Mushaftaki
sıralamada otuz sekizinci, iniş sırasına göre de otuz sekizinci sûredir. Kamer
sûresinden sonra, A'râf sûresinden önce Mekke'de inmiştir.[1]
Adı
Sûre,
ilk dönemlerden itibaren hemen bütün kaynaklarda, birinci âyetin başında
bulunan ve hurûf-i mukattaadan olan "Sâd" ismiyle anılır. [2]
Konusu
Sûrenin
temel konusu, Resûl-i Ekrem'in hak peygamber olduğu gerçeğinin isbatıdır,
Kur'an üzerine yeminle başlayan sûrede Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr
eden müşriklerin iddiaları reddedilmekte; çoktanrıcı inançlarının kısa
eleştirisi yapıldıktan sonra onlara, önceki peygamberlere karşı benzer tavırlar
sergileyenlerin akıbetleri hatırlatılmakta, Hz. Peygamber'e de sabır tavsiye
edilmektedir. Hz. Dâvûd, oğlu Süleyman ve Eyyûb'un hayatlarından kesitler
verilmekte; Hz. İbrahim, İshak, Yakub, İsmail, Elyesa', ZülkifTin isimleri
sıralanarak bunların yolundan gidenlerin âhiretteki mutlu hayatları, buna
karşılık yoldan çıkanların kötü akıbetleri hakkında kısa ve uyarıcı açıklamalar
yapılmaktadır. Sûrenin son bölümünde insanlığın atası olan Hz. Adem'in
yaratılışı anlatıldıktan sonra İblis'in, kendisine rahmet kapılarının
kapanmasına sebep olduğunu düşündüğü için Âdem'in soyuna hınç beslediği ve
onları doğru yoldan saptırmaya ahdettiği anlatılmakta, Hz. Muhammed'in hak
peygamber olduğu gerçeği bir kez daha vurgulanmaktadır. [3]
Meali
Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla... 1-2. Sâd.
Öğüt ve uyarı dolu Kur'an'a andolsun ki inkâr edenler, iddialarının aksine,
tanı bir gurur ve muhalefet duygusu içindedirler. 3. Onlardan önce nice
nesilleri helak ettik; o sırada feryat ettiler ama artık zaman kurtulma zamanı
değildi. 4. Şimdi bunlar da kendilerine aralarından bir uyarıcı gelmesine şaşıyorlar
ve bu inkarcılar şöyle diyorlar: "Bu adam bir sihirbazdır, tam bir
yalanadır; 5. Tanrıları tek tanrıya mı indiriyor! Bu gerçekten şaşılacak bir
şey!" 6. Onların ileri gelenleri yerlerinden fırladılar: "Haydi
yürüyün! Tanrılarınıza bağlılıkta direnin! İşte (sizden) istenen budur. 7. Biz
bilinen son dinde böyle bir şeyi işitmedik; bu uydurmadan başka bir şey değil.
8. İlâhî uyan içimizden ona mı indirildi şimdi!" İşin doğrusu onlar benim
uyarım karşısında kuşku içindedirler. Hayır, azabımı henüz tatmadılar! 9. Yoksa
senin aziz ve lütufkâr Rabbi-nin rahmet hazineleri onların elinde midir? 10. Ya
da göklerle yerin ve ikisi arasında bulunanların hükümranlığı onlarda mı?
Öyleyse çareler bulup göklere yüklenseler ya! 11. Onlar, çeşitli gruplardan
oluşmuş, şimdiden yenilmeye mahkum bir ordudur. [4]
Tefsiri
1-2. Sûrenin başında yer alan "sâd", hurûf-i
mukattaa denilen harflerdendir (bu konuda bilgi için bk. Bakara 2/1).
İlk
âyetteki "Kur'an" kelimesiyle Kur'an-ı Kerîm'in bütünü veya özellikle
bu sûre kastedilmiş olabilir. "Öğüt ve uyan" diye çevirdiğimiz aynı
âyetteki zikr kelimesi "şeref, şan" anlamına da gelmektedir. Bu anlam
dikkate alındığında ilgili cümleyi, "Şerefli, şanlı Kur'an'a andolsun
ki" şeklinde anlamak gerekir. Birin-lhatılinanHflnian kurtarın doeru
inançlara vöneltmeyİ; hak ve adaletle bağdaşmayan, insanlık onuruna yakışmayan
tutum ve davranışlardan arındırıp temiz bir hayata, erdemli davranışlara
kavuşturmayı amaçlayan buyruk ve yasaklarına, aydınlatıcı ve uyarıcı
mahiyetteki açıklamalarının önemine dikkat çekilmekte; ikinci anlama göre bu
ifade, anılan özellikleriyle Kur'an'in müslümanlar için gelecekte bir şeref
kaynağı olacağı, Kur'an sayesinde müslümanlann şanlı bir uygarlık kuracakları
müjdesini içermektedir. Nitekim sûrenin son âyetinde de bu müjdenin mutlaka
gerçekleşeceği bildirilmektedir.
İnkarcıların
genel tutumu, Kur'an'ı Allah kelâmı saymama ve onun yukarıda özetlenen
özelliklerini tanımama yönünde olduğu için 2. âyetin başıpdaki "bel"
edatını, "iddialarının aksine" şeklinde çevirmeyi uygun bulduk.
Burada inkarcıların belirtilen iddialarının haklı bir gerekçeye dayanmadığı,
yani onların inkârlarının, Kur'an'ın gerçekten bir öğüt ve uyan taşımamasından
yahut bir değer eksikliğinden kaynaklanmadığı; aksine câhilce bir gurur,
büyüklenme ve benlik duygusuyla inatlaşma ve düşmanlık psikolojisinden doğduğu
bildirilmektedir.[5] Nitekim Bakara sûresinde
de (2/206) aynı tutum, "Ona, 'Allah'tan kork!' dense gururu kendisini
günaha sürükler" şeklinde dile getirilmiştir. [6]
3-4. Câhilce ve haksız sebeplerle kendi peygamberlerinin tebliğ ve
uyanlarına karşı direnen ve aynntısı muhtelif sûrelerde anlatılan eski inkarcı
nesillerin kötü akıbetleri Kur'an'ın ilk muhatapları olan Araplar'a bir ibret
örneği olarak hatırlatılmakta; eğer onların yaptıkları gibi bunlar da fırsat
eldeyken Hz. Muham-med'in davetini ciddiye alıp kabul etmez, bâtıl inançlarını,
kötü yaşayışlarını sürdürürlerse başlanna gelmesi kaçınılmaz olan büyük bir
felaketten kurtulma fırsatını kaçırmış olacakları, feryatlanna kulak verilmeyeceği
uyansında bulunulmaktadır. Buna rağmen müşrikler, kendi aralarından, yani
kendileri gibi beşerî özellikler taşıyan birinin peygamber olmasını şaşkınlıkla
karşılayıp onu büyücü ve yalancı olmakla suçladılar. Akıllarınca eğer Allah
katından bir elçi, bir uyarıcı gelecekse bu bir beşer değil, melek olmalıydı[7] veya
hiç değilse bu peygamber, servet veya sosyal statü açısından Araplar'ın en
itibarlıları arasından seçilmeliydi. [8]
5-8. Hz. Peygamber'in, özellikle Allah'ın birliği inancını tavizsiz bir
şekilde savunarak yüzyıllardan gelen çoktanncılık inancını reddetmesi,
putperestler için "gerçekten şaşılacak bir şey" İdi. Bu sebeple Hz.
Muhammed'in peygamberlikle ilgili faaliyetlerini başlangıçta ciddiye almayan
Mekke'nin ileri gelen müşrikleri, zaman geçtikçe geleneksel inançlarının,
toplumsal konumlannın ve çıkarlarının tehlikeye girdiğini görmeye başlamışlar;
hadis, tefsir ve tarih kaynaklarında -bazı önemsiz farklılıklarla-
anlatıldığına göre Resûlullah'ı durdurmak için o güne kadar uvpuladıklan daha
cok alav ve hakaret seklindeki Dsikoloiik baskılannın sonuç vermediğini
görünce, içlerinde Ebû Cehil'in de bulunduğu bir heyet oluşturarak
Resûlullah'ı, Mekke'nin saygın kişilerinden olan, ayrıca dedesi
Abdülmutta-lib'in vefatından sonra onu himayesine alan, bu sebeple de
ResÛlullah'ın kendisine büyük bir saygı ve minnet duyduğu amcası Ebû Tâlib'e
şikayet etmiş, üzerinden himayesini çekmesini İstemişlerdi. Hz. Peygamber'i
meclise çağıran Ebû Tâ-lib ona, yapılan şikayeti aktardı. Resûl-i Ekrem ise
yaptığı etkili konuşmada onları, aynı zamanda kendilerine parlak bir gelecek
sağlayacak olan bir inanca davet ettiğini belirtti ve bunun Allah'ın birliği
inancı oluğunu söyledi. Ancak putperestler, bu cevaba öfkelenerek 5-8.
