Ayetlerin Öncekilerle Münasebeti
Âyetlerin Öncekilerle Münâsebeti
Mekke'de inmiştir. 88
âyettir.
Sâd Sûresi Mekke'de
inmiştir. Sûrenin hedefi, İslâm inanç esaslarım işleyen Mekkî surelerin hedefi
ile aynıdır.
Bu mübarek sûre,
Kur'an'm hak ve Muhammed (s.a.v.)'in gönderilmiş bir peygamber olduğuna dair
öğütler ve enteresan haberler içeren
mucize Kur'an'a yeminle başlar.
Sonra Allah'ın
birliğinden, müşriklerin o birliği inkârından, peygamber (s.a.v.)in
kendilerini Allah'ı birleme davetine aşırı derecede şaşmalarından söz eder:
"Tanrıları tek tanrı mı yaptı? Doğrusu bu tuhaf bir şeydir" âyeti
kerîmesi onların bu şaşkınlığım beyan etmektedir.
Sûre, Mekke
kâfirlerine, onlardan Önce gelmiş, olup yalanlamaları ve sapıklıkları
dolayısıyle zulmetmiş olan azgın zorbaları ve bu zorbaların fesat çıkarmaları
ve suç işlemeleri yüzünden başlarına gelen azap ve cezayı, darb-ı mesel olarak
anlatır.
Sonra, Mekke
kafirlerinden gördüğü alay ve yalanlamadan dolayı Peygamber (s.a.v.)'i teselli
etmek ve duyduğu acıları ve üzüntüleri hafifletmek için bazı değerli
peygamberlerin kıssalarını ele alır. Allah'ın peygamberi Dâvûd ile Allah'ın
kendisine hem peygamberlik hem de hükümdarlık lütfettiği oğlu Süleyman
(a.s.)'in kıssasını ve bunlardan herbirinin maruz kaldığı imtihanı anlatır.
Sonra bunun ardından Eyyûb (a.s.)'un imtihan edilişini ve İshâk, Ya'kûp,
İsmâîl ve Zülkifl (aleyhimu's-selâm)'i nakleder: Allah'ın, peygamberlerini ve
seçkin kullarını imtihan etmedeki kanununu hızlı bir şekilde anlatır.
Bu mübarek sûre,
görünen bu kainatta ve ondaki eşsiz sanatta Allah'ın birliğini ve gücünü
gösteren delillere işaret eder. Bu işaret, bu kâinatın boşuna yaratılmadığına,
iyi iş yapanlarla kötü iş yapanların, bunun karşılığını alacakları ikinci bir
yurdun mutlaka gerektiğine dikkat çekmek içindir.
Bu mübarek sûre, Rasulullah
(s.a.v.)'m esas görevini ve misyonunu anlatarak sona erer. Bu görev, bütün
değerli peygamberlerin görevidir. [1]
Bu mübarek sûreye
"Sâd Sûresi" adı verilir. Sâd, Hecâ harflerinden bir harftir. Sûreye
bu ismin verilmesi, Yüce Allah'ın, kendisiyle Öncekilere ve sonrakilere meydan
okuduğu bu mucize kitabın şanını yüceltmek içindir. Bu kitap, bu tür hecâ
harflerinden meydana getirilmiştir. [2]
Bismillâhirrahmânirrahîm
1, 2. Sâd. O
şanlı Kur'ân'a yemin ederim ki, inkar edenler (iddia ettiklerinin) aksine, bir
gurur ve tefrika içindedirler.
3. Onlardan
önce nice nesilleri helak ettik. O zaman
feryâd ettiler. Halbuki
artık kurtulma zamanı değildi.
4, 5. Aralarından
kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar ve kâfirler, "Bu pek
yalancı bir sihirbazdır! Tanrıları, tek tanrı mı yaptı? Doğrusu bu tuhaf bir
şeydir!" dediler.
6, 7, 8.
Onlardan ileri gelenler. "Yürüyün, tanrılarınıza bağlılıkta direnin,
şüphesiz bu iddia, planlı bir şeydir. Son dinde de bunu işitmedik. Bu, ancak
bir uydurmadır. Kur'ân aramızdan Muhammed'e mi indirildi?" Belki,
bunlar Kur'ân'ım hakkında
şüphe içine
düştüler. Hayır!
Azabımı henüz tatmadılar.
9. Yoksa
azız ve lutûfkâr olan Rabbinin rahmet hazîneleri onların yanında mıdır?!
10. Yahut
göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların hükümranlığı onların elinde
midir? Böyle ise sebeplerine tevessül etsinler de (hükümranlığı ele geçirsinler)!
11. Onlar,
derma çatma hiziplerden müteşekkil bir ordudur ki, işte şurada bozguna
uğratılmışlardır.
12. 13. Onlardan
önce Nûh kavmi, Âd kavmi, kazıklar sahibi Firavun, Semûd, Lût kavmi ve Eyke
halkı da peygamberleri yalanladılar. İşte bunlar da birleşen topluluklardır.
14. Onların
her biri gönderilen peygamberleri yalanladılar da bu yüzden azabım hak oldu.
15. Bunlar
da ancak, bir an gecikmesi olmayan korkunç bir ses beklemektedirler.
16.
"Rabbimiz! Bizim payımızı hesap gününden Önce ver." dediler.
17.
"Onların söylediklerine sabret, kulumuz Davud'u, o kuvvet sahibi zâtı
hatırla. Şüphesiz o, daima Allah'a yönelendi.
18, 19.
Doğrusu biz akşam sabah onunla beraber teşbih eden dağları, toplu halde kuşları
onun emri altına vermiştik. Her biri ona yönelmekteydi.
20.
Onun hükümranlığını kuvvetlendirmiş, ona hikmet ve güzel konuşma vermiştik.
21, 22. Sana
davacıların haberi ulaştı mı? Ma'be-din duvarına tırmanıp, Davud'un yanma
girmişlerdi de Dâvûd onlardan korkmuştu. "Korkma! Biz biri diğerinin
hakkına tecüvüz etmiş iki davacıyız, aramızda adaletle hükmet, haksızlık etme;
bize doğru yolu göster." dediler.
23. Onlardan
biri şöyle dedi: "Bu, kardeşimdir.
Onun doksan dokuz koyunu var. Benimse bir tek koyunum var. Böyle iken onu da
bana ver, dedi ve tartışmada beni yendi."
24. Dâvud,
"Andolsun ki, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana
haksızlıkta bulunmuştur. Doğrusu ortakçıların çoğu, birbirlerinin haklarına
tecâvüz ederler. Yalnız îman edip de iyi işler yapanlar müstesna. Bunlar da ne
kadar az!" dedi. Dâvûd, kendisini denediğimizi anladı da Rabbinden
mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapandı, tevbe edip Allah'a yöneldi.
25. Bunun
üzerine, bunu O'na bağışladık. Kuşkusuz yanımızda O'nun yüksek bir makamı ve
güzel bir geleceği vardır.
26. Ey
Dâvûd! Biz seni yeryüzünde halîfe yaptık. O halde insanlar arasında adaletle
hükmet. Hevâ ve hevese uyma, sonra bu seni, Allah'ın yolundan saptırır.
Doğrusu Allah'ın yolundan sapanlar için, hesap gününü unnuttuklarından dolayı,
şiddetli bir azap vardır.
İzzet, kibirlenmek ve
hakkı kabul etmekten kaçınmak demektir. Bu kelimenin asıl mânâsı galip gelmek
ve üstünlük sağlamaktır. Arapların "galip gelen soyup yağmalar" sözü,
bu mânâdan alınmıştır.
Şikâk, muhalefet,
zıtlık manasınadır. Menâs, sığınmak, yardım istemek ve kurtulmak demektir.
Ucâb, son derece
hayret verici. Halîl şöyle der: acayip demektir. Ucâb ise, acayiplik sınırım
aşan şey manasınadır.[3]
İhtilâk, yalan ve
iftira demektir.
Fevâk, dinlenme
manasınadır. Cevherî şöyle der: ve "iki sağım arasındaki zaman"
demektir. Çünkü hayvan sağılır, sonra yavrunun emeceği kadar bir süre bırakılır
ki, memesine çok süt gelsin de sonra tekrar sağılsın. Yüce Allah'ın, âyetinin
mânâsı şudur: "Onlar için bekleme, dinlenme ve rahat yoktur"[4]
Kıtt; pay, nasip
demektir.
Eyd, ibadet ve itaatte
kuvvet manasınadır.
Üzerine çıktılar. Duvarın
üzerine çıktı, ona tırmandı demektir.
Duvar demektir.
Haksızlık etmek.
Dilciler şöyle der: Haddi aşmak ve hakka tecavüz etmek. Hükmünde zulmetti, âdil
davranmadı mânâsma ev uzak oldu. dan alınmıştır. [5]
1. Hecâ
harfleri hakkında daha önce bilgi verilmişti. Orada bu harflerin, Kur'an'm
mucizeliğine işaret olduğunu açıklamıştık.[6] Bu,
Yüce Allah'ın ettiği bir yemindir. Yani, yüksek şeref, şan ve mevki sahibi
Kur'an'a yemin ederim!... Bu yeminin cevabı zikredilmemiş olup takdiri
şöyledir: Şüphesiz bu Kur'an bir mucizedir. Muhammed gerçekten doğru
söyleyendir. İbn Abbas şöyle der: " şerefli" demektir.[7]
2. Kâfirler
bilakis imana karşı kibir ve gurur Rasulullah (s.a.v.)'a karşı da muhalefet ve
düşmanlık içersindedirler. Beyzâvî şöyle der: Kur'an'ı inkâr eden, onda bir
bozukluk bulduğu için inkâr etmez. Bilakis onu inkâr edenler, hakka karşı kibir
içersinde, Allah ve Ra-sulü'ne karşı da muhalefet içindedirler. Bundan dolayı
onu inkâr etmişlerdir.[8]
3. Hakka
karşı kibirlenmeleri ve peygamberlerine karşı düşmanca davranmalarından
dolayı, Mekkelüer'den önce, geçmiş milletlerden nice milletleri helak ettik.
Ebûssuûd şöyle der: Ayet, kendilerinden önce kibirlenenlerin başına gelenleri
açıklamak suretiyle, kibir ve inkârlarından dolayı Mekkeliler için bir tehdit
ifade eder.[9] Azap indiğinde, kurtuluş
ümidiyle yardım ve eman dilediler. Halbuki zaman, kaçıp kurtulma zamanı değildir.
