38

 

Sâd Sûresi

 

İndiği Yer :

 

Mekke

 

İniş Sırası :

 

 38

 

Âyet Sayısı :

 

88

 

Nüzulü

 

Mushaftaki sıralamada otuz sekizinci, iniş sırasına göre de otuz sekizinci sûredir. Kamer sûresinden sonra, A'râf sûresinden önce Mekke'de inmiştir.[1]

 

Adı

 

Sûre, ilk dönemlerden itibaren hemen bütün kaynaklarda, birinci âyetin başında bulunan ve hurûf-i mukattaadan olan "Sâd" ismiyle anılır. [2]

 

Konusu

 

Sûrenin temel konusu, Resûl-i Ekrem'in hak peygamber olduğu gerçeğinin isbatıdır, Kur'an üzerine yeminle başlayan sûrede Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr eden müşriklerin iddiaları reddedilmekte; çoktanrıcı inançlarının kısa eleştirisi yapıldıktan sonra onlara, önceki peygamberlere karşı benzer tavırlar sergileyenlerin akıbetleri hatırlatılmakta, Hz. Peygamber'e de sabır tavsiye edilmektedir. Hz. Dâvûd, oğlu Süleyman ve Eyyûb'un hayatlarından kesitler verilmekte; Hz. İbrahim, İshak, Yakub, İsmail, Elyesa', ZülkifTin isimleri sıralanarak bunların yolundan gidenlerin âhiretteki mutlu hayatları, buna karşılık yoldan çıkanların kötü akıbetleri hakkında kısa ve uyarıcı açıklamalar yapılmaktadır. Sûrenin son bölümünde insanlığın atası olan Hz. Adem'in yaratılışı anlatıldıktan sonra İblis'in, kendisine rahmet kapılarının kapanmasına sebep olduğunu düşündüğü için Âdem'in soyuna hınç beslediği ve onları doğru yoldan saptırmaya ahdettiği anlatılmakta, Hz. Muhammed'in hak peygamber olduğu gerçeği bir kez daha vurgulanmaktadır. [3]

 

Meali

 

Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla... 1-2. Sâd. Öğüt ve uyarı dolu Kur'an'a andolsun ki inkâr edenler, iddialarının aksine, tanı bir gurur ve muhalefet duygusu içindedirler. 3. Onlardan önce nice nesilleri helak ettik; o sırada feryat ettiler ama artık zaman kurtulma zamanı değildi. 4. Şimdi bunlar da kendilerine aralarından bir uyarıcı gelmesine şaşıyorlar ve bu inkarcılar şöyle diyorlar: "Bu adam bir sihirbazdır, tam bir yalanadır; 5. Tanrıları tek tanrıya mı indiriyor! Bu gerçekten şaşılacak bir şey!" 6. Onların ileri gelenleri yerlerinden fırladılar: "Haydi yürüyün! Tanrılarınıza bağlılıkta direnin! İşte (sizden) istenen budur. 7. Biz bilinen son dinde böyle bir şeyi işitmedik; bu uydurmadan başka bir şey değil. 8. İlâhî uyan içimizden ona mı indirildi şimdi!" İşin doğrusu onlar benim uyarım karşısında kuşku içindedirler. Hayır, azabımı henüz tatmadılar! 9. Yoksa senin aziz ve lütufkâr Rabbi-nin rahmet hazineleri onların elinde midir? 10. Ya da göklerle yerin ve ikisi arasında bulunanların hükümranlığı onlarda mı? Öyleyse çareler bulup göklere yüklenseler ya! 11. Onlar, çeşitli gruplardan oluşmuş, şimdiden yenilmeye mahkum bir ordudur. [4]

 

Tefsiri

 

1-2. Sûrenin başında yer alan "sâd", hurûf-i mukattaa denilen harflerdendir (bu konuda bilgi için bk. Bakara 2/1).

İlk âyetteki "Kur'an" kelimesiyle Kur'an-ı Kerîm'in bütünü veya özellikle bu sûre kastedilmiş olabilir. "Öğüt ve uyan" diye çevirdiğimiz aynı âyetteki zikr kelimesi "şeref, şan" anlamına da gelmektedir. Bu anlam dikkate alındığında ilgili cümleyi, "Şerefli, şanlı Kur'an'a andolsun ki" şeklinde anlamak gerekir. Birin-lhatılinanHflnian kurtarın doeru inançlara vöneltmeyİ; hak ve adaletle bağdaşmayan, insanlık onuruna yakışmayan tutum ve davranışlardan arındırıp temiz bir hayata, erdemli davranışlara kavuşturmayı amaçlayan buyruk ve yasaklarına, aydınlatıcı ve uyarıcı mahiyetteki açıklamalarının önemine dikkat çekilmekte; ikinci anlama göre bu ifade, anılan özellikleriyle Kur'an'in müslümanlar için gelecekte bir şeref kaynağı olacağı, Kur'an sayesinde müslümanlann şanlı bir uygarlık kuracakları müjdesini içermektedir. Nitekim sûrenin son âyetinde de bu müjdenin mutlaka gerçekleşeceği bildirilmektedir.

İnkarcıların genel tutumu, Kur'an'ı Allah kelâmı saymama ve onun yukarıda özetlenen özelliklerini tanımama yönünde olduğu için 2. âyetin başıpdaki "bel" edatını, "iddialarının aksine" şeklinde çevirmeyi uygun bulduk. Burada inkarcıların belirtilen iddialarının haklı bir gerekçeye dayanmadığı, yani onların inkârlarının, Kur'an'ın gerçekten bir öğüt ve uyan taşımamasından yahut bir değer eksikliğinden kaynaklanmadığı; aksine câhilce bir gurur, büyüklenme ve benlik duygusuyla inatlaşma ve düşmanlık psikolojisinden doğduğu bildirilmektedir.[5] Nitekim Bakara sûresinde de (2/206) aynı tutum, "Ona, 'Allah'tan kork!' dense gururu kendisini günaha sürükler" şeklinde dile getirilmiştir. [6]

 

3-4. Câhilce ve haksız sebeplerle kendi peygamberlerinin tebliğ ve uyanlarına karşı direnen ve aynntısı muhtelif sûrelerde anlatılan eski inkarcı nesillerin kötü akıbetleri Kur'an'ın ilk muhatapları olan Araplar'a bir ibret örneği olarak hatırlatılmakta; eğer onların yaptıkları gibi bunlar da fırsat eldeyken Hz. Muham-med'in davetini ciddiye alıp kabul etmez, bâtıl inançlarını, kötü yaşayışlarını sürdürürlerse başlanna gelmesi kaçınılmaz olan büyük bir felaketten kurtulma fırsatını kaçırmış olacakları, feryatlanna kulak verilmeyeceği uyansında bulunulmaktadır. Buna rağmen müşrikler, kendi aralarından, yani kendileri gibi beşerî özellikler taşıyan birinin peygamber olmasını şaşkınlıkla karşılayıp onu büyücü ve yalancı olmakla suçladılar. Akıllarınca eğer Allah katından bir elçi, bir uyarıcı gelecekse bu bir beşer değil, melek olmalıydı[7] veya hiç değilse bu peygamber, servet veya sosyal statü açısından Araplar'ın en itibarlıları arasından seçilmeliydi. [8]

 

5-8. Hz. Peygamber'in, özellikle Allah'ın birliği inancını tavizsiz bir şekilde savunarak yüzyıllardan gelen çoktanncılık inancını reddetmesi, putperestler için "gerçekten şaşılacak bir şey" İdi. Bu sebeple Hz. Muhammed'in peygamberlikle ilgili faaliyetlerini başlangıçta ciddiye almayan Mekke'nin ileri gelen müşrikleri, zaman geçtikçe geleneksel inançlarının, toplumsal konumlannın ve çıkarlarının tehlikeye girdiğini görmeye başlamışlar; hadis, tefsir ve tarih kaynaklarında -bazı önemsiz farklılıklarla- anlatıldığına göre Resûlullah'ı durdurmak için o güne kadar uvpuladıklan daha cok alav ve hakaret seklindeki Dsikoloiik baskılannın sonuç vermediğini görünce, içlerinde Ebû Cehil'in de bulunduğu bir heyet oluşturarak Resûlullah'ı, Mekke'nin saygın kişilerinden olan, ayrıca dedesi Abdülmutta-lib'in vefatından sonra onu himayesine alan, bu sebeple de ResÛlullah'ın kendisine büyük bir saygı ve minnet duyduğu amcası Ebû Tâlib'e şikayet etmiş, üzerinden himayesini çekmesini İstemişlerdi. Hz. Peygamber'i meclise çağıran Ebû Tâ-lib ona, yapılan şikayeti aktardı. Resûl-i Ekrem ise yaptığı etkili konuşmada onları, aynı zamanda kendilerine parlak bir gelecek sağlayacak olan bir inanca davet ettiğini belirtti ve bunun Allah'ın birliği inancı oluğunu söyledi. Ancak putperestler, bu cevaba öfkelenerek 5-8. âyetlerdeki sözleriyle bâtıl inançlarındaki kararlılıklarını bir kez daha belirtip meclisi terkettiler[9]

