,lafzının,
onların, dalâlete gömülmüş
olduklarını, onun
içine battıklarını ifade ettiğini anlatmıştık. Cenâb-ı Hakk'ın, bazı yerlerde
"bir delil ve beyyine üzeredir", bazı yerlerde de "hidayet
üzeredir” şeklindeki ifadeleri de, böyle olan kimselerin, dosdoğru yolun tam
üzerinde ofduklannabir işarettir.
[123]
Mânâ cihetinden olan
bahse gelince, bu da şöyledir: Kâfirler, mü'minlerin sözünün çelişkili
olduğunu; sözü çelişkili olan kimsenin de, alabildiğine sapıtmış olduğunu
sandıkları için, o mü'minleri, apaçık bir sapıklık içinde olmakla
vasfetmişlerdir. Biz bunun böyle olduğunu söyledik, zira kâfirler, "Allah,
eğer onları yedirmek isterse, doyurur ve yedirir. Biz ise, onları doyuramayız.
Çünkü bu, hâsılı yeniden elde etmek olur. Eğer Allah, onları doyurmayı
dilememişse, onları hiç kimse yedirip doyuramaz. Çünkü Allah'ın dilemediği
şeyin meydana gelmesi imkânsızdır. Binâenaleyh, biz onlara yediremeyiz. O halde
ne diye sizler bize, onlan yedirip doyurmamızı emrediyorsunuz?" şeklinde
bir manaya işaret olmak üzere de, "Allah'ın, dileseydi yedireceği kimseye
biz mi yedirecek misiz?" demişlerdir. Bu hususta yapılabilecek diğer bir
izah da şudur: Onlar, âdeta "Allah, onları aç bırakmayı dilemiştir.
Binâenaleyh, şayet biz, onları yedirecek olsak, bu Allah'ın fiilini boşa
çıkarmak için bir gayret olmuş olur ki, bu caiz değildir. Halbuki sizler ise,
"onları yedirin" diyorsunuz. O halde bu bir şaşkınlık ve
çelişkidir" demek istemişlerdir. Halbuki, dalfllde ve şaşkınlık içinde
olanlar kendileridir. Çünkü onlar, bu konuda murâd edilene bakmışlar, emre ve
talebe bakmamışlardır. Bu böyledir, zira kölesine efendi bir şeyi emrettiğinde,
kölesinin o emrin sebebini araştırması, kendisi
sebebiyle o emrin yapılacağı maksada muttali olmak istemesi uygun düşmez. Bunu
şöyle bir misalle açıklayabiliriz: Hükümdar düşmanına, hiç kimsenin muttali
olmayacağı bir biçimde ani bir baskın yapmak için, bineğine binmek isteyip,
kölesine, "Biniti hazırla!" dediğinde, köle bu binitin hazırlanma
gayesine muttali olmak isteyip de, başını kaldırarak ona baksa, bu köle, o
hükümdarın düşmanını bundan haberdar etmek ve onun sırrını ifşa etmekle itham
edilir. O halde, taatte, edeb, İrfan ve usul, maksadı araştırmak değil, emre
hemen tâbi olmak, onu yapmaktır. Binâenaleyh Allah Teâlâ, "Allah'ın sizi
nzıklandırdığı şeylerden harcayın" dediğinde, onların, "Allah niçin
hazinelerindeki şeylerden onları yedirmiyor?" demeleri caiz değildir.
[124]
"Siz, doğru
söyleyenlerseniz, bu tehdit ne zamandır?" derler. Onlar,
birbirleriyle itişip dururlarken, kendilerini
yakalayacak bir tek sayhadan
başkasını
gözlemezler. (işte o zaman) bunlar, bir vasiyyette bile bulunamazlar.
(Hatta) ailelerine
dahi dönecek halde değillerdir"
(Yâsin. 48-50).
Bu, onların, Cenâb-ı
Hak tarafından "Onlara sakının
denildiğinde..." (Yasin.45) ayetinde emredilen takva ile, "Onlara
harcayın denildiğinde..." ayetinde emrolunan infâkın, hiçbir faydası
olmadığı, çünkü, gerçekte böyle bir vaadin olmadığı şeklindeki inançlarına bir
işarettir. Ayetteki, ifadesi, "va'dedilen şey ne zamandır?"
anlamındadır. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[125]
Buradaki in, şart edatı olup, bir ceza
gerektirmektedir. Halbuki, metâ'nın
başına geldiği cümle bir istifham cümlesi olup, şartın cezası olmaya elverişli
değildir. O halde, In'in
cevabı nedir?
Cevap: Biz
diyoruz ki, bu cümle, lafzan istifham ifade eder, ama mana bakımından inkâr
İfade eder. Buna göre onlar sanki, "Eğer haşrin vuku bulacağı hususunda
doğru söylüyorsanız, onun ne zaman olacağını söyleyiniz" demek
istemişlerdir.
[126]
İn kuntum ifadesiyle
kime hitap edilmiştir?
Cevap: Biz
diyoruz ki, görünen odur ki bu, peygamberlere yapılan bir hitaptır. Çünkü o
müşrikler, risâleti kabul
etmeyince, "Ey
risâlet iddia eden kimseler, eğer siz bu hususta doğru söylüyor iseniz, bunun
ne zaman olacağını bize bildirin bakalım" demişlerdir.
[127]
Burada bir vaad söz
konusu değildir. O halde, ayetteki "bu vaad" ifadesiyle, hangi vaade
işaret edilmiştir?
Cevap: Biz
deriz ki: Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, Kıyametin kopacağına dair beyan buyurduğu,
"Onlara, "Önünüz sıra gelecek olandan da, arkanız sıra gelecek
olandan da sakının denildiğinde" çt&8n,4S) ayetindeki husustur. Yahut
da şöyle diyebiliriz: Bu, peygamberler, onlara devamlı bir biçimde Kıyameti,
hesabı, mükâfaat ve cezayı hatırlattıkları için, bu ayette zikredilmese bile,
malûm olan bir husus olup (bu da bu keyfiyete bir işarettir).
[128]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Onlar, bir tek sayhadan ıskasını gözlemezler" buyurmuştur ki
bu, "Onlar, o malum sayha ve naradan başka hiçbir şey beklemezler"
demektir. Bu ifadelerin nekire gelmiş olmaları, çokluk manası ifade etmek
içindir. İmdi eğer, "Onlar, bunu gözlemek şöyle dursun, tam aksine böyle
bir şeyin olmayacağı hususunda kesin kanaat sahibidirler" denilirse biz
deriz ki: Bu gözleme fiilen olan bir durumdur. Çünkü onlar, yapanın helakine ve
Allah'ın kudreti, hükmü ve ilmi dahilinde olmadığı takdirde, çabucak azaba
duçar kılıp Kıyameti yaklaştıracak işler yapıyorlardı. Yoksa onlar bu
gözlemeyi, sözle ifade etmiyorlardı. Yahut şöyle diyebiliriz: Meta "ne
zaman?" kelimesi gerçek bir istifhama delalet etmediğinden, gerçek olmayan
bir "gözleme"den bahsedilmiştir. (Yani burada sözle ifade edilmeyen
ama fiilen olan bir durum sözkonusudur.) Çünkü "ne zaman?" diyen
kimsenin bu sözüne nazaran, bu sözden bir bekleme manası anlaşılır.
Alimler, burada bu "sayha"nın ne olduğu
hususunda, onun dehşetine delâlet eden birtakım hususlar zikretmişlerdir.
1) Bu ifadelerin nekire getirilmiş olması...
Çünkü Arapça'da "çok" anlamında, "Falancanın öyle bir malı var
ki!" ve, cesur ve atılgan anlamında, "Falancanın Öyle bir kalbi var
ki" denilir.
2) Buradaki "bir tek" kelimesinin
zikredilmesidir. Bu, "o sayha oldu mu, artık bir ikincisine ihtiyaç
yoktur" anlamındadır.
3)
Ayetteki, "onları yakalayacak"
İfadesidir. Yani, "O onların hepsini yakalar ve bu sayha, yerin
doğusundaki ile batısındakifere kadar varıp ulaşır. Böyle olan bir şeyin büyük
bir şey olduğunda herhangi bir şüphe olmaz" demektir.
[129]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Onlar, birbirleriyle itişip dururlarken, kendilerini yakalayacak bir tek
sayhadan başkasını gözlemezler. (İşte o zaman), bunlar bir vasiyyette bile
bulunamazlar. (Hatta), ailelerine dahi dönecek halde değillerdir" ifadesi,
bu sayhanın azametini gösteren ifadelerdendir. Çünkü normal olan bir sayha,
gafil bir kimsenin başına geldiğinde, onun kalbi hoplar, korkar. Zira, bir işle
meşgul olan
birisine birisi aniden seslendiğinde,
onun kalbi aniden hoplar, ama sayhayı bekleyen böyle değildir. Binâenaleyh, bu
sayhanın durumu, bahsettiğimiz şiddet ve kuvvette olup, hasmıyla meşgul olan,
onunla didişen gafil bir kimsenin başına geldiğinde, onun kalbinin hoplaması
son derece tam, korkutma işi de alabildiğine muazzam olur.
Ayetteki, ifadesi hakkında
şu izah yapılabilir: "Onlar, Ölümden sonra ba's hakkında cedelleşiyor,
bunun asla olmayacağını söylüyorlardı. Böylece de bu sayhadan gafil idiler.
Böyle bir sayhanın vaki olacağına inanan kimsenin durumu, bunun tam tersinedir.
Bu, böyle birşey için hazır olduğu ve olacağını gözlediği için, bundan korkmaz,
kalbi de hoplamaz. Bu mana, Cenâb-ı Hakk'ın, "Artık Allah'ın diledikleri
müstesna olmak üzere, göklerde kim varsa, yerde kim varsa düşüp ölmüştür"
(Zûmer, 58) ayetiyle kastedilen manadır. Bu ayetteki, "Allah'ın
diledikleri müstesna" ifadesi, "sayhanın ulaşacağına İnanan ve bunun
için hazır olan kimseler..." anlamındadır. Bunu şöyle bir misalle
açıklayabiliriz: Bir kimse, şimşeği görse ve biraz sonra, bir gök gürültüsünün
olacağını anlasa. Diğer bir kimse de, şimşeğin çaktığını görmese ve sonuç
olarak da, gök gürültüsü olacağını bilmese. Derken gök gürlese, bu durumda sen,
şimşeğin çaktığını gören, böylece de gök gürültüsünün olacağını bilen kimseyi
dimdik ayakta; habersiz olan kimseyi de, bayılarak yere düşmüş halde görürsün.
[130]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bu yakalamanın şiddetini beyan etmiştir ki, bu da, o sayhanın onlara bir
vasiyyette bile bulunmaya fırsat vermeyecek bir biçimde meydana gelmesidir.
Ayette, onun şiddetini anlatan hususlar vardır.
a) Gûç
yetirememe... Çünkü bir kimsenin, "Falanca bu durumda vasiyyet bile
edemez" seklindeki sözü, "O, tavsiyede bulunmaya muktedir
olamaz" sözünden daha az vurguludur. Çünkü, tavsiyede bulunmayan kimse,
bazan vasiyyete muktedir olabilir.
b) "Tavsiyeten" ifadesi... Tavsiye sözle yapılır. Söz ise,
fiilin meydana gelmesinden daha hızlı bir biçimde tahakkuk eder. İşte bu
sebeple Cenâb-ı Hak, "O zaman bunlar söz söylemeye muktedir olamazlar.
Nerde kaldı ki, görevleri yerine getirme ve haksız bir şekilde elde edilen
şeyleri sahibine geri verme gibi uzun bir zamana ihtiyaç gösteren fiili
yapabilsinler" demiştir.
c) Diğer kelimeler arasından özellikle "tavsiye" kelimesinin seçilmiş
olması, onun, kelimelerin en mühim olanına kadir olamadığına delâlet eder.
Çünkü, Ölüm vakti, insan tavsiyede bulunmaya daha çok ihtiyaç duyar.
d) "Tavsiye"
kelimesinin neklre getirilmiş olması umumîlik için olup, bu, "O kimse,
ufacık bir kelime dahi olsun, herhangi bir tavsiyede bulunamaz" demektir.
Bir de, tavsiye, bazan işaretle olabilir. O halde, bundan aciz olan kimse,
artık her şeyden aciz demektir.
e) CenâtH
Hakk'ın, "(Hatta) ailelerine dahi dönecek halde değillerdir" ifadesi,
tavsiye etmeye duyulan ihtiyacın ne derece yoğun olduğunu beyan etmek içindir.
Çünkü, ailesine döneceğini uman kimse, vasiyyete
ihtiyaç kalmadığı için vasiyyette bulunmayabilir. Ama, ailesine ulaşamayacağına
kesin karar veren kimsenin, mutlaka vasiyyette bulunması gerekir. Binâenaleyh,
o bu ihtiyaca rağmen, bunu da yapamadığına göre bu, o sayhanın çok şiddetli
olduğuna delâlet eder.
Cenâb-t Hakk'ın bu
ifadesi hakkında şu iki izah yapılabilir:
a) Biraz
önce de anlattığımız gibi onlar, aileleriyle bir araya geleceklerine dair
herhangi bir zamanın kalmadığına kesinkes kanaat getirmişlerdir ki, bu da
vasiyyette bulunma ihtiyacını doğurur.
b)
Bu ifade, "Öldüler, artık onların
dünyaya dönmeleri söz konusu değildir. Binâenaleyh, yolculuğa çıkan ve o
yolculuktan artık dönemeyeceğini, artık ailesiyle birlikte olamayacağını bilen
kimse, o zaman vasiyyette bulunur" anlamındadır.
[131]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, birinci sayhayı müteakiben, olup bitenleri beyan etmek üzere:
"Sûra
üfürülmüştür. Artık bakarsın ki onlar, kabirlerinden, Rabİerine doğru
koşup gidiyorlar"
(Yâsin, 51). buyurmuştur.
Yani, "Sûra
ikinci kez üfürüldüğünde" demek olup, bu, "Sonra ona bir daha
üfürülmüştür. O anda görürsün ki ayakta bakmıp duruyorlar" (zümer. 68)
ayetinde olduğu gibidir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır[132]
Cenâb-ı Hak (zümer,
68)böyle buyururken, burada "Artık bakarsın ki onlar, kabirlerinden
Rablerine doğru koşup gidiyorlar" buyurmuştur. Halbuki,
"ayakta durma",
"koşma"dan
farklıdır. Bir de Cenâb-ı Hak, her iki yerde de, buyurmuştur ki, bu ayakta durma İle koşmanın
aynı anda bulunmalarını iktiza eder. Ne dersin?
Cevap: Bunu
şu iki şekilde açıklayabiliriz:
a) Ayakta
olmak, hızlıca koşmaya ters değildir. Yürüyen kimsenin ayakta olması da,
bakıyor olmasına aykırı değildir.
b) Bu ayette
belirtilen sürat, işlerin adeta aynı anda yapılacağını göstermek için olup,
tıpkı bir kimsenin "O savaşta dönüp dönüp hücum eden, pek çevik, aynı anda
hem önden hem arkadan dalandır. Tıpkı sel sularının yüksekten yuvarladığı çakıl
taşları gibi" demesi gibidir.
[133]
Bu iki üfleyiş,
diriltme ve öldürme gibi birbirine zıt olan iki şey hususunda nasıl müessir
olabilir?
Cevap: Biz
diyoruz ki, Allah'dan başka müessir yoktur.
Üfleme ise, bir
alâmettir. Sonra o korkunç sayha, maddeleri harekete geçirir, sarsar. Binâenaleyh,
varlıklar canlı iken, o canlının parçaları bir aradadır. O ses onları sallar
da, böylece canlının parçalan birbirinden ayrılır. Canlıların ölmelerinden
sonra ise, onların parçalan ayrı ayrı idi. Dolayısıyla o ses onları harekete
geçirdi de, işte o esnada canlının parçaları bir araya geldi. O halde bu
demektir ki, bu İki üfleyiş de, maddeleri harekete geçirme ve intikal ettirme
bakımından, müessir olmuşlardır. Bir arada iken maddeler dağılıyor; ayrı iken
bir araya geliyor.
[134]
Müfacee
(sürpriz) için olan Iza'nın buradaki konumu nedir?
Cevap: Biz
diyoruz ki: Buradaki tzâ, zarf için olup, manası,
"Sûra üflendi. Ona üflenince de, onlar ok gibi kabirlerinde
fırladılar" şeklindedir. Ancak ne var ki, o şey,
zarf olduğu bilinerek bazan bir şeyin zarfı olabilir. Konuşma esnasında, onun
zarf olduğu bilinir. Görünüp müşahede edilmesi halinde de, bilgi yenilenmiş
olmaz. Bu tıpkı bir kimsenin, güneş doğduğunda, "Hava aydınlandı" vb.
demesi gibidir. Binâenaleyh bu kimsenin, güneş doğduğunda, havanın
aydınlandığını görmesi durumunda, yeni bir bilgi söz konusu'olmamış olur. Ama
sen, "Çıktım, bir de ne göreyim, bir aslan kapıda..." dediğinde, o
zaman dilimi, aslanın kapıda olmasının zarfı olur. Ancak ne var ki bu, daha
önce bilinmiyordu. Binâenaleyh o onu gördüğü zaman bunu bildi. Dolayısıyla
bunun, onun zarfı, yani aslanın gelme zamanı olduğuna dair bilgisi, ancak onu
görme anında ansızın ortaya çıkmıştır. İşte bu sebeple, *îi, 'ya "müfacee
izâsı" denilmiştir.
[135]
O "sayha" dağları harekete geçirmiş
olduğuna göre, o vakitte kabirler nerede bulunur?
Cevap: Biz
deriz ki: Allah, her ferdin parçasını, gömüldüğü
yerde bir araya getirir, dolayısıyla onu o yerden çıkarır; ki bu yer, o
kimsenin kabridir.
[136]
Burası, heybetten
bahsedilmesi gereken bir makam olup, bu ayetten önce de, kâfirlerden
bahsedilmiştir. Halbuki
ayette,
"Rabb" sözünün getirilmiş olması, Allah'ın merhametine delâlet eder.
Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, onlara nisbet edilen Rabb "Rablerine..."
yerine, heybetine delâlet eden bir lafız getirmiş olsaydı, bu daha uygun olur
muydu, olmaz mıydı?
Cevap: Deriz
ki: Bu lafzı, olabilecek şeylerin en güzelidir. Çünkü kötülük yapıp sonra da,
kendisine iyilikte bulunan zâta dönmek mecburiyetinde bulunan kimse için böyle bir
durum, başka bir halden, elemce daha fazla, nedametçe de daha çok olur.
[137]
Kötülük eden kimse,
iyilik edene yöneldiğinde, bir adım ileri,
İki
adım geri atar. Halbuki ayetteki yensllûn kelimesi hızlı
koşmak
anlamındadır. O halde
onlardan bövle bir hareket nasıl sudur edebilmiştir?
Cevap: Biz diyoruz ki,
onlar, i'râdeleri kendi ellerinde olmaksızın, böyle yaparlar. Biz, (zümer, 68)
ayetini tefsir ederken, bununla, sûra üflendiğinde, Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin
mükemmel olduğunu, irâdesinin geçerliliğini beyan etmek istediğini
açıklayacağız. Çünkü bu vakitte, onda hem bir araya gelme, hem terkib olunma,
hem dirilme, hem kıyam, hem de koşma olacaktır. O halde Cenâb-ı Hakk'ın,
ifadesi, "bir anda bu noktaya varıp dayanacaklar"
demektir. Yani, "Birtakım safhalardan sonra
gelen, ok gibi fırlayış noktasına varacaklardır" demektir.
[138]
"Demişlerdir ki:
"Eyvah bize! Uyuduğumuz yerden bizi kim kaldırdı? Bu, Rahmân'm (Allah'ın)
vaadettiği şey. Gönderilen (o peygamberler) doğru
söylemiş"
(Yâsin. 52).
Bu, "Onlar
diriltilince böyle söyleyecekler" demektir. Çünkü bir önceki ayetteki,
"Sûra üfürülmüştür" ifadesi, onların yeniden diri İtildikleri ne
delalet eder. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[139]
Eğer birisi,
"Allah, "onlar, "Eyvah bize" diyerek kalkıp, kabirlerinden
Rablerme doğru hızlıca koşuyorlar" buyurmuş olsaydı daha uygun
olurdu?" diyecek olsa, biz deriz ki: Böyle söylemekten Allah'a sığınırız.
