SAFFAT SURESİ 2

1- Hicret ve İnsanlardan Ayrılmak: 24

2- Allah'tan Salih Evlat Dilemek: 25

1- İbrahim (a.s)'ın Boğazlamakla Emrolunduğu Oğlu: 26

2- Peygamberlerin Rüyası: 27

3- Boğazlamanın Fiilen Gerçekleşmesi ve Rüyanın Yerine Gelmesi: 28

4- Hz. İbrahim'in Boğazlanması Emrolunan Oğluna Görüşünü Sormasının Anlamı: 28

5- İbrahim'in ve Oğlunun Allah'ın Emrine Teslimiyetleri: 29

6- Apaçık İmtihandan Başarı ile Çıkanların Mükâfatı: 30

7- Oğluna Karşılık Gönderilen Fidye: 31

8- Kurban Edilmesi Daha Faziletli Olanlar: 31

9- Kurban Kesmek mi Faziletlidir, Parasını Tasadduk Etmek mi ?: 31

10- Kurban Kesmenin Hükmü: 32

11- Kurban Hangi Tür Hayvanlardan Kesilebilir: 32

12- Kurban Kesiminde Dikkat Edilecek Hususlar: 32

13- Kurban Edilecek Hayvanda Bulunmaması Gereken Kusurlar: 33

14- Oğlunu Kurban Etmeyi Adamanın Hükmü: 34

15- İyilik Yapanların Mükâfatı: 34

16- İbrahim (A.S) Ve Ishak (A.S)'In Mübarek Oluşları Ve. 35

17- Kötü Olduktan Sonra Peygamber Soyundan Gelmenin Faydası Yoktur: 35

1- Yunus (a.s.) ve Kavmi: 40

2- Gemiye Gidişi: 40

3- Çekilen Kura: 41

4- Yunus (a.s) Balığın Karnında: 41

5- Yunus' (a.s.)'ın Balığın Karnındaki Durumu: 41

6- Yunus (a.s)'ın Kendisini Denize Atması ve Kura Çekmek: 42

7- insanı Denize Atmak için Kura Çekmek: 43

8- Teşbih ve Salih Amelin Faydası: 43

1- Müşrikler ve Tapındıkları Varlıklar Doğru Yolda Olanları Saptıramazlar: 48

2- Kaderiye'nin Görüşü Bu Âyet-i Kerime ile de Reddedilmektedir: 48

3- Kıraate Dair Bir Açıklama: 49

1-Yüce Allah'ın Teşbih ve Tenzih Edilmesi: 52

2- "İzzet Sahibi" Olmanın Anlamı: 52

3- Sûrenin Son Üç Âyetinin Okunacağı Yerler: 52

4- Peygamberlere Selam, Alemlerin Rabbi Allah'a Hamd Olsun: 53


SAFFAT SURESİ

 

Rahman ve Rahim Allah'ın Adı İle İcma' ile Mekke'de inmiştir. [1]

 

1. Andolsun saf saf duranlara,

2. Haykırarak sürenlere,

3. Zikir okuyup duranlara;

4. Şüphesiz sizin ilâhınız birdir.

5. Göklerle yerin ve aralarında olanların Rabbidir, doğuların da Rab-bidir.

 

"Andolsun saf saf duranlara, haykırarak sürenlere, zikir okuyup duran­lara" (mealindeki) buyruklarını kıraat alimlerinin çoğunluğu bu şekilde (ya­ni ilk kelimelerin sonlarındaki "te" harfi ile ondan sonra gelen harfler birbi­rine idgam edilmeden izhar ile) okumuşlardır. Hamza ise üçünde de (âyet­lerin ilk kelimelerinin sonlarındaki "te" harfini bir sonraki kelimenin ilk harfine) idgam ile okumuştur. Bu ise Ahmed b. Hanbel'in işittiği vakit hoş­lanmadığı kıraattir.

en-Nehhas dedi ki: Bu kıraatin Arapça bakımından doğru olma ihtimali üç yönden uzaktır.

1- "Te" harfi (birinci âyette yer alan ikinci kelimenin ilk harfi olan) "sad" harfi ile aynı mahreçten çıkmadığı gibi (ikinci âyetin, ikinci kelimesinin ilk harfi olan) "ze"nin mahrecinden de değildir. (Üçüncü âyetteki ikinci kelime­nin ilk harfi olan) "zel" harfinin mahrecinden de değildir. Mahreç itibariyle bunlara yakın da değildir. "Te" harfinin mahreç itibariyle yakınından çıkan harfler ise "ti" ile "dal" harfleridir. "Ze" harfinin "sad" ve "sin" harfleri, "zel" harfinin ise "zı" ve "(peltek) se" harfleridir.

2- "Te" bir kelimede ondan sonraki diğer harfler ise bir diğer kelimede bu­lunmaktadır.

3- Eğer bu harf sonrakilerden birisi ile idgam edilecek olursa, iki ayrı ke­limede sakin iki harf, arka arkaya getirilmiş olur. Böyle bir durumda arka ar­kaya iki sakinin gelmesinin caiz olması, her ikisinin tek bir kelimede olma­sı halinde kabul edilebilir. kelimeleri gibi.

Hamza'nın kıraati de şöyle açıklanabilir: "Te" bu harflere mahreç itibariy­le bir dereceye kadar yakınlık arzetmektedir.

"Andolsun saf saf duranlara" buyruğu bir kasemdir. Burada­ki "vav" yemin için getirilen (be)'den bedeldir. Saf saf duranların Rabbine an­dolsun, demektir. "Haykırarak sürenlere" buyruğu da ona atfedilmiştir.

"Şüphesiz sizin ilâhınız birdir" buyruğu yeminin cevabıdır. el-Kisaî ye­min halinde in hemzesinin üstün okunabileceğini de kabul etmiştir.

"Saf saf duranlara" buyruğu ile "zikir okuyup duranlara" buyruğuna ka-darki âyetlerde kastedilenler İbn Abbas, İbn Mesud, İkrime, Said b. Cübeyr, Mücahid ve Katade'ye göre meleklerdir. Melekler semada dünyada mü'min-lerin namaz için saf tutmaları gibi saf tutarlar.

Kanatlarını havada durarak saf olarak dizdiklerini ve yüce Allah dilediği emri onlara verinceye kadar böylece durduklarını söyleyenler de vardır. Bu ise kulların hükümdarları önünde saf saf durmalarını andırır.

el-Hasen der ki: Namazlarında Rabbleri huzurunda saf saf dizildikleri için "andolsun saf saf duranlara" diye buyurulmuştur.

Bir başka açıklamaya göre burada kastedilenler kuşlardır. Bunun delili de yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Üzerlerinde saf saf (sıra sıra) dizilip kanat­larını açıp kapayan kuşları görmediler mi?" (el-Mülk, 67/19)

Saf, topluluğun namazdaki saf gibi belli bir çizgi üzerinde düzene sokul­ması demektir.

"Saf saf duranlar" buyruğu cem'ul-cem' (çoğulun da çoğu-lu)dur. Mesela: "Saf halinde dizilmiş bir topluluk" denilir. Daha sonra da bunun: "Saf saf dizilenler" diye çoğulu yapılır.

"Saf saf duranlar"dan kastın, namazda yahutta cihadda saf halinde ayakta duran mü'minler topluluğu olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı el-Ku-şeyrî yapmıştır.

"Haykırarak sürenler", İbn Abbas, İbn Mesud. Mesruk ve daha önce açık­ladığımız şekilde diğerlerinin görüşlerine göre meleklerdir. Onlara böyle de­nilmesinin sebebi ya bulutlan -es-Süddî'nin görüşüne göre- haykırarak sü­rüklemeleri veya öğütlerle, mev'ızelerle, masiyetlerden alıkoymalarıdır.

Katade: Burada kastedilenler Kur'ân-ı Kerîm'in zecredici (yasaklayıcı, alıkoyucu) buyruklarıdır, demiştir.

"Zikir okuyup duranlara" buyruğu ile meleklerin yüce Allah'ın Kitabını okumaları kastedilmektedir. Bu açıklamayı da İbn Mesud, İbn Abbas, el-Ha-sen, Mücahid, İbn Cübeyr ve es-Süddî yapmıştır.

Bu buyruk ile sadece Cebrail'in kastedildiği ve ondan çoğul lafzı ile sö-zedildiği de söylenmiştir. Çünkü o meleklerin büyüğüdür. Onun mutlaka or­duları ve ona tabi olanları vardır.

Katade de şöyle demektedir: Maksat yüce Allah'ın zikrini okuyan ve ya­zan herkesdir.

Bir diğer açıklamaya göre maksat, Kur'ân-ı Kerîm'in âyetleridir. Yüce Al­lah bu âyetleri okunmak ile nitelendirmiştir. Nitekim bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Gerçekten bu Kur'ân İsrailoğullarına hakkında anlaş­mazlığa düştükleri şeylerin çoğunu anlatır." (en-Neml, 27/76)

Kur'ân'ın âyetlerinin, "tâliyât (biri diğerinin ardından gelenler)" diye ad­landırılması mümkündür. Çünkü harflerin biri diğerinin arkasından gelir. Bu­nu da el-Kuşeyrî zikretmiştir.

el-Maverdî'nin naklettiğine göre de "tâliyât"dan kasıt, ümmetlerine karşı Allah'ın zikrini okuyan peygamberlerdir.

Şayet, es-Sâffât Sûresi'nde (2 ve 3. âyetlerin başlarında) atf harfi olarak "fe" harfinin kullanılmasının hükmü nedir? diye sorulursa, buna şöyle cevap ve­rilir: Bu harf ya var oluş itibariyle sözü edilen manaların var oluş sırasına de­lalet eder. Şu beyitte olduğu gibi:

"Keşke (babam) Zeyyabe şu sabahleyin baskın yapan, Sonra ganimet alan, sonra geri dönen el-Haris'i görüverseydi (yazık oldu bana, onu öldürüp intikam alamadığım için)."

Şair burada: "Sabah baskın yapan, sonra ganimet alan, sonra da geri dönen..." demiş gibidir.

Ya onların çeşitli açılardan farklılıklarına uygun bir sırayı anlatmaktadır. Mesela, bir kimsenin: "Daha faziletli ola­nı, sonra daha kamil olanı al. Önce daha iyi olanı, sonra da daha güzel ola­nı yap" demeye benzer.

Yahutta o sıfatlara sahip varlıkların mertebelerini anlatmak için gelmiş ola­bilir. Bu da Hz. Peygamber'in: "Allah saçlarını traş edenlere ve kısaltanlara rahmet buyursun"[2] ifadesine benzer.

İşte es-Sâffât Sûresi'ndeki atıf edatı olarak kullanılan fe harfi bu üç esa­sa göre açıklanabilir. Bu açıklamayı ez-Zemahşerî yapmıştır.

"Şüphesiz sizin ilâhınız birdir" buyruğu yeminin cevabıdır.

Mukatil dedi ki: Çünkü Mekke'deki kâfirler: O bunca ilâhı bırakıp tek bir ilâh olduğunu mu söylüyor? Bir tek ilâh bütün bu mahlukatın işlerinin hak­kından nasıl gelebilir? demişlerdi. Allah da bu varlıkların şan ve şereflerini yüceltmek üzere onlar adına yemin etti ve bu âyet-i kerime nazil oldu.

İbnu'l-Enbarî dedi ki: Burada vakıf yapmak güzeldir. Sonra da: "O göklerin... Rabbidir" anlamında "Göklerle yerin ve ara­larında olanların Rabbidir" buyruğu ile okumaya devam eder.

en-Nehhas da şöyle demektedir: "Göklerle yerin... Rabbidir" buyruğu­nun ikinci bir haber olması mümkün olduğu gibi, "birdir" buyruğundan be­del olması da mümkündür.

Derim ki: Bu iki açıklamaya göre: "Birdir" lafzı üzerinde vakıf ya­pılmaz.

el-Ahfeş: "(O ilâh ki) göklerin Rabbidir... doğuların Rabbidir" şeklinde: "Şüphesiz" lafzının isminin sıfatı olarak nasb ile okunduğunu nakletmektedir. Şanı yüce Allah vahdaniyetinin ve uluhiyetinin anlamını, kudretinin kemalini: "Göklerin ve yerin Rabbi" olduğunu belirte­rek açıklamaktadır. Onların yaratıcısı ve mutlak maliki, demektir.

"Ve aralarında olanların Rabbidir, doğuların da Rabbidir." Yani güne­şin doğduğu yerlerin de mutlak malikidir.

İbn Abbas dedi ki: Güneşin her gün için bir doğuş yeri ve bir de batış ye­ri vardır. Şöyle ki, yüce Allah güneşe ait doğuş yerlerinde üçyüzaltmışbeş yu­va yaratmıştır. Batısında da bu kadar yuva halketmiştir. Bunlar güneş sene­sinin gün sayısı kadardır. Güneş hergün bu yuvalardan birisinde doğar, bi­risinde batar. Aynı yuvada ancak bir sonraki senenin aynı gününde doğar.

Ayrıca güneş her doğduğunda istemeye istemeye doğar. Der ki: Rabbim, kul­larının üzerine beni doğdurma! Ben onların sana isyan ettiklerini görüyorum. Bunu Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr) et-Temhid adlı eserinde zikretmiştir. İbnu'l-Enbarî de: "er-Reddu (ala men Halefe Mushafe Osman)" adlı eserinde İkri-me'den diye rivayet etmiştir. İkrime dedi ki: İbn Abbas'a şöyle sordum: Pey­gamber (sav)'dan Umeyye b. Ebi's-Salt hakkında söylediği rivayet edilen: "Onun şiiri iman etmiş, kalbi ise inkâr etmişti" sözü hakkında ne dersin? De­di ki: O haktır, bundan garibinize kaçan nedir? diye sordu. Ben de bundan garibimize kaçan onun şu beyitleridir dedim (ve şu beyitleri okudum):

"Ve güneş her gece sonunda çıkar, kıpkızıl rengiyle; Onun her sabah rengi kırmızı bir gül gibidir. O kendi isteğiyle ağır ağır doğmaz üzerlerine Ancak azab edilerek ve ancak dövülerek (doğar)."

Peki, güneş ne diye dövülüyor ki? Bunun üzerine İbn Abbas şöyle dedi: Nefsim elinde olana yemin ederim ki, güneş yetmişbin melek tarafından dür-tülmedikçe asla doğmaz. Bu melekler ona: Haydi doğ, haydi doğ derler. O da: Ben Allah'ı bırakıp bana ibaciet eden bir kavmin üzerine doğmam, der. Bunun üzerine ona bir melek gelir ve Ademoğullarının aydınlanması için onu doğdurur. Bu sefer onu doğmaktan alıkoymak isteyen bir şeytan ona gelir. Güneş de o şeytanın iki boynuzu arasında doğar, yüce Allah o şeytanı gü­neşin altında yakar. İşte Rasûlullah (sav)'ın: "Güneş ancak bir şeytanın iki boy­nuzu arasında doğar ve ancak bir şeytanın iki boynuzu arasında batar. Gü­neş battığı her seferinde mutlaka yüce Allah'ın huzurunda secdeye kapanır. Bir şeytan gelip onu secde etmekten alıkoymak ister ve iki boynuzu arasın­da batar. Yüce Allah onu güneşin altında yakıverir."[3]el-Enbarî'nin lafzı ile rivayet bu şekildedir. Ayrıca İkrime'den o da İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) Umeyye b. Ebi's-Salt'ı şu şiirinde söyle­diklerini doğrulamıştır.

"Zuhal (saturn) ve sevr (boğa) onun sağ ayağının altındadır.

Nesr (yıldızı) öbürünün altında, leys (arslan) da bağlanmıştır.

Güneş ise her gece sonunda doğar, kıpkızıl rengiyle,

Onun sabah vakti rengi bir gül gibidir.

O, onlara isteyerek ağır ağır doğmaz üzerlerine,

Ancak âzab edilerek ve dövülerek doğar."

İkrime dedi ki: Ben İbn Abbas'a: Efendim güneş de dövülür mü? diye sor­dum, o da şöyle dedi: Onun düşünüp tereddüt etmesi, zorunlu olarak dövülmesini gerektirmiştir. Ancak güneş cezaya uğratılmaktan korkar.

Bu buyruklarda: "Doğuş yerleri"nin sözkonusu edilmesi batış yerlerine de delalet etmektedir. Bundan dolayı "batış yerleri"nden ayrıca söz edilme­miştir. Bu da yüce Allah'ın: "Sizi sıcaktan koruyacak elbileseler" (en-Nahl, 16/81) buyruğuna benzemektedir. Özellikle doğuş yerlerinin sözkonusu edilmesi doğuşun batıştan önce oluşundan dolayıdır.

er-Rahman Sûresi'nde de yüce Allan şöyle buyurmaktadır: "O hem iki do­ğunun Rabbidir, hem de iki batının Rabbidir." (er-Rahman, 55/17) Bu buy­rukta "iki doğu" ile güneşin uzun günlerde doğduğu en uzak doğuş yeri ile en kısa günlerdeki doğuş yerini kastetmektedir. Daha önce Yasin Sûre-si'nin tefsirinde (36/38. âyetin tefsirinde) geçtiği gibi. Doğrusunu en iyi bi­len Allah'tır. [4]

 

6. Muhakkak Biz, dünyaya en yakın gökyüzünü bir süsle, (yani) yıl­dızlarla süsledik.

7. Ve itaatten çıkan her şeytandan koruduk.

8. Onlar, Mele-i a'lâ'yı dinleyemezler ve her taraftan sürülüp atılır­lar;

9. Kovularak. Onlar için sürekli bir azab da vardır.

10. Meğer ki hızlıca hırsızlayıp bir şey kapan olsun. Hemen arkasın­dan parlak delici bir alev ona yetişir.

 

"Muhakkak Biz, dünyaya en yakın gökyüzünü bir süsle, yıldızlarla süsledik" buyruğu hakkında Katade şöyle demektedir: Yıldızlar üç hikmet­le yaratılmıştır. Şeytanlara atılmak için, kendileri vasıtasıyla yol bulmak üze­re bir aydınlık ve dünya semasına da bir süs olmak üzere.

Mesruk, el-A'meş, en-Nehaî, Asım ve Hamza: "Bir süsle" buyruğu­nu esreli ve tenvinli olarak okumuşlardır. "Yıldızlarla" buyruğu da "bir süsle" buyruğundan bedel olarak esreli okunmuştur. Çünkü her ikisi ay­nı şeydir. Ebu Bekr de böylece okumuş olmakla birlikte "yıldızlarla" anla­mındaki buyruğu mastar olan: "Bir süs" lafzı dolayısı ile nasbedilmiş olarak okumuştur. Biz orada yıldızları süslemekle (semayı süsledik) demek olur. Bununla birlikte: "Yani" takdiri ile nasbedilmesi de mümkündür. Biz, o semayı bir süs ile yani yıldızlarla süsledik, buyrulmuş gibi olur. Yıl­dızlarla anlamındaki lafzın "Bir süsle" lafzının mahallinden bedel olarak (man-sup okunduğu) da söylenmiştir.

Bununla birlikte onun süsü yıldızlardır, anlamında olmak üzere veya bu süs işte o yıldızlardır anlamında olmak üzere; şeklinde okunma­sı da mümkündür.

Diğer kıraat alimleri: "Yıldızların süsü ile" şeklinde izafet ola­rak okumuşlardır. Yani Bizler yıldızları süslemek ile dünya semasını süsle­dik. Bu da yıldızların güzelliği ile süsledik demek olur. Anlamın "bir süsle" buyruğunu tenvinli olarak okuyanların kıraati gibi olması ve hafif olması mak­sadıyla tenvinin hazfedilmiş olması da mümkündür.

"Ve itaatten çıkan her şeytandan koruduk" buyruğundaki: “Ve... koruduk" buyruğu bir mastardır. "Biz orayı özellikle koruduk" demektir.

"İtaatten çıkan her şeytandan" buyruğuna gelince, yüce Allah melekle­rin semadan vahiy ile indiklerini haber verdikten sonra semayı da yıldızlar­la süslemekten başka, (şeytanların) hırsızlama yoluyla melekût aleminde ko­nuşulanları dinlemelerine karşı koruduğunu açıklamaktadır.

"İtaatten çıkan" tabiri cin ve insanlar arasından karşı çıkan, az­gınlık eden kimse hakkında kullanılır. Bu şekilde olan herkese Araplar "şeytan" adını verirler.

"Onlar Mele-i A'lâ'yı dinleyemezler" buyruğu ile ilgili olarak Ebu Hatim şöyle demektedir: Bu dinleyemesinler diye... anlamındadır. Daha sonra; hazfedildiğinden dolayı fiil merfu gelmiştir.

"Mele-i A'lâ" dünya semasında ve daha yukarısında olanlardır. Onların her birisine a'lâ (yüce) vasfının verilmesi, yeryüzünün meleine göredir.

"Dinleyemezler" lafzındaki zamir şeytanlara aittir. "Dinle(yemez)ler" lafzını çoğunluk "sin" harfini sakin, "mim" harfini de şeddesiz ola­rak diye okumuşlardır, ancak Hamza ve Hafs'ın rivayetine göre Asım, "sin" harfi ile "mim" harfini şeddeli olarak: den gelen bir fiil olarak okumuşlardır.

Birinci okuyuş şekline göre; onlar işitmeye çalışsalar dahi işitmelerinin söz-konusu olmadığı anlamı çıkar. Doğru anlam da budur. Ayrıca bunu yüce Al­lah'ın: "Çünkü onlar işitmekten kesinlikle uzak tutulmuşlardır" (eş-Şuara, 26/212) buyruğu da desteklemektedir.

İkinci okuyuşa göre ise, işitmeye kalkışmalarının da, işitmelerinin de sözkonusu olmadığı anlatılmaktadır.

Mücahid dedi ki: Onlar işitmeye çalışıyorlar, fakat işitemiyorlardı.

İbn Abbas'tan: "Onlar Mele-i A'lâ'yı dinleyemezler" buyruğu hakkında şöy­le dediği rivayet edilmiştir: Onlar ne dinleyebilirler, ne de dinlemeye kalkı­şırlar.

"Dinle(yemez)ler"in aslı; şeklinde olup yakınlığı dola-

yısı ile "te" harfi "sin"e idgam edilmiştir. Ebu Ubeyd de bunu tercih etmiş­tir. Çünkü Araplar "onun ne dediğini dinledim" anlamını ifade etmek üzere hemen hemen; şeklini kullanmaz, bunun yerine;  derler.

"Ve her taraftan sürülüp atılırlar" yani her taraftan onlara alevli ateşler atılır.

"Kovularak" lafzı bir mastar (mef'ul-i mutlak)dır. Çünkü: " Sürülüp atılırlar" buyruğunun anlamı (mastar olarak gelen bu kelimenin muzari fiili olan): "Kovulurlar, sürülürler" anlamındadır. "Onu kovdum, kovmak" demektir.

es-Sülemî ve Yakub el-Hadramî; şeklinde "dal" harfini üstün ola­rak okumuşlardır. O takdirde bu "fe'ul" vezninde bir mastar olur. el-Ferra bu­nu ism-i fail olarak kabul etmiştir. Onlar kendilerini kovan şeyler ile atılır­lar yahutta kovulmak suretiyle atılırlar, demek olur. Sonra da (bu anlamı ver­mek için başına gelmesi gereken) "be" harfi hazfedilmiştir. Kufeliler bunu çok­ça kullanırlar. Nitekim şu mısraı da buna örnek olarak zikrederler:

"Sizler o diyara uğrarsınız ve hiç (sağa sola) bükülüp dönmezsiniz."

Bu sürülüp atılmanın Muhammed (sav)'in peygamber olarak gönderilme­sinden önce mi, yoksa peygamber olarak gönderilmesinden dolayı peygamberlikten sonra mı olduğu hususunda iki görüş vardır. İleride İbn Abbas yoluyla el-Cinn Sûresi'nde (72/8-10. âyetlerin tefsirinde) sözkonusu edilece­ği üzere hadisler bu doğrultuda gelmiştir. Bu iki görüşün birarada anlaşılma­sı (te'lifi) şöylece mümkün olabilir: Peygamber (sav)'ın peygamber olarak gön­derilmesinden önce şeytanlar yıldızlarla taşlanmıyorlardı. Daha sonra taşlan­maya başladılar, diyenler bununla şeytanlar kendilerini dinlemekten alıko­yacak şekilde taşlanmıyorlardı. Fakat kimi zaman taşlanıyorlar, kimi zaman taşlanmıyorlardı, demek isterler. Bir yerde taşlanırlarken, bir başka yerde taş­lanmıyorlardı. Belki de yüce Allah'ın: "Ve her taraftan sürülüp atılırlar. Ko­vularak.. Onlar için sürekli bir azab da vardır" buyruğu ile bu anlama işa­ret edilmektedir. Bu da şudur: Onlar ancak bazı yönlerden sürülüp atılırlar­dı. Nübüvvetten sonra artık her yerden ve kesintisiz olarak kovulmaya, atıl­maya başlandılar. Daha önceleri insanlar arasında casusluk yapan kimsele­re benzerlerdi. Bu casusların kimisi ihtiyacını ele geçirirken, başkası geçire-meyebilir. Birisi esenlikle kurtulurken, başkası kurtulamayabilir, aksine ya­kalanır ve cezalandırılır. Peygamber (sav) peygamber olarak gönderilince se­manın korunması daha da arttırıldı, daha önceden sözkonusu olmayan alev­li ateş taneleri hazırlandı. Böylelikle semanın herbir tarafından kovulup uzaklaştırılmaları gerçekleştirilsin, daha önceden oturdukları yerlerden hiç­birisinde oturamasınlar. O bakımdan semada cereyan eden hiçbir şeyi işite­cek gücü bulamaz oldular. Ancak onlardan, çok hızlı hareket ederek "hız­lıca hırsızlayan" kimseler bundan müstesna olabilmişti. Böyle birisinin de arkasından yere inip onu diğer kardeşlerine telkin etmeden önce alevli bir ateş izler ve onu yakar. İşte bundan dolayı da kâhinlik iptal oldu ve artık ri-salet ve nübüvvetin ilmi gerçekleşmiş oldu.

Şayet: Eğer bu sürülüp atılma peygamberlik dolayısı ile olmuşsa, Peygam­ber (sav)'dan sonra niye devam etmiştir? diye sorulacak olursa, buna da şöy­le cevap verilir: Bu, nübüvvetin devamı süresince devam etti. Çünkü Peygam­ber (sav) kâhinliğin artık batıl olduğunu, sonunun geldiğini haber vererek: "Kâhinlik yapmaya kalkışan bizden değildir"[5] diye buyurmuştur. Şayet ölümünden sonra semanın korunması devam etmeyecek olsaydı, cinler es­kisi gibi Mele-i Alâ'yı dinlemeye yeniden başlar ve kâhinlik geri gelirdi. Ka­hinliğin sonunun getirilmesinden sonra ise böyle bir şey caiz olamaz. Çün­kü peygamberliğin sona ermesi dolayısıyla semanın korunması kaldırılacak olursa ve buna bağlı olarak kehanet tekrar ortaya çıkarsa, zayıf (inançlı) müs-lümanlar şüpheye düşebilir ve nübüvvetin bitmiş olması dolayısıyla artık kâ­hinliğin yeniden geldiğini zannetmeyeceklerinden yana emin olunamaz. O halde hikmet, hem Peygamber (sav)'ın hayatında, hem de yüce Allah onu ilâhi lütuflarının arasına almak üzere vefatından sonra, semanın korunmasının devam etmesini gerektirmektedir.

"Onlar için sürekli bir azab da vardır." Mücahid ve Katade'den gelen ri­vayete göre bu, kesintisiz azab demektir. İbn Abbas oldukça çetin bir azab diye açıklamış, el-Kelbî, es-Süddî ve Ebu Salih ise çok can yakıcı, ıstırap ve­rici diye açıklamışlardır. Bu da acısı kalbe kadar ulaşan, anlamındadır. -Bu şekilde açıklanan-: lafzı, "hastalık" demek olan; den alınmış­tır.

"Meğer ki hızlıca hırsızlayıp bir şey kapan olsun" buyruğu daha önce

geçen "ve her taraftan sürülüp atılırlar" buyruğundan bir istisnadır. Bura­daki istisnanın vahyin dışındaki şeylerden olduğu da söylenmiştir. Çünkü yü­ce Allah: "Çünkü onlar işitmekten kesinlikle uzak tutulmuşlardır" (eş-Şu-ara, 26/212) diye buyurmaktadır. Bunun sonucunda onlardan herhangi bi­risi, meleklerin kendi aralarında dünyada olacak şeyler ile ilgili konuşmala­rından -yeryüzündekiler bunu bilmeden- birşeyleri hırsızlayarak işitebilir. Bu, şeytanların cisimlerinin hafifliğinden ötürüdür. Onlar da bunu işittikleri va­kit parlak ve delici alevler ile taşlanır, kovalanırlar.

Bu hususta sahih birtakım hadisler de rivayet edilmiştir ki; bunların muh­tevası şudur: Şeytanlar semaya doğru çıkar ve dinlemek maksadıyla biri di­ğerinin üstüne çıkardı. En cesurları semaya doğru ilerlerdi, daha sonra on­dan sonraki, sonra da diğeri gelirdi. Yüce Allah yer işleri ile ilgili bir emir ve­rir. Semadakiler bunu sözkonusu eder ve semaya en yakın şeytan bu sözü işitirdi. İşittiği bu sözü kendisinin altındakine telkin ederdi. Dinlediği bu sö­zü diğerine telkin etmiş iken bazan gelen alevli bir ateş onu yakardı, bazan da -önceden de açıkladığımız gibi- onu yakmazdı. İşte bu söz kâhinlere ka­dar iner, onlar buna yüz yalan daha katardı. O çaldıkları kelime doğru ola­rak çıkar, bunun neticesinde ise cahiller -önceden el-En'am Sûresi'nde (6/59- âyet, 2. başlıkta) açıkladığımız gibi- kâhinlerin söylediklerinin hepsi­nin doğru olduğuna inanırlardı. Yüce Allah İslâm'ı gönderince, bu sefer se­ma sıkı bir şekilde koruma altına alındı. Bir söz işitmiş, hiçbir şeytan kurtu­lamaz oldu. İşte kovalamak üzere atılan yıldızlar insanların kayıyor gördük­leri yıldızlardır.

en-Nekkaş ve Mekkî dedi ki: Bunlar semada akan (hareket eden, sabit ol­mayan) gezegenler değildir. Zira hareket eden bu gezegenlerin hareketi gö­rülmez. Kovalamak üzere atılan bu yıldızların hareketi ise bize yakın olduk­larından ötürü görülebilmektedir. Bu hususta yeterli açıklamalar daha önce el-Hicr Sûresi'nde (15/17-18. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Ayrıca Sebe' Sûresi'nde (34/23- âyetin tefsirinde) Ebu Hureyre'nin bu husus­taki hadisini de zikretmiş bulunuyoruz. O hadiste de şu ifadeler yer almaktadır: "... Şeytanlar da biri diğerinin üstündedir." Tirmizî de bu hadis hakkın­da: Hasen, sahih bir hadistir demiştir[6]

Yine Tirmizî'de, İbn Abbas'tan şöyle dediği kaydedilmektedir: "Şeytanlar gizlice dinledikleri sözü kaparlar, bunu diğerlerine telkin ederler. Sonra da bu sözü kendi dostlarına bırakıverirler. İşte doğru şekliyle söyledikleri hak­tır. Fakat onlar hem bunu tahrif ederler, hem de daha başka şeyler ilave eder­ler." (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir[7]

(Hadis-i şerifte geçen (ve hızlıca kapmak, almak anlamı verilen): "Bir şeyi hızlıca almak" demektir. "Hızlıca aldı" şekillerinde kullanılır. Şeddeli kullanımlarında asıl; şek­lidir. Burada "te" ile "ti" harfleri mahreçlerinin yakınlığı dolayısıyla idgam edil­mişlerdir. "Hı" harfinin üstün okunması ise "te" harfinin üstün olan hareke­sinin ona verilmesi dolayısıyladır. "Hı"yı esreli okuyanlar ise iki sakinin ar­ka arkaya gelmesinden ötürü böyle okurlar. "Ti" harfini esreli söyleyenler ise kesreleri arka arkaya (itba1) getirmiş olurlar.

"Hemen arkasından parlak, delici bir alev ona yetişir." ed-Dahhak, el-Hasen ve başkaları ışık saçıcı (bir alev) diye açıklamışlardır. Ateş yıldızların, onları denize düşürünceye kadar takip ettiğinin anlatılmak istendiği de söy­lenmiştir. İbn Şihab da burada sözü edilen "parlak, delici alev" hakkında şöy­le demektedir: Bu alev öldürmeksizin onları yakar. İnsanlar üzerine düşen alevli yıldızlar ise sabit yıldızlardan değildir. Buna da onların hareket ettik­lerinin görülmesi delildir. Sabit yıldızlar ise akıp gitmekle birlikte uzaklıkla­rından ötürü hareketleri görülemez. Buna dair açıklamalar daha önceden geç­miştir.

"Parlak alev"in çoğulu şeklinde gelir. Bunun azlık çoğu­lu kıyasa göre: şeklinde gelmesi gerekmekle birlikte, bu şeklin Arap­lar tarafından kullanıldığı işitilmemiştir.

Parlak (mealde delici) demektir. Bu açıklamayı el-Hasen, Mücahid ve Ebu Miclez yapmışlardır. Şairin şu mısraı da bu anlamdadır:

"Senin çakmak taşın ise onun çakmak taşlarından daha parlaktır." Daha ışık saçıcıdır, demektir.

el-Ahfeş bu kelimenin çoğul şeklinin: "Parlak yıldız­lar" diye kullanımları nakletmektedir.

el-Kisaî de şunu nakletmektedir: "Ateş alev aldı, alır, ateş alev almak" denilir. "Ben ateşi alevlendirdim" anlamında­dır.

Zeyd b. Eşlem de; 'in alev saçan anlamında olduğunu söylemiştir. Bu da Arapların: "Çakmağını alevlendir" yani ateşini yak, tabirle­rinden alınmıştır. Bu açıklamayı el-Ahfeş yapmış ve şairin şu beyitini de zik­retmiştir:

"Kişi ışık saçan parlak bir alev iken,

Zaman ışığını (şimşeğini) çakar da o da sönüverir." [8]

 

11. Şimdi sor onlara: Yaratılış itibarı ile kendileri mi daha güçlü­dür, yoksa yarattıklarımız mı? Biz onları yapışkan bir çamurdan yarattık.

12. Evet, sen şaşıyorsun, onlar ise alay ediyorlar.

13. Onlara öğüt verilse, öğüt almazlar.

14. Bir âyet görseler aralarında alay ederler.

15. Ve: "Bu ancak apaçık bir büyüdür" derler.

16. "Biz ölüp toprak ve kemik olduktan sonra gerçekten biz tekrar diriltilecek miyiz?

17. "Ya önceki atalarımız da mı (diriltilecek)?"

 

"Şimdi sor onlara" yani Mekkelilere. Buradaki: "Sor onlara" ifa­desi, "Müftüye fetva sormak" tabirinden alınmıştır.

"Yaratılış itibarı ile kendileri mi daha güçlüdür, yoksa yarattıklarımız?"

Mücahid'e göre; yarattığımız gökler, yer, dağlar ve denizler "mi?" daha güç­lüdür, demektir.

Bir görüşe göre bunun kapsamı içerisine melekler ve daha önce geçmiş ümmetler de girmektedir. Buna da, onlar hakkında: "kimseler" diye ha­ber vermiş olması delalet etmektedir. Said b. Cübeyr dedi ki: Maksad melek­lerdir. Başkası ise buradaki: "Kimseler"den kasıt geçmiş ümmetlerdir. Bu geçmiş ümmetler Mekkelilerden yaratılış itibarı ile daha güçlü oldukları halde, helak edilmişlerdir.

Bu âyet-i kerime Ebu'1-Eşed b. Kelede hakkında inmiştir. Ona Ebu'l-Eşed denilmesi, şiddetle yakalayışı ve güçlü oluşundan ötürüdür. İleride bun­dan, Beled Sûresi'nde (90/5- âyetin tefsirinde) sözedilecektir.

Bu âyet-i kerimenin bir benzeri de yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Gök­lerle yerin yaratılması -andolsun ki- insanların yaratılışından daha büyük­tür." (el-Mu'min, 40/57); "Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü mü?" (en-Naziat, 79/27)

"Biz onları yapışkan bir çamurdan yarattık." İbn Abbas buradaki: lafzını, yapışkan, yapışıcı diye açıklamıştır. Ali (r.a)'ın şu beyitinde de bu anlamdadır:

"Şunu öğren ki; yüce Allah seni geniş imkanlara sahip kılmıştır, Ve hayırlı bir ahlaka; hepsi sana yapışıktır."

Katade ve İbn Zeyd de bunu: "Yapışıcı" diye açıklamışlardır. el-Ma-verdî de şöyle demektedir: ("Yapışkan" anlamı verilen kelimenin açıklama­sı olarak belirtilen) lasık ile lazık arasındaki fark şudur: Lasık birbirine ya­pıştırılmış olan demektir. Lazık ise, kendisine değen şeye yapışan demektir.

İkrime: "lazib: yapışkan" kelimesi birbirini tutan, birbirine yapışan demek­tir, demiştir. Said b. Cübeyr de güzel, sıcak, ele yapışan demektir, der. Mü-cahid de lazım (yapışan) diye açıklamıştır. Araplar "lazib bir çamur ve lazım bir çamur" diyerek be yerine "mim"i kullanırlar. Nitekim "be"yi, "mim"e de­ğiştirmek esası üzere latib ve lazim de derler. Lazim, sabit olan şey demek­tir. Mesela; "Filan şey sabit ve değişmezin bir vuruşu gi­bi oldu" denilir. Bu da "lazım"dan daha fasihtir.

Şair en-Nabiğa şöyle demiştir:

"Sakın hayırdan sonra şer gelmeyecek sanmayın,

Kötülüğü de ayrılmayan, yakayı bırakmayan bir vuruş saymayın."

el-Ferra, Arapların "tînun latıb" tabirini "lazım" anlamında kullandıkları­nı nakletmektedir. Latıb ise sabit demektir. Buradan hareketle Araplar: "Sabit oldu. olur, sabit olmak" derler. "Yapış­tı, yapışır -müzarisinin ikinci harfi olan "ze" ötrelidir- yapışmak" gibidir. Ebu'l-Cerrah "latıb"in kullanılışına örnek olmak üzere şu beyitleri zikretmektedir:

"Eğer bu içmiş olduğum bir nebizden dolayı ise,

Artık şüphesiz ben tevbe ediyorum nebiz içmekten.

Bir başağnsı, kemiklerde bir halsizlik ve bir durgunluk.

Ayrılıp gitmeyen (latib) içteki bir hıçkırıkla beraber, bir de keder."

Latib aynı zamanda tıpkı lazib gibi lasık (yapışan) anlamında da kullanı­lır. el-Cevherî bunu el-Esmaî'den nakledilmiş olarak zikreder. es-Süddî ve el-Kelbî de (âyet-i kerimede yapışkan anlamı verilen) lazibin katıksız ve halis anlamına geldiğini söylemişlerdir. Mücahid ile ed-Dahhak ise kokuşmuş demek olduğunu söylemişlerdir.

"Evet sen şaşıyorsun, onlar ise alay ediyorlar" buyruğundaki: "(^4»?*): Sen şaşıyorsun" lafzını Medineliler, Ebu Amr ve Asım Peygamber (sav)'a hi-tab olmak üzere "te" harfini üstün olarak okumuşlardır. Yani sen, sana in­dirilen Kur'ân-ı Kerîm'den ötürü şaşıyorken, onlar ise onunla alay etmekte­dir. Şureyh'in kıraati de böyledir. O (te harfinin) ötreli okunuşunu (Ben şa­şıyorum, demek olur) kabul etmeyerek şöyfeder: Allah herhangi bir şeye şaş­maz, bilgisi olmayan kimse ancak şaşar.

Anlamın: Halbuki sen onların öldükten sonra dirilişi inkâr etmelerine şa­şıyorsun, şeklinde olduğu da söylenmiştir

Asım dışında Kufeliler ise "te" harfini ötreli okumuşlardır. Ebu Ubeyd ve el-Ferra bu kıraati tercih etmişlerdir. Bu Ali ve İbn Mes'ud'dan da rivayet edil­miştir. Ayrıca Şu'be bunu el-A'meş'ten, o Ebu Vail'den, o Abdullah b. Me-sud'dan diye rivayet etmiş ve onun: "Ben ise şaşıyorum" diye "te" harfini ötreli olarak okuduğunu belirtmiştir. Bu kıraat İbn Abbas'tan da riva­yet edilmektedir.

el-Ferra yüce Allah'ın: "Evet, sen şaşıyorsun. Onlar ise alay ediyorlar"

buyruğu hakkında şunları söylemektedir: İnsanlar bunu "te" harfi hem üstün, hem de ötreli olarak okumuşlardır. Ben ötreli okuyuşu daha çok tercih ederim, çünkü bu okuyuş Ali, Abdullah ve İbn Mesud'dan rivayet edilmiş­tir. Ebu Zekeriya el-Ferra dedi ki: Şaşmak (aceb) eğer yüce Allah'a isnad edi­lirse, bu kulların şaşması gibi Allah'ın şaşması anlamında değildir. Nitekim yüce Allah'ın: "Allah onlarla alay eder" (el-Bakara, 2/15) buyruğunda da böy­ledir. Yüce Allah'ın alayı elbette ki kulların alayı gibi değildir.

Bu açıklama böyle bir kıraati kabul etmeyen Şureyh'in görüşünün de yer­siz olduğunu ortaya koymaktadır.

Cerir ile el-A'meş, Ebu Vail Şakik b. Seleme'den şöyle dediğini rivayet et­mektedir: Abdullah b. Mesud: "Evet, ben şaşıyorum, onlar ise alay ediyorlar" (anlamında te harfi ötreli olarak) okumuştur. Şureyh dedi ki: Muhakkak Al­lah herhangi bir şeye şaşmaz, bilmeyen kimse ancak şaşar. el-A'meş dedi ki: Ben bunu İbrahim'e naklettim de o da şöyle dedi: Şureyh kendi görüşünü be­ğenen bir kimse idi. Şüphesiz Abdullah (b. Mesud) Şureyh'ten daha alim idi. Bununla birlikte Abdullah bunu: "Evet, ben şaşıyorum" diye okumuştur.

el-Herevî der ki: İleri gelen ilim adamlarından birisi yüce Allah'ın: "Evet, Ben şaşıyorum" buyruğunun Ben onların şaşmalarının cezasını verdim, an­lamında olduğunu söylemiştir. Çünkü yüce Allah başka yerlerde onların hak­kı şaşkınlıkla karşıladıklarını haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır: "Ken­dilerinden bir korkutucu geldi diye şaştılar" (Sad, 38/4) diye buyurduğu gi­bi: "Muhakkak bu çok şaşılacak bir şeydir" (Sad, 38/5) dediler; "İçlerinden bir adama... diye vahiy göndermemiz insanlar için şaşılacak bir şey mi ki..." (Yunus, 10/2) Burada da yüce Allah: "Evet, ben şaşıyorum" diye buyurmak­tadır. Onların şaşmalarının cezasını verdim, demektir.

