SÂD SURESİ 2

Girîş. 2

Meal 2

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 2

Meal 4

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 4

Hz. Davud'un Hadisesi 4

Dağların Teşbihi 5

Hz. Davud Huzurunda Hasımlar 5

Hz. Davut'â Atılan İftira. 6

Meal 6

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 7

Atların Boyun Ve Bacaklarını Kılıçla Meshetmekten Maksat Nedir?. 7

Hz. Süleyman'ın Kürsüsü Üzerine Atılan Ceset 8

Hz. Süleyman'a Teshir Edilen Şeytanlardan Kim Kasd Edilir?. 9

Hz. Eyyub'un Başından Geçenler 10

Meal 10

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 10

İlyasa (A.S.) Kimdir?. 11

Adn Cennetleri Ve Nimetleri 12

Meal 13

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 13

Çamurdan Yapılmış Beşer 14

Ellerden Maksat 14

Meal 15

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 15


SÂD SURESİ

 

Girîş

 

Mekke Dönemi'nde nazil olmuştur. 88 ayettir.

Bu sure Mekki, yani hicretten Önce nazil olan surelerdendir. Nitekim İbn Abbas ve birçok mufessir böyle demiştir. Bazıları «Medenî» olduğunu söylemişlerse de bu görüşlerini kuvvetlendire­cek herhangi bir delilleri yoktur. Kûfeliler'in sayımına göre 88, Hicazlilar'ın, Basralilar'ın ve Şamlılardın sayımına göre 86 ayettir. Ebu Eyyub bin Mutevekkil'in sayımına göre ise 85 ayettir. Hiç kimse «Sâd kelimesi tek başına bir ayettir dememiştir. Bu sure 732 kelime    732 kelime, 3067 harften ibarettir. Suresi Saffat Çünkü Suresı'nde geçmeyen Hz. Davud, Hz.  Süleyman gibi peygamberlenn bahsi bu surede zikredilmektedir [1]

 

Meal

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

1- Sâd. ZiRîr (öğüd) sahibi Kur'an'a yemin olsun ki.

2- O küfre kayanlar gurur ve ayrılık içindedirler.

3- Onlardan önce nice nesiller helak etmiştik de onlar çığ­lıklar koparmıştılar. Fakat kurtulma zamanı değildi.

4- Kendilerine aralarından bir uyarıcının gelmesinde hay­ret ettiler ve o kâfirler, «Bu çok yalan söyleyen bir sihirbazdır» dediler.

5- «Bütün mabudlan bir tek nıabud mu kıldı? Doğrusu bu, hakikaten pek tuhaf bir şey!»

6- İleri  gelenlerinden bir grup   (birbirlerine:)   «Mabudla-rınıza  (ibadetlerinizde) sebat edin. Kesinlikle arzu edilecek olan budur» diyerek dağılıp gittiler.

7- «Biz bunu diğer dinde işitmedik. Bu ancak bir uydur­madır.»

8- «O  zikir   (Kur'an)   aramızdan  ona    indirilmiştir?» Hayır! Onlar benim vahyimden şüphededirler. Hayır, azabımı hâ­lâ tutmamışlardır!

9- Yoksa galib ve çok bağışlayan Rabbinin rahmet hazine­leri onların yanında mıdır?

10- Yoksa göklerin, yerin ve ikisinin arasında  bulunanla­rın mülkü onların mıdır? Eğer öyle ise sebeplere yapışarak gök­lere yükselsinler!

11- Onlar burada mağlup edilecek değişik gruplardan iba­ret   (düzenli)  bir ordudur.

12/13- Onlardan önce Nuh kavmi, Ad kavmi, kazıklar sa­hibi Firavun, Semud kavmi, Lut kavmi ve Eyke halkı (peygam­berlerini) yalanlamışlardı. İşte o gruplar onlardır!

14- (Bu sayılan kavimlerin)   hepsi peygamberleri yalanla­dılar ve böylece azabımı hakettiler.

15- Bunlar (kavmin olan Kureyş) da kendileri için bir an bile gecikmeyecek bir tek sayhayı  (çığlığı)  bekliyorlar!

16- (Mekkeliler,  alay maksadıyla)   dediler ki:  «Ey Rabbi-miz! Şu hesap gününden önce payımızı  (amel defterimizi) bize hemen ver.» [2]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(1-16) Sâd, Zikir (öğüt) sahibi...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Sâd kelimesi cumhurun katında vakfla (sakin) okunur. Başka kıraat ve başka terkibler de vardır. Abd bin Humeyd, Ebu Salih' ten şöyle rivayet etmektedir: Cabir bin Abdullah ile İbn Abbas'a Sftd'ın mânâsı soruldu. Bu iki sahabe de ((Onun ne olduğunu bil­miyoruz» dediler. Bu yaklaşım (ne olduğunu bilmiyoruz demek) 51     alimlerin çoğunun yaklaşımıdır.

Zikir sahibi Kur'an'a yemin olsun» cümlesindeki zikirden mak­sat, açıklama veya şereftir. Allah Kur'an'la şöyle yemin ediyor: «Muhammed, davasında sadıktır, doğrudur». Yani zikir sahibi olan Kur'an'a andolsun ki durum kâfirlerin dediği gibi değildir.

Bazılarının dediği gibi «Ayetin mânâsı, Sâd ve zikir sahibi Kur'an'a andolsun ki sen kâfirlere hakkı izhar etme hususunda herhangi bir kusur yapmadın. Aksine kâfirler sana tâbi olmakta, hakkı ikrar ve itiraf etmekte kusur işlemişlerdir.»

«İzzet» kelimesinden maksat, onların haktan yüz çevirerek ortaya koydukları halleridir. Yoksa burada hakiki izzet kastedü-memektedir. Çünkü hakiki izzet Allah'ındır, Rasûlü'nündür ve mü­minlerindir. «Şikak» kelimesinin asıl mânâsı muhalefet etmektir. Bazı kıraat alimleri ayetin metnindeki «İzzet» kelimesini «Gurret» şeklinde okumuşlardır. Yani onların boyunlarına vacib olan, farz olan vazifeden, büyük bir gaflet içerisindedirler, ondan habersiz­dirler. Fakat bu kıraat şiddetli bir şekilde tenkid edilmiştir. Al­lah hakikati daha iyi bilir.

3. ayetin metnindeki «Late» fcelimesi aslında «La»dar. Bu ley-se kelimesine benzer. Ona mânâsını tekid için bir «Ta» eklenmiş­tir. Yani zaman kaçmak veya kurtulmak zamanı değildir. Oysa zaman artık feryad ve kurtuluş' zamanı değildi. Mücahid «Menas» kelimesini «Firar etmelc»\e tefsir etmiştir. Kelbi «Müşrikler sa­vaştıklarında ve zora düştüklerinde birbirlerine menas (kaçın) derlerdi. Azap onlara geldiğinde yine menas kelimesini kullanmış­lardır» diyor. Oysa Cenab-ı Hak «Vakit, menasın vakti değildir» buyurdu. Yani onlar birbirlerini menas ile çağırdılar, fakat zaman kaçış zamanı değildir.

5. ayetin sonundaki «Ucab» kelimesi çok hayret etmek, çok taaccub etmek demektir.

«Mahudlarınızın üzerinde sabır gösterin»; yani onlara ibadet­te sebat gösterin, haklarındaki tenkidlere tahammül edin, hemen münekkide tabi olmayın!

Muhammed'in iddia ettiği tevhid veya riyaset makamı veya Araplar'm Acemler'den üstünlüğü, temenni edilen bir şeydir. Her­kesin istediği budur. Fakat herkesin temenni ettiği, istediği şey kendisine verilmez. Öyleyse sabır gösterin!

«Milleti ahire»den maksat, İbn Abbas, Mücahid, Muhammed bin Kâb ve Mukatil'e göre hıristiyan milletidir. İtikadlarına göre Ahiret sıfatı onlara verilmiştir. Çünkü onlar Hz. Muhammed'in peygamberliğine iman etmiyorlardı.

Kureyşliler'in «Biz bunu son dinde dinlemedik» demelerinde-ki maksat tevhidi işitmedik, onun tam aksini işittik demektir. Çünkü Hıristiyanlar teslise inanıyorlardı. Allah'ın üç olduğunu söy­lüyorlar ve«Bu da Hz. İsa'nın getirdiği dindir» diye iddia ediyor­lardı.

Mücahid ve Katade ise «Milleti ahire ile Arap milleti kaste­dilmiştir» demişlerdir. Burada Araplar'ın dini kastedilmektedir. Yani «Biz tevhidi daha önceki atalarımızda görmedik» demek iste­mişlerdir.

Veya onlar şunu kastetmekteydiler: Biz bu tevhidi ahir za­manda gelecek olan son ümmet hakkında işitmedik. Yani ne ehli kitaptan ne de kâhinlerden «Muhammed gelmezden önce son pey­gamberin dini tevhid olacaktır dediğini işitmedik» dediler. Fakat bu noktada yalan söylüyorlardı. Çünkü «Son peygamber gelecek, putları kıracak, insanları Allah'ın tevhidine çağıracaktır» sözleri meşhurdu. Rasûl-ü Ekrem gelmezden önce de bu sözler ağızdan ağıza dolaşmaktaydı.

«İhtilak» kelimesi iftira, uydurma demektir. Zikir kelimesin­den maksat da Kur'andır. Yani «Biz halkın önderleriyiz, eşrafı­yız. Niçin Kur'an herhangi birimize değil de Muhammed'e indi?» diyorlardı. Böylece anlaşılıyor ki Rasûlullah'a karşı tavır takınma­ları sadece asabiyet ve dünya hırsından geliyordu.

«Onlar benim zikrimden şek ve şüphede bulunuyorlar»; yani Kur'an'ımdan şüphede bulunuyorlar. Muhammed'e indirmiş oldu­ğum Kur'an'da şüpheleri vardır. Onların inançlarında kesin olarak Kur'an'a karşı alınacak herhangi bir tavır belli değildir. Bazen «O sihirdir» bazen   de «İftiradır» diyorlardı.

«Onlar daha azabımı tutmamışlardır»; yani benim azabımı tattıkları zaman onlardaki hased ve şek zail olacaktır.

«Lemma» kelimesinden azabın yakın olduğu anlaşılmaktadır.

«Yoksa aziz ve vehhab olan Rabbinin rahmet hazineleri onlunu yanında mıdır?». Onların yanında olmasından maksat mülkleri mi­dir? Onlarda tasarruf yetkisine sahip midirler? demektir. Hayır! Onlar Allah'ın rahmet hazinelerine sahip midirler ki orada diledik­leri şekilde tasarruf etsinler. Onu dilediklerine versinler, diledikle­rinden alsınlar! «El-Aziz» kelimesinden maksat, halkın tamamına galebe çalan demektir. «EUVehhab» ise hibeleri çok olan ve yerli yerine sarfeden demektir.

Onlar gurur ve azametleri sebebiyle peygamberliğin Hz. Mu-bammed'e verilmesini haksızlık olarak gördüklerinden el-Aziz ile el-Vehhab sigalan hallerine münasip olarak burada getirilmiştir. El-Vehhab sigasmdan anlaşılıyor ki peygamberlik rabbani bir mev-zudadır, Allah'tan gelen bir hibedir, kesbî değildir.