Çünkü geçen ayetteki, "Artık bakarsın ki onlar, kabirlerinden, Rablerine
doğru koşup gidiyorlar" ifadesi, biraz önce bahsettiğimiz gibi, Allah
Teâlâ'nın, en süratli bir şekilde onların parçalarını birleştirip, onları
dirilttiğine ve hareket ettirdiğine bir işarettir. Çünkü onların hızlıca
koşmaları işi, mutlaka parçalarının biraraya getirilip te'lif edilmeleri
gerekmesine rağmen, hemen üfienişle birlikte oluvermiştir. Binâenaleyh Cenâb-ı
Hak, o birisinin dediği gibi, "diyerek kalkıp..." buyurmuş olsaydı,
bu, "hızlıca koşarlar" ifadesinin "hâli" gibi, yani,
"Eyvah bize diyerek koşup giderler" manasında olmuş olurdu. Halbuki
durum böyle değildir. Çünkü onların, "Eyvah bize" demeleri, süratlice
gitmelerinden Öncedir. Burada bu "Koşup gitme" ifadesinin kullanılmış
olması, biraz önce bahsettiğimiz sebeplerden ötürüdür.
[140]
Eğer birisi,
"Biz, gibi ifadelerde, nidanın ne manaya olduğunu bilmekteyiz. Fakat
insanların bu şekildeki sözleriyle, Cenâb-ı Hakk'ın, hiç izafet yapmadan, (Yasin, 30} şeklindeki sözü arasında ne fark
vardır ki onlar,
ve demektedirler"
derse, biz şöyle cevap veririz: Bu sözü söyleyen mükellef ise, onun halini veya
ona yakın olanların halini hiç kimse bilemez. Buna göre sanki herkes, kendi
haliyle derdiyle mesgulmuş ve herbiri, "Eyvah bize! Yazıklar olsun
bizel" demekteymiş gibi olur. Onların, "Eyvah bizel" deyişleri,
herbirinin, "Eyvah banal" demesi manasınadır. Ama Cenâb-ı Hakk'ın bu
ifadeyi kullandığı yerlerde, ilmi herkesin halini kuşattığı için, bunu umûmî
şekli ile söylemiştir.
[141]
Ayetteki, "Uyuduğumuz yerden bizi
kim kaldırdı" ifadesinin,
"Eyvah bize!" şeklindeki sözleriyle ilgisi nedir?
Cevap:
Diyoruz ki: Onlar, yeniden diriltilince peygamberlerin söyledikleri şeyleri
hatırladılar da, böyle dediler ki bu, "Allah, bizi va'dedilen o diriliş
ile mi diriltti, yoksa biz uyuyorduk da, uyandırıldık mı?" demektir. Bu da
tıpkı, bir İnsana gücünün yetemeyeceği bir düşmanının, gelmesi vaad edilip,
sonra da bu insan, korkunç bir adamın, kendine doğru yönelip geldiğini göres,
ödünün kopması ve kendi kendine, "Bu o mu, yoksa değil mi?" demesi
gibidir. Bunun böyle oluşuna onların, "Uyuduğumuz yerden" ifadesi
delâlet eder. Çünkü onlar, kabirlerini uyku yeri sanmışlardı. Bu, onların
uyuyup da, uyandınldıklan mı, yoksa ölüler olduktan mı hususunda şüphe
ettiklerini gösterir. Fakat zann-i gâlibleri. bu işin bir yeniden dirilme
olduğu yönündedir. Çünkü onlar, bu iki ihtimali birarada düşünerek, bunun
kendilerine vaadedilen o diriliş olduğunu sandıklarına bir işaret olmak üzere,
"Bizi kim kaldırdı (diriltti)?": uyanmış oldukları ihtimali vehimlerine
bir işaret olmak üzere de, "Uyuduğumuz yerden" demişlerdir.
[142]
"Bu",
kelimesi neye işarettir? Diyoruz ki: Bu hususta şu DÖRDÜNCÜ MESELE iki izah yapılmıştır:
a) O kelime,
"uyudukları yere" işaret olup, sanki, "Bizi bu yerimizden kim
uyandırdı?" demektir. Binâenaleyh "bu" kelimesi,
"merkad"ın (uyunulan yerin) sıfatı olur. Nitekim Arapça'da, "Bu
sözüm doğrudur" denilir.
b) O kelime,
"dirilişe" işarettir ve mana, "Bu diriliş, Rahman'ın vaadettiği
ve gönderilen peygamberlerin hakkında doğru söylemiş olduğu şeydir"
şeklindedir.
[143]
Buradaki hazâ "bu" kelimesi, "merkad"in sıfatı sayılırsa,
ayetteki, "Rahman'ın vaadettiği şey, gönderilen (o peygamberler) doğru
söylemiş" ifadesi nasıl yerinde olabilir? Biz deriz ki: Bu durumda,
ifadesi, "Rahman'ın vaadettiği haktır. Peygamberler de doğru
söylemişler" takdirinde, haberi mahzûf bir mübtedadır. Yahut da, şöyle
denilebilir: "Rahman'ın vaadettiği ve peygamberlerin, hakkında sâdık
olduğu o şey, haktır." Fakat bu iki takdirden birincisi, daha az takdirle
ifade edildiği için daha uygundur. Yahut şöyle de denebilir: Bu, takdiri,
"Bu, Rahman'ın vaadettiği ba's (diriliştir. Yoksa uykudan uyandırma
değildir. Peygamberler, size haber verdikleri o hususta, doğrudurlar"
şeklinde olan, mahzûf bir mübtedanın haberidir.
[144]
Eğer ayetteki hazâ "bu" kelimesinin, "merkad"e yahut "ba'se" işaret olduğunu söylersek,
"Bizi kim kaldırdı (diriltti)?" sorusunun cevabı nerededir?
Cevap:
Diyoruz ki: Onların bu sorudan maksatları, bunun bir ba's (diriliş), yahut bir
ba's (diriliş), yahut bir uykudan uyandırma olduğuna dair bilgileri bulunduğunu
bildirmek olunca, Hak Teâlâ'nın, "Bu, Rahman'ın vaadetüği ba'sdir, uykudan
uyandırma değildir" şeklindeki sözü ile buna cevap verilmiş olur. Bu
tıpkı, korkan birisinin bir başkasına, "Ne dersin, falanca beni Öldürür
mü?" dediğinde, o sorulanın, "Korkma" deyip maksadının onun
kalbinden bu korkuyu silmek olduğunu bildiği için, susması gibidir. İşte
böylece cevap verilmiş olur.
[145]
"(Bu), bir tek
sayhadan başka birşey değildir. Artık onlar toptan ve derhal,
huzura getirilmişlerdir"
(Yasîn, 53).
Bu, "O nefha
(üfürme), tek bir sayhadan (naradan) başka birşey değildir" demektir.
Failin bu olduğuna, geçen ayetteki "Sûra üfürülmüştür" (Yâsin, 51)
ayeti delâlet eder. Yahut da bu, "Hâdise, ancak bir tek sayhadan ibaret
oldu" demektir. Buradaki fiili, nakıs değil "tam" kabul
edilerek, "sayha" (fail olarak) merfû okunmuştur. Bu, "Tek bir
sayha meydana geldi" demektir.
Zemahşerî şöyle der: "Eğer bu tam fiil olsaydı, o zaman en uygun olan,
değil, denilmesiydi. Çünkü bu durumda mana, "Tek bir sayhadan başka hiçbir
"şey" olmadı" şeklinde olur. Fakat fiilin müennes olarak
getirilmesi, zahire hamlen caizdir. "Sayha"yı
merfû okuyan şöyle diyebilir: Hak Teâlâ'nın "O vak'a vâkf olduğu
vakit" (Vakıa, 1) ayeti, şiddet bildirmek ve mübalağa ifade etmek İçin,
müennes fiil ile getirilmiştir. Bunun delili yine aynı suredeki, "Onun
vukuunu yalanlayacak hiçbirşey yoktur'* (vakıa, 2) ayetidir. Çünkü bu, mübalağa
ifade etmektedir. İşte Cenâb-ı Hak burada da aynı şekilde Kıyametin dehşetini
ifade etmek için, bu fiili müennes getirmiştir. Binâenaleyh haşr gününün
isimleri, Kıyame, Kftria, Hakka, Tamme, Sahha gibi hep müennes olarak
gelmiştir." Zemahşerî sözüne
devam ederek ifadesinin, takdirinde olduğunu, hasrın isimlerinin, onun
"Kıyamet" diye isimlendirilmiş olmasından ötürü müennes geldiğini
söyler.
Ayetteki, muhdarûn kelimesi, onların bu fırlayıp
koşmalarının, kendi iradeleriyle değil, mecburî bir koşma olduğuna delalet
eder.
[146]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, o günde olup bitenleri şöyle anlatmıştır:
"İşte o gün, hiç
kimseye hiçbir şekilde haksızlık edilmez. Sizler, yaptığınız şeylerden
başkasının karşılığını görmezsiniz"
(Yâsîn, 54).
"Hiçbir kimseye
haksızlık edilmez" ifadesi, mü'mine bir emniyet vermek; "Yaptığınız
şeylerden başkasının karşılığını görmezsiniz" ifadesi de, günahkâr kâfiri
ümitsizliğe düşürmek için getirilmiştir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[147]
Ayetteki,
"Karşılığını görmezsiniz" ifadesi ile, mücrimin ümitsizliğine işaret
edilirken, bunu hitab şeklinde getirmenin; "Haksızlığa (zulme)
uğratılmaz" ifadesi ile, mü'mi-nin ilahî azabtan emin oluşuna işaret
edilirken, hitab üslubuyla, "Ey mü'minler sizler zulme
uğratılmazsınız" denilmeyişinin hikmeti nedir? Diyoruz ki: "Hiç
kimseye hiçbt şekilde haksızlık edilmez" ifadesi, genel bir ifadedir.
Çünkü (mü'min, kâfir) hiçbir kimseye orada zulmedtlmeyecektir. "Sizler,
yaptığınız şeyden başkasının karşılığını görmezsiniz" ifadesi ise, sadece kâfirlere
has bir ifadedir. Çünkü Allah mü'minleri cezalandırmaz. Eğer böyle yapmazsa,
(bitiniz ki) Allah mü'mine has olan fazlından ve genel olan adaletinden ötürü,
böyle yapmamıştır. Bu ifadede, bir müjde vardır.
[148]
Burada fâ-i
takibiyyenin getirilmesini gerektiren şey nedir?
Cevap: Deriz ki:
Hak TeâJâ,
"muhdarûn" (huzura
getirilmiş, toplanmışlardır)"(Yâsin.sa) buyurup,
bu toplanma
işi de, işleri halletmek ve hesapları
görmek için olunca, sanki "Onlar toplandıkları
zaman, ancak adalet ile işleri hall-u fasi edilsin
diye böyle huzura toplandılar.
Binâenaleyh adalet
için toplanmada zulüm yoktur. O halde, zulmün olmayışı adalet
için toplanmaya dayanır" demiştir. İşte bundan
Ötürü, valiye veya hakime, "Adalet
için
oraya oturdun. Binâenaleyh zulmetmezsin" denilir. Bu "Durumun,
konumun bunu
yani adaleti gerektirir. Öyleyse
zulmetme!" demektir.
[149]
Onlar, yaptıkları
şeylerin aynısıyla karşılık (ceza) görmeyip,
yaptıkları şeyler sebebiyle ve yaptıkları şeylerden ötürü bir
karşılık görürler. Halbuki ayetteki, "Yaptığınız
şeylerden
başkasıyla karşiık görmezsiniz"
ifadesi, bu cezanın, yapılan
işlerin aynısıyla
olacağına delalet eder. Ceza fiilinin, hem harf-i cersiz, hem de harfi cerli
olarak, mûteaddi olduğu, hem hem "Onu hayırta mükâfaatlandırdım"
şeklinde kullanıldığı ileri sürülmesin. Çünkü bu, biz — söylediğimiz manada
değildir. Çünkü sen, "Onu hayırla cezalandırdın* (mükâfaatlandırdım)"
dediğinde, hayır senin yaptığın iş olmayıp, buradaki "ba," ya
mukabele, ya sebebiyye içindir. Böylece sen, "onu, yaptığı hayır sebebiyle
onu mükâfaatlandırdım" demiş olursun. Buna ne dersin? Buna şu iki şekilde
cevap veririz
1) Ayetteki bu ifade, her halükârda bir fazla
cezalandırma olmayacağına ve alabildiğine dikkatli davranılacağına bir
işarettir. Çünkü birşeyin aynısına ilavede bulunulamaz. Şimdi biz diyoruz ki
ayetteki bu ifade tam eşitliği ifade eder, yani "verilecek olan ceza,
onların yaptıklarının aynısıdır, tam karşılığıdır" demektir. Çûnkt
Arapça'da, "Hiçbirşeyi eksik bırakmadı" manasında, "Falanca,
bana tek tek cevap verdi" denilir. Ayetteki ifade bu manasıyla tam bir
ümitsizliği gerektirir.
2) Buradaki mâ kelimesi, belli birşeyi göstermeyip,
cins ifade eder ve "Sizler amellerinizin cinsine göre karşılık görürsünüz.
Eğer amelleriniz (yaptığınız o şeyler} güzel ise, karşılığı güzel; kötü ise
karşılığı kötü olur. O halde yaptığınız kötülüklere ve iyiliklere göre karşılık
görürsünüz" demektir. Bu tıpkı, "Kötülüğün karşılığı yine onun gibi
bir kötülüktür" (şort, *oj ayetinde ifade edildiği gibidir.
[150]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, muhsinlerin, güzel ameller yapanların durumunu da şöyle beyan etmiştir:
"Şüphe yok ki bu
gün cennetlikler, mesrur ve handan bir zevk ve eğlence içindedirler. Kendileri
de zevceleri de, cennetin gölgelerindedir. Tahtlarının
üstüne kurulmuşlardır. Onlar için orada taze yemişler
vardır. Yine onlar için,
arzu ettikleri herşey
vardır"
(Yasn, 55-57).
Ayetteki, şuğul kelimesi, şu manalara gelebilir:
1) Bu,
"Allah'ın onlara verdiği mükâfaatları elde etmiş olma sebebiyle, o gûnûn
dehşetinden, <<habersiz"dirler" manasınadır. Binâenaleyh onlar
azab ve hesab namına hiçbir şeyden haberleri olmamıştır. Fâklhun kelimesi,
onların artık selamette olduklarını tam olarak anlatan bir sözdür. Binâenaleyh
Cenâb-ı Hak eğer sadece,
demiş olsaydı, o zaman onlann Kıyamet günü ve
dehşeti hususunda endişelerinden ötürü büyük bir meşguliyet içinde oldukları
manası çıkardı. Zira, başına büyük bir bela gelen kimseye, Önemli bir işi
sunulsa ve meselâ iflas ettiği söylense, "Ben, ondan daha önemli bir dert
ile meşgulüm" der. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, fâklhûn demiştir ki bu,
"Onlar, bu günde helak ile yazıklanma ile, hayıflanma ile değil, zevk-u
safa ile meşguldürler" demektir.
2) Bu,
onlann durumunu anlatan bir ifadedir. Yoksa Cenâb-ı Hak, onların bir şeyle
meşgu! oldukları manasını kastetmemiştir. Hatta bu, "Onlar işinde
gücündedirier" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların bu işlerinin zor
olmayıp, tad veren ve hoşlanılan şeyter olduğunu belirtmiştir.
3) Onlar, umdukları şeylerden ötürü bir
meşguliyet içindedirler. Çünkü onlar dünyada iken, bazı şeyler tasarlamış ve
"Cennete girdiğimizde, şunu şunu isteriz" demişlerdi. Fakat cennete
girince, hatırlarına gelmeyenleri de görmüş ve onlarla meşgul olmaya başlamışlardır.
Bu ifade hakkında
zayıf olan başka izahlar da yapılmıştır. Şöyle ki:
1) Bu ifadenin, (hurilerin) bekâretlerini
giderme (yani onlarla beraber olma) meşguliyeti olduğu söylenmiştir. Bu, bizim
üçüncü maddede bahsettiğimizin aynısıdır. Çünkü insanın nazarında bazan, şu
anda, taze dilberlerle oynaşıp eğlenme ağır basar da, bu sebeple o, "Ben,
cennette onlarla zevklenip hazlanacağın”der. Sonra da Allah çoğu kez ona,
kendisini onlardan alıkoyacak nimetler verir.
2) Bunun,
saz çalıp eğlenmek olduğu söylenmiştir. Bu, zikrettiğimiz kabilden olup, bir
vehimdir.
3) Bu, karşılıktı olarak ziyaretleşme
hususundadır.
4) Bu, Allah'ın ziyafeti konusunda bir
meşguliyettir. Bu, bizim söylediğimize yakındır. Çünkü Allah'ın ziyafeti,
mümkün olabilecek en lezzetli şeyler olur. O zaman da bu onu, dünya hayatında
iken vehmettiği, aklından geçirdiği şeylerden aiıkor. Cenab-ı Hakk'ın fâkihûn
kaimesi ise, Inne'nin haberidir. ifadesi, Onların zevk ve eğlencelerinin neden
ötürü olduğunu beyan eder. Arapça'da, "Zeyd, kendini tamamiyle işine vermiştir; yüzünü tamamen ona
dönmüştür,
evinde oturmaktadır!" Bu sebeple
câr-mecrûr olan kelime, olmaz Şayet kelimesini menb kıladın o durumda
haber olmaz. Şayet
kelimesini mensub kılsaydın, o durumda, câr-mecrûr olan ifade haber
olurdu. Bunun gibi şayet, demiş olsaydın, o zaman bunun manası, hal olarak
"Cennetlikler, eğlence içinde ve mesrur oldukları halde,
meşguldürler" şeklinde olurdu. Bu kelime nasb ile (fâkihîne) şeklinde de okunmuştur. Fâkih kelimesi, zevk safa duyan ve nimetlenen kimse anlamındadır.
"Meyve" anlamına gelen fâkihe
kelimesi de böyledir; çünkü meyve bolluk içinde ancak, alınacak olan lezzeti
İçin vardır ve açlığın acısını bastırmak üzere de yenilmez.
Burada, çok hoş bir
mana vardır. Bu da şudur: Cenâb-ı Hak, ifadesiyle, onların herhangi bir elem ve
kederi olmadığına işaret etmiştir; binâenaleyh, onlar
için ve onlar nezdinde hiçbir elem, acı ve keder
yoktur. kelimesi ile, onlar için ve onlar nezdinde hiçbir elem, acı ve keder
yoktur.kelimesi ile, onların lezzetlere
nail olmasını beyan etmiştir. Çünkü elemi olmayan kişi, bazan lezzetlere nail
olmayabilir. Böylece onların en mükemmel hal üzere olduğunu açıklamış, sonra da
bu kemâl ve mükemmelliği; "kendileri de zevceleri de..." ifadesiyle
beyan etmiştir Bu böyledir, çünkü lezzet ve zevk içinde bulunan bir kimsenin
yaşantısı, durumu kendisini de ilgilendiren bir başkasının halini düşünmesinden
ötürü, kimi kez bozulabilir, işte böylece Cenâb-ı Hak, "kendileri de
zevcelere de..." buyurmuş, böylece de o cennetliklerin kaibi, herhangi bir
şeyle meşgul kalakalmamıştır. Onların ateşte olan yakınlarına ve kardeşlerine
gelince, onların bunlardan yana bir tasalan yoktur; onlar sebebiyle bir elem ve
hüzün de duymazlar. Onların, kendi yanlarında bulunmalarını da arzulamazlar.