Derim ki: İşte bu, el-Ferra'nın yaptığı açıklamaların anlamını daha bir ta­mamlamaktadır. el-Beyhakî de bunu tercih etmiştir. Ali b. Süleyman da şöy­le demiştir: Her iki kıraatin de anlamı birdir. İfadenin takdiri de şöyledir: Ya Muhammed deki: Evet ben şaştım. Çünkü Peygamber (sav) Kur'ân'ın muha­tabıdır. en-Nehhas der ki: Bu güzel bir açıklamadır ve "de ki" anlamındaki ifadelerin takdiri çokça görülen bir husustur. el-Beyhakî ise birincisi daha sa­hihtir, demektedir.

el-Mehdevî de şöyle der: Bu yüce Allah'ın kendi zatı ile ilgili olarak bir şaşkınlığı haber vermek anlamında olabilir. O takdirde şöyle yorumlanır: Ken­disini inkâr eden kimselere karşılık olarak verdiği emirleri ve onlara gazablanışı, yaratılmışların şaşkınlıkları konumuna benzer. Nitekim yüce Allah'ın Peygamber (sav)'dan gelen rivayetlerde belirtildiği üzere razı olduğu kimse­lerin durumunu anlatmak üzere kendi zatı hakkında "gülme"[9]tabiri de şu­na yorumlanır: O böyle bir kimseye yaratılmışların gülüşlerinin konumunda olacak şekilde, ondan razı olduğunu ortaya koymuş olacaktır. Bu anlatım da bir mecazi anlatımdır ve ifadeleri bir genişletmedir.

el-Herevî der ki: Denildiğine göre "Rabbiniz şaştı, hayret etti" ifadesi ra­zı oldu ve mükâfat verdi, anlamındadır. Gerçek anlamında bir şaşmak (bir anlamı da beğenmektir) olmamakla birlikte, ona bu adı vermiş bulunmak­tadır. Nitekim yüce Allah: "Allah da tuzak kurar." (el-Enfal, 8/30) diye bu­yurmaktadır ki bu onların tuzak kurmalarının cezasını verir anlamındadır. Ni-tekim hadisteki şu ifade de bunun gibidir: "Rabbiniz feryad edip yakınmanıza ve ümit kesmenize şaşar.[10]

Acep, bazan yapılan bir amelin Allah nezdinde çok büyük bir değer ta­şıması anlamında da kullanılır. Buna göre: "Evet, ben şaşarım" buyruğu on­ların yaptıkları bu iş nezdimde çok büyüktür, anlamında olur.

el-Beyhakî der ki: Ukbe b. Amirin rivayet ettiği şu hadisin de anlamının böyle olma ihtimali vardır: Ben Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Rabbin hevasına meyli olmayan bir gence şaşar (beğenir)."[11]

Buhârî'nin, Ebu Hureyre'den yaptığı rivayet de böyledir. Buna göre Pey­gamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Rabbin cennete zincirlerle bağlı oldukla­rı halde girecek bir topluluğa şaşar."[12]

Beyhakî der ki: Bu hadis ve buna benzer varid olan diğer hadislerin yü­ce Allah'ın meleklerini kullarına merhamet ve keremi dolayısı ile hayrete dü­şürmüş olduğu anlamına da gelebilir. Çünkü o kendisine iman etmek için sa­vaşla ve zincirlere vurulan esirlik ile de olsa, mecbur etme yoluna gitmiştir. Nihayet ona iman edince cennete sokacak hale getirmiştir.

"Evet, sen şaşıyorsun" buyruğunun sen böyle bir şeyi kabul etmiyorsun, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı en-Nekkaş nakletmiştir. el-Huseyn b. el-Fadl dedi ki: Allah'ın bir şeye şaşması (taaccub etmesi), o şe­yi reddetmesi ve o işin çok büyük bir şey olduğunu ortaya koyması demek­tir. Arapların anlatım üslubu böyledir. Rivayette de: "Rabbiniz sizin feryad edip sızlanmanıza ve ümit kesmenize şaşar." buyruğu gelmiş bulunmaktadır.

"Onlar ise alay ediyorlar" buyruğundaki "vav"ın hal "vav"ı olduğu söy­lenmiştir. Onların alay etmeleri hali sırasında sen de onlara şaştın, demek­tir.

"Sen şaşıyorsun" ile ifadenin tamam olduğu, sonra da yeni bir cümle ola­rak "onlar alay ediyorlar" diye yeni bir cümlenin başladığı da söylenmiştir. Bu da getirdiğin Kur'ân'ı onlara okumandan ötürü alay ediyorlar demek olur. Kendilerini davet ettiğin vakit seninle alay ediyorlar, diye de açıklanmıştır.

"Onlara öğüt verilse" Katade'nin açıklamasına göre Kur'ân ile onlara öğüt verildiği takdirde "öğüt almazlar." Ondan yararlanmazlar. Said b. Cübeyr de­di ki: Onlara kendilerinden önceki yalanlayıcılann başına gelenler hatırlatıl­dığı vakit bu hatırlatmadan yüz çevirirler ve üzerinde düşünmezler.

"Bir ayet" yani mucize "görseler, aralarında alay ederler." Katade'nin açıklamasına göre alay ederler ve bu bir büyüdür, derler. (Âyet-i kerimede­ki kullanımı ile): "Aralarında alay ederler" ile aynı anlamda­dır. Tıpkı ile 'nin "karar kıldı" anlamında olması ile; ile 'nin de aynı anlamda olmak üzere "hayret etti, şaştı" anlamına gelme­si gibi.

Âyet-i kerimedeki şekliyle: "Aralarında alay ederler" lafzının başkalarının alay etmesini isterler, anlamında olduğu da söylenmiştir. Müca-hid: Alay ederler diye açıklamıştır. Bunun, bu âyet (mucize) bir alaydır di­ye zannederler, anlamında olduğu da söylenmiştir.

"Ve: Bu, ancak apaçık bir büyüdür, derler." Yani mucizelere herhangi bir şeyle karşı koymaktan aciz olduklarında: Bu bir büyüdür, bu bize gös­terilen hayallerdir ve bir aldatmadır, derler. "Biz ölüp toprak ve kemik ol­duktan sonra gerçekten biz tekrar diriltilecek miyiz?" Yani öldükten son­ra diriltilir miyiz? Bu, onların böyle bir şeyi kabul etmedikleri anlamını ve­ren bir inkârı istifham ve alay yollu söyledikleri sözlerdir.

"Ya önceki atalarımız da mı?" Yani onlar da mı diriltilecek? Bu buyruk­ta istifham (soru) edatı atıf edatının başına gelmiştir. Nafî' ise: şek­linde "vav" harfini sakin olarak okumuştur. (Yahut atalarımız da mı, anlamın­dadır). Bu anlamdaki açıklamalar daha önce yüce Allah'ın: "Yoksa o ülkele­rin halkı... emin mi oldular?" (el-A'raf, 7/98) buyruğunu açıklarken geçmiş bulunmaktadır. [13]

 

18. De ki: "Evet, hem de siz küçültülmüşler olarak (diriltileceksiniz)."

19. O sadece bir çığlıktır, hemen onlar kalkıp bakınacaklar.

20. Ve diyecekler ki: "Vay bize! Bu, din günüdür."

21. "Bu sizin önceden yalanladığınız ayırdetme günüdür."

 

"De ki: Evet" yani sizler-, "hem de siz küçültülmüşler olarak" küçültül­müş ve zelil kılınmışlar olarak diriltileceksiniz. Çünkü inkâr ettikleri şeyin ger­çekleştiğini göreceklerinde kaçınılmaz olarak zelil olacaklar, küçülecekler­dir.

Şöyle de açıklanmıştır: Siz hoşlanmasanız dahi kıyamet kopacaktır. Bu si­ze rağmen ve bugün, kendi iddianıza göre böyle bir şeyin olacağını kabul etmeseniz dahi mutlaka gerçekleşecek bir iştir.

"O, sadece bir çığlıktır." Bir tek sayha, feryaddır. Bu açıklamayı el-Ha-sen yapmıştır. Bu çığlıktan kasıt ikinci defa Sûr'a üfürmektir.

"Sayha: Çığlık"a (alıkoyucu, zecredici anlamında): "zecre" adının verilme­si, bundan maksadın zecretmek (yapılandan alıkoymak) oluşundan dolayı­dır. Yani tıpkı güdülmeleri esnasında develerin ve atların zecredildiği gibi, bu sayha ile de (insanlar) zecredilirler. (Yapmak istedikleri kötülüklerden alı-konmaya çalışılır.)

"Hemen onlar" ayağa "kalkıp bakınacaklar." Biri diğerine bakacak. Kendilerine yapılacak muameleyi gözetlerler, anlamında olduğu da söylen­miştir. Bir açıklamaya göre de bu, yüce Allah'ın: "Bakarsın ki kâfirlerin göz­leri dehşetle yerinden fırlayarak..." (el-Enbiya, 21/97) buyruğuna benzemek­tedir. Onlar inkâr ettikleri dirilişi göreceklerdir, anlamında olduğu da söylen­miştir.

"Ve diyecekler ki: Vay bize! Bu, din günüdür" sözleri ile kendi aleyhle­rine "vay bize (bize veyl olsun)" diye sesleneceklerdir. Çünkü o gün, başla­rına neyin geldiğini bilmiş olacaklardır. Bu buyruktaki "veyl" lafzının man-sup gelmesi Basrahlara göre mastar (mef'ul-i mutlak) oluşundan dolayıdır. el-Ferra ise takdirinin: "Vay bize!" anlamında olduğunu söylemiştir

ki "vay" hüzün ve keder demektir.

en-Nehhas da şöyle demektedir: Eğer durum onun dediği gibi olsaydı, bu­nun ayrı yazılması gerekirdi. Mushafta bu ifade bitişiktir. Biz bunu bitişik de­ğil de ayrı yazan kimseyi de bilmiyoruz.

"Bu, din günüdür." Kasıt hesap günüdür. Amellerin karşılığının verilece­ği gündür, diye de açıklanmıştır.

"Bu, sizin önceden yalanladığınız ayırdetme günüdür" sözleri bir gö­rüşe göre onların birbirlerine söyleyecekleri sözlerdendir. Yani, işte bu bi­zim dünyada iken yalanlamış olduğumuz gündür, diyeceklerdir. Yüce Allah'ın onlara söyleyeceği sözlerden olduğu söylendiği gibi, meleklerin söyleyece­ği sözlerden olduğu da söylenmiştir. Yani işte bu, insanlar arasında hüküm verme günüdür. Böylelikle kimin hak üzere, kimin batıl üzere olduğu da or­taya çıkacaktır, "insanların bir kısmı cennette, bir kısmı da cehennemde ola­caktır." (eş-Şura, 42/7) [14]

 

22, 23. Toplayınız, zulmedenleri ve onlara eş olanları. Allah'tan baş­ka taptıklarını da. Onlara cehennemin yolunu gösterin.

24. Ve durdurun onları. Çünkü onlar sorgulanacaklardır.

25. "Ne oluyor size? Neden birbirinize yardım etmiyorsunuz."

26. Bilakis onlar bugün teslim olmuşlardır.

27. Onlardan bir kısmı diğer bir kısmına yönelip biri diğerine so­ru sorarlar.

28. Derler ki: "Gerçekten siz bize sağdan gelirdiniz."

29. Onlar da derler ki: "Hayır, siz iman üzere değil idiniz;

30. "Bizim sizin üzerinizde bir hakimiyetimiz de yoktu. Bilakis siz azgın bir topluluktunuz."

31. "Rabbimizin sözü üzerimize hak oldu. Muhakkak biz tadıcılarız." (diyecekler).

32. "Çünkü biz sizi azdırdık. Zaten biz de azgınlardan idik."

33. Muhakkak onlar o gün azapta ortaktırlar.

34. İşte Biz, günahkârlara muhakkak böyle yaparız.

35. Çünkü onlara: "Allah'tan başka ilâh yoktur" denildiğinde, bü­yüklük taslarlardı.

 

"Toplayınız, zulmedenleri ve onlara eş olanları" buyruğu yüce Allah'ın

meleklere söyleyeceği sözlerdendir. Müşrikleri "ve onlara eş olanları" şirk hususunda onlar gibi olanları toplayınız, demektir. Şirk de zulüm demektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak şirk büyük bir zulüm­dür." (Lokman, 31/13)

Buna göre kâfir, kâfir ile birlikte haşredilecektir. Bu açıklamayı Katade ve Ebu'l-Aliye yapmıştır.

Ömer b. el-Hattab da yüce Allah'ın: "Toplayınız, zulmedenleri ve onla­ra eş olanları" buyruğu hakkında şöyle demiştir: Zinakâr zinakâr ile birlik­te, içki içen içkici ile birlikte, hırsızlık yapan hırsızlık yapanla birlikte (has­redilir).

İbn Abbas da şöyle demektedir: "Onlara eş olanları" buyruğundan ka­sıt, onlara benzeyenleridir. Bu da Ömer (r.a)'ın açıklaması kapsamı içerisin­dedir.

"Onlara eş olanları" buyruğu ile küfür üzere onlara muvafakat eden ka­dınların kastedildiği de söylenmiştir. Bu açıklamayı Mücahid ve el-Hasen yap­tığı gibi, en-Numan b. Beşir de bunu Ömer b. el-Hattab'dan rivayet etmiştir.

ed-Dahhak dedi ki: "Onlara eş olanları" şeytanlardan onlar ile birlikte olanları demektir. Aynı zamanda bu Mukatil'in de açıklamasıdır: Her kâfir ken­di şeytanı ile birlikte aynı zincire vurulmuş olarak haşredilecektir.

"Allah'tan başka taptıklarını" putlar, şeytanlar ve İblisi "de. Onlara ce­hennemin yolunu gösterin." Onları cehenneme sürün. Bir başka açıklama­ya göre "onlara... gösterin" yani hangi yoldan gideceklerini söyleyin, demektir. Nitekim: "Ona yolu gösterdim" denilir. "Hediyeyi hediye ettim"; "Gelini (kocasının evine) götürdüm." denilir. Bunu anlatmak için da denilebilir. "Ben onu he­diye gibi takdim ettim" demek olur.

"Ve durdurun onları, çünkü onlar sorgulanacaklardır." İsa b. Ömer: "Çünkü onlar" buyruğunun hemzesinin üstün olarak okunduğunu da nakletmiştir. el-Kisaî dedi ki: " ve  Çünkü onlar, onlar... sebe­biyle" demektir.

"Bineği durdurdum, durduruyorum, durdurmak" denilir, "O da durdu", "Durmak" diye kullanılır. Bu fiil hem geçişli hem geçişsiz olur. Onları alıkoyun, demektir. Bu cehenneme sürül­meden önce olacaktır. Buna göre buyruklarda takdim ve tehir vardır. Yani • önce onları hesaba çekilmek üzere durdurun, sonra da onları cehenneme doğ­ru sürükleyin.

Bir başka açıklamaya göre; onlar önce cehenneme doğru sürülecekler, son­ra da cehennem ateşine yaklaştıkları sırada sorgulanmak üzere bir araya ge­tirilip toplanacaklardır.

"Çünkü onlar" el-Kurazî ve el-Kelbî'nin açıklamasına göre amelleri, söz­leri ve davranışları dolayısı ile "sorgulanacaklardır." ed-Dahhak işledikle­ri günahlardan ötürü sorgulanacaklardır derken, İbn Abbas: "la ilahe illallah" hakkında kendilerine soru sorulacaktır, demiştir. Yine ondan gelen bir baş­ka rivayete göre başka insanlara yaptıkları zulümlerden ötürü sorgulanacak­lardır. Bütün bunlar kâfirin de hesaba çekileceğine delildir. Buna dair açık­lamalar daha önceden el-Hicr Sûresi'nde (15/92-93- âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Yine denildiğine göre onların sorgulanmaları, onlara karşı delilin ortaya konulmuş olduğunun ortaya çıkması için kendilerine: "Size kendi içinizden rasûller gelmedi mi?" denilmesidir. Yine onlara:

"Ne oluyor size? Neden birbirinize yardım etmiyorsunuz?" sözleri azarlamak ve başlarına kakmak maksadıyla söylenecektir. Yani niçin biriniz diğerine yardım ederek Allah'ın azabından birbirinizi kurtarmıyorsunuz?

Bir görüşe göre bu Ebu Cehil'in Bedir günü söylediği: "Biz birbirine yar­dım eden bir topluluğuz" (el-Kamer, 54/44) buyruğunun dile getirdiği söz­lerine işarettir.

"Birbirinize yardım et(mi)yorsunuz" ifadesinin aslı: şeklindedir. Hafifletmek maksadıyla "te"lerden birisi atılmıştır. el-Bezzî ise, vasıl halinde "te"yi şeddeli okumuştur.

"Bilakis onlar bugün teslim olmuşlardır" buyruğu hakkında Katade şöyle demiştir: Onlar Allah'ın azabı içerisinde teslimiyet ile boyun eğmişler­dir. İbn Abbas da: Zillet ile boyun eğerler. el-Hasen: İtaatle boyun bükerler, el-Ahfeş ellerini yana salmışlar, diye açıklamışlardır, anlamlar birbirlerine ya­kındır.

"Onlardan bir kısmı diğer bir kısmına" yani ileri gelenler ile tabî olan­lar birbirlerine "yönelip biri diğerine soru sorarlar" birbirleriyle çekişirler. Birbirlerine soru sormazlar, diye de açıklanmıştır. Bu durumda olumsuzluk edatı olan: sakıt olmuştur, (düşmüştür).

en-Nehhas dedi ki: Dili bilmeyen bir kimse yanlışlıkla bunun yüce Allah'ın: "Ogün aralarında bir akrabalık bağı olmayacaktır, birbirlerine soru da sor­mazlar." (el-Mu'minun, 23/101) buyruğu gibi olduğunu zannetmiştir. Ancak burada sormaktan kasıt, akrabalık bağı için isteklerde bulunmaktır. Biri di­ğerine: Benimle senin arandaki akrabalık bağı hakkı için bana faydalı olma­nı istiyorum diyecektir. Yahut da: Üzerimdeki bir hakkından vazgeç ya da bana bir iyilik bağışla, diyecektir. Bu ise açıkça anlaşılan bir husustur. Çün­kü bundan önce "aralarında bir akrabalık bağı yoktur" denilmiştir. Yani ara­larındaki akrabalık bağlarının faydasını görmeyeceklerdir. Nitekim hadis-i şe­rifte de şöyle buyurulmaktadır: "Kişi babasının ya da oğlunun üzerinde bir hakkının bulunduğunun ortaya çıkmasına ve o hakkını ondan almasına çokça sevinecektir. Çünkü orada hasenat ve seyyiat vardır."[15] Bir başka ha­diste de şöyle denilmektedir: "Bir kimse kardeşine mal ya da ırz (namus, şe­ref, haysiyet) hususunda bir haksızlıkta bulunup da hakkını kendisinden is­teyeceği bir gün gelip o hakkı hasenatından alacağı, eğer hasenat yoksa (hak­kını) isteyenin günahlarından üzerine (haksız) ilavede bulunulacağı, bir gün gelmeden önce, o kardeşinin yanına gidip ondan helallik dileyen kim­seye Allah rahmet buyursun!"[16]

"Biri diğerine soru sorar" buyruğunda insanların birbirlerine soru sor­maları, kendisini saptırdığı için ya da önünde masiyete giden bir yolun ka­pısını açtığı için azarlaması demektir. Bunu da bundan sonra gelen şu buy­ruk açıklamaktadır:

"Derler ki: Gerçekten siz bize sağdan gelirdiniz." Mücahid dedi ki: Bu kâfirlerin şeytanlara söyleyecekleri bir sözdür. Katade de: Bu insanların cinlere söyleyeceği bir sözdür, diye açıklamıştır. Bunun uyan kimselerin uy­dukları şahıslara söyleyecekleri bir söz olduğu da söylenmiştir. Buna delil de yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Sen o zalimleri Rabbleri huzurunda durdurulmuş sözü birbirlerine döndürürlerken bir görsen!" (Sebe', 34/31)

Said, Katade'den şöyle dediğini nakletmektedir: Yani siz bizlere hayır yol­dan gelir ve bizi hayırlı yola gitmekten alıkoyardınız. İbn Abbas'tan da bu­na yakın bir açıklama nakledilmiştir.

Şöyle de açıklanmıştır: Siz bizim sevdiğimiz ve uğurlu kabul ettiğimiz sağ­dan gelir ve böylelikle bizim iyiliğimizi ister gibi görünerek bizi aldatmak için böyle yapıyordunuz. Çünkü Araplar sağdan geleni uğurlu kabul eder ve ona "sanih" adını verirlerdi.

"Gerçekten siz bize sağdan gelirdiniz." Yani siz bize öyle bir geliyordunuz ki, eğer bu konuda bize yemin edecek olsaydınız, yemininizin doğru­luğunu kabul ederdik, diye de açıklanmıştır. Bir başka açıklama da şöyledir: Sizler bize din cihetinden gelir ve bizim için şeriatin emirlerinin önemsiz ol­duğunu belirterek bizi şeriatten uzak tutmaya çalışıyordunuz.

Derim ki: Bu gerçekten güzel bir açıklamadır. Çünkü hayır da, şer de an­cak dinden gelir. "Yemin: Sağ" da burada din anlamındadır. Yani siz bizle­re sapıklığı süslü gösteriyordunuz.

Yemin (sağ)ın güç, kuvvet anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani siz biz­leri güç kullanarak, bize baskı yaparak ve bizi kahrederek (haktan) alıkoyu­yordunuz. Nitekim yüce Allah, yemin (sağ) (lafzını şu buyrukta güç ve kuv­vet anlamında) kullanarak şöyle buyurmaktadır: "Sonra onlara sağ eli ile giz­lice vurdu." (es-Saffat, 37/93) Bu da güçlü ve kuvvetlice vurdu, demektir. Çün­kü kişinin gücü sağında bulunur. Şair de şöyle demektedir:

"Eğer bir zamanda şan ve şeref için bir sancak yükseltilecek olursa Arabe sağ eliyle hemen onu kapar."

Burada, kuvvet ve kudretle onu kapar, demektir. İbn Abbas'ın görüşü de budur.

Mücahid dedi ki: "Siz bize sağdan gelirdiniz", sizin hak üzere olduğunu­zu ortaya koymaya çalışan bir şekilde gelirdiniz, demektir. Bütün bunlar an­lam itibariyle birbirine yakın açıklamalardır.

"Onlar da derler ki: Hayır, siz iman üzere değil idiniz." Katade dedi ki: Bu şeytanların onlara söyleyecekleri bir sözdür. İleri gelenlerin sözleri oldu­ğu da söylenmiştir. Yani sizler hiçbir zaman mü'min olmadınız ki, biz sizi imandan küfre çevirmiş olalım. Aksine sizler zaten küfür üzere idiniz ve onu adet ve alışkanlık haline getirmiş olduğunuz için küfür üzere kalmaya devam ettiniz.

"Bizim sizin üzerinizde bir hakimiyetimiz" hakkı terketmek noktasın­da getirdiğimiz bir delilimiz "yoktu. Bilakis siz azgın bir topluluktunuz." Sa­pık, haddi aşan kimselerdiniz.

"Rabbimizin sözü üzerimize hak oldu." Bu da kendilerine uyulan kim­selerin söyleyeceği sözlerdendir. Yani bizim üzerimize de, sizin üzerinize de Rabbimizin sözü hak olmuştur. Yüce Allah'ın takdir ettiği ve rasûlleri vası­tası ile haber verdiği şekilde hepimiz azabı tadacağız: "Cehennemi bütünü ile cinlerden ve insanlardan elbette dolduracağım." (es-Secde, 32/13)

Bu da şu hadise uygun düşmektedir: "Şüphesiz aziz ve celil olan Allah bir­takım kimselerin cehennemlik olduklarını, birtakım kimselerin de cennetlik olduklarını yazmıştır. Bunlara ne bir şey ilave edilir, ne de onlardan bir kim­se eksiltilir."[17]

"Çünkü biz sizi azdırdık" yani üzerinde bulunduğunuz küfrü size süslü gösterdik. "Zaten biz de azgınlardan idik." Vesvese ile ve (sapıklığa) davet etmekle (azmış ve azdırmış idik). Daha sonra yüce Allah, onların durumla­rını haber vererek şöyle buyurmaktadır:

"Muhakkak onlar" sapıtan da, saptıran da "o günde azapta ortaktırlar." "İşte Biz, günahkârlara" yani müşriklere "böyle" bu şekilde "yaparız."

"Çünkü onlara: Allah'tan başka ilâh yoktur, denildiğinde büyüklük tas­larlardı." Onlara Allah'tan başka ilâh yoktur deyin, denildiğinde demektir. Burada "deyin" emri hazfedilmiştir. "Büyüklük taslarlardı" buyruğu da; ( 01* )'in haberi olarak nasb mahallindedir.

"( Ol): Çünkü" lafzının haberi olarak ref mahallinde ve (Otf )'nin amel et­memiş olması da mümkündür.

Peygamber (sav), Ebu Talib'e ölümü ve Kureyşlilerin etrafında toplanma­sı esnasında-: "La ilahe illallah deyin. Bu sayede Araplara hükümdarlar ola­caksınız ve bu yolla da Arap olmayanlar size itaat edeceklerdir" deyince, on­lar bunu kabul etmediler ve buna karşı büyüklendiler.

Ebu Hureyre dedi ki: Peygamber (sav) buyurdu ki: "Yüce Allah Kitabın­da indirdiği buyruklarında büyüklük taslayan bir topluluktan sözederek: "Çün­kü onlara: Allah'tan başka ilâh yoktur denildiğinde, büyüklük taslarlar­dı" diye buyurmaktadır. Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hani kâfir­ler kalblerinde o taassub ve kibiriyani cahiliye taassub ve kibirini koymuş­lardı da Allah da hemen huzur ve sükununu Rasûlünün ve mü'minlerin üzerine indirmişti. Onlara takva sözü üzerinde sebat vermişti. Onlar zaten bu­na daha layık ve buna ehil idiler." (el-Feth, 48/26) diye buyurmuştur. Bu da: "La ilahe illallah Muhammedurrasûlullah" sözüdür. Müşrikler Hudeybiye gününde Rasûlullah (sav) onlarla barış yapılacak süre hususunda (yaptığı ant­laşmada) yazıştığı vakit, bu söze karşı büyüklük tasladılar. (Onu söylemeyi büyüklüklerine yediremediler).

Bu haberi el-Beyhakî, ondan öncekini de el-Kuşeyrî zikretmiştir. [18]

 

36. Ve derlerdi ki: "Biz ilâhlarımızı deli bir şair dolayısı ile mi ter-kedeceğiz?"

37. Hayır, o hak ile gelmiş ve peygamberleri de tasdik etmiştir.

38. Muhakkak siz elbette acıklı azabı tadıcılarsınız.

39. Size işlemiş olduğunuzdan başka şeyin cezası verilmeyecektir.

40. Ancak Allah'ın ihlasa erdirilmiş kulları müstesna.

 

"Ve derlerdi ki: Biz ilâhlarımızı deli bir şair" in söylediği söz "dolayı­sı ile mi terkedeceğiz?" Yüce Allah onların bu sözlerini reddederek şöyle bu­yurmaktadır:

"Hayır, o hak ile" Kuran ve tevhid ile "gelmiş ve peygamberleri de" ge­tirmiş oldukları tevhide dair tebliğlerinde "tasdik etmiştir."

"Muhakkak siz elbette acıklı azabı tadıcılarsınız" buyruğundaki: "Tadıcılar" buyruğunun asli; şeklindedir. Hafif (söyleyişte kolay)lik olsun diye hazfedilmiştir. (Azab lafzı) da izafet dolayısı ile cer ile gelmiştir. Sibeveyh'in naklettiği şu beyitte olduğu gibi, nasb ile gelmesi de caizdir:

"Ben O'nu (Allah'ı) razı etmek istemeyen birisi olarak gördüğüm gibi, Çok az müstesna, Allah'ı zikreden olarak da (görmedim)."

Buna göre Sibeveyh "Ve namazı kılanlar" şeklinde (namaz anlamındaki salat lafzının nasb ile okunmasını) caiz kabul etmiştir.

"Size işlemiş olduğunuzdan" koştuğunuz şirkten "başka şeyin cezası ve­rilmeyecektir."

"Ancak Allah'ın ihlasa erdirilmiş kulları müstesna." buyruğu azabı ta­dacaklardan bir istisnadır. Medineliler ile Kufeliler: "İhlasa erdiril­miş" buyruğunu "lam" harfi üstün olarak okumuşlardır. Bu da Allah'ın ken­disine itaat, dini ve dostluğu için halis kıldığı kimseler demektir. Diğerleri ise "lam" harfini esreli okumuşlardır ki, bu da ihlasla Allah'a ibadet eden kim­seler anlamındadır.

Bu istisnanın munkatı' olduğu da söylenmiştir. Yani, siz ey günahkârlar azabı tadacaksınız. Allah'ın ihlasa erdirilmiş kulları ise azabı tatmayacaklar-dır, demek olur. [19]

 

41. İşte onlar için bilinen bir rızık vardır.

42. Çeşitli meyveler (vardır) ve onlara ikram olunur.

43. Naim cennetlerinde;

44. Tahtlar üzerinde karşılıklı oturdukları halde;

45,46. İçenlere lezzet veren beyaz (parlak) kaynaktan doldurulmuş kadehler dolaştırılır onlara.

47. Onda aklı karıştırıcı herhangi bir zarar da yoktur, onlar ondan sarhoş da olmazlar.

48. Yanlarında gözlerini yalnızca eşlerine çevirmiş iri gözlü (huri)ler vardır.

49. Sanki onlar sarılıp sarmalanmış deve kuşu yumurtası gibidir­ler.

 

"İşte onlar için" yani ihlasa erdirilmiş kullar için "bilinen bir rızık var­dır." Onlar için arkası kesilmeyen, bilinen bir bağış vardır, demektir. Kata-de maksad cennettir, diye açıklarken, başkaları cennetin rızkı kastedilmek­tedir, demişlerdir. Maksadın sözkonusu edilen meyveler olduğu da söylen­miştir. Mukatil dedi ki: Canları çektikleri vakit bu rızık onlara verilir. İbn es-Saib de şöyle demiştir: Bu rızık onlara sabah ve akşam arası bir süre gibi sü­relerde verilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlara orada sa­bah ve akşam rızıkları verilecektir." (Meryem, 19/62)

"Çeşitli meyveler (vardır)." Bu buyruktaki: "Meyveler" lafzı "Meyve"nin çoğuludur. Yüce Allah: "Onlara meyve­yi... ardarda fazlası ile verdik" (et-Tur, 52/22) diye buyurmaktadır. Bunlar da yaşıyla, kurusuyla bütün meyvelerdir. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmış­tır.

"Ve onlara ikram olunur." Yani derecelerinin yükseltilmesi, O'nun ke­lamını işitmek ve O'nun ile karşılaşmak suretiyle yüce Allah tarafından on­lara ikramda bulunulacaktır.

"Naim cennetlerinde" yani içlerinde nimetler içerisinde yüzecekleri bahçelerde... demektir. Cennetlerin yedi tane olduğuna, Naim cennetinin de bunlardan bir tanesi olduğuna dair açıklamalar daha önceden Yunus Sûre-si'nde (10/25. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Tahtlar üzerinde karşılıklı oturdukları halde." İkrime ve Mücahid de­di ki: Aralarındaki güzel ilişki ve birbirlerine sevgileri dolayısıyla biri diğe­rinin sırtına bakmaz. (Biri diğerine sırtını dönmez).

Şöyle de açıklanmıştır: Oturdukları tahtlar istedikleri şekilde döner. Biri (diğerine sırtını dönmediği için) diğerinin sırtını görmez.

İbn Abbas dedi ki: İnci, yakut ve zebercet ile süslenmiş tahtlar üzerinde olacaklardır. Bir şeririn büyüklüğü San'a'dan, Cabiye'ye kadar ve Aden'den, Eyle'ye kadar olan mesafe kadardır. Bu tahtların aynı konakta bulunan kim­seler, üzerlerinde oldukları halde, dönecekleri de söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"İçenlere lezzet veren beyaz (parlak) kaynaktan doldurulmuş şarap­tan"[20] buyruğundaki "beyaz" bardağın sıfatıdır. Şarabın sıfatı olduğu da söy­lenmiştir. el-Hasen dedi ki: Cennet şarabı sütten daha beyaz olacaktır.

"Lezzet veren" lafzı hakkında ez-Zeccac şöyle demiştir: Bu: "Lezzetli" demek olup muzaf hazfedilmiştir. Bunun isim yapılmış bir mastar olduğu da söylenmiştir. "Lezzetli ve beyaz" demektir.

"Lezzetli şarap denilir, tıpkı "Taze bitki" denil­diği gibi. Şairin:

"Ve şarap tadı gibi lezzetli olan bir şey ki, terkettim onu, Düşman topraklarında; meydana gelecek olaylar korkusuyla."

O, buradaki  ile uykuyu kastetmektedir.

"Beyaz"ın erkeklerin ayaklarıyla sıkmadıkları şarap anlamına geldiği de söylenmiştir.

"... kaynaktan doldurulmuş kadehler dolaştırılır onlara." Daha önce on­ların yedikleri söz konusu edilmişken, bu buyruklarla da onların içecekleri şeyler sözkonusu edilmektedir. Dilcilere göre ke's (kadeh) içinde içeceği ile birlikte bütün kaplan anlatan kapsamlı bir isimdir. Eğer içi boş ise ona ke's denilmez.

ed-Dahhak ve es-Süddî şöyle demişlerdir: Kur'ân-ı Kerîmdeki her ke's (ka-deh)den kasıt şaraptır. Arablar, içinde şarap bulunan kaba ke's derler. İçin­de şarap yoksa ona: "kab" ve "Kadeh" derler.

en-Nehhas dedi ki: Dilbilginlerinden güvenilir kimselerin naklettiklerine göre Araplar şayet kadehin içinde şarap varsa, ona "ke's" dediklerini, eğer içinde şarap yoksa ona "kadeh" dediklerini nakletmiştir. Nitekim hivan (ma-sa)nın üzerinde yemek varsa ona "maide (sofra)" denilmesi, üzerinde yemek yoksa ona "maide" denilememesi g'ibi.

Ebu'l-Hasen b. Keysan da der ki: İçinde eğer kadın varsa hevdece "zaine" denilmesi de bu kabildendir.

ez-Zeccac dedi ki: "Kaynaktan doldurulmuş kadehler" buyruğu, yeryü­zünde pınarların aktığı gibi akan şaraptan doldurulmuş kadehler demektir. "Pınar, kaynak" ise açıkta akan su demektir.

"Orada aklı karıştırıcı herhangi bir zarar da yoktur." Yani akıllan baş­larından gitmez ve bu içtikleri şaraptan dolayı hastalanmazlar, başları da ağ­rımaz.

"Onlar ondan sarhoş da olmazlar." O içkiyi içtiklerinden ötürü akıllan başlarından gitmez. Nitekim: "Şarap aklı baş­tan alır, savaş ta canları alıp gider" denilmiştir. Kişi içki içip sarhoş olduğu takdirde "Adam sarhoş oldu, olur" denilir, "Sar­hoş" demektir. İmruu'1-Kays da şöyle demiştir:

"Bakarsın ki o sarhoş gibi yürüyor,

Bitkinliği ve nefesinin kesilmesi dolayısı ile kumların üzerine

yıkılan kimse gibi."

Yine şöyle demiştir:

"Sarhoştur o, bir tarafa doğru kalkmak istedi mi sağa sola kaykılır, Gevşekliğinden ötürü yürümesini zorlaştırmasın diye kalbini de

idare etmeye çalışır."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Örüklerinden yakalayarak öptüm ağzını,

Sarhoş kimsenin dağdaki bir çukurda birikmiş soğuk sudan içmesi gibi."

Hamza ve el-Kisaî bir topluluğun "sarhoş olma zamanının geldiği"ni an­latmak için kullanılan: "tabirindeki gibi; "ze" harfini esreli okumuş­lardır. Nitekim: "Ekinin biçilme zamanı geldi."; "Bağ­ların bozum zamanı geldi."; "Tayın binilme zamanı geldi" denilir.

Anlamın: Onların şaraplarını bitir(e)mezler şeklinde olduğu da söylenmiş­tir. Çünkü şarap içmek onların bir alışkanlıklarıdır. Nitekim; "Adam şarabını bitirdi" demektir, de "şarabı bitmiş kişi" anlamındadır. Şair el-Hutay'a da şöyle demektedir:

"Ömrüm hakkı için yemin ederim, sizler ister sarhoş olun, (ya da: şarabınız bitsin) yahut ayıkın, Elbetteki ey Ebceroğulları, (yine de) sizler en kötü içki arkadaşısınız."

en-Nehhas dedi ki: Ancak birinci okuyuş anlam itibariyle daha açık ve da­ha doğrudur. Çünkü: "("Jy.rO: Sarhoş ol(maz)lar" lafzının aralarında Müca-hid'in de bulunduğu tefsir alimlerinin ileri gelenlerine göre; akılları başları­na gitmez, anlamındadır. Şanı yüce Allah cennetteki şarap ve içkinin dünya­daki şarap ve içkinin insanın başını ağrıtan ve sarhoşluk veren özelliklerinin

olmayacağını belirtmiştir.

"Sarhoş ol(maz)lar"ın anlamı ile ilgili olarak yapılacak doğru açık­lama şudur: Adamın içkisinin tükendiğini anlatmak için: "Adamın içkisi tükendi" denir. Ancak cennet şarabının bu şekilde nitelendirilmesi uzak bir ihtimaldir. O halde bunun anlamı, ancak cennetteki içki ebediyyen tüken­mez şeklinde olabilir.

"Sarhoş da olmazlar" buyruğunun "ze" harfi esreli okunmasının, sarhoş olmayacakları manasına geldiği söylenmiştir. Bunu da ez-Zeccac ve el-Kuşeyrî'nin belirttiği üzere Ebu Ali zikretmişlerdir.

el-Mehdevî der ki: Bunun: "Sarhoş olmazlar" anlamına gelmesi sözkonu-su değildir. Çünkü bundan önce: "Onda aklı karıştırıcı herhangi bir zarar da yoktur" diye buyurulmuştur. Bu da akılları başlarından gitmez, anlamın­dadır. O takdirde (sarhoş olmazlar anlamına kabul edilirse) tekrar olur. An­cak el-Vakıa Sûresi'nde (56/19- âyetin tefsirinde) bu açıklama uygundur. Bu­nunla birlikte: "Onda aklı karıştırıcı herhangi bir zarar da yoktur" buyru­ğunun hasta olmazlar anlamında olması da mümkündür. O takdirde: "Onlar ondan sarhoş da olmazlar" buyruğu onların sarhoş olmayacakları ya da iç­kilerinin tükenmeyeceği anlamında olur.

Katade dedi ki: -Âyet-i kerimede geçen-: "Karın ağrısı" demektir. İbn Ebi Necih'in, Mücahid'den yaptığı rivayet de böyledir. O şöyle demiştir: "Onda aklı karıştırıcı herhangi bir zarar da yoktur." O içki hiçbir karın ağ­rısı yapmaz, demektir. el-Hasen ise bunu başağrısı diye açıklamıştır. İbn Ab-bas'ın açıklaması da böyledir: "Onda aklı karıştırıcı herhangi bir zarar da yoktur." Başağrısına sebeb olmaz, demektir.

ed-Dahhak'ın rivayetine göre ise İbn Abbas şöyle demiştir: Şarabın dört özelliği vardır: Sarhoşluk, başağrısı, kusmak ve idrar. Yüce Allah ise cennet şarabını sözkonusu edip bu özelliklerinden uzak olduğunu belirtmiştir. Mü-cahid bunun hastalık anlamına geldiğini söylerken, İbn Keysan, karın san­cısı diye açıklamıştır. Bu açıklamalar birbirine yakındır.

el-Kelbî dedi ki: "Onda aklı karıştırıcı herhangi bir zarar da yoktur" buy­ruğu onda günah yoktur, demektir. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Onlarda içtiklerinden ötürü ne saçmalamaları, ne de günah kazanmaları sözkonusudur." (et-Tur, 52/23)

eş-Şa'bî, es-Süddî ve Ebu Ubeyde de şöyle demişlerdir: Bu içki, akılları­nı etkileyerek, akıllarının başlarından gitmesine sebeb olmaz. Şairin şu be-yitinde de bu anlamda kullanılmıştır:

"Kadehler akıllarımızı etkileyip duruyordu,

Biri diğerinin ardından (aklımız başımızdan) gidiyordu."

Yani, bizi teker teker yere yıkıyordu.

Yüce Allah'ın cennet ehlinin sarhoş olmalarını engellemesinin sebebi, için­de bulundukları nimetlerden lezzet alışlarının kesintiye uğramamasıdır.

Meanî bilginleri de der ki: "Gizlice gelen bir bozuluş" demektir. "Gizlice onun işlerini aleyhine olmak üzere bozdu" denilir. "Gizlice öldürmek (suikast)" de buradan gelmektedir.

"Yanlarında gözlerini yalnızca eşlerine çevirmiş iri gözlüler vardır."

Yani gözlerini sadece kocalarına dikmiş, kocalarından başkasına bakmayan kadınlar vardır. Bu açıklamayı İbn Abbas, Mücahid, Muhammed b. Ka'b ve başkaları yapmıştır.

İkrime dedi ki: "Gözlerini yalnızca eşlerine çevirmiş" yalnızca kocala­rına hasredilmiş kadınlar, demektir. Ancak birinci tefsir daha açık ve güçlü­dür. Çünkü âyet-i kerimede "Hasredilmiş" anlamını veren lafız yok­tur. Ancak ileride açıklaması geleceği gibi bir başka yerde (er-Rahman, 55/72. âyette) bu lafız yer almaktadır.

"Yalnızca... çevirmiş" ifadesi Arapların belli bir şey ile yetine­rek başkasına iltifat etmemesi durumunu anlatmak için kullandıkları; "Yalnızca sununla yetindi" ifadelerinden alınmıştır. Şair İm-ruu'1-Kays da şöyle demektedir:

"Gözlerini başkalarına çevirmeyen öyleleri vardır ki, şayet küçük karıncalar, Yürüyecek olsa üzerinden gömleğinin, o dahi iz bırakır."

"Üzerinden yanağının" diye de rivayet edilmekte ise de birin­ci şekil daha beliğdir.

Yine Mücahid: (Başka kadınlardan kocalarını) kıskanmazlar anlamında­dır, demiştir.

"İri gözlüler" demektir, tekili şeklinde gelir. Bu açıklamayı es-Süddî yapmıştır. Mücahid güzel gözlü; el-Hasen gözlerinin beyazı ol­dukça beyaz, siyahı da oldukça siyah diye açıklamıştır.

Ancak dilde birinci anlamı daha yaygındır. Mesela; "Gözleri iri ve geniş adam" demektir, çoğulu diye gelir. Asıl vezni; şeklinde ötrelidir, "ayn" harfinin esreli gelişi ise "vav"ın "ya"ya dönüşmemesi içindir. Bu kökten olmak üzere yaban ineklerine: Denilmiştir. Yaban öküzü için: Yaban ineği -tekil için-: denir.

"Sanki onlar sarılıp sarmalanmış" yani korunmuş "deve kuşu yumur­tası gibidirler." el-Hasen ve İbn Zeyd şöyle demişlerdir: Bu huriler deve ku­şu yumurtalarına benzetilmişlerdir. Deve kuşu rüzgar ve toza karşı tüylerle yumurtalarını örter, koruma altına alır. Rengi sarımtrak beyazdır. Bu da ka­dınların sahib oldukları en güzel renktir.

İbn Abbas, İbn Cübeyr ve es-Süddî şöyle demişlerdir: Bu kadınlar kabu­ğu soyulmadan ve el değmeden önceki yumurtaların içine benzetilmişlerdir.

Ata da şöyle demiştir: Bu kadınlar üst taraftaki kabuk ile yumurtanın içi arasındaki: "Zar"a benzetilmişlerdir. ise herşeyin kabuğu de­mektir, çoğulu da: diye gelir. Bu açıklamayı el-Cevherî yapmıştır. Ta-berî'nin açıklaması da buna yakındır. O şöyle demiştir: Bundan kasıt yumur­ta üzerinde kabuk arasındaki ince kabuk (zar)dır. Benzeri bir açıklama Pey­gamber (sav/dan da rivayet edilmiştir.

Araplar temizliği ve beyazlığı dolayısıyla kadını yumurtaya benzetirler. İm-ruu'1-Kays da şöyle demiştir:

"Özel perdesi arkasında bulunup da evine ulaşılamayan bir yumurta (kadın) ki Hiç acele etmeksizin kendisiyle oyalandığım..."

Araplar bir şeyi güzellik ve temizlik ile nitelendirecek olurlarsa, "o san­ki tüylerle örtülmüş deve kuşu yumurtasıdır" derler.

"Sarılıp sarmalanmış" lafzının kırılmaktan korunmuş, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu da onların bakire oldukları anlamına gelir.

"Yumurtalar"dan kastın, inciler olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ve sarmalanıp gizlenmiş inciler misali. Güzel gözlü huriler de vardır." (el-Vakıa, 56/22-23) Bu da sadeflerinde bulunan inci­ler anlamındadır, bu açıklamayı da İbn Abbas yapmıştır. Şairin şu beyiti de bu anlamdadır:

"O dalgıcın incisi gibi bembeyazdır, Sarılıp sarmalanmış cevherden ayrılmış."

