SÂD SURESİ 3

Surenin İsmi: 3

Önceki Sureyle İlişkisi: 3

Surenin Muhtevası: 3

Müşriklerin İnançlarının Münakaşası: 3

İrâb: 4

Belagat: 4

Kelime ve İbareler: 4

Nüzul Sebebi: 5

Açıklaması: 5

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 7

Kafirlerin, Daha Önce Yaşamış Olanve Peygamberleri Yalanlayan ÜmmetlerinDurumuyla Uyarılması: 8

Belagat: 8

Kelime ve İbareler: 8

Ayetler Arası İlişki: 9

Açıklaması: 9

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 10

Davud Aleyhisselam Kıssası: 11

Belagat: 11

Kelime ve ibareler: 11

Ayetler Arası İlişki: 12

Açıklaması: 13

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 15

Öldükten Sonra Dirilmenin, Mükafat Ve Cezanın İspatı; Kur'anın Faziletinin Beyanı: 17

Belagat: 17

Kelime ve İbareler: 17

Ayetler Arası İlişki: 17

Açıklaması: 17

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 18

Süleyman Aleyhisselam Kıssası: 19

Belagat: 19

Kelime ve İbareler: 19

Ayetler Arası İlişki: 20

Açıklaması: 21

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 22

Eyyub Aleyhisselam Kıssası: 23

Belagat: 23

Kelime ve İbareler: 23

Ayetler Arası İlişki: 24

Açıklaması: 24

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 25

Hz. İbrahim Ve Neslinin (İsmail, İshak, Yakub, Elyesa Ve Zülkifl) Kıssası (Hepsine Selam Olsun) 26

Belagat: 26

Kelime ve İbareler: 27

Ayetler Arası İlişki: 27

Açıklaması: 27

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 28

Azgın Şakilerin Cezası: 29

Belagat: 29

Kelime ve İbareler: 29

Ayetler Arası İlişki: 30

Açıklaması: 30

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 31

Hz. Peygamber (S.A.)'in Doğruluğunun Bazı Delilleri: 32

Kelime ve İbareler: 32

Ayetler Arası İlişki: 32

Açıklaması: 32

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 33

Adem Aleyhisselam Kıssası: 33

Belagat: 34

Kelime ve İbareler: 34

Ayetler Arası İlişki: 34

Açıklaması: 34

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 35

Hak Dine Davetin Ve Davetçinin Durumu İle Kur'an Mucizesi: 36

Kelime ve İbareler: 36

Ayetler Arası İlişki: 36

Açıklaması: 37

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 37


SÂD SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

Bu sure, Arap alfabesinin yirmi sekiz harfinden biri olan "Sâd" harfiy­le başladığı için Sâd Suresi olarak adlandırılmıştır. Maksat Kur'an-ı Azim'in Arap hecâ harflerinin bir araya gelmesiyle oluştuğunu, böyle oldu­ğu halde fasih Arapça kullanan Arapların, Kur'an'm en kısa suresinin bile bir benzerini ortaya koymaya muktedir olamadıklarını göstermektir. İşte bu sure de diğer surelerde olduğu gibi, Araplara meydan okumak ve Kur'an'ın icazını ispat etmek için bir harfle başlamıştır. [1]

 

Önceki Sureyle İlişkisi:

 

Bu surenin, bir önceki sureyle ilişkisi şu iki noktada kendisini göster­mektedir:

1- Allah Tealâ, bir önceki sure olan Saffat suresinin sonunda kâfirle­rin, "Eğer yanımızda evvelki ümmetlere inenlerden bir kitap olsaydı elbet biz de Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kullarından olurduk." dediğini, sonra da Kuranı inkâr ettiklerini hikâye etmiştir. Burada ise oradaki mücmel ifa­deleri tafsil etmek için Sâd suresine "öğüt veren" Kurana yemin ederek başlamaktadır.

2- Saffat suresinden sonra gelen bu sure, evvelki surelerde zikredilme­yen peygamberlerin zikredilmesiyle önceki surelerin tamamlayıcısı mahi­yetiyle Nemi   suresinin Şuarâ suresinden, Tâ-hâ ile Enbiyâ surelerinin Meryem suresinden ve Yusuf suresinin Hûd suresinden sonra gelmesi gibi­dir. Mesela Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. Eyyub, Hz. Adem (a.s.)'in bu su­rede zikredilmesi böyledir. Zikredilenlerden kalanlara da yine burada işa­ret edilmiştir. [2]

 

Surenin Muhtevası:

 

Bu surenin konusu da, tıpkı diğer Mekkî sureler gibidir. İslamî akidenin temelleri olan Tevhîd, nübüvvet ve öldükten sonra dirilmenin, müşriklerin bu temellere aykırı inançları tartışılırken açıklanması, ibret ve nasihat ama­cıyla peygamberlerin kıssalarına yer verilmesi, kâfir ve müşriklerin kıyamet günü içinde bulunacakları durumun ortaya konulması ve cehennemliklerin çekeceği azap ile cennetliklerin göreceği nimetlerin dile getirilmesi gibi nok-

talarda bu sure, diğer Mekkî surelerle benzerlikler gösterir.

Sure, müşriklerin büyüklenme, hakka razı olmama ve ondan yüz çe­virme gibi özelliklerini tenkit ederek ve aynı zamanda onlara haktan sa­pan Nuh kavmi, Âd kavmi, Firavun, Semûd, Lût kavmi, ve Eyke halkı gibi geçmiş ümmetlerin akıbetini ve nasıl helak olduklarını hatırlatarak başla­maktadır.

Müşriklerin en önemli özelliklerini üç madde halinde sayabiliriz. Bun­lar şunlardır:

1- Vahdaniyyet'i (Allah'ın birliğini) inkâr,

2- Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini inkâr,

3- Öldükten sonra dirilmeyi ve hesabı inkâr.

Surede daha sonra Hz. Davud, Hz. Süleyman ve Hz. Eyyub kıssaları ayrıntılı olarak; Hz. İbrahim, Hz. İshak, Hz. Yakub, Hz. İsmail, Hz. Elyesa ve Hz. Zülkifl (a.s.) kıssaları da kısaca zikredilmiştir.

Bundan sonra daha büyük bir meseleye geçilmekte ve öldükten sonra dirilme ile hesap ispat edilmekte ve cennetlikleri bekleyen nimetler ile ce­hennemlikleri bekleyen azap anlatılmaktadır.

Bunun ardından da sure, bed'ü'1-halk, yani Hz. Adem'in yaratılışı, İb­lis dışındaki meleklerin ona secde etmesi, İblis'in ise cennetten kovulması ve kıyamet gününe kadar üzerine lanet yağdırılması ve cehennemin İblis ile onun ardından gidenlerle doldurulmasının vaad edilmesi kıssaları ile taçlandırılmaktadır.

Nihayet sure, Hz. Peygamber (s.a.)'in, peygamberliğini tebliğde her­hangi bir karşılık talep etmeksizin nasıl ihlâsla hareket ettiği -ki bu du­rum O'nun peygamberliğinin hak olduğunu gösteren delillerdendir- beyan buyurulmakta, hemen arkasından da Kur'an'ın, bütün insanlar ve cinler için bir çağrı olduğu ilân edilmekte ve müşriklerin, Kur'an'ın gerçekliğini öldükten sonra anlayacakları belirtilmektedir. [3]

 

Müşriklerin İnançlarının Münakaşası:

 

1- Sâd, şanlı Kur'an'a andolsun ki

2-  Küfredenler bir gurur ve tefrika içindedirler.

3- kendilerinden evvel nice üm- metleri helak ettik. O zaman ne çığlıklar kopard,ılar: !akat artık kur"

 tuluş zamanı değildi.

4- O  kâfirler, içlerinden bir uyarıcı  gelmesine şaştılar. "Bu" dediler, "bir  büyücü, bir yalancıdır."

5- O bütün tanrıları bir tek tanrı  mı yapmış? Bu cidden acaip birşey!"

6- Onların ileri gelenlerinden bir  güruh, 'Yürüyün, tanrılarınıza bağ- lı kalın. Şüphesiz ki bu, arzu edilecek olan birşeydir." diyerek kalkıp

7- Biz  dinde işitmedik Bu, uydurmadan başka birşey degil-

8-O uya"aramızdan ona mı indirilmiş?" Hayır, onlar benim vahyimden şüphe içindedirler. Hayır, onlar benim azabımı henüz tatmadılar.

9- Yoksa daima üstün olan, çok lü-tufta bulunan Rabbinin rahmet ha­zineleri onların yanında mı?

10- Yoksa göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların mülkü onların mı? Öyle ise sebeplerine yapışarak göğe yükselsinler.

11- Onlar, derme-çatma kabilelerden oluşmuş öyle bir ordudur ki, işte şurada hezimete uğratılmışlardır.

 

İrâb:

 

Surenin başındaki "Sâd" harfi, sonundaki "dal" harfinin sükunuyla -bu şekilde- okunabileceği gibi, fethasıyla "Sâde", kesresiyle "Sadi", ten-vinli ve tenvinsiz olarak da okunabilir. Onu "dal" harfinin sükunuyla okuyanlar, aslı üzere okumuş olurlar. Çünkü hecâ harflerinde aslolan sükûn üzere bulunmasıdır. Bu harfi fetha ile okuyanlar, "Sâd'ı bu surenin ismi yapmış olurlar. Bu durumda "İkra1 Sâde" (Sâd suresini oku) denmiş gibi olur. "Dal" harfinin kesre ile ve tenvinsiz okunması halinde "Sadi" denmiş olur ki, bu durumda bu harf "müsâdâf'dan emir olur. Bu kelime, "karşılık vermek" anlamındadır. Bu durumda anlam, "Kur'an'a amelinle karşılık ver." (Kur'an'm içindekilerle amel et, onu hayatında icra et.) tarzında olur. Yahut da burada hazfedilmiş bir yemin harfi bulunduğu kabul edilir. "Al-lâhi le ef alenne" (Allah'a yemin ederim ki mutlaka yapacağım) gibi. Ancak bu zayıf bir görüştür. "Sâd" harfinin sonu kesreli ve tenvinli olarak "Sâdin" şeklinde okunması halinde ise, "Sah" ve "Şahin" şeklindeki okunuşlarda olduğu gibi kelimeyi ma'rife yapmakla nekre yapmak arasındaki farkı ayırdetmek için kullanılan seslere benzetilmiş olur. [4]

 

Belagat:

 

"Biz onlardan evvel nice ümmetleri helak ettik" Burada geçen "kam" kelimesi, "ehlu kam" (karn'da yaşayanlar) anlamındadır. Bu ifade mecaz-ı mürsel'dir. Karn, yüzyıl demektir.

"Ve kâle'l-kâfirûn" (Kâfirler dedi ki) ibaresinde açık ifade, gizli ifade yerine konmuştur. İbarenin aslı "ve kâlû'l-kâfirûn" (kâfirler dediler ki) şek­lindedir. Onların küfrünü gözetlemek maksadıyla böyle bir ifade kullanıl­mıştır.

"Cündün mâ hünâlike" (öyle bir ordu) cümlesindeki "cünd" (ordu) keli­mesinin sonunun tenvinli gelmesi, onları azımsamak ve tahkir etmek için­dir. "Mâ" harfinin buraya getirilmesi de onların azlığını tekid içindir.

"İnne haza le şey'un ucâb", "fe'l-yertekû fi'l-esbâb" ve "mehzûmun mi-ne'l-ahzâb" ifadelerinin sonlarında, sözün güzelliğini, kıymet ve değerini artıran ahenk bakımından bir uygunluk vardır. [5]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sâd" Bu harfin manası şudur: Kuran, bu Arap harflerinden mürek­keptir ve siz ey Araplar, bu harflerden cümle ve sözler oluşturabüdiğiniz halde, Kur'an'la muarazaya ve onun gibi bir sözü ortaya koymaya mukte­dir değilsiniz. Bu harf, bir meydan okumaya ve Kuranın icazına dikkat çekildiğine delâlet etmektedir. Sure başlarında bulunan bu ve benzeri harf­lerin başka anlamlarının bulunduğu da söylenmiştir.[6]

"Şanlı Kur'an'a andolsun ki" Burada Allah Tealâ, Kur'an'a yemin et­mektedir. Kur'an'a yemin etmede onun kadrinin yüksekliğine ve mevkiinin yüceliğine dikkat çekme vardır. Burada geçen "zi'z-zikr'in anlamı, "açıkla­malı" veya "şeref ve şöhret sahibi'dir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "O yol sana ve kavmine bir şereftir ve yakında ona uyup uymadığınız­dan sorulacaksınız" (Zuhruf, 43/44). Buradaki yeminin cevapı, müfessirler-den bir grubun görüşüne bakılırsa mahzuftur. Takdirî ifade ise "O, elbette muciz bir kelamdır" veya "İş, Mekke kâfirlerinin dediği gibi, ilâhların bir­den fazla olduğu şeklinde değildir." tarzındadır.

"Küfredenler bir gurur ve tefrika içindedirler." Yani bunda herhangi bir şüphe kesinlikle yoktur. Bilakis Mekke'li müşrikler ve benzerleri, imandan yüz çevirmekte bir büyüklenme ve ululanma, batıl ile izzetlenme içindedir­ler. Buradaki "izzet", "galebe ve kahr" anlamlarına da gelir. "Şikâk:" tefrika ise "ayrılık ve Allah ve Rasulüne düşmanlık" anlamındadır. "Biz kendile­rinden evvel nice" çok "ümmetleri helak ettik" Yani biz onlardan önce geç­miş ümmetlerden -ki onlar bunlardan daha kuvvetli ve daha çok mala sa­hip idiler- bir çoğunu helak ettik. "O zaman ne çığlıklar kopardılar. Fakat artık kurtuluş zamanı değildi." Yani azap kendilerine geldiği zaman çığlık attılar, yardım istediler. Oysa o vakit, kurtuluş, kaçış ve selamete eriş vak­ti değildi. Bu, Mekke kâfirleri için Kur'an'ı inkâr etmeleri ve büyüklenip ona muhalefette bulunmaları sebebiyle yapılmış bir tehdittir.

"O kâfirler, içlerinden bir uyarıcı gelmesine şaştılar." İçlerinden, kendi­lerini uyaran ve şayet küfürlerinde devam edecek olurlarsa kendilerini ce­hennem azabıyla korkutan bir elçinin çıkmasını garipsediler. Bu, Hz. Pey­gamber (s.a.)'dir. "Bu" dediler "bir büyücü, bir yalancıdır." O kâfirler, beşer kudretinden çıkan mucizelere şahit olunca böyle dediler. "O bütün tanrıları bir tek tanrı mı yapmış?" Onları bir tek tanrı haline mi getirmiş? Hz. Pey­gamber (s.a.) onlara "Allah'tan başka ilâh yoktur, deyin." dediği zaman kâ­firler böyle demişlerdi. Yani bütün mahlukâtm ilâhı nasıl bir tek ilâh olabi­lir? "Bu cidden acaip bir şey." Buradaki "ucâb" kelimesi, "son derece garip, şaşırtıcı" anlamındadır. Onların buna şaşırmalarının sebebi, o dönemde her kabilenin ayrı bir ilâhı olmasıydı.

"Yürüyün" Birbirlerine, "İnancınızda devam edin ve onun dinine gir­meyin." dediler. "Tanrılarınıza bağlı kalın." Onlara ibadette sebat edin. "Şüphesiz ki bu, arzu edilecek olan birşeydir." Yani Muhammed (s.a.)'in, bi­zi tevhide davet etmekle gerek bizim hakkımızda ve gerekse tanrılarımız hakkın da arzu ettiği bu şey, bizim düşürülmek istendiğimiz bir zamane şüphesidir. O bununla bizim üstümüze çıkmayı ve bizim de kendisine tabi olmamızı istiyor.

"Biz bunu diğer din de" bu din Hıristiyanlıktır, "işitmedik. Bu, uydur­madan başka birşey değildir." Muhammed (s.a.)'in uydurduğu bir yalan ve iftiradan başka birşey değildir. "O uyarı aramızdan ona mı inmiştir?" Bu toplumun ileri gelenleri ve eşrafı olan ve hem yaşça ondan büyük, hem de ondan daha şerefli bulunan bizler dururken Kur'an ona mı inmiştir? "Ha­yır, onlar benim vahyimden şüphe içindedirler." Yani Kur'an'dan veya va-hiyden şüphe içerisindedirler. "Hayır, onlar benim azabımı henüz tatmadı­lar." Yani onlar benim azabımı henüz tatmadılar. Onu tattıkları zaman şüpheleri ortadan kalkmış olacaktır. Burada kastedilen şudur: Onlar, ken­dilerine azap dokununcaya kadar o vahyi tasdik etmezler. Öyleyse vahyi tasdik etmeleri için azap kendilerine gelsin.

"Azız" galip, "Vehhab" Nübüvveti ve daha başka şeyleri insanlara bah­şeden "Rabbinin rahmet hazineleri" Rabbi'nin nimetlerinin anahtarları "onların yanında mı" ki o nimetleri diledikleri kimselere versinler! "Öyle ise sebeplerine yapışarak göğe yükselsinler." Merdivenler ve kendilerini gö­ğe yükseltip Arş üzerine hakim olmalarını sağlayacak araçlar vasıtasıyla yükselsinler de istedikleri şekilde hükümlerini yürütsünler! "Öyle bir or­du" kâfirlerden oluşmuş hakir bir ordudur. "Derme-çatma kabilelerden oluşmuş... hezimete uğratılmış" bu iki özellik, az önce geçen "ordu"ya ait iki sıfattır. Onlar, senden önce peygamberler üzerine güruh güruh toplanmış mağluplardır. Sonunda kahredilmiş, helak olmuşlardır. Tıpkı onlar gibi Mekke müşriklerini de helak edeceğiz. [7]

 

Nüzul Sebebi:

 

"O bütün tanrıları bir tek tanrı mı yapmış? Bu, cidden acaip birşey." (5.ayet) ayetinin nüzul sebebiyle ilgili olarak İmam Ahmed, Tirmizi, Ne-sâî ve Hâkim -ki Hâkim bu rivayeti sahihlemiştir de- İbni Abbas (r.a.)'dan şöyle rivayet etmişlerdir: "Ebû Tâlib hastalanmıştı. Bunun üzerine Kureyş onun yanına geldi. Hz. Peygamber (s.a.) de oraya geldi. Orada bulunan Ku-reyş'liler Hz. Peygamber (s.a.)'i Ebû Tâlib'e şikâyet ettiler. Bunun üzerine Ebû Tâlib, Hz. Peygamber (s.a.)'e şöyle dedi: "Ey kardeşimin oğlu! Kavmin­den ne istiyorsun? Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Onlardan, Arapla­rın kendilerine inanıp bağlanacağı ve Arap olmayanların da kendilerine cizye verecekleri bir kelimeyi, bir tek kelimeyi söylemelerini istiyorum." Ebû Tâlib, "Nedir o?" diye sorunca Hz. Peygamber (s.a.) "Lâ ilahe illal-lâh'tır." buyurdu. Oradakiler, "Bir tek ilâh mı? Bu çok acaip birşey!" dedi­ler. Bunun üzerine "Sâd, şanlı Kur'an a andolsun ki" ayetinden itibaren "Hayır, onlar benim azabımı henüz tatmadılar." ayetine kadar olan kısım nazil oldu. [8]

 

Açıklaması:

 

"Sâd, şanlı Kur'an a andolsun ki." Bu sure de, diğer benzerleri gibi Kur'an'm i'caz yönüne dikkat çekmek ve muhatabın ileride gelecek olan ayetlere dikkat etmesini sağlamak maksadıyla bir tenbih olarak böyle bir harfle başlamıştır. Burada, kulların ihtiyaç duyduğu, sahih ve sabit akaid esasları, insan hayatını tanzim eden hükümler ve kanunlar, vaaad ve teh­dit gibi dinî ve dünyevî bütün hususları ihtiva eden beyan sahibi Kur'an'a yemin edilmiştir. O Kur'an aynı zamanda şeref, şöhret ve yüce bir mevki sahibidir de. Burada onun, Allah Tealâ'dan gelmiş olan muciz bir kelâm ol­duğuna, Hz. Muhammed (s.a.)'in, Alemlerin Rabbi tarafından bütün insan­lığa görevli olduğunu bildiren nübüvvet ve risalet iddiasında sadık bulun­duğuna yemin edilmektedir. Kur'an aynı zamanda bir öğüttür de. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Andolsun size, içinde zikriniz bulunan bir Kitab indirdik." (Enbiyâ, 21/10). Buradaki "zikriniz" ifadesi, "muhtaç oldu­ğunuz öğüt" anlamındadır.

Müşriklerin küfrünün sebebi şudur:

"Küfredenler, bir gurur ve tefrika içindedirler." Yani bu Kur'an, öğüt al­mayı bilenler için bir öğüt ve ibret almayı bilenler için bir ibrettir. Ancak kâfirler ondan faydalanmazlar. Çünkü onlar Kur'an karşısında bir büyük-lenme içindedirler ve kendilerini hakka uymaktan müstağni görürler; Al­lah ve Rasulüne muhalefet ederler ve bu muhalefetlerinde inatçılık, bü­yüklük taslama ve hırs içindedirler.

Bundan sonra Yüce Allah o müşrikleri, kendilerinden önce yaşamış olan ve peygamberleri yalanlayan ümmetlerin helak olmasına sebebiyet veren şeyle korkutmakta ve şöyle buyurmaktadır:

"Biz kendilerinden evvel nice ümmetleri helak ettik. O zaman ne çığlık­lar kopardılar. Fakat artık kurtuluş zamanı değildi." Yani biz onlardan ön­ce yaşamış olan birçok ümmeti, elçilere muhalefet etmeleri ve gökten indi­rilen kitapları yalanlamaları sebebiyle helak ettik. Azap kendilerine geldi­ği zaman onlar Allah Tealâ'dan himaye ve yardım istemişlerdi. Ancak ken­dilerine herhangi bir yardım yapılmadı. Çünkü artık zaman, kurtuluş ve azaptan kaçış zamanı değildi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Azabımızı hissettikleri zaman onlar derhal oradan kaçmak için hayvanla­rını mahmuzluyorlardı. Boşuna kaçmayın, bol bol verilip içinde şımartıldı-ğınız nimetlere ve yurtlarınıza dönün. Çünkü sorguya çekileceksiniz." (En­biyâ, 21/12-13). Buradaki "yerkedûne" kelimesi "korkup kaçmak, uzaklaş­mak" anlamındadır. Yine Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Nihayet varlıklıla­rını azap ile yakaladığımız zaman hemen feryada başlarlar." (Müminûn, 23/64).

"O kâfirler içlerinden bir uyarıcı gelmesine şaştılar. "Bu" dediler, "bir büyücü, bir yalancıdır." Yani müşrikler, Hz. Peygamber (s.a.)'in, içlerinden birisi, bir beşer olduğu halde elçi, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gelmesine hayret ettiler. Kâfirler Onun şaşırtıcı mucizelerini gördükleri zaman, "Bu, bir sihirbaz, aldatıcı ve peygamberlik iddiasında ve onu Allah'tan vahiyle aldığı yolundaki nisbetinde yalancı birisidir." dediler.

Bu ayet-i kerimenin bir benzeri, Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisidir: "İç­lerinden bir adama, "İnsanları uyar ve inananlara, Rabb 'leri katında ken­dileri için güzel bir ecir ve saadet bulunduğunu müjdele." diye vahyetmemiz insanlara tuhaf mı geldi? Kâfirler, "Bu, apaçık bir büyücüdür." dediler." (Yûnus, 10/2).

Bu ayette, müşriklerin kuvvetli ve tefrika çıkaran, Hz. Peygamber (s.a.)'i de herhangi bir hüccet ve burhana dayanmaksızın, kendi hasetleri dolayısıyla ve kendileri içinden ileri gelen liderlerden birisinin peygamber olmasını arzulamaları sebebiyle yalanlayan kimseler olduğuna delâlet var­dır. Ancak onlar, Hz. Peygamber (s.a.)'i sihirbazlık ve yalancılıkla suçla­maktan daha ucuz bir töhmet bulamamışlardı.

Daha sonra Allah Tealâ, onların, Hz. Peygamber (s.a.)'i yalancılıkla vasfetmelerine sebebiyet veren üç şüpheden bahsetmiştir. Bunlardan birin­cisi, uluhiyyet veya tevhide ilişkin, ikincisi peygamberliğe, üçüncüsü de ahiret hayatına ilişkindir. Bu şüphelerden ilk ikisi burada zikredilmiştir. Üçüncüsü ise ileride gelecek olan "Dediler ki: "Rabbimiz! Bizim azap payı­mızı hesap gününden önce, hemen ver." ayetinde dile getirilmektedir. Şimdi bu noktaları biraz açalım:

1- Allah Tealâ'nın birliği (Tevhid): "O, bütün tanrıları bir tek tanrı mı yapmış? Bu cidden acaip birşey." Yani ilâhları bir tek ilâh haline getirip ulû-hiyyeti sadece Allah Tealâ'ya mahsus mu kılıyor? Bu, muhakkak ki son de­rece şaşılacak bir şeydir. Müşriklerin buna şaşırmalarının sebebi, o dönem­de her kabilenin bir tanrısı bulunmasıydı. Müşrikler şöyle diyorlardı: "Biz onlara, bizi derece olarak Allah'a yaklaştırmaları için kulluk ediyoruz. Al­lah onlara bu mevkiyi vermiştir. O halde bizim onlara ibadet etmemizin ne mahzuru olabilir?" Bu mantıkla düşündükleri için, birden fazla tanrı inan­cından oluşan inanç sistemini kaldıran birisinin bu tavrının şaşılacak bir­şey olduğunu iddia edip, babalarının daha akıllı kimseler olduğunu ve sayı­ca daha fazla olduklarını, dolayısıyla onların batıla sapmış cahil kimseler olduğunu, buna karşılık Hz. Muhammed (s.a.)'in tek başına hakkı dile getir­diğini ve doğruyu söylediğini düşünmenin aklen mümkün olamayacağını söylediler. İşte bu, mücerret kör taklit, ne aklî, ne de naklî herhangi bir deli­le dayanmayan, eskilerden miras kalmış inançtan başka bir şey değildir.

Bu ayet-i kerimenin nüzul sebebi, daha önce de zikredildiği gibi, Tirmi-zi ve daha başkalarının, diğer bir lafızla İbni Abbas (r.a.)'dan rivayet ettik­leri şu hadisedir: "Ebu Talib hastalanmıştı. Kureyş kendisini ziyarete geldi. Hz. Peygamber (s.a.) de onun yanma gelmişti. Ebu Talib'in başucunda bir kişinin oturacağı kadar yer vardı. Ebu Cehil Hz. Peygamber (s.a.)'in orada oturmasını engellemeye yeltendi. Sonra Hz. Peygamber (s.a.)'i Ebu Talib'e şikâyet ettiler. O da şöyle dedi: "Ey kardeşimin oğlu! Kavminden ne istiyor­sun?" Hz. Peygamber (s.a.) şöyle karşılık verdi: "Ey amca! Ben onlardan sa­dece, sayesinde Arapların kendilerine boyun eğeceği ve Arap olmayanların da kendilerine cizye ödeyeceği bir kelimeyi söylemelerini istiyorum." Ebu Talib, "Nedir o?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.) "Lâ ilahe illallâh'tır" dedi.

Orada bulunan Kureyşliler, "O, bütün tanrıları bir tek tanrı mı yapmış" de­diler. Bunun üzerine "Sâd, şanlı Kur'an'a andolsun ki, küfredenler bir gu­rur ve tefrika içindedirler." diye başlayan ayetlerden, "Bu, uydurmadan baş­ka bir şey değildir" ayetine kadar olan kısım nazil oldu."[9]

Bu rivayeti İbni Ebî Hatim ve İbni Cerir de değişik bir lafızla Süd-dî'den rivayet etmişlerdir.

Bir diğer rivayette de şöyle gelmiştir: "Ömer b. Hattâb (r.a.) müslü-man olunca bu olay Kureyşli müşriklere ağır geldi. Toplanıp Ebû Tâlib'e gittiler ve "Bizimle kardeşinin oğlu arasında hüküm ver." dediler. Bunun üzerine Ebu Talib Hz. Peygamber (s.a.)'e haber göndererek çağırttı ve "Ey kardeşimin oğlu! Bunlar senin kavmin. Senden adalet istiyorlar. Öyleyse sen de kavminden büsbütün yan çevirme." dedi. Hz. Peygamber (s.a.), "Benden ne istiyorlar?" diye sordu. Müşrikler, "Sen bizimle ve ilâhlarımızla uğraşmayı bırak, biz de seni ve ilâhını bırakalım." dediler. Hz. Peygamber (s.a.), "Arapları hakimiyetinize almanızı sağlayacak ve Arap olmayanları da size bağlayacak bir sözü söyler misiniz?" diye sordu. Ebu Cehil, "Baban aşkına! Hem o kelimeyi, hem de onun on mislini söyleriz." karşılığını verdi. Hz. Peygamber (s.a.), "Allah'tan başka ilâh yoktur deyin." buyurdu. Onlar-sa bundan kaçınıp kalktılar ve "Bütün tanrıları tek bir tanrı mı yapmış?" Bütün bir mahlukâta bir tek ilâh nasıl yeterli olur?" dediler. Bunun üzeri­ne Allah Tealâ bu ayetleri, "Onlardan önce de Nuh kavmi... yalanlamıştı" ayetine kadar inzal buyurdu.

"Onların elebaşlarından bir güruh, "Yürüyün, tanrılarınıza bağlı ka­lın. Şüphesiz ki bu, arzu edilecek olan birşeydir." diyerek kalkıp gitmiştir." Yani Ebu Talib'in meclisinde bulunan Kureyş ileri gelenleri, "Üzerinde bu­lunduğunuz yolda devam edin, ilâhlarınıza kullukta sebat gösterin ve buna sabredin. O ilâhlardan dönmek şüphesiz ki büyük bir iştir ve Muhammed de, bize galebe çalmak ve bizim kendisine tabi olmamız, böylece aramızda dilediği gibi hükmünü yürütmek için bunu istemektedir. " diyerek kalkıp gittiler.