«El-Esbab» kelimesinden maksat, göklerin kapılarıdır. Zemah-şeri «Onlar merdivenlerde yükselsinler, onları Arş'a götüren yol­larda yükselip gitsinler ki Arş'a varsınlar. Orada istiva ederek âle­min emrini tedbir etsinler. Allah'ın melekutunu idare etsinler. Du lediklerine vahy göndersinler demektir» demiştir.

Müeahid «Burada el-Esbab göklerin kapılarıdır}} der. Bazıları «Esbab burada gökler mânâsındadır» demiştir.

«Hiziblerden meydana gelen bir ordu orada mağlup olmuştur.»

«Orada» sözüyle Mekke'ye işaret edilmektedir ve bu gayhî ha-ber niteliğindedir ve bunlar Fetih gününde mağlup olacaslardır demektir. Bazıları «Bedir gününde mağlup olacaklardır» demişler­dir. (Bu rivayet doğru ise Mekke'den maksat Bedir'i de içine alan memleket olur. Yani onlar zelil ve az veya çok bir ordudur. Büyük-

türler ve orada bulunmaktadırlar. Peygamberlere karşı hizipleşmiş-lerdir. Yakında onların durumu bozulacaktır.

Veya hiziplerden meydana gelen bir ordu yakın bir zamanda onların konuştukları o yerde, (Mekke'de) mağlup olacaklardır. Sen onların konuşmalarına önem verme. Saçmalamalarına kıymet ver. me.

«Orada olanlar»6&n maksat müşriklerdir. Müşriklerin «Men» ile değil de «Ma» ile tabir edilmesi, onların hayvanlar olduğuna de­lâlet eder. Hatta hayvanlardan daha şaşkındırlar. Bazılarına göre, «Orada olanlar» sözüyle putlar ve putlara tapanlar kastedilmek­tedir.

«Kazıklar sahibi» mânâsına gelen «Zu'l-Evtad», Firavun'un sı­fatıdır. Eğer Firavun'dan önce geçen Nuh ve Ad kavimlerinin de sıfatı olsaydı «Zev'iLEvtad» şeklinde tabir edilirdi. Kazık mânâsı­na gelen «Veted» kelimesinin çoğuludur. Cenab-ı Hak burada Fi­ravun'un mülkünü, saltanatım temeline kazıklar çakılmış ve kuv­vetlendirilmiş bir çadıra benzetmektedir. Ayetin mânâsı: «Onlar, dan önce Nuh kavmi de yalanladı. Ad da yalanladı. Mülkü sabit ve saltanatı rasik olan Firavun da yalanladı» şeklindedir.

İbn Mesud ve İbn Abbas'm bir rivayetine göre «Evtad» keli­mesi «Ordular» demektir. Yani Firavun'un mülkünü kuvvetlendi­ren orduları vardı. Tıpkı cadın kuvvetlendiren kazıklar gibi.

Ashab'ul-Eyke'den maksat orman sakinleri demektir. Onlara peygamber olarak Hz. Şuayb gelmişti. Onlara «Eyke Ashabı» deni­lirdi, çünkü memleketleri ormandı. Bazı müfessirler «Eyke onla* nn bir beldesinin bir kasabasının ismiydi» demişlerdir.

«Onlar hıziblerdir» yani peygamberlere karşı hizipleşen kâ­firlerdir.

«Ikabım, yani cezam, hak olmuştur», yani onların suçlarının gerektirdiği azabınım çeşitleri onlar için sabit olmuştur. Meselâ Nuh'un kavmi tufan ile garkedilmiş, Firavun denizde boğulmuş, Hud Kavmi rüzgârla helak edilmiş, Semud kavmi sayha ile yokol-muş, Lut kavmi yere çakılmak suretiyle mahvedilmiş, Ashab-ı Ey-ke zili (gölge) azabiyla yok olmuşlardır. Bu grupların hepsi pey­gamberleri yalanlamışlardır.

15. ayet Mekke kâfirlerinin azabını belirtmek için serdedilen ayetlerin ilkidir. Tek sayha ile maksat ikinci nefh; yani sura ikinci üftirülüştür. Yani o hakir kâfirler ki daha önce helak olmuş grup­ların küfürde ve yalanlamada emsalleridir. Sadece ikinci üfürülü-şü bekliyorlar ki onunla Kıyamet kopacaktır CKatade).

> ayette geçmekte olan «Kıtte» kelimesi bir parça demektir. Yani Yarab! Bizim parçamızı, nasibimizi, payımızı azaptan Önce hemen gönder. Bu söz Ata'dan gelen rivayete göre Nadr bin Hars bin Alkame bin Kelde'nin sözüdür. Allah Teâlâ «Soran vaki azabı sordu» ayetiyle de hu kişiyi kastetmektedir. Katade'den gelen ri­vayete göre hu kimse Ebu Cehü'dir. Bu sözü ister Nadr, isterse Ebu Cehil söylemiş olsun, bütün Mekkeliler bu söze razı oldukla­rından dolayı Cenab-ı Hak bütün Mekkeliler'in böyle söylediğini ifade etmiştir.

Kelbi, «Ayetin mânâsı, bize amellerimizin defterlerini .hemen gönder ki içindekilere bakalım demektir»   demiştir.   Yani «Kıtte» kelimesi amel defteri mânâsına gelir.   Bu, aynı zamanda . Hasan Basri'den de gelmiştir. Hasan Basri'nin diğer bir rivayetinde «On­lar cennetteki nasiblerini istiyorlar» denilmektedir. (Bu, Katade ve îbn Cübeyr'den de gelmiştir). Onlar Rasûl-ü Ekrem'in müminler için cennet vaadettiğini işittiklerinde, istihza etmek yoluyla, «Cen­netten bizim olan nasibimizi hemen gönder ki dünyada ondan fay-danalanalım» demişlerdir. [3]

 

Meal

 

17- (Ey Rasûlüm!) Sen onların dediklerine karşı sabır gös­ter. Güçlü kulumuz Davud'u hatırla. O daima Allah'a yönelirdi.

18/19- Doğrusu biz, sabah-akşam onunla teşbih eden dağ­ları ve toplu halde bulunan kuş lan Davud'a mü sah har kılmıştık. Her biri ona yönelmekteydiler.

20 — O'nun (Davud'un) mülkünü kuvvetlendirdik. Ona hik­met ve Fasl'ul Hitab (doğruyu eğriden ayırma gücü)  verdik,

21/22- (Ey Rasûlüm!) Sana o davacıların haberi erişti mi? Hatırlat o zamanı ki Davud'un sarayına girmek için duvara tır­manmışlardı. Davud'un yanına girince o da onlardan ürkmüştü. Onlar «Korkma! Birimiz öbürüne haksızlık etmiş iki davacıyız. Artık aramızda hak ile hükmet. Aşırı gitme. Bizi yolun ortası­na çıkar!» dediler.

23- «Bu  benim  kardeşimdir.   Onun   doksandokuz koyunu var. Benim de bir tek koyunum var. Yine de «(Bakmak üzere) onu bana ver» dedi ve mücadelede beni yendi.»

24- (Davud:)   «Andolsun  ki o,  senin bir koyununu kendi koyunlarına katmayı istemekle sana zulmetmiştir. Gerçekten or­takların çoğu birbirlerine haksızlık eder. Ancak iman edip, salih amel işleyenler müstesna. Onlar da ne kadar azdır!» dedi. Da­vud kendisini imtihan ettiğimizi anladı. Hemen Rabbine İstiğfar etti, secdeye kapandı ve tevbe ile (Allah'a) döndü.

25- Biz  de  onun  bu hatasını  ona   bağışladık.   Gerçekten onun, bizim katımızda bir yakınlığı ve güzel bir akıbeti vardır.

26- Ey Davudi Biz seni yeryüzünde halife kıldık. İnsanlar arasında hak ile hükmet. Sakın nevana uyma ki aksi takdirde seni Allah'ın yolundan saptırır. Hiç kuşkusuz Allah'ın yolundan sapanlara  hesap gününü   unuttuklarından   dolayı   şiddetli  bir azap vardır. [4]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(17-26) «(Ey Rasûlüm!) Sen onların dediklerine...» Bu Ayetlerin Tefsiri

«Onların dediklerine karşı sabır göster» hitabı Hz. Muham-med'edir. [5]

 

Hz. Davud'un Hadisesi

 

«Onlara Davud kulumuzu hatırlat»; yani Davud'un kıssasını anlat ki günah onların gözünde büyüsün ve çirkinliğin kendilerin­de olduğu hususuna dikkatleri çekilsin. Zira Hz. Davud şanının yü­celiğine, peygamber ve kral olmasına rağmen evlânın hilafı olan bir şeyi kastettiğinde onu üzecek, üzüntüsünü devamlı kılacak ve pişmanlığına sebep olacak bir musibet nail olur. Acaba şu kâfirler, şu zelil kimseler günahların en büyüklerinde ısrar ettikleri halde bunların durumu nasıl olacaktır? Veya Hz. Davud'un kıssasını ha­tırla ve ikabı gerektirecek bir şeyi irtikâb etmekten kaçın! Yani bu ayet Rasûl-ü Ekrem'i sabra teşvik etmektedir. Bu son yorum ile birinci yoruma göre zikir burada dille yapılan zikirdir. Fakat diğer yorumlara göre kalben yapılan zikir kastedilmektedir.

«El-Eyd» kelimesi aslında eller demektir. Yani yed kelimesinin çoğuludur. Fakat burada kuvvet kastedilmektedir. «Davud eller sahibiydi», yani kuvvet sahibiydi. «Evvab» kelimesi de Allah'a çokça yönelen, Allah'a yalvaran, O'nun taatine dönen kimse demektir. îbn Cerir, İbn Abbas ve Mücahid'den şöyle rivayet eder: «Evvab teşbih eden kişi demektir», Amr bin Şurahbil «Habeş dilinde evvab, teşbih eden kişi demektir» demiştir. Evvab hangi mânâya yorum­lanırsa yorumlansın Hz. Davud'un dinde kuvvetli oluşunu, ibadet­te kuvvetliliğini ifade etmektedir. (Nitekim bu görüş Mücahid, Katade ve Hasan'dan rivayet edilmiştir). Zira kuvvetten maksat cismi kuvvetse, bunun neden olması güzel olmaz. Hz. Davud aynı zamanda cismi kudrete de sahipti. Ama burada bu kastedilmemek-tedir.

«Bizim kulumuz» ve«Kuwet sahibi» olma tabiri Hz. Davud'un çok ibadet ettiğine delâlet etmektedir. Buhari, Tarih'inde Ebu Derda'dan şöyle rivayet ediyor: «RasûL-ü Ekrem, Hz. Davud'u zik­rettiğinde: «O insanların en fazla kulluk yapanı idi» diyordu.»

Deylemi, İbn Ömer'den şunları rivayet ediyor: «Allah'ın Ra-sûlü: «Hiç kimseye, ben Davud'dan daha fazla kulluk yaptım, de­mek yakışmaz» buyurmuştur. Zira o bir gün oruç tutar, bir gün if­tar ederdi. Gecenin yarısını ibadetle geçirirdi. İşte bunda onun iba­det hususundaki kudretine delâlet vardır. Çünkü hem oruç, hem kıyam, rahatı terketmek demektir. [6]

 

Dağların Teşbihi

 

«Dağların teşbihimden maksat kendilerine uygun dillerle Al­lah'ı takdis etmeleridir. Tıpkı Rasûl-ü Ekrem'in elinde teşbih eden taşların kendilerine uygun dille teşbih yapmaları gibi. Bazıları «Li­sanı hal ile Allah'ı takdis ederler demektir» demişlerse de bu za­yıf bir yorumdur. Çünkü lisanı hal ile teşbih sadece dağlara değil, bütün eşyaya mahsustur. Ayrıca aşîy ve işrak vakitlerinin zikri de lisanı hal ile teşbihe manidir. Çünkü teşbih, lisanı hal ile olursa daimidir, bunu tahsis etmenin gereği yoktur.