"Yumurtalar" çoğul olmakla birlikte "sarılıp sarmalanmış" lafzının mü-zekker gelmesi, sıfatın lafza göre kullanılmış olmasından dolayıdır. [21]

 

50. Birbirlerine yönelip karşılıklı soru sorarlar.

51. Aralarından birisi diyecek ki: "Gerçekten benim bir dostum var­dı;

52. "O diyordu ki: 'Gerçekten sen inananlardan mısın?

53. "Biz ölüp toprak ve kemikler olduğumuz zaman(dan sonra) ger­çekten biz mi hesaba çekilip cezalandırılacağız?"

54. Diyecek ki: "Siz de bakar mısınız?"

55. Baktı ve onu cehennemin ortasında gördü.

56. Dedi ki: "Vallahi az kalsın beni de helak edecektin.

57. "Eğer Rabbimin nimeti olmasaydı, ben de hazır edilenlerden olurdum.

58. "Gördün mü? İşte biz ölümü tatmayacağız;

59. "İlk ölümümüzden sonra. Hem bize azab edilmiyor da,

60. "Şüphesiz ki, bu büyük kurtuluşun ta kendisidir."

61. İşte çalışanlar böylesi için çalışsınlar.

 

"Birbirlerine yönelip karşılıklı soru sorarlar." Yani kendi aralarında dün­yadaki konuşmaları sözkonusu ederler. Bu da cennetteki güzel arkadaşlığın mükemmeliğini göstermektedir. Bu buyruk; "İçenlere lezzet veren beyaz kaynaktan doldurulmuş kadehler dolaştırılır onlara" (es-Saffat, 37/45-46) buyruğunun anlamına atfedilmiştir. Yani onlar orada o içkiden içerler ve iç­ki içenlerin adeti üzere karşılıklı olarak konuşurlar. Şairlerden birisi şöyle de­miştin

"Geriye lezzet verici şeylerden bir şey kalmadı,

Şerefli kimselerin şarap meclisi üzerindeki konuşmalarından başka."

Böylece biri diğerine yönelerek dünya hayatındayken başlarından geçen olaylar hakkında birbirlerine soru sorarlar. Şu kadar var ki; olaylar, (bunlar gelecekte olacak şeyler olmakla birlikte) yüce Allah'ın verdiği haberlerdeki adeti üzere, mazi (dili geçmiş) kiple anlatılmıştır.

"Aralarında" cennet ehlinden "birisi diyecek ki: Gerçekten benim"

benden ayrılmayan "bir dostum vardı."

"O diyordu ki: Gerçekten sen" öldükten sonra dirilişe ve amellerin kar­şılığının verileceğine "inananlardan mısın?"

Said b. Cübeyr dedi ki: "Buradaki karîn (dost)"dan kasıt, onun ortağıdır. Kehf Sûresi'nde bu iki şahıs sözkonusu edilmiş, onların kıssaları isimleri ile ilgili görüş ayrılıkları yüce Allah'ın: "Onlara o iki adamı misal ver" (el-Ke-hf, 18/32) buyruğu açıklanırken yeteri kadarıyla geçmiş bulunmaktadır. İş­te yüce Allah: "Aralarında birisi diyecek ki: Gerçekten benim bir dostum vardı... Ben de hazır edilenlerden olurdum" buyruklarını bu iki kişi hak­kında indirmiştir.

Bir diğer açıklamaya göre burada "karîn (dost)"dan kasıt, dünya hayatın­da iken ona öldükten sonra dirilişi inkâr etmesi için vesvese veren, onunla birlikte olan şeytandır.

"Gerçekten sen inananlardan mısın?" anlamındaki buyruk: şeklinde "sad" harfi şeddeli olarak da okunmuştur. Bunu Ali b. Keyse, Selim'den o Hamza'dan diye rivayet etmiştir. en-Nehhas ise şöyle demiştir: Bu okuyuş burada caiz değildir, çünkü burada (bu oku­yuşa göre sadaka vermek ile alakalı olacağından ötürü) sadakanın bir anla­mı yoktur.

el-Kuşeyrî de şöyle demiştir: Hamza'dan nakledilen bir kıraate göre bu­rada "sad" harfi şeddeli okunmuştur. Ona buradaki bu buyruk tasdik'ten gel­mektedir, tasadduk'tan gelmemektedir, diye itiraz edilmiş olmakla birlikte, böyle bir itiraz batıldır. Çünkü bir kıraat Peygamber (sav)'dan sabit olduğu takdirde o kıraati eleştirmenin imkânı ve anlamı yoktur. Bu bakımdan buy­ruğun anlamı, sen âhiret sevabını umarak malını "tasadduk eden kimseler­den misin?" demek olur.

"Biz ölüp toprak ve kemikler olduğumuz zaman gerçekten biz mi"

ölümden sonra "hesaba çekilip" amellerimizin karşılığı verilmek suretiyle "ce­zalandırılacağız?"

Yüce Allah cennet ehline: "Diyecek ki: Siz de bakar mısınız?" Bu ifade­lerin mü'min şahsın cennetteki arkadaşlarına söyleyeceği sözlerden olduğu da söylenmiştir. Haydi bu benim dostumun halinin nice olduğunu görmek üzere siz de ateşe doğru bakar mısınız? demektir. Bunun meleklerin söyle­yeceği sözlerden olduğu da söylenmiştir.

"Siz de bakar mısınız?" sözü bir istifham değildir, emir anlamındadır, ba­kınız, demektir. Bu açıklamayı İbnu'l-A'rabî ve başkaları yapmıştır. İçki ile ilgili âyet-i kerime nazil olduğunda Ömer (r.a)'ın, Peygamber (sav)'ın önün­de ayağa kalkarak başını semaya doğru kaldırıp: Ya Rabbi içki hakkında bun­dan daha da rahatlatıcı bir açıklama indir, demesi üzerine: "Artık vazgeçti­niz mi?" (el-Maide, 5/91) buyruğunun nazil olması da bu kabildendir. Bunun üzerine Ömer: Vazgeçtik ey Rabbimiz, diye seslenmişti.

İbn Abbas: "Siz de buraya yöneliyor musunuz? Geliyor mu­sunuz?" anlamında "ti" harfini şeddesiz ve sakin olarak (55. âyetin ilk keli­mesini de): "O da yöneldi" şeklinde kat' hemzesi ile ve "ti" harfi de şeddesiz olarak okumuştur.

en-Nehhas dedi ki: "O da yöneldi ve onu... gördü" okuyuşu hakkında iki görüş vardır. Birincisine göre bu ben yönelip bakacağım, an­lamında muzari bir fiil olur, bu durumda istifhamın cevabı olarak nasb ile gel­miş olur. İkinci görüşe göre ise bu mazi bir fiil olur ve bu durumda: "Baktı" ile: "Baktı" aynı anlamı ifade eder.

ez-Zeccac dedi ki: hep aynı anlamda kullanılır.

Ayrıca "Siz bana gösterir misiniz?" şeklinde "nun" harfi kes-reli okuyuş da nakledilmiştir. Ancak Ebu Hatim ve başkaları bu okuyuşu ka­bul etmezler. en-Nehhas da şöyle demiştir: Bu caiz olmayan bir lahn (yan­lış okuma)dır. Çünkü bu "nun" (müzekker çoğulun "nun"u) ile izafet "ya"sı-nı bir arada kullanmaktır. Eğer bu izafet şeklinde olsaydı, bu durumda; şeklinde olması gerekirdi. Sibeveyh ile el-Ferra buna benzer söyleyişler nakletmiş ve şöyle bir beyiti zikretmiş olsalar dahi bu böyledir:

"Onlar hayır söyleyenlerdir ve onu emredenlerdir,

Yeni (bid'at) olarak ortaya çıkan işin çok büyük (zararlar vereceğinden)

korktukları takdirde."

el-Ferra (buradaki) "Onu emredenler" lafzını: "Onu yapanlar" diye zikretmiştir. Sibeveyh de tek başına olmak üzere şu mısraı zik­reder:

"İnsanlar onun etrafında toplanmış iken o ise (infakı dolayısıyla malı

tükenir diye) korkmaksızın."

Ancak bu söyleyişler şazdır ve Arapların kullanımlarının dışındadır. Bu tür­den olan sözler, yüce Allah'ın Kitabı hakkında delil olarak gösterilemezler ve bunlar fasih kullanım kapsamına girmezler.

Bu kıraatin izahı ile ilgili olarak şu açıklamada bulunulmuştur: Burada ism-i fail mana itibarıyla yakınlığından ötürü müzari fiil gibi değerlendirilmiştir. Bundan dolayı "Bakanlar" fiili "bakarlar" gibi kullanılmıştır. Bu açıklamayı Ebu'1-Feth Osman b. Cinnî zikretmiş ve şu mısraları nakletmiştir:

"Acaba ben yumuşak ve güzel bir çocuk doğursam, Ve bu yiğit birisi olup güzel elbiseler de giyinse, Yine şahidler getirin deyici misin? (diyecek misin?)"

Görüldüğü gibi burada şair: "Deyici misin?" İsm-i failini: "

Diyecek misin?" anlamında kullanmıştır.

İbn Abbas da yüce Allah'ın: "Siz de bakar mısınız? Baktı ve onu cehen­nemin ortasında gördü" buyruğu hakkında der ki: Cennette birtakım pencerecikler vardır. Cennettekiler bu pencereciklerden cehenneme ve cehen-nemdekilere bakarlar.

İbnu'l-Mübarek'in naklettiğine göre Ka'b da böyle demiştir: Cennet ile ce­hennem arasında pencerecikler vardır. Mü'min dünyada iken bir düşmanı­nı görmek istediği takdirde bu pencereciklerden birisinden bakar. Yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: "Baktı ve onu cehennemin ortasında gördü." Ya­ni cehennemin orta yerinde ve etrafında da iri iri dikenler bulunduğu hal­de onu gördü. Bu açıklamayı İbn Mes'ud yapmıştır.

"Ortam (belim) kopuncaya kadar yoruldum" denilir. Ebu Ubeyde'den şöyle dediği nakledilmiştir: İsa b. Ömer bana: Ey Ebu Ubeyde, ben belim (âyet-i kerimedeki "ortasında" anlamı verilen kelime ile aynı kökten) kopuncaya kadar yazı yazıyordum, dedi.

Katade'den, dedi ki: Bir ilim adamı şöyle dedi: Şayet yüce Allah o kim­seye o arkadaşını tanıtmamış olsaydı, o bunu tanıyamazdı. Çünkü o kişinin hem rengi, hem şekli değişmiş olacaktır. İşte o vakitte şunları söyleyecektir:

"Dedi ki: Vallahi az kalsın beni de helak edecektin." buyruğundaki: şeddelisinden hafifletilmiştir. Bu da: in başına tıpkı; (otf)'in başı­na geldiği gibi gelmiştir. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Az kalsın bizi saptıracaktı." (el-Furkan, 25/42) İşte buradaki "lam" bu edat ile nefyedici edatı birbirinden ayırdeden vasıtadır.

"Eğer Rabbimin nimeti olmasaydı, ben de (ateşte) hazır edilenlerden olurdum."                                                                               

el-Kisaî dedi ki: (Bir önceki âyet-i kerimedeki): buyruğu "Beni he­lak edecektin" demektir fiilinden mastar olan: "Helak olmak" demek­tir. el-Muberred dedi ki: Şayet bu "az kalsın beni de cehennem ateşine dü­şürecektin" diye açıklanacak olursa, bu da doğru olur.

"Eğer Rabbimin nimeti olmasaydı" O'nun beni koruması ve İslâm kul­puna yapışmak, kötü arkadaştan uzaklaşmak şeklinde ihsan ettiği başarı ol­masaydı... demektir. Buradaki: "Olmasaydı" lafzından sonraki ifadeler Sibeveyh'e göre mübteda olarak merfudur, haber de hazfedilmiştir.

"Ben de hazır edilenlerden olurdum." buyruğu hakkında el-Ferra şöy­le demiştir: Yani elbette ben de cehennemde seninle birlikte bir arada bu­lundurulurdum. şekli, ancak kötü hususlar hakkında mutlak olarak kul­lanılır. Bu açıklamayı da el-Maverdî yapmıştır.

"Gördün mü? İşte biz ölümü tatmayacağız." buyruğundaki: "Ölümü tat(ma)yacağız" lafzı:şeklinde de okunmuştur.

"..mü... ma"deki hemze "atıf fe"sinin başına gelmiş istifham (so­ru) edatıdır. Matuf (üzerine atfedilen şey ise) hazfedilmiş olup bu:

"İşte biz ebediyiz ve nimetler içinde bulunuyoruz. Ne ölürüz, ne de azab görüyoruz. Öyle değil mi?" demektir.

"İlk ölümümüzden sonra" ifadesi birincisinden olmayan bir istisnadır. Bu istisna da mastar olur, çünkü o sıfat almıştır.

Bu ifadeler, cennet ehli meleklere ölümün boğazlanacağı sırada söyleye­cekleri sözlerdir. O vakit şöyle denilecek: Ey cennet ehli! Ebedisiniz, ölüm olmayacaktır ve ey cehennem ehli, ebedisiniz ölüm de olmayacaktır.[22]

Başka bir açıklamaya göre bunları mümin kişinin yüce Allah'ın nimetle­rini dile getirmek anlamında olmak üzere ölmeyeceklerini ve azab da gör­mediklerini söyleyeceği sözlerdir. Bu da; işte bizim halimiz ve niteliğimiz bu­dur demektir.

Bir diğer açıklamaya göre bu, mü'minin kâfire dünyada iken ölümden son­ra dirilişi inkâr ettiği ve ölümün dünyadan başka bir yerde sözkonusu olma­dığını söylemesi dolayısıyla, azarlamak üzere söyleyeceği bir sözdür.

Daha sonra mü'min içinde bulunduğu hale işaret etmek üzere şöyle di­yecektir:

"Şüphesiz ki bu büyük kurtuluşun ta kendisidir." Bu buyruktaki: "Ta kendisi" mübtedadır, ondan sonrası ise ona dair bir haberdir. Cüm­le de bütünüyle Şüphesiz ki" edatının haberidir. Bununla birlikte: "Ta kendisi" lafzının fasl zamiri olması da mümkündür.

"İşte çalışanlar böylesi için çalışsınlar." Bu sözlerin de; yüce Allah'ın cen­nette kendisi için neler hazırladığını ve kendisine neler verdiğini görmesi üze­rine, mü'min kimsenin söyleyeceği sözlerden olma ihtimali vardır. O bunla­rı göreceği vakit: "İşte çalışanlar böylesi" bağış ve lütuflar için "çalışsınlar"

demiş olacaktır. Onun bu sözleri ise (dünyada iken) kâfirin kendisine söy­lemiş olduğu: "Ben malca senden daha zenginim, sayıca da senden güçlü­yüm" (el-Kehf, 18/34) buyruğuna karşılık bir cevaptır.

Bu sözlerin, meleklerin söyleceği sözlerden olma ihtimali de vardır. Bir diğer görüşe göre bunlar yüce Allah'ın dünyadakilere söylediği sözlerden­dir. Yani sizler artık cennette ne tür hayır ve mükâfatların bulunduğunu işit­miş bulunuyorsunuz. İşte "çalışanlar böylesi" mükâfat "için çalışsınlar."

en-Nehhas der ki: İfade -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya-: "( lâ» juJ djJUUJl J»jJi ): artık amel ediversin, amel edenler bunun benzeri için" takdirindedir. Bir kimse: Arapçada "fe" (tercümede: artık) ikincisinin birin­cisinden sonra olduğuna delalet eder. Burada "fe"den sonra getirilen ifade­lerin takdim niyeti ile söylenmesi nasıl mümkün olabilir? diyecek olursa, ce-vab şudur: (Bu gibi yerlerde) takdim de te'hir gibidir. Çünkü cer harfleri ile onlardan sonra gelen ifadenin hakkı müteahhir olmak (sonradan gelmek)dir. [23]

 

62. Ziyafet olarak bu mu hayırlıdır, yoksa Zakkum ağacı mı?

63- Biz onu zalimler için bir fitne kıldık.

64. Muhakkak o, cehennemin dibinden çıkan bir ağaçtır.

65. Onun meyvesi şeytanların başları gibidir.

66. İşte muhakkak onlar bu ağaçtan yiyecekler ve ondan karınla­rım dolduracaklar.

67. Sonra onun üzerine kaynamış sudan bir katkıları olacaktır.

68. Sonra dönüşleri muhakkak cehenneme olacaktır.

 

"Ziyafet olarak" anlamındaki: lafzı, beyan (temyiz olarak) nasb edil­miştir. "Bu mu hayırlıdır?" buyrukları mübteda ve haberdir. Bu buyruklar yüce Allah'ın (bize hitaben) söyledikleridir. Ziyafet olarak cennetin nimet­leri mi hayırlıdır "yoksa Zakkum ağacı mı?" hayırlıdır, demektir.

"NüzuL Ziyafet" sözlükte -en-Nehhas'ın belirttiği gibi- genişçe rızık demektir. "Nüzl" de böyledir. Ancak "ze" harfi sakin olmak üzere "nüzl"in ayrı bir söyleyiş olması mümkün olduğu gibi, bunun aslının "nüzul" olması da mümkündür. "Onlara nüzulleri (ikramları) yapıldı" tabiri de bu­radan gelmektedir. Bunun türediği asıl ise, varlığı halinde konaklamalarına ve orada bir süre ikamet etmelerine elverişli olan gıdanın bulunmasıdır. Bu­na dair açıklamalar daha önceden Al-i İmran Sûresi'nin sonlarında (3/190-200 âyetler, 20 ve 21. başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır.

Zakkum ağacı" da tiksinti verici olduğu ve kokuşmuşluğu dolayısıyla ol­dukça gayret harcayarak yutmak demek olan: "Zıkkımlanmaktan tü­remiştir.

Müfessirler derler ki: Bu ağaç (cehennemin) altıncı kapısındadır. Normal ağaçlar suyun serinliği ile canlandığı gibi, bu ağaç da ateşin alevi ile canla­nır. Cehennemliklerden olup da onun daha yukarılarında bulunan kimsele­rin buraya gelerek bundan yemeleri kaçınılmaz olduğu gibi, ondan daha aşa­ğıda bulunanlar da ona çıkarlar.

Acaba bu ağaç Arapların bilip tanıdıkları dünya ağaçlarından mıdır, de­ğil midir, hususunda iki farklı görüş vardır. Bir görüşe göre bu dünya ağaç­larından olup bilinen bir ağaçtır. Bu görüşü kabul edenler hangi ağaç oldu­ğu hususunda kendi aralarında ihtilaf etmişlerdir. Kutrub der ki: Bu Tihame taraflarında yetişen ve en berbat ağaçlarından birisi olan oldukça acı bir ağaç­tır. Başkası, bu öldürücü bir bitkidir, demektedir.

İkinci görüşe göre de bu, dünya ağaçlarından tanınan bir ağaç değildir. Zakkum ağacı hakkındaki bu âyet-i kerime nazil olunca, Kureyş kâfirleri: Biz bu ağacı tanımıyoruz, dediler. Afrika'dan bir adam onların yanına geldiğin­de ona sordular, o da: Bize göre bu tereyağı ve hurma demektir. Bunun üze­rine İbn ez-Ziba'rî: Allah evimizdeki zakkumu çoğaltsın, dedi. Ebu Cehil de cariyesine: Haydi bizi zıkkımlandır deyince, ona tereyağı ve hurma getirdi. Sonra da arkadaşlarına: Zıkkımlanın, işte Muhammed'in bizi kendisi ile kor­kuttuğu budur. Üstelik o, ateş ağacı yakıp bitirdiği halde ateşin ağaç bitirdi­ğini iddia etmektedir, dedi.

"Biz onu zalimler" müşrikler "için bir fitne kıldık." Çünkü onlar: Ateş ağa­cı yaktığı halde cehennem ateşinde nasıl ağaç olur, demişlerdi. Bu anlamda­ki açıklamalar daha önce el-İsra Sûresi'nde (17/60. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Onların bu hususu bu şekilde alaya almaları, yüce Allah'ın: "Onun üzerinde ondokuz (melek) vardır." (el-Müddessir, 74/30) buyruğu ile ilgili söyledikleri: Bu sayının özellikle belirlenmesinin sebebi nedir? deme­lerine benzer. Hatta kimileri: Ben onlardan şu kadarı ile baş ederim, siz de diğerlerini halledin, diyecek noktaya kadar gelmişti. Bunun üzerine yüce Al­lah da: "Onların sayısını da inkâr edenler için ancak bir fitne kıldık" (el-Muddessir, 74/31) diye buyurmuştu.

Fitne, sınamak demektir. Onların bu sözleri cahilliklerinden kaynaklanı­yordu. Çünkü yüce Allah, cehennem ateşinde tasmalar, zincirler, yılanlar, ak-rebler, ateşin bekçilerini yarattığı gibi, orada ateşin türünden ve ateşin yiyip bitirmediği bir ağaç yaratması aklen imkansız bir şey değildir.

Şöyle de denilmiştir: Kâfirlerin uzak bir ihtimal olarak gördükleri bu hu­sus, şu an inkarcıların içine düştüğü durumu andırmaktadır. Öyle ki bu in­karcılar cenneti ve cehennemi ruhları etkileyen bir nimet yahut bir ceza ola­rak yorumladılar, amellerin tartılmasını, Sırat'ı, Levhi, Kalemi de kendilerin­ce uydurdukları birtakım anlamlara göre açıkladılar. Onların bu açıklamala­rı ise müslümanların şer'î kaynaklardan anladığından farklı açıklamalardır. Oysa aklen kavranılması zor herhangi bir hususu haber-i sadık (doğru ha­ber) ifade edecek olursa, takınılması gereken tutum -onun bir te'vüinin ya­pılması mümkün olsa dahi- tasdik edilmesidir. Diğer taraftan müslümanla­rın icma ile batıl kabul ettikleri bir hususta te'vilde bulunmak caiz değildir. Müslümanlar ise bu gibi hususları batın ilmine başvurmaksızın olduğu gibi kabul etmek üzere icma etmişlerdir.

Âyet-i kerimedeki "fitne"nin zalimlere verilecek ceza anlamında olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Fitnenizi (azabı­nızı) tadın! İşte bu çabucak gelmesini istediğinizdir." (ez-Zariyat, 51/14)

"Muhakkak o, cehennemin dibinden çıkan bir ağaçtır." Yani bu ağaç cehennemin dibinden çıkar. Kaynağı orasıdır, sonra da dalları cehennemin diğer yerlerine uzanır.

"Onun meyvesi" yani mahsulünün: diye adlandırılması; çıkması, ağaçta görülmesi dolayısıyladır.

"Şeytanların başları gibidir." Bizatihi şeytanları kastettiği söylenmiştir. Onun mahsullerini çirkinlikleri dolayısıyla şeytanların başlarına benzetmiş­tir. Şeytanların başları görünen bir şey olmasa dahi, insan hayalinde tasav­vur olunan bir şeydir. Nitekim Arapların çirkin olan herbir şeye "o şeytana benzer" demeleri güzel olan herbir surete de: "o melek suretine benziyor" demeleri de bu kabildendir. Yüce Allah'ın Yusuf (a.s)'ı gören kadınların du­rumunu haber verirken: "Bu bir beşer değildir. Bu ancak çok şerefli bir me­lektir." (Yusuf, 12/31) dediklerini haber verdiği ifadeler de bu kabildendir. Bu tahyili bir benzetmedir. Bu anlamdaki bir açıklama İbn Abbas ve el-Ku-razî'den de rivayet edilmiştir. İmruu'l-Kays'ın şu mısraındaki canlandırma da bu kabildendir:

"Uçları öyle parlak ve keskin (oklar) ki; gulyabanilerin azı dişleri gibidir."

Gulyabaniler her ne kadar bilinmiyor ise de hayalde onların çirkinlikle­rini tasavvur ettiğinden dolayı (bu benzetmeyi) yapmıştır.

Yüce Allah da: "İns ve cin şeytanlarını..." (el-En'am, 6/112) diye buyur­muştur. İnsanların azgın olanları gözle görülen şeytanlardır. Sahih hadiste de şöyle buyurulmaktadır: "Sanki onun hurmaları şeytanların başları gibidir."[24]

Araplardan pekçok kimse şeytanları ve gulyabanileri gördüğünü iddia et­miştir. ez-Zeccac ve el-Ferra şöyle demişlerdir: Şeytanlar başları ve başların­da ibikleri bulunan yılan çeşitleridir. Bunlar en çirkin ve en kötü, bedenen de en hafif olanlarıdır. Recez vezninde şair bir kadını, ibiği bulunan yılana benzeterek şöyle demektedir:

"Öyle huysuz bir kadın ki o da yemin eder ben yemin ettiğimde, Yılanların yuvalandığı yabani incirdeki ibikli yılan gibidir."

Bir başka şair de dişi devesinin yularını nitelendirirken[25] şunları söyle­mektedir:

"Hadramevt'linin yuları ile oynar,

Sanki o yular, cılız bitkileri bulunan kurak bir yerdeki yılanın

kıvrılması gibidir."

Bir başka açıklamaya göre bu, Yemen'de Esten ve Şeytan diye adlandı­rılan oldukça kötü bir bitkiye benzetilmiştir. en-Nehhas: Araplarca bu bili­nen bir şey değildir, demiştir. ez-Zemahşerî de şöyle demiştir: Bu meyvele­rine "şeytanların başlan" adı verilen çirkin görünümlü, acı, pis kokan kaba bir ağaçtır. en-Nehhas da şöyle demiştir: Şeytanların, çok çirkin bir çeşit yı­lan türü olduğu söylenmiştir.

"İşte muhakkak onlar bu ağaçtan yiyecekler ve ondan karınlarını dolduracaklar." Cennetliklerin rızkı yerine onların da yiyecekleri de, mey­veleri de budur. Yüce Allah el-Ğaşiye Sûresi'nde; "Onlar için dari'den başka bir yiyecek yoktur." (el-Ğaşiye, 88/6) diye buyurmaktadır. Bu da ile­ride gelecektir.

"Sonra" o ağaçtan yemelerinin arkasından "kaynamış sudan bir katkı­ları olacaktır."

Bu buyruktaki: Katmak, karıştırmak, demektir, diye söy­lendiği gibi, diye de söylenir. "Fakr ve fukr" söyleyişleri gibi. Bunun­la birlikte ("şin" ve "fe" harflerinin) üstün okunuşları daha yaygındır.

el-Ferra der ki: "Yiyeceğine ve içeceğine herhangi bir şey katıp karıştırdı" demektir. Mastarları: diye gelir. Yüce Allah bu buy­ruğu ile yiyeceklerine katkı konulacağını bildirmektedir. (Bu katkının adı olan): "el-Hamim" oldukça sıcak su demektir. Böylece bu katkı ile yedikle­rinin daha kötü olması sağlanacaktır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "Bağırsaklarınıparamparça eden kaynar sudan içirilen kimseler..." (Muhammed, 47/15)

es-Süddî der ki: O Hamîm (kaynar su); onlara gözlerinin yaşı olan ğassak ve cerahat ve kanlarının irini ile karıştırılacaktır.

Bir başka görüşe göre azaplarının ağırlaştırılması, musibetlerinin tekrar­lanması, Zakkumun acılığı ile hamim (çok sıcak su)'in sıcaklığını bir arada tatmaları için, zakkumlarına kaynar su (hamim) karıştırılacaktır.

"Sonra dönüşleri muhakkak cehenneme olacaktır." Denildiğine göre bu onların Zakkumu yiyecekleri vakit cehennem ateşi azabından bir başka azapta olacaklarını, sonra da cehenneme döndürüleceklerini göstermektedir.

Mukatil de şöyle demektedir: Hamim (kaynar su), Cahim'in dışındadırlar. Onlar oradan içmek için hamime gelirler, sonra tekrar Cahime geri döndü­rülürler. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte bu günahkârların ya­lan saydığı cehennemdir. Onlar bunun ile sıcak su (Hamim) arasında gidip geleceklerdir." (er-Rahman, 55/43-44)

İbn Mesud da bu buyruğu: "Sonra onların döndü­rülecekleri yer muhakkak Cahim (Cehennem) olacaktır" diye okumuştur.

Ebu Ubeyde de şöyle demiştir: Buradaki: "Sonra" edatının "vav: ve" anlamında olması mümkündür. el-Kuşeyrî de şöyle demektedir: Hamim (kaynar su)'in cehennemin bir tarafında bir yerde olma ihtimali de vardır.

tt[26]

 

69.  Muhakkak onlar atalarını sapık kimseler olarak bulmuşlardı.

70. Yine de onların izleri üzere sürat ve ısrarla koşturuluyorlar.

71. Andolsun ki onlardan önce olanların bir çoğu sapıtmıştı.

72. Ve andolsun ki onlar arasında uyarıp korkutan (peygamber)ler göndermiştik.

73. Bir bak, o korkutulanların akıbeti nasıl oldu?

74. Ancak Allah'ın ihlasa ulaştırılmış kulları müstesna.

 

"Muhakkak onlar atalarını sapık kimseler olarak bulmuşlardı." Yani ata­larını bu halde buldular, buna rağmen onlara uydular.

"Yine de onların izleri üzere sürat ve ısrarla koşturuluyorlar." Kata-de'den rivayete göre hızlıca koşturuluyorlar. Mücahid: Koşar şekilde... diye açıklamıştır.

el-Ferra da şöyle demiştir: "Titreyişli bir şekilde hızlıca koş­mak" demektir. Ebu Ubeyde de şöyle demiştir: Onlar arkalarından ısrarla koş­turuluyorlar. el-Müberred'in açıklaması da buna yakındır. O şöyle demiştir: "Israrla koşmaları istenen, teşvik edilen" kimseye denilir. Mesela: "Soğuğun etkisi ile filan kişi ateşin yanına hızlıca geldi" denilir. Rahatsız olacak kadar hızlıca sürükleniyorlar, diye de açıklanmıştır ki, bu açıklamayı el-Fadl yapmıştır. ez-Zeccac der ki: ısrarla teşvik edilerek ve hızla gitmesi istenenin durumunu anlatmak için: şekilleri kul­lanılır. "Andolsun ki onlardan önce" geçmiş ümmetlerden "olanların bir çoğu sapıtmıştı."

"Ve andolsun ki onlar arasında uyarıp korkutan" onları azabı hatırla­tarak uyaran peygamber "ler göndermiştik." Ancak onlar yine de kâfir ol­muşlardı.

"Bir bak, o korkutulanların" sonunda "akıbeti nasıl oldu?"

"Ancak Allah'ın ihlasa ulaştırılmış" yani Allah'ın küfürden kurtarmış ol­duğu "kulları müstesna." Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Hicr, 15/'40. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Ayrıca bu istisnanın "korkutulanların" lafzından istisna olduğu söylen­diği gibi, yüce Allah'ın: "Andolsun ki onlardan önce olanların bir çoğunu sapıtmıştık" buyruğundan istisna olduğu da söylenmiştir. [27]

 

75. Andolsun ki Nuh, Bize seslenmişti. Biz ne güzel karşılık veren­leriz!

76. Ve Biz, onu ve ehlini büyük gamdan kurtardık.

77. Zürriyetini de sürekli baki kalanların ta kendileri kıldık.

78. Sonra gelenler arasında ona (iyi bir ün) bıraktık.

79. Alemler içinde Nuh'a selam olsun.

80. Muhakkak Biz, ihsan edicileri böyle mükâfatlandırırız.

81. Muhakkak o, Bizim mü'min kullarımızdandır.

82. Sonra diğerlerini suda boğduk.

 

"Andolsun ki Nuh, Bize seslenmişti." Onun bu seslenişi yardım istemek anlamında idi. Denildiğine göre o, kavminin helak edilmesini dileyerek dua etmiş ve: "Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden dönüp dolaşan bir kimse bırak­ma!" (Nuh, 71/26) diye dua etmişti.

"Biz ne güzel karşılık verenleriz!" el-Kisaî: Biz, onun duasına ne güzel karşılık verenleriz! diye açıklamıştır.

"Ve Biz, onu ve ehlini" yani onun dinine mensup olanları "büyük gam­dan" suda boğulmaktan "kurtardık."

Onun ehli, onun dinine mensup ve onunla iman eden kimselerdir. Önceden (Hud, 11/40. âyetin tefsirinde) açıklandığı üzere bunlar seksen kişi idiler.

"Zürriyetini de sürekli baki kalanların ta kendileri kıldık" buyruğu hak­kında İbn Abbas şöyle demiştir: Nuh gemiden çıktıktan sonra onunla bera­ber bulunan erkekler ve kadınlar -onun çocukları ve hanımları müstesna- hep öldüler. İşte yüce Allah'ın: "Zürriyetini de sürekli baki kalanların ta ken­dileri kıldık" buyruğu bunu anlatmaktadır.

Said b. el-Müseyyeb de dedi ki: Nuh'un üç çocuğu vardı. Bütün insanlar Nuh'un bu çocuklarındandır: .Sam, Arapların, İranlıların, Rumların, Yahudi ve Hristiyanların babasıdır. Ham ise doğudan batıya kadar bütün siyahilerin ba­basıdır. Sind, Hind, Nube (Sudan), Zenciler, Habeşliler, Kıbtiler, Berberile­rin ve diğerlerinin. Yafes ise Slavların, Türklerin, Lanların, Hazerlilerin, Ye'cuc, Me'cuc ve oralarda bulunanların babasıdır.

Bir kesim de şöyle demiştir: Nuh'un çocuklarından başkalarının soyları da devam etmiştir. Buna delil de yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Ey Nuh ile bir­likte taşıdıklarımızın soyundan gelenler!" (el-İsra, 17/3); "Denildi ki: Ey Nuh Bizim katımızdan selametle in. Sana ve seninle bulunan ümmetlere de hayır ve bereketler olsun. (Diğer) ümmetler de vardır ki, Biz onları da fay­dalandıracağız. Sonra onlara bizden can yakıcı bir azab dokunacaktır." (Hud, 11/48) Buna göre: "Zürriyetini de sürekli baki kalanların ta kendi­leri kıldık" âyeti, kâfir olanların dışındakilerin zürriyetini kastetmektedir. Çün­kü biz kâfir olanların zürriyetlerini suda boğduk, demek olur.

"Sonra gelenler arasında" bütün ümmetler arasında "ona" övülmeye de­ğer güzel bir ün "bıraktık." Nuh (a.s) herkes tarafından sevilen bir peygam­berdir. Hatta mecusiler arasında onun "Efridun" olduğunu söyleyenler dahi vardır. Bu anlamdaki açıklama Mücahid ve başkalarından rivayet edilmiştir.

el-Kisaî'nin iddiasına göre bu buyrukta iki takdir vardır. Birincisi: "Son­ra gelenler arasında ona" onun hakkında bu güzel övgüyü "bıraktık. Alemler içinde Nuh'a selam olsun" denilir. Ebu'l-Abbas el-Müberred'in görüşü de budur. Yani Biz, bu sözü onun hakkında kalıcı kıldık, yani ona selam söyler dururlar, ona dua ederler. Buna göre bu ("Nuh'a selam olsun" ifadesi) başkasının söylediği nakledilen ifadelerdendir.

Yüce Allah'ın: "(Bu) indirdiğimiz... bir sûredir." (en-Nur, 24/1) buyruğu­na benzemektedir diyen görüşe göre ise, mana: Biz, onun hakkında bunla­rı bıraktık, anlamındadır, ifade burada tamamlanmaktadır. Daha sonra yeni bir ifade ile "Nuh'a selam olsun" diye buyurmaktadır. Yani "sonra gelen­ler arasında" kendisinden kötü bir şekilde sözedilmekten yana o esenliğe kavuşturulmuştur, demek olur.

el-Kisaî dedi ki: İbn Mesud'un kıraatinde: "Bir selam" lafzı "Bıraktık" ile nasb halindedir. Yani Biz, ona güzel övgü ve bir selam bıraktık, demektir.

"Sonra gelenler arasında" Muhammed (sav)'ın ümmeti arasında demek olduğu söylendiği gibi, diğer peygamberler arasında diye de açıklanmıştır. Çünkü ondan sonra ne kadar peygamber gönderilmiş ise mutlaka o peygam­bere Nuh (a.s)'a uyması emredilmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "O... dinden Nuh'a tavsiye ettiğini... size de şeriat yaptı." (eş-Şura, 42/13) diye buyurmaktadır.

Said b. el-Müseyyeb dedi ki: Bana ulaştığına göre kim akşamı ettiği va­kit: "Alemler içinde Nuh'a selam olsun" diyecek olursa, onu akreb sokmaz. Bunu da Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr) "et-Temhid" adlı eserinde zikretmiştir.[28]

Muvatta'da. da Havle bint Hakim'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Her kim bir yerde konaklayacak olursa, Allah'ın eksiksiz kelimeleri ile yarattıklarının şerrinden Allah'a sığınırım, desin. Oradan ayrılıp gidinceye kadar hiçbir şey ona asla zarar vermeyecektir. "[29]

Yine Muvatta'da Ebu Hureyre'den gelen rivayete göre Eslemlilerden bir adam şöyle demiş: Bu gece gözüme uyku girmedi. Bunun üzerine Rasûlul­lah (sav): "Neden dolayı?" diye sorunca, şöyle demiş: Beni bir akreb soktu. Bu sefer Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Eğer sen akşamı ettiğin vakit, Allah'ın eksiksiz kelimeleri ile Allah'ın yarattıklarından O'na sığınırım, demiş olsay­dın sana zarar vermezdi."[30]

"Muhakkak Biz, ihsan edicileri böyle mükâfatlandırırız." Onlardan güzellikle sözedilmesini baki kılarız. Böyle" lafzındaki "kef" nasb ma-hallindedir. Bunun gibi bir mükâfatla... demektir.

"Muhakkak o Bizim mümin kullar anızdandır." Bu buyruk da onun ih­san ediciliğini açıklamaktadır.

"Sonra diğerlerini" yani kâfir olanları "suda boğduk." (Diğer anlamın­daki: aher'in) çoğulu: şeklinde gelir. Bu kelimede aslolan: ile bir­likte kullanılmasıdır. Ancak bu hazfedilmiştir, çünkü anlam bilinmektedir. Bir şeyin "diğer" olması için mutlaka onun cinsinden bir şeyin ondan önce ol­ması gerekir. Buradaki: Sonra" ifadesi arada bir zaman fasılasını anlatmak için değildir. Nimetleri sayıp dökmek içindir. Yüce Allah'ın şu buy­ruğunda olduğu gibi: "Yahut topraklara düşmüş bir yoksula, sonra da iman edenlerden... olmasıdır." (el-Beled, 90/16-17) Bu da şu demek olur: Son­ra size şunu haber vereyim ki; Ben diğerlerini suda boğdum. Bunlar ise iman etmekten geri kalan kimselerdir. [31]

 

83. Muhakkak İbrahim de onun izinden gidenlerdendi.

84. Çünkü o Rabbine selim bir kalb ile gelmişti.

85. Hani babasına ve kavmine: "Nelere ibadet ediyorsunuz?" de­mişti.

86. "Yalan ve iftira ederek, Allah'tan başka ilahları mı istiyorsunuz?

87. "Alemlerin Rabbi hakkında zannınız nedir?"

88. Derken yıldızlara bir defa baktı da:

89. "Muhakkak ben hastayım" dedi.

90. Ondan yüz çevirip uzaklaştılar.

 

"Muhakkak İbrahim de onun izinden gidenlerdendi" buyruğu hakkın­da İbn Abbas dedi ki: Onun dinine mensub olanlardandı, demektir. Müca-hid de: Onun yolu ve sünneti üzerinde gidendi, demektir, diye açıklamıştır. el-Esmaî der ki: Şia (mealde: izinden giden); yardımcı olan kimseler demek­tir. Bu da: den alınmıştır ki, budunun alev alması maksadı ile büyük odunlar ile birlikte yakılan küçük odun (tahta) parçaları demektir.

el-Kelbî ve el-Ferra da şöyle demiştir: Yani şüphesiz Muhammed'in izin­den gidenlerden birisi de İbrahim'dir. Buna göre buradaki: "Onun izinden" lafzındaki zamir, Muhammed (sav)'a aittir. Birinci açıklamaya gö­re ise Nuh (sav)'a aittir, daha kuvvetli görülen de budur. Çünkü daha önce sözkonusu edilen de o idi. Ayrıca Nuh ile İbrahim (a.s) arasında sadece iki peygamber gelip geçmiştir. Bunlar da Hud ile Salih peygamberlerdir. Nuh ile İbrahim arasında ise 2640 yıl geçmiştir. Bunu da ez-Zemahşerî nakletmiştir.

"Çünkü o Rabbine" şirkten ve şüpheden arınıp kurtulmuş "selim bir kalb ile gelmişti." Avf el-A'rabî dedi ki: Muhammed b. Sîrîn'e: Selim kalb nedir? diye sordum, o da: Allah'ın yarattıkları arasında Allah'a samimiyet ile bağlı kalan demektir, diye cevab verdi.

Taberî de Galib el-Kattan, Avf ve diğerlerinden naklettiğine göre Muham­med b. Şîrîn hacılara şöyle dermiş: Ebu Muhammed zavallı bir kimsedir. Eğer Allah onu azaplandıracak olursa, günahları dolayısıyla ona azab eder. Eğer ona mağfiret ederse, ne mutlu ona! Şayet kalb.i selim birisi ise hiç şüphesiz kendisinden daha hayırlı olan kimseler bile günah işlemiştir. Avf dedi ki: Ben Muhammed'e peki selim kalb nedir? diye sordum. Dedi ki: Allah'ın hak, kı­yametin mutlaka gerçekleşecek olduğunu, Allah'ın kabirdekileri de mutlaka diriltileceğim bilmesidir.

Hişam b. Urve dedi ki: Babam bize şöyle derdi: Çocuklarım lanet okuyan kimseler olmayın. Siz İbrahim (a.s)'ın asla hiçbir şeye lanet okumadığını bil­miyor musunuz? O bakımdan yüce Allah: "Çünkü o Rabbine selim bir kalb ile gelmişti" diye buyurmuştur.

Rabbine selim bir kalb ile gelmesinin iki anlama gelme ihtimali vardır: Bi­rincisi o başkalarını Allah'ı tevhid etmeye ve O'na itaat etmeye davet etmesi sırasında selim bir kalbe sahipti, ikincisi ateşe atıldığı sırada kalbi selimdi.

"Hani babasına" adı Azer'di. Buna dair açıklamalar da (el-En'am, 6/74. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Ve kavmine: Nelere ibadet ediyorsunuz? demişti" buyruğundaki: Ne" mübteda olarak ref mahallinde; "...lere" de onun haberi durumun­dadır. Bununla birlikte her ikisinin "ibadet ediyorsunuz" fiili ile nasb mahal­linde olması da mümkündür.

Yalan ve iftira ederek" buyruğu mef'ulun bih olarak nasb mahal-lindedir. Yani siz yalan ve iftira mı istiyorsunuz? demek olur. el-Muberred de der ki: Yalanın en kötü şekli"dir. Bu da bir türlü karar kılamayan ve sürekli kararsızlık gösteren şey demektir. "Altlarındaki yer, üstlerine geldi" ifadesi de buradan gelmektedir.

"İlahları mı?" buyruğu "yalan ve iftira" lafzından bedeldir.

"Allah'tan başka" yani Allah'tan başkasına mı ibadet ediyorsunuz?[32]

Bununla birlikte şu anlamda hal olması da mümkündür: Sizler yalan ve iftira eden kimseler olarak, Allah'tan başka ilâhlar mı istiyorsunuz? (Mealde olduğu gibi).

"Alemlerin Rabbi hakkında zannınız nedir?" Onun huzuruna başkası­na ibadet etmiş olarak vardığınız vakit ne (göreceğinizi) zannedersiniz? Bu bir sakındırmadın Yüce Allah'ın: "O kerim Rabbine karşı seni aldatan ne­dir?" (el-İnfitar, 82/6) buyruğu gibi bir sakındırma demektir. Bunun: Sizler ne gibi yanılgılara düştünüz ki, sonunda Ona başkasını ortak koşacak ka­dar ileri gittiniz anlamında olduğu da söylenmiştir.