"zevceleri de..." ifadesi, iki manaya muhtemeldir:
a) İhsan konusunda onlar gibi olanlar ile iman
konusunda da, emsalleri olan kimseler... Nitekim Cenab-ı Hak, "O şekilden
başka daha diğer neviler de vardır" (Sad, 58) buyurmuştur.
b)
"Zevceler" ifadesi, "zevcelerine, yahut sağ ellerinin malik
olduklarına karşı müstesna... "(Mû'minûn, 6) ve "geride zevceler
bırakanlar..."(Bakara, 234) ayetlerinde de olduğu gibi, kadının zevci (kocası) ve erkeğin zevcesi
(hanımı) ifadesinden anlaşılmakta olanlardır. (Yani, karı ve kocadır.) Çünkü,
murad edilen, (kişilerin) kendi benzerleri değildir. "gölgeler
içinde" ifadesine gelince, bu kelime, zili kelimesiyle, zille kelimesinin
çoğulu olanı zulel kelimesinin çoğuludur. Bu İfadeyle murad edilen ise, elem
verici mekânlardan korumadır. Zira, bir örtü altına oturan kimse, ne yağmurdan
korkar, ne de güneşin hararetinden. Böylece bu sayede, gelebilecek elem ve
acıyı savuşturmaya hazır hale gelir. Bunun gibi onlar İçin, onları kötü
şeylerden koruyacak gölgeler vardır. Nitekim Cenâb-ı Hak, hiçbir elemleri
olmayacağına bir işaret olmak üzere "Burada, bize hiçbir yorgunluk
değmeyecek, burada bize hiçbir usanç da isabet etmeyecek" <Fâtr, 35) ve
"Orada ne bir güneş, ne de bir zemheri görmeyecekler" (İnsan, 13)
buyurmuştur. Burada, bir başka incelik daha vardır ki, bu da şudur: Mükellefin
durumu söz konusu olduğunda, onun hali, ya onu meşgul eden şey sebebiyle
huzursuz ve bozuk olur ki bu durumda o, açık bir bahçe içinde, güneşin altında
yüksek bir yerde oturan kimse gibidir; yahut bu, o mekândan ötürü olur, ya da,
kişiyi meşgul eden şey, meselâ, taze cennet dilberiyle oynaşma gibi, açık bir
yerde talep olunur. Yahut da onun durumu, yemek yenilecek yerden dolayı bozuk
olur ki bu, huzur içinde bahçede dolaşan, ama yiyeceği olmayan kimsenin
durumuna benzer. Halin bozuk olması, yahut da sevgilinin bulunmayışından
dolayıdır. Dinlemenin şartlarını anlatırlarken, gönül ehli, "zaman, mekân
ve ihvan (dost, arkadaş)" kelimeleriyle buna işaret etmişlerdi. İşte
Cenâb-ı Hak, o cennetliklerin yoğunluk içinde olmadıklarına bir işaret olmak
üzere, "Mesrur ve hazdan bir zevk ve eğlence içindedirler"; ürküten
bir yalnızlığın bulunmadığına işaret olmak üzere, "kendileri de zevceleri
de..." mekâna işaret olmak üzere, "Cennetin gölgelerindedt. Tahtlarının
üzerine kurulmuşlardır"; bütün ihtiyaçlarının giderildiğine de bir işaret
olmak üzere, "Onlar için orada taze yemişler vardır. Yine onlar için, arzu
ettikleri
herşey vardır" buyurmuştur. öjf£
"kurulmuşlar" ifadesi, burada, tam bir kuvvet ve meşgul olmamaya
delâlet etmektedir. Çünkü ayakta olan kimse bazan, bir şeyden dolayı ayağa
kalkar. Oturan kimse de bazan, insanlardan ötürü oturur. "Kurulup
yaslanmış olan kimse"ye gelince, o ancak, meşgul olmadığı ve buna kudreti
olduğu için yaslanır, kurulur. Zira hasta, yaslanmaya muktedir değildir. O
ancak, ya yan üstü, ya da sırt üstü uzanır. Erâik kelimesine gelince, bu, erlke
kelimesinin çoğuludur. Üzerine yatak, şilte atılan sedire denilir. Gelinlik
köşesinin altında bulunduğundan, ne sedir, ne de onun üzerindeki şey görülmez.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Onlar için orada taze yemişler
vardır" ifadesi, orada herhangi bir açlığın bulunmadığına işaret eder.
Yeme işi de, açlığın acısını bastırmak için değildir. Onların yedikleri şey
ancak bu, taze et dahi olsa, ancak meyve (gibi, hoş ve lezizedir.
[151]
Buna göre
"Cenâb-ı Hakk'ın, "Canlarının çekeceklerinden kuş etleri
i/e"(Vakia, 22) ifadesi, bir değişmeye ve açlık anlamında olan, arzulayıp
iştahlanmanın bulunduğuna delalet eder" denilemez. Çünkü biz, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Canlanman çekeceklerinden" (vakıa, 21) ifadesinin, herhangi
bir elemin bulunmadığı manasını tekîd etmekte olduğunu söylemekteyiz. Zira bir
şeyi yemek bazan, herhangi bir arzu ve iştihâ söz konusu olmaksızın, tedavî
için olur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Canlarının
çekeceklerinden..." buyurmuştur, çünkü kuş eti, dünyada şu iki halde
yenilir:
a) Nimet ve zevk içinde olma hali.
b) Midenin
zayıf olması durumu. Bu durumda ise kişi, arzulamtş olduğu kuş etini yiyemez. O
ancak, kendisine uygun olan ve de doktorun emrettiği şeyleri yer.
Bunun, teğayüre,
değişmeye delâlet ettiğine gelince, biz diyoruz ki: Doğrudur, kabul. Zira, has
ve özel olan, genel olana muhaliftir; ondan başkadır. Ne var ki bu, bizim
amacımızı zedelemez. Zira biz diyoruz ki, o, pekçok yemek çeşidinden, burada
"fâkihe"yi seçmiştir.
Çünkü bu, nimetler içinde bulunmaya, lezzetler duymaya ve açlık halinin
bulunmadığına daha çok delalet etmektedir. "Fakihetun" kelimesinin nekresi ise, bu kemâl ve mükemmelliği
beyan eder ki, biz bunu birçok kereler anlatmıştık. Cenâb-ı Hak, seçimlerinin
ipinin kendi ellerinde bulunduğuna, onların (kendi başlarına) mâlik ve muktedir
bulunduklarına işaret olmak üzere, "yerler, yiyorlar" buyurmamıştır
da, "onlar için... vardır" buyurmuştur.
Cenab-ı Hakk'ın
"Yine onlar için, arzu ettikleri herşey vardır" ifadesine gelince, bu
hususta birkaç izah bulunmaktadır:
a) Bu,
"Yine onlar için, kendileri lehine arzu ettikleri herşey vardır"
demektir. Yani, "Duâ ve talepleri kabul edilir," o takdirde bu fiil,
"istedi, dua etti" anlamında olup, "iftial sîgasına taşınmıştır. Nitekim, hami "yüklemek, yüklenmek" anlamında olan İhtimâl kelimesi ile; yola çıkmak,
seyahat etmek (rahil) anlamında
olan, irtihâl kelimesi de böyledir.
Buna göre denilebilir ki, bunun manası, "Onlar kendileri için
bir duâ ve talepte bulunurlar da, bu talep ve istekten
sonra da onların duası kabul edilir" şeklinde değildir. Aksine bunun
anlamı, "Kendileri için talep edip istedikleri her şey onlarındır, onlar
içindir. Yani, bu zaten onlarındır. O halde onların duâ ve talepte bulunmaya
ihtiyaçları yoktur!" şeklindedir. Nitekim, memlûku (uşağı) efendiden bir
şey istese de, o da ona, "Bu, senindir" dese, bundan ya, "Senin
isteğin karşılanacaktır. İstediğin şeyin sana verilmesi kolay bir şeydir"
manası anlaşılır, ya da bundan bazan, red anlamı anlaşılır ki, bunun beyanı da,
"Bu senin için zaten vardır. Onu daha niye istiyorsun ki!?"
şeklindedir. İşte Cenâb-ı Hak, "Yine onlar için, arzu ve talep ettikleri
herşey vardır. Binâealeyh onların, talepte bulunmaya ve istemeye ihtiyaçları yoktur"
buyurmuştur. Bunun, iyice anlatılması şöyle olur: ifadesi, "istenmesi ve
talep edilmesi yerinde olan ve uygun düşen
her şey"
anlamındadır, ki bu da, "İstenilebilecek her şey, istemelerinden önce
onlar için mevcuttur" demektir. Veyahut da şöyle diyebiliriz: Bu ifade ile
hem talep, hem de talebe icabet manası kastedilmiştir. Zira, Allah'tan talep
edip istemede de bir lezzet ve haz bulunur. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak şayet,
cennetliklerle kendisi arasındaki sebepleri ve yolları kesilmiş olsaydı, bu, o cennetlikler
için güzel bir şey olmazdı. Böylece Cenâb-ı Hak, hem isterken, hem de
verilirken onlar için bir haz ve lezzet meydana gelsin diye, birtakım şeyleri
onlara istediklerinde vermek üzere, vermemiştir. Çünkü kulların, ihtiyaçları
hususunda meliklerine hitap edebilecek bir konumda bulunmalarında büyük bir haz
ve şeref verme bulunur. Zorba olan bir hükümdar ise, bir daha kendisine hitap
olunmasın dîye, maksatlı olarak tebeasmın ihtiyaç duyduğu şeyleri toptan, bir
defada verir.
b) Ayetin bu
ifadesi, "karşılıklı olarak istedikleri şeyler" manasındadır. Bu
durumda tıpkı iktitâl
"vuruşmak" masdarının tekatul
"karşılıklı vuruşma" anlamına gelmesi gibi, iftial sigası da, tefaul
anlamında olmuş olur ki, bu da biraz önce zikrettiğimiz, "Bir kimsenin
arkadaşını, kendisine davet edebileceği yahut da, bir kimsenin arkadaşından
kendisini isteyeceği her şey onlar için mevcuttur, vardır" şeklindeki
manadadır.
c) Bu, "onların temennî ettikleri her
şey" anlamındadır.
d) Bu,
"iddia etmek" anlamında olup, ifadenin manası, "Onlar dünyada
iken, Allah'ın, kendi ilahları olduğunu; O'nun da kendi mevlâları olduğunu;
kâfirlerin ise, herhangi bir mevtalarının bulunmadığını İddia ediyorlardı. İşte
bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Cennette onlar için, dünyada iddia ettikleri şeyler
vardır" demek istemiştir ki, bu durumda, ayetteki di-li geçmiş zaman,
dünyada iken hikâye edilmiş olur. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Ey
mü'minler, bu gününüzde, dün iddia ettiğiniz şey, bu gün sizin içindir"
demek istemiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphe yok ki bu gün cennetlikler,
mesrur ve nazdan bir zevk ve eğlence içindedirler. Kendileri de zevceleri de
cennetin gölgelerindedir" ifadesi, bu sözün, Kıyamette söylendiğine
delâlet ediyor da denilemez! Çünkü biz diyoruz ki:
Buna verilecek şöyle
iki cevabımız vardır:
a) zamiri
mübtedâ; kelimesi de buna atfedilen bir ifadedir. Binâenaleyh sözün şöyle
olması muhtemeldir: Bu günümüzdeki bu sözümüz bize, mü'minlerin ve onların
zevcelerinin, yarın gölgeler altında bulunacaklarını ve onlar için, talep
edecekleri her şeyin bulunacağını haber vermektedir.
b) Buna verilecek ikinci cevap ise, -ki bu daha
uygundur- şöyledir:
Biz diyoruz ki: Bu
ifadenin manası, "Onların iddia edegeldikleri herşey" şeklindedir.
Bunun, zaruret olmaksızın bir takdirde bulunma olduğu, bunun ise caiz olmayacağı
ileri sürülmemelidir. Çünkü diyoruz ki: Bahsettiğimize göre, ayetteki
"iddia" kelimesi meşhur manasında kullanılmış olur. Zira duâ, davada
bulunmak demektir. Bunun daha evla olduğunu söyledik. Çünkü Hak Teâlâ'nın,
"Rahmah Rablerinden bir de sözlü selâm vardır"(YAafn, 58) ayetindeki
selâm, âhirette olup, bu âdeta "Onlar için arzu ettikleri herşey
vardır" ifadesinin bir tefsiri gibidir. Bir de, "Onlar için arzu
ettikleri herşey vardır" ifadesi, hepsi de âhirette olacak cümleler
arasında yer almış bir ifadedir. Binâenaleyh onların arzu ettikleri şeylerin
de, ahiretteki şeylerden olması gerekir. Halbuki âhirette, ehl-i subûr (helak)
ile ehl-i hubûr (güzellik) arasındaki işler, hall-u fasleditdiği için, ne bir
dava, ne de bir beyyine kalır.
[152]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Rahîm
Rablerinden bir de sözlü selâm vardır"
(Yâsin, 58)
İfadesi, en mükemmel
ve üzerinde bir diğerinin bulunmadığı bir sözdür. Bu hususu birkaç mesele
içinde beyan edeceğiz.
[153]
Diyoruz ki; Bunun
sebepleri şunlar olabilir:
1)
ifadesinden bedeldir. Buna göre Cenâb-ı Hak "Onlat için arzu ettikleri
herşey var" buyurunca, bunun
"bedel"ini
getirerek beyan etmiş ve "onlara, selâm" demiştir. Böylece bu ifade,
haberi câr ve mecrûr olan bir mübteda gibi olmuş olur. Bu tıpkı, "Evde
adam var" ve "Zeyd'in malı
var" denilmesi gibidir. Nahivde, her nekadar böyle birşey olmayıp, aksine
bu bir "bedel" olup, nekire bir kelimenin ise marife bir ifadeden
bedel kılınması caiz olunca, bu durumda ifadesindeki mâ edatı ellezî
manasında mârife, selâm kelimesi ise
tekire olmuş olur. Buna göre şöyle denilebilir: Buradaki mâ edatı, ne mevsûfe, ne mevsûle olup, aksine "Onlar için arzu
ettikleri bir şey var" takdirinde olan bir nekiredir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bu nekire olan şeyi, "bedel"ini zikrederek açıklamış ve "selâm" demiştir. Doğru olan
birincisidir.
2) "Selâm" kelimesi, mfi'nın
haberi, lehum ise» selâmın cihetini açıklamak için getirilmiş olup, takdiri,
"Arzu (iddia) ettikleri şey, onlar için salimdir, yani, hâlisdir"
şeklindedir. Bu durumda "selâm" kelimesi, ya halis manasındaki salim
veya sefîm manasınadır. Nitekim Arapça'da "ayıplardan azade"
manasında, denilir ki bu tıpkı "Zeyd için şeref bolcadır"
denilmesi gibidir. Bu durumda câr ve mecrûr, bu şerefin kime ait olduğunu
göstermek için getirilmiş bir ifade, "şeref"
mübteda, "müteveffir" onun
haberi olur.
3)
"Selâm"
kelimesi, kendinden öncekilerle ilgisi bulunmayan bir ifadedir. "Selâm" mübtedadır, haberi
mahzûf olup, "Selâm onlara olsun" takdirindedir. Böylece bu, bu
günümüzde (dünyada) Allah'ın ahirette selâm vereceğini haber verme olur. Buna
göre Cenâb-ı Hak sanki bize bunu anlatmış ve "Şüphe yok ki bu gün
cennetlikler, bir zevk ve eğlence içindedirler" buyurmuş, daha sonra da
cennetliklerin en mükemmel halini beyân ederek, "Selâm onlara"
demiştir. Bu tıpkı, "Nuh'a selâm" (Saffât, 79) ve "Peygamberlere
selâm" (sam, ıei) ayetlerinde olduğu gibidir. Böylece Allah Teâlâ mü'min
kullarına, peygamberlerine lütufta bulunduğu gibi lütfetmiş otur. Yaptığım bu
izah, rivayetlerin delâlet etmediği yeni ve orjinal bir izahtır. Yahut da şöyle
deriz: Bu ifadenin takdiri, "selâmün aleyküm" şeklindedir.
Binâenaleyh bu, bir tür "iltifat" olmuş olur. Çünkü Allah,
"Onlara şunlar şunlar vardır" demiş, sonra da, "sizlere selâm olsun"
buyurmuştur.
[154]
Ayetteki, "kavi" kelimesi ne ile mansubtur?
Diyoruz ki: Bunun sebepleri şunlar olabilir:
1) Bu,
mef'ûl-ü mutlak olarak mansub olup, mananın "onlara selâm" şeklinde
olmasına göre, "Onlara, Allah'ın veya meleklerin sözlü olarak söylediği
bir selâm vardır" takdirindedir. Yahut da, "selâm" kelimesinin, bizim, "Onların iddia ettikleri
o şey) onlara hastır (salimdir)" şeklindeki görüşümüze göre, bunun
takdiri, "Allah bunu böyle söyledi ve onlara iddia ettikleri şeyin,
kendilerine salimen ulaşmasını vaadetti" şeklinde olur. "Selâm" kelimesinin
takdirinin, "selâm onlara"
görüşümüze göre, (Onu sözlü olarak söylüyorum) şeklinde olur. Bu durumda bu
selâmın, Allah'dan okluğunu anlatmak için getirilmiş bir ifade olur ki bunların
takdiri, "Rahim Rab tarafından onlara selâm olsun. Bunu ben sözlü olarak
söylüyorum" şeklinde olur. Bu izaha göre, "kavlen" kelimesinin
"temyiz" olması da muhtemeldir. Çünkü selâm bazan söz, bazan fiil ile
olur. Zira, padişahın huzuruna girip, başını eğen kimse, "padişaha selâm
verdim" der. Bu durumda bu, tıpkı bir kimsenin, "Alış-veriş bizzat
değil, hükmen vardır"; "Bu, zannen değil, kat? olarak yasaklanmış
şeydir" demesi gibidir.
[155]
Cenâb-ı Hak,
"selâm" ile ilgili kısımda, "Rahîm Rab'den..." buyurmuş,
selâmın dışındaki diğer cennet ikramları
hakkında ise,
"Gafur ve rahtmden bir ziyafet ve ikram
olarak..." (Fussitet, 32) buyurmuştur. Bu ikisi arasında fark var
mıdır?
Diyoruz ki: Evet,
fakat o sûrede, "nüzul" (ziyafet, ağırlama), konaklayan kimseye ilk
yapılan ikramdır. Bu böyledir. Her nekadar, ayetin öncesi buna detâlet ediyorsa
da, konaklayan kimseye, ilk ikramda bulunulduğunda, bu onun daha çok ikramlar
göreceğine delâlet eder. Fakat ilk ikramı yapılmazsa, bu da o kimsenin, artık
hor ve hakîr (değersiz) karşılanacağına bir işaret olur. Fakat bu kesinkes
böyledir manasında değildir. Çünkü o padişahın (konak sahibinin) yiyeceklerinin
bol olması, misafir ettiği kimseye Ük önce rızık vermesi, onu yeme-içmeden
menetmemesi, başka konularda onu sıkıştırması mümkündür, işte bu itibarladır ki
"O, kullarından sâdır olan suçlara karşı affedicidir" demiştir. Ta ki
kul güven içinde olsun ve "bazan olur ki yemek verip açlığı gidermeden
sonra can sıkıcı eziyetler gelebilir" demesin. Böylece selâm, mağfireti
değil de, selâm verilenin ta'zimini gerektiren bir meziyyeti ortaya kor. İşte
bu sebeple Hak Teâlâ, "Rahim Rab..." buyurdu. Çünkü birşeyin Rabbi, o
mâliktir ki onun yüce makamı göz Önüne alındığı takdirde reayasına tazimde
bulunacağı hiç mi hiç düşünülmez. Binâenaleyh, böylesi bir mâlik, ona (yani
kuluna) selâm verdiğinde, buna şaşılır ve "Baksana falanca, onun efendisi
olduğu halde (tevazu gösterip) ona selâm veriyor (hayret)" denilir.
[156]
"Ey günahkârlar
bugün siz ayrılın"
(Yasin, 69).
Bu ayetle ilgili,
kendisi sebebiyle yine ayetin münasebetinin de ortaya konacağı şu izahlar
yapılabilir:
a) Bu,
"Kendinizi diğerlerinden ayınn, seçilip çıkın" demek olup, tıpkı,
"Neredeyse o (cehennem) öfkesinden temeyyüz
edecek (yani çatlayacak)" (Müik. 8) ayetinde olduğu
gibidir, yani, "Bir kısmı bir kısmından ayrılacak. Fakat bunların
ayrılışları, hasret ve pişmanlıktan Ötürüdür" demektir. Buna göre ayetler
arasındaki münasebet şöyle olur: Günahkâr, mü'mınin makamını ve yüceliğini,
kendisinin ise alçaklığını ve düşüklüğünü görüp, pişmanlığa düşer. Bundan
dolayı onlara, "Haydi bugün ayrılın. Çünkü acılarınızın ilacı,
hastalığınızın şifası yoktur" denilir.
b) Bu, "mü'minlerden aynim ey
mücrimler" demektir. Çünkü onlar, mü'mine verilen mükâfaat ve ikramları
müşahede ederler. Derken onlara, "Siz ayrılıp, cehennemdeki yerlerinize
girin. Artık sizin için, bir daha onlarla biraraya gelme mümkün olmayacak"
denilir.
c) Mü'minlerin,
Hak Teâlâ'nın, "Onlar ve zevceleri" ifadesiyle işaret ettiği, dostları
ve eşleriyle orada biraraya gelmelerinin aksine, birbirinizden ayrılın. Çünkü cehennemlikler
için, hem elîm bir azab, hem de ayrılık azabı vardır. Ayrılığın üzerinde, daha
şiddetli azab da yoktur. Bundan dolayı akıllı ve hikmetli kimseler, "Her
azab, beraber olanların ayrılması ile olur. Çünkü kolu koparılan veya bedeni
yanan kimse, ancak birbiriyle beraber olan şeylerin birbirinden
ayrılması-koparılması yüzünden elem duyar. Fakat maddî ayrılış, aklî ayrılıştan
daha hafiftir" demişlerdir.
d) Bu,
"şefaatçılannızdan ve arkadaşlarınızdan ayrılın. Çünkü artık bugün sizin
için ne candan bir dost, ne de bir şefaatçi vardır" demektir.
e) Bu,
"Umduğunuz şeylerden aynlıp-kopun, hertürlü hayrı terkedin" demektir.