İbn Cüzeyy şöyle der: Helak olan milletler, dua ve yardım istemenin fayda
vermeyeceği bir zamanda dua edip yardım dilediler. Çünkü dua ettikleri zaman,
kaçıp kurtulacak zaman değildir. kelimesi, "kaçtı" mânâsma gelen
fiilinden türemiştir. Geniş zamanı dur. edatı " değildir" mânâsma
gelmektedir. Bunun aslı, olumsuzluk edatı olan *i dır. Sonuna dişilik alâmeti
olan d eklenmiştir.[10]
4. Müşrikler
Muhammed (a.s.)'in gönderilmesine hayret ettiler ve Allah'ın insandan bir
peygamber göndermesini uzak gördüler, Mekke kafirleri: "Muhammed,
getirdiği mucizelerde şüphesiz bir sihirbazdır. Kendisinin, Allah'ın elçisi
olduğu iddiasında da aşın derecede yalancıdır" dediler. Allah müşriklere
çok kızdığı, onları kınadığı ve inkâr suçunu üzerlerine tescil ettiği için, “onlar
dediler" demeyip de, zamir yerine " kâfirler dediler" şeklinde
açık isim kullandı. Çünkü peygambere bu ithamı, inkârda ve yoldan çıkma
hususunda aşırı gidenlerden başkası yapmaz. [11]
5. "kendisine
ibadet edilen Rab, bir tek ilâhtır, ondan başka ilâh yoktur" diye iddia mı
etti? Muhammed'in, "ilâh birdir" diye söylediği bu söz son derece
şaşırtıcıdır, İbn Kesir şöyle der: Allah onlara lanet etsin, müşrikler bunu
inkâr etti ve Allah'a ortak koşmayı bırakmayı hayretle karşıladılar. Çünkü
onlar, babalarından putlara ibadet etmeyi almışlar ve bu inanç onların
kalplerine içirilmişti. Rasulullah (s.a.v.) onları putları terketmeye ve tek
ilâh inancını kabule çağırınca bunu büyük bir olay saydılar ve hayrete
düştüler. Dediler ki: "Tanrıları tek tanrı mı yaptı. Doğrusu bu çok tuhaf
bir şeydir.[12] Tefsirciler şöyle der:
Kâfirler toplanıp Ebû Tâlib'e dediler ki: Kardeşinin oğlunun, üzerimize
gelmesine engel ol. Çünkü o, dinimizi ayıplıyor, ilâhlarımızı yeriyor,
düşüncelerimizi aptallık sayıyor. Bunun üzerine Ebû Tâlib Hz. Peygamber'i
çağırarak bu hususta onunla konuştu. Rasulullah (s.a.v.) şöyle dedi: Ey amca!
Ben onlardan bir tek söz istiyorum. Onlar bu sözle Arap olmayanlara hâkim
olacaklar ve yine bu sözle Araplar Kureyş'e itaat edecek. Ebû Cehil ve müşrikler şöyle dediler: Evet sana
o istediğin sözü ve onunla birlikte on söz daha vereceğiz! Bunun üzerine
Rasulullah (s.a.v): "Lâ ilahe illallah" deyin dedi. Bunu işiten
müşrikler, bağıra çağıra kalkıp yakalarını silkelemeye başladı ve şöyle
dediler: "Tanrıları tek tanrı mı
yaptı?..." Bunun üzerine bu âyetler indi.[13]
6. Kureyş'in
ileri gelenleri ve içlerindeki sapık reisler, Peygamber (s.a.v.)'in yanından
çıkıp gittiler. Birbirlerine şöyle diyorlardı:
Yürüyün, ilâhlarınıza
ibadette direnin. Muhammed'in sizi tek ilâha ibâdet etme
çağrısına uymayın. Bu planlı bir iştir. Bunun arkasından Muhammed sizi
babalarınızın dininden çevirmek istiyor ki, size karşı güçlü olup size hâkim
olsun. Dolayısıyle ona itaat etmekten sakının.[14]
7. Dinlerin
sonuncusu olan Hristiyanlıkta böyle bir söz işitmedik. Çünkü onlar İlâhın
birliğine değil üç olduğuna inanıyorlar. Muhammed, Allah'ın tek olduğunu nasıl
iddia ediyor? İbn Abbâs şöyle der: Müşrikler, son din ile, hristiyanlığı
kastediyorlar. Mücâhid ve Katâde ise, "Kureyş'in dinini
kastediyorlar" derler. Yani, bu, babalarımızı üzerinde bulduğumuz
dinde yoktur. Muhammed'in iddia ettiği bu şey, yalan ve iftiradan
başkası değildir. Sonra müşrikler, vahyin, aralarından bir başkasına değil de
ona verilmesini inkâr edip şöyle dediler: [15]
8. Kur'an
bize değil de Muhammed'e mi indi? Halbuki içimizde, malı ondan daha çok,
reisliği ondan daha üstün olan kimseler var. Bu soru inkâr ifade eder.
Zemahşerî şöyle der: Müşrikler ileri gelenlerinin ve reislerinin arasından,
başkasını değil de onun şerefi endir ilmesini yadırgadılar. Bu yadırgama
peygamberlik şerefinin, aralarından Rasulullah (s.a.v.)'a verilmesine karşı
kalplerinde kaynamakta olan kıskançlığın ifadesidir.[16] Buradaki edatı mukadder bir sözden idrâb için olup
takdiri şöyledir: Onların Kur'an'ı inkârları, birşey bildiklerinden değildir.
Bilakis onlar, Kur'an'dan şüphe içersindedirler. Onu bu sebeple inkâr ettiler.
ı Buradaki edatı da, geçiş idrâbı
içindir. Maksat tehdittir. Yani, onların şüphelenmelerinin sebebi, şimdiye
kadar azabı tatmamış olmalarıdır. Eğer azabı tatmış olsalardı, Kur'an'a
kesinkes inanır ve iman ederlerdi. [17]
9. Bu âyet,
Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğe seçilmesini yadırgayan müşriklere
cevaptır. Yani, Yüce Allah'ın rahmet hazineleri onların elinde mi ki,
peygamberliği dilediklerine versinler, dilediklerine de vermesinler. Beyzâvî
şöyle der: Yüce Allah, peygamberliğin, Allah'ın bir lutfu olduğunu, onu
kullarından dilediğine lütfedeceğini bildirmek istiyor. Çünkü o güçlüdür,
mağlup edilmez, o dilediği şeyi dilediğine bağışlama yetkisine sahiptir.[18]
10. Yoksa
göklerin ve yerin mülkünden bir payları mı var? Bu da, bir kınama ve
yadırgamadır. Eğer bunlardan bir payları varsa, kendilerini göklere ulaştıracak
yükselme vasıtalarına binsinler ve kâinatın işlerini planlasınlar. Bu, onlarla
bir alay ve eğlencedir. Zemahşerî şöyle der: Yüce Allah Onlarla gayet güzel
alay etti ve şöyle buyurdu: Onlar eğer mahlûkâtı idare etmeye ve rahmeti bölme
hususunda tasarrufa yetkili iseler, ve kimin peygamberliğe layık, olduğu, kimin
de olmadığını ayırabilecekleri hikmete
sahip iseler, kendilerini Arş'a ulaştıracak yükselme
araçlarına binip yükselsinler de Arş'a
kurulsunlar ve kâinatın işlerini idare etsinler, istedikleri kimseye vahiy
indirsinler. İşte bu, onlarla aşırı derecede bir alaydır.[19]
11.
Kelimesinin nekre getirilmesi, azlık ve küçümseme ifade eder. Edatı da bu azlığı pekiştirir. Yani, onlar
sadece Allah'ın peygamberlerinin başına toplanmış kâfirlerden oluşan az bir
ordudur. Pek yakında hezimete uğratılacak ve dönüp gideceklerdir.
Söylediklerine aldırma, hezeyanlarına aldırış etme. Bundan sonra Yüce Allah,
onların kâfir seleflerinin başına gelen azap ve helaki bildirmek üzere şöyle
buyurdu: [20]
12. Kureyş
kâfirlerinden önce de birçok millet, peygamberleri yalanladı. Nüh ve Hûd kavmi
onlardandır. Hûd kavmi, Âd kabilesidir. Yalanlayanlardan biri de, güçlü ve
sağlam mülk veya kalabalık bir topluluk sahibi zorba Firavun'dur. Tefsircilerin
biri şöyle der: Firavun, işkence yapmak istediği kimsenin ellerine ve
ayaklarına 4 tane kazık çaktığı ve ölünceye kadar öylece bıraktığı için,
"kazıklı" mânâsına gelen alsy diye isimlendirilmiştir. Bir görüşe
göre de, yer yüzünde kazıklar gibi sabit duran büyük ehram (pramitler) ve
binaları olduğu için, ona bu isim verilmiştir.[21]
13. Salih
(a.s.)'in kavmi olan Semûd, Lüt kavmi ve Şuayb (a.s.)'ın kavmi olan Eyke, yani
birbirine girmiş çok ağaçlı bölgenin halkı da peygamberleri yalanladı. İşte
onlar, peygamberlerinin başına toplanan kâfirlerdir ki, Allah onları yok
etmiştir. Allah'ın elçisini yalanlayan o kafirler, seleflerinin başına
gelenlerin, kendilerinin de başına gelmesinden sakınsınlar. [22]
14. O
ordular ve milletlerden her biri, kendilerine gönderilen elçiyi yalanlamadan
başka bir şey yapmadı. Dolayısıyle onlara azabım sabit ve vacip oldu. Ayet
sonlarına riayet için, kelimesinin sonundaki söylenmemiştir.[23]
15. Mekke
kâfirleri, o müşrikler tek bir üfürmeden başka bir şey beklemiyorlar. İsrafil o
üfürüğü Sûr'a üfürecek, o zaman hepsi ölecekler. Bu üfürüş ne duracak ne tekrarlanacak.
İbn Abbas: "Bu üfürüş tekrarlanmayacak" der.[24] Tefsircüer de şöyle der: Yani bu sayha
geldiğinde devenin iki sağımı arasındaki mesafe kadar kısa bir süre dahi
gecikmeyecek. Fevâk, iki sağım arasındaki zamandır. Çünkü Sayha belirlenen
vaktinde gelir. Bu vakit, ne önce gelir, ne de geç kalır. Zemahşerî şöyle der:
yani, o sayha, sadece bir üfürüştür. O, ne ikilenir, ne de tekrarlanır.[25]
16. Mekke
kâfirleri alay ve eğlence üslubuyla dediler ki: Ey Rabbimiz! Eğer durum
Muhammed'in dediği gibi ise. kıyamet gelmeden önce, korkuttuğun azaptan
payımızı hemen ver. Tefsirciler şöyle der: Bunu sadece alay yollu söylediler.
Bu, Yüce Allah'ın. "Senden azabı çabucak istiyorlar"[26] mealindeki sözüne benzer. [27]
17. Ey
Muhammedi Onların yalanlamalarına sabret. Çünkü Allah, onlara karşı senin
yardımcındır. Sâvî şöyle der: Bu âyette Rasûlullah (s.a.v) için bir teselli
kâfirler için ise bir tehdit vardır.[28] Dinde ve bedende kuvvet sahibi, sabırlı,
şükredici o peygamber kulumuz Davud'u hatırla. O bir gün oruç tutar, bir gün
tutmazdı. Gecenin yansını ibadetle geçirirdi. O, Allah'a çokça baş vuran, çokça
yönelendir. Evvâb: Allah'a çok başvuran demektir. Ebû Hay yân şöyle der:
Müşriklerin sözü, dini hafife alma anlamına geldiği için, Yüce Allah
peygamberine, onların eziyetlerine
sabretmesini emretti. Dâvûd, Süleyman, Eyyûb ve diğer peygamberler
(aleyhimu's-selâm)'in kıssalarını ve başlarına gelenleri anlattı. Onlar bunlara
sabrettiler, neticede1 Allah onların sıkıntılarını giderdi ve akıbetleri en
güzel bir âkibet öldü. İşte sen de öylesin. Sen de sabredersin, senin âkibetin
de en güzel akıbete dönüşür.[29]
18. Dağları
.Davud'un emrine verdik. Sabah akşam
onunla birlikte teşbih ediyorlar. Dağların teşbihi mecazî değil gerçektir. Bu,
Dâvûd (a.s.)'un bir mucizesidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurdu: "Ey
dağlar ve kuşlar! Onunla beraber teşbih edin"[30]
19. Kuşları
da toplu halde onun emrine verdik. Hepsi onunla birlikte teşbih ederler. Dağlar
ve kuşlardan her biri teşbih ve takdis ederek, Yüce Allah'a itaat edicidir. İbn
Kesîr şöyle der: Kuşlar, Dâvûd (a.s.)'un yaptığı teşbih gibi teşbih eder, onun
nağmesi gibi nağme çıkarırlardı. Havada uçmakta olan bir kuş ona uğrayıp da,
Zebur okuyarak terennüm ettiğini duyunca havada durur ve onunla birlikte teşbih
ederdi. Yüksek dağlar da böyleydi. Onunla birlikte nağme yapar ve ona bağlı
olarak teşbih ederdi. Katâde şöyle der: Evvâb, itaat eden demektir.[31]
20. Onun
mülkünü kuvvetlendirdik ve onu heybet zafer ve çok orduyla sağlamlaştırdık. Ona
peygamberlik, anlayış ve işlerde isabet verdik Muhatabın anlayabileceği açık
konuşma özelliği verdik.[32] Mücâhid şöyle der: Yani, hükümde ve anlamada
isabet verdik. Kurtubî şöyle der: Hak ile bâtılı ayıran ifade demektir."[33] Tefsirciler şöyle der: Dâvûd (a.s.)'un
yönetimi kuvvetli idi. Devletini hikmet ve temkinle idare ederdi. Hikmet ve
kuvvetle, tereddütsüz kesin hüküm verirdi. Bu da yönetim ve idarede son derece
mükemmelliği gösterir. [34]
21. Bu soru,
dinleyeni hayrete düşürmek ve kendisine söylenecekleri dinlemeye teşvik
içindir. Nitekim sen, arkadaşına şöyle dersin: "Bu gün ne oldu, biliyor
musun?" Bu ifadenle sen onu, sözünü dinlemeye teşvik etmek istersin. Bu da
öyledir. Yani, ey Muhammedi İbadet ve itaatle meşgul olduğu bir zamanda,
Davud'un yanma mescide tırmanan hasımlar grubunun haberi sana geldi mi? [35]
22. Onlar
duvarın üstünden yanma girdiklerinde, Dâvûd onlardan korkup titredi.