"Derken yıldızlara bir defa baktı da: Muhakkak ben hastayım, dedi."

buyruğu ile ilgili olarak İbn Zeyd babasından şöyle dediğini nakletmektedir: Kralları ona: Yarın bizim bayramımızdır. Bizimle birlikte bayrama çık, diye haber gönderdi, o da doğmakta olan bir yıldıza baktı ve: Bu yıldız ben has­ta olacağım vakit doğar, dedi. Yıldızlar ilmi, kullandıkları ve gözlemledikle­ri bir bilgi idi. Böylelikle o bu bakımdan onlara bu hissi verdi, kendi inanç­larına uygun bir mazeret ortaya koymuş oldu. Çünkü kavmi çobanlık ve çift­çilik yapan bir kavimdi. Bu iki geçim yolunun ise yıldızları gözlemlemeyi ge­rektirdiği açıktır.

İbn Abbas dedi ki: Yıldızlar ilmi. peygamberliğin kapsamı içerisindeydi. Yüce Allah Yuşa b. Nun'a güneşin doğmasını geciktirince bunu ortadan kal­dırdı. Bundan dolayı İbrahim in yıldıza bakması nebevi bir ilim idi.

Cuveybir de ed-Dahhak'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Yıldızlar ilmi İsa (a.s) dönemine kadar kalmışta Nihayet onun görülmesinin (ve yerinin bi­linmesinin) sözkonusu olmadığı bir yerde Hz. İsa'nın yanına girdiklerinde Meryem (selam ona) bu gelenlere: Siz onun yerini nereden bildiniz? diye so­runca, onlar da: Yıldızlardan dediler. Bunun üzerine İsa Rabbine dua ede­rek: Allah'ım, yıldızlar bilgisi ile onların bir şey kavramasına imkan verme. Artık kimse de yıldızlar ilmini bilmesin, dedi. Bunun sonucunda yıldızlardan hareketle hüküm vermek şeriatta yasak kılındı. İnsanlar arasında bu bilgi de bilinmeyen bir bilgi haline geldi.

el-Kelbî dedi ki: Onlar (İbrahim -a.s-in kavmi) Basra ile Küfe arasında Hur-muz Cerd diye bilinen bir kasabada idiler ve yıldızları gözetliyorlardı. Bu gö­rüşlerden birisidir.

el-Hasen ise şöyle demektedir: Yani onlar İbrahim (a.s)'a kendileriyle bir­likte dışarı çıkmasını teklif ettiklerinde ne yapacağı hususu üzerinde düşün­meye koyuldu. Buna göre anlam şöyle olur: O hatırına gelen görüş üzerin­de durdu ve düşündü. Bu türden karşısına çıkan husus hakkında düşündü, demek olur. Böylelikle o hayatta olan herkesin hastalanacağını öğrenmiş ol­duğundan ötürü "muhakkak ben hastayım (hastalanacağım)" dedi.

el-Halil ve el-Muberred derler ki: Bir kişi herhangi bir husus hakkında dü­şünüp onu planlamasını anlatmak üzere: "o kişi yıldızlara baktı" denilir.

Şöyle de açıklanmıştır: İbrahim (a.s)'ı beraberlerinde çıkmaya çağırdıkla­rı saat onun sıtmaya yakalandığı bir vakte rastlamıştı.

Bir başka açıklama da şöyledir: Yani o eşyaya baktı, bu eşyanın bir ya­ratıcısı ve onların işlerini çekip çeviren birisi olduğunu bildi. Kendisinin de bu eşya gibi halden hale değişeceğini anladığından: "Muhakkak ben hasta­yım" dedi.

ed-Dahhak da şöyle demiştir: "Ben hastayım" ben ölüm hastalığına yaka­lanacağım, demektir. Çünkü hakkında ölüm takdir edilmiş kimse çoğunluk­la önce hastalanır, sonra ölür. İşte bu bir tevriye ve kinayeli bir anlatımdır. Nitekim kral ona Sare'nin kim olduğunu sorduğunda, o benim kızkardeşim-dir, demiş ve bununla din kardeşliğini kastetmiştir.

İbn Abbas, İbn Cübeyr ve yine ed-Dahhak şöyle demişlerdir: O bu söz­leriyle taun gibi başkasına bulaşan bir hastalığa işaret etmişti. Onlar da ta­undan kaçan ve korkan kimselerdi. İşte;

"Ondan yüz çevirip uzaklaştılar" buyruğu bunu anlatır. Yani hastalığın kendilerine bulaşması korkusu ile kaçtılar.

Tirmizî el-Hakim rivayetle der ki: Bize babam anlattı, dedi ki: Bize Amr b. Hammad anlattı. O Esbat'dan, o es-Süddî'den, o Ebu Malik'ten, o Ebu Sa­lih'ten, o İbn Abbas'dan; ve Semura'dan, o el-Hemedanî'den, o İbn Mesud'dan dedi ki: İbrahim'in babası: Bizim bir bayramımız var. Eğer bizimle birlikte çı­kacak olursan dinimizi beğeneceksindir, dedi. Bayram günü gelince, İbra­him'in yanına geldiler, o da onlarla birlikte çıktı. Yolun bir yerinde kendi­sini yere attı ve: Ben gerçekten hastayım, ayağım ağrıyor, dedi. Yere yıkıl­mış iken onun ayağını çiğneyip geçtiler. Çekip gittiklerinde onların arkala­rından: "Vallahi... ben bu putlarınıza mutlaka bir tuzak kuracağım." (el-En-biya, 21/57) diye seslendi. Ebu Abdullah dedi ki: Bu, İbn Abbas ve İbn Cü-beyr'in söyledikleri ile çatışan bir şey değildir. Çünkü bu iki hususun da ol­muş olma ihtimali vardır.

Derim ki: Sahih(-i Buhârî)'de Peygamber (sav)'dan şöyle buyurduğu riva­yet edilmiştir: "İbrahim Peygamber (a.s) sadece üç defa yalan söylemiş­ti..."[33] Bu hadis daha önceden el-Enbiya Sûresi'nde (21/62-63- âyet, 2. baş­lıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bu ise onun gerçekten hasta olmadığına ancak ta'riz (üstü kapalı kaçamak ifade) kullandığına delildir. Yüce Allah da: "Mu­hakkak sen de öleceksin, hiç şüphesiz onlar da öleceklerdir" (ez-Zümer, 39/30) diye buyurmaktadır. O halde anlam şöyledir: Ben gelecekte hasta ola­cağım, onlar ise şu anda hasta olduğunu zannettiler. Bu da daha önceden be­lirttiğimiz gibi ta'rizli (üstü kapalı) ifadelerdendir. Çokça kullanılan bir mesel olan: "Hastalık olarak sağlıklı olmak yeterlidir" ifadesi ile Lebid'in şu be-yiti de bu kabildendir:

"Çokça dua ettim Rabbime gayretle, esenlik versin,

Ve bana sağlık versin diye, baktım ki sağlıklı oluş hastalığın kendisidir."

Bir kişi ansızın ölmüş, insanlar onun etrafını sarmışken: Sapasağlamken öldü dediler. Bunun üzerine bedevi bir Arap: Ölümü ense kökünde gezdi­ren bir kimse sağlıklı olabilir mi? dedi.

Buna göre İbrahim (a.s) bu sözü söylediğinde gerçeği ifade etmişti. Ancak peygamberlerin seçkinlikleri ve yüce Allah'ın nezdindeki konumlan dolayı­sıyla bu tutumu bir günah olarak değerlendirilmiştir. Bundan dolayı o şöyle demişti: "Kıyamet gününde bana günahımı bağışlamasını ümit ettiğim O'dur. "(eş-Şuara, 26/82) Bütün bu hususlar yeterli açıklamaları ile daha ön­ceden (el-Enbiya, 21/62-63- âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Bir açıklamaya göre o, kâfir oluşları sebebiyle nefsen rahatsız olduğunu anlatmak istemişti.

"Yıldız" anlamına gelen: in çoğulu da olabilir, tekil ve mas­tar (ve bir şeyin bir parçası, bölümü, taksidi anlamına) da olabilir. [34]

 

91. Sonra gizlice putlarına varıp: "Yemez misiniz?" dedi.

92. "Size ne oldu ki konuşmuyorsunuz?"

93. Sonra onlara sağ eli ile gizlice vurdu.

94. Hızlıca ona geldiler.

95. "Siz elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?" dedi.

96. "Halbuki sizi de, yapıp ettiklerinizi de Allah yaratmıştır."

 

"Sonra gizlice putlarına varıp" es-Süddî dedi ki: Onların yanına gidip... Ebu Malik: Onlara gidip... Katade: Onlara doğru gidip... el-Kelbî: Üzerleri­ne varıp... diye açıklamışlardır. Yönünü onlara doğru çevirip... anlamına gel­diği de söylenmiştir. Anlamlar birbirine yakındır.

Buna göre: "Meyletti, yöneldi, meyleder yönelir, mey­letmek yönelmek" demektir. "(jîlj Je»: Meyilli, eğimli yol" demektir. Şair de şöyle demiştir:

"Sana dil ucuyla tatlılık gösterir,

Ancak tilkinin sapıp gittiği gibi yanından uzaklaşıp gider."

"Yemez misiniz? dedi." Aklı başındaki varlıklara hitab eder gibi putlara hitab etti. Çünkü onlar putlarını bu duruma çıkarmışlardı. Aynı şekilde;

"Size ne oldu ki konuşmuyorsunuz?" buyruğu da böyledir. Denildiğine göre putların önünde bayramdan dönüşleri sırasında yemek maksadıyla bı­raktıkları yiyecekleri vardı. Bu yemekleri bırakmalarının sebebi ise -kendi ka­naatlerine göre- putlarının bereketinin yemeğe geçmesi idi. Bu yemekleri put bakıcılarına bıraktıkları da söylenmiştir. Bir başka açıklamaya göre İbrahim (a.s) alay olsun diye o putlara yemek sunmuş ve: "Yemez misiniz? Size ne oldu ki konuşmuyorsunuz?" demişti.

"Sonra onlara sağ eli ile gizlice vurdu" buyruğunda vuruşun özellikle "sağ el" ile sözkonusu edilmesinin sebebi, daha güçlü olması, onunla indirilen dar­benin daha ağır olmasından dolayıdır. Bu açıklamayı ed-Dahhak ve er-Ra-bî' b. Enes yapmıştır.

Bir başka açıklamaya göre buradaki "yemin (sağ)"den kasıt, onun: "val­lahi... ben bu putlarınıza mutlaka bir tuzak kuracağım" (el-Enbiya, 21/57) diye yaptığı yemindir.

el-Ferra ve Sa'leb şöyle demişlerdir: Bundan kasıt, putlara güçlü bir dar­be indirdiğidir. Yemin (sağ), güç demektir.

Bunun "adalet ile" anlamına geldiği de söylenmiştir. Burada yemin ada­let demektir. Yüce Allah'ın: "Eğer bazı sözleri uydurup Bize isnad etseydi, Biz onu elbette sağımızla alıverirdik" (el-Hakka, 69/44-45) buyruğunda da "yemin (sağ)" adalet ile... (ondan intikam alırdık), anlamındadır. Bu bakım­dan adalet için "yemin (sağ)", zulüm için ise "şimal (sol)" kullanılır. Nitekim düşman ve masiyetler sözkonusu edildiğinde "şimal"in, itaat sözkonusu edildiğinde ise "yemin"in kullanıldığı görülmektedir. Bundan dolayı da: "Gerçekten siz bize sağdan gelirdiniz" (es-Saffat, 37/28) diye buyurulmak-tadır ki, itaat cihetinden gelirdiniz, demektir.

Yemin müslümanın adaletli tarafıdır, şimal ise zulüm tarafıdır. Nitekim mü'min antlaşma (misak) gününde sağı ile yüce Allah'a bey'at edip söz vermiştir. O halde bey'at yemin ile yapılmıştır. İşte yarın mü'mine kitabının (amel defterinin) yemininden (sağından) verileceğinin sebebi budur. Çünkü o yaptığı bey'ate bağlı kalmıştır. Bey atini bozan ve yüce Allah'ın boyundu­ruğundan kaçıp kurtulan kimseye ise kitabı sol tarafından verilecektir. Çün­kü zulüm o taraftadır. Buna göre "sonra onlara sağ eli ile gizlice vurdu" buy­ruğu misak gününde yüce Allah'a bey'at etmiş olduğu o adaletin gereği ola­rak bunu yaptı ve bu dünyada vermiş olduğu bu sözü yerine getirmiş oldu, demektir. Bunun sonucunda da o putları kırıp döktü. Adeta un ufak etti. İş­te burada onun sağ eliyle vurması kuvvetle vurması anlamında değildir. Bu açıklamayı et-Tirmizî el-Hakim yapmıştır.

"Hızlıcaona geldiler." Hamza: "Hızlıca geldiler" buyruğunu "ye" harfi ötreli olarak: diye okumuştur. Diğerleri ise "ye" harfini üstün ile okumuşlardır. Hızlıca geldiler, demektir. Bu açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır.

Katade ve es-Süddî: Yürüyerek geldiler, diye açıklamışlardır. Anlamın hep birlikte, ağır ağır ve herhangi bir kimsenin putlarına bir zarar vermeyeceğin­den yana emin olarak geldiler, demek olduğu da söylenmiştir. Onlar yürü­mek ile koşmak arasında bir yürüyüşle geldiler, diye de açıklanmıştır. Deve kuşunun koşmaya başlaması (ve bunun için kanatları aç­ması)" tabiri de buradan gelmektedir. ed-Dahhak: Koşarak geldiler derken, Yahya b. Sellam kızgınlıklarından titreyerek geldiler anlamına geldiğini nak-letmiştir. Böbürlenerek geldiler, diye de açıklanmıştır ki bu açıklamayı da Mü-cahid yapmıştır. Gelinin kocasının evine zifaf için götü­rülmesi" tabiri de buradan alınmıştır. el-Ferezdak da şöyle demektedir:

"Aşılayıcı erkek develer dişilerinden önce koşarak geldi, Arkasından ise onlar (dişi develer) geldiler. Onlar da (aşırı soğuğun etkisinden) koşuyorlardı."

şeklinde ötreli okuyanların okuyuşu, başkalarını koşmak durumun­da bırakıyorlardı, anlamına gelir. Buna göre meful hazfedilmiş olur. el-Esmaî dedi ki: "Develeri koşmak zorunda bıraktım" demektir.

Bunların iki ayn söyleyiş olduğu, bu bakımdan: "O erkek­ler topluluğu koştular" denildiği gibi; "Gelini zifa­fa gönderdim" söyleyişleri hep aynı anlamdadır. "Gelinin zifafa gir­diği yer" anlamındadır. Bu açıklama el-Halil'den nakledilmiştir.

en-Nehhas dedi ki: "Ye" harfinin ötreli olarak okunuşu ile ilgili olarak Ebu Hatim bu söyleyişi bilmediğini iddia etmiştir. Ancak aralarında el-Ferra'nın bulunduğu ilim adamlarından bir topluluk, bunu bilmişlerdi. el-Ferra bunu Araplarıa: "Adamı uzaklaşmak zorunda bıraktım" tabirlerine benzetmiştir, "Onu bir kenara uzaklaştırdım" demek olur. el-Ferra ve başkaları şu beyiti zikrederler:

"Husayn kendi kavminin başına geçmeyi temenni etti, Fakat Husayn zelil edildi ve kahredildi."

Yani bu hale düşürüldü, işte "Sonunda bu şekilde koşacak nok­taya vardılar" anlamına gelir. Muhammed b. Yezid dedi ki: "Süratli­ce koşmak" demektir. Ebu İshak ise, bu deve kuşunun koşmaya ilk başlama­sı hali demektir, der. Ebu Hatim de şöyle demiştir: el-Kisaî birtakım kimse­lerin "fe" harfini şeddesiz olarak: diye, fiilinden: "Tarttı, tartar" gibi okuduklarını da iddia etmiştir.

en-Nehhas da şöyle demektedir: Bu Ebu Hatim'in naklettiğidir. Ebu Ha­tim ise el-Kisaî'den herhangi bir şey işitmiş değildir. el-Kisaî'den rivayet eden el-Ferra ise el-Kisaî'nin bu kelimeyi "fe" harfi şeddesiz olarak: şeklin­de bilmediğini rivayet etmektedir. el-Ferra dedi ki: Ben de bunu bu şekliy­le bilmiyorum. Ebu İshak dedi ki: Ancak onlardan başkaları bunu bilmiş bu­lunuyor. Çünkü: "Hızlandı, hızlanır" denilir. en-Nehhas dedi ki: Bu­nunla birlikte biz (bu kelimeyi): diye (şeddesiz) okuyan kimse oldu­ğunu da bilmiyoruz.

Derim ki: el-Mehdevî'nin naklettiğine göre bu Abdullah b. Yezid'in kıra­atidir.

ez-Zemahşerî "Hızlıca ona doğru itildiler" şeklinde meçhul bir fi­il olarak ve: şekli, "Deveye (hızlı yürümesi için) türkü çağır­dı" fiilinden gelen bir fiil olarak da (okunmuştur). Sanki ona doğru hızlıca gidişleri dolayısıyla biri diğerini itiyormuş gibi (ona doğru gittiler) demek olur.

es-Sa'lebî, el-Hasen, Mücahid ve İbn es-Semeyka'dan: "Deve kuşunun yürümek ile uçmak arası koşması"nı anlatan: den gelen ve "ra" harfi ile bir fiil olarak okuduklarını zikretmektedir.

"Siz elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?" dedi. Buyruğunda hazfedilmiş lafızlar vardır. Yani onlar: Bizim ilâhlarımıza bu işi kim yaptı de­diler. O da onlara karşı delil getirerek: "Siz elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz" dedi. Yani ellerinizle yonttuğunuz, düzelttiğiniz birtakım put­lara mı ibadet ediyorsunuz?

"Yontmak, düzeltmek ve fazlalıklarını almak, törpülemek" demek­tir. "Onu yonttu, yontar" demektir. ise "yontma neticesin­de çıkan artıklar"a denilir. da kendisi ile yontulan alet, yontma aleti demektir.

"Halbuki sizi de, yapıp ettiklerinizi de Allah yaratmıştır" buyruğunda-ki nasb konumundadır. Yani yüce Allah sizin yapıp ettiğiniz bu putla­rı da yaratmıştır. İster ağaç, ister taş, ister başka şeylerden olsun. Yüce Al­lah'ın şu buyruğuna benzemektedir: "Hayır, sizin Rabbiniz göklerle yerin Rabbi ve onları yoktan var edendir." (el-Enbiya,

Buradaki 'ın istifham (soru) edatı anlamında olduğu da söylenmiş­tir[35]

Onların yaptıklarını küçümsemektir, tahkir etmek anlamına gelir. Bu edatın nefy edatı olduğu da söylenmiştir. Yani bunu yapan sizler değilsiniz, onu yaratan Allah'tır.

Ancak en güzeli bu edatın fiil ile birlikte mastar olmasıdır. İfadenin tak­diri de şöyle olur: Halbuki Allah sizi de, sizin amelinizi de yaratmıştır. Ehl-i sünnetin mezhebi de budur. Onlara göre Allah fiillerin halikidir, kullar da o fiilleri kesbedenler (kazananlar)dır. Bu buyruk ile Kaderiye ve Cebri-ye'nin görüşleri iptal edilmekte, çürütülmektedir. Rivayete göre de Ebu Hu-reyre, Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğunu bildirmektedir: "Şüphesiz Al­lah her bir saniî (yapıcıyı) ve sanatını (onun yaptığını) yaratandır." Bunu es-Salebî zikretmiş olduğu gibi, Beyhakî de bunu Huzeyfe'den gelen bir hadis olarak rivayet etmiştir. Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Şüphesiz aziz ve celil olan Allah herbir saniî ve onun sanatını yaratmıştır. "[36] O halde halik de O'dur, sanî'de odur. O her türlü eksiklikten münezzehtir. Biz bu iki ismi "el-Kita-bu'l-Esna fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsna" adlı eserimizde açıkladık. [37]

 

97. Dediler ki: "Onun için bir bina yapın, sonra da onu alevli ate­şin içine atın."

98. Ona kötülük yapmak istediler. Biz de onları en aşağılıklar kıl­dık.

 

"Dediler ki: Onun için bir bina yapın" yani daha önce el-Enbiya Sûre-si'nde (21/68-69) açıklandığı üzere getirdiği delillerle onları yenik düşürün­ce, ona ne yapacakları hususunda birbirleriyle danıştılar ve: "Onun için bir bina yapın" dediler. Orayı odunla doldurun ve ateşe verin, sonra da onu bu ateşin içine atın. İşte (buyrukta sözü edilen): "Alevli ateş: cahim" budur.

İbn Abbas dedi ki: Onlar yukarı doğru uzunluğu otuz arşın olan taştan bir duvar inşa ettiler. Onu ateşle doldurdular, İbrahim'i de içine attılar.

Abdullah b. Amr b. el-As dedi ki: İbrahim (a.s) o ateşin yandığı yapıya atı­lınca: "Hasbiyallahu ve ni'me'l-vekil: Bana Allah yeter, O ne güzel vekildir" dedi.

"el-Cahim: Alevli ateş" lafzındaki elif ve lam zamire delalet etmektedir ki "onun alevli ateşine..." demektir ki, bu da o binanın içindeki alevli ateş an­lamındadır.

Taberî'nin naklettiğine göre bunu söyleyen kişinin adı Heyzen olup Fa-risîlerin, bedevilerinden olan bir adamdır. Onların göçebeleri Türklerdir. Şu hadiste kendisinden sözedilen kişi odur: "Bir adam giyindiği elbisesi ile bö­bürlenerek yürüyor iken yerin dibine geçirildi. Kıyamet gününe kadar yerin dibine geçirilmeye devam edecektir. "[38] Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Ona" İbrahim'e "kötülük" anlamındaki "el-keyd" hile ve tuzak demek­tir. Yani onu helak etmek için hileye başvurmak "istediler. Biz de onları en aşağılar kıldık." Kahredilmişler, yenilgiye uğrayanlar kıldık. Çünkü onların bertaraf etme imkanını bulamadıkları bir şekilde delili ortaya çıkmış oldu. On­ların hile ve tuzakları, onun doğruluğunun delilini hiçbir şekilde çürüteme­di, etkileyemedi. [39]

 

99. Dedi ki: Ben Rabbime gidiciyim. Pek yakında beni doğru yola iletecektir.

100. "Rabbim, bana salihlerden bağışla!"

101. Biz de ona itaatkâr bir oğul müjdesini verdik.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [40]

 

1- Hicret ve İnsanlardan Ayrılmak:

 

Bu âyet-i kerime hicret ve uzlete çekilmek hususunda asli bir dayanak­tır. Bu işi ilk yapan kişi İbrahim (a.s)'dır. Bu da yüce Allah'ın onu ateşten kur­tarması sırasında olmuştur.

"Dedi ki: Ben Rabbime gidiciyim." Yani kavmimin ve doğum yerim olan yerden Rabbime ibadet etme imkanı bulacağım yere hicret edeceğim. Çünkü niyet ettiğim bu hususta "pek yakında beni doğru yola iletecektir."

Mukatil dedi ki: İnsanlar arasında Lut ve Sara ile birlikte Arz-ı Mukaddes'e -ki Şam topraklarıdır- ilk hicret eden kişi odur.

Ben amelim ve ibadetimle, kalbim ve niyetimle gidiyorum, diye de açık­lanmıştır. Buna göre onun gitmesi beden ile değil, amel iledir. Buna dair açık­lamalar yeterli şekliyle el-Kehf Sûresi'nde (18/10. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bu­lunmaktadır.

Birinci görüşe göre ise Şam topraklarına ve Beytu'l-Makdis'e hicret etmek suretiyle (Rabbime gidiciyim) demek olur.

Şöyle de açıklanmıştır: O önce Harran'a doğru gitti ve orada bir süre kal­dı.

Bir başka görüşe göre: O bu sözleri kavmi arasından kendisinden ayrılan kimselere söylemiştir. O takdirde bu ifade onlar için bir azar olur. Bir diğer görüşe göre o, bu sözleri ailesi halkından kendisiyle birlikte hicret eden kim­selere söylemiştir. O zaman bu ifadeler onun tarafından yapılmış bir teşvik olur.

Bir görüşe göre de o bu sözlerini ateşe atılmadan önce söylemişti. Bu gö­rüşe göre bu hususta iki türlü açıklama sözkonusudur: Birincisine göre ben Rabbimin benim hakkımdaki takdirine gidiyorum, demektir. İkincisine gö­re ise ben nasıl olsa öleceğim. Nitekim ölen kimseye: Yüce Allah'a gitti, de­nilmesi buna benzer. Çünkü o ateşe atılmak suretiyle öleceğini düşünmüş­tü. Çünkü içine atılan şeyleri yiyip bitirmek ateşin alışılagelmiş bir halidir. Ni­hayet ona: "Serin ve selamet ol." (el-Enbiya, 21/69) denildi, işte o vakit İb­rahim de ateşten kurtulmuş oldu.

Bu görüşe göre yüce Allah'ın: "Pek yakında beni doğru yola iletecektir"

buyruğu iki türlü te'vil edilir. Birincisine göre "pek yakında beni doğru yo­la" yani o ateşten kurtuluş yoluna "iletecektir" demek olur. İkinci görüşe gö­re ise cennete (iletecektir) demektir. Peygamber (sav)'a yetişen kimselerden birisi olan Süleyman b. Surad dedi ki: Kavmi İbrahim (a.s)'ı ateşe atmak is­tediklerinde odun toplamaya başladılar. Yaşlı bir kadın sırtı üzerinde odun taşıyıp: Ben bunu şu ilâhlarımızdan sözeden kimse için götürüyorum, diyor­du. İbrahim (a.s) ateşe atılmak istenince o da: "Ben Rabbime gidiciyim de­di." Ateşe atılınca da: "Hasbiyallahu ve ni'me'l-vekil: Bana Allah yeter, O ne güzel vekildir" dedi. Bunun üzerine yüce Allah da: "Ey ateş! İbrahim'e kar­şı serin ve selamet ol" (el-Enbiya, 21/69) diye buyurdu. Bunun üzerine Lut'un babası -ki İbrahim'in amcası olur, Lut amcası oğlu idi- şöyle dedi: Ate­şin onu yakmayışının sebebi, onun bana olan akrabalığıdır. Bunun üzerine yüce Allah ateşten bir parça gönderip onu yaktı. [41]

 

2- Allah'tan Salih Evlat Dilemek:

 

"Rabbim, bana salihlerden bağışla!" Yüce Allah ona kendisini kurtara­cağını bildirince o da gurbette teselli bulacağı bir evlat ile kendisine destek göndermesi için Allah'a dua etti. Bu husustaki açıklamalar daha önce Al-i İm-ran Sûresi'nde (3/37-38. âyetler, 3- başlık ve devamında) geçmiş bulun­maktadır.

İfadede hazfedilmiş sözler vardır. Rabbim bana salihler arasından salih bir evlat bağışla demektir. Bu gibi hazfler pek çoktur.

Yüce Allah da: "Biz de ona itaatkâr bir oğul müjdesini verdik" diye bu­yurmaktadır. Yani bu evlat yaşını, başını alacağı sırada halim (itaatkâr) ola­caktır. Bu evladın uzun süre hayatta kalacağı müjdesi verilmiş gibidir. Çün­kü küçük çocuk şu şekilde nitelendirilmez. Bu müjde de daha önce Hud Sû­resi'nde (11/69- âyetin tefsirinde) geçtiği üzere melekler vasıtasıyla verilmiş­ti. Yine bu husus ileride ez-Zariyat Sûresi'nde (51/24-28. âyetlerin tefsirin­de) de gelecektir. [42]

 

102. Ne zaman ki o, babasının yanısıra yürümeye başlayınca dedi ki: "Oğulcağızım! Gerçekten ben rüyamda seni boğazladığımı gö­rüyorum. Bak, artık sen ne düşünürsün?" "Babacığım! Emrolun-duğun şeyi yap! İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın."

103. Böylece ikisi de teslim olup onu alnı üzere yıkınca:

104. Biz ona: "Ey İbrahim" diye seslendik.

105. "Rüyanı gerçekleştirdin. Muhakkak Biz ihsan edicileri böyle mükâfatlandırırız."

106. Muhakkak bu apaçık bir imtihandı.

107. Biz de ona büyük bir kurbanlıkla fidye verdik.

108. Sonra gelenler arasında ona (güzel bir övgü) bıraktık.

109. İbrahim'e selam olsun.

110. İhsan edicileri böyle mükâfatlandırırız.

111. Muhakkak o, iman eden kullarımızdandı.

112. Ve ona salihlerden bir peygamber olmak üzere İshak'ı müjde­ledik.

113. Onu ve İshak'ı mübarek kıldık. O ikisinin soyundan da ihsan edici de vardır, nefsine apaçık zulmedici de vardır.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onyedi başlık halinde sunacağız: [43]

 

1- İbrahim (a.s)'ın Boğazlamakla Emrolunduğu Oğlu:

 

"Ne zaman ki o, babasının yanısıra yürümeye başlayınca" yani biz ona oğlunu bağışladık. Bu oğul babası ile birlikte dünya işlerinde çalışıp ça-balamaya, işlerinde ona yardımcı olmaya başlayınca "dedi ki: Oğulcağı-zım! Gerçekten ben rüyamda seni boğazladığımı görüyorum."

Mücahid dedi ki: "Ne zaman ki o babasının yanı sıra yürümeye başla­yınca" buyruğu genç bir delikanlı olup yürümesi İbrahim'in yürümesine ye­tişince, demektir. el-Ferra dedi ki: O gün onüç yaşında idi. İbn Abbas bun­dan kasıt buluğdur, Katade ise, babası ile birlikte yürüyünce, diye açıklamış­tır.

el-Hasen ve Mukatil: Bu kendisi sebebiyle kişiye karşı delilin ortaya ko-nulabildiği aklın çabası demektir. İbn Zeyd: Bu ibadette çalışıp çabalamak anlamındadır. İbn Abbas da: Namaz kılıp oruç tutmaya başlayınca demek­tir, diye açıklamıştır. Nitekim yüce Allah: "Ve bunun için gereği gibi çalışır­sa" (el-İsra, 17/19) buyruğunu görmüyor muyuz?[44]

İlim adamları boğazlanması emrolunan oğlun hangisi olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Çoğunluğu boğazlanması emrolunan İshak'tır de­mişlerdir. Bu kanaati belirtenler arasında el-Abbas b. Abdu'l-Muttalib ile onun oğlu Abdullah da vardır. Abdullah (b. Abbas)'dan gelen sahih rivayet de bu­dur.

es-Sevrî ve İbn Cüreyc, İbn Abbas'ın sözü olarak: Boğazlanması emrolu­nan İshak'tır, dediğini rivayet etmektedirler. Abdullah b. Mesud'dan sahih ola­rak gelen rivayet de böyledir. Buna göre bir adam ona: Ey şerefli yaşlı, baş­lı adamların oğlu diye hitab etmiş. Bunun üzerine Abdullah ona şöyle demiş: O dediğin şahıs Allah'ın dostu İbrahim'in oğlu, Zebihullah (Allah'ın boğaz­lanmasını emrettiği) İshak'ın oğlu, Yakub'un oğlu Yusuf'tur.

Hammad b. Zeyd de Rasûlullah (sav)'a ait söz olmak üzere şöyle buyur­duğunu rivayet etmektedir: "Şüphesiz ki kerim oğlu, kerim oğlu, kerim şa­hıs, İbrahim (a.s)'ın oğlu, İshak'ın oğlu, Yakub'un oğlu Yusuf'tur."[45]

Ebu'z-Zubeyr de Cabir'den: Boğazlanması emrolunan kişi İshak'tır, dedi­ğini rivayet etmektedir. Aynı zamanda bu Ali b. Ebi Talib (r.a)'dan da riva­yet edilmiştir. Abdullah b. Ömer'den de boğazlanması emredilen kişi İshak'tır, dediği rivayet edilmiştir. Ömer (r.a)'ın görüşü de budur. İşte ashab-ı kiramdan yedi kişinin bu kanaatte olduğunu görüyoruz.

Tabiînden ve tabiîn olmayanlardan bu görüşü savunan kimseler arasın­da Alkame, eş-Şa'bî, Mücahid, Said b. Cübeyr, Ka'b b. el-Ahbar, Katade, Mes-ruk, İkrime, Kasım b. Ebi Bezze, Ata, Mukatil, Abdu'r-Rahman b. Sa'bat, ez-Zürrî, es-Süddî, Abdullah b. Ebi'l-Huzeyl ve Malik b. Enes de vardır ve bunların hepsi de: Boğazlanması emredilen kişi İshak'tır demişlerdir.

İki kitab ehli olan yahudilerle hristiyanlar da bu kanaattedirler. Araların­da eri-Nehhas, et-Taberî ve başkalarının da bulunduğu pek çok kimse de bu görüşü tercih etmişlerdir.

Said b. Cübeyr dedi ki: İbrahim'e rüyasında İshak'ı boğazlaması gösteril­di. Tek bir sabah vaktinde bir aylık mesafeyi onunla birlikte katetti ve sonun­da Mina'da kurban kesim yerine kadar geldi. Yüce Allah onu boğazlanmak­tan kurtarıp bunun yerine koçu kurban etmesi emredilince ve koçu kurban ettikten sonra yine bir aylık mesafeyi onunla birlikte geri döndü, dağlar ve vadiler onun önünde katlanıp dürüldü.

Bu görüş Peygamber (sav)'dan, ashab-ı kiramdan ve tabiînden gelen na­killer arasında kuvvetli olan görüştür.[46]

Başkaları da boğazlanması emredilen kişinin İsmail olduğunu söylemiş­lerdir. Bu görüşte olanlar arasında Ebu Hureyre, Ebu't-Tufeyl ve Amir b. Va­sile de vardır. Yine bu görüş İbn Ömer ve İbn Abbas'tan da rivayet edilmiş­tir. Tabiînden de Said b. el-Müseyyeb, eş-Şa'bî, Yusuf b. Mihran, Mücahid, er-Rabî' b. Enes, Muhammed b. Ka'b el-Kurazî, el-Kelbî ve Alkame'den de rivayet edilmiştir. Ebu Said ed-Darir'e boğazlanması emredilenin kim oldu­ğuna dair soru sorulunca, o da şu beyitleri okuyarak cevap vermişti:

"Hidayet olunasıca bil ki: Boğazlanması istenen kişi İsmail'dir.

Kitab ve indirilen vahiy bunu böyle belirtmiştir.

Bu, yüce Rabbimizin peygamberimize özellikle verdiği bir şereftir.

Tefsir de te'vil de bunu böyle göstermiştir.

Eğer onun ümmeti isen sen ona ait bir şerefi de

İnkâr etme ve ona özellikle verilen bu üstünlüğü de."

el-Esmaî'den de şöyle dediği nakledilmektedir: Ben Ebu Amr b. el-Ala'ya boğazlanması emredilen kişi hakkında sordum da şöyle dedi: Ey Esmaî! Ak­lın başında değil mi? İshak Mekke'ye ne zaman geldi? Mekke'de olan İsma­il'di. Babası ile birlikte Beyt'i inşa eden de odur. Kurban kesim yeri de Mek­ke'dedir.

Peygamber (sav)'dan: "boğazlanması emredilen kişinin İsmail olduğu" be­lirttiği de rivayet edilmiştir.[47]

Ancak birinci görüş Peygamber (sav)'dan, ashab-ı kiramdan ve tabiînden daha çoğunlukla rivayet edilmiş bir görüştür. Bu görüşün sahipleri yüce Al­lah'ın İbrahim (a.s)'dan kavminden ayrılıp hanımı Sara ile kardeşinin oğlu Lut ile birlikte Şam taraflarına hicret ettiğini haber vermiş olmasını delil göste­rirler. Yüce Allah bu husustan: "Ben Rabbime gidiciyim, pek yakında be­ni doğru yola iletecektir" diye söz etmekte; Rabbine: "Rabbim bana salih-lerden bağışla" diye dua ettikten sonra yüce Allah'ın şöyle buyurduğunu gö­rüyoruz: "İbrahim onları ve onların Allah'tan başka taptıklarını terkedin-ce, Biz ona İshak'ı ve Yakub'u bağışladık." (Meryem, 19/49) Ayrıca yüce Al­lah: "Biz de ona büyük bir kurbanlıkla fidye verdik" (es-Saffat, 37/107) di­ye buyurmakta ve İbrahim (a.s)'a doğacağı müjdesi verilen "itaatkar bir oğ­lun" fidyesinin verilmiş olduğunu sözkonusu etmektedir. O vakit ona müj­desi verilen oğlu ise İshak idi. Çünkü yüce Allah: "Ve ona... İshak'ı müjde­ledik"(es-Saffat, 37/112) diye buyurmuş, burada da: "Biz de ona itaatkâr bir oğul müjdesini verdik" diye buyurmuştur. Bu müjdeleme ise Hacer ile ev­lenmesinden ve ondan İsmail adındaki oğlunun doğmasından önce gerçek­leşmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de İshak'ın dışında bir oğlunun olacağı müjdesin­den sözedilmemektedir.

Boğazlanması emrolunanın İsmail (a.s) olduğunu kabul edenler de şunu delil göstermişlerdir: Yüce Allah şu buyruğunda İshak'ı değil de İsmail (a.s)'ı sabır ile nitelendirmiştir: "İsmail, İdris ve Zülkifl'i de (an). Onların her-biri sabredenlerdendi." (el-Enbiya, 21/85) Onun sabrı ise boğazlanmaya kar­şı gösterdiği metanetti. "Kitabta İsmail'i de an. O sözünde durandı." (Mer­yem, 19/54) buyruğunda da sözünde doğrulukla durmak ile nitelendirmek­tedir. Çünkü o babasına boğazlanmaya karşı sabredip direneceğini söz ver­miş ve bu sözünü yerine getirmişti. Diğer taraftan yüce Allah daha sonra: "Ve ona salihlerden bir peygamber olmak üzere İshak'ı müjdeledik" (es-Saffat, 37/112) diye buyurmaktadır. İbrahim'e oğlunun peygamber olacağını vaadet-miş olmakla birlikte, oğlunu (İshak'ı) boğazlamasını nasıl emredebilir? Ay­nı şekilde yüce Allah: "Biz de ona İshak'ı ve İshak'ın ardından Yakub'u müjdeledik." (Hud, 11/71) diye buyurmaktadır. Peki Yakub'un doğacağına da­ir müjdeyi gerçekleştirmeden önce ona İshak'ı boğazlaması emri nasıl veri­lebilir?

Aynı şekilde haberlerde varid olduğu üzere koçun boynuzları Kabe'de ası­lı bulunuyordu. İşte bu da boğazlanması emredilenin İsmail (a.s) olduğunun delilidir. Eğer boğazlanması emredilen İshak (a.s) olsaydı, boğazlamanın Bey-ti'1-Makdis'te gerçekleşmesi gerekirdi.

Ancak bütün bu delillendirmeler kesin değildir. Bu görüşün sahiplerinin: "Babasına oğlunun peygamber olacağını vaadetmekle birlikte, oğlunu kes­mesini nasıl emredebilir?" sorusunu şöyle cevablandırmak mümkündür: Bu­rada anlam: Onun başından geçen olaylar olup bittikten sonra ona peygam­ber olacağı müjdesini verdik, anlamında olabilir. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır, ileride de gelecektir.

İshak'ın oğlu Yakub dünyaya geldikten sonra İbrahim (a.s)'a İshak'ı bo­ğazlama emri verilmiş olabilir. Şöyle de denilebilir: Kur'ân-ı Kerîm'de Ya­kub'un İshakın oğlu olarak dünyaya geleceği varid olmamıştır. (Yalnızca onun soyundan geleceğine işaret edilmiştir, demek isteniyor).

Eğer boğazlanması emredilen İshak olsaydı, boğazlama işinin Beytu'1-Mak-dis'te olması gerekirdi, şeklindeki görüşün cevabı da daha önceden geçtiği üzere Said b. Cübeyr'in yaptığı açıklamadır.

ez-Zeccac da şöyle demiştir: Hangisinin boğazlanmasının emredilmiş ol­duğunu en iyi bilen Allah'tır. Bu da bu husustaki üçüncü bir görüştür. [48]

 

2- Peygamberlerin Rüyası:

 

"Dedi ki: Oğulcağızım! Gerçekten ben rüyamda seni boğazladığımı görüyorum. Bak, artık sen ne düşünürsün" buyruğu ile ilgili olarak Muka-til şöyle demektedir: İbrahim (a.s) bunu ardı arkasına üç gece gördü.

Muhammed b. Ka'b dedi ki: Rasûllere yüce Allah'tan vahiy uyanıkken de uykuda iken de gelirdi. Çünkü peygamberlerin kalbleri uyumaz. Bu gerçek aynı zamanda Peygamber (sav)'a kadar ulaştırılan merfu haberde de sabit ol­muştur. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Biz peygamberler topluluğu­nun gözleri uyur, kalblerimiz uyumaz."[49]

İbn Abbas da: Peygamberlerin rüyası vahiydir demiş ve bu âyet-i kerimeyi delil göstermiştir.

es-Süddî dedi ki: İbrahim (a.s)'a İshak doğmadan önce doğacağı müjdesi verilince, o da: O halde ben onu Allah için kurban edeceğim demişti. Rüya­sında ona: Sen bir adakta bulunmuştun. Haydi adağını yerine getir, denildi.

Yine denildiğine göre; İbrahim (a.s) terviye (zülhicce'nin sekizinci) gece­sinde birisinin ona: Allah sana oğlunu boğazlamanı emrediyor, dediğini görmüştü. Sabah olunca kendi kendisine düşünmeye başladı. Acaba bu rü­ya Allah'tan mıdır? şeytandan mıdır? diye. İşte bu şekildeki düşünmesi (ter-viyesi) dolayısı ile bugüne terviye günü adı verilmiştir. Ertesi gece aynı şe­kilde rüya gördü ve ona: Verdiğin sözü yerine getir, denildi. Sabah olunca bu gördüğü rüyanın Allah'tan olduğunu bildi (arefe). O bakımdan bu güne "arefe günü" adı verildi. Üçüncü gece yine öyle bir rüya gördü, bu sefer ar­tık onu boğazlama (nahr) kararını verdi. Bundan dolayı bu güne "yevmu'n-nahr" adı verildi.

Yine rivayet edildiğine göre oğlunu boğazlamaya başlayınca, Cebrail (a.s): "Allahuekber Allahuekber" dedi. Bu sefer boğazlanması istenen oğlu: "La ilahe illallah vallahu ekber" dedi. İbrahim (a.s) da bunun üzerine: "Al­lahuekber velhamdulillah" dedi. O bakımdan bu (şekilde tekbir getirmek) bir sünnet olarak kaldı.

İnsanlar bu işin gerçekleşmesi hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bu da bir sonraki başlığın konusudur. [50]

 

3- Boğazlamanın Fiilen Gerçekleşmesi ve Rüyanın Yerine Gelmesi:

 

Ehl-i sünnet der ki: Boğazlamanın kendisi gerçekleşmiş değildir. Bizati­hi boğazlama gerçekleşmeden önce boğazlama emri verilmiştir, o kadar. Çün­kü boğazlama gerçekleşmiş olsaydı, bunun ortadan kaldırılması düşünüle­mezdi. O bakımdan bu, emri fiilen uygulamadan önce verilen emrin neshe-dilmesi kabilinden bir işti. Çünkü boğazlama emrinin yerine getirilmesi ta­mamlanmış olsaydı, o vakit fidye olarak gönderilen kurbanlıkla fidye gerçek­leşmezdi.

Yüce Allah'ın: "Rüyanı gerçekleştirdin." buyruğu da bizim sana emret­tiğimiz, dikkatini çektiğimiz hususu gerçekleştirdin ve senin için mümkün olan işleri yaptın, sonra da Biz seni bu işten alıkoyunca, sen de bu işi yapmadın, demektir. Bu hususta yapılmış en doğru açıklama budur.