Aşîy'den maksat güneşin zevalinden sabaha kadar olan za­mandır. Yani onlar bu vakitte teşbih ederlerdi. Bütün bu vakitle­ri teşbihle geçirirlerdi demek değildir. İşraktan maksat işrak vak­tidir. Yani güneşin çıktığı, ışığının yayıldığı vakit. Unımuhani, Fa-hite binti Ebi Talib'ten şöyle rivayet ediyor: <(Allah'ın Rasûlü kuş­luk namazım kıldı ve «Bu işrak namazıdır» buyurdu.»

«Toplandıkları halde kuşlar da onunla beraber teşbih etmeye müsahhar kılınmıştı». İbn Abbas «Davud teşbih ettiğinde dağlar da teşbih etmek suretiyle ona katılır, kuşlar etrafında toplanarak teşbih ederlerdi» diyor. Dağlar ve kuşların her biri Hz. Davud'un teşbihi için tesbihat yaparlar, teşbihe başlarlardı.

19. ayetin sonundaki «Evvab» kelimesi mübalâğa sigasıdır. Yani Davud çokça tevbe eder, Allah'a çokça yönelirdi. Zira o çok zikreder, çok tevbe eder ve takdiste bulunurdu. Veya «Evvab» hem dağların, hem kuşların, hem de Davud'un sıfatıdır. Yani Davud, dağ ve kuşların her biri Cenab-ı Hak'kı teşbih ederler ve tekrar teşbihe dönerlerdi. Yani çokça teşbih ederlerdi.

«Onun mülkünü kuvvetlendirdik»; yani heybetle, nusretle, as* kerlerin çokluğu ve ümmetlerin fazlalığıyla kuvvetlendirdik. Ba­zıları «Heybetle kuvvetlendirdik demektir)} diyor. Süddi ise «As. kerle kuvvetlendirdik» demek olduğunu söyler.

«Biz ona hikmeti verdik»; yani peygamberliği, kâmil ilmi, gü­zel işi verdik veya Zebur'u verdik veya şeriatların ilmini verdik.

«Ve fasl'uLHitab'ı verdik», yani hakkı bâtıldan ayırd etmek su­retiyle hasımların arasında hükmetme yeteneği verdik.

îbn Abbas, Mücahid ve Süddi'den rivayet olunduğuna göre «Fasl'ul-Hitab»tan maksat insanlar arasmda hakkıyla hükmetme­si ve hakka isabet etmesi demektir. Beyzavi'de «Fasl'uLHitab» hakkında şunlar denilmektedir: «Fasl'uU Hitab, -mânâyı ihlal edecek tarzda kısa olmayan ve insanı usandıracak şekilde de uzun olma­yan öz hitap demektir.» [7]

 

Hz. Davud Huzurunda Hasımlar

 

«Sana hasmın haberi geldi mi?» cümlesinin başındaki «Hel» edatı her ne kadar istifham harfi ise de tahkik mânâsını ifade eder. Yani sana hasmın haberi kesinlikle gelmiştir. Hasım kelime­si aslında mastardır. Fakat burada kendisinden mukaseme kaste­dilmektedir. Yani karşılıklı davalı ve davacı demektir. Ragıb. «Has­ırım mânâsı, her hasım diğerinin yakasına yapışır veya her biri bir tarafa çeker rnânâsındadır» der.

21. ayetin metnindeki «Tesevveru» fiili tırmandılar mânâsını ifade eder. El-Mihrab oda demektir. Yani evin en yüksek yerinde­ki oda. Camideki mihrab buradan alınmıştır. Çünkü evin diğer .odalarından daha şereflidir. Nitekim mihrab da camiin en şerefli yeridir. Ragıb «Mihrab mesciddeki mihrabtır. Ona mihrab denil­mesi, kişinin orada nefsiyle ve şeytanla savaşmakta oluşundandır» der. Bazıları da «Ona mihrab denilmesi insanın orada dünya meş. galelerinden, düşünceyi dağıtacak velvelelerden uzak olması ve on­larla savaşması nedeniyledir» demiştir.

Hz. Davud'un meleklerden korkmasının nedeni şudur: Onlar duvarın üstünden indiler. Hem de ibadet gününde. Etrafta nöbet­çileri de olduğu halde. Onun için kendisine eziyet vermelerinden korktu. Bu durumun geceleyin vuku bulması korkusunu daha da      § artırdı.

Bazıları «Memleketinin ahalisi kendisini hafife alırlar ve hu* suruna girmek için bazıları bu izni terkederler diye korktu» diyorlar. Bu takdirde Hz. Davud girenlerden değil de, memleketteki gi­dişatın fesada uğramasından korkmuş olur.

Ayetin metnindeki «Tuştit» fiili aşmak ve tecavüz etmek mâ-nasma gelir. Yani hak ile aramızda hükmet ve haktan ayrılma, hak­tan uzaklaşma.

Ayet metnindeki «Na'cetun» kelimesi vahşi hayvanların dişile­rine denir. Koyunların dişilerine, dağ koyunlarına denir. Bazen de kadın için (tarizen) kullanılır. Ayetin zahirinden burada koyunun dişisinin kastedildiği anlaşılmaktadır.

Ayet metnindeki «Ekfilnîha» fiili «Onu bana ver» demektir. İbn Kisan «Onu bana pay kıl demektir» der. İbn Abbas ve İbn Me-sud «Benim için ondan vazgeç demektir» demişlerdir.

Ayet metnindeki «Azzenî» fiili, beni mağlup etti demektir. «EU Hitab» kelimesi ise beni konuşmada mağlup etti, ben ona cevap vermeye muktedir olamadım demektir. Dahhak «Eğer o konuşur, sa benden daha fasih konuşur, savaşırsa beni mağlup eder demek­tir» demiştir. Bazıları ayeti «Kadını istemek hususunda beni mağ­lup etti» şeklinde yorumlamışlardır. Yani kadım ben de istedim o da istedi. Fakat o istemek hususunda beni mağlup edecek şekil­de davrandı, kadınla evlendi, ben ise evlenemedim.

Hz. Davud «Andolsun! O senin koyununu kendi koyunlarına katma talebinde bulunmakla sana zulmetmiştir» dedi. Onlar Hz. Davud'un huzurundan onun gözü önünde göğe doğru yükselip gittiler.

Ayet metnindeki «Huleta» kelimesinden maksat, mallarını ka­rıştırmış, ortak olmuş kimselerdir. Bu, hayvanlar hususunda or­tak olanlar için kullanılan bir tabirdir.

Hz. Davud kesinlikle hüküm meclisinde cereyan edenlerin Al­lah'ın kendisini imtihan etmesi olduğunu anlamıştır. Bazı müfes-sirlere göre Hz. Davud onların aralarında hüküm verdiğinde onlar birbirlerine bakarak güldüler ve ikisi de  göklere doğru çıktılar. Böylece o Cenab-ı Hak'km kendisini imtihan ettiğini anladı. Bu bilgiden sonra Hz. Davud, Babbinden af talebinde bulundu ve sec­deye kapandı. Zira ayet metnindeki «Raiden» kelimesi secde etmek demektir.   Yani   rükû   kelimesi   burada secde mânâsında kulla­nılmıştır. Veya, o rükû halinde iken veya namaz içindeyken sec­deye kapandı demektir. Zira ayet metnindeki Harre fiili secdeye kapandı demektir. Hüseyin bin Fadl «Rükudan hemen secdeye ka­pandı. Yani kıyama kalkmadan doğru secdeye gitti demektir» de­miştir.

El-Keşf sahibi «Davud'un bu secdesi şükür secdesidir. Bizim peygamberimiz de burada şükür secdesi yapmıştır» diyor. Zira Ne-sei ile İbn Merduveyh özel bir senetle İbn Abbas'tan şöyle rivayet ederler: «Hz. Peygamber safta secde etti ve şöyle buyurdu: «Da­vud tevbe olarak secde etti. Biz de şükür için tevbe ediyoruz ki Al­lah Davud'un tevbesini kabul etti.» [8]

 

Hz. Davut'â Atılan İftira

 

Beyzavî «Daud, Oryayı cihada gönderdi ki öldürülsün ve onun hammtyla evlensin» tarzındaki iftirayı ileri sürene iftira ce­zası tatbik edilir. Zira Hz. Ali (R.A.) «Davud'un meselesini hikâye' çiler tarzında söyleyene (160) sopa atarım demiştir» dedi. [9]

 

Meal

 

27- Biz gök ile yeryüzünü ve ikisinin arasında bulunanla­rı bâtıl  (mânâsız)  olarak yaratmış değiliz. Bu küfre kayanların zanmdır. O küfre kayanlar için ise ateşten helak vardır.

28- Yoksa biz iman edip, salih amel işleyenleri, yeryüzün­de fesad çıkaranlar gibi mi kılacağız? Yoksa biz sakınanları hiç sakınmayanlar gibi mi kılacağız?

29- (Bu Kur'an) sana indirmiş olduğumuz mübarek bir ki­taptır ki insanlar onun ayetlerini inceden inceye düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar.

30- Biz Davud'a Süleyman'ı bağışladık. Ne güzel kuldur O! Çünkü O tamamen Allah'a dönmüştü.

31- (Hatırlat o zamanı)  ki ona  (Süleyman'a)  akşam üstü süratli koşan cins atlar arzolunmuştu.

32- O  (Süleyman): «Gerçekten ben mal sevgisini Rabbimi zikretmekten sevdim» dedi. Nihayet bu atlar (veya güneş)  perdenin arasına girdiler.

33- (Süleyman dedi ki:)   «O atlan geri çevirip yanıma ge­tirin». Hemen onların ayaklarını, boyunlarını okşadı.

34- Andolsun biz Süleyman'ı da denedik ve onun tahtının üstüne bir cesed bıraktık. Sonra (o eski durumuna) döndü.

35- (Süleyman)   dedi   ki:   «Ey  Rabbim!   Beni   affet.   Bana benden sonra hiç kimseye nasip olmayan bir hükümdarlık ver. Çünkü sen çokça bağışlayansın.»

36- Bunun üzerine rüzgârı onun emrine bağlı kıldık. Onun emriyle istediği yere rahatça akıp gidiyordu.

37- Şeytanları da onun emrine bağlı kıldık. O şeytanlardan kimi bina ustası, kimi de dalgıç idi.

38- Ve demir halkalarla bağlı bulunan diğerlerini de (Onun emrine müsahhar kıldık).

39- (Biz Süleyman'a dedik ki:) «Bu bizim bağışımızdir. İs­ter ver, ister tut. O hesapsızdır.»

40- Kuşkusuz ki Süleyman için bizim katımızda yakınlık ve güzel bir dönüş vardır.

41- Kulumuz Eyyub'u da an ve  (hatırlat o zamanı)  ki O, «Hakikaten bana şeytan güçlük ve elemle dokundu.» (demişti)

42- (Biz kendisine:) «Ayağınla yere vur. İşte hem yıkana­cak hem de içecek serin bir su  (dedik).» [10]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(27-42) «Biz gök ile yeryüzünü...» Bu Ayetlerin Tefsiri

«Kâfirler için ateşten bir helak vardır»;   yani   onların zarını üzerine terettüp eden ateşten ötürü onlara azap vardır.