2- Hristiyanlıkta tevhid inancının bulunmaması: "Biz bunu diğer din­de işitmedik. Bu, uydurmadan başka birşey değildir." Biz, Allah'ın birliğine çağıran bu daveti diğer dinde -ki bu din Hıristiyanlıktır- işitmedik.   Bu, hiçbir gerçek yönü bulunmayan bir yalan ve iftiradan başka birşey değil­dir. Bunun herhangi bir vahiy ve semavî dinden dayanağı bulunmadığı gi­bi, sahih ve sağlam aklî gerçeklerle de bağdaşır yanı yoktur. Bunlar müş­riklerin iddialarıdır ve bu iddialar doğrultusunda kendilerine Hz. Peygam­ber (s.a.)'in tevhid inancına davetinin batıl olması gerekir!

3- Peygamberliğin Hz. Muhammed (s.a.)'e tahsis edilmesi: "O uyarı aramızdan ona mı indirilmiş?" Bu, inkâr mahiyetinde bir sorudur. Yani bu toplumun ileri gelenleri bizler olduğumuz halde Kur'an bize değil de Mu-hammed'e nasıl indirilir? Bu imkânsız bir şeydir. Nitekim bir diğer ayet-i kerimede onların şöyle dedikleri anlatılır: "Ve dediler ki: "Bu Kur'an, iki kentten büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf, 43/31). Yüce Al­lah ise şöyle buyurarak onları reddetmiştir: "Rabb'inin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz taksim ettik ve onlardan kimini ötekine derecelerle üstün kıldık." (Zuhruf, 43/32).

Onların, cehaletleri ve akıllarının kıt olması dolayısıyla bunu imkân­sız görmelerinin sebebi Kur'an konusundaki şüpheleri ve peygamberliği çe-kememeleridir.

"Hayır onlar benim vahyimden şüphe içindedirler. Hayır onlar benim azabımı henüz tatmadılar." Yani, hayır! Hakikat şudur ki, onlar Kur'an'-dan veya vahiyden şüphe içindedirler. Hayır! Onların şüpheye düşmeleri­nin ve düşünüp akıl yürütmeyi terketmelerinin sebebi, azabımı tatmamış olmalarıdır. Onu tattıkları zaman Kuranı tasdik ederler, şüpheleri orta­dan kalkar ve hasedi bırakırlar.

Daha sonra Allah Tealâ, müşriklerin Hz. Muhammed (s.a.)'in peygam-berleğini imkânsız görmelerini reddetmekte ve onun içlerinden en şerefli olana verildiğini şu şekilde beyan buyurmaktadır:

"Yoksa daima üstün olan, çok lütufta bulunan Rabb'inin rahmet hazi­neleri onların yanında mı?" Hayır! Onlar kuvvet sahibi ve galib olan, ba­ğışta bulunan, ihsan eden ve atiyyeleri bol olan Rabb'inin nimetlerinin anahtarlarına malik midirler ki peygamberlik nimetini diledikleri kimseye versinler? Nitekim bir başka ayet-i kerimede de şöyle buyurulmaktadır: "De ki: "Eğer Rabb'imin rahmet hazinelerine siz sahip olsaydınız, sarfet-mekle tükenir korkusuyla onu tutar, kimseye birşey vermezdiniz. Hakikaten insan çok cimridir." (İsrâ, 17/100).

Daha sonra Yüce Allah, inkâr ve azarlamanın derecesini arttırarak şöyle buyurmaktadır:

"Yoksa göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların mülkü onların mı? Öyle ise sebeplerine yapışarak göğe yükselsinler." Hayır! Onlar gökle­rin, yerin ve bu ikisi arasındaki mahlukâtın ve alemlerin sahibi midirler? Farz-ı muhal, onlar bütün bunların sahibi iseler, kendilerini göğe ulaştıra­cak araçlar vasıtasıyla yükselsinler de böylece dilediklerini ihsar edip, di­lediklerini engellesinler ve bu alemi canlarının istediği şekilde idare etsin­ler bakalım!

Bundan sonra Yüce Allah onları kuvvet azlığı ve hakirlikle tavsif et­mekte ve şöyle buyurmaktadır: "Onlar derme-çatma kabilelerden oluşmuş öyle bir ordudur ki, işte sur­da hezimete uğratılmışlardır." Yani onlar, şurada, Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberliğine dil uzattıkları ve müminler aleyhine gurup gurup toplan­dıkları şu yerde mağlup edilmiş bir ordudan başka birşey değildirler. Bu ayet, Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisi gibidir: "Yoksa "Biz muzaffer bir toplu­luğuz. " mu diyorlar? O topluluk bozulacak ve geriye dönüp kaçacaklardır. Hayır, buluşma zamanları, o uyarıldıkları saattir. O saat cidden çok feci ve acıdır." (Kamer, 54/44-46). Bu, Yüce Allah'ın, peygamberini zafere ulaştıra­cağına ve galibiyetin onun olacağına dair vaadidir. [10]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler, aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Allah Tealâ, Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberliğinin doğruluğuna ve onun, Allah Tealâ tarafından insanlığın tümüne gönderilmiş bir elçi ol­duğuna şeref, şöhret ve izzet sahibi Kur'an üzerine yemin etmektedir.

2- Kureyş kâfirlerinin, Hz. Peygamber (s.a.)'in risaletine imandan yüz çevirmelerinin sebebi, kibir ve gurur göstererek, kendilerini hakka tabi ol­maktan yüksek görmeleri; Allah Tealâ'ya ve Rasulüne muhalefetleri, düş­manlıkları ve açıkça onların karşısında yer almalarıdır.

3- Yüce Allah onları, kendilerinden daha inatçı, daha kuvvetli ve gerek mal, gerekse evlât bakımından kendilerinden daha üstün olan geçmiş üm­metlerin helak edildiği gibi -ki onlar ilâhi azaba uğradıklarında imdat iste­miş ve tevbe etmişlerdi; ancak o zaman, tevbenin ve güzel amelin hiçbir fayda vermeyeceği bir zamandı- helake maruz olmaktan sakındırıp uyarmaktadır.

4- Kureyş kâfirleri, cehaletleri sebebiyle aralarından kendileri gibi bir beşerin peygamber olarak gelmesine şaşırmışlar; Ondan yüz çevirmek için geçerli bir sebep ve delil ortaya koyamamışlar, sadece "O bir büyücü ve ya­lancıdır." diyebilmişlerdir.

5-  Kâfirler, Hz. Peygamber (s.a.)'in kendilerini tevhide çağırmasını ve ilâhları bir tek ilâh kılmasını son derece garipsemişlerdi.

6- O kâfirler, putperestliklerinde ısrarlı olduklarını ilân etmekten baş­ka bir yol bulamamışlar ve onların ileri gelenleri, kendilerine uyanlara şöyle demişlerdi: "İnancınızda devam edin, Muhammed'in dinine girmeyin ve her kabile, kendine mahsus tanrısına kullukta sabit kadem olsun. Mu­hammed, ileri sürdüğü iddialarla kendisine boyun eğmemizi bekliyor, bi­zim üzerimize çıkıp bize hakim olmak istiyor. Bizim kendisine tabi olmamı­zı arzu ediyor ki, aramızda dilediği gibi hükmünü yürütebilsin. Şu halde ona itaat etmekten sakının!"

7- Onlar, putperestliklerini, dinlerin sonuncusu ile desteklemişlerdir. Bu din, Hristiyanlıktır. Zira Hristiyanlar, Allah Tealâ'nm yanında başka ilâhlara da inanmaktadırlar ve tek bir ilâh bulunduğu iddiası onlara göre yalan, iftira, düzmece ve örneği görülmemiş bir icattır.

8- Müşriklerin mantıkları kibir ve büyüklenme üzerine kurulu olduğu için aynı zamanda peygamberliğin, kendilerine değil de Kur'an'ın ve vah­yin kalbine inmesi suretiyle Hz. Muhammed (s.a.)'e verilmesi onları inkâra sürüklemiştir. Onlara göre kendileri peygamberliğe ondan daha müstehak-tırlar. Çünkü o toplumun ileri gelenleri kendileridir.

9- Onların gerçek durumu şudur: Onlar Allah Tealâ'nın peygamberine indirmiş olduğu vahiyden şüphe içindedirler. Acaba o gerçekten Allah Te-alâ'dan vahiy alıyor mu, yoksa söyledikleri kendi uydurdukları mıdır? On­lar uzun zaman böylece gaflet içinde debelenmişlerdir. Şayet onlar şirkleri yüzünden Allah Tealâ'nın azabını tatmış olsalardı,   elbette şüpheleri  zail olurdu. Ancak o zaman da iman etmenin herhangi bir faydası olmaz.

10- Söz konusu müşriklerin içinde bulundukları hayret verici durum şudur: Onlar Allah Tealâ'nın nimet hazinelerinin anahtarlarına mı sahip­tirler ki, Hz. Muhammed (s.a.)'i, Allah Tealâ'nın kendisine ihsan ettiği pey­gamberlikten men ediyorlar? Doğrusu nimetlerin sahibi Allah Tealâ'dır ve O, nimetini dilediği kişiye gönderir. Çünkü göklerin ve yerin hazineleri O'nundur.

Ve yine o müşrikler gök ve yer alemi ile bu ikisi arasındaki mahlukâ-tın sahibi midirler? Eğer onlar bunu iddia ediyorlarsa, meleklerin Hz. Mu­hammed (s.a.)'e vahiy indirmesine mani olsunlar bakalım!

11- O kâfirler, derme-çatma kabilelerden oluşmuş ve Hz. Muhammed (s.a.)'i öldürmeyi planladıkları yerde -ki o yer Mekke'dir- kendileri hezi­mete uğratılmış bir ordudan başka bir şey değildir. Sonuçta kendileri zelil olmuşlardır ve onların elinde ne herhangi bir hüccetleri, ne de Allah Te­alâ'nın tasarrufunun ve mülkünün üzerinde hükümranlık sahibi olacak ve böylece insanlar arasında diledikleri gibi hükmedecek kudretleri vardır.

Bu, Hz. Peygamber (s.a.) için bir teselli, bir zafer ve galebe vaadi, müşrikler için ise bir hezimettir ki bu gerçek, Bedir günü tahakkuk etmiş­tir. Razi ise "Bana göre en doğrusu bunun Mekke'nin fethedildiği güne hamledilmesidir." demiştir. [11]

 

Kafirlerin, Daha Önce Yaşamış Olanve Peygamberleri Yalanlayan ÜmmetlerinDurumuyla Uyarılması:

 

12- Onlardan önce Nuh kavmi, Ad kavmi ve kazıklar sahibi Firavun da yalanlamıştı.

13- Semud kavmi, Lût kavmi ve ke halkı da. İşte o halklar!

I4-Hepsi elçileri yalanladılar da bu yüzden benim cezam onlara hak oldu.

15- Bunlar da iki sağım aralığı kadar bile gecikmeyecek bir tek say.  hadanba?kasımg°zetmiy«r-

16-Dediler ki: "Ey Rabbimiz! Bizim azap payımızı hesap gününden ön­ce, hemen ver."

 

Belagat:

 

"Kazıklar sahibi Firavun" ifadesinde kinayeli bir istiare vardır. Bura­da mülk ve saltanat, yere sağlamca tespit edilmiş ve rüzgârların uçurması­nı engellemek için ipleri kazıklara bağlanmış bir çadıra benzetilmiştir. [12]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kazıklar sahibi." Burakaki "veted" kelimesi, ip ve benzeri birşeyle kendisine eşya tutturulmak için yere veya duvara çakılan şeydir. Burada bu ibareden kasıt, "sağlam mülk, muhkem bina ve sabit-değişmez hüküm sahibi"dir.

"Eyke" Çok ve sık ağaçlı yerdir. Eyke halkı ise Hz. Şuayb (a.s.)'in kav­midir.

"Hepsi" Yani o kavimlerin ve aşiretlerin her biri "elçileri yalanladılar." Yani onlardan hiçbiri yoktu ki, kendisinden peygamberleri yalanlama tavrı vaki olmasın. Burada "elçi" kelimesinin çoğul olarak gelmesinin sebebi, o kavimlerin, elçilerden birisini yalanlamakla tümünü yalanlamış olmasıdır. Çünkü peygamberlerin daveti birdir ve o da Tevhide davettir. "Bu yüzden benim cezam onlara hak oldu." Yani -her ne kadar tehir edilmiş olsa da-peygamberleri yalanladıkları için benim azabım onlara gelecektir.

"Bunlar da" Yani Mekke kâfirleri de "bir tek sayhadan" kendilerine azap getirecek olan kıyamet günü nefhasmdan "başkasını gözetmiyor." yani o sayhayı bekliyor.

"İki sağım aralığı" Buradaki kelime "fevâk" ve "fuvâk" tarzında oku­nur; bir miktar beklemek, durmak anlamındadır. Bu miktar, dişi devenin sütünün sağıldığı veya yavrusu tarafından emildiği iki vakit arası kadar miktardır ki, bu süre, sütün memede toplanması için bırakılır.[13] Ya da bu kelime rücu etmek ve geri dönmek anlamına gelir. Zira deve bir kere sağıl­dıktan kısa bir zaman sonra memeye tekrar süt gelir. Buna göre bu ayetin anlamı şöyle olur: O sayha geldiği zaman devenin iki sağımı aralığı kadar bile beklemez. Beyhakî'nin Hz. Enes (r.a.)'den rivayet ettiği zayıf bir hadis­te şöyle gelmiştir: "Hasta ziyaretinin süresi, iki sağım aralığı kadardır."

Mekke kâfirleri alay ederek "dediler ki: "Ey Rabbimiz! Bizim azap pa­yımızı..." Yani bizi kendisiyle tehdit ettiğin azaptan payımıza düşeni veya amel defterimizi "hesap günümüzden önce hemen ver." Onların, azabın he­men verilmesini istemeleri, alaycı tavırlarının bir yansımasıdır. [14]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Kendilerine azap inmediği için müşriklerin düşünüp akıllarını kullan­makta tembellik gösterdiklerini açıkladıktan sonra Yüce Allah, diğer pey­gamberlerin kavimlerinin de aynı tavrı gösterdiğini ve neticede kendilerine azap indiğini beyan buyurmaktadır. Burada geçmiş kavimlerinin duru­mundan bahsedilmesindeki maksat, üzerlerine azap ineceğini haber veren Hz. Peygamber (s.a.)'i yalanlayan Mekke kâfirlerini korkutmaktır. [15]

 

Açıklaması:

 

Yüce Allah bu ayet-i kerimelerde, geçmiş ümmetler döneminde yaşa­yan ve peygamberleri yalanlayan kâfirlerden altı sınıfı zikretmektedir ki bu altı sınıf şunlardır:

1-3- "Onlardan önce Nuh kavmi, Âd kavmi ve kazıklar sahibi Firavun da yalanlamıştı." Yani Kureyş'ten önce peygamberleri Nuh kavmi ve Ad kavmi ile güç kuvvet sahibi Firavun ve kavmi de yalanlamıştı.

Hz. Nuh'un (a.s.) kavmi kendisini yalanlamış ve kendisine çeşitli ezi­yetler yaparak alay etmişler, O'nun bir mecnun olduğunu söylemişlerdi. Yüce Allah da onları, üzerlerine tufan göndermek ve kendilerini suda boğ­mak suretiyle helak etti, Hz. Nuh ve kendisine inananları da kurtardı. Ni­tekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Onlardan önce Nuh'un kavmi de yalanlamıştı. Onlar kulumuzu yalancı saymakta ısrar ettiler. "Mecnun" de­diler. O, davetten cebren vazgeçirilmişti. Nihayet o da Rabbine, "Ben haki­katen mağlûbum. Artık intikam al!" diye dua etti. Bunun üzerine biz de şa­rıl şarıl boşalan bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeri de kaynaklar halinde fışkırttık, her iki su, takdir edilmiş bir işin olması için birleşti. Nuh'u da tahtalar ve çivilerde yapılmış gemi) üzerinde taşıdık. Kendisine karşı nan­körlük edilen kulumuza bir mükâfat olmak üzere gemi, gözlerimizin önün­de akıp gidiyordu. " (Kamer, 54/9-14).

Hz. Hûd (a.s.)'un kavmi olan Âd'a gelince, bu kavim de Hûd (a.s.)'u ya­lanlamıştı. Yüce Allah da onları şiddetli bir rüzgârla helak etti. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Ad kavmi ise uğultulu azgın bir kasırga ile helak edildiler. Allah onu, yedi gece sekiz gün ardı ardına onların üzeri­ne musallat etti. O kavmi orada, içi boş hurma kütükleri gibi serilmiş gö­rürsün." (Hakka, 69/6-7).

Kuvvetli ve sağlam hüküm sahibi azgın zorba Firavun'a ise Yüce Al­lah, Hz. Musa (a.s.)'ya, beraberinde Hz. Harun olmak üzere dokuz mucize göndermişti. Firavun yine yalanlayıp karşı geldi. Bunun üzerine Allah Te­alâ onu suda boğmak suretiyle helak etti, Hz. Musa ve mümin olan kavmi ise kurtuldu. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Musa'nın haberi sana geldi mi? Hani Rabbi ona Kutsal Vadi "Tuva'da şöyle nida etmişti: "Firavuna git, çünkü o azdı. De ki: "Arınmağa gönlün var mı?" Seni Rab-b'inin yoluna ileteyim de O'ndan korkasın." (Musa gitti, tebliğ etti) ona en büyük mucizeyi gösterdi. Fakat o yalanladı, karşı geldi. Sonra sırtını dön­dü. (Musa'nın getirdiklerini iptal etmek için) çalışmaya koyuldu. (Adamla­rını) topladı. (Onlara) şöyle bağırdı: "İşte ben sizin en yüce rabbinizim!" Bunun üzerine Allah onu hem ahiret, hem de dünya azabıyla yakaladı. Şüphesiz bunda, korkacak kimse için kat'l bir ibret vardır." (Nâzi'ât, 79/15-26), "Sizin için denizi yarmıştık, sizi kurtarmış ve Firavun ailesini boğmuştuk, siz de bunu görüyordunuz." (Bakara, 2/50).

4-6- "Semud kavmi, Lût kavmi ve Eyke halkı da." Yani Hz. Salih (a.s.)'in kavmi olan Semûd kavmi, Lût kavmi ve Eyke (sık ağıçlı yer) halkı da yalanlamıştı. Oysa işte o partiler! Yani ey Peygamber! Tıpkı hizipler ha­linde senin üzerine toplanan kimseler gibi onlar da kuvvet ve çoklukla tav­sif edilmişlerdi.

Salih (a.s.)'in kavmi olan Semud, onu yalanlamış ve mucize dişi deveyi boğazlanmışlardı. Bunun üzerine Yüce Allah da onları bir sayha (korkunç ses) veya yıldırım ile helak etti; hayvan ağılına konan kuru çalı-çırpı ve ot­lar gibi oluverdiler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Semûd da uyarıları yalanladı. "Bizden bir insana mı uyacağız? O takdirde birz apa­çık bir sapıklık ve çılgınlık içine düşmüş oluruz" dediler... Biz onların üze­rine bir tek sayha gönderdik de hayvan ağılına konan kuru çalı-çırpı ve ot­lar gibi oluverdiler." (Kamer, 45/23-31).

Hz. Lût (a.s.) kavmine gelince, onlar da yalanladılar ve bu sebeple ye­rin dibine batırılmak veya zelzeleye uğratılmak suretiyle helak edildiler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Lût'un kavmi de uyarıları ya­lanladı. Biz de üstlerine (taşlar savuran) bir fırtına gönderdik. Yalnız Lût ailesini seher vakti kurtardık." (Kamer, 54/33-34).

Eyke (yani sık ve birbirine girmiş ağaçlı yer) halkına gelince, bunlar Hz. Şu'ayb (a.s.)'in kavmi idi. Kendisini yalanladılar ve bu sebeple gölge gününün azabıyla helak oldular. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Gerçekten Eyke halkı da zalim kimselerdi. Onlardan da öcümüzü aldık. Her ikisi de halâ (yol üzerinde, gözler) ön(ün)de apaçık durmaktadır." (Hicr, 15/78-79), "Onu yalanladılar, nihayet o gölge gününün azabı kendilerini ya­kaladı. Gerçekten o, büyük bir günün azabı idi." (Şu'arâ, 26/289).

Bunların helak edilmelerinin sebebi, peygamberleri yalanlamaları idi. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurur:

"Hepsi elçileri yalanladılar da bu yüzden benim cezam onlara hak ol­du." Yani o geçmiş kavimlerden hiçbirisi yoktu ki peygamberleri yalanla­mış olmasın. Bu yüzden de Allah Tealâ'nın cezası onlara hak olmuştur. Bu cezalar, onların suçlarına uygun karşılıklardır. Burada anlatılmak istenen şudur: Onların helak edilmelerinin sebebi, peygamberleri yalanlamaları­dır. Öyleyse muhataplar bundan alabildiğince sakınsınlar. Bu söylediğimiz husus, şu ayette dile getirilmektedir:

"Bunlar da iki sağım aralığı kadar bile gecikmeyecek bir tek sayhadan başkasını gözetmiyor." Yani Kureyş kâfirleri de, Sûr'a ikinci üfürüş olan kıya­met üfürüşü ile gelecek cezadan başkasını beklemiyor. Bu üfürüş,'korkutucu bir üfürüştür ki Yüce Allah, İsrafil (a.s.)'e bunu uzun tutmasını emreder ve neticede Allah Tealâ'nın istisna ettikleri dışında yer ve gök ehlinden olup da bu üfürüşten korkmayan kimse kalmaz. Bu sayha, iki sağım aralığı kadar bile gecikmez. Yani bu sayha beklemez, ara vermez ve rahat bırakmaz.

Söz konusu üfürüş, iki sağım aralığı kadar bile durmaz. Buradaki "iki sağım aralığı," Dişi devenin memesinde (biraz bekledikten sonra biriken) sütün iki sağımı arası kadar geçen zamandır.

Burada anlatılmak istenen şudur: Onlarla Yüce Allah'ın kendilerine hazırladığı cehennem azabının onlara ulaşması arasında, Sûr'a ikinci kere üflenmesindan başka bir şey yoktur. Onlara vaad edilen azabın zamanı geldiğinde, artık onun gecikmesi kesinlikle söz konusu değildir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar sadece korkunç bir sesten başkası­nı gözetmezler. O, çekişip dururlarken kendilerini ansızın yakalar. İşte o za­man onlar bir vasiyette bile bulunamazlar. Hatta o vakit ailelerine dahi dö­necek halde değildirler." (Yâ-sîn, 36/49)50). Bu ayetler, kıyametin ve ölü­mün yakınlığını da haber vermektedirler.

Daha sonra Yüce Allah, kâfirlerin peygamberleri yalanlamasına sebep olan üçüncü şüpheyi[16] zikretmektedir. Bu şüphe, ahiret hayatıyla ilgilidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Dediler ki: "Ey Rabbimiz! Bizim azap payımızı hesap gününden önce, hemen ver." Yani müşrikler, öldükten sonra dirilme, hesap ve ceza sözcükle­rini duyunca alay edip eğlenerek şöyle dediler: Rabbimiz! Bize vaad ettiğin azaptan payımıza düşeni derhal ver, kıyamet gününe erteleme. Bu, Allah Tealâ'nm, müşriklerin kendi aleyhlerine istekte bulunmalarını kmaması-dır. Nitekim onlar şöyle de demişlerdir: "Allah'ım! Eğer bu, senin katından gelmiş hakkın kendisi ise, durma bizim üstümüze gökten taş yağdır. Yahut bize acıklı bir azap getir." (Enfâl, 8/32).

Bu sözün sahibi hakkında Yüce Allah'ın "İsteyen biri, inecek azabı is­tedi." (Me'âric, 70/1) buyurduğu Nadr b. Haris veya Ebû Cehü'dir. Diğerleri de bu söze katılmışlardır.

Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurarak peygamberine, müşriklerin eziyetlerine ve sefahetlerine sabretmesini emir buyurmaktadır: "Onlar ne derlerse sabret." Yani müşrik olan kavminin eziyetlerine sabret. Zira onlar neticede mağlûp edilmiş zelil kimselerdir. Sana da sabrına karşılık zafer, yardım ve hoşnut olunacak bir akıbeti müjdeliyoruz. [17]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler, sahibinde kibir ve büyüklenme duygusu bırakmayan se­lim insanî hislere sahip kimselere tesir eden etkili birer ibret levhası ve be­liğ birer nasihattir. Bunlardan en büyük ibret ise Mekke kâfirlerinin görüp müşahede ettikleri şeylerdir.

Geçmiş kavimlerin yaşadığı helakin izleri onların gözleri önündedir ve­ya onlar, peygamberlerini yalanlayan geçmiş kavimlerin başlarına geleni işitiyorlar. Onların başına gelen, benzerlerinin de başına gelir. Zira Kahhar olan Allah Tealâ, Nuh'un (a.s.) kavmini tufanla garketmiş, Firavun ve ordu­larını suda boğmak suretiyle, Hûd'un (a.s.) kavmini çok şiddetli ve gürültü­lü bir kasırga ile, Salih (a.s.)'in kavmini sayha veya tâğiye (son derece şid­detli bir sayha) ile, Lût'un (a.s.) kavmini yerin dibine batırmak veya zelze­leye uğratmak suretiyle, Eyke halkını da gölge azabıyla[18] helak etmişti.

Mekke kâfirleri de, kendilerini cehennem azabına atacak olan Kıya­met sayhasından başka birşeyi beklemiyorlar. O sayha geldiği zaman kesinlikle geri bıraktırılamaz ve bir an dahi tehir edilemez: "Vakitleri geldiği zaman ise onlar ne bir saat geri kalabilirler, ne de ileri geçebilirler." (Nahl, 16/61).

Ne var ki kâfirler, sürenin uzunluğuna aldanmışlardır. Onlar, dünya­da köklerinin kazınması şeklinde bir azaba Hz. Peygamber (s.a.)'e ilâhi bir ikram olarak çarptırılmayınca -ki Yüce Allah bu hususu şöyle ifade buyur­maktadır: "Oysa sen onların içinde bulundukça Allah onlara azap edecek değildir." (Enfâl, 8/33)- alay edip, eğlenerek şöyle dediler: "Rabbimiz! Eğer durum Muhammed (s.a.)'in dediği gibiyse bizim azap payımızı kıyamet gü­nünden ve hesaptan önce ver." Bu, cehaletin, sefahetin ve ahmaklığın doruk noktasıdır!

Daha sonra Allah Tealâ peygamberine, müşrikler kendisiyle alay edin­ce onların sefahet ve ezalarına sabretmesini emir buyurmaktadır. Sabrın sonu feraha çıkmaktan başka bir şey olmayacak, yardım ve zafer yakında gelecektir. [19]

 

Davud Aleyhisselam Kıssası:

 

17-  Onlar ne derlerse sabret. Kulu­muzu, o kuvvet sahibi Davud'u ha­tırla. O daima Allah'a yönelirdi.

18-  Hakikat biz dağları onun emri­ne verdik. Bunlar, akşamleyin ve kuşluk vakti onunla birlikte dur­mayıp teşbih ederlerdi.

19- Toplanıp gelen kuşları da onun emrine verdik. Herbiri itaatle ona dönücü idi.

20- Onun mülkünü de kuvvetlendir­dik. Ona hikmet ve hakkı batıldan ayırma kabiliyetini vermiştik.

21- Sana o davacıların haberi geldi mi? Hani onlar duvardan   mescide tırmanmışlardı.

22- O vakit Davud'un yanına giri­vermişlerdi de o, bunlardan telaşa düşmüştü, "korkma" dediler, "biz iki davacıyız. Birimiz ötekinin hakkına tecavüz etti. Şimdi sen aramızda adaletle hükmet. Aşırı gitme. Bize

doğru yolu göster."

23- Birisi dedi ki: "Bu benim karde­şimdir. Onun doksan dokuz dişi ko­yunu var. Benimse bir tek dişi ko­yunum var. Böyleyken "Onu bana ver" dedi. Mücadelede beni yendi."

24- Davud dedi ki: "Andolsun ki o, senin koyununu kendi koyunlarına katmayı istemekle sana zulmetmiş­tir. Hakikat, mallarını birbirine ka­tıp karıştıran ortakların çoğu mutlaka birbirine haksızlık eder. İman edip de güzel amellerde bulunanlar müstesna. Fakat bunlar da ne kadar azdır." Da­vud bizim kendisine bir azap hazırladığımızı sandı da Rabbinden mağfiret di­ledi, rüku ile yere kapanıp Allah'a döndü.

25- Biz de ondan bunu affettik. Nezdimizde onun muhakkak bir yakınlığı ve akıbet güzelliği vardır.

26- Ey Davud! Biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ile hükmet. Hevâna tabi olma ki bu seni Allah yolundan saptırır. Çünkü Allah yolundan sapanlara, hesap gününü unuttukları için onlara çetin bir azap vardır.

 

Belagat:

 

"Yusebbihne bi'l-aşiyyi ve'l-işrâk" (akşamleyin ve kuşluk vakti... teşbih ederlerdi) kelimeleri arasında tezat vardır.

"Hevâna uyma ki bu seni Allah yolundan saptırır. Çünkü Allah yolun­dan sapanlara..." cümlesi ıtnâb üslubuyla gelmiştir. [20]

 

Kelime ve ibareler:

 

"Kulumuzu... Davud'u hatırla" Günahın ne kadar büyük birşey oldu­ğunu onlara göstermek için Hz. Davud (a.s.)'un kıssasını onlara hatırlat. Zira Davud (a.s.), kadrinin yüceliğine ve kendisine büyük nimet ve ikram­lar tahsis edilmiş olmasına rağmen, küçük bir günah işlediğini zannederek hemen Rabbine istiğfar edip, Ona yönelmişti. O'nun gibi birisi böyle yap­mışken küfür ve tuğyan ehlinin durumu nasıl olur? "...kuvvet sahibi" İba­dette kuvvet ve dayanıklılık sahibi. Hz. Davud (a.s.), bir gün oruç tutar, bir gün iftar ederdi. Gecenin yarısında uyur, üçte birinde namaz kılar, sonra kalan altıda birinde de uyurdu, "evvâb" Allah Tealâ'ya, O'na taate ve O'nun razı olduğu amellere çokça kendini veren demektir.