Çünkü mücrim, suç işleyendir. Şöyle de denebilir: Bundan murad, Allah Teâlâ'nın
'"aynim" deyip, böylece, "Mücrimler sımalarından
tanınırlar" (Rahman, 4i) ayetinde anlatıldığı gibi, üzerlerinde, sayesinde
bilinecekleri bir işaret (sîmâ) belirir. Bu manaya göre, ayetteki, -"ayrılın"
ifadesi, tıpkı ifadesinde olduğu gibi, tekvînî bir emir olur ve böylece, Allah
Teâlâ, "aynim" der demez, onlar sımaları ile seci I i verirler.
Böylece onların alınlarında ve yüzlerinde kara lekeler belirir.
[157]
"Ey âdemoğulları
şeytana tapmayın, çünkü o sizin için apaçık bir düşmanmızdır diye sizden ahid
almadım mı?"
(Yâsin, 60).
Allah Teâlâ
mü'minlerin ve mücrimlerin hallerinden bahsedince, birisi "İnsan çok zâlim
ve çok câhildir. Cehalet (bilmemek) ise, mazeret sayılır" diyebilir. İşte
bundan dolayı Cenâb-i Hak, "Sizin dediğiniz bu iş, inzar olmadığı
(peygamberler gönderilmediği) takdirde söz konusu olur. Halbuki Önceden,
peygamberlerin beyanlarıyla her yol anlatılmıştı. Üstelik siz (insanlara)
tavsiyede bulunup, yapmanız uygun olan şeylerle, uygun olmayan şeyleri
bildirdik" demiştir.
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[158]
Bu, kelimesinin kullanılışları hakkındadır. Bunun
kullanılışları pek çoktur:
1) Hemzenin
kesresiyle şeklinde... Muzarî fiillerinin
başına
gelen muzarât harflerinden "ya"nın
dışındakilerin hepsi meksur okunabilir. Ama yâ ile, mesela denilmez.
2) İkinci
babdan, he'nin kesresiyle... şeklinde.
3) Ayn'ın,
hâ'ye kalbedümesiyle... Bu, kendisinden sonra he harfi bulunan her ayn harfi
için geçerlidir.
4) Ayn'ı
hâ'ya çevirdikten sonra, hâ ile he'nin birbirine idğamıyia... Buna göre
denilir. Yine birtakım kimselerin, "Onu onunla bırak" İfadesini
şeklinde kullandıkları görülmüştür.
[159]
kelimesinin manası
hakkında birtakım görüşler bulunup,
bunların doğruya en yakın ve en kuvvetli
olanı, bunun, "Size tavsiye etmedim mi?" manasında olmasıdır.
[160]
Bu and ve tavsiyenin
ne olduğu hususunda da şu izahlar yapılmıştır:
1) Bu, Altah
Teâlâ'nın, "Âdem'e de ahdettik" (tim, 125» ifadesinde de belirttiği
gibi, babamız (atamız) Adem (a.s)
ile yapılan ahidleşmedlr.
2) Bu, Hak Teâlâ'nın, "Ben sizin Rabbiniz
değil miyim?" Dediler ki: "Elbette (Rabbimizsin) "(Araf, ı?2>
ayetinde de belirttiği gibi, Adem
(a.s)'in zûrriyeti İle yapılan ahiddir. Çünkü bu da, bizim Allah'dan başkasına
ibadet etmememizi gerektirir.
3) En
kuvvetli görüşe göre bu, her kavme karşı bir peygamberin dilinde ifadesini
bulan bir ahiddir. İşte bundan ötürü akıllı kimseler, her ne kadar hakikati ve
keyfiyeti hususunda ihtilaf etseler bile, şeytanın kötülükleri emrettiği
hususunda İttifak etmişlerdir.
[161]
Ayetteki,
"Şeytana tapmayın" ifadesinin manası, "Ona itaat etmeyin"
şeklindedir. Bunun delili şudur: "Yasaklanan
şey, sadece şeytana secde etmemek değildir. Aksine onun emirlerini
kabul edip tutmak da yasaktır. Çünkü boyun eğmek de bir ibadettir. "Biz,
emirlere (başkanlara) ibadetle emrolunduk. Çünkü Hak Teâlâ'nın, "Allah'a
itaat edin, ResûluIİah'a ve sizden olan ulu'l-emre itaat edin"(Nisa.M)
fermanı ile, onlara Kastta da emrolunduk" denilmesin. Çünkü onlara İtaat
etmek, Allah emrettiği için olunca, bu yine, Allah'a ibadet ve itaat sayılır.
Nasıi beyte olmasın ki, bizzat başkasına yapılan secde ve rükû bile, Allah'ın
emriyle olunca, ancak Allah için bir ibadet oluyor. Baksana, melekler Hz. Adem
(a.s)'e secde ettiler. Bu, ancak Allah'a ibadettir. Başkanlara ibadet etmek,
onlara, Allah'ın emretmediği konularda itaat etmek demektir. Buna göre, şeytana
itaat, Rahman'a itaattan nasıl seçilecek? Çünkü şeytandan ne bir haber duyuyor,
ne de ondan bir eser (iz) görüyoruz" denilirse, deriz ki: Şeytana ibadet
etmek, ya Allah'ın emrine muhalefet etme suretinde, yahut da Allah'ın
emirlerini, O emrettiği için olmaksızın yapmada olur. Binâenaleyh bazan şeytan
senden başka bir varlıkta iken sana emreder, bazan da senin içinde İken sana
emreder. Binâenaleyh bir şahıs gelip sana birşey emrettiğinde, Ur düşün. Ya o
iş Allah'ın emirlerine uygundur, ya değildir Eğer uygun değilse, bu demektir ki
şeytan, o şahsın ağzından sana emredeceğini emretmektedir. Kalkar da ona itaat
edersen,
şeytana ibadet etmiş olursun. Şayet
nefsin seni birşey yapmaya çağırırsa, dur düşün: Bu iş ya şer'an müsaade
edilmiş bir şeydir, yahut değildir. Eğer müsaade edilmemiş birşey ise, bu
durumda nefsin şeytanın tâ kendisidir, yahut da şeytan, nefsin vasıtasıyla seni
bu işe zorlamaktadır. Binâenaleyh şimdi kalkar da nefsine uyarsan, şeytana
ibadet etmiş olursun. Sonra şeytan, başta açıkça Allah'a muhalefet etmeyi
emreder. Binâenaleyh şeytana itaat eden kimse, ona ibadet etmiş olur. İtaat
etmeyenden ise şeytan geri dönmeyip, o kimseye, "Hor ve hakîr olmayasın,
insanlar katında kıymetin artsın ve sayende, dostların ve arkadaşlarının
istifade etsin diye Allah'a ibadet et" der. Eğer bu kimse, şeytanın bu
aldatmacasına cevap verirse, yine ona ibadet etmiş olur. Fakat şeytana ibadet
etme işi, farktı farklıdır. Çünkü bazı ameller vardır ki, onu yapan kimsenin,
onu yaparken kalbi, dili ve uzuvları birlik halindedir. Bazı ameller de vardır
ki, kalb ile dil, uzuvlarla veya erkân ile muhalefet halindedir. Çünkü kimi
insanlar, işlediği günahdan kalben hoşlanmayıp, Rabbinden mağfiret umarak,
işi&diği şeyin kötülüğünü itiraf eder oldukları halde günah
işlemektedirler. Bu da, şeytana görünen uzuvlarla (zahiren) ibadet demektir.
Kimileri de, bu suçu, kalbi tertemiz, dili yumuşak olduğu halde işler. Mesela
sen, pek çok insanları zâlimlerin kapılarına, jurnal için gidip gelmelerine
sevindiklerini, kendisinin padişahlarla, büyük adamlarla oturup-kalkmastnı
güzel şeylerden saydıklarını ve dilleriyle bu hususta öğündüklerini görürsün.
Yine onların, idarecilere (krallara) zulmü emretmeleri, krallarından onların
sözünü dinliyor diye sevindiklerini; yahut da krallara zulmü emretmeleri ve
böylece kralların zulmetmelerine sevindiklerini görürsün. Yine onlar bu sayede
kendilerine verilen emirlerle sevinçten uçarlar.
[162]
Bunun böyle olduğunu
iyice kavradığına göre, insanın içi (kalbi) temiz olduğu halde, zahiren (dış
uzuvfanyla) şeytana yaptığı itaatlar, çeşitli hastalık ve elemlerle silinir ve
bu acılar onlara kefaret sayılıp, affolunur. Nitekim bu manada hadisler vardır.
Bunlardan birisi de, Hz. Peygamber (s.a.s)'in "Humma, cehennemin
kaynamasından (şiddetli sıcağındandır)[163] ve
"Kılıç, günahları silip süpürür,[164]
yani bu gibi günaMan" hadis-i şerifidir. Bunun delili, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in "hadd"İer hususunda, "Onlar, (işlenen günahın)
keffaretleridir" buyurmasıdır. Kalb ile işlenen günaha gelince, bundan
kurtuluşun yolu, tevbe etmek, pişman olmak ve kalbin Rabbine yönelmesidir.
[165]
Dil ile yapılan
günahlar da, kalben yapılan gibidir. Bir misal bu durumu anlatır. Şöyle ki: Bir
padişahın, bir emtri, o emîrin de, bazı has adamları ile avam insanlardan,
kendisinden uzak tabileri olsun. Bu emirden, sultanın düşmanlarıyla gizli gizli
buluşmalar, birbirleriyle sır altp-vermeler ve aralarında bir dostluk olması
gibi bir şey
olsa. Sultan, ancak son derece müsamahalı
ise, bunu görmemezlikten gelir. Yahut da bu emîrln, o sultan yanında, ya daha
önceden bir değeri var, yahut sonradan yapılan bir tevbesi bulunsun. Şimdi,
emîrin has adamlarından, emîrin bilgisi dahilinde, sultana karşı bir muhalefet
sâdır olur da, emir buna manî olmazsa, emirden bir muhalefet olduğu manasına
gelir. Yok eğer emîr bunu kötü görüp, bundan hoşlanmadığını açıkça ifade
ederse, bu emîrin, cezalandırılması değil, kınanması yerinde otur. Çünkü emîrin
has adamlarının padişaha muhalefete yönelmeleri bir komplo delilidir. Yok eğer
bu muhalefet, emîre uzak avam kişilerden gelir ve bu durum emîr tarafından öğrenilir,
emîr de buna ses çıkarmazsa, bundan dolayı emîr kınanır. Yok eğer emîr, onlara
manî olursa, bundan dolayı emîr ikram ve izzeti haketmiş olur. Padişahın da,
vazgeçtiklerini bilmesi halinde, bu işten engellenen o kimselere bağışta
bulunması ve lütfetmesi güzel olur. Bunu iyice kavradığına göre diyoruz ki:
Kalb, emîr; dil, o emîrin has adamı, diğer uzuvlar ise, o emîrin
hizmetçileridir. Binâenaleyh kalbten sâdır olan büyük günah olur. Öyle ise
kalb, eğer Allah'dan başkasını sevmeye yönelirse, bu, bir büyük veyl (yazık) ve
kendini elemli, hor ve hakir kılan bir azabın ve ikabın takib ettiği, apaçık
sapıklıktır. Dilden sâdır olan günah ise, kalb adına kabul edilir. Eğer onun
fiili bunu reddetmezse, sözü kabul edilmez. Bu günah uzuvlardan sadır olur, kalb
da bunu yadırgadığını ortaya koyup, engel olmayı başarırsa, bu, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, şu hadis-i kudsîde naklettiği günah olmuş olur."Eğer sizler
günah işlemeseydiniz, mutlaka günah işleyip, benden mağfiret isteyen ve
kendilerine mağfiret edeceğim başka topluluklar yaratırdım"[166]
buyurmuştur.
Burada şöyle bir
İncelik var: Şeytan, Allah'ın bir kulundan bazan sevinçle döner ve böylece,
aldatma konusundaki maksadının hâsıl olduğunu zanneder. Çünkü şeytan o kulu,
zahiren bir günah işlemekte olduğunu görmektedir. Haİbuki bu, o kulun
derecesini yükseltir. Çünkü bu günah ilet, o kulun kalbi inkisara uğrar,
üzülür. Böylece kul, hem kendini beğenmekten, hem de ibadetleriyle ucbe
düşmekten kurtulmuş olur. Dolayısıyla da, mukarreb kullara en yakın olmuş olur.
Çünkü günah işleyen de, Allah katında mukarreb olabilir. Nitekim Cenab-ı Hak,
"Onların, Rahlen katında dereceleri vardır" {Enin, 4) buyurmuştur.
Tevbe edip, pişman olan günahkâr, kalbi mahzun olan kimse demektir. Allah, onun
yanındadır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s), bir hadis-i kudsTde, Cenâb-ı Hakk'm
"Ben, kalbleri mahzun kimselerin yanındayım"[167]
buyurduğunu haber vermiştir. Allah katında olan kimse ile, Allah'ın onun
katında olduğu kimse arasında fark vardır. Belki de melekler, "Biz seni
hamdinle tesbîh ve takdis ederken..." (Bakara, k» demek suretiyle, kendi
yaptıkları ile sevindikleri İçin, bu meleklere karşı bir üstünlük (fazilet)
meydana gelsin diye, peygamberlerden sâdır olduğu rakledilen günahlar bu
kabildendir. Derken şeytan, kendisine bir şey emredip, emrini tutturamadığı
kimseden geri döner. Bu şahıs da,
şeytana
galib gelip, onu hezimete uğrattığını sanır da, kendini beğenip
"ucbe" düşer. Halbuki bu kimse, şeytanın kendisinden maksadını elde
etmiş, kabul görmüş ve reddedilmemiş olarak döndüğünü bilemez.
[168]
İşte bundan dolayı
şöyle bir usûl meselesi ortaya çıkar: Alimler, günah işleyen kimsenin, imandan
çıkıp çıkmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu münakaşanın sebebi, iki
tarafın görüşlerinin birbirinden farklı iki noktaya bakmalarıdır. Şöyle ki:
Kalble değil de, bedenle yapılan günah, insanı imandan çıkarmaz, aksine (belki
de) bazan imanını artırır. Fakat kalb ile yapılan günaha gelince, işte bu
günahtan ötürü insanın iman bağından kopacağı endişesi duyulur. Bu sebepten
dolayı âlimler, peygamberlerin günahlardan masum olduklarında ihtilaf
etmişlerdir. Görünen odur ki, bedenen yapılan günahlar, peygamberler için de
düşünülebilir. Kur'ân bunun delilidir. Kalben yapılan günahlar ise,
peygamberler hakkında asla düşünülemez.
[169]
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, kullarını şeytana ibadet ve itaatten nehyedlnce, emrolunduklan şeyleri
kabullenip, nehyolundukları şeylerden de vazgeçmeye sevkedecek hususu,
"Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır" ifadesiyle belirtmiştir. Bu
ifadeyle ilgili birkaç mesele var:
[170]
Şeytanla insan
arasındaki bu düşmanlık nereden kaynaklanıyor?
Cevap: Bunun
başlangıcı, şeytandandır. Sebebi ise, Allah Teâlâ'nın insana yaptığı ikramdır. İblis, Rabbinin Adem (a.s)'e
ve zürriyetine ikramda bulunduğunu görünce, onlara düşman oldu. Böylece Allah
da ona düşman oldu. Bunun birincisi alçaklık, ikincisi ise Allah'ın keremidir.
Birincisi, şuna benzer: Bir padişah, bir adama ihsan etse, hazinesi çok geniş
olduğu için, diğer bir şahısdan da birşey esirgemese. Böylesi bir ikramda
bulunan padişaha düşman olanın düşmanlığı, ancak bir alçaklık ve kıskançlık
olur.
İkincisine gelince;
padişah ikramın ancak kendisinden olduğunu, çünkü padişahın ikramı olmaması
halinde, zayıf olan o şahsın o makamların zerresine ulaşamayacağını bildiğinde,
kendisine buğzeden kimsenin, onun işini yadırgadığını, yahut hazinesinin dar
olduğu ithamında bulunmuş olduğu herkesçe malum olur. Bu iki suçtan ötürü, onu
cezalandırmak, böylece de, ikramı tamamlamak ve lütfü ikmal için ona düşman
olmak normal olur. Ayrıca, insanlardan pek çoğu, İblisin yolundadır. Zira onlar
birisini, bir padişahın katında itibarlı gördüklerinde, onu kıskanır ve
aleyhinde faaliyete başlarlar. Böylece IbMs'in sünnetini yerine getirmek,
yolunu tutmak için, gayret gösterirler. Bu padişah eğer, Allah'ın ahlâkı ile
ahlâklanmamış ise, o hususta gayret gösteren kimseyi yanından uzaklaştırmaz ve
onun sözüne kulak verir ve o şahsa olan ikram ve itibarını bırakır.
[171]
İblis’in
düşmanlığının apaçık oluşu nereden anlaşılıyor?
Diyoruz ki: Allah
Teâlâ, Hz. Âdem'e İkramda bulununca,
İblis ona düşman oldu ve tıpkı o padişahın yanında,
karşılıklı birbirine
buğzeden iki kimse gibi, padişahın, kendisini ve Âdem (a.s)'i olduğu
yerde
bırakacağını zannetti. Halbuki Allah Teâlâ, kalbleri bilendir. Böylece şeytanı
Rahmetinden uzaklaştırdı ve onun içyüzünü ortaya
koydu. Derken şeytan da,
kendisini saklamasını
gerektiren durum ortadan kalktığı İçin, artık içindekini açığa
vurarak, "Andolsun ki onlan saptırmak için senin
doğru yoluna (pusu kurup)
oturacağım" {km,
ıe) ve "Andolsun ki onun zürriyetini, birazı müstesna, mutlaka
kendime bağlayacağım"(İsra, 62) demiştir.
[172]
Şeytan, insan için
apaçık düşman olduğu halde, insan, içki içme ve zina etme gibi onu memnun
edecek şeylere niçin meylediyor, cihad ve ibadet gibi onu kızdıracak şeyleri
yapmak istemiyor
Cevap:
Diyoruz ki: Bunun sebebi, şeytanın, insan katında bulunan yardımcıları
vasıtasıyla, destek görmesi ve insanın da Allah'dan yardım istememesidir.
Böylece şeytan, insanın bekasını ve türünü sürdürmesi için, Allah'ın insana
verdiği şehvet gücünden destek alır ve bu şehveti, insanın durumunun
bozulmasına bir vesile kılıp, bunun sayesinde, o insanı birtakım helak
yollarına çağırır. Yine şeytan, fesatları defedebilmesi için Allah'ın insanda
yarattığı buğz (öfke) gücünden de yararlanıp, bunu insanın günaha düşmesine ve
hallerinin bozulmasına vesile edinir. O halde insanın günahlara temayülü, tıpkı
bir hastanın, kendine zararlı şeylere meyli gibidir. Çünkü bu sayede, o
kimsenin mizacı (dengesi) bozulur. Böylece de hummaya tutulmuş kimsenin, hasta
iken soğuk su istediğini görürsün. Midesi bozuk olan kimse, az olan gıdayı
hazmedemezken, çok yemeğe temayüllü olur, midesinin bozukluğunu artırmasına
rağmen de, hiçbir şeyle doymaz. Halbuki, mizacı sağlam olan, ancak, kendisine
faydalı olan şeyleri arzu eder.
O halde dünya,
mizacını bozduğu halde, insanın teneffüs etmekten geri duramadığı bozuk bir
hava gibidir. Bunun, o havayı, temiz rüzgarla ve temiz şeylerle ıslah etmekten
başka bir yolu yoktur. Sirke ve gülsuyu serpmek ise, havayı temizleme
yollarındandır. Aynen bunun gibi, insan da dünyada iken, adeta şeytan için
belirlenmiş olan birtakım şeylerden uzak kalamaz. Bundan kurtuluşun yolu ise,
kişinin, heva ve hevesine uymaması, tûl-i emel peşinde olmaması ve hevâ ve
hevesini, güzel zikir ve zühd ile değiştirmesidir. Binâenaleyh, bir insan,
ancak aklının dengesi ve mizacı sapasağlam olunca hakka yönelir ve bu kimse
üzerinde, mükellefiyetler hususunda bir külfet ve meşakkat kalmaz, bilakis o,
ilahî emirlere karşı bir ünsiyet ve alışkanlık elde eder. İşte bu noktada
şeytan, böylesi bir kimse üzerinde hiçbir hükümranlığının bulunmadığını itiraf
eder.
[173]
"Bana itaat edin.
îşte dosdoğru yol, budur"
(Yâsin. 61).
Cenâb-ı Hak, şeytana
ibâdet etmekten men edince Rahmân'a ibadet etmeye sevketmiştir. Şâri-i Hakîm,
bedenlerin tabibi olduğu gibi, ruhların da tabibidir. Doktorun hastasına,
hastalığının artmaması için, "Şunu yapma; şundan yeme; tedavinin başı korunma
ve kendine dikkattir" deyip, sonra da ona, hastalığa karşı koyacak
kuvvetleri takviye için, "Falanca ilaçlan al" demesi gibi, hakîm olan
Allah da, kişiyi maddî ve manevi olarak bazı şeylerden men etmiştir ki bu,
şeytana uymaktır ve kişiyi, kendisini düzelten ve ıslah eden şeylere
yöneltmiştir ki, bu da Rahman olan Aliah'a ibadettir. Bu ifadeyle ilgili birkaç
mesele vardır:
[174]
Cenâb-ı Hak, şeytana
ibadet etmekten men ederken, "Çünkü o sizin için apaçık bir
düşmandır" (Yasin, 60)
demiştir. Çünkü
düşmanlık, şeytana uymayı men edecek en önemli şeydir. Halbuki, Rahman olan
Allah'a ibadet etmeyi emrederken, O, "Ben, sizi severim" dememiştir.
