1- Hicret ve İnsanlardan Ayrılmak:
2- Allah'tan Salih Evlat Dilemek:
1- İbrahim (a.s)'ın Boğazlamakla Emrolunduğu Oğlu:
3- Boğazlamanın Fiilen Gerçekleşmesi ve Rüyanın Yerine
Gelmesi:
4- Hz. İbrahim'in Boğazlanması Emrolunan Oğluna Görüşünü
Sormasının Anlamı:
5- İbrahim'in ve Oğlunun Allah'ın Emrine Teslimiyetleri:
6- Apaçık İmtihandan Başarı ile Çıkanların Mükâfatı:
7- Oğluna Karşılık Gönderilen Fidye:
8- Kurban Edilmesi Daha Faziletli Olanlar:
9- Kurban Kesmek mi Faziletlidir, Parasını Tasadduk Etmek
mi ?:
11- Kurban Hangi Tür Hayvanlardan Kesilebilir:
12- Kurban Kesiminde Dikkat Edilecek Hususlar:
13- Kurban Edilecek Hayvanda Bulunmaması Gereken Kusurlar:
14- Oğlunu Kurban Etmeyi Adamanın Hükmü:
15- İyilik Yapanların Mükâfatı:
16- İbrahim (A.S) Ve Ishak (A.S)'In Mübarek Oluşları Ve
17- Kötü Olduktan Sonra Peygamber Soyundan Gelmenin
Faydası Yoktur:
4- Yunus (a.s) Balığın Karnında:
5- Yunus' (a.s.)'ın Balığın Karnındaki Durumu:
6- Yunus (a.s)'ın Kendisini Denize Atması ve Kura Çekmek:
7- insanı Denize Atmak için Kura Çekmek:
8- Teşbih ve Salih Amelin Faydası:
1- Müşrikler ve Tapındıkları Varlıklar Doğru Yolda
Olanları Saptıramazlar:
2- Kaderiye'nin Görüşü Bu Âyet-i Kerime ile de Reddedilmektedir:
1-Yüce Allah'ın Teşbih ve Tenzih Edilmesi:
2- "İzzet Sahibi" Olmanın Anlamı:
3- Sûrenin Son Üç Âyetinin Okunacağı Yerler:
4- Peygamberlere Selam, Alemlerin Rabbi Allah'a Hamd
Olsun:
Rahman ve Rahim Allah'ın Adı
İle
İcma' ile Mekke'de inmiştir.
[1]
1. Andolsun
saf saf duranlara,
2.
Haykırarak sürenlere,
3. Zikir
okuyup duranlara;
4. Şüphesiz
sizin ilâhınız birdir.
5. Göklerle
yerin ve aralarında olanların Rabbidir, doğuların da Rab-bidir.
"Andolsun saf saf
duranlara, haykırarak sürenlere, zikir okuyup duranlara" (mealindeki)
buyruklarını kıraat alimlerinin çoğunluğu bu şekilde (yani ilk kelimelerin
sonlarındaki "te" harfi ile ondan sonra gelen harfler birbirine
idgam edilmeden izhar ile) okumuşlardır. Hamza ise üçünde de (âyetlerin ilk
kelimelerinin sonlarındaki "te" harfini bir sonraki kelimenin ilk
harfine) idgam ile okumuştur. Bu ise Ahmed b. Hanbel'in işittiği vakit hoşlanmadığı
kıraattir.
en-Nehhas dedi ki: Bu
kıraatin Arapça bakımından doğru olma ihtimali üç yönden uzaktır.
1-
"Te" harfi (birinci âyette yer alan ikinci kelimenin ilk harfi olan)
"sad"
harfi ile aynı mahreçten çıkmadığı gibi
(ikinci âyetin, ikinci kelimesinin ilk harfi olan) "ze"nin
mahrecinden de değildir. (Üçüncü âyetteki ikinci kelimenin ilk harfi olan)
"zel" harfinin mahrecinden de değildir. Mahreç itibariyle bunlara
yakın da değildir. "Te" harfinin mahreç itibariyle yakınından çıkan
harfler ise "ti" ile "dal" harfleridir. "Ze"
harfinin "sad" ve "sin" harfleri, "zel" harfinin
ise "zı" ve "(peltek) se" harfleridir.
2-
"Te" bir kelimede ondan sonraki diğer harfler ise bir diğer kelimede
bulunmaktadır.
3- Eğer bu
harf sonrakilerden birisi ile idgam edilecek olursa, iki ayrı kelimede sakin
iki harf, arka arkaya getirilmiş olur. Böyle bir durumda arka arkaya iki
sakinin gelmesinin caiz olması, her ikisinin tek bir kelimede olması halinde
kabul edilebilir. kelimeleri gibi.
Hamza'nın kıraati de
şöyle açıklanabilir: "Te" bu harflere mahreç itibariyle bir dereceye
kadar yakınlık arzetmektedir.
"Andolsun saf saf
duranlara" buyruğu bir kasemdir. Buradaki "vav" yemin için
getirilen (be)'den bedeldir. Saf saf duranların Rabbine andolsun, demektir.
"Haykırarak sürenlere" buyruğu da ona atfedilmiştir.
"Şüphesiz sizin
ilâhınız birdir" buyruğu yeminin cevabıdır. el-Kisaî yemin halinde in
hemzesinin üstün okunabileceğini de kabul etmiştir.
"Saf saf
duranlara" buyruğu ile "zikir okuyup duranlara" buyruğuna
ka-darki âyetlerde kastedilenler İbn Abbas, İbn Mesud, İkrime, Said b. Cübeyr,
Mücahid ve Katade'ye göre meleklerdir. Melekler semada dünyada mü'min-lerin
namaz için saf tutmaları gibi saf tutarlar.
Kanatlarını havada durarak
saf olarak dizdiklerini ve yüce Allah dilediği emri onlara verinceye kadar
böylece durduklarını söyleyenler de vardır. Bu ise kulların hükümdarları önünde
saf saf durmalarını andırır.
el-Hasen der ki:
Namazlarında Rabbleri huzurunda saf saf dizildikleri için "andolsun saf
saf duranlara" diye buyurulmuştur.
Bir başka açıklamaya
göre burada kastedilenler kuşlardır. Bunun delili de yüce Allah'ın şu
buyruğudur: "Üzerlerinde saf saf (sıra sıra) dizilip kanatlarını açıp
kapayan kuşları görmediler mi?" (el-Mülk, 67/19)
Saf, topluluğun
namazdaki saf gibi belli bir çizgi üzerinde düzene sokulması demektir.
"Saf saf
duranlar" buyruğu cem'ul-cem' (çoğulun da çoğu-lu)dur. Mesela: "Saf
halinde dizilmiş bir topluluk" denilir. Daha sonra da bunun: "Saf saf
dizilenler" diye çoğulu yapılır.
"Saf saf
duranlar"dan kastın, namazda yahutta cihadda saf halinde ayakta duran
mü'minler topluluğu olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı el-Ku-şeyrî
yapmıştır.
"Haykırarak
sürenler", İbn Abbas, İbn Mesud. Mesruk ve daha önce açıkladığımız
şekilde diğerlerinin görüşlerine göre meleklerdir. Onlara böyle denilmesinin
sebebi ya bulutlan -es-Süddî'nin görüşüne göre- haykırarak sürüklemeleri veya
öğütlerle, mev'ızelerle, masiyetlerden alıkoymalarıdır.
Katade: Burada
kastedilenler Kur'ân-ı Kerîm'in zecredici (yasaklayıcı, alıkoyucu)
buyruklarıdır, demiştir.
"Zikir okuyup
duranlara" buyruğu ile meleklerin yüce Allah'ın Kitabını okumaları
kastedilmektedir. Bu açıklamayı da İbn Mesud, İbn Abbas, el-Ha-sen, Mücahid,
İbn Cübeyr ve es-Süddî yapmıştır.
Bu buyruk ile sadece
Cebrail'in kastedildiği ve ondan çoğul lafzı ile sö-zedildiği de söylenmiştir.
Çünkü o meleklerin büyüğüdür. Onun mutlaka orduları ve ona tabi olanları
vardır.
Katade de şöyle
demektedir: Maksat yüce Allah'ın zikrini okuyan ve yazan herkesdir.
Bir diğer açıklamaya
göre maksat, Kur'ân-ı Kerîm'in âyetleridir. Yüce Allah bu âyetleri okunmak ile
nitelendirmiştir. Nitekim bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Gerçekten
bu Kur'ân İsrailoğullarına hakkında anlaşmazlığa düştükleri şeylerin çoğunu
anlatır." (en-Neml, 27/76)
Kur'ân'ın âyetlerinin,
"tâliyât (biri diğerinin ardından gelenler)" diye adlandırılması
mümkündür. Çünkü harflerin biri diğerinin arkasından gelir. Bunu da el-Kuşeyrî
zikretmiştir.
el-Maverdî'nin
naklettiğine göre de "tâliyât"dan kasıt, ümmetlerine karşı Allah'ın
zikrini okuyan peygamberlerdir.
Şayet, es-Sâffât
Sûresi'nde (2 ve 3. âyetlerin başlarında) atf harfi olarak "fe"
harfinin kullanılmasının hükmü nedir? diye sorulursa, buna şöyle cevap verilir:
Bu harf ya var oluş itibariyle sözü edilen manaların var oluş sırasına delalet
eder. Şu beyitte olduğu gibi:
"Keşke (babam)
Zeyyabe şu sabahleyin baskın yapan, Sonra ganimet alan, sonra geri dönen
el-Haris'i görüverseydi (yazık oldu bana, onu öldürüp intikam alamadığım
için)."
Şair burada: "Sabah
baskın yapan, sonra ganimet alan,
sonra
da geri dönen..." demiş gibidir.
Ya onların çeşitli
açılardan farklılıklarına uygun bir sırayı anlatmaktadır. Mesela, bir kimsenin:
"Daha faziletli olanı, sonra daha kamil olanı al. Önce daha iyi olanı,
sonra da daha güzel olanı yap" demeye benzer.
Yahutta o sıfatlara
sahip varlıkların mertebelerini anlatmak için gelmiş olabilir. Bu da Hz.
Peygamber'in: "Allah saçlarını traş edenlere ve kısaltanlara rahmet
buyursun"[2] ifadesine benzer.
İşte es-Sâffât
Sûresi'ndeki atıf edatı olarak kullanılan fe harfi bu üç esasa göre
açıklanabilir. Bu açıklamayı ez-Zemahşerî yapmıştır.
"Şüphesiz sizin
ilâhınız birdir" buyruğu yeminin cevabıdır.
Mukatil dedi ki: Çünkü
Mekke'deki kâfirler: O bunca ilâhı bırakıp tek bir ilâh olduğunu mu söylüyor?
Bir tek ilâh bütün bu mahlukatın işlerinin hakkından nasıl gelebilir?
demişlerdi. Allah da bu varlıkların şan ve şereflerini yüceltmek üzere onlar
adına yemin etti ve bu âyet-i kerime nazil oldu.
İbnu'l-Enbarî dedi ki:
Burada vakıf yapmak güzeldir. Sonra da: "O göklerin... Rabbidir"
anlamında "Göklerle yerin ve aralarında olanların Rabbidir" buyruğu
ile okumaya devam eder.
en-Nehhas da şöyle
demektedir: "Göklerle yerin... Rabbidir" buyruğunun ikinci bir haber
olması mümkün olduğu gibi, "birdir" buyruğundan bedel olması da
mümkündür.
Derim ki: Bu iki açıklamaya
göre: "Birdir" lafzı üzerinde vakıf yapılmaz.
el-Ahfeş: "(O
ilâh ki) göklerin Rabbidir... doğuların Rabbidir" şeklinde: "Şüphesiz"
lafzının isminin sıfatı olarak nasb ile okunduğunu nakletmektedir. Şanı yüce
Allah vahdaniyetinin ve uluhiyetinin anlamını, kudretinin kemalini:
"Göklerin ve yerin Rabbi" olduğunu belirterek açıklamaktadır.
Onların yaratıcısı ve mutlak maliki, demektir.
"Ve aralarında
olanların Rabbidir, doğuların da Rabbidir." Yani güneşin doğduğu yerlerin
de mutlak malikidir.
İbn Abbas dedi ki:
Güneşin her gün için bir doğuş yeri ve bir de batış yeri vardır. Şöyle ki,
yüce Allah güneşe ait doğuş yerlerinde üçyüzaltmışbeş yuva yaratmıştır.
Batısında da bu kadar yuva halketmiştir. Bunlar güneş senesinin gün sayısı
kadardır. Güneş hergün bu yuvalardan birisinde doğar, birisinde batar. Aynı
yuvada ancak bir sonraki senenin aynı gününde doğar.
Ayrıca güneş her
doğduğunda istemeye istemeye doğar. Der ki: Rabbim, kullarının üzerine beni
doğdurma! Ben onların sana isyan ettiklerini görüyorum. Bunu Ebu Ömer (b.
Abdi'1-Berr) et-Temhid adlı eserinde zikretmiştir. İbnu'l-Enbarî de:
"er-Reddu (ala men Halefe Mushafe Osman)" adlı eserinde İkri-me'den
diye rivayet etmiştir. İkrime dedi ki: İbn Abbas'a şöyle sordum: Peygamber
(sav)'dan Umeyye b. Ebi's-Salt hakkında söylediği rivayet edilen: "Onun
şiiri iman etmiş, kalbi ise inkâr etmişti" sözü hakkında ne dersin? Dedi
ki: O haktır, bundan garibinize kaçan nedir? diye sordu. Ben de bundan
garibimize kaçan onun şu beyitleridir dedim (ve şu beyitleri okudum):
"Ve güneş her
gece sonunda çıkar, kıpkızıl rengiyle; Onun her sabah rengi kırmızı bir gül
gibidir. O kendi isteğiyle ağır ağır doğmaz üzerlerine Ancak azab edilerek ve
ancak dövülerek (doğar)."
Peki, güneş ne diye
dövülüyor ki? Bunun üzerine İbn Abbas şöyle dedi: Nefsim elinde olana yemin
ederim ki, güneş yetmişbin melek tarafından dür-tülmedikçe asla doğmaz. Bu
melekler ona: Haydi doğ, haydi doğ derler. O da: Ben Allah'ı bırakıp bana
ibaciet eden bir kavmin üzerine doğmam, der. Bunun üzerine ona bir melek gelir
ve Ademoğullarının aydınlanması için onu doğdurur. Bu sefer onu doğmaktan
alıkoymak isteyen bir şeytan ona gelir. Güneş de o şeytanın iki boynuzu
arasında doğar, yüce Allah o şeytanı güneşin altında yakar. İşte Rasûlullah
(sav)'ın: "Güneş ancak bir şeytanın iki boynuzu arasında doğar ve ancak
bir şeytanın iki boynuzu arasında batar. Güneş battığı her seferinde mutlaka
yüce Allah'ın huzurunda secdeye kapanır. Bir şeytan gelip onu secde etmekten
alıkoymak ister ve iki boynuzu arasında batar. Yüce Allah onu güneşin altında
yakıverir."[3]el-Enbarî'nin lafzı ile
rivayet bu şekildedir. Ayrıca İkrime'den o da İbn Abbas'tan şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) Umeyye b. Ebi's-Salt'ı şu şiirinde söylediklerini
doğrulamıştır.
"Zuhal (saturn)
ve sevr (boğa) onun sağ ayağının altındadır.
Nesr (yıldızı)
öbürünün altında, leys (arslan) da bağlanmıştır.
Güneş ise her gece
sonunda doğar, kıpkızıl rengiyle,
Onun sabah vakti rengi
bir gül gibidir.
O, onlara isteyerek
ağır ağır doğmaz üzerlerine,
Ancak âzab edilerek ve
dövülerek doğar."
İkrime dedi ki: Ben
İbn Abbas'a: Efendim güneş de dövülür mü? diye sordum, o da şöyle dedi: Onun
düşünüp tereddüt etmesi, zorunlu olarak dövülmesini gerektirmiştir. Ancak güneş
cezaya uğratılmaktan korkar.
Bu buyruklarda:
"Doğuş yerleri"nin sözkonusu edilmesi batış yerlerine de delalet
etmektedir. Bundan dolayı "batış yerleri"nden ayrıca söz edilmemiştir.
Bu da yüce Allah'ın: "Sizi sıcaktan koruyacak elbileseler" (en-Nahl,
16/81) buyruğuna benzemektedir. Özellikle doğuş yerlerinin sözkonusu edilmesi
doğuşun batıştan önce oluşundan dolayıdır.
er-Rahman Sûresi'nde
de yüce Allan şöyle buyurmaktadır: "O hem iki doğunun Rabbidir, hem de
iki batının Rabbidir." (er-Rahman, 55/17) Bu buyrukta "iki
doğu" ile güneşin uzun günlerde doğduğu en uzak doğuş yeri ile en kısa
günlerdeki doğuş yerini kastetmektedir. Daha önce Yasin Sûre-si'nin tefsirinde
(36/38. âyetin tefsirinde) geçtiği gibi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[4]
6. Muhakkak
Biz, dünyaya en yakın gökyüzünü bir süsle, (yani) yıldızlarla süsledik.
7. Ve
itaatten çıkan her şeytandan koruduk.
8. Onlar,
Mele-i a'lâ'yı dinleyemezler ve her taraftan sürülüp atılırlar;
9.
Kovularak. Onlar için sürekli bir azab da vardır.
10. Meğer ki
hızlıca hırsızlayıp bir şey kapan olsun. Hemen arkasından parlak delici bir
alev ona yetişir.
"Muhakkak Biz,
dünyaya en yakın gökyüzünü bir süsle, yıldızlarla süsledik" buyruğu
hakkında Katade şöyle demektedir: Yıldızlar üç hikmetle yaratılmıştır.
Şeytanlara atılmak için, kendileri vasıtasıyla yol bulmak üzere bir aydınlık
ve dünya semasına da bir süs olmak üzere.
Mesruk, el-A'meş,
en-Nehaî, Asım ve Hamza: "Bir süsle" buyruğunu esreli ve tenvinli
olarak okumuşlardır. "Yıldızlarla" buyruğu da "bir süsle"
buyruğundan bedel olarak esreli okunmuştur. Çünkü her ikisi aynı şeydir. Ebu
Bekr de böylece okumuş olmakla birlikte "yıldızlarla" anlamındaki
buyruğu mastar olan: "Bir süs" lafzı dolayısı ile nasbedilmiş olarak
okumuştur. Biz orada yıldızları süslemekle (semayı süsledik) demek olur.
Bununla birlikte: "Yani" takdiri ile nasbedilmesi de mümkündür. Biz,
o semayı bir süs ile yani yıldızlarla süsledik, buyrulmuş gibi olur. Yıldızlarla
anlamındaki lafzın "Bir süsle" lafzının mahallinden bedel olarak
(man-sup okunduğu) da söylenmiştir.
Bununla birlikte onun
süsü yıldızlardır, anlamında olmak üzere veya bu süs işte o yıldızlardır
anlamında olmak üzere; şeklinde okunması da mümkündür.
Diğer kıraat alimleri:
"Yıldızların süsü ile" şeklinde izafet olarak okumuşlardır. Yani
Bizler yıldızları süslemek ile dünya semasını süsledik. Bu da yıldızların
güzelliği ile süsledik demek olur. Anlamın "bir süsle" buyruğunu
tenvinli olarak okuyanların kıraati gibi olması ve hafif olması maksadıyla
tenvinin hazfedilmiş olması da mümkündür.
"Ve itaatten
çıkan her şeytandan koruduk" buyruğundaki: “Ve... koruduk" buyruğu
bir mastardır. "Biz orayı özellikle koruduk" demektir.
"İtaatten çıkan
her şeytandan" buyruğuna gelince, yüce Allah meleklerin semadan vahiy ile
indiklerini haber verdikten sonra semayı da yıldızlarla süslemekten başka,
(şeytanların) hırsızlama yoluyla melekût aleminde konuşulanları dinlemelerine
karşı koruduğunu açıklamaktadır.
"İtaatten
çıkan" tabiri cin ve insanlar arasından karşı çıkan, azgınlık eden kimse
hakkında kullanılır. Bu şekilde olan herkese Araplar "şeytan" adını
verirler.
"Onlar Mele-i
A'lâ'yı dinleyemezler" buyruğu ile ilgili olarak Ebu Hatim şöyle
demektedir: Bu dinleyemesinler diye... anlamındadır. Daha sonra; hazfedildiğinden
dolayı fiil merfu gelmiştir.
"Mele-i
A'lâ" dünya semasında ve daha yukarısında olanlardır. Onların her birisine
a'lâ (yüce) vasfının verilmesi, yeryüzünün meleine göredir.
"Dinleyemezler"
lafzındaki zamir şeytanlara aittir. "Dinle(yemez)ler" lafzını
çoğunluk "sin" harfini sakin, "mim" harfini de şeddesiz olarak
diye okumuşlardır, ancak Hamza ve Hafs'ın rivayetine göre Asım, "sin"
harfi ile "mim" harfini şeddeli olarak: den gelen bir fiil olarak
okumuşlardır.
Birinci okuyuş şekline
göre; onlar işitmeye çalışsalar dahi işitmelerinin söz-konusu olmadığı anlamı
çıkar. Doğru anlam da budur. Ayrıca bunu yüce Allah'ın: "Çünkü onlar
işitmekten kesinlikle uzak tutulmuşlardır" (eş-Şuara, 26/212) buyruğu da
desteklemektedir.
İkinci okuyuşa göre
ise, işitmeye kalkışmalarının da, işitmelerinin de sözkonusu olmadığı
anlatılmaktadır.
Mücahid dedi ki: Onlar
işitmeye çalışıyorlar, fakat işitemiyorlardı.
İbn Abbas'tan:
"Onlar Mele-i A'lâ'yı dinleyemezler" buyruğu hakkında şöyle dediği
rivayet edilmiştir: Onlar ne dinleyebilirler, ne de dinlemeye kalkışırlar.
"Dinle(yemez)ler"in
aslı; şeklinde olup yakınlığı dola-
yısı ile
"te" harfi "sin"e idgam edilmiştir. Ebu Ubeyd de bunu
tercih etmiştir. Çünkü Araplar "onun ne dediğini dinledim" anlamını ifade
etmek üzere hemen hemen; şeklini kullanmaz, bunun yerine; derler.
"Ve her taraftan
sürülüp atılırlar" yani her taraftan onlara alevli ateşler atılır.
"Kovularak"
lafzı bir mastar (mef'ul-i mutlak)dır. Çünkü: " Sürülüp atılırlar" buyruğunun
anlamı (mastar olarak gelen bu kelimenin muzari fiili olan): "Kovulurlar,
sürülürler" anlamındadır. "Onu kovdum, kovmak" demektir.
es-Sülemî ve Yakub
el-Hadramî; şeklinde "dal" harfini üstün olarak okumuşlardır. O
takdirde bu "fe'ul" vezninde bir mastar olur. el-Ferra bunu ism-i
fail olarak kabul etmiştir. Onlar kendilerini kovan şeyler ile atılırlar
yahutta kovulmak suretiyle atılırlar, demek olur. Sonra da (bu anlamı vermek
için başına gelmesi gereken) "be" harfi hazfedilmiştir. Kufeliler bunu
çokça kullanırlar. Nitekim şu mısraı da buna örnek olarak zikrederler:
"Sizler o diyara
uğrarsınız ve hiç (sağa sola) bükülüp dönmezsiniz."
Bu sürülüp atılmanın
Muhammed (sav)'in peygamber olarak gönderilmesinden önce mi, yoksa peygamber
olarak gönderilmesinden dolayı peygamberlikten sonra mı olduğu hususunda iki
görüş vardır. İleride İbn Abbas yoluyla el-Cinn Sûresi'nde (72/8-10. âyetlerin
tefsirinde) sözkonusu edileceği üzere hadisler bu doğrultuda gelmiştir. Bu iki
görüşün birarada anlaşılması (te'lifi) şöylece mümkün olabilir: Peygamber
(sav)'ın peygamber olarak gönderilmesinden önce şeytanlar yıldızlarla
taşlanmıyorlardı. Daha sonra taşlanmaya başladılar, diyenler bununla şeytanlar
kendilerini dinlemekten alıkoyacak şekilde taşlanmıyorlardı. Fakat kimi zaman
taşlanıyorlar, kimi zaman taşlanmıyorlardı, demek isterler. Bir yerde
taşlanırlarken, bir başka yerde taşlanmıyorlardı. Belki de yüce Allah'ın:
"Ve her taraftan sürülüp atılırlar. Kovularak.. Onlar için sürekli bir
azab da vardır" buyruğu ile bu anlama işaret edilmektedir. Bu da şudur:
Onlar ancak bazı yönlerden sürülüp atılırlardı. Nübüvvetten sonra artık her
yerden ve kesintisiz olarak kovulmaya, atılmaya başlandılar. Daha önceleri
insanlar arasında casusluk yapan kimselere benzerlerdi. Bu casusların kimisi
ihtiyacını ele geçirirken, başkası geçire-meyebilir. Birisi esenlikle
kurtulurken, başkası kurtulamayabilir, aksine yakalanır ve cezalandırılır.
Peygamber (sav) peygamber olarak gönderilince semanın korunması daha da
arttırıldı, daha önceden sözkonusu olmayan alevli ateş taneleri hazırlandı.
Böylelikle semanın herbir tarafından kovulup uzaklaştırılmaları
gerçekleştirilsin, daha önceden oturdukları yerlerden hiçbirisinde
oturamasınlar. O bakımdan semada cereyan eden hiçbir şeyi işitecek gücü
bulamaz oldular. Ancak onlardan, çok hızlı hareket ederek "hızlıca
hırsızlayan" kimseler bundan müstesna olabilmişti. Böyle birisinin de
arkasından yere inip onu diğer kardeşlerine telkin etmeden önce alevli bir ateş
izler ve onu yakar. İşte bundan dolayı da kâhinlik iptal oldu ve artık ri-salet
ve nübüvvetin ilmi gerçekleşmiş oldu.
Şayet: Eğer bu sürülüp
atılma peygamberlik dolayısı ile olmuşsa, Peygamber (sav)'dan sonra niye devam
etmiştir? diye sorulacak olursa, buna da şöyle cevap verilir: Bu, nübüvvetin
devamı süresince devam etti. Çünkü Peygamber (sav) kâhinliğin artık batıl
olduğunu, sonunun geldiğini haber vererek: "Kâhinlik yapmaya kalkışan
bizden değildir"[5] diye
buyurmuştur. Şayet ölümünden sonra semanın korunması devam etmeyecek olsaydı,
cinler eskisi gibi Mele-i Alâ'yı dinlemeye yeniden başlar ve kâhinlik geri
gelirdi. Kahinliğin sonunun getirilmesinden sonra ise böyle bir şey caiz
olamaz. Çünkü peygamberliğin sona ermesi dolayısıyla semanın korunması
kaldırılacak olursa ve buna bağlı olarak kehanet tekrar ortaya çıkarsa, zayıf
(inançlı) müs-lümanlar şüpheye düşebilir ve nübüvvetin bitmiş olması
dolayısıyla artık kâhinliğin yeniden geldiğini zannetmeyeceklerinden yana emin
olunamaz. O halde hikmet, hem Peygamber (sav)'ın hayatında, hem de yüce Allah
onu ilâhi lütuflarının arasına almak üzere vefatından sonra, semanın
korunmasının devam etmesini gerektirmektedir.
"Onlar için
sürekli bir azab da vardır." Mücahid ve Katade'den gelen rivayete göre
bu, kesintisiz azab demektir. İbn Abbas oldukça çetin bir azab diye açıklamış,
el-Kelbî, es-Süddî ve Ebu Salih ise çok can yakıcı, ıstırap verici diye
açıklamışlardır. Bu da acısı kalbe kadar ulaşan, anlamındadır. -Bu şekilde
açıklanan-: lafzı, "hastalık" demek olan; den alınmıştır.
"Meğer ki hızlıca
hırsızlayıp bir şey kapan olsun" buyruğu daha önce
geçen "ve her
taraftan sürülüp atılırlar" buyruğundan bir istisnadır. Buradaki
istisnanın vahyin dışındaki şeylerden olduğu da söylenmiştir. Çünkü yüce
Allah: "Çünkü onlar işitmekten kesinlikle uzak tutulmuşlardır"
(eş-Şu-ara, 26/212) diye buyurmaktadır. Bunun sonucunda onlardan herhangi birisi,
meleklerin kendi aralarında dünyada olacak şeyler ile ilgili konuşmalarından
-yeryüzündekiler bunu bilmeden- birşeyleri hırsızlayarak işitebilir. Bu,
şeytanların cisimlerinin hafifliğinden ötürüdür. Onlar da bunu işittikleri vakit
parlak ve delici alevler ile taşlanır, kovalanırlar.
Bu hususta sahih
birtakım hadisler de rivayet edilmiştir ki; bunların muhtevası şudur:
Şeytanlar semaya doğru çıkar ve dinlemek maksadıyla biri diğerinin üstüne
çıkardı. En cesurları semaya doğru ilerlerdi, daha sonra ondan sonraki, sonra
da diğeri gelirdi. Yüce Allah yer işleri ile ilgili bir emir verir.
Semadakiler bunu sözkonusu eder ve semaya en yakın şeytan bu sözü işitirdi.
İşittiği bu sözü kendisinin altındakine telkin ederdi. Dinlediği bu sözü
diğerine telkin etmiş iken bazan gelen alevli bir ateş onu yakardı, bazan da
-önceden de açıkladığımız gibi- onu yakmazdı. İşte bu söz kâhinlere kadar
iner, onlar buna yüz yalan daha katardı. O çaldıkları kelime doğru olarak
çıkar, bunun neticesinde ise cahiller -önceden el-En'am Sûresi'nde (6/59- âyet,
2. başlıkta) açıkladığımız gibi- kâhinlerin söylediklerinin hepsinin doğru
olduğuna inanırlardı. Yüce Allah İslâm'ı gönderince, bu sefer sema sıkı bir
şekilde koruma altına alındı. Bir söz işitmiş, hiçbir şeytan kurtulamaz oldu.
İşte kovalamak üzere atılan yıldızlar insanların kayıyor gördükleri
yıldızlardır.
en-Nekkaş ve Mekkî
dedi ki: Bunlar semada akan (hareket eden, sabit olmayan) gezegenler değildir.
Zira hareket eden bu gezegenlerin hareketi görülmez. Kovalamak üzere atılan bu
yıldızların hareketi ise bize yakın olduklarından ötürü görülebilmektedir. Bu
hususta yeterli açıklamalar daha önce el-Hicr Sûresi'nde (15/17-18. âyetlerin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Ayrıca Sebe' Sûresi'nde (34/23- âyetin
tefsirinde) Ebu Hureyre'nin bu husustaki hadisini de zikretmiş bulunuyoruz. O
hadiste de şu ifadeler yer almaktadır: "... Şeytanlar da biri diğerinin
üstündedir." Tirmizî de bu hadis hakkında: Hasen, sahih bir hadistir
demiştir[6]
Yine Tirmizî'de, İbn
Abbas'tan şöyle dediği kaydedilmektedir: "Şeytanlar gizlice dinledikleri
sözü kaparlar, bunu diğerlerine telkin ederler. Sonra da bu sözü kendi
dostlarına bırakıverirler. İşte doğru şekliyle söyledikleri haktır. Fakat
onlar hem bunu tahrif ederler, hem de daha başka şeyler ilave ederler."
(Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir[7]
(Hadis-i şerifte geçen
(ve hızlıca kapmak, almak anlamı verilen): "Bir şeyi hızlıca almak"
demektir. "Hızlıca aldı" şekillerinde kullanılır. Şeddeli
kullanımlarında asıl; şeklidir. Burada "te" ile "ti"
harfleri mahreçlerinin yakınlığı dolayısıyla idgam edilmişlerdir.
"Hı" harfinin üstün okunması ise "te" harfinin üstün olan
harekesinin ona verilmesi dolayısıyladır. "Hı"yı esreli okuyanlar
ise iki sakinin arka arkaya gelmesinden ötürü böyle okurlar. "Ti"
harfini esreli söyleyenler ise kesreleri arka arkaya (itba1) getirmiş olurlar.
"Hemen arkasından
parlak, delici bir alev ona yetişir." ed-Dahhak, el-Hasen ve başkaları
ışık saçıcı (bir alev) diye açıklamışlardır. Ateş yıldızların, onları denize
düşürünceye kadar takip ettiğinin anlatılmak istendiği de söylenmiştir. İbn
Şihab da burada sözü edilen "parlak, delici alev" hakkında şöyle
demektedir: Bu alev öldürmeksizin onları yakar. İnsanlar üzerine düşen alevli
yıldızlar ise sabit yıldızlardan değildir. Buna da onların hareket ettiklerinin
görülmesi delildir. Sabit yıldızlar ise akıp gitmekle birlikte uzaklıklarından
ötürü hareketleri görülemez. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiştir.
"Parlak
alev"in çoğulu şeklinde gelir. Bunun azlık çoğulu kıyasa göre: şeklinde
gelmesi gerekmekle birlikte, bu şeklin Araplar tarafından kullanıldığı
işitilmemiştir.
Parlak (mealde delici)
demektir. Bu açıklamayı el-Hasen, Mücahid ve Ebu Miclez yapmışlardır. Şairin şu
mısraı da bu anlamdadır:
"Senin çakmak
taşın ise onun çakmak taşlarından daha parlaktır." Daha ışık saçıcıdır,
demektir.
el-Ahfeş bu kelimenin
çoğul şeklinin: "Parlak yıldızlar" diye kullanımları nakletmektedir.
el-Kisaî de şunu
nakletmektedir: "Ateş alev aldı, alır, ateş alev almak" denilir.
"Ben ateşi alevlendirdim" anlamındadır.
Zeyd b. Eşlem de; 'in
alev saçan anlamında olduğunu söylemiştir. Bu da Arapların: "Çakmağını
alevlendir" yani ateşini yak, tabirlerinden alınmıştır. Bu açıklamayı
el-Ahfeş yapmış ve şairin şu beyitini de zikretmiştir:
"Kişi ışık saçan
parlak bir alev iken,
Zaman ışığını
(şimşeğini) çakar da o da sönüverir."
[8]
11. Şimdi
sor onlara: Yaratılış itibarı ile kendileri mi daha güçlüdür, yoksa
yarattıklarımız mı? Biz onları yapışkan bir çamurdan yarattık.
12. Evet,
sen şaşıyorsun, onlar ise alay ediyorlar.
13. Onlara
öğüt verilse, öğüt almazlar.
14. Bir âyet
görseler aralarında alay ederler.
15. Ve:
"Bu ancak apaçık bir büyüdür" derler.
16.
"Biz ölüp toprak ve kemik olduktan sonra gerçekten biz tekrar diriltilecek
miyiz?
17. "Ya
önceki atalarımız da mı (diriltilecek)?"
"Şimdi sor
onlara" yani Mekkelilere. Buradaki: "Sor onlara" ifadesi,
"Müftüye fetva sormak" tabirinden alınmıştır.
"Yaratılış
itibarı ile kendileri mi daha güçlüdür, yoksa yarattıklarımız?"
Mücahid'e göre;
yarattığımız gökler, yer, dağlar ve denizler "mi?" daha güçlüdür,
demektir.
Bir görüşe göre bunun
kapsamı içerisine melekler ve daha önce geçmiş ümmetler de girmektedir. Buna
da, onlar hakkında: "kimseler" diye haber vermiş olması delalet
etmektedir. Said b. Cübeyr dedi ki: Maksad meleklerdir. Başkası ise buradaki:
"Kimseler"den kasıt geçmiş ümmetlerdir. Bu geçmiş ümmetler
Mekkelilerden yaratılış itibarı ile daha güçlü oldukları halde, helak
edilmişlerdir.
Bu âyet-i kerime
Ebu'1-Eşed b. Kelede hakkında inmiştir. Ona Ebu'l-Eşed denilmesi, şiddetle
yakalayışı ve güçlü oluşundan ötürüdür. İleride bundan, Beled Sûresi'nde
(90/5- âyetin tefsirinde) sözedilecektir.
Bu âyet-i kerimenin
bir benzeri de yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Göklerle yerin
yaratılması -andolsun ki- insanların yaratılışından daha büyüktür."
(el-Mu'min, 40/57); "Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü mü?"
(en-Naziat, 79/27)
"Biz onları
yapışkan bir çamurdan yarattık." İbn Abbas buradaki: lafzını, yapışkan,
yapışıcı diye açıklamıştır. Ali (r.a)'ın şu beyitinde de bu anlamdadır:
"Şunu öğren ki;
yüce Allah seni geniş imkanlara sahip kılmıştır, Ve hayırlı bir ahlaka; hepsi
sana yapışıktır."
Katade ve İbn Zeyd de
bunu: "Yapışıcı" diye açıklamışlardır. el-Ma-verdî de şöyle
demektedir: ("Yapışkan" anlamı verilen kelimenin açıklaması olarak
belirtilen) lasık ile lazık arasındaki fark şudur: Lasık birbirine yapıştırılmış
olan demektir. Lazık ise, kendisine değen şeye yapışan demektir.
İkrime: "lazib:
yapışkan" kelimesi birbirini tutan, birbirine yapışan demektir, demiştir.
Said b. Cübeyr de güzel, sıcak, ele yapışan demektir, der. Mü-cahid de lazım
(yapışan) diye açıklamıştır. Araplar "lazib bir çamur ve lazım bir
çamur" diyerek be yerine "mim"i kullanırlar. Nitekim
"be"yi, "mim"e değiştirmek esası üzere latib ve lazim de
derler. Lazim, sabit olan şey demektir. Mesela; "Filan şey sabit ve
değişmezin bir vuruşu gibi oldu" denilir. Bu da "lazım"dan daha
fasihtir.
Şair en-Nabiğa şöyle
demiştir:
"Sakın hayırdan
sonra şer gelmeyecek sanmayın,
Kötülüğü de
ayrılmayan, yakayı bırakmayan bir vuruş saymayın."
el-Ferra, Arapların
"tînun latıb" tabirini "lazım" anlamında kullandıklarını
nakletmektedir. Latıb ise sabit demektir. Buradan hareketle Araplar: "Sabit
oldu. olur, sabit olmak" derler. "Yapıştı, yapışır -müzarisinin
ikinci harfi olan "ze" ötrelidir- yapışmak" gibidir.
Ebu'l-Cerrah "latıb"in kullanılışına örnek olmak üzere şu beyitleri
zikretmektedir:
"Eğer bu içmiş
olduğum bir nebizden dolayı ise,
Artık şüphesiz ben
tevbe ediyorum nebiz içmekten.
Bir başağnsı,
kemiklerde bir halsizlik ve bir durgunluk.
Ayrılıp gitmeyen
(latib) içteki bir hıçkırıkla beraber, bir de keder."
Latib aynı zamanda
tıpkı lazib gibi lasık (yapışan) anlamında da kullanılır. el-Cevherî bunu
el-Esmaî'den nakledilmiş olarak zikreder. es-Süddî ve el-Kelbî de (âyet-i
kerimede yapışkan anlamı verilen) lazibin katıksız ve halis anlamına geldiğini
söylemişlerdir. Mücahid ile ed-Dahhak ise kokuşmuş demek olduğunu
söylemişlerdir.
"Evet sen
şaşıyorsun, onlar ise alay ediyorlar" buyruğundaki: "(^4»?*): Sen
şaşıyorsun" lafzını Medineliler, Ebu Amr ve Asım Peygamber (sav)'a hi-tab
olmak üzere "te" harfini üstün olarak okumuşlardır. Yani sen, sana indirilen
Kur'ân-ı Kerîm'den ötürü şaşıyorken, onlar ise onunla alay etmektedir.
Şureyh'in kıraati de böyledir. O (te harfinin) ötreli okunuşunu (Ben şaşıyorum,
demek olur) kabul etmeyerek şöyfeder: Allah herhangi bir şeye şaşmaz, bilgisi
olmayan kimse ancak şaşar.
Anlamın: Halbuki sen
onların öldükten sonra dirilişi inkâr etmelerine şaşıyorsun, şeklinde olduğu
da söylenmiştir
Asım dışında Kufeliler
ise "te" harfini ötreli okumuşlardır. Ebu Ubeyd ve el-Ferra bu
kıraati tercih etmişlerdir. Bu Ali ve İbn Mes'ud'dan da rivayet edilmiştir.
Ayrıca Şu'be bunu el-A'meş'ten, o Ebu Vail'den, o Abdullah b. Me-sud'dan diye
rivayet etmiş ve onun: "Ben ise şaşıyorum" diye "te"
harfini ötreli olarak okuduğunu belirtmiştir. Bu
kıraat İbn Abbas'tan da rivayet edilmektedir.
el-Ferra yüce
Allah'ın: "Evet, sen şaşıyorsun. Onlar ise alay ediyorlar"
buyruğu hakkında
şunları söylemektedir: İnsanlar bunu "te" harfi hem üstün, hem de
ötreli olarak okumuşlardır. Ben ötreli okuyuşu daha çok tercih ederim, çünkü bu
okuyuş Ali, Abdullah ve İbn Mesud'dan rivayet edilmiştir. Ebu Zekeriya
el-Ferra dedi ki: Şaşmak (aceb) eğer yüce Allah'a isnad edilirse, bu kulların
şaşması gibi Allah'ın şaşması anlamında değildir. Nitekim yüce Allah'ın:
"Allah onlarla alay eder" (el-Bakara, 2/15) buyruğunda da böyledir.
Yüce Allah'ın alayı elbette ki kulların alayı gibi değildir.
Bu açıklama böyle bir
kıraati kabul etmeyen Şureyh'in görüşünün de yersiz olduğunu ortaya
koymaktadır.
Cerir ile el-A'meş,
Ebu Vail Şakik b. Seleme'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Abdullah b.
Mesud: "Evet, ben şaşıyorum, onlar ise alay ediyorlar" (anlamında te
harfi ötreli olarak) okumuştur. Şureyh dedi ki: Muhakkak Allah herhangi bir
şeye şaşmaz, bilmeyen kimse ancak şaşar. el-A'meş dedi ki: Ben bunu İbrahim'e
naklettim de o da şöyle dedi: Şureyh kendi görüşünü beğenen bir kimse idi.
Şüphesiz Abdullah (b. Mesud) Şureyh'ten daha alim idi. Bununla birlikte
Abdullah bunu: "Evet, ben şaşıyorum" diye okumuştur.
el-Herevî der ki:
İleri gelen ilim adamlarından birisi yüce Allah'ın: "Evet, Ben
şaşıyorum" buyruğunun Ben onların şaşmalarının cezasını verdim, anlamında
olduğunu söylemiştir. Çünkü yüce Allah başka yerlerde onların hakkı
şaşkınlıkla karşıladıklarını haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır: "Kendilerinden
bir korkutucu geldi diye şaştılar" (Sad, 38/4) diye buyurduğu gibi:
"Muhakkak bu çok şaşılacak bir şeydir" (Sad, 38/5) dediler;
"İçlerinden bir adama... diye vahiy göndermemiz insanlar için şaşılacak
bir şey mi ki..." (Yunus, 10/2) Burada da yüce Allah: "Evet, ben
şaşıyorum" diye buyurmaktadır. Onların şaşmalarının cezasını verdim,
demektir.