Tefsirciler şöyle der: Onlar, Dâvûd (a.s.)'un ibadete tahsis ettiği bir
zamanda, izinsiz ve kapıdan başka bir yerden girdikleri için onlardan korktu,
Dediler ki: Bizden korkma, biz, birbirinin hakkına tecavüz etmiş iki hasım
grubuz. Aramızda adaletle hükmet, hükümde haksızlık etme. Bize, apaçık doğru
yolu göster. [36]
23. Bu âyet,
iki hasım kıssasının başlangıcıdır.[37] Onlardan biri dedi ki: Bu arkadışimm 99
koyunu, benim ise 1 koyunum var. Tefsirciler şöyle der: Bazen "na'ce"
kelimesi, kadından kinaye olarak kullanılabilir. "Bu takdirde, maksat şu
olur: Onun 99 karısı, benim ise bir karım var. Böyleyken "Onu da benim
mülküme ve kefaletim altına ver" dedi. Tartışmada bana baskın çıktı, sert
ve katı söz söyledi. [38]
24. Dâvûd
ona dedi ki: Vallahi, koyununu senden alıp, onunla kendi koyunlarını yüze
tamamlamak istediği için sana zulmetmiştir, Şüphesiz ortaklardan çoğu
birbirinin hakkına tecavüz ederAncak, iyi iş yapan mü'minler hariç. Onlar
haksızlık Bunun üzerine Allah'tan bağışlanmasını istedi ve secdeye kapandı,
kendisinden meydana gelen kusurdan dolayı pişman olup tevbe ederek Allah'a
döndü. Ebû Hayyân şöyle der: Bu kıssa hakkında, müfessirler peygamberlerin
makamlarına uygun olmayan şeyler anlatmışlardır. Biz onları anlatmadık. Âyetin
zahirinin gösterdiğine göre, mescidin duvarına tırmananlar insanlardı. Onlar
onun yanma kapıdan başka bir yerden ve mahkeme oturumu zamanının dışında
girmişlerdi. Dâvûd (a.s.) onların, kendisini öldüreceklerini zannettiği için
korktu. Çünkü o; mescitte Rabbına ibadet etmek için tek başına bulunuyordu.
Onların mahkeme için geldiklerim anlayınca ve Yüce Allah'ın anlattığı gibi,
mahkemeleşmek için geldikleri ortaya çıkınca, bu zanından dolayı bağışlanmasını
istedi ve Allah için secdeye kapandı. Biz şunu kesin olarak biliyoruz ki,
peygamberler hatâdan ma'sûmdur. Zira, onlar hakkında bu hatalardan herhangi
bir şeye cevaz verirsek şeriatlar elbette bâtıl olur ve onların anlattığı
hiçbir şeye güvenemeyiz. Allah'ın, kitabında anlattığı. Onun iradesine göre
devam eder. Kıssacıların anlattığı, içinde peygamberlik makamını küçük düşüren
olaylar bulunan kıssayı attık.[39]
25. Ona
müsamaha ettik ve o iki adam hakkındaki sû-i zannmı bağışladık. İbn Kesir şöyle
der: Ondan sadır olan ve "iyilerin güzel amelleri, Allah'a yakın olanların
günahlarıdır" denilecek nitelikteki şeylerini bağışladık. Kuşkusuz bu
bağışlamadan sonra, katımızda onun değeri ve yakınlığı ve âhirette varacağı
güzel bir yeri vardır. [40]
26. Ey
Dâvûd! Biz seni, işlerini idare etmek ve ihtiyaçlarım temin etmek için
insanların basma halîfe kıldık, O halde, aralarında adaletle ve Allah'ın sana
İndirdiği şerîatle hükmet. Hükümlerde ve diğer konularda nefsinin arzusuna
uyma. Sonra bu arzuya uymak seni Allah'ın doğru dininden ve dosdoğru
şeriatından saptırır, Şüphesiz Allah'ın dininden ve şeriatından sapanlar için,
kıyamet günü çetin bir azap vardır. Bu azap, onların Allah yoluna girmeyi unutup
terketmeleri ve hesap gününe inanmamaları yüzündendir. Çünkü onlar inansalardı,
kıyamet günü için azık hazırlarlardı. Ebû Hayyân şöyle der: Allah'ın Dâvûd
(a.s.)'u yeryüzünde halîfe kılması, onun makamının yüceliğini ve Allah'ın onu
bu makama seçtiğini gösterir ve peygamberlik makamına yakışmayan şeyi ona
nisbet eden kimsenin kalbinden bu düşünceleri atar. [41]
Bu mübarek âyetler bir
çok edebî sanatı kapsamaktadır. Bunları
aşağıda Özetliyoruz.
1. "Onlardan
önce nice zamanı yok ettik" âyetinde Mecâz-ı mürsel vardır. Zira karn, yüz
yıl demektir. Helak, o zaman içersinde yaşayanlar içindir. Dolayısıyle burada
mecaz vardır.
2. "Kâfirler
dediler" cümlesinde zamirin yerine isim kullanılmıştır. İnkâr suçunu
kâfirler üzerine tescil etmek için yerine denilmiştir.
3. Kelimeleri,
mübalağa sıygalarıdır.
4. "Onlar
orada az bir ordudur" ifadesindeki kelimesinin tenvini azımsama ve
küçümseme ifade eder.
5. "Doğrusu
bu son derece tuhaf bir şeydir" şeklindeki haber cümlesi daha fazla hayret
ve yadırgama ifade etmesi için , pekiştirilmiştir.
6. "Kazıklı
Firavun" terkibi, belîğ bir istiaredir. Yüce Allah mülkü, sabit kalması,
iyice yerleşmesi ve rüzgarın sökmemesi için ipleri kazıklara bağlanan büyük bir
çadıra benzetti. Bunda istiâre-i mekniy-ye vardır. "Kazıklar"
zikretmek ise, hayalde canlandırmayı ifade eder.
7. "Akşam-sabah
teşbih ederler" cümlesinde, arasında tıbâk vardır. Çünkü bu kelimelerden
maksat "Sabah-akşam" dır.
8. "Davacıların
haberi sana ulaştı mı?" cümlesinde teşvik üslûbu vardır.
9. "Hevâ
ve hevese uyma. Sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah yolundan
sapanlar.." âyetinde itnâb üslûbu
vardır.
10. Ayet
sonlarına riayet için, fasıla harfleri birbirine uygun gelmiştir: gibi. Bunlar
kelâmın güzelliğini ve parlaklığını artıran şeylerdendir. [42]
İbn Kesîr'in rivayetine
göre Ebû Zür'a, Velîd b. Abdülmelik'in huzuruna girdi. Velîd ona dedi ki:
"Halîfe hesaba çekilecek mi?" bunu bana bildir. Çünkü sen Kur'an'ı
okumuş ve fakîh olmuşsun. Ebû Zür'a dedi ki: Ey Mü'minlerin emîri! Söyleyeyim
mi? O da: Söyle, sen Allah'ın emânindasın. Ebû Zür'a şöyle dedi: Ey mü'minlerin
emîri! Allah katında sen mi daha değerlisin, yoksa Dâvûd (a.s.) mu? Şüphesiz
Allah ona hem peygamberlik, hem de halifelik verdi. Sonra onu Kitabında şöyle
tehdit etti: "Ey Dâvûd! Biz seni yer yüzünde halîfe yaptık. O halde
insanlar arasında adaletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma. Sonra bu seni Allah
yolundan saptırır..." Bu âyet etkili bir öğüttür. [43]
27. Göğü,
yeri ve ikisi arasmdakileri biz boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin
zannıdir. Bu yüzden inkâr edenlere ateşten bir azap vardır.
28. Yoksa
biz, îman edip de iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi
tutacağız? Veya Allah'tan korkanları yoldan çıkanlar gibi mi sayacağız?
29. Ey
Muhammedi Sana bu mübarek Kitab'ı,
âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.
30. Biz
Davud'a Süleyman'ı verdik. Süleyman ne güzel bir kuldu! Doğrusu o, daima
Allah'a yönelirdi.
31. Hatırla
ki, bir zamanlar Öğleden sonra kendisine, üç ayağının üzerinde durup bir
ayağını yere diken çalımlı ve safkan koşu atları sunulmuştu.
32, 33.
Süleyman: "Gerçekte ben mal sevgisini, Rabbimi anmaya tercih ettim"
dedi. Nihayet güneş batıp gözden kaybolunca "Onları bana getirin!"
dedi. Bacaklarım ve boyunlarını sıvazlayıp kesmeye başladı.
34. Andolsun
biz Süleyman'ı imtihan ettik. Tahtının üstüne bir ceset olarak bırakıverdik,
sonra o, yine eski hâline döndü.
35. Süleyman
"Rabbîm, beni bağışla; bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir
hükümranlık ver. Şüphesiz sen, dâima bağışta bulunansın." dedi.
36, 37, 38.
Bunun üzerine biz de istediği yere onun emriyle kolayca giden rüzgârı bina
kuran ve dalgıçlık yapan şeytanları, demir halkalarla bağlı diğer yaratıkları
onun emrine verdik.
39.
"İşte bu bizim bağışımızdır. İster ver, ister tut; hesapsızdır."
dedik.
40. Doğrusu
onun, bizim yanımızda yüksek bir makamı ve güzel bir istikbâli vardır.
41. Kulumuz
Eyyûb'u da an. O, Rabbine nida etmiş ve: "Doğrusu şeytan bana bir
yorgunluk ve azap verdi." diye seslenmişti.
42. "Ayağını
yere vur! İşte yıkanacak ve içilecek soğuk bir su." (dedik).
43. Bizden
bir rahmet ve olgun akıl sahipleri için de bir ibret olmak üzere ona, hem
ailesini hem de onlarla beraber bir mislini bağışladık.