Bir kesim de şöyle demiştir: Bu neshin herhangi bir şekilde sözkonusu ol­duğu bir iş değildir. Çünkü bir şeyi zebhetmek (kesmek, boğazlamak) o şe­yi koparmak demektir. Buna Mücahid'in şu açıklamasını delil göstermişler­dir: İshak, İbrahim'e: Bana bakma, o zaman bana acırsın. Bunun yerine beni yüzüstü yere yatır, dedi. Bunun üzerine İbrahim bıçağı aldı ve onu boğa­zı üzerinden geçirirken bıçak ters döndü. Oğlu babasına: Ne oluyorsun? de­yince, babası: Bıçak ters döndü, dedi. Bu sefer oğlu: Sen o bıçağı bana sap­la, dedi.

Kimi ilim adamı da şöyle demiştir: İbrahim bir parça kestikçe o kestiği yer hemen birbirine yapışıp kaynıyordu. Bir başka kesim de şöyle demiştir: O boğazının bakır olduğunu veya bakırla kaplanmış olduğunu gördü. Kesmek istedikçe bu işinin engellendiğini görüyordu.

Bütün bunlar kudret-i ilâhiyye açısından mümkün olmakla birlikte bu hu­susta sahih nakle ihtiyaç vardır. Çünkü bu gibi işler aklî düşünme yolu ile id­rak edilemezler. Bunları bilmenin yolu haberdir. Şayet bunlar olmuş olsay­dı, elbette yüce Allah, İbrahim ve İsmail'in -Allah'ın salat ve selamı ikisine de olsun- rütbesini ta'zim için mutlaka bize açıklardı. Bu gibi hususların açık­lanması kurbanlık ile fidye edilmiş olmasının açıklamasından da daha anlam­lı olurdu.

Kimileri de şöyle demiştir: İbrahim e şahdamarlarının kesilmesi ve kanın akıtılması demek olan gerçek anlamı ile boğazlama emri verilmemişti. O rü­yasında onu boğazlamak üzere yatırdığını görmüştü. Bunu gerçek anlamda boğazlamakla emrolunduğunu zannetmişti. Yere yatırması emrini gerçekleş-tirince, ona: "Rüyanı gerçekleştirdin" denildi.

Ancak bütün bunlar buyruklardan anlaşılan anlamın dışındadır. Hiçbir za­man Halil'in ve boğazlanması emrolunan oğlunun bu emirden gerçek mak­sadın ne olduğunu anlamayıp bir takım zanlara kapılmaları düşünülemez. Ay­nı şekilde eğer bütün bunlar doğru olsaydı, ayrıca kurbanlık ile fidyesinin ve­rilmesine gerek olmazdı. [51]

 

4- Hz. İbrahim'in Boğazlanması Emrolunan Oğluna Görüşünü Sormasının Anlamı:

 

"Bak, artık sen ne düşünürsün?" buyruğundaki: "Sen ne görür­sün (mealde: ne düşünürsün)" lafzını Asım dışında diğer Kufeliler: şeklinde sen bana hangi yolu gösterirsin diye "te" harfini ötreli, "ra" harfini de esreli olarak; "Gösterdi, gösterir"den gelen bir fiil olarak oku­muşlardır.

el-Ferra dedi ki: Yani bir bak, görüşüne göre sabır mı edeceksin? Yoksa katlanamaz mısın? demektir.

ez-Zeccac dedi ki: Bunu ondan başka kimse söylemiş değildir. İlim adamlarının söyledikleri: Sen bana ne gösterirsin? (ne işaret edersin?) demek­tir. Nefsin sana nasıl bir görüş gösterir, demek olur.

Ancak Ebu Ubeyd "te" harfinin ötreli, "re" harfinin de esreli okunuşunu kabul etmeyip şöyle demektedir: Bu, ancak gözle görmek hakkında kulla­nılır. Ebu Hatim de böyle demiştir.

en-Nehhas şöyle demektedir: Bu yanlıştır, çünkü bu hem gözle görmek, hem başka şekilde görmek (görüş) hakkında kullanılır ve bu kullanım meş­hurdur. Mesela: "Ben filana doğruyu gösterdim, ona kendisi için doğru olanı gösterdim" denilir. Bu ise gözle görmek türün­den değildir.

Diğerleri ise: "Görürsün" diye: “Gördün" fiilinin müzraii ola­rak okumuşlardır.

ed-Dahhak ve el-A'meş'den meçhul olarak: "Sana gösterilir" diye okudukları rivayet edilmiştir.

Babası bu sözleri oğluna Allah'ın emri hususunda onun kanaatini öğren­mek maksadı ile sormamıştı. Allah'ın emrine karşı sabrını öğrenmek maksa­dı ile yahut oğlunun Allah'ın emrine itaat ettiğini görmek suretiyle mutlulu­ğu tatmak için danışmış idi. O da "Dedi ki: Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap!" buyruğundaki: " Emrolunduğun şey"; "Emrolundu­ğun şey ne ise" demek olup harf-i cer ve zamir hazfedilmiştir. Şairin şu mıs­raında hazfedildiği gibi:

"Ben sana hayrı emrettim, artık sen de kendisiyle emrolunduğun işi yap."

Burada şair fiile bitişik olarak zamiri getirmiş, böylelikle bu: "Em­rolunduğun o şeyi" haline gelmiş, daha sonra da "he" zamiri hazfedilmiştir.[52] Bu da yüce Allah'ın: "Seçtiği kullarına da selam olsun" (en-Neml, 27/59) buyruğu gibidir ki; bu da önceden geçtiği gibi (bk. en-Neml, 27/59. âyetin tefsiri) "(p-»LA-»i): Kendilerini seçtiği" takdirindedir.

ise ism-i mevsulü anlamındadır.

"İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın" buyruğu hakkında işaret yo­luyla tefsir yapanların kimisi şöyle demiştir: O inşaallah dediği için yüce Al­lah da ona sabretme başarısını ihsan etti.

"Babacığım" ile "oğulcağızım" tabirleri ile ilgili açıklamalar daha önce­den Yusuf Sûresi'nde (12/4. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde (bk. el-Ba-kara, 2/132. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [53]

 

5- İbrahim'in ve Oğlunun Allah'ın Emrine Teslimiyetleri:

 

"Böylece ikisi de teslim olup" Allah'ın emrine itaatle boyun eğip... de­mektir. İbn Mesud, İbn Abbas ve Ali -Allah onlardan razı olsun-: "İşlerini Allah'a havale ettiklerinde' diye okumuşlardır. İbn Abbas, teslimiyet­lerini arzettiklerinde diye. açıklamıştır. Katade dedi ki: Birisi kendi canını Al­lah'a teslim etti, diğeri ise oğlunu.

"Onu alnı üzere yıkınca" Katade dedi ki: Onu yere yıktı ve yüzünü kıb­leye doğru çevirdi.

(Âyetin başında yer alan): "..ınca" lafzının cevabı, Basralılara gö­re mahzuf olup takdiri: "Böylece ikisi de teslim olup onu alnı üzere yıkın­ca" bir koçu ona fidye olarak verdik, şeklindedir. Kufeliler ise cevabı: "O'na... seslendik" anlamındaki buyruktur, derler.

"Ona seslendik" anlamındaki buyruğun başına gelen "vav", fazladan gelmiştir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Nihayet onu alıp gö­türdükleri ve kuyunun dibine bırakmayı kararlaştırdıklarında ve Biz ken­disine... vahyettik." (Yusuf, 12/15) Burada "ve Biz vahyettik" buyruğu ("ve" olmaksızın): "vahyettik" demektir. "Her yüksekçe tepeden hızlıca indiklerin­de ve... yaklaştığında" (el-Enbiya, 21/96) buyruğunda da "yaklaştığında" an­lamındadır. "Nihayet oraya gelip kapıları açılacağında ve... diyecek ki" (ez-Zümer, 39/73) buyruğu da: "Onlara diyecek ki..." takdirindedir. Şair İmruu'1-Kays da şöyle demektedir:

"Biz o kabilenin bulunduğu yeri aşıp ve yöneldiğimizde..."

Burada "yöneldik" takdirindedir "vav" fazladan gelmiştir. Yine şair:

"Nihayet karınlarınız gebe kalıp da, Oğullarınızın da gençleştiğini gördüğünüzde,

Ve çevirdiniz bize kalkanın arka yüzünü,

Şüphesiz ki günahkâr ve bayağı kimse, aldatan, hilebaz olandır."

Burada da şair ("ve"siz) "çevirdiniz" demek istemiştir.

en-Nehhas ise dedi ki: "Vav" meanî harflerindendir. Onun fazladan ilave edilmesi caiz değildir.

Haberde belirtildiğine göre boğazlanması emredilen çocuğu babası İbra­him (a.s)'a kendisini boğazlamak istediği sırada şöyle demişti: Babacığım, be­ni sıkı sıkıya bağla ki çırpınmayayım. Elbiselerini topla ki, kanım üzerine sıç­ramasın; annem de onu görüp üzülmesin. Boğazım üzerinden bıçağı çabuk geçir ki ölümüm kolay olsun. Beni yüzüstü yık ki yüzüme bakarak bana acı-mayasın. Ben de bıçağı görüp korkmayayım. Annemin yanına gittiğinde de ona selamımı söyle.

İbrahim (a.s) bıçağı boynu üzerinde gezdirince, yüce Allah onun altına bir bakır parçası takdir etti, bıçak hiçbir etki göstermedi. Sonra oğlunu alnı üze­re yıktı, bıçağı boynunun arka tarafından geçirdiği halde yine bıçak hiçbir şekilde kesmedi. İşte yüce Allah'ın: "Onu alnı üzere yıkınca" buyruğu bu­nu anlatmaktadır.

İbn Abbas da böyle demiştir: Yani oğlunu yüzüstü yıkınca kendisine: "Ey İbrahim! Rüyanı gerçekleştirdin" diye seslenildi. Dönüp baktığında bir koç gördü... bunu el-Mehdevî zikretmiştir. Ancak daha önceden bunun sa­hih olmadığına işaret edilmiş ve anlamın şu olduğu kaydedilmişti: O oğlu­nu kesmenin vücubuna inanıp bu işi yapmak için hazırlanınca, baba kesmek için, öbürü de kesilen bir kişi olarak yere yatınca, kesim yerine geçmek üze­re onlara bir fidye verildi. Burada bıçağın boğaz üzerinde gezdirilmesi diye bir şeyden söz edilmemektedir. Buna göre -önceden de geçtiği gibi- emrin fiilen yerine getirilmesinden önce neshin olabileceği düşünülebilmektedir.

el-Cevherî dedi ki: "Onu alnı üzere yıkınca" buyruğu onu yı­kınca, demektir. Nitekim "(*4^jvS): Onu yüzüstü yıktı" demek de böyledir.

el-Herevî dedi ki: “İtmek ve yıkmak" demektir. Ebu'd-Derda (r.a)'ın hadisindeki: "Ve seni yıkıldığın yere terkettiler..."[54] tabiri seni yıktılar, anlamındadır. Bir başka hadiste de: "Bize iri hörgüçlü bir deve getirdi ve onu yıktı"[55] denilmektedir. Burada da, o deve­yi çöktürdü, demektir.

Bir başka hadis-i şerifte: "Ben uykuda iken yeryüzü hazinelerinin anahtarları bana getirildi ve elime bırakıl­dı"[56]denilmektedir.

İbnu'l-Enbarî dedi ki: Bu da ellerime bırakıldılar, anlamındadır. Adamı ye­re yıkmayı anlatmak üzere: "Adamı yıktım" denilir. İbnu'1-A'râ-bî dedi ki: (Bu hadisteki ifade): O anahtarlar elime boşaltıldı, demektir. Çünkü: “Boşaltmak, dökmek" anlamındadır. "Boşaltı boşaltır, döktü döker" denilir. "Düştü, düşer" anlamındadır.

Derim ki: Müslim'in Sahih'inde Sehl b. Sa'd es-Saidî'den rivayete göre Ra-sûlullah (sav)'a bir içecek getirildi, o da ondan içti. Sağ tarafında genç bir ço­cuk, sol tarafında da yaşlı kimseler vardı. Sağındaki çocuğa: "Bu adamlara içecek vermeme izin verir misin?" dedi. Genç çocuk: Allah'a yemin ederim hayır, senden bana düşen payımı başkasını kendime tercih ederek veremem, dedi. (Sehl b. Sa'd) dedi ki: Bunun üzerine Rasûlullah (sav) o içeceği eline: boşalttı.[57]

İşarı açıklamalarda bulunanlardan kimisi de şöyle demiştir: İbrahim, Al­lah'ı sevdiği iddiasında bulundu. Sonra da oğluna sevgi ile baktı. Ancak İb­rahim'in sevgilisi ortak sevgiye razı olmadı. O bakımdan ona: Ey İbrahim! Be­nim rızam uğrunda oğlunu boğazla, denildi. O da hemen emre uyarak bıça­ğı aldı, oğlunu yere yatırdı. Sonra da: Allah'ım, senin rızan uğrunda bunu ben­den kabul buyur, dedi. Yüce Allah kendisine: Ey İbrahim! Maksad oğlunu kes­men değildir, maksad senin kalbini tekrar bize döndürmendir. Madem sen kalbini bütünüyle bize döndürdün, biz de oğlunu sana geri çevirdik.

Ka'b ve başkaları dediler ki: İbrahim rüyasında oğlunu boğazladığını görünce, şeytan şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, eğer ben bu olay sırasın­da İbrahim ve ailesini fitneye düşürüp saptıramayacak olursam, artık ebediy-yen onlardan herhangi birisini fitneye düşüremeyeceğim. Bunun üzerine şey­tan onlara bir adam suretinde göründü. Önce çocuğun annesine giderek: İb­rahim'in oğlunu nereye götürdüğünü biliyor musun? dedi. Annesi: Hayır de­yince, onu boğazlamak üzere götürüyor, dedi. Bu sefer annesi şöyle dedi: Asla, o oğluna bunu yapmayacak kadar şefkatlidir. Bu sefer şeytan şöyle de­di: Rabbinin kendisine bunu emrettiğini iddia ediyor. Annesi: Eğer bunu ona Rabbi emretmiş ise Rabbine itaat etmesi güzel bir şeydir.

Arkasından oğluna giderek: Babanın seni nereye götürdüğünü biliyor mu­sun? dedi. Oğlu: Hayır deyince, o seni boğazlamak üzere götürüyor, dedi. Oğlu peki niçin? diye sordu. Şeytan: Rabbinin bunu kendisine emrettiğini söy­lüyor. Bunun üzerine oğlu: O halde Allah'ın ona verdiği emri yerine getirsin. Allah'ın emrini ben de dinliyor ve itaat ediyorum.

Sonra İbrahim'e gelerek: Nereye gitmek istiyorsun? dedi. Allah'a yemin ederim ki, ben şeytanın rüyanda sana görünerek oğlunu boğazlamanı em­rettiğini zannediyorum. İbrahim onu tanıdı ve: Ey Allah'ın düşmanı! Yanım­dan defol, git. Hiç şüphesiz ben Rabbimin emrini yerine getireceğim, dedi.

Böylelikle o lanetli şeytan onlar hakkında istediğini gerçekleştiremedi.

İbn Abbas dedi ki: İbrahim'e oğlunu boğazlama emri verilince, Akabe cem­resi yanında şeytan ona göründü. Ona yedi küçük taş attı ve sonra şeytan onu bırakıp gitti. Arkasından Orta cemre yakınında ona göründü. Yine ona ye­di küçük taş attı, o da gitti. Daha sonra sonuncu cemre yakınında ona gö­ründü, yine ona yedi küçük taş attı, nihayet bırakıp gitti. Sonra da İbrahim yüce Allah'ın emrini yerine getirmeye koyuldu.

Oğlunu boğazlamak istediği yerin neresi olduğu hususunda farklı görüş­ler vardır. Mekke'de Makam-ı İbrahim'de söylendiği gibi Mina'da lanetli İb­lisi taşladığı cemrelerin yakınında kurban kesme yerinde bu emri yerine ge­tirmeye çalıştığı da söylenmiştir. Bu açıklamayı İbn Abbas, İbn Ömer, Mu-hammed b. Ka'b ve Said b. el-Museyyeb yapmıştır. Said b. Cübeyr'den de şöy­le dediği nakledilmiştir: Oğlunu Mina'daki Sebir tepesinin dibindeki kaya üze­rinde kesti.

İbn Cüreyc de dedi ki: Onu Şam'da kesti. Orası ise Beytu'l-Makdis'ten iki mil uzaklıktadır.

Ancak birinci görüşü kabul edenler çoğunluktur. Çünkü haberlerde ko­çun boynuzlarının Kabe'de asıldığına dair rivayetler varid olmuştur. Bu ise onu Mekke'de kestiğine delildir.

İbn Abbas dedi ki: Nefsim elinde olan hakkı için yemin ederim ki, İslâ-mın ilk dönemlerinde koçun başı boynuzlarından Kabe'nin oluğuna asılı idi, kurumuştu.

Kesmenin Şam'da gerçekleştiğini söyleyenler de buna şöyle cevab verir­ler: Başın Şam'dan Mekke'ye getirilmiş olma ihtimali vardır. [58]

 

6- Apaçık İmtihandan Başarı ile Çıkanların Mükâfatı:

 

"Biz ihsan edicileri böyle mükâfatlandırırız." Dünya ve âhirette çeşit­li zorluk ve sıkıntılardan kurtulmakla onları mükâfatlandırırız.

"Muhakkak bu, apaçık bir imtihandır." Yani apaçık bir nimetti. Nitekim yüce Allah birisine nimet ihsan ettiği vakit: "Allah ona nimet ihsan etti, ihsan etmek" denilir. Bununla birlikte -baştaki hemze olmaksızın da denilebilir. Şair Züheyr der ki:

"O, her ikisine ihsan ettiği nimetlerin en hayırlılarını verdi."

Bazılarının iddiasına göre şair bu mısrada bu iki söyleyişi de kullanmış­tır. Başkaları ise şöyle demiştir: Hayır, ikincisi: "Onu sınadı, dene­di" fiilinden gelmiştir. Çünkü sınama anlamında ancak: şekli kulla­nılır. İbtiladan gelerek:şekli kullanılmaz.

Ancak bütün bunların asıl anlamı sınamanın hayır ve şer hususlarında ola-cağı ile ilgilidir. Yüce Allah da: "Biz sizi şer ve hayırla imtihan olmak üzere deneriz." (el-Enbiya, 21/35) diye buyurmaktadır.

Ebu Zeyd dedi ki: İşte onun başına gelen belalardan birisi de oğlunu bo­ğazlamasına dair bu emridir. Bu da hoşa gitmeyen bela türündendir. [59]

 

7- Oğluna Karşılık Gönderilen Fidye:

 

"Biz de ona büyük bir kurbanlıkla fidye verdik." buyruğunda geçen: "Kurbanlık" kurban edilenin adıdır. Çoğulu da: diye gelir. Tıp­kı: "Öğütülmüş" lafzının: Öğütülen şey"in adı olması gibi. şeklinde "zel" harfi üstün olursa, mastar olur.

"Büyük" kadri, kıymeti büyük demektir. Yoksa bedenen büyük olduğu­nu kastetmemiştir. Kadrinin büyüklüğü, boğazlanması emrolunan oğlunun yerine fidye olmasından yahutta kabule mazhar oluşundan ötürüdür.

en-Nehhas dedi ki: Sözlükte "azim: büyük" hem bedenen büyük hakkın­da hem de soylu ve şerefli hakkında kullanılır. Tefsir bilginleri bu lafzın bu­rada şerefli ya da kabule mazhar olan hakkında kullanıldığını kabul etmek­tedirler.

İbn Abbas dedi ki: Bu koç Habil'in kurban olarak sunduğu koçtur. Bu koç cennette otluyordu. Nihayet Allah onu İsmail'e fidye olmak üzere gönderdi. Yine ondan gelen rivayete göre bu, yüce Allah'ın cennetten gönderdiği bir koçtu. Cennette kırk yıl süreyle otlamıştı.

el-Hasen dedi ki: İsmail'in fidyesi ona Sebir'den gelen bir dağ keçisinden başkası olmamıştır. İbrahim onu oğluna fidye olmak üzere kesti. Ali (r.a)'ın görüşü de budur. İbrahim o dağ keçisini görünce, onu alıp kesti ve oğlunu azad etti ve şöyle dedi: Oğulcağızım! Bugün sen bana bağışlanmış bulunu­yorsun.

Ebu İshak ez-Zeccac dedi ki: İbrahim'e fidye olarak bir dağ keçisi verildiği de söylenmiştir. Ancak tefsir alimleri ona fidye olarak verilen hayvanın koç olduğunu kabul etmektedirler. [60]

 

8- Kurban Edilmesi Daha Faziletli Olanlar:

 

Bu âyet-i kerimede koyun türünün kurban edilmesinin, deve ve sığır tü­ründen faziletli olduğuna delil vardır. Malik ve mezhebine mensup olanla­rın görüşü de budur. Onlar derler ki: Kurbanlıkların en faziletlisi koyun tü­rünün erkeğidir. Bu türün dişileri keçi türünün erkeğinden faziletlidir. Keçi türünün erkeği ise dişilerinden iyidir. Keçi türünün dişileri deve ve inek tü­ründen iyidir. Bu husustaki delilleri ise yüce Allah'ın: "Biz de ona büyük bir kurbanlıkla fidye verdik" buyruğudur. Bu da iri yarı ve semiz demektir. Bu kurbanlık da koç idi, ne deve, ne de inek türündendi.

Mücahid ve başkaları İbn Abbas'dan bir adamın ona: Ben oğlumu boğaz­lamayı adadım, demesi üzerine ona: Semiz bir koç kesmen yeterlidir, dedik­ten sonra. "Biz de ona büyük bir kurbanlıkla fidye verdik" buyruğunu oku­duğunu rivayet etmektedirler.

Kimisi de şöyle demiştir: Eğer koçtan daha faziletli bir hayvan bulundu­ğunu yüce Allah bilseydi, onu İshak'a fidye olarak gönderirdi.

Rasûlullah (sav) da beyaz iki koçu kurban etmiştir. Çoğunlukla kestiği kur­banlıklar hep koç idi.

İbn Ebi Şeybe, İbn Umeyye'den, o el-Leys'den, o Mücahid'den şöyle de­diğini zikretmektedir: Büyük bir kurbanlıktan kasıt, koyundur. [61]

 

9- Kurban Kesmek mi Faziletlidir, Parasını Tasadduk Etmek mi ?:

 

İlim adamları kurban kesmenin mi, yoksa bedelini tasadduk etmenin mi faziletli olduğu hususunda farklı görüşlere sahihtirler. Malik ve arkadaşları der ki: Mina'da olması müstesna, kurban kesmek, faziletlidir. Çünkü oralar (Mina dışındaki yerler) kurban kesme yeri değildir. Bunu Ebu Ömer (b. Ab-di'1-Berr) nakletmiştir.

İbnu'l-Münzir de şöyle demektedir: Biz Bilal'den şöyle dediğini rivayet et­tik: Ancak bir horoz kurban etmeye aldırmam. Bu uğurda toprağa bulanmış bir yetimin eline (parasını) vermem -bu rivayeti nakleden böyle demiştir- onu kurban etmekten daha çok hoşuma gider. eş-Şa'bî'nin görüşü de budur. Bu­na göre sadaka daha faziletlidir. Malik ve Ebu Sevr de bu görüştedir.

Bu hususta ikinci bir görüş daha vardır ki buna göre de kurban daha fa­ziletlidir. Rabia ve Ebu'z-Zinad'ın görüşü budur. Re'y ashabı da böyle demiş­lerdir:

Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr) ve Ahmed b. Hanbel ayrıca derler ki: Kurban kesmek sadakadan faziletlidir. Çünkü kurban kesmek bayram namazı gibi mü-ekked bir sünnettir. Bilindiği gibi bayram namazı diğer nafile namazlardan faziletlidir. Aynı şekilde sünnet namazlar da diğer bütün nafile namazlardan faziletlidir.

Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr) dedi ki: Kurbanların faziletlerine dair hasen de­recesinde rivayetler gelmiştir. Bunların kimisini Said b. Dâvûd b. Ebi Zenber, Malik'ten o Sevr b. Zeyd'den, o İkrime'den, o İbn Abbas'tan diye rivayet et­miştir. Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Sıla-i rahim uğrunda yapılan harcama­dan sonra yüce Allah nezdinde kan akıtmaktan daha faziletli hiçbir harcama yoktur." Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr) dedi ki: Bu, Malik'in yoluyla garib bir ha­distir.

Âişe (r.anha)'dan dedi ki: Ey insanlar! Gönül hoşluğu ile kurban kesiniz. Çünkü ben Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Bir kul kurban­lığı ile kıbleye yönelecek olursa, mutlaka onun kanı, boynuzu ve yünü de kıyamet gününde mizanında hazır edilecek hasenat olur. Şüphesiz kan top­rağa düştü mü yüce Allah'ın himayesine düşer, ta ki kıyamet gününde onun sahibine (mükâfatını) eksiksiz ödeyinceye kadar." Ebu Ömer bunu et-Tem-hid adlı eserinde zikretmiştir[62]

Ayrıca Tirmizî de bu hadisi ondan (Aişe -r.anhadan) rivayet etmiştir. Bu­na göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Kurban günü hiçbir Ademoğ­lu Allah'ın kan akıtmaktan daha çok sevdiği herhangi bir amel işleyemez. O kurbanlık kıyamet gününde boynuzlarıyla, kıllarıyla, ayaklarıyla gelecektir. Kan daha yere düşmeden Allah nezdindeki yerini alır. O bakımdan gönül hoş-luğuyla kurbanlarınızı kesiniz." (Tirmizî) dedi ki: Bu hususta İmran b. Hu-sayn ile Zeyd b. Erkam'dan da gelmiş rivayetler vardır ve bu hasen bir ha­distir[63]

 

10- Kurban Kesmenin Hükmü:

 

Kurban kesmek vacib (farz) değildir. Ancak bilinegelen bir sünnettir.

İkrime dedi ki: İbn Abbas kurban günü bana iki dirhem verir, ben de ona et alırdım. Bana derdi ki: Yolda karşılaştığın kimselere: Bu İbn Abbas'ın kur­banlığıdır, de.

Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr) dedi ki: Bunun ve Ebu Bekir ve Ömer'den kur­ban kesmediklerine dair gelen rivayetlerin ilim ehlince yorumu şudur: Onların bu şekildeki tutumları kurban kesmeyi sürdürmenin farz ve vacib oldu­ğuna inanılmamasıdır. Çünkü onlar başkaları tarafından kendilerine uyulan ve insanların dinleri hususunda kendilerini gözönünde bulundurdukları ön­der şahsiyetlerdi. Zira bunlar Peygamber (sav) ile ümmeti arasındaki vasıta idiler. İşte bu hususta günümüzde başkaları için sözkonusu olmayan türden içtihadlarda bulunmak, onlar için uygun idi.

Tahavî "Muhtasar"\nÛ2i şunları söylemektedir: Ebu Hanife dedi ki: Kur­ban kesmek Mısır diye tarif edilen yerlerde ikamet eden varlıklı kimseler için vacibtir. Yolcuya vacib değildir. Büyük bir adamın kendisi adına kurban ola­rak ne vacib ise küçük çocuğu için de aynı şey vacibtir. Ancak Ebu Yusuf ile Muhammed ona muhalefet ederek şöyle demişlerdir: Kurban kesmek vacib değildir. Ancak imkan bulan kimse için terki sözkonusu olmayan, terke ruhsat bulunmayan bir sünnettir. (Tahavî) dedi ki: Bizim de kabul ettiğimiz görüş budur.

Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr) dedi ki: İşte Malik'in görüşü de budur. O şöy­le der: Hiçbir kimsenin ister yolcu, ister mukim olsun kurbanı terketmemesi gerekir. Terkedecek olursa -haklı bir mazeretinin bulunması müstesna- çok kötü bir iş yapmış olur. Mina'da hacının kurban kesmesi ise müstesnadır.

İmam Şafiî de şöyle demiştir: Kurban kesmek bütün insanlara ve Mina'da-ki hacılara da bir sünnettir, vacib değildir. Kurban kesmeyi vacib kabul eden­ler Peygamber (sav)'ın Ebu Bürde b. Niyar'a bir başka kurbanı tekrar kesme­sini emretmesini[64] delil göstermişlerdir. Çünkü farz olmayan bir işte tekrar yerine getirilmesini emretmek sözkonusu değildir.

Diğerleri ise Um Seleme'nin, Peygamber (sav)'dan rivayet ettikleri şu hadisi delil göstermişlerdir: "Zülhicce'nin on günü girip de sizden herhangi bir kimse kurban kesmek isterse..."[65] Bu görüşün sahipleri derler ki. Eğer kur­ban kesmek vacib olsaydı, bunu kurban kesenin isteğine bırakmazdı. Ebu Be­kir, Ömer, Ebu Mes'ud el-Bedrî ve Bilal'in görüşü de budur. [66]

 

11- Kurban Hangi Tür Hayvanlardan Kesilebilir:

 

Müslümanların icma ile kabul ettiklerine göre kurban kesilebilen hayvan­lar (Kur'ân-ı Kerîm'de sözkonusu edilen) sekiz çifttir. Bunlar ise koyun, ke­çi, deve ve inek türleridir. İbnu'l-Münzir dedi ki: el-Hasen b. Salih'den şöy­le dediği nakledilmiştir: Yaban öküzü yedi kişi adına, ceylan da bir kişi adı­na kurban edilebilir.

İmam Şafiî de der ki: Şayet yabani öküz ehli bir ineği yahut ehli bir öküz yabani bir ineği gebe bırakmış ise (bunların yavrularının) hiçbir şekilde kurban edilmeleri caiz değildir. Rey sahihleri ise bunun caiz olacağını söy­lemişlerdir. Çünkü yavru annesinin durumundadır. Ebu Sevr ise şöyle demiş­tir: Eğer en'ama (ehli davarlara) nisbeti sözkonusu ise kurban edilmesi ca­izdir. [67]

 

12- Kurban Kesiminde Dikkat Edilecek Hususlar:

 

Hac Sûresi'nde (22/28-29. âyetler. 3. başlık ve devamında) kurban kesme zamanı ve kurban etinden yemeye dair yeterli açıklamalar geçmiş bulunmak­tadır.

Müslim'in, Sahih inde Enes'ten şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Pey­gamber (sav) beyaz ve boynuzlu iki koçu kendi elleriyle keserek kurban et­ti. Bu arada "bismillah" dedi, tekbir getirdi, ayağını da yanlan üzerine koy­du. "^[68]Bir başka rivayette de şöyle demektedir: "Ve bu arada bismillahi val-lahu ekber diyordu."[69]

el-En'am Sûresi'nin sonlarında (6/l6l-l63- âyetler, 4. başlıkta) da İmran b. Husayn yoluyla gelen hadisi kaydetmiştik. el-Maide Sûresi'nde (5/3- âyet, 7. başlık ve devamında) de şer'î kesim, buna dair açıklamalar ve şer'î kesi­min ne suretle yapılacağına dair açıklamalar geçtiği gibi.

Ceninin kesiminin, annesinin kesimi olduğuna dair açıklamalar da yete­ri kadarıyla geçmiş bulunmaktadır.

Yine Müslim'in Sahih'inde Âişe'den rivayete göre Rasûlullah (sav) boy­nuzlu, siyah ayaklı, karnı siyah, gözleri(nin etrafı) siyah bir koç getirilmesi­ni emretti. Kurban etsin diye ona istediği gibi bir koç getirildi, ona: "Ey Âi-şe! Bana bıçağı getir" dedi. Sonra da: "Onu bir taş üzerinde bile" dedi. Ben de bıçağı biledim, sonra bıçağı aldım, o da koçu alıp yatırdı ve onu boğaz­layıp dedi ki: "Bismillahi, Allah'ım Muhammed'den, Muhammed'in aile hal­kından ve Muhammed'in ümmetinden kabul buyur." Sonra da koçu kurban etti.[70]

İlim adamları bu hususta farklı görüşlere sahihtirler. Hasan-ı Basıl kurban kesimi sırasında: "Bismillahi vallahu ekber bu sendendir, senin içindir, filandan kabul buyur" derdi.

Malik dedi ki: Böyle bir şey yapacak olursa, bu güzel olur. Yapmayacak olupta sadece Allah adını anarsa, bu da yeterlidir.

Şafiî dedi ki: Kesilen hayvan üzerinde Allah'ın adını anmak "bismillah" de­mekle gerçekleşir. Bundan başka Allah'ın zikri türünden bir şey ekler ya da Peygamber Muhammed (sav)'a salat ve selam getirecek olursa, bunu da mek­ruh görmem. Yahut "Allah'ım benden kabul buyur ya da filandan kabul bu­yur" diyecek olursa, bunun da bir sakıncası yoktur.

en-Numan (b. Sabit, Ebu Hanife) de dedi ki: Allah'ın adı ile birlikte baş­kasının adını anmak mekruhtur. Buna göre kesim esnasında: "Allah'ım filan­dan kabul buyur" demesi mekruhtur. Yine Ebu Hanife der ki: Ancak hayva­nı kesime yatırmadan önce ve Allah'ın adını anmadan bunları söylemesin­de bir sakınca yoktur.

Âişe (r.anha)'nın rivayet ettiği hadis ise bu görüşü reddetmektedir. İbra­him (a.s)'ın da oğlunu boğazlamak istediğinde: "Allahuekber velhamdulillah' dediği ve bunun böylece sünnet kaldığına dair açıklamalar daha önceden geç­miş bulunmaktadır. [71]

 

13- Kurban Edilecek Hayvanda Bulunmaması Gereken Kusurlar:

 

el-Bera b. Azib'in rivayetine göre Rasûlullah (sav)'a: Kurban edilecek hay­vanda sakınılacak hususlar nelerdir? diye sorulunca şöyle buyurmuştur: "Dört tanedir. -el-Bera eliyle işaret eder ve: Benim elim Rasûlullah (sav)'ın elinden kısadır derdi: Topallığı açıkça görülen topal hayvan, bir gözünün kör­lüğü açıkça belli olan bir gözü kör, açıkça hasta olduğu belli olan hasta ve üzerinde yağ namına bir şey bulunmayan oldukça zayıf hayvan."[72]

Malik'in lafzı ile rivayet bu şekildedir. Bu hususta görüş ayrılığı yoktur. Ancak bunların az bir kısmının hükmü hususunda farklı görüşler vardır.

Tirmizî'de Ali (r.a)'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav) bizlere gözü, kulağı iyice incelememizi ve mukabele, müdabere. şerka' ve harka' herhangi bir hayvanı kurban olarak kesmememizi emretmiştir. Dedi ki: Mukabele kulağının bir tarafı kesilmiş olan, müdabere kulağın yan tara­fı kesilmiş olan, şerka' kulağı boydan boya yarılmış olan. harka' kulağı de­lik olan demektir. (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir.[73]

Abdullah b. Ömer kurban kesilecek hayvanlarda ve büyük baş hayvan­larda yaşını bulmamış olanlar ile hilkatinden eksilmiş olanlardan sakınırdı.

Malik dedi ki: Bu hususta dinlediklerim arasında en hoşuma giden budur[74]

el-Kutebî dedi ki: Yaşı gelmemiş olandan maksat, sanki dişleri yokmuş gi­bi henüz dişleri çıkmamış olan demektir. Bu da: Filanın sütü yoktur yani süt vermiyor, filanın yağı yoktur yani yağ vermiyor, balı yoktur yani bal vermi­yor demeye benzer. Bu da kurbanlıklarda dişleri dökülmüş olan hayvanın kur­ban edilmesinin yasaklanmış olmasını andırmaktadır.

Ebu Ömer b. Abdi'1-Berr dedi ki: Malik'e göre yaşlılığından ve ihtiyarlı­ğından ötürü dişleri dökülmüş, bununla birlikte semiz olan koyunu kurban etmekte bir mahzur yoktur. Şayet genç olmakla birlikte dişleri dökülmüş ise, onu kurban etmesi caiz olmaz. Çünkü bu basit olmayan bir kusurdur. Esa­sen noksanların tümü mekruhtur. Bunlara dair geniş açıklamalar ise fıkıh ki-taplarındadır.

Peygamber (sav)'ın da şöyle buyurduğu kaydedilmiştir: "Kurbanlıklarını­zın göz alıcı olmasına dikkat ediniz. Çünkü onlar Sırat üzerinde binekleriniz olacaktır." Bunu da ez-Zemahşerî zikretmiştir[75]

 

14- Oğlunu Kurban Etmeyi Adamanın Hükmü:

 

Âyet-i kerime oğlunu kurban etmeyi ya da kesmeyi adayan kimsenin İb­rahim (a.s)'ın oğlunun yerine fidyede bulunduğu gibi, bir koç keseceğine de­lildir. Bu İbn Abbas'ın görüşüdür. Ondan gelen bir başka rivayete göre Ab-du'1-Muttalib'in yaptığı şekilde oğlunun yerine yüz deve keser. İbn Ab-bas'tan gelen bu iki rivayeti de eş-Şa'bî nakletmiştir.

İbn Abbas'tan, el-Kasım b. Muhammed'in rivayetine göre de bir yemin ke­faretinde bulunması onun için yeterlidir. Mesruk: Bir şey yapması gerekmez derken, Şafiî: Böyle bir şey bir masiyettir, bundan dolayı Allah'tan mağfiret diler demektedir.

Ebu Hanife de şöyle demektedir: Bu sözü söyleyen bir kimse kendi oğ­lu hakkında söylemişse, bir koyun kesmelidir. Oğlu dışındakiler hakkında ise bir şey kesmesi gerekmez. Muhammed ise şöyle demektedir: Kölesini kese­ceğine dair yemin eden kimse, oğlunu kesmek üzere yemin edip yeminini bozan kimse gibidir, aynı şeylerle mükelleftir.

İbn Abdi'l-Hakem de Malik'ten şöyle dediğini nakletmektedir: "Ben yemin olsun oğlumu Makam-ı İbrahim'in yanında keseceğim" diye yemin edip sonra yeminini bozan kimsenin bir hediye kurban göndermesi gerekir. Oğlunu boğazlamayı adamakla birlikte "Makam-ı İbrahim'in yanında" dememiş ve herhangi bir şey de kastetmemiş ise, bir şey yapması gerekmez. Oğlunu hediye kurbanı kılan kimsenin de onun yerine bir hediye kurbanı kesmesi gerekir. Kadı İbnu'l-Arabî de -Ebu Hanife'nin dediği gibi- şöyle der: Bir ko­yun kesmesi gerekir. Çünkü yüce Allah oğlu kesmeyi şer'an bir koyun kes­mekten ibaret kılmıştır. Yüce Allah, İbrahim'i oğlunu kesmekle yükümlü kıl­makla birlikte bir koyun kesmesini sağlayarak bu yükümlülükten kurtarmış­tır. Aynı şekilde kul oğlunu kesmeyi adayacak olursa, bir koyun kesmesi ge­rekir. Çünkü yüce Allah: "Atanız İbrahim'in dinine (uyunuz)" (el-Hac, 22/78) diye buyurmuştur. Yemin aslî bir yükümlülük, adak ise fer'î bir yü­kümlülüktür. O bakımdan adağın da yemine göre açıklanması gerekir.

Şayet: İbrahim -masiyet olmakla- ve masiyeti emretmek caiz olmamakla birlikte oğlunu kesmekle nasıl emrolunabilir? denilecek olursa, şöyle cevap veririz: Bu, Allah'ın Kitabına karşı bir itirazdır. İslâm'a inanan bir kimsenin böyle bir itirazı olamaz. Helal ve haram hakkında fetva verecek bir kimse­nin böyle bir itirazı nasıl düşünülebilir? Kaldı ki yüce Allah (oğlunun baba­sına): "Emrolunduğun şeyi yap" dediğini bize aktarmıştır. Bu hususta insan­ların kalblerindeki karışıklığı giderecek olan şudur: Masiyetler ve itaatler mu­ayyen şeylerin zatî ve ayrılmaz vasıfları değildir. İtaat denilen şey yapılma­sı emredilen fiillerle alakalı olmaktan ibarettir. Masiyet denilen şey de fiiller ile ilgili yasaklardan ibarettir. Burada emir İbrahim'in oğlu İsmail'i kesmesi ile alakalı olduğuna göre, bunu yerine getirmek bir itaat ve bir imtihan olur. Bundan dolayı yüce Allah: "Muhakkak bu, apaçık bir imtihandır" diye bu­yurmaktadır. Yani çocuğun boğazlanması ve nefsin buna katlanması husu­sunda açık bir imtihandır. Bizim için de çocuklarımızı kesmek yasak olun­ca, böyle bir işi yapmak bizim için de masiyet olur.

Şayet: Bu iş masiyet olmakla birlikte nasıl adak olabilir? denilecek olur­sa, şöyle deriz: Bunun masiyet olması, adağı ile oğlunu kesmeyi kastedip onun yerine fidye vermeyi niyet etmemesi halinde sözkonusudur.

Şayet: Bu iş meydana gelir, masiyeti kasteder ve fidye vermeyi de niyet etmemişse ne olur? denilecek olursa, şöyle deriz: Eğer böyle bir maksat gü­derse, onun bu maksadının zararı olmaz, adağına da etki etmez. Çünkü ço­cuk ile ilgili adak şer'an artık bir koyun kesmekten ibarettir. [76]

 

15- İyilik Yapanların Mükâfatı:

 

"Sonra gelenler arasında ona" yani İbrahim'e ondan sonra gelen ümmet­ler arasında güzel bir övgü "bıraktık." Ona dua etmeyen, onu sevmeyen hiç­bir ümmet yoktur. Bu güzel övgünün İbrahim (a.s)'ın duasında şöylece dile getirildiği de söylenmiştir: "Sonrakiler arasında bana bir lisan-ı sıdk (doğ­ruluk lisanı, güzel övgü) bağışla!" (eş-Şuara, 26/84)

İkrime dedi ki: Bu İbrahim (a.s)'a selam getirmektir. Yani bizden ona ge­tirilen selamlardır. Bir diğer açıklamaya göre bu, onun her türlü afet ve ku­surdan yana esenlikte olması demektir. Daha önce geçtiği üzere "Alemler için­de Nuh'a selam olsun." (es-Saffat, 37/79) buyruğu gibidir.

"İhsan edicileri böyle mükâfatlandırırız. Muhakkak o, iman eden kul-larımızdandı." Yani kulluğun hakkını veren ve bundan dolayı da kulluğuy-la yüce Allah'a izafe edilmeye hak kazanan kimselerdendi. [77]

 

16- İbrahim (A.S) Ve Ishak (A.S)'In Mübarek Oluşları Ve

 

Boğazlanması Emredilenin İsmail Olduğu: "Ve ona salihlerden bir peygamber olmak üzere İshak'ı müjdeledik"

buyruğu hakkında İbn Abbas: Ona İshak'ın peygamber olacağı müjdesi ve­rildi, demiş ve bu müjdenin iki defa gerçekleştiği kanaatini belirtmiştir. Bu açıklamaya göre boğazlanması emredilen kişi İshak'tır. Sabırla Rabbinin emrine razı olup ona teslimiyetine mükâfat olmak üzere peygamber olaca­ğı müjdesi ona verilmiştir.

"Onu ve İshak'ı mübarek kıldık." Yani Biz onlara nimetimizi kat kat ver­dik. Onlara çokça evlat verdik, diye de açıklanmıştır. Yani Biz İbrahim'e ve çocuklarına bereketler ihsan ettik, İshak'a da. İsrailoğulları peygamberleri­ni onun sulbünden getirmek suretiyle bereketler ihsan ettik.

"Onu" lafzındaki zamirin İsmail'e raci olduğu ve boğazlanması emredile­nin o olduğu da söylenmiştir.

el-Mufaddal dedi ki: Kur'ân'ın delalet ettiği doğru görüş boğazlanması em­redilenin İsmail olduğudur. Çünkü önce boğazlanması emredilenin kıssası an­latıldı. Kıssanın sonunda: "Biz de ona büyük bir kurbanlıkla fidye verdik" buyurduktan sonra: "İbrahim'e selam olsun. İhsan edicileri böyle mükâ­fatlandırırız" buyurdu. Sonra da: "Ve ona salihlerden bir peygamber ol­mak üzere İshak'ı müjdeledik. Onu" yani İsmail'i "ve İshak'ı mübarek kıl­dık" diyerek, İsmail'den zamir ile sözetmiştir. Çünkü daha önce ondan sö-zedilmiş, sonra da: "O ikisinin soyundan da" diye buyurmaktadır. Bu da mak­sadın İsmail ve İshak'ın soyundan gelenler olduğuna delildir. İsmail'in, İs-hak'tan onüç yaş daha büyük olduğu hususunda ise gelen rivayetler arasın­da farklılık yoktur.