Çünkü muhabbet ve sevgi, sevilene uymayı iktiza etmez; tam aksine, bu iş çoğu
kez, sevgiye güvenmeyi, (sevgiye aldanmayı) doğurur. Ve bu, kimse, "O,
beni seviyor, binâenaleyh, onun memnun olacağı şeyleri yapma hususunda
sıkıntılar üstlenmeye hacet yoktur. Tam aksine Cenâb-ı Hak kişiyi ibadete
sevketme hususunda, eşyanın en ileri derecede bulunanı zikretmiştir ki, bu da
ibadetin dosdoğru bir yol olarak vasfedilmiş olmasıdır.
Bu böyledir, zira
insan dünyada iken, korkunç bir çöl ortasındadır. Ve insan, dostlarının
kendisinde bulunduğu, ikamet yurduna ve cennete doğru yol almaktadır. Halbuki,
ıssız bir çölde konaklayan kimsenin, hem canı hem de malı hususunda endişe
duyulur. Bu kimse için, kendisini her şeyden emin kılan ve onu maksada ileten
yakın ve kestirme bir yoldan daha önemli bir şey yoktur. Binâenaleyh, Cenâb-ı
Hak, "îşte, dosdoğru yol budur" buyurunca bu, onu o yola girmek için
teşvik eden bir sebep ve vesile olmuş olur. Ayetteki, "Bu bir yoldur"
ifadesinin muhtevasında, insanın seferi ve bir yolcu olduğuna bir işaret
vardır. Çünkü insan, mukîm olmuş olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'tn, "îşte,
dosdoğru yol budur" ifadesinin bir manası kalmazdı. Çünkü mukîm olan
kimse, "Ben yolu ne yapacağım, ben mukîm bir kimseyim" der.
[175]
İbadetin dosdoğru bir
yol olduğuna ne delâlet etmektedir?
Cevap: Biz
diyoruz ki insan, ya vatanına dönmek için yola
İnsanın Yolculuğu çıkmış bir yolcu, veyahut da, ticaret peşinde bir
tacir olarak
bir yolcu durumundadır. Her iki durumda
da, asıl maksad Allah'dır. Vatana dönmek
için yolcu olmaya gelince, bu kimse, ancak emniyyet içinde olduğu bir yeri
vatan tutar. Halbuki, mülkü son bulacak olan bir hükümdar ile emniyyet ve güven
duyulamaz. Çünkü hükümdarın mülkü son bulduğu zaman, emniyet ve rahatlık diye
bir şey kalmaz. Halbuki, mülkü devamlı olan, Allah (c.c)'dır. O'nun dışında
kalan her şey ise, fanidir.
Ticaret metâı olan bir
tacir olarak yolcu olmasına gelince, ticaret yapan kimse, eşyasının revaçta
olduğunu bildiği ya da duyduğu yerlere yönelir. Allah Teâlâ ise, amel-i
salih'in kendisi katında kabul gördüğünü, mükâfaatlandınldığını; hak edilenin
kat katıyla mukabele göreceğini bildirmiştir. Allah, esas gaye ve maksattır.
O'na ibadet etmek ise, kişiyi O'na yöneltir. Bir tarafa doğru yöneldiğinde, o
tarafı maksat edinen kimsenin dosdoğru bir yol Üzerinde olduğunda ise şüphe
yoktur.
[176]
İbadet (bir noktada) tezellülü
ve boyun eğmeyi ifade eden bir kelimedir. İşte Cenâb-ı Hak, ''Şeytana ibadet
etmeyin"
buyurunca, insanın, Allah'ın dışında
kalan şeylere karşı tekebbür etmesi; "Bana ibadet edin" buyurunca da,
Allah'a karşı tekebbür etmemesi gerekir. Ancak ne var ki, Allah'ın dışında
kalan şeylere karşı tekebbür etmesinin manası, bir kimsenin kendisini
başkalarından daha üstün görmesi değildir. Çünkü kişinin kendisi de, Allah'ın
dışında kalan şeyler cümlesindendir. Binâenaleyh, Allah'a İbadet etmekle
bezenmiş olsa bile, kişinin kendi nefsine iltifat etmemesi gerekir. Bundan öte,
Allah'ın dışında kalanlara karşı tekebbür etmek, Allah'ın izni olmadan herhangi
bir şeye boyun eğmemek demektir. Çünkü, böylesi bir tekebbürde, alabildiğine
bir tevazu söz konusudur. Çünkü, kişi bu durumda, kendi nefsine de boyun eğmez.
Kişinin nefsinin arzusu ve payı, başkasına karşı üstünlük tuşlamasında bulunur.
Halbuki, bu noktada ise, böyle bir üstünlük taslama yoktur. Dolayısıyla da, tam
ve mükemmel manada bir tevazu gerçekleşmiş olur. Kişi, hükümdarlar ve
idareciler Allah'ın emrine muhalefet ettikleri zaman, onların emirlerine de
boyun eğmez. Böylece de tam bir tekebbür meydana gelmiş olur. İşte bu noktada
kişi, bu tekebbürü sebebiyle, kendisini fakir yoksuldan aşağı; emîrden, idareciden
de üstün görür.
[177]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, insanın, şeytanın düşmanı oluşuna dikkatini çeken şeyi beyan ederek,
"Andolsun ki,
(şeytan) sizden birçok halkı saptırmıştı. O vakit, niye aklınızı
kullanmıyordunuz?"
(Yasîn, 62)
buyurmuştur. Bu ayetle
ilgili birkaç mesele vardır:
[178]
Bu ayette yer alan cibill kelimesi, şu altı değişik
biçimde kullanılır:
a) Lâm'ın
şeddeli olmasıyla birlikte, cim ve bâ'nın kesresiyle cibillen;
b) Lâm'ın şeddeli olmasıyla birlikte; cim ve
bâ'nın dammesiyle cubullen.
c) Lâm'da şedde olmaksızın, cim ve bâ'nın
kesresiyle cibilen;
d) Yine,
lâm'da şedde olmaksızın, cim ve bâ'nın dammesiyle cubulen:
e) Lâm'da
şedde olmaksızın, cim'in dammesi, bâ'nın da sükûnuyla cublen ve;
f) Lâm'da şedde olmaksızın, bâ'nın sükûnu, cim'in
kesresiyle ciblen.
[179]
Bu mesele
cibill kelimesinin
manası hakkındadır.
"Clm-bâ-lam"
harflerinin meydana getirdiği
kelime,
"toplanma ve bir
araya gelme" manasından halî olamaz!
Meselâ
cebel (dağ) kelimesinde, pekçok
maddenin kendisinde biraraya geldiği şey, kütle manası bulunur. 'Cebelu't-tîn" "Çamur
dağı" ifadesinde, su ve toprak parçalarının biraraya gelmesi manası
bulunur. Yine, "sütü bol, bol sütlü, sütü toplu, bol" manasında,
(sütü bol, yığın yığın koyun) denilir. Bülce (sabahın ilk aydınlığı) kelimesi,
sizin yaptığınız bu izahla bir çelişki teşkil eder. Çünkü bu kelime, paramparça
olma, dağılma (karanlığın dağılması) anlamını haber vermektedir. Çünkü eblecu "bir araya gelmeme ve
dağınık olma" anlamındadır." da denilemez. Çünkü biz diyoruz ki, bülce, mekân tutabilen şeyleri içine
alan boş yerlerin bir arada bulunması manasına gelir. Çünkü bülce ile belde (belde, şehir) kelimesi, aynı manadadırlar. Beldeye de, belde
ismi, ayırılmadan değil de, bir araya gelme sebebiyle verilmiştir. O halde cebel (dağ), büyük bir yığın, kütle
demektir. Öyle ki, onbin (zira yükseklik)den[180]
aşağı olanlarına dağ adı verilmez. Fakat bu, doğru değildir.
[181]
Bu saptırma işi, nasıl
olmaktadır? Biz diyoruz ki bu, şu iki şekilde olmaktadır:
a) Saptırma,
maksattan döndürmek ve ondan alıkoymaktır.
O halde bu demektir ki
şeytan, kimilerine, Allah'a ibadet etmeyi bırakmasını; kimilerine de, Allah'dah
başkasına ibadet etmesini emretmektedir. Binâenaleyh bu, bir
"döndürme"dir. Şeytan, o kimseyi Allah'a ibadetten döndürmeye kadir
olamazsa, ona, Allah'ın dışında kalan liderlik, makam, mevki vs. gibi şeylerden
dolayı Allah'a ibadet etmesini emreder ki, bu da "alıkoyma"dır. Bu
da, netice itibariyle,
"döndürme"ye
götürür. Çünkü, kişinin maksadı şayet hasıl olursa, böylece Allah'ı bırakmış
da, başkalarına yönelmiş olur ki, bunun akabinde de Allah'tan döndürme meydana
gelir.
[182]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak,
"İşte bu, tehdit
edilegeldiğiniz cehennemdir"
(Yasin, 63).
ifadesiyle, sapıklık
ehlinin varacağı yeri beyan etmiştir.
Sapık kimselerin
durumu, düşman korkusundan dolayı vatanından çıkan, böylece de bir sıkıntıya
düşen bir şahsın haline benzer. Çünkü, şayet bu kimse, kendi vatanında
bulunsaydı, belki de o düşman, onu ele geçiremeyecek ya da ona acıyacaktt.
Deliler gibi, meselâ, herhangi bir taat ya da isyan İçin hiçbir harekette
bulunmayanların durumu ile, aklını kullanıp da, yolunu şaşıran kimsenin durumu
da böyledir. Çünkü, deli olan kimse, her ne kadar cennette makam elde eden
kimselerden olmasa dahi, kurtuluşa eren kimselerdendir. Nitekim denilmiştir ki,
ahmaklık, kurtuluşa, kısır zekâdan daha çok yakındır. Bunun görünür alemde de
böyle olduğu açıktır. Çünkü, gideceği yolu bilmeyen kimse, olduğu yerde
kalakaldığında, yoldan fazla uzaklaşmış olmaz. Ama, gideceği yerin aksi
istikametinde hareket eden (kısır zekâlı) kimse ise, oradan iyice uzaklaşır.
[183]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, onların o cehenneme vardıklarını, oraya girdiklerini,
"Küfür ve inkârda ısrar edişinize mukabil, bu
gün, girin oraya"
(YAsin, 64).
diyerek beyan
buyurmuştur. Bu ayette, şu üç bakımdan, onların alabildiğine pişman olduklarını
anlatan husus bulunmaktadır.
a) Cenâb-ı
Hakk'ın, "girin oraya" ifadesi... Çünkü bu, onları cezalandırma ve
hor hakîr kılmayı ifade eden bir emir olup, Cenâb-ı Hakk'ın "Tad! Çünkü
sen, sen çok ulu, çok şerefli idin!" (Duhun, 49» ifadesi gibidir.
b) "Bu
gün" kelimesinin yer alması... Yani, "Şu anda tadacağınız azâb
hazırdır. Sizin duyduğunuz lezzetler ve o günler ise, gelip geçti, sona erdi.
Bu gün, geriye sadece onların gerektirdiği bu azâb kaldı" demektir.
c) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Küfür ve inkârda ısrar edişinize mukabil" ifadesidir.
Çünkü, "küfür" ve "küfran" kelimeleri, inkâr edilen,
gözardı edilen bir nimetin mevcudiyetini haber veren kelimedir. Halbuki,
böylesi bir inkârda bulunan bir kimsenin, kendisine böylesi nimetleri lütfeden
kimseden utanması ve haya etmesi, onun için en dehşetli elemlerdendir. İşte
bundan dolayı âsî köle, "Efendimin bana yapılmasını emrettiği şeyleri bana
uygulayın, ama beni
onun huzuruna çıkarmayın" der.İşte "Kendisine nimet
verilmiş, (lütufta bulunulmuş) bir kimseye, kötülük yapan kimsenin (kendisine) iyilik yapandan utanması
suretiyle duyacağı utanç, terbiye edici olarak yetmez mi?" diyen kimse bu
manaya işaret etmiştir.
[184]
"O gün,
ağızlarının üstüne mühür basarız. Ne irtikap ediyor idiyseler, bize elleri
söyler, ayaklan da şahitlik eder"
(Yâsin, 65).
Ayetin, daha önceki
kıstmla münasebeti hususunda şu izahlar yapılmıştır:
1) Onlar,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Küfür ve inkârdan ısrar edişine mukabil" (Yâatn, «ı
ifadesini duyduklarında, bu küfürlerini inkâr etmek istemişlerdir. Nitekim
Cenâbn Hak, onların "Biz şirk koşmadık", "Biz iman ettik"
dediklerini belirtmiştir. İşte bu noktada Allah, onların ağızlarını mühürler,
artık bunu inkâr edemezler. Allah, onların dilleri hariç, diğer uzuvlarını
konuşturur. Böylece de onlar, günahlarını
itiraf edip kabullenirler.
2) Cenâb-ı Hak onlara, "Ben sizden ahit
almadım mı?" (Yâ»m, ao) buyurunca, onların bu konuda herhangi bir cevabı
olmadı. Sustular ve konuşamaz hale gelip lâl oldular. Derken, dilleri dışındaki
uzuvları konuştu.
Onların ağızlarının
mühürlenmesi hususunda da birtakım izahlar yapılmıştır. Bu izahların en
kuvvetlisine göre, Allah Teâlâ, onların dillerini susturur, böylece onlar o
dilleriyle konuşamaz hale gelir. Ama bu sefer onların uzuvlarını konuşturur,
böylece
bu uzuvlar da onların aleyhine şehâdette
bulunur. Bu, Allah'ın kudreti açısından, çok kolay bir şeydir. Susturma işinin
izah edilecek herhangi bir tarafı yoktur. Diğer uzuvları konuşturması
meselesine gelince, dil, hususî hareketlerle hareket eden bir organdır. Onun bu
hareketlerle hareket etmesi mümkün olduğuna göre, dilin dışında kalan uzuvların
da böylesi hareketlerle hareket etmesi mümkündür. Allah Teâlâ ise, mümkün olan
her şeye kadirdir.
Bir başka izah da
şudur: Onlar, mazeretleri kalmadığı ve içyüzleri ortaya çıktığı için, herhangi
bir şey konuşamaz hale gelirler. Böylece de, ümitsizliğe düşen, ümidini kesen
kimsenin duruşu gibi, başlan eğik olarak dururlar. Bir mazeret bulamazlar ki,
özür beyan edeler. Tevbe etmeye mecal kalmamıştır ki, Rablerinden mağfiret
talep edeler. Ellerin konuşması, yapılan şeylerin, inkâr edilemeyecek bir
biçimde ortaya çıkması; derken ellerin ve gözlerin o fiilleri konuşması demek
olup, bu tıpkt bir kimsenin, hüznün zuhur ettiğine bir işaret olmak üzere,
"Duvarlar, ev sahibine ağlıyor" demesi gibi olur. Ama doğru olan,
birinci açıklamadır. Bu ifadeyle ilgili, lafzî ve manevî olmak üzere birtakım
incelikler bulunur:
[185]
Birinci İncelik: Lafzî
olanına gelince, bunlardan birincisi şudur: Allah Teâlâ, mühürleme işini
kendisine nisbet ederek, "biz mühürleriz" buyurmuş, konuşmayı ve
şehâdet etmeyi ise ellere ve ayaklara isnâd etmiştir. Zira, şayet Cenâb-t Hak,
"Ağızlarının üstüne mühür basarız. Ellerini de konuştururuz" buyurmuş
olsaydı, bunda, bunun onlardan cebren ve zorla sudur etmiş olduğu ihtimali söz
konusu olurdu. Oysa ki, icbar ile ikrarda bulunmak makbul değildir. İşte bundan
dolayı Cenâb-ı Hak, "Bize, elleri söyler, ayaklan da şahitlik eder"
buyurmuştur. Yani, "Günahın onlardan sudur ettiğine daha çok delâlet etsin
diye, onları konuşmaya kadir kıldıktan sonra, kendi iradeleriyle (...)"
demektir.
İkinci İncelik:
İkincisi ise şudur: Allah Teâlâ, "Bize, elleri söyler, ayakları da
şahitlik eder" buyurarak, konuşma işini ellere, şehâdet etme işini de
ayaklara nisbet etmiştir. Çünkü, yapılan fiiller, ellere isnat edilir. Nitekim
Cenâb-ı Hak, "Ve ellerinin yaptığı şey..." (Yasin, 35) buyurmuştur.
Yani "Yaptıkları şey..." ve "ve ellerinizi (tehlikeye)
atmayın^"(Bakara, ıss); yani, "kendinizi tehlikeye atmayınız"
buyurmuştur. Binâenaleyh, adetâ iş yapan gibi kabul edilmişlerdir. Yapılan işe
şahit olanın ise, o işi yapandan başkası olması gerekir. Böylece Cenâb-ı Hak,
yapılan işlerin kendilerine nisbet edilmesi tuhaf olduğu İçin, kişinin
ayaklarını ve derisini, şahitler cümlesinden addetmiştir.
Mana cihetinden
olanına gelince, bunlardan birincisi şudur: Kıyamet gününde, şehâdeti kabul
edilenler mukarreb ve sıddîklerden olurlar ki, bunların hepsi de, günahkârların
mukabilinde bulunan kimselerdir. Halbuki, her ne kadar âdil şahitlerden olsalar
bile, düşmanın düşmanının aleyhinde yapacağı şehâdet kabul edilmez. Kâfir
fasıklar gibi, sıddîk olmayanların ise, zâten şehâdetleri kabul edilemez. İste
bu sebeple Cenâb-ı Hak, onlara şehâdette bulunacak olan o şahidi, yine
kendilerinden çıkarmış, onların ayakları ve derilerinden tutmuştur.
"Eller ve
ayaklarından da günahlar sudur etmiştir; o halde bu demektir ki, bunlar da
fâsıktırlar. Binâenaleyh, bunların şehâdetlerinin de makbul olmaması
gerekir" denilmesin. Çünkü biz diyoruz ki, bunların şehâdetlerini
reddetmede, bunların şehâdetlerini kabul söz konusudur. Çünkü, şayet el ve
ayaklar o günde yalan söyleyecek olurlarsa, onlardan o günde de günah sudur
etmiş demektir. Her şey açık seçik ortada iken, o günde günah işleyen şeyin
(uzvun), mutlaka dünyada da günah işlemiş olması gerekir. Yok, eğer onlar bu
günde doğru söylem işlerse, artık bu demektir ki, onlardan dünyada günah sudur
etmiştir. Bu tıpkı, fâsık bir kimseye şöyle diyenin durumuna benzer: Şayet sen,
bu günün gündüzünde yalan söylersen, benim kölem hür olsun! Bunun üzerine fâsık
da, "Ben bu günün gündüzünde yalan söyledim" dese, o köle azat ve hür
olur. Çünkü fâsık kimse, "Bu günün gündüzünde yalan söyledim"
şeklindeki sözünde doğru söylüyorsa, şart tahakkuk etmiştir, cezanın da
tahakkuk etmesi gerekir. Yok eğer, "yalan söyledim" sözünde yalancı
ise, o günün gündüzünde yalan söylemiştir. Dolayısıyla da, şart yine tahakkuk
etmiştir. Ama, fâsık olan kimse, ikinci günde, "Senin kölenin azâd
edilmesi, kendisinde benim yalan söylememe bağlanan o günün gündüzünde yalan
söyledim" demiş olsaydı, durum böyle olmazdı.
[186]
Kâfirlerin, dünyada
iken, kalblerinin, ahirette de ağızlarının
mühürlenmesi
gerekir. Binâenaleyh, mührün kalblerine vurulmuş olduğu o vakitte (dünyada),
onların sözleri
ağızlarıyladır. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Bu, onların ağızlarıyla söyledikleri sözleridir" (Tevbe, 30)
buyurmuştur. Binâenaleyh, Allah, onların ağızlarına da mühür basınca, onların
sözlerinin, uzuvlarıyla olması gerekir. Çünkü insan kalb, dil ve uzuvlardan
başka bir şeye sahip değildir. Binâenaleyh, onun kalbi, ağzı artık devreden
çıkınca, bu iş için onun uzuvları ve diğer parçaları devreye girer.
[187]
"Eğer diîeseydîk,
onları gözlerinin üzerinden silme kör yapardık da, yolda
koşuşup kalırlardı. Artık nasıl göreceklerdi? Yine
dileseydik, onlan oldukları
yerde, suratlarını
değiştirip bambaşka çirkin bir hale getirirdik de ne ileri
gitmeye ne de geri dönüp gelmeye güçleri
yetmezdi"
(Yâsin, 66-67).