"Akşamleyin ve kuşluk vakti" Akşam ve sabah. Buradaki "aşiyy" keli­mesinin aslı "akşam vakti"dir. "İşrâk" ise güneşin doğduğu ve ışığının iyice ortaya çıktığı vakittir, "teşbih ederler" Allah Tealâ'yı şanına lâyık olmayan eksikliklerden tenzih ederek teşbih ederler. "Hikmet" nübüvvet, kemal-i ilm, her sözünde ve amelinde doğruya isabet. "Fasl-ı hitab" hakkı batıldan ayırma kabiliyetini vermiştik." Her şeyi en iyi şekilde açıklama, hak ile ba­tılı birbirinden ayıran söz.

"Sana o davacıların haberi geldi mi" Ey peygamber. Yani onların ha­ber ve kıssası. Buradaki soru cümlesiyle, ardından gelecek olan ifadelere taaccüp ve dinlemeye teşvik murad edilmektedir. "el-Hasm" Davacılar gru­bu. Bu kelime hem tekil, hem de çoğul kastedilerek, hem müzekker, hem de müennes için kullanılır, "tırmanmışlardı" Duvarın üstünden tırmana­rak ona gelmişler, eve ve namaz kıldığı namazgaha girmişlerdi. Zira onla­rın kapıdan girmeleri engellenmişti. Çünkü Hz. Davud ibadetle meşguldü. "O bunlardan telaşa düştü" Korktu. "Korkma, dediler Biz iki davacıyız" Biz iki hasım grubuz. Meşhur olan görüşe göre bunlar iki melektir. Ancak doğ­ruya daha yakın olanı, onların, sürü sahibi sıradan iki insan olmaları ve aralarındaki anlaşmazlığın da gerçek bir anlaşmazlık olmasıdır.

"Rabbinden mağfiret diledi." O iki adamın, namazgahında yalnızken kendisini öldürmeye geldiğini düşünerek haklarında sû-i zan beslediği için Rabbinden bağışlanma diledi "ve rükû" secde "ile yere kapanıp Allah'a dön­dü." Tevbe etti ve Allah Tealâ'ya ve O'nun taatine döndü.

"Biz de ondan bunu affettik." Yani o iki adam hakkındaki sû-i zannmı affettik. Bu durum, "Ebrâr zümresinin hasenatı, mukarrebûn zümresinin seyyiâtıdır" (yani müminlerin iyilikleri Allah'a yakın insanların günahları gibidir.) kabilindendir.[21] "yakınlığı" Allah Tealâ'ya yakınlığı, "meâb" Ahi-rette dönülecek yer.

"Biz seni yeryüzünde bir halife yaptık." Seni yeryüzünde, insanların iş­lerini düzene sokup yürütesin diye mülk üzerine halife kıldık. "Hevâna ta­bi olma" Nefsin hevasına uyma. "ki bu seni Allah yolundan saptırır." Hakkı gösteren delillerden uzaklaştırır. [22]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Kureyş'i, daha önce yaşamış olan kâfirlerin başına gelenlerle korku­tup uyardıktan ve Hz. Peygamber (s.a.)'e, Kureyş'in eziyetlerine sabretme­sini emir buyurduktan sonra Yüce Allah, ecirlerini Allah Tealâ'nm katın­dan bekleyen kimseler olarak, kavimlerinden gördükleri eziyetlerden ör­nek alması için peygamberlerden dokuzunun durumunu hatırlamasını Hz. Peygamber (s.a.)'e emretmektedir ki burada bunlardan üçünün durumuna ayrıntılı olarak, diğer altısının durumuna ise özet olarak yer verilmiştir.

Şükreden ve sabreden, hem dinen hem de bedenen kuvvet sahibi olan Davud peygamber'in durumunu düşünsün diye Allah Tealâ, ilk olarak Hz. Davad (a.s.)'un kıssasıyla başlamaktadır.

Bu kıssanın -muhakeme olayını kastediyoruz- Kur'an-ı Kerimin za­hiri ifadeleri doğrultusunda anlaşılması ve bu konu etrafında dolaşan İsra-iliyyat'tan (uydurma haberlerden) -peygamberlerin ismeti prensibiyle çe­liştiği için- uzak durulması gerekir. Zira bu konuda nakledilen İsrailiyyât-tan Davud (a.s.)'un gözünün, banyo yapan bir kadına takıldığı, onu beğe­nip kendisine aşık olduğu rivayet edilir. Yine rivayete göre bu kadının ko­cası, Hz. Davud'un komutanlarından Ûryâ (Evriyâ) el-Hassî (?) adlı biridir. Hz. Davud, karısıyla evlenebilmek için ondan kurtulmak ister. Onu bir sa­vaşa göndererek sancak taşıttırır ve öne geçmesini emreder. O da savaşır ve galip gelir. Bunun üzerine ondan kurtulmak için ölünceye kadar onu tekrar tekrar savaşlara gönderir. Sonunda bu zat ölünce karısıyla evlenir.

Beyzavi şöyle der: "Bu bir maskaralık ve iftiradır. Böyle olduğu için Hz. Ali (r.a.), "Davud (a.s.) hakkında kıssacıların anlattığı hikâyeyi nakledene 160 değnek vururum." demiştir. Bu miktar, peygamberlere iftiranın karşılığı olan arttırılmış hadd miktarıdır.[23]

İmam Razi, bu iftira hikâyenin batıl olduğunu üç noktada ortaya koy­muştur. Bu noktaları özet olarak naklediyoruz:

1- Bu hikâye, insanların en fasıkına ve fısku fücurda en şiddetli olanı­na nispet edilse bile böyle bir insan ondan teberri (yüz çevirir) ve imtina ederdi.

2- Kıssadan netice olarak şu iki nokta ortaya çıkmaktadır: Müslüman bir kimseyi haksız yere öldürmeye çalışmak ve onun hanımına göz koy­mak. Bunların her ikisi de çok kötü ahlâktır.

3- Allah Tealâ Hz. Davud (a.s.) ile ilgili olayların anlatımına geçmeden önce bu peygamberi 10 özellikle nitelemiş, bahse konu olayları zikrettikten sonra da yine onun birçok özelliğini sırlamıştır. Bütün bu sıfat ve özellikler Hz. Davud'un böylesi bir münker fiili ve çirkin ameli işleyebilecek birisi ol­masını nefyetmektedir.[24]

Söz konusu kıssa ile ilgili sahih rivayet şudur: Hz. Davud (a.s.) hafta­lık vaktini üçe bölmüştü. Bunlardan birinde idare ve saltanat işleriyle uğ­raşır, diğerinde insanlar arasındaki anlaşmazlık konularında yargı işine bakar, son üçtebirlik sürede de namazgahında halvet, ibadet ve Zebur oku­makla meşgul olurdu.[25] İki davacı bu düzeni bozarak, mutad olmayan bu günde muhakeme edilmek arzusuyla duvarın üstünden aşarak namazgah­taki Hz. Davud'un huzuruna yukarıdan inmişlerdi. Böyle olunca Hz. Da­vud onlardan korktu ve onların kendisine suikast amacıyla geldiğini sandı. Çünkü kendisi o sırada namazgahında Rabb'ine ibadet için yalnız başına bulunuyordu. Onun yanına gelen iki hasım, melek değil, insandı. Ayet-i kerimede bu olay anlatılırken kullanılan "ni'âc" kelimesi de "kadınlar" de­mek olmayıp, "koyun sürüsü" anlamındadır. Ancak Davud (a.s.) diğer da­vacının delilini dinlemeden hüküm vermekte acele etmişti. Yüce Allah da bu sebeple onu kınamış ve kadının doğru ve tedbirli davranarak, hüküm vermeden önce diğer davacıyı da dinlemesi gerektiğini tenbih buyurmuş­tur. Bununla birlikte ben, bu açıklamada da söz götürür bir nokta bulun-

duğunu az ileride açıklayacağım. Zira Hz. Davud'un diğer davacının da söyleyeceklerini dinlemeden hüküm vermesi düşünülemez. Zira bu, hüküm verirken uyulması ve terkedilmemesi gereken bir kuraldır. [26]

 

Açıklaması:

 

 Hz. Davud (a.s.)'un bu surede anlatılan kıssası üç konuya değinmektedir:

1- Yüce Allah'ın, Hz. Davud'a ihsan ettiği, dünya ve ahiret saadeti te­min edecek özelliklerin sayılması.

2- iki davacı arasında cereyan eden bir olayda hüküm verme.

3- Yüce Allah'ın, bu olaydan sonra Hz. Davud'u halife kılması. Birinci konu: Hz. Davud'un sahip olduğu özellikler.

Yüce Allah, Hz. Davud'a verdiği on özelliği zikretmektedir ki bu özel­likler, dünyevî ve uhrevî mutlululuğun kemal derecesinde olmasını sağla­yan sıfatlardır. Bu özellikler şunlardır:

1-4- "Kulumuzu, o kuvvet sahibi Davud'u hatırla. O daima Allah'a yönelirdi." Bu cümle, bir önceki konunun sonunda zikredilen "Onlar ne derlerse sabret." cümlesine matuftur. Dolayısıyla anlam şöyle olur: "Ey Ra-sul! Kulumuz, ilimde, amelde ve Allah'a taatte kuvvet sahibi Davud'un kıs­sasını kavmine zikret." Katâde şöyle demiştir: "Hz. Davud'a (bizim pey­gamberimize ve ona salât ve selâm olsun) ibadette kuvvet ve İslâm'da de­rin anlayış verilmişti. Gecenin üçte birinde namaz kılar, senenin[27] yarısı­nı oruçlu geçirirdi. Buhari ve Müslim'de sabit bir rivayette Hz. Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğu zikredilmiştir: "Allah Tealâ'ya en sevimli namaz Davud (a.s.)'un namazı, Allah Azze ve Celle'ye en sevimli oruç da yine Da­vud (a.s.)'un orucudur. O, gecenin yarısında uyur, üçte birinde namaz kılar ve altıda birinde yine uyurdu. Bir gün oruç tutar, bir gün iftar ederdi. Düş­manla karşılaştığı zaman kesinlikle kaçmaz ve Allah 'a çokça yönelirdi." Ya­ni bütün işlerinde ve her halükârda Allah Tealâ'ya rücu ederdi. Buhârî'nin Târihinde Ebu'd-Derdâ (r.a.)'dan[28] naklen şöyle denmektedir: "Hz. Pey­gamber (s.a.), Davud (a.s.)'u zikrettiği ve kendisinden birşeyler naklettiği zaman, "O insanların en fazla ibadet edeni idi." buyururdu."

Burada zikredilen dört özellik şunlardır

1- Sabır: Yüce Allah Hz. Muhammed (s.a.)'e, kadrinin yüceliğine rağ­men, Allah'a taatte sabır gösterme konusunda Hz. Davud'a uymasını emir buyurmuştur.

2- Kulluk: Yüce Allah Hz. Davud hakkında "Kulumuz Davud" buyur­mak suretiyle Hz. Davud'u "kulluk"\a vasfetmiş, Zât-ı ilâhisinden de -ta'z-im maksadıyla- çokluk sigasıyla bahsetmiştir. Yüce Allah'ın bir kimseyi "kulluk"la vasfetmesi, onun için şereflendirmenin son noktasıdır. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.) de Miraç gecesi bu sıfatla vasfedilmiştir: "Kulunu bir gece Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah her türlü noksan sıfattan münezzehtir." (İsrâ, 17/1). Zira Allah Tealâ'nın, peygamberleri "kul-luk"la tavsif buyurması, onların, taatte bütün güçlerini sarfetmeleri sebe­biyle kulluğun gerçek anlamına ulaştıklarını hisettirmektedir.

3- Taati yerine getirmede ve ma'siyetlerden sakınmada kuvvet: Bu hu­sus, "kuvvet sahibi" kavl-i ilâhisinde dile getirilmiştir.

4- Bütün işlerinde Allah Tealâ'ya taate rücû:   Bu husus "O daima Al­lah'a yönelirdi." kavl-i ilâhisinde dile getirilmiştir.

5-6- Dağların ve kuşların onunla birlikte teşbih etmesi: Bu husus da şu ayette ifade edilmektedir: "Hakikat biz dağları onun emrine verdik ki bunlar, akşamleyin ve kuşluk vakti onunla birlikte durmayıp teşbih ederler­di. " Yani Yüce Allah dağları amade kılmıştır ki onlar, güneşin doğuş vak­tinde ve gündüzün sonunda Hz. Davud ile birlikte teşbih ederler. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Ey dağlar! Onunla birlikte teşbih edin ve ey kuşlar (siz de onun teşbihine katılın)" (Sebe1, 34/10). İbni Kesir şöyle demiştir: "Aynı şekilde kuşlar da onun teşbih ettiği gibi teşbih ederler ve onun söylediği teşbihin aynısını söyleyerek ona karşılık verirlerdi. Bir kuş havada uçtuğu sırada onun üzerinden geçerken Zebur'u okuyan Hz. Da­vud'un sesini duysa, yoluna devam edemez, havada durur ve onunla birlik­te teşbih ederdi. Keza yüce dağlar da ona cevap ve onun söylediği teşbihin aynısı ile kendisine karşılık verirler, onu tabi olarak teşbih ederlerdi.[29] Bu, Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisinde ifadesini bulan husustur:

7- "Toplanıp gelen kuşları da onun emrine verirdik. Herbiri itaatle ona dönücü idi." Yani kuşları da havada mahbus ve sabit durma halleriyle ona amade kıldık. Gerek dağlar ve gerekse kuşlar bunların herbiri ona itaat edici idi. Ona uyarak teşbih ederlerdi.  Davud (a.s.)'un her teşbih edişinde onlar da kendisine cevap verirlerdi. Bu da Hz. Davud'un Zebur'u güzel bir şekilde okuduğuna ve sesinin de güzel olduğuna işaret etmektedir.

8- Mülk ve saltanattaki kuvveti: "Onun mülkünü de kuvvetlendirdik." Yani onun mülkünü ordularla kuvvetlendirdik ve ona, meliklerin ihtiyaç duyduğu mülkü saltanatı kamilen verdik.

9- Hikmet verilmesi: "Ona hikmet (verdik)." Yani ona anlayış kabiliye­ti, akıl, fetanet, ilim, adalet, tam ve sağlam amel ve hükümde doğruya isa­bet kudreti verdik. Allah Tealâ peygamberi Hz. Davud'un nefsini hikmet ile yetkinleştirince, ardından da ondan nasıl kâmil bir konuşma ve ibadet yeteneği verdiğini beyan etmekte ve "ve (ona) fasl-ı hitâb verdik (hakkı ba­tıldan ayırt etme kabiliyeti)" buyurmaktadır.

10- Anlaşmazlıkları güzelce sonuçlandırma: "ve (ona) fasl-ı hitâb ver­dik, (hakkı batıldan ayırt etme kabiliyeti)" Yani ona, hakkı ihkak (hakkı ye­rine getirmek) ve batılı ibtal (hükümsüz bırakmak) suretiyle yargı konu­sunda anlaşmazlıkları güzelce neticelendirme yeteneği, beyan güzelliği ve pek çok manaları az bir sözle ifade etme kabiliyeti ilham ettik.

İkinci konu: Anlaşmazlıklar hususunda yargı.

"Sana o davacıların haberi geldi mi? Hani onlar duvardan mescide tırmanmışlardı. O vakit Davud'un yanına girivermişlerdi de o, onları gö­rünce korkmuştu. Onlar "korkma" dediler, "biz iki davacıyız. Birimiz öteki­nin hakkına tecavüz etti. Şimdi sen aramızda adaletle hükmet. Aşırı gitme. Bize doğru yolu göster." Bu, ilginç bir haberdir duyanda onu dinleme ve ola­yı bilme isteği uyandırır. Bunun için Allah Tealâ bunu peygamberine zik­retmiştir. Bu ayetteki hitabın anlamı şöyledir: Sen o önemli ve ilginç habe­ri bildin mi? Olayın anlatımına bu şekilde başlanmıştır ki inatçı kimseler ona kulak verip dinlesinler ve ondan ibret alsınlar.

Bu, aralarında anlaşmazlık bulunan bir grubun haberidir ki, onlar, halk arasındaki anlaşmazlıkların çözümlendiği mahkeme için belirlenmiş gün dışında başka bir gün Hz. Davud'un namaza tahsis edilmiş odasının duvarından tırmanmış ve Hz. Davud namaz, ibadet ve Zebur'u okumakla meşgul iken yanına girmişlerdi. Bu beklenmeyen olay karşısında Hz. Da­vud, gelenlerin kendisine suikast düzenlemek maksadında olduğunu sana­rak endişeye düşmüştü. Kendisi o sırada, mihrabında -ki burası Hz. Da­vud'un evinin en şerefli ve mutena köşesi idi- ibadet amacıyla yalnız bulu­nuyordu. Peygamberlere suikast düzenlemek İsrailoğulları'nm yabancısı olmadıkları bir hadise idi. Zira onlar İş'iyâ (Şa'yâ) ve Zekeriyyâ peygam­berleri de katletmişlerdi. Hz. Davud'un kendilerinden kortkuğunu görünce o davacılar "Korkma! Biz, biri diğerine haksızlık etmiş iki davacıyız. Ara­mızda adilâne bir şekilde hüküm ver ve hükmünde haddi aşma; bizi hak ve adalet yoluna hidayet et."

Anlaşmazlık konusu:

"Bu benim kardeşimdir. Onun doksan dokuz dişi koyunu var. Benimse bir dişi koyunum var. Böyleyken "Onu bana ver" dedi. Mücadelede beni yen­di." Yani bu, benim din ve insanlık kardeşimdir. Kendisinin doksan dokuz koyunu, benimse bir tek koyunum var. Böyle olduğu halde bana, "Onu ba­na ver." dedi ve mücadelede, tartışmada ve hüccet getirmede bana galip geldi. Zira bana öyle hüccetler getirdi ki, onları reddetmeye muktedir ola­madım. Buradaki "na'ce" kelimesi "dişi koyun" demektir. Ayrıca yaban ökü­züne de "na'ce" denir.

Davud (a.s.) da şöyle diyerek hüküm verdi:

"Andolsun ki o, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana zulmetmiştir. Hakikat mallarını birbirine katıp karıştıran ortakların çoğu mutlaka birbirine haksızlık eder. İman edip de güzel amellerde bulu­nanlar müstesna. Fakat bunlar da ne kadar azdır!" Yani mal ortaklarının, veya tanıdıklar ve birbirlerine yardımcı olanların çoğu birbirlerine Zulme­derler. Yalnız Allah'a iman edip, Rabbinden korkan ve salih ameller işle­yenler bundan müstesnadır. Zira böyle kimseler zulmetmezler. Böylesi sa­lih kimseler ise azdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: "Biz onların ço­ğunda ahde vefa bulmadık, onların çoğunu muhakkak ki itaatten çıkmış kimseler bulduk." (A'râf, 7/102).

"Davud bizim kendisine bir azap hazırladığımızı zannetti de Rabb'in-den mağfiret diledi, rükû ile yere kapanıp Allah'a döndü." Yani Davud (a.s.) bizim bu olayla kendisini sınadığımızı anladı ve yakinen bildi. Bura­da kastedilen olay, Hz. Davud'un, kendisine suikast hazırlandığı kanaatine düşmesi ve bu düşünceden kurtulmasıdır. Bunun üzerine Hz. Davud, ya­nına gelen davacılar hakkında suizanna kapıldığı ve onların kendisine su­ikast düzenlemek için geldiğini vehmettiği için, yahut o iki davacı arasın­daki koyun meselesinde diğer davacının delilini açıklamasını dinlemeden hüküm verdiği ve sadece birisini dinleyerek -oysa bu diğerinin hakkıydı-hüküm verdiği için Rabb'inden bağışlanma diledi, secdeye kapandı -bura­da secdeye rükû tabir edilmiştir- ve günahından tevbe ederek Allah Te-alâ'ya döndü.

"Biz de bu acele hükmünden dolayı Davud'u affettik. Nezdimizde onun muhakkak bir yakınlığı ve bir akıbet güzelliği vardır." Yani biz de onun bu suizannını veya ondan sudur eden ve "Ebrâr zümresinin hasenatı, mukar-rebûn zümresinin seyyiâtıdır." (yani müminlerin iyilikleri Allah'a yakın in­sanların günahları gibidir.) kabilinden olan şeyi bağışladık. Onun Rabbi indinde muhakkak bir yakınlığı ve döneceği yer bakımından güzelliği var­dır ki bu cennettir.

Açıktır ki burada söz konusu olan günah, Hz. Davud'un, kendisine su­ikast hazırlayan ve bunu gerçekleştirmek için de mezkûr anlaşmazlık ko­nusu mizanseni hazırlayan o iki kişiden intikam almaya karar vermesidir. Çünkü onlar, Hz. Davud'u bekleyip koruyan görevlilerin kendilerini öldüre­ceklerini ve cezalandırılmaktan kurtulamayacaklarını anlamışlardı. Daha sonra Davud (a.s.), onları affetmenin ve bağışlamanın peygamberlik maka­mına daha yaraşır davranış olacağı kanaatine vardı. Bunun üzerine Rabb'i de onu, önceden karar verdiği intikam duygusundan ötürü affetti.

Üçüncü konu: Yeryüzünde halife kılma.

"Ey Davud, biz seni yeryüzünde bir halife yaptık." Allah Tealâ, Hz. Da­vud'a hitap ederek, kendisini yeryüzünde insanlar arasında hükmeden bir halife yaptığını bildirmektedir. Saltanat, iktidar ve hüküm Hz. Davud'un olacak, diğer insanlar ise onu dinleyip kendisine itaat edeceklerdir. Daha sonra Allah Tealâ, Hz. Davud'a, diğer insanlara öğretmek amacıyla hüküm ve idare etmenin kurallarını beyan buyurmaktadır:

1- "O halde insanlar arasında hak ile hükmet." Yani insanlar arasın­da, göklerin ve yerin kendisiyle kaim olduğu "adalet" ile hükmet. Bu, hü­küm vermenin ilk ve en önemli şartıdır.

2- "Hevâna tabi olma." Yani hüküm verirken nefsinin istek ve arzula­rına meyletme, yahut da dünya lezzetleri sebebiyle haktan ayrılma. Zira hevâya tabi olma, kişinin ayaklarını kaydırarak cehenneme götüren bir davranıştır. Bunun için Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"... bu seni Allah yolundan saptırır." Yani hevaya tabi olmak, hak yol­dan ayrılma ve sapma sebebidir ve sonucu, yardımsız kalıp hor ve zelil ol­maktan başka bir şey değildir. Zira Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır:

"Çünkü Allah yolundan sapanlara, hesap gününü unuttukları için on­lara çetin bir azap vardır." Yani hak ve adalet yolundan ayrılan kimseler için, bu günün dehşetini ve bu günde her insan için görülecek ince ve has­sas hesabı unuttuklarından ve bu gün için amel işlemeyi -ki yargıda ada­letli hüküm verme de buna dahildir- terkettiklerinden dolayı kıyamet gü­nü şiddetli bir azap ve uhrevî hesap vardır.

Bu konudan çıkarılacak ibret ve alınacak ders şudur: Yüce Allah, ida­recilere insanlar arasında adaletle hüküm vermelerini ve adaletten ayrıl­mamalarını tavsiye buyurmaktadır. Zira böyle yaparlarsa Allah yolundan sapmış olurlar. Yüce Allah, yolundan sapanları ve hesap gününü hatırla-mazlıktan gelenleri şiddetli bir şekilde tehdit etmektedir.

İbni Ebî Hâtim'in rivayet ettiğine göre Ebû Zür'a, Velîd b. Abdulme-lik'in huzuruna girmiş, Velîd kendisine şöyle demişti: "Bana haber ver! Ha­lîfe de hesaba çekilecek mi? Zira sen Kur'an'ı okuyor ve tefakkuh ediyor­sun." Ebû Zür'a, "Ey müminlerin emiri! Bunu gerçekten söyleyeyim mi?" dedi, o da "Söyle. Allah'ın emniyetindesin." karşılığını verdi. Bunun üzeri­ne Ebû Zür'a, "Ey müminlerin emiri! Sen mi Allah katında daha şereflisin, yoksa Davud (a.s.) mu? Allah Tealâ ona hem hilafet, hem de nübüvvet ver­miş, sonra da onu Kitab'ında tehdit ederek, "Ey Davud, biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ile hükmet. Hevana tabi olma ki bu seni Allah yolundan saptırır..." buyurmuştur.[30]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler, aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:

1- Yüce Allah, Davud (a.s.)'ı on sıfatla nitelemiştir. Yukarıda da geçtiği gibi bu sıfatlar; sabır, Allah'a kulluk, dinde kuvvet, Yüce Allah'a çokça rü-cu ediş, dağların ve kuşların kendisiyle birlikte teşbih edişi ve okuduğu Ze­bur ayetlerini tekrarlaması, kuşların onu itaat ederek gelmesi, kendisinin din ve dünya mülkünün kuvvetlendirilmesi, kendisine hikmet (anlayış, akıl, fetanet ve hükmünde isabet yeteneği) verilmesi ve anlaşmazlıkları güzelce neticelendirmesidir.

2- Dağların Hz. Davud ile birlikte akşam ve sabah vakitlerinde teşbih etmesi münasebetiyle Kurtubi şöyle demektedir: "Duhâ (kuşluk) namazı, kılınması müstehab olan nafile bir namazdır. Sahih-i Müslim'de yer alan ve Ebû Zerr (r.a.)'in naklettiği bir rivayette Hz. Peygamber (s.a.) şöyle bu­yurmuştur: "Her birinizin her bir mafsalına[31] karşı (vermesi gereken) bir sadaka vardır. Her teşbih bir sadakadır. Her tahmid bir sadakadır. Her tahlil bir sadakadır. Her tekbir bir sadakadır. İyiliği emretmek bir sadaka­dır, kötülükten sakındırmak   bir sadakadır. Bütün bunlar namına kişinin kılacağı iki rek'at Kuşluk namazı kâfidir." Tirmizî de Ebû Hureyre (r.a.)'den şöyle rivayet etmiştir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kim kuş­luk namazının çiftine (iki rek 'atine) devam ederse günahları deniz köpüğü kadar bile olsa bağışlanır." Buhari ve Müslim de yine Ebû Hureyre (r.a.)'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Dostum (Hz. Peygamber) bana üç şey tavsiye etti ki, ölünceye kadar onları bırakmam: Her ay güç gün oruç tut­mak, kuşluk namazı kılmak ve uyumadan önce vitir namazı kılmak."

Bu hadislerde ve daha başka rivayetlerde de belirtildiği üzere kuşluk namazının en azı iki, en çoğu ise on iki rekattır.

3- Allah Tealâ, davalaşma kıssasından sonra Davud (a.s.) için on sıfat zikretmiştir:   Rabbinden mağfiret dilemesi ve mağfiret edilmesi, Allah Tealâ'ya şükür secdeleri ve tevbe ile O'na yöneliş, "Nezdimizde onun mu­hakkak bir yakınlığı ve bir akıbet güzelliği vardır", "Ey Davud, biz seni yer­yüzünde bir halife yaptık." ayetlerinden ifadesini bulan hususlar bunlar­dandır. Mücâhid, Abdullah b. Ömer (r.a.)'den naklen   şöyle demiştir: "Bu ayette geçen "zülfâ" (yakınlık) kelimesi kıyamet günü Allah Azze ve Cel-le'ye yakın olmadır."

4- Hakimlik yapan kimse, hergün insanlar arasındaki anlaşmazlıkları çözmek için hazırlanmakla yükümlü değildir. Bunun için haftanın belli günlerini tahsis etmesi de mümkündür.

5- Ansızın meydana gelen olaylar karşısında korku ve endişeye kapıl­mak, tabii ve insanî bir duygudur. Hz. Davud (a.s.) davacıların kendisine geldikleri mutad vaktin dışında o iki adamın geceleyin veya izinsiz, ya da kapıdan girmeyip duvardan aşmaları sebebiyle korkup endişeye kapılmıştır. Zira İsrailoğulları arasında peygamberleri öldürme ve onlara eziyet et­me tutumu yaygındı.

6- Bazı müfessirlerin rivayet ettiği ve "peygamberlerin ismeti" kaide-siyle çelişen kıssanın   aslı ve herhangi bir dayanağı yoktur.   Bahse konu kıssa, rivayetler arasına sokulmuş bir İsrailiyyat cümlesindendir.[32]

7- Davud (a.s.)'un, davacılardan birisinin sözünü dinleyip, diğerini dinlemeden birinci şahıs lehine hükmetmesi konusunda   herhangi bir ha­tası söz konusu değildir. Zira davada davacı tarafların herbirini dinlemek, hüküm verme usullerindendir. İbnu'l-Arabî şöyle demiştir: "Davacılardan  sadece birini dinleyerek hüküm vermek, hiç kimse nazarında ve hiçbir mil­lete göre caiz değildir. Esasen böyle birşey hiçbir insan için mümkün değil­dir. Hz. Davud kıssasından bahseden ayatlerin takdiri ifadesi şöyledir: Da­vacılardan birisi bir iddiada bulunmuş, diğeri de dava konusunda onun söylediklerini kabul ve tasdik etmiştir; fetva da bundan sonra verilmiş­tir.[33] Ebu Davud ve Tirmizî'nin rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.), Hz. Ali'ye hitaben şöyle buyurmuştur: "Sana iki davacı geldiği za­man diğerinin sözlerini dinlemeden birisi lehine hüküm verme."