Derim ki: İşte bu,
el-Ferra'nın yaptığı açıklamaların anlamını daha bir tamamlamaktadır.
el-Beyhakî de bunu tercih etmiştir. Ali b. Süleyman da şöyle demiştir: Her iki
kıraatin de anlamı birdir. İfadenin takdiri de şöyledir: Ya Muhammed deki: Evet
ben şaştım. Çünkü Peygamber (sav) Kur'ân'ın muhatabıdır. en-Nehhas der ki: Bu
güzel bir açıklamadır ve "de ki" anlamındaki ifadelerin takdiri çokça
görülen bir husustur. el-Beyhakî ise birincisi daha sahihtir, demektedir.
el-Mehdevî de şöyle
der: Bu yüce Allah'ın kendi zatı ile ilgili olarak bir şaşkınlığı haber vermek
anlamında olabilir. O takdirde şöyle yorumlanır: Kendisini inkâr eden
kimselere karşılık olarak verdiği emirleri ve onlara gazablanışı,
yaratılmışların şaşkınlıkları konumuna benzer. Nitekim yüce Allah'ın Peygamber
(sav)'dan gelen rivayetlerde belirtildiği üzere razı olduğu kimselerin
durumunu anlatmak üzere kendi zatı hakkında "gülme"[9]tabiri
de şuna yorumlanır: O böyle bir kimseye yaratılmışların gülüşlerinin konumunda
olacak şekilde, ondan razı olduğunu ortaya koymuş olacaktır. Bu anlatım da bir
mecazi anlatımdır ve ifadeleri bir genişletmedir.
el-Herevî der ki:
Denildiğine göre "Rabbiniz şaştı, hayret etti" ifadesi razı oldu ve
mükâfat verdi, anlamındadır. Gerçek anlamında bir şaşmak (bir anlamı da
beğenmektir) olmamakla birlikte, ona bu adı vermiş bulunmaktadır. Nitekim yüce
Allah: "Allah da tuzak kurar." (el-Enfal, 8/30) diye buyurmaktadır
ki bu onların tuzak kurmalarının cezasını verir anlamındadır. Ni-tekim
hadisteki şu ifade de bunun gibidir: "Rabbiniz feryad edip yakınmanıza ve
ümit kesmenize şaşar.[10]
Acep, bazan yapılan
bir amelin Allah nezdinde çok büyük bir değer taşıması anlamında da
kullanılır. Buna göre: "Evet, ben şaşarım" buyruğu onların
yaptıkları bu iş nezdimde çok büyüktür, anlamında olur.
el-Beyhakî der ki:
Ukbe b. Amirin rivayet ettiği şu hadisin de anlamının böyle olma ihtimali
vardır: Ben Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Rabbin hevasına
meyli olmayan bir gence şaşar (beğenir)."[11]
Buhârî'nin, Ebu
Hureyre'den yaptığı rivayet de böyledir. Buna göre Peygamber (sav) şöyle
buyurmuştur: "Rabbin cennete zincirlerle bağlı oldukları halde girecek
bir topluluğa şaşar."[12]
Beyhakî der ki: Bu
hadis ve buna benzer varid olan diğer hadislerin yüce Allah'ın meleklerini
kullarına merhamet ve keremi dolayısı ile hayrete düşürmüş olduğu anlamına da
gelebilir. Çünkü o kendisine iman etmek için savaşla ve zincirlere vurulan
esirlik ile de olsa, mecbur etme yoluna gitmiştir. Nihayet ona iman edince
cennete sokacak hale getirmiştir.
"Evet, sen
şaşıyorsun" buyruğunun sen böyle bir şeyi kabul etmiyorsun,
anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı
en-Nekkaş nakletmiştir. el-Huseyn b. el-Fadl dedi ki: Allah'ın bir şeye şaşması
(taaccub etmesi), o şeyi reddetmesi ve o işin çok büyük bir şey olduğunu
ortaya koyması demektir. Arapların anlatım üslubu böyledir. Rivayette de:
"Rabbiniz sizin feryad edip sızlanmanıza ve ümit kesmenize şaşar."
buyruğu gelmiş bulunmaktadır.
"Onlar ise alay
ediyorlar" buyruğundaki "vav"ın hal "vav"ı olduğu söylenmiştir.
Onların alay etmeleri hali sırasında sen de onlara şaştın, demektir.
"Sen
şaşıyorsun" ile ifadenin tamam olduğu, sonra da yeni bir cümle olarak
"onlar alay ediyorlar" diye yeni bir cümlenin başladığı da
söylenmiştir. Bu da getirdiğin Kur'ân'ı onlara okumandan ötürü alay ediyorlar
demek olur. Kendilerini davet ettiğin vakit seninle alay ediyorlar, diye de
açıklanmıştır.
"Onlara öğüt
verilse" Katade'nin açıklamasına göre Kur'ân ile onlara öğüt verildiği
takdirde "öğüt almazlar." Ondan yararlanmazlar. Said b. Cübeyr dedi
ki: Onlara kendilerinden önceki yalanlayıcılann başına gelenler hatırlatıldığı
vakit bu hatırlatmadan yüz çevirirler ve üzerinde düşünmezler.
"Bir ayet"
yani mucize "görseler, aralarında alay ederler." Katade'nin
açıklamasına göre alay ederler ve bu bir büyüdür, derler. (Âyet-i kerimedeki
kullanımı ile): "Aralarında alay ederler" ile aynı anlamdadır. Tıpkı
ile 'nin "karar kıldı" anlamında olması ile; ile 'nin de aynı anlamda
olmak üzere "hayret etti, şaştı" anlamına gelmesi gibi.
Âyet-i kerimedeki
şekliyle: "Aralarında alay ederler" lafzının başkalarının alay
etmesini isterler, anlamında olduğu da söylenmiştir. Müca-hid: Alay ederler
diye açıklamıştır. Bunun, bu âyet (mucize) bir alaydır diye zannederler,
anlamında olduğu da söylenmiştir.
"Ve: Bu, ancak
apaçık bir büyüdür, derler." Yani mucizelere herhangi bir şeyle karşı
koymaktan aciz olduklarında: Bu bir büyüdür, bu bize gösterilen hayallerdir ve
bir aldatmadır, derler. "Biz ölüp toprak ve kemik olduktan sonra
gerçekten biz tekrar diriltilecek miyiz?" Yani öldükten sonra diriltilir
miyiz? Bu, onların böyle bir şeyi kabul etmedikleri anlamını veren bir inkârı
istifham ve alay yollu söyledikleri sözlerdir.
"Ya önceki
atalarımız da mı?" Yani onlar da mı diriltilecek? Bu buyrukta istifham
(soru) edatı atıf edatının başına gelmiştir. Nafî' ise: şeklinde
"vav" harfini sakin olarak okumuştur. (Yahut atalarımız da mı,
anlamındadır). Bu anlamdaki açıklamalar daha önce yüce Allah'ın: "Yoksa o
ülkelerin halkı... emin mi oldular?" (el-A'raf, 7/98) buyruğunu
açıklarken geçmiş bulunmaktadır.
[13]
18. De ki:
"Evet, hem de siz küçültülmüşler olarak (diriltileceksiniz)."
19. O sadece
bir çığlıktır, hemen onlar kalkıp bakınacaklar.
20. Ve
diyecekler ki: "Vay bize! Bu, din günüdür."
21. "Bu
sizin önceden yalanladığınız ayırdetme günüdür."
"De ki:
Evet" yani sizler-, "hem de siz küçültülmüşler olarak" küçültülmüş
ve zelil kılınmışlar olarak diriltileceksiniz. Çünkü inkâr ettikleri şeyin gerçekleştiğini
göreceklerinde kaçınılmaz olarak zelil olacaklar, küçüleceklerdir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Siz hoşlanmasanız dahi kıyamet kopacaktır. Bu size rağmen ve
bugün, kendi iddianıza göre böyle bir şeyin olacağını kabul etmeseniz dahi
mutlaka gerçekleşecek bir iştir.
"O, sadece bir
çığlıktır." Bir tek sayha, feryaddır. Bu açıklamayı el-Ha-sen yapmıştır.
Bu çığlıktan kasıt ikinci defa Sûr'a üfürmektir.
"Sayha:
Çığlık"a (alıkoyucu, zecredici anlamında): "zecre" adının
verilmesi, bundan maksadın zecretmek (yapılandan alıkoymak) oluşundan dolayıdır.
Yani tıpkı güdülmeleri esnasında develerin ve atların zecredildiği gibi, bu
sayha ile de (insanlar) zecredilirler. (Yapmak istedikleri kötülüklerden
alı-konmaya çalışılır.)
"Hemen
onlar" ayağa "kalkıp bakınacaklar." Biri diğerine bakacak.
Kendilerine yapılacak muameleyi gözetlerler, anlamında olduğu da söylenmiştir.
Bir açıklamaya göre de bu, yüce Allah'ın: "Bakarsın ki kâfirlerin gözleri
dehşetle yerinden fırlayarak..." (el-Enbiya, 21/97) buyruğuna benzemektedir.
Onlar inkâr ettikleri dirilişi göreceklerdir, anlamında olduğu da söylenmiştir.
"Ve diyecekler
ki: Vay bize! Bu, din günüdür" sözleri ile kendi aleyhlerine "vay
bize (bize veyl olsun)" diye sesleneceklerdir. Çünkü o gün, başlarına
neyin geldiğini bilmiş olacaklardır. Bu buyruktaki "veyl" lafzının
man-sup gelmesi Basrahlara göre mastar (mef'ul-i mutlak) oluşundan dolayıdır.
el-Ferra ise takdirinin: "Vay bize!" anlamında olduğunu söylemiştir
ki "vay"
hüzün ve keder demektir.
en-Nehhas da şöyle
demektedir: Eğer durum onun dediği gibi olsaydı, bunun ayrı yazılması
gerekirdi. Mushafta bu ifade bitişiktir. Biz bunu bitişik değil de ayrı yazan
kimseyi de bilmiyoruz.
"Bu, din günüdür."
Kasıt hesap günüdür. Amellerin karşılığının verileceği gündür, diye de
açıklanmıştır.
"Bu, sizin
önceden yalanladığınız ayırdetme günüdür" sözleri bir görüşe göre onların
birbirlerine söyleyecekleri sözlerdendir. Yani, işte bu bizim dünyada iken
yalanlamış olduğumuz gündür, diyeceklerdir. Yüce Allah'ın onlara söyleyeceği
sözlerden olduğu söylendiği gibi, meleklerin söyleyeceği sözlerden olduğu da
söylenmiştir. Yani işte bu, insanlar arasında hüküm verme günüdür. Böylelikle
kimin hak üzere, kimin batıl üzere olduğu da ortaya çıkacaktır,
"insanların bir kısmı cennette, bir kısmı da cehennemde olacaktır."
(eş-Şura, 42/7)
[14]
22, 23.
Toplayınız, zulmedenleri ve onlara eş olanları. Allah'tan başka taptıklarını
da. Onlara cehennemin yolunu gösterin.
24. Ve
durdurun onları. Çünkü onlar sorgulanacaklardır.
25. "Ne
oluyor size? Neden birbirinize yardım etmiyorsunuz."
26. Bilakis
onlar bugün teslim olmuşlardır.
27. Onlardan
bir kısmı diğer bir kısmına yönelip biri diğerine soru sorarlar.
28. Derler
ki: "Gerçekten siz bize sağdan gelirdiniz."
29. Onlar da
derler ki: "Hayır, siz iman üzere değil idiniz;
30.
"Bizim sizin üzerinizde bir hakimiyetimiz de yoktu. Bilakis siz azgın bir
topluluktunuz."
31.
"Rabbimizin sözü üzerimize hak oldu. Muhakkak biz tadıcılarız." (diyecekler).
32.
"Çünkü biz sizi azdırdık. Zaten biz de azgınlardan idik."
33. Muhakkak
onlar o gün azapta ortaktırlar.
34. İşte
Biz, günahkârlara muhakkak böyle yaparız.
35. Çünkü
onlara: "Allah'tan başka ilâh yoktur" denildiğinde, büyüklük
taslarlardı.
"Toplayınız,
zulmedenleri ve onlara eş olanları" buyruğu yüce Allah'ın
meleklere söyleyeceği
sözlerdendir. Müşrikleri "ve onlara eş olanları" şirk hususunda onlar
gibi olanları toplayınız, demektir. Şirk de zulüm demektir. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak şirk büyük bir zulümdür." (Lokman,
31/13)
Buna göre kâfir, kâfir
ile birlikte haşredilecektir. Bu açıklamayı Katade ve Ebu'l-Aliye yapmıştır.
Ömer b. el-Hattab da
yüce Allah'ın: "Toplayınız, zulmedenleri ve onlara eş olanları"
buyruğu hakkında şöyle demiştir: Zinakâr zinakâr ile birlikte, içki içen
içkici ile birlikte, hırsızlık yapan hırsızlık yapanla birlikte (hasredilir).
İbn Abbas da şöyle
demektedir: "Onlara eş olanları" buyruğundan kasıt, onlara
benzeyenleridir. Bu da Ömer (r.a)'ın açıklaması kapsamı içerisindedir.
"Onlara eş
olanları" buyruğu ile küfür üzere onlara muvafakat eden kadınların
kastedildiği de söylenmiştir. Bu açıklamayı Mücahid ve el-Hasen yaptığı gibi,
en-Numan b. Beşir de bunu Ömer b. el-Hattab'dan rivayet etmiştir.
ed-Dahhak dedi ki:
"Onlara eş olanları" şeytanlardan onlar ile birlikte olanları
demektir. Aynı zamanda bu Mukatil'in de açıklamasıdır: Her kâfir kendi şeytanı
ile birlikte aynı zincire vurulmuş olarak haşredilecektir.
"Allah'tan başka
taptıklarını" putlar, şeytanlar ve İblisi "de. Onlara cehennemin
yolunu gösterin." Onları cehenneme sürün. Bir başka açıklamaya göre
"onlara... gösterin" yani hangi yoldan gideceklerini söyleyin, demektir.
Nitekim: "Ona yolu gösterdim" denilir. "Hediyeyi hediye ettim";
"Gelini (kocasının evine) götürdüm." denilir. Bunu anlatmak için da
denilebilir. "Ben onu hediye gibi takdim ettim" demek olur.
"Ve durdurun
onları, çünkü onlar sorgulanacaklardır." İsa b. Ömer: "Çünkü
onlar" buyruğunun hemzesinin üstün olarak okunduğunu da nakletmiştir.
el-Kisaî dedi ki: " ve Çünkü onlar,
onlar... sebebiyle" demektir.
"Bineği
durdurdum, durduruyorum, durdurmak" denilir, "O da durdu",
"Durmak" diye kullanılır. Bu fiil hem geçişli hem geçişsiz olur.
Onları alıkoyun, demektir. Bu cehenneme sürülmeden önce olacaktır. Buna göre
buyruklarda takdim ve tehir vardır. Yani • önce onları hesaba çekilmek üzere
durdurun, sonra da onları cehenneme doğru sürükleyin.
Bir başka açıklamaya
göre; onlar önce cehenneme doğru sürülecekler, sonra da cehennem ateşine
yaklaştıkları sırada sorgulanmak üzere bir araya getirilip toplanacaklardır.
"Çünkü
onlar" el-Kurazî ve el-Kelbî'nin açıklamasına göre amelleri, sözleri ve
davranışları dolayısı ile "sorgulanacaklardır." ed-Dahhak işledikleri
günahlardan ötürü sorgulanacaklardır derken, İbn Abbas: "la ilahe
illallah" hakkında kendilerine soru sorulacaktır, demiştir. Yine ondan
gelen bir başka rivayete göre başka insanlara yaptıkları zulümlerden ötürü
sorgulanacaklardır. Bütün bunlar kâfirin de hesaba çekileceğine delildir. Buna
dair açıklamalar daha önceden el-Hicr Sûresi'nde (15/92-93- âyetlerin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Yine denildiğine göre
onların sorgulanmaları, onlara karşı delilin ortaya konulmuş olduğunun ortaya
çıkması için kendilerine: "Size kendi içinizden rasûller gelmedi mi?"
denilmesidir. Yine onlara:
"Ne oluyor size?
Neden birbirinize yardım etmiyorsunuz?" sözleri azarlamak ve başlarına
kakmak maksadıyla söylenecektir. Yani niçin biriniz diğerine yardım ederek
Allah'ın azabından birbirinizi kurtarmıyorsunuz?
Bir görüşe göre bu Ebu
Cehil'in Bedir günü söylediği: "Biz birbirine yardım eden bir
topluluğuz" (el-Kamer, 54/44) buyruğunun dile getirdiği sözlerine
işarettir.
"Birbirinize
yardım et(mi)yorsunuz" ifadesinin aslı: şeklindedir. Hafifletmek
maksadıyla "te"lerden birisi atılmıştır. el-Bezzî ise, vasıl halinde
"te"yi şeddeli okumuştur.
"Bilakis onlar
bugün teslim olmuşlardır" buyruğu hakkında Katade şöyle demiştir: Onlar
Allah'ın azabı içerisinde teslimiyet ile boyun eğmişlerdir. İbn Abbas da:
Zillet ile boyun eğerler. el-Hasen: İtaatle boyun bükerler, el-Ahfeş ellerini
yana salmışlar, diye açıklamışlardır, anlamlar birbirlerine yakındır.
"Onlardan bir
kısmı diğer bir kısmına" yani ileri gelenler ile tabî olanlar
birbirlerine "yönelip biri diğerine soru sorarlar" birbirleriyle
çekişirler. Birbirlerine soru sormazlar, diye de açıklanmıştır. Bu durumda
olumsuzluk edatı olan: sakıt olmuştur, (düşmüştür).
en-Nehhas dedi ki:
Dili bilmeyen bir kimse yanlışlıkla bunun yüce Allah'ın: "Ogün aralarında
bir akrabalık bağı olmayacaktır, birbirlerine soru da sormazlar."
(el-Mu'minun, 23/101) buyruğu gibi olduğunu zannetmiştir. Ancak burada
sormaktan kasıt, akrabalık bağı için isteklerde bulunmaktır. Biri diğerine:
Benimle senin arandaki akrabalık bağı hakkı için bana faydalı olmanı istiyorum
diyecektir. Yahut da: Üzerimdeki bir hakkından vazgeç ya da bana bir iyilik
bağışla, diyecektir. Bu ise açıkça anlaşılan bir husustur. Çünkü bundan önce
"aralarında bir akrabalık bağı yoktur" denilmiştir. Yani aralarındaki
akrabalık bağlarının faydasını görmeyeceklerdir. Nitekim hadis-i şerifte de
şöyle buyurulmaktadır: "Kişi babasının ya da oğlunun üzerinde bir hakkının
bulunduğunun ortaya çıkmasına ve o hakkını ondan almasına çokça sevinecektir.
Çünkü orada hasenat ve seyyiat vardır."[15] Bir
başka hadiste de şöyle denilmektedir: "Bir kimse kardeşine mal ya da ırz
(namus, şeref, haysiyet) hususunda bir haksızlıkta bulunup da hakkını
kendisinden isteyeceği bir gün gelip o hakkı hasenatından alacağı, eğer
hasenat yoksa (hakkını) isteyenin günahlarından üzerine (haksız) ilavede
bulunulacağı, bir gün gelmeden önce, o kardeşinin yanına gidip ondan helallik
dileyen kimseye Allah rahmet buyursun!"[16]
"Biri diğerine
soru sorar" buyruğunda insanların birbirlerine soru sormaları, kendisini
saptırdığı için ya da önünde masiyete giden bir yolun kapısını açtığı için
azarlaması demektir. Bunu da bundan sonra gelen şu buyruk açıklamaktadır:
"Derler ki:
Gerçekten siz bize sağdan gelirdiniz." Mücahid dedi ki: Bu kâfirlerin
şeytanlara söyleyecekleri bir sözdür. Katade de: Bu insanların cinlere
söyleyeceği bir sözdür, diye açıklamıştır. Bunun uyan kimselerin uydukları
şahıslara söyleyecekleri bir söz olduğu da söylenmiştir. Buna delil de yüce
Allah'ın şu buyruğudur: "Sen o zalimleri Rabbleri huzurunda durdurulmuş
sözü birbirlerine döndürürlerken bir görsen!" (Sebe', 34/31)
Said, Katade'den şöyle
dediğini nakletmektedir: Yani siz bizlere hayır yoldan gelir ve bizi hayırlı
yola gitmekten alıkoyardınız. İbn Abbas'tan da buna yakın bir açıklama
nakledilmiştir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Siz bizim sevdiğimiz ve uğurlu kabul ettiğimiz sağdan gelir ve
böylelikle bizim iyiliğimizi ister gibi görünerek bizi aldatmak için böyle
yapıyordunuz. Çünkü Araplar sağdan geleni uğurlu kabul eder ve ona
"sanih" adını verirlerdi.
"Gerçekten siz
bize sağdan gelirdiniz." Yani siz bize öyle bir geliyordunuz ki, eğer bu
konuda bize yemin edecek olsaydınız, yemininizin doğruluğunu kabul ederdik,
diye de açıklanmıştır. Bir başka açıklama da şöyledir: Sizler bize din
cihetinden gelir ve bizim için şeriatin emirlerinin önemsiz olduğunu
belirterek bizi şeriatten uzak tutmaya çalışıyordunuz.
Derim ki: Bu gerçekten
güzel bir açıklamadır. Çünkü hayır da, şer de ancak dinden gelir. "Yemin:
Sağ" da burada din anlamındadır. Yani siz bizlere sapıklığı süslü
gösteriyordunuz.
Yemin (sağ)ın güç,
kuvvet anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani siz bizleri güç kullanarak, bize
baskı yaparak ve bizi kahrederek (haktan) alıkoyuyordunuz. Nitekim yüce Allah,
yemin (sağ) (lafzını şu buyrukta güç ve kuvvet anlamında) kullanarak şöyle
buyurmaktadır: "Sonra onlara sağ eli ile gizlice vurdu." (es-Saffat,
37/93) Bu da güçlü ve kuvvetlice vurdu, demektir. Çünkü kişinin gücü sağında
bulunur. Şair de şöyle demektedir:
"Eğer bir zamanda
şan ve şeref için bir sancak yükseltilecek olursa Arabe sağ eliyle hemen onu
kapar."
Burada, kuvvet ve
kudretle onu kapar, demektir. İbn Abbas'ın görüşü de budur.
Mücahid dedi ki:
"Siz bize sağdan gelirdiniz", sizin hak üzere olduğunuzu ortaya
koymaya çalışan bir şekilde gelirdiniz, demektir. Bütün bunlar anlam
itibariyle birbirine yakın açıklamalardır.
"Onlar da derler
ki: Hayır, siz iman üzere değil idiniz." Katade dedi ki: Bu şeytanların
onlara söyleyecekleri bir sözdür. İleri gelenlerin sözleri olduğu da
söylenmiştir. Yani sizler hiçbir zaman mü'min olmadınız ki, biz sizi imandan
küfre çevirmiş olalım. Aksine sizler zaten küfür üzere idiniz ve onu
adet ve alışkanlık haline getirmiş olduğunuz için
küfür üzere kalmaya devam ettiniz.
"Bizim sizin
üzerinizde bir hakimiyetimiz" hakkı terketmek noktasında getirdiğimiz bir
delilimiz "yoktu. Bilakis siz azgın bir topluluktunuz." Sapık, haddi
aşan kimselerdiniz.
"Rabbimizin sözü
üzerimize hak oldu." Bu da kendilerine uyulan kimselerin söyleyeceği
sözlerdendir. Yani bizim üzerimize de, sizin üzerinize de Rabbimizin sözü hak
olmuştur. Yüce Allah'ın takdir ettiği ve rasûlleri vasıtası ile haber verdiği
şekilde hepimiz azabı tadacağız: "Cehennemi bütünü ile cinlerden ve
insanlardan elbette dolduracağım." (es-Secde, 32/13)
Bu da şu hadise uygun
düşmektedir: "Şüphesiz aziz ve celil olan Allah birtakım kimselerin
cehennemlik olduklarını, birtakım kimselerin de cennetlik olduklarını
yazmıştır. Bunlara ne bir şey ilave edilir, ne de onlardan bir kimse eksiltilir."[17]
"Çünkü biz sizi
azdırdık" yani üzerinde bulunduğunuz küfrü size süslü gösterdik.
"Zaten biz de azgınlardan idik." Vesvese ile ve (sapıklığa) davet
etmekle (azmış ve azdırmış idik). Daha sonra yüce Allah, onların durumlarını
haber vererek şöyle buyurmaktadır:
"Muhakkak
onlar" sapıtan da, saptıran da "o günde azapta ortaktırlar."
"İşte Biz, günahkârlara" yani müşriklere "böyle" bu şekilde
"yaparız."
"Çünkü onlara:
Allah'tan başka ilâh yoktur, denildiğinde büyüklük taslarlardı." Onlara
Allah'tan başka ilâh yoktur deyin, denildiğinde demektir. Burada
"deyin" emri hazfedilmiştir. "Büyüklük taslarlardı" buyruğu
da; ( 01* )'in haberi olarak nasb mahallindedir.
"( Ol):
Çünkü" lafzının haberi olarak ref mahallinde ve (Otf )'nin amel etmemiş
olması da mümkündür.
Peygamber (sav), Ebu
Talib'e ölümü ve Kureyşlilerin etrafında toplanması esnasında-: "La ilahe
illallah deyin. Bu sayede Araplara hükümdarlar olacaksınız ve bu yolla da Arap
olmayanlar size itaat edeceklerdir" deyince, onlar bunu kabul etmediler
ve buna karşı büyüklendiler.
Ebu Hureyre dedi ki:
Peygamber (sav) buyurdu ki: "Yüce Allah Kitabında indirdiği buyruklarında
büyüklük taslayan bir topluluktan sözederek: "Çünkü onlara: Allah'tan
başka ilâh yoktur denildiğinde, büyüklük taslarlardı" diye buyurmaktadır.
Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hani kâfirler kalblerinde o taassub
ve kibiriyani cahiliye taassub ve kibirini koymuşlardı da Allah da hemen huzur
ve sükununu Rasûlünün ve mü'minlerin üzerine indirmişti. Onlara takva sözü
üzerinde sebat vermişti. Onlar zaten buna daha layık ve buna ehil
idiler." (el-Feth, 48/26) diye buyurmuştur. Bu da: "La ilahe illallah
Muhammedurrasûlullah" sözüdür. Müşrikler Hudeybiye gününde Rasûlullah
(sav) onlarla barış yapılacak süre hususunda (yaptığı antlaşmada) yazıştığı
vakit, bu söze karşı büyüklük tasladılar. (Onu söylemeyi büyüklüklerine
yediremediler).
Bu haberi el-Beyhakî,
ondan öncekini de el-Kuşeyrî zikretmiştir.
[18]
36. Ve
derlerdi ki: "Biz ilâhlarımızı deli bir şair dolayısı ile mi ter-kedeceğiz?"
37. Hayır, o
hak ile gelmiş ve peygamberleri de tasdik etmiştir.
38. Muhakkak
siz elbette acıklı azabı tadıcılarsınız.
39. Size
işlemiş olduğunuzdan başka şeyin cezası verilmeyecektir.
40. Ancak
Allah'ın ihlasa erdirilmiş kulları müstesna.
"Ve derlerdi ki:
Biz ilâhlarımızı deli bir şair" in söylediği söz "dolayısı ile mi
terkedeceğiz?" Yüce Allah onların bu sözlerini reddederek şöyle buyurmaktadır:
"Hayır, o hak
ile" Kuran ve tevhid ile "gelmiş ve peygamberleri de" getirmiş
oldukları tevhide dair tebliğlerinde "tasdik etmiştir."
"Muhakkak siz
elbette acıklı azabı tadıcılarsınız" buyruğundaki: "Tadıcılar"
buyruğunun asli; şeklindedir. Hafif (söyleyişte kolay)lik olsun diye
hazfedilmiştir. (Azab lafzı) da izafet dolayısı ile cer ile gelmiştir. Sibeveyh'in
naklettiği şu beyitte olduğu gibi, nasb ile gelmesi de caizdir:
"Ben O'nu
(Allah'ı) razı etmek istemeyen birisi olarak gördüğüm gibi, Çok az müstesna,
Allah'ı zikreden olarak da (görmedim)."
Buna göre Sibeveyh
"Ve namazı kılanlar" şeklinde (namaz anlamındaki salat lafzının nasb
ile okunmasını) caiz kabul etmiştir.
"Size işlemiş
olduğunuzdan" koştuğunuz şirkten "başka şeyin cezası verilmeyecektir."
"Ancak Allah'ın
ihlasa erdirilmiş kulları müstesna." buyruğu azabı tadacaklardan bir
istisnadır. Medineliler ile Kufeliler: "İhlasa erdirilmiş" buyruğunu
"lam" harfi üstün olarak okumuşlardır. Bu da Allah'ın kendisine
itaat, dini ve dostluğu için halis kıldığı kimseler demektir. Diğerleri ise
"lam" harfini esreli okumuşlardır ki, bu da ihlasla Allah'a ibadet
eden kimseler anlamındadır.
Bu istisnanın munkatı'
olduğu da söylenmiştir. Yani, siz ey günahkârlar azabı tadacaksınız. Allah'ın
ihlasa erdirilmiş kulları ise azabı tatmayacaklar-dır, demek olur.
[19]
41. İşte
onlar için bilinen bir rızık vardır.
42. Çeşitli
meyveler (vardır) ve onlara ikram olunur.
43. Naim
cennetlerinde;
44. Tahtlar
üzerinde karşılıklı oturdukları halde;
45,46.
İçenlere lezzet veren beyaz (parlak) kaynaktan doldurulmuş kadehler
dolaştırılır onlara.
47. Onda
aklı karıştırıcı herhangi bir zarar da yoktur, onlar ondan sarhoş da olmazlar.
48.
Yanlarında gözlerini yalnızca eşlerine çevirmiş iri gözlü (huri)ler vardır.
49. Sanki
onlar sarılıp sarmalanmış deve kuşu yumurtası gibidirler.
"İşte onlar
için" yani ihlasa erdirilmiş kullar için "bilinen bir rızık vardır."
Onlar için arkası kesilmeyen, bilinen bir bağış vardır, demektir. Kata-de
maksad cennettir, diye açıklarken, başkaları cennetin rızkı kastedilmektedir,
demişlerdir. Maksadın sözkonusu edilen meyveler olduğu da söylenmiştir. Mukatil
dedi ki: Canları çektikleri vakit bu rızık onlara verilir. İbn es-Saib de şöyle
demiştir: Bu rızık onlara sabah ve akşam arası bir süre gibi sürelerde
verilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlara orada sabah ve
akşam rızıkları verilecektir." (Meryem, 19/62)
"Çeşitli meyveler
(vardır)." Bu buyruktaki: "Meyveler" lafzı "Meyve"nin
çoğuludur. Yüce Allah: "Onlara meyveyi... ardarda fazlası ile
verdik" (et-Tur, 52/22) diye buyurmaktadır. Bunlar da yaşıyla, kurusuyla
bütün meyvelerdir. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır.
"Ve onlara ikram
olunur." Yani derecelerinin yükseltilmesi, O'nun kelamını işitmek ve
O'nun ile karşılaşmak suretiyle yüce Allah tarafından onlara ikramda
bulunulacaktır.
"Naim
cennetlerinde" yani içlerinde nimetler içerisinde yüzecekleri
bahçelerde... demektir. Cennetlerin yedi tane olduğuna, Naim cennetinin de
bunlardan bir tanesi olduğuna dair açıklamalar daha önceden Yunus Sûre-si'nde
(10/25. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Tahtlar üzerinde
karşılıklı oturdukları halde." İkrime ve Mücahid dedi ki: Aralarındaki
güzel ilişki ve birbirlerine sevgileri dolayısıyla biri diğerinin sırtına
bakmaz. (Biri diğerine sırtını dönmez).
Şöyle de
açıklanmıştır: Oturdukları tahtlar istedikleri şekilde döner. Biri (diğerine
sırtını dönmediği için) diğerinin sırtını görmez.
İbn Abbas dedi ki:
İnci, yakut ve zebercet ile süslenmiş tahtlar üzerinde olacaklardır. Bir
şeririn büyüklüğü San'a'dan, Cabiye'ye kadar ve Aden'den, Eyle'ye kadar olan
mesafe kadardır. Bu tahtların aynı konakta bulunan kimseler, üzerlerinde
oldukları halde, dönecekleri de söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"İçenlere lezzet
veren beyaz (parlak) kaynaktan doldurulmuş şaraptan"[20]
buyruğundaki "beyaz" bardağın sıfatıdır. Şarabın sıfatı olduğu da söylenmiştir.
el-Hasen dedi ki: Cennet şarabı sütten daha beyaz olacaktır.
"Lezzet
veren" lafzı hakkında ez-Zeccac şöyle demiştir: Bu: "Lezzetli"
demek olup muzaf hazfedilmiştir. Bunun isim yapılmış bir mastar olduğu da söylenmiştir.
"Lezzetli ve beyaz" demektir.
"Lezzetli şarap
denilir, tıpkı "Taze bitki" denildiği gibi. Şairin:
"Ve şarap tadı
gibi lezzetli olan bir şey ki, terkettim onu, Düşman topraklarında; meydana
gelecek olaylar korkusuyla."
O, buradaki ile uykuyu kastetmektedir.
"Beyaz"ın
erkeklerin ayaklarıyla sıkmadıkları şarap anlamına geldiği de söylenmiştir.
"... kaynaktan
doldurulmuş kadehler dolaştırılır onlara." Daha önce onların yedikleri
söz konusu edilmişken, bu buyruklarla da onların içecekleri şeyler sözkonusu
edilmektedir. Dilcilere göre ke's (kadeh) içinde içeceği ile birlikte bütün
kaplan anlatan kapsamlı bir isimdir. Eğer içi boş ise ona ke's denilmez.
ed-Dahhak ve es-Süddî
şöyle demişlerdir: Kur'ân-ı Kerîmdeki her ke's (ka-deh)den kasıt şaraptır.
Arablar, içinde şarap bulunan kaba ke's derler. İçinde şarap yoksa ona:
"kab" ve "Kadeh" derler.
en-Nehhas dedi ki:
Dilbilginlerinden güvenilir kimselerin naklettiklerine göre Araplar şayet
kadehin içinde şarap varsa, ona "ke's" dediklerini, eğer içinde şarap
yoksa ona "kadeh" dediklerini nakletmiştir. Nitekim hivan (ma-sa)nın
üzerinde yemek varsa ona "maide (sofra)" denilmesi, üzerinde yemek
yoksa ona "maide" denilememesi g'ibi.
Ebu'l-Hasen b. Keysan
da der ki: İçinde eğer kadın varsa hevdece "zaine" denilmesi de bu
kabildendir.
ez-Zeccac dedi ki:
"Kaynaktan doldurulmuş kadehler" buyruğu, yeryüzünde pınarların
aktığı gibi akan şaraptan doldurulmuş kadehler demektir. "Pınar,
kaynak" ise açıkta akan su demektir.
"Orada aklı
karıştırıcı herhangi bir zarar da yoktur." Yani akıllan başlarından gitmez
ve bu içtikleri şaraptan dolayı hastalanmazlar, başları da ağrımaz.
"Onlar ondan
sarhoş da olmazlar." O içkiyi içtiklerinden ötürü akıllan başlarından
gitmez. Nitekim: "Şarap aklı baştan alır, savaş ta canları alıp
gider" denilmiştir. Kişi içki içip sarhoş olduğu takdirde "Adam
sarhoş oldu, olur" denilir, "Sarhoş" demektir. İmruu'1-Kays da
şöyle demiştir:
"Bakarsın ki o
sarhoş gibi yürüyor,
Bitkinliği ve
nefesinin kesilmesi dolayısı ile kumların üzerine
yıkılan kimse
gibi."
Yine şöyle demiştir:
"Sarhoştur o, bir
tarafa doğru kalkmak istedi mi sağa sola kaykılır, Gevşekliğinden ötürü
yürümesini zorlaştırmasın diye kalbini de
idare etmeye
çalışır."
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Örüklerinden
yakalayarak öptüm ağzını,
Sarhoş kimsenin
dağdaki bir çukurda birikmiş soğuk sudan içmesi gibi."
Hamza ve el-Kisaî bir
topluluğun "sarhoş olma zamanının geldiği"ni anlatmak için
kullanılan: "tabirindeki gibi; "ze" harfini esreli okumuşlardır.
Nitekim: "Ekinin biçilme zamanı geldi."; "Bağların bozum zamanı
geldi."; "Tayın binilme zamanı geldi" denilir.
Anlamın: Onların
şaraplarını bitir(e)mezler şeklinde olduğu da söylenmiştir. Çünkü şarap içmek
onların bir alışkanlıklarıdır. Nitekim; "Adam şarabını bitirdi"
demektir, de "şarabı bitmiş kişi" anlamındadır. Şair el-Hutay'a da
şöyle demektedir:
"Ömrüm hakkı için
yemin ederim, sizler ister sarhoş olun, (ya da: şarabınız bitsin) yahut ayıkın,
Elbetteki ey Ebceroğulları, (yine de) sizler en kötü içki arkadaşısınız."
en-Nehhas dedi ki:
Ancak birinci okuyuş anlam itibariyle daha açık ve daha doğrudur. Çünkü: "("Jy.rO:
Sarhoş ol(maz)lar" lafzının aralarında Müca-hid'in de bulunduğu tefsir
alimlerinin ileri gelenlerine göre; akılları başlarına gitmez, anlamındadır.
Şanı yüce Allah cennetteki şarap ve içkinin dünyadaki şarap ve içkinin insanın
başını ağrıtan ve sarhoşluk veren özelliklerinin
olmayacağını
belirtmiştir.
"Sarhoş
ol(maz)lar"ın anlamı ile ilgili olarak yapılacak doğru açıklama şudur:
Adamın içkisinin tükendiğini anlatmak için: "Adamın içkisi tükendi"
denir. Ancak cennet şarabının bu şekilde nitelendirilmesi uzak bir ihtimaldir.
O halde bunun anlamı, ancak cennetteki içki ebediyyen tükenmez şeklinde
olabilir.
"Sarhoş da
olmazlar" buyruğunun "ze" harfi esreli okunmasının, sarhoş
olmayacakları manasına geldiği söylenmiştir. Bunu da ez-Zeccac ve
el-Kuşeyrî'nin belirttiği üzere Ebu Ali zikretmişlerdir.
el-Mehdevî der ki:
Bunun: "Sarhoş olmazlar" anlamına gelmesi sözkonu-su değildir. Çünkü
bundan önce: "Onda aklı karıştırıcı herhangi bir zarar da yoktur"
diye buyurulmuştur. Bu da akılları başlarından gitmez, anlamındadır. O
takdirde (sarhoş olmazlar anlamına kabul edilirse) tekrar olur. Ancak el-Vakıa
Sûresi'nde (56/19- âyetin tefsirinde) bu açıklama uygundur. Bununla birlikte:
"Onda aklı karıştırıcı herhangi bir zarar da yoktur" buyruğunun
hasta olmazlar anlamında olması da mümkündür. O takdirde: "Onlar ondan
sarhoş da olmazlar" buyruğu onların sarhoş olmayacakları ya da içkilerinin
tükenmeyeceği anlamında olur.
Katade dedi ki:
-Âyet-i kerimede geçen-: "Karın ağrısı" demektir. İbn Ebi Necih'in,
Mücahid'den yaptığı rivayet de böyledir. O şöyle demiştir: "Onda aklı
karıştırıcı herhangi bir zarar da yoktur." O içki hiçbir karın ağrısı
yapmaz, demektir. el-Hasen ise bunu başağrısı diye açıklamıştır. İbn Ab-bas'ın açıklaması
da böyledir: "Onda aklı karıştırıcı herhangi bir zarar da yoktur."
Başağrısına sebeb olmaz, demektir.
ed-Dahhak'ın
rivayetine göre ise İbn Abbas şöyle demiştir: Şarabın dört özelliği vardır:
Sarhoşluk, başağrısı, kusmak ve idrar. Yüce Allah ise cennet şarabını sözkonusu
edip bu özelliklerinden uzak olduğunu belirtmiştir. Mü-cahid bunun hastalık
anlamına geldiğini söylerken, İbn Keysan, karın sancısı diye açıklamıştır. Bu
açıklamalar birbirine yakındır.
el-Kelbî dedi ki:
"Onda aklı karıştırıcı herhangi bir zarar da yoktur" buyruğu onda
günah yoktur, demektir. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu buyruğudur:
"Onlarda içtiklerinden ötürü ne saçmalamaları, ne de günah kazanmaları
sözkonusudur." (et-Tur, 52/23)
eş-Şa'bî, es-Süddî ve
Ebu Ubeyde de şöyle demişlerdir: Bu içki, akıllarını etkileyerek, akıllarının
başlarından gitmesine sebeb olmaz. Şairin şu be-yitinde de bu anlamda
kullanılmıştır:
"Kadehler
akıllarımızı etkileyip duruyordu,
Biri diğerinin
ardından (aklımız başımızdan) gidiyordu."
Yani, bizi teker teker
yere yıkıyordu.
Yüce Allah'ın cennet
ehlinin sarhoş olmalarını engellemesinin sebebi, içinde bulundukları
nimetlerden lezzet alışlarının kesintiye uğramamasıdır.
Meanî bilginleri de
der ki: "Gizlice gelen bir bozuluş" demektir. "Gizlice onun
işlerini aleyhine olmak üzere bozdu" denilir. "Gizlice öldürmek
(suikast)" de buradan gelmektedir.
"Yanlarında
gözlerini yalnızca eşlerine çevirmiş iri gözlüler vardır."
Yani gözlerini sadece
kocalarına dikmiş, kocalarından başkasına bakmayan kadınlar vardır. Bu
açıklamayı İbn Abbas, Mücahid, Muhammed b. Ka'b ve başkaları yapmıştır.
İkrime dedi ki:
"Gözlerini yalnızca eşlerine çevirmiş" yalnızca kocalarına
hasredilmiş kadınlar, demektir. Ancak birinci tefsir daha açık ve güçlüdür.
Çünkü âyet-i kerimede "Hasredilmiş" anlamını veren lafız yoktur.
Ancak ileride açıklaması geleceği gibi bir başka yerde (er-Rahman, 55/72.
âyette) bu lafız yer almaktadır.
"Yalnızca...
çevirmiş" ifadesi Arapların belli bir şey ile yetinerek başkasına iltifat
etmemesi durumunu anlatmak için kullandıkları; "Yalnızca sununla
yetindi" ifadelerinden alınmıştır. Şair İm-ruu'1-Kays da şöyle demektedir:
"Gözlerini
başkalarına çevirmeyen öyleleri vardır ki, şayet küçük karıncalar, Yürüyecek
olsa üzerinden gömleğinin, o dahi iz bırakır."
"Üzerinden
yanağının" diye de rivayet edilmekte ise de birinci şekil daha beliğdir.
Yine Mücahid: (Başka
kadınlardan kocalarını) kıskanmazlar anlamındadır, demiştir.
"İri
gözlüler" demektir, tekili şeklinde gelir. Bu açıklamayı es-Süddî
yapmıştır. Mücahid güzel gözlü; el-Hasen gözlerinin beyazı oldukça beyaz,
siyahı da oldukça siyah diye açıklamıştır.
Ancak dilde birinci
anlamı daha yaygındır. Mesela; "Gözleri iri ve geniş adam" demektir,
çoğulu diye gelir. Asıl vezni; şeklinde ötrelidir, "ayn" harfinin
esreli gelişi ise "vav"ın "ya"ya dönüşmemesi içindir. Bu
kökten olmak üzere yaban ineklerine: Denilmiştir. Yaban öküzü için: Yaban ineği
-tekil için-: denir.
"Sanki onlar
sarılıp sarmalanmış" yani korunmuş "deve kuşu yumurtası
gibidirler." el-Hasen ve İbn Zeyd şöyle demişlerdir: Bu huriler deve kuşu
yumurtalarına benzetilmişlerdir. Deve kuşu rüzgar ve toza karşı tüylerle
yumurtalarını örter, koruma altına alır. Rengi sarımtrak beyazdır. Bu da kadınların
sahib oldukları en güzel renktir.
İbn Abbas, İbn Cübeyr
ve es-Süddî şöyle demişlerdir: Bu kadınlar kabuğu soyulmadan ve el değmeden
önceki yumurtaların içine benzetilmişlerdir.
Ata da şöyle demiştir:
Bu kadınlar üst taraftaki kabuk ile yumurtanın içi arasındaki: "Zar"a
benzetilmişlerdir. ise herşeyin kabuğu demektir, çoğulu da: diye gelir. Bu
açıklamayı el-Cevherî yapmıştır. Ta-berî'nin açıklaması da buna yakındır. O
şöyle demiştir: Bundan kasıt yumurta üzerinde kabuk arasındaki ince kabuk
(zar)dır. Benzeri bir açıklama Peygamber (sav/dan da rivayet edilmiştir.
Araplar temizliği ve
beyazlığı dolayısıyla kadını yumurtaya benzetirler. İm-ruu'1-Kays da şöyle
demiştir:
"Özel perdesi
arkasında bulunup da evine ulaşılamayan bir yumurta (kadın) ki Hiç acele
etmeksizin kendisiyle oyalandığım..."
Araplar bir şeyi
güzellik ve temizlik ile nitelendirecek olurlarsa, "o sanki tüylerle
örtülmüş deve kuşu yumurtasıdır" derler.
"Sarılıp
sarmalanmış" lafzının kırılmaktan korunmuş, anlamında olduğu da
söylenmiştir. Bu da onların bakire oldukları anlamına gelir.
