Bu sure, Arap alfabesinin yirmi sekiz harfinden biri
olan "Sâd" harfiyle başladığı için Sâd Suresi olarak
adlandırılmıştır. Maksat Kur'an-ı Azim'in Arap hecâ harflerinin bir araya
gelmesiyle oluştuğunu, böyle olduğu halde fasih Arapça kullanan Arapların,
Kur'an'm en kısa suresinin bile bir benzerini ortaya koymaya muktedir
olamadıklarını göstermektir. İşte bu sure de diğer surelerde olduğu gibi,
Araplara meydan okumak ve Kur'an'ın icazını ispat etmek için bir harfle
başlamıştır.
[1]
Bu surenin, bir önceki sureyle ilişkisi şu iki
noktada kendisini göstermektedir:
1- Allah
Tealâ, bir önceki sure olan Saffat suresinin sonunda kâfirlerin, "Eğer yanımızda
evvelki ümmetlere inenlerden bir kitap olsaydı elbet biz de Allah'ın ihlâsa
erdirilmiş kullarından olurduk." dediğini, sonra da Kuranı inkâr
ettiklerini hikâye etmiştir. Burada ise oradaki mücmel ifadeleri tafsil etmek
için Sâd suresine "öğüt veren" Kurana yemin ederek başlamaktadır.
2- Saffat
suresinden sonra gelen bu sure, evvelki surelerde zikredilmeyen peygamberlerin
zikredilmesiyle önceki surelerin tamamlayıcısı mahiyetiyle Nemi suresinin Şuarâ suresinden, Tâ-hâ ile Enbiyâ
surelerinin Meryem suresinden ve Yusuf suresinin Hûd suresinden sonra gelmesi
gibidir. Mesela Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. Eyyub, Hz. Adem (a.s.)'in bu surede
zikredilmesi böyledir. Zikredilenlerden kalanlara da yine burada işaret
edilmiştir.
[2]
Bu surenin konusu da, tıpkı diğer Mekkî sureler
gibidir. İslamî akidenin temelleri olan Tevhîd, nübüvvet ve öldükten sonra
dirilmenin, müşriklerin bu temellere aykırı inançları tartışılırken
açıklanması, ibret ve nasihat amacıyla peygamberlerin kıssalarına yer
verilmesi, kâfir ve müşriklerin kıyamet günü içinde bulunacakları durumun
ortaya konulması ve cehennemliklerin çekeceği azap ile cennetliklerin göreceği
nimetlerin dile getirilmesi gibi nok-
talarda bu sure, diğer Mekkî surelerle benzerlikler
gösterir.
Sure, müşriklerin büyüklenme, hakka razı olmama ve
ondan yüz çevirme gibi özelliklerini tenkit ederek ve aynı zamanda onlara
haktan sapan Nuh kavmi, Âd kavmi, Firavun, Semûd, Lût kavmi, ve Eyke halkı
gibi geçmiş ümmetlerin akıbetini ve nasıl helak olduklarını hatırlatarak başlamaktadır.
Müşriklerin en önemli özelliklerini üç madde halinde
sayabiliriz. Bunlar şunlardır:
1-
Vahdaniyyet'i (Allah'ın birliğini) inkâr,
2- Hz.
Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini inkâr,
3- Öldükten
sonra dirilmeyi ve hesabı inkâr.
Surede daha sonra Hz. Davud, Hz. Süleyman ve Hz. Eyyub
kıssaları ayrıntılı olarak; Hz. İbrahim, Hz. İshak, Hz. Yakub, Hz. İsmail, Hz.
Elyesa ve Hz. Zülkifl (a.s.) kıssaları da kısaca zikredilmiştir.
Bundan sonra daha büyük bir meseleye geçilmekte ve
öldükten sonra dirilme ile hesap ispat edilmekte ve cennetlikleri bekleyen
nimetler ile cehennemlikleri bekleyen azap anlatılmaktadır.
Bunun ardından da sure, bed'ü'1-halk, yani Hz.
Adem'in yaratılışı, İblis dışındaki meleklerin ona secde etmesi, İblis'in ise
cennetten kovulması ve kıyamet gününe kadar üzerine lanet yağdırılması ve
cehennemin İblis ile onun ardından gidenlerle doldurulmasının vaad edilmesi
kıssaları ile taçlandırılmaktadır.
Nihayet sure, Hz. Peygamber (s.a.)'in,
peygamberliğini tebliğde herhangi bir karşılık talep etmeksizin nasıl ihlâsla
hareket ettiği -ki bu durum O'nun peygamberliğinin hak olduğunu gösteren
delillerdendir- beyan buyurulmakta, hemen arkasından da Kur'an'ın, bütün
insanlar ve cinler için bir çağrı olduğu ilân edilmekte ve müşriklerin,
Kur'an'ın gerçekliğini öldükten sonra anlayacakları belirtilmektedir.
[3]
1- Sâd, şanlı Kur'an'a andolsun ki
2- Küfredenler bir gurur ve tefrika içindedirler.
3- kendilerinden evvel nice üm- metleri helak ettik.
O zaman ne çığlıklar kopard,ılar: !akat artık kur"
tuluş zamanı
değildi.
4- O kâfirler, içlerinden bir uyarıcı gelmesine şaştılar. "Bu" dediler,
"bir büyücü, bir yalancıdır."
5- O bütün tanrıları bir tek tanrı mı yapmış? Bu cidden acaip birşey!"
6- Onların ileri gelenlerinden bir güruh, 'Yürüyün, tanrılarınıza bağ- lı kalın.
Şüphesiz ki bu, arzu edilecek olan birşeydir." diyerek kalkıp
7- Biz dinde
işitmedik Bu, uydurmadan başka birşey degil-
8-O uya"aramızdan ona mı indirilmiş?"
Hayır, onlar benim vahyimden şüphe içindedirler. Hayır, onlar benim azabımı
henüz tatmadılar.
9- Yoksa daima üstün olan, çok lü-tufta bulunan
Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mı?
10- Yoksa göklerin, yerin ve ikisi arasında
bulunanların mülkü onların mı? Öyle ise sebeplerine yapışarak göğe
yükselsinler.
11- Onlar, derme-çatma kabilelerden oluşmuş öyle bir
ordudur ki, işte şurada hezimete uğratılmışlardır.
Surenin başındaki "Sâd" harfi, sonundaki
"dal" harfinin sükunuyla -bu şekilde- okunabileceği gibi, fethasıyla
"Sâde", kesresiyle "Sadi", ten-vinli ve tenvinsiz olarak da
okunabilir. Onu "dal" harfinin sükunuyla okuyanlar, aslı üzere okumuş
olurlar. Çünkü hecâ harflerinde aslolan sükûn üzere bulunmasıdır. Bu harfi
fetha ile okuyanlar, "Sâd'ı bu surenin ismi yapmış olurlar. Bu durumda
"İkra1 Sâde" (Sâd suresini oku) denmiş gibi olur. "Dal"
harfinin kesre ile ve tenvinsiz okunması halinde "Sadi" denmiş olur
ki, bu durumda bu harf "müsâdâf'dan emir olur. Bu kelime, "karşılık
vermek" anlamındadır. Bu durumda anlam, "Kur'an'a amelinle karşılık
ver." (Kur'an'm içindekilerle amel et, onu hayatında icra et.) tarzında
olur. Yahut da burada hazfedilmiş bir yemin harfi bulunduğu kabul edilir.
"Al-lâhi le ef alenne" (Allah'a yemin ederim ki mutlaka yapacağım)
gibi. Ancak bu zayıf bir görüştür. "Sâd" harfinin sonu kesreli ve
tenvinli olarak "Sâdin" şeklinde okunması halinde ise,
"Sah" ve "Şahin" şeklindeki okunuşlarda olduğu gibi
kelimeyi ma'rife yapmakla nekre yapmak arasındaki farkı ayırdetmek için
kullanılan seslere benzetilmiş olur.
[4]
"Biz onlardan evvel nice ümmetleri helak
ettik" Burada geçen "kam" kelimesi, "ehlu kam"
(karn'da yaşayanlar) anlamındadır. Bu ifade mecaz-ı mürsel'dir. Karn, yüzyıl
demektir.
"Ve kâle'l-kâfirûn" (Kâfirler dedi ki)
ibaresinde açık ifade, gizli ifade yerine konmuştur. İbarenin aslı "ve
kâlû'l-kâfirûn" (kâfirler dediler ki) şeklindedir. Onların küfrünü
gözetlemek maksadıyla böyle bir ifade kullanılmıştır.
"Cündün mâ hünâlike" (öyle bir ordu)
cümlesindeki "cünd" (ordu) kelimesinin sonunun tenvinli gelmesi,
onları azımsamak ve tahkir etmek içindir. "Mâ" harfinin buraya
getirilmesi de onların azlığını tekid içindir.
"İnne haza le şey'un ucâb",
"fe'l-yertekû fi'l-esbâb" ve "mehzûmun mi-ne'l-ahzâb"
ifadelerinin sonlarında, sözün güzelliğini, kıymet ve değerini artıran ahenk
bakımından bir uygunluk vardır.
[5]
"Sâd" Bu harfin manası şudur: Kuran, bu
Arap harflerinden mürekkeptir ve siz ey Araplar, bu harflerden cümle ve sözler
oluşturabüdiğiniz halde, Kur'an'la muarazaya ve onun gibi bir sözü ortaya
koymaya muktedir değilsiniz. Bu harf, bir meydan okumaya ve Kuranın icazına
dikkat çekildiğine delâlet etmektedir. Sure başlarında bulunan bu ve benzeri
harflerin başka anlamlarının bulunduğu da söylenmiştir.[6]
"Şanlı Kur'an'a andolsun ki" Burada Allah
Tealâ, Kur'an'a yemin etmektedir. Kur'an'a yemin etmede onun kadrinin
yüksekliğine ve mevkiinin yüceliğine dikkat çekme vardır. Burada geçen
"zi'z-zikr'in anlamı, "açıklamalı" veya "şeref ve şöhret
sahibi'dir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "O yol sana ve kavmine
bir şereftir ve yakında ona uyup uymadığınızdan sorulacaksınız" (Zuhruf,
43/44). Buradaki yeminin cevapı, müfessirler-den bir grubun görüşüne bakılırsa
mahzuftur. Takdirî ifade ise "O, elbette muciz bir kelamdır" veya
"İş, Mekke kâfirlerinin dediği gibi, ilâhların birden fazla olduğu
şeklinde değildir." tarzındadır.
"Küfredenler bir gurur ve tefrika
içindedirler." Yani bunda herhangi bir şüphe kesinlikle yoktur. Bilakis
Mekke'li müşrikler ve benzerleri, imandan yüz çevirmekte bir büyüklenme ve
ululanma, batıl ile izzetlenme içindedirler. Buradaki "izzet",
"galebe ve kahr" anlamlarına da gelir. "Şikâk:" tefrika ise
"ayrılık ve Allah ve Rasulüne düşmanlık" anlamındadır. "Biz
kendilerinden evvel nice" çok "ümmetleri helak ettik" Yani biz
onlardan önce geçmiş ümmetlerden -ki onlar bunlardan daha kuvvetli ve daha çok
mala sahip idiler- bir çoğunu helak ettik. "O zaman ne çığlıklar
kopardılar. Fakat artık kurtuluş zamanı değildi." Yani azap kendilerine
geldiği zaman çığlık attılar, yardım istediler. Oysa o vakit, kurtuluş, kaçış
ve selamete eriş vakti değildi. Bu, Mekke kâfirleri için Kur'an'ı inkâr
etmeleri ve büyüklenip ona muhalefette bulunmaları sebebiyle yapılmış bir
tehdittir.
"O kâfirler, içlerinden bir uyarıcı gelmesine
şaştılar." İçlerinden, kendilerini uyaran ve şayet küfürlerinde devam
edecek olurlarsa kendilerini cehennem azabıyla korkutan bir elçinin çıkmasını
garipsediler. Bu, Hz. Peygamber (s.a.)'dir. "Bu" dediler "bir
büyücü, bir yalancıdır." O kâfirler, beşer kudretinden çıkan mucizelere
şahit olunca böyle dediler. "O bütün tanrıları bir tek tanrı mı
yapmış?" Onları bir tek tanrı haline mi getirmiş? Hz. Peygamber (s.a.)
onlara "Allah'tan başka ilâh yoktur, deyin." dediği zaman kâfirler böyle
demişlerdi. Yani bütün mahlukâtm ilâhı nasıl bir tek ilâh olabilir? "Bu
cidden acaip bir şey." Buradaki "ucâb" kelimesi, "son
derece garip, şaşırtıcı" anlamındadır. Onların buna şaşırmalarının sebebi,
o dönemde her kabilenin ayrı bir ilâhı olmasıydı.
"Yürüyün" Birbirlerine, "İnancınızda
devam edin ve onun dinine girmeyin." dediler. "Tanrılarınıza bağlı
kalın." Onlara ibadette sebat edin. "Şüphesiz ki bu, arzu edilecek
olan birşeydir." Yani Muhammed (s.a.)'in, bizi tevhide davet etmekle
gerek bizim hakkımızda ve gerekse tanrılarımız hakkın da arzu ettiği bu şey,
bizim düşürülmek istendiğimiz bir zamane şüphesidir. O bununla bizim üstümüze
çıkmayı ve bizim de kendisine tabi olmamızı istiyor.
"Biz bunu diğer din de" bu din
Hıristiyanlıktır, "işitmedik. Bu, uydurmadan başka birşey değildir."
Muhammed (s.a.)'in uydurduğu bir yalan ve iftiradan başka birşey değildir.
"O uyarı aramızdan ona mı inmiştir?" Bu toplumun ileri gelenleri ve
eşrafı olan ve hem yaşça ondan büyük, hem de ondan daha şerefli bulunan bizler
dururken Kur'an ona mı inmiştir? "Hayır, onlar benim vahyimden şüphe
içindedirler." Yani Kur'an'dan veya va-hiyden şüphe içerisindedirler.
"Hayır, onlar benim azabımı henüz tatmadılar." Yani onlar benim
azabımı henüz tatmadılar. Onu tattıkları zaman şüpheleri ortadan kalkmış
olacaktır. Burada kastedilen şudur: Onlar, kendilerine azap dokununcaya kadar
o vahyi tasdik etmezler. Öyleyse vahyi tasdik etmeleri için azap kendilerine
gelsin.
"Azız" galip, "Vehhab" Nübüvveti
ve daha başka şeyleri insanlara bahşeden "Rabbinin rahmet
hazineleri" Rabbi'nin nimetlerinin anahtarları "onların yanında
mı" ki o nimetleri diledikleri kimselere versinler! "Öyle ise
sebeplerine yapışarak göğe yükselsinler." Merdivenler ve kendilerini göğe
yükseltip Arş üzerine hakim olmalarını sağlayacak araçlar vasıtasıyla
yükselsinler de istedikleri şekilde hükümlerini yürütsünler! "Öyle bir ordu"
kâfirlerden oluşmuş hakir bir ordudur. "Derme-çatma kabilelerden
oluşmuş... hezimete uğratılmış" bu iki özellik, az önce geçen
"ordu"ya ait iki sıfattır. Onlar, senden önce peygamberler üzerine
güruh güruh toplanmış mağluplardır. Sonunda kahredilmiş, helak olmuşlardır.
Tıpkı onlar gibi Mekke müşriklerini de helak edeceğiz.
[7]
"O bütün tanrıları bir tek tanrı mı yapmış? Bu,
cidden acaip birşey." (5.ayet) ayetinin nüzul sebebiyle ilgili olarak İmam
Ahmed, Tirmizi, Ne-sâî ve Hâkim -ki Hâkim bu rivayeti sahihlemiştir de- İbni
Abbas (r.a.)'dan şöyle rivayet etmişlerdir: "Ebû Tâlib hastalanmıştı.
Bunun üzerine Kureyş onun yanına geldi. Hz. Peygamber (s.a.) de oraya geldi.
Orada bulunan Ku-reyş'liler Hz. Peygamber (s.a.)'i Ebû Tâlib'e şikâyet ettiler.
Bunun üzerine Ebû Tâlib, Hz. Peygamber (s.a.)'e şöyle dedi: "Ey kardeşimin
oğlu! Kavminden ne istiyorsun? Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu:
"Onlardan, Arapların kendilerine inanıp bağlanacağı ve Arap olmayanların
da kendilerine cizye verecekleri bir kelimeyi, bir tek kelimeyi söylemelerini
istiyorum." Ebû Tâlib, "Nedir o?" diye sorunca Hz. Peygamber
(s.a.) "Lâ ilahe illal-lâh'tır." buyurdu. Oradakiler, "Bir tek
ilâh mı? Bu çok acaip birşey!" dediler. Bunun üzerine "Sâd, şanlı
Kur'an a andolsun ki" ayetinden itibaren "Hayır, onlar benim azabımı
henüz tatmadılar." ayetine kadar olan kısım nazil oldu.
[8]
"Sâd, şanlı Kur'an a andolsun ki." Bu sure
de, diğer benzerleri gibi Kur'an'm i'caz yönüne dikkat çekmek ve muhatabın
ileride gelecek olan ayetlere dikkat etmesini sağlamak maksadıyla bir tenbih
olarak böyle bir harfle başlamıştır. Burada, kulların ihtiyaç duyduğu, sahih ve
sabit akaid esasları, insan hayatını tanzim eden hükümler ve kanunlar, vaaad ve
tehdit gibi dinî ve dünyevî bütün hususları ihtiva eden beyan sahibi Kur'an'a
yemin edilmiştir. O Kur'an aynı zamanda şeref, şöhret ve yüce bir mevki
sahibidir de. Burada onun, Allah Tealâ'dan gelmiş olan muciz bir kelâm olduğuna,
Hz. Muhammed (s.a.)'in, Alemlerin Rabbi tarafından bütün insanlığa görevli
olduğunu bildiren nübüvvet ve risalet iddiasında sadık bulunduğuna yemin
edilmektedir. Kur'an aynı zamanda bir öğüttür de. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmuştur: "Andolsun size, içinde zikriniz bulunan bir Kitab
indirdik." (Enbiyâ, 21/10). Buradaki "zikriniz" ifadesi,
"muhtaç olduğunuz öğüt" anlamındadır.
Müşriklerin küfrünün sebebi şudur:
"Küfredenler, bir gurur ve tefrika
içindedirler." Yani bu Kur'an, öğüt almayı bilenler için bir öğüt ve
ibret almayı bilenler için bir ibrettir. Ancak kâfirler ondan faydalanmazlar.
Çünkü onlar Kur'an karşısında bir büyük-lenme içindedirler ve kendilerini hakka
uymaktan müstağni görürler; Allah ve Rasulüne muhalefet ederler ve bu
muhalefetlerinde inatçılık, büyüklük taslama ve hırs içindedirler.
Bundan sonra Yüce Allah o müşrikleri, kendilerinden
önce yaşamış olan ve peygamberleri yalanlayan ümmetlerin helak olmasına
sebebiyet veren şeyle korkutmakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Biz kendilerinden evvel nice ümmetleri helak
ettik. O zaman ne çığlıklar kopardılar. Fakat artık kurtuluş zamanı
değildi." Yani biz onlardan önce yaşamış olan birçok ümmeti, elçilere
muhalefet etmeleri ve gökten indirilen kitapları yalanlamaları sebebiyle helak
ettik. Azap kendilerine geldiği zaman onlar Allah Tealâ'dan himaye ve yardım
istemişlerdi. Ancak kendilerine herhangi bir yardım yapılmadı. Çünkü artık
zaman, kurtuluş ve azaptan kaçış zamanı değildi. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Azabımızı hissettikleri zaman onlar derhal oradan kaçmak
için hayvanlarını mahmuzluyorlardı. Boşuna kaçmayın, bol bol verilip içinde
şımartıldı-ğınız nimetlere ve yurtlarınıza dönün. Çünkü sorguya
çekileceksiniz." (Enbiyâ, 21/12-13). Buradaki "yerkedûne"
kelimesi "korkup kaçmak, uzaklaşmak" anlamındadır. Yine Yüce Allah
şöyle buyuruyor: "Nihayet varlıklılarını azap ile yakaladığımız zaman
hemen feryada başlarlar." (Müminûn, 23/64).
"O kâfirler içlerinden bir uyarıcı gelmesine
şaştılar. "Bu" dediler, "bir büyücü, bir yalancıdır." Yani
müşrikler, Hz. Peygamber (s.a.)'in, içlerinden birisi, bir beşer olduğu halde
elçi, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gelmesine hayret ettiler. Kâfirler Onun
şaşırtıcı mucizelerini gördükleri zaman, "Bu, bir sihirbaz, aldatıcı ve
peygamberlik iddiasında ve onu Allah'tan vahiyle aldığı yolundaki nisbetinde
yalancı birisidir." dediler.
Bu ayet-i kerimenin bir benzeri, Yüce Allah'ın şu
kavl-i ilâhisidir: "İçlerinden bir adama, "İnsanları uyar ve inananlara,
Rabb 'leri katında kendileri için güzel bir ecir ve saadet bulunduğunu
müjdele." diye vahyetmemiz insanlara tuhaf mı geldi? Kâfirler, "Bu,
apaçık bir büyücüdür." dediler." (Yûnus, 10/2).
Bu ayette, müşriklerin kuvvetli ve tefrika çıkaran,
Hz. Peygamber (s.a.)'i de herhangi bir hüccet ve burhana dayanmaksızın, kendi
hasetleri dolayısıyla ve kendileri içinden ileri gelen liderlerden birisinin
peygamber olmasını arzulamaları sebebiyle yalanlayan kimseler olduğuna delâlet
vardır. Ancak onlar, Hz. Peygamber (s.a.)'i sihirbazlık ve yalancılıkla suçlamaktan
daha ucuz bir töhmet bulamamışlardı.
Daha sonra Allah Tealâ, onların, Hz. Peygamber
(s.a.)'i yalancılıkla vasfetmelerine sebebiyet veren üç şüpheden bahsetmiştir.
Bunlardan birincisi, uluhiyyet veya tevhide ilişkin, ikincisi peygamberliğe,
üçüncüsü de ahiret hayatına ilişkindir. Bu şüphelerden ilk ikisi burada
zikredilmiştir. Üçüncüsü ise ileride gelecek olan "Dediler ki:
"Rabbimiz! Bizim azap payımızı hesap gününden önce, hemen ver."
ayetinde dile getirilmektedir. Şimdi bu noktaları biraz açalım:
1- Allah
Tealâ'nın birliği (Tevhid): "O, bütün tanrıları bir tek tanrı mı yapmış?
Bu cidden acaip birşey." Yani ilâhları bir tek ilâh haline getirip
ulû-hiyyeti sadece Allah Tealâ'ya mahsus mu kılıyor? Bu, muhakkak ki son derece
şaşılacak bir şeydir. Müşriklerin buna şaşırmalarının sebebi, o dönemde her
kabilenin bir tanrısı bulunmasıydı. Müşrikler şöyle diyorlardı: "Biz
onlara, bizi derece olarak Allah'a yaklaştırmaları için kulluk ediyoruz. Allah
onlara bu mevkiyi vermiştir. O halde bizim onlara ibadet etmemizin ne mahzuru
olabilir?" Bu mantıkla düşündükleri için, birden fazla tanrı inancından
oluşan inanç sistemini kaldıran birisinin bu tavrının şaşılacak birşey
olduğunu iddia edip, babalarının daha akıllı kimseler olduğunu ve sayıca daha
fazla olduklarını, dolayısıyla onların batıla sapmış cahil kimseler olduğunu,
buna karşılık Hz. Muhammed (s.a.)'in tek başına hakkı dile getirdiğini ve
doğruyu söylediğini düşünmenin aklen mümkün olamayacağını söylediler. İşte bu,
mücerret kör taklit, ne aklî, ne de naklî herhangi bir delile dayanmayan,
eskilerden miras kalmış inançtan başka bir şey değildir.
Bu ayet-i kerimenin nüzul sebebi, daha önce de
zikredildiği gibi, Tirmi-zi ve daha başkalarının, diğer bir lafızla İbni Abbas
(r.a.)'dan rivayet ettikleri şu hadisedir: "Ebu Talib hastalanmıştı.
Kureyş kendisini ziyarete geldi. Hz. Peygamber (s.a.) de onun yanma gelmişti.
Ebu Talib'in başucunda bir kişinin oturacağı kadar yer vardı. Ebu Cehil Hz.
Peygamber (s.a.)'in orada oturmasını engellemeye yeltendi. Sonra Hz. Peygamber
(s.a.)'i Ebu Talib'e şikâyet ettiler. O da şöyle dedi: "Ey kardeşimin
oğlu! Kavminden ne istiyorsun?" Hz. Peygamber (s.a.) şöyle karşılık
verdi: "Ey amca! Ben onlardan sadece, sayesinde Arapların kendilerine
boyun eğeceği ve Arap olmayanların da kendilerine cizye ödeyeceği bir kelimeyi
söylemelerini istiyorum." Ebu Talib, "Nedir o?" diye sordu. Hz.
Peygamber (s.a.) "Lâ ilahe illallâh'tır" dedi.
Orada bulunan Kureyşliler, "O, bütün tanrıları
bir tek tanrı mı yapmış" dediler. Bunun üzerine "Sâd, şanlı Kur'an'a
andolsun ki, küfredenler bir gurur ve tefrika içindedirler." diye
başlayan ayetlerden, "Bu, uydurmadan başka bir şey değildir" ayetine
kadar olan kısım nazil oldu."[9]
Bu rivayeti İbni Ebî Hatim ve İbni Cerir de değişik
bir lafızla Süd-dî'den rivayet etmişlerdir.
Bir diğer rivayette de şöyle gelmiştir: "Ömer b.
Hattâb (r.a.) müslü-man olunca bu olay Kureyşli müşriklere ağır geldi. Toplanıp
Ebû Tâlib'e gittiler ve "Bizimle kardeşinin oğlu arasında hüküm ver."
dediler. Bunun üzerine Ebu Talib Hz. Peygamber (s.a.)'e haber göndererek
çağırttı ve "Ey kardeşimin oğlu! Bunlar senin kavmin. Senden adalet
istiyorlar. Öyleyse sen de kavminden büsbütün yan çevirme." dedi. Hz. Peygamber
(s.a.), "Benden ne istiyorlar?" diye sordu. Müşrikler, "Sen
bizimle ve ilâhlarımızla uğraşmayı bırak, biz de seni ve ilâhını
bırakalım." dediler. Hz. Peygamber (s.a.), "Arapları hakimiyetinize
almanızı sağlayacak ve Arap olmayanları da size bağlayacak bir sözü söyler
misiniz?" diye sordu. Ebu Cehil, "Baban aşkına! Hem o kelimeyi, hem
de onun on mislini söyleriz." karşılığını verdi. Hz. Peygamber (s.a.),
"Allah'tan başka ilâh yoktur deyin." buyurdu. Onlar-sa bundan kaçınıp
kalktılar ve "Bütün tanrıları tek bir tanrı mı yapmış?" Bütün bir
mahlukâta bir tek ilâh nasıl yeterli olur?" dediler. Bunun üzerine Allah
Tealâ bu ayetleri, "Onlardan önce de Nuh kavmi... yalanlamıştı"
ayetine kadar inzal buyurdu.
"Onların elebaşlarından bir güruh,
"Yürüyün, tanrılarınıza bağlı kalın. Şüphesiz ki bu, arzu edilecek olan
birşeydir." diyerek kalkıp gitmiştir." Yani Ebu Talib'in meclisinde
bulunan Kureyş ileri gelenleri, "Üzerinde bulunduğunuz yolda devam edin,
ilâhlarınıza kullukta sebat gösterin ve buna sabredin. O ilâhlardan dönmek şüphesiz
ki büyük bir iştir ve Muhammed de, bize galebe çalmak ve bizim kendisine tabi
olmamız, böylece aramızda dilediği gibi hükmünü yürütmek için bunu
istemektedir. " diyerek kalkıp gittiler.
2-
Hristiyanlıkta tevhid inancının bulunmaması: "Biz bunu diğer dinde
işitmedik. Bu, uydurmadan başka birşey değildir." Biz, Allah'ın birliğine
çağıran bu daveti diğer dinde -ki bu din Hıristiyanlıktır- işitmedik. Bu, hiçbir gerçek yönü bulunmayan bir yalan
ve iftiradan başka birşey değildir. Bunun herhangi bir vahiy ve semavî dinden
dayanağı bulunmadığı gibi, sahih ve sağlam aklî gerçeklerle de bağdaşır yanı
yoktur. Bunlar müşriklerin iddialarıdır ve bu iddialar doğrultusunda
kendilerine Hz. Peygamber (s.a.)'in tevhid inancına davetinin batıl olması
gerekir!
3-
Peygamberliğin Hz. Muhammed (s.a.)'e tahsis edilmesi: "O uyarı aramızdan
ona mı indirilmiş?" Bu, inkâr mahiyetinde bir sorudur. Yani bu toplumun
ileri gelenleri bizler olduğumuz halde Kur'an bize değil de Mu-hammed'e nasıl
indirilir? Bu imkânsız bir şeydir. Nitekim bir diğer ayet-i kerimede onların
şöyle dedikleri anlatılır: "Ve dediler ki: "Bu Kur'an, iki kentten
büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf, 43/31). Yüce Allah ise
şöyle buyurarak onları reddetmiştir: "Rabb'inin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar?
Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz taksim ettik ve onlardan
kimini ötekine derecelerle üstün kıldık." (Zuhruf, 43/32).
Onların, cehaletleri ve akıllarının kıt olması
dolayısıyla bunu imkânsız görmelerinin sebebi Kur'an konusundaki şüpheleri ve
peygamberliği çe-kememeleridir.
"Hayır onlar benim vahyimden şüphe içindedirler.