"İşte (sizden) istenen budur" diye çevirdiğimiz 6. âyetin sonunda aktarılan sözleriyle müşriklerin neyi kasdettikleri hususunda yapılan yorumlardan bazıları şöyledir: a) Muhammed'm söylediği sözler, bizi çağırdığı tek tanrı inancı, onun üzerimizde hakimiyet kurup bizi kendisinin uydusu yapmak istediği bir plandır; ama biz ona olumlu karşılık vermeyeceğiz; b) Bu durum, zamanın başımıza açtığı belalardan biridir; öyle murat edilmiştir, onun için bundan kurtulmamız mümkün değildir; c) Sizden istenen ve yapmanız gereken şey, dininize bağlanmaktır; dininize sımsıkı sarılıp Muhammed'i yenilgiye uğratmaktır. [10] Biz mealimizde bu son yorumu dikkate aldık.

Putperestlerin, "Biz bilinen son dinde böyle bir şeyi işitmedik" anlamındaki sözleriyle İslâm'dan önceki son kitabî din olan ve teslis inancını benimseyen Hıristiyanlığı veya kendi putperestlik dinlerini kasdettikleri yönünde farklı görüşler vardır. Aynı cümle, "Biz, yahudiler ve hıristiyanlardan Muhammed'in peygam-berliğiyle ilgili bir şey duymadık" şeklinde de yorumlanmıştır. [11]

Zemahşerî, 8. âyetin "İlâhî uyan içimizden ona mı indirildi şimdi!" mealindeki cümlesini açıklarken, müşriklerin bu tavizsiz inkarcı tutumlarının altındaki psikolojik sebebi şöyle özetler: "Aslında onlar, onca itibarlı kişiler, önderler arasından hususiyle Hz. Muhammed'in peygamberlikle onurlandınlmasını, içlerinden özellikle ona kitap indirilmesini hazmedemiyorlardı. Nitekim bir defasında da, *Bu Kur'an, şu iki şehirden büyük bir kişiye indirüseydi ya!' demişlerdi. [12] Bu inkâr, peygamberlik şerefinin aralarından kendileri gibi beşerî özellikler irlerîni kanlavan derin kıskançlık duygusunun dışa yansımasıydı" (III, 317). Bu kıskançlığın temelinde de Kur'an'ın vahiy eseri olması konusunda taşıdıkları kuşku, dolayısıyla inançsızlık bulunduğu için âyetin devamında "İşin doğrusu onlar benim uyarım karşısında kuşku içindedirler" buyurulmuş; ardından da "Hayır, azabımı henüz tatmadılar" denilerek o zaman akıllarının başlarına geleceği uyarısında bulunulmuştur. [13]

 

9-10. Müşriklerin, Hz. Muhammed'e peygamberlik şerefinin verilmesi karşısındaki kıskançlıklarının ve inkarcı tutumlarının mantıksızlığına işaret edilmektedir. Buna göre peygamberlik, Allah'ın kendi hazinelerinden dilediği kimseye verdiği bir lütuftur ve buna kimsenin itiraz etmeye hakkı yoktur. Allah'.m hazineleri onların elinde mi veya evrenin hükümranlığı onlarda mı ki kime peygamberlik verilmesi, kime verilmemesi gerektiği konusunda fikir yürütmeye, verileni beğenmemeye, kimin neye layık olduğunu kendilerinin daha iyi bildiğini İddia etmeye kalkışıyorlar! Eğer göklerin hakimiyeti ellerindeyse bir yolunu bulup oralara yiiksel-seler ve böylece (hâşâ) hükümranlık makamına geçerek Allah'ın verdiğini geri alsalar, vahiy meleğinin kime vahiy indireceğini kendileri belirleseler ya! [14]

 

11. Bu âyeti iki şekilde anlamak mümkündür: a) "Onlar, çeşitli gruplardan oluşmuş, şurada hezimete uğrayacak olan bir ordudur." Buna göre âyet, müşriklerin gelecekte yıkıma uğrayacaklarını haber vermektedir. Yukarıda inkarcılıkların acizliklerine rağmen Allah'ın peygamber seçmesine karşı itiraz mahiyetindeki küstahlıkları eleştirildikten sonra, onlar hakkında bir tehdit, Peygamber ve müminler için de bir müjde olan 11. âyette çeşitli gruplardan, kabile ve aşiretlerden oluşan putperestler ordusunun, taşıdıkları büyüklük duygusunun (2. âyet) boş olduğu, vakti geldiğinde hezimete uğrayacakları, yıkılıp gidecekleri bildirilmektedir. Nitekim hicretten sonra müşrikler, Bedir savaşındaki yenilgileriyle başlayan bir hezimet sürecine girmişler ve kısa zamanda yok olup gitmişlerdir, b) "Onlar, çeşitli gruplardan oluşmuş, şimdiden yenilmeye mahkum bir ordudur." Bizim tercihimiz olan bu meale göre putperestlik ve buna dayalı toplum düzeni insan fıtratına aykırı olduğu için hak dinin gelmesiyle yıkılmaya mahkum olmuş, yani Câhiliye toplumu şimdiden yenilmiştir.

Bazı müfessirler, 11. âyet metnindeki "mâ" edatının bu bağlamda küçümseme (tahkîr) ifade ettiğini belirtirler. Buna göre ilgili bölümü "sıradan, önemsiz bir topluluk" şeklinde anlamak gerekir. [15]

 

Meali

 

12-13. Bunlardan önce Nûh kavmi, Ad kavmi, güç ve itibar sahibi Firavun, Semûd kavmi, Lût kavmi ve Eyke halkı da gerçeği yalanlamışlardı. Onlar, (İnkârda) birleşmiş topluluklardı. 14. Hepsi de elçileri yalancılıkla suçladılar, bu yüzden de kendilerini cezalandırmam hak oldu. [16]

 

Tefsiri

 

12-14. Araplar'a, kendilerinin de az-çok bilgi sahibi olduğu geçmişin bazı inkarcı topluluklarının başına gelenler hatırlatılmakta ve uyarılar yapılmaktadır. Geçmişte maddî ve dünyevî güçlerine güvenerek inkâr ve kötülüklere dalan, üstelik kendilerini kurtarmak için gönderilmiş peygamberleri yalancılıkla suçlayanlar mutlaka cezalandırılmıştır, bu bir ilâhî yasadır (sünnetullah). Şu halde Hz. Mu-hammed'e karşı benzer tutumlar sergileyenlerin, aynı akıbete uğramamak için akıllarını başlarına toplayıp geçmişten ibret almaları, geçmiştekilerin yanlışlarını tekrar etmemeleri gerekmektedir.

"Güç ve itibar sahibi" diye çevirdiğimiz, Firavun'u niteleyen "zü'1-evtâd", sözlük anlamıyla "kazıkların sahibi, kazıklı" demektir. Bu deyim hakkında tefsirlerde başlıca üç yorum yapılmıştır: a) Eski Araplar'da çadırların büyüklüğü, sağlamlığı, dolayısıyla çadır kazıklarının, direklerinin çokluğu, orada yaşayanın gücüne ve toplumsal itibarına, statüsüne bir işaret sayıldığı için genellikle güç ve itibar "zü'1-evtâd" gibi deyimlerle ifade edilirdi; b) Firavun, kızdığı kimseleri ellerinden ve ayaklarından yere çakılı kazıklara bağlayarak cezalandırdığı için âyette kendisinden "kazıkların sahibi" diye söz edilmiştir; c) "Evtâd" kelimesinin temelleri sağlam, görkemli binaları ifade ettiği de söylenir. Buna göre "zü'1-evtâd" deyimi, (ehramlar gibi) "görkemli yapıların sahibi" anlamına gelmektedir. Sonuç itibariyle bu deyim her üç anlamıyla da Firavun'un sahip olduğu büyük gücü, iktidar ve statüyü ifade etmektedir. [17]

 

Meali

 