Derim ki: Biz önceden İshak'ın, İsmail'den daha büyük olduğuna delalet eden hususları ve doğacağı müjdesi verilenin Kur'ân'ın nassı ile İshak oldu­ğunu zikretmiş bulunuyoruz. İshak'ın doğum müjdesi Kur'ân nassı ile sözkonusu olduğuna göre boğazlanması emredilenin de İshak olduğunda şüp­he kalmaz. İbrahim'e onun hakkında iki defa müjde verilmiştir. Birincisi do­ğacağı müjdesi, ikincisi de peygamber olacağı müjdesidir. İbn Abbas'ın de­diği gibi. Peygamberlik de ancak yaşın büyümesi halinde sözkonusudur. "Peygamber olmak üzere" buyruğu hal olarak nasbedilmiştir. "Onu" lafzındaki zamir de İbrahim'e aittir. Âyet-i kerimede İsmail'den söz edilmi­yor ki, zamirin ona ait olduğu söylenebilsin.

Muaviye yoluyla gelen şu rivayete gelince: Ben bir adamın Peygamber (sav)'a: Ey iki zebih'in (boğazlanması adanıp kurtulan iki atanın) oğlu! de­diğini duydum. Peygamber (sav) da güldü. Sonra Muaviye dedi ki: Abdu'l-Muttalib Zemzem kuyusunu kazıyınca, eğer bu işi kendisine kolaylaştıracak olursa, oğullarından birisini Allah için keseceğini adadı. Yüce Allah da bu işi ona kolaylaştırdı. Kurban edilme kurrası Abdullah'a çıktı. Dayıları Mahzum oğulları bunu engelledi ve: Oğlunun yerine fidye ver, dediler. O da yüz de­ve fidye verdi. İşte sözü edilen bir zebih odur, İsmail ise ikinci zebihtir.

Bu rivayetin delil olacak bir tarafı yoktur. Çünkü "el-A'lam fi Marifeti Mev-lidi'l-Mustafa Aleyhissalatu Vesselam" adlı eserimizde belirttiğimiz gibi, bunun senedi sağlam (sabit) değildir. Diğer taraftan Araplar amcaya da ba­ba derler. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar: Senin ilâhına ve ataların İbrahim, İsmail, İshak'ın ilâhına... ibadet edeceğiz, demişlerdi." (el-Bakara, 2/133) Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Babasını ve anne­sini tahtın üzerine çıkartıp oturttu." (Yusuf, 12/100) Burada sözü edilen ba­bası ve annesi ise onun babası ve teyzesidir. Aynı şekilde şair Ferezdak'tan o Ebu Hureyre (r.a)'dan, o Peygamber (sav)'dan gelen rivayet nasıl sened iti­bariyle sahih olur? Ferezdak'ın bizzat kendisi hakkında tenkitler varken, bu rivayetin sahihliği söylenebilir mi? [78]

 

17- Kötü Olduktan Sonra Peygamber Soyundan Gelmenin Faydası Yoktur:

 

Yüce Allah soylarından geleceklere bereket ve çokluk ihsan edeceğini be­lirttikten sonra: "O ikisinin soyundan da ihsan edici de vardır, nefsine apa­çık zulmedici de vardır" diye buyurarak soylarından gelecekler arasında ih­san edicilerin de, kötülük yapanların da bulunacağını, kötülük yapan kim­seye peygamber soyundan gelmesinin faydasının olmayacağını açıklamak­tadır. İşte yahudiler ve hristiyanlar her ne kadar İshak (a.s)'ın soyundan gel­seler de, Araplar her ne kadar İsmail (a.s)'ın soyundan gelseler de iyilik ya­pan ile kötülük yapan arasında, mü'min ile kâfir arasında bir farkın olması kaçınılmaz bir şeydir. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulmaktadır: "Yahudi ve hristiyanlar: Biz Allah'ın oğulları ve sevdikleriyiz, dediler..." (el-Maide, 5/18) Yani bizler Allah'ın Rasûllerinin soyundan gelenleriz, diyerek kendi­lerinin üstün oldukları kanaatine kapıldılar. Buna dair açıklamalar daha ön­ceden (bk. el-Maide, 5/18. âyetin tefsiri) geçmiş bulunmaktadır. [79]

 

114. Andolsun Musa ve Harun'a da lütufta bulunduk.

115. O ikisini ve kavimlerini büyük sıkıntıdan kurtardık.

116. Ve onlara yardım ettiğimiz için galib gelenler onlar oldular.

117. İkisine apaçık gösteren kitabı verdik.

118. O ikisini de dosdoğru yola ilettik.

119- Sonra gelenler arasında onlara (güzel bir övgü) bıraktık.

120. Musa ve Harun'a selam olsun.

121. Muhakkak Biz, ihsan edicileri böyle mükâfatlandırırız.

122. Muhakkak ikisi de iman eden kullarımızdandır.

 

"Andolsun Musa ve Harun'a da lütufta bulunduk" buyruğundan önce yü­ce Allah, İshak'ı boğazlanmaktan kurtardığını ve ona peygamberliği lütfet­tiğini sözkonusu ettikten sonra, bu kabilden olmak üzere Musa ve Harun'a da ihsan ettiği lütuflarını sözkonusu etmektedir.

"O ikisi ve kavimlerini büyük sıkıntıdan kurtardık" buyruğu ile ilgili ola­rak bunun İsrailoğullarının köleleştirmesinden kurtarılmak olduğu söylen­diği gibi, Firavun'un karşı karşıya kaldığı suda boğulmaktan kurtarılmak ol­duğu da söylenmiştir.

"Ve onlara yardım ettiğimiz..." buyruğundaki zamir el-Ferra'ya göre sadece Musa ve Harun'a aittir. Bu ise iki kişinin çoğul olduğuna binaen öyle kabul edilebilir. Bunun delili de yüce Allah'ın: "ikisine... verdik" ile "o iki­sini de dosdoğru yola ilettik" buyruğudur.

Zamirin Musa, Harun ve kavimlerine ait olduğu da söylenmiştir. Doğru­su da budur. Çünkü bundan önce: "O ikisini ve kavimlerini... kurtardık"

buyruğu geçmiştir.

"Apaçık gösteren kitab" ise Tevrat'tır.

"O şey açık seçik oldu" demektir, "Filan kişi onu apaçık buldu" tabirleri; "Bir şeyin bizzat kendisi apaçık bir hal aldı" ile "Filan kişi de onu apaçık buldu" demek, gibidir.

"Dosdoğru yol"; hiçbir eğriliği bulunmayan dosdoğru din demektir ki, bu da İslâm dinidir.

"Sonra gelenler arasında onlara" güzel bir övgü "bıraktık. Musa ve Ha­run'a selam olsun. Muhakkak Biz, ihsan edicileri böyle mükâfatlandırı­rız. Muhakkak ikisi de iman eden kullar muzdandı." Bu buyrukların ben­zeri daha önceden geçmiş bulunmaktadır. [80]

 

123- Muhakkak İlyas da gönderilmiş peygamberlerdendi. 124. O kavmine: "Korkmaz mısınız?" demişti. 125,126. "O en güzel yaratanı, sizin ve önceki atalarınızın Rabbi Al­lah'ı bırakıp Ba'l'e mi dua edersiniz?"

127. Ama onlar onu yalanladılar. Bu sebebten onlar elbette hazır edi­lirler.

128. Ancak Allah'ın ihlasa erdirilmiş kulları müstesna.

129. Sonra gelenler arasında üzerine (güzel övgü) bıraktık.

130. İlyas'a selam olsun.

131. İhsan edicilere muhakkak Biz, böyle mükâfat veririz.

132. Gerçekten o, iman eden kullarımızdandı.

 

"Muhakkak İlyas da gönderilmiş peygamberlerdendi" buyruğu hakkın­da müfessirler şöyle demişlerdir: İlyas. İsrailoğullarından bir peygamberdir. İbn Mesud'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: İsrail Yakub'dur, İlyas da İd-ris'tir. Ayrıca o: "Muhakkak İdris... diye okumuştur. İkrime de böyle demiş­tir. Yine İkrime dedi ki: Bu Abdullah Cb. Mesud)'ın Mushaf'ında: "Muhakkak İdris de gönderilmiş peygamberlerdendi" şeklindedir. Ancak bu görüşü yal­nızca o (Abdullah b. Mesud belirtmiştir.

İbn Abbas dedi ki: İlyas. E iyesa in amcasıdır.

İbn İshak ve başkaları şöyle demişlerdir: Yuşa'dan sonra İsrailoğullarının işlerinden sorumlu olan kişi Kahb b. Yukanna idi. Sonra Hazkiyel geldi. Yü­ce Allah peygamber Hazkiyel in canını aldıktan sonra İsrailoğullan arasında çok büyük olaylar meydana geldi Allah'ın ahdini unuttular ve onu bırakıp putlara taptılar. Yüce Allah onlara ilyas 1 peygamber olarak gönderdi. Elye-sa' da ona uydu ve ona iman etti. Israiioğulları ona karşı serkeştlik edince, İsrailoğullarının sıkıntılarından yana kendisini rahata kavuşturması için Rab-bine dua etti. Ona: Şu, şu günü filan yere çık. Senin karşına ne çıkarsa ona bin ve ondan çekinme. Elyesa' ile birlikte çıktı. Elyesa' ona: Ey İlyas! Bana ne emredersin? dedi. Oldukça yüksekten ona üzerindeki elbiseyi attı. Bu da onun Elyesa'ı İsrailoğullarına yerine geçmek üzere halife tayin etmiş oldu­ğunun alameti idi. İşte onun (dünyada) son görünmesi bu olmuştu.

Yüce Allah İlyas'ın yiyecek ve içecekten lezzet alma duyusunu kaldırdı. Ona tüylerden elbise giydirdi ve onu nura büründürdü. Meleklerle birlikte uçtu. Böylelikle o hem insan melek, hem semavi ve arzi bir varlık oldu.

İbn Kuteybe dedi ki: Çünkü yüce Allah İlyas'a: Benden dile, Ben de sa­na vereyim, dedi. O da beni kendine doğru yükselt, ölümü tatmamı ertele. Bunun üzerine meleklerle birlikte uçar oldu.

Kimi ilim adamı da şöyle demiştir: Hastalanmış ve ölümü hissetmişti. Bu­nun üzerine ağladı. Yüce Allah ona: Niçin ağlıyorsun? Dünyaya tutkun do­layısıyla mı? Ölümden çekindiğin için mi? Ateşten korktuğun için mi? diye sor­du. Hayır, dedi, izzetin hakkı için bunlardan hiçbirisi dolayısıyla değil. Be­nim ağlayıp sızlanmam benden sonra sana hamdedecekler, seni övüp dura­cakları halde benim sana artık hamdetme imkanını kaybetmiş olacağımdan-dır. Benden sonra zikredenler seni anacak, ben seni anmayacağım. Oruç tutanlar oruç tutacak, ben tutamayacağım. Namaz kılanlar namaz kılacak, ben kılamayacağım. Bunun üzerine ona şöyle denildi: Ey İlyas! İzzetim hakkı için seni, Beni kendisinde hiçbir kimsenin anmayacağı bir vakit gelinceye kadar erteleyeceğim. Bundan kasıt da kıyamet günüdür.

Abdu'1-Aziz b. Ebi Revvad dedi ki: İlyas ile Hızır -ikisine de selam olsun-her yıl ramazan ayı orucunu Beytu'l-Makdis'de tutarlar ve her sene hac mevsiminde hacda bulunurlar.

İbn Ebi'd-Dünya'nın naklettiğine göre de onlar hacdan sonra ayrılacak­ları vakit şöyle derler: Maşaallah, maşaallah hayrı Allah'tan başka kimse ge­tirmez. Maşaallah, maşaallah, Allah'tan başka kimse kötülüğü bertaraf ede­mez. Maşaallah, maşaallah, her ne nimet varsa, Allah'tandır. Maşaallah, ma­şaallah tevekkeltu alallah hasbiyallahu ve ni'me'l-vekil. (Allah'a tevekkül et­tim, Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.) Bu daha önce el-Kehf Sûresi'nde (18/79-82. âyetler, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Mekhul yoluyla Enes'ten de şöyle dediği nakledilmektedir: Rasûlullah (sav) ile birlikte gazaya çıktık. Feccu'n-Nake denilen yerde iken şöyle diyen bir ses duyduk: Allah'ım, beni rahmete nail olmuş, günahları bağışlanmış, tevbele-ri kabul edilmiş, duaları kabul edilmiş, Muhammed ümmetinden kıl. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Ey Enes! Bak bu ses de nedir?" de­di. Ben de dağın iç taraflarına doğru ilerlemeye başladım. Sakalı ve saçı be­yaz bir adamla karşılaştım. Üzerindeki elbiseleri de beyazdı. Üçyüz zira'dan daha uzun bir boyu vardı. Beni görünce: Sen peygamberin elçisi misin? de­di. Ben, evet dedim. Bana: Ona dön ve benden ona selam söyle ve de ki: İş­te kardeşin İlyas seninle görüşmek istiyor. Peygamber -ben de beraberinde olduğum halde- geldi. Nihayet ona yaklaştığımız bir sırada Peygamber (sav) öne doğru ilerledi, ben geride kaldım. Uzun süre beraberce konuştular. Üzer­lerine semadan sofraya benzer bir şey indi. Beni de çağırdılar, ben de on­larla birlikte yedim. O sofrada yer elması, nar ve kereviz vardı. Yemek ye­dim, sonra kalktım, bir kenara çekildim. Bir bulut geldi ve onu yukarı doğ­ru kaldırdı. Ben bulut onu yukarı doğru kaldırıyorken beyaz elbiselerine ba­kıp durdum. Peygamber (sav)'a: Anam babam sana feda olsun dedim. Bu ye­diğimiz yemek ona semadan mı indi? Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Ben de yemeği ona sordum, şöyle dedi: Cibril her kırk günde bir bana bundan bir öğün getirir. Her yılda da Zemzemden bir içim su getirir. Kimi zaman da onu kuyu başında kovaya su doldururken görürüm, o bu sudan içer ve ba­na içirdiği de olur." (Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır).

Sa'leb dedi ki: Yüce Allah'ın buradaki "Ba'l" buyruğu hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bir kesim: Burada Ba'lden kasıt bu adı ta­şıyan puttur derken, bir kesim burada sözü edilen Ba'l bir melektir demiştir. İbn İshak ise şöyle demiştir: Ba'l tapındıkları bir kadın idi. Birinci görü­şü ileri sürenler daha çoktur. el-Hakem b. Eban'ın İkrime'den rivayetine gö­re İbn Abbas: "Ba'l'e mi dua edersiniz?" buyruğu hakkında: O bir put idi, demiştir.

Ata b. es-Saib, İkrime'den o İbn Abbas'dan: "Ba'l'e mi dua edersiniz?" buy­ruğu hakkında onu mu rab edinirsiniz? demiştir.

en-Nehhas dedi ki: İki açıklama da doğrudur. Yani siz bir puta dua edi­yor ve onu rab olarak mı yontuyorsunuz? Mesela, bu evin ba'lidir yani evin sahibidir denilir. O halde mana: Sizler kendi uydurduğunuz bir rabbe mi dua (ve ibadet) ediyorsunuz, demektir.

"Dua edersiniz" burada, ad verirsiniz anlamındadır. Bunu Sibeveyh nak-letmiştir.

Mücahid, İkrime, Katade ve es-Süddî: Ba'l, Yemen lehçesinde rab demek­tir, demişlerdir.

İbn Abbas da Yemenlilerden birisinin Mina'da bir dişi deve pazarlığını yap­mak isterken -bunun sahibi kimdir anlamında-: Bunun ba'l'i kimdir? dediği­ni duymuştur. Kocaya ba'l denilmesi de bundan dolayıdır. Nitekim Ebu Du-ad da şöyle demiştir:

"Savaşta ba'l'ini (kocanı) gördüm,

Bir kılıç kuşanmıştı ve bir mızrak (tutmuştu)"

Mukatil dedi ki: Ba'l, İlyas'ın kırdığı ve bundan dolayı onları bırakıp kaçtığı bir puttur.

Denildiğine göre bu put, altından idi ve boyu yirmi zira'dı, dört yüzü var­dı. O put dolayısıyla fitneye düşürüldüler. onu tazim ettiler. Nihayet ona dört-yüz hizmetçi görevlendirdiler ve bu dörtyüz kişiyi o putun peygamberleri bel­lediler. Şeytan ba'l'in içine girer ve sapıklık şeriatini onlara telkin ederdi. Hiz­metçiler de bunları beller ve insanlara öğretirlerdi. Bu kimseler Şam diyarın-daki Ba'le-Bekke ahalisidirler. Daha önce açıkladığımız gibi şehirlerine de Bale-Bekke adı bundan dolayı verilmiştir.

"O en güzel yaratanı... bırakıp" yani kendisine yaratıcı denilenlerin en güzeli demektir. Bunun sanatkârların en güzeli anlamında olduğu da söylen­miştir. Çünkü insanlar bir şeyi sanat yoluyla yaparlar, ancak yaratamazlar.

"... Sizin ve önceki atalarınızın Rabbi Allah'ı..." Bu buyruktaki üç isim  (Allah, Rabbiniz, önceki atalarınızın Rabbi isimleri) nasb iledir. er-Rabî b. Hay-sem, el-Hasen, İbn Ebi İshak, İbn Vessab, el-A'meş, Hamza ve el-Kisaî böy­le okumuşlar; Ebu Ubeyde ile Ebu Hatim de bu kıraati benimsemişlerdir. Ebu Ubeyd bu isimlerin sıfat olarak nasbedildiklerini nakletmektedir. en-Nehhas ise şöyle demektedir: Sıfat olduklarını söylemek yanlışlıktır. Bunlar bedel ola­rak nasbedilmişlerdir. Burada sıfat caiz değildir. Çünkü bu ifadeler mevsu-fu süslemek için zikredilmiş değildir.

İbn Kesir, Ebu Amr, Asım, Ebu Cafer, Şeybe ve Nafî' ise ref ile okumuş­lardır. Ebu Hatim dedi ki: Bu da: "O Allah'tır, Rabbinizdir" anla­mında olur.

en-Nehhas dedi ki: Onun bu açıklamasından daha da tercih olunanı ise şudur: Herhangi bir takdir ya da hazf sözkonusu olmaksızın mübteda ve ha-berdir.[81] Ayrıca Ali b. Süleyman'ın ref ile okumanın daha uygun ve daha gü­zel olduğu kanaatinde olduğunu da gördüm. Çünkü ondan öncesi bir âyet sonudur, dolayısıyla yeni bir ifade başlangıcı olması daha uygundur.

İbnu'l-Enbarî dedi ki: Nasb ile ya da ref ile okuyan bir kimse ifade tamam olmuştur diye: "O en güzel yaratanı" buyruğu üzerinde vakıf

yapmaz. Çünkü yüce Allah burada her iki okuyuşa göre "en güzel yaratan"a dair açıklamalarda bulunmaktadır.

"Ama onlar onu yalanladılar" buyruğu ile yüce Allah, İlyas kavminin onu yalanladıklarını haber vermektedir.

"Bu sebebten onlar elbette" azapta "hazır edilirler."

"Ancak" kavmi arasından "Allah'ın ihlasa erdirilmiş kulları müstesna."

Onlar azaptan kurtulmuşlardır. Buradaki: "İhlasa erdirilmiş" buy­ruğu "lam" harfi esreli olarak (ihlasa ermiş anlamında) diye de okunmuştur. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

"Sonra gelenler arasında üzerine (güzel övgü) bıraktık" buyruğu da da­ha önceden geçmiş bulunmaktadır.

"İlyas'a selam olsun" buyruğundaki "İlyas (anlamı verilen)" lafzını el-A'rec, Şeybe ve Nafî': "Âli Yasin" diye okumuşlardır. İkrime, Ebu Amr, İbn Kesir, Hamza ve el-Kisaî ise "İlyâsîn" diye okumuşlardır. el-Ha­sen de bunu: "Ale'l-yasin (ya'sin'e)" şeklinde elifi vasi ile oku­muştur, sanki Yasin'in başına tarif için getirilen elif lam gelmiş gibidir. Mak­sat ise İlyas (a.s)'dır. Selam da onadır, ancak bu a'cemî (Arapça olmayan) bir isimdir. Araplar, Arapça olmayan bu isimleri değişik şekillerde telaffuz eder­ler ve bu isimleri çokça değiştirirler.

İbn Cinnî dedi ki: Arablar, arapça olmayan isimlerle çokça oynarlar. Ya­sin, İlyas ve İlyâsîn aynı şeydir.

ez-Zemahşerî dedi ki: Hamza vasi ile okuduğunda nasbederdi, vakıf yaptığı takdirde ise ref'ederdi. Bu aynı zamanda: "İlyâsîne" ile okunduğu gibi İdris de: "İdrisiyn, İdrisin ve İdrasin" di­ye İlyas'ın ve İdris'in farklı söyleyişleri halinde okunmuştur.

Süryanicede fazladan getirilen (sondaki) "ye" ile "nun"un özel bir anla­mı olabilir.

en-Nehhas dedi ki: "İlyas'a selam olsun" diye okuyan kimse -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- bu peygamberin adını hem İlyas, hem de Yasin olarak kullanmış, sonra da onu "âli"ne yani din mensubları-na ve onun yolundan gidenlere selam etmiş olur. Böylece kendisi dolayısıy­la âline selam verdiği takdirde onun da selamın kapsamına girdiğini biliyor demektir. Nitekim Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Allah'ım Ebu Evfa'nın âline salat eyle." diye buyurmuştur. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Fi­ravun hanedanını (âlini) azabın en şiddetlisine sokun." (el-Mu'min, 40/46)

"İlyâsîn (İlyas)" diye okuyanların kıraati ile ilgili olarak da ilim adamlarının birden çok görüşü vardır. Harun. İbn Ebi İshak'dan şöyle dedi­ğini rivayet eder: İlyâsîn, İbrahim gibidir. O bu kanaatiyle onun adının bu ol­duğunu benimsemiş gibidir. Ebu Ubeyde ise bunun kendisi ve ehl-i beyti ile birlikte cem-i müzekker-i salim olarak çoğul yapıldığı ve onlara böylece se­lam edildiği kanaatindedir. O şu mısraı da zikreder:

"Hubeyblilere yardım ettiğim artık bana yeter, artık yeter."

Denilir ki (mısrada geçen):  ile şekilleri "yeter" anlamında iki ayrı söyleyiştir. Şair burada Ebu Hubeyb Abdullah b. ez-Zübeyr'i kastetmek­tedir. Bunu çoğul olarak getirmesi onun izinden giden, onunla birlikte olan­ların da onunla birlikte kabul edilmelerinden ötürüdür. Ebu Ubeyde'den baş­kası ise bu ifadeyi: "İki Hubeyb'e" diye tesniye olarak rivayet etmek­tedir. Bununla da Abdullah ve Mus'ab'ı kasteder. Ben, Ali b. Süleyman'ı bun­dan daha ileri derecede açıklarken gördüm. O şöyle der: Araplar bir kişinin kavmine onlar arasındaki üstün ve değerli kişinin adını verirler ve (mesela): el-Mehalibe derler. Yani onlar arasındaki herbir adama adeta "Mühelleb" adı­nı vermiş gibi olurlar. İşte: "İlyasîn'e (İlyas'a) selam olsun" buyruğunda da onun alînin herbir kişisine İlyas adı verilmiş olmaktadır.

Sibeveyh de "el-Kitab"mda bunun bir bölümünü zikretmiş bulunmakta­dır. Ancak onun belirttiğine göre Araplar bu uygulamayı nisbet (ism-i men-sub) olmak üzere kullanırlar ve "el-Eş'arun" derken (Eşarilere) nisbeti kastederler.

el-Mehdevî dedi ki: Bunu "İlyasîn" diye okuyanların okuyuşuna göre bu İlyas'ın da kapsamına girdiği bir çoğuldur. Bu "ilyasî'nin çoğulu olup nisbet "ye"si hazfedilmiştir. Nitekim Mühellebi'nin çoğulu olan el-Mehalibe gibi kı­rık çoğullarda nisbet "ye"si de hazfedildiği gibi salim çoğulda da bu nisbet "ye"si hazfedilerek "el-Muhellebin" denilmiştir. Sibeveyh "el-Eş'arun, en-Numeyrun" diye nisbet çoğulları da nakletmiştir ki bu kelimelerle el-Eşariy-yun, en-Numeyriyyun demek isterler.

es-Süheylî der ki: Böyle bir şey sahih değildir. Ancak bu okuyuş İlyas'ın bir söyleyişidir. Eğer onların dediklerini Cenab-ı Allah murad etmiş olsaydı el-Mehalibe ve el-Eş'ariyyun'da olduğu gibi başına "elif lam" getirirdi. O va­kit: "İlyâsîn'e selam olsun" derdi. Çünkü alem (özel isim) çoğul yapıldığı takdirde nekre yapılır ki; "elif lam" ile marife (belirtili) ola­bilsin. O bakımdan: "Zeydîn'e selam olsun" demeyerek, "elif" ve "lam"h olarak: "ez-Zeydîn'e..." denilir. O halde "İlyas" adının üç türlü söylenişi vardır.

en-Nehhas dedi ki: Ebu Ubeyd: "İlyâsîn'e selam olsun" şek­lindeki kıraatine delil getirmiş ve onun adının İlyas olduğu gibi İlyâsîn'in de onun adı olduğunu söylemiştir. Çünkü sûrede onun dışında sözkonusu edi­len peygamberlerden başkası hakkında "âl"e selâm getirilmiş değildir. O hal­de diğer peygamberler ismen zikredildiği gibi, o da ismen zikredilmiştir. Bu şekildeki değerlendirme asıl itibariyle Ebu Amr'a aittir. Ancak böyle bir şey zorunlu değildir. Çünkü bizler önceden, eğer bir kişi dolayısıyla onun aline selam getirilecek olursa, o kişiye de selam getirmek demek olduğu şeklin­deki dilcilerin görüşünü açıklamış bulunuyoruz.

Adının "İlyasîn" olduğu görüşünü kabul etmek için ise bir delile ve riva­yete gerek vardır. Çünkü bu mesele içinden kolay kolay çıkılamayacak bir hal almıştır.

el-Maverdî dedi ki: el-Hasen: "Yasin'e selam olsun" diye "elif" ve "lam"ı düşürerek okumuştur. Bunun iki türlü açıklaması yapılabilir: Birinci açıklamaya göre bunlar Muhammed (sav)'ın alîdir, bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır. (Buna göre Yasin peygamber efendimizin adıdır.) İkinci gö­rüşe göre ise bunlar Yasin'in alîdir. Bu görüşe göre de Yasin'e fazla harfin girmesinin iki açıklaması yapılır: Birincisine göre âyetlerin sonları arasında bir eşitlik (ye, nun ile bitmesi açısından) sağlanması için ilave edilmiştir. Yü­ce Allah'ın bir yerde: "Turl Sina" (el-Mu'minun, 23/20) diye buyurduğu halde bir başka yerde: "Turî Sînîn" (et-Tîn, 95/2) diye buyurulma-sı gibi. Buna göre selam onun dışında kalan, onun ahalisinedir. Ona yapı­lan izafet de onun için bir teşriftir. İkinci açıklamaya göre ise burada "ye" ço­ğul dolayısıyla gelmiştir. O takdirde o da onlar arasına katılmış olur. Bu du­rumda selam hem ona, hem de âlinedir.

es-Süheylî dedi ki: Meani'l-Kur'ân'a dair açıklamalarda bulunanların kimi­si şöyle demiştir: Âli Yasin'den kasıt Muhammed (a.s)'ın âlidir. Bunlar bu hu­susta "Yâ Sîn"in tefsirinin Ya Muhammed, olduğunu kabul edenlerin görüş­lerinden hareket ederek bu kanaati belirtirler.

Ancak bu görüş birçok bakımdan çürütülür. Birincisi evvela ifadelerin akı­şı İlyas kıssası ile ilgilidir. Dolayısıyla İbrahim, Nuh, Musa ve Harun kıssa­larında olduğu gibi selamın da onlar hakkında olması gerekir. Bir başka âyet-i kerime hakkında -ki bu da zayıf olmakla birlikte- yapılmış bir açıkla­madan hareketle sözün maksadının dışına çıkmanın bir anlamı yoktur. Çün­kü "Ya Sin", "Ha Mim" ve "Elif, Lam. Mim" ve buna benzer buyruklar hak­kındaki bütün açıklamalar aynıdır. Bunlar Mukatta' harflerdir, ya İbn Abbas'ın dediği gibi yüce Allah'ın isimlerinden alınmıştır ya Kur'ân'ın sıfatlarıdır ya da eş-Şa'bî'nin dediği gibi: Yüce Allah'ın herbir kitabta bir sırrı vardır. Kur'ân-ı Kerîm'deki sırrı ise sûrelerin başlangıçlarıdır. Aynı şekilde Rasûlullah (sav): "Benim beş tane ismim vardır, diye buyurmuş, ancak bunlar arasında "Ya­sin" adını zikretmemiştir.

Aynı şekilde "Yâsin"de tilavet şekli sükun ve vakıf ile gelmiştir. Eğer bu Peygamber (sav)'ın adı olsaydı, ötreli olarak "Yâsinu" demek gerekirdi. Yü­ce Allah'ın: "Yusuf, ey doğru sözlü kişi" (Yusuf, 12/46) di­ye buyurduğu gibi, (burada da böyle demesi gerekirdi). Belirttiğimiz husus­lar dolayısıyla bu görüş çürütüldüğüne göre "İlyasîn" sözü edilen İlyas'tır ve selam onun hakkında variddir.

Ebu Amr b. el-Alâ da dedi ki: Bu İdris ve İdrâsîn demeye benzer. İbn Mes'ud'un Mushaf ında da bu böyledir:  Şüphesiz ki İd­ris gönderilmiş peygamberlerdendi" dedikten sonra; "İdra-sin'e selam olsun" demektedir.

"İhsan edicilere muhakkak ki Biz böyle mükâfat veririz. Gerçekten o iman eden kullarımızdandı" buyruğu daha önceden geçmiş bulunmaktadır. [82]

 

133- Şüphesiz Lut da gönderilmiş peygamberlerdendir.

134. Hani Biz onu ve aile halkını birlikte kurtarmıştık.

135. Ancak geri kalanlar arasındaki bir koca karı müstesna.

136. Sonra diğerlerini helak ettik.

137. Muhakkak siz onların yakınından, sabahleyin de geçip gidiyor­sunuz,

138. Geceleyin de. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?

 

"Şüphesiz Lut da gönderilmiş peygamberlerdendir. Hani Biz onu ve ai­le halkını birlikte kurtarmıştık. Ancak geri kalanlar arasındaki bir koca­karı müstesna" buyruklarına dair açıklamalar daha önce Lut kıssasında (el-Araf, 7/80. âyet ve devamında ve Hud, 11/77. âyet ve devamında) geçmiş bu­lunmaktadır.

"Sonra diğerlerini" gönderdiğimiz ceza ile "helak ettik."

"Muhakkak siz onların yakınından sabahleyin de geçip gidiyorsunuz"

buyruğu ile de Araplara hitab etmektedir. Yani siz onların evlerinin, onlar­dan geriye kalan eserlerin yakınından sabah vakti geçip gidiyorsunuz. "Ge­celeyin de" aynı şekilde onların yakınından geçmektesiniz. İfade burada ta­mam olduktan sonra: "Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" yani ibret almayacak ve düşünmeyecek misiniz, diye buyurmaktadır. [83]

 

139- Muhakkak Yunus da gönderilmiş peygamberlerdendi.

140. Hani o, yüklü gemiye kaçıp sığınmıştı.

141. Kura çekmişti de kaybedenlerden olmuştu.

142. Kendini kınayıcı olduğu halde balık onu yuttu. 143- Eğer o, gerçekten teşbih edenlerden olmasaydı,

144. Diriltilecekleri güne kadar (balığın) karnında kalırdı elbet.

 

Bu buyruklara dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: [84]

 

1- Yunus (a.s.) ve Kavmi:

 

"Muhakkak Yunus da gönderilmiş peygamberlerdendi" buyruğunda sö­zü edilen Yunus ile Zu'n-Nûn aynı kişilerdir. Metta'nın oğludur, İlyas'ın ya­nında misafir kaldığı yaşlı kadının oğlu da odur. İlyas o kadının yanında kav­minden altı ay süre ile saklanmıştır. Yunus ise o sırada süt emen küçük bir çocuktu. Yunus'un annesi İlyas'a bizatihi hizmet ediyor ve onu teselli edi­yor, güç yetirebildiği hiçbir şeyi ondan esirgemeyerek ikram ediyordu. Da­ha sonraları İlyas evlerin darlığından sıkılmaya başladı. Bunun için dağlara gitti. Bu yaşlı kadının oğlu olan Yunus öldü. Kadın İlyas'ın arkasından çıkıp dağlarda onu aramaya koyuldu. Nihayet onu buldu. Allah oğlunu diriltir ümi­di ile kendisi için Allah'a dua etmesini istedi. Ölümünden ondört gün son­ra İlyas çocuğun yanına geldi. Abdest alıp namaz kıldı ve Allah'a dua etti. Al­lah da Metta'nın oğlu Yunus'u, İlyas (a.s)ın duası ile diriltti.

Allah, Yunus'u Musul topraklarında bulunan Nineva (Ninova) ahalisine peygamber olarak gönderdi. Bunlar önceleri puta tapıyorlardı. Yunus Sûre-si'nde (10/98. âyetin tefsirinde) bu hususun açıklaması geçtiği gibi. Enbiya Sûresi'nde (21/87-88)'de onun kızgınlıkla kavmi arasından çıkıp gitmesine da­ir açıklamalar Yunus kıssasında geçmiş bulunmaktadır.

Yunus (a.s)'a peygamberlik balığın onu yutmasından önce mi verildiği, sonra mı verildiği hususunda farklı görüşler vardır. Taberî, Şehr b. Havşeb'den naklen diyor ki: Cebrail (a.s), Yunus (a.s)'a gelip: Ninova halkına git ve on­lara azabın başlarına gelip çatmak üzere olduğunu söyleyip uyar, dedi. Yu­nus: Kendime bir binek bulayım dedi, Cebrail durum ona elverişli olmaya­cak kadar acildir deyince, bu sefer Yunus: O zaman kendime bir ayakkabı bulayım dedi. Yine: Durum buna elvermeyecek kadar acildir, dedi. Bunun üzerine Yunus kızıp bir gemiye gidip bindi. Gemiye binince gemi hareket et­medi, ne ileri, ne geri gidemedi. Bu sefer kura çekildi, kura Yunus'a çıktı. Ba­lık kuyruğunu sallayarak geldi. Balığa: Ey balık! Biz Yunus'u sana rızık ola­rak vermiyoruz. Seni onun himaye olunacağı bir yer ve bir mescid kıldık, di­ye seslenildi.

O yerden balık onu yuttu. Nihayet Ubulle'nin yanından geçtiler. Oradan da Dicle'ye kadar balığın karnında geldi ve Ninova'da onu dışarı bırakınca-ya kadar öylece gitti. Bize el-Haris anlattı, dedi ki: Bize el-Hasen anlattı, de­di ki: Bize Ebu Hilal anlattı dedi ki: Bize Şehr b. Havşeb anlattı, o İbn Ab-bas'tan naklen dedi ki: İşte Yunus'un peygamberlik ile görevlendirilmesi ba­lığın onu dışarı atmasından sonra olmuştur.

Bu görüşü kabul edenler gönderilmiş bir peygamberin Rabbine karşı öf­kelenerek yerinden çıkıp ayrılmadığını delil gösterirler. O halde onun başın­dan geçen bu olay peygamberlikten önce olmuştur.

Başkaları da şöyle demektedir: Onun bu tutumu, kendilerine peygamber olarak gönderildiği kimseleri, Allah'ın onları kendilerini davet etmesini em­rettiği şeye davet etmesinden, onlara Rabbinin risaletini tebliğ etmesinden son­ra olmuştur. Ancak o, kendilerini sakındırıp korkuttuğu azabın başlarına be­lirlemiş olduğu bir vakitte ineceği vaadinde bulunmuştu. Tevbe etmedikle­ri ve yüce Allah'a itaate dönmedikleri için onlardan ayrılıp gitti. Azabın gölgesi o kavmin üzerine düşüp onları örtüp kaplayınca -yüce Allah'ın Ki-tab-ı Kerim'inde buyurduğu gibi- Allah'a tevbe ettiler, Allah da üzerlerinde­ki azabı kaldırdı. Yunus'a da onların kurtuldukları ve kendilerine vaadedip tehditte bulunduğu azabın da üzerinden kaldırıldığı haberi verildi. O bun­dan ötürü kızıp: Ben onlara bir vaadde bulundum ve benim bu vaadim doğ­ru çıkmadı, dedi. İşte Rabbini kızdırarak gitti ve onun yalanını tesbit etmiş oldukları halde yanlanna.geri dönmekten hoşlanmadı. Bunu da Said b. Cü-beyr, İbn Abbas'tan rivayet etmiştir. Daha önce el-Enbiya Sûresi'nde (21/87-88. âyetlerin tefsirinde) de geçmiş bulunmaktadır. İleride yüce Allah'ın: "Biz onu yüzbin veya daha fazlasına gönderdik." (es-Saffat, 37/147) buyru­ğunu açıklarken geleceği üzere doğru olan da budur.

"Yunus" lafzı munsarıf değildir, çünkü Arapça olmayan bir isimdir. Arap­ça olsaydı, ilk harfi "ye" olsa dahi munsarıf olurdu. Çünkü "yuf'ul" veznin­de bir fiil yoktur. Tıpkı bir kimseye "yu'fur" adını verdiğimiz takdirde mun­sarıf olacağı gibi. Ancak "ya'fur" diye ad verilirse munsarıf olmaz. [85]

 

2- Gemiye Gidişi:

 

"Hani o, yüklü gemiye kaçıp sığınmıştı" buyruğundaki "Kaçıp sı­ğındı" fiili hakkında el-Muberred der ki: Bu aslında uzaklaşıp gitti demektir. Kaçan köleye "abik" denilmesi de buradan gelmektedir. Başkası da şöyle de­mektedir: Yunus'tan "kaçtı" diye sözedilmesi yüce Allah'ın emri olmadan ve insanlardan saklanarak çıkıp gitmiş olmasıdır.

"Yüklü gemiye" buyruğundaki: "Yükle dopdolu" demektir.

"Gemi" anlamındaki: ise, hem müzekker, hem müennes gelir, tekil ve çoğul olarak da gelir. Buna dair açıklamalar da daha önceden (el-Bakara, 2/164. âyet, 3- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Tirmizî el-Hakim dedi ki: Ona "abîk (kaçkın)" adını vermesi kulluktan kaç­mış olmasından dolayıdır. Çünkü kulluk, ancak hevayı terketmek ve Allah'ın emirlerinin gerektirdiği yerde nefsi feda etmektir. Daha önce el-Enbiya Sû-resi'nde geçtiği üzere meleğin ondan istediği kararlılık üzere sıkıntılarının art­tığı esnada canını feda etmeyerek istediği doğrultuda hareket ettiğinden ona "abik: kaçkın kul" adı verilmiş oldu. Meleğin ondan istediği kararlılık ise, ken­disi ile ilgili değil, Allah'ın emri ile ilgili idi. Nefsinin payı için değil, Allah'ın hakkı dolayısıyla idi. Yunus bu hususta doğruyu araştırdı, fakat Allah nez-dindeki doğruyu isabet ettiremedi. Bundan dolayı ona "abik (kaçkın kul)" ve "mulîm (kendisini kınayan)" adını verdi. [86]

 

3- Çekilen Kura:

 

"Kura çekmişti de..." buyruğunda geçen: lafzı, el-Muberred'e göre; "kura çekmişti" anlamındadır. Ona göre bunun aslı (kura maksadıyla torbada) karıştırılan siham (oklardan) gelmektedir.

"Kaybedenlerden olmuştu." el-Muberred yenilenlerden olmuştu, diye açıklarken, el-Ferra da şunları söyler: "Delili kaybetti (çürütül­dü)" ile: "Allah onun delilini çürüttü" denilir, bunun aslı ayağın kaymasından gelmektedir. Şair de şöyle demiştir:

"Biz yenilenleri herbir dağ geçidinde öldürdük, Gözler(imiz) aydın oldu, onları öldürmekle." [87]

 

4- Yunus (a.s) Balığın Karnında:

 

"Kendini kınaytct olduğu halde balık onu yuttu" yani o kınanmasına se­bep olacak bir iş yapmıştı. "Melum" ister hak etsin, ister etmesin başkası ta­rafından kınanan kişi demektir. (Âyet-i kerimedeki şekliyle): Mulim'in ayıp-layıcı anlamında olduğu da söylenmiştir. "Bir iş yapıp da bu işi do­layısıyla ayıplanır duruma gelen, kimse" hakkında kullanılır.

"Eğer o, gerçekten teşbih edenlerden olmasaydı" buyruğu hakkında el-Kisaî şöyle demektedir: Buradaki: "Gerçekten" lafzındaki hemzenin es-reli olmayışı, başına "lam" harfinin gelişinden dolayıdır. Çünkü bu "lam" harfi ona ait değildir. en-Nehhas dedi ki: Durum onun dediği gibidir. "Lam" an­cak: 'nın cevabında sözkonusu olur.[88]

"Eğer o, gerçekten teşbih edenlerden" yani namaz kılanlardan "olma­saydı, diriltilecekler! güne kadar karnında kalırdı elbet." Yani ona ceza olmak üzere bu böyle olacaktı. Bu da şu demektir: Balığın karnı kıyamet gü­nüne kadar onun için bir kabir olacaktı.

Balığın karnında ne kadar kaldığı hususunda farklı görüşler vardır. es-Süd-dî, el-Kelbî ve Mukatil b. Süleyman, kırk gün kalmıştır derken, ed-Dahhak yirmi, Atâ yedi gün, Mukatil b. Hayyan üç gün kalmıştır, demişlerdir. Tek bir saat (kısacık bir an) kaldığı da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [89]

 

5- Yunus' (a.s.)'ın Balığın Karnındaki Durumu:

 

Taberî'nin rivayetine göre Ebu Hureyre şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) bu­yurdu ki: "Şanı yüce Allah Yunus'u balığın karnında hapsetmeyi murad edince, balığa onu al, fakat etini çizme, kemiğini kırma, diye vahyetti. Ba­lık onu aldı, sonra karnında olduğu halde denizdeki yerine kadar indirdi. De­nizin dibine ulaşınca, Yunus bir ses işitti. Kendi kendisine: Acaba bu ne? di­ye sordu. Şanı yüce Allah balığın karnında olduğu halde ona: Bu denizde­ki canlıların teşbihidir, diye vahyetti. Bunun üzerine o da balığın karnında olduğu halde teşbih etti. Melekler de onun teşbihini işittiklerinde: Rabbimiz, biz alışılmadık bir yerde zayıf bir ses duyuyoruz dediler. Yüce Allah şöyle buyurdu: Bu benim kulum Yunus'tur. Bana karşı geldi. Ben de onu deniz­de balığın karnında hapsettim. Melekler dediler ki: Her gün ve her gece ken­disinin salih ameli sana yükselen o salih kul mu, diye sordular, yüce Allah: Evet diye buyurdu. O vakit ona şefaatte bulundular, yüce Allah da balığa bu­yurduğu gibi "hasta olduğu halde" kıyıya bırakmasını emretti. Yüce Allah'ın kendisini nitelendirdiği hastalığı da, balığın onu sahile et ve kemiği yaratıl­mış, yeni doğmuş küçük bir çocuk gibi bırakması idi."

Rivayet edildiğine göre balık gemi ile birlikte başını yukarı doğru kaldı­rarak yol alıyor ve nefes alıyordu. Yunus da bu arada teşbih getiriyordu. Ka­raya varıncaya kadar balık o gemiden ayrılmadı. Sağlam bir şekilde onu dı­şarı bıraktı. Onda hiçbir değişiklik olmamıştı. Bunun üzerine müslüman ol­dular. Bunu da Zemahşerî Tefsir'inde zikretmiş bulunuyor.