Hayır onlar benim azabımı henüz tatmadılar." Yani, hayır! Hakikat şudur
ki, onlar Kur'an'-dan veya vahiyden şüphe içindedirler. Hayır! Onların şüpheye
düşmelerinin ve düşünüp akıl yürütmeyi terketmelerinin sebebi, azabımı
tatmamış olmalarıdır. Onu tattıkları zaman Kuranı tasdik ederler, şüpheleri
ortadan kalkar ve hasedi bırakırlar.
Daha sonra Allah Tealâ, müşriklerin Hz. Muhammed
(s.a.)'in peygam-berleğini imkânsız görmelerini reddetmekte ve onun içlerinden
en şerefli olana verildiğini şu şekilde beyan buyurmaktadır:
"Yoksa daima üstün olan, çok lütufta bulunan
Rabb'inin rahmet hazineleri onların yanında mı?" Hayır! Onlar kuvvet
sahibi ve galib olan, bağışta bulunan, ihsan eden ve atiyyeleri bol olan
Rabb'inin nimetlerinin anahtarlarına malik midirler ki peygamberlik nimetini
diledikleri kimseye versinler? Nitekim bir başka ayet-i kerimede de şöyle
buyurulmaktadır: "De ki: "Eğer Rabb'imin rahmet hazinelerine siz
sahip olsaydınız, sarfet-mekle tükenir korkusuyla onu tutar, kimseye birşey
vermezdiniz. Hakikaten insan çok cimridir." (İsrâ, 17/100).
Daha sonra Yüce Allah, inkâr ve azarlamanın
derecesini arttırarak şöyle buyurmaktadır:
"Yoksa göklerin, yerin ve ikisi arasında
bulunanların mülkü onların mı? Öyle ise sebeplerine yapışarak göğe
yükselsinler." Hayır! Onlar göklerin, yerin ve bu ikisi arasındaki
mahlukâtın ve alemlerin sahibi midirler? Farz-ı muhal, onlar bütün bunların
sahibi iseler, kendilerini göğe ulaştıracak araçlar vasıtasıyla yükselsinler
de böylece dilediklerini ihsar edip, dilediklerini engellesinler ve bu alemi
canlarının istediği şekilde idare etsinler bakalım!
Bundan sonra Yüce Allah onları kuvvet azlığı ve
hakirlikle tavsif etmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Onlar derme-çatma
kabilelerden oluşmuş öyle bir ordudur ki, işte surda hezimete
uğratılmışlardır." Yani onlar, şurada, Hz. Muhammed (s.a.)'in
peygamberliğine dil uzattıkları ve müminler aleyhine gurup gurup toplandıkları
şu yerde mağlup edilmiş bir ordudan başka birşey değildirler. Bu ayet, Yüce
Allah'ın şu kavl-i ilâhisi gibidir: "Yoksa "Biz muzaffer bir topluluğuz.
" mu diyorlar? O topluluk bozulacak ve geriye dönüp kaçacaklardır. Hayır,
buluşma zamanları, o uyarıldıkları saattir. O saat cidden çok feci ve
acıdır." (Kamer, 54/44-46). Bu, Yüce Allah'ın, peygamberini zafere
ulaştıracağına ve galibiyetin onun olacağına dair vaadidir.
[10]
Bu ayetler, aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Allah
Tealâ, Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberliğinin doğruluğuna ve onun, Allah Tealâ
tarafından insanlığın tümüne gönderilmiş bir elçi olduğuna şeref, şöhret ve
izzet sahibi Kur'an üzerine yemin etmektedir.
2- Kureyş
kâfirlerinin, Hz. Peygamber (s.a.)'in risaletine imandan yüz çevirmelerinin
sebebi, kibir ve gurur göstererek, kendilerini hakka tabi olmaktan yüksek
görmeleri; Allah Tealâ'ya ve Rasulüne muhalefetleri, düşmanlıkları ve açıkça
onların karşısında yer almalarıdır.
3- Yüce
Allah onları, kendilerinden daha inatçı, daha kuvvetli ve gerek mal, gerekse
evlât bakımından kendilerinden daha üstün olan geçmiş ümmetlerin helak
edildiği gibi -ki onlar ilâhi azaba uğradıklarında imdat istemiş ve tevbe
etmişlerdi; ancak o zaman, tevbenin ve güzel amelin hiçbir fayda vermeyeceği
bir zamandı- helake maruz olmaktan sakındırıp uyarmaktadır.
4- Kureyş
kâfirleri, cehaletleri sebebiyle aralarından kendileri gibi bir beşerin
peygamber olarak gelmesine şaşırmışlar; Ondan yüz çevirmek için geçerli bir
sebep ve delil ortaya koyamamışlar, sadece "O bir büyücü ve yalancıdır."
diyebilmişlerdir.
5- Kâfirler, Hz. Peygamber (s.a.)'in kendilerini
tevhide çağırmasını ve ilâhları bir tek ilâh kılmasını son derece
garipsemişlerdi.
6- O kâfirler,
putperestliklerinde ısrarlı olduklarını ilân etmekten başka bir yol
bulamamışlar ve onların ileri gelenleri, kendilerine uyanlara şöyle demişlerdi:
"İnancınızda devam edin, Muhammed'in dinine girmeyin ve her kabile,
kendine mahsus tanrısına kullukta sabit kadem olsun. Muhammed, ileri sürdüğü
iddialarla kendisine boyun eğmemizi bekliyor, bizim üzerimize çıkıp bize hakim
olmak istiyor. Bizim kendisine tabi olmamızı arzu ediyor ki, aramızda dilediği
gibi hükmünü yürütebilsin. Şu halde ona itaat etmekten sakının!"
7- Onlar,
putperestliklerini, dinlerin sonuncusu ile desteklemişlerdir. Bu din,
Hristiyanlıktır. Zira Hristiyanlar, Allah Tealâ'nm yanında başka ilâhlara da
inanmaktadırlar ve tek bir ilâh bulunduğu iddiası onlara göre yalan, iftira,
düzmece ve örneği görülmemiş bir icattır.
8- Müşriklerin
mantıkları kibir ve büyüklenme üzerine kurulu olduğu için aynı zamanda
peygamberliğin, kendilerine değil de Kur'an'ın ve vahyin kalbine inmesi
suretiyle Hz. Muhammed (s.a.)'e verilmesi onları inkâra sürüklemiştir. Onlara
göre kendileri peygamberliğe ondan daha müstehak-tırlar. Çünkü o toplumun ileri
gelenleri kendileridir.
9- Onların
gerçek durumu şudur: Onlar Allah Tealâ'nın peygamberine indirmiş olduğu
vahiyden şüphe içindedirler. Acaba o gerçekten Allah Te-alâ'dan vahiy alıyor
mu, yoksa söyledikleri kendi uydurdukları mıdır? Onlar uzun zaman böylece
gaflet içinde debelenmişlerdir. Şayet onlar şirkleri yüzünden Allah Tealâ'nın
azabını tatmış olsalardı, elbette
şüpheleri zail olurdu. Ancak o zaman da iman
etmenin herhangi bir faydası olmaz.
10- Söz
konusu müşriklerin içinde bulundukları hayret verici durum şudur: Onlar Allah
Tealâ'nın nimet hazinelerinin anahtarlarına mı sahiptirler ki, Hz. Muhammed
(s.a.)'i, Allah Tealâ'nın kendisine ihsan ettiği peygamberlikten men
ediyorlar? Doğrusu nimetlerin sahibi Allah Tealâ'dır ve O, nimetini dilediği
kişiye gönderir. Çünkü göklerin ve yerin hazineleri O'nundur.
Ve yine o müşrikler gök ve yer alemi ile bu ikisi
arasındaki mahlukâ-tın sahibi midirler? Eğer onlar bunu iddia ediyorlarsa,
meleklerin Hz. Muhammed (s.a.)'e vahiy indirmesine mani olsunlar bakalım!
11- O kâfirler,
derme-çatma kabilelerden oluşmuş ve Hz. Muhammed (s.a.)'i öldürmeyi
planladıkları yerde -ki o yer Mekke'dir- kendileri hezimete uğratılmış bir
ordudan başka bir şey değildir. Sonuçta kendileri zelil olmuşlardır ve onların
elinde ne herhangi bir hüccetleri, ne de Allah Tealâ'nın tasarrufunun ve
mülkünün üzerinde hükümranlık sahibi olacak ve böylece insanlar arasında
diledikleri gibi hükmedecek kudretleri vardır.
Bu, Hz. Peygamber (s.a.) için bir teselli, bir zafer
ve galebe vaadi, müşrikler için ise bir hezimettir ki bu gerçek, Bedir günü
tahakkuk etmiştir. Razi ise "Bana göre en doğrusu bunun Mekke'nin
fethedildiği güne hamledilmesidir." demiştir.
[11]
12- Onlardan önce Nuh kavmi, Ad kavmi ve kazıklar
sahibi Firavun da yalanlamıştı.
13- Semud kavmi, Lût kavmi ve ke halkı da. İşte o
halklar!
I4-Hepsi elçileri yalanladılar da bu yüzden benim
cezam onlara hak oldu.
15- Bunlar da iki sağım aralığı kadar bile
gecikmeyecek bir tek say.
hadanba?kasımg°zetmiy«r-
16-Dediler ki: "Ey Rabbimiz! Bizim azap payımızı
hesap gününden önce, hemen ver."
"Kazıklar sahibi Firavun" ifadesinde kinayeli
bir istiare vardır. Burada mülk ve saltanat, yere sağlamca tespit edilmiş ve
rüzgârların uçurmasını engellemek için ipleri kazıklara bağlanmış bir çadıra
benzetilmiştir.
[12]
"Kazıklar sahibi." Burakaki
"veted" kelimesi, ip ve benzeri birşeyle kendisine eşya tutturulmak
için yere veya duvara çakılan şeydir. Burada bu ibareden kasıt, "sağlam
mülk, muhkem bina ve sabit-değişmez hüküm sahibi"dir.
"Eyke" Çok ve sık ağaçlı yerdir. Eyke halkı
ise Hz. Şuayb (a.s.)'in kavmidir.
"Hepsi" Yani o kavimlerin ve aşiretlerin
her biri "elçileri yalanladılar." Yani onlardan hiçbiri yoktu ki,
kendisinden peygamberleri yalanlama tavrı vaki olmasın. Burada "elçi"
kelimesinin çoğul olarak gelmesinin sebebi, o kavimlerin, elçilerden birisini
yalanlamakla tümünü yalanlamış olmasıdır. Çünkü peygamberlerin daveti birdir ve
o da Tevhide davettir. "Bu yüzden benim cezam onlara hak oldu." Yani
-her ne kadar tehir edilmiş olsa da-peygamberleri yalanladıkları için benim
azabım onlara gelecektir.
"Bunlar da" Yani Mekke kâfirleri de
"bir tek sayhadan" kendilerine azap getirecek olan kıyamet günü
nefhasmdan "başkasını gözetmiyor." yani o sayhayı bekliyor.
"İki sağım aralığı" Buradaki kelime
"fevâk" ve "fuvâk" tarzında okunur; bir miktar beklemek,
durmak anlamındadır. Bu miktar, dişi devenin sütünün sağıldığı veya yavrusu
tarafından emildiği iki vakit arası kadar miktardır ki, bu süre, sütün memede
toplanması için bırakılır.[13] Ya
da bu kelime rücu etmek ve geri dönmek anlamına gelir. Zira deve bir kere sağıldıktan
kısa bir zaman sonra memeye tekrar süt gelir. Buna göre bu ayetin anlamı şöyle
olur: O sayha geldiği zaman devenin iki sağımı aralığı kadar bile beklemez.
Beyhakî'nin Hz. Enes (r.a.)'den rivayet ettiği zayıf bir hadiste şöyle
gelmiştir: "Hasta ziyaretinin süresi, iki sağım aralığı kadardır."
Mekke kâfirleri alay ederek "dediler ki:
"Ey Rabbimiz! Bizim azap payımızı..." Yani bizi kendisiyle tehdit
ettiğin azaptan payımıza düşeni veya amel defterimizi "hesap günümüzden
önce hemen ver." Onların, azabın hemen verilmesini istemeleri, alaycı
tavırlarının bir yansımasıdır.
[14]
Kendilerine azap inmediği için müşriklerin düşünüp
akıllarını kullanmakta tembellik gösterdiklerini açıkladıktan sonra Yüce
Allah, diğer peygamberlerin kavimlerinin de aynı tavrı gösterdiğini ve
neticede kendilerine azap indiğini beyan buyurmaktadır. Burada geçmiş
kavimlerinin durumundan bahsedilmesindeki maksat, üzerlerine azap ineceğini
haber veren Hz. Peygamber (s.a.)'i yalanlayan Mekke kâfirlerini korkutmaktır.
[15]
Yüce Allah bu ayet-i kerimelerde, geçmiş ümmetler
döneminde yaşayan ve peygamberleri yalanlayan kâfirlerden altı sınıfı
zikretmektedir ki bu altı sınıf şunlardır:
1-3-
"Onlardan önce Nuh kavmi, Âd kavmi ve kazıklar sahibi Firavun da yalanlamıştı."
Yani Kureyş'ten önce peygamberleri Nuh kavmi ve Ad kavmi ile güç kuvvet sahibi
Firavun ve kavmi de yalanlamıştı.
Hz. Nuh'un (a.s.) kavmi kendisini yalanlamış ve
kendisine çeşitli eziyetler yaparak alay etmişler, O'nun bir mecnun olduğunu
söylemişlerdi. Yüce Allah da onları, üzerlerine tufan göndermek ve kendilerini
suda boğmak suretiyle helak etti, Hz. Nuh ve kendisine inananları da kurtardı.
Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Onlardan önce Nuh'un kavmi de
yalanlamıştı. Onlar kulumuzu yalancı saymakta ısrar ettiler. "Mecnun"
dediler. O, davetten cebren vazgeçirilmişti. Nihayet o da Rabbine, "Ben
hakikaten mağlûbum. Artık intikam al!" diye dua etti. Bunun üzerine biz
de şarıl şarıl boşalan bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeri de kaynaklar
halinde fışkırttık, her iki su, takdir edilmiş bir işin olması için birleşti.
Nuh'u da tahtalar ve çivilerde yapılmış gemi) üzerinde taşıdık. Kendisine karşı
nankörlük edilen kulumuza bir mükâfat olmak üzere gemi, gözlerimizin önünde
akıp gidiyordu. " (Kamer, 54/9-14).
Hz. Hûd (a.s.)'un kavmi olan Âd'a gelince, bu kavim
de Hûd (a.s.)'u yalanlamıştı. Yüce Allah da onları şiddetli bir rüzgârla helak
etti. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Ad kavmi ise uğultulu
azgın bir kasırga ile helak edildiler. Allah onu, yedi gece sekiz gün ardı
ardına onların üzerine musallat etti. O kavmi orada, içi boş hurma kütükleri
gibi serilmiş görürsün." (Hakka, 69/6-7).
Kuvvetli ve sağlam hüküm sahibi azgın zorba Firavun'a
ise Yüce Allah, Hz. Musa (a.s.)'ya, beraberinde Hz. Harun olmak üzere dokuz
mucize göndermişti. Firavun yine yalanlayıp karşı geldi. Bunun üzerine Allah Tealâ
onu suda boğmak suretiyle helak etti, Hz. Musa ve mümin olan kavmi ise
kurtuldu. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Musa'nın haberi sana
geldi mi? Hani Rabbi ona Kutsal Vadi "Tuva'da şöyle nida etmişti:
"Firavuna git, çünkü o azdı. De ki: "Arınmağa gönlün var mı?"
Seni Rab-b'inin yoluna ileteyim de O'ndan korkasın." (Musa gitti, tebliğ
etti) ona en büyük mucizeyi gösterdi. Fakat o yalanladı, karşı geldi. Sonra
sırtını döndü. (Musa'nın getirdiklerini iptal etmek için) çalışmaya koyuldu.
(Adamlarını) topladı. (Onlara) şöyle bağırdı: "İşte ben sizin en yüce
rabbinizim!" Bunun üzerine Allah onu hem ahiret, hem de dünya azabıyla
yakaladı. Şüphesiz bunda, korkacak kimse için kat'l bir ibret vardır."
(Nâzi'ât, 79/15-26), "Sizin için denizi yarmıştık, sizi kurtarmış ve
Firavun ailesini boğmuştuk, siz de bunu görüyordunuz." (Bakara, 2/50).
4-6- "Semud kavmi, Lût kavmi ve Eyke halkı
da." Yani Hz. Salih (a.s.)'in kavmi olan Semûd kavmi, Lût kavmi ve Eyke
(sık ağıçlı yer) halkı da yalanlamıştı. Oysa işte o partiler! Yani ey
Peygamber! Tıpkı hizipler halinde senin üzerine toplanan kimseler gibi onlar
da kuvvet ve çoklukla tavsif edilmişlerdi.
Salih (a.s.)'in kavmi olan Semud, onu yalanlamış ve
mucize dişi deveyi boğazlanmışlardı. Bunun üzerine Yüce Allah da onları bir
sayha (korkunç ses) veya yıldırım ile helak etti; hayvan ağılına konan kuru
çalı-çırpı ve otlar gibi oluverdiler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Semûd da uyarıları yalanladı. "Bizden bir insana mı uyacağız? O
takdirde birz apaçık bir sapıklık ve çılgınlık içine düşmüş oluruz"
dediler... Biz onların üzerine bir tek sayha gönderdik de hayvan ağılına konan
kuru çalı-çırpı ve otlar gibi oluverdiler." (Kamer, 45/23-31).
Hz. Lût (a.s.) kavmine gelince, onlar da yalanladılar
ve bu sebeple yerin dibine batırılmak veya zelzeleye uğratılmak suretiyle
helak edildiler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Lût'un kavmi de
uyarıları yalanladı. Biz de üstlerine (taşlar savuran) bir fırtına gönderdik.
Yalnız Lût ailesini seher vakti kurtardık." (Kamer, 54/33-34).
Eyke (yani sık ve birbirine girmiş ağaçlı yer)
halkına gelince, bunlar Hz. Şu'ayb (a.s.)'in kavmi idi. Kendisini yalanladılar
ve bu sebeple gölge gününün azabıyla helak oldular. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Gerçekten Eyke halkı da zalim kimselerdi. Onlardan da
öcümüzü aldık. Her ikisi de halâ (yol üzerinde, gözler) ön(ün)de apaçık
durmaktadır." (Hicr, 15/78-79), "Onu yalanladılar, nihayet o gölge
gününün azabı kendilerini yakaladı. Gerçekten o, büyük bir günün azabı
idi." (Şu'arâ, 26/289).
Bunların helak edilmelerinin sebebi, peygamberleri
yalanlamaları idi. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurur:
"Hepsi elçileri yalanladılar da bu yüzden benim
cezam onlara hak oldu." Yani o geçmiş kavimlerden hiçbirisi yoktu ki
peygamberleri yalanlamış olmasın. Bu yüzden de Allah Tealâ'nın cezası onlara
hak olmuştur. Bu cezalar, onların suçlarına uygun karşılıklardır. Burada
anlatılmak istenen şudur: Onların helak edilmelerinin sebebi, peygamberleri
yalanlamalarıdır. Öyleyse muhataplar bundan alabildiğince sakınsınlar. Bu
söylediğimiz husus, şu ayette dile getirilmektedir:
"Bunlar da iki sağım aralığı kadar bile
gecikmeyecek bir tek sayhadan başkasını gözetmiyor." Yani Kureyş kâfirleri
de, Sûr'a ikinci üfürüş olan kıyamet üfürüşü ile gelecek cezadan başkasını
beklemiyor. Bu üfürüş,'korkutucu bir üfürüştür ki Yüce Allah, İsrafil (a.s.)'e
bunu uzun tutmasını emreder ve neticede Allah Tealâ'nın istisna ettikleri
dışında yer ve gök ehlinden olup da bu üfürüşten korkmayan kimse kalmaz. Bu
sayha, iki sağım aralığı kadar bile gecikmez. Yani bu sayha beklemez, ara
vermez ve rahat bırakmaz.
Söz konusu üfürüş, iki sağım aralığı kadar bile durmaz.
Buradaki "iki sağım aralığı," Dişi devenin memesinde (biraz
bekledikten sonra biriken) sütün iki sağımı arası kadar geçen zamandır.
Burada anlatılmak istenen şudur: Onlarla Yüce
Allah'ın kendilerine hazırladığı cehennem azabının onlara ulaşması arasında,
Sûr'a ikinci kere üflenmesindan başka bir şey yoktur. Onlara vaad edilen azabın
zamanı geldiğinde, artık onun gecikmesi kesinlikle söz konusu değildir. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar sadece korkunç bir sesten başkasını
gözetmezler. O, çekişip dururlarken kendilerini ansızın yakalar. İşte o zaman
onlar bir vasiyette bile bulunamazlar. Hatta o vakit ailelerine dahi dönecek
halde değildirler." (Yâ-sîn, 36/49)50). Bu ayetler, kıyametin ve ölümün
yakınlığını da haber vermektedirler.
Daha sonra Yüce Allah, kâfirlerin peygamberleri
yalanlamasına sebep olan üçüncü şüpheyi[16]
zikretmektedir. Bu şüphe, ahiret hayatıyla ilgilidir. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Dediler ki: "Ey Rabbimiz! Bizim azap
payımızı hesap gününden önce, hemen ver." Yani müşrikler, öldükten sonra
dirilme, hesap ve ceza sözcüklerini duyunca alay edip eğlenerek şöyle dediler:
Rabbimiz! Bize vaad ettiğin azaptan payımıza düşeni derhal ver, kıyamet gününe
erteleme. Bu, Allah Tealâ'nm, müşriklerin kendi aleyhlerine istekte bulunmalarını
kmaması-dır. Nitekim onlar şöyle de demişlerdir: "Allah'ım! Eğer bu, senin
katından gelmiş hakkın kendisi ise, durma bizim üstümüze gökten taş yağdır.
Yahut bize acıklı bir azap getir." (Enfâl, 8/32).
Bu sözün sahibi hakkında Yüce Allah'ın "İsteyen
biri, inecek azabı istedi." (Me'âric, 70/1) buyurduğu Nadr b. Haris veya
Ebû Cehü'dir. Diğerleri de bu söze katılmışlardır.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurarak peygamberine,
müşriklerin eziyetlerine ve sefahetlerine sabretmesini emir buyurmaktadır:
"Onlar ne derlerse sabret." Yani müşrik olan kavminin eziyetlerine
sabret. Zira onlar neticede mağlûp edilmiş zelil kimselerdir. Sana da sabrına
karşılık zafer, yardım ve hoşnut olunacak bir akıbeti müjdeliyoruz.
[17]
Bu ayetler, sahibinde kibir ve büyüklenme duygusu
bırakmayan selim insanî hislere sahip kimselere tesir eden etkili birer ibret
levhası ve beliğ birer nasihattir. Bunlardan en büyük ibret ise Mekke
kâfirlerinin görüp müşahede ettikleri şeylerdir.
Geçmiş kavimlerin yaşadığı helakin izleri onların
gözleri önündedir veya onlar, peygamberlerini yalanlayan geçmiş kavimlerin
başlarına geleni işitiyorlar. Onların başına gelen, benzerlerinin de başına
gelir. Zira Kahhar olan Allah Tealâ, Nuh'un (a.s.) kavmini tufanla garketmiş,
Firavun ve ordularını suda boğmak suretiyle, Hûd'un (a.s.) kavmini çok
şiddetli ve gürültülü bir kasırga ile, Salih (a.s.)'in kavmini sayha veya
tâğiye (son derece şiddetli bir sayha) ile, Lût'un (a.s.) kavmini yerin dibine
batırmak veya zelzeleye uğratmak suretiyle, Eyke halkını da gölge azabıyla[18]
helak etmişti.
Mekke kâfirleri de, kendilerini cehennem azabına
atacak olan Kıyamet sayhasından başka birşeyi beklemiyorlar. O sayha geldiği
zaman kesinlikle geri bıraktırılamaz ve bir an dahi tehir edilemez:
"Vakitleri geldiği zaman ise onlar ne bir saat geri kalabilirler, ne de
ileri geçebilirler." (Nahl, 16/61).
Ne var ki kâfirler, sürenin uzunluğuna
aldanmışlardır. Onlar, dünyada köklerinin kazınması şeklinde bir azaba Hz.
Peygamber (s.a.)'e ilâhi bir ikram olarak çarptırılmayınca -ki Yüce Allah bu
hususu şöyle ifade buyurmaktadır: "Oysa sen onların içinde bulundukça
Allah onlara azap edecek değildir." (Enfâl, 8/33)- alay edip, eğlenerek
şöyle dediler: "Rabbimiz! Eğer durum Muhammed (s.a.)'in dediği gibiyse
bizim azap payımızı kıyamet gününden ve hesaptan önce ver." Bu,
cehaletin, sefahetin ve ahmaklığın doruk noktasıdır!
Daha sonra Allah Tealâ peygamberine, müşrikler
kendisiyle alay edince onların sefahet ve ezalarına sabretmesini emir buyurmaktadır.
Sabrın sonu feraha çıkmaktan başka bir şey olmayacak, yardım ve zafer yakında
gelecektir.
[19]
17- Onlar ne
derlerse sabret. Kulumuzu, o kuvvet sahibi Davud'u hatırla. O daima Allah'a
yönelirdi.
18- Hakikat
biz dağları onun emrine verdik. Bunlar, akşamleyin ve kuşluk vakti onunla
birlikte durmayıp teşbih ederlerdi.
19- Toplanıp gelen kuşları da onun emrine verdik.
Herbiri itaatle ona dönücü idi.
20- Onun mülkünü de kuvvetlendirdik. Ona hikmet ve
hakkı batıldan ayırma kabiliyetini vermiştik.
21- Sana o davacıların haberi geldi mi? Hani onlar
duvardan mescide tırmanmışlardı.
22- O vakit Davud'un yanına girivermişlerdi de o,
bunlardan telaşa düşmüştü, "korkma" dediler, "biz iki davacıyız.
Birimiz ötekinin hakkına tecavüz etti. Şimdi sen aramızda adaletle hükmet.
Aşırı gitme. Bize
doğru yolu göster."
23- Birisi dedi ki: "Bu benim kardeşimdir. Onun
doksan dokuz dişi koyunu var. Benimse bir tek dişi koyunum var. Böyleyken
"Onu bana ver" dedi. Mücadelede beni yendi."
24- Davud dedi ki: "Andolsun ki o, senin koyununu
kendi koyunlarına katmayı istemekle sana zulmetmiştir. Hakikat, mallarını
birbirine katıp karıştıran ortakların çoğu mutlaka birbirine haksızlık eder.
İman edip de güzel amellerde bulunanlar müstesna. Fakat bunlar da ne kadar
azdır." Davud bizim kendisine bir azap hazırladığımızı sandı da Rabbinden
mağfiret diledi, rüku ile yere kapanıp Allah'a döndü.
25- Biz de ondan bunu affettik. Nezdimizde onun
muhakkak bir yakınlığı ve akıbet güzelliği vardır.
26- Ey Davud! Biz seni yeryüzünde bir halife yaptık.
O halde insanlar arasında hak ile hükmet. Hevâna tabi olma ki bu seni Allah
yolundan saptırır. Çünkü Allah yolundan sapanlara, hesap gününü unuttukları
için onlara çetin bir azap vardır.
"Yusebbihne bi'l-aşiyyi ve'l-işrâk"
(akşamleyin ve kuşluk vakti... teşbih ederlerdi) kelimeleri arasında tezat
vardır.
"Hevâna uyma ki bu seni Allah yolundan saptırır.
Çünkü Allah yolundan sapanlara..." cümlesi ıtnâb üslubuyla gelmiştir.
[20]
"Kulumuzu... Davud'u hatırla" Günahın ne
kadar büyük birşey olduğunu onlara göstermek için Hz. Davud (a.s.)'un
kıssasını onlara hatırlat. Zira Davud (a.s.), kadrinin yüceliğine ve kendisine
büyük nimet ve ikramlar tahsis edilmiş olmasına rağmen, küçük bir günah
işlediğini zannederek hemen Rabbine istiğfar edip, Ona yönelmişti. O'nun gibi
birisi böyle yapmışken küfür ve tuğyan ehlinin durumu nasıl olur?
"...kuvvet sahibi" İbadette kuvvet ve dayanıklılık sahibi. Hz. Davud
(a.s.), bir gün oruç tutar, bir gün iftar ederdi. Gecenin yarısında uyur, üçte
birinde namaz kılar, sonra kalan altıda birinde de uyurdu, "evvâb"
Allah Tealâ'ya, O'na taate ve O'nun razı olduğu amellere çokça kendini veren
demektir.
"Akşamleyin ve kuşluk vakti" Akşam ve
sabah. Buradaki "aşiyy" kelimesinin aslı "akşam vakti"dir.
"İşrâk" ise güneşin doğduğu ve ışığının iyice ortaya çıktığı
vakittir, "teşbih ederler" Allah Tealâ'yı şanına lâyık olmayan
eksikliklerden tenzih ederek teşbih ederler. "Hikmet" nübüvvet,
kemal-i ilm, her sözünde ve amelinde doğruya isabet. "Fasl-ı hitab"
hakkı batıldan ayırma kabiliyetini vermiştik." Her şeyi en iyi şekilde
açıklama, hak ile batılı birbirinden ayıran söz.
"Sana o davacıların haberi geldi mi" Ey
peygamber. Yani onların haber ve kıssası. Buradaki soru cümlesiyle, ardından
gelecek olan ifadelere taaccüp ve dinlemeye teşvik murad edilmektedir.