âyetlerdeki sözleriyle bâtıl inançlarındaki kararlılıklarını bir kez daha
belirtip meclisi terkettiler[9]
"İşte
(sizden) istenen budur" diye çevirdiğimiz 6. âyetin sonunda aktarılan
sözleriyle müşriklerin neyi kasdettikleri hususunda yapılan yorumlardan
bazıları şöyledir: a) Muhammed'm söylediği sözler, bizi çağırdığı tek tanrı
inancı, onun üzerimizde hakimiyet kurup bizi kendisinin uydusu yapmak istediği
bir plandır; ama biz ona olumlu karşılık vermeyeceğiz; b) Bu durum, zamanın
başımıza açtığı belalardan biridir; öyle murat edilmiştir, onun için bundan kurtulmamız
mümkün değildir; c) Sizden istenen ve yapmanız gereken şey, dininize
bağlanmaktır; dininize sımsıkı sarılıp Muhammed'i yenilgiye uğratmaktır. [10] Biz
mealimizde bu son yorumu dikkate aldık.
Putperestlerin,
"Biz bilinen son dinde böyle bir şeyi işitmedik" anlamındaki
sözleriyle İslâm'dan önceki son kitabî din olan ve teslis inancını benimseyen
Hıristiyanlığı veya kendi putperestlik dinlerini kasdettikleri yönünde farklı
görüşler vardır. Aynı cümle, "Biz, yahudiler ve hıristiyanlardan Muhammed'in
peygam-berliğiyle ilgili bir şey duymadık" şeklinde de yorumlanmıştır. [11]
Zemahşerî,
8. âyetin "İlâhî uyan içimizden ona mı indirildi şimdi!" mealindeki
cümlesini açıklarken, müşriklerin bu tavizsiz inkarcı tutumlarının altındaki
psikolojik sebebi şöyle özetler: "Aslında onlar, onca itibarlı kişiler,
önderler arasından hususiyle Hz. Muhammed'in peygamberlikle onurlandınlmasını,
içlerinden özellikle ona kitap indirilmesini hazmedemiyorlardı. Nitekim bir
defasında da, *Bu Kur'an, şu iki şehirden büyük bir kişiye indirüseydi ya!'
demişlerdi. [12] Bu inkâr, peygamberlik
şerefinin aralarından kendileri gibi beşerî özellikler irlerîni kanlavan derin
kıskançlık duygusunun dışa yansımasıydı" (III, 317). Bu kıskançlığın
temelinde de Kur'an'ın vahiy eseri olması konusunda taşıdıkları kuşku,
dolayısıyla inançsızlık bulunduğu için âyetin devamında "İşin doğrusu
onlar benim uyarım karşısında kuşku içindedirler" buyurulmuş; ardından da
"Hayır, azabımı henüz tatmadılar" denilerek o zaman akıllarının
başlarına geleceği uyarısında bulunulmuştur. [13]
9-10. Müşriklerin, Hz. Muhammed'e peygamberlik şerefinin verilmesi
karşısındaki kıskançlıklarının ve inkarcı tutumlarının mantıksızlığına işaret
edilmektedir. Buna göre peygamberlik, Allah'ın kendi hazinelerinden dilediği
kimseye verdiği bir lütuftur ve buna kimsenin itiraz etmeye hakkı yoktur.
Allah'.m hazineleri onların elinde mi veya evrenin hükümranlığı onlarda mı ki
kime peygamberlik verilmesi, kime verilmemesi gerektiği konusunda fikir
yürütmeye, verileni beğenmemeye, kimin neye layık olduğunu kendilerinin daha
iyi bildiğini İddia etmeye kalkışıyorlar! Eğer göklerin hakimiyeti ellerindeyse
bir yolunu bulup oralara yiiksel-seler ve böylece (hâşâ) hükümranlık makamına
geçerek Allah'ın verdiğini geri alsalar, vahiy meleğinin kime vahiy indireceğini
kendileri belirleseler ya! [14]
11. Bu âyeti iki şekilde anlamak mümkündür: a) "Onlar, çeşitli
gruplardan oluşmuş, şurada hezimete uğrayacak olan bir ordudur." Buna göre
âyet, müşriklerin gelecekte yıkıma uğrayacaklarını haber vermektedir. Yukarıda
inkarcılıkların acizliklerine rağmen Allah'ın peygamber seçmesine karşı itiraz
mahiyetindeki küstahlıkları eleştirildikten sonra, onlar hakkında bir tehdit,
Peygamber ve müminler için de bir müjde olan 11. âyette çeşitli gruplardan,
kabile ve aşiretlerden oluşan putperestler ordusunun, taşıdıkları büyüklük
duygusunun (2. âyet) boş olduğu, vakti geldiğinde hezimete uğrayacakları,
yıkılıp gidecekleri bildirilmektedir. Nitekim hicretten sonra müşrikler, Bedir
savaşındaki yenilgileriyle başlayan bir hezimet sürecine girmişler ve kısa
zamanda yok olup gitmişlerdir, b) "Onlar, çeşitli gruplardan oluşmuş,
şimdiden yenilmeye mahkum bir ordudur." Bizim tercihimiz olan bu meale
göre putperestlik ve buna dayalı toplum düzeni insan fıtratına aykırı olduğu
için hak dinin gelmesiyle yıkılmaya mahkum olmuş, yani Câhiliye toplumu
şimdiden yenilmiştir.
Bazı
müfessirler, 11. âyet metnindeki "mâ" edatının bu bağlamda küçümseme
(tahkîr) ifade ettiğini belirtirler. Buna göre ilgili bölümü "sıradan,
önemsiz bir topluluk" şeklinde anlamak gerekir. [15]
Meali
12-13. Bunlardan önce Nûh kavmi, Ad kavmi, güç ve
itibar sahibi Firavun, Semûd kavmi, Lût kavmi ve Eyke halkı da gerçeği
yalanlamışlardı. Onlar, (İnkârda) birleşmiş topluluklardı. 14. Hepsi de
elçileri yalancılıkla suçladılar, bu yüzden de kendilerini cezalandırmam hak
oldu. [16]
Tefsiri
12-14. Araplar'a, kendilerinin de az-çok bilgi sahibi olduğu
geçmişin bazı inkarcı topluluklarının başına gelenler hatırlatılmakta ve
uyarılar yapılmaktadır. Geçmişte maddî ve dünyevî güçlerine güvenerek inkâr ve
kötülüklere dalan, üstelik kendilerini kurtarmak için gönderilmiş peygamberleri
yalancılıkla suçlayanlar mutlaka cezalandırılmıştır, bu bir ilâhî yasadır
(sünnetullah). Şu halde Hz. Mu-hammed'e karşı benzer tutumlar sergileyenlerin,
aynı akıbete uğramamak için akıllarını başlarına toplayıp geçmişten ibret
almaları, geçmiştekilerin yanlışlarını tekrar etmemeleri gerekmektedir.
"Güç
ve itibar sahibi" diye çevirdiğimiz, Firavun'u niteleyen
"zü'1-evtâd", sözlük anlamıyla "kazıkların sahibi, kazıklı"
demektir. Bu deyim hakkında tefsirlerde başlıca üç yorum yapılmıştır: a) Eski
Araplar'da çadırların büyüklüğü, sağlamlığı, dolayısıyla çadır kazıklarının,
direklerinin çokluğu, orada yaşayanın gücüne ve toplumsal itibarına, statüsüne
bir işaret sayıldığı için genellikle güç ve itibar "zü'1-evtâd" gibi
deyimlerle ifade edilirdi; b) Firavun, kızdığı kimseleri ellerinden ve
ayaklarından yere çakılı kazıklara bağlayarak cezalandırdığı için âyette
kendisinden "kazıkların sahibi" diye söz edilmiştir; c) "Evtâd"
kelimesinin temelleri sağlam, görkemli binaları ifade ettiği de söylenir. Buna
göre "zü'1-evtâd" deyimi, (ehramlar gibi) "görkemli yapıların
sahibi" anlamına gelmektedir. Sonuç itibariyle bu deyim her üç anlamıyla
da Firavun'un sahip olduğu büyük gücü, iktidar ve statüyü ifade etmektedir. [17]
Meali
15.
Bunlar da şimdi, bir daha geri dönüşe imkan bırakmayacak olan korkunç bir sesi,
yalnızca bunu beklemektedirler. 16. Onlar, (alaycı bir tavırla) "Rabbimiz!
Hesap gününden önce payımıza düşen azabı hemen şimdi ver!" dediler. 17.