"Yumurtalar"dan
kastın, inciler olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu
gibi: "Ve sarmalanıp gizlenmiş inciler misali. Güzel gözlü huriler de
vardır." (el-Vakıa, 56/22-23) Bu da sadeflerinde bulunan inciler
anlamındadır, bu açıklamayı da İbn Abbas yapmıştır. Şairin şu beyiti de bu
anlamdadır:
"O dalgıcın
incisi gibi bembeyazdır, Sarılıp sarmalanmış cevherden ayrılmış."
"Yumurtalar"
çoğul olmakla birlikte "sarılıp sarmalanmış" lafzının mü-zekker
gelmesi, sıfatın lafza göre kullanılmış olmasından dolayıdır.
[21]
50.
Birbirlerine yönelip karşılıklı soru sorarlar.
51.
Aralarından birisi diyecek ki: "Gerçekten benim bir dostum vardı;
52. "O
diyordu ki: 'Gerçekten sen inananlardan mısın?
53.
"Biz ölüp toprak ve kemikler olduğumuz zaman(dan sonra) gerçekten biz mi
hesaba çekilip cezalandırılacağız?"
54. Diyecek
ki: "Siz de bakar mısınız?"
55.
Baktı ve
onu cehennemin ortasında gördü.
56. Dedi ki:
"Vallahi az kalsın beni de helak edecektin.
57.
"Eğer Rabbimin nimeti olmasaydı, ben de hazır edilenlerden olurdum.
58.
"Gördün mü? İşte biz ölümü tatmayacağız;
59.
"İlk ölümümüzden sonra. Hem bize azab edilmiyor da,
60.
"Şüphesiz ki, bu büyük kurtuluşun ta kendisidir."
61. İşte
çalışanlar böylesi için çalışsınlar.
"Birbirlerine
yönelip karşılıklı soru sorarlar." Yani kendi aralarında dünyadaki
konuşmaları sözkonusu ederler. Bu da cennetteki güzel arkadaşlığın
mükemmeliğini göstermektedir. Bu buyruk; "İçenlere lezzet veren beyaz
kaynaktan doldurulmuş kadehler dolaştırılır onlara" (es-Saffat, 37/45-46)
buyruğunun anlamına atfedilmiştir. Yani onlar orada o içkiden içerler ve içki
içenlerin adeti üzere karşılıklı olarak konuşurlar. Şairlerden birisi şöyle demiştin
"Geriye lezzet
verici şeylerden bir şey kalmadı,
Şerefli kimselerin
şarap meclisi üzerindeki konuşmalarından başka."
Böylece biri diğerine
yönelerek dünya hayatındayken başlarından geçen olaylar hakkında birbirlerine
soru sorarlar. Şu kadar var ki; olaylar, (bunlar gelecekte olacak şeyler
olmakla birlikte) yüce Allah'ın verdiği haberlerdeki adeti üzere, mazi (dili
geçmiş) kiple anlatılmıştır.
"Aralarında"
cennet ehlinden "birisi diyecek ki: Gerçekten benim"
benden ayrılmayan
"bir dostum vardı."
"O diyordu ki:
Gerçekten sen" öldükten sonra dirilişe ve amellerin karşılığının
verileceğine "inananlardan mısın?"
Said b. Cübeyr dedi
ki: "Buradaki karîn (dost)"dan kasıt, onun ortağıdır. Kehf Sûresi'nde
bu iki şahıs sözkonusu edilmiş, onların kıssaları isimleri ile ilgili görüş
ayrılıkları yüce Allah'ın: "Onlara o iki adamı misal ver" (el-Ke-hf,
18/32) buyruğu açıklanırken yeteri kadarıyla geçmiş bulunmaktadır. İşte yüce
Allah: "Aralarında birisi diyecek ki: Gerçekten benim bir dostum vardı...
Ben de hazır edilenlerden olurdum" buyruklarını bu iki kişi hakkında
indirmiştir.
Bir diğer açıklamaya
göre burada "karîn (dost)"dan kasıt, dünya hayatında iken ona
öldükten sonra dirilişi inkâr etmesi için vesvese veren, onunla
birlikte olan şeytandır.
"Gerçekten sen
inananlardan mısın?" anlamındaki buyruk: şeklinde "sad" harfi
şeddeli olarak da okunmuştur. Bunu Ali b. Keyse, Selim'den o Hamza'dan diye
rivayet etmiştir. en-Nehhas ise şöyle demiştir: Bu okuyuş burada caiz değildir,
çünkü burada (bu okuyuşa göre sadaka vermek ile alakalı olacağından ötürü)
sadakanın bir anlamı yoktur.
el-Kuşeyrî de şöyle
demiştir: Hamza'dan nakledilen bir kıraate göre burada "sad" harfi
şeddeli okunmuştur. Ona buradaki bu buyruk tasdik'ten gelmektedir,
tasadduk'tan gelmemektedir, diye itiraz edilmiş olmakla birlikte, böyle bir
itiraz batıldır. Çünkü bir kıraat Peygamber (sav)'dan sabit olduğu takdirde o
kıraati eleştirmenin imkânı ve anlamı yoktur. Bu bakımdan buyruğun anlamı, sen
âhiret sevabını umarak malını "tasadduk eden kimselerden misin?"
demek olur.
"Biz ölüp toprak
ve kemikler olduğumuz zaman gerçekten biz mi"
ölümden sonra
"hesaba çekilip" amellerimizin karşılığı verilmek suretiyle "cezalandırılacağız?"
Yüce Allah cennet
ehline: "Diyecek ki: Siz de bakar mısınız?" Bu ifadelerin mü'min
şahsın cennetteki arkadaşlarına söyleyeceği sözlerden olduğu da söylenmiştir.
Haydi bu benim dostumun halinin nice olduğunu görmek üzere siz de ateşe doğru
bakar mısınız? demektir. Bunun meleklerin söyleyeceği sözlerden olduğu da
söylenmiştir.
"Siz de bakar
mısınız?" sözü bir istifham değildir, emir anlamındadır, bakınız,
demektir. Bu açıklamayı İbnu'l-A'rabî ve başkaları yapmıştır. İçki ile ilgili
âyet-i kerime nazil olduğunda Ömer (r.a)'ın, Peygamber (sav)'ın önünde ayağa
kalkarak başını semaya doğru kaldırıp: Ya Rabbi içki hakkında bundan daha da
rahatlatıcı bir açıklama indir, demesi üzerine: "Artık vazgeçtiniz
mi?" (el-Maide, 5/91) buyruğunun nazil olması da bu kabildendir. Bunun
üzerine Ömer: Vazgeçtik ey Rabbimiz, diye seslenmişti.
İbn Abbas: "Siz
de buraya yöneliyor musunuz? Geliyor musunuz?" anlamında "ti"
harfini şeddesiz ve sakin olarak (55. âyetin ilk kelimesini de): "O da
yöneldi" şeklinde kat' hemzesi ile ve "ti" harfi de şeddesiz
olarak okumuştur.
en-Nehhas dedi ki:
"O da yöneldi ve onu... gördü" okuyuşu hakkında iki görüş vardır.
Birincisine göre bu ben yönelip bakacağım, anlamında muzari bir fiil olur, bu
durumda istifhamın cevabı olarak nasb ile gelmiş olur. İkinci görüşe göre ise
bu mazi bir fiil olur ve bu durumda: "Baktı" ile: "Baktı"
aynı anlamı ifade eder.
ez-Zeccac dedi ki: hep
aynı anlamda kullanılır.
Ayrıca "Siz bana gösterir
misiniz?" şeklinde "nun" harfi kes-reli okuyuş da
nakledilmiştir. Ancak Ebu Hatim ve başkaları bu okuyuşu kabul etmezler.
en-Nehhas da şöyle demiştir: Bu caiz olmayan bir lahn (yanlış okuma)dır. Çünkü
bu "nun" (müzekker çoğulun "nun"u) ile izafet
"ya"sı-nı bir arada kullanmaktır. Eğer bu izafet şeklinde olsaydı, bu
durumda; şeklinde olması gerekirdi. Sibeveyh ile el-Ferra buna benzer
söyleyişler nakletmiş ve şöyle bir beyiti zikretmiş olsalar dahi bu böyledir:
"Onlar hayır
söyleyenlerdir ve onu emredenlerdir,
Yeni (bid'at) olarak
ortaya çıkan işin çok büyük (zararlar vereceğinden)
korktukları
takdirde."
el-Ferra (buradaki)
"Onu emredenler" lafzını: "Onu yapanlar" diye zikretmiştir.
Sibeveyh de tek başına olmak üzere şu mısraı zikreder:
"İnsanlar onun
etrafında toplanmış iken o ise (infakı dolayısıyla malı
tükenir diye)
korkmaksızın."
Ancak bu söyleyişler
şazdır ve Arapların kullanımlarının dışındadır. Bu türden olan sözler, yüce
Allah'ın Kitabı hakkında delil olarak gösterilemezler ve bunlar fasih kullanım
kapsamına girmezler.
Bu kıraatin izahı ile
ilgili olarak şu açıklamada bulunulmuştur: Burada ism-i fail mana itibarıyla
yakınlığından ötürü müzari fiil gibi değerlendirilmiştir. Bundan dolayı
"Bakanlar" fiili "bakarlar" gibi kullanılmıştır. Bu açıklamayı
Ebu'1-Feth Osman b. Cinnî zikretmiş ve şu mısraları nakletmiştir:
"Acaba ben
yumuşak ve güzel bir çocuk doğursam, Ve bu yiğit birisi olup güzel elbiseler de
giyinse, Yine şahidler getirin deyici misin? (diyecek misin?)"
Görüldüğü gibi burada
şair: "Deyici misin?" İsm-i failini: "
Diyecek misin?"
anlamında kullanmıştır.
İbn Abbas da yüce
Allah'ın: "Siz de bakar mısınız? Baktı ve onu cehennemin ortasında
gördü" buyruğu hakkında der ki: Cennette birtakım pencerecikler vardır.
Cennettekiler bu pencereciklerden cehenneme ve cehen-nemdekilere bakarlar.
İbnu'l-Mübarek'in
naklettiğine göre Ka'b da böyle demiştir: Cennet ile cehennem arasında
pencerecikler vardır. Mü'min dünyada iken bir düşmanını görmek istediği
takdirde bu pencereciklerden birisinden bakar. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Baktı ve onu cehennemin ortasında gördü." Yani cehennemin orta
yerinde ve etrafında da iri iri dikenler bulunduğu halde onu gördü. Bu
açıklamayı İbn Mes'ud yapmıştır.
"Ortam (belim)
kopuncaya kadar yoruldum" denilir. Ebu Ubeyde'den şöyle dediği
nakledilmiştir: İsa b. Ömer bana: Ey Ebu Ubeyde, ben belim (âyet-i kerimedeki
"ortasında" anlamı verilen kelime ile aynı kökten) kopuncaya kadar
yazı yazıyordum, dedi.
Katade'den, dedi ki:
Bir ilim adamı şöyle dedi: Şayet yüce Allah o kimseye o arkadaşını tanıtmamış
olsaydı, o bunu tanıyamazdı. Çünkü o kişinin hem rengi, hem şekli değişmiş
olacaktır. İşte o vakitte şunları söyleyecektir:
"Dedi ki: Vallahi
az kalsın beni de helak edecektin." buyruğundaki: şeddelisinden hafifletilmiştir.
Bu da: in başına tıpkı; (otf)'in başına geldiği gibi gelmiştir. Bunun bir
benzeri de yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Az kalsın bizi
saptıracaktı." (el-Furkan, 25/42) İşte buradaki "lam" bu edat
ile nefyedici edatı birbirinden ayırdeden vasıtadır.
"Eğer Rabbimin
nimeti olmasaydı, ben de (ateşte) hazır edilenlerden olurdum."
el-Kisaî dedi ki: (Bir
önceki âyet-i kerimedeki): buyruğu "Beni helak edecektin" demektir
fiilinden mastar olan: "Helak olmak" demektir. el-Muberred dedi ki:
Şayet bu "az kalsın beni de cehennem ateşine düşürecektin" diye
açıklanacak olursa, bu da doğru olur.
"Eğer Rabbimin
nimeti olmasaydı" O'nun beni koruması ve İslâm kulpuna yapışmak, kötü
arkadaştan uzaklaşmak şeklinde ihsan ettiği başarı olmasaydı... demektir.
Buradaki: "Olmasaydı" lafzından sonraki ifadeler Sibeveyh'e göre
mübteda olarak merfudur, haber de hazfedilmiştir.
"Ben de hazır
edilenlerden olurdum." buyruğu hakkında el-Ferra şöyle demiştir: Yani
elbette ben de cehennemde seninle birlikte bir arada bulundurulurdum. şekli,
ancak kötü hususlar hakkında mutlak olarak kullanılır. Bu açıklamayı da
el-Maverdî yapmıştır.
"Gördün mü? İşte
biz ölümü tatmayacağız." buyruğundaki: "Ölümü tat(ma)yacağız"
lafzı:şeklinde de okunmuştur.
"..mü...
ma"deki hemze "atıf fe"sinin başına gelmiş istifham (soru)
edatıdır. Matuf (üzerine atfedilen şey ise) hazfedilmiş olup bu:
"İşte biz
ebediyiz ve nimetler içinde bulunuyoruz. Ne ölürüz, ne de azab görüyoruz. Öyle
değil mi?" demektir.
"İlk ölümümüzden
sonra" ifadesi birincisinden olmayan bir istisnadır. Bu istisna da mastar
olur, çünkü o sıfat almıştır.
Bu ifadeler, cennet
ehli meleklere ölümün boğazlanacağı sırada söyleyecekleri sözlerdir. O vakit
şöyle denilecek: Ey cennet ehli! Ebedisiniz, ölüm olmayacaktır ve ey cehennem
ehli, ebedisiniz ölüm de olmayacaktır.[22]
Başka bir açıklamaya
göre bunları mümin kişinin yüce Allah'ın nimetlerini dile getirmek anlamında
olmak üzere ölmeyeceklerini ve azab da görmediklerini söyleyeceği sözlerdir.
Bu da; işte bizim halimiz ve niteliğimiz budur demektir.
Bir diğer açıklamaya
göre bu, mü'minin kâfire dünyada iken ölümden sonra dirilişi inkâr ettiği ve
ölümün dünyadan başka bir yerde sözkonusu olmadığını söylemesi dolayısıyla,
azarlamak üzere söyleyeceği bir sözdür.
Daha sonra mü'min
içinde bulunduğu hale işaret etmek üzere şöyle diyecektir:
"Şüphesiz ki bu
büyük kurtuluşun ta kendisidir." Bu buyruktaki: "Ta kendisi"
mübtedadır, ondan sonrası ise ona dair bir haberdir. Cümle de bütünüyle
Şüphesiz ki" edatının haberidir. Bununla birlikte: "Ta kendisi"
lafzının fasl zamiri olması da mümkündür.
"İşte çalışanlar
böylesi için çalışsınlar." Bu sözlerin de; yüce Allah'ın cennette kendisi
için neler hazırladığını ve kendisine neler verdiğini görmesi üzerine, mü'min
kimsenin söyleyeceği sözlerden olma ihtimali vardır. O bunları göreceği vakit:
"İşte çalışanlar böylesi" bağış ve lütuflar için
"çalışsınlar"
demiş olacaktır. Onun
bu sözleri ise (dünyada iken) kâfirin kendisine söylemiş olduğu: "Ben
malca senden daha zenginim, sayıca da senden güçlüyüm" (el-Kehf, 18/34)
buyruğuna karşılık bir cevaptır.
Bu sözlerin,
meleklerin söyleceği sözlerden olma ihtimali de vardır. Bir diğer görüşe göre
bunlar yüce Allah'ın dünyadakilere söylediği sözlerdendir. Yani sizler artık
cennette ne tür hayır ve mükâfatların bulunduğunu işitmiş bulunuyorsunuz. İşte
"çalışanlar böylesi" mükâfat "için çalışsınlar."
en-Nehhas der ki:
İfade -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya-: "( lâ» juJ djJUUJl J»jJi ):
artık amel ediversin, amel edenler bunun benzeri için" takdirindedir. Bir
kimse: Arapçada "fe" (tercümede: artık) ikincisinin birincisinden
sonra olduğuna delalet eder. Burada "fe"den sonra getirilen ifadelerin
takdim niyeti ile söylenmesi nasıl mümkün olabilir? diyecek olursa, ce-vab
şudur: (Bu gibi yerlerde) takdim de te'hir gibidir. Çünkü cer harfleri ile
onlardan sonra gelen ifadenin hakkı müteahhir olmak (sonradan gelmek)dir.
[23]
62. Ziyafet
olarak bu mu hayırlıdır, yoksa Zakkum ağacı mı?
63- Biz onu
zalimler için bir fitne kıldık.
64. Muhakkak
o, cehennemin dibinden çıkan bir ağaçtır.
65. Onun
meyvesi şeytanların başları gibidir.
66. İşte
muhakkak onlar bu ağaçtan yiyecekler ve ondan karınlarım dolduracaklar.
67. Sonra
onun üzerine kaynamış sudan bir katkıları olacaktır.
68. Sonra
dönüşleri muhakkak cehenneme olacaktır.
"Ziyafet
olarak" anlamındaki: lafzı, beyan (temyiz olarak) nasb edilmiştir.
"Bu mu hayırlıdır?" buyrukları mübteda ve haberdir. Bu buyruklar yüce
Allah'ın (bize hitaben) söyledikleridir. Ziyafet olarak cennetin nimetleri mi
hayırlıdır "yoksa Zakkum ağacı mı?" hayırlıdır, demektir.
"NüzuL
Ziyafet" sözlükte -en-Nehhas'ın belirttiği gibi- genişçe rızık demektir.
"Nüzl" de böyledir. Ancak "ze" harfi sakin olmak üzere
"nüzl"in ayrı bir söyleyiş olması mümkün olduğu gibi, bunun aslının "nüzul"
olması da mümkündür. "Onlara nüzulleri (ikramları) yapıldı" tabiri de
buradan gelmektedir. Bunun türediği asıl ise, varlığı halinde konaklamalarına
ve orada bir süre ikamet etmelerine elverişli olan gıdanın bulunmasıdır. Buna
dair açıklamalar daha önceden Al-i İmran Sûresi'nin sonlarında (3/190-200
âyetler, 20 ve 21. başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır.
Zakkum ağacı" da
tiksinti verici olduğu ve kokuşmuşluğu dolayısıyla oldukça gayret harcayarak
yutmak demek olan: "Zıkkımlanmaktan türemiştir.
Müfessirler derler ki:
Bu ağaç (cehennemin) altıncı kapısındadır. Normal ağaçlar suyun serinliği ile
canlandığı gibi, bu ağaç da ateşin alevi ile canlanır. Cehennemliklerden olup
da onun daha yukarılarında bulunan kimselerin buraya gelerek bundan yemeleri
kaçınılmaz olduğu gibi, ondan daha aşağıda bulunanlar da ona çıkarlar.
Acaba bu ağaç
Arapların bilip tanıdıkları dünya ağaçlarından mıdır, değil midir, hususunda
iki farklı görüş vardır. Bir görüşe göre bu dünya ağaçlarından olup bilinen
bir ağaçtır. Bu görüşü kabul edenler hangi ağaç olduğu hususunda kendi
aralarında ihtilaf etmişlerdir. Kutrub der ki: Bu Tihame taraflarında yetişen
ve en berbat ağaçlarından birisi olan oldukça acı bir ağaçtır. Başkası, bu
öldürücü bir bitkidir, demektedir.
İkinci görüşe göre de
bu, dünya ağaçlarından tanınan bir ağaç değildir. Zakkum ağacı hakkındaki bu
âyet-i kerime nazil olunca, Kureyş kâfirleri: Biz bu ağacı tanımıyoruz,
dediler. Afrika'dan bir adam onların yanına geldiğinde ona sordular, o da:
Bize göre bu tereyağı ve hurma demektir. Bunun üzerine İbn ez-Ziba'rî: Allah
evimizdeki zakkumu çoğaltsın, dedi. Ebu Cehil de cariyesine: Haydi bizi
zıkkımlandır deyince, ona tereyağı ve hurma getirdi. Sonra da arkadaşlarına:
Zıkkımlanın, işte Muhammed'in bizi kendisi ile korkuttuğu budur. Üstelik o,
ateş ağacı yakıp bitirdiği halde ateşin ağaç bitirdiğini iddia etmektedir,
dedi.
"Biz onu
zalimler" müşrikler "için bir fitne kıldık." Çünkü onlar: Ateş
ağacı yaktığı halde cehennem ateşinde nasıl ağaç olur, demişlerdi. Bu anlamdaki
açıklamalar daha önce el-İsra Sûresi'nde (17/60. âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır. Onların bu hususu bu şekilde alaya almaları, yüce Allah'ın:
"Onun üzerinde ondokuz (melek) vardır." (el-Müddessir, 74/30) buyruğu
ile ilgili söyledikleri: Bu sayının özellikle belirlenmesinin sebebi nedir?
demelerine benzer. Hatta kimileri: Ben onlardan şu kadarı ile baş ederim, siz
de diğerlerini halledin, diyecek noktaya kadar gelmişti. Bunun üzerine yüce Allah
da: "Onların sayısını da inkâr edenler için ancak bir fitne kıldık"
(el-Muddessir, 74/31) diye buyurmuştu.
Fitne, sınamak
demektir. Onların bu sözleri cahilliklerinden kaynaklanıyordu. Çünkü yüce
Allah, cehennem ateşinde tasmalar, zincirler, yılanlar, ak-rebler, ateşin
bekçilerini yarattığı gibi, orada ateşin türünden ve ateşin yiyip bitirmediği
bir ağaç yaratması aklen imkansız bir şey değildir.
Şöyle de denilmiştir:
Kâfirlerin uzak bir ihtimal olarak gördükleri bu husus, şu an inkarcıların
içine düştüğü durumu andırmaktadır. Öyle ki bu inkarcılar cenneti ve cehennemi
ruhları etkileyen bir nimet yahut bir ceza olarak yorumladılar, amellerin
tartılmasını, Sırat'ı, Levhi, Kalemi de kendilerince uydurdukları birtakım
anlamlara göre açıkladılar. Onların bu açıklamaları ise müslümanların şer'î
kaynaklardan anladığından farklı açıklamalardır. Oysa aklen kavranılması zor
herhangi bir hususu haber-i sadık (doğru haber) ifade edecek olursa,
takınılması gereken tutum -onun bir te'vüinin yapılması mümkün olsa dahi-
tasdik edilmesidir. Diğer taraftan müslümanların icma ile batıl kabul
ettikleri bir hususta te'vilde bulunmak caiz değildir. Müslümanlar ise bu gibi
hususları batın ilmine başvurmaksızın olduğu gibi kabul etmek üzere icma
etmişlerdir.
Âyet-i kerimedeki
"fitne"nin zalimlere verilecek ceza anlamında olduğu da söylenmiştir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Fitnenizi (azabınızı) tadın!
İşte bu çabucak gelmesini istediğinizdir." (ez-Zariyat, 51/14)
"Muhakkak o,
cehennemin dibinden çıkan bir ağaçtır." Yani bu ağaç cehennemin dibinden
çıkar. Kaynağı orasıdır, sonra da dalları cehennemin diğer yerlerine uzanır.
"Onun
meyvesi" yani mahsulünün: diye adlandırılması; çıkması, ağaçta görülmesi
dolayısıyladır.
"Şeytanların
başları gibidir." Bizatihi şeytanları kastettiği söylenmiştir. Onun
mahsullerini çirkinlikleri dolayısıyla şeytanların başlarına benzetmiştir.
Şeytanların başları görünen bir şey olmasa dahi, insan hayalinde tasavvur
olunan bir şeydir. Nitekim Arapların çirkin olan herbir şeye "o şeytana
benzer" demeleri güzel olan herbir surete de: "o melek suretine
benziyor" demeleri de bu kabildendir. Yüce Allah'ın Yusuf (a.s)'ı gören
kadınların durumunu haber verirken: "Bu bir beşer değildir. Bu ancak çok
şerefli bir melektir." (Yusuf, 12/31) dediklerini haber verdiği ifadeler
de bu kabildendir. Bu tahyili bir benzetmedir. Bu anlamdaki bir açıklama İbn
Abbas ve el-Ku-razî'den de rivayet edilmiştir. İmruu'l-Kays'ın şu mısraındaki
canlandırma da bu kabildendir:
"Uçları öyle
parlak ve keskin (oklar) ki; gulyabanilerin azı dişleri gibidir."
Gulyabaniler her ne
kadar bilinmiyor ise de hayalde onların çirkinliklerini tasavvur ettiğinden
dolayı (bu benzetmeyi) yapmıştır.
Yüce Allah da:
"İns ve cin şeytanlarını..." (el-En'am, 6/112) diye buyurmuştur.
İnsanların azgın olanları gözle görülen şeytanlardır. Sahih hadiste de şöyle
buyurulmaktadır: "Sanki onun hurmaları şeytanların başları gibidir."[24]
Araplardan pekçok
kimse şeytanları ve gulyabanileri gördüğünü iddia etmiştir. ez-Zeccac ve
el-Ferra şöyle demişlerdir: Şeytanlar başları ve başlarında ibikleri bulunan
yılan çeşitleridir. Bunlar en çirkin ve en kötü, bedenen de en hafif
olanlarıdır. Recez vezninde şair bir kadını, ibiği bulunan yılana benzeterek
şöyle demektedir:
"Öyle huysuz bir
kadın ki o da yemin eder ben yemin ettiğimde, Yılanların yuvalandığı yabani
incirdeki ibikli yılan gibidir."
Bir başka şair de dişi
devesinin yularını nitelendirirken[25]
şunları söylemektedir:
"Hadramevt'linin
yuları ile oynar,
Sanki o yular, cılız
bitkileri bulunan kurak bir yerdeki yılanın
kıvrılması
gibidir."
Bir başka açıklamaya
göre bu, Yemen'de Esten ve Şeytan diye adlandırılan oldukça kötü bir bitkiye
benzetilmiştir. en-Nehhas: Araplarca bu bilinen bir şey değildir, demiştir.
ez-Zemahşerî de şöyle demiştir: Bu meyvelerine "şeytanların başlan"
adı verilen çirkin görünümlü, acı, pis kokan kaba bir ağaçtır. en-Nehhas da
şöyle demiştir: Şeytanların, çok çirkin bir çeşit yılan türü olduğu
söylenmiştir.
"İşte muhakkak
onlar bu ağaçtan yiyecekler ve ondan karınlarını dolduracaklar."
Cennetliklerin rızkı yerine onların da yiyecekleri de, meyveleri de budur.
Yüce Allah el-Ğaşiye Sûresi'nde; "Onlar için dari'den başka bir yiyecek
yoktur." (el-Ğaşiye, 88/6) diye buyurmaktadır. Bu da ileride gelecektir.
"Sonra" o
ağaçtan yemelerinin arkasından "kaynamış sudan bir katkıları
olacaktır."
Bu buyruktaki: Katmak,
karıştırmak, demektir, diye söylendiği gibi, diye de söylenir. "Fakr ve
fukr" söyleyişleri gibi. Bununla birlikte ("şin" ve
"fe" harflerinin) üstün okunuşları daha yaygındır.
el-Ferra der ki:
"Yiyeceğine ve içeceğine herhangi bir şey katıp karıştırdı" demektir.
Mastarları: diye gelir. Yüce Allah bu buyruğu ile yiyeceklerine katkı
konulacağını bildirmektedir. (Bu katkının adı olan): "el-Hamim"
oldukça sıcak su demektir. Böylece bu katkı ile yediklerinin daha kötü olması
sağlanacaktır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Bağırsaklarınıparamparça eden kaynar sudan içirilen kimseler..."
(Muhammed, 47/15)
es-Süddî der ki: O
Hamîm (kaynar su); onlara gözlerinin yaşı olan ğassak ve cerahat ve kanlarının
irini ile karıştırılacaktır.
Bir başka görüşe göre
azaplarının ağırlaştırılması, musibetlerinin tekrarlanması, Zakkumun acılığı
ile hamim (çok sıcak su)'in sıcaklığını bir arada tatmaları için, zakkumlarına
kaynar su (hamim) karıştırılacaktır.
"Sonra dönüşleri
muhakkak cehenneme olacaktır." Denildiğine göre bu onların Zakkumu
yiyecekleri vakit cehennem ateşi azabından bir başka azapta olacaklarını, sonra
da cehenneme döndürüleceklerini göstermektedir.
Mukatil de şöyle
demektedir: Hamim (kaynar su), Cahim'in dışındadırlar. Onlar oradan içmek için
hamime gelirler, sonra tekrar Cahime geri döndürülürler. Çünkü yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "İşte bu günahkârların yalan saydığı cehennemdir.
Onlar bunun ile sıcak su (Hamim) arasında gidip geleceklerdir."
(er-Rahman, 55/43-44)
İbn Mesud da bu
buyruğu: "Sonra onların döndürülecekleri yer muhakkak Cahim (Cehennem)
olacaktır" diye okumuştur.
Ebu Ubeyde de şöyle
demiştir: Buradaki: "Sonra" edatının "vav: ve" anlamında
olması mümkündür. el-Kuşeyrî de şöyle demektedir: Hamim (kaynar su)'in
cehennemin bir tarafında bir yerde olma ihtimali de vardır.
tt[26]
69. Muhakkak onlar atalarını sapık kimseler olarak
bulmuşlardı.
70. Yine de
onların izleri üzere sürat ve ısrarla koşturuluyorlar.
71. Andolsun
ki onlardan önce olanların bir çoğu sapıtmıştı.
72. Ve
andolsun ki onlar arasında uyarıp korkutan (peygamber)ler göndermiştik.
73. Bir bak,
o korkutulanların akıbeti nasıl oldu?
74. Ancak
Allah'ın ihlasa ulaştırılmış kulları müstesna.
"Muhakkak onlar
atalarını sapık kimseler olarak bulmuşlardı." Yani atalarını bu halde
buldular, buna rağmen onlara uydular.
"Yine de onların
izleri üzere sürat ve ısrarla koşturuluyorlar." Kata-de'den rivayete göre
hızlıca koşturuluyorlar. Mücahid: Koşar şekilde... diye açıklamıştır.
el-Ferra da şöyle
demiştir: "Titreyişli bir şekilde hızlıca koşmak" demektir. Ebu
Ubeyde de şöyle demiştir: Onlar arkalarından ısrarla koşturuluyorlar.
el-Müberred'in açıklaması da buna yakındır. O şöyle demiştir: "Israrla koşmaları
istenen, teşvik edilen" kimseye denilir. Mesela: "Soğuğun etkisi ile
filan kişi ateşin yanına hızlıca geldi" denilir. Rahatsız olacak kadar
hızlıca sürükleniyorlar, diye de açıklanmıştır ki, bu açıklamayı el-Fadl
yapmıştır. ez-Zeccac der ki: ısrarla teşvik edilerek ve hızla gitmesi istenenin
durumunu anlatmak için: şekilleri kullanılır. "Andolsun ki onlardan
önce" geçmiş ümmetlerden "olanların bir çoğu sapıtmıştı."
"Ve andolsun ki
onlar arasında uyarıp korkutan" onları azabı hatırlatarak uyaran peygamber
"ler göndermiştik." Ancak onlar yine de kâfir olmuşlardı.
"Bir bak, o
korkutulanların" sonunda "akıbeti nasıl oldu?"
"Ancak Allah'ın
ihlasa ulaştırılmış" yani Allah'ın küfürden kurtarmış olduğu
"kulları müstesna." Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Hicr,
15/'40. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Ayrıca bu istisnanın
"korkutulanların" lafzından istisna olduğu söylendiği gibi, yüce
Allah'ın: "Andolsun ki onlardan önce olanların bir çoğunu
sapıtmıştık" buyruğundan istisna olduğu da söylenmiştir.
[27]
75. Andolsun
ki Nuh, Bize seslenmişti. Biz ne güzel karşılık verenleriz!
76. Ve Biz,
onu ve ehlini büyük gamdan kurtardık.
77.
Zürriyetini de sürekli baki kalanların ta kendileri kıldık.
78. Sonra
gelenler arasında ona (iyi bir ün) bıraktık.
79. Alemler
içinde Nuh'a selam olsun.
80. Muhakkak
Biz, ihsan edicileri böyle mükâfatlandırırız.
81. Muhakkak
o, Bizim mü'min kullarımızdandır.
82. Sonra
diğerlerini suda boğduk.
"Andolsun ki Nuh,
Bize seslenmişti." Onun bu seslenişi yardım istemek anlamında idi.
Denildiğine göre o, kavminin helak edilmesini dileyerek dua etmiş ve:
"Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden dönüp dolaşan bir kimse bırakma!"
(Nuh, 71/26) diye dua etmişti.
"Biz ne güzel
karşılık verenleriz!" el-Kisaî: Biz, onun duasına ne güzel karşılık verenleriz!
diye açıklamıştır.
"Ve Biz, onu ve
ehlini" yani onun dinine mensup olanları "büyük gamdan" suda
boğulmaktan "kurtardık."
Onun ehli, onun dinine
mensup ve onunla iman eden kimselerdir. Önceden (Hud, 11/40. âyetin tefsirinde)
açıklandığı üzere bunlar seksen kişi idiler.
"Zürriyetini de
sürekli baki kalanların ta kendileri kıldık" buyruğu hakkında İbn Abbas
şöyle demiştir: Nuh gemiden çıktıktan sonra onunla beraber bulunan erkekler ve
kadınlar -onun çocukları ve hanımları müstesna- hep öldüler. İşte yüce
Allah'ın: "Zürriyetini de sürekli baki kalanların ta kendileri
kıldık" buyruğu bunu anlatmaktadır.
Said b. el-Müseyyeb de
dedi ki: Nuh'un üç çocuğu vardı. Bütün insanlar Nuh'un bu çocuklarındandır:
.Sam, Arapların, İranlıların, Rumların, Yahudi ve Hristiyanların babasıdır. Ham
ise doğudan batıya kadar bütün siyahilerin babasıdır. Sind, Hind, Nube
(Sudan), Zenciler, Habeşliler, Kıbtiler, Berberilerin ve diğerlerinin. Yafes
ise Slavların, Türklerin, Lanların, Hazerlilerin, Ye'cuc, Me'cuc ve oralarda
bulunanların babasıdır.
Bir kesim de şöyle
demiştir: Nuh'un çocuklarından başkalarının soyları da devam etmiştir. Buna
delil de yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Ey Nuh ile birlikte
taşıdıklarımızın soyundan gelenler!" (el-İsra, 17/3); "Denildi ki: Ey
Nuh Bizim katımızdan selametle in. Sana ve seninle bulunan ümmetlere de hayır
ve bereketler olsun. (Diğer) ümmetler de vardır ki, Biz onları da faydalandıracağız.
Sonra onlara bizden can yakıcı bir azab dokunacaktır." (Hud, 11/48) Buna
göre: "Zürriyetini de sürekli baki kalanların ta kendileri kıldık"
âyeti, kâfir olanların dışındakilerin zürriyetini kastetmektedir. Çünkü biz
kâfir olanların zürriyetlerini suda boğduk, demek olur.
"Sonra gelenler
arasında" bütün ümmetler arasında "ona" övülmeye değer güzel
bir ün "bıraktık." Nuh (a.s) herkes tarafından sevilen bir peygamberdir.
Hatta mecusiler arasında onun "Efridun" olduğunu söyleyenler dahi
vardır. Bu anlamdaki açıklama Mücahid ve başkalarından rivayet edilmiştir.
el-Kisaî'nin iddiasına
göre bu buyrukta iki takdir vardır. Birincisi: "Sonra gelenler arasında
ona" onun hakkında bu güzel övgüyü "bıraktık. Alemler içinde Nuh'a
selam olsun" denilir. Ebu'l-Abbas el-Müberred'in görüşü de budur. Yani
Biz, bu sözü onun hakkında kalıcı kıldık, yani ona selam söyler dururlar, ona
dua ederler. Buna göre bu ("Nuh'a selam olsun" ifadesi) başkasının
söylediği nakledilen ifadelerdendir.
Yüce Allah'ın:
"(Bu) indirdiğimiz... bir sûredir." (en-Nur, 24/1) buyruğuna
benzemektedir diyen görüşe göre ise, mana: Biz, onun hakkında bunları
bıraktık, anlamındadır, ifade burada tamamlanmaktadır. Daha sonra yeni bir
ifade ile "Nuh'a selam olsun" diye buyurmaktadır. Yani "sonra
gelenler arasında" kendisinden kötü bir şekilde sözedilmekten yana o
esenliğe kavuşturulmuştur, demek olur.
el-Kisaî dedi ki: İbn
Mesud'un kıraatinde: "Bir selam" lafzı "Bıraktık" ile nasb
halindedir. Yani Biz, ona güzel övgü ve bir selam bıraktık, demektir.
"Sonra gelenler
arasında" Muhammed (sav)'ın ümmeti arasında demek olduğu söylendiği gibi,
diğer peygamberler arasında diye de açıklanmıştır. Çünkü ondan sonra ne kadar
peygamber gönderilmiş ise mutlaka o peygambere Nuh (a.s)'a uyması
emredilmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O... dinden Nuh'a
tavsiye ettiğini... size de şeriat yaptı." (eş-Şura, 42/13) diye
buyurmaktadır.
Said b. el-Müseyyeb
dedi ki: Bana ulaştığına göre kim akşamı ettiği vakit: "Alemler içinde
Nuh'a selam olsun" diyecek olursa, onu akreb sokmaz. Bunu da Ebu Ömer (b.
Abdi'1-Berr) "et-Temhid" adlı eserinde zikretmiştir.[28]
Muvatta'da. da Havle
bint Hakim'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:
"Her kim bir yerde konaklayacak olursa, Allah'ın eksiksiz kelimeleri ile
yarattıklarının şerrinden Allah'a sığınırım, desin. Oradan ayrılıp gidinceye
kadar hiçbir şey ona asla zarar vermeyecektir. "[29]
Yine Muvatta'da Ebu
Hureyre'den gelen rivayete göre Eslemlilerden bir adam şöyle demiş: Bu gece
gözüme uyku girmedi. Bunun üzerine Rasûlullah (sav): "Neden dolayı?"
diye sorunca, şöyle demiş: Beni bir akreb soktu. Bu sefer Rasûlullah (sav)
buyurdu ki: "Eğer sen akşamı ettiğin vakit, Allah'ın eksiksiz kelimeleri
ile Allah'ın yarattıklarından O'na sığınırım, demiş olsaydın sana zarar
vermezdi."[30]
"Muhakkak Biz,
ihsan edicileri böyle mükâfatlandırırız." Onlardan güzellikle
sözedilmesini baki kılarız. Böyle" lafzındaki "kef" nasb
ma-hallindedir. Bunun gibi bir mükâfatla... demektir.
"Muhakkak o Bizim
mümin kullar anızdandır." Bu buyruk da onun ihsan ediciliğini
açıklamaktadır.
"Sonra
diğerlerini" yani kâfir olanları "suda boğduk." (Diğer anlamındaki:
aher'in) çoğulu: şeklinde gelir. Bu kelimede aslolan: ile birlikte
kullanılmasıdır. Ancak bu hazfedilmiştir, çünkü anlam bilinmektedir. Bir şeyin
"diğer" olması için mutlaka onun cinsinden bir şeyin ondan önce olması
gerekir. Buradaki: Sonra" ifadesi arada bir zaman fasılasını anlatmak için
değildir. Nimetleri sayıp dökmek içindir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu
gibi: "Yahut topraklara düşmüş bir yoksula, sonra da iman edenlerden...
olmasıdır." (el-Beled, 90/16-17) Bu da şu demek olur: Sonra size şunu
haber vereyim ki; Ben diğerlerini suda boğdum. Bunlar ise iman etmekten geri
kalan kimselerdir.
[31]
83. Muhakkak
İbrahim de onun izinden gidenlerdendi.
84. Çünkü o
Rabbine selim bir kalb ile gelmişti.
85. Hani
babasına ve kavmine: "Nelere ibadet ediyorsunuz?" demişti.
86.
"Yalan ve iftira ederek, Allah'tan başka ilahları mı istiyorsunuz?
87.
"Alemlerin Rabbi hakkında zannınız nedir?"
88. Derken
yıldızlara bir defa baktı da:
89.
"Muhakkak ben hastayım" dedi.
90. Ondan
yüz çevirip uzaklaştılar.
"Muhakkak İbrahim
de onun izinden gidenlerdendi" buyruğu hakkında İbn Abbas dedi ki: Onun
dinine mensub olanlardandı, demektir. Müca-hid de: Onun yolu ve sünneti
üzerinde gidendi, demektir, diye açıklamıştır. el-Esmaî der ki: Şia (mealde:
izinden giden); yardımcı olan kimseler demektir. Bu da: den alınmıştır ki,
budunun alev alması maksadı ile büyük odunlar ile birlikte yakılan küçük odun
(tahta) parçaları demektir.
el-Kelbî ve el-Ferra
da şöyle demiştir: Yani şüphesiz Muhammed'in izinden gidenlerden birisi de
İbrahim'dir. Buna göre buradaki: "Onun izinden" lafzındaki zamir,
Muhammed (sav)'a aittir. Birinci açıklamaya göre ise Nuh (sav)'a aittir, daha
kuvvetli görülen de budur. Çünkü daha önce sözkonusu edilen de o idi. Ayrıca
Nuh ile İbrahim (a.s) arasında sadece iki peygamber gelip geçmiştir. Bunlar da
Hud ile Salih peygamberlerdir. Nuh ile İbrahim arasında ise 2640 yıl geçmiştir.
Bunu da ez-Zemahşerî nakletmiştir.
"Çünkü o
Rabbine" şirkten ve şüpheden arınıp kurtulmuş "selim bir kalb
ile gelmişti." Avf el-A'rabî dedi ki: Muhammed b.
Sîrîn'e: Selim kalb nedir? diye sordum, o da: Allah'ın yarattıkları arasında
Allah'a samimiyet ile bağlı kalan demektir, diye cevab verdi.
Taberî de Galib
el-Kattan, Avf ve diğerlerinden naklettiğine göre Muhammed b. Şîrîn hacılara
şöyle dermiş: Ebu Muhammed zavallı bir kimsedir. Eğer Allah onu azaplandıracak
olursa, günahları dolayısıyla ona azab eder. Eğer ona mağfiret ederse, ne mutlu
ona! Şayet kalb.i selim birisi ise hiç şüphesiz kendisinden daha hayırlı olan
kimseler bile günah işlemiştir. Avf dedi ki: Ben Muhammed'e peki selim kalb
nedir? diye sordum. Dedi ki: Allah'ın hak, kıyametin mutlaka gerçekleşecek
olduğunu, Allah'ın kabirdekileri de mutlaka diriltileceğim bilmesidir.
Hişam b. Urve dedi ki:
Babam bize şöyle derdi: Çocuklarım lanet okuyan kimseler olmayın. Siz İbrahim
(a.s)'ın asla hiçbir şeye lanet okumadığını bilmiyor musunuz? O bakımdan yüce
Allah: "Çünkü o Rabbine selim bir kalb ile gelmişti" diye
buyurmuştur.
Rabbine selim bir kalb
ile gelmesinin iki anlama gelme ihtimali vardır: Birincisi o başkalarını
Allah'ı tevhid etmeye ve O'na itaat etmeye davet etmesi sırasında selim bir
kalbe sahipti, ikincisi ateşe atıldığı sırada kalbi selimdi.
"Hani
babasına" adı Azer'di. Buna dair açıklamalar da (el-En'am, 6/74. âyetin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Ve kavmine:
Nelere ibadet ediyorsunuz? demişti" buyruğundaki: Ne" mübteda olarak
ref mahallinde; "...lere" de onun haberi durumundadır. Bununla
birlikte her ikisinin "ibadet ediyorsunuz" fiili ile nasb mahallinde
olması da mümkündür.
Yalan ve iftira
ederek" buyruğu mef'ulun bih olarak nasb mahal-lindedir. Yani siz yalan ve
iftira mı istiyorsunuz? demek olur. el-Muberred de der ki: Yalanın en kötü
şekli"dir. Bu da bir türlü karar kılamayan ve sürekli kararsızlık gösteren
şey demektir. "Altlarındaki yer, üstlerine geldi" ifadesi de buradan
gelmektedir.
"İlahları
mı?" buyruğu "yalan ve iftira" lafzından bedeldir.