"el-Hasm" Davacılar grubu. Bu kelime hem tekil, hem de çoğul
kastedilerek, hem müzekker, hem de müennes için kullanılır,
"tırmanmışlardı" Duvarın üstünden tırmanarak ona gelmişler, eve ve
namaz kıldığı namazgaha girmişlerdi. Zira onların kapıdan girmeleri
engellenmişti. Çünkü Hz. Davud ibadetle meşguldü. "O bunlardan telaşa
düştü" Korktu. "Korkma, dediler Biz iki davacıyız" Biz iki hasım
grubuz. Meşhur olan görüşe göre bunlar iki melektir. Ancak doğruya daha yakın
olanı, onların, sürü sahibi sıradan iki insan olmaları ve aralarındaki
anlaşmazlığın da gerçek bir anlaşmazlık olmasıdır.
"Rabbinden mağfiret diledi." O iki adamın,
namazgahında yalnızken kendisini öldürmeye geldiğini düşünerek haklarında sû-i
zan beslediği için Rabbinden bağışlanma diledi "ve rükû" secde
"ile yere kapanıp Allah'a döndü." Tevbe etti ve Allah Tealâ'ya ve
O'nun taatine döndü.
"Biz de ondan bunu affettik." Yani o iki
adam hakkındaki sû-i zannmı affettik. Bu durum, "Ebrâr zümresinin
hasenatı, mukarrebûn zümresinin seyyiâtıdır" (yani müminlerin iyilikleri
Allah'a yakın insanların günahları gibidir.) kabilindendir.[21]
"yakınlığı" Allah Tealâ'ya yakınlığı, "meâb" Ahi-rette
dönülecek yer.
"Biz seni yeryüzünde bir halife yaptık."
Seni yeryüzünde, insanların işlerini düzene sokup yürütesin diye mülk üzerine
halife kıldık. "Hevâna tabi olma" Nefsin hevasına uyma. "ki bu
seni Allah yolundan saptırır." Hakkı gösteren delillerden uzaklaştırır.
[22]
Kureyş'i, daha önce yaşamış olan kâfirlerin başına
gelenlerle korkutup uyardıktan ve Hz. Peygamber (s.a.)'e, Kureyş'in
eziyetlerine sabretmesini emir buyurduktan sonra Yüce Allah, ecirlerini Allah
Tealâ'nm katından bekleyen kimseler olarak, kavimlerinden gördükleri
eziyetlerden örnek alması için peygamberlerden dokuzunun durumunu
hatırlamasını Hz. Peygamber (s.a.)'e emretmektedir ki burada bunlardan üçünün
durumuna ayrıntılı olarak, diğer altısının durumuna ise özet olarak yer verilmiştir.
Şükreden ve sabreden, hem dinen hem de bedenen kuvvet
sahibi olan Davud peygamber'in durumunu düşünsün diye Allah Tealâ, ilk olarak
Hz. Davad (a.s.)'un kıssasıyla başlamaktadır.
Bu kıssanın -muhakeme olayını kastediyoruz- Kur'an-ı
Kerimin zahiri ifadeleri doğrultusunda anlaşılması ve bu konu etrafında
dolaşan İsra-iliyyat'tan (uydurma haberlerden) -peygamberlerin ismeti
prensibiyle çeliştiği için- uzak durulması gerekir. Zira bu konuda nakledilen
İsrailiyyât-tan Davud (a.s.)'un gözünün, banyo yapan bir kadına takıldığı, onu
beğenip kendisine aşık olduğu rivayet edilir. Yine rivayete göre bu kadının kocası,
Hz. Davud'un komutanlarından Ûryâ (Evriyâ) el-Hassî (?) adlı biridir. Hz.
Davud, karısıyla evlenebilmek için ondan kurtulmak ister. Onu bir savaşa
göndererek sancak taşıttırır ve öne geçmesini emreder. O da savaşır ve galip
gelir. Bunun üzerine ondan kurtulmak için ölünceye kadar onu tekrar tekrar
savaşlara gönderir. Sonunda bu zat ölünce karısıyla evlenir.
Beyzavi şöyle der: "Bu bir maskaralık ve
iftiradır. Böyle olduğu için Hz. Ali (r.a.), "Davud (a.s.) hakkında
kıssacıların anlattığı hikâyeyi nakledene 160 değnek vururum." demiştir.
Bu miktar, peygamberlere iftiranın karşılığı olan arttırılmış hadd miktarıdır.[23]
İmam Razi, bu iftira hikâyenin batıl olduğunu üç
noktada ortaya koymuştur. Bu noktaları özet olarak naklediyoruz:
1- Bu
hikâye, insanların en fasıkına ve fısku fücurda en şiddetli olanına nispet
edilse bile böyle bir insan ondan teberri (yüz çevirir) ve imtina ederdi.
2-
Kıssadan netice olarak şu iki nokta ortaya çıkmaktadır: Müslüman bir kimseyi
haksız yere öldürmeye çalışmak ve onun hanımına göz koymak. Bunların her ikisi
de çok kötü ahlâktır.
3- Allah
Tealâ Hz. Davud (a.s.) ile ilgili olayların anlatımına geçmeden önce bu
peygamberi 10 özellikle nitelemiş, bahse konu olayları zikrettikten sonra da
yine onun birçok özelliğini sırlamıştır. Bütün bu sıfat ve özellikler Hz.
Davud'un böylesi bir münker fiili ve çirkin ameli işleyebilecek birisi olmasını
nefyetmektedir.[24]
Söz konusu kıssa ile ilgili sahih rivayet şudur: Hz. Davud
(a.s.) haftalık vaktini üçe bölmüştü. Bunlardan birinde idare ve saltanat
işleriyle uğraşır, diğerinde insanlar arasındaki anlaşmazlık konularında yargı
işine bakar, son üçtebirlik sürede de namazgahında halvet, ibadet ve Zebur okumakla
meşgul olurdu.[25] İki davacı bu düzeni
bozarak, mutad olmayan bu günde muhakeme edilmek arzusuyla duvarın üstünden
aşarak namazgahtaki Hz. Davud'un huzuruna yukarıdan inmişlerdi. Böyle olunca
Hz. Davud onlardan korktu ve onların kendisine suikast amacıyla geldiğini
sandı. Çünkü kendisi o sırada namazgahında Rabb'ine ibadet için yalnız başına
bulunuyordu. Onun yanına gelen iki hasım, melek değil, insandı. Ayet-i kerimede
bu olay anlatılırken kullanılan "ni'âc" kelimesi de "kadınlar"
demek olmayıp, "koyun sürüsü" anlamındadır. Ancak Davud (a.s.) diğer
davacının delilini dinlemeden hüküm vermekte acele etmişti. Yüce Allah da bu
sebeple onu kınamış ve kadının doğru ve tedbirli davranarak, hüküm vermeden
önce diğer davacıyı da dinlemesi gerektiğini tenbih buyurmuştur. Bununla
birlikte ben, bu açıklamada da söz götürür bir nokta bulun-
duğunu az ileride açıklayacağım. Zira Hz. Davud'un
diğer davacının da söyleyeceklerini dinlemeden hüküm vermesi düşünülemez. Zira
bu, hüküm verirken uyulması ve terkedilmemesi gereken bir kuraldır.
[26]
Hz. Davud
(a.s.)'un bu surede anlatılan kıssası üç konuya değinmektedir:
1- Yüce
Allah'ın, Hz. Davud'a ihsan ettiği, dünya ve ahiret saadeti temin edecek
özelliklerin sayılması.
2- iki
davacı arasında cereyan eden bir olayda hüküm verme.
3- Yüce
Allah'ın, bu olaydan sonra Hz. Davud'u halife kılması. Birinci konu: Hz.
Davud'un sahip olduğu özellikler.
Yüce Allah, Hz. Davud'a verdiği on özelliği
zikretmektedir ki bu özellikler, dünyevî ve uhrevî mutlululuğun kemal
derecesinde olmasını sağlayan sıfatlardır. Bu özellikler şunlardır:
1-4-
"Kulumuzu, o kuvvet sahibi Davud'u hatırla. O daima Allah'a
yönelirdi." Bu cümle, bir önceki konunun sonunda zikredilen "Onlar ne
derlerse sabret." cümlesine matuftur. Dolayısıyla anlam şöyle olur:
"Ey Ra-sul! Kulumuz, ilimde, amelde ve Allah'a taatte kuvvet sahibi
Davud'un kıssasını kavmine zikret." Katâde şöyle demiştir: "Hz.
Davud'a (bizim peygamberimize ve ona salât ve selâm olsun) ibadette kuvvet ve
İslâm'da derin anlayış verilmişti. Gecenin üçte birinde namaz kılar, senenin[27]
yarısını oruçlu geçirirdi. Buhari ve Müslim'de sabit bir rivayette Hz.
Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğu zikredilmiştir: "Allah Tealâ'ya en
sevimli namaz Davud (a.s.)'un namazı, Allah Azze ve Celle'ye en sevimli oruç da
yine Davud (a.s.)'un orucudur. O, gecenin yarısında uyur, üçte birinde namaz
kılar ve altıda birinde yine uyurdu. Bir gün oruç tutar, bir gün iftar ederdi.
Düşmanla karşılaştığı zaman kesinlikle kaçmaz ve Allah 'a çokça
yönelirdi." Yani bütün işlerinde ve her halükârda Allah Tealâ'ya rücu
ederdi. Buhârî'nin Târihinde Ebu'd-Derdâ (r.a.)'dan[28]
naklen şöyle denmektedir: "Hz. Peygamber (s.a.), Davud (a.s.)'u
zikrettiği ve kendisinden birşeyler naklettiği zaman, "O insanların en
fazla ibadet edeni idi." buyururdu."
Burada zikredilen dört özellik şunlardır
1- Sabır:
Yüce Allah Hz. Muhammed (s.a.)'e, kadrinin yüceliğine rağmen, Allah'a taatte
sabır gösterme konusunda Hz. Davud'a uymasını emir buyurmuştur.
2- Kulluk:
Yüce Allah Hz. Davud hakkında "Kulumuz Davud" buyurmak suretiyle Hz.
Davud'u "kulluk"\a vasfetmiş, Zât-ı ilâhisinden de -ta'z-im
maksadıyla- çokluk sigasıyla bahsetmiştir. Yüce Allah'ın bir kimseyi
"kulluk"la vasfetmesi, onun için şereflendirmenin son noktasıdır.
Nitekim Hz. Muhammed (s.a.) de Miraç gecesi bu sıfatla vasfedilmiştir:
"Kulunu bir gece Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah her
türlü noksan sıfattan münezzehtir." (İsrâ, 17/1). Zira Allah Tealâ'nın,
peygamberleri "kul-luk"la tavsif buyurması, onların, taatte bütün
güçlerini sarfetmeleri sebebiyle kulluğun gerçek anlamına ulaştıklarını
hisettirmektedir.
3- Taati
yerine getirmede ve ma'siyetlerden sakınmada kuvvet: Bu husus, "kuvvet
sahibi" kavl-i ilâhisinde dile getirilmiştir.
4- Bütün
işlerinde Allah Tealâ'ya taate rücû: Bu
husus "O daima Allah'a yönelirdi." kavl-i ilâhisinde dile
getirilmiştir.
5-6-
Dağların ve kuşların onunla birlikte teşbih etmesi: Bu husus da şu ayette ifade
edilmektedir: "Hakikat biz dağları onun emrine verdik ki bunlar,
akşamleyin ve kuşluk vakti onunla birlikte durmayıp teşbih ederlerdi. "
Yani Yüce Allah dağları amade kılmıştır ki onlar, güneşin doğuş vaktinde ve
gündüzün sonunda Hz. Davud ile birlikte teşbih ederler. Nitekim Allah Tealâ
şöyle buyurmaktadır: "Ey dağlar! Onunla birlikte teşbih edin ve ey kuşlar
(siz de onun teşbihine katılın)" (Sebe1, 34/10). İbni Kesir şöyle
demiştir: "Aynı şekilde kuşlar da onun teşbih ettiği gibi teşbih ederler
ve onun söylediği teşbihin aynısını söyleyerek ona karşılık verirlerdi. Bir kuş
havada uçtuğu sırada onun üzerinden geçerken Zebur'u okuyan Hz. Davud'un
sesini duysa, yoluna devam edemez, havada durur ve onunla birlikte teşbih
ederdi. Keza yüce dağlar da ona cevap ve onun söylediği teşbihin aynısı ile
kendisine karşılık verirler, onu tabi olarak teşbih ederlerdi.[29] Bu,
Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisinde ifadesini bulan husustur:
7-
"Toplanıp gelen kuşları da onun emrine verirdik. Herbiri itaatle ona
dönücü idi." Yani kuşları da havada mahbus ve sabit durma halleriyle ona amade
kıldık. Gerek dağlar ve gerekse kuşlar bunların herbiri ona itaat edici idi.
Ona uyarak teşbih ederlerdi. Davud
(a.s.)'un her teşbih edişinde onlar da kendisine cevap verirlerdi. Bu da Hz.
Davud'un Zebur'u güzel bir şekilde okuduğuna ve sesinin de güzel olduğuna
işaret etmektedir.
8- Mülk ve
saltanattaki kuvveti: "Onun mülkünü de kuvvetlendirdik." Yani onun
mülkünü ordularla kuvvetlendirdik ve ona, meliklerin ihtiyaç duyduğu mülkü
saltanatı kamilen verdik.
9- Hikmet
verilmesi: "Ona hikmet (verdik)." Yani ona anlayış kabiliyeti, akıl,
fetanet, ilim, adalet, tam ve sağlam amel ve hükümde doğruya isabet kudreti
verdik. Allah Tealâ peygamberi Hz. Davud'un nefsini hikmet ile
yetkinleştirince, ardından da ondan nasıl kâmil bir konuşma ve ibadet yeteneği
verdiğini beyan etmekte ve "ve (ona) fasl-ı hitâb verdik (hakkı batıldan
ayırt etme kabiliyeti)" buyurmaktadır.
10-
Anlaşmazlıkları güzelce sonuçlandırma: "ve (ona) fasl-ı hitâb verdik,
(hakkı batıldan ayırt etme kabiliyeti)" Yani ona, hakkı ihkak (hakkı yerine
getirmek) ve batılı ibtal (hükümsüz bırakmak) suretiyle yargı konusunda
anlaşmazlıkları güzelce neticelendirme yeteneği, beyan güzelliği ve pek çok
manaları az bir sözle ifade etme kabiliyeti ilham ettik.
İkinci konu: Anlaşmazlıklar hususunda yargı.
"Sana o davacıların haberi geldi mi? Hani onlar
duvardan mescide tırmanmışlardı. O vakit Davud'un yanına girivermişlerdi de o,
onları görünce korkmuştu. Onlar "korkma" dediler, "biz iki
davacıyız. Birimiz ötekinin hakkına tecavüz etti. Şimdi sen aramızda adaletle
hükmet. Aşırı gitme. Bize doğru yolu göster." Bu, ilginç bir haberdir
duyanda onu dinleme ve olayı bilme isteği uyandırır. Bunun için Allah Tealâ
bunu peygamberine zikretmiştir. Bu ayetteki hitabın anlamı şöyledir: Sen o
önemli ve ilginç haberi bildin mi? Olayın anlatımına bu şekilde başlanmıştır
ki inatçı kimseler ona kulak verip dinlesinler ve ondan ibret alsınlar.
Bu, aralarında anlaşmazlık bulunan bir grubun
haberidir ki, onlar, halk arasındaki anlaşmazlıkların çözümlendiği mahkeme için
belirlenmiş gün dışında başka bir gün Hz. Davud'un namaza tahsis edilmiş
odasının duvarından tırmanmış ve Hz. Davud namaz, ibadet ve Zebur'u okumakla
meşgul iken yanına girmişlerdi. Bu beklenmeyen olay karşısında Hz. Davud,
gelenlerin kendisine suikast düzenlemek maksadında olduğunu sanarak endişeye
düşmüştü. Kendisi o sırada, mihrabında -ki burası Hz. Davud'un evinin en
şerefli ve mutena köşesi idi- ibadet amacıyla yalnız bulunuyordu.
Peygamberlere suikast düzenlemek İsrailoğulları'nm yabancısı olmadıkları bir
hadise idi. Zira onlar İş'iyâ (Şa'yâ) ve Zekeriyyâ peygamberleri de
katletmişlerdi. Hz. Davud'un kendilerinden kortkuğunu görünce o davacılar
"Korkma! Biz, biri diğerine haksızlık etmiş iki davacıyız. Aramızda
adilâne bir şekilde hüküm ver ve hükmünde haddi aşma; bizi hak ve adalet yoluna
hidayet et."
Anlaşmazlık konusu:
"Bu benim kardeşimdir. Onun doksan dokuz dişi
koyunu var. Benimse bir dişi koyunum var. Böyleyken "Onu bana ver"
dedi. Mücadelede beni yendi." Yani bu, benim din ve insanlık kardeşimdir.
Kendisinin doksan dokuz koyunu, benimse bir tek koyunum var. Böyle olduğu halde
bana, "Onu bana ver." dedi ve mücadelede, tartışmada ve hüccet
getirmede bana galip geldi. Zira bana öyle hüccetler getirdi ki, onları
reddetmeye muktedir olamadım. Buradaki "na'ce" kelimesi "dişi
koyun" demektir. Ayrıca yaban öküzüne de "na'ce" denir.
Davud (a.s.) da şöyle diyerek hüküm verdi:
"Andolsun ki o, senin koyununu kendi koyunlarına
katmak istemekle sana zulmetmiştir. Hakikat mallarını birbirine katıp karıştıran
ortakların çoğu mutlaka birbirine haksızlık eder. İman edip de güzel amellerde
bulunanlar müstesna. Fakat bunlar da ne kadar azdır!" Yani mal
ortaklarının, veya tanıdıklar ve birbirlerine yardımcı olanların çoğu
birbirlerine Zulmederler. Yalnız Allah'a iman edip, Rabbinden korkan ve salih
ameller işleyenler bundan müstesnadır. Zira böyle kimseler zulmetmezler.
Böylesi salih kimseler ise azdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: "Biz
onların çoğunda ahde vefa bulmadık, onların çoğunu muhakkak ki itaatten çıkmış
kimseler bulduk." (A'râf, 7/102).
"Davud bizim kendisine bir azap hazırladığımızı
zannetti de Rabb'in-den mağfiret diledi, rükû ile yere kapanıp Allah'a
döndü." Yani Davud (a.s.) bizim bu olayla kendisini sınadığımızı anladı ve
yakinen bildi. Burada kastedilen olay, Hz. Davud'un, kendisine suikast
hazırlandığı kanaatine düşmesi ve bu düşünceden kurtulmasıdır. Bunun üzerine
Hz. Davud, yanına gelen davacılar hakkında suizanna kapıldığı ve onların
kendisine suikast düzenlemek için geldiğini vehmettiği için, yahut o iki
davacı arasındaki koyun meselesinde diğer davacının delilini açıklamasını
dinlemeden hüküm verdiği ve sadece birisini dinleyerek -oysa bu diğerinin
hakkıydı-hüküm verdiği için Rabb'inden bağışlanma diledi, secdeye kapandı -burada
secdeye rükû tabir edilmiştir- ve günahından tevbe ederek Allah Te-alâ'ya
döndü.
"Biz de bu acele hükmünden dolayı Davud'u
affettik. Nezdimizde onun muhakkak bir yakınlığı ve bir akıbet güzelliği
vardır." Yani biz de onun bu suizannını veya ondan sudur eden ve
"Ebrâr zümresinin hasenatı, mukar-rebûn zümresinin seyyiâtıdır."
(yani müminlerin iyilikleri Allah'a yakın insanların günahları gibidir.)
kabilinden olan şeyi bağışladık. Onun Rabbi indinde muhakkak bir yakınlığı ve
döneceği yer bakımından güzelliği vardır ki bu cennettir.
Açıktır ki burada söz konusu olan günah, Hz.
Davud'un, kendisine suikast hazırlayan ve bunu gerçekleştirmek için de mezkûr
anlaşmazlık konusu mizanseni hazırlayan o iki kişiden intikam almaya karar
vermesidir. Çünkü onlar, Hz. Davud'u bekleyip koruyan görevlilerin kendilerini
öldüreceklerini ve cezalandırılmaktan kurtulamayacaklarını anlamışlardı. Daha
sonra Davud (a.s.), onları affetmenin ve bağışlamanın peygamberlik makamına
daha yaraşır davranış olacağı kanaatine vardı. Bunun üzerine Rabb'i de onu,
önceden karar verdiği intikam duygusundan ötürü affetti.
Üçüncü konu: Yeryüzünde halife kılma.
"Ey Davud, biz seni yeryüzünde bir halife
yaptık." Allah Tealâ, Hz. Davud'a hitap ederek, kendisini yeryüzünde
insanlar arasında hükmeden bir halife yaptığını bildirmektedir. Saltanat,
iktidar ve hüküm Hz. Davud'un olacak, diğer insanlar ise onu dinleyip kendisine
itaat edeceklerdir. Daha sonra Allah Tealâ, Hz. Davud'a, diğer insanlara
öğretmek amacıyla hüküm ve idare etmenin kurallarını beyan buyurmaktadır:
1- "O
halde insanlar arasında hak ile hükmet." Yani insanlar arasında, göklerin
ve yerin kendisiyle kaim olduğu "adalet" ile hükmet. Bu, hüküm
vermenin ilk ve en önemli şartıdır.
2-
"Hevâna tabi olma." Yani hüküm verirken nefsinin istek ve arzularına
meyletme, yahut da dünya lezzetleri sebebiyle haktan ayrılma. Zira hevâya tabi
olma, kişinin ayaklarını kaydırarak cehenneme götüren bir davranıştır. Bunun
için Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"... bu seni Allah yolundan saptırır." Yani
hevaya tabi olmak, hak yoldan ayrılma ve sapma sebebidir ve sonucu, yardımsız
kalıp hor ve zelil olmaktan başka bir şey değildir. Zira Allah Tealâ şöyle
buyurmaktadır:
"Çünkü Allah yolundan sapanlara, hesap gününü
unuttukları için onlara çetin bir azap vardır." Yani hak ve adalet
yolundan ayrılan kimseler için, bu günün dehşetini ve bu günde her insan için
görülecek ince ve hassas hesabı unuttuklarından ve bu gün için amel işlemeyi
-ki yargıda adaletli hüküm verme de buna dahildir- terkettiklerinden dolayı
kıyamet günü şiddetli bir azap ve uhrevî hesap vardır.
Bu konudan çıkarılacak ibret ve alınacak ders şudur: Yüce
Allah, idarecilere insanlar arasında adaletle hüküm vermelerini ve adaletten
ayrılmamalarını tavsiye buyurmaktadır. Zira böyle yaparlarsa Allah yolundan
sapmış olurlar. Yüce Allah, yolundan sapanları ve hesap gününü
hatırla-mazlıktan gelenleri şiddetli bir şekilde tehdit etmektedir.
İbni Ebî Hâtim'in rivayet ettiğine göre Ebû Zür'a,
Velîd b. Abdulme-lik'in huzuruna girmiş, Velîd kendisine şöyle demişti:
"Bana haber ver! Halîfe de hesaba çekilecek mi? Zira sen Kur'an'ı okuyor
ve tefakkuh ediyorsun." Ebû Zür'a, "Ey müminlerin emiri! Bunu
gerçekten söyleyeyim mi?" dedi, o da "Söyle. Allah'ın
emniyetindesin." karşılığını verdi. Bunun üzerine Ebû Zür'a, "Ey
müminlerin emiri! Sen mi Allah katında daha şereflisin, yoksa Davud (a.s.) mu?
Allah Tealâ ona hem hilafet, hem de nübüvvet vermiş, sonra da onu Kitab'ında
tehdit ederek, "Ey Davud, biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O halde
insanlar arasında hak ile hükmet. Hevana tabi olma ki bu seni Allah yolundan
saptırır..." buyurmuştur.[30]
Bu ayetler, aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:
1- Yüce
Allah, Davud (a.s.)'ı on sıfatla nitelemiştir. Yukarıda da geçtiği gibi bu
sıfatlar; sabır, Allah'a kulluk, dinde kuvvet, Yüce Allah'a çokça rü-cu ediş,
dağların ve kuşların kendisiyle birlikte teşbih edişi ve okuduğu Zebur
ayetlerini tekrarlaması, kuşların onu itaat ederek gelmesi, kendisinin din ve
dünya mülkünün kuvvetlendirilmesi, kendisine hikmet (anlayış, akıl, fetanet ve
hükmünde isabet yeteneği) verilmesi ve anlaşmazlıkları güzelce
neticelendirmesidir.
2- Dağların
Hz. Davud ile birlikte akşam ve sabah vakitlerinde teşbih etmesi münasebetiyle
Kurtubi şöyle demektedir: "Duhâ (kuşluk) namazı, kılınması müstehab olan
nafile bir namazdır. Sahih-i Müslim'de yer alan ve Ebû Zerr (r.a.)'in
naklettiği bir rivayette Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Her
birinizin her bir mafsalına[31]
karşı (vermesi gereken) bir sadaka vardır. Her teşbih bir sadakadır. Her tahmid
bir sadakadır. Her tahlil bir sadakadır. Her tekbir bir sadakadır. İyiliği
emretmek bir sadakadır, kötülükten sakındırmak bir sadakadır. Bütün bunlar namına kişinin
kılacağı iki rek'at Kuşluk namazı kâfidir." Tirmizî de Ebû Hureyre
(r.a.)'den şöyle rivayet etmiştir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Kim kuşluk namazının çiftine (iki rek 'atine) devam ederse günahları
deniz köpüğü kadar bile olsa bağışlanır." Buhari ve Müslim de yine Ebû
Hureyre (r.a.)'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Dostum (Hz. Peygamber) bana
üç şey tavsiye etti ki, ölünceye kadar onları bırakmam: Her ay güç gün oruç tutmak,
kuşluk namazı kılmak ve uyumadan önce vitir namazı kılmak."
Bu hadislerde ve daha başka rivayetlerde de belirtildiği
üzere kuşluk namazının en azı iki, en çoğu ise on iki rekattır.
3- Allah
Tealâ, davalaşma kıssasından sonra Davud (a.s.) için on sıfat
zikretmiştir: Rabbinden mağfiret
dilemesi ve mağfiret edilmesi, Allah Tealâ'ya şükür secdeleri ve tevbe ile O'na
yöneliş, "Nezdimizde onun muhakkak bir yakınlığı ve bir akıbet güzelliği
vardır", "Ey Davud, biz seni yeryüzünde bir halife yaptık."
ayetlerinden ifadesini bulan hususlar bunlardandır. Mücâhid, Abdullah b. Ömer
(r.a.)'den naklen şöyle demiştir:
"Bu ayette geçen "zülfâ" (yakınlık) kelimesi kıyamet günü Allah
Azze ve Cel-le'ye yakın olmadır."
4- Hakimlik
yapan kimse, hergün insanlar arasındaki anlaşmazlıkları çözmek için
hazırlanmakla yükümlü değildir. Bunun için haftanın belli günlerini tahsis
etmesi de mümkündür.
5- Ansızın
meydana gelen olaylar karşısında korku ve endişeye kapılmak, tabii ve insanî
bir duygudur. Hz. Davud (a.s.) davacıların kendisine geldikleri mutad vaktin
dışında o iki adamın geceleyin veya izinsiz, ya da kapıdan girmeyip duvardan aşmaları
sebebiyle korkup endişeye kapılmıştır. Zira İsrailoğulları arasında
peygamberleri öldürme ve onlara eziyet etme tutumu yaygındı.
6- Bazı
müfessirlerin rivayet ettiği ve "peygamberlerin ismeti" kaide-siyle
çelişen kıssanın aslı ve herhangi bir
dayanağı yoktur. Bahse konu kıssa,
rivayetler arasına sokulmuş bir İsrailiyyat cümlesindendir.[32]
7- Davud
(a.s.)'un, davacılardan birisinin sözünü dinleyip, diğerini dinlemeden birinci
şahıs lehine hükmetmesi konusunda
herhangi bir hatası söz konusu değildir. Zira davada davacı tarafların
herbirini dinlemek, hüküm verme usullerindendir. İbnu'l-Arabî şöyle demiştir:
"Davacılardan sadece birini
dinleyerek hüküm vermek, hiç kimse nazarında ve hiçbir millete göre caiz
değildir. Esasen böyle birşey hiçbir insan için mümkün değildir. Hz. Davud
kıssasından bahseden ayatlerin takdiri ifadesi şöyledir: Davacılardan birisi
bir iddiada bulunmuş, diğeri de dava konusunda onun söylediklerini kabul ve
tasdik etmiştir; fetva da bundan sonra verilmiştir.[33] Ebu
Davud ve Tirmizî'nin rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.), Hz.
Ali'ye hitaben şöyle buyurmuştur: "Sana iki davacı geldiği zaman
diğerinin sözlerini dinlemeden birisi lehine hüküm verme."
8- Ulema,
peygamberlerin büyük günah işlemekten masum olduğu konusunda icma etmiştir.
Küçük günahlar konusunda ise ulema arasında ihtilâf vardır. En sahih olan
görüş -İbnu'l-Arabî ve daha başkalarının da söylediği gibi- peygamberlerin hem
büyük, hem de küçük günah işlemekten korunmuş olduğu görüşüdür.
9- Ulema,
ortaklık kurmanın meşru olduğuna, muhtelif delillerle istidlal etmişlerdir. Bu
delillerden biri de Davud (a.s.)'un lisanıyla varid olan şu ayet-i kerimedir:
"Hakikat mallarını birbirine katıp karıştıran ortakların çoğu mutlaka
birbirine haksızlık eder." Buradaki ortaklardan kasıt, daha önce de
geçtiği gibi mal konusunda ortak olanlardır.
10- Salih
kimseler her zaman için azınlıktadır.
Çünkü Yüce Allah "İman edip de güzel amellerde bulunanlar müstesna.
Fakat bunlar da ne kadar azdır." Yani salih kimseler ne kadar azdır. Hz.