Sen, onların söylediklerine sabret; güçlü kulumuz Davud'u hatırla! Yönü hep
Allah'a dönüktü. 18-19. Her sabah ve her akşam yaratıcılarını teşbih ederlerken
dağları ve çevresinde toplanmışken kuşları Davud'a eşlik ettirdik. Hepsi de
Allah'a yönelmiş kimselerdi. 20. Onun hükümdarlığını güçlendirmiş, kendisine
hikmet ve anlaşmazlıkları bitiren konuşma yeteneği vermiştik. 21-22.
Davacıların hikâyesi sana ulaştı mı? Bu adamlar mabedin duvarına tırmanıp
Davud'un yanına girmişlerdi. Dâvûd onları görünce telaşlanmıştı. "Korkma,
dediler, birimizin diğerini haksızlık etmekle suçladığı iki davacıyız biz.
Aramızda âdil bir hüküm ver; doğruluktan sapma, bize de doğru yolu
göster." 23. "Şu adam benim kardeşim. Onun doksan dokuz koyunu, benim
ise bir tek koyunum var. Buna rağmen 'Bunu da bana ver' dedi ve bu tartışmada
bana baskın çıktı." 24. Dâvûd şöyle dedi: ''Senin koyununu kendi
koyunlarına katmak istemekle doğrusu sana karşı haksızlık etmiştir. Zaten
aralarında ortaklık ilişkileri bulunanların çoğu birbirine haksızlık ederler;
yalnız iman edip iyi işler yapmakta olanlar böyle değildir; ama onlar da o
kadar az ki!" Dâvûd kendisini sınadığımızı anladı. Bunun üzerine Rabbinden
kendisini bağışlamasını dileyerek secdeye kapandı, O'na yönetip tövbe etti. 25.
Biz de yaptığım kendisine bağışladık. Kuşkusuz yanımızda onun vüksek bir
makamı, güzel bir geleceği vardır. 26. "Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde halife yaptık; onun için insanlar
arasında adaletle hükmet; nefsin isteklerine uyma, sonra seni Allah yolundan
saptım*. Kuşkusuz, Allah yolundan sapanlara, hesap verme gününü unutmaları
yüzünden çok ağır bir azap vardır." [18]
Tefsiri
15. Yukarıda anılan eski inkarcı zümrelerden veya Hz.
Peygamber'in muhataplarından söz edildiği yönünde iki farklı yorum vardır. İlk
yoruma göre "geri dönüşe imkan bırakmayacak olan korkunç ses",
kıyametin kopması sırasındaki sûrun üflenmesi üzerine çıkacak olan sestir.
Bizim de katıldığımız ikinci yoruma göre burada söz, Hz. Peygamber'in
muhataplarına getirilmiştir. Bu durumda "geri dönüşe imkan bırakmayacak
olan korkunç ses" de putperest Araplar'in müslumanlar karşısındaki nihaî
yenilgileri için kullanılan mecazî bir ifadedir. [19] 11. âyette bu yenilgiye değinilmişti. [20]
16-17. Kur'an-ı Kerîm'de çeşitli vesilelerle bildirildiği üzere,
Resûlullah kendilerini uyarmak maksadıyla inkâr ve kötülüklerinde ısrar
ettikleri takdirde başlarına böyle felaketlerin geleceğini, dünyada ve âhirette
cezalarını göreceklerini bildirdikçe putperestler, alay maksadıyla sık sık bu
tür isteklerde bulunurlardı. 17. âyette, bu küstahça sözler karşısında son
derece üzüldüğü anlaşılan Hz. Pey-gamber'e sabırlı olması öğütlenmekte; ayrıca
İsrail peygamberleri içinde özellikle dünyevî gücü ve iktidarıyla tanınan Hz.
Davud'u hatırlaması istenmektedir. Burada o gün putperest muhaliflerinin
kendisini ciddiye almadıkları, mesajıyla alay ettikleri Hz. Muhammed'in de bir
zaman sonra Dâvûd (a.s.) gibi muzaffer ve muktedir bir konuma ulaşacağına ima
vardır. Nitekim tarih bunu göstermiştir. [21]
18-19. Müfessirlerin çoğunluğuna göre bu âyetler, Hz. Dâvûd
Allah'ı teşbih ederken dağların ve kuşların da dile gelerek onun teşbihine
katıldıkları şeklindeki mucizevî bir olayı anlatmaktadır. Ancak bu âyetleri
mecazî anlamda yorumlayanlar da vardır. Buna göre Dâvûd Zebur okuyarak Allah'ı
teşbih ettiği gibi kuşlar ve dağlar da kendi varlık yapılarıyla Allah'ın
kudretini ve yüceliğini yansıtmakta, böylece lisan-ı halleriyle Allah'ı teşbih
etmektedirler. [22] Bu mânaya göre cansız
tabiatın Allah'ı teşbih etmesine dağlar, canlı varlıkların teşbihine de kaşlar
örnek olarak zikredilmiştir; özellikle inanmış insanların bilinçli teşbihine
örnek de Hz. Davud'un teşbihidir.
"Hepsi
de Allah'a yönelmiş kimselerdi" diye çevirdiğimiz 19. âyetin son cümlesi,
"Gerek dağlar gerekse kuşlar Davud'un etrafında toplanıp ona İtaat
ederlerdi" veya "Dâvûd teşbihe başlayınca onlar da kendisine
katılırlardı" şeklinde de açıklanmıştır. [23]
20. Davud'a verilen '*hikmet"le peygamberliğin, Zebur'un, hukuk
bilgisinin veya gerçeğe uygun olan her türlü sözün kastedildiği belirtilir.
Râzî, felsefî birikiminin bir sonucu olarak hikmeti, "bilgi ve amelde tam
yetkinlik" anlamına gelecek bir kapsamda açıklamıştır (XXVI, 187). İbn
Âşûr, "anlaşmazlıkları bitiren konuşma yeteneği" diye çevirdiğimiz
"fasle'l-hitâb" deyimini, "sözün belâgath olması, dinleyenin
daha fazla açıklama yapılmasına ihtiyaç duymayacağı derecede beklenen anlamı
içermesi" şeklinde açıklar (XXIII, 229). Aynı deyim, Hz. Dâ-vûd'un,
özellikle yargılama sırasında konuyu iyice kavrayarak adalete uygunluk bakımından
isabetli hükümler verme yeteneği şeklinde de açıklanmıştır. Zemahşe-rî'ye göre
bu deyim, Davud'un yargı, hükümet işleri, yönetim ve meşveret gibi konulara
dair konuşmalarındaki doğruluğu, hak ve adalete uygunluğu ifade eder (III,
321). Böylece âyet, İyi bir devlet ve hukuk adamının sahip olması gereken
özelliklere de işaret etmektedir. [24]
21-23. Davud'un yargı adaletine verdiği önemi gösteren bir
olay anlatılmaktadır. "Davacıların hikâyesi sana ulaştı mı?" şeklinde
soru ifadesiyle söze başlanması, konunun Önemine muhatabın dikkatini çekmek
maksadıyla Kur'an'ın sıkça kullandığı bir anlatım tarzıdır. Kaynaklarda verilen
bilgilere göre Dâvûd (a.s.) bir mâbedde ibadetle meşgul iken iki kişi, üstü
açık olan mabedin duvarını aşarak ansızın onun karşısına çıkmışlardı.
Muhtemelen onlar, Allah tarafından gönderilmiş iki melekti. Fakat Dâvûd
bunların, daha önce yaptığı bir hata sebebiyle[25] kendisine zarar vermelerinden kaygılanıp
telaşa kapıldı. Onlar, Davud'un telaşa düştüğünü görünce korkulacak bir şey
olmadığım söylediler ve âyette belirtildiği şekilde geliş maksatlarım
anlattılar.
Davacıların,
Davud'u, "Doğruluktan sapma" diyerek uyardıklarının özellikle
zikredilmesi, yargıdan temel beklentinin tarafsızlık olduğuna ve bu niteliği
yitirdiğinde yargının da anlamını yitirmiş olacağına dikkat çekme anlamını
düşündürmekte; bunlar aslında melek oldukları için söz konusu uyarının bir
eğitim amacı taşıdığı anlaşılmaktadır. "Bİze de doğru yolu göster"
ifadesi ise yargılama sırasında hakimin tarafları ifadelerinde dürüst davranmaları,
bile bile haksız iddialar ileri sürmekten, gerçeği saklamaktan kaçınmaları
yönünde uyanlar yapmasının uygun olacağına işaret eder. Böylece Kur'an'ın,
geçmişteki bir olayı naklederken kendi muhataplarını eğitmeyi amaçlayan
noktaları öne çıkarmaya özen gösterdiği dikkati çekmektedir.