"Allah'tan
başka" yani Allah'tan başkasına mı ibadet ediyorsunuz?[32]
Bununla birlikte şu
anlamda hal olması da mümkündür: Sizler yalan ve iftira eden kimseler olarak,
Allah'tan başka ilâhlar mı istiyorsunuz? (Mealde olduğu gibi).
"Alemlerin Rabbi
hakkında zannınız nedir?" Onun huzuruna başkasına ibadet etmiş olarak
vardığınız vakit ne (göreceğinizi) zannedersiniz? Bu bir sakındırmadın Yüce
Allah'ın: "O kerim Rabbine karşı seni aldatan nedir?" (el-İnfitar,
82/6) buyruğu gibi bir sakındırma demektir. Bunun: Sizler ne gibi yanılgılara
düştünüz ki, sonunda Ona başkasını ortak koşacak kadar ileri gittiniz
anlamında olduğu da söylenmiştir.
"Derken
yıldızlara bir defa baktı da: Muhakkak ben hastayım, dedi."
buyruğu ile ilgili
olarak İbn Zeyd babasından şöyle dediğini nakletmektedir: Kralları ona: Yarın
bizim bayramımızdır. Bizimle birlikte bayrama çık, diye haber gönderdi, o da
doğmakta olan bir yıldıza baktı ve: Bu yıldız ben hasta olacağım vakit doğar,
dedi. Yıldızlar ilmi, kullandıkları ve gözlemledikleri bir bilgi idi.
Böylelikle o bu bakımdan onlara bu hissi verdi, kendi inançlarına uygun bir
mazeret ortaya koymuş oldu. Çünkü kavmi çobanlık ve çiftçilik yapan bir
kavimdi. Bu iki geçim yolunun ise yıldızları gözlemlemeyi gerektirdiği
açıktır.
İbn Abbas dedi ki:
Yıldızlar ilmi. peygamberliğin kapsamı içerisindeydi. Yüce Allah Yuşa b. Nun'a
güneşin doğmasını geciktirince bunu ortadan kaldırdı. Bundan dolayı İbrahim in
yıldıza bakması nebevi bir ilim idi.
Cuveybir de
ed-Dahhak'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Yıldızlar ilmi İsa (a.s) dönemine
kadar kalmışta Nihayet onun görülmesinin (ve yerinin bilinmesinin) sözkonusu
olmadığı bir yerde Hz. İsa'nın yanına girdiklerinde Meryem (selam ona) bu
gelenlere: Siz onun yerini nereden bildiniz? diye sorunca, onlar da:
Yıldızlardan dediler. Bunun üzerine İsa Rabbine dua ederek: Allah'ım,
yıldızlar bilgisi ile onların bir şey kavramasına imkan verme. Artık kimse de
yıldızlar ilmini bilmesin, dedi. Bunun sonucunda yıldızlardan hareketle hüküm
vermek şeriatta yasak kılındı. İnsanlar arasında bu bilgi de bilinmeyen bir
bilgi haline geldi.
el-Kelbî dedi ki:
Onlar (İbrahim -a.s-in kavmi) Basra ile Küfe arasında Hur-muz Cerd diye bilinen
bir kasabada idiler ve yıldızları gözetliyorlardı. Bu görüşlerden birisidir.
el-Hasen ise şöyle
demektedir: Yani onlar İbrahim (a.s)'a kendileriyle birlikte dışarı çıkmasını
teklif ettiklerinde ne yapacağı hususu üzerinde düşünmeye koyuldu. Buna göre
anlam şöyle olur: O hatırına gelen görüş üzerinde durdu ve düşündü. Bu türden
karşısına çıkan husus hakkında düşündü, demek olur. Böylelikle o hayatta olan
herkesin hastalanacağını öğrenmiş olduğundan ötürü "muhakkak ben hastayım
(hastalanacağım)" dedi.
el-Halil ve
el-Muberred derler ki: Bir kişi herhangi bir husus hakkında düşünüp onu
planlamasını anlatmak üzere: "o kişi yıldızlara baktı" denilir.
Şöyle de
açıklanmıştır: İbrahim (a.s)'ı beraberlerinde çıkmaya çağırdıkları saat onun
sıtmaya yakalandığı bir vakte rastlamıştı.
Bir başka açıklama da
şöyledir: Yani o eşyaya baktı, bu eşyanın bir yaratıcısı ve onların işlerini
çekip çeviren birisi olduğunu bildi. Kendisinin de bu eşya gibi halden hale
değişeceğini anladığından: "Muhakkak ben hastayım" dedi.
ed-Dahhak da şöyle
demiştir: "Ben hastayım" ben ölüm hastalığına yakalanacağım,
demektir. Çünkü hakkında ölüm takdir edilmiş kimse çoğunlukla önce hastalanır,
sonra ölür. İşte bu bir tevriye ve kinayeli bir anlatımdır. Nitekim kral ona
Sare'nin kim olduğunu sorduğunda, o benim kızkardeşim-dir, demiş ve bununla din
kardeşliğini kastetmiştir.
İbn Abbas, İbn Cübeyr
ve yine ed-Dahhak şöyle demişlerdir: O bu sözleriyle taun gibi başkasına
bulaşan bir hastalığa işaret etmişti. Onlar da taundan kaçan ve korkan
kimselerdi. İşte;
"Ondan yüz
çevirip uzaklaştılar" buyruğu bunu anlatır. Yani hastalığın kendilerine
bulaşması korkusu ile kaçtılar.
Tirmizî el-Hakim
rivayetle der ki: Bize babam anlattı, dedi ki: Bize Amr b. Hammad anlattı. O
Esbat'dan, o es-Süddî'den, o Ebu Malik'ten, o Ebu Salih'ten, o İbn Abbas'dan;
ve Semura'dan, o el-Hemedanî'den, o İbn Mesud'dan dedi ki: İbrahim'in babası:
Bizim bir bayramımız var. Eğer bizimle birlikte çıkacak olursan dinimizi
beğeneceksindir, dedi. Bayram günü gelince, İbrahim'in yanına geldiler, o da
onlarla birlikte çıktı. Yolun bir yerinde kendisini yere attı ve: Ben
gerçekten hastayım, ayağım ağrıyor, dedi. Yere yıkılmış iken onun ayağını çiğneyip
geçtiler. Çekip gittiklerinde onların arkalarından: "Vallahi... ben bu
putlarınıza mutlaka bir tuzak kuracağım." (el-En-biya, 21/57) diye
seslendi. Ebu Abdullah dedi ki: Bu, İbn Abbas ve İbn Cü-beyr'in söyledikleri
ile çatışan bir şey değildir. Çünkü bu iki hususun da olmuş olma ihtimali
vardır.
Derim ki: Sahih(-i
Buhârî)'de Peygamber (sav)'dan şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"İbrahim Peygamber (a.s) sadece üç defa yalan söylemişti..."[33] Bu
hadis daha önceden el-Enbiya Sûresi'nde (21/62-63- âyet, 2. başlıkta) geçmiş
bulunmaktadır. Bu ise onun gerçekten hasta olmadığına ancak ta'riz (üstü kapalı
kaçamak ifade) kullandığına delildir. Yüce Allah da: "Muhakkak sen de
öleceksin, hiç şüphesiz onlar da öleceklerdir" (ez-Zümer, 39/30) diye
buyurmaktadır. O halde anlam şöyledir: Ben gelecekte hasta olacağım, onlar ise
şu anda hasta olduğunu zannettiler. Bu da daha önceden belirttiğimiz gibi
ta'rizli (üstü kapalı) ifadelerdendir. Çokça kullanılan bir mesel olan:
"Hastalık olarak sağlıklı olmak yeterlidir" ifadesi ile Lebid'in şu
be-yiti de bu kabildendir:
"Çokça dua ettim
Rabbime gayretle, esenlik versin,
Ve bana sağlık versin
diye, baktım ki sağlıklı oluş hastalığın kendisidir."
Bir kişi ansızın
ölmüş, insanlar onun etrafını sarmışken: Sapasağlamken öldü dediler. Bunun
üzerine bedevi bir Arap: Ölümü ense kökünde gezdiren bir kimse sağlıklı
olabilir mi? dedi.
Buna göre İbrahim
(a.s) bu sözü söylediğinde gerçeği ifade etmişti. Ancak peygamberlerin
seçkinlikleri ve yüce Allah'ın nezdindeki konumlan dolayısıyla bu tutumu bir
günah olarak değerlendirilmiştir. Bundan dolayı o şöyle demişti: "Kıyamet
gününde bana günahımı bağışlamasını ümit ettiğim O'dur. "(eş-Şuara, 26/82)
Bütün bu hususlar yeterli açıklamaları ile daha önceden (el-Enbiya, 21/62-63-
âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Bir açıklamaya göre o,
kâfir oluşları sebebiyle nefsen rahatsız olduğunu anlatmak istemişti.
"Yıldız"
anlamına gelen: in çoğulu da olabilir, tekil ve mastar (ve bir şeyin bir
parçası, bölümü, taksidi anlamına) da olabilir.
[34]
91. Sonra
gizlice putlarına varıp: "Yemez misiniz?" dedi.
92.
"Size ne oldu ki konuşmuyorsunuz?"
93. Sonra
onlara sağ eli ile gizlice vurdu.
94. Hızlıca
ona geldiler.
95.
"Siz elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?" dedi.
96.
"Halbuki sizi de, yapıp ettiklerinizi de Allah yaratmıştır."
"Sonra gizlice
putlarına varıp" es-Süddî dedi ki: Onların yanına gidip... Ebu Malik:
Onlara gidip... Katade: Onlara doğru gidip... el-Kelbî: Üzerlerine varıp...
diye açıklamışlardır. Yönünü onlara doğru çevirip... anlamına geldiği de
söylenmiştir. Anlamlar birbirine yakındır.
Buna göre: "Meyletti,
yöneldi, meyleder yönelir, meyletmek yönelmek" demektir. "(jîlj Je»:
Meyilli, eğimli yol" demektir. Şair de şöyle demiştir:
"Sana dil ucuyla
tatlılık gösterir,
Ancak tilkinin sapıp
gittiği gibi yanından uzaklaşıp gider."
"Yemez misiniz?
dedi." Aklı başındaki varlıklara hitab eder gibi putlara hitab etti. Çünkü
onlar putlarını bu duruma çıkarmışlardı. Aynı şekilde;
"Size ne oldu ki
konuşmuyorsunuz?" buyruğu da böyledir. Denildiğine göre putların önünde
bayramdan dönüşleri sırasında yemek maksadıyla bıraktıkları yiyecekleri vardı.
Bu yemekleri bırakmalarının sebebi ise -kendi kanaatlerine göre- putlarının
bereketinin yemeğe geçmesi idi. Bu yemekleri put bakıcılarına bıraktıkları da
söylenmiştir. Bir başka açıklamaya göre İbrahim (a.s) alay olsun diye o putlara
yemek sunmuş ve: "Yemez misiniz? Size ne oldu ki konuşmuyorsunuz?"
demişti.
"Sonra onlara sağ
eli ile gizlice vurdu" buyruğunda vuruşun özellikle "sağ el" ile
sözkonusu edilmesinin sebebi, daha güçlü olması, onunla indirilen darbenin
daha ağır olmasından dolayıdır. Bu açıklamayı ed-Dahhak ve er-Ra-bî' b. Enes
yapmıştır.
Bir başka açıklamaya
göre buradaki "yemin (sağ)"den kasıt, onun: "vallahi... ben bu
putlarınıza mutlaka bir tuzak kuracağım" (el-Enbiya, 21/57) diye yaptığı
yemindir.
el-Ferra ve Sa'leb
şöyle demişlerdir: Bundan kasıt, putlara güçlü bir darbe indirdiğidir. Yemin
(sağ), güç demektir.
Bunun "adalet
ile" anlamına geldiği de söylenmiştir. Burada yemin adalet demektir. Yüce
Allah'ın: "Eğer bazı sözleri uydurup Bize isnad etseydi, Biz onu elbette
sağımızla alıverirdik" (el-Hakka, 69/44-45) buyruğunda da "yemin
(sağ)" adalet ile... (ondan intikam alırdık), anlamındadır. Bu bakımdan
adalet için "yemin (sağ)", zulüm için ise "şimal (sol)"
kullanılır. Nitekim düşman ve masiyetler sözkonusu edildiğinde
"şimal"in, itaat sözkonusu
edildiğinde
ise "yemin"in kullanıldığı görülmektedir. Bundan dolayı da:
"Gerçekten siz bize sağdan gelirdiniz" (es-Saffat, 37/28) diye
buyurulmak-tadır ki, itaat cihetinden gelirdiniz, demektir.
Yemin müslümanın
adaletli tarafıdır, şimal ise zulüm tarafıdır. Nitekim mü'min antlaşma (misak)
gününde sağı ile yüce Allah'a bey'at edip söz vermiştir. O halde bey'at yemin
ile yapılmıştır. İşte yarın mü'mine kitabının (amel defterinin) yemininden
(sağından) verileceğinin sebebi budur. Çünkü o yaptığı bey'ate bağlı kalmıştır.
Bey atini bozan ve yüce Allah'ın boyunduruğundan kaçıp kurtulan kimseye ise
kitabı sol tarafından verilecektir. Çünkü zulüm o taraftadır. Buna göre
"sonra onlara sağ eli ile gizlice vurdu" buyruğu misak gününde yüce
Allah'a bey'at etmiş olduğu o adaletin gereği olarak bunu yaptı ve bu dünyada
vermiş olduğu bu sözü yerine getirmiş oldu, demektir. Bunun sonucunda da o putları
kırıp döktü. Adeta un ufak etti. İşte burada onun sağ eliyle vurması kuvvetle
vurması anlamında değildir. Bu açıklamayı et-Tirmizî el-Hakim yapmıştır.
"Hızlıcaona
geldiler." Hamza: "Hızlıca geldiler" buyruğunu "ye"
harfi ötreli olarak: diye okumuştur. Diğerleri ise "ye" harfini üstün
ile okumuşlardır. Hızlıca geldiler, demektir. Bu açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır.
Katade ve es-Süddî:
Yürüyerek geldiler, diye açıklamışlardır. Anlamın hep birlikte, ağır ağır ve
herhangi bir kimsenin putlarına bir zarar vermeyeceğinden yana emin olarak
geldiler, demek olduğu da söylenmiştir. Onlar yürümek ile koşmak arasında bir
yürüyüşle geldiler, diye de açıklanmıştır. Deve kuşunun koşmaya başlaması (ve
bunun için kanatları açması)" tabiri de buradan gelmektedir. ed-Dahhak:
Koşarak geldiler derken, Yahya b. Sellam kızgınlıklarından titreyerek geldiler
anlamına geldiğini nak-letmiştir. Böbürlenerek geldiler, diye de açıklanmıştır
ki bu açıklamayı da Mü-cahid yapmıştır. Gelinin kocasının evine zifaf için götürülmesi"
tabiri de buradan alınmıştır. el-Ferezdak da şöyle demektedir:
"Aşılayıcı erkek
develer dişilerinden önce koşarak geldi, Arkasından ise onlar (dişi develer)
geldiler. Onlar da (aşırı soğuğun
etkisinden)
koşuyorlardı."
şeklinde ötreli
okuyanların okuyuşu, başkalarını koşmak durumunda bırakıyorlardı, anlamına
gelir. Buna göre meful hazfedilmiş olur. el-Esmaî dedi ki: "Develeri
koşmak zorunda bıraktım" demektir.
Bunların iki ayn söyleyiş
olduğu, bu bakımdan: "O erkekler topluluğu koştular" denildiği gibi;
"Gelini zifafa gönderdim" söyleyişleri hep aynı anlamdadır. "Gelinin
zifafa girdiği yer" anlamındadır. Bu açıklama el-Halil'den
nakledilmiştir.
en-Nehhas dedi ki:
"Ye" harfinin ötreli olarak okunuşu ile ilgili olarak Ebu Hatim bu
söyleyişi bilmediğini iddia etmiştir. Ancak aralarında el-Ferra'nın bulunduğu
ilim adamlarından bir topluluk, bunu bilmişlerdi. el-Ferra bunu Araplarıa:
"Adamı uzaklaşmak zorunda bıraktım" tabirlerine benzetmiştir,
"Onu bir kenara uzaklaştırdım" demek olur. el-Ferra ve başkaları şu beyiti
zikrederler:
"Husayn kendi
kavminin başına geçmeyi temenni etti, Fakat Husayn zelil edildi ve
kahredildi."
Yani bu hale
düşürüldü, işte "Sonunda bu şekilde koşacak noktaya vardılar"
anlamına gelir. Muhammed b. Yezid dedi ki: "Süratlice koşmak" demektir.
Ebu İshak ise, bu deve kuşunun koşmaya ilk başlaması hali demektir, der. Ebu
Hatim de şöyle demiştir: el-Kisaî birtakım kimselerin "fe" harfini
şeddesiz olarak: diye, fiilinden: "Tarttı, tartar" gibi okuduklarını
da iddia etmiştir.
en-Nehhas da şöyle
demektedir: Bu Ebu Hatim'in naklettiğidir. Ebu Hatim ise el-Kisaî'den herhangi
bir şey işitmiş değildir. el-Kisaî'den rivayet eden el-Ferra ise el-Kisaî'nin
bu kelimeyi "fe" harfi şeddesiz olarak: şeklinde bilmediğini rivayet
etmektedir. el-Ferra dedi ki: Ben de bunu bu şekliyle bilmiyorum. Ebu İshak
dedi ki: Ancak onlardan başkaları bunu bilmiş bulunuyor. Çünkü: "Hızlandı,
hızlanır" denilir. en-Nehhas dedi ki: Bununla birlikte biz (bu kelimeyi):
diye (şeddesiz) okuyan kimse olduğunu da bilmiyoruz.
Derim ki:
el-Mehdevî'nin naklettiğine göre bu Abdullah b. Yezid'in kıraatidir.
ez-Zemahşerî
"Hızlıca ona doğru itildiler" şeklinde meçhul bir fiil olarak ve:
şekli, "Deveye (hızlı yürümesi için) türkü çağırdı" fiilinden gelen
bir fiil olarak da (okunmuştur). Sanki ona doğru hızlıca gidişleri dolayısıyla
biri diğerini itiyormuş gibi (ona doğru gittiler) demek olur.
es-Sa'lebî, el-Hasen,
Mücahid ve İbn es-Semeyka'dan: "Deve kuşunun yürümek ile uçmak arası
koşması"nı anlatan: den gelen ve "ra" harfi ile bir fiil olarak
okuduklarını zikretmektedir.
"Siz elinizle
yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?" dedi. Buyruğunda hazfedilmiş
lafızlar vardır. Yani onlar: Bizim ilâhlarımıza bu işi kim yaptı dediler. O da
onlara karşı delil getirerek: "Siz elinizle yonttuğunuz şeylere mi
tapıyorsunuz" dedi. Yani ellerinizle yonttuğunuz, düzelttiğiniz birtakım
putlara mı ibadet ediyorsunuz?
"Yontmak,
düzeltmek ve fazlalıklarını almak, törpülemek" demektir. "Onu
yonttu, yontar" demektir. ise "yontma neticesinde çıkan artıklar"a
denilir. da kendisi ile yontulan alet, yontma aleti demektir.
"Halbuki sizi de,
yapıp ettiklerinizi de Allah yaratmıştır" buyruğunda-ki nasb konumundadır.
Yani yüce Allah sizin yapıp ettiğiniz bu putları da yaratmıştır. İster ağaç,
ister taş, ister başka şeylerden olsun. Yüce Allah'ın şu buyruğuna
benzemektedir: "Hayır, sizin Rabbiniz göklerle yerin Rabbi ve onları
yoktan var edendir." (el-Enbiya,
Buradaki 'ın istifham
(soru) edatı anlamında olduğu da söylenmiştir[35]
Onların yaptıklarını
küçümsemektir, tahkir etmek anlamına gelir. Bu edatın nefy edatı olduğu da
söylenmiştir. Yani bunu yapan sizler değilsiniz, onu yaratan Allah'tır.
Ancak en güzeli bu
edatın fiil ile birlikte mastar olmasıdır. İfadenin takdiri de şöyle olur:
Halbuki Allah sizi de, sizin amelinizi de yaratmıştır. Ehl-i sünnetin mezhebi
de budur. Onlara göre Allah fiillerin halikidir, kullar da o fiilleri
kesbedenler (kazananlar)dır. Bu buyruk ile Kaderiye ve Cebri-ye'nin görüşleri
iptal edilmekte, çürütülmektedir. Rivayete göre de Ebu Hu-reyre, Peygamber
(sav)'ın şöyle buyurduğunu bildirmektedir: "Şüphesiz Allah her bir saniî
(yapıcıyı) ve sanatını (onun yaptığını) yaratandır." Bunu es-Salebî
zikretmiş olduğu gibi, Beyhakî de bunu Huzeyfe'den gelen bir hadis olarak
rivayet etmiştir. Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Şüphesiz aziz ve celil
olan Allah herbir saniî ve onun sanatını yaratmıştır. "[36] O
halde halik de O'dur, sanî'de odur. O her türlü eksiklikten münezzehtir. Biz bu
iki ismi "el-Kita-bu'l-Esna fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsna" adlı eserimizde
açıkladık.
[37]
97. Dediler
ki: "Onun için bir bina yapın, sonra da onu alevli ateşin içine
atın."
98. Ona
kötülük yapmak istediler. Biz de onları en aşağılıklar kıldık.
"Dediler ki: Onun
için bir bina yapın" yani daha önce el-Enbiya Sûre-si'nde (21/68-69)
açıklandığı üzere getirdiği delillerle onları yenik düşürünce, ona ne
yapacakları hususunda birbirleriyle danıştılar ve: "Onun için bir bina
yapın" dediler. Orayı odunla doldurun ve ateşe verin, sonra da onu bu
ateşin içine atın. İşte (buyrukta sözü edilen): "Alevli ateş: cahim"
budur.
İbn Abbas dedi ki:
Onlar yukarı doğru uzunluğu otuz arşın olan taştan bir duvar inşa ettiler. Onu
ateşle doldurdular, İbrahim'i de içine attılar.
Abdullah b. Amr b.
el-As dedi ki: İbrahim (a.s) o ateşin yandığı yapıya atılınca:
"Hasbiyallahu ve ni'me'l-vekil: Bana Allah yeter, O ne güzel
vekildir" dedi.
"el-Cahim: Alevli
ateş" lafzındaki elif ve lam zamire delalet etmektedir ki "onun
alevli ateşine..." demektir ki, bu da o binanın içindeki alevli ateş anlamındadır.
Taberî'nin
naklettiğine göre bunu söyleyen kişinin adı Heyzen olup Fa-risîlerin,
bedevilerinden olan bir adamdır. Onların göçebeleri Türklerdir. Şu hadiste
kendisinden sözedilen kişi odur: "Bir adam giyindiği elbisesi ile böbürlenerek
yürüyor iken yerin dibine geçirildi. Kıyamet gününe kadar yerin dibine geçirilmeye
devam edecektir. "[38]
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Ona"
İbrahim'e "kötülük" anlamındaki "el-keyd" hile ve tuzak
demektir. Yani onu helak etmek için hileye başvurmak "istediler. Biz de
onları en aşağılar kıldık." Kahredilmişler, yenilgiye uğrayanlar kıldık.
Çünkü onların bertaraf etme imkanını bulamadıkları bir şekilde delili ortaya
çıkmış oldu. Onların hile ve tuzakları, onun doğruluğunun delilini hiçbir
şekilde çürütemedi, etkileyemedi.
[39]
99. Dedi ki:
Ben Rabbime gidiciyim. Pek yakında beni doğru yola iletecektir.
100.
"Rabbim, bana salihlerden bağışla!"
101. Biz de
ona itaatkâr bir oğul müjdesini verdik.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
[40]
Bu âyet-i kerime
hicret ve uzlete çekilmek hususunda asli bir dayanaktır. Bu işi ilk yapan kişi
İbrahim (a.s)'dır. Bu da yüce Allah'ın onu ateşten kurtarması sırasında
olmuştur.
"Dedi ki: Ben
Rabbime gidiciyim." Yani kavmimin ve doğum yerim olan yerden Rabbime
ibadet etme imkanı bulacağım yere hicret edeceğim. Çünkü niyet ettiğim bu
hususta "pek yakında beni doğru yola iletecektir."
Mukatil dedi ki:
İnsanlar arasında Lut ve Sara ile birlikte Arz-ı Mukaddes'e -ki Şam
topraklarıdır- ilk hicret eden kişi odur.
Ben amelim ve
ibadetimle, kalbim ve niyetimle gidiyorum, diye de açıklanmıştır. Buna göre
onun gitmesi beden ile değil, amel iledir. Buna dair açıklamalar yeterli
şekliyle el-Kehf Sûresi'nde (18/10. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Birinci görüşe göre
ise Şam topraklarına ve Beytu'l-Makdis'e hicret etmek suretiyle (Rabbime
gidiciyim) demek olur.
Şöyle de
açıklanmıştır: O önce Harran'a doğru gitti ve orada bir süre kaldı.
Bir başka görüşe göre:
O bu sözleri kavmi arasından kendisinden ayrılan kimselere söylemiştir. O
takdirde bu ifade onlar için bir azar olur. Bir diğer görüşe göre o, bu sözleri
ailesi halkından kendisiyle birlikte hicret eden kimselere söylemiştir. O
zaman bu ifadeler onun tarafından yapılmış bir teşvik olur.
Bir görüşe göre de o
bu sözlerini ateşe atılmadan önce söylemişti. Bu görüşe göre bu hususta iki
türlü açıklama sözkonusudur: Birincisine göre ben
Rabbimin benim hakkımdaki takdirine gidiyorum, demektir. İkincisine göre
ise ben nasıl olsa öleceğim. Nitekim ölen kimseye: Yüce Allah'a gitti, denilmesi
buna benzer. Çünkü o ateşe atılmak suretiyle öleceğini düşünmüştü. Çünkü içine
atılan şeyleri yiyip bitirmek ateşin alışılagelmiş bir halidir. Nihayet ona:
"Serin ve selamet ol." (el-Enbiya, 21/69) denildi, işte o vakit İbrahim
de ateşten kurtulmuş oldu.
Bu görüşe göre yüce
Allah'ın: "Pek yakında beni doğru yola iletecektir"
buyruğu iki türlü
te'vil edilir. Birincisine göre "pek yakında beni doğru yola" yani o
ateşten kurtuluş yoluna "iletecektir" demek olur. İkinci görüşe göre
ise cennete (iletecektir) demektir. Peygamber (sav)'a yetişen kimselerden
birisi olan Süleyman b. Surad dedi ki: Kavmi İbrahim (a.s)'ı ateşe atmak istediklerinde
odun toplamaya başladılar. Yaşlı bir kadın sırtı üzerinde odun taşıyıp: Ben
bunu şu ilâhlarımızdan sözeden kimse için götürüyorum, diyordu. İbrahim (a.s)
ateşe atılmak istenince o da: "Ben Rabbime gidiciyim dedi." Ateşe
atılınca da: "Hasbiyallahu ve ni'me'l-vekil: Bana Allah yeter, O ne güzel
vekildir" dedi. Bunun üzerine yüce Allah da: "Ey ateş! İbrahim'e karşı
serin ve selamet ol" (el-Enbiya, 21/69) diye buyurdu. Bunun üzerine Lut'un
babası -ki İbrahim'in amcası olur, Lut amcası oğlu idi- şöyle dedi: Ateşin onu
yakmayışının sebebi, onun bana olan akrabalığıdır. Bunun üzerine yüce Allah
ateşten bir parça gönderip onu yaktı.
[41]
"Rabbim, bana
salihlerden bağışla!" Yüce Allah ona kendisini kurtaracağını bildirince o
da gurbette teselli bulacağı bir evlat ile kendisine destek göndermesi için
Allah'a dua etti. Bu husustaki açıklamalar daha önce Al-i İm-ran Sûresi'nde
(3/37-38. âyetler, 3- başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.
İfadede hazfedilmiş
sözler vardır. Rabbim bana salihler arasından salih bir evlat bağışla demektir.
Bu gibi hazfler pek çoktur.
Yüce Allah da:
"Biz de ona itaatkâr bir oğul müjdesini verdik" diye buyurmaktadır.
Yani bu evlat yaşını, başını alacağı sırada halim (itaatkâr) olacaktır. Bu
evladın uzun süre hayatta kalacağı müjdesi verilmiş gibidir. Çünkü küçük çocuk
şu şekilde nitelendirilmez. Bu müjde de daha önce Hud Sûresi'nde (11/69-
âyetin tefsirinde) geçtiği üzere melekler vasıtasıyla verilmişti. Yine bu
husus ileride ez-Zariyat Sûresi'nde (51/24-28. âyetlerin tefsirinde) de
gelecektir.
[42]
102. Ne
zaman ki o, babasının yanısıra yürümeye başlayınca dedi ki: "Oğulcağızım!
Gerçekten ben rüyamda seni boğazladığımı görüyorum. Bak, artık sen ne
düşünürsün?" "Babacığım! Emrolun-duğun şeyi yap! İnşaallah beni
sabredenlerden bulacaksın."
103. Böylece
ikisi de teslim olup onu alnı üzere yıkınca:
104. Biz
ona: "Ey İbrahim" diye seslendik.
105.
"Rüyanı gerçekleştirdin. Muhakkak Biz ihsan edicileri böyle
mükâfatlandırırız."
106.
Muhakkak bu apaçık bir imtihandı.
107. Biz de
ona büyük bir kurbanlıkla fidye verdik.
108. Sonra
gelenler arasında ona (güzel bir övgü) bıraktık.
109.
İbrahim'e selam olsun.
110. İhsan
edicileri böyle mükâfatlandırırız.
111.
Muhakkak o, iman eden kullarımızdandı.
112. Ve ona
salihlerden bir peygamber olmak üzere İshak'ı müjdeledik.
113. Onu ve
İshak'ı mübarek kıldık. O ikisinin soyundan da ihsan edici de vardır, nefsine
apaçık zulmedici de vardır.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı onyedi başlık halinde sunacağız:
[43]
"Ne zaman ki o,
babasının yanısıra yürümeye başlayınca" yani biz ona oğlunu bağışladık. Bu
oğul babası ile birlikte dünya işlerinde çalışıp ça-balamaya, işlerinde ona
yardımcı olmaya başlayınca "dedi ki: Oğulcağı-zım! Gerçekten ben rüyamda
seni boğazladığımı görüyorum."
Mücahid dedi ki:
"Ne zaman ki o babasının yanı sıra yürümeye başlayınca" buyruğu genç
bir delikanlı olup yürümesi İbrahim'in yürümesine yetişince, demektir.
el-Ferra dedi ki: O gün onüç yaşında idi. İbn Abbas bundan kasıt buluğdur,
Katade ise, babası ile birlikte yürüyünce, diye açıklamıştır.
el-Hasen ve Mukatil:
Bu kendisi sebebiyle kişiye karşı delilin ortaya ko-nulabildiği aklın çabası
demektir. İbn Zeyd: Bu ibadette çalışıp çabalamak anlamındadır. İbn Abbas da:
Namaz kılıp oruç tutmaya başlayınca demektir, diye açıklamıştır. Nitekim yüce
Allah: "Ve bunun için gereği gibi çalışırsa" (el-İsra, 17/19)
buyruğunu görmüyor muyuz?[44]
İlim adamları
boğazlanması emrolunan oğlun hangisi olduğu hususunda farklı görüşlere
sahiptirler. Çoğunluğu boğazlanması emrolunan İshak'tır demişlerdir. Bu
kanaati belirtenler arasında el-Abbas b. Abdu'l-Muttalib ile onun oğlu Abdullah
da vardır. Abdullah (b. Abbas)'dan gelen sahih rivayet de budur.
es-Sevrî ve İbn
Cüreyc, İbn Abbas'ın sözü olarak: Boğazlanması emrolunan İshak'tır, dediğini
rivayet etmektedirler. Abdullah b. Mesud'dan sahih olarak gelen rivayet de
böyledir. Buna göre bir adam ona: Ey şerefli yaşlı, başlı adamların oğlu diye
hitab etmiş. Bunun üzerine Abdullah ona şöyle demiş: O dediğin şahıs Allah'ın
dostu İbrahim'in oğlu, Zebihullah (Allah'ın boğazlanmasını emrettiği) İshak'ın
oğlu, Yakub'un oğlu Yusuf'tur.
Hammad b. Zeyd de
Rasûlullah (sav)'a ait söz olmak üzere şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Şüphesiz ki kerim oğlu, kerim oğlu, kerim şahıs, İbrahim (a.s)'ın oğlu,
İshak'ın oğlu, Yakub'un oğlu Yusuf'tur."[45]
Ebu'z-Zubeyr de
Cabir'den: Boğazlanması emrolunan kişi İshak'tır, dediğini rivayet etmektedir.
Aynı zamanda bu Ali b. Ebi Talib (r.a)'dan da rivayet edilmiştir. Abdullah b.
Ömer'den de boğazlanması emredilen kişi İshak'tır, dediği rivayet edilmiştir.
Ömer (r.a)'ın görüşü de budur. İşte ashab-ı kiramdan
yedi kişinin bu kanaatte olduğunu görüyoruz.
Tabiînden ve tabiîn
olmayanlardan bu görüşü savunan kimseler arasında Alkame, eş-Şa'bî, Mücahid,
Said b. Cübeyr, Ka'b b. el-Ahbar, Katade, Mes-ruk, İkrime, Kasım b. Ebi Bezze,
Ata, Mukatil, Abdu'r-Rahman b. Sa'bat, ez-Zürrî, es-Süddî, Abdullah b.
Ebi'l-Huzeyl ve Malik b. Enes de vardır ve bunların hepsi de: Boğazlanması
emredilen kişi İshak'tır demişlerdir.
İki kitab ehli olan
yahudilerle hristiyanlar da bu kanaattedirler. Aralarında eri-Nehhas,
et-Taberî ve başkalarının da bulunduğu pek çok kimse de bu görüşü tercih
etmişlerdir.
Said b. Cübeyr dedi
ki: İbrahim'e rüyasında İshak'ı boğazlaması gösterildi. Tek bir sabah vaktinde
bir aylık mesafeyi onunla birlikte katetti ve sonunda Mina'da kurban kesim
yerine kadar geldi. Yüce Allah onu boğazlanmaktan kurtarıp bunun yerine koçu
kurban etmesi emredilince ve koçu kurban ettikten sonra yine bir aylık mesafeyi
onunla birlikte geri döndü, dağlar ve vadiler onun önünde katlanıp dürüldü.
Bu görüş Peygamber
(sav)'dan, ashab-ı kiramdan ve tabiînden gelen nakiller arasında kuvvetli olan
görüştür.[46]
Başkaları da
boğazlanması emredilen kişinin İsmail olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşte
olanlar arasında Ebu Hureyre, Ebu't-Tufeyl ve Amir b. Vasile de vardır. Yine
bu görüş İbn Ömer ve İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir. Tabiînden de Said b.
el-Müseyyeb, eş-Şa'bî, Yusuf b. Mihran, Mücahid, er-Rabî' b. Enes, Muhammed b.
Ka'b el-Kurazî, el-Kelbî ve Alkame'den de rivayet edilmiştir. Ebu Said
ed-Darir'e boğazlanması emredilenin kim olduğuna dair soru sorulunca, o da şu
beyitleri okuyarak cevap vermişti:
"Hidayet
olunasıca bil ki: Boğazlanması istenen kişi İsmail'dir.
Kitab ve indirilen
vahiy bunu böyle belirtmiştir.
Bu, yüce Rabbimizin
peygamberimize özellikle verdiği bir şereftir.
Tefsir de te'vil de
bunu böyle göstermiştir.
Eğer onun ümmeti isen
sen ona ait bir şerefi de
İnkâr etme ve ona
özellikle verilen bu üstünlüğü de."
el-Esmaî'den de şöyle
dediği nakledilmektedir: Ben Ebu Amr b. el-Ala'ya boğazlanması emredilen kişi
hakkında sordum da şöyle dedi: Ey Esmaî! Aklın başında değil mi? İshak
Mekke'ye ne zaman geldi? Mekke'de olan İsmail'di. Babası ile birlikte Beyt'i
inşa eden de odur. Kurban kesim yeri de Mekke'dedir.
Peygamber (sav)'dan:
"boğazlanması emredilen kişinin İsmail olduğu" belirttiği de rivayet
edilmiştir.[47]
Ancak birinci görüş
Peygamber (sav)'dan, ashab-ı kiramdan ve tabiînden daha çoğunlukla rivayet
edilmiş bir görüştür. Bu görüşün sahipleri yüce Allah'ın İbrahim (a.s)'dan
kavminden ayrılıp hanımı Sara ile kardeşinin oğlu Lut ile birlikte Şam
taraflarına hicret ettiğini haber vermiş olmasını delil gösterirler. Yüce
Allah bu husustan: "Ben Rabbime gidiciyim, pek yakında beni doğru yola
iletecektir" diye söz etmekte; Rabbine: "Rabbim bana salih-lerden
bağışla" diye dua ettikten sonra yüce Allah'ın şöyle buyurduğunu görüyoruz:
"İbrahim onları ve onların Allah'tan başka taptıklarını terkedin-ce, Biz
ona İshak'ı ve Yakub'u bağışladık." (Meryem, 19/49) Ayrıca yüce Allah:
"Biz de ona büyük bir kurbanlıkla fidye verdik" (es-Saffat, 37/107)
diye buyurmakta ve İbrahim (a.s)'a doğacağı müjdesi verilen "itaatkar bir
oğlun" fidyesinin verilmiş olduğunu sözkonusu etmektedir. O vakit ona müjdesi
verilen oğlu ise İshak idi. Çünkü yüce Allah: "Ve ona... İshak'ı müjdeledik"(es-Saffat,
37/112) diye buyurmuş, burada da: "Biz de ona itaatkâr bir oğul müjdesini
verdik" diye buyurmuştur. Bu müjdeleme ise Hacer ile evlenmesinden ve ondan
İsmail adındaki oğlunun doğmasından önce gerçekleşmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de
İshak'ın dışında bir oğlunun olacağı müjdesinden sözedilmemektedir.
Boğazlanması
emrolunanın İsmail (a.s) olduğunu kabul edenler de şunu delil göstermişlerdir:
Yüce Allah şu buyruğunda İshak'ı değil de İsmail (a.s)'ı sabır ile
nitelendirmiştir: "İsmail, İdris ve Zülkifl'i de (an). Onların her-biri
sabredenlerdendi." (el-Enbiya, 21/85) Onun sabrı ise boğazlanmaya karşı
gösterdiği metanetti. "Kitabta İsmail'i de an. O sözünde durandı."
(Meryem, 19/54) buyruğunda da sözünde doğrulukla durmak ile nitelendirmektedir.
Çünkü o babasına boğazlanmaya karşı sabredip direneceğini söz vermiş ve bu
sözünü yerine getirmişti. Diğer taraftan yüce Allah daha sonra: "Ve ona
salihlerden bir peygamber olmak üzere İshak'ı müjdeledik" (es-Saffat,
37/112) diye buyurmaktadır. İbrahim'e oğlunun peygamber olacağını vaadet-miş
olmakla birlikte, oğlunu (İshak'ı) boğazlamasını nasıl emredebilir? Aynı
şekilde yüce Allah: "Biz de ona İshak'ı ve İshak'ın ardından Yakub'u
müjdeledik." (Hud, 11/71) diye buyurmaktadır. Peki Yakub'un doğacağına dair
müjdeyi gerçekleştirmeden önce ona İshak'ı boğazlaması emri nasıl verilebilir?
Aynı şekilde
haberlerde varid olduğu üzere koçun boynuzları Kabe'de asılı bulunuyordu. İşte
bu da boğazlanması emredilenin İsmail (a.s) olduğunun delilidir. Eğer
boğazlanması emredilen İshak (a.s) olsaydı, boğazlamanın Bey-ti'1-Makdis'te
gerçekleşmesi gerekirdi.
Ancak bütün bu
delillendirmeler kesin değildir. Bu görüşün sahiplerinin: "Babasına
oğlunun peygamber olacağını vaadetmekle birlikte, oğlunu kesmesini nasıl
emredebilir?" sorusunu şöyle cevablandırmak mümkündür: Burada anlam: Onun
başından geçen olaylar olup bittikten sonra ona peygamber olacağı müjdesini
verdik, anlamında olabilir. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır, ileride de
gelecektir.
İshak'ın oğlu Yakub
dünyaya geldikten sonra İbrahim (a.s)'a İshak'ı boğazlama emri verilmiş
olabilir. Şöyle de denilebilir: Kur'ân-ı Kerîm'de Yakub'un İshakın oğlu olarak
dünyaya geleceği varid olmamıştır. (Yalnızca onun soyundan geleceğine işaret
edilmiştir, demek isteniyor).
Eğer boğazlanması
emredilen İshak olsaydı, boğazlama işinin Beytu'1-Mak-dis'te olması gerekirdi,
şeklindeki görüşün cevabı da daha önceden geçtiği üzere Said b. Cübeyr'in
yaptığı açıklamadır.
ez-Zeccac da şöyle
demiştir: Hangisinin boğazlanmasının emredilmiş olduğunu en iyi bilen
Allah'tır. Bu da bu husustaki üçüncü bir görüştür.
[48]
"Dedi ki:
Oğulcağızım! Gerçekten ben rüyamda seni boğazladığımı görüyorum. Bak, artık sen
ne düşünürsün" buyruğu ile ilgili olarak Muka-til şöyle demektedir:
İbrahim (a.s) bunu ardı arkasına üç gece gördü.
Muhammed b. Ka'b dedi
ki: Rasûllere yüce Allah'tan vahiy uyanıkken de uykuda iken de gelirdi. Çünkü
peygamberlerin kalbleri uyumaz. Bu gerçek aynı zamanda Peygamber (sav)'a kadar
ulaştırılan merfu haberde de sabit olmuştur. Peygamber (sav) şöyle
buyurmuştur: "Biz peygamberler topluluğunun gözleri uyur, kalblerimiz
uyumaz."[49]
İbn Abbas da:
Peygamberlerin rüyası vahiydir demiş ve bu âyet-i kerimeyi delil göstermiştir.
es-Süddî dedi ki:
İbrahim (a.s)'a İshak doğmadan önce doğacağı müjdesi verilince, o da: O halde
ben onu Allah için kurban edeceğim demişti. Rüyasında ona: Sen bir adakta
bulunmuştun. Haydi adağını yerine getir, denildi.
Yine denildiğine göre;
İbrahim (a.s) terviye (zülhicce'nin sekizinci) gecesinde birisinin ona: Allah
sana oğlunu boğazlamanı emrediyor, dediğini görmüştü. Sabah olunca kendi
kendisine düşünmeye başladı. Acaba bu rüya Allah'tan mıdır? şeytandan mıdır?
diye. İşte bu şekildeki düşünmesi (ter-viyesi) dolayısı ile bugüne terviye günü
adı verilmiştir. Ertesi gece aynı şekilde rüya gördü ve ona: Verdiğin sözü
yerine getir, denildi. Sabah olunca bu gördüğü rüyanın Allah'tan olduğunu bildi
(arefe). O bakımdan bu güne "arefe günü" adı verildi. Üçüncü gece
yine öyle bir rüya gördü, bu sefer artık onu boğazlama (nahr) kararını verdi.
Bundan dolayı bu güne "yevmu'n-nahr" adı verildi.
Yine rivayet
edildiğine göre oğlunu boğazlamaya başlayınca, Cebrail (a.s): "Allahuekber
Allahuekber" dedi. Bu sefer boğazlanması istenen oğlu: "La ilahe
illallah vallahu ekber" dedi. İbrahim (a.s) da bunun üzerine: "Allahuekber
velhamdulillah" dedi. O bakımdan bu (şekilde tekbir getirmek) bir sünnet
olarak kaldı.
İnsanlar bu işin
gerçekleşmesi hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bu da bir sonraki
başlığın konusudur.
[50]
Ehl-i sünnet der ki:
Boğazlamanın kendisi gerçekleşmiş değildir. Bizatihi boğazlama gerçekleşmeden
önce boğazlama emri verilmiştir, o kadar. Çünkü boğazlama gerçekleşmiş
olsaydı, bunun ortadan kaldırılması düşünülemezdi. O bakımdan bu, emri fiilen
uygulamadan önce verilen emrin neshe-dilmesi kabilinden bir işti. Çünkü
boğazlama emrinin yerine getirilmesi tamamlanmış olsaydı, o vakit fidye olarak
gönderilen kurbanlıkla fidye gerçekleşmezdi.