15. Bunlar da şimdi, bir daha geri dönüşe imkan bırakmayacak olan korkunç bir sesi, yalnızca bunu beklemektedirler. 16. Onlar, (alaycı bir tavırla) "Rabbimiz! Hesap gününden önce payımıza düşen azabı hemen şimdi ver!" dediler. 17. Sen, onların söylediklerine sabret; güçlü kulumuz Davud'u hatırla! Yönü hep Allah'a dönüktü. 18-19. Her sabah ve her akşam yaratıcılarını teşbih ederlerken dağları ve çevresinde toplanmışken kuşları Davud'a eşlik ettirdik. Hepsi de Allah'a yönelmiş kimselerdi. 20. Onun hükümdarlığını güçlendirmiş, kendisine hikmet ve anlaşmazlıkları bitiren konuşma yeteneği vermiştik. 21-22. Davacıların hikâyesi sana ulaştı mı? Bu adamlar mabedin duvarına tırmanıp Davud'un yanına girmişlerdi. Dâvûd onları görünce telaşlanmıştı. "Korkma, dediler, birimizin diğerini haksızlık etmekle suçladığı iki davacıyız biz. Aramızda âdil bir hüküm ver; doğruluktan sapma, bize de doğru yolu göster." 23. "Şu adam benim kardeşim. Onun doksan dokuz koyunu, benim ise bir tek koyunum var. Buna rağmen 'Bunu da bana ver' dedi ve bu tartışmada bana baskın çıktı." 24. Dâvûd şöyle dedi: ''Senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle doğrusu sana karşı haksızlık etmiştir. Zaten aralarında ortaklık ilişkileri bulunanların çoğu birbirine haksızlık ederler; yalnız iman edip iyi işler yapmakta olanlar böyle değildir; ama onlar da o kadar az ki!" Dâvûd kendisini sınadığımızı anladı. Bunun üzerine Rabbinden kendisini bağışlamasını dileyerek secdeye kapandı, O'na yönetip tövbe etti. 25. Biz de yaptığım kendisine bağışladık. Kuşkusuz yanımızda onun vüksek bir makamı, güzel bir geleceği vardır. 26. "Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde halife yaptık; onun için insanlar arasında adaletle hükmet; nefsin isteklerine uyma, sonra seni Allah yolundan saptım*. Kuşkusuz, Allah yolundan sapanlara, hesap verme gününü unutmaları yüzünden çok ağır bir azap vardır." [18]

 

Tefsiri

 

15. Yukarıda anılan eski inkarcı zümrelerden veya Hz. Peygamber'in muhataplarından söz edildiği yönünde iki farklı yorum vardır. İlk yoruma göre "geri dönüşe imkan bırakmayacak olan korkunç ses", kıyametin kopması sırasındaki sûrun üflenmesi üzerine çıkacak olan sestir. Bizim de katıldığımız ikinci yoruma göre burada söz, Hz. Peygamber'in muhataplarına getirilmiştir. Bu durumda "geri dönüşe imkan bırakmayacak olan korkunç ses" de putperest Araplar'in müslumanlar karşısındaki nihaî yenilgileri için kullanılan mecazî bir ifadedir. [19]  11. âyette bu yenilgiye değinilmişti. [20]

 

16-17. Kur'an-ı Kerîm'de çeşitli vesilelerle bildirildiği üzere, Resûlullah kendilerini uyarmak maksadıyla inkâr ve kötülüklerinde ısrar ettikleri takdirde başlarına böyle felaketlerin geleceğini, dünyada ve âhirette cezalarını göreceklerini bildirdikçe putperestler, alay maksadıyla sık sık bu tür isteklerde bulunurlardı. 17. âyette, bu küstahça sözler karşısında son derece üzüldüğü anlaşılan Hz. Pey-gamber'e sabırlı olması öğütlenmekte; ayrıca İsrail peygamberleri içinde özellikle dünyevî gücü ve iktidarıyla tanınan Hz. Davud'u hatırlaması istenmektedir. Burada o gün putperest muhaliflerinin kendisini ciddiye almadıkları, mesajıyla alay ettikleri Hz. Muhammed'in de bir zaman sonra Dâvûd (a.s.) gibi muzaffer ve muktedir bir konuma ulaşacağına ima vardır. Nitekim tarih bunu göstermiştir. [21]

 

18-19. Müfessirlerin çoğunluğuna göre bu âyetler, Hz. Dâvûd Allah'ı teşbih ederken dağların ve kuşların da dile gelerek onun teşbihine katıldıkları şeklindeki mucizevî bir olayı anlatmaktadır. Ancak bu âyetleri mecazî anlamda yorumlayanlar da vardır. Buna göre Dâvûd Zebur okuyarak Allah'ı teşbih ettiği gibi kuşlar ve dağlar da kendi varlık yapılarıyla Allah'ın kudretini ve yüceliğini yansıtmakta, böylece lisan-ı halleriyle Allah'ı teşbih etmektedirler. [22] Bu mânaya göre cansız tabiatın Allah'ı teşbih etmesine dağlar, canlı varlıkların teşbihine de kaşlar örnek olarak zikredilmiştir; özellikle inanmış insanların bilinçli teşbihine örnek de Hz. Davud'un teşbihidir.

"Hepsi de Allah'a yönelmiş kimselerdi" diye çevirdiğimiz 19. âyetin son cümlesi, "Gerek dağlar gerekse kuşlar Davud'un etrafında toplanıp ona İtaat ederlerdi" veya "Dâvûd teşbihe başlayınca onlar da kendisine katılırlardı" şeklinde de açıklanmıştır. [23]

 

20. Davud'a verilen '*hikmet"le peygamberliğin, Zebur'un, hukuk bilgisinin veya gerçeğe uygun olan her türlü sözün kastedildiği belirtilir. Râzî, felsefî birikiminin bir sonucu olarak hikmeti, "bilgi ve amelde tam yetkinlik" anlamına gelecek bir kapsamda açıklamıştır (XXVI, 187). İbn Âşûr, "anlaşmazlıkları bitiren konuşma yeteneği" diye çevirdiğimiz "fasle'l-hitâb" deyimini, "sözün belâgath olması, dinleyenin daha fazla açıklama yapılmasına ihtiyaç duymayacağı derecede beklenen anlamı içermesi" şeklinde açıklar (XXIII, 229). Aynı deyim, Hz. Dâ-vûd'un, özellikle yargılama sırasında konuyu iyice kavrayarak adalete uygunluk bakımından isabetli hükümler verme yeteneği şeklinde de açıklanmıştır. Zemahşe-rî'ye göre bu deyim, Davud'un yargı, hükümet işleri, yönetim ve meşveret gibi konulara dair konuşmalarındaki doğruluğu, hak ve adalete uygunluğu ifade eder (III, 321). Böylece âyet, İyi bir devlet ve hukuk adamının sahip olması gereken özelliklere de işaret etmektedir. [24]

 

21-23. Davud'un yargı adaletine verdiği önemi gösteren bir olay anlatılmaktadır. "Davacıların hikâyesi sana ulaştı mı?" şeklinde soru ifadesiyle söze başlanması, konunun Önemine muhatabın dikkatini çekmek maksadıyla Kur'an'ın sıkça kullandığı bir anlatım tarzıdır. Kaynaklarda verilen bilgilere göre Dâvûd (a.s.) bir mâbedde ibadetle meşgul iken iki kişi, üstü açık olan mabedin duvarını aşarak ansızın onun karşısına çıkmışlardı. Muhtemelen onlar, Allah tarafından gönderilmiş iki melekti. Fakat Dâvûd bunların, daha önce yaptığı bir hata sebebiyle[25]  kendisine zarar vermelerinden kaygılanıp telaşa kapıldı. Onlar, Davud'un telaşa düştüğünü görünce korkulacak bir şey olmadığım söylediler ve âyette belirtildiği şekilde geliş maksatlarım anlattılar.

Davacıların, Davud'u, "Doğruluktan sapma" diyerek uyardıklarının özellikle zikredilmesi, yargıdan temel beklentinin tarafsızlık olduğuna ve bu niteliği yitirdiğinde yargının da anlamını yitirmiş olacağına dikkat çekme anlamını düşündürmekte; bunlar aslında melek oldukları için söz konusu uyarının bir eğitim amacı taşıdığı anlaşılmaktadır. "Bİze de doğru yolu göster" ifadesi ise yargılama sırasında hakimin tarafları ifadelerinde dürüst davranmaları, bile bile haksız iddialar ileri sürmekten, gerçeği saklamaktan kaçınmaları yönünde uyanlar yapmasının uygun olacağına işaret eder. Böylece Kur'an'ın, geçmişteki bir olayı naklederken kendi muhataplarını eğitmeyi amaçlayan noktaları öne çıkarmaya özen gösterdiği dikkati çekmektedir.

