|
Seksensekiz ayet olup
Mekkî'dir.
"Sâd. O şanlı
şerefli Kur'ân'a yemin ederim ki, (hâl), küfredenler (in iddia
ettikleri gibi değildir). Bilâkis, (onların dışı boş)
bir onur, (içi ise tam) bir
tefrika içindedir.
Biz kendilerinden evvel nice ümmetleri helak ettik. O zaman
ne çığlıklar kopardılar. Halbuki, (o vakit azabtan
kaçıp) kurtulma vakti
değildi"[1]
(Sâd, 1-3).
Bu ifadeyle ilgili
birkaç mesele vardır:
Böylesi,
"fevâtihu's-suver" ile alâkalı geniş açıklamamız, Bakara Sûresi'nde
geçmiştir. Bununla beraber bazı şeyleri yeniden ele almamızda bir mahzur
yoktur.
1)
"Sâd" harfi, meselâ, sâdıku'l-va'd, sâniu'l-mesnûatl ve samed
kelimeleri gibi, başında sâd harfinin bulunduğu, Allah'ın isimlerinin
anahtarıdır.
2) Bu,
"Hz. Muhammed (s.a.s) Allah'dan haber verdiği her hususta sadık oldu"
anlamındadır.
3)
Kâfirlerin bu dini kabul etmekten insanları sadd etmek istediklerine işarettir.
Nitekim, Allah TeâJâ buyurmuştur.
4) Bu,
"Kur'ân, işte böylesi harflerden meydana gelmiştir. Siz de, bu harfleri
telaffuz etmenize rağmen, Kur'ân'a muarazada bulunamıyorsunuz. O halde bu,
Kur'ân'ın mu'ciz bir kelâm olduğuna delâlet etmektedir" demektir.
5) Bu
kelime, dâl'm kesresiyle, müfâele babından Musâdde masdarından, emr-i hazır
olup, bu masdar, muaraza, yarışmak, karşılaştırmak demektir. Nitekim (yankı) kelimesi de bu kökten olup tenha
yerlerde sesin katı cisimlere çarpması sonucunda oluşur. Buna göre bu kelimenin
manası, "Yaptığın işleri, Kur'ân'a vur. Dolayısıyla da, Kur'ân'ın
emirlerine göre amel et. Kur'ân'ın yasakladığı şeylerden kaçın" şeklinde
olur.
6)
Bu sûrenin ismi olup, ta\ta\u\ takdiri,
"Bu Sâd, yani (Sad sûresi)'dir" şeklindedir.
[2]
Buna göre,
"Burada, şöyle İki problem söz konusudur:
a) Cenab-ı
Hakk'ın, ifadesi, kasem cümlesidir. Hakkında kasem edilen durum muksem aleyh
nerededir?
b) Bel
edatı, daha Önce sabit olan hükmün kaldırılmasını, daha sonra gelen ve önceki
hükme zıt olan bir başka hükmün isbat edilmesini gerektirir, öyleyse, burada bu
mana nerede?" denilirse, bunlardan birincisine şu birkaç açıdan cevap
verebiliriz:
1) (Biraz
önce biz) sad kelimesinin manasının, 'Hz.Muhammed (s.a.s), Allah'dan haber
verdiği her şey hususunda, sadık oldu" seklinde olduğunu söylemiştik. Buna
göre, sad kelimesi, muksem aleyh, ifadesi de kasem olmuş olur.
2) Kaseme
konu teşkil eden husus mahzuf olup, kelamın takdiri, "O şanlı şerefli
Kur'ân'a yemin ederim ki, Sad sûresi, mu'ciz bir kelamdır" şeklinde olur.
Çünkü biz, (biraz önce) sad kelimesinin, bir meydan okumaya dikkat çekme
olduğunu açıklamıştık.
3) Bu
kelimenin, bu sûrenin ismi kabul edilip, buna göre kelamın takdirinin, "Bu
şanlı şerefli Kur'ân'a yemin ederim ki, bu Sâd'dır" şeklinde olmasıdır.
Hz. Muhammed (s.a.s)'in bu sûrede, bu sûrenin bir mucize olduğunu iddia ettiği
meşhur olunca, onun "Bu sâd'dır" demesinin, onun "Bu, mu'ciz bir
sûredir" demesi mesabesinde olmuş olur ki, bu sözün bir benzen de,
"Bu, Hatem'dir. Allah'a yemin ederim ki" şeklindeki sözü olup, bu,
"Bu, cömertliğiyle meşhur olandır" demektir.
[3]
İkincisine de şu
şekilde cevap verebiliriz: Bel kelimesinden önce zikredilmiş olan hüküm, ya
müessirlerin de zikrettiği gibi, "Hz. Muhammed (s.a.s)'in risâletini
tebliğ hususunda sâdık olması veya Kur'ân'ın veyahut da bu sûrenin mu'cize
olmasıdır." Burada belden sonra zikredilmiş oları hüküm ise, Kur'ân'ın
böyle olduğu hususundaki münakaşa ve çekişmedir. İşte, böylece matlub hasıl
olmuş olur. Allah en iyisini bilendir.
[4]
Hasan el-Basri, içtimâ-i sakineynden dolayı, dâl'ın kesresiyle, "Sadi" şeklinde
okumuştur.
ilefeâden
şeklinde ve kasem harfini hazfedip de, fiilini doğrudan îsâl ederek (hazf ve
îsâl yaparak) okumuştur, ki bu Arapların tıpkı, "Allah'a yemin ederim ki
şöyle şöyle yapacağım" demeleri gibidir. Kurrâ'nın ekserisi ise, cezm ile
okumuşlardır (Sad). Zira, âmillerden soyutlanmış isimler, sonlan sükûn olarak
zikredilirler.
[5]
kelimesi hakkında şu
iki izah yapılabilir:
a) Şerefli,
kıymetli.. Nitekim Cenâb-ı Hak, ''Şüphe yok ki o (Kur'ân) senin için de, kavmin
için de katı bir şereftir"
ve
"Andolsun, size öyle bir kitap indirmişizdir ki, zikir (ve şerefliniz
ondadır" (Enbiyâ, ıo> buyurmuştur. Arapların sözlerinden olmak üzere,
bu sözlerin iMcâzı, onların, "Falancanın, sânı ve şöhreti vardır"
demeleri gibi; Falancanın, insanlar içinde sânı ve şerefi vardır"
ifadesidir.
b) Beyân ve
açıklamalar ihtiva eden Kur'ân... Yani, "Bu Kur'ân'da, evvelkilerin ve
sonrakilerin kıssaları, temel ve ikinci derece olan ilimlerin beyânı
vardır" demektir. Bu anlamı ihtiva eden bir ayet de, "Andolsun ki,
biz Kur'ân'ı düşünmek için kolaylaştırmışadır. O halde bir düşünen var
mı?" (Kamer. 17) ayetidir.
[6]
Mu'tezile şöyle
demiştir: "Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Zikir ise muhdestir. Birincisini şu
şekilde
izah edebiliriz:
Cenâb-ı Hak meselâ, "Şüphe yok ki o
(Kur'ân),
senin için de, kavmin için de katî bir zikirdir"
(Zuhruf, 44),
"Bu, mübarek bir zikirdir" (Enbiy», »), "O şanlı şerefli
Kur'ân'a yemin ederim" (Sâd, ıj ve "Bu, ancak bir zikir ve apaçık bir
Kur'ân'dır" (Yasin, 69) buyurmuştur.
İkincisini de şu
şekilde izah edebiliriz: Cenâb-ı Hak, "Rablerinden kendilerine muhdes
(yeni) bir zikir gelmeyedursun" (Enbiya, z) ve "Kendilerine
Rahman'dan muhdes bir öğüt gelmeyedursun, onlar mutlaka bundan yüz
çevirirler" (Şuara, 5) buyurmuştur.[7]
Cevap: Biz sizin bu
delillerinizi, (Kur'ân okurken) çıkarılan harfler ve sesler için
geçerli sayıyoruz ki,
bunlar muhdestirler.
ayeti hasedde ve hakka
inkiyâd etmekten tekebbür etmekte böylesine birleşebilen Kureyş'in önde gelen
kâfirleri kastedilmiştir. Bu ayetteki "izzet" kelimesiyle de, tazîm
ve insanın, başkasına tâbi olmasına mâni olan ve kendinde bulunduğuna inandığı
şey, duygu kastedilmiştir. Çünkü, Cenâb-ı Hak da bu hususu ifade etmek için, "Ona,
Allah'dan kork" denildiği zaman, izzeti kendisini günah İşlemeye götürür
"(Bakara, 206) buyurmuştur. Şıkâk kişinin muhalif olduğu kimseye, ya
eşitlik ya da ondan üstünlük iddiasıyla muhalefetini ortaya koymak olup, bu
şıkk kelimesinden alınmış olur. Buna göre sanki bu kimse, karşı tarafa boyun
eğmenin
gerekli olduğu hususunda, kendisinin daha
üstün olduğuna inanmış, böylece kendisi bir tarafta,hasmı da bir tarafta
bulunmuş; kendisinin tarafında kalmayı istemiş, böylece de hasmının vereceği
hükmün kendisi için geçerli olmayacağını bildirmek istemiştir. »tftti masdarı
da böyledir. Bu masdar da, iki kimseden birisinin, bir 'udve'de (tarafta),
diğerinin de başka bir 'udve'de (tarafta) olması demektir. 'Udve, vadinin
kenarı demektir. Muhâdde kelimesi de böyle olup, bu da, iki kimseden birisinin,
diğerinin bulunduğu çizgiden başka bir çizgide bulunması anlamındadır. Nitekim
"bir tarafta ve muhalifinin bulunduğu taraftan başka bir tarafta
bulundu" manasında (Inharefe) denilir. Allah en İyisini bilendir.
[8]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
onları, izzet ve şikâkla tavsif edince, onları korkutmak üzere: "Biz
kendilerinden evvel nice ümmetleri helak ettik O zaman ne çığlıklar
kopardılar!" buyurmuştur ki bu, "Onlar, kendilerine dünyada azab
geldiğinde çığlık kopardılar" demektir. Cenâb-ı Hak, onların ne amaçla
çığlık attıklarını belirtmemiştir. Bu hususta şu izahlar yapılabilir:
a) En açık olan ihtimale göre, "Onlar,
yardım istemek maksadıyla çığlık atmışlardır" demektir. Çünkü, başına azâb
gelen kimsenin nida ve çığlığı, ancak yardım isteme şeklinde olur.
b) "Onlar, azabı görünce, iman ve tevbe
ederek çığlık attılar..." demektir.
c) Bu
kelime, "Onlar seslerini yükselttiler" anlamındadır. Nitekim,
"Ses cihetinden daha üstün, daha fazla" manasında, denilir.
Cenâb-ı Hak, daha
sonra "Halbuki, (o vakit azabtan
kaçıp) kurtulma vakti değildi" buyurmuştur. Yani "Bu vakit, azâbtan
kaçmak vakti değildir" demek olup, bu, tıpkı "Onlar çetin azabımızı
gördökieri zaman, "inandık" dediler" (Mü'min, 64) ve
"Nihayet refah içinde olanları azab ile yakaladığımız vakit, hemen feryad
,eder*ve yardım isterler"
(Mü'minûn, 64» ayetleri gibidir
Cu'âr, yalvarıp
yakarma ve yardım talebinde bulunmak İçin, sesi yükseltmek demektir. Yine bu,
"Şimdi mi (iman ediyorsun?) Halbuki sen daha evvel isyan etmiştin!"
(Yûnus, 9i) ve "Fakat hışmımızı gördükleri zaman imanları fâide verecek
değildir" (Mü'min, 85) ayetleri gibidir. Burada geriye şöyle birkaç bahis
kalmaktadır:
[9]
Birinci Bahis: Bu,
la'te kelimesinin izahı ile ilgilidir. Halil ve Sîbeveyh, bu kelimenin, ^4 'ye
benzeyen ($) edatı olduğunu ve kendisine, tıpkı v; edatının sonuna bazan
getirildiği gibi, tâ-ı te'nisin getirildiğini ve bunun te'kid ifade ettiğini,
bu sebepten ötürü de, bu edat için yeni bazı hükümlerin (özelliklerin) ortaya
çıktığını, meselâ artık bu durumda:
a) Sadece
zaman ifade eden kelimelerin başına geldiğini;
b) İki
parçasından, sadece birisinin, yani ya isminin ya haberinin açıkça geldiğini,
ikisinin birden açıkça getirilmesinin imkânsız olduğunu iddia etmişlerdir.
Ahfeş ise, bunun, cinsden hükmü nefyeden "lâ" edatı olduğunu,
kendisine tâ-ı te'nisin getirilmiş olduğunu ve "zaman"ları nefyetmek
için kullanıldığını söylemiştir.
Ayetteki "kurtulma vakti" ifadesi, lâte
edatı ile nasbedilmiş olup, sanki, "Onlar için kurtulma vakti yoktur"
denilmektedir. Bu ifade mübteda olarak, merfû da kılınabilir. Buna göre mana,
"Onlar için olan, bir kurtuluş vakti yok" şeklinde olur.
İkinci Bahis: Ekseri
âlimler, tâ üzerinde vakfederlerken, Klsâf bu kelime üzerinde, tıpkı müennes
isimlerde olduğu gibi, hâ ile vakfe yapar (ft lâh diye). Keşşaf sahibi şöyle
der: "Ebû Ubeyde'nin, "Buradaki ta, "hîn"in başına dahil
olmuştur" şeklindeki sözünün bir izahı yoktur. Ebû Ubeyde'nin, ta'nın Hz.
Osman (r.a)'ın mushafında bu tâ'nın "hîn" kelimesine bitişik olarak
yazılmasını delil getirişi de tutarsızdır. Mushafta, yazı kurallarına uymayan
nice şeyler vardır!"
Üçüncü Bahis: Menâs,
kurtuluş yeri ve yardım isteme manalarında olup, Arapça'da, birisi imdat
istediğinde, denilir. Kurtuluş yeri (sığınma) istediğinde, fiili kullanılır. Allah en iyi bilendir.
[10]
"(O kâfirler),
içlerinden, tehlikeleri bildiren bir peygamberin gelmesine şaştılar:
"Bu bir büyücü, bir yalana. O, (bütün) tanrıları
tek bir tanrı mı yapmış! Bu,
gerçekten acâib bir
şey!" dediler. Onların elebaşlanndan bir güruh, (birbirine)
"yürüyün, ma'budlannıza tapmakta sebat edin.
Sizden beklenen işte budur"
diyerek,
kalkıp yürüdüler. "Biz bunu, son dinde de işitmedik. Bu, uydurma
birşeyden başka birşey değil" (dediler)"
(Sâd. 4-7).
Bil ki Allah Teâlâ,
kâfirlerin, kendilerinin bir izzet ve muhalefet içinde olduklarına
inandıklarını nakledince, bunun peşinden, onların o bozuk söz ve iddialarını
ortaya koyarak, "O kâfirler, içlerinden, tehlikeleri bildiren bir
peygamber gelmesine şaştılar" buyurmuştur. Bu ayetteki minhum ile ilgili
şu iki izah yapılabilir:
a)
"Onlar, "Muhammed, hem dış hilkati, hem de sîret ve ahlâkı açısından,
nesebi, şekli ve sureti bakımından, bizim gibidir. Binâenaleyh, böylesi yüce
bir makamın ve üstün derecenin, içimizden ona verilmiş olması nasıl
düşünülebilir?" demişlerdir.
b) Bu
kelimenin gayesi, onların ileri derecede câhil oluşlarına dikkat çekmektir.
Çünkü onlara, kendilerini Allah'ın birliğine, meleklere saygıya, âhirete
teşvike, dünyadan nefrete davet eden birisi gelmiştir. Hem sonra bu şahıs,
ontann akrabalarından olup, onlar bunun, yalan ve töhmetten tamamen uzak bir
insan olduğunu biliyorlardı. İşte bütün bunlar, onu tasdik etmeyi gerektiren
şeylerdendir. Fakat bu kâfirfer, ahmaklıklarından ötürü onun sözlerine
şaşıyorlar."
[11]
Bu ifadenin bir
benzeri de, "Peygamberlerini tanımıyorlar mı ki, onu reddediyorlar"
(Mü'minûn. 69) ayetidir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "O kâfirler,
içlerinden, tehlikeleri bildiren bir peygamberin gelmesine şaştılar..."
buyurmuştur. Bu, "Muhammed (s.a.s) onların kendi kavimlerinden ve
aşiretierindendi. Dünyevî bakımlardan onlar gibi idi. Ama gel gör ki. onlar ona
itaat edip, tekliflerine boyun eğmekten ar duymuşlar, Allah'ın
peygamberliğinin, içlerinden ona verilmiş olmasına ve bu kıymetli özellikle
kendilerinden onun temayüz etmesine şaşakalmalardır" demektir. Velhasıl
diyebiliriz ki: Bu şaşıp kalmanın esas sebebi, hasetten başka birşey değildir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, ''Kâfirler, "Bu bir büyücü, bir yalana!" dediler"
buyurmuştur. Allah Teâlâ, onların şaşmala-ını iyice ortaya koymak ve böyle bir
sözün, ancak tam kâfir olanlardan sâdır olacağ .: ttmak için, "Onlar
dediler ki..." buyurmayıp, "Kâfirler dediler ki..." buyurmuştur,
Bu: "Çünkü sihirbaz, Allah'a taatten alıkoyan ve şeytana taate davet eden
k;nv sdir. Ht. Muhammed (s.a.s) ise, sizce de böyle değildir. Yalancı ise,
herhangi Wrşeyi o'dufiu gibi, gerçeği üzetQ haber vermeyen kimsedir. Halbuki
Hz. Muhammed (s delilleri ite, doğru oldukları kesin bilinen, kadîm, alîm ve
hakîm bir yaratıca;: v artığım; haşir, neşir ve şâire şeyleri haber
vermektedir. Öyle ise o nasıl yalancı olabilir?" demektir.
[12]
Daha sonra Allah
Teâlâ, onların, Hz. Muhammed (s.a.s)'in yalancı olduğu iddiasını isbat için
dayandıkları bütün şeylerin, şu üç husustan ibaret olduğunu nakletmiştir:
a)
Ulûhiyyetle ilgili olanlar,
b) Nübüvvetle ilgili olanlar,
c) Ahiretle
ilgili olanlar.
Ulûhiyyetle ilgili
olan husustaki iddiaları, "O, (bütün) tanrıları, tek bir tanrı mı yapmış!
Bu gerçekten acâib bir şey!" şeklindeki sözleridir. Rivayet olunduğuna
göre, H. Ömer (r.a) müslüman olunca, Müslümanlar
çok sevinmişler, Kureyş ise, buna çok üzülmüştür. Derken ileri gelen
kâfirlerden yirmibeşi birleşip, Ebû Tatib'in yanına gitmişler ve "Sen
bizim büyüğümüz ve liderimizsin. Şu akılsız müslümanların ne yaptıklarını
bitiyorsun. Sana, bizimle yeğenin arasını bulasın diye geldik" dediler.
Bunun üzerine, Ebû Tallb, Hz. Peygamber (s.a.s)'i çağırttı ve ona, "Ey
kardeşimin oğlu, bunlar senin kavmindir. Senden bir istekleri var. Artık,
kavmine büsbütün yüklenme" dedi. Bunun üzerine, Hz. Peygamber (s.a.s),
"Onlar benden ne istiyorlar?" deyince, onlar, "Bizi ve
ilahlarımızı rahat bırak. Biz de seni ilahınla başbaşa bırakalım" dediler.
Bunun üzerine, Hz. Peygamber (s.a.s), "Söyleyin bakalım: Eğer ben sizin
istediğinizi yaparsam, siz bana, sayesinde bütün Araplara hükümran olacağınız
ve acemin de size boyun eğeceği tek bir kelimeyi bana verir (kabul eder)
misiniz?" deyince, onlar "evet" deoiler. Bunun üzerine, Hz.
Peygamber (s.a.s) "Kelime-i tevhidi (Lâ Üâhe illâllahl'ı söyleyiniz"
deyince, onlar ayağa fırlayıp, "Çok tuhaf!" manasında, "O,
(bütün) tannian. tek bir tanrı mı yapmış. Bu gerçekten acâib bir şey"
dediler.
[13]
Ben derim ki: Onların
bu şaşmaları şu iki şeyden kaynaklanmaktadır:
1) Bu kimseler, tefekkür ve istidlal
etmiyorlardı. Aksine onların kafaları, maddi şeylere takılıp kalmıştı.
Dolayısıyla görünür âlem olan bu dünyada, tek bir failin kudret ve işinin,
büyük bir mahlûkatı korumaya yetmeyeceğini gördükleri için, görülmeyen âlemi
de, görülene kıyas ederek, "Bu büyük âlemi korumak için, mutlaka her biri,
bir tür korumayı üstlenmiş pek çok ilâhın bulunması gerekir" demişlerdir.
2) Bunca geçmişleri ve bunca akıllı kimseler,
şirk üzerinde ittifak etmişler. Dolayısıyla onlar, "bunca kimselerin,
akılları kuvvetli olduğu halde, câhil ve bâtılı savunan olmaları, bu tek
insanın (Muhammed (s.a.s)'in) ise, sadık ve hakkı savunan olması, şaşılacak
şey" demişlerdir.
Ben derim ki: Yemin
ederim ki, eğer biz hiçbir delil ve hüccet olmaksızın, görünen âlemdekilerin
hükmünü (durumunu), görünmeyen âleme kıyas edecek olursak, kâfirlerin birinci
şüphesi, söz konusu olur. Fakat bunun yanlışlığı hususunda ittifak etmiş
olduğumuza göre, görünen âlemdekilerin durumunun, görünmeyen âlemdekilere kıyas
edilmesinin, kesinkes yanlış olduğunu anlarız. Bu düstur, temelden yanlış
olunca, Allah Teâlâ'nın zatı ve fiilleri hususunda müşebbihe olanların sözleri
de temelden bâtıl otmuş olur. Cenâb-ı Hakk'ın zâtı hususunda müşebbihe olanlar
şöyle demişlerdir: "Görünür âlemde mevcud olan herşeyin, bir cisim olması
ve mutlaka bir mekânda bulunması gerektiğine göre, gayb âleminde de durumun
böyle olması gerekir."
Allah Teâlâ'nın
fiilleri hususunda müşebbihe olan Mu'tezile ise şöyle der "Falanca iş,
bize göre çirkindir. Öyleyse onun Allah hakkında da çirkin olması
gerekir." Bu anlattığımız şeylerle, Cenâb-ı Hakk'ın gerek zatı, gerek
fiilleri hususunda müşebbihe olanların bu sözleri doğru olacak olsaydı, o zaman
bu müşriklerin şüphelerinin de doğru olduğunu söylemek gerekirdi. Bu
müşriklerin sözlerinin yanlışlığı hususunda (bütün mezhebler) ittifak
ettiğimize göre, Mücessimenin ve Mu'tezile'nin sözlerinin temelden yanlış ve
bâtıl olduğunu anlarız.
Müşriklerin ikinci
şüphelerine gelince, yemin ederim ki, eğer taklid doğru birşey olsaydı, bu
şüphe de doğru olabilirdi. Bu şüphe yanlış ve fasid olduğuna göre, taklidin de
yanlış ve bâtıl olduğunu anlamış bulunuyoruz. Burada şöyle birkaç bahis var:
Birinci Bahis:
"Ucfib", acîb (şaşılacak şey) manasınadır. Ama bu kelime,
"acîb"den daha ileri bir manadadır. Bu tıpkı Arapların tavît-tuval
(uzun), arîz-ur&z (enli), kebîr-kübâr (büyük) kelimeleri gibidir. Bu ikinci
şekiller daha İleri bir mana ifade etsinler diye, bazan şeddelenirler. Mesela,
ı^ ij& "çok büyük bir hi/e" (Nuh, 22) ayetinde olduğu gibi.
İkinci Bahis: Keşşaf sahibi bu kelimenin,
şeddeli ve şeddesiz olarak
okunduğunu, şeddeli
olanın daha beliğ olduğunu, nitekim Cenâb-'Hakk'ın, \fö \j>+ buyurduğunu
söylemiştir.
Cenâb-ı Allah daha
sonra "Onların elebaşlanndan bir güruh (birbirine), "Yürüyün,
ma'budlannıza tapmakta sebat edin (dediler)" buyurmuştur. Biz,
"mele"in, "heybetlerinden ve azametlerinden ötürü, bulundukları
yerlerde, kalbleri ve gözleri dolduran kimseler" manasına olduğunu
anlatmıştık. Ayetteki, mlnhum "onların elebaşlanndan" ifadesi,
"Kureyş'den" demek olup, "Kureyş'in ileri gelenleri, Hz.
Muhammed (s.a.s) onları bir hazır cevapla susturduktan sonra, birbirlerine,
"Haydi yürüyün, ma'budlannıza ibadette sebat edin" diyerek, Ebû
Talibin meclisinden ayrıldılar" manasınadır. Bu ifadeyle ilgili birkaç
bahis vardır:
Birinci Bahis: Meşhur
olan kıraat, şeklindedir. İbn Ebî Able Itt, bunun "en’in hazfiyie şeklinde
okumuştur. Keşşaf sahibi şöyle der: "Bu fc idenin başındaki en edatı
tefsir ifade eden ve "yani" manasına gelen manasındadır. Çünkü bu
karşılıklı konuşmaların cereyan ettiği meclisten çıkanların, mutlaka
ayrılırken, o mecliste olup bitenler hakkında konuşmaları gerekir. Dolaytsıyfa
onların oradan ayrılışları, kavi manasını zımnen ifade etmektedir (şöyle şöyle
diyerek yOrû Bundan dolayı bu "en" edatı gelmiştir). İbn Abbas
(r.a)'ın bu ifadeyi şeklinde yorumladığı rivayet edilmiştir.
İkinci Bahis: Bunun
manası, "Onlar biribirlerine, "Haydi yürüyün ve sebat edin.
Muhammed'in işini bertaraf etmede bir çareniz yok. İşte sizden beklenen
budur" dediler" şeklindedir. Bu hususta şu üç mana verilebilir:
a) Allah'ın bunu dilemesinin hâricinde, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in dininin zuhurunun gitgide artmasının açık bir sebebi yok.
Allah'ın, olmasını istediği şeyi ise, engelleyecek bir güç yoktur.
b) Bu şey, âdeta zamanın getirdiği belâlardan
bir şey gibidir. Şu halde bizim bundan kurtuluşumuz mümkün değil.
c) Sizin
(Kureyşlilerin) dininiz kasdedilen, yani elinizden alınmak istenen bir şeydir.
Kaffal şöyle der: "Bu, tehdid veya korkutmak için söylenmiş bir söz olup,
"Muhammed'in gayesi, dinini anlatmak değil, aksine onun maksadı bize hakim
olup, çoluk çocuğumuz hakkında istediği gibi hükmetmektir" manasınadır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, onların "Biz bunu son dinde de
işitmedik" dediklerini nakletmiştir. "Son din" ile, hristiyanlar
kastedilmiş olup, "onlar "Muhammed in getirdiği bu tevhidi, hristiyanların
dininde de görmedik" dediler" demektir. Yahut da bu ifade ile,
Kureyşlilerin, atalarını üzerinde buldukları din kastedilmiştir.
Daha sonra onlar,
"Bu, uydurma birşeyden başka birşey değil!" demişlerdir. Velhasıl
onlar, "Biz, atalarımızdan tevhid diye birşey duymadık. Öyleyse bunun bâtıl
(olması gerekir)" demek istemişlerdir. Eğer taklid, hak ve doğru olsaydı,
bu müşriklerin sözteri de hak ve doğru olurdu. Bu bâtıl olduğuna, kabul
edilmediğine göre, taklidin de bâtıl olduğunu anlıyoruz.
[14]
"O zikir,
aramızda ona mı indirilmiş!?" (dediler). Hayır, onlar benim
zikrimden şüphededirler. Hayır, onlar benim azabımı
henüz tatmadılar.
Onların nezdinde, o
yegâne galip ve vehhâb Rabbinin rahmet hazineleri mi
var yoksa!? Yahut o göklerin, yerin ve ikisi arasında
bulunan şeylerin mâlikiyeti onlara mı ait? Öyle ise, sebeplerine sarılarak göğe
yükselsinler. Onlar derme çatma gruplardan öyle bir ordudur ki, işte şurada
hezimete
uğratılmışlardır"
(Sad, 8-11).
Bil ki bu o kâfirlerin
üçüncü şüpheleri olup, nübüvvet ile ilgilidir. Onlar bu şüphelerini şu şekilde
ifade etmişlerdir: "Muhammed, zat, sıfat, zahirî ve batın? özellikler
bakımından diğer insanlar gibi olunca, bu yüksek derecenin ve ulvî makamın ona
has kılınması nasıl düşünülebilir?" İşte bu husus onların, "O zikir, aramızdan ona mı
indirilmiş!" ifadesidir. Çünkü bu söz, tnkârî bir istifham ihtiva eden bir
sözdür. Allah Teâlâ, Hz. Salih (a.s)'in kavminin aynen böyle bir söz
söylediğini ve "Bizim aramızdan zikir (vahiy) ona mı verildi? Hayır o,
şımarık, aşın bir yalancıdır"(Kamer, 2S) dediklerini nakletmiştir. Yine
Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed (s.a.s)'in kavminin de, "Şu Kur'ân iki
memleketin birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhmi, 31)
dediklerini nakletmiştir.
Bu şüphenin izahı
hsusunda söyleyeceğimiz sözün tamamı şudur: O kâfirler, "Peygamberlik,
insanın ulaşabileceği en yüksek derecedir. Binâenaleyh, bunun ancak insanların
en şereflisi için söz konusu olması gerekir. Muhammed ise (hâşâ) insanların en
şereflisi ve kıymetlisi değil. Dolayısıyla peygamberliğin onda meydana
gelmemesi gerekir" diyorlardı. Bu cümleleri meydana getiren, ilk iki
mukaddime doğrudur. Ama üçüncüsü yalandır. Bu demogojınin, onlarca geçerli
kabul edilişinin sebebi, şerefin ancak mal ve taraftar ile elde edilebileceğini
sanmalarıdır. Bu ise, geçersizdir. Çünkü saadet dereceleri üçtür ve bunların en
üstünü rûhânî, ortası bedenî, en düşüğü İse, bu ikisi dışındaki haricî olan
derecedir. Bu da, mal ve makamla elde edilendir. İşte o kâfirler, bu sırayı
tersine çevirip, en âdî dereceyi en kıymetli olarak kabul etmişlerdir. Bu
sebeple, kimin elinde mal ve makamı çok görüyorlarsa, onu Hz. Muhammed
(s.a.s)'den daha şerefli sayıyorlardı. İşte bu durumda, kafalarında o yanlış
kıyas yer etmişti. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah onların bu şüphesine şu birkaç
açıdan cevap verdi:
1)
"Hayır, onlar benim zikrimden şüphededirler. Hayır onlar benim azabımı
henüz tatmadılar" ayetinin ifade ettiği cevap... Bu hususta şu iki izah
yapılabilir:
a) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Hayır, onlar benim zikrimden (vahyimden) şüphededirler"
beyanı, "aksine onlar, üzerinde düşünmeleri halinde bu şek ve şüphelerini
giderecek olan deliller hususunda bir şüphe içindedirler" manasınadır. Bu
böyledir. Çünkü onların ileri sürdükleri şüphelerin tamamı, tutarsız birtakım
cümlelerden ibarettir. Ama Hz. Muhammed (s.a.s)'in doğruluğunu gösteren
deliller ise, kati ve kesindir. Dolayısıyla onlar, söyledikleri sözler
üzerinde, gerçekten düşünecek olsalardı, onun peygamberliğini iptal hususunda
tutundukları şüphelerinin tutarsızlığını görecekler ve Hz. Muhammed (s.a.s)'in
peygamberliğine delâlet eden delillerin doğruluğunu anlayacaklardı. Onlar bunu
anlayamadıklarına göre, bunun, onların tefekkür ve istidlalde bulunmamalarından
dolayı olduğu anlaşılmaktadır.
Ayetteki,'"Hayır,
onlar benim azabımı henüz tatmadılar" ifadesine gelince, bu sözün manası
"Onlar istidlal ve tefekkürü, ben onlara azabımı tattırmadığım için
terkettiler. Eğer onlar o azabı tatmış olsalardı, o zaman onlardan ancak,
emredilenleri yerine getirme, nehyedilenlerden kaçınma sâdır olurdu" şeklindedir.
b) "Hayır, onlar benim zikrimden
şüphededirler" ifâdestndeki "zikir" ile Hz. Muhammed (s.a.s)
kastedilmiştir. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.s), onlara küfürlerinde ısrar etmeleri
halinde, ilahî azabı hatırlatıyor, bunu zikrediyordu. Ama onlar küfürlerinde
ısrar ettikleri halde, başlarına böyle bir azab (hemen) gelmiyordu. Bu durum
onların, Hz. Muhammed (s.a.s)'in doğruluğu hususunda şüpheye düşmelerine sebep
oldu ve onlar ''Allah'ım, eğer bu (senin katından) bir hak ise, hemen bizim
üstümüze gökten taş yağdır" dediler" (Enuı.32). Bunun üzerine Cenâb-ı
Hak, "Hayır, onlar benim zikrimden şüphededirler" buyurmuştur. Bu
ikinci izaha göre, ayetteki, "Hayır, onlar benim azabımı henüz
tatmadılar" buyruğunun manası, "Bu şüphe, o azabın hemen inmemesi
sebebiyle hasıl olmuştur" şeklinde olur.
2)
"Onlann nezdinde o yegâne galib ve vehhâb Rabbinin rahmet hazineleri mi
var" ayetinin ifade ettiği cevap... Bunu şu şekilde izah ederiz:
Peygamberlik mertebesi, yüce bir makam ve üstün bir derecedir. Bunu vermeye
kadir olan zatın, "aztz", yani mükemmel kudret sahibi ve
"vehhâb", yani alabildiğine cömert olması gerekir. Böyle olan ise
ancak Allah Teâlâ'dır. Hak Sübhânehû ve Teâiâ, alabildiğine kudretli ve
sehavetli olduğuna göre, bu nimeti bağışlaması kendisine bu nimetin bağışlanacağı
kimsenin zengin veya fakir olmasına bağlı değildir. Yine bu, kendisine bu nimet
hibe edilen şahsın düşmanlarının, onu sevip sevmemesine göre değişmez.
3)
"Yahut o göklerin yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin mâlikiyeti
onlara mı ait? Öyleyse sebeplerine sarılarak göğe yükselsinler" ayetinin
beyan ettiği cevap... Bil ki bu sözden kastedilenin, "Onların nezdinde o
Aziz ve vehhâb Rabbinin rahmet hazineleri mi var?" ayeti ile anlatılmak
istenenden başka olması gerekir. Bu iki ifade arasındaki fark şudur: Allah'ın
hazineleri sonsuzdur. Nitekim Cenâbn Hak, "Herşeyin hazinesi,
katımızdadır"'(Wcr,2i) buyurmuştur. Gökler ve yerler de, o hazineler
cümlesindendir. Dolayısıyla Allah bize o hazineleri önce genel olarak
zikredince, bunun peşinden, "gökler, yer ve ikisi arasında bulunan
şeyier"den bahsetmiştir. Yani, "Bu şeyler de, Allah'ın hazinelerinin
çeşitlerindendir. Binâenaleyh siz, bu çeşitlerden bile âciz olduğunuza göre,
Allah'ın bütün hazinelerinden haydi haydi âciz olursunuz" demektir.
Bu iki cümle
arasındaki fark hususunda söyleyebileceğim söz bundan ibarettir. Ayetteki,
"Öyleyse sebeplerine sarılarak göğe yükselsinler" cümlesi ise,
"Onlar, göklerin ve yerin mülkünün kendilerine ait olduğunu iddia ettiler.
İşte bu sebeple onlara, "Sebeblere tutunarak, göğe çıkın ve sayesinde
Arş'a ulaşacağınız, onun üzerine oturabileceğiniz, böylece bütün âlemi ve
Allah'ın mülkünü idare edebileceğiniz, vahyi istediğiniz kimselere
verebileceğiniz makamlara çıkın, çıkabilirseniz!" denilmek istenmiştir.
Bil ki İslâm filozofları
bu ifadeye dayanarak, felekî kütlelerin ve Allah'ın onlara verdiği kuvvetlerin
ve özelliklerin, süflî âlemde (dünyada) meydana gelen hâdiselerin sebepleri
olduğuna, çünkü Allah Teâtâ'nın, felekiyyâtı, "sebebler" olarak
adlandınşını delil getirmişlerdir. Bu da bizim söylediğimiz manaya delâlet
eder. Allah en iyi bilendir.
Allah Teâlâ'nın,
"Onlar, derme çatma gruplardan öyle bir ordudur ki, işte şurada hezimete
uğratılmışlardır'' beyanıyla ilgili olarak incelenmesi gereken iki husus var:
Birisi, bu ayetin lafızlarının izahı hakkında; diğeri ise, bunun daha önceki
ifadelerle ilgisinin ne olduğu hakkındadır.
Birincisi: Ayetteki
"cünd" kelimesi mübteda, mfl edatı, müphemük ifade eden bir edat
olup, tıpkı "Herhangi bir iş için geldim" ve "Yanımda, herhangi
bir yiyecek var" denilmesi gibidir. kelimesi, cündün sıfatı, manzum
kelimesi ise, mübtedanın haberidir. Ayette yer alan kelimesinin cündün sıfatı
olması ve mananın,
"Orada olan ordu"
şeklinde olması
düşünülebileceği gibi, bunun manzum ile ilgili olup,
"O gruplardan meydana gelen o ordu of ıda, yani Hz. Muhammed (s.a.sVin
peygamberliğini tenkid ettikleri sözleri söyledikleri o yerde hezimete
uğramıştır" manasına gelmesi de mümkündür.
[15]
İkincisi: Allah Teâlâ,
"Eğer onlar göklerin ve yerin sahibi iseler, sebeplere tutunup göğe
çıksınlar!" buyurunca, bunun peşinden, onların çeşitli gruplardan meydana
gelmiş derme çatma bir ordu olduklarını, bozguna uğratılacaklarını, çok zayıf
olduklarını, dolayısıyla göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin sahibi
olamayacaklarını anlatmak istemiştir. Katade, ayetteki, "şurada"
ifadesinin, Bedir gününe bir işaret olduğunu; Allah Teâlâ'nın, henüz
müslümanlar Mekke'de iken, müşriklerin ordularının hezimete uğratılacağını
haber verdiğini ve bu ayetin manasının (müjdesinin), Bedir günü gerçekleştiğini
söylemiştir. Bunun Hendek günü olduğu da söylenmiştir. Ama bence doğruya en
yakın olan, bu ifadeyle, Mekke fethi gününe işaret edilmiş olmasıdır. Çünkü
ayetin manası bu durumda, "Onlar bu kelimeleri söyledikleri o yerde
hezimete uğrayacak olan bir ordudurlar" şeklinde olup, o yer Mekke'dir.
Dolayısıyla ayetten kastedilen mananın, "Onlar Mekke'de hezimete
uğrayacaklardır" şeklinde olması gerekir. Bu ise, Fetih gününden başkası
değildir. Allah en iyi bilendir.[16]
"Onlardan evvel
Nûh kavmi, Ad kavmi ve kazıklar sahibi Firavun kavmi, Semûd ve Lût kavimleri
ile Eyke ahalisi de, peygamberlerim yalanlamışlardı. işte o grupların
akıbeti... Onların herbirî, ancak o peygamberleri yalanladıkları
için onlara azabım hak oldu. Bunlar da, (hayvan)
sağımı aralığı kadar bile gecikmeyecek bir tek korkunç sesten başka birşey
beklemiyorlar"
(Sad, 12-15).
Bil ki Allah Teâlâ, bu
kavmin şüphelerine cevap verirken, kendilerine bekledikleri azabın
gelmemesinden Ötürü, tefekkür ve istidlale önem vermediklerini belirtince, bu
ayette de, önceki peygamberlerin kavimlerinin de böyle olduklarını, ama önünde
sonunda, onlara o azabın geldiğini bildirmiştir. Allah Teâlâ'nın bundan
maksadı, o
azabın geleceğini haber veren
peygamberlerini bu hususta yalanlayan bu kâfirleri korkutmaktır. Bundan dolayı
Cenâb-ı Hak, o kavimlerden altısını burada zikretmiştir. Bu kavimlerden ilki,
Nûh (a.s)'un kavmidir. Onlar, Hz. Nûh (a.s)'u yalanlayınca, Allah onları tufan
ile suda boğarak imha etti. İkincisi, Hûd (a.s)'un kavmi Âd'dır ki, bunlar da
Hz. Hûd (a.s)'u yalanlayınca, Allah bunları da, bir rüzgâr (kasırga) ile imha
etti. Üçüncüsü Firavun ve kavmidir. Firavun, Hz. Musa (a.s)'yı yalanlayınca
Allah onu, ordusuyla birlikte suda boğarak yok etti. Dördüncüsü Salih (a.s)'in
kavmi Semud'dur. Bunlar, Hz. Salih (a.s)'i yalanlayınca, o sayha (nâra) ile
helak oluverdiler. Beşincisi, Hz. Lût (a.s)'un kavmidir. Bunlar da onu
yalanlayınca, yere geçirilerek helak edildiler. Altıncısı, Şuâyb (a.s)'ın kavmi
olan Eyke ahallsidir. Bunlar da, onu yalanlayınca, (bir bulutla)
gölgelendirildikten o günün azabı ile cezalandırıldılar.
[17]
Alimler, "Cenâb-ı
Hakk'ın Flravun'u, şu sebeplerden ötürü, "Kazıklar sahibi" diye
tavsif etmiştir" demişlerdir.
1) Bu
"evtâd (veted)" (kazık) kelimesinin aslı, çadırın ipleri veya binanın
kirişleri gibi binanın sebatına vesile olan şeylere denir. Daha sonra bu
kelime, mecazî olarak izzet ve hakimiyyeti ifade için kullanılmıştır. Nitekim
şâir,
"Andolsun ki
onlar orada, kazıkları sağlam mı sağlam olan bir mülk ve saltanatın gölgesinde,
en güzel bir yaşayışla ömür sürdüler" demiştir.
Kâdî şöyle der:
"Bu kelimeyi, bu manaya almak daha uygundur. Çünkü peygamberleri
yalanlayan Firavun'un muazzam saltanatına rağmen Allah Teâlâ tarafından gelen
imha emriyle helak olmasının muhatapta uyandıracağı tesir daha
büyüktür.
2) Firavun, yukarıya doğru kazıklar dikiyor,
azâb edilecek şahsın, ellerini ve ayaklarını o dört kazık arasında geriyor, bu
uzuvlardan her birini çiviliyor ve bu kimseyi, ölünceye kadar havada asılı
bırakıyordu.