İbnu'l-Arabî de dedi ki: Bana arkadaşlarımızdan birçok kişi İmamu'1-Ha-remeyn Ebu'l-Mealî Abdu'l-Melik b. Abdillah b. Yusuf el-Cüveynî'den şöy­le dediğini haber vermişlerdir: Ona yaratıcı herhangi bir cihette midir? Diye sorulmuş. Hayır, O bundan yüce ve münezzehdir, diye cevap vermiş. Ona: Buna delil nedir? diye sormuşlar, o da şöyle demiş: Buna delil Peygamber (sav)'ın: "Benim Yunus b. Metta'dan daha faziletli olduğumu söylemeyiniz."[90] hadisidir. Ona: Bu rivayette delil olacak taraf nedir? diye sorulunca, şöyle de­miş: Bu açıklamayı benim şu misafirim bin dinar alıp onunla bir borcunu öde-yinceye kadar yapmayacağım, dedi. Bunun üzerine iki kişi kalkıp: Bu bin di­narı ödemeyi biz üzerimize alıyoruz, dediler. el-Cüveynî: Hayır, iki kişi bu­na kefil olmasın. Çünkü bu ona ağır gelir dedi. Birileri: Onu ödemeyi ben üze­rime alıyorum, dedi. Bunun üzerine el-Cüveynî şöyle cevab verdi: Yunus b. Metta kendisini denize attı ve balık onu yuttu. Denizin dibinde üç karanlık içine gömüldü ve: "Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Şüphesiz ki ben zalimlerden oldum" diye -yüce Allah'ın haber verdiği şe­kilde- seslendi. Muhammed (sav) ise yeşil refref'in üzerine oturup onunla me­leklerin kalem cızırtılarını işiteceği noktaya kadar yukarılara ulaşıp Rabbi onunla söyleşip vahyettiği şeyleri ona vahyettiği sırada, denizin karanlıkla-rındaki balığın karnında yüce Allah a Yunus'dan daha yakın değildi. [91]

 

6- Yunus (a.s)'ın Kendisini Denize Atması ve Kura Çekmek:

 

Taberî'nin naklettiğine göre Yunus (a.s) gemiye bindiği vakit, gemi şid­detli bir fırtınaya tutuldu. Gemidekiler: Bu sizden birinizin günahı sebebiy­ledir, dedi. Yunus bu günahı işleyenin kendisi olduğunu bilerek: Bu benim günahım sebebiyledir, haydi beni denize atınız, dedi. Onlar ise kura çekme­den böyle bir teklifi kabul etmediler. "Kura çekmişti de kaybedenlerden ol­muştu."

Bunun üzerine onlara: Ben bu işin benim günahım sebebiyle olduğunu size söylemiştim, dedi. Ancak onlar yine onu ikinci defa kura çekmeden at­mayı kabul etmediler. İkinci kurada da o yenilenlerden oldu. Fakat üçüncü bir defa daha kura çekmeden onu denize atmayı kabul etmediler. Üçüncü ku­rada da yenilenlerden oldu. Bunu görünce kendisini denize attı. Bu iş gece karanlığında olmuştu, onu balık yutmuştu.

Rivayet edildiğine göre o gemiye yüzünü örterek binmiş ve uzakça olma­yan bir yerde uyumaya çekilmişti. Tam bu esnada esen şiddetli bir rüzgar ner-deyse gemiyi batıracaktı. Gemidekiler bir araya gelip dua ettiler ve: Şu uyu­yan adamı da uyandırın, o da bizimle birlikte dua etsin, dediler. Onlarla bir­likte Allah'a dua etti ve fırtına dindi. Arkasından Yunus tekrar yerine dönüp uykuya daldı. Bir rüzgar daha esti, nerdeyse gemi suda batacaktı. Yine onu uyandırdılar, Allah'a dua ettiler ve rüzgar dindi.

Onlar bu halde iken oldukça büyük bir balık onlara doğru başını kaldır­dı ve gemiyi yutmak istedi. Bunun üzerine Yunus onlara: Arkadaşlar bu ben­den dolayı oluyor. Beni denize atacak olursanız, siz yolunuza devam eder­siniz, rüzgar da sizi korkutan tehlikeler de biter. Onlar: Kura çekmeden se­ni atmayız, dediler. Kura kime çıkarsa, onu denize atarız. Derken kura çek­tiler ve kura Yunus'a çıktı. Arkadaşlar beni atınız, benden dolayı bu işler ba­şınıza geliyor, dediyse de onlar: Hayır, bir defa daha kura çekmeden bu işi yapmayız, dediler. Yine kura çektiler ve yine kura Yunus'a çıktı. Onlara: Ar­kadaşlar beni denize atınız, benden dolayı bu işler başınıza geliyor, dedi. İş­te yüce Allah'ın: "Kura çekmişti de kaybedenlerden olmuştu." Yani kura ona çıkmıştı, buyruğu bunu anlatmaktadır. Bunun üzerine Yunus'u alıp ge­minin baş taraflarına denize atmak üzere götürdüler. Baktılar ki balık ağzı­nı açmış bekliyor. Bu sefer geminin öbür kıyısına onu getirdiler, yine balı­ğı gördüler. Öbür tarafa onu götürdüler, yine balığın ağzını açmış bekledi­ğini gördüler. Yunus bu durumu görünce, o kendi kendisini attı ve balık da onu yakaladı. Yüce Allah balığa: Ben onu sana rızık olarak vermedim. Senin karnını onun için bir kab kıldım, diye vahyetti. Balığın karnında kırk gün kal­dı. "O bakımdan karanlıklar içerisinde: "Senden başka ilâh yoktur, Seni ten­zih ederim. Gerçekten ben zulmedenlerden oldum" diye seslenmişti. Biz de duasını kabul edip kendisini gamdan kurtarmıştık. Biz mü'minleri işte böy­le kurtarırız." (el-Enbiya, 21/87-88) Bu husus daha önceden de geçmişti. Bu­na dair açıklamalar ileride de gelecektir.

Bu olaydaki fıkhi inceliklerden birisi de şudur: Bizden öncekilerin şeri-atinde de kura ile amel edilir, uygulama yapılırdı. Daha önce Al-i İmran Sû-resi'nde (3/44. âyet, 3- başlıkta) da geçtiği üzere bu bizim şeriatimizde de va-rid olmuştur.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Kura bizim şeriatimizde üç yerde varid olmuştur.

1- Peygamber (sav) yolculuğa çıkmak istediği vakit hanımları arasında ku­ra çekerdi. Kura kime çıkarsa onunla birlikte o yola çıkardı.[92]

2- Peygamber (sav)'a başka hiçbir malı bulunmayan altı kölesini azad et­miş bir adamın davası getirildi. O da bu altı kişi arasında kura çekti. Bunla­rın ikisini hürriyetlerine kavuşturdu, geri kalan dördü ise köle kaldı.[93]

3- İki kişi ortada alametleri kalmamış birtakım şeyleri miras iddiası ile da-valaştılar. Peygamber (sav) da onlara: "Gidin, hakkı gereği gibi araştırın, sonra kura çekin. Herbiriniz de diğerine hakkını helal etsin." diye buyurdu.[94]

İşte kura çekmenin varid olduğu üç yer burasıdır. Bunlar ise nikahlılar ara­sındaki paylaştırma, köle azad etme ve diğer paylaştırmalardır. Bu hususlar­da kura çekmek, içinden çıkılmaz meseleyi ortadan kaldırıp çözüm bulmak ve herkesin arzusunun gerçekleşmesini istemesi hastalığına son vermektir.

Gazaya çıkmak hususunda zevceler arasında kura çekmenin durumu hakkında (Maliki mezhebine mensub) ilim adamlarımızın farklı görüşleri var­dır. Bu iki görüşten sahih olanı kura çekileceğidir. Diğer İslâm beldelerin­deki fukaha da böyle demişlerdir. Çünkü hepsi ile birlikte yola çıkmanın im­kanı yoktur. Bunlardan birisini seçmek ise öbürlerine üstün tutmak demek­tir, geriye kura çekmekten başka bir yol kalmıyor. Altı köle meselesinde de durum böyledir. Çünkü her iki köle adamın malının üçte biri demektir. Bu ise ölüm hastalığı halinde miras bırakanın hürriyetine kavuşturabileceği miktar demektir. Gönül arzusuna göre bu iki kişiyi tayin etmek, şer'an caiz değildir. Geriye sadece kura çekmek kalıyor.

Aynı şekilde miras bırakılan eşyalar hususunda anlaşmazlık ortaya çıkar­sa, kuradan başka bir yolla hakkı tesbıt etmeye imkan kalmaz. O halde hak sahibini tayin etmenin zorlaşması halinde kura bir asıl olmaktadır.

(İbnu'l-Ârabî devamla) dedi ki: Bana göre doğru olan içinden çıkılması zor herbir meselede kuranın çekileceğidir. Bu yolla problem daha açık bir şekil­de çözülür ve böyle bir hususta verilecek hüküm daha güçlüdür, meseleyi daha açık ortaya koyar ve problemi ortadan kaldırır. Bundan dolayı biz di­yoruz ki: Talak hususunda hanımlar arasında kura çekmek, hürriyetlerine ka­vuşturmak hususunda cariyeler arasında kura çekmek gibidir. [95]

 

7- insanı Denize Atmak için Kura Çekmek:

 

İnsanı denize atmak maksadıyla kura çekmek caiz değildir. Bu Yunus (a.s) hakkında ve onun döneminde bir taraftan delilinin gerçekleştirilmesi, diğer taraftan da imanının arttırılması için bir çeşit mukaddime idi. Dolayısı ile gü­nahkâr olan bir kimsenin öldürülüp ateşe ya da denize atılması caiz değil­dir. Böyle bir kimse hakkında işlediği suça göre had ya da ta'zir uygulanır. Bazı kimselerin kanaatine göre deniz kaynayıp coşacak olur da gemidekiler geminin yükünü hafifletmek zorunda kalırsa, o vakit aralarında kura çekilir, geminin yükünü hafifletmek maksadı ile birileri denize atılır. Ancak bu yanlış bir görüştür. Çünkü birilerinin atılması ile gemi hafifletilemez. Bu an­cak mallar hakkında sözkonusu olabilir. Fakat yüce Allah'ın vereceği hükme karşı sabretmek yolunu seçmek gerekir. [96]

 

8- Teşbih ve Salih Amelin Faydası:

 

Yüce Allah, Yunus (a.s)'ın teşbih edenlerden olduğunu ve teşbihinin kurtuluşunun sebebi olduğunu haber vermektedir. İşte bundan dolayı: Sa­lih amel, tökezlemesi halinde kişiyi yükseltir, denilmiştir.

İbn Abbas: "Teşbih edenlerden" buyruğunu namaz kılanlardan diye açıklamıştır.

Katade dedi ki: O daha önceden Allah kendisini korusun diye namaz kı­lardı, yüce Allah da onu kurtardı.

er-Rabî' b. Enes dedi ki: Şayet önceden onun salih bir ameli olmasaydı "diriltilecekleri güne kadar karnında kalırdı elbet."

(Yine er-Rabî' b. Enes) dedi ki: Hikmette şunlar yazılıdır: Salih amel tö­kezlemesi halinde sahibini yükseltir.

Mukatil de dedi ki: "Teşbih edenlerden" buyruğu masiyetten önce namaz kılıp itaat edenlerden... demektir. Vehb: İbadet edenlerden, diye açıklamış­tır. el-Hasen dedi ki: O balığın karnında namaz kılmıyordu, ancak rahatlık dönemlerinde "önceden salih ameller işlemişti. Sıkıntılı halinde yüce Allah o salih ameli ile onu andı. Hiç şüphesiz salih amel sahibini yükseltir, tökezle­yecek olursa bir dayanak bulmasına sebeb olur.

Derim ki: Peygamber (sav)'ın şu buyruğu da bu anlamı ifade eder: "Siz­ler kimin salih amel türünden kendisi için saklanabilecek bir şeyler yapabil­me imkanı olursa, onu yapsın."[97] O halde kul salih bir amel işlemek için gay­ret eder, çabalar. Bunu Rabbine karşı ihlasla yerine getirir. İhtiyaç duyaca­ğı, çaresiz kalacağı bir güne bunu saklar. Olanca gücüyle de bunu gizli tu­tar. Diğer insanlardan bunu saklar. En çok ihtiyaç duyacağı bir zamanda bu (amelinin mükâfatı olarak) ona ulaşır.

Buhârî ve Müslim de İbn Ömer yoluyla gelen hadiste Rasûlullah (sav)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Vaktiyle üç kişi -bir rivayette: siz­den öncekilerden (üç kişi)- yürüyüp gezinirlerken yağmur bastırdı. Dağda­ki bir mağaraya sığındılar. Mağaranın ağzını dağdan gelen bir kaya kapatı-verdi. Böylelikle mağarayı üzerlerine kapattı. Biri diğerine şöyle dedi: Allah için işlemiş olduğunuz salih amellerinizi gözden geçiriniz. Bunları sözkonu-su ederek Allah'a dua ediniz, belki Allah bu mağaranın kapısını size açar..."[98]

diyere hadisi böylelikle tamamıyla zikreder. Bu çokça bilinen bir hadistir. Bu­nun çokça bilinmesi dolayısıyla onu bütünüyle kaydetmemize gerek bırak­mamaktadır.

Said b. Cübeyr dedi ki: Yunus (a.s) balığın karnında: "Senden başka ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum" deyince, balık onu dışarıya attı.

"Teşbih edenlerden" buyruğunun balığın karnında namaz kılanlardan... anlamında olduğu da söylenmiştir.

Derim ki: Daha kuvvetli görünen onun bu teşbihinin kalb ile uyumlu, dil ile teşbih olduğudur. Daha önceden Taberî'nin kaydettiği ve bizim zikretti­ğimiz Ebu Hureyre yoluyla gelen hadis de buna delildir. Orada: "Balığın kar­nında olduğu halde teşbih etti" denilmektedir. Yine "melekler onun teşbihi­ni işittiler. Rabbimiz biz alışılmadık bir yerde zayıf bir ses işitiyoruz, dediler." Buna göre âyet-i kerimedeki: " İdi" zaid demektir. "Eğer o teşbih edenlerden olmasaydı" demektir.

Ebû Davud'un kitabında (Süneninde) Sad b. Ebi Vakkas'dan gelen riva­yete göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Zu'n-Nûn'un balığın karnın­daki duası olan: "Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum" du­asını müslüman bir kişi her ne hakkında yapacak olursa, mutlaka onun du­ası kabul olunur."[99] Bu husus daha önce el-Enbiya Sûresi'nde (21/87-88 buy­ruklarının tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

O halde Yunus (a.s) hem daha önceden namaz kılan ve teşbih eden bi­risiydi, hem de balığın karnında da böyle idi.

Haberde kaydedildiğine göre balığa şöyle seslenilmiş: Biz Yunus'u sana rızık olarak vermedik. Seni ona bir koruyucu yer ve mescid olarak tayin et­tik. Bu da daha önceden geçmiş bulunmaktadır. [100]

 

145. Biz, onu hasta olduğu halde apaçık bir yere bıraktık.

146. Üzerine kabak türünden bir ağaç bitirdik.

147. Biz, onu yüzbin veya daha fazlasına gönderdik.

148. Onlar imana geldiler. Biz de onları bir zamana kadar geçindir­dik.

 

"Biz, onu hasta olduğu halde apaçık bir yere bıraktık. Üzerine kabak türünden bir ağaç bitirdik" buyruğu ile ilgili olarak rivayet edildiğine gö­re balık onu Musul yakınlarındaki bir kasabanın kıyısına bıraktı. İbn Kusayt, Ebu Hureyre'den naklen dedi ki: Yunus etrafı açık bir yere atıldı. Allah da onun üzerine yaktın (kabak türü) bir bitki bitirdi. Biz ona: Ey Ebu Hureyre yaktın nedir? diye sorduk, dedi ki: Bu kabak bitkisidir. Yüce Allah ona ya­bani bir dişi dağ keçisi müsahhar kıldı. Bu da yerin bitirdiklerinden yeme­ye koyuldu. Sabah-akşam bu keçi ona gelir ve bacaklarını açarak sütünden içirirdi. Kendisine gelinceye kadar bu böyle devam etti.

Said b. Cübeyr de İbn Abbas'tan dedi ki: Balık onu deniz kıyısında bir ye­re bıraktı. Onu hilkatinde hiçbir eksik olmayan, yeni doğmuş bir bebek gi­bi bıraktı.

Yine denildiğine göre balık Yunus'u deniz kıyısına bırakınca yüce Allah onun üzerine yaktın denilen bir ağaç yetiştirdi. Bu nakledildiğine göre ka­baktır. Onun üzerine öz suyunu damlatıyordu, ta ki eski gücüne kavuşun­caya kadar. Daha sonra bir gün bu ağacın bulunduğu yere döndüğünde ku­rumuş olduğunu gördü, üzüldü ve onun için ağladı. Bu hali dolayısıyla ona sitemle şöyle denildi: Bir ağaç için üzülüp ağladın da. Dostun İbrahim'in ço­cuklarından İsrailoğullarından yüzbin kişi düşmanın elinde esir oldukları hal­de, onlar için üzülmedin ve hepsinin helak edilmesini istedin.

Bu ağacın incir ağacı olduğu da söylenmiştir. Muz ağacı olduğu da söy­lenmiştir. Bu ağacın yapraklarıyla örtünmüş, dallarıyla gölgelenmiş ve onun meyvesinden yemişti. Ancak çoğunluk bunun -ileride geleceği üzere- yak-tiin (kabak) olduğu görüşündedir.

Daha sonra yüce Allah onu seçti, salihlerden kıldı. Kavmine gidip yüce Al­lah'ın onların tevbelerini kabul ettiğini söylemesini emretti. Kavmine git­mek üzere yola koyuldu, bir çoban ile karşılaştı. O çobana Yunus'un kavmi­ni, durumlarını, nasıl olduklarını sordu. Durumlarının iyi olduğunu söyledi, rasûllerinin kendilerine dönmesini ümit ettiklerini bildirdi. Bu sefer ona: Git, Yunus ile karşılaştım diye onlara haber ver, dedi. Bu sefer çoban: Bir şa­hit olmadıkça ben bunu yapamam dedi. Bunun üzerine koyunlarından biri­sini tayin ederek: Bu senin Yunus ile karşılaşmış olduğuna şahitlik edecektir, dedi. Çoban: Bu da nasıl olur deyince, Yunus: Şu üzerinde bulunduğun yer de senin Yunus ile karşılaştığına şahitlik edecektir. Yine: Bu nasıl olur? de­yince, Yunus: Şu ağaç da senin Yunus ile karşılaştığına şahitlik edecektir, de­di. Çoban kavmine döndü ve Yunus ile karşılaştığını onlara bildirince, onu ya­lanladılar, hatta ona kötülük yapmak istediler. Onlara: Bana ceza vermekte acele etmeyin, sabahı bekleyin. Sabah olunca onları alıp Yunus ile karşılaş­tığı yere gitti. Yerden konuşmasını istedi, yer onlara Yunus ile karşılaştığını bildirdi. Koyuna, ağaca konuşmalarını söyledi. Her ikisi de çobanın Yunus ile karşılaşmış olduğunu bildirdi. Bundan sonra da Yunus yanlarına geldi.

Bu haberi ve ondan öncekini Taberî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- zik­retmiş bulunmaktadır.

"Biz onu... bıraktık." Onu at(tır)dık, demektir. Onu bıraktık, ter-kettik, diye de açıklanmıştır.

"Apaçık bir yere" sahraya demektir. Bu açıklamayı İbnu'l-Arabî yapmıştır. el-Ahfeş düzlük bir yere. Ebu Ubeyde genişçe bir yere, diye açık­lamıştır. el-Ferra dedi ki: Bu boş yer demektir. (Devamla) dedi ki: Ebu Ubeyde dedi ki: Boş yer anlamındadır. Daha sonra da Huzaalılardan bir ada­ma ait şu beyiti zikretmektedir:

"Ve ben tökezleyeceğinden korkmaksızın bir ayağımı kaldırdım, Açık, düzlük yere de elbiselerimi bıraktım."

el-Ahfeş yüce Allah'ın: "Hasta olduğu halde" buyruğu hakkın­da dedi ki: “Hasta" kelimesinin çoğulu şekillerinde gelir.

Yüce Allah bu sûrede: "Biz onu... apaçık bir yere bıraktık" diye buyur­duğu halde, Nun ve'1-Kalem Sûresinde: "Eğer ona Rabbinden bir nimet erişmemiş olsa idi, bomboş bir çöle kınanmış halde atılacaktı." (el-Kalem, 68/49) diye buyurmaktadır. (Bu nasıl izah edilir?)

Buna cevab şudur: Burada yüce Allah bize onu kınanmış olmaksızın boş bir yere atmış olduğunu haber vermektedir. Eğer Allah'ın rahmeti olmasay­dı, kınanmış olduğu halde boş yere atılmış olacaktı. Bu açıklamayı en-Neh-has yapmıştır.

Yüce Allah'ın: Üzerine kabak türünden bir ağaç bitirdik." buyruğunage-lince, buradaki "Üzerine" yanında demektir. Allah'ın: "

Onların bana isnad ettikleri bir suç da vardır" (eş-Şuara, 26/14) buyruğu gibidir ki; burada da "benim yanımda" anlamındadır.

Buradaki bu lafzın: “Onun için" anlamında olduğu da söylenmiştir.

"Kabak türünden bir ağaç" buyruğunda geçen: "el-yaktîn" kabak bitki­si demektir. Başkası olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı İbnu'l-A'rabî zik­retmiştir. Haberde: "Kabak ve kavun cennettendir" denilmektedir.[101] Biz bunu "et-Tezkire" adlı eserimizde de zikretmiş bulunuyoruz.

el-Muberred dedi ki: Gövdesi olmayıp yaprağı yerin üzerinde yayılan her-bir bitkiye "yaktîne" denilir. Kabak, kavun ve ebu cehil karpuzu gibi. Eğer bitkinin kendisini ayakta tutan gövdesi (ve sapı) var ise buna sadece "şece­re (ağaç)" denilir. Eğer kökleri bulunup etrafa yayılıyor ise buna da "necme" denilir, çoğulu ise "necm" diye gelir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmakta­dır: "Gövdesiz bitkiler de, ağaçlar da (Allah'a) secde eder­ler." (er-Rahman, 55/6) Buna yakın bir açıklama İbn Abbas, el-Hasen ve Mu-katil'den de rivayet edilmiştir. Onlar derler ki: Uzayıp giden ve yer üzerin­de yayılarak dik duramayan, sapı da bulunmayan acur, kavun, kabak, ebu cehil karpuzu gibi herbir bitkiye "yaktın" denilir.

Said b. Cübeyr dedi ki: Biten, sonra da aynı senede ölen herşeye denilir. Muz da bunun kapsamına girer.

Derim ki: Yaktın sapı olmayan bitkilerdendir. el-Cevherî dedi ki: Yaktın kabak ve buna benzer bitkiler gibi sapı olmayan bitkilerdir. ez-Zeccac de­di ki: Yaktînin türediği kök "bir yerde ikamet etti" anlamındaki: ifadesidir. Buna göre yaktin "yef'il" veznindedir.

Bunun Arapça olmayan bir isim olduğu da söylenmiştir. Özellikle "yak-tin"in anılmasının sebebinin ona sinek konmayışı olduğu söylendiği gibi, şöy­le de denilmiştir: Orada yaktin yoktu. Yüce Allah onu anında bitiriverdi.

el-Kuşeyrî dedi ki: Âyet-i kerimede bu ağacın, gölgesinin olduğuna delil teşkil edecek bir ifade şekli vardır.

es-Sa'lebî dedi ki: Bu bitki onu gölgelendiriyordu. Onun yeşilliğini görün­ce onu beğendi. Bu sefer kuruyuverdi, onun için üzülmeye koyuldu. Ona şöy­le denildi: Ey Yunus! Yaratan da sen değilsin, sulayan da sen değilsin, biti­ren de sen değilsin. Niye bir ağaç için üzülüyorsun? Yüzbin insanı veya da­ha fazlasını yaratan Ben olduğum halde, Benden bir anda onları toptan im­ha etmemi istiyorsun. Halbuki onlar tevbe etmiş, Ben de onların tevbeleri-ni kabul etmiş bulunuyorum. Benim rahmetim nerede kaldı ey Yunus? Ben erhamu'rrahimînim.

Peygamber (sav)'dan da rivayet edildiğine göre o etli tiridi ve kabağı yer, kabağı sever ve: "Bu, kardeşim Yunus'un bitkisidir" dermiş.[102]

Enes de dedi ki: Peygamber (sav)'a kabak parçalarının bulunduğu sulu bir yemek ile kurutulmuş et sunuldu. O da kabın etrafındaki kabakları topluyor (ve yiyordu). Enes dedi ki: İşte o günden itibaren ben kabağı seviyorum. Bu hadisi hadis imamları rivayet etmişlerdir.[103]

"Biz onu yüzbin veya daha fazlasına gönderdik" buyruğu ile ilgili ola­rak daha önceden de geçtiği üzere, İbn Abbas'tan rivayete göre Yunus (a.s)'a peygamberlik, balığın onu kıyıya bırakmasından sonra, verilmiştir. Bu rivayetin geldiği tek yol, Şehr b. Havşeb yoludur.

en-Nehhas dedi ki: İsnad bakımından bundan daha iyi ve daha sahih ola­nı ise bizim Ali b. el-Huseynden yaptığımız rivayettir. O dedi ki: Bize el-Ha-sen b. Muhammed anlattı, dedi ki: Bize Amr b. el-Ankazî anlattı, dedi ki: Bi­ze İsrail anlattı, o Ebu İshak tan. o Amr b. Meymun'dan dedi ki: Bize Abdul­lah b. Mesud Beytu'l-Mal'de Yunus peygamber (a.s)'dan sözederek dedi ki: Yunus kavmine azabın geleceğini söyledi ve bu azabın üç güne kadar gelip onları bulacağını bildirdi. Onlar da her anne ile yavrusunu birbirinden ayı­rarak yurtlarından feryad ile dışarı çıktılar. Yüce Allah'a niyaz edip mağfiret dilediler. Yüce Allah onlara azabı göndermedi. Yunus (a.s) da azabı bekle­yip durduğu halde bir şey görmedi. -Yalan söyleyip de lehine bir delil bu­lunmayan bir kimse öldürülürdü.- Bundan dolayı Yunus öfkelenerek (ya da öfkelendirerek) çıkıp gitti. Bir gemiye bindi bir topluluğun yanına geldi, on­lar da onu gemiye aldılar ve onun kim olduğunu öğrendiler. Gemiye girdik­ten sonra gemi yürümez oldu. Halbuki başka gemiler sağa sola gidip geli­yordu. Bu geminize ne oldu? dediler. Gemidekiler bilmiyoruz dediler. Yu­nus (a.s) dedi ki: Bu gemide aziz ve celil olan Rabbinden kaçmış bir köle var­dır. Onu suya atmadıkça o gemi yürümeyecektir. Onlar: Ey Allah'ın Peygam­beri! Eğer seni atmamızı istiyorsan, asla biz seni atamayız. Bu sefer Yunus (a.s): O halde kura çekiniz. Kura kime çıkarsa, o denize atılsın, dedi. Kura çektiler, kura Yunus'a çıktı, onu bırakmak istemediler. Yine: Üç defa kura çe­kiniz, kura kime çıkarsa, o denize atılsın. Üç defa daha kura çekildi, üçün­de de kura Yunus'a çıktı. Bunun üzerine denize atıldı. Yüce Allah da onun için bir balık görevlendirdi. Balık onu yuttu ve onu denizin dibine doğru gö­türdü. Yunus (a.s) çakıl taşlarının teşbihini duyunca: "Karanlıklar içinde: Sen­den başka ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zulmedenlerden oldum, diye seslendi." (el-Enbiya. 2/87)

Bu karanlıklar gece karanlığı, denizin karanlığı ve balığın karnının karan­lığıdır.

Yüce Allah: "Biz onu hasta olduğu halde apaçık bir yere bıraktık." di­ye buyurmaktadır. Yani üzerinde tüyü bulunmayan bir kuş yavrusu gibi bı­raktık. Yüce Allah onun için kabak türünden bir bitki bitirdi. Onunla gölge­leniyor ve ondan yiyordu. Bu ağaç kuruyunca, onun için ağladı. Yüce Allah ona şunu vahyetti: Kuruyan bir ağaç için ağlıyorsun da kendilerini helak et­memi istediğin yüzbin kişi veya daha fazlası için ağlamıyorsun öyle mi?

Derken Allah'ın Rasûlü Yunus çıkıp gitti. Hayvanlarını otlatan bir çoban gördü. Ey genç kimlerdensin? diye sordu, o: Yunus'un kavmindenim dedi. Ona: Kavminin yanına gidersen, Yunus ile karşılaştığını onlara bildir, dedi. Genç şöyle dedi: Sen gerçekten Yunus isen delili bulunmaksızın yalan söy-. lediği ortaya çıkan bir kimsenin öldürüldüğünü biliyorsun. Benim doğru söy­lediğime kim şahitlik edecek, dedi. Bunun üzerine Yunus: Şu ağaç ve şu yer sana şahitlik edecektir, dedi. Genç ona: O halde onlara (şahitlik etmeleri için) emir ver, dedi. Yunus onlara: Bu genç size gelecek olursa, siz ona şahitlik ediniz, dedi. Onlar da: Olur dediler. Genç kavmine geri döndü. Kavmi ara­sında kendisine zarar verilemeyecek bir konumda idi, kardeşleri vardı. Hü­kümdara gidip: Ben Yunus ile karşılaştım, onun sana selamı var dedi. Hü­kümdar: Öldürülmesini emredince, etrafındakiler: Bunun bir delili var. O ba­kımdan onunla beraber şahitlik edecek kimseleri gönderdiler. O ağaca ve o yere gidip: Allah adına size and veriyorum. Benim Yunus ile karşılaştığıma şahitlik eder misiniz? dedi. Her ikisi de: Evet dediler. Onunla birlikte olan­lar dehşet içinde geri döndüler ve: Ağaç ve yer buna şahitlik etti, diyerek, hü­kümdarın yanına vardılar ve gördüklerini hükümdara anlattılar.

Abdullah (b. Mesud) dedi ki: Hükümdar gencin elinden tutup onu ken­di yerine oturttu ve: Buraya sen benden daha layıksın, dedi. Abdullah dedi ki: Bu genç kırk yıl boyunca onların işlerini güzel bir şekilde idare etti.

Ebu Cafer en-Nehhas dedi ki: Bu rivayetten açıkça anlaşıldığına göre Yu-nus'a balık kendisini yutmadan önce risalet verilmiş idi. Bu ise kıyas ile öğ­renebilecek bir şey değildir, isnad ile öğrenilir.

Yine bu rivayetteki hususlardan birisi de şudur: Yunus'un kavmi iman et­mişler ve azabı görmeden önce pişman olmuşlardı. Çünkü burada belirtildi­ğine göre onlara üç güne kadar azabın geleceğini haber vermişti. Onlar ise herbir anneyi yavrusundan ayırıp tek kişiymişcesine yüce Allah'a feryad ede­rek yöneldiler. Bu hususta doğru olan budur. Diğer taraftan yüce Allah'ın on­lar hakkındaki hükmü (bundan dolayı) başkaları hakkındaki şu buyruklarında sözü edilen hükmü gibi olmamıştır: "Ama Bizim azabımızı gördüklerin­de imanları onlara fayda vermedi." (el-Mu'min, 40/85): "Yoksa (makbul) tev-be kötülükleri işleyip durup da nihayet onlardan birine ölüm gelip çattığın­da... (yaptığı tevbe) değildir." (en-Nisa, 4/18)

Kimi ilim adamı da şöyle demiştir: Onlar azabın gölgesini gördüler de tev­be ettiler. Bu ise (tevbenin kabul edilmesine) engel değildir. İlim adamları­nın bu husustaki görüşleri daha önce Yunus Sûresi'nde (10/98. âyetin tefsi­rinde) geçmiş bulunmaktadır. Oraya bakılabilir.

"Veya daha fazlasına" buyruğundaki "veya" lafzının anlamları ve yorum­lanması ile ilgili açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Yahut (belki, hatta) taştan da katı" (el-Bakara, 2/74) buyruğu açıklanırken geçmiş bulunmaktadır.

el-Ferra dedi ki: Burada: "Veya" buyruğu: “Hatta" anlamında­dır. Başkası ise bunun "vav: ve" anlamında olduğunu söylemişlerdir. Şairin şu beyitinde de bu türdedir:

"Aramızda savaş şiddetlenince, Riyahı veya Rizamı aradı gözlerimiz."

Burada: "ve Rizarm..." anlamındadır. İşte yüce Allah'ın: "Saat (kıyamet) hadisesi ise ancak bir göz kırpma gibidir. Yahut o daha da yakındır." (en-Nahl, 66/77) buyruğu gibidir.

Muhammed b. Cafer ise bu buyruğu hemzesiz olarak: "Yüzbine ve daha fazlasına" diye okumuştur. Buna göre: " Daha fazlasına" buyruğu hazfedilmiş bir mübtedanın haberi olarak ref mahallin-dedir ki "ve onlar daha fazla idiler" takdirindedir.

en-Nehhas dedi ki: Basrahlara göre bu iki görüş sahih olamaz. Onlar "ev: veya, yahuf'un: "Hatta" ile "vav: ve" anlamında olduğunu kabul etmez­ler. Çünkü: "Hatta, belki" birinci ifadenin sözkonusu olmadığını ancak ondan sonrasının da olumlu olarak ifade edildiğini anlatmak (idrab) içindir. Yüce Allah ise böyle bir anlatımdan münezzehtir. Yahutta bir şeyden çıkıp (ilgili açıklamaları bitirip) başka bir şeye geçiş içindir. Bu ise böyle bir açıklamanın yapılacağı bir yer değildir. Diğer taraftan "vav"ın anlamı: "Veya, yahut"un anlamından farklıdır. Eğer bunlardan birisi diğerinin anlamına kullanılabilseydi, lafızların anlamlan (meani) ortadan kalkardı. Eğer böyle bir şey mümkün olsaydı, o takdirde: "Biz onu ikiyüzbin kişiye peygamber olarak gönderdik" ifadesi daha muhtasar olurdu.

el-Muberred de dedi ki: Bunun anlamı şudur: Biz onu öyle bir topluluğa gönderdik ki, sizler onları görecek olsaydınız, bunlar yüzbin kişi veya daha fazladır, diyeceksiniz. Kullara bilip tanıdıkları bir üslubla hitab edilmiştir.

Şöyle de açıklanmıştır: Bu şuna benzer: Bana Zeyd ya da Amr geldi. Hal­buki sen bu ikisinden kimin geldiğini biliyorsun, ancak kimin geldiğini mu-hatab anlamasın diye müphem bir ifade kullanırsın.

el-Ahfeş ve ez-Zeccac derler ki: Veya sizin değerlendirmenize göre daha fazla idiler, demektir.

İbn Abbas dedi ki: Bunlar yüzbinden yirmibin kişi fazla idiler. Bunu Ubeyy b. Ka'b (peygambere) merfu olarak da rivayet etmiştir. Yine İbn Ab-bas'tan: Otuzbin kişi fazla idiler, dediği rivayeti de gelmiştir. el-Hasen ve er-Rabî ise: Otuzbin küsur kişi fazla idiler, demişlerdir. Mukatil b. Hayyan da: Yetmişbin kişi demiştir.

"Onlar imana geldiler, Biz de onları bir zamana kadar" yani onlar için belirlenen ecellerinin son vaktine kadar "geçindirdik." [104]

 

149. Şimdi onlara sor: "Kız çocukları Rabbinİn, erkek çocukları da kendilerinin midir?"

150. Yoksa Biz melekleri dişiler olarak yarattık da onlar da buna ta­nık mı oldular?

151.  İyi bilin ki onlar iftiralarından dolayı derler ki:

152. "Allah doğurdu." Şüphesiz onlar elbette yalancıdırlar.

153. Yoksa erkekler dururken, kız çocukları mı üstün tutup seçti?

154. Ne oluyor size? Nasıl hüküm veriyorsunuz?

155. Hiç düşünmez misiniz?

156. Yoksa apaçık bir deliliniz mi var?

157. Doğru söyleyenler iseniz, kitabınızı getirin.

 

"Şimdi onlara sor: Kız çocukları Rabbinin, erkek çocukları da kendi­lerinin midir?" Yüce Allah, Peygamber (sav)'a teselli olmak üzere geçmiş ümmetlere dair haberleri sözkonusu ettikten sonra bu buyruğu ile de Kureyş kâfirlerinin: Melekler Allah'ın kızlarıdır, şeklindeki sözlerine karşı delil ge­tirerek: "Şimdi onlara sor..." diye buyurmaktadır. Bu buyruk, sûrenin baş ta­raflarında -aradaki mesafe uzak olmakla birlikte- yer alan benzeri anlamda­ki ifadelere atfedilmiştir. Ey Muhammedi Sen Mekkelilere: "Kız çocukları Rab­binin... midir?" diye sor, demektir. Çünkü Cuheyne, Huzaa, Benu Muleyh, Be-nu Seleme ve Abdu'd-Daroğullan meleklerin Allah'ın kızları olduklarını id­dia ediyorlardı. Buradaki soru ise onları azarlamak içindir.

"Yoksa Biz melekleri dişiler olarak yarattık da onlar da buna tanık mı oldular?" Biz onları dişiler olarak yaratırken yaratmamızda hazır mı idiler? Bu, yüce Allah'ın: "Ve onlar bizzat Allah'ın kulları olan melekleri de dişi ka­bul ettiler. Acaba kendileri onların yaratılışlarına şahit mi oldular?" (ez-Zuhruf, 43/19) buyruğuna benzemektedir.

Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İyi bilin ki onlar iftirala­rından" buyruğundaki (iftira anlamı verilen): "ifk" yalanın en kötü şeklidir. "Derler ki: Allah doğurdu. Şüphesiz onlar elbette" Allah'ın çocuğu oldu­ğu iddialarında "yalancıdırlar." Çünkü O. doğmayan ve doğurmayandır.

"İyi bilin ki" lafzından sonra gelen: "Muhakkak, gerçekten, şüp­hesiz ki"nin hemzesi kesreli gelir, çünkü söz başıdır.

Sibeveyh'in naklettiğine göre ise: ...e gelince"den sonra üstün de gelebilir, esreli de gelebilir. Üstün geldiği takdirde: edatı: "Ger­çekten, gerçek olarak" anlamına gelir. Esreli gelmesi halinde ise: “yi bilin ki" anlamındadır.

en-Nehhas dedi ki: Ben Ali b. Süleyman'ı şöyle derken dinledim: e benzeterek üstün okunması da mümkündür. Fakat bu âyet-i kerimede kes­reli okunmasından başka türlü okuyuş caiz değildir. Çünkü ondan sonrası ref (durumunda)dır. İfade ise: "( âjJjlSJ): Elbette yalancıdırlar" ifadesi ile tamam olmaktadır. Sonra da buyruğa azarlamak ve yanlışlıklarını başlarına kakmak maksadıyla: "Yoksa... mı üstün tutup seçti" buyruğu ile okumaya devam edi­lir. Şöyle buyurmuş gibidir: Yazıklar olsun size! "Yoksa erkekler"i bırakıp "kızları mı üstün tutup seçti?"

"Üstün tutup seçti" anlamındaki: buyruğu "elif" genel olarak kat' (harekeli olarak) ile okunmuştur. Çünkü bu "vasi elifinin başına gelmiş bir "istifham elifi"dir. "Vasi elifi hazfedildikten sonra geriye istifham (soru edatı) olan elif olduğu haliyle üstün ve "kat' elifi olarak kalmıştır. Daha ön­ceden geçtiği üzere: "Acaba gaybı görerek mi bildi?" buyruğun­da olduğu gibi.

Ebu Cafer, Şeybe, Nafî' ve Hamza istifhamsız olarak ve "vasi elifi ile ha­ber olmak üzere: "Üstün tutup seçmiştir" diye okumuşlardır.

(Buna göre) kıraate buradan başlanacak olursa hemze kesre ile okunur. Ebu Hatim ise bunun izah edilemeyecek bir kıraat olduğunu iddia etmiştir. (Ancak bu okuyuşa göre dahi) ifadeler iki bakımdan yine azar üslubunu de­vam ettirmektedir: Birincisine göre bu onların söyledikleri yalanı açıklayıcı bir ifade olur. Bu durumda "ne oluyor size? Nasıl hüküm veriyorsunuz?" buyruğu önceki ile alakalı olmaz. Diğer taraftan -aralarında el-Ferra'nın da bulunduğu- nahivcilerin naklettiklerine göre azar üslubu soru edatı ile de ya­pılabilir, soru edatı olmaksızın da yapılabilir. Nitekim yüce Allah şöyle bu­yurmuştur: "Siz dünya hayatında hoşlandığınız herşeyinizi bitirdiniz..." (el-Ahkaf, 46/20)

Bir başka açıklamaya göre bu okuyuşta "söylemek" anlamından gelen bir fiil takdiri sözkonusudur. Yani onlar derler ki: Kızları beğenip üstün tutup seçti, demek olur. Yahutta bu yüce Allah'ın: "Allah doğurdu" buyruğundan da bedel olabilir. Çünkü kız çocukların doğurulması ve kız çocuklara sahib olmak onları beğenip seçmektir. Bu durumda mazi bir fiil (doğurdu)den bir başka mazi fiil (üstün tutup seçti) bedel getirilmiş olur. Bu durumda da: "(â^jliJ): Elbette yalancıdırlar" buyruğu üzerinde vakıf yapılmaz.

"Hiç" onun çocuğu olmasının imkansız bir şey olduğunu "düşünmez mi­siniz?"

"Yoksa apaçık bir deliliniz" belgeniz "mi var?"

Bu sözlerinizde "doğru söyleyenler iseniz kitabınızı" delillerinizi, bel­gelerinizi "getirin." [105]

 

158. Onlar kendisi ile cinler arasında bir neseb uydurdular. Andol-sun ki muhakkak cinler de onların hazır edileceklerini bilmiş­lerdir.

159. Allah onların nitelendirmelerinden münezzehtir.

160. Allah'ın ihlasa erdirilmiş kulları müstesna.

 

"Onlar kendisi ile cinler arasında bir neseb uydurdular" buyruğu ile il­gili olarak tefsir bilginlerinin çoğunluğu burada sözü edilen: "Cin­lerden kastın, melekler olduğunu söylemişlerdir. İbn Ebi Necih, Müca-hid'den şöyle dediğini rivayet eder: Onlar -Kureyş kâfirleri-: melekler yüce Allah'ın kızlarıdır dediler. Ebu Bekir es-Sıddîk (r.a) da şöyle demiştir: Yani bu meleklerin anneleri vardır ve bu annelerinden doğmuşlardır. Onların an­nelerinin ise hareme alınan cin kadınlardan oldukları söylenmiştir.

İştikak bilginleri derler ki: Onlara "cin" denilmesinin sebebi, görülmeyişleridir. Mücahid dedi ki: Burada sözkonusu edilen cinler meleklerin kolla­rından birisidir ve bunlara "el-cinne" denilir. Bu İbn Abbas'tan da rivayet edil­miş bir görüştür.

İsrail, es-Süddî'den, o Ebu Malikten şöyle dediğini rivayet etmektedir: On­lara "cinn(e)" denilmesinin sebebi cennetlerin bekçileri oluşlarından dolayı­dır. Esasen meleklerin tümüne de "cinne"' denilir.

"Neseb"den kasıt ise sihri akrabalıktır.

Katade, el-Kelbî ve Mukatil dediler ki: Yahudiler -Allah'ın laneti üzerle­rine olsun- dediler ki: Allah cinlerle sihri akrabalık kurdu. (Onlardan kadın­larla evlendi.) Melekler de onlardan idi.

Mücahid, es-Süddî ve yine Mukatil şöyle demişlerdir: Bu sözleri söyleyen­ler Kinane ve Huzaalılar idiler. Onlar şöyle demişlerdi: Allah cinlerin ileri ge­lenlerinden (eş edinmek üzere) talib oldu. Onlar da en şerefli kızları ile onu evlendirdiler. İşte melekler bu cinlerin ileri gelenlerinin kızlarındandır.

el-Hasen dedi ki: Allah'a ibadette şeytanı ortak koştular. İşte araya koy­dukları neseb de odur.