28.  ayetin sebebi nüzulünde iki görüş vardır: Bir görüşe göre iman edip salih amel işleyen ve muttaki olanlardan maksat Hz. Ali, Hz. Hamza ve Ubeyde bin Hars'tn. Müşriklerden maksat da Ut-be, Velid bin Utbe ve Şeybe'dir. Çünkü bunlar Bedr gününde mu-bareze etmişlerdi. Mubareze neticesinde üç kâfir öldürüldü, bir müslüman şehit oldu. Ayetin sebebi nüzulü de onlardır.

Bazıları «Bu ayet müşriklerden bazı kimseler ile müminler hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar «Ahiret'te bize müminlere verilenlerden daha hayırlısı verilecektir» diyorlardı ve ayet bu se-beble nazil oldu» demiştir.

îbn Abbas «Ayet bütün müslümanlar ve kâfirler hakkındadır» demiştir.

«Mübarek» kelimesinden maksat, dini ve dünyevi yararlan çok demektir.

29.  ayetin sonundaki «Elbab», lubb kelimesinin çoğuludur ve akıllar demektir. «Ulu» kelimesi de sahip mânâsını ifade eder. Ya­ni akıl sahipleri ondan öğüt alsınlar ve insanlar, O'nun ayetlerini engin bir şekilde düşünsünler diye onu indirdik,

Hz. Süleyman «Evvab'tır», yani Allah'a çokça yönelir. O çok tevbe eden bir kuldur.

«Safinat» ile maksat, ayaklarından Lirini kaldırıp tırnağının başını yere değdiren küheylân atlardır. Ebu Übeyde «Safin iki ön ayağım biraraya getiren bir hâle sokan attır» der. Tırnağının üze­rine durana ise mutehayyim veya muhayyim denilir.

«El-Ciyad» cevad kelimesinin çoğuludur. Atların erkeğine de dişisine de denilir. Bazıları «Süratle yürüyen at», bazıları da «Çok güzel koşan at» demişlerdir.

Savaş alanında at sakinlikle övülmekte olduğu gibi yürüyüşte de süratle Övülmektedir.

El Bahr'da «Ciyad boynu uzun at demektir» denilmiştir. Bo­yun mânâsına gelen ciyd kelimesinden alınmıştır. Fakat bu mâ­nânın sabit olduğu şüphelidir.

Bu ayette cemi sigasımn kullanılması çokluk içindir. Zira Kel-bi'den gelen bir rivayete göre Hz. Süleyman'ın atları bin taneydi. Hz. Süleyman Dimeşk ile Nusaybin'e savaş açarak bu atları elde etmiştir. Bu rivayet sahih hadiste varid olan «Ganimet, benden ön­ce hiçbir peygambere helâl değildi» hadisiyle çatışmaktadır.

Bazıları «Bu atlar oradan ganimet olarak değil de haraç ola­rak alînmıştır» demiştir.

Ayet metnindeki «Hayr» kelimesinden maksat maldır. Hayr, mal yerine kullanılır. Zira bir ayette Cenab-ı Hak «Eğer hayrı ter. kederse» yani malı bırakırsa buyurmaktadır. «Hayırdan neyi in-fak ederseniz Allah onu bilir» şeklinde başka bir ayet vardır. «O hayr sevgisinde şiddetliydi»; yani mal sevgisinde.

Bazı alimler «Mal çok olmayınca, helâl yoldan kazanılmayın­ca ona hayr denilmez» demişlerdir.

Hayrm mal mânâsına olan tefsiri Dahhak ve İbn Cübeyr'den de rivayet edilmiştir.

Ebu Hayyan «Hayrdan maksat attır. Zaten Araplar ata hayr ismini de vermişlerdir» der. (Bu, Katade ve Süddiden de rivayet edilmiştir.)

Ata hayr demenin nedeni, hayrın ona bağlı olmasıdır. Zira ha­diste «Hayr atın alnına Kıyamet Günü'ne kadar bağlıdır» denil­mektedir.

«Hub» kelimesi seçmek, ihtiyar etmek mânâsını ifade eder. Yani ben hayrın sevgisini seçtim, ona yönelip Rabbimin zikrini unuttum. Bu durum güneş batmcaya kadar devam etti. [11]

 

Atların Boyun Ve Bacaklarını Kılıçla Meshetmekten Maksat Nedir?

 

Hz. Süleyman «O atları bana geri getirin» dedi ve kılıçla onla­rın bacak ve boyunlarını meshetmeye başladı. Kılıçla meshetmek, Ragıb'ın dediği gibi kılıçla vurmaktan kinayedir. Zemahşeri «Kı­lıçla onların bacak ve boyunlarını meshetti, yani kesti demektir» diyor. Hasan Basri «Onların damarlarını kesti, boyunlarını da kı­lıçla vurdu demektir» diyor.

Tabarani El-Evsat'da, El-îsmailî Mucem'inde, İbn Merduveyh, Ubey bin Kâb'tan hasen bir senedle Rasûlullah'tan şöyle rivayet etmektedir: «Hz. Süleyman onların bacaklarım kesti ve boyun­larını kılıçla vurdu». Hz. Süleyman böyle yapmakla onları Allah için kurban etmiştir. Atların kurban edilmesi Hz. Süleyman'ın şeriatında vardı. Önce atların ayaklarının damarlarım kesmekten maksat, kurban edildikleri zaman çok fazla çırpınma malarıdır.

Bazıları «Onu geri getirin zamiri güneşe racidir, hitap da gü­neşi idare eden melekleredir» demiştir. Çünkü Hz. Süleyman'ın ikindi namazı kaçmıştı. Güneş geri getirildi ve Hz. Süleyman ikin­di namazını kıldı. Bu görüş Hz. Ali'den rivayet edilmiştir. (Hz. Ali' den bu görüşü hem Şahab, hem de Şia alimi Tabersi rivayet etmek­tedir).

Bazı müfessirler «Tevarat fiilindeki zamir atlara gider. «On­ları getirin» ibaresindeki zamir de atlara gider» demişler ve bir cemaat da bu görüşü tercih etmiştir. Bu takdirde el-Hicab'tan mak­sat onların ahırlarıdır. Yani onlar ahırlarına girinceye kadar.

Bazıları   «Müsabakada gözden kayboluncaya kadar»   manâsı vermişlerdir.

En doğrusu şöyle demektir:   At beslemek   onların şeriatında mendub idi. Nitekim bizim dinimizde de böyledir. Sonra'Hz. Sü­leyman gazaya gerek duydu. Oturdu ve atların getirilmesini, koş­turulmasını emretti. Dedi ki: «Ben onları dünya için, nefsim için sevmiyorum. Onları ancak Allah'ın emrine yardımcı oldukları ve dinimi takviye ettikleri için seviyorum». «Rabbimin zikri» tabiriy­le de bu kastedilmektedir. Sonra Hz. Süleyman onların gözünden kayboluncaya kadar koşturulmalarını emretti. Sonra binicilere on­ları getirmelerini emretti. Onlar Hz. Süleyman'ın yanına geldikle­rinde onların bacak ve boyunlarını sıvazladı. Bu sıvazlamadan maksat şunlardır:

1- Onları şereflendirmek, aziz olduklarını göstermek. Çün­kü onlar düşmanı defetmede en büyük yardımcıdırlar.

2- Hz. Süleyman şu noktayı gözler önüne sermek istedi: Si­yaset ve mülk elde etmek hususunda, emirlerin çoğu bizzat yapa­cak kadar alçakgönüllülük gösterir.

3- Hz. Süleyman atların   hâlini,   hastalıklarını,   ayıplarını herkesten daha iyi biliyordu. Onları imtihan eder, içlerinde hasta­lıklı olanlar var mıdır diye bacak ve boyunlarını kontrol ederdi. İşte Kur'an'm intibak ettiği tefsir budur. Münker rivayetlerden herhangi birini peygamberlerden birine nisbet etmek hiç te gerek­li değildir.

Bunları söyledikten sonra Fahreddin Razi şöyle devam edi­yor: «İnsanlara hayret ediyorum. Bu asılsız, temelsiz yorumlan nasıl kabul etmişlerdir. Halbuki hem akıl hem de nakil bunu red­detmektedir. Bunları ispat hususunda asıl olmadığı gibi şüphe dahi yoktur. Ayetin lâfzı da bunların hiçbirine, cumhurun zik­rettiği bu vecibenin hiçbirine delâlet etmez. Herhangi bir akıllının şüphe etmediği şekilde ortaya bu çıkmıştır. Farzedelim ki ayet delâlet ediyor. O zaman şöyle denilebilir: Birçok deliller peygam­berlerin masum olduğuna kaim olmuştur. Bu hikâyelerin, ahad rivayetlerin sıhhatini gösteren hiçbir delil yoktur. Kuvvetli delil­lerle muareze edecek, hiçbir delil de bahis konusu değildir. Ken­dilerine önem verilmeyen bazı gruplardan gelen hikâyeler nastl delil olabilir? Onları hikâye edenlerin sözlerine perva edilmez!»

Alusi, Fahreddin Razi'nin bu sözlerine şiddetle hücum etmek­te ve «Hak cumhurla beraberdir» demektedir. [12]

34. ayetin yorumunda en seçkin ve en açık tefsir şudur: «Hz. Süleyman «Ben bu gece yetmiş eşimin de yataklarına gireceğim. Onların her biri bir mücahid doğuracak ve onlar Allah yolunda ci-had edecektir» dedi. Bunları söylerken Hz. Süleyman «İnşaallah» kelimesini kullanmada. Ve o gece hanımlarının yataklarına gitti. Onların içinden ancak bir hanımı gebe kaldı. O da yarım insan do­ğurdu.»

Müslim, Buharı ve başka muhaddisler bu hadisi merfu olarak Ebu Hureyre'den rivayet ederler. Onda şu ibare de vardır: «Mu-hammed'in nefsini elinde tutan Allah'a yemin ederim, eğer Süley­man inşaallah deseydi onlar atlı olarak Allah yolunda dhad ede­ceklerdi.»,

Lâkin Sahih-i Buhari'de yetmiş yerine kırk tabiri vardır. Ay­rıca meleğin Hz. Süleyman'a «İnşaallah de» dediği halde onun in­şaallah demediği kaydedilmektedir.

Bundaki gaye evlâyı terketmektir. Yoksa günah işlemesi de­mek değildir. Her ne kadar Hz. Süleyman kendisi için bunu günah saymışsa da bu günah değildir. [13]

 

Hz. Süleyman'ın Kürsüsü Üzerine Atılan Ceset

 

Ceset'ten maksat, Hz. Süleyman'ın doğup dünyaya gelen ya­rım oğludur. Onun, tahtı üzerine atılmasından maksat, - ebelerin doğduktan sonra onu kürsinin üzerine koymalarıdır ki böylece Hz. Süleyman'ın onu görmesini istemişlerdir.

Bazıları «Hz. Süleyman baygınlık türü bir hastalığa tutulmuş-tu. Tahtı üzerinde ruhsuz bir cesedi andırıyordu. Zira Arapkir'in zayıf kimse için «Şiş üzerinde bir etti, ruhsuz bir cesettir» şeklin­deki sözleri meşhurdur. Bu takdirde taht üzerine atılan ceset Hz. Süleyman'ın kendisidir» demişlerdir. Bu durum Ebu Müslim'den de rivayet edilmiştir.