8- Ulema, peygamberlerin büyük günah işlemekten masum olduğu ko­nusunda icma etmiştir. Küçük günahlar konusunda ise ulema arasında ih­tilâf vardır. En sahih olan görüş -İbnu'l-Arabî ve daha başkalarının da söy­lediği gibi- peygamberlerin hem büyük, hem de küçük günah işlemekten korunmuş olduğu görüşüdür.

9- Ulema, ortaklık kurmanın meşru olduğuna, muhtelif delillerle istid­lal etmişlerdir. Bu delillerden biri de Davud (a.s.)'un lisanıyla varid olan şu ayet-i kerimedir: "Hakikat mallarını birbirine katıp karıştıran ortakların çoğu mutlaka birbirine haksızlık eder." Buradaki ortaklardan kasıt, daha önce de geçtiği gibi mal konusunda ortak olanlardır.

10- Salih kimseler her zaman için azınlıktadır.   Çünkü Yüce Allah "İman edip de güzel amellerde bulunanlar müstesna. Fakat bunlar da ne kadar azdır." Yani salih kimseler ne kadar azdır. Hz. Ömer (r.a.) bir ada­mın, "Allah'ım! Beni senin azınlıktaki kullarından eyle!" diye dua ettiğini işitince, "Bu dua nedir?" diye sormuş, adam da "Yüce Allah'ın "İman edip de güzel amellerde bulunanlar müstesna. Fakat bunlar da ne kadar azdır." kavl-i ilâhisini kasdettim." karşılığını vermişti. Bunun üzerine Hz. Ömer, "Herkes senden daha fakih ey Ömer!" dedi.

11- Ulema, Hz. Davud'un secdesinin, Kuranda emredilen azimet sec­delerinden olup olmadığında ihtilâf etmiştir. Yani bu secdenin, tilâvet sec­desi olup olmadığı konusunda görüş ayrılığı vardır.

Mâlikîler ve Hanefîler, İbni Abbâs (r.a.)'m Buhari ve daha başkaların­ca rivayet edilmiş olan, "Sâd süresindeki ayet, azimet secdesi yapılacak yer­lerden değildir. Bununla birlikte ben Hz. Peygamber (s.a.)'in bu ayette secde ettiğini gördüm." tarzındaki sözü sebebiyle bahse konu ayetin secde ayeti olmadığını söylemişlerdir. Ayrıca Mâlikîler bu ayetteki secdenin şükür sec­desi dahi olmadığı kanaatindedirler.

Şafiüer ile Hanbelîler ise bahse konu secdenin azimet secdesi olmadı­ğını, fakat şükür secdesi olduğunu söylemişlerdir. Onlar bu görüşlerini, Hz. Peygamber (s.a.)'in yukarıda zikredilen fiili ile temellendirmişlerdir. Nite­kim Nesâî de bu konuda şöyle bir rivayet nakletmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.), "Davud buradaki secdeyi tevbe maksadıyla yapmıştır, biz ise şükür maksadıyla yapıyoruz." buyurdu."

12- Hz. Davud'un istiğfarının, işlenmiş bir günahtan veya istiğfar edil­mesi gereken bir şeyden dolayı yapıldığı hissini uyandıracak herhangi bir-şey yoktur. Zira istiğfar, -günah işlemekten masum oldukları nassla bildi­rilen- peygamberlerin her zaman için şiarı olagelmiştir.

13- Kazanın veya kadı huzurunda davalaşmanın meşruiyeti, "Ey Da­vud! Biz   seni yer yüzünde   bir halife yaptık.   O halde insanlar arasında hak ile hükmet.", "Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet." (Mâide, 5/49), "Hakikat biz sana Kitab 'ı, Allah 'm sana gösterdiği veçhile insanlar arasın­da hükmetmen için hak olarak indirdik." (Nisa, 4/105) ve "Ey iman edenler, adaleti titizlikle ayakta tutan ve Allah için şahitlik edenler olun." (Nisa, 4/135) ayet-i kerimelerine dayanmaktadır.

14- Hüküm vermenin temel kaidesi, adalet ve hak ile hükmetmektir: "O halde insanlar arasında hak ile hükmet." Yine hüküm vermenin kaide­lerinden biri de kadı'mn, ortada bir dava yokken ve insanlar davalaşarak kendisine başvurmadan olaylar hakkında hüküm vermemesidir. Böyle ol­duğu zaman ise hak ile hükmetmesi gerekir. Yine kadı'nın, aralarında bir akrabalık ilişkisi bulunması, bir menfaat beklentisinin söz konusu olması, arkadaşlık, yakınlık veya daha başka herhangi bir sebeple taraflardan bi­risine meyletmemesi, taraflı davranmaması gerekir.

15- "Ey Davud! Biz seni yeryüzünde bir halife yaptık..." ayet-i kerime­si; hakimi, olaylar karşısında şahsi bilgisi ile hüküm vermekten men' et­mektedir. Çünkü hakimler, şahsî bilgileriyle olaylar hakkında hüküm ver­me imkânı bulurlarsa, yakınlarını veya arkadaşlarını koruyup, düşmanlar nı helak etmek istedikleri zaman tabiidir ki verdikleri hükümde kendi bil­gilerine dayandıklarını iddia edeceklerdir. İşte bu ayet, hakimleri töhmet­ten kurtararak onların bu şekilde hüküm vermelerine mani olmaktadır.[34] Hz. Ebu Bekir (r.a.) şöyle demiştir: "Ben herhangi bir kimsenin, Allah Tealâ'nm sınırlarından birini tecavüz ettiğini görsem, bu olaya benden başka birisi daha şahit olmadıkça o kimseyi muaheze (tenkit) etmem."

Rivayet edildiğine göre bir kadın Hz. Ömer (r.a.)'e gelerek, "Benim için falan kimse aleyhine şu şekilde hükmet. Zira sen benim o kişideki hakkımı biliyorsun." deyince Hz. Ömer (r.a.) şöyle mukabele etti: "Eğer bu sözünle senin lehine şahitlik yapmamı istiyorsan peki; ama ikiniz arasında hüküm vermemi istiyorsan bu olmaz."

Ebû Davud ve daha başkaları da şöyle bir rivayet nakletmişlerdir: "Hz. Peygamber (s.a.) bir at satın almış, ancak satıcı atı kendisine sattığı­nı inkâr etmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.), "Bana kim şahitlik eder?" diye sordu. Huzeyfe (r.a.) kalkarak Hz. Peygamber (s.a.) lehine şa­hitlik etti de Hz. Peygamber bundan sonra hüküm verdi." Sahîh-i Müs­lim'de de İbni Abbas (r.a.)'dan şöyle bir rivayet mevcuttur: "Rasulullah (s.a.) yemin ve bir şahit ile hüküm verdi."[35]

 

Öldükten Sonra Dirilmenin, Mükafat Ve Cezanın İspatı; Kur'anın Faziletinin Beyanı:

 

27- Göğü, yeri ve bu ikisi arasında bulunan şeyleri boşuna yaratma- c^1^' Bu> ° küfredenlerin zannıdır. i     Bu yüzden küfredenlere ateşten he-

 lâk vardır-

28. Yoksa biz iman edip de güzel amel işleyenleri, yeryüzünde fesat çıkaranlar gibi mi tutacağız? YahutAllah'tan korkanları, doğru yoldan sapanlar gibi mi sayacağız?

29~ Bu Kur'an ?ok mübarek bir Kitap'tır. Onu sana indirdik ki ayetlerini iyiden iyiye düşünsünler ve akl-ı selim sahipleri öğüt alsınlar.

 

Belagat:

 

"Yoksa biz iman edip dç..." diye başlayan ayette iman edenlerle fesat çıkaranlar, Allah Tealâ'dan korkanlarla doğru yoldan sapanlar arasında bir karşılaştırma yapılmaktadır. Bu, ifadenin bediî güzelliklerindendir. [36]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Göğü yeri ve... boşuna yaratmadık." abes ve oyun-eğlence olsun diye yaratmadık. "Bu" Yani göklerin ve yerin boşuna yaratılmış olduğu kanaati, "o küfredenlerin zannıdır." Mekke kâfirlerinin zannettiği bir şeydir. "Vey-lun" helak ve şiddetli azap. Ya da bu kelime cehennemdeki bir vadinin adı­dır. "Bu Kur'an çok mübarek" hayrı, bereketi ve hem dünyevî, hem de uh-revî menfaatleri çok olan "bir Kitap'tır" "...ayetlerini iyiden iyiye düşünsün­ler..." ayetlerin anlamları üzerinde tefekkür etsinler, gereği gibi düşünsün­ler; bunun sonucu olarak da iman etsinler. [37]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ'nm yolundan sapanlar, kıyamet günü şiddetli bir azapla tehdit edildikten sonra Alah Tealâ, bu günün, geleceğinde herhangi bir şüphe bulunmayan bir gün olduğunu haber vermektedir. Çünkü O, mahlu-kâtı belli bir hedef gözeterek yaratmıştır. Sonra da işin sonunda onları hesaba çekecektir. Bunun ardından Yüce Allah, müminlerle kâfirlerin ve Al­lah Tealâ'dan korkanlar ile fâcirlerin hesapta eşit olmayacağını beyan bu­yurmakta, peşinden de Kur'an-ı Azîm'in faziletini haber vererek onda dün­yevî ve uhrevî pek çok menfaatler bulunduğunu belirtmektedir. [38]

 

Açıklaması:

 

"Göğü, yeri ve bu ikisi arasında bulunanları boşuna yaratmadık." Yani biz yeri, göğü ve bu ikisi arasındaki mahlukâtı, hiçbir hikmeti bulunmayan bir abes olarak, ya da bir oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Aksine biz gökleri ve yeri, azametli kudretimize delâlet etsin ve oralarda bize taat, kulluk ve tevhid doğrultusunda amel edilsin diye yarattık. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk et­sinler diye yarattım." (Zâriyât, 51/56).

"Bu, o küfredenlerin zannıdır. Bu yüzden o küfredenlere ateşten helak vardır." Yani küfredenler, bütün bu mahlukâtm, herhangi bir gaye güdül-meksizin, abesle iştigal olarak yaratıldığını zannediyorlar. Onların mantı­ğına göre o halde kıyamet de yoktur, azap da! Vay o kâfirlerin kıyamet gü­nü azaptaki hallerine! Onların orada görecekleri ceza, dünyadayken içinde bulundukları şirk, ma'siyet, Allah Tealâ'nın ihsan ettiği şeylere karşı küf-ran-ı nimette (Allah'ın ihsan ettiği nimetleri Ondan bilmemek) bulunma­larına ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmelerinin karşılığıdır. Onların bu zanları batıldır. Buradaki ilk ayetin bir benzeri de şu ayettir: "Bizim si­zi boş yere bir oyun ve eğlertce olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?" (Müminûn, 23/115). İkinci ayetin benzeri de, "Uğrayacakları çetin azaptan dolayı vay o kâfirlerin haline!11 (İbrâhîm, 14/2) ve "Artık büyük bir günün çetin azabını görmekten ötürü vay kâfirle­rin haline!" (Meryem, 19/37) ayetleridir.

Daha sonra Yüce Allah, ahirette insanların nasıl bir yöntemle hesaba çekileceklerini veya müminlerle kâfirlerin eşit olmadıklarını beyan etmek­te ve şöyle buyurmaktadır: "Yoksa[39] biz iman edip de güzel amel işleyenle­ri, yeryüzünde fesat çıkaranlar gibi mi tutacağız? Yahut Allah'tan korkan­ları, doğru yoldan sapanlar gibi mi sayacağız?" Yani yoksa biz Allah Tealâ'ya iman ve peygamberlerini tasdik eden, farzlarını işleyen, amellerini ıslah eden ve Hâlık ile mahlûk (yaratan ile onun yaratmış olduğu varlık) arasındaki ilişkinin gereğini hakıyla yerine getiren kimseleri; yeryüzünde türlü ma'siyetler işlemek suretiyle fesat ve bozgunluk çıkaranlar gibi mi sayacağız; veyahut muttaki müminleri, Allah Tealâ'ya karşı türlü isyanlar işlemeye dalmış ve bunda ısrarlı olan kâfir ve münafıklar gibi mi addede­ceğiz? Şayet biz bunu yaparsak, bu adalet olmaz, hikmet ile bağdaşmaz ve

bu hiçbir nizamın muktezası da değildir.

Yani müminler ile kâfirleri eşit tutmak Allah'ın adalet ve hikmetinden değildir. Bu itibarla söz konusu iki zümre Allah nazarında eşit değildir. Durum bu olunca, itaat edenin mükâfat, facirlerin de azap göreceği bir di­ğer dünyanın bulunması kaçınılmazdır. Zira şayet ölümden sonra dirilme, hesap ve ceza olmazsa bu iki zümre eşit olur.

Bu ilkeyi -bu dünyada yapılanların karşılığının görüldüğü bir dönüş ve varış yeri bulunması gerektiğini- selim akıl ve temiz fıtrat da tasdik ve teyid eder. Zira iyi kimsenin göreceği karşılık ile kötü kimsenin göreceği karşılığın aynı olması düşünülemez ve insanî düşünce, zalimin azapsız bı­rakılmasını; mazlumların, zalim, bâğî ve azgınların insafına terk edilmesi­ni kabul etmez, onun dünyadaki üzüntü ve mahrumiyetinin karşılıksız bı­rakılmasına razı olmaz.

Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisidir:

"Şüphesiz ki fenalıktan sakınanlar için Rabb'leri nezdinde nimeti da­im, ve halis cennetler vardır. Öyle ya, biz müslümanları o günahkârlar gibi yapar mıyız hiç? Size ne oluyor, nasıl böyle hükmediyorsunuz?" (Kalem, 68/34-36).

Müminler ile diğerleri arasında açık bir fark bulunduğu ve mümin için cennetlerde daimî mutlu bir hayat, kâfir için ise ateşler içinde acıklı bir azap olduğu Kur'anî, dinî, aklî ve fıtrî delillerle sabit olduğuna göre, pe­ki mutlu olmanın yolu nedir? İşte o yol, Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisidir:

"Bu Kur'an çok mübarek bir Kitap'tır. Onu sana indirdik ki, ayetlerini iyiden iyiye düşünsünler ve akl-ı selim sahipleri öğüt alsınlar." Yani ebedî mutluluğun yolu, Allah'ın müminler için bir hidayet ve rahmet olarak in­zal buyurduğu Kur'an'a tabi olmaktan geçer. O Kur'an hayrı ve bereketi çok olan bir Kitap'tır. Kendisine temessük edip sarılan kimse için şifa, ken­disine tabi olan için kurtuluştur. Allah Tealâ onu, üzerinde düşünmeden sadece tilâvet etsinler diye değil, anlamları üzerinde düşünsün ve tefekkür etsinler, akıl sahipleri ondan ve beyanlarından öğüt alsınlar diye insanlara indirmiştir. Hasan'i-Basrî şöyle demiştir: "Allah Tealâ'ya yemin olsun ki Kur'an'ı tedebbür (tefekkür) etmek ve üzerinde düşünmek, harflerini ez­berleyip de hadlerini zayi etmek değildir. Öyle ki, bir kimse "Kuranın hep­sini okudum." der de o kimse üzerinde ne ahlaken, ne de amelen Kur'an'm herhangi bir etkisi görülmez!" [40]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

 Bu ayetler bizi aşağıdaki sonuçlara götürmektedir:

1- Göklerin ve yerin yaratılışı öylesine bir iş, oyun ve eğlence değildir. Bunların yaratılmasında büyük bir gaye ve sahih bir hedef vardır. Bu gaye ve hedef de Allah'ın kudretine delâlettir. Yüce Allah'ın bunları boş yere ya­rattığını düşünenler kâfirlerdir. Bu düşünceleri yüzünden de onlar için ateşten helak vardır.

2- "Göğü, yeri ve bu ikisi arasında bulunan şeyleri boşuna yaratma­dık. " ayeti haşr, neşr ve dönüş yerinin (veya kıyametin) sabit olduğuna de­lâlet etmektedir. Zira yerin ve göğün yaratılması batıl olmadığına göre, haşr ve neşrin hak olduğuna inanmak zaruri olur. Haşr ve neşri inkâr eden herkes de buna göre Allah'ın göğü ve yeri yaratmasındaki hikmetten şüp­heye düşmüş demektir.

3- Haşir neşir ve dönüş yeri olmasaydı, itaat edenin durumu isyan edenden daha aşağıda olurdu. Bu sebeple Allah Tealâ haşir neşir konusun­da şüphesi bulunanları azarlamış ve mümin ile kâfirin, sâlih ile müfsidin bir olmadığını bildirmiştir.

4- "Yahut Allah'tan korkanları, doğru yoldan sapanlar gibi mi sayaca­ğız." ayeti, öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenleri-ki bunlar bu inançla­rıyla itaatkârın da isyankârın da aynı noktaya varacağına inanmaktadır-açık bir biçimde reddetmektedir.

5- "Bu Kur'an çok mübarek bir Kitap'tır. Onu sana indirdik ki..." ayeti, Kur'an ayetlerinin anlamlarını bilmenin vücubuna ve Kur'an'ı tertîl üzere okumanın, süratli okumaktan daha efdal olduğuna delildir. Zira hem sü­ratli okumak, hem de ayet-i kerimelerin anlamları üzerinde tedebbür (te­fekkür) etmek sahih değildir. Hasan'i-Basrî, "Allah'ın ayetlerini tedebbür (tefekkür) etmek demek, ohlara ittiba etmek demektir." demiştir.

6- Kur'an-ı Kerim, selim akıl sahipleri için bir öğüt ve nasihattir. Bu­radaki "ülü'l-elbâb"dan maksat, "üstün akıl sahipleri"dir. Zira akıllı kimse, Kur'an ayetlerinden istifade etmesini bilendir ve Kur'an, yoldan saptığı ve­ya istikametini bozduğu zaman bu kimseye tevbe etmesinin zaruri olduğu­nu hatırlatan Kitap'tır. [41]

 

Süleyman Aleyhisselam Kıssası:

 

30- Biz Davud'a, Süleyman'ı ihsan ettik. Ne güzel kuldu! O daima Al­lah'a yönelirdi.

31- Öğleden sonra kendisine, bir ayağını tırnağı üstüne dikip, üç ayağı üzerinde duran süratli koşu atları gösterilmişti.

32- "Ben" dedi "mal sevgisini Rabb'i-mi anmaktan ötürü tercih ettim. Ni­hayet perdenin arkasına gizlendi."

33- "Onları bana getirin." dedi, ba­caklarını, boyunlarını okşamaya

34- Andolsun biz Süleyman'ı imti- han da ettik: Tahtının üstüne bir  ceset bırakıverdik. Sonra bize yö-

35. Dedi ki: -Ey Rabbim, beni affet;  bana benden sonra hiç kimseye na- Sip olmayan bir mülk ver. Şüphesiz bütün muratları ihsan eden sensin sen."

36- Bunun üzerine ona rüzgârı mu-sahhar kıldık. Onun emriyle onun di­lediği yere yumuşacık akar giderdi.

37- Ve şeytanları, her bina ustasını ve dalgıcı,

38- ve bukağılarla bağlanmış olan diğerlerini de.

39- "Bu bizim insanımızdır. Artık dilediğine ver, veyahut verme, hesapsızdır." dedik.

40- Şüphe yok ki katımızda onun mutlak bir yakınlığı ve dönüp geleceği yer güzelliği de vardır.

 

Belagat:

 

"bacaklarını, boyunlarını okşamaya başladı." Buradaki  "mesh" (okşa-ma)dan maksat, onları beğenip güzel bulduğu için, fiilin hakiki anlamıyla elini sürmedir. Bu kelimenin, "boğazlamak" ve "kurban etmek"ten kinaye olduğu da söylenmiştir.

"dilediğine hesapsız ver, yahut verme" ifadeleri arasında tezat vardır. Çünkü bu ifadeler, "dilediğine ver, dilediğine verme" anlamındadır. [42]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ne güzel kuldu." Burada Süleyman (a.s.) kastedilmektedir. Çünkü bu ifadeden sonra gelen cümle, onun methedilmesinin sebebidir ki o da Süley­man (a.s.)'ın Allah Tealâ'ya çokça yönelmesidir, "evvâb", Bütün vakitlerde Allah Tealâ'ya zikir ve teşbih ile veya tevbe ile çokça yönelen anlamında­dır. "Kendisine" Süleyman (a.s.)'a. "Sâftnât" Dimdik ayakta duran veya üç ayağı ile dördüncü ayağının tırnağı üzerinde duran, ya da iki ayağından veya ön iki ayağından birini kaldırıp, diğer üçünü tam olarak bunun da toynağının ön kısmını yere basarak duran demektir. Bu, atlarda övgüye değer özelliklerdendir ve safkan Arap atlan dışında bu özelliğe sahip baş­ka bir at hemen hemen yoktur, "...gösterilmişti..." Hz. Süleyman'a bin adet at gösterilmişti. Buradaki "gösterme," günümüzde askerî birliklerde mev­cut olan "arz etme" gibidir.

"mal sevgisini... tercih ettim." Yani hayır sevgisini murad ettim veya tercih ettim. Buradaki "hayır'dan maksat "attır." Hayır kelimesi aslında "çok mal" demektir. Muhtemelen hayrın çok mala taalluku sebebiyle çok mala "hayır" denmiştir. İmam Ahmed'in Câbir (r.a.)'den rivayet ettiğine gö­re Hz. Peygamber (s.a.) şöy],e buyurmuştur: "At, kıyamet gününe kadar kâ­küllerine hayır bağlanmış olan bir hayvandır."

"Rabb'imi anmaktan ötürü" Yani atı sevdim ve onun sevgisi, kuru bir heva ve hevesten değil, Rabb'imin zikrinden ve emrinden hasıl oldu. Bu ayetten murad, kıssacılarm hikâye ettiği gibi Hz. Süleyman'ın, atları sey­retmeyi ikindi namazına tercih etmesi ve güneş batana kadar ikindi nama­zını kılmayıp atları seyre dalması değildir. "Nihayet perdenin arkasına giz­lendi." Yani güneş gizlendi ve kayboldu ve kendisini gözlerden perdeleyip saklayan şeyle setrelendi. Buradaki "perde", aradaki bir engel veya gece ile olmuştur.

"Onları bana getirin." Kendilerinden bir nimet olarak istifade etmem için o sâfinât atları bana geri getirin. Yani koşucu ve süratli bu hayvanları himayesine aldı. "Bacaklarını ve boyunlarını" atların ayaklarını ve boyun­larını "okşamaya başladı." Yani onları güzel bulduğu ve beğendiği için ok­şamaya başladı, onları tımar etti, onlara iltifat gösterdi ve eliyle alınlarını meshetti. Buradaki anlam; "İkindi namazını geçirmesine sebebiyet verdik­leri için onları kılıçla boğazlayıp kesmeye başladı, Allah Tealâ'ya yaklaş­mak maksadıyla onların bacaklarını kesti ve onları boğazladı ve etlerini tasadduk etti. Bunun üzerine Allah Tealâ da ona, bu atların yerine onlar-

dan daha hayırlı ve daha süratli olan rüzgârı verdi. Rüzgâr, o nereye ister­se o tarafa giderdi" tarzında değildir. Çünkü böyle bir davranış peygamber­lik makamı ile bağdaşmaz, ona lâyık değildir ve bu anlatılanlar, İslâm kay­naklarına sokulmuş İsrailiyyât'tandır.

"Biz Süleyman'ı imtihan da ettik" Yani onu, hastalıkla denedik, imti­han ettik. Beyzavi şöyle demiştir: "Bu konuda söylenenlerin en zahiri, Hz. Peygamber (s.a.)'den merfu olarak rivayet edilen şu hadis-i şeriftir: "Süley­man (a.s.), "Yeminle söylüyorum ki ben bu gece yetmiş kadını dolaşırım da, her biri Allah yolunda cihad edecek bir süvari dünyaya getirir." dedi ve fa­kat "İnşâallâh" demedi. Kadınları dolaştı. Neticede sadece bir kadından başkası hamile kalmadı. Hamile kalan kadın da yarım bir erkek çocuk dünyaya getirdi. Muhammed (s.a.)'in nefsini kudret elinde bulunduran Al­lah'a yemin ederim ki, eğer Süleyman "İnşâallâh" deseydi o çocuklar birer süvari olarak cihad ederdi.[43]

Hz. Süleyman'ın sınanması ile ilgili olarak nakledilen İsrailiyyât ara­sında şu kıssa bulunmaktadır: Yüce Allah, mülkünü elinden almak sure­tiyle Hz. Süleyman'ı denemişti. Bunun sebebi de Hz. Süleyman'ın, aşık ol­duğu bir kadınla evlenmesi idi. Bu kadın, Hz. Süleyman'dan habersiz evde puta ibadet ederdi. Hz. Süleyman'ın hükümdarlığı yüzüğünde bulunuyor­du. Bir keresinde Hz. Süleyman, tuvalete gitmek istediği zaman -her za­man yaptığı gibi- yüzüğü çıkardı ve Emîne adındaki hanımının yanına koydu. Bu sırada Hz. Süleyman'ın suretine bürünmüş bir cin geldi ve yü­züğü bu kadından aldı. Böylece Hz. Süleyman'ın mülkü elinden gitti...

"Tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik." Yani ruhsuz bir ceset gibi olan bir beden bıraktık. Bu cesedin, Hz. Süleyman'ın hanımının doğurduğu ya­rım insan ya da yukarıda zikri geçen cin olduğu da söylenmiştir. Bu cinin adı Sahr veya daha başka birşeydir. Bu cin, Hz. Süleyman'ın tahtının üstü­ne oturdu. Kuşlar ve diğer mahlukât da onun başına toplandı. Hz. Süley­man, başka bir görüntüde çıktı ve onun tahtının üzerinde oturduğunu gör­dü; insanlara "Ben Süleyman'ım." dedi. Ancak insanlar onu yalanladılar ve Hz. Süleyman olduğunu inkâr ettiler. Bu iki açıklamanın, sahih olmayan sözlerden ibaret olduğu açıktır. Bunlardan ikincisi, İsrailiyyât'tan olan ve kaynaklarımıza sokulmuş bulunan hikâyenin devamıdır.

"Sonra bize yöneldi." Yani işi Allah'ın dilemesine bağlamadığı (inşâal­lâh demediği) ve dolayısıyla efdal olan davranışı terkettiği için tevbe ile Allah'a rücu etti. İnşâallâh diyerek işleri Yüce Allah'ın dilemesine bağlama­mak, peygamberler için büyük bir olaydır. Çünkü "Ebrâr zümresinin hase­natı, mukarrebûn zümresinin seyyiâtıdır." (Yani müminlerin iyilikleri Al­lah'a yakın insanların günahları gibidir.) "Dedi ki: "Ey Rabbim, beni affet." Benden sadır olan günahı bağışla. "Bana, benden sonra hiç kimseye nasip olmayan bir mülk ver." Yani bana öyle bir mülk ihsan eyle ki, benden sonra gelecek hiç kimse onun gibisine malik olmasın.

"Bunun üzerine ona rüzgârı musahhar kıldık." Rüzgârı, onun emrine boyun eğdirdik. "Ve şeytanları" Yani şeytanları da onun emrine musahhar kıldık, "her bina ustasını ve dalgıcı" Yani onun için dilediği binaları yapan ve onun için inci ve mercan çıkarmak üzere denize dalan kimseleri, "ve bu­kağılarla bağlanmış olan diğerlerini de." Yani bunlardan olan ve bukağı­larla, zincirlerle bağlanmış diğerlerini, ki bunlar, azgın şeytanlardır.

"Bu bizim ihsanımızdır." Yani bu, senin talep ettiğin, bizim de -rüzgâ­ra ve şeytanlara hükmetmen, onları emrin altına alman şeklinde- sana verdiğimiz büyük iktidar ve saltanattır. "Artık dilediğine ver, veyahut ver­me" Artık o mülkünden dilediğin kimselere ver, dilediğine verme, "hesap­sızdır." Yani verip vermemen konusunda; verdiğine ne kadar verdin, ver­mediğine niçin vermedin şeklinde sana bir hesap yoktur, "ve dönüp geleceği yer güzelliği" rücu edip geleceği güzel yer, ki burada kastedilen cennettir.[44]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Bu kıssa -Hz. Davud oğlu Hz. Süleyman (a.s.) kıssası- bu surede zik­redilen kıssaların ikincisidir. Burada Yüce Allah'ın Hz. Süleyman'a -daha önce de babası Hz. Davud'a verdiği gibi- bahşettiği nimetler sayılmaktadır ki iyi kimseler şükretsin, kötü kimseler de Hz. Davud ve Hz. Süleyman kıs­saların- da gördüğü ibretlerden dersler çıkarsın. Zira bu iki peygamberin ikisi de büyük birer mülke sahip olmuşlar, ama bu mülkleri onları Allah'a şükürlerini ifa etmekten, O'na ibadet ve taatten, O'nun verdiği pekçok ni­meti takdir etmekten alıkoymamıştır. Onların sahip olduğu mülk ve salta­nat ile Kureyş'in liderliği birbirine kıyaslanabilir mi?! [45]

 

Açıklaması:

 

"Biz Davud'a Süleyman'ı ihsan ettik. Süleyman ne güzel kuldu! O da­ima Allah'a yönelirdi." Yani biz Davud'a, peygamber bir oğul verdik. Nite­kim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Süleyman, Davud'a mirasçı oldu." (Nemi, 27/16). Yoksa Hz. Davud'un başka oğuları da vardı. Bu oğul, medhü senaya île k&uSr Tİâ Tn^ste^ktel Tira <a, güî&i bAt kuldur. Çünkü kendisi Allah Tealâ'ya çokça tevbe eden ve vakitlerinin çoğunu çokça ibadet ve ta-at ile, Allah Azze ve Celle'ye yönelmekle geçiren bir kimseydi.