3) Azâb
edilecek şahsı, yere çakılmış kazıklara bağlıyor ve bu kimsenin üzerine akrep
ve yılanları salıveriyordu.
4) Katâde,
bunların, Firavunun yanında bulunan ve oyun vesilesi olan birtakım kazıklar,
ipler ve oyuncakların olduğunu söylemiştir.
5) Firavun'un ordusu çok sayıda idi. O geniş
ordunun teçhizat ve donanımı ihtişamlı idi. Dolayısıyla, çadırlardan ötürü,
çokça kazık kullanıyorlardı. Bu sebeple de, böylece meşhur oldu.
6) Ayetteki, "zu'l-evtâd" tabiri,
kalabalık cemaati olan demektir. O cemaat "kazıklar" ile ifade
edilmiştir, çünkü onlar, tıpkı kirişlerin ve kazıkların binayı sağlam
tutması gibi, Flravun'un işini yerine getiriyor, onun
memleketini ve mülkünü sapasağlam yapıyorlardı.[18]
Ayetteki, eyke
kelimesine gelince, bu da, birbirine girmiş, koruluk demektir. Daha sonra
Cenâb-ı Hak, "İşte o grupların akıbeti" buyurmuştur ki, bu tabirle
ilgili olarak birkaç görüş ileri sürülmüştür:
1) Bu,
"Bahsettiğimiz bu ümmetler, peygamberlerinin aleyhine bir araya gelen ve
bizim, bu sebepten dolayı kendilerini imha ettiğimiz kimselerdir. Binâenaleyh,
benzerini senin kavmine de yaparız" demektir. Bu böyledir, zira Cenâb-ı
Hak, "Öyle bir ordudur ki işte şurada hezimete uğratılmıştır" (au, h)
ifadesiyle, Hz. Muhammed (s.a.s)'in kavminin, bu gruplardan, yani önceki
gruplar cinsinden bir hizip olduğunu belirtmiştir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak,
kendisinin geçmiş gruplara, onları imha etmekle muamele ettiğini belirtince,
bu, Hz. Muhammed (s.a.s)'in kavmi için adamakıllı bir tehdit ve korkutma
olmuştur.
2) Bu
tabirin manası, onları alabildiğince kuvvetti ve çok olmakla vasfetme olup, bu
tıpkı, "Adam, falancadır" denilmesi gibidir. Buna göre mana, "O
grupların bunca mükemmel kuvvetlerine rağmen akıbetleri, helak olduğuna göre,
ya bu miskin, zayıf ve cılız kimselerin durumu nasıl olur?" şeklinde olur.
Bil ki bu kimseler, bu
haberleri tasdik etseler de etmeseler de, bu bir sakındırmadır, korkutmadır.
Çünkü, bu hadiselerin neticeleri ve izleri devam ede gelmekte olup, bu kuvvetli
bir zan ifade eder. Dolayısıyla da onlar, ister istemez sakınır, kendilerine
çekidüzen verirler. Bir de, bu ifadenin yeniden tekrarlanması, yine sakınmayı
gerektirir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Onların, her biri, ancak o peygamberleri yalanladıkları için onlara
azabım hak oldu" buyurmuştur ki bu, "Bu grupların her biri
peygamberlerini, terğîb ve terhibleri hususunda onları yalanlayınca, bir müddet
sonra olsa bile, mutlaka onların üzerine o azâb İnivermiştir" demek olup,
bundan maksat, dinleyenleri kötülüklerden caydırmak, men etmektir.
[19]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, helakleri gecikse bile, o azabın onların başına geldiğini beyân etmek
üzere"Bunlar da (hayvan) sağımı aralığı kadar bile gecikmeyecek, bir tek
korkunç sesten başka birşey beklemiyorlar..." buyurmuştur. Bu sayhanın ne
demek olduğu hususunda da şu iki görüş ileri sürülmüştür:
1) Bununla;
onların başına, tek bir defada ve ansızın gelen bir azab kastedilmiştir.
Nitekim bir topluluk toptan yok olup gittiğinde "Zaman onları silip
süpürdü, toptan yok etti' deyimi kullanılır. Nitekim şair de,
"Zaman
Bermekoğullarına öyle bir çığlık bastı, öyle felaket getirdi ki, onlar, bunun
şiddetinden çeneleri üzere kapaklandılar" demiştir. Bu kelimenin aslı, bir
topluluğa hücum edildiğinde ortaya çıkan bağrışmadan, "sayha "dan da
olabilir demiştir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar,
kendilerinden evvel geçmişlerin günleri gibi (bir gün)den başkasını mı
bekliyorlar?" (Yûnus, 102) ayetidir.
2) Bu sayha,
sûra ilk üflenen nefhanın sayhası ve çığlığıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, Yâsîn
Sûresi'nde, "Onlar birbiriyle itişip dururlarken kendilerini yakalayacak
bir tek sayhadan başkasını gözetmezler" (Vâsin, 49) buyurmuştur. Buna göre
mana,
Onlar, dünyada her ne kadar benim azabımı
tatmadıysalar da, bu azab, Kıyamette onlar için hazırdır!" şeklinde olur.
Bu azabın onlara yaklaştığı manasında olmak üzere, kendilerine bu azâb gelmiş
ve onları, o azabı gözetleyenler kılmışcasma, onlar bu azâb sebebiyle tıpkı,
bir şeyi gözeten ve her an gelmesini bekleyen ve gözünün ucunu o yana doğru
yönelten bir kimse gibi addolunmuşlardır.
[20]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bu sayhayı nitelemek üzere, "(hayvan) sağımı aralığı kadar bile
gecikmeyecek" buyurmuştur. Hamza ve Kisâî, bu kelimeyi fâ'nın dammesiyle
fuvak şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları fethayla, fevak şeklinde
okumuşlardır. Kisâî, Ferrâ, Ebû Ubeyde ve Ahfeş, bu ikisinin de Arapların
kullandığı deyiminden olmak üzere, iki ayrı lehçe olduğunu söylemişlerdir ki,
bu deyim "devenin iki sağımı arasındaki zaman" manasında olup, temel
anlamı, "dönme ve rücû etme" manasına dayanır. Nitekim,
"sağlığına döndü, kavuştu" anlamında denilir. Binâenaleyh, sütün
memeye dönmesi için, iki sağım arasında bulunan zamana, fâ'nın fethası veya
dammesiyle fevâk veya fuvâk denilir. Bu tıpkı senin, ve "Makasın saçtaki
izi-onun izi" demen gibidir. Vahidî, fevâk ve fuvâk kelimelerinin ifâka
masdanndan iki isim olup, faka (ÂÎlî) kelimesinin de, tıpkı, "hastanın
iyileşip kendine gelmesi" manasında, dönmek ve yatışmak manasında
olduğunu, ancak ne var ki, fethâ ile olan fevak'ın masdar yerinde
kullanılabilen bir kelime; damme ile fuvâk'ın ise, sütün memeye dönüş süresine
verilen bir ad olduğunu söylemiştir.
Vahidî, el-Basît adlı
eserinde, EbÛ Hureyre'den, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, bu ayet hakkında,
"Allah, İsrafil'e emreder de, o da, yürekleri yerinden oynatan o nefhayt
üfler. Derken bu nefhayı uzattıkça uzatır. Ki, işte bu nefha, Cenâb-ı Hakk'ın,
buyurduğu
husustur" dediğini rivayet etmiştir. Vahidî sözüne devamla şöyle der:
"Bu hadîse göre, ayetteki bu tabirin manası,
a) Sayhanın
sona ermesi ve dinmesi yoktur.
b) Onun
için, bir dönüş ve sükûnet yoktur" şeklinde olabilir ki, bu da, "O
sayha, dinmez ve dinme haline de dönmez" demektedir. Ve yine, aynı hal
üzere kalan herkes için, "O bundan dönmez (lfl yufstku) ve dönmek istemez
(la yestefîku) denilir. Allah en iyisini bilendir."
[21]
"(Şöyle) dediler:
"Ey Rabbimiz, hesap gününden evvel bizim, amel
defterlerimizi acele ver..." Onlar ne derlerse,
sabret. Kulumuzu, o kuvvet
sahibi Davud'u
hatırla. Çünkü o, daima Allah'ın rızasına dönen bir zâttı. Biz
ona dağları musahhar kıldık da bunlar, akşamleyin ve
kuşluk vakti onunla
birlikte teşbih
ederlerdi. Kuşları da toplu olarak onun emime bağlı kıldık.
Dağlardan ve kuşlardan herbiri onun tesbihiyle devamlı
teşbih ederdi. Onun
mülkünü de
kuvvetlendirdik. Ona hikmet ve fasl-ı hitap verdik"[22]
(Sad. 16-20).
Bil ki biz, Cenâb-ı
Hakk'ın, "O kâfirler, içlerinden, tehlikeleri bildiren (bir peygamber)
geldiğinde şaştılar." Bu dedi(ler), bir büyücü, bir yalancıdır" (sm,
4) ifadelerini tefsir ederken, o müşriklerin, şu üç şüpheden dolayı
şaştıklarını söylemiştik:
a) Ulûhiyyetle ilgili olan husus... Ki bu,
onların, "o, tanrıları birtek tanrı mı yapmış?!" (su. 5) şeklindeki
sözlerinden anlaşılan husustur.
b) Nübüvvet müessesesi ile ilgili olan husus...
Ki, bu da onların, "O Kur'ân, aramızdan ona mı indirilmiş?" (s&a,
e) şeklindeki sözlerinden anlaşılan
husustur.
c) Ahiret
{meâd)le ilgili olan husus... Bu da onların, "Şöyle dediler: "Ey
Rabbimiz, hesap gününden evvel bizim, amel defterlerimizi acele ver"
şeklindeki sözlerinden anlaşılan husustur. Bu böyledir, zira bu müşrik
topluluk, haşr ve dirilme fikrini alabildiğine inkâr ediyor, böylece de haşr ve
neşr fikrinin yanlışlığı ile, Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetinin yanlışlığına
istidlal ediyorlardı. Kıtt, bir şeyin parçası, demektir. Çünkü, o onu
parçaladığında, onu ondan koparmış olur. Bağış sayfasına da, "kıtt"
den\\\T. Hz. Peygamber (s.a.s), mü'm'mlere, cennetin vaa'dedildiğinden
bahsedince,
bu kâfirler alay ederek, ya, "Bizim,
cennetten olan hissemizi peşin ver!" veya "bize amel defterimizi
hemencecik ver de bir bakalım!" demişlerdir.
Bil ki o kâfirler,
"Bu, bir büyücüdür, bir yalanadır" <s4o, 4) ve istihza ederek,
"Bizim nasibimizi hemencecik ver" diyerek, Hz. Peygamber (s.a.s)'e
karşı alabildiğine sefih ve alçakça davranınca, Allah, Peygamberine, onların bu
beyinsizliklerine karşı sabretmesini emretmiş de, "Onlar ne derlerse,
sabret" buyurmuştur.
[23]
İmdi eğer, bu emirle
"Kulumuz Davud'u an" emri arasında ne münasebet vardır?"
denilirse, biz deriz ki: Bu iki ifâde arasındaki münasebet birkaç yönden izah
edilebilir:
a) Hz.
Peygamber (s.a.s)'e sanki, "Sen bu cahillerin, Allah'a karşı cür'etlerini,
-aşrı ve neşri redlerini gördün ise, Allah'ı tazimi ve haşr gününden çekinmesi
örnek oian bir zatın, Dâvûd (a.s)'un kıssasını hatırla" denilmek
istenmiştir. Çünkü, iki zıt şeyden birinin elde ettiği şeref ve kıymet oranında
zıddının noksanlığı ortaya çıkar.
b) Hz.
Muhammed (s.a.s)'e adetâ, "O müşriklerin senin sözünü ve dinini inkâr
etmeleri sebebiyle, kalbin daralmasın. Çünkü onlar sana muhalefet ediyorlarsa
bilesin ki, peygamberlerin uluları ve büyükleri, sana muvafakat etmektedirler"
denilmek istenmiştir.
c)
Alimlerin, Hz. Dâvûd (a.s) kıssasıyla ilgili olarak iki görüşleri
bulunmaktadır: Kimileri, bu kıssanın onun hatasına delalet ettiğini
söylerlerken, kimileri de, bu kıssanın ondan herhangi bir hata sadır olmadığına
delâlet ettiğini söylemişlerdir. Birinci görüşü benimseyenlere göre, bu ikisi
arasındaki münasebet şu şekilde kurulabilir: Hz. Muhammed (s.a.s)'e adetâ,
"Senin kederin ve üzüntün, ancak o kâfirlerin seni yalanlamalarından
kaynaklanmaktadır. Dâvûd (a.s)'un kederi ise, bu günaha düşmesi sebebiyledir.
Dâvûd (a.s)'un kederinin daha şiddetti olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh,
senin içinde bulunduğun kederin hafiflemesi için, Dâvûd (a.s)'un kıssası ve
Dflvud (a.s)'daki o büyük üzüntüyü bir düşün!" denilmek istenmiştir.
İkinci fikri
benimseyenler ise şöyle demişlerdir: Dâvûd (a.s)'un yanına giren o iki davacı,
beşer idiler. Onlar, Dâvûd (a.s)'un yanına, ancak onu öldürmek için
girmişlerdi. Derken Dâvûd (a.s), o ikisinden korktu, buna rağmen, onlara
eziyyet etmeye yönelmeti ve onların aleyhine, bedduada da bulunmayıp, -ilerde
de geleceği üzere- tam aksine, onlar için mağfiret talebinde bulundu. İşte bu
sebeple de, Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, Dâvûd (a.s)'un bu güzel
davranışı ve tutumu hususunda, ona uymasını emretti.
d) Kureyşliler, Hz. Muhammed (s.a.s)'i
yalanlamış, genelde, onlar, "Bu, fakir bir yetimdir" dedikten' için
onu hafife almışlardı. Daha sonra Cenâb-ı Hak, ona, Dflvud (a.s)'un mülkünün
mükemmelliğini anlatmış, dünyada, kederler ve üzüntülerden kurtulmanın imkânsız
olduğunu anlaması için, Dâvûd (a.s)'un, bunca mülküne rağmen, kederlerden,
üzüntülerden ve sıkıntılardan
kurtulamadığını beyân
buyurmuştur.
e) Cenâb-ı
Hakk'ın sabır isteyen emri Dâvûd (a.s)'a hasredilmemiş, Odvûd (a.s)'un
kıssasının peşinden, diğer peygamberlerin kıssaları da anlatılmıştır. Buna göre
Cenâb-ı Hak onlardan herbirine, hususî bir kederin ve üzüntünün tahsis edilmiş
olduğunu bildirmek için, peygamberine adeta, "Onların dediklerine sabret
ve diğer peygamberlerin durumların nazar-ı dikkate al. işte bu durumda, sen,
dünyanın, kederlerden, üzüntülerden uzak olmadığını, Allah katında elde edilen
o yüce derecelerin ancak dünyada İken, çeşitli sıkıntılara ve yorgunluklara
katlanmakta etde edildiğini anlamış olursun" demek istemiştir. Bizim, bu
makamda yapabileceğimiz izahlar, bunlardır. Burada, öncekilerden daha kuvvetli
ve daha güzel bir \zan da vardır ki, bu, İnşaallah, (Sad, 29) ayetinin tefsirine geldiğimizde
yapılacaktır.
Bil ki, Allah Teâlâ,
bundan sonra dokuz peygamberin durumundan bahsetmiş, bunlardan üçünü
tafsilatlı, diğer altısını da kısaca ele almıştır.
[24]
Birinci Kıssa: Dâvûd
(a.s)'un kıssasıdır. Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın, bu kıssade bahsettiği şeylerin
temel noktaları, şu üç çeşit sözdür:
a) Allah'ın, Dâvûd (a.s)'a verdiği, uhrevî ve
dünyevî mutlulukları gerektiren sıfatların tafsilatlı anlatılması.
b) O iki
davacının İşinden dolayı, Hz. Dfivûd (a.a)'un başına gelen o hadisenin izahı.
c) ÖU
hadisenin vukuundan sonra, Allah Teâlâ'nın, Dâvûd (a.s)'u halifesi olarak
seçmesi. Birinci nev'e yani, AKah'in, Dâvûa(a.$)'a verdiği mükemmel
mutlulukları gerektiren o sıtatiann izah edrtmes'tne gelince bunlar on tanedir:
[25]
1) Cenâb-ı
Hakk'ın, Hz. Muhammed (s.a,s)'e, "(Habibim), onlar ne derlerse, sabret.
Kulumuz Davud'u hatırla" deyip, bu denli kıymetti olmasına rağmen, Hz.
Muhammed (s.a.s)'e, Allah'a taat konusunda sabretmesini teminen, Dâvûd (a.s)'a
uymasını emretmesidir ki bu,AIİah, mahiûkatın en üstünü olan Hz. Muhammed (s.a.s)'e
iyi ahlâk hususunda Dâvûd (a.s)'a uymasını emrettiğinde, Dâvûd (a.s) için
alabildiğine bir şeref ve alabildiğine bir ikramdır.
2) Cenâb-ı
Hak, Dâvûd (a.s) hakkında, "Kulumuz Dâvûd" buyurmuş, Hz. Dâvûd
(a.s)'u, Kendisinin kulu olmakla tavsif etmiş; Kendisini de alabildiğine tazîm
ve saygı İfâde eden, çoğul sigasıyla anmıştır ki, bu da son derece şeref
vermedir. Baksana, Cenâb-ı Hak, miraç gecesinde H2. Muhammed (s.a.s)'i,
şerefyâb etmek isteyince, (İsra, 1)
buyurarak kulluğun en yüksek mertebe olduğuna işaret etmiştir. Binâenaleyh,
tefsirini yapmakta olduğumuz ayetin bu ifadesi, Dfivûd (a.s)'un alabildiğine
kıymetli bir zât olduğuna delâlet eder. Böylece de bu, aynı zamanda, Dfivûd
(a.s)'un derecesinin yüksekliğinin bir delili olmuş olur. Çünkü, Allah Teâlâ'nın,
peygamberlerini kendisine kul olmakla tavsif etmesi, onların, O'na taatteki
gayretleri sebebiyle kulluğu tahakkuk ettirdiklerini ihsas ettirmektedir.
3) Ayetteki, "kudret sahibi"
ifadesinin anlattığı husus... Bu, "taat olan şeyleri edaya ve günahlardan
kaçınmaya gücü olan" demektir. Bu böyledir. Çünkü Allah Teâlâ, Hz. Dâvûd
(a.s)'u, kuvvetli olmakla övünce, bu kuvvetin, övülmeyi gerektiren bir şekilde
olması gerekir. Büyük övgüyü gerektiren kuvvet ise, ancak emrolunanı yapmaya ve
nehyolunandan kaçmaya dair olan güç-kuwettir. Burada gecen, "el-eyd"
ifadesi, tıpkı, "Ey Yahya kitabi kuvvet ile a/"(Mwyem, 13) ve
"Bunu kuvvet ile al" (yani, emanetleri yerine vermede gayret ile dine
daveti ifada şiddet ve acizliği bırakmak suretiyle, bu levhaları al" (ATât,
145) ayetlerindeki "kuvvet" kelimesi gibidir. Binâenaleyh
"eyd" ile "kuvvet" aynı manaya gelir. Hak Teâlâ'nın,
(Enfal.62) (Bakara,87) ve (Zariyât. 47)
ayetlerindeki kelimelerde bu manayadır. Katade'nin,
ayetin bu kelimesini, "Cenâb-ı Hak, Hz, Dâvûd (a.s)'a, ibadet hususunda
bir kuvvet ve din hususunda bir anlayış verdi. Çünkü o, geceleri namaz kılar ve
zamanının yarısını oruçlu geçirirdi" diye tefsir ettiği rivayet
edilmiştir.
4) Ayetteki,
"O dâima (Allah'ın rızasına) dönen bir zattı" ifadesinin anlattığı
husus... Yani Dâvûd (a.s), bütün işlerinde Allah'a taata dönerdi. Evvâb, birisi
döndüğünde kullanılan fiilinin, fa'âl
vezninde bir isimdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onların dönüşleri şüphesiz
bizedir" (öaşiye, 25) buyurmuştur. Fa'âl vezni, mübalağa ifade eden bir
sîgadır. Nitekim kattâl ve darrâb kelimelerinin, katil ve dârlbden daha
mübalağalı (ileri) bir mana ifade ettiği söylenmiştir.
5) Ayetteki,
"Gerçekten biz dağlan musahhar kıldık da bunlar, akşamleyin ve kuşluk
vaktinde onunla birlikte teşbih ederlerdi" ayetinin ifade ettiği husus...
Bu ayetin bir benzeri de, "Ey dağ, onunia birlikte (Rabbine) dön"
(dedik). Kuşlara da (bunu emrettik)"(Sebe, ıo) ayetidir. Bu ifade ile
ilgili birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis:
Bu ifadeyle ilgili olarak şu izahlar yapılabilir:
a) Allah
Teâlâ, dağın kütlesinde hayatı, aklı, kudreti ve konuşma özelliğini yarattı.
Böylece o dağ, Allah'ı teşbih eder hale geldi. Bu ayetin bir benzeri de,
"Rabbi dağa tecelli edince..."{A1^. 143) ayetidir. Çünkü bunun manası
da, "All^h o dağda aklı, anlayışı, sonra da kendisini görme kabiliyetini
yarattı" demektir. İşte tefsir ettiğimiz
ayetin manası da
böyledir.
b) Kaffâl'ın tefsirinde rivayet ettiğine göre
şöyle denebilir: Allah Teâlâ Dâvûd (a.s)'a, sesinin şiddetli ve güzel oluşundan
ötürü, dağda hoş bir yankı ve yine sesinin güzelliğinden Ötürü, kuşların
kendisine kulak vereceği bir özellik vermiştir. Böylece dağın yanlkısı ve
kuşların Dâvûd (a.s)'la beraber cıvıldayışları, adetâ bir teşbih olmuştur.
Muhammed b. İshâk şunu anlatmıştır: "Allah Teâlâ, hiçbir mahlûkuna, Dâvûd
(a.s)'a verdiği gibi güzel bir ses vermemiştir, öyle ki o, Zebur'u okurken,
vahşi hayvanlar, Dâvûd (a.s)'un onları boyunlarından yakalayabileceği bir
mesafeye kadar yaklaşırlardı."
c) Allah
Teâlâ, dağları onun emrine âmâde kılmıştır. Bundan dolayı onlar, onun istediği
yöne-yere hareket ediyorlardı. İşte dağların böyle, onun istediği yere
gitmeleri bir teşbihtir. Çünkü onların bu hareketi, Allah'ın kudret ve
hikmetinin mükemmelliğine delâlet eder.
İkinci Bahis: Keşşaf
sahibi, ayetteki , "teşbih ederler" ifadesinin
"müsebblhfit" (teşbih edici oldukları halde) manasında olduğunu
söylemiştir. Buna göre eğer, "Bu iki ifade arasında bir fark var
mıdır?" denilirse, biz deriz ki: "Evet. Abdulkâhir en-Nahvî'nin
(el-Cürcânî'nin) "Detâilü'l-İ'caz"ında dabeyan ettiği gibi, fiil
sîgası, o işin tekrar tekrar yapıldığına; isim sîgası ise, o işin devamlı
olarak (kesintisiz) yapıldığına delâlet eder. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna
göre, ayetteki bu fiil, dağların teşbihinin zaman zaman, peyderpey meydana
geldiğine ve bu sesi duyanlann,dağlann tesbihatını dinlemek için hazır
bulunduklarına delalet eder.
[26]
Üçüncü Bahis: Zeccâc
şöyle der: "Güneş doğduğunda, etrafı aydınlattığında, denilir." Bu
İkisinin aynı manaya olduğu da söylenmiştir. Fakat, birinci şekli daha fazla
kullanılır. Çünkü Araplar, "Güneş doğdu, su ortaya çıktı" ifadelerini
çokça kullanır.
[27]
Dördüncü Bahis:
Alimler, kuşluk namazının meşru oluşu hususunda bu ayeti delil getirmişlerdir.
Ümmü Hfinf (r.anha)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir. "Hz. Peygamber
(s.a.s) yanımıza geldi, abdest suyu istedi ve abdest alıp, kuşluk namazını
kıldı ve sonra, "Ey Ümmü Hânı, bu işrâk (kuşluk) namazıdır" dedi.
Tâvûs Ibn Abbas (r.a)'dan şöyle dediğini nakletmiştir: "Sizler, Kur'ân'da
kuşluk namazından bahsedildiğini biliyor musunuz?" Yanındakiler,
"Hayır" deyince o, bu ayeti okuyarak, "Dâvûd (a.s) bu namazı
kılardı. Kuşluk namazı aklıma geldiğinde, bunu bu ayette bulurum"
demiştir.
6) Hak
'Teâlâ'nın "Toplanıp gelen kuşların da herbiri onun teşbihi sebebiyle
teşbih ediyorlardı" ayetinin ifâde ettiği sıfat... Bu ifâdeyle ilgili
birkaç bahis var:
Birinci Bahis: Tayr,
cib&l "dağ" üzerine atıf olup, takdiri, "Kuşları da
toplanmış olarak, ona musahhar kıldık" şeklindedir. İbn Abbas (r.a) şöyle
der: "Dâvûd (a.s) tesbîhata başladığında, dağlar ona uyar, kuşlar ona
doğru gelip toplanır ve onunla birlikte tesbihatta bulunurlardı. Kuşların ona
doğru toplanmaları, onların "haşr"idır." Bu izaha göre, onları
böyle biraraya kuşlar taplayan Allah Teâlâ olmuş olur. Eğer "akıllan
olmadığı halde, kuşlar Allah'ı nasıl teşbih edebilirler?" denilirse, biz
deriz ki: Bu hususta şöyle denebilir: "Allah Teâlâ, onlarda, kendisini
bilebilecekleri kadar akıl yaratmıştır. İşte bu durumda onlar Allah'ı teşbih etmişlerdir.
Bütün bunlar (aslında), Hz. Dâvûd (a.s)'un birer mucizesidir."
İkinci Bahis: Keşşaf
sahibi şöyle der: "Bu ayetteki mahşûreten kelimesi, Önceki ayette geçen,
"teşbih ederler" sözünün mukabili olarak getirilmiştir. Fakat
tesbihde, bu işin zaman zaman meydana geldiğini
anlatma gibi bir mana, bu kelimede yoktur. İşte bundan dolayı bu kelime, fiil
değil, isim olarak getirilmiştir. Bunun sebebi şudur: "Eğer, "Hasrın
(toplanmanın), onları toplayan tarafından bir anda meydana getirildiği"
manasında, "Kuşları da, teşbih eder oldukları halde biraraya toplayarak,
Dâvûd (a.s)'un emrine âmâde kıldık" denilmiş olsaydı, bu da bir önceki
ayette olduğu gibi, o teşbihin zaman zaman olduğuna delalet ederdi. Allah en
iyi bilendir.
Üçüncü Bahis:
Buradaki, "tayrun" ve "mahsurun" kelimeleri merfû (ötüreli)
olarak da okunmuştur.
7) Ayetteki,
ifadesinin anlattığı husus... Bu, "Dağlardan ve kuşlardan herbiri evvâb,
yani çokça dönüp gelici idiler. Yani Dflvûd (a.s), ne zaman teşbihe başlasa,
dağlar da ona icabet eder, uyarlardı, kuşlar da dağların, tesbihatına
dönerlerdi, uyarlardı" demektir. Bu sıfat ile, bundan önceki sıfat
arasındaki fark şudur: Biz, önceki sıfatta dağların ve kuşların, Dâvûd (a.s)'un
teşbihi ile birlikte teşbih ettiklerini anlıyoruz. Bu sıfatta ise, bu birlikte
teşbih etmenin devamlı olduğunu anlıyoruz.
Lehü (ona)
ifadesindeki zamirin, Allah'a râcî olduğu ve "Dâvûd (a.s), dağlar ve
kuşlar, Allah'a rücû ederlerdi, yani teşbih için O'na yönelir ve O'nu teşbih
ederlerdi" manasına geldiği de söylenmiştir.
8) "Onun mülkünü de kuvvetlendirdik"
ayetinin ifade ettiği sıfat... Cenâb-ı Hak bir başka ayetinde, bu fiili bu
manada kullanarak "Kardeşinle senin pazunu kuvvetlendireceğiz"
{Kasa&, 35) buyurmuştur, fiilinin, ileri bir mana ifade ettiği de
söylenmiştir.
Bu kuvveti sağlayan
sebepler pek çok olup, ya dünyevî, ya dinî sebeplerdir. Dünyevî olanlar ile
ilgili olarak âlimler şu iki izahı yapmışlardır:
a) Vahidî,
Sa'îd b. Cübeyr'in, İbn Abbas (r.a)'dan şunu rivayet ettiğini söylemiştir: Hz.
Dâvûd (a.s)'u her gece otuzaltt bin adam beklerdi. Dolayısıyla sabah olduğunda
onlara, "Haydi artık gidin. Şüphesiz Allah'ın peygamberi (Dâvûd) sizden
razı oldu" denilirdi." Başkaları bu sayının daha fazla olduğunu
söyleyerek, kırkbin kişi olduklarını ileri sürüp, Dâvûd (a.s)'un saltanat
açısından, yeryüzü krallarının en güçlüsü olduğunu ifade etmişlerdir.
İkrlme, İbn Abbas
(r.a)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bir adam, Hz. Dâvûd (a.s)'a
gelerek, bir başkasının kendisinin bir sığırını gasbettiğini iddia etti. Ama o
sığın gasbettiği iddia edilen şahıs bunu kabul etmedi. Bunun üzerine Dâvûd
(a.s), o iddiada bulunana, "Delilini göster" dedi. Ama o, getiremedi.
Bunun üzerine Dâvûd (a.s) rüyasında, Allah Teâlâ'nın, kendisine bu iş nisbet
edilen şahsı öldürerek cezalandırmasını emretti. Dâvûd (a.s), "Bu bir
rüyadır1' diyerek bekledi. Derken rüyadan sonra o adamı öldürmesi hususunda
vahiy geldi. Bunun üzerine o adamı tutuklatıp getirtti ve Allah'ın, kendisine
onu öldürmesini vahyettiğini o adama haber verdi. O adam da, "Allah doğrudur.
Çünkü ben, o adamın babasını haksız yere
öldürmüştüm"
dedi. Dâvûd (a.s) bunun üzerine onu öldürttü. İşte bu hâdise, DAvud (a.s)'un
mülkünü ve hükümranlığını kuvvetlendirdi. Bu kuvvetliliği gerektiren dinî
sebepler ise, onun sabrı, tam itinası ve mükemmel ihtiyatıdır.
[28]
9) "Ona
hikmet verdik" cümlesinin anlattığı sıfat... Bil ki Allah Teâlâ,
"Kime hikmet verilmiş ise, ona çok
hayır verilmiş demektir" (Bakara, 269) buyurmuştur. Bil ki faziletler,
ruhanî, bedenî ve bu ikisi dışında olmak üzere, üçe ayrılır. Ruhanî faziletler
de, ilim ve amel olarak iki kısma münhasırdır. İlim, beşer takati ölçüsünde
insanın, hakikî tasavvurlar ve nefsanî tasdikler ile olmasıdır. Amel de,
insanın, dünya ve âhiret işlerine en uygun olanı yapması demektir, işte hikmet
de budur. Hikmet bu adı, "hikmet" kelimesinin, işlerin Ihkâm ile
muhkem (sağlam) yapılıp, zayıflık sebeplerinden uzak tutulması manasında
oluşundan ötürü almıştır. Sapasağlam ve isabetli inançlar, neshi (değişmeyi) ve
çelişkîyî kabul etmezler. Dolayısıyla
bunlar sen derece muhkem olurlar. Dünya ve âhirete uygun olan amellere riayet
de vâcib olup, bunlar da yine çelişkiyi ve neshi kabul etmezler. İşte bu
sebepten ötürü, bu bilgi ve amellere hikmet adını veriyoruz.
[29]
10) "Fasl-ı hitab" sıfatı... Bil ki bu
âlemin cisimleri üç kısımdır:
a) İdrâk ve
şuurdan uzak olanlar... Bunlar, cansızlar ve bitkilerdir.
b) İdrâk ve şuur sahibi olup, genelde tanıyıp
bildikleri durumları başkalarına anlatamayan varlıklar... Bunlar da, insan
dışındaki hayvanlardır.
c) İdrâk ve şuur sahibi olup, aynı zamanda
bildiği durumları başkalarına anlatabilen varlıklar. Bunlar da onların
bildikleri durumları konuşarak başkalarına an'Mabilen insanlardır.
İnsanlar,
kafalanndakini ve kalplerindekini anlatmaya muktedir olma açısından, farklı
farklıdırlar: Kimileri için düzenli bir şekilde konuşma sanki imkânsızdır.
Böylesi kimselerin sözleri, birbirine karışıktır, tam anlamıyla bir laf
salatasıdır. Kimileri de, bazı bakımlardan, düzenli konuşamazlar. Kimileri de,
manayı kavramada ve onu ifade etmede çok ileridirler. Kendilerinde böyle bir
kudret bulunan herkesin, kendisinde bulunan ruhanî natıkadan sâdır olan
eserleri (sözleri), o nisbette mükemmel olur. Kendisinde bu kudret az bulunan
kimselerin eserleri (sözleri) de, o nisbette zayıf olur.
Cenâb-ı Hak, Dâvûd
(a.s)'daki "konuşan ruh cevherinin" halinin mükemmel olduğunu,
"Ona hikmeti verdik" ifadesiyle beyan edince, bunun peşinden onun,
konulmada, telaffuzda ve açıklamadaki halinin de mükemmel olduğunu izah etmek
üzere "ve fasl-ı hitabı verdik" buyurmuştur ki bu, son derece güzel
bir tertibtir.
Bazı müfessirler ilk
defa Dâvûd (a.s)'un, konuşurken dediğini
söylemişler ve "fasl-ı hitab"ını onun beyte söylemesi olarak tefsir
etmişlerdir. Ben derim ki, bu gibi kelimelerin peşine düşüp, bunları
araştıranlar, gerçekten Allah'ın kelamının manasını anlamaktan çok mahrum
kalmışlardır. Allah en iyi bilendir. Bu ifade ile,
Dâvûd (a.s)'ın,
davalıların arasında hükmetmesi, yani delil isteyip, yemin ettirme usulünü
bilip kullanmasının kastedildiğini söyleyenlerin görüşü de uzak bir ihtimaldir.
Çünkü bu, hiçbirşeyi diğer birşeye karıştırmadan, her sözün yerini diğerinden
ayırdedecek bir biçimde, Dâvûd (a.s)'un, gönlündeki ve kafasındaki fikirleri,
güzel bir şekilde ifade etmeye muktedir olmasından ibarettir. İşte bizim
verdiğimiz bu mana genel olup, bu husustaki herşeyi içine alır. Allah en iyi
bilendir, Allah Teâlâ'nın, Hz. Dâvûd (a.s)'u medh için zikrettiği bu on sıfat
hakkındaki sözümüz burada noktalanmaktadır.
[30]
"Sana o
davacıların haberi geldi mi? Hani onlar, duvardan mescide tırmanıp
girmişlerdi. Hani Davud'un huzuruna girmişlerdi ve o
bunlardan telaşa düşmüştü. Onlar: "Korkma, biz iki davacıyız. Birimiz
ötekinin hakkına
tecavüz etti. Şimdi
sen aramızda adaletle hükmet, aşırı gitme. Bizi dosdoğru
yola ilet" dediler. (İçlerinden biri): "Şu
benim kardeşim. Onun doksandokuz
koyunu
var. Benim ise bir tek koyunum var. Böyle iken "Onu bana ver"
dedi ve tartışmada beni yendi" dedi. (Dâvûd) da
dedi ki: "Andolsun ki o,
senin koyununu, kendi
koyunlarına katmak istemesiyle sana zulmetmiştir.
Gerçekten ortak iş sahiplerinin çoğu mutlaka birbirine hakızhk eder,
ama
iman edip, salih ameller işleyen kimseler
müstesna. Bunlar da çok azdır!"
Dâvûd
sandı ki biz kendisini deniyoruz. Bundan dolayı o, Rabbine istiğfar
etti, rükû ederek yere kapanıp, Allah'a rücû etti. Biz
de bunu onun için
affettik. Katımızda
muhakkak onun bir yakınlığı ve akıbet güzelliği var"
(Sâd, 21-25).
Bil ki Allah Teâlâ,
Hz. Dâvûd (a.s)'u medhedip, ona, biraz önce bahsettiğimiz on bakımdan övgüde
bulununca, sayesinde bu hâdisede meydana gelen hallerin hiçbirinin, Dâvûd
(a.s)'un medh-ü senaya müstehak oluşunu ortaya koymadığını anlatmak İçin, bunun
peşinden bir kıssa anlatmıştır:
[31]
Ayetteki, "Sana o
davacıların haberi geldi mi?" sorusu, "Sana Musa'nın sözü geldi
mi?" crwıâ, 9) ayeti gibidir. Bu Sorunun hikmeti, kendisine kulak vermeye
ve ibret almaya şevketsin diye, hakkında bu soru sorulan kıssanın önemine
dikkat çekmektir. Ben derim ki: İnsanların, bu kıssa hakkında şu üç görüşleri
var:
a) Kıssanın bu şekilde anlatılması, Dâvûd
(a.s)'dan bir büyük günahın sâdır olduğunu gösterir.
b) Bu,
ondan, bir küçük günahın sâdır olduğunu gösterir.
c) Bu kıssa,
ondan, ne bir büyük günahın, ne bir küçük günahın sâdır olduğunu göstermeyecek
bir biçimdedir.
Birinci İhtimal:
Birinci görüştekiterin bu kıssa ile ilgili sözlerinin özü şudur: Dâvûd (a.s),
Ûriyâ'nın hanımına aşık olur. Çeşitli çarelere başvurur. Neticede kocasını
öldürtür ve o kadınla evlenir. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak kendisine, bu hâdiseye
benzer bir hâdise hakkında, iki davalı adam kılığında iki melek gönderir.
Melekler hâdiseyi hüküm vermesi için ona arzederler. Böylece Dâvûd (a.s),
kendisinin günahkâr olduğunu itiraf edeceği bir biçimde hüküm verir ve sonra
bunu anlayıp, Allah'a tevbe eder.
[32]
Bu husustaki inancım
ve fikrim, anlatılan bu hikâyenin bâtıl olmasıdır Bunun delilleri şunlardır:
1) Bu
hikâye, insanların en fâsık ve günahkârına nisbet edilecek olsa. o büe bu tür
şeylerden utanç duyar. Bu hikâyeyi anlatan o lüzumsuz pis herifin kendisine,
böylesine şeyler nisbet edilecek olsa, kendini bundan alabildiğine tenzih eder
ve çoğu zaman, kendine böyle şeyler nisbet edene lanet eder. Durum böyle
olunca, insana, masum olan bir peygambere böylesi bir şeyi nisbet etmesi nasıl
uygun öüşer?
2) Bu
hikâyenin neticesi, Dâvûd (a.s)'un zulmederek bir müstümanı öldürtüp, hanımıyla
evlenme gayretine girmesine varır. Birinci husus, dinen kabul edilmez bir
şeydir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) "Kim, isterse bir kelimenin yansıyla
bile olsa, bir müslümanm kanı (öldürülmesi) için gayret gösterirse, Kıyamet
günü, İki kaşının arasına, ''Bu, Allah'ın rahmetinden uzak kaldı" diye
yazılı olarak gelir"[33]
buyurmuştur. İkinci
husus da, gerçekten nahoş
bir şeydir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), "Müslüman, diğer müslümanlann
dilinden ve elinden salim oldukları kimsedir[34]buyurmuştur.
Bu hikâyeye göre ise, Ûrlya, DAvûd (a.s)'dan ne canı, ne hanımı hususunda sâtim
olmuştur.
3) Allah
Teâlâ, bu kıssadan Önce, Dâvûd (a.s)'u, biraz önce de anlattığımız gibi, on
sıfatla nitelemiştir. Yine bu kıssadan sonra onu, pek çok sıfatlarla tavsif
etmiştir. Bu sıfatların hepsi de, Dflvud (a.s)'un böylesi kötü bir fiil, çirkin
bir işle nitelenmesine terstirler. Bu konuyu iyice anlatabilmemiz için, biraz
önce bahsettiğimiz o sıfatlan yeniden ele almamızda bir sakınca yok.
Binâenaleyh diyoruz ki:
[35]
Birinci Sıfat: Allah
Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, sabırda üstün olma ve güçlüklere göğüs germe hususunda,
Dâvûd (a.s)'un yolunca gitmesini emretmiştir. Şimdi kalkar da, Üâvûd (a.s)'un
nefsinin muhalefetine (isteğine) dayanamayıp, şehvetini tatmin için bir
müsiümanın. kanını akıtmaya gayret ettiğini söylersek, Ahkemü'l-hâkimîn olan
Allah'ın, taatlara sabır konusunda peygamberlerin en üstünü olan Hz. Muhammed
(s.a.s)'e, Dâvûd (a.s)'a uymasını emretmesi nasıl uygun düşer?
İkinci Sıfat: Bu,
Cenâb-ı Hakk'ın, Dâvûd (a.s)'u, kendisinin "kulu" olarak
vasfetmesidir. Bu şekilde vasfetmenin gayesinin, bu sıfata sahip kimsenin,
kulluk noktasında kâmil olduğunu, taatları edada ve haramlardan sakınmada doruk
noktaya ulaştığını anlatmak olduğunu açıklamıştık. Şimdi kalkar da Dâvûd
(a.s)'un böyle bâtıl işlerle meşgul olduğunu söylersek, bu durumda o, Allah'a
kullukta kemâle ermiş olmak şöyle dursun, aksine hevâ-ü hevesine ve şehvetine
uymada doruğa ulaşmış bir kimse olur.
Üçüncü Sıfat: Bu,
ayetteki, "kuvvetli" kelimesiyle anlatılan sıfattır. Bu ifadeyle,
dinî açıdan kuvvetli oluşun kastedildiğinde şüphe yoktur. Çünkü dînin dışında
kalan şeylerdeki kuvvet, kâfir krallarda da var. Dindeki kuvvetin manası ise,
farzları yerine getirme ve haramlardan sakınma hususunda mükemmel kuvvettir.
Kendisini adam öldürmekten ve bir din kardeşinin hanımına arzu duymaktan
alamayan kimse için, böyle bir kuvvetten nasıl bahsedilebilir?