44. "Eline
bir demet sap al da onunla vur, yeminini bozma." (dedik). Gerçekten biz
Eyyûb'u sabırlı bulmuştuk. O, ne iyi kuldu, dâima Allah'a yönelirdi.
45. Kuvvetli
ve basiretli kullarımız İbrahim, İshâk ve Yâ'kûb'u da an.
46. Biz
onları âhiret yurdunu düşünme husûsiyye-tiyle ihlâslı kimseler kıldık.
47. Doğrusu
onlar bizim yanımızda seçkin ve iyi kimselerdendir.
48. İsmail'i,
Elyesa'ı, Zülkifl'i de an. hepsi de iyilerdendir.
49. İşte bu,
bir hatırlatmadır. Doğrusu Allah'a karşı gelmekten sakınanlara güzel bir
gelecek vardır.
50. Kapıları
yalnızca kendilerine açılmış Adn cennetleri vardır.
51. Onlar
koltuklara yaslanıp kurularak orada bir çok meyveler ve içecekler isterler.
52. Yanlarında,
eşlerinden başkasına bakmayan, yaşıt güzeller vardır.
53. İşte,
hesap günü için size va'dolunan şeyler bunlardır.
54. Şüphesiz
bu, bizim rızkımızdır. Ona bitmek ve tükenmek yoktur.
Yüce Allah, Önceki
âyetlerde müşriklerin Kur'an'ı, peygamberliği, haşir ve neşri inkârını
anlatmıştı. Daha sonra da Peygamber (s.a.v.)'i teselli etmek için Dâvûd
(a.s.)'un kıssasını anlatmıştı. Burada da öldükten sonra dirilme ve haşre dâir
bazı delilleri açıkladı. Sonra Kur'an'm inişindeki hikmeti anlatıp ardından,
Kur'an kıssalarını anlatmadaki yüce hedefi tamamlamak için Dâvûd oğlu Süleyman
(a.s.) kıssasını zikretti. [44]
Elbâb, akıllar
demektir. Tekili dür. Bir şeyin lübbü, onun jpzü ve hülasası demektir. Bundan
dolayı akla "lübb" adı verilmiştir.
Sâfinât, üç ayağı
üzerine tam, dördüncü ayağının da tırnağı lizerine duran atlar demektir.
kelimesinin çoğuludur. Ferrâ şöyle der: yap dilinde Safin, ayakta duran at ve
diğer hayvanlardır. Şair şöyle der:
Atları onun üzerinde,
dizginleri vurulmuş olarak ayakta durur halde bıraktık.[45]
Ciyâd, hızlı koşu
atlan. Müberred şöyle der: el-Ciyâd, kelimesinin çoğuludur. Cevâd ise, iyi
koşan demektir. Nitekim, insanların çok jve çabuk harcayanına da
"cevâd" denir.[46]
Gizlendi.
Ruha', yumuşak veya
kişinin istediği tarafa boyun eğip giden.
Asfâd, demir zincir ve
halkalar. Müfredi dir. Hadiste Şeytanlar demirlendi'[47] yani
zincirlerle bağlandı buyrulmuştur. Şair şöyle der:
Onlar ganimetler ve
esirlerle döndüler. Biz ise zincire vurulmu meliklerle döndük.
Dığs, yaş-kuru
karışık, ot veya başka şeylerin demeti. Asıl itibariyle bu, "karışık
şey" demektir. Bu manada karışık rüyalar için[48] denilmiştir.
[49]
27. İçinde
bulunan harikulade mah-lûkâtla birlikte bu eşsiz kâinatı boş ve abes olarak
yaratmadık, Bu anlatılanların hikmetsiz yaratıldığını düşünmek, öldükten sora
dirilmeye ve haşre inanmayan günaha, batmış kafirlere hastır. Cehennem azabını
çekecekleri İçin kâfirlere yazıklar olsun, Bundan sonra Yüce Allah, bu sû-i
zandan dolayı onları kınamak üzere şöyle buyurdu: [50]
28. Yoksa
iyi iş yapan mü'minleri, yer yüzünde fesat çıkaran kâfirler gibi mi tutacağız?
Ya da seçkin iyi kimseleri, günaha batmış kötü kimseler gibi mi tutacağız?
Maksat şudur: Yüce Allah'ın hikmetinde, güzel iş yapanla kötü iş yapan, iyi ile
kötü eşit olmaz. Bu âyette haşre ve hesabın varlığına delil vardır. Aynı
zamanda bu âyette va'd ve tehdit vardır. İbn Kesîr şöyle der: Yüce Allah,
mü'minlerle kâfirleri eşit tutmasının, adalet ve hikmetinden olmadığını
açıkladı. Durum böyle olunca,
itaat edene sevabın, günah işleyene de cezanın verileceği bir
hesabın olması gerekir, Akl-ı selimler, hesab ve âhİret hayatının gerekli
olduğunu gösterir. Çünkü biz azgın zâlimi görüyoruz ki, malı, çocuğu ve nimeti
artıyor ve ceza görmeden ölüp gidiyor. Ve yine görüyoruz ki, mazlum itaatkâr
kimse hüzün ve kederiyle Ölüyor. Her şeyi bilen ve hikmet sahibi Allah'ın
hikmetinde, mazlumun hakkının zâlimden alınması gerekir. Bu, bu dünyada
alınmayınca, bu hesap ve eşitliğin gerçekleşmesi için başka bir yurdun varlığı
zarurî hâle gelir ki bu da âhiret yurdudur.[51] Bundan
sonra Yüce Allah, Kur'an'm inmesindeki gayeyi açıkladı ki bu gaye de "amel
etmek" ve "düşünmektir." [52]
29. Ey
Muhammedi Sana indirdiğimiz bu kitap büyük ve yüce bir kitaptır. Hayırları,
dinî ve dünyevî yararlan çoktur. Onu indirdik ki âyetlerini düşünsünler ve onda
bulunan enteresan sırları ve yüce hikmetleri tefekkür etsinler. Ve bu Kur'an'la
akl-ı selîm sahipleri öğüt alsınlar. Hasan Basrî şöyle der: Allah'a andolsun
ki. onu düşünmek, harflerini
ezberlemek, hükümlerini çiğnemekle
olmaz. Hattâ insanlardan biri şöyle der: Vallahi, Kur'an'ı okudum. Ondan
okumadık hiçbir harf bırakmadım. Halbuki, vallahi onun hiçbirini okumamıştır
Ne ahlâkında, ne amelinde Kur'an'm hiçbir izi üzerinde görünmemektedir.[53] Ey Allah'ım! Bizi, Kur'an'ı okuyan, onu
düşünen ve içindekilerlı amel edenlerden eyle.
[54]
30. Burada,
Dâvûd oğlu Süleyman (a.s.)'m kıssasının anlatımı başlamaktadır. Yani, kulumuz
Davud'a Süleyman adlı, sâlih bir çocuk lütfettik ve ona peygamberlik verdik.
Tefsirciler şöyle der: Burada, hibe'den maksat, peygamberlik verilmesidir. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Süleyman Davud'a vâris oldu.[55] Yani
peygamberlikte vâris oldu. Yoksa onun, Süleyman'dan başka birçok oğlu vardı
Süleyman ne güze! kuldu. O tevbe ile Allah'a çokça yönelirdi. [56]
31. Hatırla
ki, bir gün ikindiden sonra, Üç ayağının üzerine tam basan, diğer tek ayağının
da tırnağı üzerine duran, hızlı koşan atlar Süleyman'a gösterildi. Râzî şöyle
der: O atlar iki sıfatla nitelendi. Birincisi, atın üstünlüğünü gösteren ayakta
duruş sıfatı. İkincisi de iyi koşma sıfatıdır. Maksat, atların, duruş halinde
de hareket halinde de üstünlüğünü ve mükemmeliyetierini bildirmektir.
Durduklarında, yerlerinde sükûnetle dururlar. Koştuklarında ise hızlı
koşarlar.[57]
32. Dedi ki:
Ben at sevgisini tercih ettim de, o beni Allah'ın zikrinden alıkoydu.
Tefsirciler şöyle der: Babasının ona bırakmış olduğu binlerce at ona
gösterildi. Bu atlar, ikindiden sonra onun Önünde koşturuldu. Süleyman (a.s.)
onların güzelliği, koşusu ve sevgisiyle meşgul olup., kendisine mahsus olan
bir zikri, güneş batmcaya kadar yapamadı. Nihayet güneş batıp gözlerden
kayboldu. [58]
33. Süleyman
(a.s.) "o atlan bana geri getirin" dedi. Allah'a yakınlık kazanmak
için onları boğazlamaya ve ayaklarını kesmeye başladı ki, fakirlere yemek
olsun. Çünkü onlar, kendisini Allah'ı zikirden alıkoymuştu. Hasan Basrî şöyle
der: Atlar ona geri getirildiğinde şöyle dedi: Hayır, vallahi, beni rabbime
itaattan alıkoymayın. Sonra, atların kesilmesini emretti ve atlar kesildi.
Süddî de böyle demiştir.[59] "Atlar
onu ikindi namazını kılmaktan alıkoydu. Nihayet güneş battı" diyen kimsenin
görüşü zayıftır. Çünkü herhangi bir peygamberin, dünya ile meşgul olduğu için
ikindi namazını terketmesi düşünülemez. Bu hususta söylenen "Rabbimin
zikrinden" nassı açıktır. [60]
34. Andolsun
biz Süleyman'ı imtihan ettik, tahtının üstüne bir ceset olarak bırakıverdik.
Sonra o hatasından döndü. Bu, Süleyman (a.s.)'m mübtela olduğu başka bir
imtihana işarettir. O imtihan edilmiş, sonra tevbe edip bu zelle ve hatadan
dönmüştür. Belki de bu imtihan, Ebû Hureyre'den sahih hadisle rivayet edilen
şeydir. O Rasulullah (s.a.v.),'ın şöyle dediğini rivayet eder: Süleyman (a.s.)
şöyle dedi: Bu gece mutlaka yetmiş kadını ziyaret edeceğim. Onlardan her biri,
Allah yolunda cihat edecek bir kahraman doğuracaktır. "İnşaallah"
demedi. Kadınları dolaştı, ancak bir tanesi hamile kaldı. O da yarım erkek
doğurdu. Canım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Süleyman (a.s.)
"İnşaallah" deseydi, (Çocuklar doğup) hepsi Allah yolunda kahramanca
cihat ederlerdi.[61] İbn Kesir şöyle der: Bazı
tefsirciler Seleften bir gruptan birçok rivayette bulunmuşlardır. Banların
ekserisi veya hepsi İsrâîliyâttan alınmıştır. Bu rivayetlerin çoğunda aşırı
derecede gariplik vardır.[62] Râzî
şu görüşü tercih eder: Âyet-i Kerimede anlatılan fitneden maksat, Süleyman
(a.s.)'ın bedeninde gerçekleşmiş olan fitnedir. Şöyle ki: O, ağır bir hastalığa
tutuldu. Dolayısıyle zayıf düştü. Hattâ, hastalığın ağırlığı dolayısıyle, sanki
bir koltuğa bırakılmış bir ceset haline geldi. Fah-reddin Râzî şöyle devam
eder: Araplar, zayıf kimse hakkında,: O, kütük üzerinde bir et, ruhsuz bir
cisimdir"derler. Bundan sonra Süleyman (a.s.) eski sağlıklı haline döndü.[63]
35. Süleyman
dedi ki: Ey Rabbim! Benden meydana gelen hataları bağışla ve peygamberliğime
delil olması için, bana başka kimseye nasip olmayacak geniş bir mülk ver Senin
lutfun geniş, ihsanın boldur. [64]
36. Biz de
duasını kabul ederek rüzgârı onun emrine ver-dik. Rüzgâr onun emriyle yumuşak
ve güzel bir
şekilde, istediği ve
dilediği yere gider. [65]
37.