İbni Ebî Hatim, Mekhûl'ün şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Yüce Allah Hz. Davud'a Hz. Süleyman'ı ihsan ettiği zaman Hz. Davud oğluna, "Ey oğulcuğum! En güzel şey nedir?" diye sordu, o da "Allah'ın sekîneti ve imandır." dedi. Yine Hz. Davud, "En çirkin şey nedir?" diye sordu, Hz. Sü­leyman, "İmandan sonra küfre düşmektir." diye cevapladı. Hz. Davud, "En tatlı şey nedir?" diye sordu, o "Allah'ın ravh'ı yani rahmetidir." dedi. Yine Hz. Davud, "Kalbi en çok serinleten şey nedir?" dedi, Hz. Süleyman, "Al­lah'ın insanları, insanların da birbirini bağışlamasıdır." karşılığını verdi. Bunun üzerine Davud (a.s.), "Sen peygambersin." dedi."

Daha sonra Yüce Allah, Hz. Süleyman'ın tevbe ettiği olaylardan ikisi­ni zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:

Birinci olay:

Hz. Süleyman'a at gösterilmesi: "Öğleden sonra kendisine, bir ayağını tırnağı üstüne dikip üç ayağı üzerinde duran süratli koşu atları gösterilmiş­ti." Yani ey Rasul! Süleyman (a.s.)'a, mülk ve saltanatında ikindi vaktinden sonra gündüzün sonunda kendilerine bakıp durumlarını öğrenmesine ka­dar elverişli ve önemli olduklarını anlaması ve Allah Tealâ'nın bunlardan kendisine ihsan ettiği nimetlerden faydalanması için sâfinât'ın -üç ayağı ve dördüncünün tırnağı üzerinde duran atların- arzedildiğini hatırla.

"Ben" dedi, "mal sevgisini Rabb'imi anmaktan ötürü tercih ettim." Yani Hz. Süleyman şöyle dedi: "Ben bu atları, kendi heva ve meylimden değil, Rabb'imin zikrinden ve emrinden hasıl olan bir sevgiyle sevdim ve diğer şeylere tercih ettim. Bu atl'ar çok sayıdaydı ve onlarla aramızdaki mesafe­nin uzaklığından ve toz-topraktan ötürü gözümden kaybolana kadar koştu­lar." Buradan da anlaşılmaktadır ki, Hz. Süleyman'ın atlara karşı olan sev­gisi, Yüce Allah'ın, bu atların Allah yolunda cihad için bağlanıp hazırlan­ması, dininin takviyesi ve bu dinin ayakta durmasını temin eden esasların sağlamlaştırılması doğrultusundaki emrine uymaktan başka bir şeyden kaynaklanmıyordu.

Atlar konusunda yapılması gereken tefsir Hz. Süleyman'ın yadırgan­ması değil, peygamberliğin merkezi, risaletin şerefi ve nimetlerin sayılma­sı konusunda ayetlerin ifadesinin delâletleri ile örtüşen -yukarıda zikretti­ğimiz- tefsir tarzıdır. Dolayısıyla buna aykırı düşen herhangi bir tefsir yapmak sahih değildir. Özellikle de Yüce Allah'ın, Hz. Peygamber (s.a.)'e, Hz. Davud ve Hz. Süleyman'ı örnek edinmesini emir buyurduğu hatırlana­cak olursa bu söylediğimizin doğruluğu daha iyi anlaşılacaktır. Nitekim Yüce Allah bu ayetlerin baş tarafında şöyle buyurmaktadır: "Onlar ne der­lerse sabret. Kulumuzu, o kuvvet sahibi Davud'u hatırla..."

Daha sonra Hz. Süleyman, şöyle diyerek o atların önüne getirilmesini istemektedir:

"Onları bana getirin" dedi. Bacaklarım, boyunlarını okşamaya başla­dı." Yani o atları bana tekrar getirin. Atlar tekrar geldiği zaman da onlara verdiği kıymeti anlatmak, onlara ikramda bulunmak, onlar sebebiyle nasıl sevindiğini ifade etmek, durumlarını iyice öğrenmek ve gördüğü eksiklikle­rini gidermek maksadıyla eliyle onların ayaklarını, boyunlarını ve alınları­nı okşamaya başladı. Çünkü bu atlar, düşmana karşı koymak ve baskınla­rını savuşturmak maksadıyla kullanılan cihad vasıtaları ve savaş araçları idiler. Müfessirlerin çoğunluğu şöyle demişlerdir: "Hz. Süleyman, atların ayaklarını ve boyunlarını kılıçla meshetti, yani onları kesti. Çünkü atlar onu meşgul ederek ikindi namazını geçirmesine sebep olmuşlardı." Oysa, Rabb'inin nimetlerine şükreden bir peygamberin böyle davranması ve ce­zalandırmaya ehil olmayan varlıkları cezalandırması tasavvurdan uzaktır.

İkinci olay:

Hz. Süleyman'ın, bir ceset olarak tahtının üstüne bırakılması: "Andolsun biz Süleyman'ı imtihan de ettik: Tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik. Sonra bize yöneldi." Yani Allah'a yemin olsun ki, biz Süleyman'ı bir diğer olayla da denedik. Bu imtihan, onun bedenindeki bir hastalık, rahatsızlık idi. Nitekim Razi de böyle söylemektedir. Şöyle ki; Yüce Allah Hz. Süley­man'ı, bedeninde çıkan bir hastalık ile denemişti. Öyle ki, sonunda bedeni zayıfladı ve bitkin bir hale geldi. Daha sonra da eski sıhhatli haline döndü.[46]

Daha önce Beyzavi'den de naklettiğim gibi bazı müfessirler ve bu ara­da Ebû Hayyân[47] ise, bu fitneyi Hz. Süleyman'ın, her biri Allah yolunda ci­had edecek süvariler doğuracak şekilde hanımlarından yetmişini dolaşma­ya -inşâallâh demeksizin- karar verdiği, ancak neticede hanımlarından sadece birisinin hamile kaldığı ve onun da yarım bir erkek çocuk dünyaya getirdiği, Hz. Süleyman'ın tahtının üzerine bırakılan cesedin de bu çocuğa ait olduğu şeklinde tefsir etmişlerdir. Buna göre Hz. Süleyman'ın tahtının üzerine bırakılan ceset, yarım doğmuş olan bu çocuk cesedidir.

Hz. Süleyman'ın tahtının üzerine bırakılanın şeytan olduğu da söy­lenmiştir. Ancak bu, zındıklara ait olan batıl bir görüştür. İbni Kesir bu ko­nuda şöyle demiştir: "Bu ve diğer görüşler İsrailiyyât'tandır. Bunlar redde­dilmesi gereken çirkin görüşlerdir. Bu konuda anlatılanların en kötüsü ise kadınların zikredildiği haberdir.[48]

"Dedi ki: "Ey Rabbim, beni affet!" Hz. Süleyman şöyle dedi: "Rabbim! Benden sadır olan ve kendisi ile beni denediğin günahı bağışla." Bu, küçük hatalara karşı gösterilen hassasiyetin yüceliğindendir. Zira bazan yapılan birşey, daha efdal ve evlâ olan davranışı işlememek olabilir. İşte o zaman

mağfiret talebine ihtiyaç hasıl olur. Çünkü "Ebrâr zümresinin hasenatı, mukarrebûn zümresinin seyyiâtıdır" (yani müminlerin iyilikleri Allah'a ya­kın insanların günahları gibidir.) ve peygamberler daima nefsi sindirip kontrol altında tutma ve kendilerinden sadır olan zelleleri izhar etme ma-kamındadırlar. Nitekim Buhari'nin Ebû Hureyre (r.a.) kanalıyla naklettiği bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Vallahi ben muhakkak Allah 'a günde 70 kereden fazla tevbe istiğfar ederim."

"Bana, benden sonra hiç kimseye nasip olmayan bir mülk ver. Şüphesiz bütün muratları ihsan eden sensin, sen." Bana öyle büyük bir mülk bağışla ki, benden başka birisine onun gibi bir mülke malik olmak mümkün olma­sın. Ya Rabbi! İhsanı ve hibesi çok olan sensin; benim duama icabet eyle.

Zemahşerî şöyle demiştir: "Hz. Süleyman, meliklik ve peygamberliğin beraberce ihsan edildiği bir evde yetişti ve bunların her ikisine de varis ol­du. Bunun üzerine Rabbinden bir mucize talebinde bulunmayı arzu etti ve bu iki hususa olan ülfeti hasebiyle daha fazla mülk istedi. Bu öyle bir mülk olacaktı ki, peygamberliğine delâlet etmesi ve peygamber olarak gönderil­diği kimseler üzerine tam anlamıyla hakim olabilmesi için sınırları alışıl­mışın dışına taşacak ve mucize noktasına ulaşmış bulunacaktı; o ana ka­dar mülk adına görülmüş bütün varlıkların ifade ettiği anlamın ötesinde bir mucize olacaktı. "Benden sonra hiç kimseye nasip olmayan..." kavlinin anlamı işte budur.

Şöyle bir tefsir de yapılmıştır: Hz. Süleyman azametli bir melik idi. Kendisine verilen mülkün bir benzerinin başka birine daha verilmesi ha­linde o kimsenin Allah'ın tayin ettiği sınırlara riayet etmeyeceğinden endi­şe etti.[49]

Yüce Allah da onun bu duasına icabet etti ve kendisine beş türlü ni­met verdi:

1- "Bunun üzerine ona rüzgârı musahhar kıldık. Onun emriyle onun dilediği yere yumuşacık akar giderdi." Yani biz rüzgârı onun emrine boyun eğdirdik ve ona itaatkâr kıldık. Öyle ki, onun emrine itaat ederek, toz top­rak kaldırmadan ve sarsmadan, yumuşak bir şekilde ve fakat sürat ve kuvvetle akıp gider, onu gitmek istediği yere ve yöne taşıyıp götürürdü. Yüce Allah'ın burada rüzgârı yumuşak ve sarsıntısız olarak tavsif buyur­ması, "Süleyman'a da şiddetli esen rüzgârı musahhar kıldık ki, bu kendisi­ni, içerisine bereket verdiğimiz yere onun emriyle akar götürürdü" (Enbiyâ, 21/81) ayeti ile muaraza teşkil etmez. Çünkü buradaki "şiddetli"den mak­sat, sarsıntılı ve çalkantılı değil, "çok kuvvetli'dir. Böyle olunca da o rüz­gâr, "şiddetli esintili" olarak tavsif edilmiştir. Ancak bu vasfıyla o, tehlike­siz ve tatlı bir akıntıya, esintiye sahipti. Yahut da söz konusu rüzgâr, ihti­yaca göre kimi zaman yumuşak, kimi zaman da şiddetli eserdi.

2- "Ve şeytanları, her bina ustasını ve dalgıcı." Yani ona, emrinde çalı­şan şeytanları da müsahhar kıldık. Bunlar çok yüksek binaların yapımın­da veya denize dalıp inci ve mercan çıkarmada veyahut da başka işlerde çalışırlardı.

3- "Ve bukağılarla bağlanmış diğerlerini de." Yani onun emrine başka şeytanları da verdik. Bunlar, azgın şeytanlardır ki onun emrine amade kı­lınmışlar, o da kötülüklerini önlemek ve kendilerini cezalandırmak için on­ları zincir ve bukağılarla bağlamıştır.

4- "Bu bizim insanımızdır. Artık dilediğine ver, dilediğine verme, he­sapsızdır." Bu, Hz. Süleyman'a verilen dördüncü nimettir ki Allah'ın kendi­sine ihsan ettiği nimetler, azametli mülk ve zenginlik üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunma hürriyetidir. Yine rüzgâr ve şeytanlara hakimiyet sağ­laması ve onların kendisine müsahhar kılınması da bu cümledendir. Yüce Allah ona, bu mülkten dilediği kimselere vermesi, dilediği kimselere de vermemesi konusunda izin vermiştir.

5- "Şüphe yok ki katımızda onun mutlak bir yakınlığı ve dönüp gelece­ği yer güzelliği vardır." Yani ahirette onun Allah huzurunda mutlak bir ya­kınlığı ve izzeti, döneceği yerin -ki orası cennettir- güzelliği, feyiz ve mü­kâfat vardır. Dolayısıyla o, kıyamet günü Allah Tealâ katında büyük bir pay ve nasip sahibidir. [50]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

 Bu ayetlerden aşağıdaki neticeler çıkmaktadır:

1- Yüce Allah'ın, kulu  Hz. Davud'a verdiği nimetler arasında, kendi­sinden mülk ve peygamberliği miras alacak olan bir oğul nasip etmesi de vardır.

2- Allah Tealâ, kulu Hz. Süleyman'a verdiği nimetler arasında kendi­sine görkemli ve süratli koşu atları da vermiştir. Bu atlar savaş için ve düşmanla karşılaşıldığında muharebede kullanılmak üzere önemli bir araç olarak hazırlanırdı. Bunlar, üzerlerine binilip Allah yolunda savaşılacak bin adet at idi.

3- Hz. Süleyman'ın onları sevmesinin sebebi, Yüce Allah'ın, cihad için bağlanıp hazırlanmaları konusundaki emrini yerine getirmesini sağlama­larıdır. Söz konusu atlar, düşmanı korkutan heybetli bir görüntü içinde as­kerî bir geçit resminde ona arzedilirlerdi. Bunlar, koşmadaki süratleri ile ayrı bir özellik arzederlerdi. Öyle ki, onlar koşarken çıkan toz-duman ve Hz. Süleyman'ın onları uzaktan seyretmesi sebebiyle gözden kayboluverirlerdi.

4- Hz. Süleyman, bu atların kendisine bir defa gösterilmesiyle yetin­memiş, onların kendisine tekrar getirilmesini istemiş, getirilince de kendi­lerine iltifat olarak ve ne durumda olduklarını öğrenmek maksadıyla -onlarda bulunabilecek bir kusur ve eksikliği gidermek için- eliyle boyunlarını ve ayaklarını meshetmiştir.

5- Allah Tealâ, Hz. Süleyman'ı hastalıkla imtihan etmiştir. Nitekim O, mümin kullarını imtihan eder. Bu imtihanın, Hz. Süleyman melik olduk­tan 20 sene sonra vuku bulduğu, bu denemenin ardından 20 sene daha me­lik olarak hayatını sürdürdüğü de söylenmiştir. Bunu Zemahşeri zikret­mektedir.

Daha sonra Hz. Süleyman'ın hastalığı şidditlenmiş ve nihayet zayıflık­tan Arapların, "Kütük üzerinde bir et" ve "Ruhsuz ceset" dedikleri hale gel­miştir. Ancak daha sonra yine sıhhatine ve eski durumuna kavuşmuştur.

Hz. Süleyman, hastalığına sebep olarak gördüğü bir günah işlemiş olabileceği kanaatiyle Rabbinden mağfiret istemiştir. Bu, "Ebrâr zümresi­nin hasenatı, mukarrebûn zümresinin seyyiâtı" yani müminlerin iyilikleri Allah'a yakın insanların günahları kabilinden bir günahtır. Hz. Süley­man'ın söz konusu tevbesinin sebebi, yüksek mevkilere sahip yüce kimsele­re göre -ki bunların başında peygamberler gelir- işlenmesi daha uygun ve yerinde olan bir davranışı terketmesi de olabilir ki başkaları nazarında gü­nah olmayan bir şey bunlar nazarında günah mesabesindedir.

6- Yüce Allah, Hz. Süleyman'ın duasını kabul etmiş ve kendisine bü­yük nimetler bahsetmiştir. Bu nimetler; rüzgârın, onun emrine verilmesi ve onu dilediği yere götürmesi, denize dalıp inci mercan çıkarmak ve bina yapmak gibi hayatın muhtelif alanlarında hizmet görmek üzere şeytanla­rın onun emrine verilmesi, ayrıca serlerinin ve eziyetlerinin önüne geçmek için kendilerini zincirler ve bukağılarla bağlayabileceği şekilde azgın şey­tanların da onun hakimiyeti altına verilmesidir.

Ayrıca Allah Tealâ, Hz. Süleyman'a, mal-mülkünde dilediği gibi tasar­ruf etme hürriyeti de bahsetmiştir. Öyle ki, herhangi bir hesap veya kont­rol olmaksızın, herhangi bir eksiklik veya müracaat söz konusu olmaksızın dilediği kimselere mal verir, dilediği kimselere de vermezdi.

Yüce Allah onu, kendi katında önemli bir mevki vermiş ve cennette pek çok mükâfata garkedilmiş bir şekilde saygın, Rabbinin rızasını kazan­makla kurtuluşa ermiş birisi kılmıştır.

Özetle, Yüce Allah Hz. Süleyman'a hem dünya, hem de ahiret hayırla­rı bahşetmiş, tıpkı babası Hz. Davud'da olduğu gibi peygamberlik ve melik-lik özelliklerini onda da bir araya getirmiş, kendisine azametli bir mülk ve insanları, cinleri ve şeytanları hakimiyetine dahil eden bir saltanat ihsan eylemiştir ki bu, ne kendisinden önce, ne de kendisinden sonra hiç kimse­nin nail olmadığı bir nimettir. [51]

 

Eyyub Aleyhisselam Kıssası:

 

41- Kulumuz Eyyub'u da an.  Hani o, Rabbine şöyle nida etmişti: "Hakikat şeytan beni yorgunluğa ve azaba uğ-

rattı."

42- "Ayağını yere vur. İşte hem yıkana­cak hem içilecek serin bir su" dedik.

43- Ona hem ehlini, hem onlarla be­raber bir mislini bizden bir rahmet ve temiz akıl sahipleri için de bir ib­ret olmak üzere bağışladık.

44- Eline bir demet al da onunla vur. Yemininde durmazlık etme." dedik. Biz onu hakikaten sabırlı bulduk. O ne güzel kuldu! Hakikat o, daima Al­lah'a dönerdi.

 

Belagat:

 

"Hakikat şeytan beni... uğrattı." Hz. Eyyub, kendisine isabet eden za­rar ve hastalığı, -her ne kadar hayır da şer de Allah'ın bildiği bir hikmet sebebiyle yine O'nun elindeyse de- edeb gereği şeytana isnad etmiş, bu za­rar ve hastalığı kendisine şeytanın isabet ettirdiğini söylemiştir. [52]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Eyyub" Bu, Eyyub b. Emûs b. Erûm b. Ays (Iys ?) b. İshâk (a.s.)'dır. Hanımı, Hz. Yakub'un kızı Leyyâ'dır. Tercih olunan görüşe göre Hz. Eyyub, Hz. İbrahim'den daha önce yaşamıştır. Aralarında 100 yıldan fazla bir sü­re vardır. Hz. Eyyub'un vatanı, Su'ayr (?) dağının bir parçası veya Edûm'a bağlı beldelerden biri olan 'Ûs (?) toprağıdır. Her ne kadar her şey Al­lah'tan ise de Hz. Eyyub burada Allah Tealâ'ya karşı takınılması gereken edebe riayet ederek bu derdi şeytana nisbet etmiştir.

"Ayağını yere vur" Yere ayağınla vur. Bu emr-i ilâhi üzerine Hz. Ey­yub ayağını yere vurmuş, yerden bir su kaynağı çıkmıştır, "işte hem yıkanı­lacak hem içilecek serin bir su." Bu su yerden çıkınca Hz. Eyyub onunla yı­kandı, ondan içti ve böylece içindeki ve dışındaki bütün hastalıklar kendi­sinden gitti.

"Ona hem ehlini" dağılıp parçalandıktan sonra onun etrafında topla­yarak veya öldükten sonra onları dirilterek "hem onlarla beraber bir misli­ni" yani onlar gibi onun rızkını "bizden bir rahmet" yani kendisine olan rahmetimiz sebebiyle "ve temiz akıl sahipleri" aklı olanlar "için de bir ibret olmak üzere" başa gelen hadiselerden, sabır ve Allah'a iltica ile nasıl aydın­lığa çıkıldığını görsünler diye "bağışladık."

"Eline bir demet" Kuru ot, reyhan ve benzeri şeylerden veya dallardan oluşmuş bir tutam "al da onunla vur." Yani hanımına vur. Ona vurmayı terkederek "Yemininde durmazlık etme." Rivayet edildiğine göre Hz. Ey-yub'un hanımı olan Yakub (a.s.) kızı Leyyâ, bir ihtiyaç için dışarı çıkmıştı. Ağır davranıp geç kalınca Hz. Eyyub, iyileştiği zaman ona yüz sopa vuraca­ğına yemin etmişti. Yüce Allah da onun yeminini bu şekilde yerine getir­mesini mubah kıldı. Yüz sopanın bu şekilde yerine getirilişi, şer'î cezalarda (hudûd) hastalık vb. bir zaruret sebebiyle sürdürülmüş bir ruhsattır. [53]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Bu, Sâd süresindeki peygamber kıssalarının üçüncüsüdür. Bu kıssa­nın zikredilmesindeki maksat, -tıpkı diğer kıssalarda olduğu gibi- ibret ve ders alınmasıdır. Zira Hz. Davud ve Hz. Süleyman, Yüce Allah'ın kendileri­ne türlü nimetler bahşettiği kimselerdendirler. Bu itibarla onların kıssala­rı da nimete karşı nasıl şükredileceğim öğretmek amacıyla zikredilmiştir. Hz. Eyyub ise, Allah Tealâ'nın, çeşitli hususi belâlara uğrattığı bir peygam­berdi. Dolayısıyla onun kıssasının zikredilmesi de, insanlara sıkıntı ve dertler karşısında sabretmeyi öğretmeye matuftur. Bu kıssayı zikretmekle Yüce Allah sanki şöyle buyurmaktadır: "Ey Muhammed (s.a.)! Kavminin sefahetine karşı sabret. Zira dünyada nimet, mal ve mevki bakımından Davud (a.s.) ve Süleyman (a.s.)'dan daha üstün kimse olmadığı gibi, Eyyub (a.s.)'dan daha fazla sıkıntı ve belâya maruz kalan kimse de yoktur. Bu ne­denle, dünya hayatının hiç kimse için muntazam olmadığını anlamak üzere zikri geçen peygamberlerin ahvali hakmda düşün. Her akıl sahibi kimsenin, mihnet ve sıkıntılara karşı sabır göstermesi gerekir." [54]

 

Açıklaması:

 

"Kulumuz Eyyub'u da an. Hani o, Rabb'ine şöyle nida etmişti: "Haki­kat şeytan beni yorgunluğa ve azaba uğrattı." Yani Ey Rasul! Kavmine Ey­yub (a.s.)'un, 18 yıl gibi uzun bir süre devam eden hastalığı karşısındaki sabrını zikret. Hani o Rabb'ine şöyle nida etmişti: "Bana bir sıkıntı dokun­du ve şeytan beni bir meşakkat, elem ve derde uğrattı." Hz. Eyyub'un bu elem ve sıkıntının şeytandarf geldiğini söylemesi, daha önce de belirttiği­miz gibi onun Yüce Allah'a karşı edebinden ileri gelmektedir.

İbni Cerîr ve İbni Ebî Hatim birlikte Enes b. Mâlik (r.a.)'den şöyle ri­vayet etmişlerdir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Allah'ın peygamberi Eyyub (a.s.)'un mübtela olduğu dert 18 yıl sürdü. Bu hastalık yüzünden uzak yakın herkes ondan uzaklaştı. Yalnızca iki kişi ondan uzaklaşmadı.[55] Bu iki kişi de onun en yakın ve has kardeşlerindendi ve sabah akşam onun yanma gidip gelirlerdi. Birgün.bu iki kişiden birisi diğerine, "Biliyor mu­sun, Vallahi Eyyub mutlaka öyle bir günah işlemiştir ki alemlerden hiç kimse böyle bir günahın benzerini işlememiştir." dedi. Arkadaşı bunun üzerine, "Nedir o" diye sordu, diğeri de, "On sekiz sene Allah Tealâ ona merhamet etmemiş ve kendisindeki o zararı kaldırmamıştır." dedi. Bu iki adam Eyyub (a.s.)'un yanına gidince birisi dayanamayıp aralarında geçen bu konuşmayı Eyyub (a.s.)'a aktardı.

Eyyub (a.s.) şöyle dedi: "Senin ne dediğini bilmiyorum. Ancak Allah Azze ve Celle biliyor ki ben, çekişmekte olan ve bu haldeyken Allah'ın adı­nı anan iki kişiye uğrardım da evime dönünce Allah'ın hak (doğru ve yerin­de bir durum) dışında zikredilmesinden hoşlanmadığım için onlar adına keffaret verirdim."

"Hz. Peygamber (s.a.) devamla şöyle buyurdu: "Eyyub (a.s.) haceti için dışarı çıkar, hacetini giderdikten sonra, hanımı yerine götürene kadar onu eliyle tutarak kendisine yardımcı olurdu. Nihayet birgün Eyyub (a.s.) hanı­mını çağırmakta her zamankinden geç kaldı. Allah Tealâ Eyyub (a.s.)'a "Ayağını yere vur. İşte hem yıkanacak, hem içilecek serin bir su." diye vah-yetmişti. Hanımı onun geç kaldığını görünce ona doğru gitti ve kendisine baktı. O da tam bu sırada Allah tarafından bütün hastalığı iyileştirilmiş olarak ve en güzel durumunda çıkageldi. Hanımı onu görünce, "Hey! Allah seni mübarek kılsın, Allah'ın şu hastalığa mübtelâ olmuş peygamberini gördün mü? Buna gücü yeten Allah'a yemin ederim ki onun sağlıklı olduğu zamanki durumuna senden daha çok benzeyen birini görmedim." dedi. Ey­yub (a.s.), "İşte ben oyum." diye karşılık verdi. Eyyub (a.s.)'un iki ambarı vardı. Bunlardan birisi buğday, diğeri arpa deposu idi. Allah Tealâ iki bu­lut gönderdi. Bulutlardan birisi buğday ambarının üzerine gelince taşmca-ya kadar içine altın boşalttı. Diğer bulut da arpa deposunu taşırmcaya ka­dar içine altın boşalttı."

"Ayağını yere vur. İşte hem yıkanacak, hem içilecek serin bir su." Yani ona şöyle buyurduk: "Ayağınla yere vur." Bunun üzerine ayağını yere vur­du ve yerden akan bir su kaynağı zuhur etti. O da o suda yıkandı ve ondan içti de sağlık ve afiyet içinde, hastalıktan kurtulmuş olarak oradan çıktı.

Bu, Hz. Eyyub'un yakalandığı hastalığın bulaşıcı veya tiksindirici bir hastalık olmayıp, sadece acı veren, yorgun düşüren ve bu tür hastalıklara iyi gelen maden suyu yahut kükürtlü su gibi sularla şifa bulması mümkün olan bir cilt hastalığı olduğunun delilidir.

Hz. Eyyub, hastalıktan şifa bulduğu gibi Allah Tealâ aile efradını ve malını da kendisine geri vermiştir. Zira kendisi önceden çok malı-mülkü ve evlâdı olan bir kimseydi. Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor: "Ona hem ehlini, hem onlarla beraber bir mislini bizden bir rahmet ve temiz akıl sa­hipleri için de bir ibret olmak üzere bağışladık." Yani ona ehlini bağışladık ve onları artırdık. Bu, ya Yüce Allah'ın onları öldükten sonra tekrar dirilt­mesi suretiyle -ki Allah Tealâ her şeye kadirdir- suretiyle, ya da aile fert­leri ayrılıp dağıldıktan sonra onları Hz. Eyyub'un başına tekrar toplaması ve nesillerini çoğaltıp sayılarını artırması suretiyle olmuştur. Böylece onla­rın adedi, Hz. Eyyub hastalanmadan öncesine nazaran iki katına ulaşmış­tır. Bu, Allah'tan bir rahmet ve akl-ı selim sahipleri için bir ibret olarak; sabrın sonunun feraha çıkış olduğuna, Allah'ın rahmetinin iyi kulların ya­kınında bulunduğuna ve her zorluk ile birlikte bir kolaylığın mevcut oldu­ğuna iman edilmesi için zikredilmiş bir olaydır.

Daha sonra Allah Tealâ, Hz. Eyyub'a, yeminini mubah bir şekilde ye­rine getirmesi için bir ruhsat zikretmiş ve şöyle buyurmuştur:

"Eline bir demet al da onunla vur. Yemininde durmazlık etme." Yani eline kuru otlardan oluşmuş büyük bir demet al ve onunla, hastalığından iyileşmen halinde kendisine yüz sopa vuracağına dair daha önce yemin et­tiğin hanımına vur; yemininde durmazlık etme. Yani yeminin gereği neyse onu yerine getirmeyi terketme. Söz konusu yeminin sebebi, Hz. Eyyub'un hanımı olan Leyyâ bt. Yakub'un -veya o, Rahme bt. Efrâîm b. Yusuftur-zamanında geri dönmeyip, geç kalmasıdır.

Daha sonra Yüce Allah, şöyle buyurarak Hz. Eyyub'u methetmektedir:

"Biz onu hakikaten sabırlı bulduk. O ne güzel kuldu. Hakikat o daima Allah'a dönerdi." Yani biz onu, bedenini mübtelâ kıldığımız hastalığa, ma­lının ve ailesinin gitmesine sabreder bulduk. Eyyub ne güzel bir kuldu. İş­lediği bir günah sebebiyle değil de, hasenatını artırmak ve derecesini yük­seltmek maksadıyla tevbe ve istiğfar ile Allah Tealâ'ya çokça rücu ederdi. Biz de onu, sıkıntısını kaldırıp kendisini feraha ulaştırmak suretiyle mü­kâfatlandırdık. Halbuki o, sabırsız davranıp Allah'a şikâyette de bulunma­mıştı. Ancak peygamberler, içinde bulundukları durumu Yüce Allah'ın hakkıyla bildiğini kendilerine öğreten mutlak ve tam imanları sayesinde Allah Tealâ'dan, gam ve kederlerini kaldırmasını istemeyebilirler de.