Biz, pekçok kere
sırât-ı müstakimin, "cebr" ite "kader" arası bir şey
olduğunu ve bunun "orta yol" olduğunu anlatmıştık. Allah Teâlâ da,
cebrîlerin tutunacakları şeyi zikrettiği her yerde, bunun peşinden, Kadertyye
mensuplarının tutunacağı şeyi zikretmiştir. Bunun aksi de variddir. İşte burada
da böyledir. Cenâb-ı Hak, "Ne irtikâp ediyor idiyseler, (...) ayaklan
şahitlik eder"cfutn,Ky, "Küfür edişinize mukabil, girin
oraya"(Y«n, u) buyurup, O, küfrü ve kesbi insanlara isnat ettiği, hayrı ve
şerri onlara havale ettiğini belirttiği için, bu da, Kadertyye'nin
(Mu'tezlle'nin) tutunduğu şey olunca, bunun hemen peşinden, o intanların o
küfürlerinin ye kesbterinin, Allah'ın meşfeti vo dilemesi ile olduğuna delâlet
eden şeyi getirmiştir. Bu böyledir, zira küfür basireti kör eder, akff kuvveti
de zayıflatır. Halbuki, baetratin kör olması, Allah'ın iradesi ve meşleti
iledir. Çünkü O, istediği zaman basfretteri kör eder. Nitekim O, istedi mi,
gören gözleri silme kör eder. Maddî kuvvetin giderilmesi, Onun meşîetiyle
olduğu gibi, aklî kuvvetin alınması da, O'nun irade ve meşteti iledir. Öyle ki,
dilediğinde, mükellefi olduğu yere çivileyip çakar ve onu, ne sağa, ne de sola
hareket edemeyecek ve gidip gelemeyecek bir biçimde bırakır. Dolayısıyla, O'na
göre, basireti kör etmek gözleri kör etmek; aklî kuvveti gidermek de, maddî
kuvveti celbedip almak gibidir. Binaenaleyh Cenâb-ı Hak, onların basiretlerini
kör etmek istediğinde onların şaşakalacaklarına; gözlerini de silme kör
ettiğinde, apaçık olan yollarını dahi bulamayacaklarına; aklî kuvvetlerini
sebbedip götürmek istediğinde, onların ayaklarının kayacağına; maddî
kuvvetlerini alıp da, onları başka bir şekle döndürmek istediğinde,adım atma
takatlerinin bulunmayacağına bir işaret olmak üzere, "Eğer dileseydik,
onları gözlerinin üzerinden silme kör yapardık" buyurmuştur. Bu iki ayette,
lafızla alâkalı birtakım bahisler bulunur:
Birinci Bahis:
Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Yolda koşuşup kalırlardı" ifadesi hakkındadır.
Zemahşeri şöyle demektedir: "Bu konuda şu izahlar yapılabilir:
a) Bu
ifadede, İlâ harf-i cerri hazfedilmiş olup, fiil mefûlüne, harf-i cer olmadan
bağlanmıştır ki, bunun aslı şeklindedir.
b) Bu ifadede getirilen isttbak
"koşuşmak" masdarından maksat, "hızlıca koemek, yönelmek"
manasıdır. Böylece Cenâb-ı Hak, bu kimselere, koşanın yapmış okkağu şeyi
yaptırmış olur.
c) Bu
ayetteki sırat kelimesinin, "kendisine doğru müsabaka yapılan yol"
manasına değil de, "üstünde müsabaka yapılan yol" anlamına alınması
gerekir. Çünkü Arapça'da, "Yarıştık da, onları geçtim..." denilir. Bu
durumda bu onların o yola yönelme işinde, o yarıştaki şiddeti gösterir. Buna
göre Cenâb-ı Hak sanki, "Onlar, yanlarında olan o yolu talep etmemişler ve
ona yönelmemişlerdir. Çünkü onlar, onun üzerindedirier" buyurmuştur.
Binâenaleyh, Allah, onların gözlerini silme kör yapınca, onlar o yolu göremez
olmuaia/dır. Artık kim bilir onlar, o yolun üzerinde olmamış olsalardı ne
olurdu!
[188]
Söz, derecelensin ve
kısım kısım olsun diye, Allah, "silme ve kör etmek" işini, başka bir
hale döndürme ve âciz bırakma işinden önce zikretmiştir. Buna göre Allah Teâlâ
sanki, "Ben onları k£r edersem, üzerinde bulundukları o yolu göremezler.
Bu durumda da, o yola ulaşamazlar, onu elde edemezler" demek istemiştir.
Buna göre birisi, "Kör olan kinişe, maddi görme olmaksızın, meselâ ses,
yürüme ve dokunma gibi şeyler sebebiyle, aklî veya hissî birtakım emareler ve
ipuçları vasıtasıyla o yolu bulabilir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, işi daha
vahim hale getirerek, "Şayet, onları başka bir haıe döndürüp, onların
kuvvetlerini de tamamen çekip alırsam, onlar o zaman, katiyyen hiçbir biçimde o
yolu bulamaz ve ona ulaşamazlar" buyurmuştur.
Üçüncü Bahis:
Bu ayette gitme işi, geri dönme işinden önce zikredilmiştir. Çünkü dönme işi,
ilk defa gitmeden daha kolaydır. Zira ilk gidiş, o kimsenin, daha önce o yola
gitmediğini, ama dönüş ise, bunun aksini ifade eder. Bir defa görülmüş o.an bir
yoJa sülük etmekten daha kolay ve daha basit olduğunda hiç şüphe yoktur. İşte
bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Onlar ne gitmeye, ne de bundan daha azma, yani,
ilk defa gitmekten daha kolay olan eli dönmeye kadir olamazlar" demiştir.
[189]
"Kime uzun ömür
veriyorsak, onun yaratılışını başaşağı ederiz. (Buna da)
akılları ermiyor mu?"
(Yâsîn, 68).
Biz, Cenab-ı Hakk'ın,
"Sizden ahid almadım mı?"(Yftsm.eoj ifadesinin, daha önce
peygamberler vasıtasıyla inzâr yapıldığı için, onların mazeretlerini geçersiz
kılan bir beyan olduğunu belirtmiştik. Allah bu hususu iyice anlatıp
tamamlayınca, bir başka mazereti neticesiz bırakmaya yönelmiştir. Bu da şudur:
Kâfir, "Bizim dünyada geçirdiğimiz süre, gayet azdır. Şayet sen bize,
(bizim istediğimiz kadar) ömür vermiş olsaydın, bizden herhangi bir kusurun
sudur ettiğini göremezdin" der. İste bunun üzerine Cenâb-ı Hak,
"Sizler, her ne zaman uzun ömür sürdüğünüzde, güçsüzleştiğinizi düşünmez
misiniz? Biz size, araştırma ve anlamanıza imkân verecek kadar ömür
verdik" buyurmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hak bu hususu, "Size, iyice
düşünecek kimsenin düşünebileceği, öğüt kabul edebileceği kadar ömür vermedik
mi?"(Fâtır, 37) ayetinde belirtmiştir. Sonra da sizler, üzerinizden geçen
zamanın, sizin acziyyetinizi ve zayıflığınızı arttırdığını anladınız.
Dolayısıyla da, bu tanınmış olan süreyi de zayi ettiniz. Binâenaleyh, şayet biz
size, bundan daha fazla Ömür vermiş olsaydık, o zaman bundan sonra da,
kötürümlük, iş yapamama zamanı çatıp gelirdi. Halbuki,
fırsat elde iken tam zamanında görevini yapmayan
kimse, bu görevini, kötürümlük zamanında, iş işten geçtikten sonra yapamaz.
[190]
"Biz ona şiir
öğretmedik. Bu ona yakışmaz da. O, bir öğütten ve hükümleri açıklayan bir
Kur'ân'dan başkası değildir"
(Yasîn, 89).
Ayetin kendinden
Öncekilerle münasebeti hususunda şu iki izah yapılabilir:
a) Biz daha
önce, Allah Teâlâ'mn yani kendisinin birliği, risâlet müessesesi ve haşr gibi
üç temel inanç esasının ikisinden bahsettiği her yerde bunların üçüncüsünden de
bahsettiğini söylemiştik. Burada Cenâb-ı Hak, kendisinin birliği ve haşr gibi,
iki temel esastan bahsetmiştir. Birliği (vahdaniyyeti), "Ey âdemoğuüan,
"Şeytana tapmayın. Bana ibadet edin..." diye size tavsiyede bulunmadım
mı? (emretmedim mi?)"çf*tn. eo-ei), ayetlerinde ele alınmıştır. Haşr ise,
"Bugün girin oraya "(vaa'n, 64), "O gün ağızlarının üstüne mühür
basarız" (Yâsin.es) vb. ayetlerinde ele alınıp işlenmiştir. Binâenaleyh,
Cenâb-ı Hak bu ikisinden bahsedip gerekli açıklamalarda bulununca, üçüncü temel
esas demek olan "risâlef'den de bahsederek, "Biz ona şiir öğretmedik.
Bu ona yakışmaz da. O, bir öğütten ve hükümleri açıklayan bir Kur'ân'dan
başkası değildir" buyurmuştur.
"Biz ona şiir
öğretmedik" cümlesi Hz. Muhammed
(s.a.s)'in, Allah tarafından Öğretildiğine, dolayısıyla da, Allah'ın dilediği
şeyleri öğrendiğine, dilemediklerini de Öğrenmediğine bir işarettir. Ayetin
tefsiriyle ilgili birkaç bahis vardır.
[191]
Birinci Bahis:
Kâfirler, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, içlerinde sihir ve kehânetin de bulunduğu
pekçok şeyi isnad etmiş oldukları halde, Allah, "Biz ona sihri...";
"Biz ona, kehâneti öğretmedik" dememiş, özellikle "Biz ona şiir
öğretmedik" buyurmuştur. Niçin?
Biz diyoruz ki,
kehânete gelince, onlar bunu, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
gaybtan haber verip, haber verdiği şeyler de söylediği gibi çıktığı için isnat
ediyorlardı. Sihri ise, meselâ ayın yarılması, çakıl taşlarının ve hurma
Kütüğünün konuşması vb. şeyler gibi, başkasının yapamadığı şeyleri yaptığı için
isnat ediyorlardı. Şiiri de, Hz. Peygamber (s.a.s) onlara Kur'ân okuduğunda ona
nisbet ediyorlardı. Ancak ne var ki Hz. Peygamber (s.a.s) Kur'ân ile tehaddî
etmiş, meydan okumuştu. Nitekim Cenâb-ı Hak, bu hususu, "Kulumuza
indirdiğimizden bir şüphe içinde İseniz, onun sûresi gibi olan bîr sûre getirin
bakalım... "<Bakara,23) buyurarak
beyan
etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s), "Eğer benim peygamber oluşum hususunda
şüphe ediyor iseniz, o kütüğü konuşturun; yahut, büyük bir kalabalığı
doyurun" ve "Gaybdan haber verin" dememiştir. Binâenaleyh, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in meydan okuyuşu sözle olup ve onlar da Hz. Peygamber
(s.a.s)'i, konuşurken "şiir söyledi" diye itham edince, Cenâb-ı Hak,
şiir öğretmediğini özellikle belirtmiştir.
[192]
İkinci Bahis:
ne demektir?
Cevaben deriz ki:
Birtakım kimseler, "Bu, onun »cm mümkün değildir!" manasındadır"
derken, diğer bazılarına göre, "Bu, onun için kolay değildir"
anlamındadır. Hatta şöyle ki: "o, bir şiir beyti söylemeye kalktşsa,
ondan, kafiyesi tutarsız şeyler duyulur" manasındadır" demişlerdir.
Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.s) şeklinde okumuştur. Bu hususta,
bundan daha güzel bir izah da, bu İfadenin, zahirî manasına göre manalandtrılmastdır.
ki, zahiri manası da, "şiir ona yakışmaz ve ona uygun değildir"
şeklindedir. Bu böytedtr, çünkü şiir, lafız ve vezne riayet için, manayı
değiştirmeye sevk eder; bunu gerektirir. Binâenaleyh Şâir-i Hakim'e göre, lafız manaya tabidir. Şâire göre ise, mana
lafza tabidir. Çünkü şair, şiirin vezninin veya kâfiyesinin, sthhata kavuşacağı
lafızları seçer. Böylece de işte bu lafızlardan Ötürü, manalar hayal etmeye
ihtiyaç hisseder. Bu izaha göre diyoruz ki: Şiir, öncelikle, vezni göz önünde
bulundurularak yazılan vezinli (ölçülü) sözdür. Ama manayı ön plana alan
kimseden de, bazan ötçüiü ve kafiyeli sözler çıkar. Dolayısıyla bu kimse,
böylece şâir olmuş olmaz. Baksana Cenâb-ı Hakk'ın, (al-i imran, 92) ayeti,
(ahenkli ve ölçülü olduğu halde), bir şiir değildir. Şâirden, "fâilatün
fâiiatün" vezninde, ayetteki kadar hareke ve sükûnu (açık ve kapalı hecesi
olan) bir söz sâdır olduğunda, bu şiir olur. Çünkü şâir, hareke ve sükûn
bakımından harflerin lafızların: bu şekiide getirmeyi ön plana almış, manayı
ise ikinci derecede almıştır. Hakîm ise, manayı ön plana alır. Böylece de
manayı o lafızlarla ifade eder. İşte bu izahla "Hz. Peygamber (s.a.s)de,
bir-iki beyt şiir söylemiştir" diyenlerin sözleri cevaplanmış olur. Bu
şiir de, Hz. Peygamber (s,a.s) "Ben peygamberim, bunda hiç yalan yok. Ben
Abdulmuttalib'in oğlu (torunu)yum[193]
şeklindeki şiiridir. Çünkü diyoruz ki: Hz. Munammed (s.a.s), bunfarı söylerken
vezni ve kâfiyeyi ön plana almadığı için, bu bir şiir değildir. Buna göre eğer,
Hz. Peygamber (s.a.s)'den katiyeti ve Ölçülü uzun bir söz sâdır olsa bile, bu,
Hz. Peygamber (s.a.s), o sözlerinin lafızlarını ön plana almadığı ve esas
maksad edinmediği için bir şiir olmaz. Bahsettiğimiz bu hususu, şu da te'yid
eder. Sen, insanların çarşı-pazarda konuştukları sözleri incelediğinde, bunlar
içinde de, şiir bahislerine benzer, öiçülü tekerlemeler bulabilirsin. Fakat ne
o sözü söyleyen şairdir, ne de bu söz, o kimse lafzı ön plana almadığı için,
bir şiirdir. Hem sonra Hak Teâlâ'nın, "O, bir öğütten ve açıklayan bir
Kur'an'dan başkası
değildir"
ifadesi de, bu hususu donmamaktadır. Yani, "Bu Kur'ân bir zikir (öğût)tür
ve manayı Mas almış bir va'z-u nasihattir." Şiir ise, kâfiye ve vezinle
süslenmiş bir sözdür. Burada şöyle bir incelik vardır: Hz. Peygamber (s.a.s)
hikmet de vardır"[194]
buyurmuştur. Bu, "şâir, lafzı esas alır, lafza göre H bir mana uygun
düşebilir" demek olup, tıpkı hikmetli kimsenin manayı hedef ahp, bk sür
veznine uygun düşürmesi gibi. Fakat hakîm, bu vezin sebebiyle şâir olmaz, şâir
de baheedüen bu şeyden ötürü hakîm olmaz. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), onun
şiirini hikmet diye adlandırdı. Allah Teâlâ, Hz. Peyamber (s.a.s)'ın şâir
olmadığını bHdIrmiştİr. Çünkü lafız, mananın kalıbıdır. Mana ise, lafzın kalbi
ve ruhudur. Binâenaleyh kalb varken, kalıba bakılmaz. Böylece de sözü, öiçülü-kâfiyeli
olan hakfm yine hakîm olur. Sözünün ölçülü olması, onu hakîm olmaktan çıkarmaz.
Sözü.ıden öğüt alınan şâir de hakîm olmuş olur.
[195]
"(Bu), sağ olan
kimseleri uyarmak ve kâfirlere o söz hak olsun içindir"
(Yâsin. 70).
Bu ifade, Hz.
Peygamber (s.a.s)'e bir hitab olarak, tâ ile "inzar etmen İçin"
şekHnde de okunmuştur. Yâ ile okunuşu şu iki manadadır:
1) İnzâr
eden, daha önce "Biz ona şiir öğretmedik" ifadesinde işaret edilen
Hz. Peygamber (s.a.s)'dir.
2) Bununla,
Kur'ân'ın inzâr edişi kastedilmiştir. Birincisi manaya, ikincisi ise nahiv
kaidelerine uygundur. Birinci manaya gelince, bu, inzâr etme Özelliğinin
peygamberler için, kttapfann inzâr ediciliğinden daha çok kullanılmış
olmasından ötürüdür. İkincisine gelince ise, Kur'ân'ın daha Önce bahsedilenler
arasında, bu "inzâr" ifadesine daha yakın olmasından Ötürüdür.
Ayetteki, "Sağ
olan kimseler için" ifadesi, "kalbi sağ, ölmemiş Mmaslur
için..." demektir. Bunun iki manası var:
1) Bununla,
"Allah'ın ezeli İlminde "sağ" olup, inzarctntn onu uyarması ve
böylece iman etmesi beklenen kimseler" manası kastedilmiştir.
2) Bununla, aslında sağ (bedenen ölmemiş)
olanların uyarrtmaet kastedHmiştlr ve "Kim iman edene, bu inzareı onu,
yapacağı isyanlara karşılık, ikab (azab) ile, İyi amellerine karşı da
mûkâtaatla inzar ve tebşir eder" demektir.
Hak Teâlâ,
"Kâfirlere söz hakkı olsun içindir" buyurmuştur Ayetteki "kavi" (söz) kelimesi,
Allah'ın azab kelimesi yani hükmü manasınadır Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Cehennemi bütün cinlerden ve insanlardan mutlaka dolduracağım sözü,
benden hak oldu, yani kesin bir hüküm olarak, tarafımdan verildi" (Secde,
13) ve "Fakat azab kelimesi (hükmü) kâfirler için artık hak oldu' (Zümer,
71} buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hak, "Biz, bir peygamber
göndermedikçe (kavimleri) azab edici değiliz" (Ur», 15) buyurmuştur.
Binâenaleyt* yalanlayan kimseler için, azab hak olmuş olur.
[196]
Vahdaniyyet,
peygamberlik, haşr ve diğer itikadı esaslar hakkında, Kur'ârn Kerim'de, bunlara
delil olan deliller zikredilmiştir. İşte bu cümleden olarak Cenabı Hak,
vahdaniyyeti ve bunun delilini yeniden zikrederek şöyle buyurdu:
"Ellerimizin
yaptıklarından, onlar için bunca davarlar yarattığımızı ve bu
sayede onlara sahip olduklarını görmediler mi? Biz o
hayvanları onların
emrine âmâde kıldık,
işte bunlardan binecekleri, işte bunlardan yiyecekleri..
Bunlarda onlar için, nice faydalar ve nice içecek
şeyler vardır. Hâlâ
şükretmiyorlar
mı?"
(Yâsin, 71-73).
Bu, "Bunlar,
Bizim bizzat ellerimizle yaptığımız, yani yarattığımız şeyler zümresindendir.
Biz onları, bir yardımcı ve destekçi olmadan, kudret ve irademizle yaptık"
demektir. Ayetteki, "Onlara sahiptirler" ifadesi, hayvanların
yaratılmasındaki nimetleri tam olarak verdiğine bir İşarettir. Çünkü eğer
Cenâb-ı Hak, o hayvanlar yaratsaydı, ama İnsanı ona hakim kılmasaydı, insan
ondan istifade edemezdi.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Onlan emirlerine verdik" ifadesi, ileri derecedeki bir lütfün
işaretidir. Çünkü sahip olunan bu hayvanlar, diretip isyan edecek olsalar,
onlardan istifade edilemez. Binâenaleyh şayet insan, kendisinden kaçan ve
yararlanılmasına manî bir hayvana sahip olsaydı, her nekadar, meselâ vahş
hayvanlarda olduğu gibi, insan onlan (avlayıp, etinden) yemeden istifade etse
bile. onlara binme nimeti tam olmazdı. Aksine hatta onlardan yeme nimeti de,
ancak bir yorulma sayesinde olabilirdi. Bu ise ancak bazı insanlar için söz
konusu olurdu.