Yüce Allah'ın:
"Rüyanı gerçekleştirdin." buyruğu da bizim sana emrettiğimiz,
dikkatini çektiğimiz hususu gerçekleştirdin ve senin için mümkün olan işleri
yaptın, sonra da Biz seni bu işten alıkoyunca, sen de bu işi yapmadın,
demektir. Bu hususta yapılmış en doğru açıklama budur.
Bir kesim de şöyle
demiştir: Bu neshin herhangi bir şekilde sözkonusu olduğu bir iş değildir.
Çünkü bir şeyi zebhetmek (kesmek, boğazlamak) o şeyi koparmak demektir. Buna
Mücahid'in şu açıklamasını delil göstermişlerdir: İshak, İbrahim'e: Bana
bakma, o zaman bana acırsın. Bunun yerine beni yüzüstü yere yatır, dedi. Bunun
üzerine İbrahim bıçağı aldı ve onu boğazı üzerinden geçirirken bıçak ters
döndü. Oğlu babasına: Ne oluyorsun? deyince, babası: Bıçak ters döndü, dedi.
Bu sefer oğlu: Sen o bıçağı bana sapla, dedi.
Kimi ilim adamı da
şöyle demiştir: İbrahim bir parça kestikçe o kestiği yer hemen birbirine
yapışıp kaynıyordu. Bir başka kesim de şöyle demiştir: O boğazının bakır
olduğunu veya bakırla kaplanmış olduğunu gördü. Kesmek istedikçe bu işinin engellendiğini
görüyordu.
Bütün bunlar kudret-i
ilâhiyye açısından mümkün olmakla birlikte bu hususta sahih nakle ihtiyaç
vardır. Çünkü bu gibi işler aklî düşünme yolu ile idrak edilemezler. Bunları
bilmenin yolu haberdir. Şayet bunlar olmuş olsaydı, elbette yüce Allah,
İbrahim ve İsmail'in -Allah'ın salat ve selamı ikisine de olsun- rütbesini
ta'zim için mutlaka bize açıklardı. Bu gibi hususların açıklanması kurbanlık
ile fidye edilmiş olmasının açıklamasından da daha anlamlı olurdu.
Kimileri de şöyle demiştir:
İbrahim e şahdamarlarının kesilmesi ve kanın akıtılması demek olan gerçek
anlamı ile boğazlama emri verilmemişti. O rüyasında onu boğazlamak üzere
yatırdığını görmüştü. Bunu gerçek anlamda boğazlamakla emrolunduğunu
zannetmişti. Yere yatırması emrini gerçekleş-tirince, ona: "Rüyanı
gerçekleştirdin" denildi.
Ancak bütün bunlar
buyruklardan anlaşılan anlamın dışındadır. Hiçbir zaman Halil'in ve
boğazlanması emrolunan oğlunun bu emirden gerçek maksadın ne olduğunu
anlamayıp bir takım zanlara kapılmaları düşünülemez. Aynı şekilde eğer bütün
bunlar doğru olsaydı, ayrıca kurbanlık ile fidyesinin verilmesine gerek
olmazdı.
[51]
"Bak, artık sen ne
düşünürsün?" buyruğundaki: "Sen ne görürsün (mealde: ne
düşünürsün)" lafzını Asım dışında diğer Kufeliler: şeklinde sen bana hangi
yolu gösterirsin diye "te" harfini ötreli, "ra" harfini de
esreli olarak; "Gösterdi, gösterir"den gelen bir fiil olarak okumuşlardır.
el-Ferra dedi ki: Yani
bir bak, görüşüne göre sabır mı edeceksin? Yoksa katlanamaz mısın? demektir.
ez-Zeccac dedi ki:
Bunu ondan başka kimse söylemiş değildir. İlim adamlarının söyledikleri: Sen
bana ne gösterirsin? (ne işaret edersin?) demektir. Nefsin sana nasıl bir
görüş gösterir, demek olur.
Ancak Ebu Ubeyd
"te" harfinin ötreli, "re" harfinin de esreli okunuşunu
kabul etmeyip şöyle demektedir: Bu, ancak gözle görmek hakkında kullanılır.
Ebu Hatim de böyle demiştir.
en-Nehhas şöyle
demektedir: Bu yanlıştır, çünkü bu hem gözle görmek, hem başka şekilde görmek
(görüş) hakkında kullanılır ve bu kullanım meşhurdur. Mesela: "Ben filana
doğruyu gösterdim, ona kendisi için doğru olanı gösterdim" denilir. Bu ise
gözle görmek türünden değildir.
Diğerleri ise: "Görürsün"
diye: “Gördün" fiilinin müzraii olarak okumuşlardır.
ed-Dahhak ve el-A'meş'den
meçhul olarak: "Sana gösterilir" diye okudukları rivayet edilmiştir.
Babası bu sözleri
oğluna Allah'ın emri hususunda onun kanaatini öğrenmek maksadı ile sormamıştı.
Allah'ın emrine karşı sabrını öğrenmek maksadı ile yahut oğlunun Allah'ın
emrine itaat ettiğini görmek suretiyle mutluluğu tatmak için danışmış idi. O
da "Dedi ki: Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap!" buyruğundaki: "
Emrolunduğun şey"; "Emrolunduğun şey ne ise" demek olup harf-i
cer ve zamir hazfedilmiştir. Şairin şu mısraında hazfedildiği gibi:
"Ben sana hayrı
emrettim, artık sen de kendisiyle emrolunduğun işi yap."
Burada şair fiile
bitişik olarak zamiri getirmiş, böylelikle bu: "Emrolunduğun o şeyi"
haline gelmiş, daha sonra da "he" zamiri hazfedilmiştir.[52] Bu
da yüce Allah'ın: "Seçtiği kullarına da selam olsun" (en-Neml, 27/59)
buyruğu gibidir ki; bu da önceden geçtiği gibi (bk. en-Neml, 27/59. âyetin
tefsiri) "(p-»LA-»i): Kendilerini seçtiği" takdirindedir.
ise ism-i mevsulü
anlamındadır.
"İnşaallah beni
sabredenlerden bulacaksın" buyruğu hakkında işaret yoluyla tefsir
yapanların kimisi şöyle demiştir: O inşaallah dediği için yüce Allah da ona
sabretme başarısını ihsan etti.
"Babacığım"
ile "oğulcağızım" tabirleri ile ilgili açıklamalar daha önceden
Yusuf Sûresi'nde (12/4. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde (bk. el-Ba-kara,
2/132. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
[53]
"Böylece ikisi de
teslim olup" Allah'ın emrine itaatle boyun eğip... demektir. İbn Mesud,
İbn Abbas ve Ali -Allah onlardan razı olsun-: "İşlerini Allah'a havale
ettiklerinde' diye okumuşlardır. İbn Abbas, teslimiyetlerini arzettiklerinde
diye. açıklamıştır. Katade dedi ki: Birisi kendi canını Allah'a teslim etti,
diğeri ise oğlunu.
"Onu alnı üzere
yıkınca" Katade dedi ki: Onu yere yıktı ve yüzünü kıbleye doğru çevirdi.
(Âyetin başında yer
alan): "..ınca" lafzının cevabı, Basralılara göre mahzuf olup
takdiri: "Böylece ikisi de teslim olup onu alnı üzere yıkınca" bir
koçu ona fidye olarak verdik, şeklindedir. Kufeliler ise cevabı: "O'na...
seslendik" anlamındaki buyruktur, derler.
"Ona
seslendik" anlamındaki buyruğun başına gelen "vav", fazladan
gelmiştir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Nihayet onu alıp
götürdükleri ve kuyunun dibine bırakmayı kararlaştırdıklarında ve Biz kendisine...
vahyettik." (Yusuf, 12/15) Burada "ve Biz vahyettik" buyruğu
("ve" olmaksızın): "vahyettik" demektir. "Her yüksekçe
tepeden hızlıca indiklerinde ve... yaklaştığında" (el-Enbiya, 21/96)
buyruğunda da "yaklaştığında" anlamındadır. "Nihayet oraya
gelip kapıları açılacağında ve... diyecek ki" (ez-Zümer, 39/73) buyruğu
da: "Onlara diyecek ki..." takdirindedir. Şair İmruu'1-Kays da şöyle
demektedir:
"Biz o kabilenin
bulunduğu yeri aşıp ve yöneldiğimizde..."
Burada
"yöneldik" takdirindedir "vav" fazladan gelmiştir. Yine
şair:
"Nihayet
karınlarınız gebe kalıp da, Oğullarınızın da gençleştiğini gördüğünüzde,
Ve çevirdiniz bize
kalkanın arka yüzünü,
Şüphesiz ki günahkâr
ve bayağı kimse, aldatan, hilebaz olandır."
Burada da şair
("ve"siz) "çevirdiniz" demek istemiştir.
en-Nehhas ise dedi ki:
"Vav" meanî harflerindendir. Onun fazladan ilave edilmesi caiz
değildir.
Haberde belirtildiğine
göre boğazlanması emredilen çocuğu babası İbrahim (a.s)'a kendisini boğazlamak
istediği sırada şöyle demişti: Babacığım, beni sıkı sıkıya bağla ki
çırpınmayayım. Elbiselerini topla ki, kanım üzerine sıçramasın; annem de onu
görüp üzülmesin. Boğazım üzerinden bıçağı çabuk geçir ki ölümüm kolay olsun.
Beni yüzüstü yık ki yüzüme bakarak bana acı-mayasın. Ben de bıçağı görüp
korkmayayım. Annemin yanına gittiğinde de ona selamımı söyle.
İbrahim (a.s) bıçağı
boynu üzerinde gezdirince, yüce Allah onun altına bir bakır parçası takdir
etti, bıçak hiçbir etki göstermedi. Sonra oğlunu alnı üzere yıktı, bıçağı
boynunun arka tarafından geçirdiği halde yine bıçak hiçbir şekilde kesmedi.
İşte yüce Allah'ın: "Onu alnı üzere yıkınca" buyruğu bunu
anlatmaktadır.
İbn Abbas da böyle
demiştir: Yani oğlunu yüzüstü yıkınca kendisine: "Ey İbrahim! Rüyanı
gerçekleştirdin" diye seslenildi. Dönüp baktığında bir koç gördü... bunu
el-Mehdevî zikretmiştir. Ancak daha önceden bunun sahih olmadığına işaret
edilmiş ve anlamın şu olduğu kaydedilmişti: O oğlunu kesmenin vücubuna inanıp
bu işi yapmak için hazırlanınca, baba kesmek için, öbürü de kesilen bir kişi
olarak yere yatınca, kesim yerine geçmek üzere onlara bir fidye verildi.
Burada bıçağın boğaz üzerinde gezdirilmesi diye bir şeyden söz edilmemektedir.
Buna göre -önceden de geçtiği gibi- emrin fiilen yerine getirilmesinden önce
neshin olabileceği düşünülebilmektedir.
el-Cevherî dedi ki:
"Onu alnı üzere yıkınca" buyruğu onu yıkınca, demektir. Nitekim
"(*4^jvS): Onu yüzüstü yıktı" demek de böyledir.
el-Herevî dedi ki: “İtmek
ve yıkmak" demektir. Ebu'd-Derda (r.a)'ın hadisindeki: "Ve seni yıkıldığın
yere terkettiler..."[54]
tabiri seni yıktılar, anlamındadır. Bir başka hadiste de: "Bize iri
hörgüçlü bir deve getirdi ve onu yıktı"[55]
denilmektedir. Burada da, o deveyi çöktürdü, demektir.
Bir başka hadis-i
şerifte: "Ben uykuda iken yeryüzü hazinelerinin anahtarları bana getirildi
ve elime bırakıldı"[56]denilmektedir.
İbnu'l-Enbarî dedi ki:
Bu da ellerime bırakıldılar, anlamındadır. Adamı yere yıkmayı anlatmak üzere:
"Adamı yıktım" denilir. İbnu'1-A'râ-bî dedi ki: (Bu hadisteki ifade):
O anahtarlar elime boşaltıldı, demektir. Çünkü: “Boşaltmak, dökmek"
anlamındadır. "Boşaltı boşaltır, döktü döker" denilir. "Düştü,
düşer" anlamındadır.
Derim ki: Müslim'in
Sahih'inde Sehl b. Sa'd es-Saidî'den rivayete göre Ra-sûlullah (sav)'a bir
içecek getirildi, o da ondan içti. Sağ tarafında genç bir çocuk, sol tarafında
da yaşlı kimseler vardı. Sağındaki çocuğa: "Bu adamlara içecek vermeme
izin verir misin?" dedi. Genç çocuk: Allah'a yemin ederim hayır, senden
bana düşen payımı başkasını kendime tercih ederek veremem, dedi. (Sehl b. Sa'd)
dedi ki: Bunun üzerine Rasûlullah (sav) o içeceği eline: boşalttı.[57]
İşarı açıklamalarda
bulunanlardan kimisi de şöyle demiştir: İbrahim, Allah'ı sevdiği iddiasında
bulundu. Sonra da oğluna sevgi ile baktı. Ancak İbrahim'in sevgilisi ortak
sevgiye razı olmadı. O bakımdan ona: Ey İbrahim! Benim rızam uğrunda oğlunu
boğazla, denildi. O da hemen emre uyarak bıçağı aldı, oğlunu yere yatırdı.
Sonra da: Allah'ım, senin rızan uğrunda bunu benden kabul buyur, dedi. Yüce
Allah kendisine: Ey İbrahim! Maksad oğlunu kesmen değildir, maksad senin
kalbini tekrar bize döndürmendir. Madem sen kalbini bütünüyle bize döndürdün,
biz de oğlunu sana geri çevirdik.
Ka'b ve başkaları
dediler ki: İbrahim rüyasında oğlunu boğazladığını görünce, şeytan şöyle dedi:
Allah'a yemin ederim, eğer ben bu olay sırasında İbrahim ve ailesini fitneye
düşürüp saptıramayacak olursam, artık ebediy-yen onlardan herhangi birisini
fitneye düşüremeyeceğim. Bunun üzerine şeytan onlara bir adam suretinde
göründü. Önce çocuğun annesine giderek: İbrahim'in oğlunu nereye götürdüğünü
biliyor musun? dedi. Annesi: Hayır deyince, onu boğazlamak üzere götürüyor,
dedi. Bu sefer annesi şöyle dedi: Asla, o oğluna bunu yapmayacak kadar
şefkatlidir. Bu sefer şeytan şöyle dedi: Rabbinin kendisine bunu emrettiğini
iddia ediyor. Annesi: Eğer bunu ona Rabbi emretmiş ise Rabbine itaat etmesi
güzel bir şeydir.
Arkasından oğluna
giderek: Babanın seni nereye götürdüğünü biliyor musun? dedi. Oğlu: Hayır
deyince, o seni boğazlamak üzere götürüyor, dedi. Oğlu peki niçin? diye sordu.
Şeytan: Rabbinin bunu kendisine emrettiğini söylüyor. Bunun üzerine oğlu: O
halde Allah'ın ona verdiği emri yerine getirsin. Allah'ın emrini ben de
dinliyor ve itaat ediyorum.
Sonra İbrahim'e
gelerek: Nereye gitmek istiyorsun? dedi. Allah'a yemin ederim ki, ben şeytanın
rüyanda sana görünerek oğlunu boğazlamanı emrettiğini zannediyorum. İbrahim
onu tanıdı ve: Ey Allah'ın düşmanı! Yanımdan defol, git. Hiç şüphesiz ben
Rabbimin emrini yerine getireceğim, dedi.
Böylelikle o lanetli
şeytan onlar hakkında istediğini gerçekleştiremedi.
İbn Abbas dedi ki:
İbrahim'e oğlunu boğazlama emri verilince, Akabe cemresi yanında şeytan ona
göründü. Ona yedi küçük taş attı ve sonra şeytan onu bırakıp gitti. Arkasından
Orta cemre yakınında ona göründü. Yine ona yedi küçük taş attı, o da gitti.
Daha sonra sonuncu cemre yakınında ona göründü, yine ona yedi küçük taş attı,
nihayet bırakıp gitti. Sonra da İbrahim yüce Allah'ın emrini yerine getirmeye
koyuldu.
Oğlunu boğazlamak
istediği yerin neresi olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Mekke'de
Makam-ı İbrahim'de söylendiği gibi Mina'da lanetli İblisi taşladığı cemrelerin
yakınında kurban kesme yerinde bu emri yerine getirmeye çalıştığı da
söylenmiştir. Bu açıklamayı İbn Abbas, İbn Ömer, Mu-hammed b. Ka'b ve Said b.
el-Museyyeb yapmıştır. Said b. Cübeyr'den de şöyle dediği nakledilmiştir:
Oğlunu Mina'daki Sebir tepesinin dibindeki kaya üzerinde kesti.
İbn Cüreyc de dedi ki:
Onu Şam'da kesti. Orası ise Beytu'l-Makdis'ten iki mil uzaklıktadır.
Ancak birinci görüşü
kabul edenler çoğunluktur. Çünkü haberlerde koçun boynuzlarının Kabe'de
asıldığına dair rivayetler varid olmuştur. Bu ise onu Mekke'de kestiğine
delildir.
İbn Abbas dedi ki:
Nefsim elinde olan hakkı için yemin ederim ki, İslâ-mın ilk dönemlerinde koçun
başı boynuzlarından Kabe'nin oluğuna asılı idi, kurumuştu.
Kesmenin Şam'da
gerçekleştiğini söyleyenler de buna şöyle cevab verirler: Başın Şam'dan
Mekke'ye getirilmiş olma ihtimali vardır.
[58]
"Biz ihsan
edicileri böyle mükâfatlandırırız." Dünya ve âhirette çeşitli zorluk ve
sıkıntılardan kurtulmakla onları mükâfatlandırırız.
"Muhakkak bu,
apaçık bir imtihandır." Yani apaçık bir nimetti. Nitekim yüce Allah
birisine nimet ihsan ettiği vakit: "Allah ona nimet ihsan etti, ihsan
etmek" denilir. Bununla birlikte -baştaki hemze olmaksızın da denilebilir.
Şair Züheyr der ki:
"O, her ikisine
ihsan ettiği nimetlerin en hayırlılarını verdi."
Bazılarının iddiasına
göre şair bu mısrada bu iki söyleyişi de kullanmıştır. Başkaları ise şöyle
demiştir: Hayır, ikincisi: "Onu sınadı, denedi" fiilinden gelmiştir.
Çünkü sınama anlamında ancak: şekli kullanılır. İbtiladan gelerek:şekli
kullanılmaz.
Ancak bütün bunların
asıl anlamı sınamanın hayır ve şer hususlarında ola-cağı ile ilgilidir. Yüce
Allah da: "Biz sizi şer ve hayırla imtihan olmak üzere deneriz."
(el-Enbiya, 21/35) diye buyurmaktadır.
Ebu Zeyd dedi ki: İşte
onun başına gelen belalardan birisi de oğlunu boğazlamasına dair bu emridir.
Bu da hoşa gitmeyen bela türündendir.
[59]
"Biz de ona büyük
bir kurbanlıkla fidye verdik." buyruğunda geçen: "Kurbanlık" kurban
edilenin adıdır. Çoğulu da: diye gelir. Tıpkı: "Öğütülmüş" lafzının:
Öğütülen şey"in adı olması gibi. şeklinde "zel" harfi üstün
olursa, mastar olur.
"Büyük"
kadri, kıymeti büyük demektir. Yoksa bedenen büyük olduğunu kastetmemiştir.
Kadrinin büyüklüğü, boğazlanması emrolunan oğlunun yerine fidye olmasından
yahutta kabule mazhar oluşundan ötürüdür.
en-Nehhas dedi ki:
Sözlükte "azim: büyük" hem bedenen büyük hakkında hem de soylu ve
şerefli hakkında kullanılır. Tefsir bilginleri bu lafzın burada şerefli ya da
kabule mazhar olan hakkında kullanıldığını kabul etmektedirler.
İbn Abbas dedi ki: Bu
koç Habil'in kurban olarak sunduğu koçtur. Bu koç cennette otluyordu. Nihayet
Allah onu İsmail'e fidye olmak üzere gönderdi. Yine ondan gelen rivayete göre bu,
yüce Allah'ın cennetten gönderdiği bir koçtu. Cennette kırk yıl süreyle
otlamıştı.
el-Hasen dedi ki:
İsmail'in fidyesi ona Sebir'den gelen bir dağ keçisinden başkası olmamıştır.
İbrahim onu oğluna fidye olmak üzere kesti. Ali (r.a)'ın görüşü de budur. İbrahim
o dağ keçisini görünce, onu alıp kesti ve oğlunu azad etti ve şöyle dedi:
Oğulcağızım! Bugün sen bana bağışlanmış bulunuyorsun.
Ebu İshak ez-Zeccac
dedi ki: İbrahim'e fidye olarak bir dağ keçisi verildiği de söylenmiştir. Ancak
tefsir alimleri ona fidye olarak verilen hayvanın koç olduğunu kabul
etmektedirler.
[60]
Bu âyet-i kerimede
koyun türünün kurban edilmesinin, deve ve sığır türünden faziletli olduğuna
delil vardır. Malik ve mezhebine mensup olanların görüşü de budur. Onlar
derler ki: Kurbanlıkların en faziletlisi koyun türünün erkeğidir. Bu türün
dişileri keçi türünün erkeğinden faziletlidir. Keçi türünün erkeği ise
dişilerinden iyidir. Keçi türünün dişileri deve ve inek türünden iyidir. Bu
husustaki delilleri ise yüce Allah'ın: "Biz de ona büyük bir kurbanlıkla
fidye verdik" buyruğudur. Bu da iri yarı ve semiz demektir. Bu kurbanlık
da koç idi, ne deve, ne de inek türündendi.
Mücahid ve başkaları
İbn Abbas'dan bir adamın ona: Ben oğlumu boğazlamayı adadım, demesi üzerine
ona: Semiz bir koç kesmen yeterlidir, dedikten sonra. "Biz de ona büyük
bir kurbanlıkla fidye verdik" buyruğunu okuduğunu rivayet etmektedirler.
Kimisi de şöyle
demiştir: Eğer koçtan daha faziletli bir hayvan bulunduğunu yüce Allah
bilseydi, onu İshak'a fidye olarak gönderirdi.
Rasûlullah (sav) da
beyaz iki koçu kurban etmiştir. Çoğunlukla kestiği kurbanlıklar hep koç idi.
İbn Ebi Şeybe, İbn
Umeyye'den, o el-Leys'den, o Mücahid'den şöyle dediğini zikretmektedir: Büyük
bir kurbanlıktan kasıt, koyundur.
[61]
İlim adamları kurban
kesmenin mi, yoksa bedelini tasadduk etmenin mi faziletli olduğu hususunda
farklı görüşlere sahihtirler. Malik ve arkadaşları der ki: Mina'da olması
müstesna, kurban kesmek, faziletlidir. Çünkü oralar (Mina dışındaki yerler)
kurban kesme yeri değildir. Bunu Ebu Ömer (b. Ab-di'1-Berr) nakletmiştir.
İbnu'l-Münzir de şöyle
demektedir: Biz Bilal'den şöyle dediğini rivayet ettik: Ancak bir horoz kurban
etmeye aldırmam. Bu uğurda toprağa bulanmış bir yetimin eline (parasını) vermem
-bu rivayeti nakleden böyle demiştir- onu kurban etmekten daha çok hoşuma
gider. eş-Şa'bî'nin görüşü de budur. Buna göre sadaka daha faziletlidir. Malik
ve Ebu Sevr de bu görüştedir.
Bu hususta ikinci bir
görüş daha vardır ki buna göre de kurban daha faziletlidir. Rabia ve
Ebu'z-Zinad'ın görüşü budur. Re'y ashabı da böyle demişlerdir:
Ebu Ömer (b.
Abdi'1-Berr) ve Ahmed b. Hanbel ayrıca derler ki: Kurban kesmek sadakadan faziletlidir.
Çünkü kurban kesmek bayram namazı gibi mü-ekked bir sünnettir. Bilindiği gibi
bayram namazı diğer nafile namazlardan faziletlidir. Aynı şekilde sünnet
namazlar da diğer bütün nafile namazlardan faziletlidir.
Ebu Ömer (b.
Abdi'1-Berr) dedi ki: Kurbanların faziletlerine dair hasen derecesinde
rivayetler gelmiştir. Bunların kimisini Said b. Dâvûd b. Ebi Zenber, Malik'ten
o Sevr b. Zeyd'den, o İkrime'den, o İbn Abbas'tan diye rivayet etmiştir.
Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Sıla-i rahim uğrunda yapılan harcamadan
sonra yüce Allah nezdinde kan akıtmaktan daha faziletli hiçbir harcama
yoktur." Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr) dedi ki: Bu, Malik'in yoluyla garib bir
hadistir.
Âişe (r.anha)'dan dedi
ki: Ey insanlar! Gönül hoşluğu ile kurban kesiniz. Çünkü ben Rasûlullah (sav)'ı
şöyle buyururken dinledim: "Bir kul kurbanlığı ile kıbleye yönelecek
olursa, mutlaka onun kanı, boynuzu ve yünü de kıyamet gününde mizanında hazır
edilecek hasenat olur. Şüphesiz kan toprağa düştü mü yüce Allah'ın himayesine
düşer, ta ki kıyamet gününde onun sahibine (mükâfatını) eksiksiz ödeyinceye
kadar." Ebu Ömer bunu et-Tem-hid adlı eserinde zikretmiştir[62]
Ayrıca Tirmizî de bu
hadisi ondan (Aişe -r.anhadan) rivayet etmiştir. Buna göre Rasûlullah (sav)
şöyle buyurmuştur: "Kurban günü hiçbir Ademoğlu Allah'ın kan akıtmaktan
daha çok sevdiği herhangi bir amel işleyemez. O kurbanlık kıyamet gününde
boynuzlarıyla, kıllarıyla, ayaklarıyla gelecektir. Kan daha yere düşmeden Allah
nezdindeki yerini alır. O bakımdan gönül hoş-luğuyla kurbanlarınızı
kesiniz." (Tirmizî) dedi ki: Bu hususta İmran b. Hu-sayn ile Zeyd b.
Erkam'dan da gelmiş rivayetler vardır ve bu hasen bir hadistir[63]
Kurban kesmek vacib
(farz) değildir. Ancak bilinegelen bir sünnettir.
İkrime dedi ki: İbn
Abbas kurban günü bana iki dirhem verir, ben de ona et alırdım. Bana derdi ki:
Yolda karşılaştığın kimselere: Bu İbn Abbas'ın kurbanlığıdır, de.
Ebu Ömer (b.
Abdi'1-Berr) dedi ki: Bunun ve Ebu Bekir ve Ömer'den kurban kesmediklerine
dair gelen rivayetlerin ilim ehlince yorumu şudur: Onların bu şekildeki
tutumları kurban kesmeyi sürdürmenin farz ve vacib olduğuna inanılmamasıdır.
Çünkü onlar başkaları tarafından kendilerine uyulan ve insanların dinleri
hususunda kendilerini gözönünde bulundurdukları önder şahsiyetlerdi. Zira
bunlar Peygamber (sav) ile ümmeti arasındaki vasıta idiler. İşte bu hususta
günümüzde başkaları için sözkonusu olmayan türden içtihadlarda bulunmak, onlar
için uygun idi.
Tahavî
"Muhtasar"\nÛ2i şunları söylemektedir: Ebu Hanife dedi ki: Kurban
kesmek Mısır diye tarif edilen yerlerde ikamet eden varlıklı kimseler için
vacibtir. Yolcuya vacib değildir. Büyük bir adamın kendisi adına kurban olarak
ne vacib ise küçük çocuğu için de aynı şey vacibtir. Ancak Ebu Yusuf ile
Muhammed ona muhalefet ederek şöyle demişlerdir: Kurban kesmek vacib değildir.
Ancak imkan bulan kimse için terki sözkonusu olmayan, terke ruhsat bulunmayan
bir sünnettir. (Tahavî) dedi ki: Bizim de kabul ettiğimiz görüş budur.
Ebu Ömer (b.
Abdi'1-Berr) dedi ki: İşte Malik'in görüşü de budur. O şöyle der: Hiçbir
kimsenin ister yolcu, ister mukim olsun kurbanı terketmemesi gerekir.
Terkedecek olursa -haklı bir mazeretinin bulunması müstesna- çok kötü bir iş
yapmış olur. Mina'da hacının kurban kesmesi ise müstesnadır.
İmam Şafiî de şöyle
demiştir: Kurban kesmek bütün insanlara ve Mina'da-ki hacılara da bir
sünnettir, vacib değildir. Kurban kesmeyi vacib kabul edenler Peygamber
(sav)'ın Ebu Bürde b. Niyar'a bir başka kurbanı tekrar kesmesini emretmesini[64]
delil göstermişlerdir. Çünkü farz olmayan bir işte tekrar yerine getirilmesini
emretmek sözkonusu değildir.
Diğerleri ise Um
Seleme'nin, Peygamber (sav)'dan rivayet ettikleri şu hadisi delil
göstermişlerdir: "Zülhicce'nin on günü girip de sizden herhangi bir kimse
kurban kesmek isterse..."[65] Bu
görüşün sahipleri derler ki. Eğer kurban kesmek vacib olsaydı, bunu kurban
kesenin isteğine bırakmazdı. Ebu Bekir, Ömer, Ebu Mes'ud el-Bedrî ve Bilal'in
görüşü de budur.
[66]
Müslümanların icma ile
kabul ettiklerine göre kurban kesilebilen hayvanlar (Kur'ân-ı Kerîm'de
sözkonusu edilen) sekiz çifttir. Bunlar ise koyun, keçi, deve ve inek
türleridir. İbnu'l-Münzir dedi ki: el-Hasen b. Salih'den şöyle dediği
nakledilmiştir: Yaban öküzü yedi kişi adına, ceylan da bir kişi adına kurban
edilebilir.
İmam Şafiî de der ki:
Şayet yabani öküz ehli bir ineği yahut ehli bir öküz yabani bir ineği gebe
bırakmış ise (bunların yavrularının) hiçbir şekilde kurban edilmeleri caiz
değildir. Rey sahihleri ise bunun caiz olacağını söylemişlerdir. Çünkü yavru
annesinin durumundadır. Ebu Sevr ise şöyle demiştir: Eğer en'ama (ehli
davarlara) nisbeti sözkonusu ise kurban edilmesi caizdir.
[67]
Hac Sûresi'nde (22/28-29.
âyetler. 3. başlık ve devamında) kurban kesme zamanı ve kurban etinden yemeye
dair yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
Müslim'in, Sahih inde
Enes'ten şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Peygamber (sav) beyaz ve
boynuzlu iki koçu kendi elleriyle keserek kurban etti. Bu arada
"bismillah" dedi, tekbir getirdi, ayağını da yanlan üzerine koydu.
"^[68]Bir
başka rivayette de şöyle demektedir: "Ve bu arada bismillahi val-lahu
ekber diyordu."[69]
el-En'am Sûresi'nin
sonlarında (6/l6l-l63- âyetler, 4. başlıkta) da İmran b. Husayn yoluyla gelen
hadisi kaydetmiştik. el-Maide Sûresi'nde (5/3- âyet, 7. başlık ve devamında) de
şer'î kesim, buna dair açıklamalar ve şer'î kesimin ne suretle yapılacağına
dair açıklamalar geçtiği gibi.
Ceninin kesiminin,
annesinin kesimi olduğuna dair açıklamalar da yeteri kadarıyla geçmiş
bulunmaktadır.
Yine Müslim'in
Sahih'inde Âişe'den rivayete göre Rasûlullah (sav) boynuzlu, siyah ayaklı,
karnı siyah, gözleri(nin etrafı) siyah bir koç getirilmesini emretti. Kurban
etsin diye ona istediği gibi bir koç getirildi, ona: "Ey Âi-şe! Bana
bıçağı getir" dedi. Sonra da: "Onu bir taş üzerinde bile" dedi.
Ben de bıçağı biledim, sonra bıçağı aldım, o da koçu alıp yatırdı ve onu boğazlayıp
dedi ki: "Bismillahi, Allah'ım Muhammed'den, Muhammed'in aile halkından
ve Muhammed'in ümmetinden kabul buyur." Sonra da koçu kurban etti.[70]
İlim adamları bu
hususta farklı görüşlere sahihtirler. Hasan-ı Basıl kurban kesimi sırasında:
"Bismillahi vallahu ekber bu sendendir, senin içindir, filandan kabul
buyur" derdi.
Malik dedi ki: Böyle
bir şey yapacak olursa, bu güzel olur. Yapmayacak olupta sadece Allah adını
anarsa, bu da yeterlidir.
Şafiî dedi ki: Kesilen
hayvan üzerinde Allah'ın adını anmak "bismillah" demekle
gerçekleşir. Bundan başka Allah'ın zikri türünden bir şey ekler ya da Peygamber
Muhammed (sav)'a salat ve selam getirecek olursa, bunu da mekruh görmem. Yahut
"Allah'ım benden kabul buyur ya da filandan kabul buyur" diyecek
olursa, bunun da bir sakıncası yoktur.
en-Numan (b. Sabit,
Ebu Hanife) de dedi ki: Allah'ın adı ile birlikte başkasının adını anmak
mekruhtur. Buna göre kesim esnasında: "Allah'ım filandan kabul
buyur" demesi mekruhtur. Yine Ebu Hanife der ki: Ancak hayvanı kesime
yatırmadan önce ve Allah'ın adını anmadan bunları söylemesinde bir sakınca
yoktur.
Âişe (r.anha)'nın
rivayet ettiği hadis ise bu görüşü reddetmektedir. İbrahim (a.s)'ın da oğlunu
boğazlamak istediğinde: "Allahuekber velhamdulillah' dediği ve bunun
böylece sünnet kaldığına dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
[71]
el-Bera b. Azib'in
rivayetine göre Rasûlullah (sav)'a: Kurban edilecek hayvanda sakınılacak
hususlar nelerdir? diye sorulunca şöyle buyurmuştur: "Dört tanedir.
-el-Bera eliyle işaret eder ve: Benim elim Rasûlullah (sav)'ın elinden kısadır
derdi: Topallığı açıkça görülen topal hayvan, bir gözünün körlüğü açıkça belli
olan bir gözü kör, açıkça hasta olduğu belli olan hasta ve üzerinde yağ namına
bir şey bulunmayan oldukça zayıf hayvan."[72]
Malik'in lafzı ile
rivayet bu şekildedir. Bu hususta görüş ayrılığı yoktur. Ancak bunların az bir
kısmının hükmü hususunda farklı görüşler vardır.
Tirmizî'de Ali
(r.a)'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav) bizlere gözü,
kulağı iyice incelememizi ve mukabele, müdabere. şerka' ve harka' herhangi bir
hayvanı kurban olarak kesmememizi emretmiştir. Dedi ki: Mukabele kulağının bir
tarafı kesilmiş olan, müdabere kulağın yan tarafı kesilmiş olan, şerka' kulağı
boydan boya yarılmış olan. harka' kulağı delik olan demektir. (Tirmizî) dedi
ki: Bu hasen, sahih bir hadistir.[73]
Abdullah b. Ömer
kurban kesilecek hayvanlarda ve büyük baş hayvanlarda yaşını bulmamış olanlar
ile hilkatinden eksilmiş olanlardan sakınırdı.
Malik dedi ki: Bu
hususta dinlediklerim arasında en hoşuma giden budur[74]
el-Kutebî dedi ki:
Yaşı gelmemiş olandan maksat, sanki dişleri yokmuş gibi henüz dişleri çıkmamış
olan demektir. Bu da: Filanın sütü yoktur yani süt vermiyor, filanın yağı
yoktur yani yağ vermiyor, balı yoktur yani bal vermiyor demeye benzer. Bu da
kurbanlıklarda dişleri dökülmüş olan hayvanın kurban edilmesinin yasaklanmış
olmasını andırmaktadır.
Ebu Ömer b.
Abdi'1-Berr dedi ki: Malik'e göre yaşlılığından ve ihtiyarlığından ötürü
dişleri dökülmüş, bununla birlikte semiz olan koyunu kurban etmekte bir mahzur
yoktur. Şayet genç olmakla birlikte dişleri dökülmüş ise, onu kurban etmesi
caiz olmaz. Çünkü bu basit olmayan bir kusurdur. Esasen noksanların tümü
mekruhtur. Bunlara dair geniş açıklamalar ise fıkıh ki-taplarındadır.
Peygamber (sav)'ın da
şöyle buyurduğu kaydedilmiştir: "Kurbanlıklarınızın göz alıcı olmasına
dikkat ediniz. Çünkü onlar Sırat üzerinde binekleriniz olacaktır." Bunu da
ez-Zemahşerî zikretmiştir[75]
Âyet-i kerime oğlunu
kurban etmeyi ya da kesmeyi adayan kimsenin İbrahim (a.s)'ın oğlunun yerine
fidyede bulunduğu gibi, bir koç keseceğine delildir. Bu İbn Abbas'ın
görüşüdür. Ondan gelen bir başka rivayete göre Ab-du'1-Muttalib'in yaptığı
şekilde oğlunun yerine yüz deve keser. İbn Ab-bas'tan gelen bu iki rivayeti de
eş-Şa'bî nakletmiştir.
İbn Abbas'tan,
el-Kasım b. Muhammed'in rivayetine göre de bir yemin kefaretinde bulunması
onun için yeterlidir. Mesruk: Bir şey yapması gerekmez derken, Şafiî: Böyle bir
şey bir masiyettir, bundan dolayı Allah'tan mağfiret diler demektedir.
Ebu Hanife de şöyle
demektedir: Bu sözü söyleyen bir kimse kendi oğlu hakkında söylemişse, bir
koyun kesmelidir. Oğlu dışındakiler hakkında ise bir şey kesmesi gerekmez.
Muhammed ise şöyle demektedir: Kölesini keseceğine dair yemin eden kimse,
oğlunu kesmek üzere yemin edip yeminini bozan kimse gibidir, aynı şeylerle
mükelleftir.
İbn Abdi'l-Hakem de
Malik'ten şöyle dediğini nakletmektedir: "Ben yemin olsun oğlumu Makam-ı
İbrahim'in yanında keseceğim" diye yemin edip sonra yeminini bozan
kimsenin bir hediye kurban göndermesi gerekir. Oğlunu boğazlamayı adamakla
birlikte "Makam-ı İbrahim'in yanında" dememiş ve herhangi bir şey de
kastetmemiş ise, bir şey yapması gerekmez. Oğlunu hediye kurbanı kılan kimsenin
de onun yerine bir hediye kurbanı kesmesi gerekir. Kadı İbnu'l-Arabî de -Ebu
Hanife'nin dediği gibi- şöyle der: Bir koyun kesmesi gerekir. Çünkü yüce Allah
oğlu kesmeyi şer'an bir koyun kesmekten ibaret kılmıştır. Yüce Allah, İbrahim'i
oğlunu kesmekle yükümlü kılmakla birlikte bir koyun kesmesini sağlayarak bu
yükümlülükten kurtarmıştır. Aynı şekilde kul oğlunu kesmeyi adayacak olursa,
bir koyun kesmesi gerekir. Çünkü yüce Allah: "Atanız İbrahim'in dinine
(uyunuz)" (el-Hac, 22/78) diye buyurmuştur. Yemin aslî bir yükümlülük,
adak ise fer'î bir yükümlülüktür. O bakımdan adağın da yemine göre açıklanması
gerekir.
Şayet: İbrahim
-masiyet olmakla- ve masiyeti emretmek caiz olmamakla birlikte oğlunu kesmekle
nasıl emrolunabilir? denilecek olursa, şöyle cevap veririz: Bu, Allah'ın
Kitabına karşı bir itirazdır. İslâm'a inanan bir kimsenin böyle bir itirazı
olamaz. Helal ve haram hakkında fetva verecek bir kimsenin böyle bir itirazı
nasıl düşünülebilir? Kaldı ki yüce Allah (oğlunun babasına):
"Emrolunduğun şeyi yap" dediğini bize aktarmıştır. Bu hususta insanların
kalblerindeki karışıklığı giderecek olan şudur: Masiyetler ve itaatler muayyen
şeylerin zatî ve ayrılmaz vasıfları değildir. İtaat denilen şey yapılması
emredilen fiillerle alakalı olmaktan ibarettir. Masiyet denilen şey de fiiller
ile ilgili yasaklardan ibarettir. Burada emir İbrahim'in oğlu İsmail'i kesmesi
ile alakalı olduğuna göre, bunu yerine getirmek bir itaat ve bir imtihan olur.
Bundan dolayı yüce Allah: "Muhakkak bu, apaçık bir imtihandır" diye
buyurmaktadır. Yani çocuğun boğazlanması ve nefsin buna katlanması hususunda
açık bir imtihandır. Bizim için de çocuklarımızı kesmek yasak olunca, böyle
bir işi yapmak bizim için de masiyet olur.
Şayet: Bu iş masiyet
olmakla birlikte nasıl adak olabilir? denilecek olursa, şöyle deriz: Bunun
masiyet olması, adağı ile oğlunu kesmeyi kastedip onun yerine fidye vermeyi
niyet etmemesi halinde sözkonusudur.
Şayet: Bu iş meydana
gelir, masiyeti kasteder ve fidye vermeyi de niyet etmemişse ne olur? denilecek
olursa, şöyle deriz: Eğer böyle bir maksat güderse, onun bu maksadının zararı
olmaz, adağına da etki etmez. Çünkü çocuk ile ilgili adak şer'an artık bir
koyun kesmekten ibarettir.
[76]
"Sonra gelenler
arasında ona" yani İbrahim'e ondan sonra gelen ümmetler arasında güzel
bir övgü "bıraktık." Ona dua etmeyen, onu sevmeyen hiçbir ümmet
yoktur. Bu güzel övgünün İbrahim (a.s)'ın duasında şöylece dile getirildiği de
söylenmiştir: "Sonrakiler arasında bana bir lisan-ı sıdk (doğruluk
lisanı, güzel övgü) bağışla!" (eş-Şuara, 26/84)
İkrime dedi ki: Bu
İbrahim (a.s)'a selam getirmektir. Yani bizden ona getirilen selamlardır. Bir
diğer açıklamaya göre bu, onun her türlü afet ve kusurdan yana esenlikte
olması demektir. Daha önce geçtiği üzere "Alemler içinde Nuh'a selam
olsun." (es-Saffat, 37/79) buyruğu gibidir.
"İhsan edicileri
böyle mükâfatlandırırız. Muhakkak o, iman eden kul-larımızdandı." Yani
kulluğun hakkını veren ve bundan dolayı da kulluğuy-la yüce Allah'a izafe
edilmeye hak kazanan kimselerdendi.
[77]
Boğazlanması
Emredilenin İsmail Olduğu: "Ve ona salihlerden bir peygamber olmak üzere
İshak'ı müjdeledik"
buyruğu hakkında İbn
Abbas: Ona İshak'ın peygamber olacağı müjdesi verildi, demiş ve bu müjdenin
iki defa gerçekleştiği kanaatini belirtmiştir. Bu açıklamaya göre boğazlanması
emredilen kişi İshak'tır. Sabırla Rabbinin emrine razı olup ona teslimiyetine
mükâfat olmak üzere peygamber olacağı müjdesi ona verilmiştir.
"Onu ve İshak'ı
mübarek kıldık." Yani Biz onlara nimetimizi kat kat verdik. Onlara çokça
evlat verdik, diye de açıklanmıştır. Yani Biz İbrahim'e ve çocuklarına
bereketler ihsan ettik, İshak'a da. İsrailoğulları peygamberlerini onun
sulbünden getirmek suretiyle bereketler ihsan ettik.
"Onu"
lafzındaki zamirin İsmail'e raci olduğu ve boğazlanması emredilenin o olduğu
da söylenmiştir.
el-Mufaddal dedi ki:
Kur'ân'ın delalet ettiği doğru görüş boğazlanması emredilenin İsmail olduğudur.