Rivayet edildiğine göre Eyyub (a.s.) başına her musibet geldiğinde "Allah'ım! Sen verirsin, Sen alırsın." derdi. Yine o, Allah'a yakarışın da şöyle derdi: "İlâhi! Şüphesiz sen biliyorsun ki dilim kalbime muhalefet et­medi, kalbim gözüme tabi olmadı, sahip olduğum şeyler beni gaflete sürüklemedi, yanımda bir yetim bulunmaksızın birşey yemedim, beraberimde aç veya açık birisi varken tok ve giyinik olarak gecelemedim." [56]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler bizi aşağıdaki hükümlere götürmektedir:

1- Başa gelen bir musibet sebebiyle Allah Tealâ'ya dua etmeye ve O'na halini arzetmeye bir mani yoktur. Her ne kadar Hz. Eyyub başına gelen hastalığa uzun süre sabretmişse de, daha sonra başındaki iki türlü sıkıntı­nın gitmesi ve feraha kavuşturulması için Rabbine dua etmiştir. Bu iki sı­kıntının biri bedenindeki şiddetli elem, diğeri de istenmeyen durumların başına gelmesi ve hayırların son bulması ile hissettiği şiddetli gam ve ke­derdir. Bu sebeple Yüce Allah bu mevzuda iki kelime zikretmektedir: Yor­gunluk ve azap.

2- Sıkıntılı durumlarda sabır zırhını kuşanmak mümin üzerine düşen bir sorumluluktur. Zira Allah Tealâ Hz. Peygamber (s.a.)'e sıkıntılı durum­lar karşısında Eyyub (a.s.)'u ve keza Hz. Davud ve Hz. Süleyman gibi diğer peygamberleri örnek almasını emir buyurmuştur.

3-  Eyyub (a.s.)'un yakalandığı hastalık, insanları tiksindirici türden bir hastalık değildir. Çünkü fıtrî olarak insanları tiksindiren hastalıklar­dan salim olmak peygamberliğin şartıdır. Hz. Eyyub'un hastalığı, -uyuz gi­bi- deri altında bulunan bir hastalıktır ki bu tür hastalıklar elem ve acı ve­rici olsalar da bulaşıcı değildirler. Hz. Eyyub'un hastalığı, bütün bedene si­rayet eden   ve etkisi gözle görülen bir hastalıktır. Bunun delili, "Bu dert bana dokundu." (Enbiyâ, 21/83), "Hakikat şeytan beni yorgunluğa ve azaba uğrattı.", "Kendisindeki o zararı gidermiştik." (Enbiyâ, 21/84), "Ayağını yere vur" ve "İşte hem yıkanacak, hem içilecek serin bir su" ayet-i kerimeleridir.

4- Bir demet sapla karısına vurması, Hz. Eyyub'un yeminini yerine getirebilmesi için Allah Tealâ tarafından kendisine tanınmış bir ruhsattır.

Bu noktadan sonra ulema şu husus üzerinde ihtilâf etmiştir: Bu hü­küm umûmîmidir, yoksa Hz. Eyyub'a has bir hüküm müdür? Alimlerin bu konuda iki görüşü vardır:

Birinci görüş:

Bizden önceki ümmetlerin şeriati bizim için de şeriattir diyen Hanefî-ler şu görüşü benimsemişlerdir: Bu hüküm umumidir. Dolayısıyla yüz sopa vurmaya yemin etmiş olan bir kimse, 100 adet ince daldan oluşmuş bir odun demeti alır ve onunla vurur. Böyle yapan kimse yeminini yerine ge­tirmiş olur ve artık ona keffaret gerekmez. Çünkü Allah Tealâ böyle yap­mayı Eyyub (a.s.)'a bir ruhsat olarak tanımış ve böyle yaptığında onun ye­minini yerine getirmiş olacağını bildirmiştir. Kişi yemininde hânis olmadı­ğı (yemininde durmazlık etmediği) sürece de onu yerine getirmiş demektir.

Bu, sağlıklı ve hastalıklardan salim olmayıp, hasta ve illetli olanlar hak­kında böyledir.[57]

Şafiî ve Hanbelîler de şöyle demişlerdir: İyileşeceği umulmayan hasta kimseler hakkında hadd ikamesinin, yüz adet şimrâhdan (hurmaları alın­mış salkım çubuğu, ince dal) oluşmuş bir demetle bir kere vurmak suretiy­le yerine getirilmesi caizdir. Çünkü İmam Ahmed, Ebû Davud ve İbni Mâ-ce, Sehl b. Huneyf (ra)den[58] şöyle rivayet etmişlerdir: "Hastalıktan bitkin düşmüş bir adam hakkında Hz. Peygamber (s.a.), sahabenin yüz adet hur­ma salkımı çubuğu alıp, onunla o zata bir tek kere vurmalarını emir bu­yurdu." İmam Şafiî şöyle demiştir: "Bir kimse, "Falana yüz celde" veya "bir vuruş vuracağım." der de "şiddetli vuracağım" demez ve buna kalbiyle ni­yet de etmezse, ayette zikredilen bu şekilde vurması yeterli olur. Böyle ya­pan kimse yemininde durmamış sayılmaz."

Bizden önceki ümmetlerin şeriatinin bizim için de şeriat olduğu görü­şünü benimsemeyen İmam Şafiî bu görüşünde Sünnet-i Nebeviyye ile sabit olan delile dayanmaktadır. İmam Ahmed'e gelince, o bizden önceki ümmet­lerin şeriatinin bizim için de şeriat olduğu görüşünü kabul eder.

İkinci görüş:

Bizden önceki ümmetlerin şeriatinin bizim için de geçerli olduğu görü­şünü benimseyen Malikîler ise söz konusu ruhsatın Hz. Eyyub'a mahsus bir ruhsat olduğu görüşünü benimserler. Bunun delili ile hitabın tevcihi ve bir de bahse konu ruhsat hakkında zikredilen illettir. İbnu'l-Arabî şöyle der: "Mâlikin bu meselede kaidenin dışına çıkmasının sebebi oldukça güzel bir te'vildir. O te'vil şudur: Mâlik'e göre imanın kasıt ve niyet üzere yürü­mesi evlâdır. Çünkü Buhari ve Müslim tarafından Hz. Ömer (r.a.)'den riva­yet edilen bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ameller ancak niyetler iledir." Niyet; şeriatin aslı, amellerin direği ve teklifin ölçü­südür. Bahse konu Hz. Eyyub kıssasında ise Hz. Eyyub'un nasıl niyet ettiği açık değildir ki bu konuda onun şeriati ile iltizam edilebilelim." Bu, aynı zamanda İmam Leysin de görüşüdür.

Hîle-i şeriyyelerle mücadele ettiği I'lâmu'l-Muvakkı'în adlı eserinde İbnu'l-Kayyım, bu konuda Mâlikîler'in metodu üzere yürümüş ve mezkûr kıssadaki fetvanın Hz. Eyyub'a has olduğu görüşünü benimsemiştir. Ona göre şayet bu hüküm herkesi kapsayacak şekilde umumî olsaydı, yemini­nin gereğini yerine getirmesi halinde büyük bir peygamberin zarara uğra­masından endişe edilmez ve ayrıca bu kıssa da bizim için kendisinden bü­yük bir ibret çıkarılacak bir olay olmaktan çıkardı. Şu halde bu kıssa, benzeri durumlarda ortaya çıkacak olaylardan gerekli dersi çıkarmamız için anlatılmıştır. Dolayısıyla, biz bu kıssayla Allah Tealâ'nm onu anlatmaktaki hikmetine bakarız. Bu söylediklerimize Yüce Allah'ın "Biz onu hakikaten sabırlı bulduk." kavl-i ilâhisi delâlet etmektedir. Bu cümle, -tıpkı diğer benzerlerinde olduğu gibi- illet zikredilecek bir makamda zikredilmiştir. Demek ki Allah Tealâ Hz. Eyyub'a, sabrının mükâfatı, hanımına verilecek cezanın hafifletilmesi ve yine hanımına bir rahmet olsun diye bu hükmü indirmiştir. Ayrıca şu da var ki; Yüce Allah ona bu hukmü,"Yemininde dur-mazlık etme." ayetinde de ifade buyurulduğu gibi yemininde durmazlık et­mesin diye indirmiştir."

5- Sabrın çok büyük bir fazileti vardır. Bunun için Yüce Allah Hz. Ey-yub'un, bedenine isabet eden hastalık, ehline ve malına isabet eden sıkıntı­lara karşı sabretmekle ve Allah Tealâ'ya çokça yönelmekle tavsif buyur­muştur. Buradaki "evvâb" kelimesi, Her işinde Allah Tealâ'ya çokça yöne­len ve O'na sığınan demektir. [59]

 

Hz. İbrahim Ve Neslinin (İsmail, İshak, Yakub, Elyesa Ve Zülkifl) Kıssası (Hepsine Selam Olsun)

 

45- Kuvvetli ve basiretli kullarımız İbrahim'i, İshak'ı, Yakub'u da an.

46- Biz onları, ahiret yurdunu dü­şünme hasletiyle kendimize halis  kul yaptık.

47- Onlar bizim indimizde seçkinlerden: hayırhlardandır-

48- İsmail'i, Elyesa'ı, Zülkifl'i de an. Hepsi de iyilerdendir.

49- Takvaya erenler için güzel bir gelecek vardır:

50- Adn cennetleri. Onlar için bütün  kapılan tastamam açılmıştır.

51-  Orada koltuka yaslanarak  birçok yemişler, içecekler isteye- çeklerceKler-

52- Yanlarında da bakışlarını yalnız  kocalarına diken, bir yaşıt dilberler  vardır.

53-  İşte hesap günü için size vaad olunagelen şey, bunlardır.

54- Şüphe yok ki bu, bizim bitip tü­kenmeyecek rızkımızdır.

 

Belagat:

 

"uli'l-eydî ve'l-ebsâr" (kuvvetli ve basiretli) kelimeleri istiare-i temsili-ye'dir. Buradaki "eydî" kelimesi, ibadette kuvvetten, "ebsâr" ise dinde basi­ret sahibi olmaktan istiaredir.

"Bu bir hatırlatmadır. Takvaya erenler için güzel bir gelecek vardır: Adn cennetleri. Onlar için bütün kapıları tastamam açılmıştır." cümleleri ile, aşağıda gelecek olan "Bu böyledir. Fakat azgınlara da en kötü bir gele­cek vardır" ayeti arasında mukabele (karşılıklılık) vardır.

"İşte hesap günü için size vaad olunagelen şey bunlardır." ayetinde, onlara verilen önemi vurgulamak amacıyla yukardaki ayetlerde üçüncü şa­hıslardan bahsedilirken muhataba hitaba dönülmüştür. [60]

 

Kelime ve İbareler:

 

"ibâdenâ" (kullarımız) kelimesi, "abdenâ" (kulumuz) şeklinde de okun­muştur.

"Kuvvetli" ibadette kuvvet sahibi "basiretli kullarımız..." dinde basiret ve fıkıh (derin anlayış) sahipleri ve dinin esrarını bilen kimseler. "Biz onla­rı ahiret yurdunu düşünme" ahiret yurdunu hatırlama ve orası için amelde bulunma "hasletiyle kendimize halis kul yaptık" onları bize karşı halis kim­seler kıldık.

"Onlar bizim indimizde seçkinler" hemcinsleri arasından seçilmişler. Burada kullanılan "müstafin" kelimesi, "mustafâ"nm çoğuludur, "hayırlı­lardandır." Hayırda üstün kılınmış kimseler. Burada kullanılan "ahyâr" kelimesi, "hayyir" kelimesinin çoğuludur. Bu kelime ise, tabiat itibariyle hayır işlemeye düşkün kılınmış kimse demektir. "İsmail" İbrahim (a.s.)'in oğludur. "Elyesa" Buradaki "lam" harfi zaiddir. Elyesa (a.s.) da peygamber­dir. Kendisi Uhtûb'un oğludur. Hz. İlyas onu, İsrailoğulları'na kendi yerine bırakmıştı. Elyesa (a.s.) daha sonra peygamber olmuştur. "Zülkifl" Yesa (Elyesa)'mn amcasının oğludur veya onun adı Bişr'dir ve kendisi Eyyub (a.s.)'un oğludur. Peygamber olup olmadığında ve lakabında ihtilâf vardır. En sahih olan görüş, onun peygamber olduğunu benimseyen görüştür. Yüz peygamberin, öldürülmekten kaçarak kendisine sığındığı, onun da onlara acıyarak kendilerini himaye ettiği söylendiği gibi, kendisinin, günde yüz (vakit veya rek'at) namaz kılan salih bir kimsenin yaptığı ameli yaptığı da söylenmiştir.

"Bu bir hatırlatmadır" Bu, onlar için bir şeref ve güzel bir övgüyle yü­celtmedir. Yahut zikredilen bu ayetler, Zikir'den, yani Kur'an'dan bir nev' ve parçadır, "güzel bir gelecek" Ahirette dönülecek yer güzelliği. "Adn cen­netleri." İstikrar ve sebat cennetleri. Buradaki "adn" kelimesinin "adene" kelimesinden geldiği de söylenmiştir. Buna göre "Adene fi'1-mekân" denir ki, "Orada ikamet etti." demektir, "yaslanarak" yani -bir başka ayette de zikredildiği gibi- "koltuklarına yaslanarak." "Bakışlarını yalnız kocalarına diken" Kocalarından başkasına bakmayan, "bir yaşıt" Yani yaşları birbirine eşit ve hepsi de 33 yaşında kızlar. Aralarında ayrılık-gayrılık olmasın diye bunların yaşları birbirinin aynı olmuştur. Ayrıca akranlar arasındaki kar­şılıklı sevgi de daha sağlam olur. [61]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Yüce Allah burada Hz. İbrahim'e ve onun soyundan gelen peygamber­lere ait kıssaları zikretmiştir. Bunlar insanlar için bir öğüt, ibret ve talim olsun, insanlar onların ahlakıyla ahlâklansm ve onların amelleriyle amel etsin diye zikredilmiştir..Zira onlar, bu amel ve ahlâkları dolayısıyla Allah Tealâ'nın onlar ve kendileri gibi olanlar için bu ayetlerde vaad ettiği fazla­sıyla karşılık alma ve daimi nimetlere kavuşma lütfuna hak kazanmışlar­dır. Bu kıssalar, bu surenin başında zikredilen diğer kıssalara matuftur. Dolayısıyla burada Yüce Allah sanki şöyle buyurmuş olmaktadır: "Onların dediklerine sabret. Kulumuz Davud'u an. (....) Kulumuz İbrahim'i.... de an" Yani ey Muhammed (s.a.)! İbrahim (a.s.)'in ateşe atıldığı zamanki sabrını, İshak (a.s.)'m İsrailoğulları'nı doğru yola davetteki sabrını, Yakub (a.s.)'un oğlunu kaybettiği ve gözlerinin kör olduğu zamanki sabrını, İsmail (a.s.)'in boğazlanacağı zamanki sabrını ve Elyesa (a.s.) ile Zülkifl (a.s.)'in İsrailo-ğulları'nm eziyetleri karşısındaki sabrını an. [62]

 

Açıklaması:

 

Allah Tealâ, peygamber kullarının faziletlerini haber veriyor ve şöyle buyuruyor:

"Kuvvetli ve basiretli kullarımız İbrahim'i, İshak'ı, Yakub'u da an!" Yani salih ameli ve ibadette kuvvet sahibi ve keskin basiretli kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub'un sabrını an. Zira onlar taati devamlı alışkanlık haline getirmişlerdi. Biz de onları, razı olunacak ameller işleme kuvvetiyle takviye ettik. Böylece onlar güzel amel işlediler ve hayırda öne geçtiler. Yi­ne biz onlara dinde fıkıh ve ilim konusunda basiret ve dinde faydalı olacak ameller işleme gücü verdik".

Bunun sebebi ise şudur:

"Biz onları, ahiret yurdunu düşünme hasletiyle temizleyip, kendimize halis kul yaptık." Yani biz katışıksız bir hasleti onlara has kıldık. Bu has­let, ahiret yurdunu düşünsünler ve ahirete iman etsinler diye ahiret için amel işleme, emir ve yasaklarımıza uyma hasletidir ki bu, peygamberlerin özelliğidir.

"Onlar bizim indimizde seçkinlerden, hayırlılardandır." Yani onlar şüphesiz ki hemcinsleri arasından seçilmiş ve tabiat itibariyle hayır işle­meye düşkün kılınmış kimselerdir. Dolayısıyla eziyete meyletmezler; her­hangi bir kimseye karşı duyulan kin, haset, buğz ve çekememezlik gibi duygular onların kalplerinde yer tutamaz. Onlar kötülük ve günah işle­mezler. Zira onlar seçilmiş hayırlı kimselerdir.

"İsmail'i, Elyesa'ı, Zülkifl'i de an. Hepsi de iyilerdendir." Yani İsmail, Elyesa ve Zülkifl'in sabrını ve onların salih amellerini de an. Zira onların hepsi hayırlı ve peygamberlik için seçilmiş kimselerdir.

Allah Tealâ peygamberine, kavminin sefahetine karşı sabretmesini emir buyurduktan ve peygamberlerden bir bölümünü andıktan sonra, müminlerin ve kâfirlerin görecekleri karşılığı ve bu iki gruptan her birinin karar kılıp kalacağı yerleri zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Bu bir hatırlatmadır. Takvaya erenler için güzel bir gelecek vardır." O peygamberlerin güzel amellerini zikredip sayan bu Kuran ayetleri, onlar için yüceltme, dünyada güzel anılma vesilesi ve ebedî olarak kendisiyle anılacakları bir şereftir. Onlar için ve onlar gibi muttaki kullar için ahiret-te, içinde Allah Tealâ'nm mağfiretine, rızasına ve cenneti nimetlerine döne­cekleri bir dönüş yeri vardır. Bu, onlar için ve onlar gibi kimseler için ahi-ret yurdunda hazırlanmış olan nimetlerin ve saadetin zikredilmesine giriş mahiyetindedir.

Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurarak, "dönüp gidilecek yer güzelli-ğı'ndenmaksadın ne olduğunu açıklamaktadır:

"Adn cennetleri. Onlar için bütün kapıları tastamam açılmıştır." Yani bu gelecek, cennetlerde nail olacakları daimi ikamettir. Bu cennetlerin ka­pıları onlar için sonuna kadar açılmıştır. Onlar cennetlere geldikleri za­man, kendilerine ikram olarak bu cennetin kapıları açılır. Bu ifadede, anı­lan cennetlerin takvaya eren kimselere mahsus olduğu, buraların genişliği, güzelliği ve kıymeti ima edilmektedir ki nefisler bu özelliklere sahip cen­netlerle mutluluk bulur.

"Orada koltuklarına yaslanarak birçok yemişler, içecekler isteyecekler." Yani onları, cennetlerde koltuklara ve divanlara yaslanmış olarak, canları­nın istediği güzel, lezzetli ve pek çok çeşidi bulunan meyveleri, yine çok çe­şitli olan güzel ve tatlı içecekleri ve daha başka şeyleri talep ederken gö­rürsün. Onlar her ne isterlerse, istedikleri şeyleri anında bulurlar. "Akıp giden cennet şarabı kaynağından doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehler­le..." (Vâkı'a, 56/18) onların istediği şeyler hazır edilir.

Bu ayette sadece yemiş (meyve) ve içecek (şarap) zikredilmesinin se­bebi, Arapların bunlara olan düşkünlüğündendir. Çünkü onların yaşadığı yerler, sıcak olup, meyve ve içecek bakımından yoksuldur. Ayrıca bu ayette, cennet ehlinin, gıdalanmak için değil, sadece lezzetlenmek ve tad almak maksadıyla yemek yiyeceği ima edilmektedir. Çünkü onların bedenleri ora­da sürekli kalmak için yaratılmıştır ve bu sebeple yemeye ve içmeye ihti­yaçları yoktur.

Takvaya ermiş kimselerin cennetteki meskenlerini, yiyecek ve içecek­lerini bu şekilde anlattıktan sonra Allah Tealâ, onların eşlerini zikretmek­te ve şöyle buyurmaktadır:

"Yanlarında da bakışlarını yalnız kocalarına diken, kendileriyle yaşıt dilberler vardır." Yani onların, bakışlarını yalnız kocaları üzerine yönelten, onlardan başkasına bakmayan eşleri vardır. Bunlar yaşıttırlar, yaşları bir­birinin aynı olduğu gibi, güzellikleri de birbirinin aynıdır. Birbirlerini se­verler, aralarında herhangi bir kin gütme veya ayrılık-gayrılık yoktur.

Daha sonra Yüce Allah, takvaya ermiş kimseler için vaad ettiği karşı­lığı şöyle zikretmektedir:

"İşte hesap günü için size vaad olunagelen şey, bunlardır." Yani cenne­tin özellikleri cümlesinden olarak zikredilen bu vasıflar, Allah Tealâ'nın muttaki kullar için vaad ettiği şeylerdir. Bu, kendilerine vaad edilmiş olan en güzel bir karşılıktır ve öldükten sonra dirilip kabirlerden kalkarak da­ğılmanın ardından ahiretteki hesap günü için ertelenip saklanmıştır.

Bu nimetlerin özelliği, devamlı olmalarıdır. Zira Yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır:

"Şüphe yok ki bu bizim, bitip tükenmeyecek rızkımızdır." Yani bizim si­ze bahşettiğimiz bu nimetler, bitip tükenmesi ve son bulması kesinlikle söz konusu olmayan daimî bir rızıktır. Nitekim şu ayet-i kerimeler de aynı şeyi ifade etmektedir: "Sizin yanınızda bulunan tükenir. Allah 'm yanında bulu­nan ise kalıcıdır." (Nahl, 16/96), "Bu, kesintisiz bir vergidir." (Hûd, 11/108), "Onlar için kesintisiz bir mükâfat vardır." (İnşikâk, 84/25). "Yemişi de sü­reklidir, gölgesi de. İşte takvaya erenlerin sonu budur. Kâfirlerin sonu da ateştir." (Ra'd, 13/35). [63]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Yüce Allah, peygamberlerden olan bu seçilmiş halis kimseleri, kendi­lerinden önce gelen diğer peygamberlerle birlikte Rasulullah (s.a.) ve on­dan sonra gelen müminler için sabırda, amel-i salihte, faydalı ilimde, iba­det kuvvetinde ve dinde fıkıh sahibi olmada güzel birer örnek kılmıştır.

Burada zikredilen peygamberlerin seçilmesinin sebebi, onların ahiret yurduna iman etmiş olmaları ve orayı anıp düşünmeleri, Allah Tealâ'nın rızasına ve mağfiretine ulaştıran, cennete girmelerini sağlayan amelleri iş­lemeleridir. Zira onlar ahireti düşünmüş ve ahiret hayatına rağbet etmiş­ler, dünyada ise zühd ile ömür sürmüşlerdir.

Onların, kıyamete dek okunacak olan Kur'an'da zikredilmeleri, kendi­leri için dünyada bir yüceltme, taltif, güzel övgü ve şereftir ki onlar daima bu şekilde anılacaklardır.

Gerek onlar, gerekse takva ehli olan herkes için, dünyadaki bu güzel övgü yanında, ahirette de güzel bir varış yeri vardır. Zira zeminlerinde ır­maklar akan ve kapıları, kendilerine ikram olmak üzere melekler tarafın­dan açılan cennetler, Adn cennetleri onlar içindir.

Onlar, koltuklara yaslanarak oturdukları rahat mekânlarda cennet ni­metlerinden faydalanırlar. Çok ve çeşitli meyveler ve içecekler de onlarındır.

Yine başkalarına dönüp bakmayan, yalnız kocalarına bakan eşler de onlarındır ki bu eşlerin hepsi bir yaştadırlar; gençlik ve güzellikte de aynı seviyededirler, hepsinin 33 yaşında olduğu söylenilmiştir.

Daha sonra Allah Tealâ, bunu takvaya eren kimselere vaad ettiği kar­şılık olduğunu zikretmekte, ardından da bu karşılığın devamlı olduğunu haber vermektedir. Bu da cennetin nimetlerinin bitip tükenmesinin söz ko­nusu olmadığının delilidir. [64]

 

Azgın Şakilerin Cezası:

 

55- Bu böyledir. Fakat azgınlara da en kötü bir gelecek vardır:

56- O da cehennemdir. Onlar buraya girecekler. Ne kötü bir döşektir o!

57- İşte onu tatsınlar. Kaynar su ve irindir.

58- Ve daha başka çeşitler de vardır.

59- İşte bunlar körü körüne maiyeti­nize giren güruhtur. Onlar rahat yüzü görmesinler. Çünkü onlar o ateşe gireceklerdir.

60- Dediler ki:  "Hayır, asıl siz rahat yüzü görmeyin. Bunu bizim önümü­ze siz getirdiniz. Ne kötü durak."

61-  Dediler ki: "Ey Rabbimiz, bunu bizim önümüze kim getirdiyse, onun ateş içindeki azabını katmerli olarak artır."

62- Dediler ki: "Kötülerden saydığı­mız adamları niye burada görmüyo­ruz?"

63-  "Biz onları eğlence edinirdik. Yoksa gözlerimiz mi onlardan kay­dı?'

64- İşte bu, cehennem ehlinin birbi­riyle davalaşması, muhakkak ve kat'i bir gerçektir.

 

Belagat:

 

"eşrâr", "ebsâr" ve "ehli'n-nâr" kelimeleri arasında, sözün bediî güzel­liklerinden olan ve "murâ'âtu'l-fevâsıl" denen, ayet sonlarının "r" sesinde bir birbirine uygun olma özelliği vardır.

"Ne kötü bir döşektir o!" cümlesinde, cehennemliklerin orada görecek­leri ateş azabı, uyuyacak kimse için serilen döşeğe benzetilmiştir. [65]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Fakat o azgınlara da" Yani Allah Tealâ'yı ve peygamberlerini inkâr edip, Allah'ın tayin ettiği sınırları tecavüz eden kâfirlere "en kötü bir gele­cek" dönüp dolaştıktan sonra varılacak yer "vardır." "İşte onu" azabı "tat­sınlar." "Ahar: Daha başka" yani daha başka azap. Buradaki "ahar" keli­mesi, "uhar" şeklinde çoğul olarak da okunur ki, bu durumda anlamı, "da­ha başka azap çeşitleri." şeklinde olur.

Onlar cehennem ateşine girdikleri zaman kendilerine şöyle hitap edi­lecektir. "İşte bunlar körü körüne maiyetinize giren güruhtur" sizinle birlik­te cehenneme şiddetle sokulan güruh. Buradaki "fevc: güruh" kelimesi, da­lâlet ehline tabi olan çok sayıdaki insanı anlatmaktadır. "Onlar rahat yüzü görmesinler." Yani onlar için bir genişlik ve rahatlık olmasın. Bu, dalâlet li­derlerinin, kendilerine uyanları kastederek söyledikleri bir sözdür. "Çünkü onlar o ateşe gireceklerdir." Onlar da bizim yaptıklarımızı yaptıkları için o amellerinden dolayı cehennem ateşine girenlerdir. "Dediler ki: "Hayır, asıl siz rahat görmeyin." Tabi olanlar, liderlere dediler ki: Bilakis asıl siz söyle­diklerinize daha müstehaksmız. Bu küfrü bizim önümüze siz getirdiniz. "Ne kötü durak." Bu karar yeri, yani cehennem. Zira hem cehennem ateşi bize, hem de sizedir.

"Dediler ki" Yani uyanlar yine dediler ki: "Ey Rabbimiz! ...azabını kat­merli olarak artır." Azabını, gördüğü kadar daha artırmak suretiyle kat kat yap ki iki kat olsun. Nitekim Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisinde de benzeri bir anlatım vardır: "Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lanetle rahmetinden kov." (Ahzâb, 33/68). "Dediler ki" Yani azgın liderler, cehennemden şöyle seslendiler. "Kötülerden saydığımız" kendilerinde hiç­bir hayır bulunmayan rezillerden saydığımız "adamları niye burada gör­müyoruz." Onlar bu sözle, hakir görüp rezil saydıkları ve alay ettikleri yok­sul müslümanlan kastetmektedirler. "Biz onları eğlence edinirdik." Bu, is-tifham-ı inkârî tarzında bir cümledir. Yani onlar, dünyadayken müminleri eğlence edinmeleri sebebiyle kendi nefislerini kınayarak ve kendi kendile­rine serzenişte bulunarak böyle diyeceklerdir. Yani evet, biz onları kendi iş­lerimizde eğlence olarak görürdük. Oysa onlar böyle değillermiş ve işte, on­lar cehennem ateşine girmediler! Bu kelime "sin" harfinin dammesiyle -"suhriyyen" şeklinde- de okunur. Anlamı, "Biz onları eğlence edinirdik" demektir. "Yoksa gözlerimiz mi onlardan kaydı." meyletti. Yani yoksa onlar da bizimle birlikte de biz mi onları görmüyoruz? Burada kastedilenler Am-mâr, Bilâl, Suheyb ve Selmân (r.a.) gibi yoksul sahabilerdir.