Dördüncü Sıfat: Bu,
Dâvûd (a.s)'un Allah'a çokça rücû edişini anlatan sıfattır. Böylesi bir sıfat
da, kalbi adam öldürmek ve fısk-u fücurla dopdolu olan birisi için nasıl uygun
düşer?
Beşinci Sıfat: Bu,
"Dağlan ona musahhar kıldık" ayetinin ifade ettiği husustur. Şimdi
sen, adam öldürmeye ve fısk-u fücura vesile edilmesi için, dağların onun emrine
verildiğini söyleyebilir misin?
Altıncı Sıfat: Bu,
"Toplanmış olarak kuşları (ona musahhar kıldık)*' ayetinin ifade ettiği
husustur. Rivayet edildiğine göre, Dâvûd (a.s)'a, kuşları avlamak haram
kılınmıştı. Binâenaleyh kendisinden müsiüman bir adamın canı ve hanımı
hususunda emin olamadığı birisinden, kuşların emin olması nasıl düşünülebilir?
Yedinci Sıfat: Bu,
"Onun mülkünü de kuvvetlendirdik" ayetinin ifade ettiği husustur.
Bununla, Allah Teâlâ'nın dünyevî sebep ve vasıtalarla, onun mülkünü
kuvvetlendirmesi manasının kastedilmiş olması imkânsızdır. Aksine bununla
kastedilen, Cenâb-ı Hakk'ın dini ve uhrevî saadetleri takviye eden şeylerle,
onun mülkünü kuvvetlendirmeyidir. Şu halde bu ayetle, onun mülkünün hem dinî,
hem de dünyevî hususlarda kuvvetlendirilmesi kastedilmiştir. Kendisini adam
öldürmekten ve fısk-u fücurdan alıkoyamayan kimse için, bu nasıl münasib olur?
Sekizinci Sıfat: Bu,
"Ona hikmet ve fasl-ı hitab verdik" ayetinin ifade ettiği husustur.
Hikmet, bilme ve amel bakımından olması gereken herşeyi içine alan bir isimdir.
Dolayısıyla DAvûd (a.s)'un, pis şeytanın bile arkadaşlarının en seçkinine, canı
ve hanımı hususunda eziyet çektirmekten utanç duyacağı bir işte ısrar etmesi
durumunda, Cenâb-ı Hakk'ın onun için, "Ona hikmet verdik" demiş
olması nasıl düşünülebilir? Binâenaleyh bu kıssanın anlatılmasından önce,
Cenâb-ı Hakk'ın bu sıfatları zikretmesi, Dflvûd (a.s)'un sahasının, ırz ve
namusunun, böylesi hikâyelerden ve yalanlardan uzak olduğuna delâlet eder.
[36]
Ayette anlatılan
kıssadan sonra, Hz. Dâvud (a.s) için zikredilen sıfatlar da on tanedir:
1) "Katımızda muhakkak onun bir yakınlığı
ve akıbet güzelliği var" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ifadenin
burada getirilmesi ancak, bundan önce anlatılan kıssanın, Hz. Dâvûd (a.s)'un
Allah'a İtaat konusunda sebatlı olduğunu göstermesi halinde uygun düşer. Ama
önceki kıssanın, Dâvûd (a.s)'un adam öldürmeye ve fısk-u fücura gayret
gösterdiğine delâlet etmesi halinde, "Katımızda muhakkak onun
bir yakınlığı ve akıbet güzelliği
var" ayetinin zikredilmesi uygun düşmüş olmazdı.
2) Bu,
"Ey Dâvûd, biz seni yeryüzünde bir halife yaptık" (Sâd, 26) ayetinin
ifade ettiği husustur. Bu ayette de, o hikâyenin yalan ve düzmece olduğuna şu
bakımlardan delalet eder:
a) Büyük bir
padişah, adamlarının birinin, insanların canlarına, mallarına ve hanımlarına
kastettiğini, musallat olduğunu anlatıp, bu durumu bir topluluğa anlatıp
tamamladıktan sonra, o adamı için, "Ey kulum, ben halifeliğimi ve
nâibliğimi sana havale ediyorum" demesi çok çirkin olur. Çünkü böylesi
çirkin ve nahoş işlerin anlatılması, bunları yapanın kovulmasına ve icraattan
menedilmesine yol açar. Ama bunun o padişah adına hareket ederek bir halife
tarafından yapılması, kesinlikle uygun düşmeyecek bir istir.
b) Fıkıh
usûlünde şöyle bir kural vardır: "B\r sıfatın peşinden getirilen
bu
hükmün, o sıfata bağlı (dayalı) olduğuna delalet eder" Bina,«\a\eyh
Cenab-ı Hak,
Dâvûd (a.s) için, böyle bir çirkin işten
bahsedip, sonra da "Biz seni yeryüzünde bir halife yaptık” deyince, bu,
halife yapmayı gerektiren şeyin, O
kimsenin bu kötü fiilleri
işlemiş olması olduğu
hissini vermektedir. Böyle birşeyin söz konusu olamayacağı ise malumdur. Fakat
Cenâb-ı Hakk'ın bu kıssayı, Hz. Dflvûd (a.s)'un ırz ve
namusunun, günahlardan uzak alduğuna ve Allah'a taat
konusunda olabildiğine sabırlı olduğuna delâlet etsin diye getirmiş olması
halinde, bunun peşinden, "Biz seni yeryüzünde bir halife kıldık"
demesi uygun olur. Böylece tercih ettiğimiz görüşün daha evlâ olduğu sabit
olur.
3) Hem
bu kıssadan önceki,
hem de sonraki
ayetler Davûd (a.s)'un medhedildiğine, muhterem biri
olduğuna delâlet edip, ortada kalanlar, birtakım çirkinliklere ve kusurlara
delâlet etmiş olsaydı, bu, tıpkı "Falanca, Allah'a taat konusunda, derece
ve mertebesi ulu bir kimsedir. Adam Öldürür, zina eder, hırsızlık yapar. Allah
onu, yeryüzünde halife kılmıştır. Verdiği hükümleri tasvip etmiştir"
denilmesi gibi olur. Böylesi bir sözün, insan tarafından söylenilmesi bile
uygun olmadığına göre, buradaki durum da aynıdır. Aşık olma ve adam Öldürtme
hususunda faaliyet göstermenin en büyük kusurlardan olduğu ise malumdur.
4) Bu görüşü
ileri sürenler, bu rivayette, Dâvûd (a.s)'un, meselâ ateşe atılması, kesilecek
olan oğluna mukabil kurban edilmek üzere koç verilmesi gibi şeylerin Hz.
İbrahim (a.s) için büyük bir mükâfaatı gerektiren musibetlerin Yflkub (a.s)
için meydana gelmesi gibi, önceki peygamberlerde bulunan bu yüce makamların,
dinî konularda kendisi için de tahakkuk etmesini temenni ettiğini, derken Allah
Teâlâ'nın, kendisine, "Onlar, belâya mübtelâ olduklarında sabrettikleri
için bu dereceleri elde ettiler" diye vahyettiğini; bunun üzerine de Dâvûd
(a.s)'un, kendisine de bir belâ (imtihan vesilesi) vermesini istediğini;
derken, Allah'ın ona, "Sen falanca gün bir belâya mübtela olacaksın"
diye vahyettiğini ve Dâvûd (a.s)'un bundan iyice sakındığını, derken o
hâdisenin meydana geldiğini zikretmişlerdir.
Şimdi biz diyoruz ki:
Onların bu anlattıkları şeyin başı, Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Dâvûd (a.s)'u, onun
şerefini arttıracak, ihlasının derecesini mükemmetleştirecek bir belâ ile
mübtelâ kıldığına delâlet etmektedir. Binâenaleyh Dâvûd (a.s)'un, haksız yere
adam öldürmeye çalışması ve aşk konusunda çok ileri gitmesi, onun bu önceki
haline nasıl uygun düşer? Böylece, bu adamların anlattıkları bu hikâyenin
başının, sonuna ters düştüğü sabit olmuş olur.
5) Dâvûd
(a.s) "Gerçekten, ortak iş yapanların çoğu mutlaka birbirine haksızlık
eder. îman edip de (...) müstesna" (Sâd, 24) demiş, iman edenleri,
haksızlık yapmaktan istisna etmiştir. Şimdi biz kalkar da, onun haksızlık ile
muttasıf olduğunu söylersek, bu durumda, "O, kendisinin imansız olduğuna
hükmetmiştir" denilmesi gerekir ki, bu ise, olamaz ve bâtıldır.
6) Bir
mecliste bulunuyordum. Derken orada, meliklerin büyüklerinden olan birisi de
bulunuyordu ve bu melik, bunu gerektiren herhangi bir sebepten dolayı, bu fasit
anlayışın ve bu çirkin kıssanın anlatılmasını içtenlikle istiyordu. Bunun
üzerine ben, kendisine, "Dâvûd (a.s)'un nebilerin ve resullerin
ulularından olduğunda şüphe yoktur. Andolsun ki, Cenâb-ı Hak "Allah,
peygamberliğini nereye (kime) vereceğini en iyi bilendir" (En'am, 124)
buyurmuştur. Allah'ın, kendisini böylesi büyük Övgüyle övdüğü kimseyi tenkit
hususunda ileri gitmemiz, bizim için caiz değildir. Hem, bir an için, onun
peygamber olmadığını farzedelim. ama onun bir müslüman olduğunda
şüphe yoktur. Andotsun ki, Hz. Peygamber (s.a.s)
"Ölülerinizi ancak hayırla anınız"[37]
buyurmuştur.
Sonra, bizim bu
delillerden herhangi birisine iltifat etmediğimizi düşünelim. Ancak ne var ki
biz diyoruz ki, göz boyamak için bahsedilen bu kıssanın, bir an için doğru ve
gerçek olduğunu düşünelim. Çünkü, bunu rivayet etmek ve bunu anlatmak, herhangi
bir mükâfaatı gerektirmez. Çünkü, kötü şeyleri yaymak ikâb ve cezalandırılmayı
gerektirmese bile, sevabı gerektirmeyeceğini de zorunlu olarak bilmekteyiz. Ama
bu kıssanın bâtıl olması halinde, bunu anlatanların büyük bir cezaya müstehak
olacakları da malûmdur. Durumu ve niteliği böyle olan bir hadise hakkında aktın
sarih hükmü, susmayı gerektirir. Böylece, bizim benimsediğimiz tutumun isabetli
olup, bu kıssanın anlatılmasının haram ve yasak olduğu kesinleşir" dedim.
O hükümdar, bu sözleri duyunca sustu ve artık hiçbir şey söylemedi.
7) Hem bu kıssanın, hem de Yusuf (a.s)
kıssasının anlatılması, kötü şeylerin yayılmasına vesîte olabilir. Dolayısıyla
Cenâb-ı Hakk'ın "iman edenler içinde kötülüğün yayılmasını arzulayanlar...>:'(Nur,
19) ayetinin yasaklaması sebebiyle haram olması gerekir.
8) Dâvûd
(a.s) şayet, o adamın Öldürülmesine çalışmış olsaydı, o zaman o, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, "Kim, velev ki bir kelimenin yansıyla dahi, bir müslümamn
kanını heder etme hususunda sa'y-ü gayret gösterirse, o, Kıyamet gününde, iki
kaşının arasına, "Allah'ın rahmetinden uzak kaldı"yazılmış olarak
gelir" hadisinin hükmüne dahil olur. Hem, Dâvûd (a.s) şayet, böyle bir şey
yapmış olsaydı, o zaman zalim olurdu. Bu seferde o, Cenâb-ı Hakk'ın, '1yi bilin
ki, Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir" {HM, 18) ayetinin hükmüne
girmiş olurdu.
9) Saîd
İbnu'l-Müseyyeb'ten, Hz. Ali Ibn EbtTalib (r.a)'ın, "Kim size, kussâsın
(hikaye anlatanların) anlattığı bir biçimde, Dâvûd (a.s)'un kıssasını anlatırsa,
ona yüzaltmış değnek vururum" dediği rivayet edilmiştir ki, bu,
peygamberlere karşı yapılan iftiranın cezasıdır.
Şu husus da bunu
desteklemektedir: Sahabeden bazıları, "Muğîre İbn Şu'be zina etti"
deyip, sahabenin adillerinden üç kimse de bunun böyle olduğuna şehâdet edip,
dördüncüsü, "Ben, bu işi gördüm" demeyince, Ömer İbnu'l-Hattab. o üç
kişiyi yalancı saymış, iftira ettikleri için, herbirine seksen değnek
vurmuştur. Sahabeden birisi hakkındaki durum böyle olunca, peygamberlerin
ulularından olan Dâvûd (a.s)'a karşı takınılacak olan tavır nasıl olur?
10) Rivayet olunduğuna göre kimileri bu kıssayı,
Allah'ın kitabında yer aldığı kadarıyla ele almış ve şöyle demişlerdir:
"Bundan daha fazlasını söylemek uygun olmaz. Çünkü hâdise, bahsedildiği
kadarıyla olup, Cenâb-ı Hak da, bu hadisenin, Dâvûd (a.s) üzerinde saklı
kalması için, bundan bahsetmediğine göre, insanın, bin veya daha az veya daha
çok yıldan sonra, bu perdeyi yeniden kaldırma hususunda
gayret göstermesi caiz olmaz. Bunun üzerine Ömer[38]
"Benim bu sözü duymam, bana, üzerine güneş doğan her şeyden daha sevimli
geldi" dedi.
Yaptığımız bu
izahlarla, masalcıların anlattıkları bu hikayenin, fasit ve bâtıl olduğu iyice
anlaşıldı. İmdi şayet birisi, "Muhaddis ve müfessirlerin ileri
gelenlerinden pekçoğu bu kıssayı nakletmişierdir. O halde bu kıssa hakkındaki
durum, nasıl çözülebilir?" diyecek olursa, buna karşı verilecek gerçek
cevap şudur: Katî deliller ile, âhâd haberlerden herhangi birisi arasında bir
çelişki ve tearuz meydana geldiğinde, katî delillere dönmek ve onları
benimsemek daha evlâdır. Hem aslolan, "berâet-i zimmef'tir. Yine, haram
kılan delil ile, helâl kılan tearuz ettiğinde, haram kılan delili almak daha
evlâ olur. İhtiyata tutunma metodu da, bizim görüşümüzün tercih edilmesini
gerektirir. Yine biz, iki kere iki dört edercesine biliyoruz ki, bu hâdisenin
olduğunun farzedilmesi durumunda, Allah Teâlâ Kıyamet gününde bize, 'Bu
hâdisenin teşhiri hususunda niçin gayret göstermediniz?" demeyecektir.
Ama, bu hâdisenin aslı ve esasının olmaması halinde, bunun anlatılması halinde
ise, bize en büyük bir ceza terettüp eder. Hem, Hz. Peygamber (s.a.s)
"(Bir meseleyi) güneş gibi berrak bir biçimde bildiğin zaman, şehâdette
bulun"[39] buyurmuştur. Halbuki, bu
hikâyenin doğruluğu hususunda, ne bir ilim, ne de bir zann-ı gâlib
bulunmamaktadır. Tam aksine bahsettiğimiz tarzda, (aleyhte) kesin deliller
bulunur. Dolayısıyla bunun böyle olduğuna şehâdet etmenin caiz olmaması vâcib
olur.
Hem, bütün müfessirler
bu görüşte ittifak etmemişlerdir. Tam aksine, hakkı, hakikati araştıran büyük
bir grup ulemâ, bunu reddetmiş ve bunun, yalan ve fasit olduğuna
hükmetmişlerdir. Yine, müfessirlerin ve muhaddislerin görüşleri birbirleriyle
tearuz ettiğinde, her iki tarafın görüşü de düşer, geriye, bizim bahsettiğimiz
bu delillere sarılma kalır. Bizim bu hâdise hakkındaki sözümüzün tamamı bundan
ibarettir.
[40]
İkinci İhtimale, yani,
bu kıssanın Hz. Dâvûd (a.s)'dan büyük günahın sâdır etmiş olmasını
gerektirmeyip, küçük günahın sâdır olmuş olmasını gerektirdiği manasına
hamledilmesi görüşüne gelince, biz diyoruz ki: Bu duruma göre, bu kıssanın
keyflyyeti hususunda şu izahlar yapılabilir:
1) Bu
kadına, Urlya denilen zât dünürcü, talip oldu. Derken, kadının velileri bunu
uygun buldular. Ama daha sonra, Dâvûd (a.s) da talip olunca, bu kadının ailesi,
Dâvûd (a.s)'u tercih ettiler. Böylece, Dâvûd (a.s)'un hatası, onca karısı
olmasına rağmen, mü'min kardeşinin talib olduğu kadına talip olması olmuş oldu.
2) Dâvûd
(a.s)'un gözü o kadına ilişti; derken kalbi ona meyletti. Dâvûd (a.s)'un bu
noktada, kesin olarak günahı yoktur. Çünkü, onun o kadına herhangi bir kasti
olmaksızın gözünün ilişmesi bir günah değildir. Bu
bakmanın peşinden onda böyle bir meylin meydana gelmesi de, yine günah
sayılmaz. Çünkü bu meyi, onun gücü dahilinde değildir. Dolayısıyla, o bundan
sorumlu olamaz. Daha doğrusu, o kadının kocası tesadüfen (dahli olmaksızın)
ölünce, o kadınla evlenmeyi umduğu için, onun öldürülmesi sebebiyle kendisinde
büyük bir üzüntü hissetmemiştir, işte böylece bu zelle, yani bu adamın
öldürülüşünün ona zor gelmeyişi meydana gelmiştir.
3) Dâvûd
(a.s) zamanındakiler, kendisi onunla evlenebilmesi için, birbirlerinden
hanımını boşamasını isteyebiliyorlardı. İşte bu husustaki Örfleri, alışılmış ve
bilinen birşey idi. Biz de, ensârın, bu manada muhacire eşit davrandıklarını
görmekteyiz. Böylece, tesadüfen Dâvûd (a.s)'un gözünün o kadına ilişmiş olması,
onu arzulaması, derken kocasından, o kadından vazgeçmesini istemiş olması,
kocasının da, Dâvûd (a.s)'ın bu talebini reddetmekten utandığı, böyle bir şeyi
yaptığı ihtimal dahilindedir. Bu kadın, (hâdise eğer böyleyse), Süleyman
(a.s)'m annesidir. Bunun üzerine Dâvûd (a.s)'un bu talebini reddetmekten
utandığı, böyle bir şeyi yaptığı ihtimal dahilindedir, yakışmaz. Çünkü ebrâra
(iyi kullara) göre güzel olan şeyler, mukarreblere göre günah sayılırlar"
denilmiştir.
Bu, yapılmış olan üç
izahtır. Şayet biz bu kıssayı, bunlardan herhangi birisine hamledersek, Dâvûd
(a.s) hakkında söylenecek en fazla şeyin, onun terk-i evlâ (en efdal olanı
terketme) yaptığıdır.
[41]
Üçüncü İhtimale, yani
bu hadisenin, Dâvûd (a.s) hakkında ne büyük ne de küçük günahı gerektirmeyip,
tam aksine en büyük övgü ve medih çeşitlerini gerektirdiğine gelince biz
diyoruz ki: Rivayet olunduğuna göre, bir grup düşman Allah'ın nebisi Dâvûd
(a.s)'u öldürmek istediler. Bir gün onu, yalnız başına ve Rabbine taat ederken
buldular da, o gün fırsatı değerlendirerek, mescidin duvarına tırmandılar.
Yanına girince de, yanında, Dâvûd (a.s)'u onlardan koruyacak bir topluluğun
olduğunu gördüler. Bunun üzerine çekinerek, hemen orada bir yalan uydurarak,
"İki davacı(yız). Birimiz ötekinin hakkına tecâvüz etti" {sta, 22)
dediler.
Ku'ân'ın lafızlarında,
Dâvûd (a.s)'un günaha girdiği hususunda şu dört lafız ve cümleden başka, hüccet
olabilecek hiçbir şey yoktur.:
a)
"Dâvûd sandı ki, biz kendisine mutlaka bir azab hazırladık" ism, 24)
cümlesi;
b) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Bunun üzerine o, Rabbinden bağışlanmasını diledi"(sm, 24)
cümlesi;
c) "(Allah'a) döndü" cümlesi,
d) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Biz de bunu, onun için bağışladık" cümlesi... Biz diyoruz
ki, bu lafızlardan hiçbiri, onların (birincilerin) ileri sürdükleri şeye
delâlet etmemekte olup, bunu şu birkaç açıdan izah edebiliriz:
1) Onlar;
Dâvûd (a.s)'u öldürmek maksadıyla, işte bu yolla, onun yanına girip, Dâvûd
(a.s) da onların maksatlarını anlayınca, öfkesi, Dâvûd (a.s)'u, onlardan
intikam
alma düşüncesiyle meşgul etmeye şevketti.
Ancak ne var ki, Allah'ın rızasını elde etmek maksadıyla onları affetmeye ve
bağışlamaya yöneldi ve, "Bu hâdise, işte o fitnedir. Çünkü bu, bir deneme
ve bir mübtelâ kılma gibidir" dedi, daha sonra da, Rabbinden, onlardan
intikam almayı aklından geçirdiği için, bağışlanmasını istedi, bu düşüncesinden
vazgeçti, Allah'a döndü ve Cenâb-ı Hak da, ondan kaynaklanan bu kadarcık azim
ve niyyeti bağışladı.
2) Dâvûd
(a.s) her nekadar onların kendisini öldürmek için yanına girdiklerine zann-ı
galipte bulunmuş ise de, ancak ne var ki o, bu zann-ı galibinden dolayı pişman
olmuş ve "Durumun böyle olduğuna bir delâlet ve emare olmadığına göre,
onlar hakkında böylesi kötü bir zanda bulunduğu için, onlar hakkında ne kötü
davrandım!" demiştir ki, işte bu "Dâvûd sandı ki, biz kendisine
mutlaka bir azab hazırladık.. Bunun üzerine o, Rabbinden bağışlanmasını diledi,
rükû ile yere kapanıp, bu zannından döndü" ayetinden kastedilendir.
Böylece de Allah bunu, Dâvûd (a.s)'dan bağışladı.
3) Onların
Dâvûd (a.s)'un yanına girmesi, Dâvûd (a.s) için bir fitne olmuştur. Ancak ne
var ki Dâvûd (a.s), bu giren ve kendisini öldürmeye kasteden kimselerin
bağışlanmasını Allah'dan istemiştir..." ki, bu tıpkı Hz. Muhammed (s.a.s)
hakkında CenâtM Hakk'ın "Hem kendinin, hem erkek mü'minlerle kadın
mü'minlerin günahının bağışlanmasını iste..." (Muhammed, 19) buyurmasına
benzer. Binâenaleyh Dâvûd (a.s) onların bağışlanmasını istemiş, kendisini
öldürmeyi kafalarına koyan ve içeri giren bu kimselerin bağışlanmasını isteme
hususunda Allah'a yönelmiştir. Bu izaha göre ayetteki, cümlesinin manası da,
"Davud'a duyulan saygı ve hürmetten dolayı biz, onun (bu girenin günahını)
bağışladık" demek olur ki bu, bazı müfessirlerin, ayetinin "Allah
Teâlâ, senin hatırın için ve senden dolayı,
ümmetinin geçmiş günahlarını bağışlar" anlamında olduğunu söylemesi
gibidir.
4)
Farzedelim ki, Dâvûd (a.s) kendisinden südûr eden bir zelleden dolayı tevbe
etmiştir. Ancak ne var ki biz, bu zellenin, o kadın sebebiyle meydana geldiğini
kabul etmiyoruz. Bu zellenin, davalı olan iki şahıstan diğerinin ifadesini
almadan önce, birisinin lehine olarak hükmetmiş olmasından dolayı meydana gelmiş
olduğunun söylenmesi niçin mümkün olmasın? Çünkü Dâvûd (a.s), "Andolsun ki
o, senin koyununu kendi koyunlarına (katmak) istemesiyle sana
zulmetmiştir" deyince, verdiği bu hüküm doğru olana uymadığı için, bir
delil ve şahit bulunmadan, karşı tarafın mücerred iddiasıyla, berikinin zalim
olduğuna hükmetmiş oldu. İşte bu esnada, jstiğfar ve tevbe ile meşgul oldu.
Ancak ne var ki, Dâvûd (a.s)'un bu hareket tarzı terk-i evlâ (daha efdal ve
uygun olanı terketmek) babındandır.
Yaptığımız bu
izahlarla, ayetleri bu manaya hamlettiğimizde, Dâvûd (a.s)'a herhangi bir
günahın isnad edilmesi şöyle dursun, tam aksine bu, taatların en büyüğünün ona
isnad edilmesini gerektirir. Sonra biz diyoruz ki: Şu sebeplerden Ötürü ayeti
bu manaya hamletmek daha uygundur:
1) Müslümanın
hareketleri hakkında, aslolan düşünce, o kimsenin menhiyyâttan uzak olduğunu
düşünmektir. Hele de, bu kimse, neb? ve resullerin ululanndansa...
2) Bu, daha ihtiyatlı olandır.
3) Cenâb-ı Hak, bu sûrenin başlarında, Hz.
Muhammed (s.a.s)'e, "Onlar ne derlerse sabret. Kulumuzu, o kuvvet sahibi
Davud'u hatırla"(Sâd, 17) buyurmuştur. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.s)'in
kavmi, "O, sihirbazdır, yalancıdır" dedikleri için, alçaklıklarını,
adiliklerini, akılsız olduklarını ortaya koyduklarından, "Ey Rabbimiz,
hesap gününden evvel bizim amel defterimizi acele ver"(s&ti, 16)
diyerek, onunla alay ettiklerinden, Cenâb-ı Hak, bu sûrenin başlarında,
"Ey Muhammed, onların alçaklıklarına, beyinsizliklerine sabret, buna
katlan. Akıllı ve sabırlı ol. Öfkeni ortaya koyma ve kulumuz Davud'u
hatırla" demiştir. Binâenaleyh, Hz. Muhammed (s.a.s)'in Dâvûd (a.s)'u hatırlaması, ancak,
Oâvûd (a.s)'un, kendi kavminin
eziyyetlerine sabretmiş olması, beyinsizleklerine katlanmış olması, akıllı
davranmış olması, öfkesini ve duygularını ortaya koymamış olması durumunda
mâkul olur. Böyle bir mana ise ancak, bizim, ayeti bahsettiğimiz manaya
hamlettiğimizde mümkün olur. Ama, bu ayeti onların ileri sürdüğü manaya
hamlettiğimizde, bu iki söz, çelişki arzeder ve fasit olur.
4) Bu
rivayet, ancak, biz o iki davalının melek olduğunu kabul etmemiz durumunda
geçerli olur. O iki dâvâlı, meleklerden olup, aralarında herhangi bir husumet
bulunmayıp, biri de diğerine tecâvüz etmemiş olduğuna göre, o iki şahsın,
"Biz, birbirimize zulmetmiş iki dâvâlıyız" şeklindeki sözleri yalan
olmuş olur. Dolayısıyla bu rivayet ancak şu iki şeyle tam olur:
a) O
yalanın, meleklere isnad edilmesi;.
b) Meleklere yalan isnad
etmeyi vasıta kılarak, kabahatlerin
en adisini peygamberlerin
ulularından olan büyük bir zâta isnat etme çabası. Ama biz ayeti, bahsettiğimiz
manaya aldığımızda, o yalanı meleklere isnat etmekten ve bu çirkin işi
peygamberlere mal etmekten kurtulmuş oluruz. Şu halde, bizim görüşümüz daha
evladır. İşte bu konuda, yanımızda olan bilgiler bundan ibarettir. Allah, kendi
kelâmının inceliklerini en iyi bilendir.
Şimdi biz, ayetlerin
tefsirine dönüyoruz. "Sana o davacıların haberi geldi mi?" ifadesine
gelince, Vahidî şöyle der:" "onunla davalaştım" fiilinin
masdarıdır. Daha sonra bu masdar, iki ve daha çok kimseler için kullanılır
olmuştur. Halbuki masdar ne tesniye ne de cemî olur. Nitekim Arapça'da, tıpkı,
"O ikisi, âdildirler); onlar adildir(ler)" denilmesi gibi, "O
ikisi hasımdırlar; onlar hasımdırlar" denilir. Buna göre mana, "İki
davalı veya davalılar" şeklinde olur. Ayetteki hasm kelimesiyle, Dâvûd
(a.s)'un yanına giren o iki şahıs kastedilmiştir.
[42]
Cenâb-ı Hak,
"Hani onlar, duvardan mescide tırmanmışlardı" buyurmuştur. Sen, sûrun
üzerine çıktığında, dersin, O halde lâfzının manası, "Onlar, Dâvûd
(a.s)'un yanına, o mihrabın sûrlarından geldi" demek olup, sûr, mihrabın
en üst kısmı demektir. Nitekim, bir kimse evin sûru tarafından eve geldiğinde
denilir. Ayetteki mihrâb kelimesiyle de, Dâvûd (a.s)'un içine girip, Rabbine
taatle meşgul olduğu ev kastedilmiştir. Bir şeyin, parçalarının en kıymetlisi
ile isimlendirilmesi gibi, o evde mihrâb bulunduğu İçin, o eve mihrâb
denilmiştir.
[43]
Burada, usûl-i fıkıh
ilmine dair şöyle bir mesele vardır: Bazı kimselere göre, cem'in (çokluğun), en
azı, ikidir. Bunlar, işte bu ayete tutunarak, şöyle demişlerdir: "Çünkü
Cenâb-ı Hak, bu ayetlerde çoğul sığasını şu dört yerde kullanmıştır:
a) İz
tesevveru
b) İz dehalu
c) Minhum
d) Kâlu
Binâenaleyh, onların
demelerinin delaletiyle, iki
kişi oldukları halde, bu dört lafzın hepsi de cemî, çoğul sîgastndadır.
Dolayısıyla bu ayet cem'in en azının iki olduğuna delâlet eder." Bu
görüşte olanlara şu şekilde cevap verilebilir: Bu iki hasımdan her birinin,
büyük bir topluluk olmaları imkânsız değildir. Çünkü, biraz önce biz, hasm
kelimesinin isim kabul edilmesi halinde, tesniye ve cemi olamayacağını
açıkladık.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "O vakit Davud'un karşısına girivermişlerdi" buyurmuştur ki, bu
"Onlar mihraba, o eve tırmandılar da, ama Dâvûd (a.s)'un yanına
giremediler. Ama Cenâb-ı Hak, "O vakit Davud'un karşısına
girivermişlerdi" deyince, bu ifâde, onların tırmandıktan sonra, Dâvûd
(a.s)'un yanına girdiklerini gösterir" demektir. Ferra şöyle der:
"Bazen, İz edatı iki defa getirilir, ama bu iki İz edatının manası da, bir
iz gibi olur. Bu, meselâ senin, girme ve saldırma vakti aynı olmasına rağmen,
"Yanma girip de, bana saldırdığında seni dövdüm" demen gibidir.
[44]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "O, bunlardan telâşa düşmüştü" buyurmuştur. Bunun sebebi şudur:
Dâvûd (a.s) kendi, yanına onların mutâd olan yoldan gelmediklerini görünce, bir
kötülük yapmak için girdiklerini anladı da, işte bundan dolayı telaşa düştü.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Korkma, dediier, biz iki davacıyız. Birimiz ötekinin hakkına tecâvüz
etti" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[45]
Ayetteki hasmâni
lafzı, mahzuf bir mübtedânın haberi olup, kelamın takdiri, nahnu hasmâni
şeklindedir.
62 / 19. Cüt[46]
Burada, ayetle ilgili
iki görüş bulunur:
1) Bunlar,
gökten inen iki melek olup, Dâvûd (a.sj'un daha önce yeltendiği o çirkin işe
dikkatini çekmek istemişlerdir.
2) Bunlar,
iki insan olup, Dâvûd (a.s)'un yanına kötülük
yapmak ve onu Öldürmek maksadıyla girmişlerdi. Onlar, Dâvûd (a.s)'u
yapayalnız
bulacaklarını sanmışlardı. Ama, Dâvûd
(a.s)'un yanında, hizmetçilerden müteşekkil
bir grup görünce, ortaya çıkacak bir kötülüğü savuşturmak için işte bu
yalanı
uydurdular.
Bu iki kimsenin melek
olmadığını söyleyenler, şu şekilde istidlal etmişlerdir. Şayet onlar melek
olmuş olsalardı, "Biz, iki davacıyız" şeklindeki sözleriyle, yalan
söylemiş olurlardı. Çünkü melekler arasında husûmet bulunmaz. Yine onlar,
"Birimiz ötekinin hakkına tecavüz etti" demelerinde ve "Şu,
benim biraderimdir. Onun doksan dokuz dişi koyunu var" sözlerinde, yalancı
olmuş olurlardı. Böylece, onların melek olmaları halinde, onların yalancı
olmaları gerekirdi. Halbuki, "Melekler sözle, asiâ O'nun önüne geçemezler"
(Enbiya, 27) ve "Ne emrolunursa, onu yaparlar" ium. so>
ayetlerinden dolayı, meleklerin yalan söylemeleri caiz değildir.
Birinci görüşün
sahipleri, bu açıklamaya şu şekilde cevap vermişlerdir: "Melekler bu sözü,
hakiki manada değil, darb-ı mesel olarak söylemişlerdir. Dolayısıyla bundan,
onların yalancı oldukları neticesi çıkarılamaz." Bu görüşe de şu şekilde
karşılık verilmiştir:
Sizin ileri sürdüğünüz
bu şey, lafzın zahirinden udûl etmeyi gerektirir. Halbuki bunun, aslolanın
hilâfına bir hareket tarzı olduğu malumdur. Ama biz bu kelâmı, "O iki
hasım, iki insandı. Bir kötülük maksadıyla DAvûd'un yanına girmişlerdi. Daha
sonra bu yalanı uydurdular" manasına alırsak, bu durumda bu yalan, fâsık
iki şahsa isnad edilmiş olur. Binâenaleyh, bu, birinci görüşten daha evlâdır.
Allah en iyisini bilendir.
Bu iki şahsın melek
olduğunu söyleyenlerin delilleri de şunlardır:
1) Müfessirlerin ekserisinin bunda ittifak etmiş
olmaları.
2) Dâvûd
(a.s)'un makamının, ibâdet ederken halkının fertlerinden herhangi bir kimsenin
yanına tırmanmasına İmkân vermeyecek biçimde olması... Binâenaleyh, bu işin
melekler tarafından yapılmış olması gerekir.
3)
"Onlar, "Korkma..." dediler" cümlesi, bu iki şahsın melek
olduklarına adeta delâlet eder gibidir. Çünkü, halkından herhangi bir kimse, bu
makamdaki şahsa, kolay kolay böyle bir söz söyleyemez...
4) Bu İki
şahsın, "Aşırı gitme" şeklindeki sözleri de, bunların melek
olduklarına delâlet eder gibidir. Çünkü, Dâvûd (a.sj'un yönettiği kimselerden
herhangi biri, ona, "zulmetme, haktan ayrılma" demek cesaretini
gösteremez.
Bilki, bu delillerin
tutarsızlığı açık olup, bunlara cevap vermeye gerek yoktur. Allah en iyisini
bilendir.
[47]
Cenâb-ı Hak, buyurmuştur ki, bu
"Haddi aştı, sınırı tecâvüz etti" demektir.
Nitekim, aşırı derecede ağrı verip doruk/ıoktaya çıktığında, kadın zina
ettiğinde de, denilir. Çünkü zina,
büyük
günahtır ve dinen yasaktır. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Cariyelerinizi,
kızlarınızı
(...) siz fuhşa mecbur
etmeyin..."(Nur, 33) buyurmuştur.
Hükm, "Şimdi sen
aramızda adaletle hükmet..." cümlesine gelince. "Hüküm vermenin
manası, o hâdise hususunda, Allah'ın teklif ve emrini,o iki şahıs üzerinde
infaz etmede, o işi sapasağlam yapmak" şeklindedir. Atın, gemi almasına
mani olduğu için, "Hayvanın, atın geminin ağızlığı" de bu manadadır.
Yine, sapasağlam olduğunda "sağlam, ■tftfcem yapı" denilmesi de
bunun gibidir. Ayetteki, lâfzı, "hak olan hiküm ile" manasında olup,
bu da, "Allah'ın verdiği hüküm.." demektir.
sözüne gelince; bir
kimse uzaklaştığında, denilir. Yine, sen evden uzaklaştığında, "ev
uzaktadır"denilmesii de böyledir. Nrtekim ayette, varid olmuş, "yani,
o zaman biz, haktan uzak bir söz söylemiş oluruz" (Kehi, 14
demektir,"Vereceğin bu hükümde, haktan uzaklaşma.." demektir.
Sevftu's-Sırât, yolun ortası anlamındadır.
Nitekim
"Derken o bakıp bunu o çılgın ateşin
ta ortasında gördü..."(saffât, 55) buyuru I m ustur. Bir şeyin ortası,
onun en üstünü ve en mutedil olanıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Böylece sizi
vasat bir ümmet yapmışızdır" (Bakara, 143) buyurmuştur.
Ben diyorum ki, o
hasımlar, aynı maksadı şu üç şey ile ifade etmişlerdir:
a) "Hak olan hükümle hükmet."
b) "Haktan ayrılma! ki, bu, bâtıl şeylerden
nehyi ihtiva eder.."
c) "Bizi, yolun ortasına şevket..."
Yani, "Senin, hakkı gerçekleştirmede ve ratıldan da sakındırma hususunda,
gayret göstererek bizi, bâtıl yoldan hak yola letmen, döndürmen gerekir"
demektir ki, bütün bunlar, matlûbu izahta, tam ve mükemmel ifadelerdir.
Bil ki onlar, bir
anlaşmazlık bulunduğunu kısaca haber verince, bunun peşinden, bu anlaşmazlığın
sebebini tafsilatlı bir biçimde getirerek, "Şu benim birâderimdir. Onun
doksandokuz dişi koyunu var" demişlerdir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele
vardır:
[48]
Keşşaf sahibi
şöyle der: "Bu ayetteki
"kardeşim,
biraderim"
kelimesi, ya hazâ kelimesinden bedeldir, ya da
Inne edatının
haberidir ki bununla, ya din kardeşliği, veya
dostluk, samimiyetten kaynaklanan kardeşlik, veyahut da "Ortak iş
yapanların çoğu mutlaka birbirine haksızlık eder" ayetinden dolayı,
ortaklık ve iştirak kardeşliğidir ki, bu kardeşliklerden herbiri, zulümden ve
haksızlıklardan kaçınmayı gerektirir."
[49]
Keşşaf sahibi şöyle
der: "Tâ'nın fethasıyla, nûnun kesresiyle şeklinde de okunmuştur ki bu,
lehçelerin farklılığından kaynaklanmış olup, tıpkı "sahtiyan döşek"
ve ve "dişi kartal" kelimeleri gibidir."
[50]
Leys, na'ce'nin vahşi
sığırın, koyunun ve keçinin dişisi demek olduğunu; bunun çoğulunun, olduğunu;
Arapların örfünün, ve "dişi hayvan ve ceylân" kelime lerini, kadından
kinaye olarak kullanma biçiminde sürüp geldiğini söylemiştir.
[51]
Adullah ibn Mes'ûd
diye okumuştur ki, bu, tekîd için olup, tıpkı,
(Nahi
si) ayeti gibidir.
[52]
Müteakip ayeti
hakkında Keşşaf sahibi şöyle der: kelimesinin asıl manası, "Beni, tıpkı
elimin altındakilere sahip olmam, kefil olmam gibi, ona da sahip olacak hale
getir..." şeklindedir, "Beni yendi" manasında olup,
"Falancayı yendi" denilir. Buna göre mana, "O bana, getirdiği
delillerin aleyhine delil getiremeyeceğim bir biçimde deliller getirdi..."
şeklinde olur. Yine bu kelime, şeklinde okunmuş olup, masdarından gelir. Manası da, "Muğalebe,
karşılıklı üstün gelme çabası gösterme" şeklindedir.
Bil ki, bu iki şahsın
meleklerden olduğunu söyleyenler, burada "na'ce, dişi koyun"dan bahsedilmesinin
maksadının bir temsil ve teşbih olduğunu; zira Dfivûd (a.s)'un do'ksandokuz
tane karısının bulunduğunu, Urlyâ'nın tek bir karısı bulunduğunu, dolayısıyla
da meleklerin bu hadiseyi bir tariz ve çıtlatma şeklinde söylediklerini iddia
etmişlerdir.
[53]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, buyurmuştur ki, bu DAvûd (a.s) dedi ki: "O, muhakkak sana, senin, bir
tek koyununu, kendi koyunlarına katmak istemesi sebebiyle zulmetmiştir"
demektir. Rivayet olunduğuna göre Dfivûd (a.s) dâvâlıya: "Eğer sen bunu
istersen", senin alnını, burnunu kırarız" deyince, o, "Ey Dâvûd,
sen şöyle şöyle yaptığın için, esasen bizim sana böyle yapmamız gerekir"
dedi. Daha sonra Dâvûd (a.s), etrafa bakındı, derken hiç kimseyi göremedi,
durumu anladı.
[54]
İmdi eğer, "Dâvûd
(a.s)'un, sırf karşı tarafın sözü ile, iki dâvâlıdan birisinin
aleyhine hükmetmesi
nasıl caiz olur?" denilirse, biz deriz ki: İnsanlar bu hususta, şu
izahları yapmışlardır:
a) Muhammed
b. İshâk şöyle der: Davacı sözünü bitirince, Hz. Dâvûd (a.s), konuşmayan
davalıya baktı ve "Eğer bu doğru söylüyorsa, sen şüphesiz ona
zulmetmişsin" dedi. Velhasıl Dâvûd (a.s)'un bu hükmü davacının, iddiasında
doğru olması şartına bağlı bir hükümdür."
b)
İbnü'l-Enbâff şöyle demiştir: "Davalılardan birisi bu iddiada bulununca,
ikincisi bunu kabul etti. Bunun üzerine Dâvûd (a.s) hükmünü verdi. Allah Teâlâ,
bu sözden açıkça anlaşıldığı için, karşı tarafın bunu itiraf ettiğini
belirtmemiştir ki bu tıpkı senin, "Ticaret ettin ve kazandın"
manasında, "Ben sana ticareti emrettim, sen de kazandın" demen
gibidir. Keza Cenâb-ı Hak, (Hz. Musa'ya), "Asanla denize vur" dedik,
deniz de yarıldı"<su4ra.es> buyurmuştur. Bu da, "O asâsıyta
vurdu ve deniz yarıldı" takdirindedir."
c) Bunun
takdiri, "Durumu böyle olan bir kimse sana zulmetmiştir" şeklindedir.