Ayetteki, "îşte
bunlardan binecekleri, işte bunlardan
yiyecekleri..."
ifadesi, o emre âmâda kılmanın sağladığı faydayı anlatmaktadır. Çünkü eğer bu
emre âmâde kılma işi olmasaydı, bu iki faydadan biri bulunmazdı, diğeri de az
bulunurdu.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, o hayvanlara binip, onların etinden yemenin dışındaki faydalarını da, "Bunlarda onlar için, nice faydalar ve
nice içecek şeyler vardır" cümlesiyle beyan etmiştir. Çünkü bu hayvanlar
içinde, koyun gibi binilmeyenler vardır. İşte bu sebeple, bu menfaatlerin daha
genel olduğunu anlatmak için, "faydalar" kelimesi kullanılmıştır.
Bunun peşisıra gelen "mesârlb" (içecek şeyler) sözü de, yine geneldir.
"Meşarib" kelimesiyle, "mişreb" kelimesinin çoğulu
kastedilmiştir" dersek, bu "içecok kaplan" manasına gelir. Çünkü
o hayvanların derilerinden, içine içecek koymak için, kablar (kırbalar) ve buna
benzer alet-edevât elde edilir. Yok eğer "Bu kelime, "meşrûb" (içilecek şey) kelimesinin çoğulu" dersek,
o zaman bununla sütler ve yağlar kastedilmiş olur ki, bunlar da dişi
hayvanlardan elde edilir. Ama bu da erkek hayvanlar sebebiyle olur. Çünkü bu,
hayvanın hamile olmasına bağlıdır. Binâenaleyh bu içecekler, erkekler ve
dişiler sayesinde elde edilmektedir.
Daha sonra Cenab-ı
Hakk, "Hâlâ şükretmiyorlar mı?" buyurmuştur. Bu, "O nimetler bir
şükür olarak, ibadet etmeyi gerektirir. Binâenaleyh eğer siz şükrederseniz,
Allah, fazlından size danasını verir. Yok nankörlük ederseniz, nimetleri
elinizden alır. Bu durumda ne dersiniz, o nimetlerin devamı ve dahası için
şükretmez misiniz?" demektir.
[197]
"Onlar Allah'tan
başka, yardım olunacaklar ümidiyle, başka tanrılar edindiler,
ki bunlar, onlara asla
yardım edemezler. Bilakis kendileri onlar için
hazırlanmış bir
ordudur"
(Yasin, 74-75).
Bu ayetler, yine
tevhidin - vahdaniyetin izahının peşisıra, haşre (Kıyamete) bir İşaret olup,
tıpkı "Siz ve Allah'ı bırakıp taptıklarınız cehennemin odunlarısınız.
Sizler mutlaka oraya gireceksiniz"(Enbiya, 96) ve "Zulmedenleri,
onların eslerini ve Allah'ı bırakıp taptıkları şeyleri toplayıp getirin ve
onları cehennem yoluna sevkedin" (sifftt, 23-23) ve "Onlar azabta
hazır tutulmuşlardır (atılmışlardır)" (Rum, ıe) ayetleri gibidir. Bu
ayetler şöyle İki manaya gelebilir:
a) Daha önce
de bahsettiğimiz gibi, tapanların ilah edindikleri şeyleri, Adetâ ordusu askeri
olması.
b) Putların,
putperestler için »anki bir ordu olması... İkincisine göre ayette şöyte bir
incelik vardır: Allah Tealâ, "Bilakis kendileri onlar için hazırlanmış bir
ordudur" buyurunca, bunu, "Onlar,oniar için bir ordu ve onlara yardım
için biraraya gelmiş güruh olmaları halinde bile, birbirlerine yardım edemezler
demek suretiyle te'kid etmiştir. Çünkü bu ifade, yardım edilemeyeceğini
göstermektedir. Zira bir yere toplanıp, sonra yardım edemeyenler, alabildiğine
zayıf kimseler demektir. Fakat bu iş için hazırlanmayan ve etrafını
toplanmayanların durumu böyle değildir.
[198]
"O halde onların
sözleri seni üzmesin. Şüphe yok ki biz onların (içlerinde} gizledikleri şeyleri
ve açıktan söyledikleri şeyleri biliyoruz"
(Yasin, 76).
Bu ayet de,
"peygamberlik esas ve inancına işarettir. Çünkü Hz. Muhammed
(s.a.s)'e, onun
kalbini teselli edecek şekilde hitab etmek, Cenab-ı Hakk'ın onu bu iş için
seçip tayin ettiğine bir delildir. Ayetteki, "biz biliyoruz" ifade»
şu manalara gelebilir:
a) Bu, münafık ve kâfirler için bir tehdittir.
Binâenaleyh, "gizledikleri şeyler", nifakları manasına; "açıktan
yaptıkları şeyler" de, şirkleri manasınadır.
b)
"Gizledikleri şeyler", seni bilip tanımaları; "açıktan
söyledikleri şeyler" ise, seni açıktan inkâr etmeleri manasınadır.
c)
"Gizledikleri", bozuk inançları manasına, ''açıktan yaptıktan"
da, şirkin ve kötü fHHeri manasınadır.
[199]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Ellerimizin işleyip yaptıklarından, kendileri için bunca davarlar
yarattığımızı (...) görmediler m/?"(Yasin 71). ifadesiyle kendisine
ibadetin farz olduğuna, flfaktan (insantn dış dünyasından) bir delil getirince,
burada, insanın bizzat kendisinden de delil getirmek üzere buyurmuştur ki:
"İnsan, kendisini
bir nutfeden yarattığımızı görmedi mi? Ki şimdi o, apaçık bir
hasım kesilmiştir"
(Yâsin, 77).
[200]
Sebeb-i Nüzul
Ayette geçen "İnsan" ile, Ubeyy b. Halef kâfirinin kastedildiği
ileri sürülmüştür. Çünkü ayet onun hakkında nazil olmuştur. Zira o, çürümüş bir
kemiği eline alıp, Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelmiş ve "Sen, tanrının bu
kemikleri yeniden canlandıracağını söylüyorsun öyle mi?" deyince, Hz.
Peygamber (s.a.s), "Evet. Hem de seni cehenneme sokacak!"
buyurmuştur. Fıkıh usûlünde şöyle bir esas vardır: (Ayetlerde) nazar-ı dikkate
alınacak şey, sebeb-i nüzulün hususiliği değil, lafzın umûmî manasıdır.
Baksana, Hak Teâla'nın, "Andolsun ki Allah, eşi hakkında seninle mücâdele
eden kadının sö2ünü duydu" (Möc*<we, i) ayeti, bir kadın hakkında nazil
olmuştur, ama Cenâb-ı Hak, bunun hükmünün herkes için olmasını murad etmiştir.
İşte aynen bunun gibi, Allah'ı veya hasrı inkâr eden herkes için, tefsir
ettiğimiz ayet de bir reddiyedir. Bunun umûmî (genel) olduğunu anladığına göre,
şimdi diyoruz ki bu ayetle ilgili birkaç incelik vardır:
Birinci İncelik: "Ellerimiz yaptıklarımızdan kendileri için bunca davarlar
yarattığımızı... görmediler mi?" (Yâsin 71) ayeti, "AHah'dan başka
ilahlar edinenler, Allah'a ibadeti bırakan münkir kâfirler, en'âmın
(davarların), kendileri için yaratıldığını görmüyorlar mı?" manasındadır.
Bu manaya göre,
"insan, kendisini bt nutfeden yarattığımızı görmedi mi?" ayeti, o ayetten
daha genel bir ifadedir. Çünkü bu ayet, insan cinsine hitap ediyor, o ise bir
kısım insanlara, yani kâfirlere hitab ediyor. Buna göre, diyoruz ki: Bunun
sebebi, enfusî delilin, daha şümullü, daha mükemmel, daha tam ve daha gerekli
olmasıdır. Çünkü insan, görmediği zaman, nimetlerden ve onların
yaratılışlarından gafil olabilir; ama, ne zaman ve nerede olursa olsun, kendi
ile, bedeni ile beraberdir ve hiçbir zaman kendinden gefil olamaz. İşte bu
sebeple Cenâb-ı Hak sanki, "Eğer insan, hayvanlardan ve onların
yaratılışından habersiz ise, kendinden habersiz değildir. O halde ne oluyor da,
en büyük nimet olan kendisini bir meniden yaratmamızı görmüyor?" demektir.
Çünkü diğer nimetler, ancak insanın varlığından sonra söz konusudur. O halde
ayetteki, "bir nutfeden" ifadesi, bunun hangi bakımdan delil olduğuna
işarettir. Çünkü insanın yaratılması, eğer şekilleri çeşitli şeylerden olmuş
olsaydı, o zaman şöyle denebilirdi: İnsanın kemiği, katı bir maddeden, eti ise
yumuşak bir maddeden yaratılmıştır, insanın diğer uzuvları için de durum buna
benzer. Binâenaleyh insanın, şekilleri muhtelif olduğu halde, parçaları
birbirine benzeyen aynı şekildeki bir nutfeden yaratılması, bu hususta bir
iradenin ve yüce bir kudretin varlığına delalet eder. İşte Cenâb-ı Hak buna, "Hepsi
bir su ile sulanıyor (o meyvelerin)" wd. *) ayetiyie işaret etmiştir.
[201]
Ayetteki, "Şimdi
o, apaçık bir hasım kesilmiştir" ifadesinde, şöyle enteresan bir incelik
vardır: Allah Teâlâ sanki "Yaratılış maddesi aynı olduğu halde, insan uzuvlarının
farklı oluşu, açık bir delildir. Buna rağmen, burada bundan daha açığı da
vardır. O da, insanın konuşabilmesi ve anlayabilmesidir. Bu böyledir Çünkü
nutfe (meni) bir maddedir. Farzet ki cahilin birisi, "Nutfe, oluşum
geçirdi ve bir başka madde haline geldi" diyebilir. Fakat bu nutfe,
konuşma ve anlama kuvvetin nereden gerektirmiştir. Binâenaleyh konuşma ve
anlama özelliğini varetmek yaratmadan ve maddeyi varetmeden daha enteresan ve
daha acaibtir. Bu iş, bu hususta bir iradenin ve yüce bir kudretin bulunduğunu
göstermeye, Ötekinden daha elverişlidir" demek istemiştir. O halde
ayetteki "hasım", konuşan
manasınadır. Cenâb-ı Hak, "konuşan" yerine, "hasım" ifadesini kullanmıştır.
Çünkü hasım olma, münakaşa etme, konuşan kimsenin, en üstün ve ileri konuşma
halidir. Zira konuşan kimse, tek başına iken, başkası ile birlikte olduğu
zamanki kadar konuşmaz. Başkası ite konuşan kimse de, o karşısındaki, hasmı
olmadığı zaman, hasmına karşı konuştuğu zamanki gayreti göstermez ve o derecede
açık konuşmaz.
Ayetteki "mübîn"
"apaçık" ifadesi de, insanın akfî kuvvetine işarettir. Hak Teâlâ. bu
kelimeyi tercih etmiştir. Çünkü insan, anlatırken, anlatmadığı zamankinden daha
üstün bir derecededir. Çünkü açıklama yapanın aklında birşey zuhur etmiştir ve
o, sonra bu hususu açıklamıştır. O halde ayetteki, "bir nutfeden"
ifadesi, insanın en düşük haline, "apaçık bir hasım " ifadesi de en
üstün haline işaret olup, tıpkı "Sonra nutfeyi bir alaka olarak yarattık.
Alakayı da bir çiğnem et olarak yarattık... Sonra da onu başka bir yaratık
olarak var ettik" (MNan, i4> ayetinde anlatıldığı gibidir. Binâenaleyh
meninin, "alaka"ya, "aiaka"nın bir çiğnem ete; bir çiğnem
etin de kemik hafine getirilmesi, o maddedeki değişikliklere; "Sonra da
onu başka bir yaratık olarak var ettik" ifadesi ise, bu ayetteki,
"Şimdi o, apaçık bir hasım kesilmiştir", yani "konuşan akıllı
bir varlık olmuştur" ifadesi ile işaret ettiği hususa bir işarettir.
[202]
"O, kendi
yaratılışını unutup, bize bir misal getirdi ve dedi ki: "Bu çürümüş
kemiklere kim can verecekmiş?"
(Yâsin, 78).
Hak Teâlâ'nın bu
beyanı, haşrin anlatımına bir işarettir. Bu ayetlerden, sûrenin sonuna kadarki
kısımda, bazı enteresan hususlar vardır. Bunları, inşaallah imkân ölçüsünde
anlatacağız: Diyoruz ki: Hasrı inkâr edenlerden kimileri, bu inkârlar;
hususunda ne bir delil, ne bir şüphe ileri sürmüşler;
sadece bunun tuhaf bir iş olduğunu söylemekle yetinip, bunun kesin olmayacağını
iddia etmişlerdir. Bunlar çoğunluktadır. Bunun böyle olduğuna, Cenâb-ı Hakk'tn
böylesi insanlardan, Kur'ân'ın pek çok yerinde, bu görüşlerini nakletmesi de
delalet eder. Nitekim Allah Teâlâ onların, "Yeryüzünde (gömülüp)
kaybolduktan sonra mı, yeni bir yaratılış içinde olacağız. Öldüğümüz, toprak ve
kemik haline geldiğimiz zaman mı, biz mi diriltilecek misiz?" (Saffat,
16); "Sen mi doğrulardansın? Öldüğümüz ve toprak-kemikler olduğumuz zaman
mı, biz mi cezalanacağız?" (saffât, 53) dediklerini bildirmiştir.
Aynen bunun gibi,
Cenâb-ı Hak, yine burada, onların ağzından, bu iş akıldan uzak görme üslûbu
ile, "Bu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş?" demiştir. Binâenaleyh
Allah Teâlâ, önce onların bu garipsemelerini, "Kendi yaratılışını
unutup" ifadesiyle çürüterek işe başlamıştır. Bu, "O, bizim kendisini
topraktan ve elementleri ayrı bir nutfeden yarattığımızı, sonra da ona, tepeden
tırnağa çeşitli şekillerde ve çeşitli yerlerde farklı uzuvlar verdiğimizi,
bununla da yetinmeyip, bunlardan tamamen farklı olan ve sayesinde ikrama
müstehak oldukları konuşma ve akıl kuvvetini verdiğimizi unuttu. Binâenaleyh bu
kimseler, eğer haşri, sırf akıldan uzak gördükleri İçin inkâr ediyorlarsa,
keşke, asla kendisinden hayat beklenmeyen önemsiz bir nutfeden, konuşan ve
düşünebilen bir varlığı yaratmamızı da akıldan uzak görselerdi! Yine bunlar,
konuşmayı ve aklı, oldukları yere yeniden verişimizi de tuhaf görmektedirler.
Onların bu garipsemeleri, haşirdeki canlıların ufanıp, dağıtıp, paramparça
olması açısındandır. Çünkü onlar, 'Bu çürümüş kemiklere kim can
verecekmiş?" demişler ve özellikle kemikten bahsetmişlerdir. Çünkü kemik,
kendisinde his olmadığı için, hayattan en uzak olan şeydir. Yine onlar bunu,
uzak görmelerini kuvvetlendirecek, çürüme ve parçalanma gibi hususlarla takviye
etmişlerdir. Allah Teâlâ ise, onların bu uzak görmelerini, yeniden yaratacak olandaki
kudret ve ilim açısından bertaraf ederek, "Bize bir misal getirdi'* yani,
"O, Bizim kudretimizi, kendi kudreti gibi kabul edip, enteresan olan
yaratılışını ve çok ilginç başlangıcını (ilk maddesini) unuttu"
buyurmuştur.
[203]
Hasrı inkâr edenlerden
kimisi de, neticede yine akıldan uzak gördüğü için inkâr etmiş olsa da, şöyle
bir şüphe ileri sürmüşlerdir. Bu da şu iki şekildedir:
1) "Yok
olduktan sonra, hiçbirşey kalmaz. O halde, Cenâb-ı Hak nasıl, yok olan şeye var
diye hükmedebilir?" Allah Teâlâ bu şüpheye de:
"De ki:
"Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı hakkıyla
bitendir"
(Yasîn, 79)
buyurarak cevap
vermiştir. Bu, "Nasıl ki Altah, insanı htçbirşey değilken yaratmıştır.
Aynen bunun gibi, geride insandan hiçbirşey kalmadığı zaman da, onu yenidan
yaratır" demektir.
2)
Parçaları, dünyanın doğusunda, batısında, kimi parçalan yırtıcı hayvanların
midesinde, kimisi de dört duvarda olan insanın, bütün bu uzuvlan-parçaiarı
nasıl bir araya getirilir?
Bundan daha uzak
ihtimal de şudur: Bir insan, bir insanı yese ve yenilenin parçaları, yiyenin
parçalarına böylece geçmiş olsa ve bunlar yeniden diriltilecek olsa, yerâtanVn
parçalan, ya yîyenîn bedenîne verilecek, büytece de geride, yenrten için,
uzuvlarının yaratıldığı parçalar kalmayacak. Yahut da, yenilenin bedenine iade
olunup, geride yiyen için parça kalmayacak." Cenâb-ı Allah bu şüpheyi
ibtal için, "O, her yaratmayı hakkıyla bilendir" buyurmuştur. Bunu
şöyle izah ederiz: Yiyen kimsede, hem aslî, hem fazla parçalar olduğu gibi, durum
yenilen için de aynıdır. Binâenaleyh bir insan, bir insanı yediğinde, yenilenin
parçalarından aslî olanlar, yiyenin cüzlerinin fazlası olmuş olur. Yiyen için
aslî cüzler ise, yemeden Önce, ona ait olan cüzler demektir. O halde, Hak
Teâlâ'nın bu beyanı "Aslî olanı, fazla olandan bilip ayırır, böylece de
yiyene âit olan aslî cüzleri, biraraya getirir, ona can verir; yine yenilene
âit aslî cüzleri biraraya getirip, buna da can verir. Aynen bunun gibi,
dünyanın dört bir tarafına dağılmış parçaları da, kapsamlı hikmet ve ilmi ve
mükemmel kudretiyle bir araya getirir.
[204]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, onların hasrı uzak görmelerini, inkâr ve inadtannı çürütme işini yeniden
ele alarak, şöyle buyurur:
"O, yemyeşil
ağaçtan sizin için bir ateş çıkarandır. İşte bakın ondan, yakıp
tutuşturuyorsunuz"
Bunun izahı şöyledir:
İnsan hissedilen bir madde ile, o maddede aktp giden bir hayatı ihtiva
etmektedir. Bu hayat tıpkı, insanda hareket eden bir hararet gibidir.
Binâenaleyh eğer siz, onda bir hararet (sıcaklık) ve hayatın bulunuşunu akridan
uzak görüyorsanız, bunu sakın uzak görmeyin. Çünkü kendisinden suyun damladığı
yetti ağaçta ateşin yanışı, bundan daha enteresan ve daha ilginçtir. Halbuki
siz, onu yakıp
bizzat görüyorsunuz. Eğer insanın
maddesinin yaratılmasını akıldan uzak görüyorsanız, göklerin ve yerin
yaratılması, siz insanların yaratılmasından daha büyük birşeydir. Öyleyse bunu
sakın uzak görmeyin. Çünkü gökleri ve yeri yaratan da Allah'dır. Böylece
Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetindeki incelik ortaya çıkmış olur.
[205]
"Gökleri ve yeri
yaratan, onlar gibisini yaratmaya kadir değil midir? Elbette O, (kSdirdir). O,
mükemmel yaratıcıdır, hakkıyla bilendir"
(Yasin, 81).
Cenâb-ı Allah, o yeşil
ağacın yanabilmesini en büyük yaratmadan önce zikretmiştir. Çünkü bu
münkirlerin akıldan uzak görmeleri, açıkça haşr-yeniden diriltme, ile
ilgilidir. Çünkü onlar, "Bu kemiklere kim can verecekmiş?" demişler,
"O kemikleri, kim bir araya toplayacakmış" dememişlerdir. Dolayısıyla
ağaçtaki ateş, can ile ilgilidir. Ayetteki, "Elbette O, kadirdir. O
mükemmel yaratıcıdır" cümlesi, Allah'ın mükemmel kudretine; "hakki'
fa bilendir" ifadesi de, ilminin sınırsız oluşuna bir işarettir.
[206]
"Bir şeyi irade
ettiği zaman, O'nun işi, ona ancak "ol" demesinden ibarettir.
O şey de hemen oluverir"
(Yasin, 82).