«Sonra dönüş yaptı»; yani sıhhatine dönüş yaptı. Yani biz Sü­leyman'ı hastalandırdık. Onu tahtı üzerine zayıf olarak attık. Sanki o ruhsuz bir cesetti. Sonra sıhhatine döndü. Bu yorumun zayıf ol-. duğu ortadadır. Bu husustaki hakikat daha önce merfu hadiste zikredilendir.

Ayetin metnindeki «Min ba'di» kelimesindeki «Min» edatı gay­ri mânâsını ifade eder. Yani bana öyle bir mülk ver ki benden baş­ka hiç kimseye böyle bir mülk verilmesin.

Hz. Süleyman'ın cinleri çalıştırması birtakım isim ve riya­zet çekmek vasıtasıyla değildir. Aksine ilâhî bir teshirdir. Hiçbir şey vasıta olmaksızın Cenab-ı Hak bu cinleri ona müsahhar kıl­mıştır. Onlar en mükemmel şekilde ona hizmet ederlerdi. Bu Sü­leyman'a hibe edilen mülkün bir parçasıdır.

Ayetin zahirinden cinleri istihdam ediyor iddiasında bulunan bir kimsenin kâfir olmadığı anlaşılmaktadır. Zira bu durum birçok defa görülmektedir ve bunu ancak muannid bir kimse inkâr ede­bilir.

«Kesinlikle sen vehhab olansın» cümlesi hem mağfiret duası­nın hem de hibenin nedenidir.

Ayet metnindeki «Ruhaen» kelimesi yumuşaklık mânâsına ge-İen «Rehavet» kökünden gelir. Yani şiddetli esmesinden dolayı on­da sallantı yoktur. Cenab-ı Hak bir ayette Rüzgâr'ı şiddetli mânâ­sına gelen «Asife» kelimesiyle sıfatlandınlnııştır. Burada da «Ruha­en» kelimesiyle. Bu zahirde bir terslik gibi görünürse de esasında rüzgârın esişinde şiddet vardır. Fakat Hz. Süleyman için kolay ve yumuşak kılınmıştır. Veyahut rüzgârın üzerine bir şey yüklendiğinde şiddetli, aktığı zaman ise yumuşaktır diye bu vasıflar iki ayette ayrı ayrı verilmişlerdir.

36. ayetin sonundaki «Esabe», kast ve irade etti mânâsım ifa­de eder. (Nitekim İbn Abbas'tan, Dahhak ve Katade'den böyle ri­vayet edilmiştir). Esabe, sabe-yesubu fiillerinden gelip, indirmek mânâsını taşıyabilir. Yani o askerlerini, ordularını nereye indir­mek isterse rüzgâr da o yöne doğru esiyordu. [14]

 

Hz. Süleyman'a Teshir Edilen Şeytanlardan Kim Kasd Edilir?

 

«Şeytanları da ona müsahhar laldık. O şeytanlar bina kuru­yorlar ve dalgıçlık yapıyorlardı.»

Buradaki şeytanlardan hakiki şeytanlar kastedilmektedir. Her ne kadar son devirdeki bazı tefsir alimleri, bunu Fenikeliler (bu işleri şeytan gibi bilen kimselerle) tefsir etmişlerse de bu yorum tefsir-i bümesur'e ters düştüğü için ona itibar edilmemektedir.

Ayet metnindeki «El-Esfad» kelimesi «Bağ» mânâsına gelen «Sefd» kelimesinin çoğuludur. Bazıları «Elleri boyna bağlayan zin­cir demektir» demişlerdir. Zincir mânâsına gelmesi «Mukarrahî-ne» kelimesine daha uygun düşmektedir. Çünkü iKf kişiyi yanyana bağlamak zincirle olur. Bu aynı zamanda başkası tarafından veri­lene de isim olur. Çünkü o da veren ile alan arasında bir zincir oluşturmaktadır, yani araya bir zincirle bağlanmaktadır.

Bu zincirlerle bağlananlar inatçı şeytanlardır. Ayet böylece şeytanların çalıştırılmasını tefsir etmiş olmaktadır. Yani onlar ağır işlerde çalıştırılırlar, bina yaparlar, dalgıçlık yaparlardı. Onlar zin­cirlerle birbirlerine bağlanmışlardı ki şerr işlemesinler.

Ayetin zahirinden anlaşılıyor ki gerçek bir zincir ve bağ tak­ma sözkonusudur. Halbuki şeytanlar ya ateşten yapılmış latif ci­simlerdir (her şekle girebilecek yaradılıştadırlar) veya habis ve mücerred ruhlardır. Hangisi olursa olsun onları gerçek kayıt ve zincirlerle bağlamak mümkün değildir.

Cevap olarak şöyle deriz: Ateşten yaratılmış lâtif cisimler ol­dukları bizce makbuldür. Ve zincirden maksat bilinen zincir ve kayıtlar değildir. Belki öyle kayıtlardırlar ki lâtif cisimleri bile bağ­lamaya, onları tasarruftan menetmeye elverişlidirler. Durum baş­tan sona kadar harikulade bir durum ortaya çıkarır. Cübbai'nin iddiasına göre şeytanlar Hz. Süleyman zamanında kesif cisimlere sahiptiler ve halk onları görürdü. Hz. Süleyman vefat ettikten sonra Cenab-ı Hak bu cinleri yoketti ve lâtif cisimli bir cin grubu­nu yarattı ki onlar görülmezler ve ağır işlerde çalışma imkânları da yoktur.

Cübbai'nin bu iddiası ancak sıhhatli bir rivayetle kabul edile­bilir. Fakat bu sahih rivayet var mıdır?

Bazı müfessirler «Bu onları serden alıkoymak için bir temsil-dir» demişlerdir. Yani hakikatte bir kayıt ve zincir diye bir şey yoktur.

«Bu bizim lüifumuzdur. Artık dilediğine ver veya verme. He­sapsızdır.»

Bu ayet ya Allah tarafından Hz. Süleyman'a yapılan hitabı hi­kâye etmekte, Hz. Süleyman'a verilen mülkün azametini açıkla­makta ve bu mülkün tamamen Hz. Süleyman'a verilme durumu­nu sergilemektedir veya mukadder bir sözdür. Yani «Biz dedik ki: Sana vermekte olduğumuz bu büyük saltanat, zenginlik, başkası­nın musallat olmadığı nesnelere seni musallat kılmak, bu senin bir özelliğindir, malındır. Dilediğine ver, dilediğinden men et. Sen bu iki hususta da hesaba çekilmeyeceksin. Ahiret'te de sana sual sorulmayacaktır. Çünkü burada sana mutlak tasarruf verilmiş­tir.»

En uygunu «Bigayrihisab» kelimesinin terkibinde emirdeki müstakim zamirin hâl düşmesidir. Bunu İbn Cerir ile İbn Ebi Ha­tim, İbn Abbas'tarı rivayet ediyorlar.

«Süleyman'ın katımızda zulfa (yakınlık) vardır.»

Ona verilen büyük mülkle beraber onun şerefi vardır. Yani mülk ona herhangi bir zarar vermemiştir, makamından herhangi bir şeyi de eksiltmemiştir.

Hz. Süleyman'ın emri büyük emirlerdendir. Allah'ın ona ver­miş olduğu o kocaman saltanata rağmen kendi eliyle sepet yapar, arpa ekmeği yer, İsrailoğulları'na ise buğday ekmeği verirdi. (Bunu İmam Ahmed, Zühd'de, Ata'dan rivayet etmiştir). [15]

 

Hz. Eyyub'un Başından Geçenler

 

«Kulumuz Eyyub'u da hatırlat» cümlesiyle başlayan ayet, Hz. Eyyub hadisesinden bir nebze bahsetmektedir. Meşhur siyer alimi İbn îshak «Eyyub'un İsrailoğulları'ndan olduğu doğrudur. Nese­bi hakkında sahih bir haber yoktur. Ancak babasının ismi Emus' tur» diyor. İbn Cerir, «Eyyub, Emus'un oğlu, Romun oğlu, İsin oğ­lu, îshak oğludur» demiştir.

Ayet metnindeki «Nusb» kelimesi yorgunluk mânâsındadır. «Şeytan bana bir yorgunluk dokundurdu» demiştir.

Ayet metnindeki azaptan maksat, elemdir, zarardır. Çünkü başka bir ayette «Bana zarar dokundu» denilir. Bazıları «Nusb ile zarar, ceset için bahis konusudur. Azap ise aile ile maldadır» de­mişlerdir. Bu söz Hz. Eyyub'un Allah'a yakardığı sözdür.

«Şeytan»d&n maksat bizim bildiğimiz şeytandır. Çünkü şey­tan, Hz. Eyyub'un melekler tarafından övüldüğünü işitince ona hased etti. Ve Cenab-ı Hak'ka «Beni onun malına, çocuklarına mu­sallat kıl» dedi. Cenab-ı Hak da ona bu izni verdi. Bu Hz. Eyyub'u denemek içindi. Bu kıssa daha önce geçmiştir ve meşhurdur. Ze-mahşeri bu kıssayı inkâr etmektedir: «Allah, peygamberleri yor­ması, onları asaba duçar etmesi ve onlarda dilediği şekilde tasar­ruf etmesi için şeytanı peygamberlere musallat kılmaz. Eğer buna izin vardır dersek şeytan o zaman hiçbir salih insan bırakmaz ki onu helak etmesin. Üstelik «Şeytanın vesveseden başka hiçbir kuvveti yoktur» kaidesi tekrar edilmektedir. Burada «messnin şeytana nisbet edilmesi mecazidir. Yani onun vesvesesi bu messe sebep olmuştur. Yoksa o bilfiil musallat kılınmamıştır» demiştir.

Hz. Eyyub edeben bu hadiseyi Allah'a değil şeytana izafe et­miştir. Çünkü Allah'tan başkasının bu işi yapmaya kudreti yoktu. Onun vesvesesi Hz. Eyyub'un Allah'tan bir belâ istemesi (imtihar edilsin sabrı tecrübe edilsin) hususundaki vesveseleridir.

Biz ona: «Ayağınla yere vur» dedik. O da vurdu ve su fışkırdı: Biz de ona: «Bu yıkanma yeridir. Onunla yıkan ve ondan iç. Hem senin zahirin hem. de iç âlemin şifaya kavuşacaktır» dedik.

Mukatil, «Muğteselun» kelimesini ismi mekân (yıkanma ye­ri) şeklinde yorumlamıştır. Fakat bu yorum bir kıymet taşıma­maktadır. Ayetin zahirinden yıkanma yeri ile içme yerinin bir ol­dukları anlaşılmaktadır. Bazıları «Sağ ayağıyla yere vurdu, sıcak bir su fışkırdı. Ondan yıkandı. Sol ayağıyla yere vurdu. Soğuk bir su fışkırdı, ondan da içti» demişlerdir. [16]

 

Meal

 

43- Bizden ona bir rahmet, akıl sahiplerine de bir öğüt ol­sun  diye Eyyub'a ailesi ile beraber bir mislini daha vermiştik.

44- «(Ey Eyyub!)  Eline bir demet sap al, onunla vur. Ye­minini   bozma»   (demiştik).   Şüphesiz   ki   biz  Eyyub'u   sabredici olarak gördük. Ne güzel kuldur o! Kuşkusuz ki o daima Allah'a yönelirdi.