"Bu
tartışmada bana baskın çıktı" anlamındaki son cümle, "Zekâsının
kıvraklığı, delillerini dile getirmedeki becerisi sayesinde tartışmada bana
baskın çıktı" anlamına gelebileceği gibi, "Tartışma sırasında güç
kullanma tehdidinde bulundu" seklinde rle Yorumlanmıştır. [26]
24. Yukarıda bu davanın taraflarından birinin iddiası özetlenirken
diğerinin savunmasına yer verilmemiştir. Muhtemelen Kur'an, olayın ders almaya
değer yönünü anlatmakla yetinmiştir. Bununla birlikte Davud'un, "Senin
koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle..." şeklindeki ifadesinden,
muhtemelen davalının ikrarıyla davacının iddiasının sübut bulmuş olduğu ve buna
dayalı olarak da Dâ-vûd'un hükmünü verdiği anlaşılmaktadır.
Aralarında
mal ilişkisi bulunanların bu tür ihtilaflara düşmelerine sık rastlandığını,
ancak inanmış, erdemli ve iyi İşler yapmaya kendilerini adamış olanların
böylesi anlaşmazlıklara düşmekten kendilerini koruyabileceklerini belirten
ifade, âyetin bize verdiği diğer bir önemli derstir. "Ama onlar da o kadar
az ki!" şeklindeki ifade, nefsin bencil İsteklerinden korunarak, kendi
aleyhine bile olsa adalette kararlı olmanın hem çok önemli hem de çok güç
olduğuna işaret eden veciz bir uyandır.
Tefsirlerde
Davud'un neden kendisinin sınandığı düşüncesine kapıldığı ve Rabbinden
kendisini bağışlamasını dileyerek secdeye kapandığı, O'na yönelip tövbe ettiği
konusunu aydınlatmak üzere aslında İslâm'ın peygamberlik öğretisiy-le uyuşmayan
İsrâiliyat türü bazı rivayetler aktarılmaktadır. Aslı Kitâb-ı Mukad-des'e
dayanan[27] bu rivayetlerin özeti şöyledir: Dâvûd,
tesadüfen açık vaziyette gördüğü bir kadının güzelliğinden çok etkilenmiş; onun
Uhriya (Uriya) isimli bir kumandanının eşi olduğunu öğrenince kadınla
evlenebilmek için kocasını öldürtmeyi planlamış; Davud'un emriyle savaşa
katılıp ön safta çarpışan adam ölünce Dâvûd da karısıyla evlenmiş. İşte Dâvûd,
muhtemelen mâ-bedde o iki adamın ansızın karşısına çıkmasının bu hatasıyla bir
ilgisi bulunduğunu, böylece Allah tarafından sınandığını düşünerek yaptıklarından
dolayı pişmanlığını dile getirip tövbe etmiştir.
Yine
aslı Kitâb-ı Mukaddes'te geçen [28] bir rivayete göre bu olayda söz konusu edilen
iki melekten, şikayet eden taraf kadının kocasını, şikayet edilen de Davud'u
temsil etmektedir. Şikayetçi olan, doksan dokuz koyunu olan kardeşinin,
kendisinin tek koyununa da göz diktiğini söylerken aslında Dâ-vûd'un
yaptıklarını ima ediyor; onun çok sayıda eşi olmasına rağmen kumandanın tek
eşini de kendisine almasının, üstelik bu emelini gerçekleştirebilmek İçin adamı
bile bile ölüme göndermesinin haksızlığını bizzat kendisine onaylatmak
istiyordu. Bu suretle Dâvûd Allah tarafından sınandığını farketti ve suçunu
anlayarak pişman olup tövbe etti. Davud'un hatasını bağışlatmak için kırk gün
kırk gece durmadan ibadet, tövbe ve istiğfar ettiği de anlatılır. [29] Yahudi
kültüründe Dâvûd kral olarak bilindiği için Kitâb-ı Mukaddes yazarının onun
hakkında belirtildiği türden çirkin olaylar yakıştırması veya nakletmesi,
üstelik onun daha kocası sağ İken kadınla yattığını ve kadının gebe kaldığını
dahi İleri sürmesi [30]
yahudİ geleneği açısından normal görülebilir. Ancak Kur'an'da Dâvûd
aleyhisselâm, peygamberler arasında zikredilmiş; İslâmî öğretide peygamberler
birer İman ve erdem abideleri olarak gösterilmiş ve bu türden büyük günahlar
işlemeleri mümkün görülmemiştir. Bu sebeple yukarıda özeti verilen rivayetlerin
gerçeği yansıttığı kesinlikle kabul edilemez.
Sonuç
olarak, bu açıklamalar doğrultusunda Hz. Dâvûd, güzelliğinden etkilendiği bu
kadınla evlenmeyi gerçekten düşünmüş ve kendisinin bir planı olmadan kocası
savaşta ölmüş, bunun üzerine onunla meşru usulle evlenmiş, bu olay halkın
ağzında yukarıdaki hayalî kurguya dönüşmüş olabilir. Kuşkusuz burada sıradan
insan için ciddi bir günah söz konusu olmamakla birlikte bir peygamberin,
nefsinin bayağı arzusuna kapılarak güzelliğine vakıf olduğu evli bir kadından
etkilenmesi onun kişiliğiyle bağdaşmadığı için olay onun hakkında bir sınama
(fitne) kabul edilmiş; Hz. Dâvûd da olayın kendisi için bir sınav olduğunu
anlayarak, pişman olup tövbe etmiştir. Kur'an'da Allah'tan başkasının
yanılgılardan uzak kalamayacağı, peygamberlerin de birer insan olarak hatasız
olmadıkları, yüksek özelliklerine rağmen nadiren de olsa -sonradan telafi
ettikleri- bazı hatalar işledikleri örnekleriyle zikredilmektedir. [31]
25-26. Hz. Davud'un İçten pişmanlığı ve tövbesi sonucunda hatasının
bağışlandığı, bu sayede Allah katındaki üstün makamını koruduğu
bildirilmektedir. Dâvûd'un yeryüzüne halife yapılması, onun geçmiş
peygamberlerin halefi olarak onların misyonunu devam ettirmesi veya ülkesinde
hükümdarlığın ona verilmesi olarak açıklanmıştır. Dâvûd hem peygamber hem
hükümdar olduğu için kelimenin her iki anlamıyla da halifedir. Burada şu
noktalara da dikkat çekilmektedir: Herkes hakkında gerekli olmakla birlikte
özellikle Dâvûd gibi peygamber ve hükümdar olanlar için daha da önemli bazı
görevler vardır, bunların başında da adalete riayet ve nefsanî arzulan yenme
gelir. Aksine davranışlar, kişiyi Allah yolundan saptırır, dolayısıyla daha
başka günahların işlenmesine de sebep olur. 26. âyetin sonunda bütün bunların
âhİret hesabını unutmak veya önemsememekten kaynaklandığına da işaret
edilmekte, bunun cezanın şiddetli olacağı hatırlatılmaktadır.
Sûrenin
başında putperestlerin Kur'an ve Hz. Peygamber karşısındaki inkarcı ve alaycı
tutumları hakkında bilgi verildikten sonra 17. âyette onların bu tutumlarına
karşı Hz. Peygamber'e sabırlı olması Öğütlenmiş ve "güçlü kulumuz"
diye arnlan nâviîH'n rirnfiV fllmast istenmişti. Sonraki âvetlerde ise Davud'un
bu gücünün iki kaynağına değinilmiştir. Bunlardan biri yönetim ve hükümlerinde
adaleti gözetmesi, diğeri de hatalarının farkına varıp pişman olması ve Allah'a
yönelip O'na ibadet ve dua etmesi, tövbe edip bağışını dilemesidir. Böylece Hz.
Peygam-ber'e ve onun şahsında ümmetine şu ders verilmektedir: İşlerinizde
adaletten ayrılmaz, yanlışlarınızı düzeltip Allah'a yönelir, O'nun huzurunda
ibadet eder, engin mağfiretine sığınır, böylece ruhunuzu kötülüklerden
anndınrsanız, Allah katında değeriniz yükseleceği gibi düşmanlarınıza karşı da
güçlü olur, sonunda başarıyı siz elde edersiniz. [32]
Meali
27, Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere
yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zanıııdır. İnkâr edenlerin cehennemden dolayı
vay haline! 28. Yoksa inanıp erdemli re düzgün işler yapanları yer yüzünde
fesat çıkaranlarla bir mi tutacaktık! Yahut günah işlemekten sakınanları günaha
batanlar gibi mi sayacaktık! 29. Bu bir mübarek kitaptır ki onu sana,
insanlar âyetleri üzerinde iyice düşünsünler, akıl iz'an sahipleri ondan
dersler, öğütler alsınlar diye indirdik. [33]
Tefsiri
27-29. Yukarıdaki bölümün sonunda "hesap gümT'nü
unutmanın, yani âhire-te ve oradaki büyük yargılamaya inanmamanın insanın ebedî
hayatıyla ilgili doğuracağı tehlikeye dikkat çekilmişti. Burada ise âhiret
hayatının gerçekliğinin aklî ve mantıkî gerekçesi ortaya konmaktadır. Buna göre
Allah göğü, yeri ve ikisi arasındakiler! yani evreni ve evrendekileri boş yere
yaratmamıştır. Yaratılışın mutlaka bir anlamı, hikmeti, amacı vardır. İnsan
davranış]an bakımından bu amaç nihaî adaletin yerini bulmasıdır. Şu halde,
inkarcıların zannettiklerinin aksine, bu dünyanın ötesinde yeni bir âlem ve
yeni bir hayat olacak; bu dünyadaki inkâr ve kötü-lükleriyle cezayı hak edenler
öteki dünyada "ateş" kavramıyla dile getirilen azapla cezalandırılacaktır.