"İşte bu, cehennem ehlinin birbiriyle davalaşması" birbirleriyle çekiş­mesi "muhakkak ve kat'î bir gerçektir" Bizim, cehennem ehlinin durumuna ilişkin olarak anlattığımız bu olay muhakkak gerçekleşecektir ve onlar muhakkak surette bu şekilde çekişecekler. [66]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ, takvaya eren kimselerin göreceği karşılığı ve varacağı ye­ri anlattıktan sonra, iki grup arasında yapılan karşılaştırmanın tamam ol­ması ve takva sahibi insanlara yapılan vaad ile azgınlara yapılan tehdit bir arada bulunsun diye azgınların göreceği azabı ve mahrum şakilerin durumunu ortaya sermektedir. Böylece Yüce Allah'ın emirlerine taatin ka­bul edilmesi ve günahtan kaçınılması kolaylaşacak ve böylece arzu edilen hedefe ulaşılmış olacaktır. Bu hedef ise kulların gidişatının ıslahı ve güzel-leştirilmesidir. [67]

 

Açıklaması:

 

"Bu böyledir. Fakat azgınlara da en kötü bir gelecek vardır." Yani bu zikredilen, müminlerin göreceği karşılıktır. Yahut durum, zikredildiği gibi­dir. Allah Azze ve Celle'ye taatten çıkan ve peygamberleri yalanlayan kâ­firler için ise kötü bir dönüş ve varış yeri vardır. Bu varış yerini Allah Te­alâ şu kavl-i ilâhisi ile açıklamaktadır:

"O da cehennemdir. Onlar buraya girecekler. Ne kötü bir döşektir o!" Yani onlar cehenneme gireceklerdir ve cehennemin ateşi onları her yandan kuşatıp yakacaktır. Onların, kendi nefisleri için hazırladıkları bu yer ne kötü bir yerdir! Yani onlar için cehennem ateşinden ibaret olan bu döşek çok kötüdür. Burada ateş, döşeğe benzetilmiştir. Nitekim şu ayet-i kerime­de de aynı durum söz konusudur: "Onlar için cehennemden bir döşek ve üstlerinde de yine ateşten örtüler vardır." (A'râf, 7/41).

"İşte onu tatsınlar. Kaynar su ve irindir." Yani işte bu hamîm (kaynar su)'dir. Onu tatsınlar. Bu, onların azabı tatmasını isteyen alaycı tarzda ge­len bir emirdir. Hamîm, sıcaklığı çok şiddetli olan sudur ki, deriyi yakıp kızartır. Gassâk ise soğuk ve acı bir sudur ki, soğuğunun şiddeti sebebiyle onu içmek mümkün değildir. Bu, cehennem ehlinin derilerinden akan irin ve sarı sudur.

"Ve daha başka çeşitleri de vardır." Yani onlar için hamîm ve gassâk gi­bi olan başka çeşit zorlu, azaplar da vardır ki onlar bu azap türlerine de muhatap olacaklardır. Bunlar birbirine zıt olan azaplardır. Zira bu ayette geçen "ezvâc" kelimesi, birbirine zıt ve muhtelif azap türleri anlamına gelir.

Daha sonra Allah Tealâ, cehennem ehlinin aralarında geçen konuşma­ları zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"İşte bunlar körü körüne maiyetinize giren güruhtur. Onlar rahat yüzü görmesinler. Çünkü onlar o ateşe gireceklerdir." Yani daha önce cehen­neme giren bir grup, kendilerinden sonra girenleri, cehennem bekçileri ve zebanilerle birlikte karşılaştıkları zaman şöyle diyecekler: "Bunlar da si­zinle birlikte cehenneme giren büyük bir topluluktur. Onlar rahat görmesinler. Yani onlar için bir hayır ve iyilik yoktur. Onlar da tıpkı bizim girdi­ğimiz gibi ateşe girdiler ve tıpkı bizim hak ettiğimiz gibi onlar da bu ateşi hak ettiler. Onların, "Onlar rahat yüzü görmesinler!" sözünden murad, on­lara bedduadır. Bu, ileri gelen efendi ve önderlerin ağzından, dünyadayken terkedilmiş olan tabiler hakkında sadır olan bir sözdür. Bu ifade, kâfirler arasındaki dayanışmanın sona erdiğine, hatta düşmanlığa dönüştüğüne dair Allah Tealâ tarafından verilen bir haberdir.

Liderlerinin bu sözlerine, onlara tabi olanlar şöyle cevap vereceklerdir:

1- "Dediler ki: "Hayır, asıl siz rahat görmeyin. Bunu bizim önümüze siz getirdiniz. Ne kötü durak!" Yani önderleri şöyle dediler: "Hayır, siz bunu bizden daha çok hak ettiniz. Zira bizi siz doğru yoldan saptırdınız ve bizi bu sona siz davet ettiniz. Cehennem hem bizim için hem de sizin için ne kötü bir karar yeridir!" Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Her ümmet (ate­şin içine) girdikçe yoldaşına lanet etti." (A'râf, 7/38).

2- "Dediler ki: "Ey Rabbimiz, bunu bizim önümüze kim getirdiyse onun ateş içindeki azabını katmerli olarak artır." Yani yine uyanlar, kendilerini peşlerinden gitmeye çağıran önderleri kastederek şöyle dediler: "Rabbimiz! Bizim bu ateşe girmemize sebep olanlara ve bizim önümüze bu azabı geti­renlere, küfürlerinin ve dalâlete düşürmelerinin karşılığı olarak ateşteki azabı kat kat artır." Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbimiz, bunlar bizi saptırdılar. Bunlara eteşten bir kat daha azap ver." Allah "Hepsi için bir kat daha fazla azap vardır, ama siz bilmezsiniz." buyurdu." (A'râf, 7/38). Yani sizden her birinizin kendi durumuna göre azabı vardır. Yine Al­lah Tealâ şöyle buyurur: "Ve dediler ki: Rabbimiz, biz reislerimize ve büyük­lerimize uyduk da bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lanetle rahmetinden kov." (Ahzâb, 33/67-68). Bunu, Müslim'in Cerîr b. Abdilhamîd (r.a.) kanalıyla rivayet ettiği şu sahih hadis de teyid etmektedir: "Kim kötü bir çığır açarsa, açtığı o çığırın ve o yoldan yürüyenlerin günahı ona aittir."

Daha sonra kâfirler, dünyadayken dalâlette olduğuna inandıkları kim­seler hakkında konuşacaklar. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Dediler ki: "Kötülerden saydığımız adamları niye burada görmüyo­ruz?!" Yani müşrikler, tahassür ve şaşkınlık içinde birbirlerine şöyle diye­cekler: "Bizler ateşin içinde, dünyadayken kendilerini hiçbir hayrı bulun­mayan değersiz saydığımız kimseleri kaybettik. Bize ne oluyor ki onları da bizimle birlikte ateşin içinde göremiyoruz?!" Kastettikleri ise Ammâr, Hab-bâb, Suheyb, Bilâl, Salim ve Selmân (r.a.) gibi yoksul müminlerdir.

Mücahid şöyle demiştir: "Bu Ebû Cehil'in sözüdür. O şöyle diyordu: "Bana ne oluyor ki Bilâl'i, Ammâr'ı, Suheyb'i ve falanı ve filânı göremiyo­rum?!" Bu, bir örnek ve darb-ı meseldir. Yoksa kâfirlerin tümü aynı durum­dadır. Onların hepsi, müminlerin de kendileri gibi ateşe gireceğine inanırlar. Kâfirler cehennem ateşine girdikleri zaman bu müminleri gözden kay­bedecekler ve göremeyecekler. Bunun üzerine bu sözü söyleyecekler.

"Biz onları eğlence edinirdik. Yoksa gözlerimiz mi onlardan kaydı?" Yani biz onları dünyadayken işlerimizde zorla kullanırdık veya onlarla alay ederdik. Şimdi ise onlar ikram gören kimseler oldu, biz ise kaybettik. Zira onlar ateşe girmediler. Yoksa onlar da bu ateşte bizimle birliktedirler de biz onların yerini mi bilmiyoruz? Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: "Onlar, bütün bunları yapmışlardı. Müminlerin yoksullarını alay ve eğlence konu­su edinmişlerdi. Orada da gözleri onları görmez. Çünkü o müminler cen­nettedirler." Burada geçen "suhriyyen" kelimesinin "sıhriyyen" şeklinde de okunabileceği söylenmiştir. Bunların her ikisinin de aynı anlamda olduğu söylendiği gibi; ilkinin boyun eğdirme ve zorla kullanma, ikincisinin ise eğ­lenme ve alay etme anlamında olduğu da söylenmiştir.

Bu cümle, kâfirlerin müminlerle dünyada eğlendiklerinden dolayı kendilerini kınadıklarım ve azarladıklarını ifade etmektedir.

Daha sonra Allah Tealâ, kâfirlerin arasında geçen bu suçlama ve kar­şılıklı çekişmenin gerçekleşeceğini şöyle buyurarak te'kid etmektedir:

"İşte bu, cehennem ehlinin birbiriyle davalaşması, muhakkak ve kat'î bir gerçektir." Yani Allah Tealâ'nın onlardan hikâye ettiği bu münazaa, ka­çınılmaz olarak tahakkuk edecek bir gerçektir ve onlar bu sözleri söyleye­ceklerdir. Yahut da mana şöyledir: Ey Muhammed (s.a.)! Bizim sana haber verdiğimiz bu olay, kıyamet günü kesinlikle gerçekleşecektir ki o, cehen­nem ehlinin, cehennemde birbirleriyle olan münakaşası, önderlerin tabile-rine, tabilerin de önderlerine söyleyecekleri sözlerdir. [68]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Yüce Allah, kıyamet günü kâfirlerin cehennem ateşinde çekecekleri azabın çeşitlerini zikretmektedir. Bu azap çeşitleri şunlardır:

1- Zâlimlerin ve kâfirlerin dönüp gidecekleri yer, kötü bir dönüş nokta­sı ve kötü bir sondur. Onlar dönüp dolaşıp oraya gideceklerdir.

2- Onlar cehenneme gireceklerdir. Onların kendileri için yaptıkları bu hazırlık ne kötüdür veya cehennem onlar için ne kötü bir döşektir ki o, ateşten bir mekândır.

3- Onların içeceği hamîm ve gassaktır. Hamîm, çok sıcak bir sudur. Gassâk ise cehennem ehlinin derilerinden dökülen irin ve sarı sudur.

4- Cehennem ehli için daha değişik azaplar da vardır. Dondurucu so­ğuk, zehir, zakkum yeme gibi pek çok -birbirine zıt ve çeşitli- azap bunlar­dandır ki bunların hepsi kâfirlerin azaplandırıldığı ve kendisi vasıtasıyla hor ve zelil kılındıkları şeylerdir.

5- İbni Abbâs (r.a.) şöyle demiştir: "Kâfirlerin ileri gelenleri cehennem ateşine girdikleri, onların ardından da onlara uyanlar ateşe atıldıkları za­man cehennem bekçisi, o ileri gelenlere kendilerine, tabi olanları getirecek şöyle diyecektir: "îşte bunlar bir güruhtur." Buradaki "fevc" kelimesi "ce­maat, grup" demektir, "sizin maiyetinize giren" yani sizinle birlikte ateşe girenlerdir. Bunun üzerine ileri gelenler şöyle diyecekler: "Onlar rahat yü­zü görmesinler." Bu cümleyle onlara beddua kastolunmaktadır. İleri gelen­lerde "Onlar" tıpkı bizim girdiğimiz gibi "o ateşe gireceklerdir." diyecekler." Veya bu sözü melekler söyleyeceklerdir.

Ebû Hayyân şöyle demiştir: "Zahire göre buradaki "İşte bunlar, körü körüne maiyetinize giren güruhtur." sözü kâfirlerin ileri gelenlerinin birbir­lerine söyleyecekleri bir sözdür."

6- Uyanlar, ileri gelenlerinin sözlerine şöyle diyerek karşılık verecek­lerdir: "Hayır, asıl siz rahat yüzü görmeyin." Bizi isyana siz davet ettiniz. Bu yüzden hem bizim, hem de sizin vardığımız bu karar yeri ne kötü bir yerdir! Yine onlar şöyle diyeceklerdir: "Rabbimiz! Bize bunu reva gören, bu çığırı açan ve bizim bu azaba duçar olmamıza sebebiyet veren kim ise, onun azabını, biri küfründen, diğeri de bizi dalâlete düşürmesinden dolayı olmak üzere iki kat artır. "

Burada söz konusu edilen her iki grubun birbirlerine söylediği sözler­de diğer grubu ziyadesiyle azarlama, kınama ve incitme vardır.

7- Kâfirler dünyada, düşmanları olan Bilâl, Suheyb, Selmân (r.a.) gibi Arap olmayan mevâlî veya Arap müminlerin fakirlerinin de cehennemlik olduğunu iddia etmişlerdir. Bu düşünceleri doğrultusunda onları cehen­nemde kendileriyle birlikte görmek için arayacak, fakat bulamayacaklar­dır. Bunun üzerine de, onları dünyada eğlence konusu yapma hatasına düştükleri için kendi kendilerini kınayacaklardır ki bu da onlar için ruhî, manevî bir ıztırap sebebi olacaktır.

Mücâhid ve daha başkaları şöyle demişlerdir: "Onlar orada "Ammâr nerede?, Suheyb nerede? Falan nerede?" diyerek yoksul müminleri saya­caklar. Bunun üzerine kendilerine, "Onlar Firdevs'tedir." denecektir."

8- Cehennem ehli arasındaki bu karşılıklı davalaşma ve çekişme o gün kesinlikle gerçekleşecek bir olaydır. Bu, sabit bir gerçektir ve buna iman etmek gerekir. [69]

 

Hz. Peygamber (S.A.)'in Doğruluğunun Bazı Delilleri:

 

65- De ki: "Ben ancak bir uyarıcıyım. Tek ve kahredici olan Allah'tan baş­ka ilâh yoktur."

66- "O, göklerin, yerin ve ikisi ara­sında bulunan şeylerin Rabbidir. Daima üstündür, çok bağışlayıcıdır."

67- De ki: "O, büyük bir haberdir."

68- "Siz ondan yüz çeviriyorsunuz"

69- "Mele-i a'lâ'ya (ait), onlar arala­rında münazara ederlerken benim

hiçbir bilgim yoktu.

70- "Ben ancak apaçık bir uyarıcı ol­duğum içindir ki, bana vahyolunu-yor."

 

Kelime ve İbareler:

 

"De ki" ey Muhammedi Mekke kâfirlerine söyle ki. "Ben ancak bir uya­rıcıyım. " Cehennem ateşiyle korkutucuyum.

"De ki" ey Muhammedi Müşriklere söyle ki "O, büyük bir haberdir." Gerçekten önemli bir haberdir. "Siz ondan yüz çeviriyorsunuz." Yani size haber verdiğim ve içinde ancak vahiyle bilinebilecek şeyler getirdiğim Kur'an, gerçekten çok önemlidir. Siz ise sürekli gaflet içinde bulunduğunuz için ondan yüz çeviren kimselersiniz. Zira akıllı kimseler böyle bir haber­den yüzçevirmezler.

"Mele-i a'lâ'ya (ait)" Melekler. Bunlar yaratıkların en şereflileridir. Ya­ni benim, Mele'i a'lâ'nın ne konuştuğu konusunda herhangi bir bilgim yok­tur, "onlar aralarında münazara ederlerken" Yani Yüce Allah, "Muhakkak ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." (Bakara, 2/30) buyurduğu zaman Hz. Adem (a.s.)'ıin durumu hakkında birbirleriyle münakaşa ederlerken.

"Ben ancak apaçık bir uyarıcı olduğum içindir ki bana vahyolunuyor." Yani bana, sadece apaçık bir şekilde uyardığım için vahyolunuyor. [70]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Bu ayetlerle, bu surenin başına, yani tevhide, Hz. Peygamber (s.a.)'in peygamberliğine ve ahiret gününe imana çağıran ayetlere dönülmektedir. Zira o ayetler, Hz. Muhammed (s.a.)'in davetinden müşriklerin yüz çevir­meleri sebebiyle tevhid inancının takririni, muvahhidler için cennet vaadi­ni ve müşrikler için cehennem tehdidini ve Hz. Peygamber (s.a.)'in tevhid, nübüvvet ve öbür dünyayı inkâr edenlerin cezalandırılacağı yolunda dün­yada yaptığı uyarıdan sonra, müminlerle kâfirler arasındaki farkı ortaya koyan "öldükten sonra diriliş"in ispatını ihtiva etmektedir.

Bu da bu surenin, sonuna kadar nasıl güzel bir tertip ve üsluba sahip olduğunu göstermektedir. [71]

 

Açıklaması:

 

"De ki: "Ben ancak bir uyarıcıyım." Yani Ey Rasul! Mekke'lilerden ve diğer insanlardan Allah'ı inkâr edenlere, Ona ortak koşanlara ve O'nun peygamberini yalanlayanlara de ki: Ben ancak sizi Allah Tealâ'nm azap ve cezasından sakındırıcı, tevhidi, nübüvveti ve öbür dünyayı inkâr edenlerin göreceği cezayı -tıpkı daha Önce yaşamış olan Ad ve Semûd gibi ümmetle­rin dünyada başına gelenler ve ahirette cehennem azabının ahvali gibi- si­ze tebliğ ediciyim.

"Tek ve kahredici olan Allah'tan başka ilâh yoktur." Yani sadece bir tek ilâh vardır, O'nun ortağı yoktur. O, kendisi dışındaki her şey üzerine de kahredicidir, her şeyi kahr ve her şeye galebe eder.

"O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin Rabbidir. Daima üstündür, çok bağışlayıcıdır." Yani bütün göklerin, yerin ve bu ikisi arasın­da bulunan mahlukâtm hakimidir, bunlar üzerinde tasarruf sahibidir. O, galip olan ve kendisine galip gelinemeyendir. İsyan edenleri cezalandırdığı zaman hiçbir direnici O'na karşı direnemez. O aynı zamanda kendisine ita­at edenler için, tevbe ettikleri zaman kullarından dilediği kimseler için ve kendisine sığınanlar için günahları çok bağışlayandır.

Daha sonra Yüce Allah, kendisinin ve peygamberinin emirlerine mu­halefet eden ve Kur'an'dan yüz çeviren kimseleri tehdit ederek şöyle bu­yurmaktadır:

"De ki: "O, büyük bir haberdir. Siz ondan yüz çeviriyorsunuz." Yani ey peygamber! Mekke müşriklerine ve başkalarına de ki: Benim bir peygam­ber olduğum, Allah'ın bir olduğu ve ortağının bulunmadığı, Kur'an'm Allah katından indirilen bir vahiy olduğu ve onun gerçekten büyük ve önemli bir haber olduğu yolunda verdiğim haberlerden ancak derin bir gaflet içinde bulunan kimseler yüz çevirirler. Zira o sizi dalâletten çekip çıkararak nura kavuşturmak suretiyle kurtarmaktadır. Oysa siz benim söylediklerimden yüz çeviriyorsunuz. Kur'an üzerinde düşünmüyorsunuz. Bu ifadelerde, müşrikleri -Kur'an'dan yüz çevirmeleri sebebiyle- azarlama ve serzenişte bulunma vardır. Zira onların yapmaları gereken şey, hatalarından dönmek olmalıdır.

Daha sonra Allah Tealâ, Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberliğine de­lâlet eden ifadelere yer vermekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Mele-i alaya, onlar aralarında münazara ederken benim hiçbir bil­gim yoktu." Yani bana vahyolunmadan önce Mele-i a'lâ'nın, Hz. Adem (a.s.)'in durumu hakkındaki ihtilafıyla, İblisin ona secdeden imtina etme­siyle ve Rabb'ine, kendisinin daha üstün olduğunu ileri sürerek itirazda bulunmasıyla ilgili benim herhangi bir bilgim yoktu. Eğer bana gelen va­hiy olmasaydı ben bu tarz gayba ait hadiseleri nereden bilecektim?

"Ben ancak apaçık bir uyarıcı olduğum içindir ki, bana vahyolunuyor." Yani bana, herhangi bir hakimiyet veya saltanat elde etmek gibi bir iş için değil, ancak açık bir uyarmada bulunmam ve açıkça tebliğ etmem için va­hiy geliyor. [72]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Allah Tealâ bu ayet-i kerimelerde Hz. Peygamber (s.a.)'in peygamber­liğinin doğruluğunu gösteren bazı deliller beyan buyurmakta ve Onun bazı önemli fonksiyonları ile görevlerini açıklamaktadır.

Hz. Peygamber (s.a.)'in önemli görevi, Yüce Allah'ın emirlerine karşı gelenleri cehennem ateşi ile uyarmak; tevhid, nübüvvet ve öbür dünyayı inkâr edenleri Allah Tealâ'nın azabıyla korkutmaktır.

Aynı şekilde tevhidi, yani Allah'tan başka ilâh bulunmadığı, O'nun, or­tağı ve benzeri bulunmaktan münezzeh ve her şeyin mutlak galibi olduğu inancını yerleştirmek de Hz. Peygamber (s.a.)'in görevidir ki bu sayılanlar, Allah Tealâ'nın bir ve tek olduğuna ve Allah'a ortak koşulan, hiç kimseye ne bir fayda ne de bir zarar verebilen bu put ve cansız varlıkların hiçbir şe­ye kadir olmadıklarına delâlet etmektedir.

Kahhâr sıfatı şiddetli korkuyu gerektirdiğine göre, Yüce Allah bu sıfa­tın hemen ardından rahmetine ve lütfuna delâlet eden üç sıfat daha zikret­mektedir. Bunlar:

1- Allah Tealâ'nın göklerin, yerin ve bütün varlıkların Rabbi oluşu.

2- Yüce Allah'ın Azîz (yani güç ve kuvvet sahibi) oluşu. Zira O, müm-kinâttan olan her şeye kadirdir ve kendisi her şeye galip olduğu halde hiç-birşey O'na galip olamaz.

3- Yüce Allah'ın, sadece Ona boyun kıran muhlis ve itaatkâr kulları­nın günahlarını çokça bağışlayıcı oluşu.

Hz. Peygamber (s.a.)'in müşrikleri kendisiyle uyardığı şeyler hesap, mükâfat, ceza, nübüvvet ve Kurandır. Bu, büyük önemi haiz bir haberdir.

Dolayısıyla hafife almaya kalkışılmamalıdır. İnsanlar üzerine saltanat kurmaya, onları hakimiyet ve otoritesi altına almaya ve nüfuz elde etmeye çalışmak Hz. Peygamber (s.a.)'in görevi değildir.

Hz. Peygamber (s.a.)'in nübüvvetini ve kendisine vahiy indiğini göste­ren bahse konu delillere gelince; Kur'an-ı Kerim'in, Mele-i a'lâ'nın (melek­lerin) durumuna ilişkin olarak verdiği haberdir. Buna göre Hz. Adem (a.s.) yaratıldığı zaman melekler şöyle demişlerdi: "Orada bozgunculuk yarata­cak, kan dökecek birisini mi yaratacaksın?" (Bakara, 2/30). İblis de şöyle demişti: "Ben ondan hayırlıyım." (Sâd, 38/76). Dolayısıyla Hz. Muhammed (s.a.)'in, Hz. Adem (a.s.) konusundaki ve mugayyebâta ait diğer hususlar­daki bu açıklamalarının ilâhi bir teyidden başka bir suretle olması tasav­vur edilemez. Bu durumda Onun doğruluğu konusunda bir mucize ortaya konmuş demektir.

"Siz ondan yüz çeviriyorsunuz!" kavl-i ilâhisi, akaide ilişkin konularda düşünmeye ve akıl yürütmeye teşvik olup, taklitten men etmektedir. [73]

 

Adem Aleyhisselam Kıssası:

 

71- Rabbin o zaman meleklere de­mişti ki: "Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım."

72- "Onu biçimlendirip ona ruhum­dan üflediğim zaman derhal ona secdeye kapanın."

73-  Bunun üzerine bütün melekler toptan secde ettiler.

74-  Yalnız İblis etmedi. Büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.

75-  Rabbin ona buyurdu ki: "Ey İb­lis! İki elimle yarattığıma secde et­mekten sani alıkoyan nedir? Büyük­lük mü tasladın? Yoksa yücelerden mi oldun?"

76- İblis dedi ki: "Ben ondan hayırlı­yım. Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın."

77- Buyurdu ki: "Haydi çık oradan! Sen kovuldun."

78- "Ve şüphesiz ki ceza gününe kadar lanetim senin üzerinedir."

79- Dedi: "Ey Rabbim! O halde insan-ların yeniden dirilecekleri güne ka­dar bana mühlet ver."

80-  Buyurdu: "Haydi sen mühlet ve­rilenlerdensin."

81- "O belli vaktin gününe kadar."

82- (Şeytan) dedi: "Senin izzetine an-dolsun ki, ben de artık onların hep­sini muhakkak azdıracağım."

83- 'İçlerinden ihlâsa erdirilmiş kulların müstesna."

84- (Allah Tealâ) buyurdu: 'İşte bu doğru. Ve şu gerçeği söyleyeyim:

85- "Andolsun, cehennemi senden ve onlar içinde sana uyan kimselerden dol­duracağım."

 

Belagat:

 

"Bunun üzerine bütün melekler toptan secde ettiler." cümlesi, biri "bü­tün melekler" ve diğeri "toptan" olmak üzere iki vurguyla tekit edilmiştir. [74]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Rabbin o zaman meleklere demişti ki." Yani o anı hatırla, "Ben mu­hakkak çamurdan bir insan yaratacağım." O, Adem (a.s.)'dir. "Onu biçim­lendirip." onu tamamlayıp, onun yaratılışını düzgün ve mükemmel yapıp, "ona ruhumdan üflediğim zaman" onu, kendisine ruh üflemek suretiyle canlandırdığım zaman. Burada Yüce Allah, ruhun yüceliği ve temizliği se­bebiyle onu kendisine izafe etmiştir. Ruh, insana nüfuzu ile insanın hayat sahibi kılındığı latif bir cisimdir, "derhal ona secdeye kapanın." Ona hür­met için çökün veya eğilin. Meleklerin buradaki secdesi, bir saygı ve eğilme hareketidir, yoksa ibadet maksadıyla yapılmış bir secde değildir.

"Bütün melekler toptan secde ettiler." Burada iki tekit vardır. Birisi bü­tün meleklerin secde ettiğini% ifade etmek, diğeri de meleklerin hepsinin secdede toplandığını anlatmak içindir. "İblis." O, cinlerin babasıdır. Kendisi meleklerden idi. "Büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu." Allah'ın ilminde kâfirlerden oldu. Yahut Allah Tealâ'nm emri karşısında büyüklenmesi ve emre boyun eğmekten çekinmesi sebebiyle kâfirlerden oldu. "İki elimle ya­rattığım..." Ana ve baba aracılığıyla olmaksızın doğrudan vasıtasız yarattı­ğıma. Buradaki "el" kelimesi kudret anlamındadır. Bu kelime, müstakil yaratmayı temsil etmekte ve Adem (a.s.)'in özenle ve güzel yaratıldığına delâlet etmektedir. Bu ifade Hz. Adem için bir iltifattır. Zira bütün yaratık­ların yaratılmasını Yüce Allah üstlenmiştir. "Büyüklük mü tasladın? Yoksa yücelerden mi oldun?" Yani böyle bir hakkın olmadığı halde secde etmedin ve büyüklendin. Yoksa sen Yüce Allah'a itaatten daha yüksek bir mevkiye yükselmeyi hak etmiş büyüklenenlerden ve yükselenlerden mi oldun? Bun­lardan olduğun için mi Adem'e secde etmekten büyüklük taslayarak geri durdun? Bu cümledeki soru, bir azarlama sorusudur.

"İblis dedi ki: Ben ondan hayırlıyım." Bu sözüyle İblis, Hz. Adem'e sec­de etmesine engel olan sebebi zikretmektedir. "Haydi çık oradan." Cennet­ten veya göklerden. "Sen kovuldun." Rahmetten kovuldun. Şeytan dedi ki: "O halde insanların dirilecekleri güne kadar." insanların yeniden diriltile-cekleri güne kadar, "bana mühlet ver." Bana süre tanı. "O belli vaktin gü­nüne kadar." Sur'a ilk defa üfürüleceği vakte kadar. "Senin izzetine andol-sun ki." Senin hakimiyet ve kahrına yemin olsun ki. "Onların hepsini mu­hakkak azdıracağım." Yoldan saptıracağım. "İhlâsa erdirilmiş kullar müs­tesna." Yüce Allah'ın, kendisine kulluk için seçtiği ve dalâletten koruduğu müminler müstesna.

"İşte bu doğru." Buradaki "hak"tan kasıt ya Yüce Allah'ın ismi veya batılın aksidir. Yüce Allah burada bu kelimeyle yemin etmek suretiyle onu yüceltmekte ve şöyle buyurmuş olmaktadır: Hak bendendir. Yahut da an­lam şöyledir: Hak benim yeminimdir. Buradaki yeminin cevabı ise "cehen­nemi dolduracağım" ifadesidir. "Ve şu gerçeği söyleyeyim." Hakkı gerçekleş-tireyim ve şöyle söyleyeyim. "Senden." yani senin soyundan ve cinsinden. "Ve onlar içinde sana uyan kimselerden." yani Adem'in soyundan sana uyanlardan "cehennemi dolduracağım." [75]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Bu kıssa, bu suredeki son kıssadır. Bakara, A'raf, Hicr, İsra ve Kehf surelerinde de zikredilmiştir. Bu kıssanın anlatılmasından maksat, haset ve kibiri men etmektir. Çünkü İblis'in Hz. Adem'e secdeden geri durması haset ve kibir sebebiyle idi. Aynı şekilde kâfirler de Hz. Muhammed (s.a.)'e haset ve kibir sebebiyle muhalefet ediyorlardı. Bu kıssa burada da, kâfirle­ri bu iki kötü özellikten men etmek için zikredilmiştir. [76]

 

Açıklaması:

 

"Rabbin o zaman meleklere demişti ki: "Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım." Yani Ey Muhammed (s.a.)! İnsanlığın babası Adem'in yaratılış kıssasını hatırla. Yüce Allah, meleklere, "Muhakkak ki ben bir be­şer yaratacağım ki o, Adem ve onun soyudur." buyurmuştu. Buradaki "ça­murdan" ifadesi, suyla karışık toprak demektir. Nitekim bir başka ayette de şöyle buyurulmuştur: "Andolsun biz insanı pişmemiş çamurdan, değiş­miş cıvık çamurdan yarattık." (Hicr, 15/26)

"Onu biçimlendirip ona ruhumdan üflediğim zaman derhal ona secde­ye kapanın." Yani onu yaratma işini tamamlayıp da ona düzgün bir şekil verip yaratılışını mükemel bir tarzda gerçekleştirdiğim ve onu, hayatı ol­mayan cansız bir madde iken canlı yaptığım zaman ona secde edin. Bura­daki secde "ibadet secdesi" değil, selamlama ve saygı secdesidir. Yüce Al­lah'ın bu emri, secdeyi gerekli kılan bir emirdir. Yine buradaki "ruh üfle­me" de, Hz. Adem'e hayat maddesi verilmesinin temsilî olarak anlatımıdır. Dolayısıyla burada ne üfürme, ne de üfürülen söz konusudur.