Şeytanları da aynı şekilde onun emrine verdik. Onlar da, onun emriyle
çalışırlar. Bir kısmı hayret verici büyük binaların yapımında ona hizmet
ederler, bir kısmı da, inci ve mercan çıkarmak için denizlerde dalgıçlık
ederlerdi. [66]
38. Şeytanlardan
âsî olan bir kısmı da zincirlere vurulmuş, Hz. Süleyman'a itaat etmedikleri ve
inkâr ettikleri için bukağı ve zincirlerle bağlanmışlardır. [67]
39.
Süleyman'a dedik ki: İşte bu sana bolca insanımızdır. Dilediğine ver, dilediğine
verme. Bu hususta sana hesap yok. Çünkü sen, Allah'ın sana lütfettiği güç ve
nimet hususunda, serbestçe tasarruf yetkisine sahipsin. [68]
40.
Katımızda, dünyada yüksek bir makamı, âhirette de varacağı güzel bir yeri
vardır. [69]
41. Bu bölüm
bu sûredeki üçüncü kıssadır. Kulumuz şeklindeki isim tamamlaması Eyyûb'u (a.s.)
şereflendirmek içindir. Yani, ey Muhammed! Salih kulumuz Eyyûb'u hatırla. O,
çeşitli belâlara uğramış ve sabretmişti. Hani o, Rabbma yalva-rarak:
"Rabbım, doğrusu şeytan bana yorgunluk ve meşakkat, bedenime de şiddetli
bir elem verdi" diyerek seslendi. Tefsirciler şöyle der: Her ne kadar,
hayır ve şerr. her şey Allah'tan ise de, Eyyûb (a.s.) Allah'a karşı olan
edebinden dolayı bu belayı şeytana nisbet etti. Eyyub'un (a.s.) bedenine, aile
efradına, malına musibet geldi. Bu musibet içersinde 18 sene kaldı. Onun bu
kıssası daha önce anlatıldı.[70]
42. Ona
"ayağını yere vur" dedik. O da vurdu. Oradan hemen, onun için berrak
bir su fışkırdı. Ona dedik ki: Bu, yıkanacağın bir su ve içeceğin bir
içecektir. Bunun üzerine Eyyub (a.s.) o sudan yıkandı, hemen vücudunun
dışındaki hastalıklar gitti. İçince de, bedeninin içindeki bütün hastalıklar
iyileşti. Ebû Hayyân şöyle der: kendisiyle yıkanılan şey, dan maksat da
kendisinden içilen şeydir. Yıkanmanla dışın iyileşir, içmenle de için iyileşir,
Tefsircilerin çoğunluğunun görüşüne göre, Eyyûb (a.s.) için iki pınar
fışkırdı. Birinden içti, diğerinden yıkandı. Böylece iyileşti.[71]
43. Allah,
onun ölen çocuklarını diriltti ve ona bir o kadar daha verdi. Râzî şöyle der:
"En yakın mânâ şudur: Yüce Allah ona sağlığını ve malını verdi ve onu
güçlendirdi. Nesli çoğaldı, aile efradı öncekinin iki misli, hattâ kat kat
fazla oldu. Hasan Basrî'den gelen bir rivayete göre, onlar yok olduktan sonra
Yüce Allah onları yeniden diriltti.[72] Ebû
Hayyân da şöyle der: Âlimlerin çoğunluğuna göre Yüce Allah onun aile efradından
ölenleri diriltti. Hastalara şifa verdi. Dağılmış olanları da onun yanına
topladı.[73] Sabrı ve samimiyeti
dolayısıyle bunu ona bizden bir rahmet olarak verdik. Ve bu, akıl sahipleri
için de bir ibrettir. İbn Kesîr şöyle der: Sabrın sonunun selâmet olduğunu
bilsinler diye akıl sahipleri için bir ibrettir.[74]
44. Eline
ince dallardan bir demet al ve yeminini yerine getirmek için eşine onunla vur.
Yeminini bozma. Tefsirciler şöyle der: Eyyûb (a.s.), haslatığından kurtulunca
karısına yüz kamçı vuracağına yemin etmişti.
Çünkü karısı, hastalık halindeyken ona hizmet ediyordu. Hastalık
ağırlaşıp uzun süre devam edince şeytan ona, "daha ne zamana kadar
sabredeceksin?" diye vesvese verdi. Bunun üzerine karısı canı sıkkın bir
şekilde Eyyûb (a.s.)'a gelip ona: "Bu musibet ne zamana kadar devam
edecek?" dedi. Eyyûb (a.s.) bu söze kızdı ve, Allah kendisine şifa verdiği
takdirde ona yüz kamçı vuracağına yemin etti. Yüce Allah, içinde yüz tane ince
dal bulunan bir demet alıp onunla eşine bir defa vurmasını, böylece yeminini
yerine getirmesini emretti. Allah, Bunu, hem kendisine hem de ona hizmet etmiş
ve bu musibete sabretmiş olan eşine Allah'tan bir rahmet olsun diye yaptı. Bu,
Allah'ın emrine uyup ona itaat eden kimseler için verilen ferahlık ve
sıkıntıdan çıkış yoludur. Bunun içindir ki, Yüce Allah şöyle buyurdu: Şüphesiz
biz onu imtihan ettik ve sıkıntılara karşı sabırlı bulduk. Eyyûb, ne güzel
kuldur. Gerçekten o, tevbe, itaat ve ibadetle Allah'a çokça yönelenlerdendir. [75]
45. Ey
Muhammed! Kullarımız şu seçkin peygamberleri, İbrahim'i, İshâk'ı, Ya'kûb'u
hatırla ve onlara uy. Onlar, hem ibadette kuvvetli, hem de dinde basiret sahibi
idiler. Taberi şöyle der: Onlar, Allah'a ibadet hususunda kuvvet sahibi, akıllı
ve basiretli idiler.[76]
46. Onlara,
özel olarak yüce bir haslet de verdik. Bu haslet, onların dünyaya iltifat
etmemeleri ve âhiret yurdunu hatırlamalarıdır. Mücâhid şöyle der: Onları,
âhiret için çalışır kıldık. Onların, bundan başka bir dertleri yoktur.[77]
47. Onlar
bizim katımızda seçilmiş ve diğer insanlara tercih edilmişlerdir. Çünkü onlar
seçkin ve iyi kimselerdir.[78]
48. Ey
Muhammed! Şu peygamberleri, İsmâîl, El-yesa', Zülkifl'i de hatırla. Onların
hepsi de Allah'ın seçkin kullarındandı. Allah yolunda sabırda ve eziyetlere
katlanma hususunda onlara uy. [79]
49. Ey
Muhammedi O değerli peygamberlerin hayatlarıyla ilgili, olarak sana
anlattıklarımız, onlar için dünyada güzel bir anılma ve ebedi olarak
anılacakları bir şereftir. Allah'ın emrine uyan ve peygamberlerine itaat eden
herkes için, dönüp varacağı güzel bir makam vardır. Yüce Allah o makamı daha
sonra, şu sözüyle açıkladı: [80]
50. O makam,
ebedîlik ve nimet yurdundaki yerleşim cennetleridir. Gelmelerini beklemek
üzere, bu cennetlerin kapıları onlar için açılmıştır. Râzî şöyle der: Cennette
görevli melekler, müminleri gördüklerinde, cennetlerin kapılarını açarlar ve
onlara selam verirler. Mü'minler, bu şekilde, etrafları meleklerle dolu olduğu
halde, en izzetli bir hal ve en güzel bir şekilde cennete girerler.[81]
51. Cennette
yumuşak koltuklar üzerinde otururlar, Onlar koltuklara yaslanarak, dünyada
kralların yaptığı gibi, türlü türlü meyveler ve çeşit çeşit içkiler isterler.
İbn Kesîr şöyle der: Yani ne isterlerse bulurlar. Hangi türünden isterlerse
hizmetçiler onu getirirler.[82] Sâvî
şöyle der: Sadece meyve istediklerinin belirtilmesi, onların yemelerinin gıda
almak için değil de, sırf zevk ve sefa için olduğunu bildirmek içindir. Çünkü
cennette açlık yoktur.[83]
52. Onların
yanında, eşlerinden başkasına bakmayan iri gözlü, aynı yaşta huriler vardır. [84]
53. işte bu,
dünyada size va'dedilmiş olan mükâfatım azdır.
[85]
54. Bu
nimet, bizim cennet ehline bir ihsanımızdır Bu asla kesilmez, son bulmaz ve
tükenmez. Seyyid Kutub şöyle der: Bu sahne, bütününde ve parçalarında, şekil ve
alâmetlerinde tam mânâsyile birbirine tekabül eden iki manzaranın
anlatılmasıyle başlar. Birincisi, takva sahiplerinin manzarasıdir. Bunların,
dönüp varacakları güzel makamları vardır. İkincisi ise, dönüp varacakları kötü
bir makamı olan azgınların man-zarasıdır. Birinciler için, kapıları açılmış Adn
cennetleri, koltuklara yaslanma keyfi, yiyilecek içilecek şeylerden ve genç
hurilerden faydalanma nimeti vardır. Huriler, gençliklerine rağmen, onlardan
başka bir kimseye asla bakmaz ve göz dikmezler. Hepsi aynı yaşta genç
kızlardır. Bu, daimî bir nimet ve Allah katından verilmiş, bitmeyen bir
rızıktır.[86]
55. Bu
böyle; ama azgınlara kötü bir gelecek vardır.
56. Onlar
cehenneme girecekler. Orası ne kötü bir kalma yeridir.
57. İşte bu;
bunu tatsınlar: Kaynar su ve irin...
58. Buna
benzer daha türlü türlü başkaları da vardır.
59. (İnkarcıların
ileri gelenlerine): "İşte bu topluluk sizinle beraber kendilerini ateşe
atanlardır. Onlar rahat yüzü görmesin! Onlar mutlaka ateşe gireceklerdir."
denir.
60. (Toplulukta
bulunanlar ise): "Hayır, asıl siz rahat yüzü görmeyin, bizi buraya süren
sizsiniz, ne kötü bir duraktır!" derler.
61. Yine
onlar: "Rabbimiz! Bunu bizim önümüze kim getirdiyse onun ateşteki azabını
iki kat artır!" derler.
62. (Kâfirler) derler ki:
"Kendilerini dünyada iken
kötülerden saydığımız kimseleri
burada niçin görmüyoruz?
63. Onlarla
alay etmedik mi? Yoksa gözlerimiz onlardan kaydı mı?"
64. İşte bu,
yani cehennem ehlinin tartışması, kesin bir gerçektir,
65. De
ki: "Ben sâdece bir uyarıcıyım.
Tek ve Kahhâr olan Allah'tan başka bir tanrı yoktur."
66. O,
Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir, üstündür, çok
bağışlayıcıdır.
67, 68. De
ki: "Bu büyük bir haberdir. Ama siz ondan yüz çeviriyorsunuz.
69. En yüce
toplulukta tartışmalarına dair benim hiçbir bilgim yoktu,
70. Ben
ancak apaçık bir uyarıcı olduğum için bana vahyolunuyor."
71. Rabbin
meleklere demişti ki: "Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım.
72. Onu
tamamlayıp, içine de ruhumdan üfürdü-ğüm zaman, derhal ona secdeye
kapanın!"
73. Bütün
melekler toptan secde ettiler.
74. Yalnız
İblîs secde etmedi. O büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.