Bu dünyada inanıp erdemli ve yararlı işler yapanlarla yer yüzünde fesat
çıkaranlar, günah işlemekten sakınanlarla günaha boğulanlar o dünyada asla bir
tutulmayacak, herkes ilâhî adalete göre hak ettiği karşılığı bulacaktır. 08
Sırtta tnmin Kir anlatım tarTimn scf ilmesi hu snnıımn kesinliğini vureulama amacı
taşır. 29. âyete göre Allah Teâlâ Peygamberine kutsal kitabı Kur'an-ı Ke-rîm'i
göndermiştir ki insanlar onu okuyup dinleyerek âyetleri üzerinde düşünsünler de
doğru inanca ulaşmanın, erdemli ve yapıcı işlerle meşgul olmanın nihai anlamda
kendileri için tek kurtuluş yolu olduğunu anlasınlar. [34]
Meali
30. Biz Davud'a Süleyman'ı armağan ettik. O ne iyi
kuldu! Yönü hep Allah'a dönüktü. 31-32. Bir gün akşama doğru alımlı, soylu koşu
atları önüne £utİrildiğinde, "Ben malı (atlan),Rabbimi hatırlattığı için sevdim" dedi.
Nihayet onlar karanlığın perdesiyle gizlendi. 33. "Onlan bana geri
getirin" dedi; bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı. 34.
Andolsun biz Süleyman'ı bir sınavdan geçirmiş, tahtının üstüne bir ceset
koymuştuk; sonra o bize yöneldi; 35-38. "Rabbim, dedi, beni bağışla;
benden sonra hiç kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver bana. Sonsuz
lütufkâr yalnız sensin,sen!" Bunun üzerine, emriyle dilediği yöne doğru
tatlı tatlı esen rüzgârı, bütün bina kuran ve dalgıçlık yapan şeytanları ve
zincirlerle bağlanmış diğer yaratıkları onun buyruğuna verdik: 39. "Bu
bizim bağışımızdır; hiçbir hesap kaygısı taşımadan ister başkalarına ver ister
elinde tut." 40. Kuşkusuz onun katımızda yüksek bir yakınlık derecesi ve
güzel bir geleceği vardır. [35]
Tefsiri
30. Yukarıda Allah Teâlâ'nın Davud'a çeşitli lütuflarda bulunduğu
bildirilmişti. Burada ise belki de ona en büyük lütuf olmak üzere özellikle
oğlu Hz. Süleyman'ın verildiği bildirilmektedir. [36]
31-33. Tefsirlerde bu âyetlere, bizim tercih ettiğimizden oldukça farklı bir
anlam daha veri İmiktedir Rıına <mm
sö7
Icnnıısıı âvetlerin meali sövledir: Bir sun akşama doğru alımlı, soylu koşu
atlan Süleyman'ın önüne getirilmişti. Süleyman, "Ben mal sevgisini Rabbimi
anmaya tercih ettim (Mal sevgisi bana Rabbinıi anmayı, ikindi namazını kılmayı
unutturdu)!" dedi. Artık güneş perdesinin arkasına çekilip gözden
kaybolmuştu. Süleyman "Atlan bana geri getirin" dedi; getirilince de
(günah işlemesine sebep olduklan için) bacaklarını ve boyunlarını bir bir
kestirmeye başladı.
Tefsirlerde
her iki meal istikametinde de yorumlar yer almaktadır. Ancak biz, bu ikinci
meali isabetli görmüyoruz. Çünkü öncelikle bir peygamberin, Allah'ı unutacak
kadar kendisini mal sevgisine kaptırması, ayrıca çok sayıda (bazı rivayetlerde
yirmi bin) atı katliamdan geçirecek kadar insafsız, kendi hatasının bedelini
masum hayvanlara ödetecek kadar adaletten uzak olması mümkün değildir. Bu
anlayışa bakılırsa Hz. Süleyman kendisini atların sevgisine kaptırmışken güneş
batmış, ikindi namazının vakti geçmişti. Öncelikle âyette güneş kelimesi
geçmiyor; atlardan söz edilirken mecazi bir ifadeyle onun onların gözden kaybolduğu bildiriliyor (Burada
"gözden kaybolma" anlamındaki "tevâret" Fiilinin gizli
öznesi tekil de çoğul da olabilir). Gözden kaybolanın atlar olması sözün
akışına daha uygun düşmektedir.
Öyle
anlaşılıyor ki Süleyman'ın peygamber kişiliğiyle bağdaşmayan, bu sebeple de
bizim tercih etmediğimiz yorumun aslı İsrâüiyat kaynaklıdır. Aynca hikayeye
ikindi namazı gibi bazı Islâmî unsurlar da katılmıştır. Yahudi geleneğinde
babası Dâvûd gibi Süleyman da bir kral olarak telakki edildiği için ona
peygamberlikle bağdaştırılması imkansız bu tür kötü isnatlarda bulunulmuş
olabilir. [37] İslâm inancında Dâvûd gibi Süleyman da
peygamber olduğundan, peygamberler hakkında son derece yüceltici ifadeler
kullanan Kur'an'da Süleyman'ın Allah'ı unutacak kadar mal tutkunu, zalim ve
insafsız biri olarak tanıtılması mümkün değildir. Nitekim Kitâb-ı Mu-kaddes'in
anılan bölümünde Hz. Süleyman'ın ahir ömründe ecnebi asıllı eşlerinin
telkiniyle tektanrı inancından saptığı, putlara taptığı bildirilirken Kur'an-ı
Kerîm'de bu İddialar "şeytanların uydurmalan" olarak nitelenmekte ve
Süleyman hakkında böyle bir inancı benimseyen yahudiler eleştirilmektedir. [38]
34-40. Süleyman'ın sınavdan geçirilmesi ve tahtının üstüne ceset konulmasının
ne anlama geldiği, Allah'tan bağışlanmasını dilemesine sebep olan hatasının ne
olduğu konularında tefsirlerde yine İsrâiliyat türünden bazı rivayetler ve bir
peygamberin kişiliğine yakışmayan hikâyeler bulunmaktadır. [39]
Fahreddin Râzî, "haşiv ehli"ne isnat ettiği bu savmaktadır. Razî. kendisinin
de katıldığı "ehl-i tahkik"in bu rivayetlere yönelttiği eleştirileri
sıraladıktan sonra onların kabul edilebilir gördükleri ihtimalleri özetle şöyle
açıklar: a) Hz. Süleyman, yeni doğan bir çocuğunu kötü güçlerden korumak için
planlar düşünmekle birlikte Allah'a tevekkül etmeyi unuttuğu için korktuğu
başına gelmişti; bu olay onun için bir sınavdı. Nitekim çocuğun cesedini
tahtında görünce hatasının farkına varıp Allah'tan af dilemiştir, b) Bir hadise
göre Hz. Süleyman, bir ara Allah yolunda savaşacak yiğit evlatları doğması için
eşleriyle yatacağını söylemiş; fakat "inşaallah" demeyi unuttuğu İçin
sadece bir kötürüm oğlu olmuş, böylece beklentisi gerçekleşmemişti[40] İşte Süleyman'ın sınavı bu olay olabilir. Buna
göre onun Allah'tan af dilemesinin sebebi "inşaallah" demeyi
unutmasıdır; tahtına ceset bırakılması ise temsilî bir anlatım olup doğan sakat
çocuğa işaret eder. c) Hz. Süleyman'ın hastalıkla imtihan edildiği, hastalık
yüzünden çok zayıflayıp tahtında âdeta ceset gibi göründüğü de düşünülebilir,
d) Nihayet burada Süleyman'ın büyük bir felâket beklentisi içine girdiği, böyle
bir kaygı ve korku yüzünden zayıflayıp adeta cesede döndüğü anlatılmak istenmiş
olabilir (XXVI, 208-209).