[55]
Dâvûd (a.s)
"Gerçekten ortakların çoğu, mutlaka birbirine haksızlık eder"
demiştir. Leys, "Halîtü'r-Reculi" deyimi, "kişinin ortağı"
demektir" der. Zeccâc de "Huletâ. ortaklar manasınadır"
demiştir.
Eğer, "Ortaklar
dışında zulmedenler de çokça bulunduğu halde Dâvûd (a.s) neden ortakların
birbirinin hakkına tecavüzünü özellikle zikretmiştir?" denilirse, buna şu
şekilde cevap verilir: Ortaklığın, birçok durumda münakaşaya ve çekişmeye sebep
olduğunda şüphe yoktur. Çünkü iki kişi, birbiriyle içli-dışlı yaşadığında,
herbiri diğerinin hallerine muttali olur. Taraflardan birinin sahib olduğu
güzel şeylerden herbirinden haberdar olduğunda, karşı tarafın o husustaki
arzusu artar. Bu da, kişiler arasında yarışma ve çekişmenin artmasına sebep
olur. İşte bundan ötürü, Dâvûd (a.s) ortakları haksızlık yapma işi ile daha çok
ilgili görmüştür. Daha sonra bu genel hükümden (durumdan), iman edip salih
ameller işleyenleri istisna etmiştir. Çünkü böyle insanların, biribirlerine
karışmaları, ancak dinî ve gerçek ruhî mutlulukları elde etme maksadıyladır.
Dolayısıyla bunların ortaklığı, münakaşa, çekişme ve hasımlaşma sebebi olmaz.
Bil ki bu istisna,
iman edip salih ameller işleyenlerin, biribirlerine haksızlık edemeyeceklerine
delâlet eder. Dolayısıyla eğer Dâvûd (a.s), o adama (Ûrlyâ'ya) haksızlık ve
zulmetmiş olsaydı, verdiği bu fetva gereğince, kendisinin iman edip, salih
amelde bulunanlardan olmaması gerekirdi. Onun mü'minlerden olmamasının bâtıl
oluşu ise malumdur. Böylece "Ayetteki bu koyun kıssası ile, Dâvûd (a.s)'un
başından geçen kıssa kastedilmiştir" diyenlerin grüşlerinin bâtıl olduğu
sübût bulmuştur.
[56]
Daha sonra Dâvûd
(a.s), "Fakat bunlar da ne kadar azdırfö
Bu azlığın sebebi,
dünyaya cezbeden ve çağıran sebeplerin çok olmasıdır. Bu sebepler, bâtînî ve
zahirî hisler (duyular) olup, on tanedirler. Ayrıca şehvet, gazab (öfke) ve yedi
tabiî kuvvettirler. Bunların toplamı ondokuzdur. Bu ondokuz güç (adetâ
cehennemin zebânîleri gibi), beden cehenneminin kapılarında beklemektedirler.
Hepsi de insanı, yaratılmışlara ve dünyaya karışmaya ve maddî lezzetlere davet
ederler. Hakka ve dine davet eden ise sadece akıldır. İnsanlar üzerinde, hissî
ve tabiî kuvvetlerin hükümranlığı (tesiri), onlardaki aklî kuvvetin tesirinden
daha çoktur, jşte bu sebepten ötürü, iyiler tarafında azlık, kötüler (kâfirler)
tarafında çokluk söz konusudur.
Keşşaf sahibi, bu
ayetteki mâ lafzının, müphemlik ifade ettiğini ve bunda, o iyi kimselerin
azlığına şaşılması gerektiği manasının yattığını belirterek, "Eğer sen bu
lafzın, hikmetini ve yerini Öğrenmek istiyorsan, bunu, İmru'ul-Kays'ın şu
beytinden anla:
"Onca kısalığına
karşın, herhangi bir söz; bak (nerdeyse) herhangi bir manası kalmış mı?"
[57]
Daha sonra Cenâb-t
Hak, "Dâvûd sandı ki Biz kendisini deniyoruz" buyurmuştur.
Müfessirler, "Bu, "Dâvûd, Bizim kendisini imtihan ettiğimizi
anladı" manasındadır. Buradaki "zann" kelimesinin, bilme
(anlama) manasına hamledilmesinin gerekişinin sebebi şudur: Hz. Dâvûd (a.s) o
iki dava1 ımeında hüküm verince, onlar biribirlerine bakıp güldüler. Sonra da
pnun gözü önünde göğe yükseldiler.
Böylece Hz. Dâvûd (a.s), Allah Teâlâ'nın kendisini, bu şeki'de İmtihan ettiğini
anladı. Dolayısıyla onun bunu bildiği sabit olur. Zann kelimesini ilim
(bilme-anlama) manasına almak mümkündür. Çünkü istidlal yoluyla elde edile ı
zanna çok benzer. İşte bu benzerlik, bu zann kelimesinin ilim manasına mecazî
ciarak anlaşılmasının sebebidir" demişlerdir. Ben derim ki: Böyle bir söz,
"O iki davalı, insan şekline girmiş iki melekti" dememiz halinde
mümkün olur. Ama bunu söylemezsek, buradaki zann kelimesini "ilim" manasına
almamız gerekmez. Hatta bir kimse, "Dâvûd (a.s), Allah tarafından böyle
bir imtihanın olabileceğini zann-ı galibi ile anladığı için, istiğfar ve inâbe
(tevbe) ile meşgul olmuştur" diyebilir.
[58]
Ayetteki, "Bunun
üzerine Rabbine istiğfar etti" cümlesi,
"Dâvûd, Rabbinden
bağışlanmasını istedi" demektir. Bu cümle ile ilgili olarak şu iki izah
yapılabilir:
1) Eğer
Dâvûd (a.s)'dan bir hata ve günahın sâdır olduğunu söylersek, ayetteki
istiğfarın bundan ötürü yapıldığını söyleriz.
2) Yok eğer bunu
söyleyemiyorsak, o zaman deriz ki: Bu hususta şu izahlar
yapılabilir:
a) O
kimseler, Dâvûd (a.s)'u öldürmek maksadıyla yanma girdiler. Dâvûd (a.s) da, çok
kudretli ve kuvvetli bir padişah olduğu için, onlardan intikam almaya tam gücü
olmasına ve o anda hafif bir korku duymuş olmasına rağmen, onları affedip
birşey soylemeyince, bundan dolayı kendine bir "ucub" (beğenme
duygusu) geldi. İşte bundan dolayı, Cenâb-ı Hakk'a istiğfar ve tevbede bulundu
ve bu güzel hale yönelişinin, ancak Allah'ın buna muvaffak kılmasıyla olduğunu
itiraf etti. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, onun hatırına gelen bu güzel duygu
sebebiyle, ona mağfiret etti ve bağışladı.
b) Belki de
Hz. Dâvûd (a.s), önce o girenlere eziyet etmek, cezalandırmak istedi. Daha
sonra kendi kendine, "Bu, onların kötü niyetli olduklarına dair bir delil
bulunmayan bir durumdur" deyip, onları bağışladı. Sonra da gönlüne gelen o
ilk rvyetten ötürü, Rabblnden bağışlanmasını istedi.
c) Belki de
o iki kişi, hemen o anda Allah'a yönetip, Dâvûd (a.s)'dan tövbelerinin kabul
edilmesi için, ondan kendileri namına Allah'dan bağışlanma dilemesini
istediler. Bunun üzerine Dâvûd (a.s), Allah'dan af diledi ve yalvarıp yakararak
Allah'a yöneldi. Allah Teâlâ da, Dâvûd (a.s)'un şefaati ve duası sebebiyle
onlart bağışladı.
Bütün bu izahlar, açık
ve düşünülebilecek İzahlar olup, Kur'ân bu gibi şeylerle dopdoludur.
Dolayısıyla ayetin lafzı, bütün bu izahlarımıza muhtemel olup, onların ileri
sürdükleri ve dine uymayan o uydurma ve nahoş hikâyeyi kabul etmemiz için, ne
kat'î, ne de zannî bir delil bulunmadığına göre, böylesine münker şeyleri
kabule ve söylemeye sevkedecek şey nedir? Yaptığımız bu izahların doğruya daha
yakın ve daha güçlü olduğunu, Cenâb-ı Hakk'ın bu kıssayı, "Kattmızda onun
muhakkak bir yakınlığı ve bir akıbet güzelliği var" diyerek bitirmiş
olması da te'kid eder. Bu gibi bitirişler, ancak Allah'a hizmet ve ibadet
hususunda pek çok amel sâdır olmuş olan ve Allah'ın emirlerine boyun eğme
yolunda pek çok şiddetlere katlanan kimseler hakkında güzel olur. Fakat onun yukarıda
bahsedilen türden bir suça ve günaha yönelen bir kimse olduğu kabul edilecek
olursa, ayeti böyle sona erdirmek, onun durumuna uygun düşmez. Melih b. Dinar
şöyle der: "Kıyamet günü, yüksek bir minber getirilir ve cennete
yerleştirilir. Sonra da, Allah, "Ey Dâvûd, dünyada iken beni medh-ü sena
ettiğin şu tatlı ve güzel sesinle, şimdi de beni medh-ü sena et"
der." Allah en iyi bilendir. Burada şöyle birkaç bahis var:
[59]
1) kelimesi, ve şekillerinde okunmuştur. Bu kıraata göre, fiillerdeki tesniye elifi, o
iki meleğe râcî olur.
2) Meşhur
olan görüşe göre, bu istiğfarın, o koyun davası ile ilgili olmasıdır. Yine
bunun Hz. Dâvûd (a.s)'un, ikincisinin sözünü dinlemeden, berikisi lehine
hükmetmesi sebebiyle olduğu da söylenmiştir. Ama bu mümkün değildir.
3) Ayetteki,
cümlesi, sadece rükû yapıldığını gösterir. Secde ise, haberler (hadisler) ile
sabit olmuştur. Yine Hz. Dâvûd (a.s)'un, kırk gün şiddetli bir şekilde ağladığı
da haberlerle sabit olmuştur.
4) Şâffî
(r.h)'ye göre, bu ayet, secde ayeti değildir. Çünkü Şafiî'ye göre, bir
peygamberin tevbesini haber veren bir ayet, tilavet secdesini gerektirmez.
5)
Ebû Hanife (r.ah), bu ayeti, tilavet
secdesinde, rükünun secde yerine geçeceğine delil getirmiştir.
[60]
"Ey Dâvûd, biz
seni yeryüzünde bir halife yaptık.
Öyleyse sen de insanlar arasında adalet ile hükmet ve hevâ-ü hevesine tâbi olma
ki bu seni Allah yolundan saptırır. Çünkü Allah yolundan sapanlar, hesap günüm:
unuttukîan için, onlara pek çetin bir azab vardır. O göğü, o yeri ve bunların,
arasında bulunan şeyleri biz boşuna yaratmadık. Bu, o kâfirlerin (yanlış)
zanrndtr. Bu yüzden o kâfirler için, ateşten helak vardır. Yoksa biz, iman edip
Salih ameller işleyen kimseleri, yeryüzünde fesat çıkaran kimseler gibi mi sayacağız?
Yahut muttakileri, tacirlerle bir mi tutacağız? (Bu Kur'ân), ayetlerini
insanlar iyice düşünsünler ve temiz akıl sahipleri ibret alsınlar diye sana
indirdiğimiz mübarek bir kitaptır" (Sâd, 26-29).
Bil ki Allah Teâiâ, bu
kıssayı anlatıp, tamamlayınca, peşisıra, yeryüzü halifeliğini Dâvûd (a.s)'a
havale ettiğini ifade ettiği ayetleri getirmiştir. Bu, bu kıssa ile ilgili o
meşhur uydurma hikâyenin yanlışlığına delâlet eden en güçlü delillerdendir.
Çünkü bir adamın, müslümanlann kanını dökmeye gayret gösteren ve hanımlarını
onlardan zorla almaya arzulu olan birisi olarak nitelendirilip, bunun hemen
peşinden, Allah'ın bu kimseye yeryüzünün halifeliğini havale ettiğini söylemek,
gerçekten akıl kârı olmayan bir iştir.
[61]
Hz. Dâvûd (a.s)'un
halife oluşunun izahı hususunda şu iki şey söylenebilir:
a) Bu, "Biz seni Allah'a çağırma ve
insanları idare etme hususunda, senden önceki peygamberlere halef
kıldık..." demektir. Bu böyledir, çünkü bir adamın halifesi (halefi), onun
peşinden gelip, onun yerini alan kimsedir. Bu ise, yok olması (ötmesi)
düşünülebilecek kimseler için söz konusu olur. Bu manada halifesi olmak, Allah
hakkında muhaldir.
b)
Bu, "Biz seni, insanların mâliki ve
onlar üzerinde hükmü geçen bir kimse kıldık..." demektir. İşte bu manada
olmak üzere, ona, "Allah'ın halifesi" denilebilir. "Allah'ın
yeryüzündeki halifeleri" ifadesi de, bu manadadır. Velhasıl bir kimsenin
hafife olması, hükmünün, idare ettiği insanlar üzerinde geçerli olması
demektir. "Halife kılma" (yapma) lafzının hakikî manada alınması,
bunun Allah hakkında olması imkânsızdır. Dolayısıyla, bu, hakikî manada
alınamayacağına göre, o hakikî mananın ayrılmaz vasfını ifade etmiş olur. O
aynlmaz vasıf da, halifenin hükmünün geçerliliğidir.
[62]
Daha sonra Allah
Teâlâ, "öyleyse sen de insanlar arasında
adalet ile hükmet" buyurmuştur. Bil ki insan, tabiatı itibarıyla
medenî olarak (yani toplu halde yaşama ihtiyacı içinde) yaratılmıştır. Çünkü
bir insanın işleri ancak, böyle bir sistem içinde tam olarak karşılanır.
Dolayısıyla bu ziraatçı, şu değirmenci, öbürü ayakkabıcı, falanca dokumacı,
öteki terzi vs. olur. Netice olarak diyebiliriz ki, herbiri kendi işini
yaparak, hepsinin işlerinin toplamı ile, cemiyetin düzeni sağlanır. Böylece,
insanın yaratılıştan medenî bir varlık olduğu sabit olmuş olur. Onlar, bir
yerde bir araya geldiklerinde, aralarında anlaşmazlıklar ve husumetler meydana
gelir. Kadir ve muktedir bir kimsenin ise, bu husûmetleri sona erdirmesi
gerekmektedir ki, bu da, herkes üzerinde hükmünü yürüten ve infaz eden
sultandır, hükümdardır. İşte böylece, insanların işlerinin ancak, yönetimi
bilen muktedir bir sultan sayosinde düzene gireceği hususu kesinlik kazanır.
Sonra, bu yönetici ve muktedir sultanın hükmü, onun hevâsına göreyse, onun
kendi dünyasının menfaatlerini talep etmesi, halk üzeriı. "i büyük
zararlara yol açar. Çünkü o halkını, kendisine feda etmekte ve onları, kendi ı.
enfaatlerini elde etmek için araç olarak kullanmaktadır. Bu da, âlemin harap
olmasınt insanların anarşiye düşmesine yol açar. Bu ise sonunda, o
hükümdarı helak olması neticesine
götürür.
Ama bu hükümdarın
hüküm ve kararları, ilahî olan hak şeriata uygun olduğunda, âlemin düzeni
sağlanır, en güzel bir biçimde de, hayır kapıları ardına kadar açılır. İşte
"Öyleyse sen de insanlar arasında adalet ûe hükmet" sözünden
kastedilen budur. Yani, "İnsanlar arasınla, adalet ile, hakka göre
hükmeden birisinin bulunması mutlaka gereklidir. Böylesi kirişe de, sen
ol" demektir.
Daha sonra "Ve
heva'u hevesine tâbi olma ki, bu, seni Allah yolundan saptırır"
denilmiştir. Bunun tefsiri şudur: Hevâya tâbi olmak, Allah'ın yolundan sapmaya
yol açar. Allah'ın yolundan sapmak ise, azâbların en kötüsünü mûcib olur. Bu
da, hevâya ıttikâ etmenin, çok kötü bir azabı gerektireceği sonucunu verir.
[63]
Birincisine, yani,
kişinin hevâ ve hevesine tâbi olmasının, Allah yolundan sapmış olmayı
gerektirdiği hususuna gelince, bunu şu şekilde izah edebiliriz: Kişinin nevası,
onu maddî lezzetlere gömülmeye ve onların içine batmaya çağırır. Bunlara
gömülmek ise, bakî olan sâlih ameller demek olan, ruhanî manevî mutlulukları
elde etmekle meşgul olmaktan alıkor. Çünkü bu iki şey, birbirine zıt olan iki
durumdur. Bunlardan birisinin artması oranında, diğeri azalır.
[64]
İkincisine, yani,
Allah yolundan sapmanın, çok kötü bir azabı gerektirdiği hususuna gelince, bu,
son derece açıktır: Çünkü insan, bu maddî şeylere alabildiğine ünsiyyet eder,
rühânî, manevî halleri tamamıyla unutur da, böylece Ölürse, mahbûbundan ve maşukundan
ayrılmış olur. Böylece de, ahalisi ile hiçbir ülfet ve ünsiyyeti bulunmayan bir
beldeye (ahirete) girmiş olur. Ve onun, bu memleketin nurlarını mütalâa edecek,
kuvvetli bir basarı, gözü de yoktur. Böylece bu kimse, adetâ, sevgilisinden
ayrılmış ve hoşlanmadığı şeylerle başbaşa kalmış olan bir kimse gibi olur.
Neticede bu şahıs, ^>ek yerinde olarak, en büyük belâ ve sıkıntılara düşmüş
olur. Binâenaleyh, kişinin hevâ ve hevesine uymasının, Allah yolundan sapmış
olmasını; Allah yolundan sapmasının da, o kötü azabı mûcib olduğu sabit olmuş
olur ki, işte bu, mükemmel bir biçimde yapılmış olan bir izahtır:
buyruğunun manası
"Bu sapmanın ortaya çıkmasının temel sebebi, o hesap gününün
unutulmasıdır. Çünkü bu kimseler, şayet o günün hesabını nazar-ı dikkate almış
olsalardı, ahiret günü için azık hazırlama işinden yüz çevirmez, bu bozuk
lezzetlere böylesine dalıp gitmezlerdi" demektir.
[65]
Mervânoğulları
halifelerinden birisinin, Ömer Ibn Abdilaziz e, "Bize "Halife olan
kimselerin aleyhine olarak kader kalemi hareket etmez ve onun aleyhine olarak,
ona günah yazılmaz" şeklinde ulaşmış olan haberi sen de duydun mu?"
dediği, bunun üzerine de, Ömer İbn Abdilazlz'in, "Ey mü'minlerin emîri,
halife mi daha üstündür, yoksa peygamber mi?" deyip, daha sonra da,
"Çünkü Allah yolundan sapanlar, hesap gününü unuttukları için, onlara pek
çetin bir azab vardır" ayetini okuduğu rivayet edilmiştir.
Daha sonra Çenâb-ı
Hak,
"O
göğü, o yeri ve bunların arasında bulunan şeyleri biz boşuna yaratmadık. Bu, o
kâfirlerin (yanlış) zannıdır. Bu yüzden o kâfirler için, ateşten helak
vardır"(sm, 27) buyurmuştur ki, bu ayetin bir benzeri de, "Ey
Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın. Sen, pâk ve münezzehsin. Bizi ateşin
azabından koru" (Al-i İmran,i9i)ve "Allah gökleri, yeri ve ikisinin
arasında bulunan şeyleri ancak gerçek bir gaye ile yaratmıştır.." (Rum. 8)
ayetleri olup, bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[66]
Cübbaî, kulların
amellerini yaratanın Allah olmadığına dair,
bu ayetle istidlal ederek şöyle der: "Çünkü, kulların
amelleri, küfrü ve
fışkı da içine alır ki, bunların hepsi, bâtıl
şeylerdir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, "Göğü, yeri ve
bunların arasında
bulunan şeyleri biz boşuna yaratmadık" şeklinde izahta bulununca bu,
kulların amellerini yaratanın Allah olmadığına delâlet eder ki, bunun bir
benzeri de, "Gökleri, yeri ve aralarındaki şeyleri biz, ancak gerçek bir
gaye ile yarattık..." (Hicr, 85) ayetidir. Cebriyye'ye[67] göre
ise, Cenâb-ı Hak, küfretsin diye kâfiri yaratmıştır. Halbuki küfür, bâtıldır. O
halde bu demektir ki, Allah, bâtılı yaratmıştır. Daha sonra Cenâb-ı Hak bu
hususu, "Bu, o kâfirlerin (yanlış) zannıdır" diyerek pekiştirmiştir
ki bu, "Bu sözü söyleyen herkes kâfirdir" demek olup, bu da, Cebriyye
mezhebinin, küfrün bizzat kendisi olduğu hususunda sarîh bir ifadedir."
Ehl-i sünnet
alimlerimiz ise, bu ayet ile, kulların amellerini yaratanın Allah olduğuna dair
İstidlalde bulunarak şöyle demişlerdir: "Bu ayet, Allah Teâlâ'nın,
göklerle yer arasında bulunan her şeyin yaratıcısı olduğuna delâlet etmektedir.
Kulların amelleri de, göklerle yer arasında bulunanlar cümlesindendir.
Dolayısıyla Allah'ın, bunların da yaratıcısı solması gerekir."
[68]
Bu ayet, haşr, neşr ve
kıyametin vâkî olacağına ve
doğruluğuna delâlet
etmektedir. Bu böyledir, zira Allah
Teâlâ, mahlûkatı bu
alemde yaratmıştır. Bu durumda O'nun
bunları
ya zarar vermek, yahut fayda vermek için yarattığı;
veyahut da, ne fayda ne de zarar amacıyla yaratmış
olduğu söylenebilir. Birincisi
bâtıldır; çünkü bu,
rahîm ve kerîm olan Allah'a uygun düşmez. Üçüncü ihtimal de
batıldır; çünkü, bu durum, onlar yok iken de mevcuttu.
Öyleyse, geriye ancak "O,
onları, fayda
sağlamak için yaratmıştır" denilmesi kalmaktadır.
Şimdi biz diyoruz ki,
bu fayda verme İşi, ya dünya ya da ahiret hayatında meydana gelir. Birincisi
bâtıldır, çünkü dünyanın faydalan az, zararları ise çoktur. Ancak bir
menfaatten dolayı, pekçok zararı üstlenmek İse, hikmete uygun düşmez. Bu kısım
da bâtıl olunca, bu dünya hayatından sonra, diğer bir dünyanın mevcudiyeti
konusunda hüküm vermek sabit olur ki, bu da, haşrin, neşrin ve kıyametin
mevcudiyetini kabul etmek demektir.
Bil ki, bu delili,
pekçok yönden izah etmek mümkün olup, biz bunları, Yûnus Sûresi'nin başında
iyice özetledik. Binâenaleyh, bunları tekrarlamaya gerek yoktur. Böylece
bahsettiklerimizle, Allah Teâlâ'nın, "Gökleri, yeri ve ikisi
arasındakileri bâtıl, boş yere yaratmadığı" sabit olmuş olur. Bu ikisinin
yaratılışları bâttl olmayınca da, haşrin ve neşrin olacağını söylemek gerekir.
Yine, haşrin ve neşrin olacağını kabul etmeyen kimse, Allah'ın, gökleri ve yeri
yaratmasındaki hikmeti hususunda şüphe etmiş olur ki, "Bu, o kâfirlerin
(yanlış) zannıdır. Bu yüzden o kâfirler için, ateşten helak vardır"
ayetinden maksad da budur.
Cenâb-ı Hak, haşri ve
neşri inkâr etmenin, Allah'ın, gökleri ve yeri yaratmasındaki hikmet hususunda
şüphe etmemeyi gerektirdiğini kısaca beyan edip açıklayınca, bunu tafsilatlı
bir biçimde ele almak üzere: "Yoksa biz, iman edip salih ameller işleyenleri
yeryüzünde fesat çıkaranlar gibi mi sayacağız? Yahut müttakileri fâcirlerle bir
mi tutacağız?" (sad. 28) buyurmuştur. Bunu şu şekilde izah edebiliriz: Biz
dünyada, Allah'a itaat edip, O'na isyandan sakınan kimselerin fakirlik, müzmin
hastalık, kötürümlük ve çeşitli belâların içine düştüğünü; kâfir ve fâsık
kimselerin ise, alabildiğine nimet ve rahatlıklar içinde bulunduklarını
görmekteyiz. Binâenaleyh, haşr, neşr ve kıyamet olmasaydı, bu durumda, itaat
eden kimsenin hali, isyan edeninkinden daha düşük olurdu ki, bu, hakîm ve rahîm
olan Allah'ın hikmetine uygun düşmez. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın hikmetini
zedeleyeceğine göre, hasrı ve neşri kabul etmemenin, Allah'ın hikmetini inkâr
etmiş olmayı gerektireceği kesinleşir.
[69]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"(Bu Kur'ân), ayetlerini insanlar İyice düşünsünler ve öz akıl sahipleri
ibret alsınlar diye, sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır" buyurmuştur
ki, bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[70]
Mu'tezlle şöyle
demektedir: "Bu ayet, Allah Teâlâ'ntn,
Kur'ân'ı ancak, hayır (iyilik),
rahmet ve hidayet İçin
indirdiğine delâlet
etmektedir. Bu ise, şu iki şeyi ifâde eder:
1) Allah'ın
fiilleri, maslahatları gözetme şartına bağlıdır.
2) Allah,
herkesin iman etmesini, iyiliğini (hayrını) ve taatta bulunmasını ister.
Halbuki, "Allah, kâfirin küfrünü irâde etmiş, dilemiştir" diyenlerin
sözü böyle değildir."
[71]
Bu, ayetlerin
birbiriyle olan münasebeti hususundadır.
Buna
göre biz diyoruz ki: Birisi şöyle bir soru sorabilir: Allah
Teâlâ, bu sûrenin
başında, kâfirlerden alaycı
olan
kimselerin, öldükten sonra dirilme ile
Kıyameti inkâr etme hususunda, alabildiğince ileri gittiklerini ve "Ey
Rabbimiz, hesap gününden evvel bizim amel defterimizi acele ver"ıs&â.
16) dediklerini nakletmiştir. Allah Teâlâ, onların böyle söylediklerini
nakledince, bunun cevâbını vermemiş, tam aksine, "Onlar ne derlerse
sabret. Kulumuz Davud'u hatırla"<sad, 17) demiştir. Halbuki, Kıyametin
hak duşu ile, Dfivûd (a.s)'dan bahsetme arasında bir münasebetin olmadığı malûm
olur. Derken, Cenâb-ı Hak, Dfivûd (a.s) kıssasını açıklamaya geniş yer vermiş,
bu kıssanın akabinde de, "Göğü, yeri ve bunların arasında bulunan
şeyleri" ifadesini getirmiştir. Allah'ın hikmetini isbat etmenin, Dfivûd
(a.s) kıssasıyla bir münasebeti olmadığı da malûmdur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, gökleri ve yeri yaratmasında hikmet bulunduğundan bahsedip, haşir ve
neşrin hak olduğu meselesinin isbatını da buna dayayınca, bundan sonra,
Kur'ân'ın şerefli, üstün, faydası ve hayrı çok bir kitap olduğunu belirten
beyana yer vermiştir. Halbuki, bu kısmın da, Önceki sözlerle ilgisi olmadığı
meydandadır.
Durum böyle olunca, bu
bölümler birbirleriyle alâkası olmayan, birbirinden uzak birtakım bölüm ve
fasıllar olmuş olur. Durum böyle olunca, burada bu noktada Kur'ân-ı kıymetli ve
şerefli bir kitap olarak nitelemek nasıl yerinde olur? İşte sorunun tamamı
bundan ibarettir. Buna cevap vererek şöyle deriz:
Hukemâ şöyle demiştir:
Bir kimse, câhil, ısrarlı, mutaassıp bir kimse ile karşı karşıya gelir ve bu
kimsenin, o taassup ve ısrarına iyice daldığını görürse, bu kimsenin, o mesele
ile ilgili olan sözünü yarıda kesmesi gerekir. Çünkü, bu kimse her ne zaman, o
meseleyi daha çok izah etmek isterse, karşı tarafın, o meseleyi kabul hususunda
duyacağı nefret de o nisbette fazlalaşır. Binâenaleyh, bu durumda uygulanacak
metod, o meseleyle ilgili sözü burada kesmek ve o birinci meseleden tamamen
uzak, yeni bir söze geçmek ve bu sözü, o mutaassıp kimseye, birinci meseleyi
unutturacak bir biçimde uzatmaktır. Karşı tarafın zihni, bu yeni mesele ile
meşgul olup, birinci meseleyi unuttuğunda, beri taraf, söz esnasında, bu yeni
mesele içinde, birinci mesele ve matlûba uygun mukaddimeler sokar. Çünkü, bu
mutaassıp kimse, bu esnada bu mukaddimeyi kabul edecektir. O bunu kabul edince
de, beri taraf, o ilk meseleyi isbat hususunda bu uygun mukaddimeye tutunur.
Böylece, o mutaassıp karşı taraf, susturulmuş ve yenilmiş olur.
Bunu iyice kavradığına
göre, şimdi biz diyoruz ki: Kâfirler, haşri, neşri ve Kıyameti inkâr hususunda
istîhzâvârî, "Ey Rabbimiz, hesap gününden evvel bizim amel defterimizi
acele ver" (Sâd, 16) deme noktasına gelince, Cenâb-ı Hak, "Ey
Muhammed. bu meseledeki sözü burada kes ve bu meseleden tamamen uzak olan başka
bir söze başla, geç" demiştir ki, işte bu başka söz de Dâvûd (a.s)
kıssasıdır. Çünkü, bu kıssanın haşr ve neşir meselesiyle alâkası olmadığı
malumdur. Cenâb-ı Hak bu kıssayı genişçe açıklayıp, kıssanın sonunda da,
"Ey Dâvûd, biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. Öyleyse sen de İnsanlar
arasında adalet ile hükmet" (Sâd, 26) buyurmuştur. Bu sözü duyan herkes,
"Ne güzel yaptı! Çünkü ona, adalet ile hükmetmesini emretti"
diyecektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak sanki, "Ben sana, sadece hakkı
emretmedim. Tam aksine, ben alemlerin Rabbi olmamın yanısıra, bir de, ancak
adalet ile iş yaparım ve bâtıl ile hükmetmem!" demiştir. İşte bu noktada
da, karşı taraf yine, "Ne güzel yaptı! Çünkü, ancak hak ile
hükmetti!" diyecektir. Binâenaleyh, bu noktada (karşı tarafa)
"Allah'ın hükmünün, bâtıl ile değil, adalet ile olması gerektiğini kabul
ettiğine göre, senin, haşr ve neşrin vâki olacağını da kabul etmen gerekir.
Çünkü, şayet böyle olmasa, o zaman, hayırlara kendisini ulaştırma hususunda
kâfirin müslümana tercih edilmiş olması gerekirdi ki, işte bu durum hikmetin
zıddı ve bâtılın da tâ kendisi olurdu" denilir. Binâenaleyh, işte bu güzel
ve ince metodla Cenâb-ı Hak, karşı tarafın, kendisinden kurtulması mümkün
olmayacak bir biçimde, haşri ve neşri inkâr edenlere karşı, kesin bir ilzam ve
susturmayı murad etmiştir. Böylece, Kıyameti inkâr hususunda, onunla istihza
etme derecesine çıkan bu karşı tarafı işte bu yolla susturulmuş ve ilzam
edilmiş olur. Cenâb-ı Hak, "Kur'ân'da, ilzam etme hususunda işte bu ince
metoddan bahsedince, pek yerinde olarak, Kur'ân'ı mükemmel ve üstün olarak tavsif ederek, "indirdiğimiz mübarek bir kitap"
buyurmuştur. Çünkü düşünmeyen, tefekkür etmeyen ve
ilahî muvaffakiyet kendisinin yardımına koşmayan kimseler, bu büyük Kur'ân'ın
yüce sırlarına vakıf olamaz. Zira Kur'ân, gerçekte, ayetler arasındaki tertibin
en mükemmelini ihtiva etmişken, o, işin zahirine bakarak, Kur'ân'da bir sıranın
bulunmadığını iddia etmektedir. Bu ayetlerin tefsiri hususunda kafamızda mevcut
olan şeylerin tamamı bundan ibarettir. Muvaffakiyet Allah'dandır.
[72]
"Biz Davud'a,
(oğlu) Süleyman'ı ihsan ettik. O, ne güzel kuldu. Çünkü o,
dâima Allah'a rücû ederdi. Hani ona öğleden sonra, bir
ayağını tırnağı
üzerine dikip, üç ayağı üzerinde duran
süratli koşu atları gösterilmişti de,
"Gerçekten
ben, mal sevgisine Rabbimi zikretmek için düştüm" demişti.
Nihayet bu atlar, perdenin arkasına gizlenmişlerdi.
"Onları bana getirin"
(dedi)
ve hemen ayakları ile boyunlarını okşamaya başladı"[73]
(Sad, 30-33).
Bil ki bu, ikinci
kıssadır.
Ayetteki, "O, ne
güzel kul!" ifadesiyle ilgili birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis: Diyoruz
ki burada mahsûs bil-medh (övülen şahıs), mahzûftur. Bunun Süleyman (a.s) veya
Dflvûd (a.s) olduğu ileri sürülmüştür. Birincisi daha uygundur. Çünkü Hz.
Süleyman (a.s) bahsi geçen iki zattan, bu ifadeye daha yakın olarak zikredilmiş
olandır. Bir de, bu ifadenin peşinden Cenâb-ı Hak, "O, daima Allah'a rücû
ederdi" buyurmuştur. Bununla, Dâvûd (a.s)'un kasdedilmiş olması mümkün
değildir. Zira bu manada Hz. Dâvûd (a.s) daha önceki ayetlerde tavsif edilerek,
"Çünkü o, dâima (Allah'a) rücû eden (evvâb) bir zat" (Sâd. 17)
buyurulmuştur. Eğer biz, tefsir ettiğimiz ayetteki "ewab"ın da, Dâvûd
(a.s)'ın sıfatı olduğunu söyleyecek olursak, bir tekrar söz konusu olur. Fakat
bunun, Hz. Süleyman (a.s)ın sıfatı olduğunu söylersek, o zaman, faziletteki
kemâl sıfatları açısından, oğlunun, babasına benzemiş olması gerekir.
Dolayısıyla bu daha uygun olur.
İkinci Bahis: Allah
Teâlâ, "O, ne güzel kul" buyurmuş, sonra da, "Çünkü o, dâima Allah'a
rücû ederdi" demiştir. Bu ikinci cümle, birincisinin illeti (sebebi-izaht)
gibidir. Binâenaleyh bu, onun ancak çokça dönen (evvâb) olmasından ötürü, güzel
kul olduğunu gösterir. Böylece de, çoğu vakitlerinde ve işlerinde, Allah'a
çokça
başvuran herkesin, "güzel bir
kul" olarak tavsif edilmesi gerekir. İşte bu şüphe olmayan gerçeğin tâ
kendisidir. Zira insanın mükemmelliği, zâtı gereği, hakkı tanımada; kendisiyle
amel etmek için de, hayrı bilmede yatmaktadır. Bilgilerin en önemlisi ve birincisi
marifetullahtır. Taatların en önemlisi ve başı da, iyi ve güzel şeylerin ancak
Allah'ın yardımıyla tam ve mükemmel olacağını itiraf etmektir. Böyle düşünen
kimse, Allah'a çokça rücû eder, başvurur. Böylece de "evvâb" olmuş
olur. Dolayısıyla "evvâb" olan herkesin, "güzel bir kul"
olması gerektiği sabit olmuş olur.
Cenab-ı Hakk'ın
"Hani ona öğleden sonra süratli koşu atlan gösterilmişti..." ayeti
ile ilgili olarak şu izahlar yapılabilir:
a) İfâdenin takdiri, "Onun amelleri şöyle
şöyle olduğu zaman, o ne güzel bir kuldu" şeklindedir.
b) Bu ifade,
yeni bir cümle olup, "Ey Muhammed, ona bu atlar arzedildiği zamanki halini
düşün" takdirindedir. " 'Aşiyy", ikindiden akşama kadar olan
zaman dilimidir. Kendilerine bakıp, durumlarını görsün diye, Hz. Süleyman
(a.s)'a bu zamanda, atlar sunulmuştur. Sâflnâtü'l-ciyâd deyimi ile atlar
kastedilmiştir. Bu atlar, iki sıfatla nitelenmiştir:
1) Sâfinât
olarak.. Sıhah müellifi (Cevheri) şöyle der: Safin, ayaklarını biraraya getiren
demektir. Nitekim hadiste de, "Biz (ashab), Hz. Peygamber (s.a.s)'in
arkasında namaz kıldığımızda, o başını rükûdan kaldırınca, biz
"sufûn" olarak, yani ayaklarımızı birleştirmiş olarak kalkardık[74]
denilmiştir. Ben derim ki: Her iki durumda da, "sufûn", atın
faziletine delâlet eden bir sıfattır.
2)
"Ciyâd" olarak... Müberred şöyle der: Ctyftd, cevâdın çoğulu olup,
hızlı koşan manasınadır. Nitekim insanlardan, cömert olanlzskbylmb.,ar
(cevâd'iar) da, mallarını hızlı bir şekilde verip harcarlar. Binâenaleyh ayetin
maksadı, o atların, dururlarken de, hareket ederlerken de mükemmel ve kaliteli
olduklarını anlatmaktır. Onlar dururken, "sâflnât" olarak, hareket
halinde iken de, "ciyâd" olarak nitelenmişlerdir. Yani, "Onlar
durduklarında, en güzel bir biçimde sakin olarak dururlar. Hareket ettiklerinde
de, hızlıca giderler. Dolayısıyla bazan istersin ona yetişirsin, ama bazan
istediğin halde, ona yetişemezsin.
[75]
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk, "Gerçekten ben mal sevgisine Rabbimi zikretmek için düştüm"
demişti" buyurmuştur. Bu lafızların tefsiri hususunda şu izahlar
yapılmıştır:
1) Ayetteki,
fiili, harf-i cerri ile müteaddi olan
bir fiil manasını taşımaktadır ve "Ben mal sevgisini Rabbimin zikrinin
yerine geçirdim " takdirindedir.
2) Bu fiil,
"lüzumlu kıldım" manasındadır. Yani, "Bunun, Rabbimin
zikrinden, kitabı olan Tevrat'tan lüzumlu olduğunu öğrendim" demektir.
Çünkü at beslemek Kur'ân'da övülüp, tavsiye edildiği gibi, Tevrat'ta da
övülmüştür.
3) İnsan
bazan bir şeyi sever. Ama aslında onu sevmemesi gerekir. Meselâ, hasta
birisinin, hastalığını artıracak şeyi arzu etmesi ve bir babanın, kötü evladını
sevmesi gibi. Fakat birşeyi seven ve onu sevmeyi seven kimse, sevginin
doruğunda olmuş olur. Buna göre ayetteki bu ifade, "atları sevmemi
sevdim" manasınadır.
4) Daha
sonra "Rabbimin zikrinden..." demiştir. Bu "ileri derecedeki bu
sevgi, şehvetten ve hevâ-ü hevesten kaynaklanmayıp, ancak Allah'ın zikrinden ve
emrinden kaynaklanmıştır" demektir. Yapılan izahların en güzeli budur.
[76]
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk, * "Nihayet bu atlar perdenin arkasına gizlenmişlerdi.''Onları bana
getirin" dedi" buyurmuştur. Derim ki, hem hem kelimelerindeki zamirlerin, güneşe râcî
olması muhtemeldir. Çünkü güneşle ilgili olan bir şeyden bahsedilmiştir. Bu da
ayetteki aşlyy "öğleden sonra" kelimesidir. Yine bu iki zamirin, o
atlara râcî olması da muhtemeldir. Birinci zamirin güneşle, İkincisinin atlarla
ilgili olması muhtemel olması gibi, bunun tersinin olması da ihtimal
dahilindedir. Dolayısıyla bütün bunlar, artık daha fazlası bulunmayan iki
ihtimaldir:
1) Her iki
zamirin de, atlara râcî olması ihtimaline göre, Cenâb-ı Hak sanki, "O
atlar perdenin arkasına gizlenince, "onları bana getirin" dedi"
buyurmuştur.
2) Her iki
zamirin de güneşe râcî olması ihtimaline göre, "Güneş perdelenince
"Onu bana getirin" (yeniden doğdurun)" dedi" manasında
olur. Rivayet olunduğuna göre, Hz. Süleyman (a.s) atlarla meşgul olduğu için,
ikindi namazını kaçırmış ve Allah'dan, güneşi geri döndürmesini istemiştir. O
halde, ayetteki, "Onu bana getirin" ifadesi, Hz. Süleyman (a.s)'ın güneşin
geri getirilmesini istemesine bir işarettir.
[77]
Bence bu ihtimal çok
uzak olup, bunun delilleri şunlardır:
a)Safinât
(atlar), ayette açık olarak zikredilmiştir. Güneş ise bu ayette
zikredllmemiştir. Zamirin, açıkça belirtilen birşeye râcî olması, mukadder
birseye râcî olmasından daha evladır.
b) O,
"Gerçekten ben, mal sevgisine Rabbimi zikretmek için düştüm" demişti.
Nihayet bu atlar perdenin arkasına gizlenmişlerdi." Bu ayetin zahiri, Hz.
Süleyman (a.s)'ın böyle söylediğine ve bu kelimeleri atlar perdenin arkasında
gizleninceye kadar tekrar ettiğine delâlet eder. Binâenaleyh "Bununla,
"O atlar perde gerisinde kaybolmuştur" manası kastedilmiştir"
dersek, o zaman mana, "Gözü, o atlara, atlar hareket ettiğinde
iliştiğinde, bu sözü söyledi ve onlar gözden kayboluncaya kadar
tekrarladı" şeklinde olur ki, bu uygun bir manadır. Ama bu ifade ile
"Güneş perdeleninceye, gözden kayboluncaya kadar" manasının
kastedildiğini söylersek, ayet, "O bu sözleri, ikindiden akşama kadar
tekrar edip durdu" manasında olur ki bu son derece uzak bir ihtimaldir.
c)fiilindeki
zamirin (failin), güneş olduğunu söyler ve bu lafızları, Hz. Süleyman (a.s)'ın,
ikindi namazını kaçırdığı manasına alırsak, bu, onun, "Gerçekten ben, mal
sevgisine Rabbimi zikretmek için düştüm" şeklindeki sözüne ters düşer.
Çünkü bu sevgi, eğer Allah'ın zikrinden kaynaklanmış ise, Süleyman (a.s), ne
namazını unutabilir, ne de Allah'ın zikrini bırakabilirdi.
d) Hz.