Çünkü önce boğazlanması emredilenin kıssası anlatıldı. Kıssanın sonunda:
"Biz de ona büyük bir kurbanlıkla fidye verdik" buyurduktan sonra:
"İbrahim'e selam olsun. İhsan edicileri böyle mükâfatlandırırız"
buyurdu. Sonra da: "Ve ona salihlerden bir peygamber olmak üzere İshak'ı
müjdeledik. Onu" yani İsmail'i "ve İshak'ı mübarek kıldık"
diyerek, İsmail'den zamir ile sözetmiştir. Çünkü daha önce ondan sö-zedilmiş,
sonra da: "O ikisinin soyundan da" diye buyurmaktadır. Bu da maksadın
İsmail ve İshak'ın soyundan gelenler olduğuna delildir. İsmail'in, İs-hak'tan
onüç yaş daha büyük olduğu hususunda ise gelen rivayetler arasında farklılık
yoktur.
Derim ki: Biz önceden
İshak'ın, İsmail'den daha büyük olduğuna delalet eden hususları ve doğacağı
müjdesi verilenin Kur'ân'ın nassı ile İshak olduğunu zikretmiş bulunuyoruz.
İshak'ın doğum müjdesi Kur'ân nassı ile sözkonusu olduğuna göre boğazlanması
emredilenin de İshak olduğunda şüphe kalmaz. İbrahim'e onun hakkında iki defa
müjde verilmiştir. Birincisi doğacağı müjdesi, ikincisi de peygamber olacağı
müjdesidir. İbn Abbas'ın dediği gibi. Peygamberlik de ancak yaşın büyümesi
halinde sözkonusudur. "Peygamber olmak üzere" buyruğu hal olarak
nasbedilmiştir. "Onu" lafzındaki zamir de İbrahim'e aittir. Âyet-i kerimede
İsmail'den söz edilmiyor ki, zamirin ona ait olduğu söylenebilsin.
Muaviye yoluyla gelen
şu rivayete gelince: Ben bir adamın Peygamber (sav)'a: Ey iki zebih'in
(boğazlanması adanıp kurtulan iki atanın) oğlu! dediğini duydum. Peygamber
(sav) da güldü. Sonra Muaviye dedi ki: Abdu'l-Muttalib Zemzem kuyusunu
kazıyınca, eğer bu işi kendisine kolaylaştıracak olursa, oğullarından birisini
Allah için keseceğini adadı. Yüce Allah da bu işi ona kolaylaştırdı. Kurban
edilme kurrası Abdullah'a çıktı. Dayıları Mahzum oğulları bunu engelledi ve:
Oğlunun yerine fidye ver, dediler. O da yüz deve fidye verdi. İşte sözü edilen
bir zebih odur, İsmail ise ikinci zebihtir.
Bu rivayetin delil
olacak bir tarafı yoktur. Çünkü "el-A'lam fi Marifeti Mev-lidi'l-Mustafa
Aleyhissalatu Vesselam" adlı eserimizde belirttiğimiz gibi, bunun senedi
sağlam (sabit) değildir. Diğer taraftan Araplar amcaya da baba derler. Nitekim
yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar: Senin ilâhına ve ataların İbrahim,
İsmail, İshak'ın ilâhına... ibadet edeceğiz, demişlerdi." (el-Bakara,
2/133) Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Babasını ve annesini tahtın
üzerine çıkartıp oturttu." (Yusuf, 12/100) Burada sözü edilen babası ve
annesi ise onun babası ve teyzesidir. Aynı şekilde şair Ferezdak'tan o Ebu
Hureyre (r.a)'dan, o Peygamber (sav)'dan gelen rivayet nasıl sened itibariyle
sahih olur? Ferezdak'ın bizzat kendisi hakkında tenkitler varken, bu rivayetin
sahihliği söylenebilir mi?
[78]
Yüce Allah soylarından
geleceklere bereket ve çokluk ihsan edeceğini belirttikten sonra: "O
ikisinin soyundan da ihsan edici de vardır, nefsine apaçık zulmedici de
vardır" diye buyurarak soylarından gelecekler arasında ihsan edicilerin
de, kötülük yapanların da bulunacağını, kötülük yapan kimseye peygamber
soyundan gelmesinin faydasının olmayacağını açıklamaktadır. İşte yahudiler ve
hristiyanlar her ne kadar İshak (a.s)'ın soyundan gelseler de, Araplar her ne
kadar İsmail (a.s)'ın soyundan gelseler de iyilik yapan ile kötülük yapan
arasında, mü'min ile kâfir arasında bir farkın olması kaçınılmaz bir şeydir.
Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulmaktadır: "Yahudi ve
hristiyanlar: Biz Allah'ın oğulları ve sevdikleriyiz,
dediler..." (el-Maide, 5/18) Yani bizler Allah'ın Rasûllerinin soyundan
gelenleriz, diyerek kendilerinin üstün oldukları kanaatine kapıldılar. Buna
dair açıklamalar daha önceden (bk. el-Maide, 5/18. âyetin tefsiri) geçmiş
bulunmaktadır.
[79]
114.
Andolsun Musa ve Harun'a da lütufta bulunduk.
115. O
ikisini ve kavimlerini büyük sıkıntıdan kurtardık.
116. Ve
onlara yardım ettiğimiz için galib gelenler onlar oldular.
117. İkisine
apaçık gösteren kitabı verdik.
118. O
ikisini de dosdoğru yola ilettik.
119- Sonra
gelenler arasında onlara (güzel bir övgü) bıraktık.
120. Musa ve
Harun'a selam olsun.
121.
Muhakkak Biz, ihsan edicileri böyle mükâfatlandırırız.
122.
Muhakkak ikisi de iman eden kullarımızdandır.
"Andolsun Musa ve
Harun'a da lütufta bulunduk" buyruğundan önce yüce Allah, İshak'ı boğazlanmaktan
kurtardığını ve ona peygamberliği lütfettiğini sözkonusu ettikten sonra, bu
kabilden olmak üzere Musa ve Harun'a da ihsan ettiği lütuflarını sözkonusu
etmektedir.
"O ikisi ve
kavimlerini büyük sıkıntıdan kurtardık" buyruğu ile ilgili olarak bunun
İsrailoğullarının köleleştirmesinden kurtarılmak olduğu söylendiği gibi,
Firavun'un karşı karşıya kaldığı suda boğulmaktan kurtarılmak olduğu da
söylenmiştir.
"Ve onlara yardım
ettiğimiz..." buyruğundaki zamir el-Ferra'ya göre sadece Musa ve Harun'a
aittir. Bu ise iki kişinin çoğul olduğuna binaen öyle kabul edilebilir. Bunun
delili de yüce Allah'ın: "ikisine... verdik" ile "o ikisini de
dosdoğru yola ilettik" buyruğudur.
Zamirin Musa, Harun ve
kavimlerine ait olduğu da söylenmiştir. Doğrusu da budur. Çünkü bundan önce:
"O ikisini ve kavimlerini... kurtardık"
buyruğu geçmiştir.
"Apaçık gösteren
kitab" ise Tevrat'tır.
"O şey açık seçik
oldu" demektir, "Filan kişi onu apaçık buldu" tabirleri;
"Bir şeyin bizzat kendisi apaçık bir hal aldı" ile "Filan kişi
de onu apaçık buldu" demek, gibidir.
"Dosdoğru
yol"; hiçbir eğriliği bulunmayan dosdoğru din demektir ki, bu da İslâm
dinidir.
"Sonra gelenler
arasında onlara" güzel bir övgü "bıraktık. Musa ve Harun'a selam
olsun. Muhakkak Biz, ihsan edicileri böyle mükâfatlandırırız. Muhakkak ikisi
de iman eden kullar muzdandı." Bu buyrukların benzeri daha önceden geçmiş
bulunmaktadır.
[80]
123-
Muhakkak İlyas da gönderilmiş peygamberlerdendi. 124. O kavmine: "Korkmaz
mısınız?" demişti. 125,126.
"O en güzel yaratanı, sizin ve önceki atalarınızın Rabbi Allah'ı bırakıp
Ba'l'e mi dua edersiniz?"
127. Ama
onlar onu yalanladılar. Bu sebebten onlar elbette hazır edilirler.
128. Ancak
Allah'ın ihlasa erdirilmiş kulları müstesna.
129. Sonra
gelenler arasında üzerine (güzel övgü) bıraktık.
130. İlyas'a
selam olsun.
131. İhsan
edicilere muhakkak Biz, böyle mükâfat veririz.
132.
Gerçekten o, iman eden kullarımızdandı.
"Muhakkak İlyas
da gönderilmiş peygamberlerdendi" buyruğu hakkında müfessirler şöyle
demişlerdir: İlyas. İsrailoğullarından bir peygamberdir. İbn Mesud'dan şöyle
dediği rivayet edilmiştir: İsrail Yakub'dur, İlyas da İd-ris'tir. Ayrıca o:
"Muhakkak İdris... diye okumuştur. İkrime de böyle demiştir. Yine İkrime
dedi ki: Bu Abdullah Cb. Mesud)'ın Mushaf'ında: "Muhakkak İdris de
gönderilmiş peygamberlerdendi" şeklindedir. Ancak bu görüşü yalnızca o
(Abdullah b. Mesud belirtmiştir.
İbn Abbas dedi ki:
İlyas. E iyesa in amcasıdır.
İbn İshak ve başkaları
şöyle demişlerdir: Yuşa'dan sonra İsrailoğullarının işlerinden sorumlu olan
kişi Kahb b. Yukanna idi. Sonra Hazkiyel geldi. Yüce Allah peygamber Hazkiyel
in canını aldıktan sonra İsrailoğullan arasında çok büyük olaylar meydana geldi
Allah'ın ahdini unuttular ve onu bırakıp putlara taptılar. Yüce Allah onlara
ilyas 1 peygamber olarak gönderdi. Elye-sa' da ona uydu ve ona iman etti.
Israiioğulları ona karşı serkeştlik edince, İsrailoğullarının sıkıntılarından
yana kendisini rahata kavuşturması için Rab-bine dua etti. Ona: Şu, şu günü
filan yere çık. Senin karşına ne çıkarsa ona bin ve ondan çekinme. Elyesa' ile
birlikte çıktı. Elyesa' ona: Ey İlyas! Bana ne emredersin? dedi. Oldukça
yüksekten ona üzerindeki elbiseyi attı. Bu da onun Elyesa'ı İsrailoğullarına
yerine geçmek üzere halife tayin etmiş olduğunun alameti idi. İşte onun
(dünyada) son görünmesi bu olmuştu.
Yüce Allah İlyas'ın
yiyecek ve içecekten lezzet alma duyusunu kaldırdı. Ona tüylerden elbise
giydirdi ve onu nura büründürdü. Meleklerle birlikte uçtu. Böylelikle o hem
insan melek, hem semavi ve arzi bir varlık oldu.
İbn Kuteybe dedi ki:
Çünkü yüce Allah İlyas'a: Benden dile, Ben de sana vereyim, dedi. O da beni
kendine doğru yükselt, ölümü tatmamı ertele. Bunun üzerine meleklerle birlikte
uçar oldu.
Kimi ilim adamı da
şöyle demiştir: Hastalanmış ve ölümü hissetmişti. Bunun üzerine ağladı. Yüce
Allah ona: Niçin ağlıyorsun? Dünyaya tutkun dolayısıyla mı? Ölümden çekindiğin
için mi? Ateşten korktuğun için mi? diye sordu. Hayır, dedi, izzetin hakkı
için bunlardan hiçbirisi dolayısıyla değil. Benim ağlayıp sızlanmam benden
sonra sana hamdedecekler, seni övüp duracakları halde benim sana artık
hamdetme imkanını kaybetmiş olacağımdan-dır. Benden sonra zikredenler seni
anacak, ben seni anmayacağım. Oruç tutanlar oruç tutacak, ben tutamayacağım.
Namaz kılanlar namaz kılacak, ben kılamayacağım. Bunun üzerine ona şöyle
denildi: Ey İlyas! İzzetim hakkı için seni, Beni kendisinde hiçbir kimsenin
anmayacağı bir vakit gelinceye kadar erteleyeceğim. Bundan kasıt da kıyamet
günüdür.
Abdu'1-Aziz b. Ebi
Revvad dedi ki: İlyas ile Hızır -ikisine de selam olsun-her yıl ramazan ayı
orucunu Beytu'l-Makdis'de tutarlar ve her sene hac mevsiminde hacda bulunurlar.
İbn Ebi'd-Dünya'nın
naklettiğine göre de onlar hacdan sonra ayrılacakları vakit şöyle derler:
Maşaallah, maşaallah hayrı Allah'tan başka kimse getirmez. Maşaallah,
maşaallah, Allah'tan başka kimse kötülüğü bertaraf edemez. Maşaallah,
maşaallah, her ne nimet varsa, Allah'tandır. Maşaallah, maşaallah tevekkeltu
alallah hasbiyallahu ve ni'me'l-vekil. (Allah'a tevekkül ettim, Allah bize
yeter, O ne güzel vekildir.) Bu daha önce el-Kehf Sûresi'nde (18/79-82.
âyetler, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Mekhul yoluyla
Enes'ten de şöyle dediği nakledilmektedir: Rasûlullah (sav) ile birlikte gazaya
çıktık. Feccu'n-Nake denilen yerde iken şöyle diyen bir ses duyduk: Allah'ım,
beni rahmete nail olmuş, günahları bağışlanmış, tevbele-ri kabul edilmiş,
duaları kabul edilmiş, Muhammed ümmetinden kıl. Bunun üzerine Rasûlullah (sav)
şöyle buyurdu: "Ey Enes! Bak bu ses de nedir?" dedi. Ben de dağın iç
taraflarına doğru ilerlemeye başladım. Sakalı ve saçı beyaz bir adamla
karşılaştım. Üzerindeki elbiseleri de beyazdı. Üçyüz zira'dan daha uzun bir
boyu vardı. Beni görünce: Sen peygamberin elçisi misin? dedi. Ben, evet dedim.
Bana: Ona dön ve benden ona selam söyle ve de ki: İşte kardeşin İlyas seninle
görüşmek istiyor. Peygamber -ben de beraberinde olduğum halde- geldi. Nihayet
ona yaklaştığımız bir sırada Peygamber (sav) öne doğru ilerledi, ben geride
kaldım. Uzun süre beraberce konuştular. Üzerlerine semadan sofraya benzer bir
şey indi. Beni de çağırdılar, ben de onlarla birlikte yedim. O sofrada yer
elması, nar ve kereviz vardı. Yemek yedim, sonra kalktım, bir kenara çekildim.
Bir bulut geldi ve onu yukarı doğru kaldırdı. Ben bulut onu yukarı doğru
kaldırıyorken beyaz elbiselerine bakıp durdum. Peygamber (sav)'a: Anam babam
sana feda olsun dedim. Bu yediğimiz yemek ona semadan mı indi? Peygamber (sav)
şöyle buyurdu: "Ben de yemeği ona sordum, şöyle dedi: Cibril her kırk
günde bir bana bundan bir öğün getirir. Her yılda da Zemzemden bir içim su
getirir. Kimi zaman da onu kuyu başında kovaya su doldururken görürüm, o bu
sudan içer ve bana içirdiği de olur." (Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır).
Sa'leb dedi ki: Yüce
Allah'ın buradaki "Ba'l" buyruğu hakkında ilim adamlarının farklı
görüşleri vardır. Bir kesim: Burada Ba'lden kasıt bu adı taşıyan puttur
derken, bir kesim burada sözü edilen Ba'l bir melektir demiştir. İbn İshak ise
şöyle demiştir: Ba'l tapındıkları bir kadın idi. Birinci görüşü ileri sürenler
daha çoktur. el-Hakem b. Eban'ın İkrime'den rivayetine göre İbn Abbas:
"Ba'l'e mi dua edersiniz?" buyruğu hakkında: O bir put idi, demiştir.
Ata b. es-Saib,
İkrime'den o İbn Abbas'dan: "Ba'l'e mi dua edersiniz?" buyruğu
hakkında onu mu rab edinirsiniz? demiştir.
en-Nehhas dedi ki: İki
açıklama da doğrudur. Yani siz bir puta dua ediyor ve onu rab olarak mı
yontuyorsunuz? Mesela, bu evin ba'lidir yani evin sahibidir denilir. O halde
mana: Sizler kendi uydurduğunuz bir rabbe mi dua (ve ibadet) ediyorsunuz,
demektir.
"Dua
edersiniz" burada, ad verirsiniz anlamındadır. Bunu Sibeveyh
nak-letmiştir.
Mücahid, İkrime,
Katade ve es-Süddî: Ba'l, Yemen lehçesinde rab demektir, demişlerdir.
İbn Abbas da
Yemenlilerden birisinin Mina'da bir dişi deve pazarlığını yapmak isterken
-bunun sahibi kimdir anlamında-: Bunun ba'l'i kimdir? dediğini duymuştur.
Kocaya ba'l denilmesi de bundan dolayıdır. Nitekim Ebu Du-ad da şöyle demiştir:
"Savaşta ba'l'ini
(kocanı) gördüm,
Bir kılıç kuşanmıştı
ve bir mızrak (tutmuştu)"
Mukatil dedi ki: Ba'l,
İlyas'ın kırdığı ve bundan dolayı onları bırakıp kaçtığı bir puttur.
Denildiğine göre bu
put, altından idi ve boyu yirmi zira'dı, dört yüzü vardı. O put dolayısıyla
fitneye düşürüldüler. onu tazim ettiler. Nihayet ona dört-yüz hizmetçi
görevlendirdiler ve bu dörtyüz kişiyi o putun peygamberleri bellediler. Şeytan
ba'l'in içine girer ve sapıklık şeriatini onlara telkin ederdi. Hizmetçiler de
bunları beller ve insanlara öğretirlerdi. Bu kimseler Şam diyarın-daki
Ba'le-Bekke ahalisidirler. Daha önce açıkladığımız gibi şehirlerine de
Bale-Bekke adı bundan dolayı verilmiştir.
"O en güzel
yaratanı... bırakıp" yani kendisine yaratıcı denilenlerin en güzeli
demektir. Bunun sanatkârların en güzeli anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü
insanlar bir şeyi sanat yoluyla yaparlar, ancak yaratamazlar.
"... Sizin ve
önceki atalarınızın Rabbi Allah'ı..." Bu buyruktaki üç isim
(Allah,
Rabbiniz, önceki atalarınızın Rabbi isimleri) nasb iledir. er-Rabî b. Hay-sem,
el-Hasen, İbn Ebi İshak, İbn Vessab, el-A'meş, Hamza ve el-Kisaî böyle
okumuşlar; Ebu Ubeyde ile Ebu Hatim de bu kıraati benimsemişlerdir. Ebu Ubeyd
bu isimlerin sıfat olarak nasbedildiklerini nakletmektedir. en-Nehhas ise şöyle
demektedir: Sıfat olduklarını söylemek yanlışlıktır. Bunlar bedel olarak
nasbedilmişlerdir. Burada sıfat caiz değildir. Çünkü bu ifadeler mevsu-fu
süslemek için zikredilmiş değildir.
İbn Kesir, Ebu Amr,
Asım, Ebu Cafer, Şeybe ve Nafî' ise ref ile okumuşlardır. Ebu Hatim dedi ki:
Bu da: "O Allah'tır, Rabbinizdir" anlamında olur.
en-Nehhas dedi ki:
Onun bu açıklamasından daha da tercih olunanı ise şudur: Herhangi bir takdir ya
da hazf sözkonusu olmaksızın mübteda ve ha-berdir.[81]
Ayrıca Ali b. Süleyman'ın ref ile okumanın daha uygun ve daha güzel olduğu
kanaatinde olduğunu da gördüm. Çünkü ondan öncesi bir âyet sonudur, dolayısıyla
yeni bir ifade başlangıcı olması daha uygundur.
İbnu'l-Enbarî dedi ki:
Nasb ile ya da ref ile okuyan bir kimse ifade tamam olmuştur diye: "O en
güzel yaratanı" buyruğu üzerinde vakıf
yapmaz. Çünkü yüce
Allah burada her iki okuyuşa göre "en güzel yaratan"a dair
açıklamalarda bulunmaktadır.
"Ama onlar onu
yalanladılar" buyruğu ile yüce Allah, İlyas kavminin onu yalanladıklarını
haber vermektedir.
"Bu sebebten
onlar elbette" azapta "hazır edilirler."
"Ancak"
kavmi arasından "Allah'ın ihlasa erdirilmiş kulları müstesna."
Onlar azaptan
kurtulmuşlardır. Buradaki: "İhlasa erdirilmiş" buyruğu
"lam" harfi esreli olarak (ihlasa ermiş anlamında) diye de
okunmuştur. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
"Sonra gelenler
arasında üzerine (güzel övgü) bıraktık" buyruğu da daha önceden geçmiş
bulunmaktadır.
"İlyas'a selam
olsun" buyruğundaki "İlyas (anlamı verilen)" lafzını el-A'rec,
Şeybe ve Nafî': "Âli Yasin" diye okumuşlardır. İkrime, Ebu Amr, İbn
Kesir, Hamza ve el-Kisaî ise "İlyâsîn" diye okumuşlardır. el-Hasen
de bunu: "Ale'l-yasin (ya'sin'e)" şeklinde elifi vasi ile okumuştur,
sanki Yasin'in başına tarif için getirilen elif lam gelmiş gibidir. Maksat ise
İlyas (a.s)'dır. Selam da onadır, ancak bu a'cemî (Arapça olmayan) bir isimdir.
Araplar, Arapça olmayan bu isimleri değişik şekillerde telaffuz ederler ve bu
isimleri çokça değiştirirler.
İbn Cinnî dedi ki:
Arablar, arapça olmayan isimlerle çokça oynarlar. Yasin, İlyas ve İlyâsîn aynı
şeydir.
ez-Zemahşerî dedi ki:
Hamza vasi ile okuduğunda nasbederdi, vakıf yaptığı takdirde ise ref'ederdi. Bu
aynı zamanda: "İlyâsîne" ile okunduğu gibi İdris de: "İdrisiyn,
İdrisin ve İdrasin" diye İlyas'ın ve İdris'in farklı söyleyişleri halinde
okunmuştur.
Süryanicede fazladan
getirilen (sondaki) "ye" ile "nun"un özel bir anlamı
olabilir.
en-Nehhas dedi ki:
"İlyas'a selam olsun" diye okuyan kimse -doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır ya- bu peygamberin adını hem İlyas, hem de Yasin olarak kullanmış,
sonra da onu "âli"ne yani din mensubları-na ve onun yolundan
gidenlere selam etmiş olur. Böylece kendisi dolayısıyla âline selam verdiği
takdirde onun da selamın kapsamına girdiğini biliyor demektir. Nitekim
Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Allah'ım Ebu Evfa'nın âline salat
eyle." diye buyurmuştur. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Firavun
hanedanını (âlini) azabın en şiddetlisine sokun." (el-Mu'min, 40/46)
"İlyâsîn
(İlyas)" diye okuyanların kıraati ile ilgili olarak da ilim adamlarının
birden çok görüşü vardır. Harun. İbn Ebi İshak'dan şöyle dediğini rivayet
eder: İlyâsîn, İbrahim gibidir. O bu kanaatiyle onun adının bu olduğunu
benimsemiş gibidir. Ebu Ubeyde ise bunun kendisi ve ehl-i beyti ile birlikte
cem-i müzekker-i salim olarak çoğul yapıldığı ve onlara böylece selam edildiği
kanaatindedir. O şu mısraı da zikreder:
"Hubeyblilere
yardım ettiğim artık bana yeter, artık yeter."
Denilir ki (mısrada
geçen): ile şekilleri "yeter"
anlamında iki ayrı söyleyiştir. Şair burada Ebu Hubeyb Abdullah b. ez-Zübeyr'i
kastetmektedir. Bunu çoğul olarak getirmesi onun izinden giden, onunla
birlikte olanların da onunla birlikte kabul edilmelerinden ötürüdür. Ebu
Ubeyde'den başkası ise bu ifadeyi: "İki Hubeyb'e" diye tesniye
olarak rivayet etmektedir. Bununla da Abdullah ve Mus'ab'ı kasteder. Ben, Ali
b. Süleyman'ı bundan daha ileri derecede açıklarken gördüm. O şöyle der:
Araplar bir kişinin kavmine onlar arasındaki üstün ve değerli kişinin adını
verirler ve (mesela): el-Mehalibe derler. Yani onlar arasındaki herbir adama
adeta "Mühelleb" adını vermiş gibi olurlar. İşte: "İlyasîn'e
(İlyas'a) selam olsun" buyruğunda da onun alînin herbir kişisine İlyas adı
verilmiş olmaktadır.
Sibeveyh de
"el-Kitab"mda bunun bir bölümünü zikretmiş bulunmaktadır. Ancak onun
belirttiğine göre Araplar bu uygulamayı nisbet (ism-i men-sub) olmak üzere
kullanırlar ve "el-Eş'arun" derken (Eşarilere) nisbeti kastederler.
el-Mehdevî dedi ki:
Bunu "İlyasîn" diye okuyanların okuyuşuna göre bu İlyas'ın da
kapsamına girdiği bir çoğuldur. Bu "ilyasî'nin çoğulu olup nisbet
"ye"si hazfedilmiştir. Nitekim Mühellebi'nin çoğulu olan el-Mehalibe
gibi kırık çoğullarda nisbet "ye"si de hazfedildiği gibi salim
çoğulda da bu nisbet "ye"si hazfedilerek "el-Muhellebin"
denilmiştir. Sibeveyh "el-Eş'arun, en-Numeyrun" diye nisbet çoğulları
da nakletmiştir ki bu kelimelerle el-Eşariy-yun, en-Numeyriyyun demek isterler.
es-Süheylî der ki:
Böyle bir şey sahih değildir. Ancak bu okuyuş İlyas'ın bir söyleyişidir. Eğer
onların dediklerini Cenab-ı Allah murad etmiş olsaydı el-Mehalibe ve
el-Eş'ariyyun'da olduğu gibi başına "elif lam" getirirdi. O vakit:
"İlyâsîn'e selam olsun" derdi. Çünkü alem (özel isim) çoğul yapıldığı
takdirde nekre yapılır ki; "elif lam" ile marife (belirtili) olabilsin.
O bakımdan: "Zeydîn'e selam olsun" demeyerek, "elif" ve
"lam"h olarak: "ez-Zeydîn'e..." denilir. O halde
"İlyas" adının üç türlü söylenişi vardır.
en-Nehhas dedi ki: Ebu
Ubeyd: "İlyâsîn'e selam olsun" şeklindeki kıraatine delil getirmiş
ve onun adının İlyas olduğu gibi İlyâsîn'in de onun adı olduğunu söylemiştir.
Çünkü sûrede onun dışında sözkonusu edilen peygamberlerden başkası hakkında
"âl"e selâm getirilmiş değildir. O halde diğer peygamberler ismen
zikredildiği gibi, o da ismen zikredilmiştir. Bu şekildeki değerlendirme asıl
itibariyle Ebu Amr'a aittir. Ancak böyle bir şey zorunlu değildir. Çünkü bizler
önceden, eğer bir kişi dolayısıyla onun aline selam getirilecek olursa, o
kişiye de selam getirmek demek olduğu şeklindeki dilcilerin görüşünü açıklamış
bulunuyoruz.
Adının
"İlyasîn" olduğu görüşünü kabul etmek için ise bir delile ve rivayete
gerek vardır. Çünkü bu mesele içinden kolay kolay çıkılamayacak bir hal
almıştır.
el-Maverdî dedi ki:
el-Hasen: "Yasin'e selam olsun" diye "elif" ve
"lam"ı düşürerek okumuştur. Bunun iki türlü açıklaması yapılabilir:
Birinci açıklamaya göre bunlar Muhammed (sav)'ın alîdir, bu açıklamayı İbn
Abbas yapmıştır. (Buna göre Yasin peygamber efendimizin adıdır.) İkinci görüşe
göre ise bunlar Yasin'in alîdir. Bu görüşe göre de Yasin'e fazla harfin
girmesinin iki açıklaması yapılır: Birincisine göre âyetlerin sonları arasında
bir eşitlik (ye, nun ile bitmesi açısından) sağlanması için ilave edilmiştir.
Yüce Allah'ın bir yerde: "Turl Sina" (el-Mu'minun, 23/20) diye
buyurduğu halde bir başka yerde: "Turî Sînîn" (et-Tîn, 95/2) diye
buyurulma-sı gibi. Buna göre selam onun dışında kalan, onun ahalisinedir. Ona
yapılan izafet de onun için bir teşriftir. İkinci açıklamaya göre ise burada
"ye" çoğul dolayısıyla gelmiştir. O takdirde o da onlar arasına
katılmış olur. Bu durumda selam hem ona, hem de âlinedir.
es-Süheylî dedi ki:
Meani'l-Kur'ân'a dair açıklamalarda bulunanların kimisi şöyle demiştir: Âli
Yasin'den kasıt Muhammed (a.s)'ın âlidir. Bunlar bu hususta "Yâ
Sîn"in tefsirinin Ya Muhammed, olduğunu kabul edenlerin görüşlerinden
hareket ederek bu kanaati belirtirler.
Ancak bu görüş birçok
bakımdan çürütülür. Birincisi evvela ifadelerin akışı İlyas kıssası ile
ilgilidir. Dolayısıyla İbrahim, Nuh, Musa ve Harun kıssalarında olduğu gibi
selamın da onlar hakkında olması gerekir. Bir başka âyet-i kerime hakkında -ki
bu da zayıf olmakla birlikte- yapılmış bir açıklamadan hareketle sözün
maksadının dışına çıkmanın bir anlamı yoktur. Çünkü "Ya Sin",
"Ha Mim" ve "Elif, Lam. Mim" ve buna benzer buyruklar hakkındaki
bütün açıklamalar aynıdır. Bunlar Mukatta' harflerdir, ya İbn Abbas'ın dediği
gibi yüce Allah'ın isimlerinden alınmıştır ya Kur'ân'ın sıfatlarıdır ya da
eş-Şa'bî'nin dediği gibi: Yüce Allah'ın herbir kitabta bir sırrı vardır. Kur'ân-ı
Kerîm'deki sırrı ise sûrelerin başlangıçlarıdır. Aynı şekilde Rasûlullah (sav):
"Benim beş tane ismim vardır, diye buyurmuş, ancak bunlar arasında
"Yasin" adını zikretmemiştir.
Aynı şekilde
"Yâsin"de tilavet şekli sükun ve vakıf ile gelmiştir. Eğer bu
Peygamber (sav)'ın adı olsaydı, ötreli olarak "Yâsinu" demek
gerekirdi. Yüce Allah'ın: "Yusuf, ey doğru sözlü kişi" (Yusuf,
12/46) diye buyurduğu gibi, (burada da böyle demesi gerekirdi). Belirttiğimiz
hususlar dolayısıyla bu görüş çürütüldüğüne göre "İlyasîn" sözü
edilen İlyas'tır ve selam onun hakkında variddir.
Ebu Amr b. el-Alâ da
dedi ki: Bu İdris ve İdrâsîn demeye benzer. İbn
Mes'ud'un Mushaf ında da bu böyledir:
Şüphesiz ki İdris gönderilmiş peygamberlerdendi" dedikten sonra;
"İdra-sin'e selam olsun" demektedir.
"İhsan edicilere
muhakkak ki Biz böyle mükâfat veririz. Gerçekten o iman eden
kullarımızdandı" buyruğu daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
[82]
133-
Şüphesiz Lut da gönderilmiş peygamberlerdendir.
134. Hani
Biz onu ve aile halkını birlikte kurtarmıştık.
135. Ancak
geri kalanlar arasındaki bir koca karı müstesna.
136. Sonra
diğerlerini helak ettik.
137.
Muhakkak siz onların yakınından, sabahleyin de geçip gidiyorsunuz,
138.
Geceleyin de. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?
"Şüphesiz Lut da
gönderilmiş peygamberlerdendir. Hani Biz onu ve aile halkını birlikte
kurtarmıştık. Ancak geri kalanlar arasındaki bir kocakarı müstesna"
buyruklarına dair açıklamalar daha önce Lut kıssasında (el-Araf, 7/80. âyet ve
devamında ve Hud, 11/77. âyet ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.
"Sonra
diğerlerini" gönderdiğimiz ceza ile "helak ettik."
"Muhakkak siz
onların yakınından sabahleyin de geçip gidiyorsunuz"
buyruğu ile de
Araplara hitab etmektedir. Yani siz onların evlerinin, onlardan geriye kalan
eserlerin yakınından sabah vakti geçip gidiyorsunuz. "Geceleyin de"
aynı şekilde onların yakınından geçmektesiniz. İfade burada tamam olduktan
sonra: "Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" yani ibret almayacak ve
düşünmeyecek misiniz, diye buyurmaktadır.
[83]
139-
Muhakkak Yunus da gönderilmiş peygamberlerdendi.
140. Hani o,
yüklü gemiye kaçıp sığınmıştı.
141. Kura
çekmişti de kaybedenlerden olmuştu.
142. Kendini
kınayıcı olduğu halde balık onu yuttu. 143- Eğer o, gerçekten teşbih edenlerden
olmasaydı,
144.
Diriltilecekleri güne kadar (balığın) karnında kalırdı elbet.
Bu buyruklara dair
açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız:
[84]
"Muhakkak Yunus
da gönderilmiş peygamberlerdendi" buyruğunda sözü edilen Yunus ile
Zu'n-Nûn aynı kişilerdir. Metta'nın oğludur, İlyas'ın yanında misafir kaldığı
yaşlı kadının oğlu da odur. İlyas o kadının yanında kavminden altı ay süre ile
saklanmıştır. Yunus ise o sırada süt emen küçük bir çocuktu. Yunus'un annesi
İlyas'a bizatihi hizmet ediyor ve onu teselli ediyor, güç yetirebildiği hiçbir
şeyi ondan esirgemeyerek ikram ediyordu. Daha sonraları İlyas evlerin
darlığından sıkılmaya başladı. Bunun için dağlara gitti. Bu yaşlı kadının oğlu
olan Yunus öldü. Kadın İlyas'ın arkasından çıkıp dağlarda onu aramaya koyuldu.
Nihayet onu buldu. Allah oğlunu diriltir ümidi ile kendisi için Allah'a dua
etmesini istedi. Ölümünden ondört gün sonra İlyas çocuğun yanına geldi. Abdest
alıp namaz kıldı ve Allah'a dua etti. Allah da Metta'nın oğlu Yunus'u, İlyas
(a.s)ın duası ile diriltti.
Allah, Yunus'u Musul
topraklarında bulunan Nineva (Ninova) ahalisine peygamber olarak gönderdi.
Bunlar önceleri puta tapıyorlardı. Yunus Sûre-si'nde (10/98. âyetin tefsirinde)
bu hususun açıklaması geçtiği gibi. Enbiya Sûresi'nde (21/87-88)'de onun
kızgınlıkla kavmi arasından çıkıp gitmesine dair açıklamalar Yunus kıssasında
geçmiş bulunmaktadır.
Yunus (a.s)'a
peygamberlik balığın onu yutmasından önce mi verildiği, sonra mı verildiği
hususunda farklı görüşler vardır. Taberî, Şehr b. Havşeb'den naklen diyor ki:
Cebrail (a.s), Yunus (a.s)'a gelip: Ninova halkına git ve onlara azabın
başlarına gelip çatmak üzere olduğunu söyleyip uyar, dedi. Yunus: Kendime bir
binek bulayım dedi, Cebrail durum ona elverişli olmayacak kadar acildir
deyince, bu sefer Yunus: O zaman kendime bir ayakkabı bulayım dedi. Yine: Durum
buna elvermeyecek kadar acildir, dedi. Bunun üzerine Yunus kızıp bir gemiye
gidip bindi. Gemiye binince gemi hareket etmedi, ne ileri, ne geri gidemedi.
Bu sefer kura çekildi, kura Yunus'a çıktı. Balık kuyruğunu sallayarak geldi.
Balığa: Ey balık! Biz Yunus'u sana rızık olarak vermiyoruz. Seni onun himaye
olunacağı bir yer ve bir mescid kıldık, diye seslenildi.
O yerden balık onu
yuttu. Nihayet Ubulle'nin yanından geçtiler. Oradan da Dicle'ye kadar balığın
karnında geldi ve Ninova'da onu dışarı bırakınca-ya kadar öylece gitti. Bize
el-Haris anlattı, dedi ki: Bize el-Hasen anlattı, dedi ki: Bize Ebu Hilal
anlattı dedi ki: Bize Şehr b. Havşeb anlattı, o İbn Ab-bas'tan naklen dedi ki:
İşte Yunus'un peygamberlik ile görevlendirilmesi balığın onu dışarı atmasından
sonra olmuştur.
Bu görüşü kabul
edenler gönderilmiş bir peygamberin Rabbine karşı öfkelenerek yerinden çıkıp
ayrılmadığını delil gösterirler. O halde onun başından geçen bu olay peygamberlikten
önce olmuştur.
Başkaları da şöyle
demektedir: Onun bu tutumu, kendilerine peygamber olarak gönderildiği
kimseleri, Allah'ın onları kendilerini davet etmesini emrettiği şeye davet
etmesinden, onlara Rabbinin risaletini tebliğ etmesinden sonra olmuştur. Ancak
o, kendilerini sakındırıp korkuttuğu azabın başlarına belirlemiş olduğu bir
vakitte ineceği vaadinde bulunmuştu. Tevbe etmedikleri ve yüce Allah'a itaate
dönmedikleri için onlardan ayrılıp gitti. Azabın gölgesi o kavmin üzerine düşüp
onları örtüp kaplayınca -yüce Allah'ın Ki-tab-ı Kerim'inde buyurduğu gibi-
Allah'a tevbe ettiler, Allah da üzerlerindeki azabı kaldırdı. Yunus'a da
onların kurtuldukları ve kendilerine vaadedip tehditte bulunduğu azabın da
üzerinden kaldırıldığı haberi verildi. O bundan ötürü kızıp: Ben onlara bir
vaadde bulundum ve benim bu vaadim doğru çıkmadı, dedi. İşte Rabbini
kızdırarak gitti ve onun yalanını tesbit etmiş oldukları halde yanlanna.geri
dönmekten hoşlanmadı. Bunu da Said b. Cü-beyr, İbn Abbas'tan rivayet etmiştir.
Daha önce el-Enbiya Sûresi'nde (21/87-88. âyetlerin tefsirinde) de geçmiş
bulunmaktadır. İleride yüce Allah'ın: "Biz onu yüzbin veya daha fazlasına
gönderdik." (es-Saffat, 37/147) buyruğunu açıklarken geleceği üzere doğru
olan da budur.
"Yunus"
lafzı munsarıf değildir, çünkü Arapça olmayan bir isimdir. Arapça olsaydı, ilk
harfi "ye" olsa dahi munsarıf olurdu. Çünkü "yuf'ul" vezninde
bir fiil yoktur. Tıpkı bir kimseye "yu'fur" adını verdiğimiz takdirde
munsarıf olacağı gibi. Ancak "ya'fur" diye ad verilirse munsarıf
olmaz.
[85]
"Hani o, yüklü
gemiye kaçıp sığınmıştı" buyruğundaki "Kaçıp sığındı" fiili
hakkında el-Muberred der ki: Bu aslında uzaklaşıp gitti demektir. Kaçan köleye
"abik" denilmesi de buradan gelmektedir. Başkası da şöyle demektedir:
Yunus'tan "kaçtı" diye sözedilmesi yüce Allah'ın emri olmadan ve
insanlardan saklanarak çıkıp gitmiş olmasıdır.
"Yüklü
gemiye" buyruğundaki: "Yükle dopdolu" demektir.
"Gemi"
anlamındaki: ise, hem müzekker, hem müennes gelir, tekil ve çoğul olarak da
gelir. Buna dair açıklamalar da daha önceden (el-Bakara, 2/164. âyet, 3-
başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Tirmizî el-Hakim dedi
ki: Ona "abîk (kaçkın)" adını vermesi kulluktan kaçmış olmasından
dolayıdır. Çünkü kulluk, ancak hevayı terketmek ve Allah'ın emirlerinin
gerektirdiği yerde nefsi feda etmektir. Daha önce el-Enbiya Sû-resi'nde geçtiği
üzere meleğin ondan istediği kararlılık üzere sıkıntılarının arttığı esnada
canını feda etmeyerek istediği doğrultuda hareket ettiğinden ona "abik:
kaçkın kul" adı verilmiş oldu. Meleğin ondan istediği kararlılık ise, kendisi
ile ilgili değil, Allah'ın emri ile ilgili idi. Nefsinin payı için değil,
Allah'ın hakkı dolayısıyla idi. Yunus bu hususta doğruyu araştırdı, fakat Allah
nez-dindeki doğruyu isabet ettiremedi. Bundan dolayı ona "abik (kaçkın
kul)" ve "mulîm (kendisini kınayan)" adını verdi.
[86]
"Kura çekmişti
de..." buyruğunda geçen: lafzı, el-Muberred'e göre; "kura
çekmişti" anlamındadır. Ona göre bunun aslı (kura maksadıyla torbada)
karıştırılan siham (oklardan) gelmektedir.
"Kaybedenlerden
olmuştu." el-Muberred yenilenlerden olmuştu, diye açıklarken, el-Ferra da
şunları söyler: "Delili kaybetti (çürütüldü)" ile: "Allah onun
delilini çürüttü" denilir, bunun aslı ayağın kaymasından gelmektedir. Şair
de şöyle demiştir:
"Biz yenilenleri
herbir dağ geçidinde öldürdük, Gözler(imiz) aydın oldu, onları
öldürmekle."
[87]
"Kendini kınaytct
olduğu halde balık onu yuttu" yani o kınanmasına sebep olacak bir iş
yapmıştı. "Melum" ister hak etsin, ister etmesin başkası tarafından
kınanan kişi demektir. (Âyet-i kerimedeki şekliyle): Mulim'in ayıp-layıcı
anlamında olduğu da söylenmiştir. "Bir iş yapıp da bu işi dolayısıyla
ayıplanır duruma gelen, kimse" hakkında kullanılır.
"Eğer o,
gerçekten teşbih edenlerden olmasaydı" buyruğu hakkında el-Kisaî şöyle
demektedir: Buradaki: "Gerçekten" lafzındaki hemzenin es-reli
olmayışı, başına "lam" harfinin gelişinden dolayıdır. Çünkü bu
"lam" harfi ona ait değildir. en-Nehhas dedi ki: Durum onun dediği
gibidir. "Lam" ancak: 'nın cevabında sözkonusu olur.[88]
"Eğer o,
gerçekten teşbih edenlerden" yani namaz kılanlardan "olmasaydı,
diriltilecekler! güne kadar karnında kalırdı elbet." Yani ona ceza olmak
üzere bu böyle olacaktı. Bu da şu demektir: Balığın karnı kıyamet gününe kadar
onun için bir kabir olacaktı.
Balığın karnında ne
kadar kaldığı hususunda farklı görüşler vardır. es-Süd-dî, el-Kelbî ve Mukatil
b. Süleyman, kırk gün kalmıştır derken, ed-Dahhak yirmi, Atâ yedi gün, Mukatil
b. Hayyan üç gün kalmıştır, demişlerdir. Tek bir saat (kısacık bir an) kaldığı
da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[89]
Taberî'nin rivayetine
göre Ebu Hureyre şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Şanı yüce
Allah Yunus'u balığın karnında hapsetmeyi murad edince, balığa onu al, fakat
etini çizme, kemiğini kırma, diye vahyetti. Balık onu aldı, sonra karnında
olduğu halde denizdeki yerine kadar indirdi. Denizin dibine ulaşınca, Yunus
bir ses işitti. Kendi kendisine: Acaba bu ne? diye sordu. Şanı yüce Allah
balığın karnında olduğu halde ona: Bu denizdeki canlıların teşbihidir, diye
vahyetti. Bunun üzerine o da balığın karnında olduğu halde teşbih etti.
Melekler de onun teşbihini işittiklerinde: Rabbimiz, biz alışılmadık bir yerde
zayıf bir ses duyuyoruz dediler. Yüce Allah şöyle buyurdu: Bu benim kulum
Yunus'tur. Bana karşı geldi. Ben de onu denizde balığın karnında hapsettim.
Melekler dediler ki: Her gün ve her gece kendisinin salih ameli sana yükselen
o salih kul mu, diye sordular, yüce Allah: Evet diye buyurdu. O vakit ona
şefaatte bulundular, yüce Allah da balığa buyurduğu gibi "hasta olduğu
halde" kıyıya bırakmasını emretti. Yüce Allah'ın kendisini nitelendirdiği
hastalığı da, balığın onu sahile et ve kemiği yaratılmış, yeni doğmuş küçük
bir çocuk gibi bırakması idi."