Ömer (r.a.) bir adamın, "Allah'ım! Beni senin azınlıktaki kullarından
eyle!" diye dua ettiğini işitince, "Bu dua nedir?" diye sormuş,
adam da "Yüce Allah'ın "İman edip de güzel amellerde bulunanlar
müstesna. Fakat bunlar da ne kadar azdır." kavl-i ilâhisini
kasdettim." karşılığını vermişti. Bunun üzerine Hz. Ömer, "Herkes
senden daha fakih ey Ömer!" dedi.
11- Ulema,
Hz. Davud'un secdesinin, Kuranda emredilen azimet secdelerinden olup
olmadığında ihtilâf etmiştir. Yani bu secdenin, tilâvet secdesi olup olmadığı
konusunda görüş ayrılığı vardır.
Mâlikîler ve Hanefîler, İbni Abbâs (r.a.)'m Buhari ve daha
başkalarınca rivayet edilmiş olan, "Sâd süresindeki ayet, azimet secdesi
yapılacak yerlerden değildir. Bununla birlikte ben Hz. Peygamber (s.a.)'in bu
ayette secde ettiğini gördüm." tarzındaki sözü sebebiyle bahse konu ayetin
secde ayeti olmadığını söylemişlerdir. Ayrıca Mâlikîler bu ayetteki secdenin
şükür secdesi dahi olmadığı kanaatindedirler.
Şafiüer ile Hanbelîler ise bahse konu secdenin azimet
secdesi olmadığını, fakat şükür secdesi olduğunu söylemişlerdir. Onlar bu
görüşlerini, Hz. Peygamber (s.a.)'in yukarıda zikredilen fiili ile
temellendirmişlerdir. Nitekim Nesâî de bu konuda şöyle bir rivayet
nakletmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.), "Davud buradaki secdeyi tevbe
maksadıyla yapmıştır, biz ise şükür maksadıyla yapıyoruz." buyurdu."
12- Hz.
Davud'un istiğfarının, işlenmiş bir günahtan veya istiğfar edilmesi gereken
bir şeyden dolayı yapıldığı hissini uyandıracak herhangi bir-şey yoktur. Zira
istiğfar, -günah işlemekten masum oldukları nassla bildirilen- peygamberlerin
her zaman için şiarı olagelmiştir.
13- Kazanın
veya kadı huzurunda davalaşmanın meşruiyeti, "Ey Davud! Biz seni yer yüzünde bir halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ile
hükmet.", "Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet." (Mâide,
5/49), "Hakikat biz sana Kitab 'ı, Allah 'm sana gösterdiği veçhile
insanlar arasında hükmetmen için hak olarak indirdik." (Nisa, 4/105) ve
"Ey iman edenler, adaleti titizlikle ayakta tutan ve Allah için şahitlik
edenler olun." (Nisa, 4/135) ayet-i kerimelerine dayanmaktadır.
14- Hüküm
vermenin temel kaidesi, adalet ve hak ile hükmetmektir: "O halde insanlar
arasında hak ile hükmet." Yine hüküm vermenin kaidelerinden biri de
kadı'mn, ortada bir dava yokken ve insanlar davalaşarak kendisine başvurmadan
olaylar hakkında hüküm vermemesidir. Böyle olduğu zaman ise hak ile hükmetmesi
gerekir. Yine kadı'nın, aralarında bir akrabalık ilişkisi bulunması, bir
menfaat beklentisinin söz konusu olması, arkadaşlık, yakınlık veya daha başka
herhangi bir sebeple taraflardan birisine meyletmemesi, taraflı davranmaması
gerekir.
15- "Ey
Davud! Biz seni yeryüzünde bir halife yaptık..." ayet-i kerimesi; hakimi,
olaylar karşısında şahsi bilgisi ile hüküm vermekten men' etmektedir. Çünkü
hakimler, şahsî bilgileriyle olaylar hakkında hüküm verme imkânı bulurlarsa,
yakınlarını veya arkadaşlarını koruyup, düşmanlar nı helak etmek istedikleri
zaman tabiidir ki verdikleri hükümde kendi bilgilerine dayandıklarını iddia
edeceklerdir. İşte bu ayet, hakimleri töhmetten kurtararak onların bu şekilde
hüküm vermelerine mani olmaktadır.[34] Hz.
Ebu Bekir (r.a.) şöyle demiştir: "Ben herhangi bir kimsenin, Allah
Tealâ'nm sınırlarından birini tecavüz ettiğini görsem, bu olaya benden başka
birisi daha şahit olmadıkça o kimseyi muaheze (tenkit) etmem."
Rivayet edildiğine göre bir kadın Hz. Ömer (r.a.)'e
gelerek, "Benim için falan kimse aleyhine şu şekilde hükmet. Zira sen
benim o kişideki hakkımı biliyorsun." deyince Hz. Ömer (r.a.) şöyle
mukabele etti: "Eğer bu sözünle senin lehine şahitlik yapmamı istiyorsan
peki; ama ikiniz arasında hüküm vermemi istiyorsan bu olmaz."
Ebû Davud ve daha başkaları da şöyle bir rivayet
nakletmişlerdir: "Hz. Peygamber (s.a.) bir at satın almış, ancak satıcı
atı kendisine sattığını inkâr etmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.),
"Bana kim şahitlik eder?" diye sordu. Huzeyfe (r.a.) kalkarak Hz.
Peygamber (s.a.) lehine şahitlik etti de Hz. Peygamber bundan sonra hüküm
verdi." Sahîh-i Müslim'de de İbni Abbas (r.a.)'dan şöyle bir rivayet
mevcuttur: "Rasulullah (s.a.) yemin ve bir şahit ile hüküm verdi."[35]
27- Göğü, yeri ve bu ikisi arasında bulunan şeyleri
boşuna yaratma- c^1^' Bu> ° küfredenlerin zannıdır. i Bu yüzden küfredenlere ateşten he-
lâk vardır-
28. Yoksa biz iman edip de güzel amel işleyenleri,
yeryüzünde fesat çıkaranlar gibi mi tutacağız? YahutAllah'tan korkanları, doğru
yoldan sapanlar gibi mi sayacağız?
29~ Bu Kur'an ?ok mübarek bir Kitap'tır. Onu sana
indirdik ki ayetlerini iyiden iyiye düşünsünler ve akl-ı selim sahipleri öğüt
alsınlar.
"Yoksa biz iman edip dç..." diye başlayan
ayette iman edenlerle fesat çıkaranlar, Allah Tealâ'dan korkanlarla doğru
yoldan sapanlar arasında bir karşılaştırma yapılmaktadır. Bu, ifadenin bediî
güzelliklerindendir.
[36]
"Göğü yeri ve... boşuna yaratmadık." abes
ve oyun-eğlence olsun diye yaratmadık. "Bu" Yani göklerin ve yerin
boşuna yaratılmış olduğu kanaati, "o küfredenlerin zannıdır." Mekke
kâfirlerinin zannettiği bir şeydir. "Vey-lun" helak ve şiddetli azap.
Ya da bu kelime cehennemdeki bir vadinin adıdır. "Bu Kur'an çok
mübarek" hayrı, bereketi ve hem dünyevî, hem de uh-revî menfaatleri çok
olan "bir Kitap'tır" "...ayetlerini iyiden iyiye düşünsünler..."
ayetlerin anlamları üzerinde tefekkür etsinler, gereği gibi düşünsünler; bunun
sonucu olarak da iman etsinler.
[37]
Allah Tealâ'nm yolundan sapanlar, kıyamet günü
şiddetli bir azapla tehdit edildikten sonra Alah Tealâ, bu günün, geleceğinde
herhangi bir şüphe bulunmayan bir gün olduğunu haber vermektedir. Çünkü O,
mahlu-kâtı belli bir hedef gözeterek yaratmıştır. Sonra da işin sonunda onları
hesaba çekecektir. Bunun ardından Yüce Allah, müminlerle kâfirlerin ve Allah
Tealâ'dan korkanlar ile fâcirlerin hesapta eşit olmayacağını beyan buyurmakta,
peşinden de Kur'an-ı Azîm'in faziletini haber vererek onda dünyevî ve uhrevî
pek çok menfaatler bulunduğunu belirtmektedir.
[38]
"Göğü, yeri ve bu ikisi arasında bulunanları
boşuna yaratmadık." Yani biz yeri, göğü ve bu ikisi arasındaki mahlukâtı,
hiçbir hikmeti bulunmayan bir abes olarak, ya da bir oyun ve eğlence olsun diye
yaratmadık. Aksine biz gökleri ve yeri, azametli kudretimize delâlet etsin ve
oralarda bize taat, kulluk ve tevhid doğrultusunda amel edilsin diye yarattık.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ben cinleri ve insanları, ancak
bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyât, 51/56).
"Bu, o küfredenlerin zannıdır. Bu yüzden o
küfredenlere ateşten helak vardır." Yani küfredenler, bütün bu mahlukâtm,
herhangi bir gaye güdül-meksizin, abesle iştigal olarak yaratıldığını
zannediyorlar. Onların mantığına göre o halde kıyamet de yoktur, azap da! Vay
o kâfirlerin kıyamet günü azaptaki hallerine! Onların orada görecekleri ceza,
dünyadayken içinde bulundukları şirk, ma'siyet, Allah Tealâ'nın ihsan ettiği
şeylere karşı küf-ran-ı nimette (Allah'ın ihsan ettiği nimetleri Ondan
bilmemek) bulunmalarına ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmelerinin
karşılığıdır. Onların bu zanları batıldır. Buradaki ilk ayetin bir benzeri de
şu ayettir: "Bizim sizi boş yere bir oyun ve eğlertce olarak
yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?"
(Müminûn, 23/115). İkinci ayetin benzeri de, "Uğrayacakları çetin azaptan
dolayı vay o kâfirlerin haline!11 (İbrâhîm, 14/2) ve "Artık büyük bir
günün çetin azabını görmekten ötürü vay kâfirlerin haline!" (Meryem,
19/37) ayetleridir.
Daha sonra Yüce Allah, ahirette insanların nasıl bir
yöntemle hesaba çekileceklerini veya müminlerle kâfirlerin eşit olmadıklarını
beyan etmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Yoksa[39] biz
iman edip de güzel amel işleyenleri, yeryüzünde fesat çıkaranlar gibi mi
tutacağız? Yahut Allah'tan korkanları, doğru yoldan sapanlar gibi mi
sayacağız?" Yani yoksa biz Allah Tealâ'ya iman ve peygamberlerini tasdik
eden, farzlarını işleyen, amellerini ıslah eden ve Hâlık ile mahlûk (yaratan
ile onun yaratmış olduğu varlık) arasındaki ilişkinin gereğini hakıyla yerine
getiren kimseleri; yeryüzünde türlü ma'siyetler işlemek suretiyle fesat ve
bozgunluk çıkaranlar gibi mi sayacağız; veyahut muttaki müminleri, Allah
Tealâ'ya karşı türlü isyanlar işlemeye dalmış ve bunda ısrarlı olan kâfir ve münafıklar
gibi mi addedeceğiz? Şayet biz bunu yaparsak, bu adalet olmaz, hikmet ile
bağdaşmaz ve
bu hiçbir nizamın muktezası da değildir.
Yani müminler ile kâfirleri eşit tutmak Allah'ın
adalet ve hikmetinden değildir. Bu itibarla söz konusu iki zümre Allah
nazarında eşit değildir. Durum bu olunca, itaat edenin mükâfat, facirlerin de
azap göreceği bir diğer dünyanın bulunması kaçınılmazdır. Zira şayet ölümden
sonra dirilme, hesap ve ceza olmazsa bu iki zümre eşit olur.
Bu ilkeyi -bu dünyada yapılanların karşılığının
görüldüğü bir dönüş ve varış yeri bulunması gerektiğini- selim akıl ve temiz
fıtrat da tasdik ve teyid eder. Zira iyi kimsenin göreceği karşılık ile kötü
kimsenin göreceği karşılığın aynı olması düşünülemez ve insanî düşünce, zalimin
azapsız bırakılmasını; mazlumların, zalim, bâğî ve azgınların insafına terk
edilmesini kabul etmez, onun dünyadaki üzüntü ve mahrumiyetinin karşılıksız bırakılmasına
razı olmaz.
Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu kavl-i
ilâhisidir:
"Şüphesiz ki fenalıktan sakınanlar için
Rabb'leri nezdinde nimeti daim, ve halis cennetler vardır. Öyle ya, biz
müslümanları o günahkârlar gibi yapar mıyız hiç? Size ne oluyor, nasıl böyle
hükmediyorsunuz?" (Kalem, 68/34-36).
Müminler ile diğerleri arasında açık bir fark bulunduğu
ve mümin için cennetlerde daimî mutlu bir hayat, kâfir için ise ateşler içinde
acıklı bir azap olduğu Kur'anî, dinî, aklî ve fıtrî delillerle sabit olduğuna
göre, peki mutlu olmanın yolu nedir? İşte o yol, Yüce Allah'ın şu kavl-i
ilâhisidir:
"Bu Kur'an çok mübarek bir Kitap'tır. Onu sana
indirdik ki, ayetlerini iyiden iyiye düşünsünler ve akl-ı selim sahipleri öğüt
alsınlar." Yani ebedî mutluluğun yolu, Allah'ın müminler için bir hidayet
ve rahmet olarak inzal buyurduğu Kur'an'a tabi olmaktan geçer. O Kur'an hayrı
ve bereketi çok olan bir Kitap'tır. Kendisine temessük edip sarılan kimse için
şifa, kendisine tabi olan için kurtuluştur. Allah Tealâ onu, üzerinde
düşünmeden sadece tilâvet etsinler diye değil, anlamları üzerinde düşünsün ve
tefekkür etsinler, akıl sahipleri ondan ve beyanlarından öğüt alsınlar diye
insanlara indirmiştir. Hasan'i-Basrî şöyle demiştir: "Allah Tealâ'ya yemin
olsun ki Kur'an'ı tedebbür (tefekkür) etmek ve üzerinde düşünmek, harflerini ezberleyip
de hadlerini zayi etmek değildir. Öyle ki, bir kimse "Kuranın hepsini
okudum." der de o kimse üzerinde ne ahlaken, ne de amelen Kur'an'm
herhangi bir etkisi görülmez!"
[40]
Bu ayetler
bizi aşağıdaki sonuçlara götürmektedir:
1-
Göklerin ve yerin yaratılışı öylesine bir iş, oyun ve eğlence değildir.
Bunların yaratılmasında büyük bir gaye ve sahih bir hedef vardır. Bu gaye ve
hedef de Allah'ın kudretine delâlettir. Yüce Allah'ın bunları boş yere yarattığını
düşünenler kâfirlerdir. Bu düşünceleri yüzünden de onlar için ateşten helak
vardır.
2- "Göğü,
yeri ve bu ikisi arasında bulunan şeyleri boşuna yaratmadık. " ayeti
haşr, neşr ve dönüş yerinin (veya kıyametin) sabit olduğuna delâlet
etmektedir. Zira yerin ve göğün yaratılması batıl olmadığına göre, haşr ve
neşrin hak olduğuna inanmak zaruri olur. Haşr ve neşri inkâr eden herkes de
buna göre Allah'ın göğü ve yeri yaratmasındaki hikmetten şüpheye düşmüş
demektir.
3- Haşir
neşir ve dönüş yeri olmasaydı, itaat edenin durumu isyan edenden daha aşağıda
olurdu. Bu sebeple Allah Tealâ haşir neşir konusunda şüphesi bulunanları
azarlamış ve mümin ile kâfirin, sâlih ile müfsidin bir olmadığını bildirmiştir.
4- "Yahut
Allah'tan korkanları, doğru yoldan sapanlar gibi mi sayacağız." ayeti,
öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenleri-ki bunlar bu inançlarıyla itaatkârın
da isyankârın da aynı noktaya varacağına inanmaktadır-açık bir biçimde
reddetmektedir.
5- "Bu
Kur'an çok mübarek bir Kitap'tır. Onu sana indirdik ki..." ayeti, Kur'an
ayetlerinin anlamlarını bilmenin vücubuna ve Kur'an'ı tertîl üzere okumanın,
süratli okumaktan daha efdal olduğuna delildir. Zira hem süratli okumak, hem
de ayet-i kerimelerin anlamları üzerinde tedebbür (tefekkür) etmek sahih
değildir. Hasan'i-Basrî, "Allah'ın ayetlerini tedebbür (tefekkür) etmek
demek, ohlara ittiba etmek demektir." demiştir.
6- Kur'an-ı
Kerim, selim akıl sahipleri için bir öğüt ve nasihattir. Buradaki
"ülü'l-elbâb"dan maksat, "üstün akıl sahipleri"dir. Zira
akıllı kimse, Kur'an ayetlerinden istifade etmesini bilendir ve Kur'an, yoldan
saptığı veya istikametini bozduğu zaman bu kimseye tevbe etmesinin zaruri
olduğunu hatırlatan Kitap'tır.
[41]
30- Biz Davud'a, Süleyman'ı ihsan ettik. Ne güzel
kuldu! O daima Allah'a yönelirdi.
31- Öğleden sonra kendisine, bir ayağını tırnağı
üstüne dikip, üç ayağı üzerinde duran süratli koşu atları gösterilmişti.
32- "Ben" dedi "mal sevgisini
Rabb'i-mi anmaktan ötürü tercih ettim. Nihayet perdenin arkasına
gizlendi."
33- "Onları bana getirin." dedi, bacaklarını,
boyunlarını okşamaya
34- Andolsun biz Süleyman'ı imti- han da ettik:
Tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik.
Sonra bize yö-
35. Dedi ki: -Ey Rabbim, beni affet; bana benden sonra hiç kimseye na- Sip olmayan
bir mülk ver. Şüphesiz bütün muratları ihsan eden sensin sen."
36- Bunun üzerine ona rüzgârı mu-sahhar kıldık. Onun
emriyle onun dilediği yere yumuşacık akar giderdi.
37- Ve şeytanları, her bina ustasını ve dalgıcı,
38- ve bukağılarla bağlanmış olan diğerlerini de.
39- "Bu bizim insanımızdır. Artık dilediğine
ver, veyahut verme, hesapsızdır." dedik.
40- Şüphe yok ki katımızda onun mutlak bir yakınlığı
ve dönüp geleceği yer güzelliği de vardır.
"bacaklarını, boyunlarını okşamaya
başladı." Buradaki "mesh"
(okşa-ma)dan maksat, onları beğenip güzel bulduğu için, fiilin hakiki anlamıyla
elini sürmedir. Bu kelimenin, "boğazlamak" ve "kurban
etmek"ten kinaye olduğu da söylenmiştir.
"dilediğine hesapsız ver, yahut verme"
ifadeleri arasında tezat vardır. Çünkü bu ifadeler, "dilediğine ver, dilediğine
verme" anlamındadır.
[42]
"Ne güzel kuldu." Burada Süleyman (a.s.)
kastedilmektedir. Çünkü bu ifadeden sonra gelen cümle, onun methedilmesinin
sebebidir ki o da Süleyman (a.s.)'ın Allah Tealâ'ya çokça yönelmesidir,
"evvâb", Bütün vakitlerde Allah Tealâ'ya zikir ve teşbih ile veya
tevbe ile çokça yönelen anlamındadır. "Kendisine" Süleyman (a.s.)'a.
"Sâftnât" Dimdik ayakta duran veya üç ayağı ile dördüncü ayağının
tırnağı üzerinde duran, ya da iki ayağından veya ön iki ayağından birini
kaldırıp, diğer üçünü tam olarak bunun da toynağının ön kısmını yere basarak
duran demektir. Bu, atlarda övgüye değer özelliklerdendir ve safkan Arap atlan
dışında bu özelliğe sahip başka bir at hemen hemen yoktur,
"...gösterilmişti..." Hz. Süleyman'a bin adet at gösterilmişti.
Buradaki "gösterme," günümüzde askerî birliklerde mevcut olan
"arz etme" gibidir.
"mal sevgisini... tercih ettim." Yani hayır
sevgisini murad ettim veya tercih ettim. Buradaki "hayır'dan maksat
"attır." Hayır kelimesi aslında "çok mal" demektir.
Muhtemelen hayrın çok mala taalluku sebebiyle çok mala "hayır"
denmiştir. İmam Ahmed'in Câbir (r.a.)'den rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber
(s.a.) şöy],e buyurmuştur: "At, kıyamet gününe kadar kâküllerine hayır
bağlanmış olan bir hayvandır."
"Rabb'imi anmaktan ötürü" Yani atı sevdim
ve onun sevgisi, kuru bir heva ve hevesten değil, Rabb'imin zikrinden ve
emrinden hasıl oldu. Bu ayetten murad, kıssacılarm hikâye ettiği gibi Hz.
Süleyman'ın, atları seyretmeyi ikindi namazına tercih etmesi ve güneş batana
kadar ikindi namazını kılmayıp atları seyre dalması değildir. "Nihayet
perdenin arkasına gizlendi." Yani güneş gizlendi ve kayboldu ve kendisini
gözlerden perdeleyip saklayan şeyle setrelendi. Buradaki "perde",
aradaki bir engel veya gece ile olmuştur.
"Onları bana getirin." Kendilerinden bir
nimet olarak istifade etmem için o sâfinât atları bana geri getirin. Yani
koşucu ve süratli bu hayvanları himayesine aldı. "Bacaklarını ve
boyunlarını" atların ayaklarını ve boyunlarını "okşamaya
başladı." Yani onları güzel bulduğu ve beğendiği için okşamaya başladı,
onları tımar etti, onlara iltifat gösterdi ve eliyle alınlarını meshetti.
Buradaki anlam; "İkindi namazını geçirmesine sebebiyet verdikleri için
onları kılıçla boğazlayıp kesmeye başladı, Allah Tealâ'ya yaklaşmak maksadıyla
onların bacaklarını kesti ve onları boğazladı ve etlerini tasadduk etti. Bunun
üzerine Allah Tealâ da ona, bu atların yerine onlar-
dan daha hayırlı ve daha süratli olan rüzgârı verdi.
Rüzgâr, o nereye isterse o tarafa giderdi" tarzında değildir. Çünkü böyle
bir davranış peygamberlik makamı ile bağdaşmaz, ona lâyık değildir ve bu
anlatılanlar, İslâm kaynaklarına sokulmuş İsrailiyyât'tandır.
"Biz Süleyman'ı imtihan da ettik" Yani onu,
hastalıkla denedik, imtihan ettik. Beyzavi şöyle demiştir: "Bu konuda
söylenenlerin en zahiri, Hz. Peygamber (s.a.)'den merfu olarak rivayet edilen
şu hadis-i şeriftir: "Süleyman (a.s.), "Yeminle söylüyorum ki ben bu
gece yetmiş kadını dolaşırım da, her biri Allah yolunda cihad edecek bir süvari
dünyaya getirir." dedi ve fakat "İnşâallâh" demedi. Kadınları
dolaştı. Neticede sadece bir kadından başkası hamile kalmadı. Hamile kalan
kadın da yarım bir erkek çocuk dünyaya getirdi. Muhammed (s.a.)'in nefsini
kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, eğer Süleyman
"İnşâallâh" deseydi o çocuklar birer süvari olarak cihad ederdi.[43]
Hz. Süleyman'ın sınanması ile ilgili olarak
nakledilen İsrailiyyât arasında şu kıssa bulunmaktadır: Yüce Allah, mülkünü
elinden almak suretiyle Hz. Süleyman'ı denemişti. Bunun sebebi de Hz.
Süleyman'ın, aşık olduğu bir kadınla evlenmesi idi. Bu kadın, Hz. Süleyman'dan
habersiz evde puta ibadet ederdi. Hz. Süleyman'ın hükümdarlığı yüzüğünde
bulunuyordu. Bir keresinde Hz. Süleyman, tuvalete gitmek istediği zaman -her
zaman yaptığı gibi- yüzüğü çıkardı ve Emîne adındaki hanımının yanına koydu.
Bu sırada Hz. Süleyman'ın suretine bürünmüş bir cin geldi ve yüzüğü bu
kadından aldı. Böylece Hz. Süleyman'ın mülkü elinden gitti...
"Tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik."
Yani ruhsuz bir ceset gibi olan bir beden bıraktık. Bu cesedin, Hz. Süleyman'ın
hanımının doğurduğu yarım insan ya da yukarıda zikri geçen cin olduğu da
söylenmiştir. Bu cinin adı Sahr veya daha başka birşeydir. Bu cin, Hz.
Süleyman'ın tahtının üstüne oturdu. Kuşlar ve diğer mahlukât da onun başına
toplandı. Hz. Süleyman, başka bir görüntüde çıktı ve onun tahtının üzerinde
oturduğunu gördü; insanlara "Ben Süleyman'ım." dedi. Ancak insanlar
onu yalanladılar ve Hz. Süleyman olduğunu inkâr ettiler. Bu iki açıklamanın,
sahih olmayan sözlerden ibaret olduğu açıktır. Bunlardan ikincisi,
İsrailiyyât'tan olan ve kaynaklarımıza sokulmuş bulunan hikâyenin devamıdır.
"Sonra bize yöneldi." Yani işi Allah'ın
dilemesine bağlamadığı (inşâallâh demediği) ve dolayısıyla efdal olan
davranışı terkettiği için tevbe ile Allah'a rücu etti. İnşâallâh diyerek işleri
Yüce Allah'ın dilemesine bağlamamak, peygamberler için büyük bir olaydır.
Çünkü "Ebrâr zümresinin hasenatı, mukarrebûn zümresinin
seyyiâtıdır." (Yani müminlerin iyilikleri Allah'a yakın insanların
günahları gibidir.) "Dedi ki: "Ey Rabbim, beni affet." Benden
sadır olan günahı bağışla. "Bana, benden sonra hiç kimseye nasip olmayan
bir mülk ver." Yani bana öyle bir mülk ihsan eyle ki, benden sonra gelecek
hiç kimse onun gibisine malik olmasın.
"Bunun üzerine ona rüzgârı musahhar
kıldık." Rüzgârı, onun emrine boyun eğdirdik. "Ve şeytanları"
Yani şeytanları da onun emrine musahhar kıldık, "her bina ustasını ve
dalgıcı" Yani onun için dilediği binaları yapan ve onun için inci ve
mercan çıkarmak üzere denize dalan kimseleri, "ve bukağılarla bağlanmış
olan diğerlerini de." Yani bunlardan olan ve bukağılarla, zincirlerle
bağlanmış diğerlerini, ki bunlar, azgın şeytanlardır.
"Bu bizim ihsanımızdır." Yani bu, senin
talep ettiğin, bizim de -rüzgâra ve şeytanlara hükmetmen, onları emrin altına
alman şeklinde- sana verdiğimiz büyük iktidar ve saltanattır. "Artık
dilediğine ver, veyahut verme" Artık o mülkünden dilediğin kimselere ver,
dilediğine verme, "hesapsızdır." Yani verip vermemen konusunda;
verdiğine ne kadar verdin, vermediğine niçin vermedin şeklinde sana bir hesap
yoktur, "ve dönüp geleceği yer güzelliği" rücu edip geleceği güzel
yer, ki burada kastedilen cennettir.[44]
Bu kıssa -Hz. Davud oğlu Hz. Süleyman (a.s.) kıssası-
bu surede zikredilen kıssaların ikincisidir. Burada Yüce Allah'ın Hz.
Süleyman'a -daha önce de babası Hz. Davud'a verdiği gibi- bahşettiği nimetler
sayılmaktadır ki iyi kimseler şükretsin, kötü kimseler de Hz. Davud ve Hz.
Süleyman kıssaların- da gördüğü ibretlerden dersler çıkarsın. Zira bu iki
peygamberin ikisi de büyük birer mülke sahip olmuşlar, ama bu mülkleri onları
Allah'a şükürlerini ifa etmekten, O'na ibadet ve taatten, O'nun verdiği pekçok
nimeti takdir etmekten alıkoymamıştır. Onların sahip olduğu mülk ve saltanat
ile Kureyş'in liderliği birbirine kıyaslanabilir mi?!
[45]
"Biz Davud'a Süleyman'ı ihsan ettik. Süleyman ne
güzel kuldu! O daima Allah'a yönelirdi." Yani biz Davud'a, peygamber bir
oğul verdik. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Süleyman, Davud'a
mirasçı oldu." (Nemi, 27/16). Yoksa Hz. Davud'un başka oğuları da vardı.
Bu oğul, medhü senaya île k&uSr Tİâ Tn^ste^ktel Tira <a, güî&i bAt
kuldur. Çünkü kendisi Allah Tealâ'ya çokça tevbe eden ve vakitlerinin çoğunu
çokça ibadet ve ta-at ile, Allah Azze ve Celle'ye yönelmekle geçiren bir
kimseydi.
İbni Ebî Hatim, Mekhûl'ün şöyle dediğini rivayet
etmiştir: "Yüce Allah Hz. Davud'a Hz. Süleyman'ı ihsan ettiği zaman Hz.
Davud oğluna, "Ey oğulcuğum! En güzel şey nedir?" diye sordu, o da
"Allah'ın sekîneti ve imandır." dedi. Yine Hz. Davud, "En çirkin
şey nedir?" diye sordu, Hz. Süleyman, "İmandan sonra küfre
düşmektir." diye cevapladı. Hz. Davud, "En tatlı şey nedir?"
diye sordu, o "Allah'ın ravh'ı yani rahmetidir." dedi. Yine Hz.
Davud, "Kalbi en çok serinleten şey nedir?" dedi, Hz. Süleyman,
"Allah'ın insanları, insanların da birbirini bağışlamasıdır."
karşılığını verdi. Bunun üzerine Davud (a.s.), "Sen peygambersin."
dedi."