Bİze
göre bu âyetlerde değinilen olayın mahiyetinden ziyade Kur'an'ın vermek
istediği mesaj önemlidir. O mesaj da şudur: Hz. Süleyman gibi Allah'ın "O
ne iyi kuldu" diye övdüğü (30. âyet), kendi yanında kesin bir yakınlık
derecesine sahip olduğunu bildirdiği (40. âyet) büyük bir peygamber ve çok
güçlü bir hükümdar bile bazı sıkıntılarla veya hatalarla imtihan edilebilir ve
edilmiştir. Şu halde Allah katındaki manevî mertebesi ve dünyadaki gücü ne
olursa olsun her insan Allah'ın yardımına, himayesine, affına ve keremine
muhtaçtır; hiç kimse maddî gücüne, hatta manevî mertebesine güvenerek kendisini
Allah'tan bağımsız hissetme-meli, bu anlama gelebilecek bir tutum içine
girmemelidir. Burada aynca şu hususlara da işaret edilmiştir: 1. İnsanın gönlü
Allah ile birlikte olduğu, sorumluluğunu hissettiği sürece mal sevgisi kötü
değildir, böyle insanlara değerli mallar dünya mutluluğu verdiği gibi onu veren
Allah'ı daha çok anıp şükretmesine de vesile olacaktır. 2. Bİr kimsenin,
Hz. Süleyman gibi yeryüzünde hakkı, iyilik ve adaleti hakim kılma niyetiyle
varlığım ve gücünü Allah yoluna adaması, mal ve iktidar sevgisinin kendisine
Allah'ı unutturmasına izin vermemesi, hatalarını görüp hemen tövbe ve
istiğfarla tamir etmesi, adalete riayet etmesi ve nefsinin zararlı isteklerine
karşı dirençli olması şartıyla en yüksek seviyede siyasi güç ve iktidar
İstemesinde bir sakınca yoktur.
Hz.
Süleyman'ın, "Benden sonra hiç kimsenin ulaşamayacağı bir hükümran-lik
(mülk) ver bana" şeklinde çevirdiğimiz duasıyla Allah'tan siyasî iktidar
değil, bir peygamber olarak yalnız kendisine mahsus olmak üzere mucize
gerçekleştirme gücü istediği de belirtilir. Nitekim arkasından ona verilen
mucizevî güçler anlatılmaktadır. [41]
Meali
41. Kulumuz Eyyûb'u da an. O, Rabbine, "Şeytan
bana sıkıntı ve acı vermektedir" diye seslenmişti. 42. "Ayağım yere
vur (dedik), işte yıkanılacak ve içilecek serin bir su!" 43. Tarafımızdan bir
rahmet ve akıl iz'an sahipleri için de anılacak bir örnek olmak üzere ona aile
efradını, ayrıca bunlarla birlikte bir misimi daha bağışladık. 44. "Eline
bir demet bitki sapı alıp onunla vur ve böylece yeminini bozmamış ol" (dedik).
Gerçekten biz onu sıkıntılara dayanıklı
bulduk. O ne güzel bir kuldu! Yönü hep Allah'a dönüktü. [42]
Tefsiri
41-44. Hz. Eyyûb'un sabrı Hz. Muhammed'e ve ümmetine örnek
gösterilmektedir. Kitab-ı Mukaddes'te anlatıldığına göre[43] Eyyûb'un
yedi oğlu üç kızı vardı; ayrıca çok büyük bir servete sahipti. Fakat Allah onu
büyük bir imtihana tabi tuttu, Eyyûb çocuklarını ve servetini kaybetti, ağır
bir hastalığa tutuldu, bütün bedenini çıban sardı. Nihayet Eyyûb sabnyla
imtihanı başardığını ispatlayınca Allah da onun hastalığını iyileştirdiği gibi
kaybettiklerinin yerine iki mislini verdi; böylece Eyyûb yeni evlatlara ve
büyük servete sahip oldu. "Ve Bundan sonra yüz kırk yıl daha yaşadı ve oğullarını
ve torunlarını gördü, dört göbek"[44]
Müfessirlerin
çoğunluğunun yorumunu dikkate alarak "Şeytan bana sıkıntı ve acı
vermektedir" diye çevirdiğimiz 41. âyetteki cümleyi İbn Âşûr,
"Şeytan, hastalıktan çektiğim meşakkat ve acıyı kullanarak bana vesvese
veriyor, hastalığı veren Allah'a karşı beni isyana zorluyor" veya
"Hastalığın meşakkat ve acısı yanında bir de şeytanın vesvesesiyle
uğraşıyorum!" şeklinde anlamanın daha isabetli olacağını belirtir (XXIII,
270). Eyyûb'un bu sızlanması, şeytandan gelen ve kendisini isyan etmeye
zorlayan psikolojik baskıdan sıkıntı çektiğini ve bu baskıya karsı savaş
verdiğini göstermektedir, 42. âyete göre Allah Eyyûb'un şifa bulmasını murat
edince, ayağını yere vurmasını buyurdu; böylece yerden şifalı bir su fış-kırdı.
Âyette suyun "yıkanılacak ve içilecek soğuk bir su" şeklinde
tanıtılması, Ey-yûb'un bu sudan hem içerek hem de yıkanarak şifa bulduğuna
işaret etmektedir.
Eyyûb'un
eşi, hastalığı süresince ona hizmetten bir an bile geri durmamıştı. Fakat bir
defasında üzüntüsü yüzünden Eyyûb'u isyana teşvik eden bazı sözler söylemiş,
buna canı sıkılan Eyyûb da iyileştiği zaman ona yüz sopa vurarak
cezalandıracağına yemin etmişti. Ancak kadının maksadı kötü olmadığı, Eyyûb de
sadakatinden ve hizmetinden dolayı onu çok sevdiği için 44. âyette Allah Teâlâ
Ey-yûb'a bu cezayı sembolik bir şekilde uygulama yolunu göstermiştir Bu olay,
cezadan maksadın, İnsanlara acı çektirmek değil, düzeni ve asayişi korumak,
haksızlıkları engellemek olduğunu; uygulamada suçlunun Özel durumunun, iyi
halinin göz önüne alınması gerektiğini hatırlatması bakımından da önem
taşımaktadır. [45]
Meali
45. Güçlü ve basiretli kullarımız İbrahim, İshak ve
Yak'ub'u da an. 46. Âhiret yurdunu hatırda tutmadaki samimiyetleri sayesinde
onları günahlardan arındırdık. 47. Doğrusu onlar bizim katımızda gerçekten
seçkin kılınmış kimseler arasındadırlar. 48. İsmail'i, Elyesa'ı ve Züikifl'i de
an. Hepsi de iyilerdendir. [46]
Tefsiri
45-48. Mekke putperestlerinin İslâm davetini reddetmedeki
akıl almaz ısrarları ve küstahça davranışları karşısında Hz. Peygamber'e geçmiş
peygamberlerin ve diğer sâlih kulların güçlü iradeleri, basiretli tutumları
hatırlatılmaktadır. Onlar, dünyada sıkıntı çekseler bile âhiret yurdunu asla
unutmadıkları için bu sayede Allah kendilerini günahlardan arındırmış,
ruhlarını ismet (günahsızlık) sıfatıyla donatmış; bu sayede Allah katında
seçkinler ve iyiler arasında yer almışlardır. Bu âyetlerin ifadesine göre
anılan şahsiyetler şu üç değerli lütfa mazhar olmuşlardır: a) Allah onları
günahlardan korumuştur; b) Kendilerini seçkinler arasına almıştır; c) İyilerden
olmuşlardır. Bu mazhariyetlerin sebebi ise onların "âhiret yurdunu hatırda
tutmadaki samimiyetleıfdir, bu husustaki titizlik ve kararlılıklarıdır. Çünkü
genellikle insanı dünya hayatında bazı zevkleri tatma arzusu veya bazı
sıkıntılardan kurtulma telaşı kötülüklere itmekte; dinin ve ahlâkın buyruklarım
yerine getirmekten uzaklaştırmakta; böylece o kişi zevk arzusu ve elem
korkusuyla kolayca kötülüklere teslim olabilmektedir; bu ise dinî ve ahlâkî bakımdan
tam bir çöküştür. İşte insanı bu çöküşten kurtaracak olan da âhiret bilincinin
canlı olmasıdır. Çünkü bu bilinç İnsanda şu inancı güçlendirecek ve etkin
kılacaktır: Allah'ın buyruk ve yasalarını hiçe sayarak dünyada bazı zevkleri
tatsak bile bunlardan çok daha fazlasını ahirette kaybedeceğiz; keza bazı
kederlerden kurtulsak bile âhirette bunlardan daha fazlasına maruz kalacağız.