45- (Ey Rasûlüm!)  Kuvvetli ve güçlü olan kullarım İbra­him, İshak ve Yakub'u da zikret!

46- Kuşkusuz ki biz onları Ahiret yurdunu hatırlamaktan ibaret olan bir özellikle tertemiz kılmışizdır.

47- Onlar bizim katımızda güzidelerden, seçkinlerdendir.

48- İsmail'i, Elyesa'yı, Zülkifl'i de an. Onların her biri gü­zidelerdendi.

49- İşte  bu   (onları)   anmaktır.  Kuşkusuz  sakınanlar için güzçl bir akıbet vardır.

50- Kapıları kendileri için açılmış Adn cennetleri!

51- Orada    (tahtlara)   kurulmuş   oldukları   halde,   birçok meyva ve içki isterler.

52- Yanlarında da gözlerini eşlerinden ayırmayan hep aynı yaşta bulunan dilberler vardır.

53- tşte hesap günü için sizlere  (Allah tarafından)  vaad-olunan bunlardır.

54- Bu bizim tükenmek bilmeyen nzkımızdır.

55- Bu (müminlere mahsustur). Azgınlar için ise muhakkak kötü bir akıbet vardır.

56- Cehenneme girecekler. O ne kötü bir döşektir!

57- Bu (azap)  kaynar su ve irindir. Şimdi onu tatsınlar!

58- O (azap) şeklinden başka çifte çifte acılar da var.

59- (Cehennemliklere:)  «İşte bunlar sizinle beraber hakka karşı gelmiş bir cemaattir»  (denir. Cehennemlikler de:)  «Rahat yüzü göremezler. Hiç kuşku yok ki onlar da ateşe giricilerdir» (derler).

60- (Onlar  da)   «Hayır!   Esas siz  rahatlık  görmeyin.   Bu azabı bizim önümüze siz getirdiniz. Burası ne kötü bir duraktır» derler.

61- Derler ki: «Ey Rabbimiz! Bu azabı bizim önümüze kim getirdi ise onun ateşteki azabını kat kat artır.» [17]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(43-61 «Bizden ona bir rahmet...» Bu Ayetlerin Tefsiri

«Biz ona ehlini hibe ettik», yani helaklerinden sonra onları di­rilttik ve kendisine hibe ettik. Bu, Hasan'dan rivayet edilmiştir.

Tabersi, Ebü Abdullah'tan şöyle rivayet eder: «Cenab-ı Hak belâdan önce öten ehlini de, belânın içinde ölen ehlini de diriltmiş. tir.»

El Bahr'da «Cumhur şu kanaattedir ki Cenab-ı Hak onun ölen ehlini diriltti. Onu hastalıktan afiyete kavuşturdu. Ve her biri bir tarafa dağılan ehlini biraraya getirdi» denilmektedir.

Zahire bakılırsa bu hibe dünyada olmuştur. Bazıları «Bu bir vaaddir, Ahiret'te olacaktır» demişlerdir.

Katade'den gelen rivayete göre Hz. Eyyub yedi sene birkaç ay bu hastalığa tutuldu ve İsrailogulları'mn mezbeleliğine atıldı. Hay-vanlar onun cesediyle oynuyordu. Fakat o sabretti. Cenab-ı Hak da ondan bu felâketi kaldırdı. Ecrini daha büyüttü ve daha güzel ecir verdi.

«Eline bir dığs al» cümlesi, «Ayağınla yere vur» cümlesi üze. rine veya «Ona hibe ettik» cümlesi üzerine atfedilmektedir. Yani biz ona «Eline bir dığs al, onunla vur ve hanis olma» dedik. Hz. Eyyub'a bu cezanın verilmesi ancak sıhhate kavuştuktan, vakti  mutedil olduktan sonra olmuştur. Zira hanımı Efrahim kızı (ve­ya Mişa kızı Rahme ve Yakub kızı Liya veya Mişa kızı Mahir) bir ihtiyaç için gitmişti. Geç döndü. Veya şeytan ona; Hz. Eyyub'a mahzur bir kelimeyi söylemesini telkin etti: O kelimeyi söylemesi için işarette bulundu ve o da «Bu belâ ne zamana kadar devam edecektir?» dedi veya daha önce getirdiğinden fazla ekmek getirdi. Eyyub zannetti ki bu hususta haram bir şey işlemiştir. Şifaya ka­vuştuğunda ona yüz sopa atacağına dair yemin etti. Cenab-ı Hak ona bir «Dığs» edinmesini emretti. Dığs, bitkilerden, reyhanlardan veya kamışlardan meydana gelen küçük bir demettir. Bazıları «Kamıştan yapılmış büyük bir demettir» demişlerdir. İbn Abbas «Tomurcuktur» demiştir. Cenab-ı Hak, Eyyub ile hanımına merha-meten bu çareyi gönderdi. Çünkü hanımı Hz. Eyyub'a güzelce hiz­met ediyordu. Hz. Eyyub esasında ondan razı idi. Bu ruhsat bizim şeriatımızda ve diğer şeriatlarda baki kalmıştır. Takat hadde müs-tehak olanlar müstesnadır. Onlar için böyle bir ruhsata başvurul­maz.

Bunun üzerine Cenab-ı Hak onun belâsını ortadan kaldırdı.

«Ne güzel kuldur Eyyub! Kesinlikle Eyyub evvab idi. Allah'a çokça tevbe ederdi». Bu son cümle Hz. Eyyub'un güzel kul olma­sının nedenidir.

«Kullarımızı, İbrahim, İshak ve Yakub'u an...»

İbrahim, İshak ve Yakub kelimeleri, «Kullarımız» kelimesinin ya atfı beyanı veya bedeli veya mukadder bir fiilin mefulüdürler. Yani «Ben kullarımdan İbrahim, İshak ve Yakub'u kastediyorum». Burada bu üç peygamberi «Kutluk» vasfıyla zikrediyor. Çünkü kul­luk büyük bir şerefe sebebtir.

Ayet metnindeki «El-Eyd» kelimesi taatte kuvvet veya nimet­ler mânâsmdadır. «El-Ebsar» kelimesi ise dinde basiret mânâsm-dadır. Veya «Eyd» ile eller, «Ebsar» ile de gözler kastedilmekte­dir. Yani onlar peygamberlikle temkin sahibidirler veya nimet ve ihsanlarla insanlar üzerinde ihsan sahibidirler. İnsanları irşad et­mişler ve onlara dini tâlim buyurmuşlardır.

Ed-Dar kelimesi ya Ahiret yurdu veya dünyadır. Yani biz on­ları halis kıldık. Onları bizim için halis kıldık. Çünkü onlarda şa­nı yüce bir haslet vardır ki, o haslette herhangi bir bulanıklık ba­his konusu değildir. O da onların daima Ahiret yurdunu hatırla­maları ve hatırlatmalarıdır. Çünkü onların ibadette ihlas sahibi olmaları bunu hatırlamalarından ileri gelir. Çünkü onların dikkat­leri tamamen geleceğe dönüktür. Onlar daima Allah'ın yakınlığını elde etmek isterler ki bu da ancak Ahiret'te olur.

Îbn'ul-Munzir, Dahhak'tan şöyle rivayet ediyor: «Zikr'ud-Dar» ile maksat halka Ahiret'i hatırlatmaları ve onları Ahiret'e teşvik etmeleri, dünyada zahid kılmalarıdır. Bu, peygamberlerin şanına yakışan bir durumdur.»

«El-Mustefeyne» tabirinden maksat insanlar arasında seçil­mişler demektir. Cenab-ı Hak onları insanlar içinden seçmiş, ken­dilerine peygamberlik nimeti vermiştir.

«EUAhyar» ise hayırda beşeriyetten üstün olmaları demektir.

Hz. îsmail sabırda üst noktaya çıktığından dolayı onun ismi babasının, kardeşinin ve yeğeninden ayrı olarak zikredilmiştir. [18]

 

İlyasa (A.S.) Kimdir?

 

İlyasa', İbn Cerir'e göre, Ahtub'un, o da El-Acuz'un oğludur.

Rivayet edildiğine göre İlyas onu kendi yerine İsrailoğulları'na ha­life kılmış, o da sonra peygamber olmuştur.

Vehb'ten gelen rivayete göre, Eyyub'dan sonra peygamber olarak Eyyub'un oğlu Şeref gönderilmiş ve kendisine Zülkifl ismi verilmiştir. Hz. Eyyub ona insanları Allah'ın birliğine davet etme­sini emretti. Hayatı boyunca Şam'da ikamet etmiştir. Orada Öl­dü. Yetmişbeş sene yaşadı.

Bazıları «O peygamber değildi. Ancak İlyesa'mn yerine kaim oldu. Gündüzleri oruç tutmayı, geceleri de ibadet etmeyi tekeffül etti» demişlerdir.

Bazıları da «Salih kişilerden bir zattı. Onun zamanında İsraiU oğullan içinde dörtyüz peygamber vardı. Diktatör bir kral onların hepsini öldürdü, yüz kişi kaldı. Onlar da ölümden kaçarak bu za­tın yanına sığındılar. Bu zat da onlara baktı. İşte bundan dolayı, Cenab~ı Hak ona Zülkifl ismini vermiştir» demişlerdir.

Bunların hepsi hayırlı insanlardan idiler.

«Bu bir zikirdir» cümlesindeki «Bu» işareti, o peygamberle­rin güzelliklerini sergileyen ayetlerdir. Zikir de burada şeref de­mektir. Yani bu ayetler onlar için bir şereftir. Zikir'in bu mânâya geldiği hususu yaygındır. Çünkü şeref şöhreti, halkın hatırlaması­nı gerektirir.

Veya Zikir'den maksat Kur'an'dır. Yani bu peygamberlerin güzelliklerini sergileyen ayetler Kur'an'ın ayetleridir.

«Muttaki» kelimesinden maksat, tüm muttakilerdir ve bu pey­gamberler de ilk muttakiler zümresine giren kimselerdir. Veya «Muttaki» kelimesiyle malûm muttakiler kastedilmiştir ki bunlar peygamberlerdir. [19]

 

Adn Cennetleri Ve Nimetleri

 

«Onlar için güzel tir gelecek vardır. Bu güzel gelecek de Adn cennetleridir.»

«Hüsn» kelimesinin «Meab» kelimesine izafe edilmesi, sıfatın mevsufuna izafesi kabilindendir. Yani güzel meab (güzel dönüş) vardır. Güzellik nıeabın sıfatıdır.

Adn cennetlerinden maksat, istikrar ve sebat cennetleridir.

îbn Cerir'in tefsirinde «Bu Rumca bir kelimedir» denilmekte­dir.

«Onlar için kapılan açıktır» cümlesindeki «Mufettehaten» ke­limesi «Cennat» lâfzının sıfatıdır.

«Kasirat'uUTarf» kelimesinden maksat sadece kocalarına ba­kan veya kocalarının sadece kendilerine baktığı güzel cennet kadın­larıdır. Yani onlar çok güzel olduklarından dolayı kocaları sadece onlara bakarak mestolurlar ve başkalarına bakmazlar. Veya onlar, sadece kocalarına bakar, başkalarına bakmazlar. Çünkü cennette ibnet imkânı artık yoktur. Kötülükler tamamen kaldırılmıştır.