Süleyman (a.s)'m, güneş batıncaya, böylece de ikindi namazını kaçırıncaya
kadar, o atlarla meşgul olmakla kalakaldığı farzedilse, bu İş büyük bir günah
ve ileri derecede bir suç olur. Dolayısıyla bu duruma uygun düşen, tevbeyi
ortaya koymak için, alabildiğine yalvarıp yakarması ve alabildiğine ağlayıp
sızlaması idi. Fakat onun, hiç aldırmadan, âlemlerin Rabbine saygı duymadan, bu
büyük suçun peşinden, hertürlü edebten uzak bir şekilde, "On/ân bana
getirin" demesi, hayır ve güzellikten tamamen uzak kimselerden bile
çıkacak bir söz değildir. Dolayısıyla böylesi bir işin, o ma'sûm peygambere
isnadı nasıl caiz olabilir?
e) Felekleri ve yıldızları hareket ettirebilen
Allah Teâlâ'dır. Binâenaleyh Hz.
Süleyman'ın
"onları bana getir" demesi ve "getiriniz" dememesi gerekir.
Eğer muhalifler Hz. Süleyman (a.s), muhatabın büyüklüğüne dikkat çekmek için
cemî sigası kullanmıştır" derlerse, biz deriz ki: "Onları
getirin" cümlesi, hakaretin en büyüğünü ihsas ettiren bir lafızdır.
Binâenaleyh bu lafızla, onun Cenâb-ı Hakk'a hakkıyla ta'zim ettiği nasıl
söylenebilir?
f) Güneş şayet battıktan sonra geri dönmüş
olsaydı, bütün dünyadakilerce müşahede edilirdi. Eğer böyle olmuş olsaydı, o
zaman bu hâdiseyi anlatmaya sevkeden bolca sebep olmuş olurdu. Böyle birşeyi
hiç kimse söylemediğine göre, bu mananın yanlışlığını anlıyoruz.
g) Allah
Teâlâ, "Hani ona Öğleden sonra.o süratli koşu atlan gösterilmiştir"
buyurmuş, bunun peşinden de, "Nihayet bu atlar perdenin arkasına
gizlenmişlerdi" demiştir. Zamiri, bahsedilen iki şeyden en yakın olana
râcî kılmak daha evlâdır. Bahsedilen iki şeyin en yakını ise, "O
atfar"dır. Aşiyy "öğleden sonra, akşamüstü" ifadesi ise, bu iki
şeyden, zamire daha uzak olanıdır. Şu halde zamirin, atlara râcî olması daha
evlâdır. Böylece, bu anlattıklarımızla, ayetteki, ifadesini güneşin batışına;
ifadesini de, Hz. Süleyman (a.s)'ın, Cenâb-ı Hak'tan, batmış güneşi yeniden
doğdurmasını istemesi manasına hamletmenin bu ifadeler arasındaki münasebetten
alabildiğine uzak bir söz olduğu sabit olmuş olur.
[78]
"Süleyman (a.s),
atların ayaklarını ve boyunlarım
sıvazlamaya
başladı" demektir. Ekseri âlimler ise bunun, "O, o atların ayaklarını
ve boyunlarını kılıçla meshetti, yani kesti" manasında olduğunu söyleyerek
şöyle demişlerdir: "Hz. Süleyman (a.s) o atlara bakmakla oyalandığı için,
ikindi namazını kaçırınca, o atların tekrar getirilmesini isteyip, Allah'a
yaklaşmak (kurban) maksadıyla, onların boyunlarını ve ayaklarını kesti."
Bence bu da uzak bir izahtır.
[79]
Bunun akıldan uzak
oluşunun delilleri şunlardır:
1) Eğer bu ifade, "O onları kesti"
manasında olsaydı, o zaman, "Başlarını meshedin" (Maide, e>
ayetindeki "mesh" de, kesme manasına olurdu ki, bu hiç kimsenin
söylemediği birşeydir. "Kılıçla onun başını mesnetti" ifadesi
kullanılsa bite, bundan o kimsenin boynunun vurulduğu manası anlaşılır. Fakat
eğer, "kılıç" lafzı yer almazsa, o zaman "mesh"den,
kesinlikle kesmek ve vurmak manası anlaşılmaz.
2) Bu
görüşte olanlar, Süleyman (a.s)'ın, dinen mezmûm olan şu pek çok fiili yapmış
olacağı konusunda müttefiktirler:
a) Namazı terk (geciktirme).
b) Namazını
unutacak kadar dünya sevgisinin ona hakim olması... Hz. Peygamber (s.a.s)
"Dünya sevgisi, her hatanın başıdır[80]
buyurmuştur.
c) Hz. Süleyman (a.s)'ın, bu büyük günahı
işledikten sonra bir tevbe ve rücû etmemesi...
d) Âlemlerin
Rabbine, "Onları bana getirin..." diye hitab etme cür'eti. Bu ise,
akıllı bir kimsenin ancak değersiz hizmetçisine hitaben söyleyebileceği bir
sözdür.
e) O, bütün
bu günahların yanısıra, atları bacaklarından ve boyunlarından kesmiş
olmaktadır. Halbuki Hz. Peygamber (s.a.s)'in, yemek için olmaları durumu hariç,
hayvanları öldürmeyi nehyettiği rivayet edilmiştir. Binâenaleyh bütün bunlar,
Kur'ân'ın lafzı, bunlardan hiçbirini delalet etmediği halde, bu kimselerin Hz.
Süleyman (a.s)'a isnad etmiş oldukları büyük günah çeşitleridir.
f) Bu kıssaları,
Cenâb-ı Hak, "(Şöyle) dediler: "Ey Rabbimiz hesap gününden evvel,
bizim amel defterimizi acele ver" (Sâd, 16) ayetinin peşinden
zikretmiştir. Kâfirler, akılsızlık ve beyinsizlik hususunda, işte bu sözü
söyleyecek noktaya gelince, Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "Ey
Muhammed, onların beyinsizliklerine sabret ve kulumuz Davud'un halini an
(düşün)" deyip, bunun peşinden, Hz. Dftvûd (a.s)'un kıssasını, daha sonra
da, Hz. Süleyman (a.s)'ın kıssasını ele almıştır ki, buna göre kelamın takdiri,
Allah Teâlâ'nın, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "Ey Muhammed, onların
dediklerine sabret, aldırma ve kulumuz Süleyman'ı da hatırla" şeklinde
olur. böylesi bir söz ise, ancak Süleyman (a.s)'ın bu kıssada üstün ve
faziletli işler yaptığını, güzei ahlâk Örnekleri verdiğini, Allah'a taat
hususunda sabr-u sebat gösterdiğini, şehevî şeylere iltifat etmediğini
söylememiz halinde uygun düşer. Ama eğer Süleyman (a.s) kıssasında, bu
ayetlerde kastedilen şeyin, onun büyük günahlara yeltenmesi ve işlemesi olmuş
olsaydı, bu kıssa buraya uygun düşmezdi. Böylece Allah'ın kitabının, bu bozuk
görüşleri reddedip, onların fasid ve yanlış oldukları çağrısında bulunduğu
sabit olmuş olur.
Şu halde, hakka,
Kur'ân'ın lafızlarına ve doğruya uygun olan tefsir, şöyle dememizdir: "Hz.
Muhammed (s.a.s)'in dininde olduğu gibi, onların dininde de, at beslemek, Hz.
Süleyman (a.s) için mendubtu. Süleyman (a.s), savaşma ihtiyacı hissetti,
tahtına oturup, atların getirilip, idman ettirilmesini emretti ve "Ben Bu
atları, dünyadan ve nefsimin hoşlanışından ötürü değil, ancak Allah'ın emrinden
ve O'nun
dinini güçlendirmeden ötürü
seviyorum" dedi ki, işte "Rabbimin zikrinden..." ifadesinden
kastedilen budur. Hz. Süleyman (a.s) sonra, o atların koşturulmasını, hareket
ettirilmesini, perde ile örtülünceye kadar, yani gözden kayboluncaya kadar
koşturulmasını emretti. Daha sonra da atları eğiten seyislere, o atları kendine
getirmelerini emretti. Atlar getirilince de, onların bacaklarını ve boyunlarını
sıvazlamaya başladı.
[81]
Bu sıvazlamadan
maksadı şunlardı:
a) Atlar, düşmanı savuşturmada en büyük
yardımcılar oldukları için, onların kıymetli oluşlarını göstermek.
b) Hz.
Süleyman (a.s) bu hareketiyle, idaresini ve mülkünü koruma hususunda, işlerin
çoğunu bizzat kendisinin yapabileceği derecelere indiğini göstermek istemiştir.
c)
Hz. Süleyman (a.s), atların durumlarını,
hastalıklarını ve kusurlarını en iyi bilenlerdendi. Böylece onlarda hastalık
emareleri bulunup bulunmadığını anlamak için, onları böylece denedi ve
bacakları ile boyunlarını sıvazladı.
[82]
Yaptığımız bu tefsir,
Kur'ân'ın (bu ayetlerin) lafızlarına tıpatıp uygun düşen bir tefsirdir. Böylece
dinen caiz ve uygun olmayan şeylerden hiçbirini, Hz. Süleyman ıa.s)'a mal
etmemiş oluruz. Ben, insanların (âlimlerin), aklın ve naklin kabul etmediği ve
delili olmak şöyle dursun, isbatı için bir şüphe bile bulunmadığı halde, böyle
zayıf izahları nasıl kabul edebildiklerine çok şaşıyorum. Eğer, "Alimlerin
çoğu, ayeti bu şekilde tefsir etmişlerdir. Dolayısıyla sen onlar hakkında ne
diyebilirsin?" denilirse, biz deriz ki: Burada bizim için şu iki makam söz
konusudur:
Birinci Makam: Ayetin
lafızlarının, o âlimlerin ileri sürdükleri bu izahlardan hiçbirine delâlet
etmediğini iddia ederiz. Elhamdülillah ki bunun, bizim söylediğimiz manada
olduğu da ortaya çıkmıştır. Bunun netliği ve berraklığı hususunda hiç kimse
şüphe edemez.
İkinci Makam:
"Ayetin lafzının, bu görüşlerden hiçbirine delâlet etmediğini farzedelim.
Fakat bunlar, o âlimlerin görüşleridir. Peki, senin bu husustaki sözün M
olabilir?" denebilir. Bizim buna karşı cevabımız şudur: Pek çok delil,
peygamberlerin "ismet" sahibi (yani masum, günahtan uzak) olduklarına
delâlet eder ve hiçbir delil, bu hikayelerin doğruluğuna delâlet etmemektedir.
Halbuki âhad rivayetler, çok kuvvetli delillere muâraza edemezler (karşı delil
olamazlar). Binâenaleyh kendilerine iltifat edilmeyen, sözleri muteber olmayan
kimselerden nakledilen bu hikâyelerin durumunun nice olacağını var sen düşün.
Allah en iyi bilendir.
[83]
"Andolsun biz,
Süleyman'ı imtihan da ettik ve tahtının üstüne bir cesed
bırakıverdik. Sonra o, yine (Allah'a) rücû etti ve
dedi ki: "Ya Rabbi, affet
beni, bana Öyle bir
mülk ver ki, o benden başka hiçbir kimseye müyesser
olmasın. Şüphesiz bütün muradlan ihsan eden sensin
sen!" Bunun üzerine
biz de, ona rüzgârı
musahhar ettik. Bu (rüzgâr), onun emriyle, onun dilediği
yere, yumuşacık akar giderdi. Şeytanları (onlardan)
her bina ustasını ve her
dalgıcı, (yine
onlardan) zincirlerle bağlanmış olan diğerlerini de (Onun emrine
râm ettik ve dedik ki): "Bu, bizim bir
bağışımızdır. Artık (dilediğine) hesapsız
ver,
yahut tut (kıs). Şüphe yok ki katımızda, onun mutlak bir yakınlığı ve
ulaşacağı güzel bir yer var"
(Sad, 34-40).
[84]
Bil ki bu ayet,
Süleyman (a.s) ile ilgili ikinci bir hâdiseyi anlatmaktadır. Alimler ayetteki,
''Andolsun biz, Süleyman'ı imtihan da ettik" ifadesinden ne kastedildiği
hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu hususta hem hikayeci ve nakilcilerin, hem de
ehl-i ilmin ve araştırmacıların ayrı ayrı görüşleri vardır: Hikayecilerin
görüşlerine gelince, onlar bu hususta şu hikâyeleri nakletmişterdir:
1) Hz.
Süleyman (a.s)'a, bir adada bulunan bir şehrin haberi ulaşır. Böylece o,
ordusuyla birlikte, rüzgâra binerek oraya çıkar. O şehri alıp, kralını Öldürür.
Bu arada, insanların en güzel yüzlüsü olan, Cerâde ismindeki, kral kızını da
ele geçirir ve onu kendisine ayırır. Bu kız müslüman olur. Süleyman (a.s) onu
sever. Ama kız, hep babası için ağlar. Bunun üzerine, Hz. Süleyman (a.s) bir
cine emir verir ve o kız için babası şeklinde bir heykel yaptırtır. Heykele
kızın babasının elbiselerinden giydirir. Kız, sabah akşam hizmetcileriyle
birlikte, hep o heykelin yanına gidip, ona secde ederler. Derken Âsaf, bu
durumu Süleyman (a.s)'a haber verir. Bunun üzerine Hz. Süleyman (a.s) o heykeli
kırdırtıp, kadını cezalandırır. Daha sonra tek başına bir sahraya çıkıp, oraya
kül yaydırıp, Allah'a tevbe için, külün üzerine oturur.
Süleyman (a.s)'ın,
Emine adında, bir ümmü veledi (çocuğunun annesi olan bir cariyesi) vardır.
Tuvalete gittiğinde, yahut hanımlarıyla yatmak istediğinde mührünü ona emanet
ederdi. Hz. Süleyman (a.s)'ın mülkünün kuvveti de, o mühründe saklı idi. Yine
bir gün mührünü o kadının yanına bıraktı. Şeytan, Hz. Süleyman (a.s) şeklinde,
bir denizci kıyafetiyle kadının yanına gelip, "Emine! mührümü ver"
dedi. Böylece mührü eline geçirip, Süleyman (a.s)'ın tahtına oturdu. Kuşlar,
cinler ve insanlar, ona gelip gitmeye başladı. O (sahrada), Hz. Süleyman
(a.s)'ın görünümü değişmişti. Bu sırada mührünü almak için, Emine' nin yanına
vardı. Ama Emine onu tanımadı ve kovdu. Böylece Hz. Süleyman (a.s) bir suç
işlemiş olduğunu anladı. Derken ev ev, el açıp dilenmeye başladı. "Ben
Süleyman'ım" dediğinde, insanlar üzerine toprak atıp, ona sövüp
sayıyorlardı. Daha sonra, balıklarını taşımak suretiyle, balıkçıların yanında
çalışmaya başladı. Onlar ona her gün iki balık (ücret) veriyorlardı.
Hz. Süleyman (a.s),
evinde o puta tapıldığı gün sayısınca, yani kırk gün bu hal üzere oldu. Âsâf ve
İsrailoğullannın ileri gelenleri, Hz Süleyman (a.s)'ın kılığına girmiş olan
şeytanın verdiği hükümleri ve kararları yadırgamaya başladı. Bunun üzerine
Âsâf, Hz. Süleyman (a.s)'ın hanımlarına birtakım sorular sormaya başladı. Onlar,
"Bu, bizler hayızlı iken de bizlerle birleşiyor. Üstelik, cünüplükten
ötürü de yıkanmıyor" dediler. -Şeytanın hükmünün bu kadınlar hariç, diğer
bütün konularda geçerli olduğu da ileri sürülmüştür. - Derken uçup kaçtı ve o
mührü denize attı. Mührü bir balık yuttu ve bu balık neticede, Hz. Süleyman
(a.s)'ın eline geçti. Hz. Süleyman (a.s) balığın karnını yardı, bir de baktı ki
mührü orada. Mührünü alıp, Allah'a secdeye kapandı. Böylece mülkü yeniden eline
geçti. O şeytanı yakalayıp, bir kaya parçasının içine tıkayıp, o kayayı denize
attı.
2) O
hükümdarın kızı, bu heykele ibadete başlayınca, Hz. Süleyman (a.s) fitneye
düşmüş oldu. Mührü elinden düştü ve mührü eline alamadı. Bunun üzerine Âsâf:
"Sen bir günahından (hatandan) ötürü bu fitneye düşürüldün. Binâenaleyh
Allah'a tevbe et" dedi.
3) Süleyman
(a.s), şeytanlardan birisine,
"İnsanları nasıl fitneye düşürüyorsunuz?" dedi. Bunun
üzerine şeytan, "Mührünü bana ver de, sana göstereyim" dedi. Hz.
Süleyman (a.s), mührünü ona verince, şeytan mührü denize attı. Böylece Hz.
Süleyman (a.s)'ın elinden mülkü gitti. Şeytan böylece Hz. Süleyman
(a.s)'m tahtına
oturdu.
Bu rivayetleri
anladığına göre, bu görüşte olanlar, ayetteki, "Andolsun ki biz,
Süleyman'ı imtihan ettik (fitneye düşürdük)" ifadesinden, "Allah Teâlâ'nın
onu bu şekilde imtihan etmesi; "ve tahtıntn üstüne bir cesed
bırakıverdik" ifadesinden de, bu şeytanın onun tahtı üzerine oturması
kastedilmiştir" derler.
4)
Hz.
Süleyman (a.s)'ın fitneye düşüşünün sebebi, üç gün
insanlara gözükmemesidir. Bundan dolayı onun mülkü elinden alındı, bir
ceza olmak üzere, tahtına bir şeytan oturtturuldu.
[85]
Bil ki muhakkik
alimler, bu rivayetleri birçok açıdan akıldan uzak görmüşlerdir:
1) Eğer şeytan, gerek şekil, gerek huy bakımından,
peygamberlerin kılığına girebilseydi, bu durumda, şeriatın hiçbir hükmü
hususunda bir güven kalmazdı. İnsanların, Hz. Musa (a.s), Hz. İsa (a.s), Hz.
Muhammed (s.a.s) şeklinde gördüğü insanlar, bu durumda, gerçei ic bunlar değil,
aksine, saptırmak ve iğvâ etmek için, bunların kılığına girmiş şeytanlar olduğu
iddia edilebilirdi. Bunun söz konusu olmasının ise, bütün hak dinleri kökünden
bâtıl kılacağı malumdur.
2) Eğer şeytan,
Allah'ın peygamberi olan Hz. Süleyman (a.s)'a bunları yapabilseydi, onun
bütün alim ve zâhid kimselere karşı da bunları yapabilmesi gerekirdi. Bu
durumda da, onun onları öldü re bilmesi, eserlerini paramparça etmesi ve
evlerini-barklarını yıkıp dökebilmesi gerekirdi. Bunun herhangi bir âlim
hakkında söz konusu olması imkânsız olduğuna göre, böyle şeyler, yüce
peygamberler hakkında haydi haydi imkânsız olur.
3) Allah'ın hikmet ve ihsanına, şeytanı, Hz.
Süleyman (a.s)'ın hanımlarına musallat kılması nasıl uygun düşer? Böyle
birşeyin çirkin olduğunda şüphe yoktur.
4)
Eğer Süleyman (a.s)'ın, o hükümdarın kızına o
heykele tapma hususunda müsaade ettiğini söylersek, bu, bizzat Hz. Süleyman
(a.s)'dan kaynaklanan bir küfür olur. Yok eğer o buna kesinlikle müsaade
etmemiş ise, bu günah o kadına aittir. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hak, ondan kaynaklanmayan
bir fiil yüzünden Hz. Süleyman (a.s)'ı neden cezalandırsın?
[86]
Muhakkik âlimlerin,
ayetin tefsiri olarak ileri sürdükleri izahlar ise şunlardır:
1) Hz.
Süleyman (a.s)'ın başına gelen fitne (imtihan) şöyledir: Onun bir oğlu oldu.
Bunun üzerine şeytanlar, "Eğer bu yaşarsa, aynen babası gibi bize hükümran
olur. Öyleyse ne yapıp edip, onu öldürmemiz gerekir" dediler. Hz. Süleyman
(a.s) bu komployu öğrenip, o oğlunu, bulutlar arasında büyütmeye başladı. Bir
gün işleriyle meşgulken, o çocuk ölü olarak, tahtının önüne düşüverdi. Hz.
Süleyman (a.s) o anda, bu konuda Allah'a tevekkül etmediği için, hata etmiş
olduğunu anlayıp, Rabbinden bağışlanmasını istedi ve O'na rücû etti.
2) Hz.
Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hz. Süleyman (a.s),
"Ben, herbiri Allah yolunda mücahede eden bir arslan doğursun diye, her
gece yetmiş hanımımı ziyaret edeceğim" dedi. Fakat bu arada
"inşâallah" demedi. Derken, bütün kadınlarını dolaştı, hiçbiri hamile
kalmadı; bunlardan sadece birisi hamile kaldı ki, o da, yarım adam doğurdu.
Derken bu çocuk, Hz. Süleyman (a.s) tahtında otururken, onun yanına getirildi
ve kucağına verildi. ''Nefsim, kudret elinde olan Allah'a yemin ederimki,
şayetHz. Süleyman (a.s), "Înşaallah-Eğer Allah dilerse" demiş
olsaydt, onların hepsi de, birer arslan gibi, Allah yolunda cihâd
ederlerdi." İşte, ayetteki,
ifadesinden kastedilen budur.
3) "Allah'ın, kendisine verdiği şiddetli
bir hastalık sebebiyle, biz Süleyman'ı imtihan ettik ve onun kürsîsi üzerine,
ondan olan bir cesed atıverdik. Bu, hastalığın
şiddetinden ötürüdür" demektir. Çünkü Araplar, zayıf ve çelimsiz
çocuklar hakkında, "Bu, kasabın kütüğü üzerindeki bir et ve ruhsuz bir
ceseddir" derler. wM p yani, "Sıhhatli ve sağlıklı durumuna
döndü" demektir. Binâenaleyh lâfız, bu tür izahlara muhtemel iken, onu,
biraz Önce söylediğimiz o tutarsız izahlara hamletmeye gerek yoktur.
4) Ben derim
ki: Şöyle de denilebilir: Allah Teâlâ, bazı yönlerden kendisine gelebilecek
olan bir belâyı bekleme ve ona bir musibet musallat kılma gibi şeylerle, Hz.
Süleyman'ı imtihan etmiş ve işte bu korkunun şiddetinden dolayı o da, o taht
üzerine atılmış olan zayıf bir ceset gibi oluvermiştir. Daha sonra Allah Teâlâ
ondan bu korkuyu izâle etmiş ve onu eski güç ve kuvvetine, huzuruna tekrar
döndürmüştür.
"Affet beni ya
Rabbf ifadesine gelince, bil ki, önceki ayetleri, Hz. Süleyman (a.s)'dan zelle
ve küçük günahların sudur ettiği manasına alanlar, işte bu cümleye tutunarak,
"Şayet ondan bir günah südûr etmemiş olsaydı, o, bağışlanmayı talep
etmezdi" demişlerdir. Buna şu şekilde cevap verilmesi mmkündür:
İnsan bazan, daha iyi
ve daha güzel olanı yapamayabitir. İşte bu durumda da, bağışlanma talebinde
bulunabilir. Çünkü, "ebrârın hasenatı (iyilikleri), mukarrebînin seyyiesi
(hatası) sayılır. Bir de, peygamberler, devamlı olarak nefsi kırma, tevazu ve
huşu izhar etme makamındadır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) de "Ben, her
gün ve her gece, Allah'dan, yetmiş kez bağışlanmamı isterim[87]
beyanından, işte böylesi bir mananın kastedilmiş olması uzak bir ihtimal
değildir. Allah en iyi bilendir.
Daha sonraki duası Bu
ayet, din işlerinin dünya işlerine takdim edilmesi gerektiğine delâlet
etmektedir. Çünkü Süleyman (a.s) ilk önce affını istemiş, daha sonra da, mülk
verilmesi talebinde bulunmuştur. Ayrıca bu ayet, Allah'tan mağfiret talebinde
bulunmanın, dünyada çeşitli hayır kapılarının açılmasına vesile olduğuna da
delâlet etmektedir. Çünkü Süleyman (a.s), ilk önce bağışlanmasını talep etmiş,
daha sonra da bunu, mülk talebinde bulunmaya vesile kılmıştır.
Nûh (a.s) da böyle
yapmıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak, Nûh (a.s)'un, "Artık, dedim, Rabbinizden
mağfiret dileyin. Çünkü O, çok bağışlayıcıdır. O, üstünüze bol yağmur
salıverir. Sizin mallarınızı, oğullarınızı da çoğaltır" (Nah. 10-12)
dediğini naklet m iştir ve, Hz. M uhammed (s.a.s)'e de, "Ehline namazı
emret. Kendin de ona sebat ile devam eyle. Biz senden bir rızık istemiyoruz.
Seni biz rızıklandırırız" (Tâhâ,.i32) demiştir. Şayet, "Hz. Süleyman
(a.s)'ın "Bana öyle bir mülk ver ki o benden başka hiçbir kimseye müyesser
olmasın" ifadesi, onun haset ettiğini ihsas ettirmektir" denilirse,
buna şu şekilde cevap veririz: Şeytanın, Hz. Süleyman (a.s)'ın mülküne hükümran
olduğunu söyleyenler, Cenâb-ı Hakk'ın ifadesinin manası, "Allah ona,
şeytanların onun yerini asla tanımayacakları ve alamayacakları bir mülk
verdi..." şeklindedir" demişlerdir.
Ama, bunu kabul
etmeyenler ise, buna şu birkaç yönden cevap vermişlerdir:
a)
"Mülk" kudret anlamındadır. Buna göre ayetin manası, "Benim
onlara muktedir olmamın, peygamberliğimin ve risalotimin doğruluğuna delâlet
eden bir mucize olabilmesi için, beni, benden başka hiçbir kimsenin asla kadir
olamayacağı birtakım şeylere muktedir kıl" şeklinde olur. Bu izahın doğru
olduğunun delili şudur ki: Cenâb-ı Hakk'ın, bu ifadenin hemen peşinden,
"Biz de, ona rüzgârı müsahhar ettik. Bu (rüzgâr), onun emriyle, onun
dilediği yere, yumuşacık akar giderdi" buyurmuş olmasıdır. Binâenaleyh
rüzgârın, Hz. Süleyman (a.s)'ın emriyle hareket etmesi şaşılacak bir kudret ve
şaşılacak bir mülktür. Bunun, onun nübüvvetine delâlet eden bir mucize
olduğunda ise şüphe yoktur. Dolayısıyla beyanından kastedilen mana işte budur.
Çünkü mucizenin şartı, başkasının ona muarazada bulunamamasıdır O halde Cenâb-ı
Hakk'ın bu ifadesinin manası, "Hiçkimsenin kendisine muarazada
bulunamayacağı bir mülk ver" şeklinde olur.
b) Hz.
Süleyman (a.s) hastalanıp, daha sonra da iyileşince, dünyanın iyiliklerinin,
veraset ya da başka bir sebeple başkalarına intikal ettiğini anladı da,
Rabbinden, kendisinden başkasına intikâl etmeyen bir mülk vermesini talep etti.
İşte bu, onun Cenâb-ı Hak'tan, ifadesiyle talep ettiği şey oiup bu,
"Benden başkasına geçmeyen bir mülk ver" demektir.
c) Onları
yapmaya ve yerine getirmeye kadir olduğu halde, dünyanın hoş ve leziz
şeylerinden kaçınmak, yapmaya kadir olamadığı halde onlardan kaçınmaktan çok
daha zordur. Böylece, adetâ Hz. Süleyman (a.s)'ın sanki, "Ey Allah'ım,
mükâfaatımın daha tam ve daha üstün olabilmesi için, kendilerini yerine
getirebilme imkânım olduğu halde onlardan kaçınabilmem için, bana beşerin sahip
olduğu şeylerden tamamen uzak ve onlardan üstün olan bir mülk veri" demek
istemiştir.
d) Bazı kimseler şöyle demişlerdir: Dünyanın hoş
ve leziz şeylerinden uzak durabilmek,çetin ve zor bir iştir. Çünkü, hazır ve
mevcut olan şeylerdir. Ahiretin saadetleri ise, ileriki bir zamanda olacaktır.
Halbuki, şimdiden var olanın, sonradan olacak olanla değiştirilmesi, zordur.
İşte bu cümleden olarak Süleyman (a.s), "Halk tarafından, dünyalık elde
etmenin, Mevlâ'ya hizmet etmeye mani olmadığının anlaşılması için, "Ya
Rabbî bana beşerin sahip olduğu mülklerin en büyüğü olan bir mülk ver ki,
böylece ben, onları yapabilme imkânına sahip iken, onlardan son derece uzak
kalabileyim" demiştir.
e)
Dünyayı elde edemeyenlerin kalbleri, daima
bunlara asılı kalır. Böylece de, dünyada büyük mutlulukların ve faydalı
şeylerin bulunduğunu zanneder. İşte bu cümleden olarak Süleyman (a.s), "Ey
izzet ve ululuğun Rabbi, bana, mülklerin en büyüğünü ver" demiştir.
Böylece, insanlar, o mülklerin hallerinin en mükemmeline vakıf olabilsinler de,
bu durumda akıl, bunlarda da bir fayda bulunmadığını anlar; kalb, bunlardan yüz
çevirir, bunlara iltifat etmez, Allah'a kullukla meşgul olur, dünya ile ilgili
şeylerle iştigal etmez ve nefis, böylece de itminana erer.
[88]
Daha sonra
Cenâb-ı Hakk, "Biz de, ona rüzgârı
müsahhar ettik. Bu (rüzgâr), onun emriyle, onun dilediği yere, yumuşacık akar
giderdi" buyurmuştur, "yumuşacık biçimde" demek olup,
"rehavet" kökündendir. Rüzgâr, sarsmayacak ve itmeyecek bir biçimde
yumuşak olduğunda, hoş ve güzel olur.
İmdi, eğer:
"Cenâb-ı Hak, bir başka ayetinde, "Süleyman'a da şiddetli esen
rüzgârı (müsahhar kıldık)"(Enbiyâ, bi) buyurmuştur" denilirse, biz
deriz ki: Buna da şu iki bakımdan cevap verilebilir:
a) Bu iki ayet arasında bir çelişki yoktur.
Çünkü, bundan kastedilen mana, o rüzgârın, şiddetli esen rüzgâr kuvvetinde
olduğu, ancak ne var ki, Süleyman (a.s)'ın emriyle hareket ettiği için, hoş ve
tatlı olduğu, bu sebeple de yumuşacık oluşudur.
b) O rüzgâr,
bazen yumuşacık, bazen de sert ve şiddetli olabiliyordu. Bu ikisi arasında bir
tezat yoktur. Ayetteki ifadesine gelince, buradaki esabe
"kastetti ve
irâde etti" manasındadır.
Nitekim el-Esmaî,
Arapların, "Doğruyu kastetti, ama cevapta hata etti" dediklerini nakletmiştir.
Ru'be'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Dil alimlerinden iki adam, bu
kelimenin manasını sormak için, kendisine gelirler. Derken, onların yanına
varır ve, "Nereyi kastediyorsunuz?" der. Bunun üzerine o ikisi,
"Öğrenmek istediğimiz buydu, kelimesinin anlamı" derler. Velhasıl,
diyebiliriz ki, bu ayetten kastedilen, Allah Teâlâ'nın, rüzgârı Hz. Süleyman
(a.s)'ın isteği doğrultusunda onun emriyle hareket edecek bir biçimde amrine
müsahhar kılmış olmasıdır.
[89]
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk, "Şeytanları, (onlardan) her bina ustasını ve her dalgıcı..."
buyurmuştur. Keşşaf sahibi şöyle der: "Ayetteki, şeyâtîn, bir önceki
ayette geçen rîh kelimesine matuftur. kelimesi de şeyâtîn lafzından bedeldir.
(Bundan sonra gelen) kelimesine matuftur. Buradaki bedel, "bedel-l kül
mine'l-kül"dür. Yani, "O şeytanlar, Hz. Süleyman'a dilediği binayı
yapıyorlardı. Onun için denize dalıyor ve inciler çıkarıyorlardı"
demektir, "O, onları iplerle bağladı' deyiminden gelir. Fiilin şeddeli
kullanılması kesret ve çokluk ifade eder. Esfftd, "bukağı ve
zincirler" anlamında olup, bunun tekili, safed kelimesidir. Safed aynı
zamanda bağış anlamındadır. Nitekim şair Nabiğa,
"Ebeyte'l-la'ne
(Hep iyilikte bulunmuş olan!) Bana ikramda bulunasm diye seni kınamamış
değilim" demiştir. Buna göre, safed, bağ ve bukağı anlamına gelir.
Binâenaleyh, sen kimi sıkı biçimde bağlarsan, dersin. Kime de, bolca
bağış verirsen, o zaman da dersin.
[90]
Burada şöyle bir bahis
vardır: Bu ayetler, şeytanların çok büyük kudret ve kuvvete sahip olduklarına
delâlet eder. İşte bu kudret ve kuvvet sayesinde onlar, beşerin yapamayacağı,
muhkem binalar yapmışlar, o denizlere dalabilmişler ve Hz. Süleyman (a.s) da
onları bağlama ihtiyacını hissetmiştir. Birisi, "Bu şeytanların bedenleri
ya kesiftir, ya da latîftir. Eğer birincisi olursa, duyu organları (gözleri)
sağlam olan kimselerin onları görmesi gerekir. Çünkü, eğer onların bedenleri
kesif olmasına rağmen, biz onları göremezsek, yanımızda kendisini görüp
duyamadığımız dağların ve korkunç seslerin bulunması da mümkün olur ki, bu iş
"safsata"ya düşmektir. Eğer ikincisi, yani onların bedenleri kesîf
değil, tam aksine şeffaf ve latîf olursa, bu gibi şeylerin "alabildiğine
kuvvetli olmakla" nitelenmeleri imkânsız olur. Bir de, kuvvetli rüzgârlar
sebebiyle, onların bedenlerinin dağılıp parçalanmaları ve o anda ölmeleri
gerekir ki, bu da onları, güçlü ve kuvvetli binalar yapmakla nitelemeye bir
engel teşkil eder. Bir de, cinler ve şeytanlar, böylesi bir kuvvete sahip
iseler, daha niçin onlar, zamanımızdaki alim ve zâhid kimseleri öldürmüyor ve
müslümanların alabildiğine onlara lanette bulunmalarına ve onlara olan
düşmanlıklarını izhâr etmelerine rağmen, insanların bedenlerini niçin harap
etmiyorlar? Bu hususlara dair herhangi bir şey görülüp hissedilmediğine göre,
biz cin ve şeytanın varlığına dair ileri sürülen görüşün zayıf olduğunu
anlamaktayız" diyebiliriz."
Bil ki, alimlerimiz,
bizim onları görmemize rağmen, onların cisimlerinin kesîf olabileceğini söylemişlerdir.
Bir de, onların cisimlerinin latîf olmasının, renkleri olmadığı anlamında;
yoğun ve katı olmalarının da, bölünüp parçalanmama manasında olduğu da ileri
sürülebilir.
Cübbâî, bunların
cisimlerinin kesîf olduğunu kabul eder ve, "İnsanlar, Hz. Süleyman (a.s)
zamanında onları görebiliyorlardı. Ama ne zaman ki, Süleyman (a.s) vefat etti,
Allah o zaman o cinleri ve şeytanları öldürdü ve bedenleri alabildiğine şeffaf
ve latîf olan başka bir grup cin ve şeytan yarattı ki, bunların kuvvetten yana
bir güçleri yoktur. Zamanımızdaki cin ve şeytanlar da işte bu türdendir"
iddiasında bulunur.
Daha sonra Cenab-ı
Hakk, "Bu, bizim bir bağışımızda: Artık (dilediğine) hesapsız ver, yahut
tut (kıs)" buyurmuştur. Bu hususta da şu iki açıklama vardır:
a) Ibn Abbas (r.a), "Bu, dilediğine
hesapsız ver. Dilediğine de verme. Verip vermeme hususunda sana bir zorluk
yoktur" manasındadır" demiştir.
b) Bu,
özellikle şeytanlar hakkındadır. Buna göre mana, "Bu, emre âmâde kılınmış
şeytanlar, bizim (sana olan) bir bağışımızdır. Binâenaleyh, onlardan
dilediklerine ihsan ve ikramda bulun da, onların yolunu açıp gitsinler;
istediklerini de, hadsiz hesapsız biçimde işte alıkoy. Çalıştır"
şeklindedir.
Cenâb-ı Hak, Süleyman
(a.s)'a dünyada verdiği nimetlerden bahsedince, bunun peşinden ona ahirette
vereceği nimetleri getirerek, "Şüphe yok ki katımızda, onun mutlak bir
yakınlığı ve ulaşacağı güzel bir yer var' buyurmuştur. Bunun tefsiri, daha önce
geçmişti.
[91]
"Kulumuz Eyyûb'u
da an. Ama o, Rabbine şöyle nida etmişti: "Gerçekten,
şeytan beni yorgunluğa ve azaba uğrattı."
Ayağınla vur. İşte hem, yıkanacak,
hem
içecek soğuk (bir su). Ona hem ailesini, hem onlarla beraber olan bir
mislini, bizden bir rahmet ve temiz akıl sahipleri
İçin de bir ibret olmak üzere
bağışladık.
"Elinle bir demet sap al da, onunla vur. Yemininde durmazlık
etme" (dedik). Biz, onu hakikaten sabırlı bulduk.
O, ne güzel kuldu!
Gerçekten o, daima
Allah'a dönen bir zât idi"
(Sad, 41-44).
Bil ki bu, bu sûrede
ele alınan, kıssaların üçüncüsüdür. Yine bil ki, Dâvûd (a.s) ve Süleyman
(a.s)'lar, Allah'ın, kendilerine çeşitli nimet ve in'âmları bolca verdiği
kimselerden; Eyyûb (a.s) ise, kendisine çeşitli belâları tahsis ettiği
kimselerdendir. Bu kıssalardan tamamının maksadı, insanların ibret almalarını
sağlamaktır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Ey Muhammed. kavminin
beyinsizliğine sabret, Çünkü dünyada hiç kimse, nimet, mal ve makam bakımından
Dâvûd (a.s) ve Süleyman (a.s)'dan; belâ, sıkıntı ve musibetler açısından da,
Eyyûb (a.s)'dan daha ileri değildir. Dünyanın hallerinin, hiç kimse için aynı
durumu arzetmediğini ve insanın mutlaka, kötülük ve sıkıntılara karşı
sabretmesi gerektiğini anlayabilmen için, işte bu kimselerin durumunu bir
düşün" demek istemiştir. Bu ifadelerle ilgili birkaç mesele vardır:
[92]
Keşşaf sahibi şöyle
der: "Eyyûb" kelimesi, atf-ı beyândır. İz edatının başına geldiği
cümle ise, bundan bedel-ı
iştimâldir. kelimesi,
takdirinde olup, kendisi sebebiyle Cenâb-ı Hakk'a yalvarıp yakardığı Eyyûb
(a.s)'un söylediği sözü, bir hikâyedir. Eğer Cenâb-ı Hak bu ifadeyi bir hikâye
(nakil) şeklinde getirmemiş olsaydı o zaman, (bunun yerine) "Ona dokunmuş
olması sebebiyle" derdi. Çünkü Hz. Eyyûb (a.s), gâib olup, üçüncü
şahıstır. Ayetteki (bi nusbin) kelimesi, nasab, nusub sâd'ın sükûnu, fethası ve
dammesiyle birlikte, nûn'un dammesi ve fethasıyla okunmuştur. O halde meselâ
okunuşu, tıpkı resed ruşd; adem, udm ve sekam, sukm kelimeleri gibidir. nasb
masdar olup, nusub, nasab kelimesinin müsakkali (ağırlaştırılmış şekli) olup,
aynı manadadırlar ki, yorgunluk, meşakkat ve acı demektir."
Bil ki, Hz. Eyyûb
(a.s)'da, iki tür meşakkat ve sıkıntı bulunuyordu:
a) Malının
mülkünün yok olup gidip de, bunun yerini beta ve sıkıntıların alması sebebiyle
meydana gelen ileri derecedeki üzüntü ve keder...
b)
Bedenindeki şiddetli acılar ve sızılar... Bu iki tür sıkıntı onda tahakkuk edip
meydana gelince, şüphesiz Cenâb-ı Hak bunu beyan için, ayette şu iki lafzı,
nusb ve azâb kelimelerini getirmiştir.
[93]
Alimlerin bu mevzuda şu
iki görüşleri bulunmaktadır:
a) Eyyûb
(a.s)'un bedenini saran, o acılar ve hastalıklar, şeytanın fiilinden dolayı
meydana gelmiştir.
b) Bunlar,
Allah'ın fiilinden ötürü meydana gelmişlerdir. Bu ayette şeytana mal edilen bu
azâb, onun, vesvese ve kötü düşünceleri Hz. Eyyûb (a.s)'un kalbine atmasından
doğan azâbtır.
[94]
Birinci görüşe
gelince, bunun izahı şöyledir: "Rivayet olunduğuna göre İblis, Rabbine bir
soru sorarak, "Kulların arasında, beni kendisine musallat etmen durumunda,
benden kaçınacak ve bana yaklaşmayacak kimseler var mıdır?" der. Bunun
üzerine Cenâb-ı Hak da, "Evet, kulum Eyyûb!" cevabını verir. Derken
şeytan, Eyyûb (a.s)'a vesvese vermeye başlar. Eyyûb (a.s) ise, İblis'i bizzat
görür ama ona iltifat etmez.
Bunun üzerine İblis,
"Ya Rabbi, o benden kaçınıp bana iltifat etmedi; beni, onun malına
musallat et" dedi. Ve Eyyûb (a.s)'a gelerek, "Malından, şunlar şunlar
yok oldu gitti" dedi. Bunun üzerine Eyyûb (a.s), "Allah verdi; Allah
aldı" dedi ve Allah'a hamd-ü senada bulundu.
Derken, şeytan,
"Ya Rabbi, Eyyûb, malına da aldırış etmedi. Beni onun çocuklarına musallat
et" dedi. Ve, gelerek, Eyûb (a.s)'un evini yıktı. Bunun üzerine de, Eyyûb
(a.s)'un çocuklarının tamamı Öldü. Peşinden de gelerek, durumu Eyyûb (a.s)'a bildirdi,
ama o, buna da aldırmadı.
Derken şeytan,
"Ya Rabbi, o malına ve çocuklarına aldırış etmedi. Beni, onun bedenine
musallat kıl" dedi. Cenâb-ı Hak da buna müsaade etti. O da, Eyyûb (a.s)'un
derisine üfledi, bunun üzerine Eyyûb (a.s)'da şiddetli hastalıklar ve yoğun
acılar meydana geldi. Eyyûb (a.s), bu belâ ve sıkıntı içinde yıllarca kaldı.