Daha sonra Yüce Allah, Hz. Süleyman'ın tevbe ettiği
olaylardan ikisini zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
Birinci olay:
Hz. Süleyman'a at gösterilmesi: "Öğleden sonra
kendisine, bir ayağını tırnağı üstüne dikip üç ayağı üzerinde duran süratli
koşu atları gösterilmişti." Yani ey Rasul! Süleyman (a.s.)'a, mülk ve
saltanatında ikindi vaktinden sonra gündüzün sonunda kendilerine bakıp
durumlarını öğrenmesine kadar elverişli ve önemli olduklarını anlaması ve
Allah Tealâ'nın bunlardan kendisine ihsan ettiği nimetlerden faydalanması için
sâfinât'ın -üç ayağı ve dördüncünün tırnağı üzerinde duran atların-
arzedildiğini hatırla.
"Ben" dedi, "mal sevgisini Rabb'imi
anmaktan ötürü tercih ettim." Yani Hz. Süleyman şöyle dedi: "Ben bu
atları, kendi heva ve meylimden değil, Rabb'imin zikrinden ve emrinden hasıl
olan bir sevgiyle sevdim ve diğer şeylere tercih ettim. Bu atl'ar çok sayıdaydı
ve onlarla aramızdaki mesafenin uzaklığından ve toz-topraktan ötürü gözümden
kaybolana kadar koştular." Buradan da anlaşılmaktadır ki, Hz. Süleyman'ın
atlara karşı olan sevgisi, Yüce Allah'ın, bu atların Allah yolunda cihad için
bağlanıp hazırlanması, dininin takviyesi ve bu dinin ayakta durmasını temin
eden esasların sağlamlaştırılması doğrultusundaki emrine uymaktan başka bir
şeyden kaynaklanmıyordu.
Atlar konusunda yapılması gereken tefsir Hz.
Süleyman'ın yadırganması değil, peygamberliğin merkezi, risaletin şerefi ve
nimetlerin sayılması konusunda ayetlerin ifadesinin delâletleri ile örtüşen
-yukarıda zikrettiğimiz- tefsir tarzıdır. Dolayısıyla buna aykırı düşen
herhangi bir tefsir yapmak sahih değildir. Özellikle de Yüce Allah'ın, Hz.
Peygamber (s.a.)'e, Hz. Davud ve Hz. Süleyman'ı örnek edinmesini emir buyurduğu
hatırlanacak olursa bu söylediğimizin doğruluğu daha iyi anlaşılacaktır.
Nitekim Yüce Allah bu ayetlerin baş tarafında şöyle buyurmaktadır: "Onlar
ne derlerse sabret. Kulumuzu, o kuvvet sahibi Davud'u hatırla..."
Daha sonra Hz. Süleyman, şöyle diyerek o atların
önüne getirilmesini istemektedir:
"Onları bana getirin" dedi. Bacaklarım,
boyunlarını okşamaya başladı." Yani o atları bana tekrar getirin. Atlar
tekrar geldiği zaman da onlara verdiği kıymeti anlatmak, onlara ikramda
bulunmak, onlar sebebiyle nasıl sevindiğini ifade etmek, durumlarını iyice
öğrenmek ve gördüğü eksikliklerini gidermek maksadıyla eliyle onların
ayaklarını, boyunlarını ve alınlarını okşamaya başladı. Çünkü bu atlar,
düşmana karşı koymak ve baskınlarını savuşturmak maksadıyla kullanılan cihad
vasıtaları ve savaş araçları idiler. Müfessirlerin çoğunluğu şöyle demişlerdir:
"Hz. Süleyman, atların ayaklarını ve boyunlarını kılıçla meshetti, yani
onları kesti. Çünkü atlar onu meşgul ederek ikindi namazını geçirmesine sebep
olmuşlardı." Oysa, Rabb'inin nimetlerine şükreden bir peygamberin böyle
davranması ve cezalandırmaya ehil olmayan varlıkları cezalandırması
tasavvurdan uzaktır.
İkinci olay:
Hz. Süleyman'ın, bir ceset olarak tahtının üstüne
bırakılması: "Andolsun biz Süleyman'ı imtihan de ettik: Tahtının üstüne
bir ceset bırakıverdik. Sonra bize yöneldi." Yani Allah'a yemin olsun ki,
biz Süleyman'ı bir diğer olayla da denedik. Bu imtihan, onun bedenindeki bir
hastalık, rahatsızlık idi. Nitekim Razi de böyle söylemektedir. Şöyle ki; Yüce
Allah Hz. Süleyman'ı, bedeninde çıkan bir hastalık ile denemişti. Öyle ki,
sonunda bedeni zayıfladı ve bitkin bir hale geldi. Daha sonra da eski sıhhatli
haline döndü.[46]
Daha önce Beyzavi'den de naklettiğim gibi bazı
müfessirler ve bu arada Ebû Hayyân[47] ise,
bu fitneyi Hz. Süleyman'ın, her biri Allah yolunda cihad edecek süvariler
doğuracak şekilde hanımlarından yetmişini dolaşmaya -inşâallâh demeksizin-
karar verdiği, ancak neticede hanımlarından sadece birisinin hamile kaldığı ve
onun da yarım bir erkek çocuk dünyaya getirdiği, Hz. Süleyman'ın tahtının
üzerine bırakılan cesedin de bu çocuğa ait olduğu şeklinde tefsir etmişlerdir.
Buna göre Hz. Süleyman'ın tahtının üzerine bırakılan ceset, yarım doğmuş olan
bu çocuk cesedidir.
Hz. Süleyman'ın tahtının üzerine bırakılanın şeytan
olduğu da söylenmiştir. Ancak bu, zındıklara ait olan batıl bir görüştür. İbni
Kesir bu konuda şöyle demiştir: "Bu ve diğer görüşler İsrailiyyât'tandır.
Bunlar reddedilmesi gereken çirkin görüşlerdir. Bu konuda anlatılanların en
kötüsü ise kadınların zikredildiği haberdir.[48]
"Dedi ki: "Ey Rabbim, beni affet!" Hz.
Süleyman şöyle dedi: "Rabbim! Benden sadır olan ve kendisi ile beni
denediğin günahı bağışla." Bu, küçük hatalara karşı gösterilen
hassasiyetin yüceliğindendir. Zira bazan yapılan birşey, daha efdal ve evlâ olan
davranışı işlememek olabilir. İşte o zaman
mağfiret talebine ihtiyaç hasıl olur. Çünkü
"Ebrâr zümresinin hasenatı, mukarrebûn zümresinin seyyiâtıdır" (yani
müminlerin iyilikleri Allah'a yakın insanların günahları gibidir.) ve
peygamberler daima nefsi sindirip kontrol altında tutma ve kendilerinden sadır
olan zelleleri izhar etme ma-kamındadırlar. Nitekim Buhari'nin Ebû Hureyre
(r.a.) kanalıyla naklettiği bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Vallahi ben muhakkak Allah 'a günde 70 kereden fazla tevbe
istiğfar ederim."
"Bana, benden sonra hiç kimseye nasip olmayan
bir mülk ver. Şüphesiz bütün muratları ihsan eden sensin, sen." Bana öyle
büyük bir mülk bağışla ki, benden başka birisine onun gibi bir mülke malik
olmak mümkün olmasın. Ya Rabbi! İhsanı ve hibesi çok olan sensin; benim duama
icabet eyle.
Zemahşerî şöyle demiştir: "Hz. Süleyman,
meliklik ve peygamberliğin beraberce ihsan edildiği bir evde yetişti ve
bunların her ikisine de varis oldu. Bunun üzerine Rabbinden bir mucize talebinde
bulunmayı arzu etti ve bu iki hususa olan ülfeti hasebiyle daha fazla mülk
istedi. Bu öyle bir mülk olacaktı ki, peygamberliğine delâlet etmesi ve
peygamber olarak gönderildiği kimseler üzerine tam anlamıyla hakim olabilmesi
için sınırları alışılmışın dışına taşacak ve mucize noktasına ulaşmış
bulunacaktı; o ana kadar mülk adına görülmüş bütün varlıkların ifade ettiği
anlamın ötesinde bir mucize olacaktı. "Benden sonra hiç kimseye nasip
olmayan..." kavlinin anlamı işte budur.
Şöyle bir tefsir de yapılmıştır: Hz. Süleyman
azametli bir melik idi. Kendisine verilen mülkün bir benzerinin başka birine
daha verilmesi halinde o kimsenin Allah'ın tayin ettiği sınırlara riayet
etmeyeceğinden endişe etti.[49]
Yüce Allah da onun bu duasına icabet etti ve kendisine
beş türlü nimet verdi:
1-
"Bunun üzerine ona rüzgârı musahhar kıldık. Onun emriyle onun dilediği
yere yumuşacık akar giderdi." Yani biz rüzgârı onun emrine boyun eğdirdik
ve ona itaatkâr kıldık. Öyle ki, onun emrine itaat ederek, toz toprak kaldırmadan
ve sarsmadan, yumuşak bir şekilde ve fakat sürat ve kuvvetle akıp gider, onu
gitmek istediği yere ve yöne taşıyıp götürürdü. Yüce Allah'ın burada rüzgârı
yumuşak ve sarsıntısız olarak tavsif buyurması, "Süleyman'a da şiddetli
esen rüzgârı musahhar kıldık ki, bu kendisini, içerisine bereket verdiğimiz
yere onun emriyle akar götürürdü" (Enbiyâ, 21/81) ayeti ile muaraza teşkil
etmez. Çünkü buradaki "şiddetli"den maksat, sarsıntılı ve çalkantılı
değil, "çok kuvvetli'dir. Böyle olunca da o rüzgâr, "şiddetli
esintili" olarak tavsif edilmiştir. Ancak bu vasfıyla o, tehlikesiz ve
tatlı bir akıntıya, esintiye sahipti. Yahut da söz konusu rüzgâr, ihtiyaca
göre kimi zaman yumuşak, kimi zaman da şiddetli eserdi.
2- "Ve
şeytanları, her bina ustasını ve dalgıcı." Yani ona, emrinde çalışan
şeytanları da müsahhar kıldık. Bunlar çok yüksek binaların yapımında veya
denize dalıp inci ve mercan çıkarmada veyahut da başka işlerde çalışırlardı.
3- "Ve
bukağılarla bağlanmış diğerlerini de." Yani onun emrine başka şeytanları
da verdik. Bunlar, azgın şeytanlardır ki onun emrine amade kılınmışlar, o da
kötülüklerini önlemek ve kendilerini cezalandırmak için onları zincir ve
bukağılarla bağlamıştır.
4- "Bu
bizim insanımızdır. Artık dilediğine ver, dilediğine verme, hesapsızdır."
Bu, Hz. Süleyman'a verilen dördüncü nimettir ki Allah'ın kendisine ihsan
ettiği nimetler, azametli mülk ve zenginlik üzerinde dilediği gibi tasarrufta
bulunma hürriyetidir. Yine rüzgâr ve şeytanlara hakimiyet sağlaması ve onların
kendisine müsahhar kılınması da bu cümledendir. Yüce Allah ona, bu mülkten
dilediği kimselere vermesi, dilediği kimselere de vermemesi konusunda izin
vermiştir.
5-
"Şüphe yok ki katımızda onun mutlak bir yakınlığı ve dönüp geleceği yer
güzelliği vardır." Yani ahirette onun Allah huzurunda mutlak bir yakınlığı
ve izzeti, döneceği yerin -ki orası cennettir- güzelliği, feyiz ve mükâfat
vardır. Dolayısıyla o, kıyamet günü Allah Tealâ katında büyük bir pay ve nasip
sahibidir.
[50]
Bu ayetlerden
aşağıdaki neticeler çıkmaktadır:
1- Yüce
Allah'ın, kulu Hz. Davud'a verdiği
nimetler arasında, kendisinden mülk ve peygamberliği miras alacak olan bir
oğul nasip etmesi de vardır.
2- Allah
Tealâ, kulu Hz. Süleyman'a verdiği nimetler arasında kendisine görkemli ve
süratli koşu atları da vermiştir. Bu atlar savaş için ve düşmanla
karşılaşıldığında muharebede kullanılmak üzere önemli bir araç olarak
hazırlanırdı. Bunlar, üzerlerine binilip Allah yolunda savaşılacak bin adet at
idi.
3- Hz.
Süleyman'ın onları sevmesinin sebebi, Yüce Allah'ın, cihad için bağlanıp
hazırlanmaları konusundaki emrini yerine getirmesini sağlamalarıdır. Söz
konusu atlar, düşmanı korkutan heybetli bir görüntü içinde askerî bir geçit
resminde ona arzedilirlerdi. Bunlar, koşmadaki süratleri ile ayrı bir özellik
arzederlerdi. Öyle ki, onlar koşarken çıkan toz-duman ve Hz. Süleyman'ın onları
uzaktan seyretmesi sebebiyle gözden kayboluverirlerdi.
4- Hz.
Süleyman, bu atların kendisine bir defa gösterilmesiyle yetinmemiş, onların kendisine
tekrar getirilmesini istemiş, getirilince de kendilerine iltifat olarak ve ne
durumda olduklarını öğrenmek maksadıyla -onlarda bulunabilecek bir kusur ve
eksikliği gidermek için- eliyle boyunlarını ve ayaklarını meshetmiştir.
5- Allah
Tealâ, Hz. Süleyman'ı hastalıkla imtihan etmiştir. Nitekim O, mümin kullarını
imtihan eder. Bu imtihanın, Hz. Süleyman melik olduktan 20 sene sonra vuku
bulduğu, bu denemenin ardından 20 sene daha melik olarak hayatını sürdürdüğü
de söylenmiştir. Bunu Zemahşeri zikretmektedir.
Daha sonra Hz. Süleyman'ın hastalığı şidditlenmiş ve
nihayet zayıflıktan Arapların, "Kütük üzerinde bir et" ve
"Ruhsuz ceset" dedikleri hale gelmiştir. Ancak daha sonra yine
sıhhatine ve eski durumuna kavuşmuştur.
Hz. Süleyman, hastalığına sebep olarak gördüğü bir
günah işlemiş olabileceği kanaatiyle Rabbinden mağfiret istemiştir. Bu,
"Ebrâr zümresinin hasenatı, mukarrebûn zümresinin seyyiâtı" yani
müminlerin iyilikleri Allah'a yakın insanların günahları kabilinden bir
günahtır. Hz. Süleyman'ın söz konusu tevbesinin sebebi, yüksek mevkilere sahip
yüce kimselere göre -ki bunların başında peygamberler gelir- işlenmesi daha
uygun ve yerinde olan bir davranışı terketmesi de olabilir ki başkaları
nazarında günah olmayan bir şey bunlar nazarında günah mesabesindedir.
6- Yüce
Allah, Hz. Süleyman'ın duasını kabul etmiş ve kendisine büyük nimetler
bahsetmiştir. Bu nimetler; rüzgârın, onun emrine verilmesi ve onu dilediği yere
götürmesi, denize dalıp inci mercan çıkarmak ve bina yapmak gibi hayatın muhtelif
alanlarında hizmet görmek üzere şeytanların onun emrine verilmesi, ayrıca
serlerinin ve eziyetlerinin önüne geçmek için kendilerini zincirler ve
bukağılarla bağlayabileceği şekilde azgın şeytanların da onun hakimiyeti
altına verilmesidir.
Ayrıca Allah Tealâ, Hz. Süleyman'a, mal-mülkünde
dilediği gibi tasarruf etme hürriyeti de bahsetmiştir. Öyle ki, herhangi bir
hesap veya kontrol olmaksızın, herhangi bir eksiklik veya müracaat söz konusu
olmaksızın dilediği kimselere mal verir, dilediği kimselere de vermezdi.
Yüce Allah onu, kendi katında önemli bir mevki vermiş
ve cennette pek çok mükâfata garkedilmiş bir şekilde saygın, Rabbinin rızasını
kazanmakla kurtuluşa ermiş birisi kılmıştır.
Özetle, Yüce Allah Hz. Süleyman'a hem dünya, hem de ahiret
hayırları bahşetmiş, tıpkı babası Hz. Davud'da olduğu gibi peygamberlik ve
melik-lik özelliklerini onda da bir araya getirmiş, kendisine azametli bir mülk
ve insanları, cinleri ve şeytanları hakimiyetine dahil eden bir saltanat ihsan
eylemiştir ki bu, ne kendisinden önce, ne de kendisinden sonra hiç kimsenin
nail olmadığı bir nimettir.
[51]
41- Kulumuz Eyyub'u da an. Hani o, Rabbine şöyle nida etmişti:
"Hakikat şeytan beni yorgunluğa ve azaba uğ-
rattı."
42- "Ayağını yere vur. İşte hem yıkanacak hem
içilecek serin bir su" dedik.
43- Ona hem ehlini, hem onlarla beraber bir mislini
bizden bir rahmet ve temiz akıl sahipleri için de bir ibret olmak üzere
bağışladık.
44- Eline bir demet al da onunla vur. Yemininde
durmazlık etme." dedik. Biz onu hakikaten sabırlı bulduk. O ne güzel
kuldu! Hakikat o, daima Allah'a dönerdi.
"Hakikat şeytan beni... uğrattı." Hz.
Eyyub, kendisine isabet eden zarar ve hastalığı, -her ne kadar hayır da şer de
Allah'ın bildiği bir hikmet sebebiyle yine O'nun elindeyse de- edeb gereği
şeytana isnad etmiş, bu zarar ve hastalığı kendisine şeytanın isabet
ettirdiğini söylemiştir.
[52]
"Eyyub" Bu, Eyyub b. Emûs b. Erûm b. Ays
(Iys ?) b. İshâk (a.s.)'dır. Hanımı, Hz. Yakub'un kızı Leyyâ'dır. Tercih olunan
görüşe göre Hz. Eyyub, Hz. İbrahim'den daha önce yaşamıştır. Aralarında 100
yıldan fazla bir süre vardır. Hz. Eyyub'un vatanı, Su'ayr (?) dağının bir
parçası veya Edûm'a bağlı beldelerden biri olan 'Ûs (?) toprağıdır. Her ne kadar
her şey Allah'tan ise de Hz. Eyyub burada Allah Tealâ'ya karşı takınılması
gereken edebe riayet ederek bu derdi şeytana nisbet etmiştir.
"Ayağını yere vur" Yere ayağınla vur. Bu
emr-i ilâhi üzerine Hz. Eyyub ayağını yere vurmuş, yerden bir su kaynağı çıkmıştır,
"işte hem yıkanılacak hem içilecek serin bir su." Bu su yerden
çıkınca Hz. Eyyub onunla yıkandı, ondan içti ve böylece içindeki ve dışındaki
bütün hastalıklar kendisinden gitti.
"Ona hem ehlini" dağılıp parçalandıktan
sonra onun etrafında toplayarak veya öldükten sonra onları dirilterek
"hem onlarla beraber bir mislini" yani onlar gibi onun rızkını
"bizden bir rahmet" yani kendisine olan rahmetimiz sebebiyle "ve
temiz akıl sahipleri" aklı olanlar "için de bir ibret olmak
üzere" başa gelen hadiselerden, sabır ve Allah'a iltica ile nasıl aydınlığa
çıkıldığını görsünler diye "bağışladık."
"Eline bir demet" Kuru ot, reyhan ve
benzeri şeylerden veya dallardan oluşmuş bir tutam "al da onunla
vur." Yani hanımına vur. Ona vurmayı terkederek "Yemininde durmazlık
etme." Rivayet edildiğine göre Hz. Ey-yub'un hanımı olan Yakub (a.s.) kızı
Leyyâ, bir ihtiyaç için dışarı çıkmıştı. Ağır davranıp geç kalınca Hz. Eyyub,
iyileştiği zaman ona yüz sopa vuracağına yemin etmişti. Yüce Allah da onun
yeminini bu şekilde yerine getirmesini mubah kıldı. Yüz sopanın bu şekilde
yerine getirilişi, şer'î cezalarda (hudûd) hastalık vb. bir zaruret sebebiyle
sürdürülmüş bir ruhsattır.
[53]
Bu, Sâd süresindeki peygamber kıssalarının
üçüncüsüdür. Bu kıssanın zikredilmesindeki maksat, -tıpkı diğer kıssalarda
olduğu gibi- ibret ve ders alınmasıdır. Zira Hz. Davud ve Hz. Süleyman, Yüce
Allah'ın kendilerine türlü nimetler bahşettiği kimselerdendirler. Bu itibarla
onların kıssaları da nimete karşı nasıl şükredileceğim öğretmek amacıyla
zikredilmiştir. Hz. Eyyub ise, Allah Tealâ'nın, çeşitli hususi belâlara
uğrattığı bir peygamberdi. Dolayısıyla onun kıssasının zikredilmesi de,
insanlara sıkıntı ve dertler karşısında sabretmeyi öğretmeye matuftur. Bu
kıssayı zikretmekle Yüce Allah sanki şöyle buyurmaktadır: "Ey Muhammed
(s.a.)! Kavminin sefahetine karşı sabret. Zira dünyada nimet, mal ve mevki
bakımından Davud (a.s.) ve Süleyman (a.s.)'dan daha üstün kimse olmadığı gibi,
Eyyub (a.s.)'dan daha fazla sıkıntı ve belâya maruz kalan kimse de yoktur. Bu
nedenle, dünya hayatının hiç kimse için muntazam olmadığını anlamak üzere
zikri geçen peygamberlerin ahvali hakmda düşün. Her akıl sahibi kimsenin,
mihnet ve sıkıntılara karşı sabır göstermesi gerekir."
[54]
"Kulumuz Eyyub'u da an. Hani o, Rabb'ine şöyle
nida etmişti: "Hakikat şeytan beni yorgunluğa ve azaba uğrattı."
Yani Ey Rasul! Kavmine Eyyub (a.s.)'un, 18 yıl gibi uzun bir süre devam eden
hastalığı karşısındaki sabrını zikret. Hani o Rabb'ine şöyle nida etmişti:
"Bana bir sıkıntı dokundu ve şeytan beni bir meşakkat, elem ve derde
uğrattı." Hz. Eyyub'un bu elem ve sıkıntının şeytandarf geldiğini
söylemesi, daha önce de belirttiğimiz gibi onun Yüce Allah'a karşı edebinden
ileri gelmektedir.
İbni Cerîr ve İbni Ebî Hatim birlikte Enes b. Mâlik
(r.a.)'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Allah'ın peygamberi Eyyub (a.s.)'un mübtela olduğu dert 18 yıl sürdü. Bu
hastalık yüzünden uzak yakın herkes ondan uzaklaştı. Yalnızca iki kişi ondan
uzaklaşmadı.[55] Bu iki kişi de onun en
yakın ve has kardeşlerindendi ve sabah akşam onun yanma gidip gelirlerdi.
Birgün.bu iki kişiden birisi diğerine, "Biliyor musun, Vallahi Eyyub
mutlaka öyle bir günah işlemiştir ki alemlerden hiç kimse böyle bir günahın
benzerini işlememiştir." dedi. Arkadaşı bunun üzerine, "Nedir o"
diye sordu, diğeri de, "On sekiz sene Allah Tealâ ona merhamet etmemiş ve
kendisindeki o zararı kaldırmamıştır." dedi. Bu iki adam Eyyub (a.s.)'un
yanına gidince birisi dayanamayıp aralarında geçen bu konuşmayı Eyyub (a.s.)'a
aktardı.
Eyyub (a.s.) şöyle dedi: "Senin ne dediğini
bilmiyorum. Ancak Allah Azze ve Celle biliyor ki ben, çekişmekte olan ve bu
haldeyken Allah'ın adını anan iki kişiye uğrardım da evime dönünce Allah'ın
hak (doğru ve yerinde bir durum) dışında zikredilmesinden hoşlanmadığım için
onlar adına keffaret verirdim."
"Hz. Peygamber (s.a.) devamla şöyle buyurdu:
"Eyyub (a.s.) haceti için dışarı çıkar, hacetini giderdikten sonra, hanımı
yerine götürene kadar onu eliyle tutarak kendisine yardımcı olurdu. Nihayet
birgün Eyyub (a.s.) hanımını çağırmakta her zamankinden geç kaldı. Allah Tealâ
Eyyub (a.s.)'a "Ayağını yere vur. İşte hem yıkanacak, hem içilecek serin
bir su." diye vah-yetmişti. Hanımı onun geç kaldığını görünce ona doğru
gitti ve kendisine baktı. O da tam bu sırada Allah tarafından bütün hastalığı
iyileştirilmiş olarak ve en güzel durumunda çıkageldi. Hanımı onu görünce,
"Hey! Allah seni mübarek kılsın, Allah'ın şu hastalığa mübtelâ olmuş
peygamberini gördün mü? Buna gücü yeten Allah'a yemin ederim ki onun sağlıklı
olduğu zamanki durumuna senden daha çok benzeyen birini görmedim." dedi.
Eyyub (a.s.), "İşte ben oyum." diye karşılık verdi. Eyyub (a.s.)'un
iki ambarı vardı. Bunlardan birisi buğday, diğeri arpa deposu idi. Allah Tealâ
iki bulut gönderdi. Bulutlardan birisi buğday ambarının üzerine gelince
taşmca-ya kadar içine altın boşalttı. Diğer bulut da arpa deposunu taşırmcaya
kadar içine altın boşalttı."
"Ayağını yere vur. İşte hem yıkanacak, hem
içilecek serin bir su." Yani ona şöyle buyurduk: "Ayağınla yere
vur." Bunun üzerine ayağını yere vurdu ve yerden akan bir su kaynağı
zuhur etti. O da o suda yıkandı ve ondan içti de sağlık ve afiyet içinde,
hastalıktan kurtulmuş olarak oradan çıktı.
Bu, Hz. Eyyub'un yakalandığı hastalığın bulaşıcı veya
tiksindirici bir hastalık olmayıp, sadece acı veren, yorgun düşüren ve bu tür
hastalıklara iyi gelen maden suyu yahut kükürtlü su gibi sularla şifa bulması
mümkün olan bir cilt hastalığı olduğunun delilidir.
Hz. Eyyub, hastalıktan şifa bulduğu gibi Allah Tealâ
aile efradını ve malını da kendisine geri vermiştir. Zira kendisi önceden çok
malı-mülkü ve evlâdı olan bir kimseydi. Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
"Ona hem ehlini, hem onlarla beraber bir mislini bizden bir rahmet ve
temiz akıl sahipleri için de bir ibret olmak üzere bağışladık." Yani ona
ehlini bağışladık ve onları artırdık. Bu, ya Yüce Allah'ın onları öldükten
sonra tekrar diriltmesi suretiyle -ki Allah Tealâ her şeye kadirdir-
suretiyle, ya da aile fertleri ayrılıp dağıldıktan sonra onları Hz. Eyyub'un
başına tekrar toplaması ve nesillerini çoğaltıp sayılarını artırması suretiyle
olmuştur. Böylece onların adedi, Hz. Eyyub hastalanmadan öncesine nazaran iki
katına ulaşmıştır. Bu, Allah'tan bir rahmet ve akl-ı selim sahipleri için bir
ibret olarak; sabrın sonunun feraha çıkış olduğuna, Allah'ın rahmetinin iyi
kulların yakınında bulunduğuna ve her zorluk ile birlikte bir kolaylığın
mevcut olduğuna iman edilmesi için zikredilmiş bir olaydır.
Daha sonra Allah Tealâ, Hz. Eyyub'a, yeminini mubah
bir şekilde yerine getirmesi için bir ruhsat zikretmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Eline bir demet al da onunla vur. Yemininde
durmazlık etme." Yani eline kuru otlardan oluşmuş büyük bir demet al ve
onunla, hastalığından iyileşmen halinde kendisine yüz sopa vuracağına dair daha
önce yemin ettiğin hanımına vur; yemininde durmazlık etme. Yani yeminin gereği
neyse onu yerine getirmeyi terketme. Söz konusu yeminin sebebi, Hz. Eyyub'un
hanımı olan Leyyâ bt. Yakub'un -veya o, Rahme bt. Efrâîm b. Yusuftur-zamanında
geri dönmeyip, geç kalmasıdır.
Daha sonra Yüce Allah, şöyle buyurarak Hz. Eyyub'u
methetmektedir:
"Biz onu hakikaten sabırlı bulduk. O ne güzel
kuldu. Hakikat o daima Allah'a dönerdi." Yani biz onu, bedenini mübtelâ
kıldığımız hastalığa, malının ve ailesinin gitmesine sabreder bulduk. Eyyub ne
güzel bir kuldu. İşlediği bir günah sebebiyle değil de, hasenatını artırmak ve
derecesini yükseltmek maksadıyla tevbe ve istiğfar ile Allah Tealâ'ya çokça
rücu ederdi. Biz de onu, sıkıntısını kaldırıp kendisini feraha ulaştırmak
suretiyle mükâfatlandırdık. Halbuki o, sabırsız davranıp Allah'a şikâyette de
bulunmamıştı. Ancak peygamberler, içinde bulundukları durumu Yüce Allah'ın
hakkıyla bildiğini kendilerine öğreten mutlak ve tam imanları sayesinde Allah
Tealâ'dan, gam ve kederlerini kaldırmasını istemeyebilirler de.
Rivayet edildiğine göre Eyyub (a.s.) başına her
musibet geldiğinde "Allah'ım! Sen verirsin, Sen alırsın." derdi. Yine
o, Allah'a yakarışın da şöyle derdi: "İlâhi! Şüphesiz sen biliyorsun ki
dilim kalbime muhalefet etmedi, kalbim gözüme tabi olmadı, sahip olduğum
şeyler beni gaflete sürüklemedi, yanımda bir yetim bulunmaksızın birşey
yemedim, beraberimde aç veya açık birisi varken tok ve giyinik olarak gecelemedim."
[56]
Bu ayetler bizi aşağıdaki hükümlere götürmektedir:
1- Başa
gelen bir musibet sebebiyle Allah Tealâ'ya dua etmeye ve O'na halini arzetmeye
bir mani yoktur. Her ne kadar Hz. Eyyub başına gelen hastalığa uzun süre
sabretmişse de, daha sonra başındaki iki türlü sıkıntının gitmesi ve feraha
kavuşturulması için Rabbine dua etmiştir. Bu iki sıkıntının biri bedenindeki
şiddetli elem, diğeri de istenmeyen durumların başına gelmesi ve hayırların son
bulması ile hissettiği şiddetli gam ve kederdir. Bu sebeple Yüce Allah bu
mevzuda iki kelime zikretmektedir: Yorgunluk ve azap.