"Bu tartışmada bana baskın çıktı" anlamındaki son cümle, "Zekâsının kıvraklığı, delillerini dile getirmedeki becerisi sayesinde tartışmada bana baskın çıktı" anlamına gelebileceği gibi, "Tartışma sırasında güç kullanma tehdidinde bulundu" seklinde rle Yorumlanmıştır. [26]

 

24. Yukarıda bu davanın taraflarından birinin iddiası özetlenirken diğerinin savunmasına yer verilmemiştir. Muhtemelen Kur'an, olayın ders almaya değer yönünü anlatmakla yetinmiştir. Bununla birlikte Davud'un, "Senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle..." şeklindeki ifadesinden, muhtemelen davalının ikrarıyla davacının iddiasının sübut bulmuş olduğu ve buna dayalı olarak da Dâ-vûd'un hükmünü verdiği anlaşılmaktadır.

Aralarında mal ilişkisi bulunanların bu tür ihtilaflara düşmelerine sık rastlandığını, ancak inanmış, erdemli ve iyi İşler yapmaya kendilerini adamış olanların böylesi anlaşmazlıklara düşmekten kendilerini koruyabileceklerini belirten ifade, âyetin bize verdiği diğer bir önemli derstir. "Ama onlar da o kadar az ki!" şeklindeki ifade, nefsin bencil İsteklerinden korunarak, kendi aleyhine bile olsa adalette kararlı olmanın hem çok önemli hem de çok güç olduğuna işaret eden veciz bir uyandır.

Tefsirlerde Davud'un neden kendisinin sınandığı düşüncesine kapıldığı ve Rabbinden kendisini bağışlamasını dileyerek secdeye kapandığı, O'na yönelip tövbe ettiği konusunu aydınlatmak üzere aslında İslâm'ın peygamberlik öğretisiy-le uyuşmayan İsrâiliyat türü bazı rivayetler aktarılmaktadır. Aslı Kitâb-ı Mukad-des'e dayanan[27]  bu rivayetlerin özeti şöyledir: Dâvûd, tesadüfen açık vaziyette gördüğü bir kadının güzelliğinden çok etkilenmiş; onun Uhriya (Uriya) isimli bir kumandanının eşi olduğunu öğrenince kadınla evlenebilmek için kocasını öldürtmeyi planlamış; Davud'un emriyle savaşa katılıp ön safta çarpışan adam ölünce Dâvûd da karısıyla evlenmiş. İşte Dâvûd, muhtemelen mâ-bedde o iki adamın ansızın karşısına çıkmasının bu hatasıyla bir ilgisi bulunduğunu, böylece Allah tarafından sınandığını düşünerek yaptıklarından dolayı pişmanlığını dile getirip tövbe etmiştir.

Yine aslı Kitâb-ı Mukaddes'te geçen [28]  bir rivayete göre bu olayda söz konusu edilen iki melekten, şikayet eden taraf kadının kocasını, şikayet edilen de Davud'u temsil etmektedir. Şikayetçi olan, doksan dokuz koyunu olan kardeşinin, kendisinin tek koyununa da göz diktiğini söylerken aslında Dâ-vûd'un yaptıklarını ima ediyor; onun çok sayıda eşi olmasına rağmen kumandanın tek eşini de kendisine almasının, üstelik bu emelini gerçekleştirebilmek İçin adamı bile bile ölüme göndermesinin haksızlığını bizzat kendisine onaylatmak istiyordu. Bu suretle Dâvûd Allah tarafından sınandığını farketti ve suçunu anlayarak pişman olup tövbe etti. Davud'un hatasını bağışlatmak için kırk gün kırk gece durmadan ibadet, tövbe ve istiğfar ettiği de anlatılır. [29]  Yahudi kültüründe Dâvûd kral olarak bilindiği için Kitâb-ı Mukaddes yazarının onun hakkında belirtildiği türden çirkin olaylar yakıştırması veya nakletmesi, üstelik onun daha kocası sağ İken kadınla yattığını ve kadının gebe kaldığını dahi İleri sürmesi [30] yahudİ geleneği açısından normal görülebilir. Ancak Kur'an'da Dâvûd aleyhisselâm, peygamberler arasında zikredilmiş; İslâmî öğretide peygamberler birer İman ve erdem abideleri olarak gösterilmiş ve bu türden büyük günahlar işlemeleri mümkün görülmemiştir. Bu sebeple yukarıda özeti verilen rivayetlerin gerçeği yansıttığı kesinlikle kabul edilemez.

Sonuç olarak, bu açıklamalar doğrultusunda Hz. Dâvûd, güzelliğinden etkilendiği bu kadınla evlenmeyi gerçekten düşünmüş ve kendisinin bir planı olmadan kocası savaşta ölmüş, bunun üzerine onunla meşru usulle evlenmiş, bu olay halkın ağzında yukarıdaki hayalî kurguya dönüşmüş olabilir. Kuşkusuz burada sıradan insan için ciddi bir günah söz konusu olmamakla birlikte bir peygamberin, nefsinin bayağı arzusuna kapılarak güzelliğine vakıf olduğu evli bir kadından etkilenmesi onun kişiliğiyle bağdaşmadığı için olay onun hakkında bir sınama (fitne) kabul edilmiş; Hz. Dâvûd da olayın kendisi için bir sınav olduğunu anlayarak, pişman olup tövbe etmiştir. Kur'an'da Allah'tan başkasının yanılgılardan uzak kalamayacağı, peygamberlerin de birer insan olarak hatasız olmadıkları, yüksek özelliklerine rağmen nadiren de olsa -sonradan telafi ettikleri- bazı hatalar işledikleri örnekleriyle zikredilmektedir. [31]

 

25-26. Hz. Davud'un İçten pişmanlığı ve tövbesi sonucunda hatasının bağışlandığı, bu sayede Allah katındaki üstün makamını koruduğu bildirilmektedir. Dâvûd'un yeryüzüne halife yapılması, onun geçmiş peygamberlerin halefi olarak onların misyonunu devam ettirmesi veya ülkesinde hükümdarlığın ona verilmesi olarak açıklanmıştır. Dâvûd hem peygamber hem hükümdar olduğu için kelimenin her iki anlamıyla da halifedir. Burada şu noktalara da dikkat çekilmektedir: Herkes hakkında gerekli olmakla birlikte özellikle Dâvûd gibi peygamber ve hükümdar olanlar için daha da önemli bazı görevler vardır, bunların başında da adalete riayet ve nefsanî arzulan yenme gelir. Aksine davranışlar, kişiyi Allah yolundan saptırır, dolayısıyla daha başka günahların işlenmesine de sebep olur. 26. âyetin sonunda bütün bunların âhİret hesabını unutmak veya önemsememekten kaynaklandığına da işaret edilmekte, bunun cezanın şiddetli olacağı hatırlatılmaktadır.

Sûrenin başında putperestlerin Kur'an ve Hz. Peygamber karşısındaki inkarcı ve alaycı tutumları hakkında bilgi verildikten sonra 17. âyette onların bu tutumlarına karşı Hz. Peygamber'e sabırlı olması Öğütlenmiş ve "güçlü kulumuz" diye arnlan nâviîH'n rirnfiV fllmast istenmişti. Sonraki âvetlerde ise Davud'un bu gücünün iki kaynağına değinilmiştir. Bunlardan biri yönetim ve hükümlerinde adaleti gözetmesi, diğeri de hatalarının farkına varıp pişman olması ve Allah'a yönelip O'na ibadet ve dua etmesi, tövbe edip bağışını dilemesidir. Böylece Hz. Peygam-ber'e ve onun şahsında ümmetine şu ders verilmektedir: İşlerinizde adaletten ayrılmaz, yanlışlarınızı düzeltip Allah'a yönelir, O'nun huzurunda ibadet eder, engin mağfiretine sığınır, böylece ruhunuzu kötülüklerden anndınrsanız, Allah katında değeriniz yükseleceği gibi düşmanlarınıza karşı da güçlü olur, sonunda başarıyı siz elde edersiniz. [32]

 

Meali

 

27, Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zanıııdır. İnkâr edenlerin cehennemden dolayı vay haline! 28. Yoksa inanıp erdemli re düzgün işler yapanları yer yüzünde fesat çıkaranlarla bir mi tutacaktık! Yahut günah işlemekten sakınanları günaha batanlar gibi mi sayacaktık! 29. Bu bir mübarek kitaptır ki onu sana, insanlar âyetleri üzerinde iyice düşünsünler, akıl iz'an sahipleri ondan dersler, öğütler alsınlar diye indirdik. [33]

 

Tefsiri

 