Ayetteki «Etrab» isim ve yaşları aynı olan demektir. Yani hep­si aynı yaştadırlar, yaşıttırlar. Güzellikte ve gençlikte birdirler. Hepsinin yaşı 33'tür.

«Ma Lehu min Nifad»; (onun bitmesi sözkonusu değildir) cümlesi cennet nimetlerinin daimi olduğunu ifade eder. Nitekim Cenab-ı Hak başka bir ayette «Kesintisiz bir lütuf», başka bir yerde «Kesintisiz bir ecr» diyor. Bu üç ayet cennet nimetlerinin daimi olduğunu ifade etmektedir.

55. ayetin başındaki «Haza» mukadder bir mübtedanın habe­ridir. Ve «Durum budur» mânâsını ifade eder ve tek başına bir cümledir. Üzerine vakıf yapılır. İbn'ul-Enbari «Haza'nın üzerine vakfetmek güzeldir» der.

«Tâgînaden maksat peygamberi yalanlayan kişilerdir. Onlar için «Meabın şerri vardır»; yani kötü bir akibet vardır. Onlar şer-re doğru giderler. «Şerr4 Meab» onların boyladığı cehennemdir.

57. ayetin başındaki «Hazâ» tıpkı 55. ayetin başındaki «Hazâ» gibidir. Veya bu hazâ kelimesi mübteda olur, daha sonra gelen «Hamim ve «Gassak» kelimeleri onun haberi olur. Veya hazâ mu­kadder bir mübtedanın haberidir. Hamim ve Gassak da mukad­der bir mübtedanm haberidir. Yani durum budur. Onu tatsınlar. Bu, hamim ve gassaktır.

«ELHamim» çok hararetli su demektir. «Gassak», daha önce de geçtiği gibi, cehennem ehlinin gözyaşlanndan biriken su de­mektir.

Bazıları «Gassak cehennemde bir pınardır. Oraya akreb, yılan ve zehirli nesnelerin zehiri akar, toplanır. Kâfir oraya daldırılır, derisi, eti düşer» demişlerdir.

Bazıları da «Cehennem ehlinin yaralarından akan irin'demek-Ur» demişlerdir.

«Aharu» mukadder bir mübtedanın haberi olabilir. Yani bu tadılan başkasıdır veya bu azap başka bir azaptır. Veya bu tadi-lanlar başka tadılanlardır veya bu azap çeşitleri başka azap çeşit­leridir. «Aharu» kelimesinin mübteda, haberinin mahfuz olmas: mümkündür.

59. ayet azap meleklerinin sapıklıktaki önderlere, cehenneme girdikleri zaman söylediklerini hikâye etmektedir. Veya o önder­ler birbirlerine bu sözleri söyleyeceklerdir.

Ayetin metnindeki «Fevcun» kelimesi büyük bir cemaat de­mektir. «Muktehîm» kelimesi ise şiddete başvurmuş, şiddete gir-miş veya korkunç bir şiddetin ortasında bulunan kimse demektir. Yani bu büyük oir cemaattır. Sizinle beraber cehenneme girerler. Sîzin çektiğiniz şiddetleri onlar da çekerler.

«Onlara merhaba yok» cümlesi sapıklıkta, küfürde önderlik yapan kişilerin etbalarına söyledikleri bir cümledir. Veya fevc laf­zının sıfatıdır. Yani öyle bir cemaattir ki onlara merhaba denil­meyecek sıfata müstehaktırlar. Yani onlara bilfiil bu denilmez de kendileri böyle denmeye müstehaktırlar. Bu cümle meleklerin söz­el îeri olabilir veya reislerin bazıları diğerlerine karşı böyle söylemiş olabilirler.

«Merhaba» kelimesi genişlik mânâsına gelen «Rahb» kökün­den gelir. «Sana merhaba olsun» denildiğinde, sen geniş bir mem­lekete, dar olmayan bir diyara gelmişsin, sana sevgiler vardır, sı­kıntılar yoktur mânâsı kastedilir. Eğer bu kelime müsbet cümle­de kullanılırsa hayır dua, menfi cümlede kullanılırsa beddua mâ-nâsmdadir.

«Çünkü onlar ateşi boyladılar (boylayacaklardır)», cümlesi ya Önderlerin sözünden bir parçadır veya meleklerin sözünden bir bölümdür ve merhabayı niçin hak etmediklerinin sebebini ortaya koymaktadır. Sanki şöyle deniliyor: Onlar amellerinden Ötürü bi­zim gibi cehenneme girdiler. Onlardan bize herhangi bir yarar var mı? Öyleyse onlara merhaba yoktur!

60.  ayet uyanların metbularına dediklerini hikâye etmekte­dir.

«Ne kötü istikrar yeridir cehennem» sözü de uyanların sözle­rinden bir parçadır.

61. ayet de uyanların sözlerindendir. Uyuyanlara beddua et­mektedirler. Yani kim bu sapık yolu bize takdim etmiş ise ateşte onun azabın katmerleştir. Başkalarının azabının iki mislini çek­sinler veya azaplarını artır! [20]

 

Meal

 

62- «Ne oluyor bize ki (dünyada) kendilerini kötülerden saydığımız o adanılan (müslümanları) burada görmüyoruz?» de­diler,

63- «Biz onları alaya alırdık. Yoksa gözler mi kendilerin­den kaydı?»

64- İşte bu cehennemliklerin çekişmeleridir ve bir gerçek­tir!

65- (Ey Rasûlüm!) De ki: «Ben ancak bir uyarıcıyım. Va-hid ve Kahhar olan Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur.»

66- «O göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir. Da­ima gâlib ve çok bağışlayıcı olandır.»

67/68- Ey Rasûlüm!)  De ki: «O  (verdiğim haber)  büyük bir haberdir. Siz ise ondan yüzçeviriyorsunuz.»

69- «Onlar   (melekler) münakaşa ederlerken benim Melei âlâ (en yüce meclis) hakkında hiçbir bilgim yoktu.»

70- «Bana sadece vahyolunuyor. Doğrusu ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.»

71/72- (Ey Rasûlüm!) Hatırla o zamanı ki Rabbin melek­lere şöyle demişti: «Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onun yaradılışım tamamlayıp, katımdan ona ruh verdiğim zaman he­men ona secdeye kapanın.»

73/74- Bunun üzerine meleklerin hepsi secde ettiler. Ancak

İblis, kibirlendi ve kâfirlerden oldu.

75- (Allah, İblis'e)   «Ey İblis!   Bizzat kudretimle yarattığı­ma secde etmekten seni ne engelledi?  Kibirlenmek mi  istedin? Yoksa yücelenenlerden mi oldun?» dedi.

76- (İblis)   «Ben  ondan hayırlıyım.  Beni ateşten yarattın. Onu ise çamurdan yarattın» dedi.

77- (Allah) «Hemen çık buradan. Çünkü sen kesinlikle ko­vuldun» dedi.

78- «Kuşkusuz ki benim lanetim hesap gününe kadar senin

üzerindedir*»

79- (İblis)  «Ey Rabbim!  Yeniden dirilecekleri güne kadar

bana mühlet ver» dedi.

80/81- (Allah) «Sen belli vaktin gününe kadar mühlet ve­rilenlerdensin» dedi.

82- (İblis)  «Öyle ise izzetine yemin ederim ki onların hep­sini kesinlikle azdıracağım» dedi.

83- «Ancak içlerinden ihlas sahibi kulların müstesna.» [21]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(62-83) «Ne oluyor bize ki (dünyada)...» Bu Ayetlerin Tefsin

62. ayetin başındaki «Dediler» fiilinin faili, aşın gidenlerdir. Yani onlardan bazıları diğerlerine hayret ve hased yoluyla; «Bize ne oluyor ki dünyada düşük, hayırsız saydığımız kimseleri görmü­yoruz?» derler. Onlar bu sözleriyle mtislümanların fakirlerini kas­tediyorlar. Onlar dünyada bunları düşük kimseler sayar, kendile­riyle istihza ederlerdi. Çünkü fakirdiler. Onlara dinde muhalefet de etmişlerdir.

Bazı müfessirlere göre fiilin faili Kureyş'in ileri gelenleridir: Ebu Cehil, Umeyye bin Halef ve Bedir gününde leşleri kuyuya atı­lan diğerleri gibi.

«Erkekler» mânâsına gelen «Rical» kelimesinden de Ammar, Suheyb, Selman, Habbab, Bilâl ve benzerleriydi. (Allah onlardan razı olsun). Çünkü Mücahid «Bu ayet onlar hakkında nazil olmuş­tur» der. Yani, onlara ne oldu ki biz onları ateşte görmüyoruz? Acaba onlar ateşte değil midirler? Onun için mi görmüyoruz? Yok­sa gözlerimiz mi onlardan kaymıştır ki onları görmedik? Halbuki onlar ateştedir.

«Tehasum» kelimesi söz düellosu veya karşılıklı konuşma de­mektir. Bu söylenenler ateştekilerin karşılıklı konuşmalarıdır. Kiraat alimlerinden İbn Sumeyka, fiili «Tehaseme» şeklinde mazi olarak okumuş, ehli kelimesini de ötreli okuyarak fail yapmıştır. Yani ateş ehli cedelleşti. Birbirlerine karşılıklı söz söylediler.

«Onlara de ki: Ben ancak bir uyarıcıyım». Bu hitap Hz. Mu-hammed'edir.

67. ayetin başındaki «De ki!» emri yine Hz. Muhammed'edir. «Huve» zamiri de onun o müşriklere haber verdiklerine racidir. Yani size verdiğim haberler cidden faydası büyük haberlerdir. Onun meydana gelişinde şek ve şüphe yoktur. Fakat siz ondan daima yüz çevirmektesiniz. Çünkü gafletiniz devam etmektedir. Bu cümle onlara üzüntü ve hasret vermek ve onların daima hataca olduklarına dikkatleri çekmek içindir. Ayrıca Rasûl-ü Ekrem'in onlara karşı ne kadar $evkatle dolu bir peygamber olduğu belirtil­mek istenilmiştir.

69. ayetin takdiri şöyledir: Benim geçmiş zamandaki Meleiâlâ hakkında hiçbir bilgim yok. Onların kendi aralarında konuştukla­rına dair herhangi bir şey bilmiyorum. Onların konuşmaları hak­kında, onların muhaseme ettikleri konularda herhangi bir bilgim yoktur de! Çünkü Rasûl-ü Ekrem'in bilgisi sadece onların arasın­da geçen kavillerden ibaret değildir. Belki hem^onları hem de fiil. lerini kapsamaktadır. Melekler secde ettiler, İblis etmedi, gurura kapıldı. [22]

 

Çamurdan Yapılmış Beşer

 

«Hatırlat o zamanı ki Rabbin meleklere: Ben çamurdan bir beşer yaratacağım dedi» cümlesi Meleiâlâ'daki konuşmaların müc­mel geçilmesini tefsir etmektedir. Yani bu ayetin başındaki «İz» edatı «İz Yahtesimun» lâfzının başındaki «İz»in bedelidir. Zira Ce-nab-ı Hak'kin onlarla konuşması melek vasıtasıyladır. Meleiâlâ ara-

574

smdaki sözün mânâsı meleklerden bir melaikenin diğer meleklerle konuşmasıdır, bu konuşma da halifelik durumu hakkında olmuş, tur. İblis'le yapılan konuşma ise halifeye (Adem'e) secde ile ilgi-liydi.