2-
Sıkıntılı durumlarda sabır zırhını kuşanmak mümin üzerine düşen bir
sorumluluktur. Zira Allah Tealâ Hz. Peygamber (s.a.)'e sıkıntılı durumlar
karşısında Eyyub (a.s.)'u ve keza Hz. Davud ve Hz. Süleyman gibi diğer
peygamberleri örnek almasını emir buyurmuştur.
3- Eyyub (a.s.)'un yakalandığı hastalık,
insanları tiksindirici türden bir hastalık değildir. Çünkü fıtrî olarak
insanları tiksindiren hastalıklardan salim olmak peygamberliğin şartıdır. Hz.
Eyyub'un hastalığı, -uyuz gibi- deri altında bulunan bir hastalıktır ki bu tür
hastalıklar elem ve acı verici olsalar da bulaşıcı değildirler. Hz. Eyyub'un
hastalığı, bütün bedene sirayet eden ve
etkisi gözle görülen bir hastalıktır. Bunun delili, "Bu dert bana
dokundu." (Enbiyâ, 21/83), "Hakikat şeytan beni yorgunluğa ve azaba
uğrattı.", "Kendisindeki o zararı gidermiştik." (Enbiyâ, 21/84),
"Ayağını yere vur" ve "İşte hem yıkanacak, hem içilecek serin
bir su" ayet-i kerimeleridir.
4- Bir
demet sapla karısına vurması, Hz. Eyyub'un yeminini yerine getirebilmesi için
Allah Tealâ tarafından kendisine tanınmış bir ruhsattır.
Bu noktadan sonra ulema şu husus üzerinde ihtilâf
etmiştir: Bu hüküm umûmîmidir, yoksa Hz. Eyyub'a has bir hüküm müdür?
Alimlerin bu konuda iki görüşü vardır:
Birinci görüş:
Bizden önceki ümmetlerin şeriati bizim için de
şeriattir diyen Hanefî-ler şu görüşü benimsemişlerdir: Bu hüküm umumidir.
Dolayısıyla yüz sopa vurmaya yemin etmiş olan bir kimse, 100 adet ince daldan
oluşmuş bir odun demeti alır ve onunla vurur. Böyle yapan kimse yeminini yerine
getirmiş olur ve artık ona keffaret gerekmez. Çünkü Allah Tealâ böyle yapmayı
Eyyub (a.s.)'a bir ruhsat olarak tanımış ve böyle yaptığında onun yeminini
yerine getirmiş olacağını bildirmiştir. Kişi yemininde hânis olmadığı
(yemininde durmazlık etmediği) sürece de onu yerine getirmiş demektir.
Bu, sağlıklı ve hastalıklardan salim olmayıp, hasta
ve illetli olanlar hakkında böyledir.[57]
Şafiî ve Hanbelîler de şöyle demişlerdir: İyileşeceği
umulmayan hasta kimseler hakkında hadd ikamesinin, yüz adet şimrâhdan
(hurmaları alınmış salkım çubuğu, ince dal) oluşmuş bir demetle bir kere
vurmak suretiyle yerine getirilmesi caizdir. Çünkü İmam Ahmed, Ebû Davud ve
İbni Mâ-ce, Sehl b. Huneyf (ra)den[58]
şöyle rivayet etmişlerdir: "Hastalıktan bitkin düşmüş bir adam hakkında
Hz. Peygamber (s.a.), sahabenin yüz adet hurma salkımı çubuğu alıp, onunla o
zata bir tek kere vurmalarını emir buyurdu." İmam Şafiî şöyle demiştir:
"Bir kimse, "Falana yüz celde" veya "bir vuruş
vuracağım." der de "şiddetli vuracağım" demez ve buna kalbiyle
niyet de etmezse, ayette zikredilen bu şekilde vurması yeterli olur. Böyle yapan
kimse yemininde durmamış sayılmaz."
Bizden önceki ümmetlerin şeriatinin bizim için de
şeriat olduğu görüşünü benimsemeyen İmam Şafiî bu görüşünde Sünnet-i Nebeviyye
ile sabit olan delile dayanmaktadır. İmam Ahmed'e gelince, o bizden önceki
ümmetlerin şeriatinin bizim için de şeriat olduğu görüşünü kabul eder.
İkinci görüş:
Bizden önceki ümmetlerin şeriatinin bizim için de
geçerli olduğu görüşünü benimseyen Malikîler ise söz konusu ruhsatın Hz.
Eyyub'a mahsus bir ruhsat olduğu görüşünü benimserler. Bunun delili ile hitabın
tevcihi ve bir de bahse konu ruhsat hakkında zikredilen illettir. İbnu'l-Arabî
şöyle der: "Mâlikin bu meselede kaidenin dışına çıkmasının sebebi oldukça
güzel bir te'vildir. O te'vil şudur: Mâlik'e göre imanın kasıt ve niyet üzere
yürümesi evlâdır. Çünkü Buhari ve Müslim tarafından Hz. Ömer (r.a.)'den rivayet
edilen bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ameller ancak
niyetler iledir." Niyet; şeriatin aslı, amellerin direği ve teklifin ölçüsüdür.
Bahse konu Hz. Eyyub kıssasında ise Hz. Eyyub'un nasıl niyet ettiği açık
değildir ki bu konuda onun şeriati ile iltizam edilebilelim." Bu, aynı
zamanda İmam Leysin de görüşüdür.
Hîle-i şeriyyelerle mücadele ettiği
I'lâmu'l-Muvakkı'în adlı eserinde İbnu'l-Kayyım, bu konuda Mâlikîler'in metodu
üzere yürümüş ve mezkûr kıssadaki fetvanın Hz. Eyyub'a has olduğu görüşünü
benimsemiştir. Ona göre şayet bu hüküm herkesi kapsayacak şekilde umumî
olsaydı, yemininin gereğini yerine getirmesi halinde büyük bir peygamberin
zarara uğramasından endişe edilmez ve ayrıca bu kıssa da bizim için
kendisinden büyük bir ibret çıkarılacak bir olay olmaktan çıkardı. Şu halde bu
kıssa, benzeri durumlarda ortaya çıkacak olaylardan gerekli dersi çıkarmamız
için anlatılmıştır. Dolayısıyla, biz bu kıssayla Allah Tealâ'nm onu
anlatmaktaki hikmetine bakarız. Bu söylediklerimize Yüce Allah'ın "Biz onu
hakikaten sabırlı bulduk." kavl-i ilâhisi delâlet etmektedir. Bu cümle,
-tıpkı diğer benzerlerinde olduğu gibi- illet zikredilecek bir makamda
zikredilmiştir. Demek ki Allah Tealâ Hz. Eyyub'a, sabrının mükâfatı, hanımına
verilecek cezanın hafifletilmesi ve yine hanımına bir rahmet olsun diye bu
hükmü indirmiştir. Ayrıca şu da var ki; Yüce Allah ona bu hukmü,"Yemininde
dur-mazlık etme." ayetinde de ifade buyurulduğu gibi yemininde durmazlık
etmesin diye indirmiştir."
5- Sabrın
çok büyük bir fazileti vardır. Bunun için Yüce Allah Hz. Ey-yub'un, bedenine
isabet eden hastalık, ehline ve malına isabet eden sıkıntılara karşı
sabretmekle ve Allah Tealâ'ya çokça yönelmekle tavsif buyurmuştur. Buradaki
"evvâb" kelimesi, Her işinde Allah Tealâ'ya çokça yönelen ve O'na
sığınan demektir.
[59]
45- Kuvvetli ve basiretli kullarımız İbrahim'i,
İshak'ı, Yakub'u da an.
46- Biz onları, ahiret yurdunu düşünme hasletiyle
kendimize halis kul yaptık.
47- Onlar bizim indimizde seçkinlerden:
hayırhlardandır-
48- İsmail'i, Elyesa'ı, Zülkifl'i de an. Hepsi de
iyilerdendir.
49- Takvaya erenler için güzel bir gelecek vardır:
50- Adn cennetleri. Onlar için bütün kapılan tastamam açılmıştır.
51- Orada
koltuka yaslanarak birçok yemişler,
içecekler isteye- çeklerceKler-
52- Yanlarında da bakışlarını yalnız kocalarına diken, bir yaşıt dilberler vardır.
53- İşte hesap
günü için size vaad olunagelen şey, bunlardır.
54- Şüphe yok ki bu, bizim bitip tükenmeyecek
rızkımızdır.
"uli'l-eydî ve'l-ebsâr" (kuvvetli ve
basiretli) kelimeleri istiare-i temsili-ye'dir. Buradaki "eydî"
kelimesi, ibadette kuvvetten, "ebsâr" ise dinde basiret sahibi
olmaktan istiaredir.
"Bu bir hatırlatmadır. Takvaya erenler için
güzel bir gelecek vardır: Adn cennetleri. Onlar için bütün kapıları tastamam
açılmıştır." cümleleri ile, aşağıda gelecek olan "Bu böyledir. Fakat
azgınlara da en kötü bir gelecek vardır" ayeti arasında mukabele
(karşılıklılık) vardır.
"İşte hesap günü için size vaad olunagelen şey
bunlardır." ayetinde, onlara verilen önemi vurgulamak amacıyla yukardaki
ayetlerde üçüncü şahıslardan bahsedilirken muhataba hitaba dönülmüştür.
[60]
"ibâdenâ" (kullarımız) kelimesi,
"abdenâ" (kulumuz) şeklinde de okunmuştur.
"Kuvvetli" ibadette kuvvet sahibi
"basiretli kullarımız..." dinde basiret ve fıkıh (derin anlayış)
sahipleri ve dinin esrarını bilen kimseler. "Biz onları ahiret yurdunu
düşünme" ahiret yurdunu hatırlama ve orası için amelde bulunma
"hasletiyle kendimize halis kul yaptık" onları bize karşı halis kimseler
kıldık.
"Onlar bizim indimizde seçkinler"
hemcinsleri arasından seçilmişler. Burada kullanılan "müstafin"
kelimesi, "mustafâ"nm çoğuludur, "hayırlılardandır."
Hayırda üstün kılınmış kimseler. Burada kullanılan "ahyâr" kelimesi,
"hayyir" kelimesinin çoğuludur. Bu kelime ise, tabiat itibariyle
hayır işlemeye düşkün kılınmış kimse demektir. "İsmail" İbrahim
(a.s.)'in oğludur. "Elyesa" Buradaki "lam" harfi zaiddir.
Elyesa (a.s.) da peygamberdir. Kendisi Uhtûb'un oğludur. Hz. İlyas onu,
İsrailoğulları'na kendi yerine bırakmıştı. Elyesa (a.s.) daha sonra peygamber
olmuştur. "Zülkifl" Yesa (Elyesa)'mn amcasının oğludur veya onun adı
Bişr'dir ve kendisi Eyyub (a.s.)'un oğludur. Peygamber olup olmadığında ve
lakabında ihtilâf vardır. En sahih olan görüş, onun peygamber olduğunu
benimseyen görüştür. Yüz peygamberin, öldürülmekten kaçarak kendisine
sığındığı, onun da onlara acıyarak kendilerini himaye ettiği söylendiği gibi,
kendisinin, günde yüz (vakit veya rek'at) namaz kılan salih bir kimsenin
yaptığı ameli yaptığı da söylenmiştir.
"Bu bir hatırlatmadır" Bu, onlar için bir
şeref ve güzel bir övgüyle yüceltmedir. Yahut zikredilen bu ayetler,
Zikir'den, yani Kur'an'dan bir nev' ve parçadır, "güzel bir gelecek"
Ahirette dönülecek yer güzelliği. "Adn cennetleri." İstikrar ve
sebat cennetleri. Buradaki "adn" kelimesinin "adene"
kelimesinden geldiği de söylenmiştir. Buna göre "Adene fi'1-mekân"
denir ki, "Orada ikamet etti." demektir, "yaslanarak" yani
-bir başka ayette de zikredildiği gibi- "koltuklarına yaslanarak."
"Bakışlarını yalnız kocalarına diken" Kocalarından başkasına
bakmayan, "bir yaşıt" Yani yaşları birbirine eşit ve hepsi de 33
yaşında kızlar. Aralarında ayrılık-gayrılık olmasın diye bunların yaşları
birbirinin aynı olmuştur. Ayrıca akranlar arasındaki karşılıklı sevgi de daha
sağlam olur.
[61]
Yüce Allah burada Hz. İbrahim'e ve onun soyundan
gelen peygamberlere ait kıssaları zikretmiştir. Bunlar insanlar için bir öğüt,
ibret ve talim olsun, insanlar onların ahlakıyla ahlâklansm ve onların
amelleriyle amel etsin diye zikredilmiştir..Zira onlar, bu amel ve ahlâkları
dolayısıyla Allah Tealâ'nın onlar ve kendileri gibi olanlar için bu ayetlerde
vaad ettiği fazlasıyla karşılık alma ve daimi nimetlere kavuşma lütfuna hak
kazanmışlardır. Bu kıssalar, bu surenin başında zikredilen diğer kıssalara
matuftur. Dolayısıyla burada Yüce Allah sanki şöyle buyurmuş olmaktadır:
"Onların dediklerine sabret. Kulumuz Davud'u an. (....) Kulumuz
İbrahim'i.... de an" Yani ey Muhammed (s.a.)! İbrahim (a.s.)'in ateşe
atıldığı zamanki sabrını, İshak (a.s.)'m İsrailoğulları'nı doğru yola davetteki
sabrını, Yakub (a.s.)'un oğlunu kaybettiği ve gözlerinin kör olduğu zamanki
sabrını, İsmail (a.s.)'in boğazlanacağı zamanki sabrını ve Elyesa (a.s.) ile
Zülkifl (a.s.)'in İsrailo-ğulları'nm eziyetleri karşısındaki sabrını an.
[62]
Allah Tealâ, peygamber kullarının faziletlerini haber
veriyor ve şöyle buyuruyor:
"Kuvvetli ve basiretli kullarımız İbrahim'i,
İshak'ı, Yakub'u da an!" Yani salih ameli ve ibadette kuvvet sahibi ve
keskin basiretli kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub'un sabrını an. Zira onlar
taati devamlı alışkanlık haline getirmişlerdi. Biz de onları, razı olunacak
ameller işleme kuvvetiyle takviye ettik. Böylece onlar güzel amel işlediler ve
hayırda öne geçtiler. Yine biz onlara dinde fıkıh ve ilim konusunda basiret ve
dinde faydalı olacak ameller işleme gücü verdik".
Bunun sebebi ise şudur:
"Biz onları, ahiret yurdunu düşünme hasletiyle
temizleyip, kendimize halis kul yaptık." Yani biz katışıksız bir hasleti
onlara has kıldık. Bu haslet, ahiret yurdunu düşünsünler ve ahirete iman
etsinler diye ahiret için amel işleme, emir ve yasaklarımıza uyma hasletidir ki
bu, peygamberlerin özelliğidir.
"Onlar bizim indimizde seçkinlerden,
hayırlılardandır." Yani onlar şüphesiz ki hemcinsleri arasından seçilmiş
ve tabiat itibariyle hayır işlemeye düşkün kılınmış kimselerdir. Dolayısıyla
eziyete meyletmezler; herhangi bir kimseye karşı duyulan kin, haset, buğz ve
çekememezlik gibi duygular onların kalplerinde yer tutamaz. Onlar kötülük ve
günah işlemezler. Zira onlar seçilmiş hayırlı kimselerdir.
"İsmail'i, Elyesa'ı, Zülkifl'i de an. Hepsi de
iyilerdendir." Yani İsmail, Elyesa ve Zülkifl'in sabrını ve onların salih
amellerini de an. Zira onların hepsi hayırlı ve peygamberlik için seçilmiş
kimselerdir.
Allah Tealâ peygamberine, kavminin sefahetine karşı
sabretmesini emir buyurduktan ve peygamberlerden bir bölümünü andıktan sonra,
müminlerin ve kâfirlerin görecekleri karşılığı ve bu iki gruptan her birinin
karar kılıp kalacağı yerleri zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Bu bir hatırlatmadır. Takvaya erenler için
güzel bir gelecek vardır." O peygamberlerin güzel amellerini zikredip
sayan bu Kuran ayetleri, onlar için yüceltme, dünyada güzel anılma vesilesi ve
ebedî olarak kendisiyle anılacakları bir şereftir. Onlar için ve onlar gibi
muttaki kullar için ahiret-te, içinde Allah Tealâ'nm mağfiretine, rızasına ve
cenneti nimetlerine dönecekleri bir dönüş yeri vardır. Bu, onlar için ve onlar
gibi kimseler için ahi-ret yurdunda hazırlanmış olan nimetlerin ve saadetin
zikredilmesine giriş mahiyetindedir.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurarak, "dönüp
gidilecek yer güzelli-ğı'ndenmaksadın ne olduğunu açıklamaktadır:
"Adn cennetleri. Onlar için bütün kapıları
tastamam açılmıştır." Yani bu gelecek, cennetlerde nail olacakları daimi
ikamettir. Bu cennetlerin kapıları onlar için sonuna kadar açılmıştır. Onlar
cennetlere geldikleri zaman, kendilerine ikram olarak bu cennetin kapıları
açılır. Bu ifadede, anılan cennetlerin takvaya eren kimselere mahsus olduğu,
buraların genişliği, güzelliği ve kıymeti ima edilmektedir ki nefisler bu
özelliklere sahip cennetlerle mutluluk bulur.
"Orada koltuklarına yaslanarak birçok yemişler,
içecekler isteyecekler." Yani onları, cennetlerde koltuklara ve divanlara
yaslanmış olarak, canlarının istediği güzel, lezzetli ve pek çok çeşidi
bulunan meyveleri, yine çok çeşitli olan güzel ve tatlı içecekleri ve daha
başka şeyleri talep ederken görürsün. Onlar her ne isterlerse, istedikleri
şeyleri anında bulurlar. "Akıp giden cennet şarabı kaynağından doldurulmuş
testiler, ibrikler ve kadehlerle..." (Vâkı'a, 56/18) onların istediği
şeyler hazır edilir.
Bu ayette sadece yemiş (meyve) ve içecek (şarap)
zikredilmesinin sebebi, Arapların bunlara olan düşkünlüğündendir. Çünkü
onların yaşadığı yerler, sıcak olup, meyve ve içecek bakımından yoksuldur.
Ayrıca bu ayette, cennet ehlinin, gıdalanmak için değil, sadece lezzetlenmek ve
tad almak maksadıyla yemek yiyeceği ima edilmektedir. Çünkü onların bedenleri
orada sürekli kalmak için yaratılmıştır ve bu sebeple yemeye ve içmeye ihtiyaçları
yoktur.
Takvaya ermiş kimselerin cennetteki meskenlerini,
yiyecek ve içeceklerini bu şekilde anlattıktan sonra Allah Tealâ, onların
eşlerini zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Yanlarında da bakışlarını yalnız kocalarına
diken, kendileriyle yaşıt dilberler vardır." Yani onların, bakışlarını
yalnız kocaları üzerine yönelten, onlardan başkasına bakmayan eşleri vardır.
Bunlar yaşıttırlar, yaşları birbirinin aynı olduğu gibi, güzellikleri de
birbirinin aynıdır. Birbirlerini severler, aralarında herhangi bir kin gütme
veya ayrılık-gayrılık yoktur.
Daha sonra Yüce Allah, takvaya ermiş kimseler için
vaad ettiği karşılığı şöyle zikretmektedir:
"İşte hesap günü için size vaad olunagelen şey,
bunlardır." Yani cennetin özellikleri cümlesinden olarak zikredilen bu
vasıflar, Allah Tealâ'nın muttaki kullar için vaad ettiği şeylerdir. Bu,
kendilerine vaad edilmiş olan en güzel bir karşılıktır ve öldükten sonra
dirilip kabirlerden kalkarak dağılmanın ardından ahiretteki hesap günü için
ertelenip saklanmıştır.
Bu nimetlerin özelliği, devamlı olmalarıdır. Zira
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Şüphe yok ki bu bizim, bitip tükenmeyecek
rızkımızdır." Yani bizim size bahşettiğimiz bu nimetler, bitip tükenmesi
ve son bulması kesinlikle söz konusu olmayan daimî bir rızıktır. Nitekim şu
ayet-i kerimeler de aynı şeyi ifade etmektedir: "Sizin yanınızda bulunan
tükenir. Allah 'm yanında bulunan ise kalıcıdır." (Nahl, 16/96),
"Bu, kesintisiz bir vergidir." (Hûd, 11/108), "Onlar için
kesintisiz bir mükâfat vardır." (İnşikâk, 84/25). "Yemişi de süreklidir,
gölgesi de. İşte takvaya erenlerin sonu budur. Kâfirlerin sonu da
ateştir." (Ra'd, 13/35).
[63]
Yüce Allah, peygamberlerden olan bu seçilmiş halis
kimseleri, kendilerinden önce gelen diğer peygamberlerle birlikte Rasulullah (s.a.)
ve ondan sonra gelen müminler için sabırda, amel-i salihte, faydalı ilimde,
ibadet kuvvetinde ve dinde fıkıh sahibi olmada güzel birer örnek kılmıştır.
Burada zikredilen peygamberlerin seçilmesinin sebebi,
onların ahiret yurduna iman etmiş olmaları ve orayı anıp düşünmeleri, Allah
Tealâ'nın rızasına ve mağfiretine ulaştıran, cennete girmelerini sağlayan
amelleri işlemeleridir. Zira onlar ahireti düşünmüş ve ahiret hayatına rağbet
etmişler, dünyada ise zühd ile ömür sürmüşlerdir.
Onların, kıyamete dek okunacak olan Kur'an'da
zikredilmeleri, kendileri için dünyada bir yüceltme, taltif, güzel övgü ve
şereftir ki onlar daima bu şekilde anılacaklardır.
Gerek onlar, gerekse takva ehli olan herkes için,
dünyadaki bu güzel övgü yanında, ahirette de güzel bir varış yeri vardır. Zira
zeminlerinde ırmaklar akan ve kapıları, kendilerine ikram olmak üzere melekler
tarafından açılan cennetler, Adn cennetleri onlar içindir.
Onlar, koltuklara yaslanarak oturdukları rahat
mekânlarda cennet nimetlerinden faydalanırlar. Çok ve çeşitli meyveler ve
içecekler de onlarındır.
Yine başkalarına dönüp bakmayan, yalnız kocalarına
bakan eşler de onlarındır ki bu eşlerin hepsi bir yaştadırlar; gençlik ve
güzellikte de aynı seviyededirler, hepsinin 33 yaşında olduğu söylenilmiştir.
Daha sonra Allah Tealâ, bunu takvaya eren kimselere
vaad ettiği karşılık olduğunu zikretmekte, ardından da bu karşılığın devamlı
olduğunu haber vermektedir. Bu da cennetin nimetlerinin bitip tükenmesinin söz
konusu olmadığının delilidir.
[64]
55- Bu böyledir. Fakat azgınlara da en kötü bir
gelecek vardır:
56- O da cehennemdir. Onlar buraya girecekler. Ne
kötü bir döşektir o!
57- İşte onu tatsınlar. Kaynar su ve irindir.
58- Ve daha başka çeşitler de vardır.
59- İşte bunlar körü körüne maiyetinize giren
güruhtur. Onlar rahat yüzü görmesinler. Çünkü onlar o ateşe gireceklerdir.
60- Dediler ki:
"Hayır, asıl siz rahat yüzü görmeyin. Bunu bizim önümüze siz
getirdiniz. Ne kötü durak."
61- Dediler
ki: "Ey Rabbimiz, bunu bizim önümüze kim getirdiyse, onun ateş içindeki
azabını katmerli olarak artır."
62- Dediler ki: "Kötülerden saydığımız adamları
niye burada görmüyoruz?"
63- "Biz
onları eğlence edinirdik. Yoksa gözlerimiz mi onlardan kaydı?'
64- İşte bu, cehennem ehlinin birbiriyle
davalaşması, muhakkak ve kat'i bir gerçektir.
"eşrâr", "ebsâr" ve
"ehli'n-nâr" kelimeleri arasında, sözün bediî güzelliklerinden olan
ve "murâ'âtu'l-fevâsıl" denen, ayet sonlarının "r" sesinde
bir birbirine uygun olma özelliği vardır.
"Ne kötü bir döşektir o!" cümlesinde,
cehennemliklerin orada görecekleri ateş azabı, uyuyacak kimse için serilen
döşeğe benzetilmiştir.
[65]
"Fakat o azgınlara da" Yani Allah Tealâ'yı
ve peygamberlerini inkâr edip, Allah'ın tayin ettiği sınırları tecavüz eden
kâfirlere "en kötü bir gelecek" dönüp dolaştıktan sonra varılacak
yer "vardır." "İşte onu" azabı "tatsınlar."
"Ahar: Daha başka" yani daha başka azap. Buradaki "ahar"
kelimesi, "uhar" şeklinde çoğul olarak da okunur ki, bu durumda anlamı,
"daha başka azap çeşitleri." şeklinde olur.
Onlar cehennem ateşine girdikleri zaman kendilerine
şöyle hitap edilecektir. "İşte bunlar körü körüne maiyetinize giren
güruhtur" sizinle birlikte cehenneme şiddetle sokulan güruh. Buradaki
"fevc: güruh" kelimesi, dalâlet ehline tabi olan çok sayıdaki insanı
anlatmaktadır. "Onlar rahat yüzü görmesinler." Yani onlar için bir
genişlik ve rahatlık olmasın. Bu, dalâlet liderlerinin, kendilerine uyanları
kastederek söyledikleri bir sözdür. "Çünkü onlar o ateşe
gireceklerdir." Onlar da bizim yaptıklarımızı yaptıkları için o
amellerinden dolayı cehennem ateşine girenlerdir. "Dediler ki:
"Hayır, asıl siz rahat görmeyin." Tabi olanlar, liderlere dediler ki:
Bilakis asıl siz söylediklerinize daha müstehaksmız. Bu küfrü bizim önümüze
siz getirdiniz. "Ne kötü durak." Bu karar yeri, yani cehennem. Zira
hem cehennem ateşi bize, hem de sizedir.
"Dediler ki" Yani uyanlar yine dediler ki:
"Ey Rabbimiz! ...azabını katmerli olarak artır." Azabını, gördüğü
kadar daha artırmak suretiyle kat kat yap ki iki kat olsun. Nitekim Yüce
Allah'ın şu kavl-i ilâhisinde de benzeri bir anlatım vardır: "Rabbimiz,
onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lanetle rahmetinden kov."
(Ahzâb, 33/68). "Dediler ki" Yani azgın liderler, cehennemden şöyle
seslendiler. "Kötülerden saydığımız" kendilerinde hiçbir hayır
bulunmayan rezillerden saydığımız "adamları niye burada görmüyoruz."
Onlar bu sözle, hakir görüp rezil saydıkları ve alay ettikleri yoksul
müslümanlan kastetmektedirler. "Biz onları eğlence edinirdik." Bu,
is-tifham-ı inkârî tarzında bir cümledir. Yani onlar, dünyadayken müminleri
eğlence edinmeleri sebebiyle kendi nefislerini kınayarak ve kendi kendilerine
serzenişte bulunarak böyle diyeceklerdir. Yani evet, biz onları kendi işlerimizde
eğlence olarak görürdük. Oysa onlar böyle değillermiş ve işte, onlar cehennem
ateşine girmediler! Bu kelime "sin" harfinin dammesiyle
-"suhriyyen" şeklinde- de okunur. Anlamı, "Biz onları eğlence
edinirdik" demektir. "Yoksa gözlerimiz mi onlardan kaydı."
meyletti. Yani yoksa onlar da bizimle birlikte de biz mi onları görmüyoruz?
Burada kastedilenler Am-mâr, Bilâl, Suheyb ve Selmân (r.a.) gibi yoksul
sahabilerdir.
"İşte bu, cehennem ehlinin birbiriyle
davalaşması" birbirleriyle çekişmesi "muhakkak ve kat'î bir
gerçektir" Bizim, cehennem ehlinin durumuna ilişkin olarak anlattığımız bu
olay muhakkak gerçekleşecektir ve onlar muhakkak surette bu şekilde
çekişecekler.
[66]
Allah Tealâ, takvaya eren kimselerin göreceği
karşılığı ve varacağı yeri anlattıktan sonra, iki grup arasında yapılan
karşılaştırmanın tamam olması ve takva sahibi insanlara yapılan vaad ile
azgınlara yapılan tehdit bir arada bulunsun diye azgınların göreceği azabı ve
mahrum şakilerin durumunu ortaya sermektedir. Böylece Yüce Allah'ın emirlerine
taatin kabul edilmesi ve günahtan kaçınılması kolaylaşacak ve böylece arzu
edilen hedefe ulaşılmış olacaktır. Bu hedef ise kulların gidişatının ıslahı ve
güzel-leştirilmesidir.
[67]
"Bu böyledir. Fakat azgınlara da en kötü bir
gelecek vardır." Yani bu zikredilen, müminlerin göreceği karşılıktır.
Yahut durum, zikredildiği gibidir. Allah Azze ve Celle'ye taatten çıkan ve
peygamberleri yalanlayan kâfirler için ise kötü bir dönüş ve varış yeri
vardır. Bu varış yerini Allah Tealâ şu kavl-i ilâhisi ile açıklamaktadır:
"O da cehennemdir. Onlar buraya girecekler. Ne
kötü bir döşektir o!" Yani onlar cehenneme gireceklerdir ve cehennemin
ateşi onları her yandan kuşatıp yakacaktır. Onların, kendi nefisleri için
hazırladıkları bu yer ne kötü bir yerdir! Yani onlar için cehennem ateşinden
ibaret olan bu döşek çok kötüdür. Burada ateş, döşeğe benzetilmiştir. Nitekim
şu ayet-i kerimede de aynı durum söz konusudur: "Onlar için cehennemden
bir döşek ve üstlerinde de yine ateşten örtüler vardır." (A'râf, 7/41).