27-29. Yukarıdaki bölümün sonunda "hesap gümT'nü unutmanın, yani âhire-te ve oradaki büyük yargılamaya inanmamanın insanın ebedî hayatıyla ilgili doğuracağı tehlikeye dikkat çekilmişti. Burada ise âhiret hayatının gerçekliğinin aklî ve mantıkî gerekçesi ortaya konmaktadır. Buna göre Allah göğü, yeri ve ikisi arasındakiler! yani evreni ve evrendekileri boş yere yaratmamıştır. Yaratılışın mutlaka bir anlamı, hikmeti, amacı vardır. İnsan davranış]an bakımından bu amaç nihaî adaletin yerini bulmasıdır. Şu halde, inkarcıların zannettiklerinin aksine, bu dünyanın ötesinde yeni bir âlem ve yeni bir hayat olacak; bu dünyadaki inkâr ve kötü-lükleriyle cezayı hak edenler öteki dünyada "ateş" kavramıyla dile getirilen azapla cezalandırılacaktır. Bu dünyada inanıp erdemli ve yararlı işler yapanlarla yer yüzünde fesat çıkaranlar, günah işlemekten sakınanlarla günaha boğulanlar o dünyada asla bir tutulmayacak, herkes ilâhî adalete göre hak ettiği karşılığı bulacaktır. 08 Sırtta tnmin Kir anlatım tarTimn scf ilmesi hu snnıımn kesinliğini vureulama amacı taşır. 29. âyete göre Allah Teâlâ Peygamberine kutsal kitabı Kur'an-ı Ke-rîm'i göndermiştir ki insanlar onu okuyup dinleyerek âyetleri üzerinde düşünsünler de doğru inanca ulaşmanın, erdemli ve yapıcı işlerle meşgul olmanın nihai anlamda kendileri için tek kurtuluş yolu olduğunu anlasınlar. [34]

 

Meali

 

30. Biz Davud'a Süleyman'ı armağan ettik. O ne iyi kuldu! Yönü hep Allah'a dönüktü. 31-32. Bir gün akşama doğru alımlı, soylu koşu atları önüne £utİrildiğinde, "Ben malı (atlan),Rabbimi hatırlattığı için sevdim" dedi. Nihayet onlar karanlığın perdesiyle gizlendi. 33. "Onlan bana geri getirin" dedi; bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı. 34. Andolsun biz Süleyman'ı bir sınavdan geçirmiş, tahtının üstüne bir ceset koymuştuk; sonra o bize yöneldi; 35-38. "Rabbim, dedi, beni bağışla; benden sonra hiç kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver bana. Sonsuz lütufkâr yalnız sensin,sen!" Bunun üzerine, emriyle dilediği yöne doğru tatlı tatlı esen rüzgârı, bütün bina kuran ve dalgıçlık yapan şeytanları ve zincirlerle bağlanmış diğer yaratıkları onun buyruğuna verdik: 39. "Bu bizim bağışımızdır; hiçbir hesap kaygısı taşımadan ister başkalarına ver ister elinde tut." 40. Kuşkusuz onun katımızda yüksek bir yakınlık derecesi ve güzel bir geleceği vardır. [35]

 

Tefsiri

 

30. Yukarıda Allah Teâlâ'nın Davud'a çeşitli lütuflarda bulunduğu bildirilmişti. Burada ise belki de ona en büyük lütuf olmak üzere özellikle oğlu Hz. Süleyman'ın verildiği bildirilmektedir. [36]

 

31-33. Tefsirlerde bu âyetlere, bizim tercih ettiğimizden oldukça farklı bir anlam daha veri İmiktedir Rıına <mm

sö7 Icnnıısıı âvetlerin meali sövledir: Bir sun akşama doğru alımlı, soylu koşu atlan Süleyman'ın önüne getirilmişti. Süleyman, "Ben mal sevgisini Rabbimi anmaya tercih ettim (Mal sevgisi bana Rabbinıi anmayı, ikindi namazını kılmayı unutturdu)!" dedi. Artık güneş perdesinin arkasına çekilip gözden kaybolmuştu. Süleyman "Atlan bana geri getirin" dedi; getirilince de (günah işlemesine sebep olduklan için) bacaklarını ve boyunlarını bir bir kestirmeye başladı.

Tefsirlerde her iki meal istikametinde de yorumlar yer almaktadır. Ancak biz, bu ikinci meali isabetli görmüyoruz. Çünkü öncelikle bir peygamberin, Allah'ı unutacak kadar kendisini mal sevgisine kaptırması, ayrıca çok sayıda (bazı rivayetlerde yirmi bin) atı katliamdan geçirecek kadar insafsız, kendi hatasının bedelini masum hayvanlara ödetecek kadar adaletten uzak olması mümkün değildir. Bu anlayışa bakılırsa Hz. Süleyman kendisini atların sevgisine kaptırmışken güneş batmış, ikindi namazının vakti geçmişti. Öncelikle âyette güneş kelimesi geçmiyor; atlardan söz edilirken mecazi bir ifadeyle onun  onların gözden kaybolduğu bildiriliyor (Burada "gözden kaybolma" anlamındaki "tevâret" Fiilinin gizli öznesi tekil de çoğul da olabilir). Gözden kaybolanın atlar olması sözün akışına daha uygun düşmektedir.

Öyle anlaşılıyor ki Süleyman'ın peygamber kişiliğiyle bağdaşmayan, bu sebeple de bizim tercih etmediğimiz yorumun aslı İsrâüiyat kaynaklıdır. Aynca hikayeye ikindi namazı gibi bazı Islâmî unsurlar da katılmıştır. Yahudi geleneğinde babası Dâvûd gibi Süleyman da bir kral olarak telakki edildiği için ona peygamberlikle bağdaştırılması imkansız bu tür kötü isnatlarda bulunulmuş olabilir. [37]  İslâm inancında Dâvûd gibi Süleyman da peygamber olduğundan, peygamberler hakkında son derece yüceltici ifadeler kullanan Kur'an'da Süleyman'ın Allah'ı unutacak kadar mal tutkunu, zalim ve insafsız biri olarak tanıtılması mümkün değildir. Nitekim Kitâb-ı Mu-kaddes'in anılan bölümünde Hz. Süleyman'ın ahir ömründe ecnebi asıllı eşlerinin telkiniyle tektanrı inancından saptığı, putlara taptığı bildirilirken Kur'an-ı Kerîm'de bu İddialar "şeytanların uydurmalan" olarak nitelenmekte ve Süleyman hakkında böyle bir inancı benimseyen yahudiler eleştirilmektedir. [38]

 

34-40. Süleyman'ın sınavdan geçirilmesi ve tahtının üstüne ceset konulmasının ne anlama geldiği, Allah'tan bağışlanmasını dilemesine sebep olan hatasının ne olduğu konularında tefsirlerde yine İsrâiliyat türünden bazı rivayetler ve bir peygamberin kişiliğine yakışmayan hikâyeler bulunmaktadır. [39] Fahreddin Râzî, "haşiv ehli"ne isnat ettiği bu savmaktadır. Razî. kendisinin de katıldığı "ehl-i tahkik"in bu rivayetlere yönelttiği eleştirileri sıraladıktan sonra onların kabul edilebilir gördükleri ihtimalleri özetle şöyle açıklar: a) Hz. Süleyman, yeni doğan bir çocuğunu kötü güçlerden korumak için planlar düşünmekle birlikte Allah'a tevekkül etmeyi unuttuğu için korktuğu başına gelmişti; bu olay onun için bir sınavdı. Nitekim çocuğun cesedini tahtında görünce hatasının farkına varıp Allah'tan af dilemiştir, b) Bir hadise göre Hz. Süleyman, bir ara Allah yolunda savaşacak yiğit evlatları doğması için eşleriyle yatacağını söylemiş; fakat "inşaallah" demeyi unuttuğu İçin sadece bir kötürüm oğlu olmuş, böylece beklentisi gerçekleşmemişti[40]  İşte Süleyman'ın sınavı bu olay olabilir. Buna göre onun Allah'tan af dilemesinin sebebi "inşaallah" demeyi unutmasıdır; tahtına ceset bırakılması ise temsilî bir anlatım olup doğan sakat çocuğa işaret eder. c) Hz. Süleyman'ın hastalıkla imtihan edildiği, hastalık yüzünden çok zayıflayıp tahtında âdeta ceset gibi göründüğü de düşünülebilir, d) Nihayet burada Süleyman'ın büyük bir felâket beklentisi içine girdiği, böyle bir kaygı ve korku yüzünden zayıflayıp adeta cesede döndüğü anlatılmak istenmiş olabilir (XXVI, 208-209).