Böylece âhiret bilinci ve sorumluluğu dinî ve ahlâkî hayatın tam bir güvencesi
olmaktadır. [47]
Meali
49-50. Bu bir hatırlatmadır. Kuşkusuz Allah'a
itaatsizlikten sakınanlara çok güzel bir gelecek, kapılan kendilerine ardına
kadar açılacak Adn cennetleri vardır. 51. Orada yerlerine kurularak çeşit çeşit
meyve ve içecek isteyecekler. 52. Yanlarında eşlerinden başkasına bakmayan
yaşıt dilberler olacak. 53. İşte bunlar, hesap günü için size vaad
edilenlerdir. 54. Kuskusuz bu, bitmek tükenmek bilmeyen nzkımızdir. 55-56. Bu
böyledir. Öte yandan azgınlara da çok kötü bir gelecek, cehennem vardır; orayı
boylayacaklar. Ne kötü bir yerleşim yeri orası! 57. İşte o, bir kaynar su, bir
irindir! Tatsınlar onu! 58. Bunun benzeri daha başka nice azap türleri! 59. (İnkarcı önderlere) "İşte şunlar da sizinle beraber cehenneme girecek olanlardır" (denince),
"Rahat yüzü görmesin onlar!" (derler).
Onlar ateşe gireceklerdir. 60.
Diğerleri, "Hayır, asıl rahat yüzü görmemesi gereken sizlersiniz; bizi bu
duruma siz sü-rüklediniz. Ne kötü bir yer burası!" derler. 61. "Ey
Rabbimiz, diyecekler, bizi bu duruma sürükleyenlerin ateşte çekecekleri azabı
bir kat daha arttır!" 62. Ve soracaklar: "Nasıl oluyor da vaktiyle
kendilerini kötülerden saydığımız adamları şimdi burada göremiyoruz! 63. Onları
küçümseyip alaya almakla yanlış mı yapmışız, yoksa (buradalar da) gözden mi kaçırdık!" 64. İşte bu, yani
cehennem ehlinin birbiriyle çekişmesi olayı bir hakikattir. [48]
Tefsiri
49-54. Yukarıda isimleri anılan yüce şahsiyetlerin Allah
katındaki mertebeleri ve bu mertebeye ulaşmalarında âhiret şuuru ve sorumluluğu
taşımalarının rolüne dair bir hatırlatma yapıldıktan sonra burada da âhirette
aynı sorumluluğu taşıyıp takva bilinciyle yaşayanlara, Allah'a saygısızlık ve
itaatsizlikten sakınanlara âhirette kendilerini bekleyen mutlu hayattan söz
edilmektedir. Gerek burada gerekse Kur'an'ın daha başka yerlerinde âhiret mutluluğunun
maddî ve somut unsurlarla tasvir edilmesine, dünyevî zevkleri çağrıştıran
ifadeler kullanılmasına bakarak bundan oradaki nimetlerinin mutlaka
dünyadakilerin aynısı olacağı gibi bir sonuç çıkarmamak gerekir. Amaç insanın
uhrevî mutluluğu tahayyül etmesini sağlamaktır. Orada dünyadakilere benzer veya
onlardan farklı maddi nimetler olsa bile her şeyin onlardan ibaret olmadığı,
asıl ve yüce mutluluk unsurlarının manevî nimet ve lütuflarda olduğu çeşitli
âyet ve hadislerden anlaşılmaktadır. [49]
55-58. Bu âyetlerde de "azgınlar"ın, âhiretteki
kötü hallerine dair tasvirler yapılmaktadır. Yukarıda cenneti hak edenlerin
tamamını kapsamak üzere "mütta-kiler" kelimesi burada ise cehenneme
müstahak olanların tamamı için "azgınlar" (tâğîn) kelimesi
geçmektedir. Böylece anılan iki kavram bu bağlamda birbirinin zıt anlamlısı
olarak kullanılmış olup bu tür kullanımlar Kur'an terimlerinin
anlamlandırılması ve genel olarak Kur'an'ın yorumlanması bakımından oldukça
önemlidir.
Yukarıda
cennetle ilgili maddî tasvirler için söylediklerimiz bu âyetlerde cehennemin
maddî unsurlarla tasviri konusunda da geçerlidir; bu maddî tasvirin asıl amacı
da muhataba uhrevî cezaların dehşetini tahayyül ettirmektir. Âhirette inkarcı
ve günahkârlara maddî ve bedensel cezaların yanında manevî ve ruhî cezaların da
uygulanacağına dair âyet ve hadisler vardır. [50]
59-61. Dünya hayatının inkarcı ve saptırıcı önderleriyle
onların peşinden giden kitleler arasında âhiretteki yargılama sırasında böyle
çekişmeler ve suçlamalann olacağı Kur'an'da başka vesilelerle de
anlatılmaktadır. Maksat her iki tarafı da şimdiden uyararak sonuç vermeyecek
olan âhiretteki bu çekişmelerden onları korumaktır[51]
62-64. İnkarcıların
"vaktiyle kötülerden saydıkları adamlar", onların bâtıl inançlarını
ve erdemsiz yaşayışlarını reddeden, bu sebeple de onlar tarafından değersiz
sayılıp alay ve hakarete maruz kalan müminlerdir. Burada, inkarcıların
âhiretteki kötü akıbetleriyle yüz yüze gelince asıl değersizlerin, hor
görülmeyi hak edenlerin kendileri olduğunu anlayacaklarına İşaret edilmektedir. [52]
Meali
65. De ki: "Ben sadece bir uyarıcıyım. Karşı
konulmaz güç sahibi tek Allah'tan başka bir tanrı yoktur. 66.0, göklerin, yerin
ve ikisi arasındaki her şeyin Rabbidir, daima galiptir, çok
bağışlayıcıdır." 67. De ki: "Bu büyük bir haberdir. 68. Siz ise ona
sırt çeviriyorsunuz. 69, Yüce topluluk, kendi aralarında tartışırlarken onlarla
bulunup bilgi edinmiş değilim; 70. Bana, yalnızca apaçık bir uyarıcılık görevi
yüklendiğim için vahiy gelmektedir." [53]
Tefsiri
65-66. Sûrenin genel gayesi, Kur'an'ın muhataplarını İslâm ve
Peygamber karşısında tuttukları yolun yanlışlığı konusunda uyarmaktır; geçmiş
peygamberlere dair anlatılanlar da bu amaca yöneliktir. Bu âyetlerde ise aynı
amacın Peygamber'in dilinden birkaç cümleyle özetlenerek ortaya konması
istenmektedir. Buna göre, putperestlerin iddialarının aksine[54] Hz. Muhammed ne bir sihirbaz ne de yalancıdır;
o yalnızca bir uyarıcıdır. Bütünüyle evrenin mutlak yönetici gücü, yalnız
Allah'tır. O cebbardır (Allah'ın birliğini tanımayıp kendisine başkaldırmaya
kalkışanları kahru perişan etmeye kesinlikle muktedirdir), güçlüdür; buna
karşılık İnançlarını ve yollarını düzeltenlere karşı da çok bağışlayıcıdır. [55]
67-68. "Büyük haber"in ne olduğu konusunda üç
farklı yorum ileri sürülmüştür: a) Allah'ın birliğine ve Hz. Muhammed'in Allah
tarafından görevlendirilmişler I özetlenen âhiretle ilgili haberler, bilgiler;
c) İnsanlara uyarıcı ve aydınlatıcı haberler, bilgiler aktaran Kur'an[56] Bunların hepsinin kastedilmiş olması da
mümkündür. Âyette bu bilgilerin "büyük haber" olarak nitelenmesi,
muhatabı, anılan konularla ilgili bilgileri ciddiye almaya, bunların önemini
kavramaya teşvik gayesi taşımaktadır. Zira bu bilgilerin kabul veya
reddedilmesi, insan oğlunun yalnız dünyasının değil, âhiret hayatının da yönünü
ve mahiyetini belirleyecektir. Bu bakımdan "Siz ise ona sırt
çeviriyorsunuz" ifadesi, müşriklerin ve "büyük haber" karşısında
onlar gibi ciddiyetsiz, düşüncesiz ve sorumsuz tavırlar sergileyenlerin
tutumlarının ne kadar yanlış ve tehlikeli olduğuna dikkat çeken bir
eleştiridir. [57]
69-70. Tefsirlerde genellikle "yüce topluluk"
tabiriyle melekler âleminin kastedildiği, meleklerin tartıştıkları konunun da
Bakara sûresinde (2/30-33) anlatılan Hz. Âdem'in ve insan türünün yaratılması
hadisesi olduğu ifade edilir. Bu bilgilere göre Hz. Muhammenin peygamberliğini
reddeden putperestlere karşı şöyle bir delil ortaya konmaktadır: O yüce
topluluk yani melekler insanın yaratılması konusunda aykırı kanaatler ileri
sürmüşler, böylece bir tartışmaya girişmişler; Hz. Muhammed de bu olayı
anlatmıştır. Melekler tartışırlarken o yanlarında olmadığına göre kendisine bu
bilgi ancak vahiy yoluyla gelmiş olabilir; şu halde o hak peygamberdir. [58]
Meali
71. Hani Rabbin meleklere demişti ki: "Ben
çamurdan bir insan yaratacağım. 72. Ona tam şeklini verip ruhumdan da üflediğim
vakit siz de hemen onun için secdeye kapanın." 73. Bunun üzerine
meleklerin hepsi secde ettiler. 74-Yalnız İblis hariç; o, kibir duygusuna
kapüıp kâfirlerden oldu. 75. Allah, "Ey İblis, dedi, kendi ellerimle
yarattığım şu varlığın önünde secde etmekten seni alıkoyan nedir? Büyüklük mü
taslıyorsun yoksa ululardan mısın?" 76. İblis, "Ben ondan daha
üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın" diye cevap
verdi. 77. Allah, "O halde çık oradan! dedi; artık kovuldun! 78. Kıyamet
gününe kadar rahmetimden uzak kalacaksın!" 79. "Rab-bim! Öyleyse
insanların yeniden diriltileceği güne kadar bana mühlet ver" dedi. 80-81.