"İşte onu tatsınlar. Kaynar su ve irindir."
Yani işte bu hamîm (kaynar su)'dir. Onu tatsınlar. Bu, onların azabı tatmasını
isteyen alaycı tarzda gelen bir emirdir. Hamîm, sıcaklığı çok şiddetli olan
sudur ki, deriyi yakıp kızartır. Gassâk ise soğuk ve acı bir sudur ki,
soğuğunun şiddeti sebebiyle onu içmek mümkün değildir. Bu, cehennem ehlinin
derilerinden akan irin ve sarı sudur.
"Ve daha başka çeşitleri de vardır." Yani
onlar için hamîm ve gassâk gibi olan başka çeşit zorlu, azaplar da vardır ki
onlar bu azap türlerine de muhatap olacaklardır. Bunlar birbirine zıt olan
azaplardır. Zira bu ayette geçen "ezvâc" kelimesi, birbirine zıt ve
muhtelif azap türleri anlamına gelir.
Daha sonra Allah Tealâ, cehennem ehlinin aralarında
geçen konuşmaları zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"İşte bunlar körü körüne maiyetinize giren
güruhtur. Onlar rahat yüzü görmesinler. Çünkü onlar o ateşe
gireceklerdir." Yani daha önce cehenneme giren bir grup, kendilerinden
sonra girenleri, cehennem bekçileri ve zebanilerle birlikte karşılaştıkları
zaman şöyle diyecekler: "Bunlar da sizinle birlikte cehenneme giren büyük
bir topluluktur. Onlar rahat görmesinler. Yani onlar için bir hayır ve iyilik
yoktur. Onlar da tıpkı bizim girdiğimiz gibi ateşe girdiler ve tıpkı bizim hak
ettiğimiz gibi onlar da bu ateşi hak ettiler. Onların, "Onlar rahat yüzü
görmesinler!" sözünden murad, onlara bedduadır. Bu, ileri gelen efendi ve
önderlerin ağzından, dünyadayken terkedilmiş olan tabiler hakkında sadır olan
bir sözdür. Bu ifade, kâfirler arasındaki dayanışmanın sona erdiğine, hatta
düşmanlığa dönüştüğüne dair Allah Tealâ tarafından verilen bir haberdir.
Liderlerinin bu sözlerine, onlara tabi olanlar şöyle
cevap vereceklerdir:
1-
"Dediler ki: "Hayır, asıl siz rahat görmeyin. Bunu bizim önümüze siz
getirdiniz. Ne kötü durak!" Yani önderleri şöyle dediler: "Hayır, siz
bunu bizden daha çok hak ettiniz. Zira bizi siz doğru yoldan saptırdınız ve
bizi bu sona siz davet ettiniz. Cehennem hem bizim için hem de sizin için ne
kötü bir karar yeridir!" Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Her ümmet
(ateşin içine) girdikçe yoldaşına lanet etti." (A'râf, 7/38).
2- "Dediler
ki: "Ey Rabbimiz, bunu bizim önümüze kim getirdiyse onun ateş içindeki
azabını katmerli olarak artır." Yani yine uyanlar, kendilerini peşlerinden
gitmeye çağıran önderleri kastederek şöyle dediler: "Rabbimiz! Bizim bu
ateşe girmemize sebep olanlara ve bizim önümüze bu azabı getirenlere,
küfürlerinin ve dalâlete düşürmelerinin karşılığı olarak ateşteki azabı kat kat
artır." Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbimiz, bunlar
bizi saptırdılar. Bunlara eteşten bir kat daha azap ver." Allah
"Hepsi için bir kat daha fazla azap vardır, ama siz bilmezsiniz."
buyurdu." (A'râf, 7/38). Yani sizden her birinizin kendi durumuna göre
azabı vardır. Yine Allah Tealâ şöyle buyurur: "Ve dediler ki: Rabbimiz,
biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk da bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz,
onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lanetle rahmetinden kov."
(Ahzâb, 33/67-68). Bunu, Müslim'in Cerîr b. Abdilhamîd (r.a.) kanalıyla rivayet
ettiği şu sahih hadis de teyid etmektedir: "Kim kötü bir çığır açarsa,
açtığı o çığırın ve o yoldan yürüyenlerin günahı ona aittir."
Daha sonra kâfirler, dünyadayken dalâlette olduğuna
inandıkları kimseler hakkında konuşacaklar. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Dediler ki: "Kötülerden saydığımız adamları
niye burada görmüyoruz?!" Yani müşrikler, tahassür ve şaşkınlık içinde
birbirlerine şöyle diyecekler: "Bizler ateşin içinde, dünyadayken kendilerini
hiçbir hayrı bulunmayan değersiz saydığımız kimseleri kaybettik. Bize ne
oluyor ki onları da bizimle birlikte ateşin içinde göremiyoruz?!"
Kastettikleri ise Ammâr, Hab-bâb, Suheyb, Bilâl, Salim ve Selmân (r.a.) gibi
yoksul müminlerdir.
Mücahid şöyle demiştir: "Bu Ebû Cehil'in
sözüdür. O şöyle diyordu: "Bana ne oluyor ki Bilâl'i, Ammâr'ı, Suheyb'i ve
falanı ve filânı göremiyorum?!" Bu, bir örnek ve darb-ı meseldir. Yoksa
kâfirlerin tümü aynı durumdadır. Onların hepsi, müminlerin de kendileri gibi
ateşe gireceğine inanırlar. Kâfirler cehennem ateşine girdikleri zaman bu
müminleri gözden kaybedecekler ve göremeyecekler. Bunun üzerine bu sözü
söyleyecekler.
"Biz onları eğlence edinirdik. Yoksa gözlerimiz
mi onlardan kaydı?" Yani biz onları dünyadayken işlerimizde zorla
kullanırdık veya onlarla alay ederdik. Şimdi ise onlar ikram gören kimseler
oldu, biz ise kaybettik. Zira onlar ateşe girmediler. Yoksa onlar da bu ateşte
bizimle birliktedirler de biz onların yerini mi bilmiyoruz? Hasan-ı Basrî şöyle
demiştir: "Onlar, bütün bunları yapmışlardı. Müminlerin yoksullarını alay
ve eğlence konusu edinmişlerdi. Orada da gözleri onları görmez. Çünkü o
müminler cennettedirler." Burada geçen "suhriyyen" kelimesinin
"sıhriyyen" şeklinde de okunabileceği söylenmiştir. Bunların her
ikisinin de aynı anlamda olduğu söylendiği gibi; ilkinin boyun eğdirme ve zorla
kullanma, ikincisinin ise eğlenme ve alay etme anlamında olduğu da
söylenmiştir.
Bu cümle, kâfirlerin müminlerle dünyada
eğlendiklerinden dolayı kendilerini kınadıklarım ve azarladıklarını ifade
etmektedir.
Daha sonra Allah Tealâ, kâfirlerin arasında geçen bu
suçlama ve karşılıklı çekişmenin gerçekleşeceğini şöyle buyurarak te'kid
etmektedir:
"İşte bu, cehennem ehlinin birbiriyle
davalaşması, muhakkak ve kat'î bir gerçektir." Yani Allah Tealâ'nın
onlardan hikâye ettiği bu münazaa, kaçınılmaz olarak tahakkuk edecek bir
gerçektir ve onlar bu sözleri söyleyeceklerdir. Yahut da mana şöyledir: Ey
Muhammed (s.a.)! Bizim sana haber verdiğimiz bu olay, kıyamet günü kesinlikle
gerçekleşecektir ki o, cehennem ehlinin, cehennemde birbirleriyle olan
münakaşası, önderlerin tabile-rine, tabilerin de önderlerine söyleyecekleri
sözlerdir.
[68]
Yüce Allah, kıyamet günü kâfirlerin cehennem ateşinde
çekecekleri azabın çeşitlerini zikretmektedir. Bu azap çeşitleri şunlardır:
1-
Zâlimlerin ve kâfirlerin dönüp gidecekleri yer, kötü bir dönüş noktası ve kötü
bir sondur. Onlar dönüp dolaşıp oraya gideceklerdir.
2- Onlar
cehenneme gireceklerdir. Onların kendileri için yaptıkları bu hazırlık ne
kötüdür veya cehennem onlar için ne kötü bir döşektir ki o, ateşten bir
mekândır.
3- Onların
içeceği hamîm ve gassaktır. Hamîm, çok sıcak bir sudur. Gassâk ise cehennem
ehlinin derilerinden dökülen irin ve sarı sudur.
4-
Cehennem ehli için daha değişik azaplar da vardır. Dondurucu soğuk, zehir,
zakkum yeme gibi pek çok -birbirine zıt ve çeşitli- azap bunlardandır ki
bunların hepsi kâfirlerin azaplandırıldığı ve kendisi vasıtasıyla hor ve zelil
kılındıkları şeylerdir.
5- İbni
Abbâs (r.a.) şöyle demiştir: "Kâfirlerin ileri gelenleri cehennem ateşine
girdikleri, onların ardından da onlara uyanlar ateşe atıldıkları zaman
cehennem bekçisi, o ileri gelenlere kendilerine, tabi olanları getirecek şöyle
diyecektir: "îşte bunlar bir güruhtur." Buradaki "fevc"
kelimesi "cemaat, grup" demektir, "sizin maiyetinize
giren" yani sizinle birlikte ateşe girenlerdir. Bunun üzerine ileri
gelenler şöyle diyecekler: "Onlar rahat yüzü görmesinler." Bu
cümleyle onlara beddua kastolunmaktadır. İleri gelenlerde "Onlar"
tıpkı bizim girdiğimiz gibi "o ateşe gireceklerdir."
diyecekler." Veya bu sözü melekler söyleyeceklerdir.
Ebû Hayyân şöyle demiştir: "Zahire göre buradaki
"İşte bunlar, körü körüne maiyetinize giren güruhtur." sözü
kâfirlerin ileri gelenlerinin birbirlerine söyleyecekleri bir sözdür."
6-
Uyanlar, ileri gelenlerinin sözlerine şöyle diyerek karşılık vereceklerdir:
"Hayır, asıl siz rahat yüzü görmeyin." Bizi isyana siz davet ettiniz.
Bu yüzden hem bizim, hem de sizin vardığımız bu karar yeri ne kötü bir yerdir!
Yine onlar şöyle diyeceklerdir: "Rabbimiz! Bize bunu reva gören, bu çığırı
açan ve bizim bu azaba duçar olmamıza sebebiyet veren kim ise, onun azabını,
biri küfründen, diğeri de bizi dalâlete düşürmesinden dolayı olmak üzere iki
kat artır. "
Burada söz konusu edilen her iki grubun birbirlerine
söylediği sözlerde diğer grubu ziyadesiyle azarlama, kınama ve incitme vardır.
7-
Kâfirler dünyada, düşmanları olan Bilâl, Suheyb, Selmân (r.a.) gibi Arap
olmayan mevâlî veya Arap müminlerin fakirlerinin de cehennemlik olduğunu iddia
etmişlerdir. Bu düşünceleri doğrultusunda onları cehennemde kendileriyle
birlikte görmek için arayacak, fakat bulamayacaklardır. Bunun üzerine de,
onları dünyada eğlence konusu yapma hatasına düştükleri için kendi kendilerini
kınayacaklardır ki bu da onlar için ruhî, manevî bir ıztırap sebebi olacaktır.
Mücâhid ve daha başkaları şöyle demişlerdir:
"Onlar orada "Ammâr nerede?, Suheyb nerede? Falan nerede?"
diyerek yoksul müminleri sayacaklar. Bunun üzerine kendilerine, "Onlar
Firdevs'tedir." denecektir."
8-
Cehennem ehli arasındaki bu karşılıklı davalaşma ve çekişme o gün kesinlikle
gerçekleşecek bir olaydır. Bu, sabit bir gerçektir ve buna iman etmek gerekir.
[69]
65- De ki: "Ben ancak bir uyarıcıyım. Tek ve
kahredici olan Allah'tan başka ilâh yoktur."
66- "O, göklerin, yerin ve ikisi arasında
bulunan şeylerin Rabbidir. Daima üstündür, çok bağışlayıcıdır."
67- De ki: "O, büyük bir haberdir."
68- "Siz ondan yüz çeviriyorsunuz"
69- "Mele-i a'lâ'ya (ait), onlar aralarında
münazara ederlerken benim
hiçbir bilgim yoktu.
70- "Ben ancak apaçık bir uyarıcı olduğum
içindir ki, bana vahyolunu-yor."
"De ki" ey Muhammedi Mekke kâfirlerine
söyle ki. "Ben ancak bir uyarıcıyım. " Cehennem ateşiyle
korkutucuyum.
"De ki" ey Muhammedi Müşriklere söyle ki
"O, büyük bir haberdir." Gerçekten önemli bir haberdir. "Siz
ondan yüz çeviriyorsunuz." Yani size haber verdiğim ve içinde ancak vahiyle
bilinebilecek şeyler getirdiğim Kur'an, gerçekten çok önemlidir. Siz ise
sürekli gaflet içinde bulunduğunuz için ondan yüz çeviren kimselersiniz. Zira
akıllı kimseler böyle bir haberden yüzçevirmezler.
"Mele-i a'lâ'ya (ait)" Melekler. Bunlar
yaratıkların en şereflileridir. Yani benim, Mele'i a'lâ'nın ne konuştuğu
konusunda herhangi bir bilgim yoktur, "onlar aralarında münazara
ederlerken" Yani Yüce Allah, "Muhakkak ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım." (Bakara, 2/30) buyurduğu zaman Hz. Adem (a.s.)'ıin durumu
hakkında birbirleriyle münakaşa ederlerken.
"Ben ancak apaçık bir uyarıcı olduğum içindir ki
bana vahyolunuyor." Yani bana, sadece apaçık bir şekilde uyardığım için
vahyolunuyor.
[70]
Bu ayetlerle, bu surenin başına, yani tevhide, Hz.
Peygamber (s.a.)'in peygamberliğine ve ahiret gününe imana çağıran ayetlere
dönülmektedir. Zira o ayetler, Hz. Muhammed (s.a.)'in davetinden müşriklerin
yüz çevirmeleri sebebiyle tevhid inancının takririni, muvahhidler için cennet
vaadini ve müşrikler için cehennem tehdidini ve Hz. Peygamber (s.a.)'in
tevhid, nübüvvet ve öbür dünyayı inkâr edenlerin cezalandırılacağı yolunda dünyada
yaptığı uyarıdan sonra, müminlerle kâfirler arasındaki farkı ortaya koyan
"öldükten sonra diriliş"in ispatını ihtiva etmektedir.
Bu da bu surenin, sonuna kadar nasıl güzel bir tertip
ve üsluba sahip olduğunu göstermektedir.
[71]
"De ki: "Ben ancak bir uyarıcıyım."
Yani Ey Rasul! Mekke'lilerden ve diğer insanlardan Allah'ı inkâr edenlere, Ona
ortak koşanlara ve O'nun peygamberini yalanlayanlara de ki: Ben ancak sizi
Allah Tealâ'nm azap ve cezasından sakındırıcı, tevhidi, nübüvveti ve öbür
dünyayı inkâr edenlerin göreceği cezayı -tıpkı daha Önce yaşamış olan Ad ve
Semûd gibi ümmetlerin dünyada başına gelenler ve ahirette cehennem azabının
ahvali gibi- size tebliğ ediciyim.
"Tek ve kahredici olan Allah'tan başka ilâh
yoktur." Yani sadece bir tek ilâh vardır, O'nun ortağı yoktur. O, kendisi
dışındaki her şey üzerine de kahredicidir, her şeyi kahr ve her şeye galebe
eder.
"O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan
şeylerin Rabbidir. Daima üstündür, çok bağışlayıcıdır." Yani bütün
göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunan mahlukâtm hakimidir, bunlar
üzerinde tasarruf sahibidir. O, galip olan ve kendisine galip gelinemeyendir.
İsyan edenleri cezalandırdığı zaman hiçbir direnici O'na karşı direnemez. O
aynı zamanda kendisine itaat edenler için, tevbe ettikleri zaman kullarından
dilediği kimseler için ve kendisine sığınanlar için günahları çok bağışlayandır.
Daha sonra Yüce Allah, kendisinin ve peygamberinin
emirlerine muhalefet eden ve Kur'an'dan yüz çeviren kimseleri tehdit ederek
şöyle buyurmaktadır:
"De ki: "O, büyük bir haberdir. Siz ondan
yüz çeviriyorsunuz." Yani ey peygamber! Mekke müşriklerine ve başkalarına
de ki: Benim bir peygamber olduğum, Allah'ın bir olduğu ve ortağının
bulunmadığı, Kur'an'm Allah katından indirilen bir vahiy olduğu ve onun
gerçekten büyük ve önemli bir haber olduğu yolunda verdiğim haberlerden ancak
derin bir gaflet içinde bulunan kimseler yüz çevirirler. Zira o sizi dalâletten
çekip çıkararak nura kavuşturmak suretiyle kurtarmaktadır. Oysa siz benim
söylediklerimden yüz çeviriyorsunuz. Kur'an üzerinde düşünmüyorsunuz. Bu
ifadelerde, müşrikleri -Kur'an'dan yüz çevirmeleri sebebiyle- azarlama ve
serzenişte bulunma vardır. Zira onların yapmaları gereken şey, hatalarından
dönmek olmalıdır.
Daha sonra Allah Tealâ, Hz. Muhammed (s.a.)'in
peygamberliğine delâlet eden ifadelere yer vermekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Mele-i alaya, onlar aralarında münazara ederken
benim hiçbir bilgim yoktu." Yani bana vahyolunmadan önce Mele-i a'lâ'nın,
Hz. Adem (a.s.)'in durumu hakkındaki ihtilafıyla, İblisin ona secdeden imtina
etmesiyle ve Rabb'ine, kendisinin daha üstün olduğunu ileri sürerek itirazda
bulunmasıyla ilgili benim herhangi bir bilgim yoktu. Eğer bana gelen vahiy
olmasaydı ben bu tarz gayba ait hadiseleri nereden bilecektim?
"Ben ancak apaçık bir uyarıcı olduğum içindir
ki, bana vahyolunuyor." Yani bana, herhangi bir hakimiyet veya saltanat
elde etmek gibi bir iş için değil, ancak açık bir uyarmada bulunmam ve açıkça
tebliğ etmem için vahiy geliyor.
[72]
Allah Tealâ bu ayet-i kerimelerde Hz. Peygamber
(s.a.)'in peygamberliğinin doğruluğunu gösteren bazı deliller beyan buyurmakta
ve Onun bazı önemli fonksiyonları ile görevlerini açıklamaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.)'in önemli görevi, Yüce Allah'ın
emirlerine karşı gelenleri cehennem ateşi ile uyarmak; tevhid, nübüvvet ve öbür
dünyayı inkâr edenleri Allah Tealâ'nın azabıyla korkutmaktır.
Aynı şekilde tevhidi, yani Allah'tan başka ilâh
bulunmadığı, O'nun, ortağı ve benzeri bulunmaktan münezzeh ve her şeyin mutlak
galibi olduğu inancını yerleştirmek de Hz. Peygamber (s.a.)'in görevidir ki bu
sayılanlar, Allah Tealâ'nın bir ve tek olduğuna ve Allah'a ortak koşulan, hiç
kimseye ne bir fayda ne de bir zarar verebilen bu put ve cansız varlıkların
hiçbir şeye kadir olmadıklarına delâlet etmektedir.
Kahhâr sıfatı şiddetli korkuyu gerektirdiğine göre,
Yüce Allah bu sıfatın hemen ardından rahmetine ve lütfuna delâlet eden üç
sıfat daha zikretmektedir. Bunlar:
1- Allah
Tealâ'nın göklerin, yerin ve bütün varlıkların Rabbi oluşu.
2- Yüce
Allah'ın Azîz (yani güç ve kuvvet sahibi) oluşu. Zira O, müm-kinâttan olan her
şeye kadirdir ve kendisi her şeye galip olduğu halde hiç-birşey O'na galip
olamaz.
3- Yüce
Allah'ın, sadece Ona boyun kıran muhlis ve itaatkâr kullarının günahlarını
çokça bağışlayıcı oluşu.
Hz. Peygamber (s.a.)'in müşrikleri kendisiyle
uyardığı şeyler hesap, mükâfat, ceza, nübüvvet ve Kurandır. Bu, büyük önemi
haiz bir haberdir.
Dolayısıyla hafife almaya kalkışılmamalıdır. İnsanlar
üzerine saltanat kurmaya, onları hakimiyet ve otoritesi altına almaya ve nüfuz
elde etmeye çalışmak Hz. Peygamber (s.a.)'in görevi değildir.
Hz. Peygamber (s.a.)'in nübüvvetini ve kendisine
vahiy indiğini gösteren bahse konu delillere gelince; Kur'an-ı Kerim'in,
Mele-i a'lâ'nın (meleklerin) durumuna ilişkin olarak verdiği haberdir. Buna
göre Hz. Adem (a.s.) yaratıldığı zaman melekler şöyle demişlerdi: "Orada
bozgunculuk yaratacak, kan dökecek birisini mi yaratacaksın?" (Bakara,
2/30). İblis de şöyle demişti: "Ben ondan hayırlıyım." (Sâd, 38/76).
Dolayısıyla Hz. Muhammed (s.a.)'in, Hz. Adem (a.s.) konusundaki ve mugayyebâta
ait diğer hususlardaki bu açıklamalarının ilâhi bir teyidden başka bir suretle
olması tasavvur edilemez. Bu durumda Onun doğruluğu konusunda bir mucize
ortaya konmuş demektir.
"Siz ondan yüz çeviriyorsunuz!" kavl-i
ilâhisi, akaide ilişkin konularda düşünmeye ve akıl yürütmeye teşvik olup,
taklitten men etmektedir.
[73]
71- Rabbin o zaman meleklere demişti ki: "Ben
muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım."
72- "Onu biçimlendirip ona ruhumdan üflediğim
zaman derhal ona secdeye kapanın."
73- Bunun
üzerine bütün melekler toptan secde ettiler.
74- Yalnız
İblis etmedi. Büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.
75- Rabbin ona
buyurdu ki: "Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten sani
alıkoyan nedir? Büyüklük mü tasladın? Yoksa yücelerden mi oldun?"
76- İblis dedi ki: "Ben ondan hayırlıyım. Beni
ateşten, onu ise çamurdan yarattın."
77- Buyurdu ki: "Haydi çık oradan! Sen
kovuldun."
78- "Ve şüphesiz ki ceza gününe kadar lanetim
senin üzerinedir."
79- Dedi: "Ey Rabbim! O halde insan-ların
yeniden dirilecekleri güne kadar bana mühlet ver."
80- Buyurdu:
"Haydi sen mühlet verilenlerdensin."
81- "O belli vaktin gününe kadar."
82- (Şeytan) dedi: "Senin izzetine an-dolsun ki,
ben de artık onların hepsini muhakkak azdıracağım."
83- 'İçlerinden ihlâsa erdirilmiş kulların
müstesna."
84- (Allah Tealâ) buyurdu: 'İşte bu doğru. Ve şu
gerçeği söyleyeyim:
85- "Andolsun, cehennemi senden ve onlar içinde
sana uyan kimselerden dolduracağım."
"Bunun üzerine bütün melekler toptan secde
ettiler." cümlesi, biri "bütün melekler" ve diğeri
"toptan" olmak üzere iki vurguyla tekit edilmiştir.
[74]
"Rabbin o zaman meleklere demişti ki." Yani
o anı hatırla, "Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım." O,
Adem (a.s.)'dir. "Onu biçimlendirip." onu tamamlayıp, onun
yaratılışını düzgün ve mükemmel yapıp, "ona ruhumdan üflediğim zaman"
onu, kendisine ruh üflemek suretiyle canlandırdığım zaman. Burada Yüce Allah,
ruhun yüceliği ve temizliği sebebiyle onu kendisine izafe etmiştir. Ruh,
insana nüfuzu ile insanın hayat sahibi kılındığı latif bir cisimdir,
"derhal ona secdeye kapanın." Ona hürmet için çökün veya eğilin.
Meleklerin buradaki secdesi, bir saygı ve eğilme hareketidir, yoksa ibadet
maksadıyla yapılmış bir secde değildir.
"Bütün melekler toptan secde ettiler."
Burada iki tekit vardır. Birisi bütün meleklerin secde ettiğini% ifade etmek,
diğeri de meleklerin hepsinin secdede toplandığını anlatmak içindir.
"İblis." O, cinlerin babasıdır. Kendisi meleklerden idi.
"Büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu." Allah'ın ilminde kâfirlerden
oldu. Yahut Allah Tealâ'nm emri karşısında büyüklenmesi ve emre boyun eğmekten
çekinmesi sebebiyle kâfirlerden oldu. "İki elimle yarattığım..." Ana
ve baba aracılığıyla olmaksızın doğrudan vasıtasız yarattığıma. Buradaki
"el" kelimesi kudret anlamındadır. Bu kelime, müstakil yaratmayı
temsil etmekte ve Adem (a.s.)'in özenle ve güzel yaratıldığına delâlet
etmektedir. Bu ifade Hz. Adem için bir iltifattır. Zira bütün yaratıkların
yaratılmasını Yüce Allah üstlenmiştir. "Büyüklük mü tasladın? Yoksa
yücelerden mi oldun?" Yani böyle bir hakkın olmadığı halde secde etmedin
ve büyüklendin. Yoksa sen Yüce Allah'a itaatten daha yüksek bir mevkiye
yükselmeyi hak etmiş büyüklenenlerden ve yükselenlerden mi oldun? Bunlardan
olduğun için mi Adem'e secde etmekten büyüklük taslayarak geri durdun? Bu
cümledeki soru, bir azarlama sorusudur.
"İblis dedi ki: Ben ondan hayırlıyım." Bu
sözüyle İblis, Hz. Adem'e secde etmesine engel olan sebebi zikretmektedir.
"Haydi çık oradan." Cennetten veya göklerden. "Sen
kovuldun." Rahmetten kovuldun. Şeytan dedi ki: "O halde insanların
dirilecekleri güne kadar." insanların yeniden diriltile-cekleri güne
kadar, "bana mühlet ver." Bana süre tanı. "O belli vaktin gününe
kadar." Sur'a ilk defa üfürüleceği vakte kadar. "Senin izzetine
andol-sun ki." Senin hakimiyet ve kahrına yemin olsun ki. "Onların
hepsini muhakkak azdıracağım." Yoldan saptıracağım. "İhlâsa
erdirilmiş kullar müstesna." Yüce Allah'ın, kendisine kulluk için seçtiği
ve dalâletten koruduğu müminler müstesna.
"İşte bu doğru." Buradaki
"hak"tan kasıt ya Yüce Allah'ın ismi veya batılın aksidir. Yüce Allah
burada bu kelimeyle yemin etmek suretiyle onu yüceltmekte ve şöyle buyurmuş
olmaktadır: Hak bendendir. Yahut da anlam şöyledir: Hak benim yeminimdir.
Buradaki yeminin cevabı ise "cehennemi dolduracağım" ifadesidir.
"Ve şu gerçeği söyleyeyim." Hakkı gerçekleş-tireyim ve şöyle
söyleyeyim. "Senden." yani senin soyundan ve cinsinden. "Ve
onlar içinde sana uyan kimselerden." yani Adem'in soyundan sana uyanlardan
"cehennemi dolduracağım."
[75]
Bu kıssa, bu suredeki son kıssadır. Bakara, A'raf,
Hicr, İsra ve Kehf surelerinde de zikredilmiştir. Bu kıssanın anlatılmasından
maksat, haset ve kibiri men etmektir. Çünkü İblis'in Hz. Adem'e secdeden geri
durması haset ve kibir sebebiyle idi. Aynı şekilde kâfirler de Hz. Muhammed
(s.a.)'e haset ve kibir sebebiyle muhalefet ediyorlardı. Bu kıssa burada da,
kâfirleri bu iki kötü özellikten men etmek için zikredilmiştir.
[76]
"Rabbin o zaman meleklere demişti ki: "Ben
muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım." Yani Ey Muhammed (s.a.)!
İnsanlığın babası Adem'in yaratılış kıssasını hatırla. Yüce Allah, meleklere,
"Muhakkak ki ben bir beşer yaratacağım ki o, Adem ve onun soyudur."
buyurmuştu. Buradaki "çamurdan" ifadesi, suyla karışık toprak
demektir. Nitekim bir başka ayette de şöyle buyurulmuştur: "Andolsun biz
insanı pişmemiş çamurdan, değişmiş cıvık çamurdan yarattık." (Hicr,
15/26)
"Onu biçimlendirip ona ruhumdan üflediğim zaman
derhal ona secdeye kapanın." Yani onu yaratma işini tamamlayıp da ona
düzgün bir şekil verip yaratılışını mükemel bir tarzda gerçekleştirdiğim ve
onu, hayatı olmayan cansız bir madde iken canlı yaptığım zaman ona secde edin.
Buradaki secde "ibadet secdesi" değil, selamlama ve saygı
secdesidir. Yüce Allah'ın bu emri, secdeyi gerekli kılan bir emirdir. Yine
buradaki "ruh üfleme" de, Hz. Adem'e hayat maddesi verilmesinin
temsilî olarak anlatımıdır. Dolayısıyla burada ne üfürme, ne de üfürülen söz
konusudur.