Bİze göre bu âyetlerde değinilen olayın mahiyetinden ziyade Kur'an'ın vermek istediği mesaj önemlidir. O mesaj da şudur: Hz. Süleyman gibi Allah'ın "O ne iyi kuldu" diye övdüğü (30. âyet), kendi yanında kesin bir yakınlık derecesine sahip olduğunu bildirdiği (40. âyet) büyük bir peygamber ve çok güçlü bir hükümdar bile bazı sıkıntılarla veya hatalarla imtihan edilebilir ve edilmiştir. Şu halde Allah katındaki manevî mertebesi ve dünyadaki gücü ne olursa olsun her insan Allah'ın yardımına, himayesine, affına ve keremine muhtaçtır; hiç kimse maddî gücüne, hatta manevî mertebesine güvenerek kendisini Allah'tan bağımsız hissetme-meli, bu anlama gelebilecek bir tutum içine girmemelidir. Burada aynca şu hususlara da işaret edilmiştir: 1. İnsanın gönlü Allah ile birlikte olduğu, sorumluluğunu hissettiği sürece mal sevgisi kötü değildir, böyle insanlara değerli mallar dünya mutluluğu verdiği gibi onu veren Allah'ı daha çok anıp şükretmesine de vesile olacaktır. 2. Bİr kimsenin, Hz. Süleyman gibi yeryüzünde hakkı, iyilik ve adaleti hakim kılma niyetiyle varlığım ve gücünü Allah yoluna adaması, mal ve iktidar sevgisinin kendisine Allah'ı unutturmasına izin vermemesi, hatalarını görüp hemen tövbe ve istiğfarla tamir etmesi, adalete riayet etmesi ve nefsinin zararlı isteklerine karşı dirençli olması şartıyla en yüksek seviyede siyasi güç ve iktidar İstemesinde bir sakınca yoktur.

Hz. Süleyman'ın, "Benden sonra hiç kimsenin ulaşamayacağı bir hükümran-lik (mülk) ver bana" şeklinde çevirdiğimiz duasıyla Allah'tan siyasî iktidar değil, bir peygamber olarak yalnız kendisine mahsus olmak üzere mucize gerçekleştirme gücü istediği de belirtilir. Nitekim arkasından ona verilen mucizevî güçler anlatılmaktadır. [41]

 

Meali

 

41. Kulumuz Eyyûb'u da an. O, Rabbine, "Şeytan bana sıkıntı ve acı vermektedir" diye seslenmişti. 42. "Ayağım yere vur (dedik), işte yıkanılacak ve içilecek serin bir su!" 43. Tarafımızdan bir rahmet ve akıl iz'an sahipleri için de anılacak bir örnek olmak üzere ona aile efradını, ayrıca bunlarla birlikte bir misimi daha bağışladık. 44. "Eline bir demet bitki sapı alıp onunla vur ve böylece yeminini bozmamış ol" (dedik). Gerçekten biz onu sıkıntılara dayanıklı bulduk. O ne güzel bir kuldu! Yönü hep Allah'a dönüktü. [42]

 

Tefsiri

 

41-44. Hz. Eyyûb'un sabrı Hz. Muhammed'e ve ümmetine örnek gösterilmektedir. Kitab-ı Mukaddes'te anlatıldığına göre[43] Eyyûb'un yedi oğlu üç kızı vardı; ayrıca çok büyük bir servete sahipti. Fakat Allah onu büyük bir imtihana tabi tuttu, Eyyûb çocuklarını ve servetini kaybetti, ağır bir hastalığa tutuldu, bütün bedenini çıban sardı. Nihayet Eyyûb sabnyla imtihanı başardığını ispatlayınca Allah da onun hastalığını iyileştirdiği gibi kaybettiklerinin yerine iki mislini verdi; böylece Eyyûb yeni evlatlara ve büyük servete sahip oldu. "Ve Bundan sonra yüz kırk yıl daha yaşadı ve oğullarını ve torunlarını gördü, dört göbek"[44]

Müfessirlerin çoğunluğunun yorumunu dikkate alarak "Şeytan bana sıkıntı ve acı vermektedir" diye çevirdiğimiz 41. âyetteki cümleyi İbn Âşûr, "Şeytan, hastalıktan çektiğim meşakkat ve acıyı kullanarak bana vesvese veriyor, hastalığı veren Allah'a karşı beni isyana zorluyor" veya "Hastalığın meşakkat ve acısı yanında bir de şeytanın vesvesesiyle uğraşıyorum!" şeklinde anlamanın daha isabetli olacağını belirtir (XXIII, 270). Eyyûb'un bu sızlanması, şeytandan gelen ve kendisini isyan etmeye zorlayan psikolojik baskıdan sıkıntı çektiğini ve bu baskıya karsı savaş verdiğini göstermektedir, 42. âyete göre Allah Eyyûb'un şifa bulmasını murat edince, ayağını yere vurmasını buyurdu; böylece yerden şifalı bir su fış-kırdı. Âyette suyun "yıkanılacak ve içilecek soğuk bir su" şeklinde tanıtılması, Ey-yûb'un bu sudan hem içerek hem de yıkanarak şifa bulduğuna işaret etmektedir.

Eyyûb'un eşi, hastalığı süresince ona hizmetten bir an bile geri durmamıştı. Fakat bir defasında üzüntüsü yüzünden Eyyûb'u isyana teşvik eden bazı sözler söylemiş, buna canı sıkılan Eyyûb da iyileştiği zaman ona yüz sopa vurarak cezalandıracağına yemin etmişti. Ancak kadının maksadı kötü olmadığı, Eyyûb de sadakatinden ve hizmetinden dolayı onu çok sevdiği için 44. âyette Allah Teâlâ Ey-yûb'a bu cezayı sembolik bir şekilde uygulama yolunu göstermiştir Bu olay, cezadan maksadın, İnsanlara acı çektirmek değil, düzeni ve asayişi korumak, haksızlıkları engellemek olduğunu; uygulamada suçlunun Özel durumunun, iyi halinin göz önüne alınması gerektiğini hatırlatması bakımından da önem taşımaktadır. [45]

 

Meali

 

45. Güçlü ve basiretli kullarımız İbrahim, İshak ve Yak'ub'u da an. 46. Âhiret yurdunu hatırda tutmadaki samimiyetleri sayesinde onları günahlardan arındırdık. 47. Doğrusu onlar bizim katımızda gerçekten seçkin kılınmış kimseler arasındadırlar. 48. İsmail'i, Elyesa'ı ve Züikifl'i de an. Hepsi de iyilerdendir. [46]

 

Tefsiri

 

45-48. Mekke putperestlerinin İslâm davetini reddetmedeki akıl almaz ısrarları ve küstahça davranışları karşısında Hz. Peygamber'e geçmiş peygamberlerin ve diğer sâlih kulların güçlü iradeleri, basiretli tutumları hatırlatılmaktadır. Onlar, dünyada sıkıntı çekseler bile âhiret yurdunu asla unutmadıkları için bu sayede Allah kendilerini günahlardan arındırmış, ruhlarını ismet (günahsızlık) sıfatıyla donatmış; bu sayede Allah katında seçkinler ve iyiler arasında yer almışlardır. Bu âyetlerin ifadesine göre anılan şahsiyetler şu üç değerli lütfa mazhar olmuşlardır: a) Allah onları günahlardan korumuştur; b) Kendilerini seçkinler arasına almıştır; c) İyilerden olmuşlardır. Bu mazhariyetlerin sebebi ise onların "âhiret yurdunu hatırda tutmadaki samimiyetleıfdir, bu husustaki titizlik ve kararlılıklarıdır. Çünkü genellikle insanı dünya hayatında bazı zevkleri tatma arzusu veya bazı sıkıntılardan kurtulma telaşı kötülüklere itmekte; dinin ve ahlâkın buyruklarım yerine getirmekten uzaklaştırmakta; böylece o kişi zevk arzusu ve elem korkusuyla kolayca kötülüklere teslim olabilmektedir; bu ise dinî ve ahlâkî bakımdan tam bir çöküştür. İşte insanı bu çöküşten kurtaracak olan da âhiret bilincinin canlı olmasıdır. Çünkü bu bilinç İnsanda şu inancı güçlendirecek ve etkin kılacaktır: Allah'ın buyruk ve yasalarını hiçe sayarak dünyada bazı zevkleri tatsak bile bunlardan çok daha fazlasını ahirette kaybedeceğiz; keza bazı kederlerden kurtulsak bile âhirette bunlardan daha fazlasına maruz kalacağız. Böylece âhiret bilinci ve sorumluluğu dinî ve ahlâkî hayatın tam bir güvencesi olmaktadır. [47]

 

Meali

 