Ve, o şehir halkının kendisinden tiksineceği bir hale geldi.
Bunun üzerine, tenhâ
bir yere götürüldü ve artık kendisine hiç kimse de yaklaşmadı.. Derken şeytan,
Eyyûb (a.s)'un hanımına gelerek, "Şayet kocan, benden yardım isterse, onu
bu sıkıntıdan kurtarırım" dedi. Hanımı bu hususu kocasına anlatınca, Eyyûb
(a.s), Allah'ın kendisine sıhhat ve afiyet vermesi halinde, hanımına yüz değnek
vuracağına yemin etti. İşte o zaman Eyyûb (a.s), "Gerçekten, şeytan beni,
yorgunluğa ve azaba uğrattı" dedi. Bunun üzerine Allah, duasına icabet
ederek, ona, "Ayağınla vur" diye variyetti. Bunun üzerine Allah, onun
ayağının altından soğuk ve güzel bir su fışkırttı. Derken, Eyyûb (a.s), o suyla
yıkandı. Bunun üzerine Allah Teâlâ da, onun içindeki ve dışındaki bütün
hastalıkları ondan giderdi; ailesini ve malını ona yeniden verdi.
[95]
İkinci görüş:
Şeytanın, insanları hastalık ve acılara düşürme hususunda asla bir kudreti yoktur.
Bunun delilleri şunlardır:
a) Şayet
biz, ölümün, hayatın, sıhhat ve hastalığın şeytan tarafından meydana
getirildiğini kabul edecek olursak, bu durumda, meselâ bizden biri hayatını,
ancak, şeytanın yapması sebebiyle elde etmiş olur ve yine meselâ, belki de elde
ettiğimiz hayır ve mutlulukların tamamı şeytanın fiiliyle meydana gelmiş olur.
Böyle olması halinde, hayatı-ölümü, sıhhat ve hastalığı verenin, Allah Teâlâ
olduğunu bilme imkânını elde edemezdik.
b) Şeytan, şayet böylesi şeye kadir ise, daha niçin,
peygamberleri ve velileri öldürmek için çaba sarfetmiyor, onların evlerini
barklarını harap etmiyor ve çocuklarını öldürmüyor?
c) Allah Teâlâ, şeytanın, "Zaten benim,
sizin üzerinizde hiçbir hükmüm, nüfuzum da yoktur. Yalnız ben sizi çağırdım,
siz de bana hemen icabet ettiniz" (ibrahim. 22) dediğini nakletmiştir.
Böylece şeytan, kendisinin, vesvese ve bozuk fikirler verme ve telkin etme
dışında, beşer üzerinde bir güç ve kuvvetinin bulunmadığını açıkça ifade
etmiştir. İşte bu da, Hz. Eyyûb (a.s)'u o hastalığa ve afetlere mübtelâ kılanın
şeytan olduğunu söyleyenlerin görüşlerinin aksine delildir.
İmdi eğer, birisi,
"Bu halleri yapan Allah'dır, fakat Allah, bütün bunları, şeytanın talebine
uygun olarak yapmıştır" demek niçin caiz olmasın?" derse, biz deriz
ki: "Bu elem, acı ve hastalıkların yaratıcısının Allah olduğu mutlaka
itiraf edildiğine göre, şeytanı bu hususta vasıta kılmanın faydası ve manası
nedir? Tam aksine, doğru olan Eyyûb (a.s)'un, "Gerçekten şeytan beni,
yorgunluğa ve azaba uğrattı" ifadesinden kastedilen, şeytanın, bozuk
vesveseler ve bâtını bazı hatıralar atması sebebiyle, onu o çeşitli azâb ve
sıkıntılara düşürmüş olmasıdır.
[96]
Sonra, bu görüşü
benimseyenler, bu vesveselerin nasıl olduğu hususunda ihtilaf etmiş ve bu
hususta şu izahları yapmışlardır:
1) Onun
hastalığı, son derece acı veren bir hastalık idi. Bu hastalığın zamanı uzayıp
insanlar ondan tiksinip, ona yaklaşmaktan iğrenip, mal namına hiçbir şeyi
kalmayıp; hanımı insanlara hizmet etmek suretiyle onun için bir miktar azık
elde edip, insanların ondan nefret ve iğrenmesi de, hanımını kendi yanına
girmekten ve kendilerine hizmetten men edecek dereceye ulaşıp, bu arada şeytan
da, kendisine, içinde bulunduğu önceki nimetlerle şimdi içinde bulunduğu
sıkıntıları hatırlatıp, Eyyûb (a.s) da, bu vesveseleri def etme çabasına düşüp
ve bu vesveseler onun kalbinde gittikçe kuvvet kazanınca, Eyyûb (a.s) korktu ve
Allah'a yalvarıp yakararak, "Gerçekten şeytan beni, yorgunluğa ve azaba
uğrattı" demiştir. Çünkü, bu tür düşünceler her ne zaman ileri safhaya
varırsa, onun bunlardan ötürü kalbinin elemi de o nisbette artardı.
2) Eyyûb (a.s)'un hastalığının süresi uzayınca,
şeytan ona geldi, onu, Rabbi konusunda ümitsizliğe düşürmeye çalıştı ve
sabırsızlanmayı ona süslemeye başladı. İşte bu sebeple de, Eyyûb (a.s),
kalbinde, ümitsizliğe düşme vehminin kuvvet kazanacağından endişelendi de,
bunun üzerine Allah'a yalvararak, "Gerçekten, şeytan beni, yorgunluğa ve
azaba uğrattı" dedi.
3)
Denildiğine göre şeytan, Hz. Eyyûb (a.s)'un hanımına, "şayet kocan bana
itaat eder, benim sözümü dinlerse, ondaki bu afetleri gideririm" deyip,
hanımı da bunu ona anlatınca, şeytanın, dinine şaşacağı hususunu zann-ı galible
anladı ve bu husus kendisine son derece ağır geldi de Allah'a yalvarıp yakararak,
"Gerçekten şeytan beni, yorgunluğa ve azaba uğratti" dedi.
4) Rivayet
olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: Eyyûb (a.s), onsekiz
yıl, bu belâ içinde kalıverdi. Öyle ki, iki kişi hariç, yakını ve uzağı, herkes
onu terketti. Daha sonra da, bu iki kişiden biri diğerine, "Andolsun ki,
Eyyûb (a.s), bu alemde, htckimsenin işlemediği bir günah işlemiştir. Şayet o
böylesi bir günah işlemeseydi, bu tür sıkıntılara düşmezdi" dedi. Ve onlar
bunu, Eyyûb (a.s)'a açtılar. Bunun üzerine Eyyûb (a.s), "Sizin ne
dediğinizi bilmem, ama şu var ki, Allah Teâlâ, benim münakaşa eden ve bu arada
Allah'ı zikreden iki kişiye uğrayıp, evime döndüğümde, onların, hak olan şeyler
dışında Allah'ı anmalarını kerih gördüğümden dolayı onlardan nefret etmiş
olduğumu bilir"dedi.
5)
Denildiğine göre, Eyyûb (a.s)'un hanımı, insanların yanında çalışıyor onlardan
azık miktarı kadar ücret alıyar ve azığı da Eyyûb (a.s)'a getiriyordu. Derken,
insanlar, onu artık hiçbir zaman çalıştırmayacakları hususunda anlaştılar.
Bunun üzerine kadınlardan birisi, kendisine bir miktar azık vermek mukabilinde,
iki örüğünden birisini kesmesini istedi. O da, bunu yaptı. Daha sonra, ikinci
günde de, aynı şeyi yaptı. Derken kendisinin, hiçbir örüğü kalmadı. Eyyûb (a.s)
yatağında yan dönmek istediğinde, o örüklere tutunurdu.[97]
Eyyûb (a.s) örükleri bulamayınca, kalbine, kendisine eziyyet veren düşünceler
yerleşti, gitgide kederi arttı da, işte bunun üzerine, "Gerçekten, şeytan
beni yorgunluğa ve azaba uğrattı" dedi.
b) Eyyûb
(a.s), zaman zaman, "Ya Rabbî, andolsun ki, üzerimde, iki şeyin
birleştiğini biliyorum. Sen bana, o malı verdiğinde, ben, muhtaçlar için
dayanak, yolcular için yardımcı, yetimler için de baba oldum" dedi. Bunun
üzerine, bir buluttan, "Eyyüb! bu muvaffakiyet kimden?" diye
kendisine nida edildi de, bunun üzerine Eyyûb (a.s), yerden toprak aldı, başına
saçarak, "Senden Ya Rabbî!" dedi.
Daha sonra da, kalbine
gelen ilk düşüncenin yeniden geleceğinden endişelenerek ve bundan korkarak,
"Gerçekten, şeytan beni, yorgunluğa ve azaba uğrattı" dedi. Alimler,
daha değişik görüşler de ileri sürmüştür. Allah, durumun iç yüzünü en iyi
bitendir.
Bir yahudinin şöyle
dediğini duydum. İmrân İbn Musa'nın, Hz. Eyyûb (a.s) hâdisesi hakkında müstakil
bir kitabı vardı. Bu kitapta yer alanların özeti şuydu: Eyyûb
(a.s), Allah'a
alabildiğine itaat eden, ona itaata devam eden, Allah'ın emirlerine tazimde ve
Allah'ın mahlûkatına duyulması gereken şefkatte, doruk noktaya çıkmıştı. Ama,
derken o, böylesi zor ve büyük belâ ve sıkıntılara duçar oldu. Şu halde bu, bir
hikmetten dolayı mıdır, yoksa değil midir? Eğer bu, bir hikmetten ötürü ise,
onun geçmiş zamanda bir suç işlemediği ve böylece de, bu azabın o suç mukabili
olmadığı malumdur. Yok eğer bu iş, onun elde edeceği mükâfaatın çoğalmasını
sağlamak için ise, hakîm ve rahîm olan Allah, bu uzun ve hoş olmayan
hastalıkları, kederleri, acıları vasıta kılmaksızın da, hertürlü güzel, faydalı
ve iyi şeyleri ona ulaştırmaya kadirdir. Bu durumda, bu hastalık ve belâlarda,
herhangi bir fayda ve hikmet yok demektir. Bunlar açık ve yüce kelimeler olup,
Allah Teâlâ'nın fiillerinin, maslahat ve mefsedetlere bağlanmaktan münezzeh
olduğuna delâlet etmektedir. Açık olan gerçek O'nun yaptıklarından mesul
olmaması, insanların ise, yaptıklarından mesul oluştandır.
[98]
Ayetin lafzı, bu
yorgunluğun ve bu azabın, ancak şeytan tarafından olduğuna delâlet etmektedir.
Ayette bahsedilen
bu azab, birinci
görüşe göre, Hz. Eyyûb (a.s)'un bedenindeki hastalıklardan; ikinci görüşe göre
ise, şeytanın vesveselerinin artması sebebiyle, onun kalbinde meydana gelen
kederlerden ve hüzünlerden ibarettir. Her iki duruma göre de, bu fiilin şeytana
ait olduğunu söylemek gerekir. Ehl-i sünnet alimlerimiz (r.h), buna, "Biz,
fiilin, şeytana ait olduğunu inkâr etmiyoruz. Ancak ne var ki biz, kulun fiilini
de, daha evvel yaptığımız malum açıklamalara göre, "Allah'ın yarattığını
söylüyoruz" diyerek cevap vermişlerdir.
[99]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Ayağınla vur..." ifadesine gelince, bu, "Hz. Eyyûb (a.s)
şeytandan şikayet edince, adetâ Rabbinden, bu sıkıntıyı kendisinden gidermesini
istemiş, Allah da onun bu isteğine, "Ayağınla vur" demek suretiyle
icabet etmiştir, rekd ayakla, kuvvetli bir biçimde itmek, tepmek demektir.
Nitekim "At, seni tepti"denilmesi de bu manadadır. Buna göre kelâmın
takdiri, "Biz ona, "ayağınla vur.." dedik" şeklinde olur.
Denildiğine göre o, ayağıyla o yere vurunca, oradan bir göze fışkırdı. Bunun
üzerine, "İşte hem yıkanacak, hem içecek soğuk (birsu)., "denildi.
Yani, "Bu, kendisiyle yıkanacağın ve böylece de içini temizleyip
hastalıklardan sıhhat bulacağın bir sudur.." demektir.
Bu lafzın zahiri,
Eyyûb (a.s) için tek bir gözenin fışkırdığına, onun ondan içip yıkandığına
delâlet etmektedir. Ama müfessirler, "Onun için iki göze fışkırdı.. Derken
onlardan birisinden yıkandı, diğerinden içti. Böylece, Allah'ın izniyle, o
hastalık onun içinden ve dışından temizlendi demişlerdi. Yine denildiğine göre,
o, sağ ayağıyla yere vurdu. Yerden sıcak bir su fışkırdı. O, bu suyla yıkandı.
Sol ayağıyla vurdu. Bundan dolayı soğuk bir su fışkırdı ve ondan içti.
[100]
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk, "Ona ailesini
bağışladık" buyurmuştur. Bağışlanan bu ehlinin, ilk ailesinin aynısı
olduğu ve onlar gibisinin
ilaveten verildiği
ileri sürüldüğü gibi, başkalarının o ehli gibi ona verildiği de söylenmiştir.
Ama birincisi daha uygundur. Çünkü ayetin zahirinden anlaşılan budur.
Binâenaleyh zaruret yok iken, ayetin zahirinden ayrılmak caiz değildir. Alimler
bu hususta farklı izahlar yapmışlardır: Bazıları bunun manasının, "Biz onlardan
o hastalığı giderdik ve yeniden sapasağlam oldular" şeklinde olduğunu
söylerlerken, bazıları da bunun manasının, "Ondan ayrılmış iken, yeniden
onun yanına geldiler, oradan gitmişlerken, yeniden oraya döndüler"
şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Kimileri de bunun manasının, "O, onlara;
onlar da ona yeniden kavuşup, birlikte olma imkânı buldular" şeklinde
olduğunu söylemişlerdir.
Hak Teâlâ'nın 'Ve
onlarla beraber olan bir mislini (verdik)" ifadesinin manası, "Allah
Teâlâ, Eyyûb (a.s)'u, yeniden sıhhat ve mal vermek suretiyle dünya
nimetlerinden faydalandırdı. Ona güç-kuwet verdi. Böylece nesli çoğaldı.
Derken, ehl-ü lyâli, evvelki halinden kat kat fazla sayıda oldu"
şeklindedir. Hasan el-Basri (r.h), ayette bahsedilen "ona ehlinin
bağışlanması..." ile kastedilen mananın, onların Allah Teâlâ'nın,
ölmelerinden sonra yeniden diriltmesi olduğunu söylemiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Bizden bir rahmet olarak..." buyurmuştur. Bu, "Biz, bütün
bunları bir mecburiyetten dolayı değil, bir lütuf ve ihsan olarak yaptık"
demektir.
Allah Teâlâ sonra,
"ve temiz akıl sahipleri için bir ibret oiarak" buyurmuştur. Bu,
"Biz önce ona belâ verdik. O ise sabretti. Sonra ondan bu belâyı kaldırıp,
sabredenin kazanacağına akıl sahiplerinin dikkatini çekmek için, ona çeşitli
nimetlerimizi ve ihsanlarımızı verdik" demektir ki, bunun maksadı da yine,
söze başlanılan o ilk cümleye, yani Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Muhammed (s.a.s)'e
hitaben söylediği, "Onlar ne derlerse sabret. Kulumuz Davud'u
hatırla" (Sâd, m) ayetine dikkat çekmektir. Mu'tezlle, "Bizden bir
rahmet ve temiz akıl sahipleri için bir ibret olarak..." ayetinin
manasının, "Biz, bütün bunları işte bu maksad ve gayelerden ötürü
yaptık" şeklinde olduğunu, bunun ise, Allah'ın hükümlerinin ve fiillerinin
birtakım maksad ve gayelere bağlı olduğuna delâlet ettiğini söylemişlerdir ki
bu konudaki sözümüz (cevabımız) defalarca geçti.
[101]
Ayetteki, "Elinle
bir demet sap al" ifadesi, "Ayağınla vur ifadesine atfedilmiştir.
kelimesi, ot, fesleğen ve benzeri şeylerden küçük bir demet manasınadır. Bil ki
bu söz, daha evvel, Hz. Eyyûb (a.s)'dan bir yeminin sâdır olduğuna delâlet
etmektedir. Bir hadiste, onun hanımına karşı yemin ettiği bildirilmiştir.
Alimler, onun, hangi sebepten ötürü hanımına karşı yemin ettiği hususunda
ihtilaf etmişlerdir: Bu yeminin, o kadının, Hz. Eyyûb (a.s)'u şeytana taata
meylettirmeye gayretinden dolayı olduğunu söylemek uzak bir ihtimal olduğu
gibi, yine saç örüğünü kesip vermesinden ötürü olduğunu söylemek de akıldan
uzaktır. Çünkü yiyecek almaya mecbur olan birisinin böylesi bir harekette
bulunması mubahtır. Doğruya en yakın olan, o hanımının, Hz. Eyyûb (a.s)'a, bazı
işlerinde muhalefet
etmesinden ötürü bu
yeminin olmasıdır. Çünkü o kadın, bazı işlerini görmeye gidiyor, bu yüzden
gecikiyordu. Hz. Eyyûb (a.s), iyileştiğinde ona yüz sopa vuracağına dair hasta
iken yemin etti. O kadın, ona çok güzel hizmet ettiği gibi, Cenâb-ı Hak, Hz.
Eyyûb (a.s)'un yeminini, hem kendine hem hanımına kolay olan en basit yolla
çözdü. Bu ruhsat, devam etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s)'e, bir cariyeyle zina
eden sakat, sıska biri getirildi. Hz. Peygamber (s.a.s): 'İçinde yüz çöpü
bulunan bir hurma salkımı alıp, ona onanla bir kere vurunuz"[102]
buyurdu.[103]
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk, "Biz onu hakikaten sabırlı kıldık" buyurmuştur. Buna göre eğer,
"Hz. Eyyûb (a.s), Cenâb-ı Hakk'a serzenişte bulunup halinden şikayet
etmişken, Cenâb-ı Hak onu nasıl sabırlı olarak nitelemiştir?" denilirse,
buna şöyle birkaç şekilde cevap veririz:
1) O,
Cenâb-ı Hakk'a şeytandan dolayı şikâyette bulunmuş, Cenâb-ı Hakk'dan ötürü hiç
kimseye şikâyette bulunmamıştır.
2) O acı ve sızılar, onun bedeninde ortaya
çıktığında hiç sızlanmamış, ama kalbindeki vesveseler büyüdüğü zaman, kalbi ve
dini hususunda endişeye kapılarak,
yalvarıp yakarmaya
başlamıştır.
3) Şeytan
bir düşmandır. Düşmanı sevgiliye dosta şikayet etmek, şikayet edenin
sabrını zedelemez.
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk, "O ne güze! kuldu! Gerçekten o, dâima Allah'a dönen bir zattı"
buyurmuştur ki bu, güzel bir kul olan o zatın şerefinin, "evvâb"
oluşundan kaynaklandığına delâlet eder. Birisinin şöyle dediğini duydum:
Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Süleyman (a.s) hakkındaki, "O ne güzel kuldu!"
(su, ao) ifadesiyle, yine bir keresinde Hz. Eyyûb (a.s) hakkında aynı ifade
nazil olunca, ümmet-i Muhammed'in (ashabın) kalbindeki keder büyüdü ve
"Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Eyyûb (a.s) hakkındaki bu ayet, onun için büyük bir
şerefi ifade eder. Böylesi bir şerefi elde edebilmemiz için, Hz. Eyyûb (a.s)'un
mülkü gibi bir mülkü elde etmeye kalksak, buna gücümüz yetmez. Eğer Eyyûb (a.s)
gibi, bir belâyı taşımak istesek, buna da gücümüz yetmez. Şu halde böylesi bir
şerefi elde etmemiz nasıl mümkün olur acaba?" dediler. Bunun üzerine
Cenâb-ı Hakk, "O ne güzel bir mevlâdır ve ne güzel bir yardımcıdır!"
(Hacc, 76) ayetini indirdi. İşte bu ayet, "Sen güzel bir kul olamazsan da,
ben güzel bir mevlâyım. Dolayısıyla eğer senden lüzumsuz-hatalı şeyler sâdır
olursa, lütuf ve fazi bendendir. Eğer senden bir kusur sâdır olursa, rahmet ve
kolaylık benden" demektir.
[104]
"Kuvvetlerin ve
basiretlerin sahihleri olan kullarımız, İbrahim'i, îshâk'i ve
Yakûb'u da an. Çünkü biz onları, hâlis bir hasletle,
yani yurtlarını
hatırlamaları (hasletiyle) hâlis yaptık.
Çünkü onlar, bizim katımızda, cidden
seçkinlerden
ve hayırlı zatlardandı. İsmail'i, Elyesâ ve Zülkifl'i de an. İşte
bütün bunlar hayırlı insanlardı"
(Sâd, 45-48).
[105]
Ayetlerle ilgili
birkaç mesele vardır:
İbn Kesir, müfred
olarak abdena şeklinde okumuştur. Bu,
İbn
Abbas'ın kıraatidir. İbn Kesir der ki: "Kulumuz" ifâdesi,
büyük bir şerefi gösterir. Binâenaleyh bu şerefin, bu
ayette
bahsedilenlerin en büyüğüne verilmesi
gerekir ki o da, Hz.
İbrahim
(a.s)'dir." Diğer kıraat imamları bunu cemî olarak ibadena okuyarak şöyle
demişlerdir: "Çünkü bu sıfat, Hz. İbrahim
(a.s)'in dışındaki peygamberler için de
kullanılmıştır.
Meselâ Hz. İsa (a.s) hakkında da, "O, kendisine in'am ettiğimiz bir
kuldur" (Zuhruf, 59); Hz. Eyyûb (a.s) hakkında,
"O, ne güzel bir kuldu!" (sao, 44); Hz.
Nûh (a.s) hakkında, "O, çok şükreden bir kuldu!" (ta, 3)
denilmiştir. Binâenaleyh,
ayetteki bu kelimeyi
abdena okuyan, sadece "İbrahim" kelimesini bunun atf-ı beyânı
yapmış olur. Daha sonra onun zürriyeti olan İshâk ve
Ya'kûb kelimelerini abdena
üzerine atfetmiş
olur. Kim de bunu cemî olarak İbâdenâ okursa, İbrahim, İshâk veYa'kûb
kelimelerinin tümünü birden, bu kelimenin atf-ı beyânı yapmış olur.
[106]
Ayetin takdiri
şöyledir: Allah Teâlâ, ta baştan Hz. Muhammed
(s.a.s)'e, "Onların dediklerine
sabret.
Kulumuz Davud'u
hatırla" demiş ve bu işi, "Kulumuz İbrahim'i de an" deyinceye
kadar devam ettirmiştir ki bu, "Ey Muhammed! Ateşe atıldığında İbrahim'in,
kesilmek istendiğinde İshâk'ın, çocuğu kaybolup, üzüntüden gözlerini
yitirdiğinde Yâ'kûb'un sabrını an" demektir.
[107]
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk, "Kuvvet ve basiret
sahipleri..." buyurmuştur. Bil ki el, birçok işin yapma aletidir. Göz de,
idrak edilenlerin en kuvvetlisi
için
bir alettir. Binâenaleyh işleri el ile, idrâki (anlayışı) da göz ile ifade etmek,
güzel ve yerindedir. Bunu iyice kavradığın zaman diyoruz ki, insanın ruhunun,
biri çalışan (iş yapan), diğeri idrâk eden iki kuvveti vardır. Çalışan
kuvvetinden sâdır olan en şerefli şey, Allah'a itaattir; idrâk eden-bilen,
kuvvetinden kaynaklanan en şerefli şey de marifetullahdır. Bu ikisinin
dışındaki işler ve bilgiler, adetâ boş ve bâtıl şeylerdir. Binâenaleyh ayetteki
bu ifade, bu iki şeye işarettir.
[108]
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk "Çünkü biz onları hâlis bir hasletler yani yurtlarını hatırlamaları
(hasletiyle) hâlis yaptık" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili iki mesele
vardır:
[109]
Hâlise, tenvinle veya
izafetle okunmuştur. Binâenaleyh bunu
tenvinle okuyanlara göre
takdiri, "Biz onları,
kendisinde hiçbir
şaibe bulunmayan hâlis bir hasletten ötürü, kendimize has (kullar) kıldık. O
haslet de, yurtlarını hatırlama hasletidir" şeklindedir. Bu kelimeyi
izafetle okuyanlara göre ise mana, "Yurtlarını hatırlama hasletleri
sebebiyle biz onları..." şeklinde olur, yani, "Yurtları hatırlama
işi, bazan Allah için, bazan Allah'dan başka gayelerden dolayı olur"
demektir. Bu da, "Biz onları, işte bu hatırlama hasleti sebebiyle, hâlis
kıldık" demektir.
[110]
Ayetteki, zikra'd-dâr
''yurtlarını hatırlamaları..." ifadesiyle ilgili olarak şu izahlar
yapılmıştır:
1) Bununla,
"Onlar âhiret yurdunu hatırlamaya gark oldular ve bu hatırlayışta dünyayı
unutacak dereceye vardılar" manası kastedilmiştir.
2) Bu ifade ile, "Ahiret yurdunda onlar
için yüce bir nâm olacaktır" manası kastedilmiştir.
3) Bu "Allah Teâlâ, onlar için dünyada
güzel bir nam bırakıp, "Bizim için, sonradan gelecek insanlar arasında
güzel bir nam nasib et" (Şuara. 84) şeklindeki dualarını kabul etmiş oldu.
Hak Teâlâ "Çünkü
onlar bizim katımızda cidden seçkinlerden ve hayırlı zatlardandı" yani
" "Onlar kendi soytarının seçkinler indendi" buyurmuştur.
"Ahyâr" kelimesi "hayyir" yahut "hayr"
kelimesinin çoğulu olup, tıpkı meyyit ve mevt kelimelerinin çoğulunun, emvât gelmesi
gibidir. Alimler, peygamberlerin İsmet sıfatına sahip oılduklarına bu ayeti
delil getirerek, şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ, bunların, mutlak olarak,
her halükârda iyi ve hayırlı kimseler olduklarını söylemiştir. Bu, istisna
yapılabilecek ve mücmelliği giderilebilecek bir ifade olmasının delâleti ile,
onların hakkında hayırlılık vasfının bütün fiil ve sıfatlarda geçerliliğini
gösterir.
Allah Teâlâ sonra,
"İsmail'i, Elyesa'ı ve Zülkifl'i de an. İşte bütün bunlar hayırlı
insanlardı" buyurmuştur. Bunlar, Allah'ın dini uğrunda sıkıntılara göğüs
geren, diğer
bir grup peygamberdirler. Biz, bu
isimlerin izahları ve bu peygamberlerin özellikleri hususunda, Enbiyâ ve En'âm
sûrelerinde gerekli açıklamalarda bulunduk. Artık onları tekrar etmeye gerek
yok. Bu sûredeki peygamber kıssaları ile sözün sonu işte burasıdır.
[111]
"Bu, bir
zikirdir. Müttaküer için bir güzel dönüp varma yeri, Adn cennetleri.
Onlar için bütün kapılar tamamen açılmtştır. Orada
tahtlarına kurulurlar
onlar. Orada birçok
yemiş ve bir içecek isterler. Yanlarında gözlerini yalnız
(kocalarına) dikmiş, yaşıt birçok dilberler vardır,
işte hesap günü için size
vaadolunan şeyler
bunlardır. Şüphesiz bu, bizim, bitip tükenmeyecek
rızkımtzdır"
(Sad, 49-54).
Bil ki zikr hakkında
iki izah şekli bulunmaktadır:
a) Buna göre
Cenâb-ı Hak, bu peygamberlerin (a.s) hallerinin zikrini, sırf Hz. Muhammed
(s.a.s)'in, kavminin beyinsizliğine sabretmesi için açıklamıştır. İşte bu yol
tamamlanıp, bunun peşinden, cahillerin beyinsizliklerine sabretmeyi gerektiren
başka bir yotu zikretmeyi dileyip ve nihayet, iki konudan birini de diğerinden
aytrmayı murad edince, pek yerinde olarak "Bu, bir
zikirdir"buyurrnuş; sonra da, bu ikinci konunun anlatımına başlayarak,
"Muttakiler için..." buyurmuştur. Nitekim, ehM imân olan bir kimse,
bir sözü tamamladığında, "Bu birinci konu" der, sonra da, diğer
konunun izahına başlar. Yine, kâtib (yazar), kitabının bir faslını bitirip de,
bir başkasına başlamayı dilediği zaman, "İşte böyle. Şimdiye kadar şunları
şunları görmüş olduk" der. Bunun delili ise şudur: Cenâb-ı Hak cennetlikleri
anlatmayı tamamlayıp da, bunun peşinden cehennemliklerin anlatımını getirmeyi
dilediğinde, "Bu, böyledir. Azgınların gideceği yer ise, muhakkak en kötü
bir mercidir" {sta, 55) buyurmuştur.
b) İkinci
izah şekli de şudur: Bununla, "Bu, bir peygamber (a.s) için, bir şeref ve
bir yâd-ı cemildir. Onlar, ebediyyen anılırlar" manası kastedilmiştir...
Sahîh olan ise, birinci izah şeklidir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Müttakîîer için bir güzel dönüp varma yeridir" beyanına gelince, bil
ki, Allah onu yalancı bir sihirbaz olarak nitelemeleri ve onun için, istihza
yoluyla, "Ey Rabbimiz, bizim amel defterimizi acele ver (de
görelim!)" (Sad, 16)elemeleri suretiyle, Kureyş kâfirlerinin Hz. Peygamber
(s.a.s)'e karşı yaptıkları beyinsizlikleri naklettiğinde, işte bundan sonra Hz.
Muhammed (s.a.s)'e bu beyinsizliklere katlanmasını emretmiş ve şu iki bakımdan
da, mutlaka sabretmek gerektiğini açıklamıştır:
a) Cenâb-ı Hak, önceki o peygamberlerin sıkıntı
ve musibetlere sabretmiş olduğunu beyan edince, "İşte bu sabır konusunda,
ey Muhammed, senin de onlara uyman gerekir" demek istemiştir.
b) Bu ayet-i
kerimede, Allah'a itaat eden kimse için, şöyle şöyle mükâfaatlar; ona muhalefet
eden kimse için de, şöyle şöyle ikâb ve ceza olduğunu Allah beyan etmiştir.
Bütün bunlar ise, Allah'ın emirlerine sabretmeyi gerektirmektedir. İşte bu, çok
güzel bir nazm ve hoş bir tertiptir.
[112]
Cenâb-ı Hakk'ın
ifadesine gelince, buradaki meâb, "merci dönüş yeri" anlamındadır.
Ruhların kadîm olduğunu söyleyenler, bu ayet ve "rucû-{geriye dönüş)"
kelimesini ihtiva eden diğer ayetlerle istidlal etmişlerdir. İstidlal biçimi
ise şöyledir: "RucÛ" kelimesi ancak, bu ruhların, bedenlerden önce de
mevcut olmaları; Allah'ın celâlinin huzurunda bulunup da, sonradan bedene
ilişmeleri halinde uygun ve yerinde olur. İşte, ruhlar bedenlerden
ayrıldıklarında ise bu hal, rücû/'geriye dönüş" olarak
isimlenidirilir." Buna göre şöyle cevap verilir: Bu şayet bir manaya
delâlet ediyorsa, bu, ruhların bedenlerden Önce mevcut olduğu hususudur; yoksa
bu lafız, ruhların kadîm (ezelî ve ebedî) olduklarına delâlet etmez.
[113]
Ayetteki, ifadesi,
ifâdesinden bedeldir. Daha sonra, gelen
tabiri ile ilgili birkaç mesele vardır:
Alimler, bu lafzın
izahı konusunda, birkaç vecih zikretmişlerdir:
a) Ferrâ
şöyle demiştir: "Bunun manası, "Cennetin bütün kapıları onlar İçin
açılmıştır" anlamındadır. Çünkü Araplar, elif-lâm'ı, izafetten bedel
sayarlar. Nitekim Araplar, "Yüzü güzel olan bir adama rastladım"
derler. İşte, el-vechi kelimesindeki elif-lâm, izafetten bedeldir. (Yani
anlamında)."
b) Zeccâc
şöyle demiştir: "Bu ifadenin manası, "Onlar için, cennetten, kapılar
açılmıştır..." şeklindedir.
c) Keşşaf
sahibi ise şöyle demiştir: ""kapılar" kelimesi, zamirden
bedeldir.
ifadenin takdiri ise, "Onlar için
onlar, yani kapılar açılmıştır"
şeklindedir.
Bu, senin tıpkı, "Zeyd'e, yani eline ve ayağına vuruldu.."demen
gibidir. Binâenaleyh el-ebvâb kelimesi, bedel-i istimaldir."
[114]
mübtedâ, kendisinin de
onun haberi olarak bu kelime ref ile mufettehatun şeklinde de okunmuştur. Bu
durumda, her ikisi de, mahzûf bir mübtedâmn haberi olup, bu da, hüve
(zamiri)dir.
[115]
Bil ki, Allah Teâlâ bu
ayet-i kerimede, cennetliklerin hallerine dair birkaç şey zikretmiştir:
a) Onların,
meskenlerinin halleri... O halde, "Adn cennetleri" ifadesi İki şeye
delâlet eder:
1) Bu meskenlerin, bahçeler ve bostanlar
olduğuna..,
2) Bu meskenlerin daimi olup sona
ermeyeceğine...
"Onlar için bütün
kapılar tamamiyle açılmıştır" ifadesi hakkında birkaç izah şekli bulunur:
a) Mananın
şu şekilde olması: "Cennetlerde görevli melekler, o cennetin sahibini
gördüklerinde, ona, o cennetin kapılarını açarlar ve onları, "selâm!"
diyerek selâmlarlar. İşte böylece o da, meleklerle çevrelenmiş olarak, çok
izzetli bir biçimde ve en güzel bir hâl üzere, oraya girer. Nitekim Cenâb-ı
Hak, "Nihayet oraya varıp kapılan açılınca (cennetin) bekçileri (şöyle)
dedi(ler): "Selâm size! Tertemiz geldiniz! Artık ebedî kalmak üzere girin
buraya" {Zumer, 73) buyurmuştur.
b) O
cennetlikler, bu kapıların açılmasını istediklerinde, onlar kendiliklerinden
onlara açılırlar; kapanmasını istediklerinde de, yine onlara kendiliklerinden
kapanırlar.
c) Buradaki
"açılma" kelimesinden kastedilen, o meskenlerin genişliğini, gözlerin
onu tarayıp dolaştığını ve orada çok hoş ve leziz hallerin müşahede edildiğini
(edileceğini) anlatmaktır.
[116]
Daha sonra gelen
hakkında birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis: Cenâb-ı
Hak bu ayette, onların, cennette yaslanıp kurulduklarını, anlatmış, diğer
ayetlerde de, bu yaslanıp kurulmanın nasıl olduğunu beyan etmiştir. Meselâ bir
ayette, "Tahtların üzerine kurulup dayanmışlardır" (vasin, 56), başka
bir ayette ise, "(Zevceleri) yeşil yastıklara ve güzel döşemelere yaslanarak
(nimetlenirler)1' (Rahman, 76) buyurmuştur.
İkinci Bahis: ifadesi,
kendisinde âmil olan (zîhâi olan kelime)den önce gelmiş olan bir hal
ifadesidir. Bu ifadede âmil olan ise ifadesidir. Mana, "Cennetlerde, onlar
yaslanıp kurulmuş oldukları halde isterler" şeklinde olur.
Cenâb-ı Hak sonra,
buyurmuştur. Bu, "Çeşit çeşit yemişler ve yine, çeşit çeşit içecekler
isterler" m an aşırıdadır. İfade, "Çok yemiş ve çok içecek..."
takdirindedir. Böyle bir mananın serdedilmesinin sebebi ise şudur: Arapların
yurtlan çok sıcak olup, meyvesi ve içecekleri gayet az idi. İşte bu sebeple
Cenâ b-ı Hak onları (cennetteki) bu şeylere arzulandırmış, teşvik etmiştir.
[117]
Cenâb-ı Hak meskenin,
yenilecek ve içilecek şeylerin durumunu anlatınca, bunun peşinden
nikâhlanılacak olanın halini de bildirmek üzere "Yanlarında, gözlerini
yalnız (kocalarına) dikmiş dilberler vardır" buyurmuştur. Bunun tefsiri,
daha önce Sâffât Sûresi'nde geçmişti. Kısaca mana, "onların, kalbleri
sadece kendi kocalarına yönelerek, onların dışındakilerden yüz çevirmiş
oldukları" şeklindedir.
[118]
Ayetteki etrâb
kelimesine gelince, bu, "aynı yaşta olan" anlamındadır. O dilberlerin
aynı yaşta olmaları muhtemel olduğu gibi, onların, kocalarla aynı yaşta
olmaları da muhtemeldir. Kaffâl şöyfe demiştir: "Böyle bir sıfatın
zikredilmesinin sebebi şudur: O dilberler, gerek görünüm, gerek yaş, gerekse
süs ve nimet bakımından hep biribirine benzeyince, onlara meyil ve arzu da aynı
seviyede olacaktır, ki bu da, kıskançlığın olmamasını gerektirir."
Cenâb-ı Hak daha sonra
"işte hesap günü için size vaadolunan şeyler bunlardır" buyurmuştur.
Yani, ''Allah müttakilere, bu sıfatlarla nitelenmiş olan mükâfaatlar
vaadetmiştir" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu mükâfaatın devamlı
olduğundan bahsetmiş ve "Şüphesiz bu, bizim, bitip tükenmeyecek
rızkımtzdır" buyurmuştur.
[119]
"Bu (böyledir).
Azgınların gideceği yer ise, muhakkak, en kötü bir mercidir.
Cehennem! Onlar buraya girecekler. Artık, ne kötü
döşektir o! İşte o azabı,
(evet) onu tatsınlar,
(ki bu), kaynar su ve irindir. O şekilden başka daha
diğer nevi azaplar da vardır, İşte şu, körükörüne
maiyyetinize koşup giren
güruhtur. Onlar,
rahat (yüzü) görmesinler. Çünkü onlar, o ateşe gireceklerdir. Derler ki:
"Hayır, siz, asıl rahat (yüzü) görmeyin. Bunu bizim Önümüze siz
getirdiniz. Ne çirkin durum!" Onlar derler: "Ey Rabbimiz, bunu
bizim önümüze kim getirdiyse, onun ateş içindeki
azabını katmerli olarak
arttır."
(Azgınlar) derler: "Kendilerini bayağılardan saydığımız adamları niye
görmüyorsunuz? Biz onları eğlence edinirdik. Yoksa
gözler onlardan
uzaklaşıp kaydı mı?" İşte bu, ehl-i
cehennemin birbiriyle davalaşması
muhakkak
ve kati bir gerçektir"
{Sâd, 55-64).
Bil ki Cenâb-ı Hak,
müttakilerin mükâfaatının durumunu vasfedince, bundan sonra, azgınların
ikâbının niteliğini zikretmiştir ki, böylece, vaadin peşinden vaîd (tehdit),
terğîbin peşinden de terhîb (korkutma) gelmiş olsun...
[120]
Bil ki Cenâb-ı Hak,
cehennemliklerin hallerinden birkaç nevi zikretmiştir:
a) Onların,
varacakları mercileri ve dönüş yerleri... Bu "Bu, (böyledir). Azgınların
gideceği yer ise, muhakkak, en kötü bir mercidir" ayetiyle bildirilmiş
olup, bu, "Müttakiler için bir güze! dönüp varma yeri vardır"
<sâd, 49) ayetinin mukabilinde zikredilmiştir. Böylece Cenâb-ı Hak,
azgınların halinin, müttakilerin halinin zıddı olduğunu beyan etmiştir.
Alimler, burada geçen
tâgîn (azgınlar) kelimesiyle kimlerin murad edildiği hususunda ihtilafa
düşmüşlerdir. Müfessirlerin ekserisi bunu, "kâfirler" manasına
hamletmiştir. Cübbâî, "Bu kelime, ister kâfir olsun, ister olmasın, büyük
günah işlemiş olan "ehl-i kebâir"e hamledilir" demiştir.
Birinciler, birkaç
bakımdan istidlalde bulunmuşlardır:
a) Ayetteki,
kelimesi onların dönüş yerlerinin, başkalarınınkilerden daha kötü ve şer olmasını
iktizâ eder. Bu ise ancak, kâfirlere uygun düşer.
b) Allah Teâlâ onlardan, onların, "Biz
onları eğlence edinirdik" dediklerini nakletmiştir. Bu da ancak kâfirlere
yakışan bir durumdur. Çünkü fâsık, mü'mini alay konusu edinmez.
c) Bu,
kınama için getirilmiş olan bir ifadedir. Mutlak isim ise, kemâl manasına
hamledilir. Azgınlıkta kâmil olan ise, kâfirdir.
Cübbflî görüşünün
doğruluğuna, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sakın! Çünkü insan muhakkak azar, kendisini
ihtiyaçtan vareste gördü diye.."(Aiak,6-7) ayetiyle istidlal etmiştir. Bu,
tuğyan ile vasfetmenin, bazan büyük günah sahibi kimse hakkında da söz konusu
olduğuna delâlet etmektedir. Bir de, Allah'ın, mükellefiyetlerini çiğneyen ve o
hususlarda haddi aşan, tuğyan etmiş olur.
[121]
Bunu iyice kavradığına
göre, şimdi diyoruz ki: İbn Abbas (r.a) şöyle der: "Bu ayetin manası,
"Tuğyan edip, peygamberlerimi yalanlayanlar için, en kötü bir mercî (varış
yeri) vardır" şeklindedir.
Daha sonra
"Cehennem, onlar oraya girecekler" buyurulmuştur. Genâb-ı Hak tuğyan
edenler için, en kötü bir dönüş yeri olduğunu bildirince, bu kötü dönüş yerini
bu ifadeyle açıklamıştır.
Hak, Teâlâ sonra da,
"Artık ne kötü döşektir o!" buyurmuştur. Bu topta. "Onlar için
cehennemde bir döşek vardır. Üzerlerinde (yine ateşten) örtüler vmdm"
(Araf, 41) ayeti gibidir. Allah Teâlâ, cehennemliklerin altında olan o ateşi,
uyumak isteyenlerin altlarına döşedikleri yatağa benzetmiştir.[122]
Sonra Cenâb-ı Hak,
'İşte o azabı, (evet) onu tatsınlar Şâ bu), kaynar su ve irindir"
buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
Bununla ilgili olarak
şu iki izah yapılmıştır:
1) Ayette
bir takdim-tehir söz konusu olup, kelamın takdiri, "Bu, bir kaynar su ve
irindir. İşte Dunu tatsınlar" şeklindedir.