"Bunun üzerine bütün melekler toptan secde
ettiler." Yani bütün melekler Allah'ın emrini yerine getirdiler ve secde
ettiler. Onlardan, secde etmeyen bir tek melek bile kalmadı ve onlar, ayrı
ayrı değil, aynı anda topluca secdeye kapandılar.
"Yalnız İblis etmedi. Büyüklük tasladı ve
kâfirlerden oldu." Yani İblis dışında bütün melekler secde ettiler. İblis
ise büyüklük tasladı ve secde edenlerden olmadı. Şeytan, bu emri yerine
getirmenin Allah'a itaat olduğunu bilememişti. Onun bu büyüklenmesi, küfür
büyüklenmesi idi. Neticede o, Allah'ın emrine muhalefeti, secde etmekten geri
durması ve büyüklenerek Allah'a itaatten
kaçınması sebebiyle kâfirlerden oldu. Yahut da o, Allah'ın ilminde
kâfirlerden idi.
"Rabbin ona buyurdu ki: "Ey İblis! İki
elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Büyüklük mü tasladın?
Yoksa yücelerden mi oldun?" Yüce Allah ona şöyle buyurdu: Ey İblis! Seni
Adem'e secde etmekten alıkoyan, ona secde etmeni engelleyen nedir? O Adem ki,
onu yaratmayı, anne baba vasıtası olmaksızın ben üzerime aldım ve onu vasıtasız
yarattım. Sen ona secde etmekten kendini şu an için mi büyük görüyorsun, yoksa
sen böyle birşey yapmanın yakışmayacağı daha yüce olan kimselerden mi idin? Bu
ifadelerden murat, her iki şıkkın da inkârıdır. İblis cevaben şöyle dedi:
"Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu ise
çamurdan yarattın." Yani muhakkak ben Adem'den hayırlıyım. Zira ben
ateşten yaratılmış bir mahlûkum, Adem ise çamurdan yaratılmıştır. İblis'in
iddiasına göre ateş çamurdan daha hayırlı ve şereflidir. Çünkü ateşte yücelik
ve yükseklik vasfı vardır. Toprak ise sönük ve ıssızdır; ateşe göre değeri
düşüktür.
"Buyurdu ki: "Haydi çık oradan. Sen
kovuldun." Allah Tealâ şöyle buyurdu: Cennet'ten -veya göklerden, yahut
melekler zümresinden- çık! Zira sen artık yıldızlar vasıtasıyla taşlanmış,
Allah'ın rahmetinden kovulmuş ve her türlü hayırdan uzaklaştırılmış birisin.
"Ve şüphesiz ki ceza gününe kadar lanetim senin
üzerinedir." Yani seni kovmuşluğum, dünya durdukça, ceza ve kıyamet gününe
kadar sürecek ve devam edecektir. Sonra ahirette de İblis, hak ettiği ilâhi
gazap ve cezaya çarptırılacaktır.
"Dedi: Ey Rabbim! O halde insanların yeniden
diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver." Yani İblis şöyle dedi:
Rabbim! Bana, beni canlı tutarak mühlet ver ve beni insanların, yani Adem ve
onun soyunun öldükten sonra diriltileceği güne kadar yaşat, hemen öldürme.
İblis'in maksadı böylece Allah'ın rahmetinden kovulmasına sebep olan Adem
(a.s.)'den intikam almaktır.
"Buyurdu: "Haydi sen mühlet
verilenlerdensin." Allah Tealâ şöyle buyurdu: Haydi sen, Allah'ın,
mahlukâtın son bulmasını takdir ettiği güne kadar mühlet verilenlerdensin.
Mahlukâtın hayatının son bulması, Sur'a ilk üfürüleceği zamandır. İblis,
ölümden kurtulmak için öldükten sonra dirilme gününe kadar mühlet istemiştir.
Çünkü kendisine dirilme gününe kadar mühlet verilirse ölmeyecektir. Yüce Allah
ise ona, dirilme gününe kadar değil, Sur'a ilk üfürüleceği vakte kadar mühlet
vermiştir. İblis, kendisine bu süre tanınınca helâktan emin olmuş, şımarıp
azgınlaşmış, şöyle diyerek meydan okumuştur:
"Senin izzetine andolsun ki, ben de artık,
içlerinden ihlâsa erdirilmiş kulların müstesna, onların hepsini muhakkak
azdıracağım." Yani senin izzetine (hakimiyet ve kahrına) yemin ediyorum
ki, şehevî arzuları kendilerine süslü ve çekici göstererek ve kendilerini
şüphelere sevkederek ademo-ğullarını yoldan saptıracağım. Yalnız sana taat için
seçtiğin, dalâletten, he-vâya ve şeytana uymaktan koruduğun kimseler müstesna.
Zira ben onları aldatıp saptırmaya muktedir değilim. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Benim halis kullarıma karşı senin bir gücün yoktur. Sen
ancak sana uyan azgınları azdırabilirsin." (Hicr, 15/42)
Allah Tealâ İblis'e şöyle karşılık veriyor:
"Buyurdu: İşte bu doğru. Ve şu gerçeği
söyleyeyim: Andolsun cehennemi senden ve onlar içinde sana uyan kimselerden
dolduracağım." Yani Allah Tealâ şöyle buyurdu: Ben Hakk'ım -veya-
cehennemi İblis'ten ve ona uyanlardan doldurmak benden bir haktır. Ve ben hakkı
söylüyorum: Muhakkak cehennemi, senin cinsinden olan şeytanlardan ve Adem'in
soyundan sana uyan kimselerden dolduracağım. Zira onlar, kendilerini dalâlete
ve azgınlığa çağırdığın zaman sana itaat ettiler. Bu, Allah Tealâ'nın İblis
hakkındaki yeminidir ve Yüce Allah, İblis ve onun tabilerini cehenneme
atacağına ve cehennemi onla'rla dolduracağına yemin etmiştir. Zemahşerî,
"Ve şu gerçeği söyleyeyim." kavl-i ilâhisi hakkında şöyle der: Yani
ben haktan başka birşey söylemem. Bu ifade, kendisiyle yemin edilen lafzın
hikâyesi tarzında gelmiştir. Burada ifadenin tekidi ve güçlendirilmesi vardır.
[77]
Buradaki Hz. Adem ve lanetlenmiş İblis kıssası, ilâhi
emrin son derece beliğ bir tasviri, İblisin durumunun açıklanması ve ilâhi
emirlere muhalefet edenlerin muhatap olacağı cezanın ne olduğunu
anlatmaktadır. Bu kıssayı oluşturan unsurlar şunlardır:
Allah Tealâ meleklere, topraktan insan yaratacağını
haber vermiş, onu yarattığı zaman kendisine hayat verip canlandırmış ve
meleklere de, o insana -ibadet ve kendisini ilâh edinmek kastı ile değil- ona
ikram ve onu selâmlama maksadıyla secde etmelerini emir buyurmuştur.
Meleklerin tümü bu emre boyun eğmiş ve onu ta'zim
suretiyle Allah Tealâ'yı ta'zim etmek anlamında hep birlikte Adem (a.s)'e secde
etmişlerdir. Ancak cinlerden olan İblis buna razı olmamıştır. Bu tavrında
tabiatı ve yapısı onu aldatmıştır. O, Hz. Adem'e secde etmenin Allah'a itaat
demek olduğunun farkına varamamış ve Hz. Adem'e secdeden geri durmuştur. Allah
Tealâ'ya itaatten büyüklenerek imtina etmek küfürdür. İblis de Allah Tealâ'nın
emrine karşı büyüklük göstermek suretiyle kâfirlerden olmuştur.
Allah Tealâ, takrir ve azarlama tarzında ona,
yarattığı bir varlığa secdeden niçin geri durduğunu sormuştur. Bunun sebebi,
bizatihi secde etmeye karşı bir büyüklenme miydi, yoksa İblis Rabbine karşı
büyüklük tasla-yanlardan olduğu için mi bu tekebbürü göstermişti?
İblis, kendisinin Adem'den daha üstün olduğunu
söyleyerek cevap verdi. Zira kendisi ateşten, Adem ise çamurdan yaratılmıştı. İblis'in
iddiasına göre ateş, tabiatında bulunan özellikleri dolayısıyla çamurdan daha
üstündür. Oysa bu onun cehaletinden başka bir şeyin ifadesi değildir. Çünkü
cevherler ve unsurlar cins olarak birbirlerine benzer ve eşit seviyededirler.
Bu itibarla İblis bir kıyas yapmış, ama bu kıyasında hata etmiştir.
İblis'in cezalandırılması Cennet'ten çıkarılması,
yıldızlar ve delip geçici ateş ile takip edilip kovalanma ve kıyamet gününe
kadar Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılma şeklinde olmuştur. Kıyamet gününe
kadar diyoruz; çünkü lanet olgusu o zaman kesilecektir.
Lanetlenen İblis ölmemek istemiş ve dirilme gününe
kadar ölümünün ertelenmesi talebinde bulunmuştur. Ancak Allah Tealâ onun bu
talebini yerine getirmemiş, ancak onun ölümünü belli bir vakte kadar ertelemiştir.
Onun ölümünün ertelendiği zaman dilimi, yaratıkların öldüğü gündür. Allah
Tealâ onu küçük düşürmek anlamında onun ölümünü ertelemiştir.
İblis ölmeyeceğinden emin olunca azgınlık içine
girmiş, burnu büyümüş ve Rabb'ine meydan okumuştur. Bunun neticesinde de Yüce
Allah'ın izzetine yemin ederek ademoğullarmı, şehevî arzularını ve isyanını
kendis-lerine süslü göstererek, onları türlü şüphelere sevkederek ve
kendilerini isyana çağırarak saptıracağını söylemiştir. Malûmdur ki onun bu
iddiası, insanlara vesvese verme boyutunu aşamaz ve insanlar içinde -İblis
vesvese vermese bile yine de- ıslah olmayacaklardan başkasını ifsat edemez.
Bu sebeple İblis'in tasallutundan, Allah Tealâ'ya
halisane itaat ve ibadet edenler istisna tutulmuş ve bunlar onun şerrinden
korunmuştur.
Allah Tealâ kendi zatına yemin ederek kendisinin,
haktan başka bir-şeyi buyurmadığını, Cehennem'i -emirlerine muhalefetin ve
günah işlemekte gösterdikleri ısrarın cezası olarak- İblis ve ona tabi
olanlarla dolduracağını haber vermiştir.
[78]
86- De ki: "Ben buna karşı sizden hiçbir ücret
istemiyorum ve ben size kendiliğinden birşeyler teklif
ğütten başka
88- "Onun haberlerinin doğruluğunu bir süre
sonra gayet iyi anlayacaksınız."
"Ben buna karşı sizden" Yani peygamberliğin
ve Kur'an'm tebliği karşılığında sizden "hiçbir ücret istemiyorum."
Herhangi bir karşılık veya maddi bir menfaat istemiyorum. "Kendiliğinden
birşeyler teklif edenlerden değilim." Kur'an hakkında kendi nefsinden
konuşanlardan veya ehil olmadıkları konular hakkında zorlanarak ve hayal
ettiklerinden hareketle söz zöyleyenlerden değilim. Zira böyle birşey olsaydı
ben peygamber olmadığım halde peygamberlik iddia etmiş ve Allah'a iftirada
bulunmuş olurdum. "O, alemlere bir öğütten başka birşey değildir."
Kur'an, -melekler hariç- insanlardan ve cinlerden oluşan mahlukât için beliğ
bir nasihatten başka birşey değildir.
"Onun haberlerinin doğruluğunu bir süre sonra
gayet iyi anlayacaksınız. " Ey Mekkeliler ve diğer kâfirler! O
peygamberin doğruluğunu ve getirdiği haberin sonucunu mutlaka bileceksiniz.
Söz konusu haberin sonucu ise size, insanların ahirette karşılaşacağı mükâfat
ve cezadır. Bu ise, ona inanların ve ondan yüz çevirenlerin görecekleri
karşılıklardır.
[79]
Burada zikredilenler, bu sure için dikkate değer bir
sonuç teşkil etmektedir. Bu ayetlerde hak dine çağıranın -ki o Hz. Peygamber
(s.a.)'dir- durumunu ortaya koymaktadır. Hz. Peygamber (s.a.) yaptığı bu çağrıya
karşılık herhangi bir ücret ve mal istememektedir. Buradan, çağrının keyfiyeti
de ortaya çıkmaktadır. Çağrı, peygamberin kendisinin uydurduğu birşey değil,
Allah indinden gelen bir vahyin neticesidir. Yine o çağrı, bir dine yapılmak-
tadır ki, o dinin doğruluğuna akıl da şahitlik
etmektedir. Bu noktada Kur'an'm önemli bir fonksiyonu da ortaya konmaktadır.
Buna göre Kur'an, alemler için bir öğüttür. Kur'an'm mucizesi, müminler için
vaadinin ve inkâr edenlerin tehdidinin gerçek olduğu kıyamet günü ortaya
çıkacaktır.
[80]
"De ki: "Ben buna karşı sizden hiçbir ücret
istemiyorum ve ben size kendiliğinden bir şeyler teklif edenlerden de
değilim." Yani Ey Rasul! Kavminden olan o müşriklere de ki: Ben sizden,
peygamberliğimin, Allah'ın vahyinin, Kur'an'la verdiğim öğüdün ve vahyin ihtiva
ettiği diğer hususların tebliği karşılığında bana vereceğiniz herhangi bir
karşılık veya mal istemiyorum. Ben, Allah hakkında yalan uyduranlardan da
değilim ki size bilmediğim şeyleri söyleyeyim yahut Allah'ın, çağırmamı emir
buyurduğu şeyin dışında sizi başka birşeye çağırayım. Burada geçen
"tekellüf' kelimesi kendiliğinden düzmek, uydurmak ve iftira atmak
anlamındadır.
"O, alemlere bir öğütten haşka birşey
değildir." Yani bu Kur'an veya sizi kendisine çağırdığım bu din,
yaratıkların tümü için bir öğütten başka birşey değildir. Akıllı kimse, bunun
doğruluğuna şahitlik eder. Buradaki "alemlere" ifadesi insanları ve
cinleri içine almaktadır. "Bu Kur'an bana, sizi ve onun ulaştığı herkesi
uyarayım diye vahyolundu." (En'am, 6/19) ve "Kavimlerden kim onu
inkâr ederse, onun yeri ateştir." (Hûd, 11/17) ayetlerinde de bu husus
yer almaktadır.
"Onun haberlerinin doğruluğunu bir süre sonra
gayet iyi anlayacaksınız." Yani Ey Kâfirler! Onun, Allah'a çağrısının ve
Allah'ı birlemeniz için yaptığı davetin, kısa bir süre sonra, yani ya öldükten
sonra veya kıyamet gününde cenneti kazanmanızı sağlayacak şeyleri teşvikinin ve
ateşe girmenizle sonuçlanacak şeyleri yapmaktan sizi sakmdırmasınm ve bu yolda
size getirdiği haberlerin doğru olduğunu mutlaka bileceksiniz. Hasan-ı Basrî
bu ayetin anlamının şöyle olduğunu söylemiştir: "Ey Ademoğlu! Ölüm esnasında
sana kesin bilgi gelecektir."
[81]
Bu ayetler aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:
1- Hz.
Peygamber (s.a.), davetinin ve tebliğinin karşılığında herhangi bir maddî
karşılık talep etmemiştir. O, yönetici olmak, makam veya mevki elde etmek gibi
herhangi bir maddî kazanç veya maddî menfaat elde etmek için çaba sarfetmiş
değildir. Bu, onun peygamberlik davasında doğru sözlü olduğunun delilidir.
Çünkü yalancı olan bir kimsenin, dünyevî bir beklenti içinde olduğunu açığa
vurmasının kaçınılmaz olduğu aşikârdır. Oysa Hz. Peygamber (s.a.) dünyadan uzak
idi ve ona rağbet göstermezdi.
2- Hz.
Peygamber (s.a.), Kur'an'm hükümlerini kendiliğinden uydurup insanlara
mükellefiyetler yükleyen ve Allah katından olmadığı halde birtakım hükümleri
böyle gösteren bir iftiracı değildir. Aksine o, Allah'tan aldığı vahyi olduğu
gibi -ne eksik, ne de fazla- tebliğ eden ve bu hususta son derece güvenilir
olan bir peygamberdir. Buhârî ve Müslim Sa/û/ı'lerinde Abdullah b. Mes'ud
(r.a.)'dan şöyle rivayet etmişlerdir: "Ey insanlar! Kim bir-şey biliyorsa
onun gereğini söylesin. Birşey bilmeyen kişi ise "Allahu alem" (Allah
en iyisini bilir) desin. Zira kişinin, bilmediği birşey hakkında "Allahu
alem" demesi de ilimdendir. Zira Allah Tealâ Hz. Peygamber (s.a.)'e
hitaben şöyle buyurmuştur: "De ki: "Ben buna karşı sizden hiçbir
ücret istemiyorum ve ben size kendiliğinden birşeyler teklif edenlerden de
değilim."
İbni Adiy de Ebû Berze'den şöyle rivayet etmiştir:
"Rasulullah (s.a.), "Size Cennet ehlini haber vereyim mi?"
buyurdu. Bizler, "Evet ey Allah'ın Rasulü" dedik. Şöyle buyurdu:
"Onlar kendi aralarında birbirlerine karşı merhametlidirler."
buyurdu. Ardından, "Size Cehennem ehlini haber vereyim mi?" buyurdu.
Bizler "Evet" dedik. "Onlar, Allah'ın rahmetinden ümidini
kesmiş, zelil, yalancı ve insanları, kendiliklerinden uydurdukları şeyleri
yapmakla mükellef kılan kimselerdir." buyurdu."
3- Hz.
Peygamber (s.a.)'in davetini sekiz noktada toplayabiliriz ki bunlar, Allah'ın
dininde muteber olan esaslardır ve fıtratı bozulmamış her akıl sahibi kimse
bunların doğruluğuna şahitlik eder. Söz konusu sekiz esas şunlardır:
a) Allah'ın
varlığını kabul ve ikrara davet.
b) Allah'ı,
şanına lâyık olmayan şeylerin hepsinden tenzih ve takdis etmek.. "Onun
gibi hiçbir şey yoktur." (Şûra, 42/11)
c) Allah
Tealâ'nın ilim, hikmet, kudret ve rahmet sıfatlarının kemâliyle muttasıf
olduğunu kabul ve ikrar etmek.
d) Allah
Tealâ'nın ortaklardan ve zıtlıklardan münezzeh olduğunu kabul ve ikrar etmek.
e) Sadece
birer cansız varlık olan, kendilerine kullukta hiçbir fayda bulunmayan ve
kendilerine kulluktan yüz çevirmekte hiçbir zarar bulunmayan putlara kulluktan
imtina etmek .
f) Pâk ve mukaddes ruhlara karşı tazim
göstermek. Bunlar melekler ve peygamberlerdir.
g) Öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti kabul ve
ikrar etmek. "Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah 'indir. Bunları
yaratmıştır ki, kötülük edenleri yaptıklarıyla cezalandırsın, güzel
davrananları da güzellikle mükâfatlandırsın." (Necm, 53/31)
h)
Dünyadan yüz çevirmek ve ahirete yönelmek.[82]
4- Hz
Peygamber (s.a.)'in davet ettiği müjde, tehdit, Kurana iman gibi hususlar
alemler, yani insanlar ve cinler için son derece beliğ birer öğüttür.
Kâfirler Zikrin -ki o Kur'an'dır- verdiği haberlerin
hak ve doğru olduğunu yakın bir zaman sonra bileceklerdir. Bu zaman ya
öldükten sonra veya kıyamet günüdür.
[83]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/163.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/163.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/163-164.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/165-166.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/166.
[6] Razî, XXW174.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/166-168.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/168.
[9] Tirmizî bu rivayet hakkında
"Hasen-sahihtir." demiştir.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/168-173.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/173-174.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/175.
[13] Burada anlatılmak istenen şudur: Dişi deve bir miktar
sağıldıktan sonra sağma işine ara verilir ve yavrusu tarafından belli bir süre
emilmesi sağlanır, daha sonra yine sağılır. İşte bu iki sağım aralığında geçen
süreye "fevâk" veya "fuvâk" denir (çev.).
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/175-176.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/176.
[16] Birinci ve ikinci şüpheler, yukanda geçen 5-8.
ayetlerde zikredilmişti.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/176-179.
[18] Müfessirlerin bildirdiğine göre Eyke halkına çok
yakıcı bir sıcak isabet etti. Sıcaktan korunmak için bodrumlara, kuytu yerlere
sığındılar. Oraları daha sıcak olduğu için duramayıp yine dışarı çıktılar. Bu
sırada bir bulut ortaya çıktı. Onlar bu bulutun altında toplanınca buluttan
yağan ateş hepsini yakıp helak etti (çev.).
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/179-180.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/182.
[21] Bu söz, büyük mutasavvıflardan Ahmed b. îsâ Ebû Sa'îd
el-Harrâz'a aittir (çev.).
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/182-183.
[23] Beyzavi, s. 602.
[24] Razi, XXVT/189.
[25] İbni Abbâs şöyle demiştir: "Hz. Davud vaktini
dörde bölmüştü. Bir gün ibadet, bir gün yargı, bir gün özel işleriyle uğraşma
ve son gün de İsrailoğulları'nın tümünün umumî işleri için tahsis etmişti. Bu
son gün onlara vaaz-u nasihat eder, onları ağlatırdı. Derken yargı için
ayırdığı günün dışındaki birgün kendisine geldiler. Mutad olmayan bu geliş
sebebiyle Hz. Davud onlardan korkmuştu. Çünkü onlar onun yanına yukarıdan
inmişlerdi. O gün, Hz. Davud'un, görevliler tarafından muhafaza edilip beklendiği
gündü. Görevliler, onun yanına kimsenin girmesine izin vermezlerdi. Hz. Davud, böyle bir günde yukarıdan inmek
suretiyle yanına girenlerin kendisine bir zarar vermelerinden korkmuştu."
{el-Bahru'l-Muhît, VII/391).
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/183-185.
[27] Tercümeye esas aldığımız nüshada burada "gündüzün
yarısını" denmektedir. Doğrusu çevirideki gibidir (çev).
[28] Eserin Arapçasında burada Ebu Davud şeklinde geçmekle
birlikte doğrusu yukarıda da kaydedildiği gibi Ebu'd-Derdâ'dır (çev.).
[29] İbni Kesir, IV/29.
[30] İbni Kesir, IV/32.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/185-189.
[31] Burada kullanılan "sülâmâ" kelimesinin aslı
parmak, el ve ayakların kemikleridir. Daha sonraları bedende bulunan diğer
kemikler için de kullanılmaya başlamıştır. Bunlar, bir diğer hadiste de
zikredildiği gibi 360 mafsaldır.
[32] Büyük muhakkik Muhammed Zâhid Kevserî merhum,
Makâlâtu'l-Kevserî adlı eserinde (s. 128-129), tefsir kitaplarında yer alan
bir kısım İsrailiyyat hakkında özetle şunları söyler: "... Bu kaidenin
(İslâm şeriatinin tasdik ettiği İsrailiyyât'ı tasdik, tekzib ettiğini tekzib,
bunun dışındaki hususlarda da tevakkuf etmek) dayanağı, Buhari'nin rivayet
ettiği, "Ehl-i Kitab'ı ne tasdik, ne de tekzib edin. Sadece "Biz
Allah'a ve Onun bize ve size indirdiğine iman ettik. Bizim ilâhımız ve sizin
ilâhınız birdir ve biz Ona teslim olmuşuzdur" deyin" hadisidir.
"Bu, sağlam bir
yöntemdir. Bu kaide sayesinde İsrailiyyat gailesinden endişe edilmesi
yersizdir. Çünkü eserlerinde İsrailiyyât'ı zikredenler, ancak onu, bu şaşmaz
ölçüye tabi
olmasına binaen
zikretmişlerdir. (.....) İşte bu sebepledir ki birçok müfessirin, Kur'an'ın
haber verdiği bir kısım
olayların açıklanmasında bazı bakımlardan faydalı olabileceği kanaatiyle,
yaşadıkları dönemde Yahudilerden ve başkalarından kendilerine ulaşan bir kısım
şeyleri -elekten geçirme işlemini kendilerinden sonra gelen tenkitçilere bırakarak
ve bu malumatın (ilmî bir emanet olarak) kendilerinden sonra gelenlere
ulaştırılmasına özen göstererek- eserlerine aldıklarını görürsünüz. Onların,
İsrailiyyât'ı eserlerine almasının nedeni sözkonusu rivayetlerin, müslümanlar
nazarında sıhhatine inanılan ve taşıdıkları illetlere bakılmaksızın ve ayıklanmaksızm
kabul edilip alınan bir hakikat olsun diye değil, Kitab-ı Kerim'in mücmel
olarak zikrettiği bazı haberlerin izahında kimi faydaları bulunabileceği
ihtimalidir. Şu halde, bu amaçla hareket ettiği sürece İsrailiyyât'ı
eserlerinde zikredenlerin bu tutumunu kınamak yerinde bir hareket olmaz.
"Süleyman b.
Abdilkavî et-Tûfi (.....) el-lksîr fi Kavaidi't-Tefsîr adlı eserinde, bu amaçla
hareket ettiği yorumunu
yaparak müfessirlerin, tefsirlerini İsrailiyyat ile doldurmasını mazur
göstermekte ve buna örnek olarak da, sahihim zayıfından temyiz etme işlemini
kendilerinden sonra gelen tenkitçilere bırakarak her şeyden önce bütün
rivayetlerin "toplanmasına" özen gösteren ravilerin bu tutumunu
göstermektedir ki, bu yerinde bir değerlendirmedir.
"Sözün özü, bâtıl İsrailiyyât'a, karmaşık ilmî konularda ilim
ehline müracaat etmeksizin her önüne gelen rivayeti alıp kabul etmeyi bir
alışkanlık haline getiren kimselerden başkası aldanmaz. Kaldı ki, tıpkı
Abdülhakk b. Atıyya'nin, el-Muharraru'l-Vecîz fi Tefsiri Kitâbillâhi'l-Azîz
adlı eserinde yaptığı gibi, ilim ehlinden birçok kimse, toplumu hiçbir kıymeti
olmayan çürük haberlerden koruma işlemini gerçekleştirmiş ve Tefsir ilmini
batıl rivayetlerden anndırmışlardır. Dolayısıyla gerek İsrailiyyât'ın, gerekse
sair hurafelerin, avam tabakasından olan bazı kimseler ve bir de bilgiçlik
taslayarak kendilerini -en mühim konularda bile- ulemaya ve hakkı bâtıldan
seçip ayıran kaynaklara başvurmaktan müstağni gören bazı kimseler dışında hiç
kimse üzerinde herhangi bir menfi etkisi olamaz" (çev.).
[33] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, IV/1625.
[34] Burada yazarın kastettiği incelik şudur: Yüce
Allah'ın, Hz. Davud'u yer yüzünde halife kıldığını bildiren ayet-i kerime,
aynı zamanda insanların, yer yüzünde dilediklerince ahkâmla hükmedemeyeceklerini
göstermektedir. Çünkü insan bu dünyada Allah Tealâ'nın halifesi ise, ancak
O'nun namı hesabına ve yine ancak O'nun gösterdiği istikamette hareket etmek
zorundadır, (çev.)
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/189-194.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/195.
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/195.
[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/195-196.
[39] Buradaki "em" ifadesi münkatı bir ifadedir
ve ıdrâb-ı intikâli için gelen "bel" (yoksa) anlamındadır. Buradaki
"hemze-i istifhamiyye" ile de inkâr kastedilmektedir.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/196-197.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/197-198.
[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/199-200.
[43] Bu rivayeti Buharı, bu ayetin tefsiri olduğunu
zikretmeksizin tahriç etmiştir. (Çevirenin notu: Buhari bu rivayeti, Sahîh'in
değişik yerlerinde, aralarında kimi farklı lafızlarla rivayet etmiştir. Müellif
tarafından yukarıda nakledilen ifade, bunlardan çıkarılan ortak bir mana ile
yapıldığı izlenimini vermektedir. Bir diğer nokta da şudur: Rivayetlerin hemen
hepsinde Hz. Süleyman'a bir meleğin, o sözü söylerken "inşâallâh"
demesini hatırlattığı, ancak onun bunu söylemediği, unuttuğu belirtilmektedir.)
[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/200-202.
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/202.
[46] Razî, XXW209.
[47] el-Bahrul-Muhit, VΙΙ/397
[48] İbni Kesir, IV/35 vd.
[49] Zemahşerî, 11/15.
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/202-206.
[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/206-207.
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/208.
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/208-209.
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/209.
[55] Bu uzaklaşmanın, mutad olarak her hastalık sebebiyle
vuku bulan bir uzaklaşma olarak te'vil edilmesi mümkündür. Böyle bir uzaklaşma
ise hastalıktan tiksinilip iğrenildiği için değil, hastaya duyulan şefkat ve
acıma hissinden dolayı olur.
[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/209-212.
[57] Ebû Bekir el-Cassâs er-Râzî, Ahkâmu'l-Kur'ân, IV/383
vd.
[58] Bu hadisi rivayet eden kişi Sehl b. Huneyf (r.a.)
değil, oğlu Ebû Umâme Es'ad b. Sehl (r.a.)'dir. Hadisin rivayet tarikleri ve
sıhhat durumu için bkz. İbn Hacer, Telhîsu'l-Habîr, IV/58-59 (çev.).
[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/212-214.
[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/215-216.
[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/216.
[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/216-217.
[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/217-219.
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/219-220.
[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/221.
[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/222.
[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/223.
[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/223-225.
[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/225-226.
[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/227.
[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/227-228.
[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/228-229.
[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/229-230.
[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/232.
[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/232-233.
[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/233.
[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/233-235.
[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/235-236.
[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/237.
[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/237-238.
[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/238.
[82] Razî, XXVI/236.
[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/238-240.