49-50. Bu bir hatırlatmadır. Kuşkusuz Allah'a itaatsizlikten sakınanlara çok güzel bir gelecek, kapılan kendilerine ardına kadar açılacak Adn cennetleri vardır. 51. Orada yerlerine kurularak çeşit çeşit meyve ve içecek isteyecekler. 52. Yanlarında eşlerinden başkasına bakmayan yaşıt dilberler olacak. 53. İşte bunlar, hesap günü için size vaad edilenlerdir. 54. Kuskusuz bu, bitmek tükenmek bilmeyen nzkımızdir. 55-56. Bu böyledir. Öte yandan azgınlara da çok kötü bir gelecek, cehennem vardır; orayı boylayacaklar. Ne kötü bir yerleşim yeri orası! 57. İşte o, bir kaynar su, bir irindir! Tatsınlar onu! 58. Bunun benzeri daha başka nice azap türleri! 59. (İnkarcı önderlere) "İşte şunlar da sizinle beraber cehenneme girecek olanlardır" (denince), "Rahat yüzü görmesin onlar!" (derler). Onlar ateşe gireceklerdir. 60. Diğerleri, "Hayır, asıl rahat yüzü görmemesi gereken sizlersiniz; bizi bu duruma siz sü-rüklediniz. Ne kötü bir yer burası!" derler. 61. "Ey Rabbimiz, diyecekler, bizi bu duruma sürükleyenlerin ateşte çekecekleri azabı bir kat daha arttır!" 62. Ve soracaklar: "Nasıl oluyor da vaktiyle kendilerini kötülerden saydığımız adamları şimdi burada göremiyoruz! 63. Onları küçümseyip alaya almakla yanlış mı yapmışız, yoksa (buradalar da) gözden mi kaçırdık!" 64. İşte bu, yani cehennem ehlinin birbiriyle çekişmesi olayı bir hakikattir. [48]

 

Tefsiri

 

49-54. Yukarıda isimleri anılan yüce şahsiyetlerin Allah katındaki mertebeleri ve bu mertebeye ulaşmalarında âhiret şuuru ve sorumluluğu taşımalarının rolüne dair bir hatırlatma yapıldıktan sonra burada da âhirette aynı sorumluluğu taşıyıp takva bilinciyle yaşayanlara, Allah'a saygısızlık ve itaatsizlikten sakınanlara âhirette kendilerini bekleyen mutlu hayattan söz edilmektedir. Gerek burada gerekse Kur'an'ın daha başka yerlerinde âhiret mutluluğunun maddî ve somut unsurlarla tasvir edilmesine, dünyevî zevkleri çağrıştıran ifadeler kullanılmasına bakarak bundan oradaki nimetlerinin mutlaka dünyadakilerin aynısı olacağı gibi bir sonuç çıkarmamak gerekir. Amaç insanın uhrevî mutluluğu tahayyül etmesini sağlamaktır. Orada dünyadakilere benzer veya onlardan farklı maddi nimetler olsa bile her şeyin onlardan ibaret olmadığı, asıl ve yüce mutluluk unsurlarının manevî nimet ve lütuflarda olduğu çeşitli âyet ve hadislerden anlaşılmaktadır. [49]

 

55-58. Bu âyetlerde de "azgınlar"ın, âhiretteki kötü hallerine dair tasvirler yapılmaktadır. Yukarıda cenneti hak edenlerin tamamını kapsamak üzere "mütta-kiler" kelimesi burada ise cehenneme müstahak olanların tamamı için "azgınlar" (tâğîn) kelimesi geçmektedir. Böylece anılan iki kavram bu bağlamda birbirinin zıt anlamlısı olarak kullanılmış olup bu tür kullanımlar Kur'an terimlerinin anlamlandırılması ve genel olarak Kur'an'ın yorumlanması bakımından oldukça önemlidir.

Yukarıda cennetle ilgili maddî tasvirler için söylediklerimiz bu âyetlerde cehennemin maddî unsurlarla tasviri konusunda da geçerlidir; bu maddî tasvirin asıl amacı da muhataba uhrevî cezaların dehşetini tahayyül ettirmektir. Âhirette inkarcı ve günahkârlara maddî ve bedensel cezaların yanında manevî ve ruhî cezaların da uygulanacağına dair âyet ve hadisler vardır. [50]

 

59-61. Dünya hayatının inkarcı ve saptırıcı önderleriyle onların peşinden giden kitleler arasında âhiretteki yargılama sırasında böyle çekişmeler ve suçlamalann olacağı Kur'an'da başka vesilelerle de anlatılmaktadır. Maksat her iki tarafı da şimdiden uyararak sonuç vermeyecek olan âhiretteki bu çekişmelerden onları korumaktır[51]

62-64. İnkarcıların "vaktiyle kötülerden saydıkları adamlar", onların bâtıl inançlarını ve erdemsiz yaşayışlarını reddeden, bu sebeple de onlar tarafından değersiz sayılıp alay ve hakarete maruz kalan müminlerdir. Burada, inkarcıların âhiretteki kötü akıbetleriyle yüz yüze gelince asıl değersizlerin, hor görülmeyi hak edenlerin kendileri olduğunu anlayacaklarına İşaret edilmektedir. [52]

 

Meali

 

65. De ki: "Ben sadece bir uyarıcıyım. Karşı konulmaz güç sahibi tek Allah'tan başka bir tanrı yoktur. 66.0, göklerin, yerin ve ikisi arasındaki her şeyin Rabbidir, daima galiptir, çok bağışlayıcıdır." 67. De ki: "Bu büyük bir haberdir. 68. Siz ise ona sırt çeviriyorsunuz. 69, Yüce topluluk, kendi aralarında tartışırlarken onlarla bulunup bilgi edinmiş değilim; 70. Bana, yalnızca apaçık bir uyarıcılık görevi yüklendiğim için vahiy gelmektedir." [53]

 

Tefsiri

 

65-66. Sûrenin genel gayesi, Kur'an'ın muhataplarını İslâm ve Peygamber karşısında tuttukları yolun yanlışlığı konusunda uyarmaktır; geçmiş peygamberlere dair anlatılanlar da bu amaca yöneliktir. Bu âyetlerde ise aynı amacın Peygamber'in dilinden birkaç cümleyle özetlenerek ortaya konması istenmektedir. Buna göre, putperestlerin iddialarının aksine[54]  Hz. Muhammed ne bir sihirbaz ne de yalancıdır; o yalnızca bir uyarıcıdır. Bütünüyle evrenin mutlak yönetici gücü, yalnız Allah'tır. O cebbardır (Allah'ın birliğini tanımayıp kendisine başkaldırmaya kalkışanları kahru perişan etmeye kesinlikle muktedirdir), güçlüdür; buna karşılık İnançlarını ve yollarını düzeltenlere karşı da çok bağışlayıcıdır. [55]

 

67-68. "Büyük haber"in ne olduğu konusunda üç farklı yorum ileri sürülmüştür: a) Allah'ın birliğine ve Hz. Muhammed'in Allah tarafından görevlendirilmişler I özetlenen âhiretle ilgili haberler, bilgiler; c) İnsanlara uyarıcı ve aydınlatıcı haberler, bilgiler aktaran Kur'an[56]  Bunların hepsinin kastedilmiş olması da mümkündür. Âyette bu bilgilerin "büyük haber" olarak nitelenmesi, muhatabı, anılan konularla ilgili bilgileri ciddiye almaya, bunların önemini kavramaya teşvik gayesi taşımaktadır. Zira bu bilgilerin kabul veya reddedilmesi, insan oğlunun yalnız dünyasının değil, âhiret hayatının da yönünü ve mahiyetini belirleyecektir. Bu bakımdan "Siz ise ona sırt çeviriyorsunuz" ifadesi, müşriklerin ve "büyük haber" karşısında onlar gibi ciddiyetsiz, düşüncesiz ve sorumsuz tavırlar sergileyenlerin tutumlarının ne kadar yanlış ve tehlikeli olduğuna dikkat çeken bir eleştiridir. [57]

 

69-70. Tefsirlerde genellikle "yüce topluluk" tabiriyle melekler âleminin kastedildiği, meleklerin tartıştıkları konunun da Bakara sûresinde (2/30-33) anlatılan Hz. Âdem'in ve insan türünün yaratılması hadisesi olduğu ifade edilir. Bu bilgilere göre Hz. Muhammenin peygamberliğini reddeden putperestlere karşı şöyle bir delil ortaya konmaktadır: O yüce topluluk yani melekler insanın yaratılması konusunda aykırı kanaatler ileri sürmüşler, böylece bir tartışmaya girişmişler; Hz. Muhammed de bu olayı anlatmıştır. Melekler tartışırlarken o yanlarında olmadığına göre kendisine bu bilgi ancak vahiy yoluyla gelmiş olabilir; şu halde o hak peygamberdir. [58]