Bu, o münkirlerin
teşbihlerinin ve temsillerinin yanlış olduğunu açıklamaktadır. Çünkü onlar,
Allah'a karşı darb-ı mesel getirip, gaybı görünen dünyaya kıyas ederek,
"Böyle birşeye hiç kimse kadir olamaz" demişlerdir. İşte bu sebeple,
Allah Teâlâ da, "Görünür alemdeki yaratma, bedeni birtakım aletler ve
mekânî birtakım intikallerle olur ve bu iş, ancak sürüp giden bir zaman içinde
meydana gelir. Allah İse, "ol" demekte ve o şey hemen olmakla
yaratıverir. O halde, anlaşılmaktan çok uzak, en üstün mesel O'nda iken, &z
nasıl böyle düşük darb-ı meseller yapıyorsunuz?" demiştir. Ayetle ilgili
birkaç bahis vardır:
[207]
Birinci Bahis: Mu'tezile "Bu ayet, yok olanın (ma'dûm'un),
"şey" diye ifade edilebileceğini göstermektedir. Çünkü Allah, irâde
ettiği şeye "ol" diyor, o şey de oluyor. Binâenaleyh o şey, HakTeâlâ
ona "ol" demezden önce "ma'dûm" idi. Ama bu durumda bile
onun için "şey" denilmiştir. Çünkü Hak Teâlâ, "Bir şeyi murad
ettiği zaman..." buyurmuştur" der. Buna şöyle cevap verilir: Bu o
şeyin, Hak Teâlâ'nın iradesinin ona taalluk edişinden geri kalmayışının, (yani
o iradeyle birlikte derhal varoluşunun) anlatımıdır. Binâenaleyh ayetteki Iza lafzından anlaşılan, zaman ve
vakittir. Ayet de Allah'ın iradesi taalluk ettiği anda, onun "şey"
olduğuna delalet etmektedir. Halbuki ayette, o şeyin, Hak Teâlâ'nın onu irade
etmezden önce "şey" olduğunu gösteren birşey yoktur. Bu durumda, Mu'tezile'nin ileri sürdüğü şey, söz
konusu olmaz. Çünkü o şey, Hak Teâlâ'nın iradesi ona taalluk ettiği anda,
bulunan, onu İrade etmediği zaman bulunmayan (ma'dûm olan) birşey otmuş olur. O
halde "şey", "ma'dûm" (yok olan) değil, mevcud
olandır. "O, mevcûd olduğu halde, Allah mevcudu nasıl irâde eder? Bu, var
olanı yeniden varetme olur" denilemez. Çünkü diyoruz ki: Bu, problem
ma'kûlat (aklî problemlerdendir. Bu hususa yeri gelince cevap vereceğiz. Şu
andaki maksadımız, Mu'tezile'nin,
ayetin lafzına tutunmalarının yanlışlığını ortaya koymaktır. Bu sözden
anlaşılan şey, Hak Teâlâ bir şeyi irade ettiği anda, onun "şey"
olduğu, ayette ise, Hak Teâlâ'nın iradesi o şeye taalluk etmezden önce, onun
"şey" olmadığıdır.
[208]
ikinci Bahis: Kerramiyye şöyle demektedir: "Allah'ın muhdes iradesi
vardır. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetteki,
"dilediğinde..." ifadesidir. Bunun bu manaya delâlet etmesi de, şu
iki açıdan izah edilebilir:
a) Allah,
irâdesine bir zaman tanımıştır. Çünkü Izâ,
zaman zarfıdır. Zamanla ilgili olan her şey ise, hadistir.
b) Ailah
Teâlâ, İradesini, kün
"ol!" ile aiâkalandırmıştır. Kün ise, o şeyin olması ve meydana
gelişi ile ilgilidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, takibiyye fâ'sı ile, öj&
buyurmuştur. Ancak ne var ki "olmak" hadistir. Hadisi kabul eden ile,
hadis arasında da bir ilgi vardır."
Felsefeciler de, Kerramiyye'ye bu problem hususunda bir
başka açıdan muvafakat ederek, şöyle demişlerdir: "Allah'ın iradesi, emri
ile alâkalıdır. Emri de, "kevn-oluş" ile ilgilidir. Ancak ne var ki,
Allah'ın iradesi kadîmdir. O halde, "kevn" de kadimdir. Dolayısıyla
da, "mükevvenât-oldurulmuş şeyler" kadîmdir. Dalâlet ehlinin, ayetin
lafzına tutunmalarına karşılık, cevabımız şudur: Cenâb-ı Hakk'ın, âiji lîı,
"dilediğinde..." beyanından, dil açısından anlaşılan, "O'nun
iradesi o şeye taalluk ettiğinde" manasıdır. Çünkü erâde
"diledi", mazî bir fitidir. Mazfnin başına Iza zarfı geldiğinde, onu
muzari anlamına çevirir. Biz de, bizim,
"diledi-diliyor" "bildi-biliyor" şeklindeki
sözümüzden anlaşılanın,
bunlara hudûs
(sonradan oluş)un girebileceğini söylemekteyiz. Ama biz, Allah'ın kadîm bir
sıfatı olduğunu söylüyoruz ki, bu da irade sıfatıdır. İşte bu sıfat bir şeye
taalluk ettiğinde biz, "irade etti - irâde ediyor" deriz, ama taalluk
etmezden önce, "irâde etti" demeyiz, tam aksine, "O'nun irâdesi
vardır; o, bu irâde ile irâde eder" deriz.
Biz, zayıf ve temelsiz
vehimlere düşen bu fikri silmek için, tutarsız anlayışlara şöyle bir misal
arzediyor ve diyoruz ki: Bizim, "Falanca terzidir" şeklindeki
sözümüzden, o kimsenin, terzilik sanatına sahip olduğu anlaşılır. Bizim,
"O, Zeyd'in elbisesini
dikti" veya "Zeyd'in
elbisesini dikiyor" dememiz doğru olmasa dahi, bundan şu manada olmak
üzere, "o terzidir" sözünün yanlış olması gerekmez. Onun bir sanatı
vardır. O bu sanatını, Zeyd'in elbisesini
diktiği geçmiş bir zamanda, onun elbisesinde kullandığında, ona bu isim
verilir. Yine o bu sanatını, Zeyd'in
elbisesini dikeceği gelecek bir zamanda, Zeyd'in
elbisesinde kullanacağı zaman da, ona bu isim verilir." En yüce misaller
Allah'ındır! Her ne kadar, "varlığını diledi" yani, "onun
varlığını irade ediyor" diyeceğimiz bir şeye taalluk etse de, irâdenin,
Allah İçin sabit ve kesin bir şey olduğunu anla! Sen bunu anladığında, işte bu
mana cihetinden, ehl-i sünnetin, "irâdenin taalluk etmesi hadistir"
şeklindeki sözü cümlesinden olur ve zikrettiğimiz bu açıklamayla da, iki
fırkanın cevabı da, dışta kalmış olur.
[209]
Üçüncü Bahis: Mu'tezile ve Kerrâmiyye
şöyle demişlerdir: "Allah'ın kelamı harftir, sestir ve hadistir. Çünkü,
"ol" ifadesi bir söz olup, bu ifade iki harften meydan* gelmiştir.
Harf ise seslerden oluşur. Bu açıklamadan da, O'nun kelâmının harflerden ve
seslerden olduğu neticesi çıkar. Bu kelâmın, hadis olmasına gelince, bu, daha
önce geçmiş olan şu iki sebepten dolayıdır:
a) O, zaman
içinde olur.
b) O, kevn
(oluş) ile alâkalıdır. "Oluş" ise, hadistir (sonradan olmadır).
Bunlara verilecek olan cevap, yukarda anlattıklarımızdan anlaşılır. Bu
böyledir, çünkü, "kelâm" bir sıfat olup, bir şeye taalluk ettiğinde
sen, "dedi; diyor" dersin Böylece, hitabın taalluku hadis olmuş olur.
Kelâm ise kadîmdir. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, "O bir şeyi irade ettiği
zaman, O'nun işi, ona ancak "ol" demesinden ibarettir. O şey de hemen
oluverir" beyanında, bir taalluk ve nisbet edilme söz konusudur. Çünkü,
"ona... demesi.." ifadesinin, nisbet ve izafe anlamını ifade eden lam
ile beraber, taalluk etme hususunda olduğu gayet açıktır. Biz diyoruz ki:
"Onun hadis olan şeye söylemesi hadistir, çünkü bu iradenin taalluk
etmesiyle olur. Kadîm olan ise ancak, iradesi herhangi bir şeye taalluk
etmediği zamanki sözü (kavi) ve kelamdır. Her kadîm ile hadisin mecmûuna
baktığında, onları ezelde bulamazsın. Onları topluca ancak, lâ yezâlde
bulabilirsin. O halde onda, hudûs manası anlamı vardır. Fakat bu ifadeyi
kullanmak, akla muhtelif vehimler getirir. Binâenaleyh iyi düşün ve muradın ve
maksadını açıklamadan, "hepsi de hadistir!" deme. Çünkü bundan bazan,
"(kadîr de dahil olmak üzere) hepsi de
hadistir, sonradan olmadır" manası anlaşılabilir
Doğrusu, işaret
ettiğin hususu iyice tahkik et ve ibareyi de iyi seç. Ve, "Mecmu. -iki
tarafından birisi kadîmdir, diğeri ise hadistir. (Hadis olan) diğeri, ezelde
kadîn ile bulunmuyordu" de.
Muarızımızın,
"ol" İfadesi, harflerden meydana gelmiştir" sözüne gelince biz der;
ki: Kelâm, iki manaya gelebilir:
a) Konuşanın
nezdinde olan şey.
b) Dinleyenin nezdinde olan şey.
Diğer taraftan
bunlardan her biri ötekisini ifade etmek üzere kuHantfabtlir. Bundan pekçok
faydalar ortaya çıkarır. Zikrettiklerimizin açıklamasına gelince: Meselâ be
kimse, başkasına, "Sana yarın söylemeyi dilediğim bir sözüm var"
dese, sonra onu dinleyen kimse, yarın ona gelip de, ondan, dûn nezdinde olan o
kelamı sorsa, o da ona, "Bu gün yanımda bulunmanı, gelmeni istiyorum"
dese, bu söz hakkında mütekellim (söyleyen) "dün" nezdinde olduğunu,
ifade etmiştir. Oysa bu, muhatap nezdinde yoktu. Ve fakat sonra, muhatap
nezdinde harfle, sesle meydana getdi. "Bu duyduğum var ya, işte (dûn)
nezdimde oian oydu" ifadesi kullanılır.
Her akıllı şunu bilir
ki, dûn, konuşanın nezdinde ne ses ne de harf bulunuyordu. Zira, konuşanın,
nezdinde olan kelâmı Arapça ifade etmesi mümkündür. O zaman da onun harfleri
otur. Bunu, Farsça ifade etmesi de mümkündür. O zaman da onurv başka harfleri
olur. Şu halde, konuşan nezdinde bulunan ve kendisinin vaadettiğj kelâm bir
olup, harfler ise muhtelif ve çoktur. O hakle, "Bu, benim nezdimde
olandır" ifadesinin anlamı, "Bu (harfler ve sesler), sana, benim
nezdimde olanı iletir, ulaştırır şeklinde olur. Yine, bu da mecazdır. Çünkü
onun nezdinde olan şey, ona intikal etmemiştir. O ancak bunu bilmiş ve bu
konuda, okuma, yazma veya işaret gibi şeyleri dinleme ya da görme yoluyla
nezdinde bir bilgi hasıl olmuştur.
Sen bunu anladığında
bilesin ki, Allah nezdinde olan ve O'nun sıfatı olan kelâm, daha Önce de
anlaşıldığı üzere, bir harf değildir. Dinleyen nezdinde hasıl olan şe) harf ve
sestir. Demin zikrettiğimiz kullanma genişliği sebebiyle, bu ikisinden her
biri, öbürü hakkında kullanılabilir. O halde Cenab-ı Hak "Ona d«r"
buyurduğunda bir söyleyen ile bir dinleyen bulunur. Böylece burada, fittin
meydana gelişi, bu sözC dinleyen tarafından olduğundan, dinleyeni yani muhatabı
nazarı itibara almış ve kâ nün İle "sen var ol!" buyurmuştur. İşte bu
oluş işi muhatap nezdindedir ve matlub
da böylece hasıl olmaktadır.
[210]
"Demek her şeyin
mülkü ve tasarrufu, kendi elinde bulunan Allah'ın şanı ne kadar yücedir,
münezzehtir! Siz ancak O'na döndürüleceksiniz"
(Yasin, 83).
Tevhîd inancı ve
ölümden sonra "iade" yeniden diriltme iyice anlatılıp, buna rağmen
oniar bunu inkâr ederek, "Allah'ın dışında ilah vardır" deyince, şanı
yüce ve ortaktan münezzeh olan Allah Teâlâ, "Her şeyin mülkü ve tasarrufu
kendi elinde bulunan Allah'tır"; her şey O'nun mülküdür. O halde daha nasıl
olur da, kendisine mâlik olunan mâlikin ortağı olabilir?" buyurmuş;
müşrikler, "i'âde"nin olmayacağını söyleyince de, her iki konuda da
onlara bir reddiye olmak üzere, "Siz ancak O'na döndürüleceksiniz"
buyurmuştur. Biz daha önce, sübhân kelimesinde
nahve taalluk eden hususları açıklamıştık. Yani, yahut demektir. (fe sübhâne) kelimesi de, böylece, teşbihin özel adı olmuş olur.
Teşbih ise, tenzih etmektir. Melekût
ise, mülk kökünden gelip mübalağa ifade eder. (Hakimiyet, hükümranlık, her şeye
hakim ve amir olma) Rehamût "çok
rahmet etmek" ye Rehebût "çok korkma"
kelimeleri gibi. Bu kelime, "fealül" ya da "fealüt"
sigasmdan olup, hakkında değişik açıklamalar yapılmıştır. Bunun
"fealül" sigasından olduğunu söyleyenler ise, buradaki
"tâ"nın sonradan ilave edildiğini söylemişlerdir.
[211]
Hz. Peygamber (s.a.s)
şöyle buyurmuştur: "Her şeyin bir kalbi vardır. Kur'Ân'ın kalbi de
Yisîn'dir."[212]Gazali
ise bu konuda şunu söylemiştir: "Bu böyledir, zira imanın sahih olması
haşri ikrar etmektedir. Haşr ise, bu sûrede, en mükemmel biçimde anlatılmış, bu
sebeple de Kur'ân'ın kalbi sayılmıştır." (Fahru'd-dln er-Razî de bu sözü
güzel bulmuştur. Ben onu, Gazall'nin bu sözü sebebiyle, ona rahmet talebinde
bulunurken duydum.)[213]
Bu sûrede, yine,
itikadı üç temel meselenin delillerin en kuvvettiler! iJe İzahının bulunduğu
söylenebilir. Binâenaleyh, bunun başlangıcı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki
sen, gönderilmiş peygamberlerdensin" (Yâsin, 3) İfadesi ile, risâletin
beyân edilmesidir. Bunun delili ise, hem bundan önce getirdiği, "Hakim
olan Kur'âna yemin olsun" (Yasin, z) ayeti, hem de bu ifadeden sonra
getirdiği, "Atalan korkutulmamış olan bir kavmi korkutasm
diye"(yuir.,6) ayetidir. Sonu ise, Cenftb-t Hakk'ın, tevhidine bir işaret
oimak üzere, "Demek her şeyin mülkü ve tasarrufu, kendi elinde bulunan
Allah'ın şanı ne kadar yücedir" İfadesiyle olmak üzere, tevhidinin
açıklanmasıyla; "haşr"e bir işaret olmak üzere de, "Siz ancak
O'na döndürüleceksiniz" ifadesiyle de, "haşr"in beyan
edilmesiyle bitmiştir. Bu sûrede, bu üç temel inanç esaslar" delilleri ve
bunlara mukabil verilen mükafaattar yer almıştır.
Kur'ân'dan bu kadar
bir miktarı ezberleyen kimse, kalbinin nasibini almış olur ki bu
pay da, kalb ile yapılan tasdiktir. Usanın vazifesi
ise, söylemektir. Nitekim söyleme
işi,
Cenab-ı Hakk'ın, "Ey iman edenler, Allah'dan korkun ve doğru söz
söyleyin"(Ahzab, 70), "Allah'a çağırandan daha güzel sözlü
kimdir?"(Fussim, 33), "Allah, iman
edenleri sabit söz İle sağlamlaştırır" (ibrahim, 27), "Onları takva sözü üzerinde
durdurdu" (F«wı, 24, "Güzel sözler O'na
yükselir" (Fıtır, 10) ayetleriyle, bunlann
dışındaki diğer ayetlerde ifade edilmiştir. Uzuvtann vazifesi ise,
ameldir. Bu hususda,
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Namazı dosdoğru küm ve zekât verin " (Bakara, 43», "Zinaya
yaklaşmayın" (İsra, 32), "Cana kıymayın...
"(İsra 33), ast, "Ve salih ameller yapın"(Sebe, 11) ayetleriyle,
bu sûrenin dışındaki diğer ayetlerde beyan edilmiştir.
Böylece bu sûrede sadece kalbin amelleri bulunduğu
için, Hz. Peygamber
(s.a.s) bu sûreyi,
kalb olarak nitelemiştir. İşte bundan dolayı, Hz. Peygamber (s.a.s),
ölümü yaklaşan kimseye Yflsîn'in telkin edilmesini ve
başucunda bu sûrenin
okunmasını teşvik
ettiği muhtelif haberlerde yer almıştır. Çünkü o anda, dilin kuvveti
zayıflar, haricî uzuvlar da adeta çöker. Ancak ne var
ki kalb, Allah'a yönelir. O'nun
dışında
kalan her şeyden yüz çevirir. Dolayısıyla, onun başucunda, kalbinin kuvvetini
arttıracak ve üç temel itikad esasına dair tasdik ve
İkrarını arttıracak olan şey okunur.
Bu
sûre, onun için şifâdır. Allah'ın ve ResÛlüllah'ın kelamının sırtarını ise,
yine ancak
Allah ve Resulü bilir. Bizim
söylediklerimiz ise, kesin ve katî olduklarını iddia
etmeksizin, dile getirdiğimiz zann-ı galibten
ibarettir. Allah'dan, nice merhamet
etmesini
umarız. Çünkü O, Erhamü'r-Rahimîn'dir...
Bu sûrenin tefsiri
bitti. Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah'a aittir. Salât-ü selâm, efendimiz Hz.
Muhammed (s.a.s) ve O'nun, pak olan âline olsun.
[214]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/437-439
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/439
[3] Kenzu'l-Ummal, 16/46 388
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/440
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/441
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/441-442
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/442-443
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/443
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/443
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/443-444
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/444-445
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/445
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/445-446
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/446
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/446-447
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/447
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/448
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/449
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/449-450
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/450
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/450-451
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/451
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/451
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/452
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları:18/452
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/452-453
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/453
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/453
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/453-454
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/454
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/454-455
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/455
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/455-456
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/456
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/456-457
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/457
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/457-458
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/458
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/458
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/459
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/460
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/460
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/461
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/461
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/462-463
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/463
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/463-464
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/464
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/465
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/465-467
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/467
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/468-469
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/469-471
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/471-472
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/472-474
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/475
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/475
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları:18/475-476
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/476
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/476
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/476
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/476-477
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/477
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/477-478
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/478
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/478
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/479
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/479
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/480-481
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/481-482
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/482
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/482
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/482-483
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/483-484
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/484
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/484
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/484
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/485
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/485
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/485-486
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/486
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/486-487
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/487
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/487-488
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/488
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/488
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/488-489
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/489
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/489-490
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/490
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/490-493
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/493-494
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/494-495
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/495
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/495-496
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/496
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/496
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/496-497
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/497
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/497-498
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/498-500
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/501
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/501
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/501-502
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/502-504
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/504
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/504-505
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/505
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/506
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/506
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/506
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/506-507
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/507-508
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/508
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/508-509
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/509
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/510
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/510-511
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/511
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/511-512
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/512
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/512-513
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/513-514
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/514-515
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/515
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/515
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/515-516
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/516
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/516
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/516-517
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/517-518
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/518
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/518
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/519
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/519
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/519
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/519
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/519-520
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/520
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/520
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/520-521
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/521
[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/521
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/521
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/522
[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/522-523
[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları:18/523
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/523
[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/523
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/523-524
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/524-527
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/527529
[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/529
[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/529-530
[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/530
[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/530-531
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/531-532
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/532
[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/532-533
[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/533
[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/533
[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/533534
[163] Buhari, bed’ül – halk, 10.
[164] Keşfu’l-hafa, 2/184
[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/534
[166] Müslim, Tevbe, 11 (4/2106)
[167] Keşfu’l-Hafa, 1/203
[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/534-536
[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/536
[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/536
[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/536
[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/537
[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/537
[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/538
[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/538
[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/538-539
[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/539
[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/539-540
[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/540
[180] Uzunluk ölçüsünün cinsi metinde yoktur (Ç.)
[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/540
[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/540-541
[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/541
[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/541-542
[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/542-543
[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/543-544
[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/544
[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/544-545
[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/546
[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/546-547
[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/547
[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/547-548
[193] Buhari, Cihad,
61.
[194] Buhari, Edeb, 80
[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/548-549
[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/549-550
[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/550-551
[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/551-552
[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/552
[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/552-553
[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/553
[202] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/554
[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/554-555
[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/555-556
[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/556-557
[206] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/557
[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/557
[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/558
[209] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/558-559
[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/559-560
[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/560-561
[212] Müsned, 5/26
[213] Parantez İçindeki bu husus, Razi'nin talebesi
tarafından sonradan girdirilmiş olması muhtemeldir... (Ç) 18/561
[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/561-562