2) Ayetin
takdiri, "Cehennem. Onlar oraya girerler. Ne kötü bir döşektir bul Onlar
bunu tatsınlar" şeklindedir. Daha sonra söze yeniden başlayıp,
"Kaynar su ve irin..." denilmiştir.
[123]
hem şeddeli, hem
şeddesiz okunmuş olup, bu hususta şu izahlar yapılmıştır:
a) Bu,
cehennemliklerden akan irin, sarı su demektir.
Nitekim Arapça'da göz
yaşı aktığında denir. İbn Ömer (r.a), "Bu, cehennemliklerden akan irin
manasınadır. Bu irinler bir yere toplanır. Onlar da onu içerler" demiştir.
b) "Hamim, sıcağı ile yakan; gassâk ise
soğuğu ile yakan şey" denilmiştir. Ezherî, "Gâsik, soğuk manasınadır.
Bundan ötürü, geceye, gündüzden daha soğuk olduğu için, gâsik denilmiştir"
der.
c) Gassâk,
kokmuş ve kokuşmuş demektir. Zeccâc, "Eğer, ondan bir damla, dünyanın
doğusuna düşse, bütün batıdakileri; batıya düşse, doğudakileri kokutur"
demiştir.
d) Kâ'b,
"Gassâk, akreb ve yılan gibi, zehirli canlıların, zehirlerinin içine
aktığı bir cehennem gözesidir" demiştir.
[124]
Hamza, Kisaî ve
Asım'in ravisi Hafs, Kur'ân'ın her yerinde bu kelimeyi, sîn'in şeddesiyle,
gassâk şeklinde okurlarken,
diğer kıraat
imamları, şeddesiz olarak okumuşlardır. EbÛ Ali el-Fârisî, "Benim
tercihim, bunu şeddesiz okumaktır. Çünkü şeddeli okununca du kelime, ya isim,
ya da sıfat olmuş olur. Eğer isim kabul edilirse, isimler çok nâdir
durumlar hariç, bu vezinde gelmezler. Eğer sıfat kabul
edilirse, bu demektir ki bu kelime mevsûfunun yerine geçmiştir. Binâenaleyh
asıl olan bu durumda bunun caiz olmamasıdır" demiştir.
[125]
Allah Teâlâ sonra,
buyurmuş olup, bununla ilgili birkaç mesele vardır:
Ebû Amr,
"uhrâ" kelimesinin çoğulu olarak, elifin zammesi ile bunu, şeklinde okumuştur. Buna göre
mana, "çeşitti diğer azablar" şeklindedir.
Bu aynı zamanda, Mücâhidin de kıraatidir. Diğer kıraat imamları ise bunu,
müfred sîga ile, (diğer bir azab) şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraate göre
mana, "Tadılan bu azabın şeklinde, tadılacak diğer azablar, yani, şiddet
ve korkunçluk bakımından bunun gibi azablar..." şeklindedir. Buna göre,
ayetteki ezvâc, ecnâs (aynt cinsten azablar) manasınadır. İkinci kıraate göre
ise mana, "Ya diğer bir azab, yahut tadılacak diğer bir şey..."
manasınadır. Bu durumda ezvâc, âher'in sıfatı olur. Çünkü bu azabın çeşitli
olması mümkündür. (Dolayısıyla sıfatı cemî olarak gelmiştir.) Yahut da, her üç
kelimenin, yani hamîm, gassâk ve âher kelimelerinin hepsinin birden sıfatıdır.
Keşşaf sahibi, bu kelimenin, şîn'ın kesresi ile siklini diye okunduğunu ve
bunun bir lehçe (kullanım şekli) olduğunu, (buna benzer olan) kelimesinin ise
sadece kesre ile okunduğunu[126]
söylemiştir.
Bil ki Allah Teâlâ,
azgınların âhiretteki yerlerini ve yiyeceklerini anlatınca, önce onların
dünyada iken dostlarıyla olan hallerini, sonra ikinci olarak da, düşmanlarına
karşı hallerini ele almıştır.
Birincisi, ayetteki,
"İşte şu, körükörüne maiyyetinize giren güruhtur" ifadesidir. Bil ki
bu, o cehennemliklerin liderlerinin, biribirlerine söyledikleri sözlerinin
nakledilişidir. Bunun böyle olduğunun delili, bundan sonra, tabî olan o
insanların, "Hayır, asıl siz, rahat (yüzü) görmeyin. Bunu bizim önümüze
siz getirdiniz" demeleridir. Ayetteki, "işte şu, körükörüne
maiyyetinize giren güruhtur" ifadesinin, cehennem bekçilerinin, küfrün
liderlerine, onlara uyanlar için söyledikleri sözleri; "Onlar rahat yüzü
görmesinler. Çünkü onlar o ateşe gireceklerdir" ifadesinin de, küfür
liderlerinin sözü olduğu da ileri sürülmüştür. Buna göre, cümlesi, "Bu,
tıpkı onların, cehalet ve sapıklık hususunda sizinle birlikte olmaları gibi,
sizinle cehennemde birlikte olan, İzdihamlı kalabalık bir topluluktur"
manasında olur. "Sizinle birlikte olmaları"nın manası, "size
dost ve sizinle birlikte olma uğrunda, cehenneme girmişlerdir" şeklinde
olur. Çünkü bir sıkıntıyı üstlenme ve o sıkıntıya razı olma demektir. Zira
kuhme "şiddet" manasınadır.
Ayetteki, "Onlar
rahat (yüzü) görmesinler" deyimi, o liderlerin, kendilerine tabî olanlara
yönelik bir beddualarıdır. Nitekim kişi, lehine dua ettiği kimselere,
"merhaba" der. Bu ya "Darlık ve sıkıntı olmayan, rahat bir yere
geldin" manasınadır, yahut da "Sen yurduna geldin" manasınadır.
Bu kelime ile beddua etmek için, başına lâ edatı getirilir. Ayetteki blhim,
kendilerine beddua edilenlerin cehenneme girdiklerini ve onların bu azaba
müstehak oluşlarının sebebini bildirip, bir benzeri de, "Her ne zaman
oraya bir ümmet (bir millet) girse, kardeşine (yoldaşına) lanet ec/er'V raf,
36) ayetidir. Tâbi olanlar ise, "Hayır, asıl siz rahat (yüzü)
görmeyin" derler. Onlar, bu sözleriyle, "Ey liderler, bize beddua
ettiğiniz bu söze siz daha layıksınız" manasını kastederler ve bunun
sebebini, 'Bunu bant önümüze siz getirdiniz" diyerek açıklarlar. Bu
ayetteki "bunu" zamiri, ya ayetteki "azâb"a yahut da
cehenneme girişlerine râcîdir.
İmdi, "onların
bunlara bu azabı getirmeleri ne demektir?" denilirse, biz deriz ki: Bu
getirmeyi gerektiren şey, kötü amellerdir. Nitekim Cenâb-ı Allah, "Tadın
bu yakıcı azabı. Çünkü bu, ellerinizle yapıp, sunduğunuz şeydir" (Entai,
50-51) buyurmuştur. Fakat o küfür liderleri, iğvâları ile bunun esas sebebi
olup, bu azab da, o iğvânın cezası olunca, işte o zaman tâbi olanlar,
"Bunu bizim önümüze siz getirdiniz" diyerek reisleri, öne getirenler
(sunanlar), o cezayı da sunulan şey kılmışlardır. O halde "bunu"
zamiri, "Azgınların gideceği yer ise, muhakkak en kötü bir mercidir"
cümlesinin delâlet ettiği o "azgınlıktan" bir kinayedir, "yani
"Durulacak ve iskan edilecek bir yer olarak, cehennem ne kötü bir
yerdir!"
Daha sonra liderlere
tâbi olanlar, E; Rabbimiz, bunu bizim önümüze kim getirdiyse, onun ateş
içindeki azabını
katmerli olarak
arttır" demişlerdir. Ayetteki kelimesi, "muzaaf" demek olup,'kat
kat, katmerli" manasınadır. Bunun bir benzeri de, "Rabbimiz bizi
bunlar saptırdılar. Binâenaleyh onlara kat kat azab ver" (A'rat, 38) ve
"Rabbimiz biz
efendilerimize ve
büyüklerimize itaat ettik. Onlar da bizi saptırdılar. Ey Rabbimiz,
onlara iki kat azab ver" (Ahzab. 67-68)
ayetleridir.
İmdi eğer,
"Takdir edilmiş, biçilmiş her azab, eğer hakedilişe göre ise, buna kat kat
denmez. Yok eğer, hakedilenden fazla ise, o zaman da bu zulüm olur. Zulüm ise
caiz değildir?" denilirse, biz deriz ki: Bununla, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, "Kim kötü bir yol icâd ederse, Kıyamete kadar kendi
mes'ûliyeti ile beraber bu yol üzere hareket edenlerin günahı-vebali de ona
olur" hadisinin manası kastedilmiş olup, buna göre mana, ikiye katlanan bu
azabın bir katı saptırma, bir katı da sapma azabı olur. Allah en iyi bilendir.
Burada, kâfirlerin
dünyada iken, kendilerinin dostları oldukları kimselere karşı ahıretteki
hallerinin anlatımı son bulmaktadır. Dünyada iken düşman oldukları insanlara
karşı ahiretteki tutumları ise, ''(Azgınlar) derler ki: "Kendilerini
bayağı kimselerden saydığımız adamları niye görmüyoruz?" ifadesi
ile anlatılmıştır. Yani
o kâfirler, cehenneme
bakıp
araştırdıklarında böyle söylerler ve
bununla, değer vermedikleri o müslüman fakirleri kastederek, onlara ya
kendilerinde mal-mülk olmayan alt tabakadan, yahut da kendilerinin dininin
aksine hareket eden kimseler
oldukları için, şerli kabul
ettiklerinden, o müslümanlara "eşrâr" (şerliler) demişlerdir.
Daha sonra o kâfirler,
"Biz onları eğlence edinirdik" demişlerdir. Bu ifadeyle ilgili birkaç
mesele vardır:[127]
Ebû Amr, Hamza ve
Kisâî, bu ayetin başındaki elifi vasledip şeklinde okurlarken; diğer kıraat
imamları bunu, istifham olarak, şeklinde okumuşlardır.
Ebû Ubeyd şöyle der: "İstifham, önce
tâ ti "niye görmüyoruz?" şeklinde geçtiği için, ve müşrikler
dünyada iken mü'minleri alaya aldıklarında, kendilerinden şüphe etmedikleri
için, bu elif vasi ile okunmuştur, Çünkü Allah Teâlâ bu hususu, "Onları
eğlence edindiniz. Hatta onlar size beni hatırlamayı unutturdu"(MO'minûn,
110) ayetiyle haber vermiştir. Dolayısıyla onların, kendilerinin bildikleri
birşeyi sormaları yerinde olmaz." Ferrâ "Bu istifhamın manası,
taaccüb ve azarlamadır. Bu manada, bilinen birşeyi soru şeklinde ifade etmek
caizdir" diye cevap verir.
Ayetteki,
kelimesi kelimesine denk düşsün diye,
mutlaka bunun başına istifham hemzesi getirilmesinin gerekli olduğunu
söyleyenlerin görüşünün izahına göre eğer, "Birinci kıraate göre, o halde,
ifadesinin dengi olan cümle nedir?" denilirse, biz deriz ki: O cümle
mahzûf olup buna göre mana, "Kastedilenler onlar mıdır, yoksa gözler
onlardan uzaklaşıp kaydı mı?" şeklindedir.
[128]
Nâfî, sîn'in
zammesiyle suhriyyen okurken, diğerleri sîn'in kesresiyle sıhriyyen
okumuşlardır. Her ikisi de aynı
manayadır. Kesre ile
okunması halinde manasının, alay etmek; zammesiyle okunması halinde İse, zelil
kılmak, aşağı kabul etmek ve musallat olmak olduğu ileri sürülmüştür.
[129]
Alimler, bahsi geçen
iki kıraate binâen ayetin, kendinden öncekilerle münasebeti hususunda iki görüş
üzere ihtilaf
etmişlerdir: Haber cümlesi olarak okunan
kıraate göre, kelâmın takdiri, "Onlar, hakir oldukları için o kimseleri
terkettiler, yahut da gözleri onlardan uzaklaştığı için, "Niye onları
görmüyoruz?" dediler" şeklinde olup, onları hakir görüşleri,
"Onları eğlence edinirdik" şeklindeki sözleriyle ifade edilmiştir.
İstifham cümlesi şeklinde okunmasına göre kelamın takdiri, "ya, biz onlar
hiç de böyle olmadıkları ve dolayısıyla cehenneme girmedikleri halde, onlarla
alay ettiğimiz için, yahut da gözler onlardan uzaklaşıp kaydığı için,
"niye onları görmüyoruz?" derler" şeklinde olur.
Bil ki Allah Teâlâ,
onların işte bu şekilde çekiştiklerini nakledince, "onlar hakkında haber
verdiğimiz bu durum, mutlaka onların başına gelmesi haktır" demiş, sonra
da onlardan naklettiği o şeyi açıklayarak, İşte bu,
eht-i cehennemin birbiriyle dâvâlaşmasıdır" buyurmuştur. Hak Teâlâ, bu
sözleri bir davalaşma olarak isimlendirmiştir. Çünkü, liderlerin, "Onlar,
rahat (yüzü) görmesinler" şeklindeki sözlerine karşılık; tâbi olanların,
"Asıl siz rahat (yüzü) görmeyin" şeklindeki sözleri bir çekişmeyi
itade etmektedir.
[130]
"De ki:
"Ben, sadece gelecek tehlikeleri haber veren bir peygamberim. Tek hakim
Allah'dan başka hiçbir tanrı yoktur. Göklerin, yerin ve ikisi arasında
bulunan şeylerin Rabbidir, O Azız ve Gaffar'dir."
De ki: "Bu (Kur'ân), en
mühim bir haberdir.
Siz ise ondan yüz çeviriyorsunuz. Mele-i A'lâ hakkında
onlar aralannda münazara ederlerken, benim hiç bir
bilgim yoktu. Ben ancak
gelecek tehlikeleri
apaçık haber verici olduğum için, bana vahyolunuyor"
(Sad, 65-70).
Bil ki Allah Teâlâ, bu
sûrenin başında, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, insanları, Allah'tan başka ilah
olmadığı ve kendisinin Allah katından gönderilmiş, hakkı ve hakikati açıklayan
bir peygamber olup, Kıyametin vuku bulacağına inanmaya davet edince, o
kâfirlerin beyinsizlik edip Resûlutlah'ın sihirbaz ve yalancı olduğunu
söyleyerek, onun sözüyle alay ettiklerini nakletmiş, sonra da şu iki sebepten
ötürü peygamberlerin kıssalarına yer vermiştir: Birincisi, Hz, Peygamber
(s.a.s)'i, kavminin beyinsizliklerine sabretme hususunda, bu peygamberleri
kendisine Örnek almaya sevkedici olması için; ikincisi; kâfirleri, inkâr ve
beyinsizlikte ısrar etmekten caydırıcı, imanı kabule sevkedici olsun diye...
Cenâb-ı Allah, işte bu metodu tamamlayınca, bunun peşinden bir başka metodu
zikretmiştir: Bu da, cennetliklere verdiği nimetler ile cehennemliklere verdiği
cezaların açıklanmasıdır.
Hak Teâlâ bu
açıklamaları tamamlayınca, yine bu sûrenin başında ele alınan tevhid, nübüvvet
ve öldükten sonra dirilme esaslarını yeniden ele alarak, "Ey Muhammed,
"Ben sadece gelecek tehlikeleri haber veren bir peygamberim (münzirim) ve
tek hakim olan Allah'dan başka bir ilah olmadığının ikrarı gereKlidir"
de" buyurmuştur. Çünkü doğru sıra, önce karşı tarafın şüphelerinin ele
alınması, sonra bu şüphelere cevap verilmesi, daha sonra da bunun peşinden,
isbat edilmek
istenen şeyin doğruluğunu gösterecek
delillerin getirilmesidir. İşte Cenâb-ı Hak da burada önce, karşı tarafın
şüphelerine cevap vermiş, görüşlerinin yanlış olduğuna dikkatleri çekmiş, bunun
peşisıra da, ortaya konulmak istenen şeylerin doğruluğunu gösteren delilleri
zikretmiştir. Çünkü yanlış ve uygun olmayan şeyleri bertaraf etmek, uygun olanı
isbattan önce gelir. Yine tahtayı-levhayı yıkayıp temizlemek, onun üzerine
doğru şekil ve yazıları yazmaktan önce gelir. Bu sırayı iyice düşünen kimse,
sûrenin başından sonuna kadar bütün ayetlerin, en güzel bir tertip ve münasebet
(ilgi) üzere geldiğini ister istemez kabul edecektir.
"De ki:
"Ben, tevhidi, nübüvveti ve Kıyameti inkâr edenlere verilecek cezalar ile
bunlara inanacaklara verilecek mükâfaatlan tebliğ ediyorum'" demektir.
Allah Teâlâ, o kâfirlerin, "O (bütün) tanrıları bir tek tanrı mı
yapmış?'1, (sad,5) dediklerini nakletmek suretiyle, sûrenin başında tevhid
delillerini ele aldığı gibi, bu ayetlerde de, işe yine birliğinin izahı ile
başlamış ve "Tek hâkim Allah'dan başka hiçbir tanrı yoktur"
buyurmuştur. İşte bu cümlede, HakTeâlâ'nın ortaktan ve benzerden münezzeh
olduğunu gösteren delile bir işaret vardır. Bunu şöyle izah edebiliriz: İlah
olma vasfında, Allah'a ortak koşulmak istenen şey, ya mutlak manada âlemde
tasarruf etmeye kadir bir varlık olur, yahut böyle olmayıp, âciz ve cansız bir
varlık olur. Birinci ihtimal söz konusu olamaz. Çünkü ortağı mutlak manada
tasarrufa kadir olunca, kendisi kadir ve kahir olamaz. Çünkü bu, bir şeyin
olmasını, ortağı ise o şeyin zıddını irade etse, bu iki zıddan birisinin
meydana gelmesi, diğerinden daha evla olmaz. Bu durumda da bu, bunlardan
herbirinin diğeri ile bertaraf edilmesi neticesine götürür. Böyle olması
halinde ise, o, artık kadir ve kahir değil, aksine âciz ve güçsüz bir varlık
olmuş olur. Âciz olan ise, ilah olmaya elverişli değildir. O halde ayetteki,
"Tek hâkim olan Allah'dan başka hiçbir tanrı yoktur" cümlesi,
kendisinin tek hakim oluşuna bir işarettir. İkincisi, yani O'na ortak koşulan
varlıkların, meselâ bu putların, kesinlikle hiçbırşeye kadir olamayan ortaklar
olduklarının söylenmesi de yanlıştır. Çünkü akıl sarih olarak, kadir ve kahir
olan ilaha ibadet etmenin, duymayan, görmeyen ve hiçbir bakımdan senden zararı
gideremeyen o cansız varlıklara ibadet etmekten daha uygun olduğu hükmünü
verir. Şu halde ayet-i kerime, işte anlattığımız bu iki tür delile işaret
etmektedir.
[131]
Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın
kahhâr (hakîm) olması, kendisinden korkulması ve sakınılması gerektiğini
anlatmaktadır. Binâenaleyh Hak Teâlâ bu hususu önceki ifade ile anlatınca,
bunun peşinden bir ümid ve teşviki ifade eden ayetini getirerek,
"Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin Rabbİ'dir, Azîz,
Gaffâr'dir" buyurmuştur. Binâenaleyh O'nun, "Rabb" oluşu, terbiye
edişini, ihsan, kerem ve cömertliğini; "Gaffar" oluşu da, teşvik ve
ümidi ihsas ettirmektedir. Öyleyse O, ibadet edilmesi gerekli olan bir
varlıktır. Çünkü O, azabından korkulan, fazl'ı ve mükâfaatt ümid edilen bir
zattır.
Bu ayetleri tefsir
etmek için, başka bir yola girip şöyle diyoruz: Allah Teâlâ burada,
sıfatlarından şu beşini, yani, birliğini, kahhâr oluşunu, rubûbiyyetini, azîz
ve gaflar oluşunu zikretmiştir.O’nun birliği, haktan yana olanlar ile müşrikler
arasında münakaşa konusudur.Hak Teala,
birliğine yine kahhar oluşu ile istidlal etmiştir ki biz, bunun buna
nasıl delil olduğunu açıkladık.Fakat O’nun kahhar oluşu, birliğinin isbatına
delalet etse bile, bu sıfat aynı zamanda O’ndan alabildiğine korkulmasını
gerektiren bir vasıftır.Dolayısıyla bunun peşinden, rahmetine, lutfuna ve
keremine delalet eden şu üç sıfatını getirmiştir.
a)Göklerin,
yerin ve ikisi arasındaki her şeyin rabbi olması… Bunu anlamak,ancak Allah’ın,
gökleri, yeri, dört ana unsuru ve onlardan doğan üç varlık çeşidini
yaratışındaki hikmet ve rahmetinin neticeleri hususunda tefekkür ettiğinde,
onun bütün bunlardaki sırasını iyice kavramış olursun. Bu ise büyük bir ümidi
doğurur.
b)O’nun aziz
oluşu… Bu sıfatınbu sededde getirilmesinin hikmeti şudur: Birisi, farzet ki O,
Rabtir, eğiticidir ve kerimdir.Fakat o, her şeye kadir değildir”
diyebilir.Cenab-ı Allah işte böyle bir soruya ,kendisinin aziz olduğunu, yani
bütün bu mümkinata kadir, her şeyin üstesinden gelen, hiçbirşeyin mağlub edemeyeceği bir za olduğunu bildirerek
cevap vermiştir.
c)O’nun
gaffar oluşu… Bu sıfatın burada
getirilişinin hikmeti de şudur: Yine birisi, Farzedelim ki O, Rabtir ve lutuf
sahibidir.Fakat O, itaat edenler ve ibadette ihlasa ermiş kimseler için
böyledir” diyebilir.Cenab-ı Hak işte bu hususa da şu şekilde cevap
vermiştir:Birisi, mesela yetmiş yıl küfür üzere devam etse (yaşasa), sonra
tevbekar olsa ben, bu kimsenin ismini, günahkar defterinden siler, fazlım ve
rahmetimle onun bütün günahlarını örter ve onu ebrarın (iyilerin) derecelerine
çıkarırım.”
[132]
Bil ki Allah Teala,
işte bu hususu beyan edince “De ki: “Bu en büyük bir haberdir.Siz ise ondan yüz
çevriyorsunuz” buyurmuştur.Bu ayette bahsedilen, “en mühim haber” şunlr
olabilir: Bununla, Allah Teala!nın tek oluşunun, büyük bir haber olduğunun
kastedilmesi mümkündür.Yine bununla, nübüvvetin (peygamberliğin) mühim bir
haber oluşunun kastedilmesi de mümkündür.Yine bununla, haşr, neşr ve Kıyamet
inancının mühim haber oluşunun kastedilmesi de mümkündür.Bu böyledir. Çünkü bu
üç esas, surenin başında ele alınmış ve
üç esastan ötürü söz, buraya kadar uzayıp gelmiştir.
Yine bu “en büyük bir
haber” ifadesiyle, Kur’an’ın bir mucize oluşunun kastedilmeside mümkündür.Çünkü
bu surede Kur!an’dan da, “Sana indirdiğimiz feyz kaynağı (mübarek) bir
kitaptır”(Sad, 29)ayetinde bahsedilmiştir.İşte bu kimseler, Allah’ın “ De ki: “
Bu en büyük bir haberdir.Siz ise ondan yüz çeviriyorsunuz.” Ayetinde bahsedilen
şeyden yüz çevirmişlerdir. “Siz ise ondan yüz çeviryorsunuz.” Beyanı bütün
bunlar hakkında tefekkür etmeye ve istidlalde bulunmaya bir teşvik olup,
taklidden menetmektir.Çünkü bunlar , çok yüce esaslardır.İnsan bunlarhakkında
gerçek üzere olması halinde, en büyük saadet kapılarını elde etmiş olur. Yine
insan eğer bu hususlarda bâtıl (yanlış) üzere olursa, şekavet kapılarının en
büyüğüne düşmüş olur. Dolayısıyla bu konular büyük ve önemli haberlerdir ve
yüce esaslardır. Akıl sarih olarak, insanın bu hususta tam bir ihtiyat içinde
olmasını, vurdum duymaz ve aldırış etmez bir kimse olmamasını gerektirir.
[133]
Ayetteki, "Mele-i
A'lâ hakkında onlar aralarında münazara ederlerken, benim hiçbir bilgim
yoktu" ayetine gelince, bil ki Allah Teâlâ mükellefleri, bu dört meselede
ihtiyatlı olmaya teşvik etmiş ve şu açılardan bu teşviki pekiştirmiştir:
a) Bunlardan
herbirisi "en büyük haber"d\r. Büyük haberde ise, ihtiyatlı olmak
gerekir.
b) Mele-i
A'lâ, bu hususta pekişmişlerdir. Bu konuda söylenenlerin en güzeli, bunun
Cenâb-ı Hakk'ın ''(Allah) ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" dedi.
(Melekler) dediler ki: "Orada fesad çıkaracak ve kan dökecek kimse mi yaratacaksın? Halbuki biz,
seni hamdinle teşbih ediyor ve takdis ediyoruz." (Allah) dedi ki:
"Ben, sizin bilmediğinizi biliyorum"(Sakara.30) ayetinde beyan edilen
husus olmasıdır. Bu, şu manayadır: O melekler, "İnsanlar, şehvetlerini
yerine getirmekle meşguller iken (ki bu
husus ayette, "Orada fesad
çıkaracak..." ifadesiyle anlatılmaktadır) ve öfkelerini uygulamakla meşguller
iken, (ki bu da ayette "kan dökecek kimse" ifadesiyle
anlatılmaktadır) biz ise, seni hamdinle teşbih ederken, insanın yaratılmasında
hangi hikmet ve fayda vardır?" demek istemişlerdir. Bunun üzerine Allah
Teâlâ da, "Ben, sizin bilmediğinizi biliyorum" diyerek cevap
vermiştir.
En iyisini Allah bilir
ya, bunu şu şekilde izah ederiz: Aklın yaptığı taksimata göre mahlûkat dört
kısma ayrılır:
a)
Kendilerinde akıl ve hikmet bulunup, nefs ve şehvet bulunmayan varlıklar.
Bunlar, sadece meleklerdir.
b)
Kendilerinde nefis ve şehvet bulunup, ilim ve hikmet yer almayanlar. Bunlar,
hayvanlardır.
c) Bu iki
kısımdan uzak olan varlıklar. Bunlar, cansız varlıklardır.
d) Bu taksime göre geriye dördüncü bir kısım
kalır. Bu da, kendisinde bu iki hususun birlikte bulunduğu varlıklardır. Bunlar
İnsanlardır. İnsanın yaratılış maksadı, cehalet, taktid, tekebbür ve temerrüd
(inad) değildir. Çünkü bütün bunlar, hayvanların ve yırtıcı hayvanların
sıfatlarıdır. Aksine insanın yaratılış maksadı, ondan ilim, hikmet ve taatın
zuhur etmesidir.
Şu halde Cenâb-ı
Hakk'ın, "Ben sizin bilmediklerinizi biliyorum" (Bakara, aoı ayetinin
manası şudur: "Bu tür mahlûkatta (insanda), her nekadar kendisini yanlışa
davet eden, şehvet ve kan dökmeye sevkeden gazab (Öfke) bulunsa bile, onu
marifetullaha, muhabbetullaha, taata ve hikmete sevkedecek olan akıl da
var." Allah
Teâlâ'nın meleklere işte bu şekilde cevap verdiği
sabit olunca, insanın, bu sıfatlan elde etme hususunda gayret ve cehd
sarfetmesi, cehalet, taklid, ısrar, inad ve tekebbürden sakınması gerekir.
Durum böyle olunca da, bu hâdisenin keyfiyetine vâkıf olan herkesin, buna vakıf
oluşu kendisini, ilahî bilgilen ve üstün huyları elde etme hususunda çalışıp
çabalamaya ve kendini bunların zıdlarmdan menetmeye sevkedici olması gerekir.
İşte bu sebepten ötürü Cenâb-ı Hak bu makamda böyle buyurmuştur.
İmdi eğer,
"Meleklerin, "Orada fesad çıkaracak ve kan dökecek kimse mi
yaratacaksın?" şeklindeki sözleri sebebiyle, onların bu konuda karşı
koyduklarının söylenilmesi caiz değil. Çünkü Allah'a karşı gelmek
küfürdür?" denilirse, biz deriz ki: Bu ayette, bir soru ve bir cevabın
olduğunda şüphe yoktur. Bu ise, bir hasımlaşmaya ve münazaraya benzer bir
durumdur. Benzerlik ise, mecazî mananın kullanılmasının bir sebebidir. İşte bu
sebepten ötürü, bu durum için, hasımlaşma (münazara) denilmesi yerinde
olmuştur.
Cenâb-ı Hak, Hz.
Muhammed (s.a.s)'e bu sözü bir rumuz şeklinde (telmihli olarak) söylemesini
emredince, "Ben ancak gelecek tehlikeleri apaçık haber verici olduğum için
bana vahyolunuyor" demesini emretmiştir. Bu, "Ben bu münazarayı vahiy
ile öğrendim. Allah bana, sizi inzar edeyim diye ve bu kıssa, sizi,
taatlarınızda ihlasa, cehalet ve taklidden kaçınmaya şevketsin diye, bu kıssayı
vahyetti" demektir.
[134]
"Rabbin, O,
(münazara) zamanında meleklere demişti ki: "Ben, çamurdan bir
insan yaratacağım. Artık o(nun hilkatini) tamamlayıp,
içerisine de ruhumdan
üfürdüğüm zaman,
kendisi için derhal, (bana) secdeye kapan!." Bunun
üzerine bütün melekler toptan secde etmiş, yalnız
İblis kibirlenmeye
yeltenmişti. (Zaten)
o, (iim-i ilahîde) kâfirlerdendi. Buyurdu ki: "Ey İblis,
ellerimle (yanı bizzat) yarattığıma secde etmekten
seni hangi şey menetti?
Kibirlenmek mi
istedin, yoksa yücelerden mi oldun?" (İblis) dedi: "Ben
ondan üstünüm, beni ateşten, onu çamurdan
yarattın." Allah buyurdu:
"Hemen buradan
çık, zira artık sen, taşlanan (rahmet-i ilâhiyeden kovulan bir
mel'ûnjsun. Ve şüphesiz ki, ceza gününe kadar, lanetim
senin üstünedir."
(İblis) dedi:
"Ya Rabbi, o halde, (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar,
bana mühlet ver." (Allah) buyurdu: "Haydi
sen, mühlet verilenlerdensin,
bence malûm olan
zamanın (bir) gününe kadar." (İblis) dedi: "İzzetin hakkı
için, (mutlak kudret ve kahrına andederim ki) ben de
artık onların hepsini
muhakkak azdıracağım.
İçlerinden ihlâsa erdirilmiş (mü'min) kulların
müstesna." (Allah) buyurdu: "İşte, bu doğru. Ben, şu hakikati
söyleyeyim:
"Cehennemi, senden, (senin
cinsinden) ve onların (insanların) içinden sana tâbi olanların hepsiyle
dolduracağım"[135]
(Sad, 71-85).
Bil ki, bu kıssanın
ele alınışının maksadı, hasetten ve kibirden men etmektir. 8u böyledir, çünkü
İblis, düştüğü şeye ancak, hasedi ve kibri sebebiyle düşmüştür. Kâfirler or,
Hz. Muhammed (s.a.s) ile ancak, hasetleri ve kibirleri sebebiyle münakaşa edip,
karşı koymuşlardı. Binâenaleyh, Allah Teâlâ bu kıssayı, onu dinlemek böylece
de, kendilerini bu iki kötü huydan alıkoysun diye zikretmiştir. Netice olarak
diyebiliriz ki, Allah Teâlâ, mükellefleri düşünmeye ve istidlalde bulunmaya,
tefekkürde bulunmaya teşvik etmiş; onları inattan, ısrardan ve taklitçilikten
men etmiş ve böylece de, işte bu hususun izahı sadedinde şunları zikretmiştir:
a) Bu, "Önemli,
büyük bir haberdir, öyleyse, bu konuda ihtiyatlı olmak gerekir."
b) Meleklerin, beşerin yaratılmasındaki hikmeti
sormalarının anlatılması... Hz. Adem (a.s)'in yaratılışındaki asıl hikmetin,
cehalet ve tekebbür değil, marifet ve taat olduğuna delâlet eder.
c) İblis, Hz. Âdem
(a.s)'le, ancak haset ve kibirden dolayı cedelleşmiş ve ona hasım olmuştur. Şu
halde insanın, bu iki şeyden kaçınması gerekir. İşte bu ayetlerdeki münasebet
vechinin izahı budur. Bil ki bu kıssanın izahı, pekçok sûrede geçmiştir.
Dolayısıyla, söylenmesi mutlaka gerekli olanın dışındaki sözleri tekrarda fayda
yoktur. Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır:
[136]
ifadesi hususunda
şöyle birkaç soru sorulabilir:
Birinci Soru: Bu, şuna
benzer: Meselâ gümüş bilezik
edinmek de mümkün
olduğunda "Ben, altın bilezik
takacağım" denilmesinin yeri vardır. Acaba çamurdan
başka birşeyden beşeri yaratma imkânı var mıydı ki
böyle denildi?
İkinci Soru: Cenâb-ı
Hak burada, beşeri, çamurdan yarattığını bildirmiş, diğer ayetlerinde de, onu,
diğer şeylerden yarattığını belirtmiştir. Meselâ, Hz. Adem (a.s) hakkında, onu,
topraktan yaratmış olduğunu bildirmesi; yine O'nun, Hz. Âdem (a.s)'i "Kuru
bir çamurdan, suretlenmiş bir balçıktan"{Hicr,2Q) yarattığını bildiren
ayetiyle, yine O'nun, "İnsan, aceleden yaratılmış..."(Enbiyâ.37)
ayetinde olduğu gibi.
Üçüncü Soru: Bu ayet,
Cenâb-ı Hak meleklerjne, "Ben, çamurdan bir beşer yaratacağım" diye
haber verdiğinde, meleklerin hiçbir şey söylemediklerine, diğer bir ayette,
yani Cenâb-ı Hakk'ın, "Ben, yeryüzünde bir halife
varedeceğim"{Bakara, 30) dediğini belirttiği ayette ise, o meleklerin soru
sorduklarını ve kendisinin de buna cevap verdiğini beyan ettiğine delâlet
etmektedir. Şu halde, bu iki ifade arasında bir çelişki olduğu düşünülebiliyor.
Birincisine şöyle
cevap verilir: Kelamın takdiri şöyledir: Cenâb-ı Hak onlara, ilk önce,
yaratacağı bu beşerin, hayvani, yırtıcı, şeytanî ve mefekî kuvvetleri kendinde
toplayan bir şahıs olduğunu anlatmıştır. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, "Ben,
çamurdan bir insan yaratacağım" deyince, O, adeta "İşte bu sıfattan
kendinde taşıyacak bu varlığı, ben sadece çamurdan yaratacağım" demek
istemiştir.
İkincisine de şöyle
cevap verilir: (Bu hususta), en uzak madde topraktır. Sonra, buna daha yakın
olan, çamurdur. Yaratılmaya, bundan da yakın olan, suretlenmiş balçık; yine,
yaratılmaya bundan daha da yakın olan salsâl (kuru, özlü çamur)dır... Böylece,
bu kelimeler arasında bir tezat olmadığı kesinleşmiş olur.
Üçüncüsüne de şu
şekilde cevap verilir: Allah, Bakara Sûresi'nde geçen o ayette, meleklere,
yeryüzünde bir halife yaratacağını beyan etmiştir. Buradaki ayet ile de, o
halifenin, çamurdan yaratılmış bir beşer olduğunu beyan etmiştir.
[137]
ayeti, beşeri
yaratmanın, ancak şu iki şeyle, yani ilk önce tesviye edip düzeltmek,
daha sonra da ona ruh üflemekle tam olduğuna delâlet
etmektedir. Bu doğrudur, zira insan, beden ve ruhtan meydana gelmiştir. İnsana
bedeni, menî (nutfe)den, nutfe de hayız kanı gibi kirli kandan, bu da ahlât-ı
erbaa (dört karışım)dan; bunlar da erkân-ı erbaa (dört rükünden) meydana
gelmektedir. Binâenaleyh, böylesi bir tesviyenin meydana gelebilmesi için
mutlaka, bu sayılan şeylerin her biri için, hususî bir mikdarın; bunların
karışım ve terkiblerinin nasıl olacağının ve kendisinden ötürü "nefs-i
natıka" (insan ruhu)nın kabul edilmesi için bir kabiliyetin meydana
geldiği o mizaç ve karışımın kendisinde meydana geleceği bir müddetin bulunmasının
gözetilmesi gerekir.
İnsanın ruhuna ise,
"içerisine de, ruhumdan üfürdüğüm zaman" cümlesiyle, işaret
edilmiştir. Cenâtvı Hakk'ın bu ruhu kendisine nisbet edişi, ruhun kıymetli,
yüce, kudsî bir cevher olduğuna delâlet etmiştir. Hulûliyye (fırkası), bu
ifadenin başında yer alan min edatının, teb'îz için olduğunu ve bunun da, bu
ruhun, Allah'ın parçalarından bir parça olduğu zannını uyandırdığını iddia
etmişlerdir ki, bu, son derece yanlıştır. Çünkü, hakkında, cüz'ün ve küllün
(parça ve bütünün) düşünülebildiği her varlık mürekkeb, zâtı gereği
"mümkinü'l-vücûd" ve "muhdes" varlıktır.
[138]
Bu ûhun, o kalıba
nasıl üflendiği meselesine gelince, bil ki, doğruya en yakın olanı şöyle
denilmesidir: Ruhun cevheri şeffaf, nûrânî, elementleri ulvî ve cevheri kudsî olan
birtakım maddelerden ibaret olup, bu, bedende tıpkı ışığın havada, ateşin de
kömürdeki nüfuz ve hareketi gibi hareket edip ona sirayet eder. Binâenaleyh,
bizce ancak bu kadar bilinmektedir. Ama bu üfleyişin nasıl yapıldığı meselesine
gelince bu, ancak Allah Teâlâ'nın bilebileceği şeylerdendir.
[139]
cümlesindeki fâ, o
bedenine o ruhun üftenmesi tamam olur olmaz, o meleklere, secde etmelerine dair
Allah'ın emrinin teveccüh ettiğine delâlet etmektedir. Ama, bu secde ile, sadece
yeryüzünün melekleri mi emrolunmuştu, yoksa, bu ifadenin içine, "O gün rûh
ve melekler saf halinde ayakta duracaktır'1 (Net», 38) ayetinde bahsedilen
Cebrail, MikAlI ve en büyük Rûh gibi, gökyüzünün melekleri de girmekte midir
meselesine gelince, işte burada, derin konular bulunmaktadır.
Sûfiyye, nin bir kısmı
şöyle demektedirler: "Hz. Âdem (a.s)'e secde etmekle emrolunan o melekler,
bitkisel ve hissî-hareketsel hayvani kuvvetlerdir. Çünkü bu kuvvetler, insan
bedeninde rûh cevherinin hizmetçileridir. Secde etmeyen İblis ise, akıl
cevherine karşı gelen, vehmî kuvvettir. Bu husustaki söz, uzundur...
[140]
Geriye kalan diğer meseleler, yani, meleklerin Hz.
Adem (a.s)'e nasıl secde ettikleri; bunun, Hz. Âdem (a.s)'in meleklerden üstün
olup olmadığına delâlet edip etmediği; İblls'in meleklerden olup olmadığı ve
onun zaten kâfir olup olmadığı gibi meselelere gelince, bütün bunların izahı,
Bakara ve diğer sûrelerde geçmişti.
[141]
Cenâb-ı Hakk'ın, uzuv
ve organları bulunduğunu söyleyen
kimseler, Allah'ın iki
eli olduğunu isbat hususunda,"iki elimle, (yani bizzat) yarattığıma
secde etmeden seni hangi şey men etti?"
ifadesiyle
istidlalde bulunarak, "Ayetin
zahiri, buna delâlet etmektedir. Dolayısıyla, bunu
benimsemek gerekir. Pekçok ayet de, bu ayete uygun bir
şekilde gelmiştir.
Binâenaleyh, kesinkes
buna hükmetmek gerekir" demişlerdir.
Bil
ki Allah Teâlâ'nın, birtakım cüzlerden ve uzuvlardan meydana gelmiş bir cisim
olmadığına delâlet eden deliller daha önce geçmişti. Ancak ne var ki, biz
burada, çok net bir biçimde susturucu söyleşi birkaç nükteden bahsedelim:
1) Allah'ın,
uzuvlardan ve cüzlerden meydana geldiğini söyleyenler ya sadece Kur'ân'da
bahsedilen uzuvları ele almakla ve buna ilavede bulunmamakla yetinecekler;
yahut da buna ilavede bulunacaklar. Binâenaleyh, eğer birincisi olursa, o zaman
onların, çirkinlikte, daha fazlasının uygulanmayacağı bir biçimi ve şekli
ortaya koymuş olmaları gerekir... Çünkü, onların "O'nun vechi hariç, her
şey yok olucudur" (Kasas. 88) ayetinden dolayı, sadece bir yüz parçası
bulunacak bir biçimde, O'na bir yüz kabul etmiş olmaları gerekir.
Yine o parçada,
''Gözlerimin önünde akıp gider"(Kamer. 14) ayetinden ötürü, pekçok gözler;
(Zûmer, se» ayetinden dolayı, (o yüzde) tek bir cenb (yan); "Ellerimizin
yaptığından" (Yâsîn, 71) ayetinden dolayı, o "yan"da pekçok
eller; -O'nun iki elinin olduğunun farzedilmesi halinde, bu iki elin, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in, "Hacer-i Esved, Allah'ın yeryüzündeki sağ elidir[142]
hadisinden dolayı, tek bir tarafta otması gerekir Keza "O gün, baldır
açılır" (Kaiem, 42) ayetinden dolayı, O'nun tek bir bacağı olduğunu isbat
edip kabul etmiş olmaları... gerekir.
İşte (çizilen) bu
şekilden, üzerinde pekçok gözlerin, tek bir yanın (böğür) ve yanın üzerinde,
pekçok ellerin ve tek bir bacağın bulunduğu (sadece) bir yüz parçası meydana
gelir... Halbuki, ortaya çıkan bu şeklin, en çirkin şekil olduğu malûmdur.