Derim ki: el-Hasen'in bu husustaki görüşü en güzel görüştür. Buna delil de yüce Allah'ın: "Çünkü sizi" ibadet hususunda "âlemlerin Rabbi ile bir tut­muştuk" (eş-Şuara, 26/98) buyruğudur.

İbn Abbas, ed-Dahhak ve yine el-Hasen şöyle demişlerdir: Bundan kasıt onların: Şüphesiz Allah ile İblis iki kardeştirler, şeklindeki sözleridir. Yüce Allah onların bu sözlerinden çok, pekçok yüce ve münezzehtir.

"Andolsun ki muhakkak cinler" yani melekler "de onların" yani bu sözleri söyleyen kimselerin -Katade'ye göre cehennem ateşinde, Mücahid'e gö­re hesab için- "hazır edileceklerini bilmişlerdir." es-Salebî birinci (Katade'ye ait olan) görüş daha uygundur, demiştir. Çünkü "hazır edilmek" bu sûrede bir kaç defa tekrarlanmıştır ve yüce Allah bununla azaba uğratılmaktan baş­ka bir şey kastetmemiştir.

"Allah onların nitelendirmelerinden münezzehtir." Onların bu nitelen­dirmelerinden yüce Allah alabildiğine tenzih edilir.

"Allah'ın ihlasa erdirilmiş kulları müstesna." Onlar cehennem ateşin­den kurtulacaklardır. [106]

 

161. Muhakkak siz ve ibadet ettikleriniz,

162. Siz O'nun aleyhine fitneye sürükleyemezsiniz.

163. Kendisi cehenneme girecek olan müstesna.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: [107]

 

1- Müşrikler ve Tapındıkları Varlıklar Doğru Yolda Olanları Saptıramazlar:

 

"Muhakkak siz ve ibadet ettikleriniz" buyruğundaki: “eyler" bu­rada: "O kimse(ler)" anlamındadır. Mastar anlamına geldiği de söylen­miştir. Yani muhakkak sizler ve sizin bu putlara ibadet etmeniz... Bunun: Şüp­hesiz ki sizler Allah'tan başka ibadet ettiklerinizle birlikte... demek olduğu da söylenmiştir. Mesela: "Filan, filan kişi ile geldi" denildiği gibi, "Filan, filan kişi ile birlikte geldi" de denilir.

"Siz O'nun" yani yüce Allah'ın "aleyhine" (insanları) "fitneye sürükle­yemezsiniz" saptıramazsınız. en-Nehhas dedi ki: Tefsir bilginleri bildiğim ka­darıyla şu anlamdaki görüşü icma ile ifade etmişlerdir: Sizler yüce Allah'ın sapacağını takdir ettiği kişiler dışında hiçbir kimseyi saptıramazsınız. Şair de şöyle demiştir:

"Nimeti sayesinde onun tuzağını geri çevirdi, Onun aleyhine, o ise bizi fitneye düşürücü idi."

Saptırıcı idi, demektir. [108]

 

2- Kaderiye'nin Görüşü Bu Âyet-i Kerime ile de Reddedilmektedir:

 

Bu âyet-i kerime Kaderiye'nin görüşünü reddetmektedir. Amr b. Zerr de­di ki: Ömer b. Abdu'l-Aziz'in huzuruna vardık. Yanında kaderden sözedil-di, Ömer şöyle dedi: Şayet Allah kendisine isyan edilmesini murad etmemiş olsaydı, günahkârların başı olan İblisi yaratmazdı ve şüphesiz ki bu yüce Al­lah'ın Kitabında mevcut bir bilgi idi. Bu bilgiyi bilen bilmiştir, bilmeyen bil-memiştir. Sonra da: "Muhakkak siz ve ibadet ettikleriniz, siz O'nun aley­hine (insanları) fitneye sürükleyemezsiniz" buyruklarını okudu. Yani yü­ce Allah'ın cehennemi boylamasını aleyhine hüküm olarak yazdığı kimseler dışındakileri saptıramazsınız, demektir. Ayrıca o dedi ki: İşte bu âyet-i keri­me insanlar arasında anlaşmazlıkları hususunda ayırdedici bir buyruk oldu.

Bu âyet-i kerimedeki anlamlardan birisi de şudur: Şeytanlar yüce Al­lah'ın hidayet bulmayacağını yazıp takdir etmiş olduğu kimseler dışında, hiç­bir kimseyi saptıramazlar. Eğer yüce Allah, bu kimsenin hidayet bulacak bir kimse olacağını bilmiş olsaydı, elbetteki şeytanların onu saptırmalarının önüne geçer, engellerdi. Buna göre yüce Allah'ın: "Onlara karşı atlıların­la, piyadelerinle gürültü çıkararak baskın düzenle" (el-İsra, 17/64) buyru­ğu şu demek olur: Sen benim onlar hakkındaki ilmime aykırı hiçbir sonuca ulaşamazsın. Lebid b. Rabia'nın kaderin sabit olduğunu dile getirmek husu­sunda söylediği şu beyitler oldukça güzeldir:

"Şüphesiz Rabbimizden korkmak en hayırlı bir bağıştır, Allah'ın izniyledir benim ağır hareket etmem ve acele edişim. Allah'a hamdederim, hiçbir eşi, dengi yoktur O'nun, O'nun elindedir hayır, O dilediğini yapar. Kimi hayır yollarına iletirse, hidayet bulur, Gönlü rahat olduğu halde; dilediğini de saptırır."

el-Ferra dedi ki: Hicazlılar: "Adamı fitneye düşürdüm, saptır­dım" derken, Necidliler aynı fiili: "Onu fitneye düşürdüm, saptırdım" şeklinde (başına elif ziyadesiyle) kullanırlar. [109]

 

3- Kıraate Dair Bir Açıklama:

 

el-Hasen'den rivayete göre: "Kendisi cehenneme girecek olan müstes­na" anlamındaki buyruğu: şeklinde "lam" harfi ötreli olarak okumuştur.

en-Nehhas dedi ki: Tefsir ehlinden bir topluluk bunun bir lahn (yanlış oku­ma) olduğunu söylemektedirler. Çünkü: "Bu şehrin kadısıdır" demek caiz değildir. Bu hususta yapıldığını duyduğum en güzel açıklama Ali b. Süleyman'ın yaptığı şu açıklamalardır: Bu okuyuş, ifadedeki anlam esas alınarak yorumlanabilir. Çünkü: "Kendisi" topluluk anlamını ifade eder. Buna göre; takdirindedir. İzafet dolayısıyla "nun" hazfedilmiş-tir, "vav" da iki sakinin arka arkaya gelişinden dolayı hazfedilmiştir.

Bir diğer görüşe göre bunun aslı veznindedir. Ancak bu den a kalbedilmiş ve "ye" harfi hazfedilmiştir. Sonunda da "lam" ötreli kal­mıştır. Bu da: "Yıkılmaya yüz tutmuş bir yarın kenarı" (et-Tev-be, 9/109) buyruğuna benzemektedir.

Üçüncü bir açıklama şekli de şudur: "Girecek olan" lafzındaki "lam"ı tahfif maksadıyla hazfedilir ve i'rab onun aynu'l-fiili (ikinci harfi) üze­rinde cereyan eder. Arapların kullandıkları: "Ona hiçbir şekil­de aldırış etmedim" ifadelerinde hazfedildiği gibi. Bunun aslı: şeklin­de olup (,^0'den gelmektedir. Tıpkı 'den geldiği gibi. " Her iki cennetin de (meyvelerinin) toplanışı yakındır." (er-Rahman, 55/54) ile "denizde... yükseltilmiş, akıp giden gemiler O'nun-dur" (er-Rahman, 55/24) diye okuyanların kıraati de bu kıraate benzemek­tedir. Burada görüldüğü gibi i'rab ayn(u'l-fiil yani kelimenin aslının ikinci harfi) üzerinde uygulanmıştır. Ancak cemaatin kıraatinde âyet-i kerimede­ki bu kelimenin aslı "ye" ile; şeklinde olup lafızdan düştüğünden ötü­rü, hatta da hazfedilmiştir. [110]

 

164. Bizden herbirimiz için bilinen bir makamı olmayan yoktur. 165- Muhakkak biz saf saf duranlarız. 166. Ve şüphesiz biz teşbih edenleriz.

 

Bu, meleklerin yüce Allah'ı tazim etmek ve kendilerine ibadet edenlerin bu tutumlarını tepki ile karşılayıp reddetmek üzere söyledikleri sözlerden­dir.

"Bizden herbirimiz için bilinen bir makamı olmayan yoktur. Muhak­kak biz saf saf duranlarız ve şüphesiz biz teşbih edenleriz" buyruğu hak­kında Mukatil dedi ki: Bu üç âyet-i kerime, Rasûlullah (sav) Sidre-i Münte-ha'da iken inmiştir. Cebrail biraz geri durunca, Peygamber (sav): "Burada mı benden ayrılacaksınız?" diye sormuş, o da: Bu bulunduğum noktadan daha ileri gidemem, diye cevap vermiş, yüce Allah da meleklerin söylediği bir sö­zü nakletmek üzere: "Bizden herbirimiz için bilinen bir makamı olmayan yoktur" âyetlerini indirmiştir.

Kufelilere göre ifadenin takdiri: "Bizden herbirimiz için bilinen bir makamı olmayan bir kimse yoktur" şeklinde olup ism-i mev-sul olan ("kimse" anlamındaki: "men' lafzı) hazfedilmiştir.

Basralılara göre ise ifadenin takdiri: Bizden her­birimiz için bilinen bir makamı olmayan hiçbir melek yoktur" şeklindedir. Bu da ibadet hususunda bilinen bir yeri... demektir. Bu açıklamayı İbn Mesud ve İbn Cübeyr yapmıştır.

İbn Abbas dedi ki: Semavatta üzerinde namaz kılan ve teşbih eden me­leğin bulunmadığı bir karışlık yer dahi yoktur.'[111]

Âişe (r.anha) da şöyle demiştir: Peygamber (sav) buyurdu ki: "Semada üze­rinde secde eden yahut ayakta duran (namaz kılan) bir meleğin bulunmadı­ğı bir ayak basacak kadar bir yer dahi yoktur. "[112]

Ebu Zerr'den dedi ki: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Gerçekten ben sizin görmediklerinizi görüyor, duymadıklarınızı duyuyorum. Sema gıcırdıyor, gıcırdaması da hakkıdır. Çünkü orada yüce Allah'a secde etmek için alnını koyan hiçbir meleğin bulunmadığı dört parmaklık bir yer dahi yoktur. Allah'a yemin ederim eğer bildiğimi bilseydiniz, pek az gülerdiniz, pekçok ağlardı­nız. Yataklar üzerinde kadınlardan zevk alamazdınız. Yüce Allah'a feryad ede­rek yollara dökülürdünüz. Keşke dallan budanan bir ağaç olsaydım." Bu hadisi Ebu İsa et-Tirmizî rivayet etmiş olup hakkında: Hasen, garib bir hadis­tir, demiştir.[113]

Bu bir başka yoldan da rivayet edilmekte olup buna göre Ebu Zerr şöy­le demiştir: "Dallan budanan bir ağaç olmayı çok arzu ederdim" demiştir. Yi­ne bu Ebu Zerr'den mevkuf (senedi ona ulaşan, Rasûlullah'a atfedilmeyen) bir rivayet olarak gelmiştir.[114]

Katade dedi ki: Erkekler ve kadınlar şu: "Bizden herbirimiz için bilinen bir makamı olmayan yoktur" âyeti nazil oluncaya kadar birlikte namaz kı­larlardı. Bunun üzerine erkekler öne geçti, kadınlar da arka saflarda durma­ya başladı.

"Muhakkak biz saf saf duranlarız" buyruğu hakkında el-Kelbî dedi ki: Onların da safları, yerde dünyadakilerin safları gibidir.

Müslim'in Sahih'inde Cabir b. Semura'dan şöyle dediği kaydedilmiştir: Biz mescidde bulunuyor iken Rasûlullah (sav) yanımıza çıkıp geldi ve şöyle bu­yurdu: "Niçin meleklerin Rabbleri huzurunda saf saf durdukları gibi siz de saf saf dizilmiyorsunuz?" Biz: Ey Allah'ın Rasûlü! Melekler Rabbleri huzurun­da nasıl saf saf dururlar diye sorduk, şöyle buyurdu: "Onlar ilk safları tamam­larlar ve safta sıkı sıkı dururlar."[115]

Ömer (r.a) da namaza kalktığında: Saflarınızı doğru ve düzgün tutunuz. Saflarınızı düzeltiniz. Şüphesiz Allah sizin de, meleklerin Rabbleri huzurun­da durdukları gibi durmanızı ister, der, sonra da: "Muhakkak biz saf saf du­ranlarız" buyruğunu okur, ey filan sen geriye git, ey filan sen öne geç der. sonra da kendisi öne geçip tekbir alıp namaza dururdu. Buna dair açıklama­lar daha önce el-Hicr Sûresi'nde (15/24. âyet, 1. başlık ve devamında) geç­miş bulunmaktadır.

Ebu Malik dedi ki: İnsanlar dağınık bir şekilde namaz kılıyorlardı. Yüce Allah: "Muhakkak biz saf saf duranlarız" buyruğunu indirdi. Peygamber (sav) da onlara saf saf dizilmelerini emretti.

eş-Şa'bî dedi ki: Cebrail yahutta bir melek Peygamber (sav)'a gelip dedi ki: Sen gecenin üçte ikisinden biraz az, yarısı ve üçte biri kadar namaz kılı­yorsun, şüphesiz ki melekler de namaz kılar ve teşbihte bulunurlar. Sema­da boş duran hiçbir melek yoktur.

Şöyle de açıklanmıştır: Yani bizler bize verilecek emirleri durup bekleye­rek havada kanatlarımızı dizi dizi açmış olarak bekleyenleriz.

Biz Arşın etrafında saf saf dizilenleriz, diye de açıklanmıştır.

"Ve şüphesiz biz teşbih edenleriz." Katade'nin açıklamasına göre namaz kılanlarız, demektir. Bir başka açıklamaya göre müşriklerin ona atfettiklerin­den Allah'ı tenzih edenleriz. Buyruğun maksadı şudur: Melekler Allah'a teş­bih ve namaz kılmak suretiyle ibadet ettiklerini haber vermektedirler. Onlar mabud (kendilerine ibadet edilen varlıklar) de değildir, Allah'ın kızları da de­ğildir.

Şöyle de açıklanmıştır: "Bizden herbirimiz için bilinen bir makamı ol­mayan yoktur" buyruğu Rasûlullah (sav) ile mü'minİerin müşriklere söyle­dikleri sözlerdir. Yani sizden ve bizden âhirette bilinen bir makamı olmaya­cak hiçbir kimse yoktur. Bu da hesab için durulacak makamdır.

Bir diğer açıklama da şöyledir: Kimimizin Allah'tan korkmak makamı, ki­mimizin Allah'tan ümid etmek makamı, kimimizin ihlas makamı, kimimizin şükür makamı... vb. diğer makamı vardır.

Derim ki: Daha kuvvetli görülen "bizden herbirimiz için bilinen bir ma­kamı olmayan yoktur..." sözlerinin meleklerin söyledikleri sözlerden oldu­ğudur. Doğrusunu en iyi bilen Allah tır. [116]

 

167. Muhakkak diyorlardı ki:

168. "Eğer bizde de öncekilerden bir zikir olsa idi;

169. "Biz de elbette Allah'ın ihlasa erdirilmiş kulları olurduk."

170. Şimdi de ona kâfir oldular. Yakında bileceklerdir.

 

Bu buyruklarla tekrar müşriklerin söyledikleri sözler sözkonusu edil­mektedir. Yani onlar Muhammed (sav) peygamber olarak gönderilmeden ön­ce bilgisizlikleri dolayısıyla ayıplandıklarında: "Eğer bizde de öncekilerden bir zikir olsa idi..." derlerdi. Yani bize de şeriatleri açıklayan bir peygam­ber gönderilmiş olsaydı, mutlaka ona tabi olurduk, ona uyardık.

"Muhakkak diyorlardı ki" buyruğunun başındaki: "Muhakkak" laf­zı şeddesiz geldiğinden dolayı fiilin başına gelmiş ve (cevabının başına) da "lam" harfi gelmiştir. Böylelikle (bu şekilde) nefy için gelen ile olumluluk bil­diren edatlar birbirinden ayırdedilmiş olmaktadır. Kufeliler ise şöyle derler:

Burada: olumsuzluk edatı olan: anlamındadır, "lam" ise an­lamındadır. (Bu durumda anlam şöyle olabilir: Onlar mutlaka şöyle diyorlar­dı: ... "Eğer bizde de öncekilerden bir zikir olsa idi" buyruğunun, peygam­berlerin kitablarından bir kitab olsa idi, anlamında olduğu da söylenmiştir.

"Biz de elbette Allah'ın ihlasa erdirilmiş kulları olurduk." Yani bize de öncekilere gelmiş olduğu gibi bir zikir, bir öğüt gelmiş olsaydı, biz de Allah'a ihlasla ibadet ederdik.

"Şimdi de ona" yani o zikre "kâfir oldular" el-Ferra burada bir hazfin bu­lunduğunu kabul eder. Yani Muhammed (sav) onlara zikir ile geldi de on­lar da ona kâfir oldular. Bu, onların durumlarının şaşılacak bir hal olduğu­nu ifade eder. Yani işte onlara bir peygamber gelmiş ve içinde gerek duya­cakları herşeyin açıklandığı bir kitab da üzerlerine indirilmiş bulunuyor. Bu­nunla birlikte yine onlar inkâr ettiler ve sözlerine bağlı kalmadılar.

"Yakında bileceklerdir." ez-Zeccac dedi ki: Bu küfürlerinin akıbetini bi­leceklerdir. [117]

 

171.  Andolsun ki gönderilmiş kullarımıza önceden şu sözümüz verilmiştir:

172. Muhakkak onlar, elbette onlar zafere erdirilenlerdir;

173. "Muhakkak Bizim ordumuz, elbette onlar galip olanlardır."

174. Artık bir vakte kadar onlardan yüz çevir.

175. Onlara göster, onlar da yakında göreceklerdir.

176. Acaba onlar azabımızı mı acele istiyorlar?

177. Onların alanlarına inince, o korkutulanların sabahı ne kötü olur!

178. Artık bir zamana kadar onlardan yüz çevir.

179. (Onlara) göster, onlar da yakında göreceklerdir.

 

"Andolsun ki gönderilmiş kullarımıza önceden şu sözümüz verilmiş­tir" buyruğunu el-Ferra; (sözümüz) mutluluk ile (mutlu alacaklarına dair) ve­rilmiştir, diye açıklamıştır.

Bir görüşe göre buradaki "söz"den kasıt yüce Allah'ın: "Allah: Andolsun ki Ben ve peygamberlerim mutlaka galib geleceğim, diye yazmıştır." (el-Mü-cadele, 58/21) buyruğunu kastetmektedir.

el-Hasen: Şeriat sahibi peygamberlerden hiçbir kimse öldürülmüş değil­dir, demiştir.

"Muhakkak onlar, elbette onlar zafere erdirilenlerdir." Yani gerek de­lil ile, gerek galip gelmek suretiyle yardım vaadi onlara verilmiştir.

"Muhakkak Bizim ordumuz, elbette onlar galip olanlardır." Buradaki: "Galip olanlar" buyruğunun çoğul gelmesi (ordu lafzının) mana­sına binaendir. Eğer onun lafına uygun olarak gelmiş olsaydı, "El­bette o, galip gelen" şeklinde olması gerekirdi.

Yüce Allah'ın: " Buradagrublardanyenilgiye uğ­ratılmış bir ordu" (Sad, 38/11) buyruğunda olduğu gibi.

eş-Şeybanî dedi ki: Burada bu lafzın çoğul olarak gelmesi âyet sonu olu­şundan dolayıdır.

"Artık bir vakte kadar onlardan yüz çevir." Katade ölünceye kadar, ez-Zeccac kendilerine tanınmış süreye kadar, diye açıklamıştır.

İbn Abbas, Bedir'de öldürülecekleri vakte kadar diye açıklamıştır. Mek­ke fethi vaktine kadar da söylenmiştir. Âyet-i kerimenin kılıç (savaşı emre­den) âyeti ile nesholduğu da söylenmiştir.

"Onlara göster, onlar da yakında göreceklerdir" buyruğu hakkında Katade dedi ki: Görmenin kendilerine fayda vermeyeceği bir zamanda gö­receklerdir. Allah tarafından: "Umulur ki" tabiri vücub (gereklilik) ifa­de eder. Burada "göstermek" tabirinin kullanılması, işin oldukça yakın oldu­ğunu anlatmak içindir. Pek yakında onlar görecekler, demektir. Anlamın şöy­le olduğu da söylenmiştir: Onlar kıyamet gününde azabı göreceklerdir.

"Acaba onlar azabımızı mı acele istiyorlar?" Aşırı derecedeki yalanlama­larından ötürü bu azap ne zaman gerçekleşecektir, diyorlardı. Azabın çabuk gelmesini istemeyin, çünkü o mutlaka başınıza gelecektir, demektir.

"Onların alanlarına" azab "inince, o korkutulanların sabahı ne kötü olur!" ez-Zeccac dedi ki: Onların azabı öldürülmek ile idi.

"Alanlarına"*buyruğu es-Süddî ve başkalarından nakledildiğine göre ev­lerine, yurtlarına demektir. (Alan anlamı verilen): "Saha" ile "sahse" sözlük­te evin genişçe avlusu demektir. el-Ferra: "onların alanlarına inmesi" ile onlara inmesi aynı anlamdadır, demiştir.

"O korkutulanların sabahı ne kötü olur!" Azab ile uyarılıp korkutulan­ların sabahı ne kötü olacaktır!

Bu buyrukta: "Onların sabahı ne kötü sabah olacaktır!" anlamında bir takdir sözkonusudur.

Özellikle "sabah"ın sözkonusu edilmesi azabın onlara sabah vakti geldi­ğinden dolayıdır. Enes (r.a)'ın rivayet ettiği şu hadis de bu türdendir: Rasû-lullah (sav) Hayber'e gittiğinde, onlar da beraberlerinde çapaları, kazmala­rı bulunduğu halde tarlalarına çıkıyor iken: Muhammed ve ordusu geldi, de­diler ve kalelerine geri döndüler. Bunun üzerine Peygamber (sav) şöyle bu­yurdu: "Allahu ekber, harab oldu Hayber. Çünkü biz bir kavmin sahasına in­dik mi o uyarılıp korkutulanların sabahı çok kötü olur."[118]

İşte bu da "onların alanlarına inince" buyruğunun anlamını açıklamak­tadır ki, bununla Peygamber (sav)'ı kastetmektedir.

"Artık bir zamana kadar onlardan yüz çevir" buyruğu tekid olmak üze­re tekrar edildiği gibi aynı şekilde ("onlara) göster, onlar da yakında göre­ceklerdir" buyruğu da tekid olmak üzere tekrarlanmıştır. [119]

 

180. İzzet sahibi olan Rabbin onların niteleyegeldiklerinden münez­zehtir.

181. Gönderilmiş peygamberlere selam olsun.

182. Alemlerin Rabbi Allah'a da hamdolsun.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: [120]

 

1-Yüce Allah'ın Teşbih ve Tenzih Edilmesi:

 

"Rabbin... müzennehtir" buyruğu ile yüce Allah, müşriklerin kendisine izafe ettikleri vasıflardan münezzeh olduğunu belirtmektedir. "İzzet sahibi" de "Rabbin" lafzından bedeldir. Övgü olmak üzere "Rab" lafzının nasb ile okunması da caizdir. Ref ile okunması ise: O izzetin Rabbidir" anlamında olur.

"Onların niteleyegeldiklerinden" buyruğunda kastedilen O'na izafe et­tikleri eş ve çocuktur. Rasûlullah (sav)'a: "Subhanallah"ın ne anlama geldi­ği sorulmuş o da: "O yüce Allah'ın hertürlü kötülükten tenzih edilmesidir" diye cevab vermiştir.

Bu hususa dair yeterli açıklamalar daha önceden Bakara Sûresi'nde (2/30. âyet, 17. başlıkta, 32. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. [121]

 

2- "İzzet Sahibi" Olmanın Anlamı:

 

Muhammed b. Suhnun'a: "Rabbi'1-ızze: İzzet sahibi"nin anlamı ile ilgili so­ru sorularak: İzzet, zat sıfatlarından olmakla birlikte yüce Allah'ın zatının sı­fatlarından olup mesela "Rabbu'l-kudre: kudretin Rabbi" ve benzeri terkib-ler kullanılamadığı halde "Rabbul-ızze"nin kullanımı nasıl caiz olur? denilin­ce, Muhammed b. Suhnun şu cevabı vermiş: İzzet hem zat sıfatı, hem fiil sı­fatı olur. Zat sıfatı yüce Allah in: "İzzet bütünüyle Allah'ındır" (Fatır, 35/10) buyruğu gibidir. Fiil sıfatı ise "izzetin Rabbi (izzet sahibi)" buyruğu gibidir. Bunun anlamı ise, insanların kendi aralarında birbirlerine karşı güç ve kuv­vet sahibi olduklarını ortaya koydukları izzet (gücün sahibi olmak) demek­tir. Bu da yüce Allah'ın yarattığı şeyler arasındadır. (Devamla Muhammed b. Suhnun) dedi ki: Tefsirde belirtildiğine göre, burada izzetten kasıt, melek­lerdir. Bazı ilim adamlarımız da şöyle demiştir: Her kim "Allah'ın izzeti hak­kı için" diye yemin edecek olursa, eğer bununla O'nun sıfatı olan izzetini kas­tetmiş olup yeminini bozarsa, keffarette bulunması gerekir. Şayet kulları ara­sında yaratmış olduğu izzetini kastederse, onun için keffaret sözkonusu de­ğildir.

el-Maverdî dedi ki: "İzzet sahibi'nin iki anlama gelme ihtimali vardır. Bi­rincisine göre izzetin mutlak maliki ve sahibi demek olur. İkincisine göre ise ister kral ve hükümdar, ister zorba olsun kendisini güçlü, kuvvetli kabul eden (müteazziz) olan herşeyin Rabbi anlamındadır.

Derim ki: Yemin eden kişi bu anlamlardan hangisini niyet ederse etsin (ye­minini bozması halinde) ona keffaret düşmez. [122]

 

3- Sûrenin Son Üç Âyetinin Okunacağı Yerler:

 

Ebu Said el-Hudrî (jir.a)'dan gelen rivayete göre Rasûlullah (sav) (namaz­da) selam vermede zzet sahibi olan Rabbin..."

buyruğunu sûrenihtednuûâtkiadak1 okurdu" Bunu es-Salebî zikretmiştir.[123]

Derim ki: Ben şeyh, imam. muhaddis. hafız Ebu Ali el-Hasen b. Muham-med b. Muhammed b. Muhammed b. Amruk el-Bekrî'nin huzurunda, Mısır diyarında Mansura karşısında el-Cezire'de şunu okudum: Dedi ki: Bize hür kadın Um el-Mueyyed Zeyneb bint Abdurrahman b el-Hasen eş-Şi'rî birin­ci seferinde Neysabur'da haber verdi ki: Bize Ebu Muhammed İsmail b. Ebi Bekr el-Karî haber verdi, dedi ki: Bize Ebu'l-Hasen Abdu'l-Kadir b. Muham­med el-Farisî anlattı, dedi ki: Bize Ebu Sehl b. Bişr b. Ahmed el-Isferayinî an­lattı, dedi ki: Bize Ebu Süleyman Dâvûd b. el-Huseyn el-Beyhakî anlattı, de­di ki: Bize Ebu Zekeriya Yahya b. Yahya b. Abdurrahman et-Temimî en-Ney-saburî anlattı, dedi ki: Bize Huşeym Ebu Harun el-Abdî'den anlattı, o Ebu Sa-id el-Hudrî'den dedi ki: Rasûlullah (sav)'ı bir değil, iki değil (defalarca) na­mazın sonunda yahut namazı bitirdikten sonra: "İzzet sahibi olan Rabbin on­ların niteleyegeİtliklerinden münezzehtir. Gönderilmiş peygamberlere se­lam olsun. Alemlerin Rabbi Allah'a da hamd olsun" dediğini duymuşumdur[124]

el-Maverdî dedi ki: eş-Şa'bî rivayetle dedi ki: Rasûlullah (sav) şöyle bu­yurdu: Her kim kıyamet gününde kendisine en eksiksiz ölçekle ölçülüp mü­kâfat verilmesini arzu ediyor ve bundan nîemnun oluyorsa, meclisinden kalk­mak istediği vakit meclisinin sonunda: "İzzet sahibi olan Rabbin, onların ni-teleyegeldiklerinden münezzehtir. Gönderilmiş pegyamberlere selam ol­sun. Alemlerin Rabbi Allah'a da hamd olsun." desin.[125]

es-Salebî bunu Ali (r.a) yoluyla gelen (Peygamber Efendimiz'e atfedilen) merfû' bir hadis olarak zikretmiştir. [126]

 

4- Peygamberlere Selam, Alemlerin Rabbi Allah'a Hamd Olsun:

 

"Gönderilmiş" yüce Allah'tan aldıkları tevhid ve risaleti tebliğ eden "peygamberlere selam olsun."

Enes dedi ki: Peygamber (sav) buyurdu ki: "Bana selam getirdiğiniz va­kit rasûllere de selam getirin. Şüphesiz ki ben gönderilmiş peygamberlerden (rasûllerden) bir rasûlüm."[127]

"Gönderilmiş peygamberlere selam olsun" buyruğunun şu anlama geldiği de söylenmiştir: O en büyük korku ve dehşet gününde Allah'tan onla­ra bir güvenlik olsun.

"Alemlerin Rabbi Allah'a da" müjdeleyiciler, uyarıp korkutucular ol­mak üzere rasülleri elçi olarak gönderdiği için "hamd olsun."

Şöyle de açıklanmıştır: Yüce Allah'ın bütün insanlara ihsan etmiş olduğu nimetler dolayısıyla hamd olsun, diye açıklandığı gibi, müşrikleri helak et­tiği için Allah'a hamd olsun, diye de açıklanmıştır. Bunun da delili yüce Al­lah'ın: "Böylece zulmedenlerin ardı arkası kesildi. Alemlerin Rabbi olan Al­lah'a hamdolsun" (el-En'am. 6 45^ buyruğudur.

Derim ki: Bunların hepsi kastedilmiştir. "Elhamdu: Hamd olsun" ifadesi de bunların hepsini kapsamına alır.

"Niteleyegeldiklerinden" buyruğu yalanlarından... demektir. Yalan olarak onu niteleyegeldikleri şeylerden münezzehtir demektir. es-Saffat Sûresi'nin tefsiri burada sona ermektedir. [128]

 

 



[1] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/459

[2] Buharı, II, 6l6; Müslim, II. 945, 946; Tirmizî, III, 256; Darimi, II, 89; Ebû Dâvûd, II, 242; İbnMace, II, 1012; Müsned, I, 353, II, 79, 219, 138, 141, IV, 70, V, 381, VI, 402.

[3] Heysemî, Mecnıau'z-Zevaid, II, 224.

[4] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/459-464

[5] Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, V, 103, 117, X. 307.

[6] Buhârl, IV, 1736, 1804; Tirmizî, V, 362; ibnMace, I, 69.

[7] Tirmizî, V, 362; Ahmed b. Şuayb en-Nesâî, es-Sünenü'l-Kübra, VI, 374.

[8] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/464-470

[9] Hadis-i şeriflerde çeşitli kiplerde ve farklı lafızlar Cenab-ı Allah'a "gülmek" isnad edil­mektedir. Örnek olmak üzere bazılarına işaret edelim: Buhârî, II, 1040, IV, 1854; Müslim, I, 166, 177; Müsned, II, 275, 293, 318, 464, 511, III, 80:

[10] "Şaşırtmak, hayret veteaccüb etmek" manasındaki "acibe" fiili de bir çok rivayette Ce­nab-ı Allah'a isnad edilmiş bulunmaktadır. Örnek olmak üzere bazılarını kaydedelim; Buhari, III, 1096, 1382, IV, 1854; Müslim, III, 1624; Ebu Davud, III, 19, 56; Müsned, I, 128, 416, II, 302, 406, 448, 457.

[11] Müsned, IV, 151; Taberani, el-Mu'cemu'l-Kebir, XVII, 309; Ebu Ya'la, Müsned, III, 288; el-Heysemi, Mecmau'z-Zeuaid, X 270, hadisin Ahmecl, Ebu Ya'la ve Taberani tarafın­dan rivayet edildiği ve senedinin hasen olduğu kaydıyla.

[12] Buhari, III, 1096; İbn Hibban, Sahih, I, 343; Ebu Davud, III, 56; Müsned, II, 302, 406,

[13] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/470-475

[14] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/476-477

[15] Belli bir kaynakta yer aldığını tespit edemedik.

[16] Tirmizî, IV, 613, (yakın mana ve lafızlarla) Heysemî. Mecmau'z-Zevaid, X, 355; Tabe-ranî. Evsat, II, 191. V, 227.

[17] Müsned, II, 167; Taberani, Evsat, V, 247.

[18] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/477-483

[19] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/483-484

[20] Mealin akışına uygunluk zarureti dolayısıyla Tefsir açıklamalarında da belli bir takdim tehir yapılmıştır.

[21] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/484-491

[22] Buharı, V, 2397; Müslim, IV, 2189; Müsned, II, 120.

[23] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/491-497

[24] Buharı, V, 2174-2176, V, 2347; Müslim, IV, 1720; İbn Mace, II, 1173; Müsned, VI, 57, 63.

[25] Merhum müfessir burada önce: "...şair dişi devesini niteledirirken şunları söylemekte­dir" deyip aşağıdaki beyiti nakletmekte, arkasından beyitteki garip bazı kelimelerin açık­lamasını yapmaktadır. Daha sonra: "Dişi devenin yularını nitelendirirken şöyle der..." diyerek aynı beyiti tekrarlamaktadır.

Biz, -Arapça baskıyı yapanların düştükleri notu da dikkate alarak- gördüğünüz şekil­de terceme ile yetindik.

[26] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/497-502

[27] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/502-503

[28] İbn Abdi'1-Berr, Temhid, XXI, 241.

[29] Muvatta, II, 978; Müslim, IV. 2080, 2081; Tirmizî, V. 496; Darimî, 375; Müsned, VI, 377, 378, 409.

[30] Muvatta, II, 951; Müslim, IV, 2081; Ebu Davud, IV, 13; İbn Mace, II, 1162; Müsned, II, 375, III, 448, V, 430.

[31] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/503-506

[32] Buna göre bu âyetin anlamı şöyle olur: "Sizler Allah'tan başka yalan ve uydurma ilâh­ları mı istiyorsunuz."

[33] Buhârî, III, 1225, V. 1955; Müslim, IV, 1840; Müsned, II. 403. III, 244.

[34] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/506-510

[35] Buna göre buyruğun anlamı şöyle olur: Halbuki Allah sizi yaratmıştır. Siz ne yapıyor­sunuz böyle?

[36] Beyhakî, Şuabu'l-İman, I, 209

[37] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/510-514

[38] Buharı, III, 1285, V, 2182; Müslim, III, 1653, 1654; Tirmizi, IV, 655; Darimi, I, 127; Me­sai, VIII, 206; Müsned, II, 66, 222, 267, 390, 531, III, 40.

[39] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/515

[40] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/516

[41] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/516-517

[42] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/517

[43] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/518-519

[44] Tefsiri yapılan âyet-i kerimede "yürümek" anlamı verilen 'sa'y" ile burada "çalışmak" anlamı verilen say kelimesinin aynı kökten oluşlarına dikkat çekilmektedir.

[45] Buhârî, III, 1237, 1240, 1298.

[46] Merhum müfessirimiz, Hud, 11/73- ayet birinci başlıkta: "...birçok ilim adamı bu ayeti boğazlanması emridilenin İsmail olduğuna delil göstermektedir..." deyip bir tercihte bu­lunmaksızın gerekli açıklamaların es-Saffat. (37/102. ayet)ta geleceğini belirtir. Meryem, 18/54-55. ayetler birinci başlıkta da şunları söylemektedir: "...Cumhur boğazlanması em­redilenin İbrahim'in oğlu Arapların atası İsmail olduğu görüşündedir. Kurban edilme­si emredilenin İshak olduğu da söylenmiş ise de, birincisi daha kuvvetlidir" dedikten sonra yine es-Saffat, 37/102. ayete gönderme yapmaktadır.

[47] Hakim, Müstedrek, II, 468, 604 (İbn Abbas'ın kanaati olarak); 605 (Abdıılluh b. Selamın kanaati olarak.)

[48] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/519-522

[49] Bu lafızla olmamakla birlikte; bütün peygamberleri kapsayan bir hadis olarak: Buhâ-rî, VI, 2730; Ebu Nuaym, el-Müsned el-Müstahrec..., 1. 229; Peygamber Efendimizin bir özelliği olarak hadislerde daha yoğun bir şekilde rivayet edilmiştir. Bazılarına işaret ede­lim: Müslim, I, 528; Buhârî, I. 64, 293, III, 1308; Ebu Davud, I, 52; Nesâî, III, 234; Müs-ned, I, 220. II, 251, 438.

[50] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/522-523

[51] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/523-524

[52] Ortada bir "kalem yanılması: Sebkat-i kalem" olduğu görülüyor. Çünkü mısradaki ifa­de ile Kurtubi merhumun tercihi arasında lafzi bir uyum söz konusu değildir. Kurtu-bi'nin tercihine göre mısraın: "...mâ umirte bihi" kısmının "mâ tu'meru(hû)" şeklinde olması gerekir.

[53] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/524-526

[54] İbn Main, Tarih, IV, 160, 375; el-Mizzi, Tehzibu'l-Kemal, XXVII, 430.

[55] Taberanî, Kebir, XXII, 40.

[56] Müsned,  II, 501; İbn Ebi Şeybe, Musannaf, VI, 303.

[57] Buhârî, II, 865, 919, 920, V, 2130; Müslim, III, 1604; Muvatta, II, 926; Müsned, V, 333-

[58] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/526-529

[59] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/529-530

[60] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/530-531

[61] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/531

[62] İbn Abdi'1-Berr, Temhid, XXIII, 193.

[63] Tirmizî, IV. 83; İbn Mace, II, 1045.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/

 

[64] Buhârî, I, 328, 329, V, 2109, 2114; Müslim, III, 1552, 1553; Darimî, II, 109;Atesâî, VII, 224; Muvatta, II, 483; Müsned, IV. 45, 281, 303.

[65] Müslim, III, 1565; tbn Mace, II, 1052; Müsned, VI. 289.

[66] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/531-532

[67] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/532-533

[68] Müslim, III, 1556; Buharı, V. 2114; Tirmizî, IV. 84; Nesâî, VII, 220, 230; Müsned, III, 99, 214, 222, 255, 257.

[69] Müslim, III, 1557; Buhârî, V, 2113; Nesâî, VII. 231; İbn Mace, II. 1043; Müsned, III, 115. 170. 183, 189, 211.

[70] Müslim, m. 1557; İbn HibV>an. Sahih, f\\\. 236-, Ebu Dauud, \\\. 94-, MUsned, VI. 78.

[71] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/533-534

[72] Ebû Dâvûd, III. 97; Tirmizî, IV, 85; Nesâî, VII. 214. 215; İbn Mace, II, 1050; Muvatta, II, 482; Darimi, II, 105.

[73] Tirmizî, IV. 86; Darimi, II, 106; Ebû Dâvûd, III, 97; Nesâî, VII. 216, 217; Müsned, I, 108. 128, 149.

[74] Muvatta, II, 482

[75] Deylemî, Firdevs, I, 85; Aclûnî, Keşfu'l-Hafa, I, 133 ve II, 98de; hadisin zayıf olduğu­nu. İbn Salah'ın bu sözlerini hadis olarak bilinmediğini söylediğini kaydetmektedir.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/535-536

[76] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/536-537

[77] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/537-538

[78] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/538-539

[79] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/539-540

[80] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/540-541

[81] Yani: Allah sizin de Rabbinizdir, sizden önceki atalarınızın da Rabbidir

[82] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/541-548

[83] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/549

[84] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/549-550

[85] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/550-551

[86] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/551-552

[87] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/552

[88] Sözü geçen edatın cevabı: "...kalırdı" anlamındaki -peltek se ile-: "lebise" lafzıdır. Ba­şına gelen "lam"a "elbet" diye anlam verilmiştir.

[89] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/552-553

[90] "Bir peygamberin: Ben Yunus h. Metta'dan hayırlıyım, demesi uygun değildir" anlamın­da Ebu Dauud, IV, 217; Tahavî, Şerhu Meani'l-Âsar, IV. 315.

[91] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/553-554

[92] Buharı, II, 916, 942, 955, III, 1055, IV, 1517; Müslim, IV, 2130; Darimî, II. 194; Ebû Dâvûd, II, 243; Müsned, VI, 114, 117.

[93] Tirmizi, III, 645; İbn Hibban, Sahih, XI, 465.

[94] Beyhakî, es-Sünenu'l-Kübra, VI, 66; Darakutnî, IV. 238; Müsned, VI, 320.

[95] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/554-556

[96] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/556-557

[97] Ebu Abdullah el-Makdisi, el-Ehadisu'l-Muhtara, III, 77, 78.

[98] Buhari, V, 2228; İbn Hibban. Sahih, III, 178; Müsned, II, 116.

[99] Hakim, Müstedrek, II, 414; Ebu Abdullah el-Makdisi, el-Ehadisu'l-Muhtara, III, 235, 259-

[100] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/557-558

[101] Hadis olarak tespit edemedik. Mütehassıs alimlerin uydurma hadisler ili ilgili ölçüleri­ne bakılırsa "uydurma" olmalıdır.

[102] Bu rivayeti de herhangi bir kaynakta hadis olarak tespit edemedik. Merhum müfessi-rin de bunu "ruviye: rivayet edildi" diye "tamrid" sigası kullanması onun da bu rivaye­tin sıhhatinden emin olmadığını göstermektedir.

[103] Darımı, II, 138; Müsned, III, 108.

[104] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/558-565

[105] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/565-567

[106] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/567-569

[107] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/569

[108] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/569-570

[109] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/570-571

[110] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/571

[111] Bu manadaki lafızlar, uzunca bir hadisin bir bölümü olarak; Cabir (r.a.) yoluyla riva­yet edilmiştir: Bk. Taberanî, Evsat, IV, 44; Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, I, 51-52, X, 358.

[112] Taberanî, Evsat, IV, 44; Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, X, 358'de Cabir (r.a.)'dan.

[113] Tirmizî, IV, 556; İbn Mace, II, 1402; Müsned, V, 173.

[114] Tirmizî, IV, 556; Müsned, V, 173-

[115] Müslim, I, 322; Ebâ Dâvûd, I, 177; Nesâî, II, 92; İbn Mace, I, 317; Müsned, V, 101.

[116] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/571-574

[117] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/574-575

[118] Müslim, II, 1044, III, 1426; Buharı, I, 322.

[119] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/575-577

[120] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/577

[121] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/577-578

[122] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/578

[123] Hakim, Müstedrek, I, 680; Heysemî, Mecmctu'z-Zevaid, X, 95'de, rivayetin çeşitli bakımlardan zayıf olduğunu kaydetmektedir; İbn Kesir, tefsir, I, 75'deise İbn Abhas'ın sözü olarak geçmektedir.

[124] Taberanî, Kebir, V, 211 el-Münzirî Tergib, II, 300 -Taberanî'den naklen-: Abdullah b. Erkam'ın babasından, onun Peygamber'den, namazdan sonra böyle demeye dair teş­vik edici kavli bir sünnet olarak.

[125] İbn Kesir, Tefsir, IV, 26; Namazın sonunda söylenmesine teşvik edici Ali (r.a.)'nin bir sözü olarak: Abdurrezzak, Musannaf, II, 236.

[126] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/578-579

[127] Taberî, Camiu'l-Beyan, XXIII, 116: "Katade'den Rasûlullah buyurdu ki..." diyerek, mürsel bir hadis olarak benzer rivayetler ve sıhhat dereceleri için ayrıcı bk. İbn Kesir, Tefsir, IV, 26.

[128] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/579-580