Rivayet edildiğine
göre balık gemi ile birlikte başını yukarı doğru kaldırarak yol alıyor ve
nefes alıyordu. Yunus da bu arada teşbih getiriyordu. Karaya varıncaya kadar
balık o gemiden ayrılmadı. Sağlam bir şekilde onu dışarı bıraktı. Onda hiçbir
değişiklik olmamıştı. Bunun üzerine müslüman oldular. Bunu da Zemahşerî
Tefsir'inde zikretmiş bulunuyor.
İbnu'l-Arabî de dedi
ki: Bana arkadaşlarımızdan birçok kişi İmamu'1-Ha-remeyn Ebu'l-Mealî
Abdu'l-Melik b. Abdillah b. Yusuf el-Cüveynî'den şöyle dediğini haber
vermişlerdir: Ona yaratıcı herhangi bir cihette midir? Diye
sorulmuş. Hayır, O bundan yüce ve münezzehdir, diye
cevap vermiş. Ona: Buna delil nedir? diye sormuşlar, o da şöyle demiş: Buna
delil Peygamber (sav)'ın: "Benim Yunus b. Metta'dan daha faziletli
olduğumu söylemeyiniz."[90]
hadisidir. Ona: Bu rivayette delil olacak taraf nedir? diye sorulunca, şöyle demiş:
Bu açıklamayı benim şu misafirim bin dinar alıp onunla bir borcunu öde-yinceye
kadar yapmayacağım, dedi. Bunun üzerine iki kişi kalkıp: Bu bin dinarı ödemeyi
biz üzerimize alıyoruz, dediler. el-Cüveynî: Hayır, iki kişi buna kefil
olmasın. Çünkü bu ona ağır gelir dedi. Birileri: Onu ödemeyi ben üzerime
alıyorum, dedi. Bunun üzerine el-Cüveynî şöyle cevab verdi: Yunus b. Metta
kendisini denize attı ve balık onu yuttu. Denizin dibinde üç karanlık içine
gömüldü ve: "Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Şüphesiz
ki ben zalimlerden oldum" diye -yüce Allah'ın haber verdiği şekilde-
seslendi. Muhammed (sav) ise yeşil refref'in üzerine oturup onunla meleklerin
kalem cızırtılarını işiteceği noktaya kadar yukarılara ulaşıp Rabbi onunla
söyleşip vahyettiği şeyleri ona vahyettiği sırada, denizin karanlıkla-rındaki
balığın karnında yüce Allah a Yunus'dan daha yakın değildi.
[91]
Taberî'nin
naklettiğine göre Yunus (a.s) gemiye bindiği vakit, gemi şiddetli bir
fırtınaya tutuldu. Gemidekiler: Bu sizden birinizin günahı sebebiyledir, dedi.
Yunus bu günahı işleyenin kendisi olduğunu bilerek: Bu benim günahım
sebebiyledir, haydi beni denize atınız, dedi. Onlar ise kura çekmeden böyle
bir teklifi kabul etmediler. "Kura çekmişti de kaybedenlerden olmuştu."
Bunun üzerine onlara:
Ben bu işin benim günahım sebebiyle olduğunu size söylemiştim, dedi. Ancak
onlar yine onu ikinci defa kura çekmeden atmayı kabul etmediler. İkinci kurada
da o yenilenlerden oldu. Fakat üçüncü bir defa daha kura çekmeden onu denize
atmayı kabul etmediler. Üçüncü kurada da yenilenlerden oldu. Bunu görünce
kendisini denize attı. Bu iş gece karanlığında olmuştu, onu balık yutmuştu.
Rivayet edildiğine
göre o gemiye yüzünü örterek binmiş ve uzakça olmayan bir yerde uyumaya çekilmişti.
Tam bu esnada esen şiddetli bir rüzgar ner-deyse gemiyi batıracaktı.
Gemidekiler bir araya gelip dua ettiler ve: Şu uyuyan adamı da uyandırın, o da
bizimle birlikte dua etsin, dediler. Onlarla birlikte Allah'a dua etti ve
fırtına dindi. Arkasından Yunus tekrar yerine dönüp uykuya daldı. Bir rüzgar
daha esti, nerdeyse gemi suda batacaktı. Yine onu
uyandırdılar, Allah'a dua ettiler ve rüzgar dindi.
Onlar bu halde iken
oldukça büyük bir balık onlara doğru başını kaldırdı ve gemiyi yutmak istedi.
Bunun üzerine Yunus onlara: Arkadaşlar bu benden dolayı oluyor. Beni denize
atacak olursanız, siz yolunuza devam edersiniz, rüzgar da sizi korkutan
tehlikeler de biter. Onlar: Kura çekmeden seni atmayız, dediler. Kura kime
çıkarsa, onu denize atarız. Derken kura çektiler ve kura Yunus'a çıktı.
Arkadaşlar beni atınız, benden dolayı bu işler başınıza geliyor, dediyse de
onlar: Hayır, bir defa daha kura çekmeden bu işi yapmayız, dediler. Yine kura
çektiler ve yine kura Yunus'a çıktı. Onlara: Arkadaşlar beni denize atınız,
benden dolayı bu işler başınıza geliyor, dedi. İşte yüce Allah'ın: "Kura
çekmişti de kaybedenlerden olmuştu." Yani kura ona çıkmıştı, buyruğu bunu
anlatmaktadır. Bunun üzerine Yunus'u alıp geminin baş taraflarına denize atmak
üzere götürdüler. Baktılar ki balık ağzını açmış bekliyor. Bu sefer geminin
öbür kıyısına onu getirdiler, yine balığı gördüler. Öbür tarafa onu
götürdüler, yine balığın ağzını açmış beklediğini gördüler. Yunus bu durumu
görünce, o kendi kendisini attı ve balık da onu yakaladı. Yüce Allah balığa:
Ben onu sana rızık olarak vermedim. Senin karnını onun için bir kab kıldım,
diye vahyetti. Balığın karnında kırk gün kaldı. "O bakımdan karanlıklar
içerisinde: "Senden başka ilâh yoktur, Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zulmedenlerden
oldum" diye seslenmişti. Biz de duasını kabul edip kendisini gamdan
kurtarmıştık. Biz mü'minleri işte böyle kurtarırız." (el-Enbiya,
21/87-88) Bu husus daha önceden de geçmişti. Buna dair açıklamalar ileride de
gelecektir.
Bu olaydaki fıkhi
inceliklerden birisi de şudur: Bizden öncekilerin şeri-atinde de kura ile amel
edilir, uygulama yapılırdı. Daha önce Al-i İmran Sû-resi'nde (3/44. âyet, 3-
başlıkta) da geçtiği üzere bu bizim şeriatimizde de va-rid olmuştur.
İbnu'l-Arabî dedi ki:
Kura bizim şeriatimizde üç yerde varid olmuştur.
1- Peygamber
(sav) yolculuğa çıkmak istediği vakit hanımları arasında kura çekerdi. Kura
kime çıkarsa onunla birlikte o yola çıkardı.[92]
2- Peygamber
(sav)'a başka hiçbir malı bulunmayan altı kölesini azad etmiş bir adamın
davası getirildi. O da bu altı kişi arasında kura çekti. Bunların ikisini
hürriyetlerine kavuşturdu, geri kalan dördü ise köle kaldı.[93]
3- İki kişi
ortada alametleri kalmamış birtakım şeyleri miras iddiası ile da-valaştılar.
Peygamber (sav) da onlara: "Gidin, hakkı gereği gibi araştırın, sonra kura
çekin. Herbiriniz de diğerine hakkını helal etsin." diye buyurdu.[94]
İşte kura çekmenin
varid olduğu üç yer burasıdır. Bunlar ise nikahlılar arasındaki paylaştırma,
köle azad etme ve diğer paylaştırmalardır. Bu hususlarda kura çekmek, içinden
çıkılmaz meseleyi ortadan kaldırıp çözüm bulmak ve herkesin arzusunun
gerçekleşmesini istemesi hastalığına son vermektir.
Gazaya çıkmak
hususunda zevceler arasında kura çekmenin durumu hakkında (Maliki mezhebine
mensub) ilim adamlarımızın farklı görüşleri vardır. Bu iki görüşten sahih
olanı kura çekileceğidir. Diğer İslâm beldelerindeki fukaha da böyle
demişlerdir. Çünkü hepsi ile birlikte yola çıkmanın imkanı yoktur. Bunlardan
birisini seçmek ise öbürlerine üstün tutmak demektir, geriye kura çekmekten
başka bir yol kalmıyor. Altı köle meselesinde de durum böyledir. Çünkü her iki
köle adamın malının üçte biri demektir. Bu ise ölüm hastalığı halinde miras
bırakanın hürriyetine kavuşturabileceği miktar demektir. Gönül arzusuna göre bu
iki kişiyi tayin etmek, şer'an caiz değildir. Geriye sadece kura çekmek
kalıyor.
Aynı şekilde miras
bırakılan eşyalar hususunda anlaşmazlık ortaya çıkarsa, kuradan başka bir
yolla hakkı tesbıt etmeye imkan kalmaz. O halde hak sahibini tayin etmenin
zorlaşması halinde kura bir asıl olmaktadır.
(İbnu'l-Ârabî devamla)
dedi ki: Bana göre doğru olan içinden çıkılması zor herbir meselede kuranın
çekileceğidir. Bu yolla problem daha açık bir şekilde çözülür ve böyle bir
hususta verilecek hüküm daha güçlüdür, meseleyi daha açık ortaya koyar ve
problemi ortadan kaldırır. Bundan dolayı biz diyoruz ki: Talak hususunda
hanımlar arasında kura çekmek, hürriyetlerine kavuşturmak hususunda cariyeler
arasında kura çekmek gibidir.
[95]
İnsanı denize atmak
maksadıyla kura çekmek caiz değildir. Bu Yunus (a.s) hakkında ve onun döneminde
bir taraftan delilinin gerçekleştirilmesi, diğer taraftan da imanının
arttırılması için bir çeşit mukaddime idi. Dolayısı ile günahkâr olan bir
kimsenin öldürülüp ateşe ya da denize atılması caiz değildir. Böyle bir kimse
hakkında işlediği suça göre had ya da ta'zir uygulanır. Bazı kimselerin
kanaatine göre deniz kaynayıp coşacak olur da gemidekiler geminin yükünü
hafifletmek zorunda kalırsa, o vakit aralarında kura çekilir, geminin yükünü
hafifletmek maksadı ile birileri denize atılır. Ancak bu yanlış bir görüştür.
Çünkü birilerinin atılması ile gemi hafifletilemez. Bu ancak mallar hakkında
sözkonusu olabilir. Fakat yüce Allah'ın vereceği hükme karşı sabretmek yolunu
seçmek gerekir.
[96]
Yüce Allah, Yunus
(a.s)'ın teşbih edenlerden olduğunu ve teşbihinin kurtuluşunun sebebi olduğunu
haber vermektedir. İşte bundan dolayı: Salih amel, tökezlemesi halinde kişiyi
yükseltir, denilmiştir.
İbn Abbas:
"Teşbih edenlerden" buyruğunu namaz kılanlardan diye açıklamıştır.
Katade dedi ki: O daha
önceden Allah kendisini korusun diye namaz kılardı, yüce Allah da onu
kurtardı.
er-Rabî' b. Enes dedi
ki: Şayet önceden onun salih bir ameli olmasaydı "diriltilecekleri güne
kadar karnında kalırdı elbet."
(Yine er-Rabî' b.
Enes) dedi ki: Hikmette şunlar yazılıdır: Salih amel tökezlemesi halinde
sahibini yükseltir.
Mukatil de dedi ki:
"Teşbih edenlerden" buyruğu masiyetten önce namaz kılıp itaat
edenlerden... demektir. Vehb: İbadet edenlerden, diye açıklamıştır. el-Hasen
dedi ki: O balığın karnında namaz kılmıyordu, ancak rahatlık dönemlerinde
"önceden salih ameller işlemişti. Sıkıntılı halinde yüce Allah o salih
ameli ile onu andı. Hiç şüphesiz salih amel sahibini yükseltir, tökezleyecek
olursa bir dayanak bulmasına sebeb olur.
Derim ki: Peygamber
(sav)'ın şu buyruğu da bu anlamı ifade eder: "Sizler kimin salih amel
türünden kendisi için saklanabilecek bir şeyler yapabilme imkanı olursa, onu
yapsın."[97] O halde kul salih bir
amel işlemek için gayret eder, çabalar. Bunu Rabbine karşı ihlasla yerine
getirir. İhtiyaç duyacağı, çaresiz kalacağı bir güne bunu saklar. Olanca
gücüyle de bunu gizli tutar. Diğer insanlardan bunu saklar. En çok ihtiyaç
duyacağı bir zamanda bu (amelinin mükâfatı olarak) ona ulaşır.
Buhârî ve Müslim de
İbn Ömer yoluyla gelen hadiste Rasûlullah (sav)'ın şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedirler: "Vaktiyle üç kişi -bir rivayette: sizden öncekilerden (üç
kişi)- yürüyüp gezinirlerken yağmur bastırdı. Dağdaki bir mağaraya sığındılar.
Mağaranın ağzını dağdan gelen bir kaya kapatı-verdi. Böylelikle mağarayı
üzerlerine kapattı. Biri diğerine şöyle dedi: Allah için işlemiş olduğunuz
salih amellerinizi gözden geçiriniz. Bunları sözkonu-su ederek Allah'a dua
ediniz, belki Allah bu mağaranın kapısını size açar..."[98]
diyere hadisi
böylelikle tamamıyla zikreder. Bu çokça bilinen bir hadistir. Bunun çokça
bilinmesi dolayısıyla onu bütünüyle kaydetmemize gerek bırakmamaktadır.
Said b. Cübeyr dedi
ki: Yunus (a.s) balığın karnında: "Senden başka ilâh yoktur. Seni tenzih
ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum" deyince, balık onu dışarıya attı.
"Teşbih
edenlerden" buyruğunun balığın karnında namaz kılanlardan... anlamında
olduğu da söylenmiştir.
Derim ki: Daha
kuvvetli görünen onun bu teşbihinin kalb ile uyumlu, dil ile teşbih olduğudur.
Daha önceden Taberî'nin kaydettiği ve bizim zikrettiğimiz Ebu Hureyre yoluyla
gelen hadis de buna delildir. Orada: "Balığın karnında olduğu halde
teşbih etti" denilmektedir. Yine "melekler onun teşbihini işittiler.
Rabbimiz biz alışılmadık bir yerde zayıf bir ses işitiyoruz, dediler."
Buna göre âyet-i kerimedeki: " İdi" zaid demektir. "Eğer o
teşbih edenlerden olmasaydı" demektir.
Ebû Davud'un kitabında
(Süneninde) Sad b. Ebi Vakkas'dan gelen rivayete göre Peygamber (sav) şöyle
buyurmuştur: "Zu'n-Nûn'un balığın karnındaki duası olan: "Senden
başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden
oldum" duasını müslüman bir kişi her ne hakkında yapacak olursa, mutlaka
onun duası kabul olunur."[99] Bu
husus daha önce el-Enbiya Sûresi'nde (21/87-88 buyruklarının tefsirinde)
geçmiş bulunmaktadır.
O halde Yunus (a.s)
hem daha önceden namaz kılan ve teşbih eden birisiydi, hem de balığın karnında
da böyle idi.
Haberde kaydedildiğine
göre balığa şöyle seslenilmiş: Biz Yunus'u sana rızık olarak vermedik. Seni ona
bir koruyucu yer ve mescid olarak tayin ettik. Bu da daha önceden geçmiş
bulunmaktadır.
[100]
145. Biz,
onu hasta olduğu halde apaçık bir yere bıraktık.
146. Üzerine
kabak türünden bir ağaç bitirdik.
147. Biz,
onu yüzbin veya daha fazlasına gönderdik.
148. Onlar
imana geldiler. Biz de onları bir zamana kadar geçindirdik.
"Biz, onu hasta
olduğu halde apaçık bir yere bıraktık. Üzerine kabak türünden bir ağaç
bitirdik" buyruğu ile ilgili olarak rivayet edildiğine göre balık onu
Musul yakınlarındaki bir kasabanın kıyısına bıraktı. İbn Kusayt, Ebu
Hureyre'den naklen dedi ki: Yunus etrafı açık bir yere atıldı. Allah da onun üzerine
yaktın (kabak türü) bir bitki bitirdi. Biz ona: Ey Ebu Hureyre yaktın nedir?
diye sorduk, dedi ki: Bu kabak bitkisidir. Yüce Allah ona yabani bir dişi dağ
keçisi müsahhar kıldı. Bu da yerin bitirdiklerinden yemeye koyuldu.
Sabah-akşam bu keçi ona gelir ve bacaklarını açarak sütünden içirirdi.
Kendisine gelinceye kadar bu böyle devam etti.
Said b. Cübeyr de İbn
Abbas'tan dedi ki: Balık onu deniz kıyısında bir yere bıraktı. Onu hilkatinde
hiçbir eksik olmayan, yeni doğmuş bir bebek gibi bıraktı.
Yine denildiğine göre
balık Yunus'u deniz kıyısına bırakınca yüce Allah onun üzerine yaktın denilen
bir ağaç yetiştirdi. Bu nakledildiğine göre kabaktır. Onun üzerine öz suyunu
damlatıyordu, ta ki eski gücüne kavuşuncaya kadar. Daha sonra bir gün bu
ağacın bulunduğu yere döndüğünde kurumuş olduğunu gördü, üzüldü ve onun için
ağladı. Bu hali dolayısıyla ona sitemle şöyle denildi: Bir ağaç için üzülüp
ağladın da. Dostun İbrahim'in çocuklarından İsrailoğullarından yüzbin kişi
düşmanın elinde esir oldukları halde, onlar için üzülmedin ve hepsinin helak
edilmesini istedin.
Bu ağacın incir ağacı
olduğu da söylenmiştir. Muz ağacı olduğu da söylenmiştir. Bu ağacın
yapraklarıyla örtünmüş, dallarıyla gölgelenmiş ve onun meyvesinden yemişti.
Ancak çoğunluk bunun -ileride geleceği üzere- yak-tiin (kabak) olduğu
görüşündedir.
Daha sonra yüce Allah
onu seçti, salihlerden kıldı. Kavmine gidip yüce Allah'ın onların tevbelerini
kabul ettiğini söylemesini emretti. Kavmine gitmek üzere yola koyuldu, bir
çoban ile karşılaştı. O çobana Yunus'un kavmini, durumlarını, nasıl
olduklarını sordu. Durumlarının iyi olduğunu söyledi, rasûllerinin kendilerine
dönmesini ümit ettiklerini bildirdi. Bu sefer ona: Git, Yunus ile karşılaştım
diye onlara haber ver, dedi. Bu sefer çoban: Bir şahit olmadıkça ben bunu
yapamam dedi. Bunun üzerine koyunlarından birisini tayin ederek: Bu senin
Yunus ile karşılaşmış olduğuna şahitlik edecektir, dedi. Çoban: Bu da nasıl
olur deyince, Yunus: Şu üzerinde bulunduğun yer de senin Yunus ile karşılaştığına
şahitlik edecektir. Yine: Bu nasıl olur? deyince, Yunus: Şu ağaç da senin
Yunus ile karşılaştığına şahitlik edecektir, dedi. Çoban kavmine döndü ve
Yunus ile karşılaştığını onlara bildirince, onu yalanladılar, hatta ona
kötülük yapmak istediler. Onlara: Bana ceza vermekte acele etmeyin, sabahı
bekleyin. Sabah olunca onları alıp Yunus ile karşılaştığı yere gitti. Yerden
konuşmasını istedi, yer onlara Yunus ile karşılaştığını bildirdi. Koyuna, ağaca
konuşmalarını söyledi. Her ikisi de çobanın Yunus ile karşılaşmış olduğunu
bildirdi. Bundan sonra da Yunus yanlarına geldi.
Bu haberi ve ondan
öncekini Taberî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- zikretmiş bulunmaktadır.
"Biz onu...
bıraktık." Onu at(tır)dık, demektir. Onu bıraktık, ter-kettik, diye de
açıklanmıştır.
"Apaçık bir
yere" sahraya demektir. Bu açıklamayı İbnu'l-Arabî yapmıştır. el-Ahfeş
düzlük bir yere. Ebu Ubeyde genişçe bir yere, diye açıklamıştır. el-Ferra dedi
ki: Bu boş yer demektir. (Devamla) dedi ki: Ebu Ubeyde dedi ki: Boş yer
anlamındadır. Daha sonra da Huzaalılardan bir adama ait şu beyiti
zikretmektedir:
"Ve ben
tökezleyeceğinden korkmaksızın bir ayağımı kaldırdım, Açık, düzlük yere de
elbiselerimi bıraktım."
el-Ahfeş yüce
Allah'ın: "Hasta olduğu halde" buyruğu hakkında dedi ki:
“Hasta" kelimesinin çoğulu şekillerinde gelir.
Yüce Allah bu sûrede:
"Biz onu... apaçık bir yere bıraktık" diye buyurduğu halde, Nun
ve'1-Kalem Sûresinde: "Eğer ona Rabbinden bir nimet erişmemiş olsa idi,
bomboş bir çöle kınanmış halde atılacaktı." (el-Kalem, 68/49) diye
buyurmaktadır. (Bu nasıl izah edilir?)
Buna cevab şudur:
Burada yüce Allah bize onu kınanmış olmaksızın boş bir yere atmış olduğunu
haber vermektedir. Eğer Allah'ın rahmeti olmasaydı, kınanmış olduğu halde boş
yere atılmış olacaktı. Bu açıklamayı en-Neh-has yapmıştır.
Yüce Allah'ın: Üzerine
kabak türünden bir ağaç bitirdik." buyruğunage-lince, buradaki
"Üzerine" yanında demektir. Allah'ın: "
Onların bana isnad
ettikleri bir suç da vardır" (eş-Şuara, 26/14) buyruğu gibidir ki; burada
da "benim yanımda" anlamındadır.
Buradaki bu lafzın:
“Onun için" anlamında olduğu da söylenmiştir.
"Kabak türünden
bir ağaç" buyruğunda geçen: "el-yaktîn" kabak bitkisi demektir.
Başkası olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı İbnu'l-A'rabî zikretmiştir.
Haberde: "Kabak ve kavun cennettendir" denilmektedir.[101] Biz
bunu "et-Tezkire" adlı eserimizde de zikretmiş bulunuyoruz.
el-Muberred dedi ki:
Gövdesi olmayıp yaprağı yerin üzerinde yayılan her-bir bitkiye
"yaktîne" denilir. Kabak, kavun ve ebu cehil karpuzu gibi. Eğer bitkinin
kendisini ayakta tutan gövdesi (ve sapı) var ise buna sadece "şecere
(ağaç)" denilir. Eğer kökleri bulunup etrafa yayılıyor ise buna da
"necme" denilir, çoğulu ise "necm" diye gelir. Nitekim yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Gövdesiz bitkiler de, ağaçlar da (Allah'a)
secde ederler." (er-Rahman, 55/6) Buna yakın bir açıklama İbn Abbas,
el-Hasen ve Mu-katil'den de rivayet edilmiştir. Onlar derler ki: Uzayıp giden
ve yer üzerinde yayılarak dik duramayan, sapı da bulunmayan acur, kavun,
kabak, ebu cehil karpuzu gibi herbir bitkiye "yaktın" denilir.
Said b. Cübeyr dedi
ki: Biten, sonra da aynı senede ölen herşeye denilir. Muz da bunun kapsamına
girer.
Derim ki: Yaktın sapı
olmayan bitkilerdendir. el-Cevherî dedi ki: Yaktın kabak ve buna benzer
bitkiler gibi sapı olmayan bitkilerdir. ez-Zeccac dedi ki: Yaktînin türediği
kök "bir yerde ikamet etti" anlamındaki: ifadesidir. Buna göre yaktin
"yef'il" veznindedir.
Bunun Arapça olmayan
bir isim olduğu da söylenmiştir. Özellikle "yak-tin"in anılmasının
sebebinin ona sinek konmayışı olduğu söylendiği gibi, şöyle de denilmiştir:
Orada yaktin yoktu. Yüce Allah onu anında bitiriverdi.
el-Kuşeyrî dedi ki:
Âyet-i kerimede bu ağacın, gölgesinin olduğuna delil teşkil edecek bir ifade
şekli vardır.
es-Sa'lebî dedi ki: Bu
bitki onu gölgelendiriyordu. Onun yeşilliğini görünce onu beğendi. Bu sefer
kuruyuverdi, onun için üzülmeye koyuldu. Ona şöyle denildi: Ey Yunus! Yaratan
da sen değilsin, sulayan da sen değilsin, bitiren de sen değilsin. Niye bir
ağaç için üzülüyorsun? Yüzbin insanı veya daha fazlasını yaratan Ben olduğum
halde, Benden bir anda onları toptan imha etmemi istiyorsun. Halbuki onlar
tevbe etmiş, Ben de onların tevbeleri-ni kabul etmiş bulunuyorum. Benim
rahmetim nerede kaldı ey Yunus? Ben erhamu'rrahimînim.
Peygamber (sav)'dan da
rivayet edildiğine göre o etli tiridi ve kabağı yer, kabağı sever ve: "Bu,
kardeşim Yunus'un bitkisidir" dermiş.[102]
Enes de dedi ki:
Peygamber (sav)'a kabak parçalarının bulunduğu sulu bir yemek ile kurutulmuş et
sunuldu. O da kabın etrafındaki kabakları topluyor (ve yiyordu). Enes dedi ki:
İşte o günden itibaren ben kabağı seviyorum. Bu hadisi hadis imamları rivayet
etmişlerdir.[103]
"Biz onu yüzbin
veya daha fazlasına gönderdik" buyruğu ile ilgili olarak daha önceden de
geçtiği üzere, İbn Abbas'tan rivayete göre Yunus (a.s)'a peygamberlik, balığın
onu kıyıya bırakmasından sonra, verilmiştir. Bu rivayetin geldiği tek yol, Şehr
b. Havşeb yoludur.
en-Nehhas dedi ki:
İsnad bakımından bundan daha iyi ve daha sahih olanı ise bizim Ali b. el-Huseynden
yaptığımız rivayettir. O dedi ki: Bize el-Ha-sen b. Muhammed anlattı, dedi ki:
Bize Amr b. el-Ankazî anlattı, dedi ki: Bize İsrail anlattı, o Ebu İshak tan.
o Amr b. Meymun'dan dedi ki: Bize Abdullah b. Mesud Beytu'l-Mal'de Yunus
peygamber (a.s)'dan sözederek dedi ki: Yunus kavmine azabın geleceğini söyledi
ve bu azabın üç güne kadar gelip onları bulacağını bildirdi. Onlar da her anne
ile yavrusunu birbirinden ayırarak yurtlarından feryad ile dışarı çıktılar.
Yüce Allah'a niyaz edip mağfiret dilediler. Yüce Allah onlara azabı göndermedi.
Yunus (a.s) da azabı bekleyip durduğu halde bir şey görmedi. -Yalan söyleyip
de lehine bir delil bulunmayan bir kimse öldürülürdü.- Bundan dolayı Yunus
öfkelenerek (ya da öfkelendirerek) çıkıp gitti. Bir gemiye bindi bir topluluğun
yanına geldi, onlar da onu gemiye aldılar ve onun kim olduğunu öğrendiler.
Gemiye girdikten sonra gemi yürümez oldu. Halbuki başka gemiler sağa sola
gidip geliyordu. Bu geminize ne oldu? dediler. Gemidekiler bilmiyoruz dediler.
Yunus (a.s) dedi ki: Bu gemide aziz ve celil olan Rabbinden kaçmış bir köle
vardır. Onu suya atmadıkça o gemi yürümeyecektir. Onlar: Ey Allah'ın Peygamberi!
Eğer seni atmamızı istiyorsan, asla biz seni atamayız. Bu sefer Yunus (a.s): O
halde kura çekiniz. Kura kime çıkarsa, o denize atılsın, dedi. Kura çektiler,
kura Yunus'a çıktı, onu bırakmak istemediler. Yine: Üç defa kura çekiniz, kura
kime çıkarsa, o denize atılsın. Üç defa daha kura çekildi, üçünde de kura
Yunus'a çıktı. Bunun üzerine denize atıldı. Yüce Allah da onun için bir balık
görevlendirdi. Balık onu yuttu ve onu denizin dibine doğru götürdü. Yunus
(a.s) çakıl taşlarının teşbihini duyunca: "Karanlıklar içinde: Senden
başka ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zulmedenlerden
oldum, diye seslendi." (el-Enbiya. 2/87)
Bu karanlıklar gece
karanlığı, denizin karanlığı ve balığın karnının karanlığıdır.
Yüce Allah: "Biz
onu hasta olduğu halde apaçık bir yere bıraktık." diye buyurmaktadır.
Yani üzerinde tüyü bulunmayan bir kuş yavrusu gibi bıraktık. Yüce Allah onun
için kabak türünden bir bitki bitirdi. Onunla gölgeleniyor ve ondan yiyordu.
Bu ağaç kuruyunca, onun için ağladı. Yüce Allah ona şunu vahyetti: Kuruyan bir
ağaç için ağlıyorsun da kendilerini helak etmemi istediğin yüzbin kişi veya
daha fazlası için ağlamıyorsun öyle mi?
Derken Allah'ın Rasûlü
Yunus çıkıp gitti. Hayvanlarını otlatan bir çoban gördü. Ey genç kimlerdensin?
diye sordu, o: Yunus'un kavmindenim dedi. Ona: Kavminin yanına gidersen, Yunus
ile karşılaştığını onlara bildir, dedi. Genç şöyle dedi: Sen gerçekten Yunus
isen delili bulunmaksızın yalan söy-. lediği ortaya çıkan bir kimsenin
öldürüldüğünü biliyorsun. Benim doğru söylediğime kim şahitlik edecek, dedi.
Bunun üzerine Yunus: Şu ağaç ve şu yer sana şahitlik edecektir, dedi. Genç ona:
O halde onlara (şahitlik etmeleri için) emir ver, dedi. Yunus onlara: Bu genç
size gelecek olursa, siz ona şahitlik ediniz, dedi. Onlar da: Olur dediler.
Genç kavmine geri döndü. Kavmi arasında kendisine zarar verilemeyecek bir konumda
idi, kardeşleri vardı. Hükümdara gidip: Ben Yunus ile karşılaştım, onun sana
selamı var dedi. Hükümdar: Öldürülmesini emredince, etrafındakiler: Bunun bir
delili var. O bakımdan onunla beraber şahitlik edecek kimseleri gönderdiler. O
ağaca ve o yere gidip: Allah adına size and veriyorum. Benim Yunus ile
karşılaştığıma şahitlik eder misiniz? dedi. Her ikisi de: Evet dediler. Onunla
birlikte olanlar dehşet içinde geri döndüler ve: Ağaç ve yer buna şahitlik
etti, diyerek, hükümdarın yanına vardılar ve gördüklerini hükümdara
anlattılar.
Abdullah (b. Mesud)
dedi ki: Hükümdar gencin elinden tutup onu kendi yerine oturttu ve: Buraya sen
benden daha layıksın, dedi. Abdullah dedi ki: Bu genç kırk yıl boyunca onların
işlerini güzel bir şekilde idare etti.
Ebu Cafer en-Nehhas
dedi ki: Bu rivayetten açıkça anlaşıldığına göre Yu-nus'a balık kendisini
yutmadan önce risalet verilmiş idi. Bu ise kıyas ile öğrenebilecek bir şey
değildir, isnad ile öğrenilir.
Yine bu rivayetteki
hususlardan birisi de şudur: Yunus'un kavmi iman etmişler ve azabı görmeden
önce pişman olmuşlardı. Çünkü burada belirtildiğine göre onlara üç güne kadar
azabın geleceğini haber vermişti. Onlar ise herbir anneyi yavrusundan ayırıp
tek kişiymişcesine yüce Allah'a feryad ederek yöneldiler. Bu hususta doğru
olan budur. Diğer taraftan yüce Allah'ın onlar hakkındaki hükmü (bundan
dolayı) başkaları hakkındaki şu buyruklarında sözü edilen hükmü gibi
olmamıştır: "Ama Bizim azabımızı gördüklerinde imanları onlara fayda
vermedi." (el-Mu'min, 40/85): "Yoksa (makbul) tev-be kötülükleri
işleyip durup da nihayet onlardan birine ölüm gelip çattığında... (yaptığı
tevbe) değildir." (en-Nisa, 4/18)
Kimi ilim adamı da
şöyle demiştir: Onlar azabın gölgesini gördüler de tevbe ettiler. Bu ise
(tevbenin kabul edilmesine) engel değildir. İlim adamlarının bu husustaki
görüşleri daha önce Yunus Sûresi'nde (10/98. âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır. Oraya bakılabilir.
"Veya daha
fazlasına" buyruğundaki "veya" lafzının anlamları ve yorumlanması
ile ilgili açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın:
"Yahut (belki, hatta) taştan da katı" (el-Bakara, 2/74) buyruğu
açıklanırken geçmiş bulunmaktadır.
el-Ferra dedi ki:
Burada: "Veya" buyruğu: “Hatta" anlamındadır. Başkası ise bunun
"vav: ve" anlamında olduğunu söylemişlerdir. Şairin şu beyitinde de
bu türdedir:
"Aramızda savaş
şiddetlenince, Riyahı veya Rizamı aradı gözlerimiz."
Burada: "ve
Rizarm..." anlamındadır. İşte yüce Allah'ın: "Saat (kıyamet) hadisesi
ise ancak bir göz kırpma gibidir. Yahut o daha da yakındır." (en-Nahl,
66/77) buyruğu gibidir.
Muhammed b. Cafer ise
bu buyruğu hemzesiz olarak: "Yüzbine ve daha fazlasına" diye
okumuştur. Buna göre: " Daha fazlasına" buyruğu hazfedilmiş bir
mübtedanın haberi olarak ref mahallin-dedir ki "ve onlar daha fazla
idiler" takdirindedir.
en-Nehhas dedi ki:
Basrahlara göre bu iki görüş sahih olamaz. Onlar "ev: veya, yahuf'un:
"Hatta" ile "vav: ve" anlamında olduğunu kabul etmezler.
Çünkü: "Hatta, belki" birinci ifadenin sözkonusu olmadığını ancak
ondan sonrasının da olumlu olarak ifade edildiğini anlatmak (idrab) içindir.
Yüce Allah ise böyle bir anlatımdan münezzehtir. Yahutta bir şeyden çıkıp
(ilgili açıklamaları bitirip) başka bir şeye geçiş içindir. Bu ise böyle bir
açıklamanın yapılacağı bir yer değildir. Diğer taraftan "vav"ın
anlamı: "Veya, yahut"un anlamından farklıdır. Eğer bunlardan birisi
diğerinin anlamına kullanılabilseydi, lafızların anlamlan (meani) ortadan
kalkardı. Eğer böyle bir şey mümkün olsaydı, o takdirde: "Biz onu
ikiyüzbin kişiye peygamber olarak gönderdik" ifadesi daha muhtasar olurdu.
el-Muberred de dedi
ki: Bunun anlamı şudur: Biz onu öyle bir topluluğa gönderdik ki, sizler onları
görecek olsaydınız, bunlar yüzbin kişi veya daha fazladır, diyeceksiniz.
Kullara bilip tanıdıkları bir üslubla hitab edilmiştir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Bu şuna benzer: Bana Zeyd ya da Amr geldi. Halbuki sen bu
ikisinden kimin geldiğini biliyorsun, ancak kimin geldiğini mu-hatab anlamasın
diye müphem bir ifade kullanırsın.
el-Ahfeş ve ez-Zeccac
derler ki: Veya sizin değerlendirmenize göre daha fazla idiler, demektir.
İbn Abbas dedi ki:
Bunlar yüzbinden yirmibin kişi fazla idiler. Bunu Ubeyy b. Ka'b (peygambere)
merfu olarak da rivayet etmiştir. Yine İbn Ab-bas'tan: Otuzbin kişi fazla
idiler, dediği rivayeti de gelmiştir. el-Hasen ve er-Rabî ise: Otuzbin küsur
kişi fazla idiler, demişlerdir. Mukatil b. Hayyan da: Yetmişbin kişi demiştir.
"Onlar imana
geldiler, Biz de onları bir zamana kadar" yani onlar için belirlenen
ecellerinin son vaktine kadar "geçindirdik."
[104]
149. Şimdi
onlara sor: "Kız çocukları Rabbinİn, erkek çocukları da kendilerinin
midir?"
150. Yoksa
Biz melekleri dişiler olarak yarattık da onlar da buna tanık mı oldular?
151. İyi bilin ki onlar iftiralarından dolayı
derler ki:
152.
"Allah doğurdu." Şüphesiz onlar elbette yalancıdırlar.
153.
Yoksa
erkekler dururken, kız çocukları mı üstün tutup seçti?
154. Ne
oluyor size? Nasıl hüküm veriyorsunuz?
155. Hiç
düşünmez misiniz?
156. Yoksa
apaçık bir deliliniz mi var?
157. Doğru
söyleyenler iseniz, kitabınızı getirin.
"Şimdi onlara
sor: Kız çocukları Rabbinin, erkek çocukları da kendilerinin midir?" Yüce
Allah, Peygamber (sav)'a teselli olmak üzere geçmiş ümmetlere dair haberleri
sözkonusu ettikten sonra bu buyruğu ile de Kureyş kâfirlerinin: Melekler
Allah'ın kızlarıdır, şeklindeki sözlerine karşı delil getirerek: "Şimdi
onlara sor..." diye buyurmaktadır. Bu buyruk, sûrenin baş taraflarında
-aradaki mesafe uzak olmakla birlikte- yer alan benzeri anlamdaki ifadelere
atfedilmiştir. Ey Muhammedi Sen Mekkelilere: "Kız çocukları Rabbinin...
midir?" diye sor, demektir. Çünkü Cuheyne, Huzaa, Benu Muleyh, Be-nu
Seleme ve Abdu'd-Daroğullan meleklerin Allah'ın kızları olduklarını iddia
ediyorlardı. Buradaki soru ise onları azarlamak içindir.
"Yoksa Biz melekleri
dişiler olarak yarattık da onlar da buna tanık mı oldular?" Biz onları
dişiler olarak yaratırken yaratmamızda hazır mı idiler? Bu, yüce Allah'ın:
"Ve onlar bizzat Allah'ın kulları olan melekleri de dişi kabul ettiler.
Acaba kendileri onların yaratılışlarına şahit mi oldular?" (ez-Zuhruf,
43/19) buyruğuna benzemektedir.
Daha sonra yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "İyi bilin ki onlar iftiralarından"
buyruğundaki (iftira anlamı verilen): "ifk" yalanın en kötü şeklidir.
"Derler ki: Allah doğurdu. Şüphesiz onlar elbette" Allah'ın çocuğu
olduğu iddialarında "yalancıdırlar." Çünkü O. doğmayan ve
doğurmayandır.
"İyi bilin
ki" lafzından sonra gelen: "Muhakkak, gerçekten, şüphesiz
ki"nin hemzesi kesreli gelir, çünkü söz başıdır.
Sibeveyh'in
naklettiğine göre ise: ...e gelince"den sonra üstün de gelebilir, esreli
de gelebilir. Üstün geldiği takdirde: edatı: "Gerçekten, gerçek
olarak" anlamına gelir. Esreli gelmesi halinde ise: “yi bilin ki"
anlamındadır.
en-Nehhas dedi ki: Ben
Ali b. Süleyman'ı şöyle derken dinledim: e benzeterek üstün okunması da
mümkündür. Fakat bu âyet-i kerimede kesreli okunmasından başka türlü okuyuş
caiz değildir. Çünkü ondan sonrası ref (durumunda)dır. İfade ise: "(
âjJjlSJ): Elbette yalancıdırlar" ifadesi ile tamam olmaktadır. Sonra da
buyruğa azarlamak ve yanlışlıklarını başlarına kakmak maksadıyla:
"Yoksa... mı üstün tutup seçti" buyruğu ile okumaya devam edilir.
Şöyle buyurmuş gibidir: Yazıklar olsun size! "Yoksa erkekler"i
bırakıp "kızları mı üstün tutup seçti?"
"Üstün tutup seçti"
anlamındaki: buyruğu "elif" genel olarak kat' (harekeli olarak) ile
okunmuştur. Çünkü bu "vasi elifinin başına gelmiş bir "istifham
elifi"dir. "Vasi elifi hazfedildikten sonra geriye istifham (soru
edatı) olan elif olduğu haliyle üstün ve "kat' elifi olarak kalmıştır.
Daha önceden geçtiği üzere: "Acaba gaybı görerek mi bildi?" buyruğunda
olduğu gibi.
Ebu Cafer, Şeybe,
Nafî' ve Hamza istifhamsız olarak ve "vasi elifi ile haber olmak üzere:
"Üstün tutup seçmiştir" diye okumuşlardır.
(Buna göre) kıraate
buradan başlanacak olursa hemze kesre ile okunur. Ebu Hatim ise bunun izah
edilemeyecek bir kıraat olduğunu iddia etmiştir. (Ancak bu okuyuşa göre dahi)
ifadeler iki bakımdan yine azar üslubunu devam ettirmektedir: Birincisine göre
bu onların söyledikleri yalanı açıklayıcı bir ifade olur. Bu durumda "ne
oluyor size? Nasıl hüküm veriyorsunuz?" buyruğu önceki ile alakalı olmaz.
Diğer taraftan -aralarında el-Ferra'nın da bulunduğu- nahivcilerin
naklettiklerine göre azar üslubu soru edatı ile de yapılabilir, soru edatı
olmaksızın da yapılabilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Siz
dünya hayatında hoşlandığınız herşeyinizi bitirdiniz..." (el-Ahkaf, 46/20)
Bir başka açıklamaya
göre bu okuyuşta "söylemek" anlamından gelen bir fiil takdiri
sözkonusudur. Yani onlar derler ki: Kızları beğenip üstün tutup seçti, demek
olur. Yahutta bu yüce Allah'ın: "Allah doğurdu" buyruğundan da bedel
olabilir. Çünkü kız çocukların doğurulması ve kız çocuklara sahib olmak onları
beğenip seçmektir. Bu durumda mazi bir fiil (doğurdu)den bir başka mazi fiil
(üstün tutup seçti) bedel getirilmiş olur. Bu durumda da: "(â^jliJ):
Elbette yalancıdırlar" buyruğu üzerinde vakıf yapılmaz.
"Hiç" onun
çocuğu olmasının imkansız bir şey olduğunu "düşünmez misiniz?"
"Yoksa apaçık bir
deliliniz" belgeniz "mi var?"
Bu sözlerinizde
"doğru söyleyenler iseniz kitabınızı" delillerinizi, belgelerinizi
"getirin."
[105]
158. Onlar
kendisi ile cinler arasında bir neseb uydurdular. Andol-sun ki muhakkak cinler
de onların hazır edileceklerini bilmişlerdir.
159. Allah
onların nitelendirmelerinden münezzehtir.
160.
Allah'ın ihlasa erdirilmiş kulları müstesna.
"Onlar kendisi
ile cinler arasında bir neseb uydurdular" buyruğu ile ilgili olarak
tefsir bilginlerinin çoğunluğu burada sözü edilen: "Cinlerden kastın,
melekler olduğunu söylemişlerdir. İbn Ebi Necih, Müca-hid'den şöyle dediğini
rivayet eder: Onlar -Kureyş kâfirleri-: melekler yüce Allah'ın kızlarıdır
dediler. Ebu Bekir es-Sıddîk (r.a) da şöyle demiştir: Yani bu meleklerin
anneleri vardır ve bu annelerinden doğmuşlardır. Onların annelerinin ise
hareme alınan cin kadınlardan oldukları söylenmiştir.
İştikak bilginleri
derler ki: Onlara "cin" denilmesinin sebebi, görülmeyişleridir.
Mücahid dedi ki: Burada sözkonusu edilen cinler meleklerin kollarından
birisidir ve bunlara "el-cinne" denilir. Bu İbn Abbas'tan da rivayet
edilmiş bir görüştür.
İsrail, es-Süddî'den,
o Ebu Malikten şöyle dediğini rivayet etmektedir: Onlara "cinn(e)"
denilmesinin sebebi cennetlerin bekçileri oluşlarından dolayıdır. Esasen
meleklerin tümüne de "cinne"' denilir.
"Neseb"den
kasıt ise sihri akrabalıktır.
Katade, el-Kelbî ve
Mukatil dediler ki: Yahudiler -Allah'ın laneti üzerlerine olsun- dediler ki:
Allah cinlerle sihri akrabalık kurdu. (Onlardan kadınlarla evlendi.) Melekler
de onlardan idi.