Allah, "Malum vakte kadar mühlet verilmiş olanlardansın" buyurdu.
82-83. İblis, "Senin kudretine andolsun ki Rabbim, samimi kulların hariç,
insanların topunu kesinlikle yoldan çıkaracağım" dedi. 84. Allah buyurdu:
"O zaman gerçek -ki ben hep gerçeği söylerim- şudur: 85. Kesinlikle ben
cehennemi topunuz birden, sen ve sana uyanlarla dolduracağım!" [59]
Tefsiri
71-85. Burada belirtilmemekle birlikte, başka âyetlerde
meleklerin secde etmeleri emredilen bu ilk İnsanın Hz. Âdem olduğu
bildirilmiştir. Bundan önceki âyetlerde melekler topluluğunun tartışmasına atıf
yapılmasına ve ilk insan konusuyla münasebet kurulmasına bakılırsa burada Hz.
Âdem'in yaratılışına ve İblis'in onun karşısındaki olumsuz tutumuna, bu yüzden
Allah'a âsi olup rahmetten kovulmasına dair bilgilere yer verilmekle bilhassa
Hz. Muhammed'in bu bilgileri ancak vahiy yoluyla almış olabileceği ortaya
konmuş; böylece ona vahiy geldiğine, dolayısıyla peygamberlik görevi
verildiğine inanmayan müşrikler ikna edilmek istenmiştir. Ayrıca bu âyetler
insanın, yaratıcısının kim olduğunu, kendi aslının ne olduğunu, nereden
geldiğini anlayıp kavraması; şeytanî kışkırtmalara karşı dikkatli olması
gerektiğini; Allah'a inanıp dayanan, ihlâsla Allah yoluna koyulanlar üzerinde
şeytanî kışkırtmaların asla etkili olamayacağını, zira Allah'ın, yardımıyla
onların yanında olduğunu bilmektedir[60]
Meali
86. De ki: "Sizden görevimle ilgili bir
karşılık istemiyorum; ben, olduğundan başka türlü görünenlerden de değilim. 87.
Bu (Kur'an) ise bütün âlemlere kesinlikle bir öğüt ve uyandır. 88. Ve onun
bildirdiklerinin gerçekliğini bir zaman sonra öğreneceksiniz. [61]
Tefsiri
86-88. Temel gayesi nübüvvetin ispatı olan sûrenin bu son
âyetlerinde bu gerçek üzerine son bir defa daha dikkat çekilmekte, Hz.
Muhammed'in hak peygamber olduğunun kanıtlan onun dilinden ifade edilmektedir.
Buna göre Peygamber, görevini sürdürmek için muhataplarından kişisel bir çıkar,
maddî veya manevî bir karşılık beklememektedir; şayet gerçekten peygamber
olmasaydı bir çıkar sağlamak için bu işe kalkışması gerekirdi. Böyle olmadığına
göre o davetinde samimidir, söyledikleri gerçektir; sahte bir misyon üslenen,
kendini peygamber satan biri değildir; tebliğ ettiği Kur'an da onun
yakıştırması değil, bütün âlemlere, yani bütün akıllı ve yükümlü varlıklara
gönderilen ilâhî bir öğüt ve uyarıdır.
Burada
"bütün âlemlere" kaydı, Kur'an mesajının ve Hz. Muhammed'in
peygamberliğinin evrenselliğini gösteren en kesin delillerdendir. Son âyette
geçen ne-be' kelimesi "haber" anlamına gelir. Haber, "realiteye
uygun bildirim" demektir; nitekim asılsız bildirime "yalan
haber" denir. Şu halde haberde asıl olan, duyurulan bilginin
gerçekliğidir. Bu sebeple âyetteki nebe' kelimesini "bildirdiklerinin
gerçekliği" şeklinde çevirdik. "Onun bildirdiklerinin gerçekliğini
bir zaman sonra öğreneceksiniz" ifadesi, müslümanlar için gelecekte
İslâm'ın başarıya ulaşacağını bildiren bir müjde, inkarcılar için de bir uyan
anlamı taşımaktadır. Nitekim, müşriklerin bütün karşı çabalarına,
mücadelelerine, zulüm ve baskılarına rağmen bu müjde adım adım gerçekleşmiş;
daha Resûlullah aleyhisselâm hayattayken Arap yarımadasında şirkin kökü
kazınmış; nihayet bir asır gibi kısa bir zamanda İslâm üç kıtaya yayılan,
çeşitli milletlerce benimsenen evrensel bir din haline gelmiştir. [62]
[1] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/495.
[2] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/495
[3] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/495.
[4] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/496.
[5] İbn Âşûr; XXIII, 204-206
[6] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/496-497.
[7] bk. En'âm 6/8-9
[8] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahimKafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/497.
[9] Müsned, I, 227, 362; Tirmîzî, "Sûre
38"; İbn Hişâm, es-Sîretü'n-Nebeviyye,l, 281-285; Taberî, XXIII,
124-126, 127-128; Râzî,XXVI, 177; Kurtubî,XV, 150-151
[10] Taberî, XXIII, 126; Râzî, XXVI, 178; ZemahşerîJII, 318
[11] Taberî, XXIII, 126-127; ZemahgerîJII, 317; Râzî, XXVI,
178; Şevkânî, IV, 482
[12] Zuhruf 43/31
[13] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/497-499.
[14] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/499.
[15] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/499.
[16] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/500.
[17] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/500.
[18] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/501-502.
[19] İbn Âşûr, XXIII, 223-224
[20] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/502.
[21] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/502.
[22] ayrıca bk. Enbiyâ 21/79
[23] Taberî. XXIII. 138; Râzî, XXVI, 186: İbn Âşûr, XXIII,
228-229
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/502.
[24] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/503.
[25] aş. bk
[26] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/503.
[27] II. Samuel, 11/1-27-12/1-10
[28] II. Samuel, 12/7 vd
[29] Bu rivayetler için bk. Taberî, XXTTT 146-151
[30] bk. II. Samuel, 11/4-5
[31] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/504-505.
[32] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/505-506.
[33] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/506.
[34] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/506-507.
[35] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/507.
[36] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/507.
[37] Bazı örnekler için bk. Kitâb-ı Mukaddes, I. Krallar,
11/1-10
[38] Bakara 2/102
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/507-508.
[39] meselâ bk. Taberî, XXI-II, 156-159; Kurtubî,XV,
199-202
[40] Buhârî, "Enbiyâ", 40; Müslim,
"Eymân", 23
[41] Bu ve başka yorumlar için bk. Râzî, XXVI, 209-210
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/508-510.
[42] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/510.
[43] Eyub, 1/1-8
[44] Eyub, 1/1-8; 42/10-17
[45] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/510-511.
[46] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/511.
[47] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/511-512.
[48] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/512-513.
[49] Meselâ bk. Tevbe 9/72; Yûnus 10/10,25; Hicr 17/45-48;
Buhârî, "Tevhîd", 35. Adn cennetleri hakkında bk. R'ad 13/23
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/513.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/513.
[50] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/513-514.
[51] ayrıca bk. Ahzâb 33/66-68; Sâffât 37/27-34
[52] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/514.
[53] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/514.
[54] bk. 4. âyet
[55] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/514.
[56] Râzî, XXVI, 225
[57] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/514-515.
[58] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/515.
[59] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/515-516.
[60] Âyetlerin ayrıntılı tefsiri için bk. Bakara 2/34;
A'râf 7/11-18; Hicr 15/28-40
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/516.
[61] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/516-517.
[62] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahimKafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/517.