75. Allah,
"Ey İblîs İki elimle yarattığıma secde etmekten seni men'eden nedir?
Böbürlendin mi, yoksa ki-birlenenlerden muidin?" dedi.
76. İblîs,
"Ben ondan hayırlıyım! Beni ateşten yarattın, onu çamurdan
yarattın." dedi.
77. 78.
Allah, "Çık oradan, Sen artık kovulmuş birisin. Ceza gününe kadar lanetim
senin üzerindedir!" buyurdu.
79. İblîs:
"Ey Rabbim! O halde tekrar diriltilecek-leri güne kadar bana mühlet
ver." dedi.
80, 81.
Allah: "Haydi, sen bilinen zamanın gününe kadar mühlet
verilenlerdensin" buyurdu.
82, 83.
İblîs: "Senin mutlak kudretine andolsun ki, onlardan ihlâsa erdirilmiş
kullarının dışında hepsini mutlaka azdıracağım" dedi.
84, 85.
Allah "İşte bu doğrudur. Ben hakikati söy-liyeyim, andolsun, sen ve sana
uyanların hepsiyle cehennemi dolduracağım." buyurdu.
86. De ki:
"Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Ve ben yapmacık
davranışta bulunanlardan da değilim."
87. Bu
Kur'ân, ancak âlimler için bir öğüttür.
88. Onun
verdiği haberin doğruluğunu, bir zaman sonra çok iyi öğreneceksiniz.
Yüce Allah, önce takva
sahibi bahtiyar kimselerin akıbetlerini anlattıktan sonra, ikinci olarak
bedbaht suçluların durumunu anlattı. Sonra da, Muhammed (s.a.v.)'in
peygamberliğinin doğruluğuna dâir bazı deliller getirdi. Sonra da, insanlığı,
en büyük düşmanından, onun vesveseleri ve aldatmasından sakındırmak için Âdem
(a.s.) ile İblîs'in kıssasını ve onun Âdem'e (a.s.) secde etmeyişini anlatarak
bu mübarek sûreyi sona erdirdi. [87]
Gassâk, kâfirlerin
etlerinden çıkan irin ve pis kokudur.
Meyletti, demektir.
Sıhnyye, alay ve
eğlence manasınadır. Muktehım, kendini tehlikeye atan demektir. Sıkıntıya girmek
demektir. Kendini tehlikelere atmak mânasına gelen da bundandır.
Yaratılışını en
mükemmel bir şekilde tamamladım.
Âlîyn, kibirliler
demektir. Kibirlendi, böbürlendi mânâsına gelir.
Racîm, yıldızlar ve ateş parçalarıyla
taşlanmış manasınadır. [88]
55. Durum
budur. Peygamberleri yalanlayan kâfirler için, âhirette varacakları, son
derece kötü yerler vardır. Âyette geçen kelimesi mahzûf bir mübtedamn
haberidir. Takdiri şeklindedir. Bu cümle mânâsında kullanılmıştır. Bundan sonra
yüce Allah, kâfirlerin varacakları yeri şöyle açıkladı [89]
56. Onların
varacağı yer cehennemdir. Onun ateşine girecek ve tadacaklar. Cehennem onlar
için ne kötü yataktır. İbn Cüzeyy şöyle der: Yüce Allah cennet ehlini anlatmayı
tamamlayınca, konuyu sözüyle bitirdi. Sonra da cehennem ehlinin niteliğini
anlatmaya başladı. kelimesiyle "kafirler" kastedilmiştir.[90]
57. İşte bu,
elem verici azabın kendisidir. Onu tatsınlar. O, yakıcı kaynar su ve cehennem
ehlinin irinleridir. Taberî şöyle der: Âyette takdim ve te'hir vardır. Aslı
dur. Yani, işte bu kaynar su ve irindir. Onu tatsınlar. Hamım, son dereceye
kadar kaynatılan şeydir. Gassâk ise, derilerinden akan kan ve irindir.[91]
58.
Anlatılan bu azabın benzeri, bir başka azap daha vardır. Dondurucu soğuk,
şiddetli yakıcı ateş ve zakkum yemek gibi azaplar. Bu azaptan her türlüsünü
çekerler.
Bundan sonra Yüce
Allah, cehenneme girdiklerinde ileri gelen azgın lara söylenecek sözleri
anlatmak üzere şöyle buyurdu: [92]
59. Cehennem
bekçileri onlara şöyle der bu topluluk sizinle birlikte kendini ateşe atan ve
sizinle beraber olduklaı için cehenneme giren kalabalık bir topluluktur.
Nitekim bunlar kendilerir sizinle birlikte cehalet ve sapıklığa atmışlardı.
Onlara ne hoş geldiniz va: ne merhaba var. Siz cehenneme girdiğiniz gibi onlar
da girece ve cehennemin tadını tadacaklardır. Râzî şöyle der: İktihâm,
sıkıntıya giı mek demektir. Bu, cehennem bekçilerinin, kâfirlerin ileri
gelenlerine, onların peşinden gidenler hakkında söyledikleri sözlerdendir.
Araplar, kimse için dua edecekleri
zaman, derler. Yani, sen bu ülkelerde rahe etmeye geldin, sıkıntıya gelmedin.
Beddua etmek istediklerinde bum basma sl getirerek derler.[93]
60. Tâbi1
olanlar, kendilerini saptırmış olan azg liderlere derler ki: Bilakis size ne
hoş geldin var, ne de merhaba. Tefsire ler şöyle der: Tâbi' olanlar, cehenneme
girdiklerinde, önderleri onları diyerek
karşılarlar. Yani, size burada ne merhaba denilecek, ne (hayır gösterilecek.
Cehennem ehlinin selamı budur. Nitekim Yüce Ali; meâlen şöyle buyurmuştur:
"Her ümnmet girdikçe, yoldaşlarına lanet ed cek"[94] O zaman içeri girmekte olanlar da Bilakis si; merhaba yoktur burada
diyecekler. Bu, şu atasözüne uygundur: "Onların b birlerini selâmlaması,
acı bir vuruştur." İşte cehennemlikler böyledir. Birbirlerini selâm ve
saygı yerine, lanet ve sövmelerle karşılarlar. Bund sonra, tâbi olanlar, şu
sözleriyle bunun sebebini açıklarlar: Bu azabı bize siz getirdiniz. Sapmamıza
siz sebep oldunuz. Cehennem ateşi bizim için de sizin için de varılacak ve
kalınacak ne kötü bir yerdir.[95]
61. Bu âyet
de, reislerelann sözleri dendir. Kendilerine azap edilmesine sebep olan
reislerine kat azap edilmesi için Allah'a dua ederler. Bu, onların şu sözüne
benz "Ey Rabbimiz! Bizi işte bunlar saptırdılar. Onun için bunlara,
ateşten kat daha fazla azap ver"[96] Bir misli artırmak demektir.[97] Beyzâvî şö der: Tâbi' olanlar şunu da
söylerler: Rabbimiz! Bunu bizim önümüze getirdiyse,
onun ateşteki azabını iki kat yap. Bu şöyle olur: Yüce Allah reisin azabını
bir misli daha artırır. Böylece azap iki kat olur.[98]
62.
înkârcılann ve sapıkların azgın reis ve önderleri şöyle der: Dünyada bizim
kötülerden saydığımız kimseleri niçin ateşte görmüyoruz? Onlar bu sözleriyle
mü'nıinleri kastederler. İbn Abbâs şöyle der: "Onlar bu sözleriyle,
Muhammed (s.a.v.)'in Ashabını kastederler. Ebû Cehil şöyle der: Bilâl nerede?
Süheyb nerde? Ammâr nerde?" Onlar Firdevs cennetle rindedir. Ebû Cehile hayret!
Zavallı adam! Oğlu îkrime, kızı Cüveyriye, annesi ve kardeşi İslâmı seçti de o
inkâr etti.[99] İbn Kesir şöyle der: Bu
âyet kâfirlerin cehennemdeki durumlarını haber vermektedir. Onlar, dalâlette
olduklarına inandıkları kimseleri yani mü'minleri araştırırlar. Ebû Cehil şöyle
der: Bilâl'ı, Ammâr'ı, Suheyb'i, falanı, ve filanı niçin göremiyorum? Bu bir
misâldir. Yoksa bütün kâfirlerin hâli budur. Çünkü onlar, mü'minlerin ateşe
gireceğine inanırlar. Oraya kâfirler girince, mü'minleri ararlar fakat bulamazlar.[100] Sonra şöyle derler: [101]
63. Şöyle
diyerek kendilerini kınarlar: Biz dünyada o mü'minleri alaya alıp kendileriyle
eğlenmedik mi? Yoksa onlar bizimle beraber ateşteler de, biz onları göremiyor
muyuz? Beyzâvî şöyle der: Bu, mü'minlerle alay ettikleri için kendilerini
kınamaktır. Sanki şöyle derler: Onlar burada ateşte değiller mi? Yoksa,
gözlerimiz onları başka tarafta arıyor da, göremiyor muyuz?[102] Yüce Allah şöyle buyurur: [103]
64. Ey Muhammed! Cehennem ehlinin sözlerinden ve
tartışmalarından sana bildirdiğimiz bu sözler mutlaka olması gereken bir gerçektir. Biz sana onlar
cehennemdeyken, oradaki tartışmalarını
ve sözlerini haber veriyoruz. Râzî şöyle der: Yüce Allah, onların bu sözlerine
tehâsum (tartışma) dedi. Çünkü reislerin, "Onlar rahat yüzü görmesin"
ve tâbilerin, " Asıl siz rahat yüzü görmeyin sözleri husumet (tartışma) türünden
sözlerdir.[104]
65. Bu,
Rasulullah (s.a.v.)'in görevini açıklamaya ve Allah'ın birliğini, âhireti ve
hesabı isbata bir başlangıçtır. Yani, ey Muhammed! O müşriklere de ki: Ben
ancak, Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Eğer inanmazsanız,
sizi O'nun azabıyla uyarıyor ve korkutuyorum. Ben ne bir büyücü, ne bir şâir,
ne de bir kâhinim. Sizin için Allah'tan başka ne bir rab vardır, ne de bir
ma'bûd. Allah birdir, tekdir yarattıklarından üstündür. Her şeye gücü yeter. [105]
66. O,
kâinatta bulunan bütün mahlûkâtm ve enteresan şeylerin yaratıcısı ve var etme
ile yok etme hususunda onlar üzerinde tasarruf sahibi olandır. İşinde mağlûp
edilemeyen bir galiptir. Kullarından dilediğini çokça bağışlayandır. Râzî
şöyle der: Yüce Allah, korkutma ve ürkütme bildiren "Kahhâr" sıfatını
zikrettikten sonra, ardından teşvik ve ümide işaret eden sıfatlarım anlattı.