Meleiâlâ'yı melekler ile tefsir etmek, Adem, îblis ve melekler ile tefsir etmekten daha üstündür. Zira bu ikinci tefsir Adem'in gökte olmasını ve aynı zamanda Adem'in gökte yaratılmış olduğu­nu gerektirir.

Meleklerden maksat İblis'in de dahil olduğu meleklerdir. Çün­kü İblis o zaman melekler arasında sayılıyordu. «Çamurdan yapıl­ması istenen beşer» Hz. Adem'dir. Bu surede çamurdan yapıldığı zikredilmiştir. Al-i îmran Suresi'nde ((Topraktan», Hicr Suresi'n-de «Salsal»dan, Enbiya Suresi'nde «Acelenden yaratıldığı zikredil­mektedir ve ayetler arasında bir zıtlık bahis konusu değildir. Şöy­le diyebiliriz: Bazen yakın maddeler, bazen de uzak maddeler zik­redilmiştir.

«Min ruhî (ruhumdan)» tabirinden maksat, emrimizden olan tertemiz ruh demektir.

Hz. Adem'e yapılan secde ibadet secdesi değil tekrim secde-sidir. Cenab-ı Hak Adem'i yarattı, ruhu ona üfürdükten sonra me­leklerin hepsi ona secde ettiler. Yani hepsi beraber o secdeyi yeri­ne getirdiler. «Ancak İblis» ifadesindeki istisna-i muttasıldır. Çün­kü İblis her ne kadar cinnilerden ise de meleklerin zümresinden sayılır, onların sıfatlarını almıştır. İblis onlarla oturur, onlarla kalkardı. Böylece meleklerin çoğuluna dahil olmuştu. Veya melek­lerden bir grup vardı ve ürüyorlardı. Yani doğum yaparlar, çocuk­ları olur. İblis onlardan sayılır. O istisna istisna-i munkatıdır.

«Gurura kapıldı» cümlesi secdeyi niçin yapmadığının nedeni­dir. Çünkü o düşünmek için, imal-i fikir için secde etmemiş olabilir. İşte «İstekbara» fiiliyle bu ortadan kalkmış olur. Sadece gu­rurdan, böbürlenmekten ötürü secde etmemiş ve kâfirlerden ol­muştur. Cenab-ı Hak'kın emrine şifahen karşı çıkmak küfrü mu-cibdir. [23]

 

Ellerden Maksat

 

«İki elimle» tabiri haleften bazı alimlere göre temsildir. Ce­nab-ı Hak Hz. Adem'in yaradılışına önem vermiştir. Çünkü önem verilen bir nesne elle yapılır. Bu yaradılışın eserlerinden biri de anne ve babanın tavassutu olmaksızın yaratılmış olmasıdır. Ken­disi küçük bir cisimdir fakat en büyük âlemi orada gözlemekte­dir, yani en büyük âlemi içermektedir ve başkasına verilmesi uy­gun olmayanın kendisine verilebileceği bir kimsedir.

Bazılarına göre «Et» burada kudret mânâsmdadır. Tesniye (ikil) gelmesi de tekid içindir. Zira Adem'i yaratmak hususunda Cenab-ı Hak'kın değişik fiilleri vardır. Önce onu hamurlaşmış bir çamurdan kılmıştır. Sonra et ve kemik sahibi bir cisim haline ge­tirmiştir. Sonra da ona ruh üfürmüş ve ona ilim ve amel kuvvetini vermiştir. Bu da Cenab-ı Hak'kın kudretinin çokluğuna delâlet eder. Tekid Adem'in değişik fiillerinden ötürü olabilir.

Bazılarına göre «El», nimet mânâsmdadır. Tesniye ise ya te-kiddir veya dünya ve Ahiret nimetleri kastedilmektedir. Selefe gö­re «El» —isterse müfred isterse tesniye— Cenab-ı Hak için onun zatına lâyık bir mânâ taşımaktadır. Selef böyle yerlerde «El»e kud­ret veya nimet demez.

Haberlerin zahirinden anlaşılıyor ki elde meydana getirilen (yaratılan) bir şey, emir ile yaratılandan daha üstündür.

75. ayetin sonundaki «El-Âlin» den maksat meleklerden bir sınıftır. Onlara Allah'ın cemalini mülâhazaya, celâlini düşünmeye garkolduklarından dolayı «Mayii» ismi de verilmektedir. Onlar Ce-nab-ı Hak'km kendilerinden başkasını yaratmış olduğunu bilmez­ler. Onlar «Adem'e secde edin» emrini de almamışlardı. Veya «EL Alîn» den maksat bütün göğün melekleridir. Zira gök melekleri secde ile emroîunmamış, yalnız yeryüzündeki melekler secde ile emrolunmuştur.

«EUAlîn kelimesi ile böbürlenenler, gurura kapılanlar kaste­dilmiş olabilir. Bu ayetle Cenab-ı Hak, İblis'i hafife almaktadır.

«Oradan çtfc!» zamiri cennete racidir. Cennet bahsi daha Önce geçmişse de Adem'in veya îblis'in cennet sakinlerinden oldukla­rı meşhurdur.

Bazılarına göre, «Minha» zamiri melekler zümresine racidir! İnişten maksat da «Melekler zümresinden çık!» demektir. Yoksa gökten iniş değildir.

Yinp bazıları «Seylan'ın Adem için yapmış olduğu vesvese o kovulmadan sonradır» demiştir.

«Sen radmsin», yani her hayrdan ve her kerametten ko­vulmuşsun. Recm burada kovulmaktan kinayedir. Zira kovulan bir insan taşlanır. Veya «Sen yıldızlara recmedilen bir şeytansın» de­mek olur.

Bazılarına göre recîm, zelil demektir. Çünkü taşlanan kimse zillete duçar olur.

«Lanetinden» maksat rahmetten uzaklaştırmak demektir. «Din günü»n den maksat da ceza ve ukubet günüdür ve bu tabir iş'ar eder ki lanet, fecaatte son derece olmasına rağmen ceza olarak îblis'e kâfi gelmez. Lanet o cezadan bir numunedir. Kıyamet Günü'ne kadar o lanet içinde kalacak, Kıyamet'ten sonra ona daha fazla ceza verilecektir.

İblis, «Ey Rabbim! Bana mühlet ver. Beni öldürme» dedi. Yani madem beni kovdun, haşre gönderdikleri güne kadar bana müh­let ver, beni öldürme. Yani Adem ve zürriyeti öldükten sonra ce­za veya mükâfat için haşre gönderildikleri zaman, Sur'a ikinci üfürülüş zamanıdır. Lânetlik İblis bu istekle istikbar etmeyi, on­lardan intikam almayı ve ölümden kurtulmayı kastediyordu. Çün­kü haşrdan sonra ölüm yoktur. Haşr meselesi melekler arasında meşhurdu. İblis de meleklerden bunu işitmişti. îblis'in bunu ak-len bulmuş olması mümkündür. Bazı delillerle veya başka bir yolla da bilmiş olabilir.

«Vakti malûm»vm gününden maksat, Sûr'a birinci üfürülüş zamanıdır. Yoksa haşr vakti demek değildir.

«Senin izzetine yemin ederim dedi.» İzzet, saltanat veya kahr demektir.

İblis, «Kalplerini veya amellerini ihlasa kavuşturanlar ve Al­lah tarafından sapıklıktan himaye edilenler müstesna, bütün kul­larını ifsad edeceğim» dedi. [24]

 

Meal

 

84/85- Allah) buyurdu: İşte doğru! Ben de doğruyu söy­lüyorum. Muhakkak ki seninle ve onların içinde sana uyanların hepsiyle cehennemi dolduracağım.

86- (Ey Rasûlüm!) De ki:  «Ben buna karşı sizden bir üc­ret istemiyorum. Ben (size) kendiliğimden (bir şey) teklif eden­lerden de değilim.»

87- Bu  (Kur'an) ancak âlemler için bir öğüttür.

88- Onun verdiği  haberin  doğruluğunu  bir zaman sonra öğreneceksiniz. [25]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(84-88) «(Allah) buyurdu: İşte doğru!..»Bu Ayetlerin Tefsiri

84. ayetin metnindeki «El-Hakku» kelimesi ya Allah'ın ismi­dir veya bâtılın zıddı olan hak demektir. Allah onu tazim ediyor, onun adına yemin ediyor. Yani hak benim veya benim sözüm hak­tır ve ben ancak hakkı söylerim.

«Kesinlikle cehennemi dolduracağım» cümlesi mukadder ka­semin cevabıdır. Yani Allah'a yemin ederim ki cehennemi doldu­racağım. Seninle cehennemi dolduracağım, yani senin cinsinden olan şeytanlarla cehennemi dolduracağım. Ayrıca Adem'in zürri-yetinden olup, sapıklıkta sana tâbi olanlarla cehennemi dolduraca­ğım. Şeytanlardan ve bütün insanlardan onlara tâbi olanlarla ce­hennemi dolduracağım. Burada herhangi bir insan istisna edilme­yecektir. İsterse onlar peygamberlerin çocukları olsun, şeytana tâ­bi olduktan sonra cehennemliktir.

Bu kıssa birçok surede zikredilmektedir. Bazılarında olan iba­reler bazılarında yoktur. İcaz için ve o surelere güvenmek için bu şekilde tekrar edilegelmişlerdir.

«De ki: Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum» cüm­lesindeki zamir Kur'an'a racidir. Nitekim bu husus İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir. Veya emri tebliğ etmek veya insanları Allah'a çağırmak için ister az ister çok olsun hiçbir dünyevi ecir istemem. Ben tasannu yaparak ehli olmayan bir durumu zoraki bir şekilde gösterenlerden de değilim. Beni böyle yapmacık hareketlerde bu­lunurken görmediniz. Yanımda olmayan bir şeyi, biliyorsunuz ki ben iddia etmem. Öyleyse ben peygamberliği nasıl olur da kendili­ğimden uydurabilirim? Nasıl olur da Kur'an'ı kendiliğimden uy-durabilirim?

Hz. Peygamber bu sözü onlara söylüyor. Çünkü onlar peygam­berin böyle olduğunu biliyorlardı.

Kur'an'm haberinden maksat, onun getirdiği vaad veya vaid-dir. Onun yakında hak olduğunu, doğru olduğunu bileceksiniz.

İbn Abbas, İkrime ve İbn Zeyd; «Bir zaman sonradan mak­sat Kıyamet Günü'dür» demişlerdir. Katade, Ferra ve Zeccac ise dölümden sonraki zamandır» demişlerdir.

Bazıları «Kur'an'ın vaad, vaid haberi dünyada olanlardır. Ayetten maksat; siz bunu müslümanlann kılıcına yem olduğunuz zamanda, Bedir gününde, kesinlikle bileceksiniz» demişlerdir. (Süddi de buna işaret etmiştir). Mânâ ne olursa olsun ayet kâfir­lere yönelik tehditlerle doludur! [26]

SÂD SURESİ'NİN SONU

 



[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/530.

[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/532.

[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/533-538.

[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/540.

[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/541.

[6] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/541-542.

[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/542-544.

[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/544-546.

[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/546.

[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/548.

[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/549-550.

[12] Alusi, Ruh'ul-Meanî, cilt: 3, sh: 194-196

[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/551-554.

[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/554-556.

[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/556-558.

[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/558-559.

[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/561.

[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/562-564.

[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/564-565.

[20] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/566-569.

[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/571.

[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/572-573.

[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/573-575.

[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/575-577.

[25] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/580.

[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/581-582.