 

 

Meali

71. Hani Rabbin meleklere demişti ki: "Ben çamurdan bir insan yaratacağım. 72. Ona tam şeklini verip ruhumdan da üflediğim vakit siz de hemen onun için secdeye kapanın." 73. Bunun üzerine meleklerin hepsi secde ettiler. 74-Yalnız İblis hariç; o, kibir duygusuna kapüıp kâfirlerden oldu. 75. Allah, "Ey İblis, dedi, kendi ellerimle yarattığım şu varlığın önünde secde etmekten seni alıkoyan nedir? Büyüklük mü taslıyorsun yoksa ululardan mısın?" 76. İblis, "Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın" diye cevap verdi. 77. Allah, "O halde çık oradan! dedi; artık kovuldun! 78. Kıyamet gününe kadar rahmetimden uzak kalacaksın!" 79. "Rab-bim! Öyleyse insanların yeniden diriltileceği güne kadar bana mühlet ver" dedi. 80-81. Allah, "Malum vakte kadar mühlet verilmiş olanlardansın" buyurdu. 82-83. İblis, "Senin kudretine andolsun ki Rabbim, samimi kulların hariç, insanların topunu kesinlikle yoldan çıkaracağım" dedi. 84. Allah buyurdu: "O zaman gerçek -ki ben hep gerçeği söylerim- şudur: 85. Kesinlikle ben cehennemi topunuz birden, sen ve sana uyanlarla dolduracağım!" [59]

 

Tefsiri

 

71-85. Burada belirtilmemekle birlikte, başka âyetlerde meleklerin secde etmeleri emredilen bu ilk İnsanın Hz. Âdem olduğu bildirilmiştir. Bundan önceki âyetlerde melekler topluluğunun tartışmasına atıf yapılmasına ve ilk insan konusuyla münasebet kurulmasına bakılırsa burada Hz. Âdem'in yaratılışına ve İblis'in onun karşısındaki olumsuz tutumuna, bu yüzden Allah'a âsi olup rahmetten kovulmasına dair bilgilere yer verilmekle bilhassa Hz. Muhammed'in bu bilgileri ancak vahiy yoluyla almış olabileceği ortaya konmuş; böylece ona vahiy geldiğine, dolayısıyla peygamberlik görevi verildiğine inanmayan müşrikler ikna edilmek istenmiştir. Ayrıca bu âyetler insanın, yaratıcısının kim olduğunu, kendi aslının ne olduğunu, nereden geldiğini anlayıp kavraması; şeytanî kışkırtmalara karşı dikkatli olması gerektiğini; Allah'a inanıp dayanan, ihlâsla Allah yoluna koyulanlar üzerinde şeytanî kışkırtmaların asla etkili olamayacağını, zira Allah'ın, yardımıyla onların yanında olduğunu bilmektedir[60]

 

Meali

 

86. De ki: "Sizden görevimle ilgili bir karşılık istemiyorum; ben, olduğundan başka türlü görünenlerden de değilim. 87. Bu (Kur'an) ise bütün âlemlere kesinlikle bir öğüt ve uyandır. 88. Ve onun bildirdiklerinin gerçekliğini bir zaman sonra öğreneceksiniz. [61]

 

Tefsiri

 

86-88. Temel gayesi nübüvvetin ispatı olan sûrenin bu son âyetlerinde bu gerçek üzerine son bir defa daha dikkat çekilmekte, Hz. Muhammed'in hak peygamber olduğunun kanıtlan onun dilinden ifade edilmektedir. Buna göre Peygamber, görevini sürdürmek için muhataplarından kişisel bir çıkar, maddî veya manevî bir karşılık beklememektedir; şayet gerçekten peygamber olmasaydı bir çıkar sağlamak için bu işe kalkışması gerekirdi. Böyle olmadığına göre o davetinde samimidir, söyledikleri gerçektir; sahte bir misyon üslenen, kendini peygamber satan biri değildir; tebliğ ettiği Kur'an da onun yakıştırması değil, bütün âlemlere, yani bütün akıllı ve yükümlü varlıklara gönderilen ilâhî bir öğüt ve uyarıdır.

Burada "bütün âlemlere" kaydı, Kur'an mesajının ve Hz. Muhammed'in peygamberliğinin evrenselliğini gösteren en kesin delillerdendir. Son âyette geçen ne-be' kelimesi "haber" anlamına gelir. Haber, "realiteye uygun bildirim" demektir; nitekim asılsız bildirime "yalan haber" denir. Şu halde haberde asıl olan, duyurulan bilginin gerçekliğidir. Bu sebeple âyetteki nebe' kelimesini "bildirdiklerinin gerçekliği" şeklinde çevirdik. "Onun bildirdiklerinin gerçekliğini bir zaman sonra öğreneceksiniz" ifadesi, müslümanlar için gelecekte İslâm'ın başarıya ulaşacağını bildiren bir müjde, inkarcılar için de bir uyan anlamı taşımaktadır. Nitekim, müşriklerin bütün karşı çabalarına, mücadelelerine, zulüm ve baskılarına rağmen bu müjde adım adım gerçekleşmiş; daha Resûlullah aleyhisselâm hayattayken Arap yarımadasında şirkin kökü kazınmış; nihayet bir asır gibi kısa bir zamanda İslâm üç kıtaya yayılan, çeşitli milletlerce benimsenen evrensel bir din haline gelmiştir. [62]

 



[1] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/495.

[2] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/495

[3] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/495.

[4] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/496.

[5] İbn Âşûr; XXIII, 204-206

[6] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/496-497.

[7] bk. En'âm 6/8-9

[8] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahimKafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/497.

[9] Müsned, I, 227, 362; Tirmîzî, "Sûre 38"; İbn Hişâm, es-Sîretü'n-Nebeviyye,l, 281-285; Taberî, XXIII, 124-126, 127-128; Râzî,XXVI, 177; Kurtubî,XV, 150-151

[10] Taberî, XXIII, 126; Râzî, XXVI, 178; ZemahşerîJII, 318

[11] Taberî, XXIII, 126-127; ZemahgerîJII, 317; Râzî, XXVI, 178; Şevkânî, IV, 482

[12] Zuhruf 43/31

[13] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/497-499.

[14] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/499.

[15] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/499.

[16] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/500.

[17] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/500.

[18] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/501-502.

[19] İbn Âşûr, XXIII, 223-224

[20] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/502.

[21] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/502.

[22] ayrıca bk. Enbiyâ 21/79

[23] Taberî. XXIII. 138; Râzî, XXVI, 186: İbn Âşûr, XXIII, 228-229

 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/502.

 

[24] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/503.

[25] aş. bk

[26] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/503.

[27] II. Samuel, 11/1-27-12/1-10

[28] II. Samuel, 12/7 vd

[29] Bu rivayetler için bk. Taberî, XXTTT 146-151

[30] bk. II. Samuel, 11/4-5

[31] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/504-505.

[32] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/505-506.

[33] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/506.

[34] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/506-507.

[35] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/507.

[36] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/507.

[37] Bazı örnekler için bk. Kitâb-ı Mukaddes, I. Krallar, 11/1-10

[38] Bakara 2/102

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/507-508.

[39] meselâ bk. Taberî, XXI-II, 156-159; Kurtubî,XV, 199-202

[40] Buhârî, "Enbiyâ", 40; Müslim, "Eymân", 23

[41] Bu ve başka yorumlar için bk. Râzî, XXVI, 209-210

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/508-510.

[42] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/510.

[43] Eyub, 1/1-8

[44] Eyub, 1/1-8; 42/10-17

[45] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/510-511.

[46] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/511.

[47] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/511-512.

[48] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/512-513.

[49] Meselâ bk. Tevbe 9/72; Yûnus 10/10,25; Hicr 17/45-48; Buhârî, "Tevhîd", 35. Adn cennetleri hakkında bk. R'ad 13/23

 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/513.

 

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/513.

[50] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/513-514.

[51] ayrıca bk. Ahzâb 33/66-68; Sâffât 37/27-34

[52] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/514.

[53] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/514.

[54] bk. 4. âyet

[55] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/514.

[56] Râzî, XXVI, 225

[57] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/514-515.

[58] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/515.

[59] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/515-516.

[60] Âyetlerin ayrıntılı tefsiri için bk. Bakara 2/34; A'râf 7/11-18; Hicr 15/28-40

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/516.

[61] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/516-517.

[62] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahimKafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/517.