Rahmet, lütuf ve cömertliğe delâlet eden üç sıfatını yani, er-Rab. el-Gaffar ve
el-Azîz sıfatlarını açıkladı. Allah'ın "Rab" olması, terbiye yani
büyütüp beslemeyi ve lütfü hissettiriyor. "Azîz" olması, her şeye
gücü yettiğini ve hiçbir şeyin O'nu âciz bırakamayacağını, "Gaffar"
olması da teşviki. O'nun lütuf ve sevabının umulacağım hissettiriyor. Yani
insan 70 sene inkâr içinde yaşasa, sonra tevbe etse, Yüce Allah rahmetiyle onun
bütün günahla-nnı bağışlar, ismini günahkârlar defterinden siler ve onu
iyilerin derecelerine yükseltir.[106]
67, 68. Ey
Muhammed ! Onlara de ki: Size getirdiğim bu Kur'an, önemli bir haber ve sânı
yüce bir iştir. Siz ise ondan gafilsiniz, ona iltifat etmiyor ve kadrini
bilmiyorsunuz. [107]
69. Bana
indirilen vahiy olmasaydı, meleklerin, Âdem'in yaratılışı olayına karşı
olduklarını nerden bilebilirdim? İbn Cüzeyy şöyle der: Bundan maksat, Muhammed
(s.a.v.)'in peygamberliğine delil getirmektir. Çünkü o, daha Önce bilmediği
şeyleri habeı vermiştir. Meleklerin "karşı olduklarına" işaretten
maksat. Yüce Allah'ın onlara meâlen, "Ben yeryüzünde bir halîfe
yaratacağım'[108] dediği zaman. Adem'in
kıssasında, meleklerin tutumu ile ilgili anlatılanlardır. Bunlar Kur'an'm
çeşitli yerlerinde, Adem'in (a.s.) kıssasının muhtevasına göre an latılmıştır.[109]
70. Size
gönderilmiş bir elçi olduğum için Allah'ın azabıyla sizi uyarayım diye bana
vahyediliyor. Nezîr, Ali ah'ir azabından korkutan ve uyaran demektir.
Bundan sonra Yüce
Allah, Âdem (a.s.)'in kıssasını anlatmaya başla yarak şöyle buyurdu: [110]
71. Hatırla
ki, bir zamanlar Rabbiı meleklere, çamurdan bir insan yani Âdem(a.s.)'i
yaratacağını bildirmiş. [111]
72. Onun
yaratılışını tamam ladığım ve ona ruhu üflediğim zaman, ona saygı ve hürmet
secdesi yapı demişti. Kurtubî şöyle der: Bu, ibadet secdesi değil, selâm
secdesidir.[112]
73. Ona
boyun eğmek ve Allah'ın, "O'na secde edin" emrine saygı göstermek
maksadıyla bütün melekler secdeye kapandı. [113]
74. Fakat
İblis, kibirlenip Allah'a itaat etmedi ve Âdem'e secdeyi kabul etmedi. Böylece
kâfirlerden oldu. İbn Kesîr şöyle der: İblîs'ten başka bütün melekler, Allah'ın
emrini yerine getirdi. İblis, melekler cinsinden değildir. O, cinlerdendir.[114] Fıtratı ve cibilliyeti kendisine hainlik etti
de, Âdem'e secde etmeye kabul etmedi. Bu hususta Yüce Rabbi ile tartıştı.
Kendisinin Âdem'den daha hayırlı olduğunu iddia etti. Bu nedenle kâfir oldu.
Allah da onu rahmet kapısından, yakınlık mahallinden ve mukaddes huzurundan
kovdu. [115]
75. Rabbi
ona dedi ki: Benim, babasız ve annesiz, bizzat yarattığım kimseye secde
etmekten seni çeviren ve alıkoyan nedir? Kurtubî şöyle der: Yüce Allah, herşeyin yaratıcısı olduğu halde,
Âdem'e (a.s.) değer vermek için, onun yaratılışını kendine izafe ederek
"bizzat yarattım" dedi. Nitekim Ruh'u, Beyt'i, deve'yi ve mescitleri
de kendine izafe ederek insanlara, bildikleri şeylerle hitap etmiştir. Şimdi mi
kibirlenip secde etmedin? Yoksa eskiden de Rabbine karşı kibirlenenlerden
miydin? Secde etmekten kaçındığı için, bu âyet onu kınama yoluyla söylenmiştir. [116]
76. O mel'ûn
dedi ki: Ben Âdem'den daha hayırlı, daha şerefli ve daha üstünüm, ' Çünkü beni
ateşten, Âdemi ise çamurdan yarattın. Ateş çamurdan daha üstündür. Üstün olan,
üstün olmayana nasıl secde eder? [117]
77. Yüce
Allah buyurdu ki: Çık cennetten. Çünkü sen her hayır ve ikramdan kovulmuş bir
mel'ûnsun. [118]
78. Sen
hesap ve ceza gününe kadar rahmetimden uzaklaştırıldın. Bundan sonra, lanetten
daha kötüsü ve çirkiniyle karşılanacaksın. [119]
79. Dedi ki:
Ey Rabbim! Mahlûkâtm, kabirlerinden kaldırılacağı o güne kadar bana mühlet ver.
Ebussuûd şöyle der: İblis bununla, insanları azdırmak, için geniş bir zaman
elde etmek, onlardan intikam almak ve tamamen ölümden kurtulmak istedi. Çünkü,
ölüp dirildikten sonra bir daha ölüm yoktur. Dolayısıyle Yüce Allah ona,
sûr'un. ilk üfürüleceği zamanına kadar mühlet verildiğini, istemiş olduğu
öldükten sonra dirilme zamanına kadar verilmediğini bildirerek cevap verdi.[120]
80, 81. Yüce
Allah buyurdu ki: Sen, insanların öleceği ve vazifenin sona ereceği ilk üfürme
zamanına kadar mühlet verilenlerdensin. [121]
82, 83.
Mel'ûn şeytan şöyle dedi: İzzetine yemin ederim ki, Âdem oğullarının hepsini
saptıracağım. Ancak sana ibadet etmek için ihlas verdiğin ve benden
korudukların hâriç. [122]
84, 85. Yüce
Allah da şöyle buyurdu: Hakka yemin ederim esasen haktan başkasını söylemem-
ki, cehennemi mutlaka seninle ve senin ardından gidenlerle dolduracağım. Süddî
şöyle der: Bu, Allah'ın ettiği bir yemindir.[123]
Cümlesi, yemini pekiştirmek için bir ara cümlesidir. [124]
86. Ey
Muhammed! Onlara de ki: Peygamberliği tebliğime karşılık sizden herhangi bir
ücret istemiyorum, peygamberlik kapmal ve Kur'an'ı uydurmak için çare arayıp
yapmacık davranışlarda bulunanlardan değilim.
[125]
87. Kur'an
insanlar, cinler ve bütün akıl sahipleri için bir Öğüt ve hatırlatmadan başka
bir şey değildir. [126]
88. Yakında
onun haberini ve doğruluğunu mutlaka bileceksiniz. Bu bir tehdit ve
korkutmadır. Hasan Basrî şöyle der: Ey Âdemoğlu! Ölüm anında sana kesin haber
gelir. [127]
Bu mübarek âyetler
birçok edebî sanatı kapsamaktadır. Bunları aşağıda özetliyoruz.
1. Yoksa biz
iman edip de iyi işler yapanları, yer yüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi
tutacağız? Veya Allah'tan korkanları yoldan çıkanlar gibi mi sayacağız?"
âyetinde, kelimeleri arasında mukabele sanatı vardır. Bu, edebî sanatların en
güzellerindendir.
2. "Bacaklarını
ve boyunlarını sıvazlamaya başladı" âyetinde kinaye vardır. Yüce Allah,
bacakları ve boyunları kesmeyi, "sıvazlamak" ile kinaye olarak
anlattı. Bu belîğ bir kinayedir.
3.
"İster ver, ister tut" âyetinde, arasnıda tıbâk vardır. Çünkü bu,
"dilediğine ver, dilediğine verme" manasınadır.
4. "Doğrusu
Şeytan bana dokundu" âyetinde edebe riâyet vardır. Çünkü Eyyûb (a.s.),
edep olsun diye zararı şeytana isnat etmiştir. Halbuki hayır da şer de Allah'ın
eliyledir.
5. "Kuvvet
ve basiret sahipleri" terkibinde istiâre-i tasrîhiyye vardır. Zira Yüce
Allah eller kelimesini ibâdet kuvveti
için gözler kelimesini de dinde basiret için müsteâr olarak kullanmıştır.
6. Aşağıdaki
âyetlerde parlak bir mukabele sanatı vardır: " İşte bu bir hatırlatmadır.
Doğrusu Allah'a karşı gelmekten sakınanlara güzel bir dönüş yeri vardır.
Kapılan yalnız onlara açılmış Adn cennetleri vardır" Yüce Allah bu
âyetlere mukabil şu âyetleri buyurmuştur: "Bu böyle. Ama azgınlara kötü
bir dönüş yeri vardır. Onlar cehenneme girecekler. Orası ne kötü kalma
yeridir" Bu ne parlak bir tasvirdir!
7. "Bütün
melekler toptan secde ettiler"
cümlesi, iki te'kîd edatı ile pekiştirilmiştir. Yüce Allah önce sonra da kelimesiyle pekiştirmiştir.
8. Gibi âyet
sonları birbirine uygundur. Bu Kur'an'-m özelliklerindendir. Böyle parlak
anlatım ve tatlı nağmeler, ruhun vücutta akışı gibi, insanın nefsinde akar.
Allah'a yemin ederim ki, ben. Kur'an'ı her okudukça içimde bir coşku
hissediyorum. Zira Kur'an'm kulağa hoş gelen tatlı bir etkisi vardır. Bazen,
farkına varmadan, şarkı ve nağmeye düşkün olanların temayülünden daha çok,
coşup oynayasım geliyor. Bu, sadece Kur'an'daki ifadenin parlaklığından
dolayıdır. "Muhakkak ki beyânda bir tür sihir vardır" diyen Allah
Rasûlü doğru söylemiştir.
Allah'ın yardımıyle
Sâd Sûresi'nin tefsiri bitti. Hamd ve şükür Allah'a mahsûstur. [128]
[1] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/277.
[2] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/277.
[3] Kurtubî, 15/150
[4] Bu sure, 15. ayet. Bkz. Cevheri, es-Sıhah, İlgili
madde.
[5] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/281-282.
[6] Bkz. Bakara sûresi'nin ilk âyetinin tefsin.
[7] Muhiasar-ı İbn Kesir, 3/196
Muhammed Ali Es Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/282.
[8] Beyzâvî, 2/146
Muhammed Ali Es Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/282.
[9] Ebûssuûd, 4/281
[10] Teshil, 3/17
Muhammed Ali Es Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/282.
[11] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/282-283.
[12] Muhlasar-ı İbn Kesîr, 3/197
[13] Bkz. Taberî, 23/79; Bahr, 7/382
Muhammed Ali Es Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/283.
[14] Bu, İbn Cerîr'in bu âyete verdiği manadır. En açık
olan da budur. Bu konuda başka görüşler de vardır. Bkz. Ebûssuûd, 4/283
Muhammed Ali Es Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/283.
[15] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/283-284.
[16] Keşşaf, 4/56
[17] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/284.
[18] Beyzâvî, 2/146
Muhammed Ali Es Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/284.
[19] Keşşaf, 4/57
Muhammed Ali Es Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/284.
[20] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/285.
[21] Dahhâk'tan rivayet edildiğine göre, "kazlar"
dan Atiyye bu görüşü tercih eder.
Zemahşerî de şöyle der: Bu, mulkun dir. el-Esved'in: "Kazıklan sabit
lAülktin gölgesinde.." sözüne benzer
Muhammed Ali Es Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/285.
[22] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/285.
[23] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/285.
[24] Taberî, 23/84
[25] Keşşaf, 4/59
Muhammed Ali Es Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/285.
[26] Ankebût sûresi, 29/53
[27] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/286.
[28] Sâvî Haşiyesi, 3/353
[29] Bahr. 7/390
Muhammed Ali Es Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/286.
[30] Sebe' sûresi 34/10
Muhammed Ali Es Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/286.
[31] Muhtasar-ı İbn Kesîr, 3/200
Muhammed Ali Es Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/286.
[32] Bu Zemahşerî'nin görüşüdür. İbn Aüyye de bunu tercih
etmiş ve (Târik sûresi, 86/13) âyetini delil getirmiştir. Taberî, bundan maksût
sözde, hüküm vermede, karşılıklı konuşma ve hitapta hakkı batıldan ayırma
olduğu
görüşünü tercih
etmiştir.