Mücahid, es-Süddî ve
yine Mukatil şöyle demişlerdir: Bu sözleri söyleyenler Kinane ve Huzaalılar
idiler. Onlar şöyle demişlerdi: Allah cinlerin ileri gelenlerinden (eş edinmek
üzere) talib oldu. Onlar da en şerefli kızları ile onu evlendirdiler. İşte
melekler bu cinlerin ileri gelenlerinin kızlarındandır.
el-Hasen dedi ki:
Allah'a ibadette şeytanı ortak koştular. İşte araya koydukları neseb de odur.
Derim ki: el-Hasen'in
bu husustaki görüşü en güzel görüştür. Buna delil de yüce Allah'ın: "Çünkü
sizi" ibadet hususunda "âlemlerin Rabbi ile bir tutmuştuk"
(eş-Şuara, 26/98) buyruğudur.
İbn Abbas, ed-Dahhak
ve yine el-Hasen şöyle demişlerdir: Bundan kasıt onların: Şüphesiz Allah ile
İblis iki kardeştirler, şeklindeki sözleridir. Yüce Allah onların bu
sözlerinden çok, pekçok yüce ve münezzehtir.
"Andolsun ki
muhakkak cinler" yani melekler "de onların" yani bu sözleri
söyleyen kimselerin -Katade'ye göre cehennem ateşinde, Mücahid'e göre hesab
için- "hazır edileceklerini bilmişlerdir." es-Salebî birinci
(Katade'ye ait olan) görüş daha uygundur, demiştir. Çünkü "hazır
edilmek" bu sûrede bir kaç defa tekrarlanmıştır ve yüce Allah bununla
azaba uğratılmaktan başka bir şey kastetmemiştir.
"Allah onların
nitelendirmelerinden münezzehtir." Onların bu nitelendirmelerinden yüce
Allah alabildiğine tenzih edilir.
"Allah'ın ihlasa
erdirilmiş kulları müstesna." Onlar cehennem ateşinden kurtulacaklardır.
[106]
161.
Muhakkak siz ve ibadet ettikleriniz,
162. Siz
O'nun aleyhine fitneye sürükleyemezsiniz.
163. Kendisi
cehenneme girecek olan müstesna.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
[107]
"Muhakkak siz ve
ibadet ettikleriniz" buyruğundaki: “eyler" burada: "O kimse(ler)"
anlamındadır. Mastar anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani muhakkak sizler ve
sizin bu putlara ibadet etmeniz... Bunun: Şüphesiz ki sizler Allah'tan başka
ibadet ettiklerinizle birlikte... demek olduğu da söylenmiştir. Mesela:
"Filan, filan kişi ile geldi" denildiği gibi, "Filan, filan kişi
ile birlikte geldi" de denilir.
"Siz O'nun"
yani yüce Allah'ın "aleyhine" (insanları) "fitneye sürükleyemezsiniz"
saptıramazsınız. en-Nehhas dedi ki: Tefsir bilginleri bildiğim kadarıyla şu
anlamdaki görüşü icma ile ifade etmişlerdir: Sizler yüce Allah'ın sapacağını
takdir ettiği kişiler dışında hiçbir kimseyi saptıramazsınız. Şair de şöyle
demiştir:
"Nimeti sayesinde
onun tuzağını geri çevirdi, Onun aleyhine, o ise bizi fitneye düşürücü
idi."
Saptırıcı idi,
demektir.
[108]
Bu âyet-i kerime
Kaderiye'nin görüşünü reddetmektedir. Amr b. Zerr dedi ki: Ömer b.
Abdu'l-Aziz'in huzuruna vardık. Yanında kaderden sözedil-di, Ömer şöyle dedi:
Şayet Allah kendisine isyan edilmesini murad etmemiş olsaydı, günahkârların
başı olan İblisi yaratmazdı ve şüphesiz ki bu yüce Allah'ın Kitabında mevcut
bir bilgi idi. Bu bilgiyi bilen bilmiştir, bilmeyen bil-memiştir. Sonra da:
"Muhakkak siz ve ibadet ettikleriniz, siz O'nun aleyhine (insanları)
fitneye sürükleyemezsiniz" buyruklarını okudu. Yani yüce Allah'ın
cehennemi boylamasını aleyhine hüküm olarak yazdığı kimseler dışındakileri
saptıramazsınız, demektir. Ayrıca o dedi ki: İşte bu âyet-i kerime insanlar
arasında anlaşmazlıkları hususunda ayırdedici bir buyruk oldu.
Bu âyet-i kerimedeki
anlamlardan birisi de şudur: Şeytanlar yüce Allah'ın hidayet bulmayacağını
yazıp takdir etmiş olduğu kimseler dışında, hiçbir kimseyi saptıramazlar. Eğer
yüce Allah, bu kimsenin hidayet bulacak bir kimse olacağını bilmiş olsaydı,
elbetteki şeytanların onu saptırmalarının önüne geçer, engellerdi. Buna göre
yüce Allah'ın: "Onlara karşı atlılarınla, piyadelerinle gürültü çıkararak
baskın düzenle" (el-İsra, 17/64) buyruğu şu demek olur: Sen benim onlar
hakkındaki ilmime aykırı hiçbir sonuca ulaşamazsın. Lebid b. Rabia'nın kaderin
sabit olduğunu dile getirmek hususunda söylediği şu beyitler oldukça güzeldir:
"Şüphesiz
Rabbimizden korkmak en hayırlı bir bağıştır, Allah'ın izniyledir benim ağır
hareket etmem ve acele edişim. Allah'a hamdederim, hiçbir eşi, dengi yoktur
O'nun, O'nun elindedir hayır, O dilediğini yapar. Kimi hayır yollarına
iletirse, hidayet bulur, Gönlü rahat olduğu halde; dilediğini de
saptırır."
el-Ferra dedi ki: Hicazlılar:
"Adamı fitneye düşürdüm, saptırdım" derken, Necidliler aynı fiili:
"Onu fitneye düşürdüm, saptırdım" şeklinde (başına elif ziyadesiyle)
kullanırlar.
[109]
el-Hasen'den rivayete
göre: "Kendisi cehenneme girecek olan müstesna" anlamındaki buyruğu:
şeklinde "lam" harfi ötreli olarak okumuştur.
en-Nehhas dedi ki:
Tefsir ehlinden bir topluluk bunun bir lahn (yanlış okuma) olduğunu
söylemektedirler. Çünkü: "Bu şehrin kadısıdır" demek caiz değildir.
Bu hususta yapıldığını duyduğum en güzel açıklama Ali b. Süleyman'ın yaptığı şu
açıklamalardır: Bu okuyuş, ifadedeki anlam esas alınarak yorumlanabilir. Çünkü:
"Kendisi" topluluk anlamını ifade eder. Buna göre; takdirindedir.
İzafet dolayısıyla "nun" hazfedilmiş-tir, "vav" da iki
sakinin arka arkaya gelişinden dolayı hazfedilmiştir.
Bir diğer görüşe göre
bunun aslı veznindedir. Ancak bu den a kalbedilmiş ve "ye" harfi
hazfedilmiştir. Sonunda da "lam" ötreli kalmıştır. Bu da:
"Yıkılmaya yüz tutmuş bir yarın kenarı" (et-Tev-be, 9/109) buyruğuna
benzemektedir.
Üçüncü bir açıklama
şekli de şudur: "Girecek olan" lafzındaki "lam"ı tahfif
maksadıyla hazfedilir ve i'rab onun aynu'l-fiili (ikinci harfi) üzerinde
cereyan eder. Arapların kullandıkları: "Ona hiçbir şekilde aldırış
etmedim" ifadelerinde hazfedildiği gibi. Bunun aslı: şeklinde olup
(,^0'den gelmektedir. Tıpkı 'den geldiği gibi. " Her iki cennetin de
(meyvelerinin) toplanışı yakındır." (er-Rahman, 55/54) ile
"denizde... yükseltilmiş, akıp giden gemiler O'nun-dur" (er-Rahman, 55/24)
diye okuyanların kıraati de bu kıraate benzemektedir. Burada görüldüğü gibi
i'rab ayn(u'l-fiil yani kelimenin aslının ikinci harfi) üzerinde uygulanmıştır.
Ancak cemaatin kıraatinde âyet-i kerimedeki bu kelimenin aslı "ye"
ile; şeklinde olup lafızdan düştüğünden ötürü, hatta da hazfedilmiştir.
[110]
164. Bizden
herbirimiz için bilinen bir makamı olmayan yoktur. 165- Muhakkak biz saf saf
duranlarız. 166. Ve şüphesiz biz teşbih edenleriz.
Bu, meleklerin yüce
Allah'ı tazim etmek ve kendilerine ibadet edenlerin bu tutumlarını tepki ile
karşılayıp reddetmek üzere söyledikleri sözlerdendir.
"Bizden
herbirimiz için bilinen bir makamı olmayan yoktur. Muhakkak biz saf saf
duranlarız ve şüphesiz biz teşbih edenleriz" buyruğu hakkında Mukatil
dedi ki: Bu üç âyet-i kerime, Rasûlullah (sav) Sidre-i Münte-ha'da iken
inmiştir. Cebrail biraz geri durunca, Peygamber (sav): "Burada mı benden
ayrılacaksınız?" diye sormuş, o da: Bu bulunduğum noktadan daha ileri
gidemem, diye cevap vermiş, yüce Allah da meleklerin söylediği bir sözü
nakletmek üzere: "Bizden herbirimiz için bilinen bir makamı olmayan
yoktur" âyetlerini indirmiştir.
Kufelilere göre
ifadenin takdiri: "Bizden herbirimiz için bilinen bir makamı olmayan bir
kimse yoktur" şeklinde olup ism-i mev-sul olan ("kimse"
anlamındaki: "men' lafzı) hazfedilmiştir.
Basralılara göre ise
ifadenin takdiri: Bizden herbirimiz için bilinen bir makamı olmayan hiçbir
melek yoktur" şeklindedir. Bu da ibadet hususunda bilinen bir yeri...
demektir. Bu açıklamayı İbn Mesud ve İbn Cübeyr yapmıştır.
İbn Abbas dedi ki:
Semavatta üzerinde namaz kılan ve teşbih eden meleğin bulunmadığı bir karışlık
yer dahi yoktur.'[111]
Âişe (r.anha) da şöyle
demiştir: Peygamber (sav) buyurdu ki: "Semada üzerinde secde eden yahut
ayakta duran (namaz kılan) bir meleğin bulunmadığı bir ayak basacak kadar bir
yer dahi yoktur. "[112]
Ebu Zerr'den dedi ki:
Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Gerçekten ben sizin görmediklerinizi
görüyor, duymadıklarınızı duyuyorum. Sema gıcırdıyor, gıcırdaması da hakkıdır.
Çünkü orada yüce Allah'a secde etmek için alnını koyan hiçbir meleğin
bulunmadığı dört parmaklık bir yer dahi yoktur. Allah'a yemin ederim eğer
bildiğimi bilseydiniz, pek az gülerdiniz, pekçok ağlardınız. Yataklar üzerinde
kadınlardan zevk alamazdınız. Yüce Allah'a feryad ederek yollara dökülürdünüz.
Keşke dallan budanan bir ağaç olsaydım." Bu hadisi Ebu İsa et-Tirmizî
rivayet etmiş olup hakkında: Hasen, garib bir hadistir, demiştir.[113]
Bu bir başka yoldan da
rivayet edilmekte olup buna göre Ebu Zerr şöyle demiştir: "Dallan budanan
bir ağaç olmayı çok arzu ederdim" demiştir. Yine bu Ebu Zerr'den mevkuf
(senedi ona ulaşan, Rasûlullah'a atfedilmeyen) bir rivayet olarak gelmiştir.[114]
Katade dedi ki:
Erkekler ve kadınlar şu: "Bizden herbirimiz için bilinen bir makamı
olmayan yoktur" âyeti nazil oluncaya kadar birlikte namaz kılarlardı.
Bunun üzerine erkekler öne geçti, kadınlar da arka saflarda durmaya başladı.
"Muhakkak biz saf
saf duranlarız" buyruğu hakkında el-Kelbî dedi ki: Onların da safları,
yerde dünyadakilerin safları gibidir.
Müslim'in Sahih'inde
Cabir b. Semura'dan şöyle dediği kaydedilmiştir: Biz mescidde bulunuyor iken
Rasûlullah (sav) yanımıza çıkıp geldi ve şöyle buyurdu: "Niçin meleklerin
Rabbleri huzurunda saf saf durdukları gibi siz de saf saf dizilmiyorsunuz?"
Biz: Ey Allah'ın Rasûlü! Melekler Rabbleri huzurunda nasıl saf saf dururlar
diye sorduk, şöyle buyurdu: "Onlar ilk safları tamamlarlar ve safta sıkı
sıkı dururlar."[115]
Ömer (r.a) da namaza
kalktığında: Saflarınızı doğru ve düzgün tutunuz. Saflarınızı düzeltiniz.
Şüphesiz Allah sizin de, meleklerin Rabbleri huzurunda durdukları gibi
durmanızı ister, der, sonra da: "Muhakkak biz saf saf duranlarız"
buyruğunu okur, ey filan sen geriye git, ey filan sen öne geç der. sonra da
kendisi öne geçip tekbir alıp namaza dururdu. Buna dair açıklamalar daha önce
el-Hicr Sûresi'nde (15/24. âyet, 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.
Ebu Malik dedi ki:
İnsanlar dağınık bir şekilde namaz kılıyorlardı. Yüce Allah: "Muhakkak biz
saf saf duranlarız" buyruğunu indirdi. Peygamber (sav) da onlara saf saf
dizilmelerini emretti.
eş-Şa'bî dedi ki:
Cebrail yahutta bir melek Peygamber (sav)'a gelip dedi ki: Sen gecenin üçte
ikisinden biraz az, yarısı ve üçte biri kadar namaz kılıyorsun, şüphesiz ki
melekler de namaz kılar ve teşbihte bulunurlar. Semada boş duran hiçbir melek
yoktur.
Şöyle de
açıklanmıştır: Yani bizler bize verilecek emirleri durup bekleyerek havada
kanatlarımızı dizi dizi açmış olarak bekleyenleriz.
Biz Arşın etrafında
saf saf dizilenleriz, diye de açıklanmıştır.
"Ve şüphesiz biz
teşbih edenleriz." Katade'nin açıklamasına göre namaz kılanlarız,
demektir. Bir başka açıklamaya göre müşriklerin ona atfettiklerinden Allah'ı
tenzih edenleriz. Buyruğun maksadı şudur: Melekler Allah'a teşbih ve namaz
kılmak suretiyle ibadet ettiklerini haber vermektedirler. Onlar mabud
(kendilerine ibadet edilen varlıklar) de değildir, Allah'ın kızları da değildir.
Şöyle de
açıklanmıştır: "Bizden herbirimiz için bilinen bir makamı olmayan
yoktur" buyruğu Rasûlullah (sav) ile mü'minİerin müşriklere söyledikleri
sözlerdir. Yani sizden ve bizden âhirette bilinen bir makamı olmayacak hiçbir
kimse yoktur. Bu da hesab için durulacak makamdır.
Bir diğer açıklama da
şöyledir: Kimimizin Allah'tan korkmak makamı, kimimizin Allah'tan ümid etmek
makamı, kimimizin ihlas makamı, kimimizin şükür makamı... vb. diğer makamı
vardır.
Derim ki: Daha
kuvvetli görülen "bizden herbirimiz için bilinen bir makamı olmayan
yoktur..." sözlerinin meleklerin söyledikleri sözlerden olduğudur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah tır.
[116]
167.
Muhakkak diyorlardı ki:
168.
"Eğer bizde de öncekilerden bir zikir olsa idi;
169.
"Biz de elbette Allah'ın ihlasa erdirilmiş kulları olurduk."
170. Şimdi
de ona kâfir oldular. Yakında bileceklerdir.
Bu buyruklarla tekrar
müşriklerin söyledikleri sözler sözkonusu edilmektedir. Yani onlar Muhammed
(sav) peygamber olarak gönderilmeden önce bilgisizlikleri dolayısıyla
ayıplandıklarında: "Eğer bizde de öncekilerden bir zikir olsa idi..."
derlerdi. Yani bize de şeriatleri açıklayan bir peygamber gönderilmiş olsaydı,
mutlaka ona tabi olurduk, ona uyardık.
"Muhakkak
diyorlardı ki" buyruğunun başındaki: "Muhakkak" lafzı şeddesiz
geldiğinden dolayı fiilin başına gelmiş ve (cevabının başına) da
"lam" harfi gelmiştir. Böylelikle (bu şekilde) nefy için gelen ile
olumluluk bildiren edatlar birbirinden ayırdedilmiş olmaktadır. Kufeliler ise
şöyle derler:
Burada: olumsuzluk
edatı olan: anlamındadır, "lam" ise anlamındadır. (Bu durumda anlam
şöyle olabilir: Onlar mutlaka şöyle diyorlardı: ... "Eğer bizde de
öncekilerden bir zikir olsa idi" buyruğunun, peygamberlerin kitablarından
bir kitab olsa idi, anlamında olduğu da söylenmiştir.
"Biz de elbette
Allah'ın ihlasa erdirilmiş kulları olurduk." Yani bize de öncekilere
gelmiş olduğu gibi bir zikir, bir öğüt gelmiş olsaydı, biz de Allah'a ihlasla
ibadet ederdik.
"Şimdi de
ona" yani o zikre "kâfir oldular" el-Ferra burada bir hazfin bulunduğunu
kabul eder. Yani Muhammed (sav) onlara zikir ile geldi de onlar da ona kâfir
oldular. Bu, onların durumlarının şaşılacak bir hal olduğunu ifade eder. Yani
işte onlara bir peygamber gelmiş ve içinde gerek duyacakları herşeyin
açıklandığı bir kitab da üzerlerine indirilmiş bulunuyor. Bununla birlikte
yine onlar inkâr ettiler ve sözlerine bağlı kalmadılar.
"Yakında
bileceklerdir." ez-Zeccac dedi ki: Bu küfürlerinin akıbetini bileceklerdir.
[117]
171. Andolsun ki gönderilmiş kullarımıza önceden
şu sözümüz verilmiştir:
172.
Muhakkak onlar, elbette onlar zafere erdirilenlerdir;
173.
"Muhakkak Bizim ordumuz, elbette onlar galip olanlardır."
174. Artık
bir vakte kadar onlardan yüz çevir.
175. Onlara
göster, onlar da yakında göreceklerdir.
176. Acaba
onlar azabımızı mı acele istiyorlar?
177. Onların
alanlarına inince, o korkutulanların sabahı ne kötü olur!
178. Artık
bir zamana kadar onlardan yüz çevir.
179.
(Onlara) göster, onlar da yakında göreceklerdir.
"Andolsun ki
gönderilmiş kullarımıza önceden şu sözümüz verilmiştir" buyruğunu
el-Ferra; (sözümüz) mutluluk ile (mutlu alacaklarına dair) verilmiştir, diye
açıklamıştır.
Bir görüşe göre
buradaki "söz"den kasıt yüce Allah'ın: "Allah: Andolsun ki Ben
ve peygamberlerim mutlaka galib geleceğim, diye yazmıştır." (el-Mü-cadele,
58/21) buyruğunu kastetmektedir.
el-Hasen: Şeriat
sahibi peygamberlerden hiçbir kimse öldürülmüş değildir, demiştir.
"Muhakkak onlar,
elbette onlar zafere erdirilenlerdir." Yani gerek delil ile, gerek galip
gelmek suretiyle yardım vaadi onlara verilmiştir.
"Muhakkak Bizim
ordumuz, elbette onlar galip olanlardır." Buradaki: "Galip olanlar"
buyruğunun çoğul gelmesi (ordu lafzının) manasına binaendir. Eğer onun lafına
uygun olarak gelmiş olsaydı, "Elbette o, galip gelen" şeklinde
olması gerekirdi.
Yüce Allah'ın: "
Buradagrublardanyenilgiye uğratılmış bir ordu" (Sad, 38/11) buyruğunda olduğu
gibi.
eş-Şeybanî dedi ki:
Burada bu lafzın çoğul olarak gelmesi âyet sonu oluşundan dolayıdır.
"Artık bir vakte
kadar onlardan yüz çevir." Katade ölünceye kadar, ez-Zeccac kendilerine
tanınmış süreye kadar, diye açıklamıştır.
İbn Abbas, Bedir'de
öldürülecekleri vakte kadar diye açıklamıştır. Mekke fethi vaktine kadar da
söylenmiştir. Âyet-i kerimenin kılıç (savaşı emreden) âyeti ile nesholduğu da
söylenmiştir.
"Onlara göster,
onlar da yakında göreceklerdir" buyruğu hakkında Katade dedi ki: Görmenin kendilerine
fayda vermeyeceği bir zamanda göreceklerdir. Allah tarafından: "Umulur
ki" tabiri vücub (gereklilik) ifade eder. Burada "göstermek"
tabirinin kullanılması, işin oldukça yakın olduğunu anlatmak içindir. Pek
yakında onlar görecekler, demektir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir:
Onlar kıyamet gününde azabı göreceklerdir.
"Acaba onlar
azabımızı mı acele istiyorlar?" Aşırı derecedeki yalanlamalarından ötürü
bu azap ne zaman gerçekleşecektir, diyorlardı. Azabın çabuk gelmesini
istemeyin, çünkü o mutlaka başınıza gelecektir, demektir.
"Onların
alanlarına" azab "inince, o korkutulanların sabahı ne kötü
olur!" ez-Zeccac dedi ki: Onların azabı öldürülmek ile idi.
"Alanlarına"*buyruğu
es-Süddî ve başkalarından nakledildiğine göre evlerine, yurtlarına demektir.
(Alan anlamı verilen): "Saha" ile "sahse" sözlükte evin
genişçe avlusu demektir. el-Ferra: "onların alanlarına inmesi" ile
onlara inmesi aynı anlamdadır, demiştir.
"O
korkutulanların sabahı ne kötü olur!" Azab ile uyarılıp korkutulanların
sabahı ne kötü olacaktır!
Bu buyrukta:
"Onların sabahı ne kötü sabah olacaktır!" anlamında bir takdir
sözkonusudur.
Özellikle
"sabah"ın sözkonusu edilmesi azabın onlara sabah vakti geldiğinden
dolayıdır. Enes (r.a)'ın rivayet ettiği şu hadis de bu türdendir: Rasû-lullah
(sav) Hayber'e gittiğinde, onlar da beraberlerinde çapaları, kazmaları
bulunduğu halde tarlalarına çıkıyor iken: Muhammed ve ordusu geldi, dediler ve
kalelerine geri döndüler. Bunun üzerine Peygamber (sav) şöyle buyurdu:
"Allahu ekber, harab oldu Hayber. Çünkü biz bir kavmin sahasına indik mi
o uyarılıp korkutulanların sabahı çok kötü olur."[118]
İşte bu da
"onların alanlarına inince" buyruğunun anlamını açıklamaktadır ki,
bununla Peygamber (sav)'ı kastetmektedir.
"Artık bir zamana
kadar onlardan yüz çevir" buyruğu tekid olmak üzere tekrar edildiği gibi
aynı şekilde ("onlara) göster, onlar da yakında göreceklerdir"
buyruğu da tekid olmak üzere tekrarlanmıştır.
[119]
180. İzzet
sahibi olan Rabbin onların niteleyegeldiklerinden münezzehtir.
181.
Gönderilmiş peygamberlere selam olsun.
182.
Alemlerin Rabbi Allah'a da hamdolsun.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
[120]
"Rabbin...
müzennehtir" buyruğu ile yüce Allah, müşriklerin kendisine izafe ettikleri
vasıflardan münezzeh olduğunu belirtmektedir. "İzzet sahibi" de
"Rabbin" lafzından bedeldir. Övgü olmak üzere "Rab"
lafzının nasb ile okunması da caizdir. Ref ile okunması ise: O izzetin Rabbidir"
anlamında olur.
"Onların
niteleyegeldiklerinden" buyruğunda kastedilen O'na izafe ettikleri eş ve
çocuktur. Rasûlullah (sav)'a: "Subhanallah"ın ne anlama geldiği
sorulmuş o da: "O yüce Allah'ın hertürlü kötülükten tenzih
edilmesidir" diye cevab vermiştir.
Bu hususa dair yeterli
açıklamalar daha önceden Bakara Sûresi'nde (2/30. âyet, 17. başlıkta, 32. âyet,
1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
[121]
Muhammed b. Suhnun'a:
"Rabbi'1-ızze: İzzet sahibi"nin anlamı ile ilgili soru sorularak:
İzzet, zat sıfatlarından olmakla birlikte yüce Allah'ın zatının sıfatlarından
olup mesela "Rabbu'l-kudre: kudretin Rabbi" ve benzeri terkib-ler
kullanılamadığı halde "Rabbul-ızze"nin kullanımı nasıl caiz olur?
denilince, Muhammed b. Suhnun şu cevabı vermiş: İzzet hem zat sıfatı, hem fiil
sıfatı olur. Zat sıfatı yüce Allah in: "İzzet bütünüyle Allah'ındır"
(Fatır, 35/10) buyruğu gibidir. Fiil sıfatı ise "izzetin Rabbi (izzet
sahibi)" buyruğu gibidir. Bunun anlamı ise, insanların kendi aralarında
birbirlerine karşı güç ve kuvvet sahibi olduklarını ortaya koydukları izzet
(gücün sahibi olmak) demektir. Bu da yüce Allah'ın yarattığı şeyler
arasındadır. (Devamla Muhammed b. Suhnun) dedi ki: Tefsirde belirtildiğine
göre, burada izzetten kasıt, meleklerdir. Bazı ilim adamlarımız da şöyle
demiştir: Her kim "Allah'ın izzeti hakkı için" diye yemin edecek
olursa, eğer bununla O'nun sıfatı olan izzetini kastetmiş olup yeminini
bozarsa, keffarette bulunması gerekir. Şayet kulları arasında yaratmış olduğu
izzetini kastederse, onun için keffaret sözkonusu değildir.
el-Maverdî dedi ki:
"İzzet sahibi'nin iki anlama gelme ihtimali vardır. Birincisine göre
izzetin mutlak maliki ve sahibi demek olur. İkincisine göre ise ister kral ve
hükümdar, ister zorba olsun kendisini güçlü, kuvvetli kabul eden (müteazziz)
olan herşeyin Rabbi anlamındadır.
Derim ki: Yemin eden
kişi bu anlamlardan hangisini niyet ederse etsin (yeminini bozması halinde)
ona keffaret düşmez.
[122]
Ebu Said el-Hudrî
(jir.a)'dan gelen rivayete göre Rasûlullah (sav) (namazda) selam vermede zzet
sahibi olan Rabbin..."
buyruğunu
sûrenihtednuûâtkiadak1 okurdu" Bunu es-Salebî zikretmiştir.[123]
Derim ki: Ben şeyh,
imam. muhaddis. hafız Ebu Ali el-Hasen b. Muham-med b. Muhammed b. Muhammed b.
Amruk el-Bekrî'nin huzurunda, Mısır diyarında Mansura karşısında el-Cezire'de
şunu okudum: Dedi ki: Bize hür kadın Um el-Mueyyed Zeyneb bint Abdurrahman b
el-Hasen eş-Şi'rî birinci seferinde Neysabur'da haber verdi ki: Bize Ebu
Muhammed İsmail b. Ebi Bekr el-Karî haber verdi, dedi ki: Bize Ebu'l-Hasen
Abdu'l-Kadir b. Muhammed el-Farisî anlattı, dedi ki: Bize Ebu Sehl b. Bişr b.
Ahmed el-Isferayinî anlattı, dedi ki: Bize Ebu Süleyman Dâvûd b. el-Huseyn
el-Beyhakî anlattı, dedi ki: Bize Ebu Zekeriya Yahya b. Yahya b. Abdurrahman
et-Temimî en-Ney-saburî anlattı, dedi ki: Bize Huşeym Ebu Harun el-Abdî'den
anlattı, o Ebu Sa-id el-Hudrî'den dedi ki: Rasûlullah (sav)'ı bir değil, iki
değil (defalarca) namazın sonunda yahut namazı bitirdikten sonra: "İzzet
sahibi olan Rabbin onların niteleyegeİtliklerinden münezzehtir. Gönderilmiş
peygamberlere selam olsun. Alemlerin Rabbi Allah'a da hamd olsun"
dediğini duymuşumdur[124]
el-Maverdî dedi ki:
eş-Şa'bî rivayetle dedi ki: Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: Her kim kıyamet
gününde kendisine en eksiksiz ölçekle ölçülüp mükâfat verilmesini arzu ediyor
ve bundan nîemnun oluyorsa, meclisinden kalkmak istediği vakit meclisinin
sonunda: "İzzet sahibi olan Rabbin, onların ni-teleyegeldiklerinden
münezzehtir. Gönderilmiş pegyamberlere selam olsun. Alemlerin Rabbi Allah'a da
hamd olsun." desin.[125]
es-Salebî bunu Ali
(r.a) yoluyla gelen (Peygamber Efendimiz'e atfedilen) merfû' bir hadis olarak
zikretmiştir.
[126]
"Gönderilmiş"
yüce Allah'tan aldıkları tevhid ve risaleti tebliğ eden "peygamberlere
selam olsun."
Enes dedi ki:
Peygamber (sav) buyurdu ki: "Bana selam getirdiğiniz vakit rasûllere de
selam getirin. Şüphesiz ki ben gönderilmiş peygamberlerden (rasûllerden) bir
rasûlüm."[127]
"Gönderilmiş
peygamberlere selam olsun" buyruğunun şu anlama geldiği de söylenmiştir: O
en büyük korku ve dehşet gününde Allah'tan onlara bir güvenlik olsun.
"Alemlerin Rabbi
Allah'a da" müjdeleyiciler, uyarıp korkutucular olmak üzere rasülleri elçi
olarak gönderdiği için "hamd olsun."
Şöyle de
açıklanmıştır: Yüce Allah'ın bütün insanlara ihsan etmiş olduğu nimetler
dolayısıyla hamd olsun, diye açıklandığı gibi, müşrikleri helak ettiği için
Allah'a hamd olsun, diye de açıklanmıştır. Bunun da delili yüce Allah'ın:
"Böylece zulmedenlerin ardı arkası kesildi. Alemlerin Rabbi olan Allah'a
hamdolsun" (el-En'am. 6 45^ buyruğudur.
Derim ki: Bunların
hepsi kastedilmiştir. "Elhamdu: Hamd olsun" ifadesi de bunların
hepsini kapsamına alır.
"Niteleyegeldiklerinden"
buyruğu yalanlarından... demektir. Yalan olarak onu niteleyegeldikleri
şeylerden münezzehtir demektir. es-Saffat Sûresi'nin tefsiri burada sona
ermektedir.
[128]
[1] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/459
[2] Buharı, II, 6l6; Müslim, II. 945, 946; Tirmizî, III,
256; Darimi, II, 89; Ebû Dâvûd, II, 242; İbnMace, II, 1012; Müsned, I, 353, II,
79, 219, 138, 141, IV, 70, V, 381, VI, 402.
[3] Heysemî, Mecnıau'z-Zevaid, II, 224.
[4] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/459-464
[5] Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, V, 103, 117, X. 307.
[6] Buhârl, IV, 1736, 1804; Tirmizî, V, 362; ibnMace, I,
69.
[7] Tirmizî, V, 362; Ahmed b. Şuayb en-Nesâî,
es-Sünenü'l-Kübra, VI, 374.
[8] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/464-470
[9] Hadis-i şeriflerde çeşitli kiplerde ve farklı lafızlar
Cenab-ı Allah'a "gülmek" isnad edilmektedir. Örnek olmak üzere
bazılarına işaret edelim: Buhârî, II, 1040, IV, 1854; Müslim, I, 166, 177;
Müsned, II, 275, 293, 318, 464, 511, III, 80:
[10] "Şaşırtmak, hayret veteaccüb etmek"
manasındaki "acibe" fiili de bir çok rivayette Cenab-ı Allah'a isnad
edilmiş bulunmaktadır. Örnek olmak üzere bazılarını kaydedelim; Buhari, III,
1096, 1382, IV, 1854; Müslim, III, 1624; Ebu Davud, III, 19, 56; Müsned, I,
128, 416, II, 302, 406, 448, 457.
[11] Müsned, IV, 151; Taberani, el-Mu'cemu'l-Kebir, XVII,
309; Ebu Ya'la, Müsned, III, 288; el-Heysemi, Mecmau'z-Zeuaid, X 270, hadisin
Ahmecl, Ebu Ya'la ve Taberani tarafından rivayet edildiği ve senedinin hasen
olduğu kaydıyla.
[12] Buhari, III, 1096; İbn Hibban, Sahih, I, 343; Ebu
Davud, III, 56; Müsned, II, 302, 406,
[13] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/470-475
[14] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/476-477
[15] Belli bir kaynakta yer aldığını tespit edemedik.
[16] Tirmizî, IV, 613, (yakın mana ve lafızlarla) Heysemî.
Mecmau'z-Zevaid, X, 355; Tabe-ranî. Evsat, II, 191.
V, 227.
[17] Müsned,
II,
167; Taberani,
Evsat, V,
247.
[18] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/477-483
[19] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/483-484
[20] Mealin akışına uygunluk zarureti dolayısıyla Tefsir
açıklamalarında da belli bir takdim tehir yapılmıştır.
[21] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/484-491
[22] Buharı, V, 2397; Müslim, IV, 2189; Müsned, II, 120.
[23] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/491-497
[24] Buharı, V, 2174-2176, V, 2347; Müslim, IV, 1720; İbn
Mace, II, 1173; Müsned, VI, 57,
63.
[25] Merhum müfessir burada önce: "...şair dişi
devesini niteledirirken şunları söylemektedir" deyip aşağıdaki beyiti
nakletmekte, arkasından beyitteki garip bazı kelimelerin açıklamasını
yapmaktadır. Daha sonra: "Dişi devenin yularını nitelendirirken şöyle
der..." diyerek aynı beyiti tekrarlamaktadır.
Biz, -Arapça baskıyı
yapanların düştükleri notu da dikkate alarak- gördüğünüz şekilde terceme ile
yetindik.
[26] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/497-502
[27] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/502-503
[28] İbn Abdi'1-Berr, Temhid, XXI, 241.
[29] Muvatta, II, 978; Müslim, IV. 2080, 2081; Tirmizî, V.
496; Darimî, 375; Müsned, VI, 377, 378, 409.
[30] Muvatta, II, 951; Müslim, IV, 2081; Ebu Davud, IV, 13;
İbn Mace, II, 1162; Müsned, II, 375, III, 448, V, 430.
[31] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/503-506
[32] Buna göre bu âyetin anlamı şöyle olur: "Sizler
Allah'tan başka yalan ve uydurma ilâhları mı istiyorsunuz."
[33] Buhârî, III, 1225, V. 1955; Müslim, IV, 1840; Müsned, II.
403. III, 244.
[34] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/506-510
[35] Buna göre buyruğun anlamı şöyle olur: Halbuki Allah
sizi yaratmıştır. Siz ne yapıyorsunuz böyle?
[36] Beyhakî, Şuabu'l-İman, I, 209
[37] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/510-514
[38] Buharı,
III,
1285,
V,
2182; Müslim,
III,
1653,
1654; Tirmizi, IV, 655; Darimi, I, 127; Mesai,
VIII,
206; Müsned,
II,
66,
222, 267, 390, 531, III, 40.
[39] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/515
[40] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/516
[41] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/516-517
[42] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/517
[43] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/518-519
[44] Tefsiri yapılan âyet-i kerimede "yürümek"
anlamı verilen 'sa'y" ile burada "çalışmak" anlamı verilen say
kelimesinin aynı kökten oluşlarına dikkat çekilmektedir.
[45] Buhârî, III, 1237, 1240, 1298.
[46] Merhum müfessirimiz, Hud, 11/73- ayet birinci
başlıkta: "...birçok ilim adamı bu ayeti boğazlanması emridilenin İsmail
olduğuna delil göstermektedir..." deyip bir tercihte bulunmaksızın
gerekli açıklamaların es-Saffat. (37/102. ayet)ta geleceğini belirtir. Meryem,
18/54-55. ayetler birinci başlıkta da şunları söylemektedir: "...Cumhur
boğazlanması emredilenin İbrahim'in oğlu Arapların atası İsmail olduğu
görüşündedir. Kurban edilmesi emredilenin İshak olduğu da söylenmiş ise de,
birincisi daha kuvvetlidir" dedikten sonra yine es-Saffat, 37/102. ayete
gönderme yapmaktadır.
[47] Hakim, Müstedrek, II, 468, 604 (İbn Abbas'ın kanaati
olarak); 605 (Abdıılluh b. Selamın kanaati olarak.)
[48] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/519-522
[49] Bu lafızla olmamakla birlikte; bütün peygamberleri
kapsayan bir hadis olarak: Buhâ-rî, VI, 2730; Ebu Nuaym, el-Müsned
el-Müstahrec..., 1. 229; Peygamber Efendimizin bir özelliği olarak hadislerde
daha yoğun bir şekilde rivayet edilmiştir. Bazılarına işaret edelim: Müslim,
I, 528; Buhârî, I. 64, 293, III, 1308; Ebu Davud, I, 52; Nesâî, III, 234;
Müs-ned, I, 220. II, 251, 438.
[50] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/522-523
[51] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/523-524
[52] Ortada bir "kalem yanılması: Sebkat-i kalem"
olduğu görülüyor. Çünkü mısradaki ifade ile Kurtubi merhumun tercihi arasında
lafzi bir uyum söz konusu değildir. Kurtu-bi'nin tercihine göre mısraın:
"...mâ umirte bihi" kısmının "mâ tu'meru(hû)" şeklinde
olması gerekir.
[53] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/524-526
[54] İbn Main, Tarih, IV, 160, 375; el-Mizzi,
Tehzibu'l-Kemal, XXVII, 430.
[55] Taberanî, Kebir, XXII, 40.
[56] Müsned, II,
501; İbn Ebi Şeybe, Musannaf, VI, 303.
[57] Buhârî, II, 865, 919, 920, V, 2130; Müslim, III, 1604;
Muvatta, II, 926; Müsned, V, 333-
[58] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/526-529
[59] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/529-530
[60] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/530-531
[61] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/531
[62] İbn Abdi'1-Berr, Temhid,
XXIII,
193.
[63] Tirmizî, IV. 83; İbn Mace, II, 1045.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/
[64] Buhârî, I, 328, 329, V, 2109, 2114; Müslim, III, 1552,
1553; Darimî, II, 109;Atesâî, VII,
224; Muvatta, II, 483; Müsned, IV. 45, 281, 303.
[65] Müslim, III, 1565; tbn Mace, II, 1052; Müsned, VI.
289.
[66] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/531-532
[67] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/532-533
[68] Müslim, III, 1556; Buharı, V. 2114; Tirmizî, IV. 84;
Nesâî, VII, 220, 230; Müsned, III, 99, 214, 222, 255, 257.
[69] Müslim, III, 1557; Buhârî, V, 2113; Nesâî, VII. 231;
İbn Mace, II. 1043; Müsned, III, 115. 170. 183, 189, 211.
[70] Müslim, m. 1557; İbn HibV>an. Sahih, f\\\. 236-,
Ebu Dauud, \\\. 94-, MUsned, VI. 78.
[71] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/533-534
[72] Ebû Dâvûd, III. 97; Tirmizî, IV, 85; Nesâî, VII. 214.
215; İbn Mace, II, 1050; Muvatta,
II,
482; Darimi,
II, 105.
[73] Tirmizî, IV. 86; Darimi, II, 106; Ebû Dâvûd, III, 97;
Nesâî, VII. 216, 217; Müsned, I, 108. 128, 149.
[74] Muvatta, II, 482
[75] Deylemî, Firdevs, I, 85; Aclûnî, Keşfu'l-Hafa, I, 133
ve II, 98de; hadisin zayıf olduğunu. İbn Salah'ın bu sözlerini hadis olarak
bilinmediğini söylediğini kaydetmektedir.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/535-536
[76] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/536-537
[77] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/537-538
[78] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/538-539
[79] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/539-540
[80] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/540-541
[81] Yani: Allah sizin de Rabbinizdir, sizden önceki
atalarınızın da Rabbidir
[82] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/541-548
[83] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/549
[84] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/549-550
[85] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/550-551
[86] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/551-552
[87] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/552
[88] Sözü geçen edatın cevabı: "...kalırdı"
anlamındaki -peltek se ile-: "lebise" lafzıdır. Başına gelen
"lam"a "elbet" diye anlam verilmiştir.
[89] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/552-553
[90] "Bir peygamberin: Ben Yunus h. Metta'dan
hayırlıyım, demesi uygun değildir" anlamında Ebu Dauud, IV, 217; Tahavî,
Şerhu Meani'l-Âsar, IV. 315.
[91] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/553-554
[92] Buharı, II, 916, 942, 955, III, 1055, IV, 1517; Müslim,
IV, 2130; Darimî, II. 194; Ebû Dâvûd, II, 243; Müsned, VI, 114, 117.
[93] Tirmizi,
III,
645; İbn
Hibban, Sahih, XI, 465.
[94] Beyhakî, es-Sünenu'l-Kübra, VI, 66; Darakutnî, IV.
238; Müsned, VI, 320.
[95] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/554-556
[96] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/556-557
[97] Ebu Abdullah el-Makdisi, el-Ehadisu'l-Muhtara, III,
77, 78.
[98] Buhari, V, 2228; İbn Hibban. Sahih, III, 178; Müsned,
II, 116.
[99] Hakim, Müstedrek, II, 414; Ebu Abdullah el-Makdisi,
el-Ehadisu'l-Muhtara, III, 235, 259-
[100] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/557-558
[101] Hadis olarak tespit edemedik. Mütehassıs alimlerin
uydurma hadisler ili ilgili ölçülerine bakılırsa "uydurma"
olmalıdır.
[102] Bu rivayeti de herhangi bir kaynakta hadis olarak
tespit edemedik. Merhum müfessi-rin de bunu "ruviye: rivayet edildi"
diye "tamrid" sigası kullanması onun da bu rivayetin sıhhatinden
emin olmadığını göstermektedir.
[103] Darımı, II, 138; Müsned, III, 108.
[104] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/558-565
[105] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/565-567
[106] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/567-569
[107] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/569
[108] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/569-570
[109] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/570-571
[110] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/571
[111] Bu manadaki lafızlar, uzunca bir hadisin bir bölümü
olarak; Cabir (r.a.) yoluyla rivayet edilmiştir: Bk. Taberanî, Evsat, IV, 44;
Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, I, 51-52, X, 358.
[112] Taberanî, Evsat, IV, 44; Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, X,
358'de Cabir (r.a.)'dan.
[113] Tirmizî, IV, 556; İbn Mace, II, 1402; Müsned, V, 173.
[114] Tirmizî, IV, 556; Müsned, V, 173-
[115] Müslim, I, 322; Ebâ Dâvûd, I, 177; Nesâî,
II,
92; İbn Mace, I, 317; Müsned,
V, 101.
[116] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/571-574
[117] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/574-575
[118] Müslim,
II,
1044,
III,
1426; Buharı, I, 322.
[119] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/575-577
[120] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/577
[121] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/577-578
[122] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/578
[123] Hakim, Müstedrek, I, 680; Heysemî, Mecmctu'z-Zevaid,
X, 95'de, rivayetin çeşitli bakımlardan zayıf olduğunu kaydetmektedir; İbn Kesir,
tefsir, I, 75'deise İbn Abhas'ın sözü olarak geçmektedir.
[124] Taberanî, Kebir, V, 211 el-Münzirî Tergib, II, 300
-Taberanî'den naklen-: Abdullah b. Erkam'ın babasından, onun Peygamber'den,
namazdan sonra böyle demeye dair teşvik edici kavli bir sünnet olarak.
[125] İbn Kesir, Tefsir, IV, 26; Namazın sonunda
söylenmesine teşvik edici Ali (r.a.)'nin bir sözü olarak: Abdurrezzak,
Musannaf, II, 236.
[126] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/578-579
[127] Taberî, Camiu'l-Beyan, XXIII, 116: "Katade'den
Rasûlullah buyurdu ki..." diyerek, mürsel bir hadis olarak benzer
rivayetler ve sıhhat dereceleri için ayrıcı bk. İbn Kesir, Tefsir, IV, 26.
[128] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 14/579-580