Şayet bu, bir köle olsaydı, hiçkimse onu almak için rağbet etmezdi. Öyleyse
nasıl otur da insan, âlemlerin Rabbinin bu şekilde olduğunu söyleyebilir?
İkincisine, yani,
Kur'ân'da ele alınan o uzuvlarla yetinmeyip, tam aksine, uygun te'villere göre,
bu uzuvları arttırıp eksiltmesine gelince, bu durumda, bunun görüş ve mezhebi,
ayetlerin, sadece zahirî manasına hamledilmesi halinde dahi bâtıl ve geçersiz
olur. Ve onun, mutlaka er geç aklın delillerini kabul etmesi gerekir.
2) Onlar,
Allah'ın uzuvları olduğunu isbâta kalkıştıklarında, bu durumda sen bak. Eğer
onlar O'na, erkeğin uzvunu isbât edip verirlerse, o zaman o, erkek olur; eğer,
kadının uzvunu isbât ederlerse, bu durumda o, dişi olur, Yok ikisi de değil
derlerse, bu durumda o, ya burulmuş, ya da cinsî münasebetten âciz, (innîn)
olur. Allah bu zalimlerin, (O'nun hakkında) söyledikleri şeylerden iyice uzak,
yüce ve münezzehtir!
3) Bu
delilimiz, Cenâb-ı Hakk'ın zâtıyla ilgilidir. Binâenaleyh şöyle diyebiliriz:
Onun cismi, ya kesinlikle nüfuz edilmeyen, katı ve sert bir cisim olur ve
böylece de, çok sert bir taş olmuş olur; yahut da, kendisine nüfuz olunabilen
bir varlık olur, böylece de, bölünebilen ve parçalanabilen, yumuşak bir varlık
olur. Halbuki Allah, bütün bunlardan yüce ve münezzehtir.
4) Eğer
Cenâb-ı Hak, yerinden kımıldayamayacak bir biçimde ise, bu durumda O, aciz,
kötürüm, oturduğu yerden kalkamaz bir varlık olmuş olur. Yok eğer O, olduğu
yerden hareket edecek bir biçimde ise, bu durumda O, birtakım değişikliklere
mahal olur ve böylece de, "Batıp kaybolanları sevmem "(En'am. 76)
ifâdesinin muhtevasına girmiş olur.
5) Eğer O,
yemiyor, içmiyor, uyumuyor ve hareket de etmiyorsa, ölü gibidir. Eğer bu işleri
yapıyor ise, çok obur ve yemeye içmeye, cinsî münasebette bulunmaya muhtaç olan
bir insandır, ki bu, bâtıl ve temelsizdir.
6) Onlar
demektedirler ki, Allah her gece, Arş'dan dünya semasına inmektedir. Allah'ın
inmesi sırasında biz onlara deriz ki: Allah, Arş'ın üzerinde iken, hem Arş'ın
müdebbiri, hem de dünya semasının müdebbiri olarak kalır mı? O zaman da, O'nun
inmesinde bir fayda söz konusu olmaz. Yok eğer, Arş'ın
müdebbiri olarak kalmıyor ise, o zaman O'nun inmesi sırasında Arş'ın ve
göklerin ilahî olmaktan uzak kalmış olması gerekir.
7) Onlar,
Allah Teâlâ'nın Arş'dan daha büyük olduğunu, Arş'ın büyüklüğünün ise Kürsî'nin
büyüklüğüne nisbet edilemeyeceğini, dünya semasına varıncaya değin, bunun bu
tertip üzere devam ettiğini söylerler... İşte durum böyle olunca, dünya
semasının Allah'ın azametine nisbeti, zerrenin denize olan nisbeti gibi olur.
Allah dünya semasına indiğinde de, ya ilâh, dünya semasına sığacak bir biçimde
küçülür" denilir, ya da "Dünya seması, Arş'dan daha büyük hale
gelir" denilir ki, bütün bunlar batıl ve yanlıştır.
8) Alemi
(dünyanın) bir küre biçiminde olduğu sabit olmuştur. Dünya eğer, bir topluluğa
nisbetle üst ise, diğerine nisbetle de, alt olur. Ki bu, batıldır. Eğer o,
herkese nisbette üst ise, o zaman da, bu alemi bütün yönlerden kuşatan bir
cisim olur. Bu görüşe göre, bu alemin ilahı da, feleklerden bir felek otur.
9) Yeryüzü
küre biçiminde, gökler de aynı biçimde küre şeklinde olunca, senin farzedip
takdir edeceğin her saat, güneşi görmeyen küre sakinlerinden, belli bir
topluluk hakkında gecenin üçte biri olur. Binâenaleyh, şimdi şayet Cenâb-ı Hak,
gecenin üçte birinde Arş'dan inecek olsaydı, O'nun, devamlı olarak Arş'dan
inmiş ve artık hiçbir şekilde Arş'a dönmemiş olması gerekirdi.
10) Biz, güneşin
ve ayın, şu üç kusurdan dolayı ilâh olamayacaklarını belirtmiştik:
a) Bunların, parça ve kısımlardan meydana gelmiş
olmaları...
b) Sınırlı
ve sonlu olmaları...
c) Hareket,
sükûn, doğup-batma gibi özelliklerle muttasıf olmaları... Şu halde, şayet Müşçbblhe'nin
ileri sürdüğü ilah, kısımlardan ve parçalardan meydana gelmiş olsa, o zaman
mürekkeb bir varlık olmuş olur. Arş üzerinde olsa, o zaman sınırlı ve sonlu
olur. Eğer, Arş'dan inip yine oraya dönecek olsa, hareket ve sükûn ile tavsif
edilmiş olur. Binâenaleyh, bu üç sıfat, şayet ulûhiyyete ters ise, Allah'ın,
bütün bunlardan tenzih edilmesi gerekir. Bu da, Müşebbihe'nin görüşünü iptal
eder. Yok eğer, ulûhiyyete aykırı değilse, bu durumda hiç kimse, güneşin ve
ayın ulûhiyyetini, ta'n ve tenkit edemez.
11) Cenâb-ı
Hak, "De ki: "O Allah, birdir" (inias, i) buyurmuştur. Halbuki
ehad lafzı, mükemmel bir biçimde bir vahdeti ifade eder. Bu ise, Allah'ın
cüzlerden ve parçalardan meydana gelmiş olmasına ters düşer.
12)
Cenâb-ı Allah, "Allah ganîdir, sizlerse
fakir..."(Muhammed, 38) buyurmuştur. Şimdi, Allah şayet parça ve
kısımlardan meydana gelmiş olsaydı, bu durumda O, kendisini meydana getiren bu
kısımlara muhtaç olmuş olurdu ki, bu, Allah'ın mutlak manada ganî-müstağnî
olmasına aykırıdır. Şu halde, yaptığımız bu izahlarla, Allah'ın uzuvlarının ve
kısımlarının bulunduğunun söylenilmesinin imkânsız olduğu sabit olmuştur.
[143]
Cenâb-ı Hakk'ın,
uzuvlardan ve organlardan tenzih edilmesinin vâcib olduğu, yakînî ve kesin
delillerle sabit olunca, biz diyoruz ki, ulemâ, (meselâ) Allah hakkında ifade
edilen "el-yedu" (el) lafzı hakkında şu izahları yapmışlardır:
1) Yed "kudret" anlamındadır. Nitekim
Araplar, "Benim gücüm ve kudretim yetmez" anlamında, derler. Cenâb-ı
Hak da, ''Yahut nikâh düğümü elinde bulunan kimse bağış yapmış olsun"
(Bakara, 237) buyurmuştur.
2) Yed kelimesi, "nimet" manasındadır.
Nitekim Arapça'da, kendisiyle nimet manası kastedilerek, "Falan hakkında,
falancanın
nimet ve iyilikleri,
apaçıktır" denilir. O halde, Allah hakkında kullanılan, "iki el"
tabiriyle ya açık ve gizli nimetler, yahut da, dinî-dünyevî nimetler
kastedilmiştir.
3) Bu lafız,
bazan, tekîd için getirilir. Meselâ bir kimsenin, eliyle suç işleyen kimseye
"Bu, senin iki elinin kazandığı, yaptığı şeydir" demesi gibidir.
Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Rahmetimin Öncesinde bir müjdeci olarak..."
(Aprâf, 57) buyurmuştur.
[144]
Birisi, "Burada,
yed lafzını "kudret" anlamına almak caiz değildir. Bunun delilleri de
şunlardır:
a) Ayetin
zahiri, Allah'ın, iki elinin bulunduğunu ifade etmektedir. Binâenaleyh, şimdi,
yed, kudret anlamına alınacak olursa, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın, iki kudretinin
olduğunun söylenmesi gerekir ki, bu olamaz.
b) Ayet, Hz.
Âdem (a.s)'in, iki el ile yaratılmış olmasının, onun üstünlüğünü ve melekler
tarafından kendisine secde edilmiş olmayı gerektirmesini iktizâ eder.
Binâenaleyh, şayet "el" yed "kudret" anlamında olursa, o
zaman, Hz. Âdem (a.s) kudret ile yaratılmış olur. Ne var ki, bütün eşya,
Cenâb-ı Hakk'ın kudreti ile yaratılmıştır. Bu sebeple, Hz. Âdem (a.s)'in
Allah'ın eliyle yaratılmış olması gibi, İblis de, Allah'ın eliyle
yaratılmıştır. Bu sebeple, yed'in, "kudret" anlamına alınması
durumunda, bunun, Âdem (a.s)'e İblis tarafından secde edilmesinin illeti
olması, İblis'e Âdem (a.s)'in secde etmesine illet olmasından daha evlâ olamaz
Böylece de, ayetin nazmı (düzeni) bozulur ve bâtıl olur.
c) Hz. Peygamber (s.a.s), bir hadiste,
"Allah'ın her iki eli de sağ eldir" buyurmuştur. Bu vasfın, kudrete
uygun düşmeyeceği malumdur.
İkinci te'vîle, yani,
"iki yed"in, "iki nimet" manasına alınmasına gelince, bu da
şu sebeplerden dolayı olamaz:
1) Allah'ın
nimetleri pekçoktur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah'ın nimetlerini saymaya
kalksanız, sayamazsınız" (Nam, 18) buyurmuştur. Halbuki, ayetin zahiri el
sayısının sadece iki olduğunu bildirmektedir.
2) Şayet, "yed" nimet anlamına
gelseydi, bu durumda biz, şöyle diyebilirdik: Nimet, Allah tarafından mahluklar
için yaratılır. Bu durumda da, Âdem (a.s) Allah için değil, bazı mahlûkat için
yaratılmış olurdu. Bu ise onun kemâlinden ziyade, noksanlığına sebep olurdu.
3) Şayet
"yed" nimet anlamında olsaydı, o zaman (Müik, i) ayetinin manası,
"Mülkü, nimetinde olan zât ne yücedir;" <Am imrân, mi cümlesinin
manası "Hayır senin nimetindendir" ve (Maide, m) cümlesinin manası
da, "Hayır, doğrusu, O'nun iki nimeti yayılmıştır" şeklinde olurdu
ki, bütün bu mânaların bozuk olduğu malumdur.
Üçüncü te'vile, yani
yed lafzının bazen te'kîd için ziyâde olarak getirilmesi meselesine gelince,
biz şöyle deriz: Bu lafız, hem kendisinde böyle bir uzuv bulunanlar, hem de
bulunmayanlar hakkında kullanılır. Birincisine gelince, bu, meselâ Arapların,
eliyle suç işleyen kimse hakkındaki, "Bu, senin iki elinin kazandığı
şeydir" demeleri gibidir. Bunun sebebi şudur: Kudretin, kendisini
gösterdiği yer, eldir. İşte bu sebeple, yed lafzı, kudret anlamına
alınabilmiştir. Böyle olması halinde, yed lafzından kudret manası kastedilmiş
olur. Halbuki, bu izahın iptal edilişi, daha önce geçmişti. İkincisine gelince,
bu da, meselâ "Çetin bir azâbian evve/"(Sebe, 46) ayeti ile, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in "Kıyamet öncesinde" ifadesi gibidir. Ancak ne
var ki biz, bu lafızla bu mecazın yapıldığını söylüyor, kabul ediyoruz. Fakat,
mecaza kıyas uygulanmaz ve bu, daima aynı olmaz. İşte bu sebepten elbette, bu
cümlelerin manası "azabın eliyle" "saatin eliyle meydana
gelmiştir" şeklindedir, denilemez. Biz, "Allah ve Resulünün önüne
geçmeyiz" (Hucûrat, i) hitabıyla, tekîd ve ziyadeliğin kasted ilebileceğin
i kabul ediyoruz. Ama bu ayette bahsedilen, mecazî manada olarak bu lafız
değil, tam aksine, "İki elimle yarattım" ifadesidir. Mecazlara kıyas
etme bâtıl olunca, sizin bu iddialarınız tamamiyle sakıt olur, düşer. Bu konuda
benim söyleyeceklerim bundan ibarettir" diyebiliriz.
[145]
Bu konuda, bence, Özet
olarak şu söylenebilir: Büyük bir hükümdar, ilgi ve alâkasını bütünüyle o işe
yöneltmesi durumu hariç, herhangi birşeyi kendi eliyle yapmaz. Binâenaleyh, son
derece gösterilecek ilgi ve alâka, el ile yapılacak işin ayrılmaz vasfı olunca,
o zaman, kesin deliller bulunduğunda, bu kelimeyi mecazî manada almak mümkün
olur. Benim bu konuda özetle söyleyeceğim şeyler bundan ibaret olup, Allah en
iyisini bilendir.
İblis'ln Gururu
Cenâb-ı Hakk'ın,
hitabına gelince bu, "Şu anda mı kibirlendin, yoksa, hep eskiden beri
kibirlenenlerden, yücelerden misin?" demektir. İblis bu soruya "Ben
ondan üstünüm, beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın" diyerek cevap
vermiştir ki, bu da, "Şayet ben,
şeref
ve kıymet bakımından ona denk isem, benim ona secde etmemin emredilmedi çirkin
olur. Nasıl böyle olmasın ki, ben Ondan üstünüm" demek olup, daha sonra
İblis, kendisinin Âdem (a.s)'den daha üstün olduğunu şu şekilde açıklamıştır:
"Benim aslım, ateştendir. Ateş ise çamurdan daha kıymetlidir. Şu halde,
benim aslımın, Âdem'in aslından daha iyi olduğu ortadadır. Aslı, aslından daha
iyi olan, ondan daha üstündür."İblis'in bu cümleleri, şu üç mukaddimeden
ibarettir.
[146]
Birinci Mukaddime:
İblis, ateşten yaratılmıştır. Bunun delili ise Cenâb-ı Hakk'ın, İblis'ten
naklettiği, "beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın"(AVâf, 12) ve
"Cânnı da daha önce çok zehirleyici ateşten yarattık" (Hicr, zr\
şeklindeki ifadeleridir.
[147]
İkinci Mukaddime:
Ateş, çamurdan daha üstündür. Bunun delilleri ise şunlardır:
a) Felekî
(göksel) kütleler, unsurî (yerel) kütlelerden kıymetlidir. Ateş, feleklere en
yakın olan unsurdur. Yer ise, onlardan en uzak olan unsurdur. Öyleyse, ateşin
yerden daha üstün olması gerekir.
b) Ateş,
battıklarında, bu alemi aydınlatma hususunda, güneşin ve ayın yerini alır.
Halbuki, güneş ile ay, yerden daha kıymetlidirler. Şu halde, aydınlatma
hususunda onların yerini alan şey, yerden daha üstündür.
c) Aslî ve
etken keyfiyyetler, ya hararettir, ya da bürûdet (soğukluktur. Hararet (sıcaklık),
bürûdetten daha üstündür. Çünkü hararet, hayata; bürûdet ise, ölüme uygun olan
vasıflardır.
d) Yer, kesîf, yoğun; ateş ise, latif ve
şeffaftır. Şeffaf olan ise, yoğun ve kesîf olandan daha kıymetlidir.
e) Ateş,
aydınlatıcılık vasfını haizdir. Yer ise, karanlıktır. Halbuki aydınlık,
karanlıktan daha iyidir.
f) Ateş, hafiftir. Dolayısıyla, ruha benzer. Yer
ise ağırdır. Dolayısıyla bedene benzer. Rûh ise, bedenden daha üstündür. O
halde ateş, yerden daha üstündür. İşte bundan dolayı tabibler, iki ağır
unsurun, bedenlerin terkibinde; iki hafif unsurun da, ruhların meydana
gelmesinde daha elverişli ve müsait olduğu hususunda mutabıktırlar.
g) Ateş,
yükselme özelliğine sahiptir. Yer (toprak) ise, İnme özelliğine sahiptir.
Yükselen, inenden daha üstündür.
i) Felekler
burçlarının ilki, koç burcudur. Çünkü, Kuzey Ekvator noktasından ilk başlayan
bu burçtur. İşte bu burç, ateş karakterindedir. Canlılardaki uzuvların en
şereflisi ise, onun kalbi ve ruhudur ki bu, kalb ile rûh da, ateş
karakterindedir. Canlılardaki uzuvların en değersizi ise kemiktir. Halbuki,
kemik ise, soğuktur, kurudur ve yer özelliğindedir.
j) Yere ait
maddeler, "ner ne zaman ûa'naH'ıeıS özellik arzederlerse, o nisbette
kıymetli olurlar. Yine bunlar, her ne zaman daha çok bulanık, yoğun, tozlu ve
yer karakterinde olurlarsa, o nisbette de, değerden düşerler. Meselâ, ateşe
benzeyen maddeler, altın yakut parlak kıymetli taşlar gibi. Yine bunların,
giyim eşyasından misali ve örneği ise, has ipek ile, ondan yapılan elbisedir.
Yer karakterinde ve tozlu topraklı olan şeyin daha değersiz olmasına gelince,
bu gayet açıktır.
k) Görme
kuvveti şeref ve üstünlük bakımından, zirvede olan kuvvettir. Bu kuvvetin
fonksiyonu ise ancak ışık sayesinde tam olur. Halbuki ışık ve ışınlar, ateşe
benzeyen maddelerdir.
I) Maddî
alemdeki maddelerin en kıymetlisi, güneştir. Bunun, şekil, karakter ve tesir
bakımından, ateşe benzediğinde şüphe yoktur.
m) Pişme,
olgunlaşma ve hayat, ancak hararet (sıcaklık) ile kemâl bulur, tam noksansız
olur. Şayet, sıcaklık kuvveti olmasaydı, karakterler tamamlanmaz ve terkibler
meydana gelmezdi.
n) Enerji ve
fiil kuvveti açısından, unsurların en kuvvetlisi, ateştir. İnfial (tepkilerime)
kuvveti açısından, unsurların en mükemmeli ise yerdir. Fiil ve enerji,
infialden daha üstündür. O halde ateş yerden (topraktan) daha üstündür.
[148]
Yerin, ateşten daha
üstün olduğunu söyleyenlere gelince, bunlar şu izanları yapmışlardır:
a) Yer
(toprak) güvenilirdir, muslih (yapıcı)dır. Çünkü sen ona bir tohum attığında,
sana o tohumu meyveli bir ağaç olarak geri verir. Ateş ise hâindir. Kendisine
teslim ettiğin herseyi bozar.
b) Görme
kuvveti eteçî övmüşse, bir de dokunma duyusunun söylediklerine kulak versin.
c) Yer,
ateşe hükümrandır. Çünkü o, ateşi (üzerine atıldığında) söndürür. Ateş ise, öz
toprağa tesir edemez.
Üçüncü Mukaddime,
"Bir şeyin aslı, diğer şeyin aslından daha değerli olursa, o şey de
ötekinden daha değerli olur" iddiası şeklindedir. Bil ki bu mukaddime,
gerçekten yalan ve yanlıştır. Çünkü külün aslı ateştir. Güzel bahçelerin ve
meyveli ağaçların aslı ise topraktır. Meyveli ağacın, külden daha hayırlı
olduğu iki kere iki dört edercesine malumdur. Hem farzedelim ki, ateşin bu
cihetini nazar-ı dikkate almak bir üstünlüğü gerektirmektedir... Ama bunun,
üstünlüğü gerektirecek başka bir cihetle çelişki teşkil etmesi mümkündür.
Meselâ, her türlü faziletten uzak ama asil bir insanın nesebinin, o kişinin
üstün sayılmasını gerektirmesi gibi. Ama asil (soylu) olmayan bir kimse, ilmi
ve takvası çok olursa, sınırsız derecelerle o soyludan daha üstündür. İşte
İblis'in ileri sürdüğü Kıyasındaki, yalan ve yanlış olan mukaddimesi budur.
[149]
Eğer birisi,
"Farzedelim ki İblis, yaptığı bu kıyasta hata etmiştir. Fakat bu
muhalefetinden ötürü, küfre girmesi neden gerekmiştir? diye sorabilir. Bu
soruyu, şöyle birkaç yönden daha iyi ortaya koymak mümkündür:
a) Ayetteki "secde edin" ifadesi bir
emirdir. Emir ise her zaman, vücûbu gerektirmez. Aksine mendubluğu da ifade
eder. Mendub olana muhalefet etmek, onu yapmamak ise, muhalefet edeni küfre
düşürmesi şöyle dursun, âsî olmasını bile gerektirmez. Hem sonra, emrin vücûb
(farziyyet) ifade ettiğini söyleyenler de, bu emrin net olarak, mendubluğu
ifade etme ihtimalini inkâr etmiyorlar. Dolayısıyla böyle açık ve net bir
ihtimal varken İblisin, bu küfre düşmesi şöyle dursun, âsî sayılmasını bile
gerektirmemelidir.
b) Farzedelim ki emir, vücûb ifade eder. Ama
İblis, meleklerden değildi. Binâenaleyh meleklere, Âdem (a.s)'e secde
etmelerinin emredilmesi hükmüne İblis dahil olmaz.
c)
Farzedelim ki bu emir, İblis'i de içine almaktadır. Ama genel bir ifadenin,
kıyas ile "tahsis" edilmesi caizdir. Dolayısıyla İblis, bu emrin
umumiliğinden kendisini kıyas ite "tahsis" etmiş (hariç tutmuştur).
d)
Farzedelim ki kendisinin bu secde emriyle memur olduğunu bile bile, secde
etmedi. Fakat bu kadar bir şey, ancak âsî olmayı gerektirir, küfrü değil.
Öyleyse, İbüs'in secde etmemekle kâfir olduğu nasıl söylenebilir?"
diyebilir.
Buna şöyle cevap
verilir: Farzedelim ki emir sîgası, vâcib oluşu göstermez. Ama bu sîgaya,
vucûba delâlet eden pek çok karine eklenmiştir. Meselâ buradaki o karinelerden
birisi, "Kibirlenmek mi istedin, yoksa yücelerden mi oldun?"
hitabıdır. Şu halde İblis, o fâsid kıyasını yapınca, bu onun, bunu Allah'ın
emirleri ve teklifleri hususunda tenkid yapabilmek için yaptığını gösterir. Bu
durum ise onun kâfir olmasını gerektirir.
[150]
Bunu iyice kavradığına
göre, diyoruz ki: İblis bu fâsid kıyasını yapınca, Cenâb-ı Hak, "Hemen
buradan defol. Zira artık sen taşlananlardan (mel'unlardan) sm"
buyurmuştur. Bil ki Usûl-ü Fıkıh'da şöyle bir kaide vardır: Uygun bir vasfın
peşisıra bir hüküm getirildiğinde, bu o hükmün o vasfa bağlı olduğunu gösterir.
Buradaki hüküm, Hak Teâlâ'nın. onun nassı (ayeti) kıyas ile tahsis ettiğini
(sı. .irladığını) haber vermesinin peşisıra gelen, taşlanmış (ilahî rahmetten
koğulmuş olması) hükmüdür. Binâenaleyh bu, nassı kıyas ile tahsis etmenin, işte
bu hükmü gerektirdiğine delalet eder. Ayetteki "buradan" ifadesi, ya
cennetten, yahut "göklerden" defol manasında olup, yine buradaki
"racîm" kelimesi, "mercûm" (taşlanıp kovulmuş,
uzaklaştırılmış) manasınadır. Bu kelime ile ilgili iki izah vardır:
1) Bu,
şeytanın koğulduğunu anlatan mecazî bir ifadedir. Çünkü açıktır ki, kovulan
(bazan) taşlanarak kovulur. İşte "recm" budur. Binâenaleyh
"recm" (taşlama), kovmadan ayrılmaz, ondan ayrı düşünülmez bir şey
olunca, bu kelime, kovma manasında mecazî olarak kullanılmış olabilir.
Eğer, "Kovmak,
aynı zamanda lanet etmek (uzaklaştırmak) demektir. Ayetteki "racîm"
kelimesini kovma manasına alırsak, bunun hemen peşinden gelen, "lanetim
senin üzerinedir" cümlesi, lüzumsuz bir tekrar olmuş olur?"
denilirse, buna da şu iki şekilde cevap verilir:
a) Biz
"recm"i, cennetten veya göklerden kovma; laneti ise, Allah'ın rahmetinden
uzaklaştırma manasına alıyoruz.
b) Biz,
"recm"i kovma manasına; "laneti" de, bu kovmanın Kıyamete
kadar sürüp gitmesi manasına alıyoruz. Binâenaleyh bu, sırf kovmadan daha fazla
birşey olup, lüzumsuz bir tekrar olmaz.
2) Biz bu
kelimeyi hakiki manaya, yani şeytanın gök taşlarıyla taşlanması manasına da
alabiliriz. Allah en iyi bilendir.
[151]
Şimdi buna göre eğer,
sonunu) harf-i cerri, intiha-i gayeyi (mesafenin gösterir. O halde ayetteki
"ilâ yevmiddîn" "din gününe kadar" tabiri bu ilahî lanetin,
Kıyamet gününün gelmesiyle son bulmasını gerektirir*?" âenttYrae, Keşşaf
sahibi burna. şu şekilde cevap
vermiştir: "İblls'e lanet dünya hayatında devam etmektedir. Binâenaleyh
Kıyamet günü geldiğinde, bu lanetin yanısıra, tahakkukuyla, bu lanetin bile
unutulacağı çeşitli ilâhî azablar olacaktır."
[152]
Bil ki İblis mel'un
olunca, "O halde (insanların) tekrar diriltilecekîeri güne kadar bana
mühlet ver" dedi. İblis'in, ölümden kurtulmak için, insanların
diriltilecekîeri güne kadar mühlet verilmesini istediği; çünkü Öldükten sonra
dirilme gününe kadar kendisine mühlet verilmesi halinde, o gün gelmezden önce
ölmeyeceği, o gün gelince de artık zaten canının alınmayacağı, böylece de
ölümden kurtulmuş olacağını düşündüğü ileri sürülmüştür. İşte bundan dolayı
Cenâb-ı Allah, "Haydi sen, malum olan zamanın gününe kadar, mühlet
verilenlerdensin" buyurmuştur. Bu, "Sen, Allah'ın bileceği, ama
O'ndan başka hiç kimsenin bilemeyeceği bir güne kadar mühletlisin" demektir.
[153]
Bu söz üzerine İblis,
"Senin izzetine yemin ederim ki, ben de artık onların hepsini
azdıracağım" demiştir ki bu, Allah'ın izzet ve hükümranlığına yapılan bir
yemindir. Şeytan burada azdırma işini, kendisine nisbet etmiştir. Dolayısıyla
o, bu sözüne göre, Kaderiyye'nin (Mu'tezile'nin) görüşündedir. Bir defasında
ise o, "YaRabbi, beni azdırmana mukabil, ben de..."(Hkx39) diyerek,
azdırma işini, Cebriyye'de olduğu gibi, Allah'a nisbet etmiştir ki bu, şeytanın
bu meselede şaşkın olduğuna delâlet etmektedir.
[154]
Ayetteki, 'içlerinden
ihlasa erdirilmiş kulların müstesna" ifadesi ile ilgili şu incelikler var:
Birinci İncelik:
İblis'in bu istisnadan muradının, sözünde (yemininde) bir yalan meydana
gelmemesi olduğu; çünkü eğer böyle bir istisna yapmayıp, herkesi azdıracağını
iddia etmiş olsaydı, o zaman Allah'ın sâlih kullarını yoldan çıkarmaktan âciz
kaldığında yalanının ortaya çıkacağı söylenmiştir. Buna göre İblis adetâ,
"Bu yeminimde yalan olmasın diye, işte bu istisnayı yaptım" demek
istemiştir, işte bu noktada şöyle denilebilir: Yalan, İblis'in bile ar duyduğu
bir şeydir. Dolayısıyla bir müslümanın yalana yeltenmesi nasıl uygun düşebilir?
Eğer, "Bu ayet
ile "Biz, senden evvel gönderdiğimiz her resul ve nebf, bir şey arzu
ettikferi zaman, mutlaka şeytan onun dilediği hakkında (bir fitne meydana)
atmış o/masjn" (Hacc, 52) ayeti nasıl te'lif edilebilir?" denilirse,
biz deriz ki: İblis, "Ben, Allah'ın sâlih kullarını azdırmayı
kastetmedim" dememiş, aksine, "Ben onları azdırmak isteyeceğim"
demiştir. Ne var ki şeytan onları azdırmak istese de, onları azdır amam ıştır.
İkinci İncelik: Bu
ayet, İblis'in, Allah'ın muhlis kullarını azdı ram ayacağına delâlet
etmektedir. Cenâb-ı Hak, Hz. Yusuf (a.s) hakkında da, "Şüphesiz o muhlis
kullanmızdandır" (Yusuf, 24) buyurmuştur. Binâenaleyh, bu iki ayetin
toplamından, İblis'in (şeytanın), Yusuf (a.s)'u azdıramadığı neticesi
çıkmaktadır ki bu, Haşeviyye nin, Hz. Yusuf (a.s)'a isnad ettikleri o çirkin
iddialarda yalancı olduklarına delâlet eder.
[155]
Bil ki İblis, işte bu
sözü söyleyince, Allah Teâlâ, "hie bu doğru. Ben şu hakikati söylüyorum:
"Andolsun cehennemi senden ve onlann içinden sana tabî olanların hepsi ile
dolduracağız" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var:
[156]
Âsim ve Hamza, birinci
şeklinde, ikincisini nasb ile şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları
her ikisini nasbile okumuşlardır. Bu kelimelerin merfû
okunuşu, "Hak olan yeminimdir" takdirindedir. Yine nasb okunuşları da
"kasenV'den ötürüdür, yani "hakka yemin olsun ki" takdirindedir.
Bu tıpkı (Vallahi...) demen gibidir, cümlesindeki "Hak" kelimesi,
kendinden sonraki fiilin mef'ulü olarak mensuptur, Yani "Hakkı söylüyormu"
demektir.
[157]
Ayetteki minke
kelimesi, "senin cinsinden" manasınadır. İblisin cinsinden olanlar
ise, şeytanlardır. ifadesi de, "Adem (a.s)'in neslinden, sana tabî
olanlar" manasınadır.
Eğer, "Bunun
peşisıra gelen "ecma'în" (hepsi) kelimesi, neyi te'kid
etmektedir?" denilirse, deriz ki: Bu kelime ile, mtnhum "onlann"
zamirinin, yahut mlnke ve tebiake kelimelerindeki kâf (sen) zamirlerinin te'kid
edilmiş olması muhtemeldir ve "Ben, tabî olanlar ve olunanlar ile, hiçbirinin yakasını bırakmamak şartıyla,
cehennemi
dolduracağım" demektir.
[158]
Alimlerimiz herşeyin
Allah'ın kaza ve kaderiyle olduğu konusunda bu ayeti, şu şekillerde delil
getirmişlerdir: 1) Allah Teâlâ, İblis hakkında, "Hemen buradan çık
(defol). Zira artık sen artık taşlanıp (kovulanlardansın)
ve
şüphesiz ceza gününe kadar lanetim senin
üzerinedir" buyurmuştur. Binâenaleyh bu, Allah'ın, o şeytanın hiç iman
etmeyeceğine dair bir haber; dir. Eğer İblis, farzımuhal, iman edecek olsa,
Allah'ın doğru olan bu haberi yalana dönüşmüş olurdu. Bu ise imkânsızdır.
Binâenaleyh iman etmekle emrolunmuş olmasına rağmen, İblls'in iman etmesi
imkânsızdır.
2) O, "Senin izzetin hakkı için, ben de artık muhakkak onların hepsini
azdıracağım" demiştir. Dolayısıyla Hak Teâlâ şeytanın kullarını iğvâ
edeceğini biliyor ve şeytanın bu iddiasını duyuyordu. Hem de İblisi bu işten
men etmeye kadirdi. Men etmeye kadir olan kimse, men etmediği zaman, o işe razı
demektir.
İmdi eğer, "Bu
men etme işi, ifsâd edecek (durumu bozacak) birşeydir" denilirse, biz
deriz ki: Bu yanlış bir sözdür. Çünkü bu engelleme, hem İblis'i saptırmaktan,
hem de insanoğlunu sapmaktan kurtaracaktı. Bunun ifsad edecek birşey olması bir
tarafa, maslahatın tâ kendisidir.
3) Allah
Teâlâ, cehennemi kâfirler ile dolduracağını haber vermiştir. Dolayısıyla eğer
onlar kâfir olmasalardı, Allah'ın yalan söylemiş olması ve câhil olması
gerekirdi.
4) Eğer Cenâb-ı Allah, kâfirin inkâr etmemesini
dilemiş olsaydı, peygamberleri ve salihleri ebedî bırakması, İblis'i ve
şeytanları Öldürmesi gerekirdi. O, bu işin aksini yaptığına göre, biz, kâfirin
küfrünü irade ettiğini anlıyoruz.
5) Allah'ın
bu kâfirleri imanla mükellef tutması, onların, kendilerinin kesinlikle iman
etmeyeceklerine delâlet eden bu ayetler ile, iman etmekle mükellef
kılınmalarını gerektirir. Bu durumda da onların kesinlikle, asla, iman
etmeyeceklerine inanmakla mükellef olmaları gerekir. Bu ise, teklif-i mâ-lâ
yutaktır. Allah en iyi bilendir.
[159]
"De ki: "Ben
buna karşı sizden hiçbir ücret İstemiyorum ve ben külfet çıkaranlardan değilim."
O (Kur'ân), âlemlere bir öğütten başka (birşey) değildir. Her halde onun mühim
haberini bir zaman sonra bileceksiniz"
(Sâd, 86-88).
Bil ki Allah Teâlâ bu
sûreyi işte bu güzel sonuçla bitirdi. Çünkü Allah dinî konularda ihtiyatlı
olmanın farziyyetine delâlet eden pek çok esaslardan bahsetmiş ve sonra bu
sûreyi bitirirken, "İnsanları davet ettiğim bu şeyin hak mı, bâtıl mı
olduğunun anlaşılabilmesi için, hem davet edenin, hem de davetin hakkında
düşünülmesi gerek! olan şeydir. Davet edene gelince, o benim. Ben, bu davetime
karşılık bir ücret ve mal istemiyorum. Halbuki yalancı kimselerin mal
talebinden kesinlikle vazgeçmeyecekleri açıktır" buyurmuştur. Hz.
Peygamber (s.a.s)'İn ise dünyadan uzak olduğu, ona rağbet etmediği açıktır.
[160]
Davet keyfiyetine
gelince Hz. Peygamber (s.a.s), "Ben külfet çıkaranlardan değilim "
demiştir. Müfessirler bu hususta pek çok izahlar yapmışlardır. Ama zannıma
gâlib olan mana şudur: "Benim sizi davet ettiğim bu şey, doğruluğunu
anlama hususunda ileri derecede birtakım külfetlere girmeye gerek olmayan,
aksine doğruluğuna aklın sarih olarak şahadet ettiği bir dindir. Dolayısıyla
ben sizi önce Allah'ın varlığını ikrar etmeye, ikinci olarak O'nu kendisine
layık olmayan herşeyden tenzih ve takdis etmeye -ki bu manayı "Allah gibi
hiçbirşey yoktur" {Şûra, nj ve benzeri ayetler desteklemektedir- ;üçüncü
olarak, Allah'ın ilim, kudret, hikmet ve rahmet ile mükemmel manada mevsuf
olduğunu kabule; dördüncü olarak O'nun ortaklardan ve zıdlardan münezzeh olduğunu
ikrara; beşinci olarak, âdî cansızlar olan ve kendilerine ibadet etmede hiçbir
fayda, ibadet etmemeden dolayı hiçbir zarar bulunmayan bu putlara ibadetten
vazgeçmeye; altıncı olarak, melekler ve peygamberler olan, mukaddes-tertemiz
ruhlara saygı duymaya; yedinci olarak,"Kötü emeller işleyenleri,
yaptıklarına göre cezalandırmak, güzel ameller işleyenleri de, en güzel
(mükâfaatla) mükâfaatlandırmak İçin"(Necm,3i) ayetinden ötürü, öldükten
sonra dirilişin ve Kıyametin olacağını ikrara ve sekizinci olarak da dünyadan
yüz çevirip, ahirete yönelmeye davet ediyorum.
Şu halde, işte bu
sekiz esas, Allah'ın ve Hz. Muhammed (s.a.s)'in dini hususunda, nazar-ı dikkate
alınması gerekli çok kuvvetli esaslardır. Ufacık akıl ve bir nebze fikir bile,
bu sekiz esasın doğruluğuna şehadet eder. Böylece benim insanları davet ettiğim
bu şeriat hususunda, külfet çıkaranlardan olmadığım, aksine doğruluğuna ve
yüceliğine, bâtıl ve fasit şeylerden uzak olduğuna her akl-ı selimin ve
bozulmamış fıtrat sahibinin şehâdet ettiği bir din olduğu anlaşılır." İşte
bu mana ayetteki, "O (Kur'ân), âlemlere bir öğütten başka (birşey)
değildir" ifadesi ile anlatılmak istenendir. Allah bu mukaddimeleri beyan
edince, "Herhalde onun mühim haberini bir zaman sonra bileceksin"
buyurmuştur. Bu, "Sizler, cehalet ve taklidde ısrar edip,
anlattığımız bu çok net şeyleri kabule yanaşmazsanız,
bir müddet sonra bu yanaşmamada isabetli mi, yoksa hatalı mı olduğunuzu
anlayacaksınız" demektir. Korkutma ve sakındırma konusunda, Önceki
açıklamaların peşisıra böyle sözlerin söylenilmesi, kuvvet bakımından daha
fazlası olmayan ifadelerdendir. Allah en iyi bilendir.
Allah rahmet etsin
(ben) musannif şöyle derim: Bu sûrenin tefsiri, altiyüz üç hicrî senesinde,
zilkade ayının ikinci üçtebirinin sonunda, perşembe günü tamamlanmıştır. Bütün
nimet ve ihsanlarına karşılık Allah'a hamd olsun. Salat-u selâm, O'nun yerdeki
ve gökteki tertemiz kullarına olsun. Yine sıfatlarına ve isimlerine uygun bir
biçimde medh-ü sena Allah'a, tam ta'zîm (saygı), O'nun peygamberleri ile veli
kullarına olsun ve Cenâb-ı Hak din gününe kadar, bunlara salat-u selâm etsin,
rahmet etsin.
[161]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/29
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/29-30
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/30
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/30
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/30-31
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/31
[7] Mu’tezile böylece “Kur’an mehluktur” iddiasını
güçlendirmek istiyor
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/31-32
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/32
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/32-33
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/33-34
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/34
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/34-35
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/35-37
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/37-40
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/40
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/40-41
[18]
Bu ayetteki ovtad'ın "Piramitler" olarak tefsir edilmesi daha tercihe
şayandır. Zira bunlar Mısır Firavunlarına mahsustur.Piramitler de dağlar gibi
yerin içine girme büyüklük özelliklerine sahiptir. Nitekim ayitende dağlar
evtad diye nitelendirilmiştir. (Mutbu nüshada neşîrin notu).
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 19/41-42
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/42-43
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/43-44
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/44
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/44-45
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/45-46
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/46
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/46-48
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/48
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/48-50
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/50
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/50-51
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/51-52
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/52
[33] Ibni Maca, diyat, 1(2/874) Benzer hadisi.
[34] Buharf, iman, 4.5.
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 19/52-53
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/53-54
[37]Tirmizi, cevâiz, 34 (3/339) Benzer hadis...
[38]
Matbu nüshada ve baktığımız Hacı Selim Ağa, 90 (v. 935/a) nüshasında ibare
böyledir. Burada bir metin boşluğu olabilir. Allah û ağlem (ç.).
[39]
Hadisin kaynağını bulamakdık (ç.).
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 19/54-57
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/57-58
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/58-60
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/60-61
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/61
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/61
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/61
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/62
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/63
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/63-64
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/64
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/64
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/64
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/64
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/64
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/64-65
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/65
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/65-66
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/66
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/66-67
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/67-68
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/68
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/69
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/69
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/70
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/70
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/70
[67]
Cübbai, Ehl-i Sünneti kastediyor (ç.).
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 19/71
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/71-72
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/72
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 19/72
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/72-74
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/74
[74]
Hadisin kaynağını bulamadık (ç.)
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 19/74-75
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/75-76
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/76
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/76-77
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/77
[80]
Keşfûl-Hafa, 1/344.
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 19/77-79
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/79
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/79
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/80
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/80-81
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/81-82
[87]
Müslim, zikir, 41 (4/2075) "Yüz ker... şeklinde.
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları:
19/82-84
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/84-85
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/85
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/86
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/87
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/87-88
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/88
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/88
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/89
[97]
Bize ma'kul görünmese de metni başka türlü çeviremedik (ç.).
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 19/89-91
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/91
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/91
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/9192
[102] Ebû Davut: Hudûd, 33; (Ibn. Mace Hudüd, 18)
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 19/92-93
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/93
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/94
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/94
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/94
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/94-95
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/95
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/95
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/95-96
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/96-97
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/97
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/97-98
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/98
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/98
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/98-99
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/99
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/99
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/99-100
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/100
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/101
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/101
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/101
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/101-102
[126]
Mana İtibariyle münasebet bulunmadığı halde, anlaşılan, müfessirimiz lügavî
mukayese yapmak gayesiyle bu kelimeyi zikretmiştir (ç.).
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 19/102-104
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/104
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/104
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/104-105
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/105-106
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/106-107
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/107-108
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/108-109
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/109-110
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/110
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/110-111
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/111
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/112
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/113
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/114
[142]
Kenzûl-Ummâl, 12/34744.
[143] Fahruddin
Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 19/112-114
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/115
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/115-116
[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/116
[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/116-117
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/117-118
[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/118
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/119
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/119-120
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 19/120
[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/120
[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/120
[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/121
[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/121
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/121
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/121
[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/122
[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/122-123
[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/123-124