[33] Kurtubî, 15/162
[34] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/286-287.
[35] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/287.
[36] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/287.
[37] Bazı tefsirciler tefsirlerinde, araştırma ve inceleme
yapmadan, Ehl-i kitaptan gelen bilgilere dayanarak, senedi sahili ve itimadı
caiz olmayan bazı boş sözleri nakletmek suretiyle büyük bir hataya
düşmüşlerdir. .Çünkü bu sözler, peygamberlerin günahsızlığı hususunda İslam
inançlarına aykırı düşen isrâilî kıssalardandır. Bu hileli bâtıl şeylerden biri
de, Hz. Davud'un, ordusunun komutanının eşine âşık olması hakkındaki
rivayettir. Bu rivayetin özeti şudur: Dâvûd (a.s.), evinin damında yürüyordu.
Hamam yapan bir kadına baktı. Kadın hoşuna gitti ve ona aşık oldu. Bu kadın,
Dâvûd (a.s.)'un komutanlarından Evriyâ adlı birisinin eşiydi. Kadınla evlenmek
için ondar kurtulmak istedi. Bu sebeple onu bir savaşa gönderdi. Sancağı ona
verdi ve Önde savaşmasını emretti. Adam savaşı kazandı. Dâvûd (a.s.) ondan
kurtulmak için, defalarca onu savaşa gönderdi Neticede adam öldürüldü ve Dâvûd
(a.s) onun karısıyle evlendi... Bu yalan ve iftira kıssası böyle devam eder.
İbn Kesîr şöyle der: Tefsircilerden birçoğu burada, ekserisi İsraîlîyyât olan
kıssa vt haberler nakletmişür. Bazıları kesinlikle yalandır. Biz, kıssayı
sadece Kur'an'dan okumakla yetin erek, bile bile kitabımıza almadık. Allah
dilediğini doğru yola iletir. Beyzâvî de şöyle der: Dâvû< (a.s.Tun Evnyâ'yı
defalarca savaşa gönderdiğine ve ona ordunun önünde savaşmasını emrettiğine
neticede Evriyâ'nın öldürüldükten sonra karısıyle evlendiğine dair söylenen
sözler, yalan ve ifti radır. Bunun içindir ki| Hz. AH (r.a.) şöyle demiştir:
Kim, Dâvûd (a.s.) kıssasını, kıssacıların rivay et ettiği gibi anlatırsa ona
160 sopa vururum. Bu, peygamberlere iftiranın cezasıdır, Bu konud doğru olan,
araştırmadı tefsir alimlerinin söyledikleridir.
Kıssanın açıklaması
şöyledir: Dâvûd (a.s.) zamanının bir kısmını devlet yönetimine ve insanlar
arasında hüküm vermeye, diğer bir bölümünü de, uzlet, ibadet ve mescitte A.
lah'i teşbih için Zebur okumaya ayırırdı. İbadet veuzlet için mescide
girdiğinde, kendisi insante içine çıkıncaya kadar yanına hiç iiimse girmezdi.
Bir gün ansızın, ibadet eltiği mescidin dııvaı larına tırmanan iki şahıs gördü.
Onlardan korktu ve yakalamayı düşündü. Fakat onlar hemen kendilerinin, bir
hususta aralarında ihtilaf çıkmış iki hasım olduklarını bildirerek onu
sakin-leştîrdiler. Onlardan biri, Kur'an'ın âyet-i kerimelerde anlattığı gibi
davasını anlatmaya başladı. Olay, hasımlardan bîrinin anlattığı gibi yorum
götürmeyecek şekilde, infial uyandıracak büyük bir zulüm içeriyordu.
Dolayısıyle Dâvûd (a.s.), bu korkunç zulmü İşitir işitmez hemen hüküm verdi.
Diğer hasma söz hakkı vermedi, onun ifadesini almadı, delilini dinlemedi.
"Andolsun ki, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle
haksızlıkta bulunmuştur..." diyerek hükmünü verdi. Bunun üzerine Yüce
Allah onu azarladı ve hâkimin, diğer hasmı da dinlemek ve iyice kanaat
getirdikten sonra hükmünü vermek zaruretinde olduğuna dikkatini çekti.
Bazılarının, Isrâîlî rivayetlere dayanarak, söyledikleri yukarda anlattığımız
ve sakındırdığımız kıssalara gelince, onlar, müslümanların avamı ve fâsık
câhiller için dahi doğru olmaz. Peki peygamberler, Özellikle büyük peygamberler
hakkında ne dersin?! Akl-ı selim ve sağlam bir dine sahip olan kimse bunu
düşünsün".
[38] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/287-288.
[39] Bahr, 7/393 (Özet olarak). Allah'a itaat edeceğimiz ve
müslümanm, peygamberler ve ra-suller hakkında inanması gereken en açık gerçek
budur. Bkz. "en-Nübüvve ve'1-enbiyâ" adlı kitabımız. Orada bu kıssa
genişçe açıklanmıştır. Ayrıca bkz. Râzî, Tefsîr-i Kebîr, 26/189. Orada Râzî, bu
iftirayı on bakımdan reddetmiştir. Konuyu çok güzel olarak anlatmıştır.
Muhammed Ali Es Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/288.
[40] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/288-289.
[41] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/289.
[42] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/289-290.
[43] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/290.
[44] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/294.
[45] Kurtubû 15/193
[46] Râzî, Tefsîr-i kebîr, 26/204
[47] Müslim, Sıyâm 1; Tirmizî, Savm 1.
[48] Yûsuf sûresi, 12/44
[49] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/294.
[50] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/295.
[51] Muhtasar-ı İbn Kesîr, 3/202
[52] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/295.
[53] Muhtasar-ı İbn Kesîr, 3/202
[54] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/295.
[55] Nemi sûresi, 27/16
[56] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/296.
[57] Râzî, TefsîîM Kebîr, 26/204
Muhammed Ali Es Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/296
[58] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/296.
[59] Ibn Abbâs'tan rivayet edildiğine göre o şöyle
demiştir: Süleyman (a.s.) atlan çok sevdiği ve onlara değer verdiği için
atların yelelerini ve bacaklarını sıvazlamaya başladı. Bu, Ta-berî'nin tercihidir.
En açık olan Hasan Basrî ve Süddî'nİn görüşüdür kî, o da şudur: Süleyman (a.s.)
kılıçla atların boynunu vurdu ve onları kesti. Zira atlar onu itaattan
alıkoymuşlardı. Bundan dolayı Yüce Allah ona, atların yerine onlardan daha iyi
olan rüzgarı verdi. O, atlardan daha hızlıdır.
[60] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/296.
[61] Bııhârî, Cihâd, 23; Müslim, Eymân, 25. Fakat Buhârî bu
hadîsin, âyetin tefsiri olduğunu söylememiştir. Âyetin tefsin olma ihtimali de
vardır. Başka ihtimal de vardır.
[62] İbn Kesir, Süleyman (a.s.)'in fitnesi etrafındaki
uydurma İsrâîlî hikâyelere ve zayıf rivayetlere düşkün olan bazı kimselerin
anlattıklarına işaret etti. Bu fitneye Kur'an-ı Kerim " Andolsun biz
Süleyman'ı imtihan ettik" âyetiyle kısaca işaret etmiştir. Bu hikâyelerin
en gariplerinden biri de İbn Ebî Hâtim'in rivayet ettiği şu olaydır: Bir gün
Süleyman (a.s.) helaya girmek ister. Yüzüğünü eşi Cerâde'ye verir. Cerâde, onun
ençok sevdiği eşidir. O sırada Şeytan Süleyman (a.s.) suretinde ona gelir ve:
"Yüzüğümü ver" der. Cerâde onu Süleyman (a.s.) zannederek mührü ona
verir. Şeytan onu takınca insanlar, cinler ve şeytanlar herşey ona itaat eder.
Bu rivayetlerin hepsi hurafe ve bâtıl şeylerdir. İbn Kesîr, Râzî, Beyza-vî
Ncsefî ve diğer araştırmacılar bunu reddeder.
[63] Bkz. Tefsîr-i Kebîr, 26/208. Râzî burada konuyu çok
güzel ifade etmiştir. Ayrıca bkz. "en-Nübûvve ve'1-enbiyâ" adlı
kitabımız
Muhammed Ali Es Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/296-297
[64] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/297.
[65] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/297.
[66] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/297-298.
[67] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/298.
[68] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/298.
[69] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/298.
[70] Bkz. Bu tefsir. Enbiyâ sûresi, 83,84. âyetlerinin
tefsiri.
Muhammed Ali Es Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/298.
[71] Bahi\ 7/401
Muhammed Ali Es Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/298.
[72] Tefsîr-i Kebîr, 26/215
[73] Bahr, 7/401
[74] Muhtasar-ı İbn Kesîr. 3/205
Muhammed Ali Es Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/298-299.
[75] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/299.
[76] Taberî, 23/109
Muhammed Ali Es Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/299.
[77] Muhtasar-ı İbn Kesîr, 3/206
Muhammed Ali Es Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/299.
[78] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/299.
[79] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/299-300.
[80] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/300.
[81] Tefsîr-i Kebîr, 26/221
Muhammed Ali Es Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/300.
[82] Muhtasar-i İbn Kesir, 3/207
[83] Sâvî Haşiyesi, 3/361
Muhammed Ali Es Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/300.
[84] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/300.
[85] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/300.
[86] Fî Zılâli'l-Kur'ân,
Muhammed Ali Es Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/300.
[87] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/304.
[88] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/304.
[89] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/304.
[90] Teshil, 3/187
Muhammed Ali Es Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/304.
[91] Taberî, 25/113
Muhammed Ali Es Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/304.
[92] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/304-305.
[93] Tefsîr-i kebîr, 26/222.
Muhammed Ali Es Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/305.
[94] A'râf sûresi, 7/38
[95] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/305.
[96] A'râf sûresi, 7/38
[97] İbn Cüzeyy, Teshîl, 3/188
[98] Beyzâvî, 2/151
Muhammed Ali Es Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/305-306.
[99] Kurtubî. 15/224
[100] Mııhtasar-ı İbn Kesîr, 3/207
[101] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/306.
[102] Beyzâvî, 2/151
[103] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/306.
[104] Tefsîr-i Kebîr, 26/223
Muhammed Ali Es Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/306.
[105] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/306.
[106] Tefsîr-i kcbîrv 26/224
Muhammed Ali Es Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/307.
[107] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/307.
[108] Bakara sûresi, 2/30
[109] Teshil, 3/189
Muhammed Ali Es Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/307.
[110] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/307.
[111] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/307.
[112] Kurtubî, 15/227
Muhammed Ali Es Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/307.
[113] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/308.
[114] Bu doğru görüştür. Şüphesiz İblis cinlerdendir, meleklerden
değildir. Hasan Basrî'nin "İblis bir an dahi
meleklerden
olmadı" sözü daha önce geçmişti. Kalbin mutmain olduğu ve rahat ettiği
görüş de budur." İblis cinlerdendi. Rabbinin emrinden dışarı çıktı"
(Kehf sûresi, 18/50) mealindeki âyet ve en-Nübüvve ve'1-enbiyâ adlı kitabımız,
1/128.
[115] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/308.
[116] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/308.
[117] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/308.
[118] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/308.
[119] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/308.
[120] Ebussuûd, 4/298
Muhammed Ali Es Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/308.
[121] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/309.
[122] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/309.
[123] Muhtasar-ı İbn Kesîr, 3/209
[124] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/309.
[125] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/309.
[126] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/309.
[127] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/309.
[128] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 5/309-310.