"Bunun üzerine bütün melekler toptan secde ettiler." Yani bütün melek­ler Allah'ın emrini yerine getirdiler ve secde ettiler. Onlardan, secde etme­yen bir tek melek bile kalmadı ve onlar, ayrı ayrı değil, aynı anda topluca secdeye kapandılar.

"Yalnız İblis etmedi. Büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu." Yani İblis dışında bütün melekler secde ettiler. İblis ise büyüklük tasladı ve secde edenlerden olmadı. Şeytan, bu emri yerine getirmenin Allah'a itaat olduğu­nu bilememişti. Onun bu büyüklenmesi, küfür büyüklenmesi idi. Neticede o, Allah'ın emrine muhalefeti, secde etmekten geri durması ve büyüklenerek Allah'a itaatten  kaçınması sebebiyle kâfirlerden oldu. Yahut da o, Al­lah'ın ilminde kâfirlerden idi.

"Rabbin ona buyurdu ki: "Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmek­ten seni alıkoyan nedir? Büyüklük mü tasladın? Yoksa yücelerden mi ol­dun?" Yüce Allah ona şöyle buyurdu: Ey İblis! Seni Adem'e secde etmekten alıkoyan, ona secde etmeni engelleyen nedir? O Adem ki, onu yaratmayı, anne baba vasıtası olmaksızın ben üzerime aldım ve onu vasıtasız yarat­tım. Sen ona secde etmekten kendini şu an için mi büyük görüyorsun, yok­sa sen böyle birşey yapmanın yakışmayacağı daha yüce olan kimselerden mi idin? Bu ifadelerden murat, her iki şıkkın da inkârıdır. İblis cevaben şöyle dedi:

"Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın." Yani muhakkak ben Adem'den hayırlıyım. Zira ben ateşten yaratılmış bir mah­lûkum, Adem ise çamurdan yaratılmıştır. İblis'in iddiasına göre ateş ça­murdan daha hayırlı ve şereflidir. Çünkü ateşte yücelik ve yükseklik vasfı vardır. Toprak ise sönük ve ıssızdır; ateşe göre değeri düşüktür.

"Buyurdu ki: "Haydi çık oradan. Sen kovuldun." Allah Tealâ şöyle bu­yurdu: Cennet'ten -veya göklerden, yahut melekler zümresinden- çık! Zira sen artık yıldızlar vasıtasıyla taşlanmış, Allah'ın rahmetinden kovulmuş ve her türlü hayırdan uzaklaştırılmış birisin.

"Ve şüphesiz ki ceza gününe kadar lanetim senin üzerinedir." Yani seni kovmuşluğum, dünya durdukça, ceza ve kıyamet gününe kadar sürecek ve devam edecektir. Sonra ahirette de İblis, hak ettiği ilâhi gazap ve cezaya çarptırılacaktır.

"Dedi: Ey Rabbim! O halde insanların yeniden diriltilecekleri güne ka­dar bana mühlet ver." Yani İblis şöyle dedi: Rabbim! Bana, beni canlı tuta­rak mühlet ver ve beni insanların, yani Adem ve onun soyunun öldükten sonra diriltileceği güne kadar yaşat, hemen öldürme. İblis'in maksadı böy­lece Allah'ın rahmetinden kovulmasına sebep olan Adem (a.s.)'den intikam almaktır.

"Buyurdu: "Haydi sen mühlet verilenlerdensin." Allah Tealâ şöyle bu­yurdu: Haydi sen, Allah'ın, mahlukâtın son bulmasını takdir ettiği güne kadar mühlet verilenlerdensin. Mahlukâtın hayatının son bulması, Sur'a ilk üfürüleceği zamandır. İblis, ölümden kurtulmak için öldükten sonra di­rilme gününe kadar mühlet istemiştir. Çünkü kendisine dirilme gününe kadar mühlet verilirse ölmeyecektir. Yüce Allah ise ona, dirilme gününe kadar değil, Sur'a ilk üfürüleceği vakte kadar mühlet vermiştir. İblis, ken­disine bu süre tanınınca helâktan emin olmuş, şımarıp azgınlaşmış, şöyle diyerek meydan okumuştur:

"Senin izzetine andolsun ki, ben de artık, içlerinden ihlâsa erdirilmiş kulların müstesna, onların hepsini muhakkak azdıracağım." Yani senin izzetine (hakimiyet ve kahrına) yemin ediyorum ki, şehevî arzuları kendile­rine süslü ve çekici göstererek ve kendilerini şüphelere sevkederek ademo-ğullarını yoldan saptıracağım. Yalnız sana taat için seçtiğin, dalâletten, he-vâya ve şeytana uymaktan koruduğun kimseler müstesna. Zira ben onları aldatıp saptırmaya muktedir değilim. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "Benim halis kullarıma karşı senin bir gücün yoktur. Sen ancak sana uyan azgınları azdırabilirsin." (Hicr, 15/42)

Allah Tealâ İblis'e şöyle karşılık veriyor:

"Buyurdu: İşte bu doğru. Ve şu gerçeği söyleyeyim: Andolsun cehennemi senden ve onlar içinde sana uyan kimselerden dolduracağım." Yani Allah Tealâ şöyle buyurdu: Ben Hakk'ım -veya- cehennemi İblis'ten ve ona uyanlardan doldurmak benden bir haktır. Ve ben hakkı söylüyorum: Mu­hakkak cehennemi, senin cinsinden olan şeytanlardan ve Adem'in soyun­dan sana uyan kimselerden dolduracağım. Zira onlar, kendilerini dalâlete ve azgınlığa çağırdığın zaman sana itaat ettiler. Bu, Allah Tealâ'nın İblis hakkındaki yeminidir ve Yüce Allah, İblis ve onun tabilerini cehenneme atacağına ve cehennemi onla'rla dolduracağına yemin etmiştir. Zemahşerî, "Ve şu gerçeği söyleyeyim." kavl-i ilâhisi hakkında şöyle der: Yani ben hak­tan başka birşey söylemem. Bu ifade, kendisiyle yemin edilen lafzın hikâ­yesi tarzında gelmiştir. Burada ifadenin tekidi ve güçlendirilmesi vardır. [77]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Buradaki Hz. Adem ve lanetlenmiş İblis kıssası, ilâhi emrin son dere­ce beliğ bir tasviri, İblisin durumunun açıklanması ve ilâhi emirlere muha­lefet edenlerin muhatap olacağı cezanın ne olduğunu anlatmaktadır. Bu kıssayı oluşturan unsurlar şunlardır:

Allah Tealâ meleklere, topraktan insan yaratacağını haber vermiş, onu yarattığı zaman kendisine hayat verip canlandırmış ve meleklere de, o insana -ibadet ve kendisini ilâh edinmek kastı ile değil- ona ikram ve onu selâmlama maksadıyla secde etmelerini emir buyurmuştur.

Meleklerin tümü bu emre boyun eğmiş ve onu ta'zim suretiyle Allah Tealâ'yı ta'zim etmek anlamında hep birlikte Adem (a.s)'e secde etmişler­dir. Ancak cinlerden olan İblis buna razı olmamıştır. Bu tavrında tabiatı ve yapısı onu aldatmıştır. O, Hz. Adem'e secde etmenin Allah'a itaat demek olduğunun farkına varamamış ve Hz. Adem'e secdeden geri durmuştur. Al­lah Tealâ'ya itaatten büyüklenerek imtina etmek küfürdür. İblis de Allah Tealâ'nın emrine karşı büyüklük göstermek suretiyle kâfirlerden olmuştur.

Allah Tealâ, takrir ve azarlama tarzında ona, yarattığı bir varlığa sec­deden niçin geri durduğunu sormuştur. Bunun sebebi, bizatihi secde etme­ye karşı bir büyüklenme miydi, yoksa İblis Rabbine karşı büyüklük tasla-yanlardan olduğu için mi bu tekebbürü göstermişti?

İblis, kendisinin Adem'den daha üstün olduğunu söyleyerek cevap ver­di. Zira kendisi ateşten, Adem ise çamurdan yaratılmıştı. İblis'in iddiasına göre ateş, tabiatında bulunan özellikleri dolayısıyla çamurdan daha üstün­dür. Oysa bu onun cehaletinden başka bir şeyin ifadesi değildir. Çünkü cev­herler ve unsurlar cins olarak birbirlerine benzer ve eşit seviyededirler. Bu itibarla İblis bir kıyas yapmış, ama bu kıyasında hata etmiştir.

İblis'in cezalandırılması Cennet'ten çıkarılması, yıldızlar ve delip geçi­ci ateş ile takip edilip kovalanma ve kıyamet gününe kadar Allah'ın rah­metinden uzaklaştırılma şeklinde olmuştur. Kıyamet gününe kadar diyo­ruz; çünkü lanet olgusu o zaman kesilecektir.

Lanetlenen İblis ölmemek istemiş ve dirilme gününe kadar ölümünün ertelenmesi talebinde bulunmuştur. Ancak Allah Tealâ onun bu talebini yerine getirmemiş, ancak onun ölümünü belli bir vakte kadar ertelemiştir. Onun ölümünün ertelendiği zaman dilimi, yaratıkların öldüğü gündür. Al­lah Tealâ onu küçük düşürmek anlamında onun ölümünü ertelemiştir.

İblis ölmeyeceğinden emin olunca azgınlık içine girmiş, burnu büyü­müş ve Rabb'ine meydan okumuştur. Bunun neticesinde de Yüce Allah'ın izzetine yemin ederek ademoğullarmı, şehevî arzularını ve isyanını kendis-lerine süslü göstererek, onları türlü şüphelere sevkederek ve kendilerini is­yana çağırarak saptıracağını söylemiştir. Malûmdur ki onun bu iddiası, in­sanlara vesvese verme boyutunu aşamaz ve insanlar içinde -İblis vesvese vermese bile yine de- ıslah olmayacaklardan başkasını ifsat edemez.

Bu sebeple İblis'in tasallutundan, Allah Tealâ'ya halisane itaat ve iba­det edenler istisna tutulmuş ve bunlar onun şerrinden korunmuştur.

Allah Tealâ kendi zatına yemin ederek kendisinin, haktan başka bir-şeyi buyurmadığını, Cehennem'i -emirlerine muhalefetin ve günah işle­mekte gösterdikleri ısrarın cezası olarak- İblis ve ona tabi olanlarla doldu­racağını haber vermiştir. [78]

 

Hak Dine Davetin Ve Davetçinin Durumu İle Kur'an Mucizesi:

 

86- De ki: "Ben buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum ve ben si­ze kendiliğinden birşeyler teklif

ğütten başka

88- "Onun haberlerinin doğruluğu­nu bir süre sonra gayet iyi anlayacaksınız."

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ben buna karşı sizden" Yani peygamberliğin ve Kur'an'm tebliği kar­şılığında sizden "hiçbir ücret istemiyorum." Herhangi bir karşılık veya maddi bir menfaat istemiyorum. "Kendiliğinden birşeyler teklif edenlerden değilim." Kur'an hakkında kendi nefsinden konuşanlardan veya ehil olma­dıkları konular hakkında zorlanarak ve hayal ettiklerinden hareketle söz zöyleyenlerden değilim. Zira böyle birşey olsaydı ben peygamber olmadı­ğım halde peygamberlik iddia etmiş ve Allah'a iftirada bulunmuş olurdum. "O, alemlere bir öğütten başka birşey değildir." Kur'an, -melekler hariç- in­sanlardan ve cinlerden oluşan mahlukât için beliğ bir nasihatten başka birşey değildir.

"Onun haberlerinin doğruluğunu bir süre sonra gayet iyi anlayacaksı­nız. " Ey Mekkeliler ve diğer kâfirler! O peygamberin doğruluğunu ve getir­diği haberin sonucunu mutlaka bileceksiniz. Söz konusu haberin sonucu ise size, insanların ahirette karşılaşacağı mükâfat ve cezadır. Bu ise, ona inanların ve ondan yüz çevirenlerin görecekleri karşılıklardır. [79]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Burada zikredilenler, bu sure için dikkate değer bir sonuç teşkil etmek­tedir. Bu ayetlerde hak dine çağıranın -ki o Hz. Peygamber (s.a.)'dir- duru­munu ortaya koymaktadır. Hz. Peygamber (s.a.) yaptığı bu çağrıya karşılık herhangi bir ücret ve mal istememektedir. Buradan, çağrının keyfiyeti de ortaya çıkmaktadır. Çağrı, peygamberin kendisinin uydurduğu birşey değil, Allah indinden gelen bir vahyin neticesidir. Yine o çağrı, bir dine yapılmak-

tadır ki, o dinin doğruluğuna akıl da şahitlik etmektedir. Bu noktada Kur'an'm önemli bir fonksiyonu da ortaya konmaktadır. Buna göre Kur'an, alemler için bir öğüttür. Kur'an'm mucizesi, müminler için vaadinin ve in­kâr edenlerin tehdidinin gerçek olduğu kıyamet günü ortaya çıkacaktır. [80]

 

Açıklaması:

 

"De ki: "Ben buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum ve ben size kendiliğinden bir şeyler teklif edenlerden de değilim." Yani Ey Rasul! Kav­minden olan o müşriklere de ki: Ben sizden, peygamberliğimin, Allah'ın vahyinin, Kur'an'la verdiğim öğüdün ve vahyin ihtiva ettiği diğer hususla­rın tebliği karşılığında bana vereceğiniz herhangi bir karşılık veya mal is­temiyorum. Ben, Allah hakkında yalan uyduranlardan da değilim ki size bilmediğim şeyleri söyleyeyim yahut Allah'ın, çağırmamı emir buyurduğu şeyin dışında sizi başka birşeye çağırayım. Burada geçen "tekellüf' keli­mesi kendiliğinden düzmek, uydurmak ve iftira atmak anlamındadır.

"O, alemlere bir öğütten haşka birşey değildir." Yani bu Kur'an veya si­zi kendisine çağırdığım bu din, yaratıkların tümü için bir öğütten başka birşey değildir. Akıllı kimse, bunun doğruluğuna şahitlik eder. Buradaki "alemlere" ifadesi insanları ve cinleri içine almaktadır. "Bu Kur'an bana, sizi ve onun ulaştığı herkesi uyarayım diye vahyolundu." (En'am, 6/19) ve "Kavimlerden kim onu inkâr ederse, onun yeri ateştir." (Hûd, 11/17) ayetle­rinde de bu husus yer almaktadır.

"Onun haberlerinin doğruluğunu bir süre sonra gayet iyi anlayacaksı­nız." Yani Ey Kâfirler! Onun, Allah'a çağrısının ve Allah'ı birlemeniz için yaptığı davetin, kısa bir süre sonra, yani ya öldükten sonra veya kıyamet gününde cenneti kazanmanızı sağlayacak şeyleri teşvikinin ve ateşe girme­nizle sonuçlanacak şeyleri yapmaktan sizi sakmdırmasınm ve bu yolda si­ze getirdiği haberlerin doğru olduğunu mutlaka bileceksiniz. Hasan-ı Basrî bu ayetin anlamının şöyle olduğunu söylemiştir: "Ey Ademoğlu! Ölüm es­nasında sana kesin bilgi gelecektir." [81]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:

1- Hz. Peygamber (s.a.), davetinin ve tebliğinin karşılığında herhangi bir maddî karşılık talep etmemiştir. O, yönetici olmak, makam veya mevki elde etmek gibi herhangi bir maddî kazanç veya maddî menfaat elde etmek için çaba sarfetmiş değildir. Bu, onun peygamberlik davasında doğru sözlü olduğunun delilidir. Çünkü yalancı olan bir kimsenin, dünyevî bir beklenti içinde olduğunu açığa vurmasının kaçınılmaz olduğu aşikârdır. Oysa Hz. Peygamber (s.a.) dünyadan uzak idi ve ona rağbet göstermezdi.

2- Hz. Peygamber (s.a.), Kur'an'm hükümlerini kendiliğinden uydurup insanlara mükellefiyetler yükleyen ve Allah katından olmadığı halde birta­kım hükümleri böyle gösteren bir iftiracı değildir. Aksine o, Allah'tan aldığı vahyi olduğu gibi -ne eksik, ne de fazla- tebliğ eden ve bu hususta son de­rece güvenilir olan bir peygamberdir. Buhârî ve Müslim Sa/û/ı'lerinde Ab­dullah b. Mes'ud (r.a.)'dan şöyle rivayet etmişlerdir: "Ey insanlar! Kim bir-şey biliyorsa onun gereğini söylesin. Birşey bilmeyen kişi ise "Allahu alem" (Allah en iyisini bilir) desin. Zira kişinin, bilmediği birşey hakkında "Allahu alem" demesi de ilimdendir. Zira Allah Tealâ Hz. Peygamber (s.a.)'e hitaben şöyle buyurmuştur: "De ki: "Ben buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum ve ben size kendiliğinden birşeyler teklif edenlerden de değilim."

İbni Adiy de Ebû Berze'den şöyle rivayet etmiştir: "Rasulullah (s.a.), "Size Cennet ehlini haber vereyim mi?" buyurdu. Bizler, "Evet ey Allah'ın Rasulü" dedik. Şöyle buyurdu: "Onlar kendi aralarında birbirlerine karşı merhametlidirler." buyurdu. Ardından, "Size Cehennem ehlini haber vere­yim mi?" buyurdu. Bizler "Evet" dedik. "Onlar, Allah'ın rahmetinden ümi­dini kesmiş, zelil, yalancı ve insanları, kendiliklerinden uydurdukları şeyle­ri yapmakla mükellef kılan kimselerdir." buyurdu."

3- Hz. Peygamber (s.a.)'in davetini sekiz noktada toplayabiliriz ki bun­lar, Allah'ın dininde muteber olan esaslardır ve fıtratı bozulmamış her akıl sahibi kimse bunların doğruluğuna şahitlik eder. Söz konusu sekiz esas şunlardır:

a) Allah'ın varlığını kabul ve ikrara davet.

b) Allah'ı, şanına lâyık olmayan şeylerin hepsinden tenzih ve takdis etmek.. "Onun gibi hiçbir şey yoktur." (Şûra, 42/11)

c) Allah Tealâ'nın ilim, hikmet, kudret ve rahmet sıfatlarının kemâliy­le muttasıf olduğunu kabul ve ikrar etmek.

d) Allah Tealâ'nın ortaklardan ve zıtlıklardan münezzeh olduğunu ka­bul ve ikrar etmek.

e) Sadece birer cansız varlık olan, kendilerine kullukta hiçbir fayda bulunmayan ve kendilerine kulluktan yüz çevirmekte hiçbir zarar bulun­mayan putlara kulluktan imtina etmek   .

f)  Pâk ve mukaddes ruhlara karşı tazim göstermek. Bunlar melekler ve peygamberlerdir.

g)  Öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti kabul ve ikrar etmek. "Gök­lerde ve yerde bulunan her şey Allah 'indir. Bunları yaratmıştır ki, kötülük edenleri yaptıklarıyla cezalandırsın, güzel davrananları da güzellikle mü­kâfatlandırsın." (Necm, 53/31)

h) Dünyadan yüz çevirmek ve ahirete yönelmek.[82]

4- Hz Peygamber (s.a.)'in davet ettiği müjde, tehdit, Kurana iman gibi hususlar alemler, yani insanlar ve cinler için son derece beliğ birer öğüttür.

Kâfirler Zikrin -ki o Kur'an'dır- verdiği haberlerin hak ve doğru oldu­ğunu yakın bir zaman sonra bileceklerdir. Bu zaman ya öldükten sonra ve­ya kıyamet günüdür. [83]

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/163.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/163.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/163-164.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/165-166.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/166.

[6] Razî, XXW174.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/166-168.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/168.

[9] Tirmizî bu rivayet hakkında "Hasen-sahihtir." demiştir.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/168-173.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/173-174.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/175.

[13] Burada anlatılmak istenen şudur: Dişi deve bir miktar sağıldıktan sonra sağma işine ara verilir ve yavrusu tarafından belli bir süre emilmesi sağlanır, daha sonra yine sağılır. İşte bu iki sağım aralığında geçen süreye "fevâk" veya "fuvâk" denir (çev.).

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/175-176.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/176.

[16] Birinci ve ikinci şüpheler, yukanda geçen 5-8. ayetlerde zikredilmişti.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/176-179.

[18] Müfessirlerin bildirdiğine göre Eyke halkına çok yakıcı bir sıcak isabet etti. Sıcaktan korunmak için bodrumlara, kuytu yerlere sığındılar. Oraları daha sıcak olduğu için duramayıp yine dışarı çıktılar. Bu sırada bir bulut ortaya çıktı. Onlar bu bulutun altında toplanınca buluttan yağan ateş hepsini yakıp helak etti (çev.).

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/179-180.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/182.

[21] Bu söz, büyük mutasavvıflardan Ahmed b. îsâ Ebû Sa'îd el-Harrâz'a aittir (çev.).

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/182-183.

[23] Beyzavi, s. 602.

[24] Razi, XXVT/189.

[25] İbni Abbâs şöyle demiştir: "Hz. Davud vaktini dörde bölmüştü. Bir gün ibadet, bir gün yargı, bir gün özel işleriyle uğraşma ve son gün de İsrailoğulları'nın tümünün umumî işleri için tahsis etmişti. Bu son gün onlara vaaz-u nasihat eder, onları ağlatırdı. Derken yargı için ayırdığı günün dışındaki birgün kendisine geldiler. Mutad olmayan bu geliş sebebiyle Hz. Davud onlardan korkmuştu. Çünkü onlar onun yanına yukarıdan inmişlerdi. O gün, Hz. Davud'un, görevliler tarafından muhafaza edilip bek­lendiği gündü. Görevliler, onun yanına kimsenin girmesine izin vermezlerdi.   Hz. Davud, böyle bir günde yukarıdan inmek suretiyle yanına girenlerin kendisine bir zarar vermelerinden korkmuştu." {el-Bahru'l-Muhît, VII/391).

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/183-185.

[27] Tercümeye esas aldığımız nüshada burada "gündüzün yarısını" denmektedir. Doğrusu çevirideki gibidir (çev).

[28] Eserin Arapçasında burada Ebu Davud şeklinde geçmekle birlikte doğrusu yukarıda da kaydedildiği gibi Ebu'd-Derdâ'dır (çev.).

[29] İbni Kesir, IV/29.

[30] İbni Kesir, IV/32.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/185-189.

[31] Burada kullanılan "sülâmâ" kelimesinin aslı parmak, el ve ayakların kemikleridir. Daha sonraları bedende bulunan diğer kemikler için de kullanılmaya başlamıştır. Bun­lar, bir diğer hadiste de zikredildiği gibi 360 mafsaldır.

[32] Büyük muhakkik Muhammed Zâhid Kevserî merhum, Makâlâtu'l-Kevserî adlı ese­rinde (s. 128-129), tefsir kitaplarında yer alan bir kısım İsrailiyyat hakkında özetle şun­ları söyler: "... Bu kaidenin (İslâm şeriatinin tasdik ettiği İsrailiyyât'ı tasdik, tekzib etti­ğini tekzib, bunun dışındaki hususlarda da tevakkuf etmek) dayanağı, Buhari'nin riva­yet ettiği, "Ehl-i Kitab'ı ne tasdik, ne de tekzib edin. Sadece "Biz Allah'a ve Onun bize ve size indirdiğine iman ettik. Bizim ilâhımız ve sizin ilâhınız birdir ve biz Ona teslim olmuşuzdur" deyin" hadisidir.

"Bu, sağlam bir yöntemdir. Bu kaide sayesinde İsrailiyyat gailesinden endişe edilmesi yersizdir. Çünkü eserlerinde İsrailiyyât'ı zikredenler, ancak onu, bu şaşmaz ölçüye tabi

olmasına binaen zikretmişlerdir. (.....) İşte bu sebepledir ki birçok müfessirin, Kur'an'ın

haber verdiği bir kısım olayların açıklanmasında bazı bakımlardan faydalı olabileceği kanaatiyle, yaşadıkları dönemde Yahudilerden ve başkalarından kendilerine ulaşan bir kısım şeyleri -elekten geçirme işlemini kendilerinden sonra gelen tenkitçilere bıraka­rak ve bu malumatın (ilmî bir emanet olarak) kendilerinden sonra gelenlere ulaştırıl­masına özen göstererek- eserlerine aldıklarını görürsünüz. Onların, İsrailiyyât'ı eserle­rine almasının nedeni sözkonusu rivayetlerin, müslümanlar nazarında sıhhatine inanı­lan ve taşıdıkları illetlere bakılmaksızın ve ayıklanmaksızm kabul edilip alınan bir ha­kikat olsun diye değil, Kitab-ı Kerim'in mücmel olarak zikrettiği bazı haberlerin izahın­da kimi faydaları bulunabileceği ihtimalidir. Şu halde, bu amaçla hareket ettiği sürece İsrailiyyât'ı eserlerinde zikredenlerin bu tutumunu kınamak yerinde bir hareket olmaz.

"Süleyman b. Abdilkavî et-Tûfi (.....) el-lksîr fi Kavaidi't-Tefsîr adlı eserinde, bu amaçla

hareket ettiği yorumunu yaparak müfessirlerin, tefsirlerini İsrailiyyat ile doldurmasını mazur göstermekte ve buna örnek olarak da, sahihim zayıfından temyiz etme işlemini kendilerinden sonra gelen tenkitçilere bırakarak her şeyden önce bütün rivayetlerin "toplanmasına" özen gösteren ravilerin bu tutumunu göstermektedir ki, bu yerinde bir değerlendirmedir.

"Sözün özü, bâtıl İsrailiyyât'a, karmaşık ilmî konularda ilim ehline müracaat etmeksi­zin her önüne gelen rivayeti alıp kabul etmeyi bir alışkanlık haline getiren kimselerden başkası aldanmaz. Kaldı ki, tıpkı Abdülhakk b. Atıyya'nin, el-Muharraru'l-Vecîz fi Tef­siri Kitâbillâhi'l-Azîz adlı eserinde yaptığı gibi, ilim ehlinden birçok kimse, toplumu hiçbir kıymeti olmayan çürük haberlerden koruma işlemini gerçekleştirmiş ve Tefsir il­mini batıl rivayetlerden anndırmışlardır. Dolayısıyla gerek İsrailiyyât'ın, gerekse sair hurafelerin, avam tabakasından olan bazı kimseler ve bir de bilgiçlik taslayarak ken­dilerini -en mühim konularda bile- ulemaya ve hakkı bâtıldan seçip ayıran kaynaklara başvurmaktan müstağni gören bazı kimseler dışında hiç kimse üzerinde herhangi bir menfi etkisi olamaz" (çev.).

[33] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, IV/1625.

[34] Burada yazarın kastettiği incelik şudur: Yüce Allah'ın, Hz. Davud'u yer yüzünde hal­ife kıldığını bildiren ayet-i kerime, aynı zamanda insanların, yer yüzünde dilediklerince ahkâmla hükmedemeyeceklerini göstermektedir. Çünkü insan bu dünyada Allah Tealâ'nın halifesi ise, ancak O'nun namı hesabına ve yine ancak O'nun gösterdiği istikamette hareket etmek zorundadır, (çev.)

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/189-194.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/195.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/195.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/195-196.

[39] Buradaki "em" ifadesi münkatı bir ifadedir ve ıdrâb-ı intikâli için gelen "bel" (yoksa) anlamındadır. Buradaki "hemze-i istifhamiyye" ile de inkâr kastedilmektedir.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/196-197.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/197-198.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/199-200.

[43] Bu rivayeti Buharı, bu ayetin tefsiri olduğunu zikretmeksizin tahriç etmiştir. (Çevirenin notu: Buhari bu rivayeti, Sahîh'in değişik yerlerinde, aralarında kimi farklı lafızlarla rivayet etmiştir. Müellif tarafından yukarıda nakledilen ifade, bunlardan çıkarılan ortak bir mana ile yapıldığı izlenimini vermektedir. Bir diğer nokta da şudur: Rivayetlerin hemen hepsinde Hz. Süleyman'a bir meleğin, o sözü söylerken "inşâallâh" demesini hatırlattığı, ancak onun bunu söylemediği, unuttuğu belirtilmektedir.)

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/200-202.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/202.

[46] Razî, XXW209.

[47] el-Bahrul-Muhit, VΙΙ/397

[48] İbni Kesir, IV/35 vd.

[49] Zemahşerî, 11/15.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/202-206.

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/206-207.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/208.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/208-209.

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/209.

[55] Bu uzaklaşmanın, mutad olarak her hastalık sebebiyle vuku bulan bir uzaklaşma olarak te'vil edilmesi mümkündür. Böyle bir uzaklaşma ise hastalıktan tiksinilip iğrenildiği için değil, hastaya duyulan şefkat ve acıma hissinden dolayı olur.

 

[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/209-212.

[57] Ebû Bekir el-Cassâs er-Râzî, Ahkâmu'l-Kur'ân, IV/383 vd.

[58] Bu hadisi rivayet eden kişi Sehl b. Huneyf (r.a.) değil, oğlu Ebû Umâme Es'ad b. Sehl (r.a.)'dir. Hadisin rivayet tarikleri ve sıhhat durumu için bkz. İbn Hacer, Telhîsu'l-Habîr, IV/58-59 (çev.).

[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/212-214.

[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/215-216.

[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/216.

[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/216-217.

[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/217-219.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/219-220.

[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/221.

[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/222.

[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/223.

[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/223-225.

[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/225-226.

[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/227.

[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/227-228.

[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/228-229.

[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/229-230.

[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/232.

[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/232-233.

[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/233.

[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/233-235.

[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/235-236.

[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/237.

[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/237-238.

[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/238.

[82] Razî, XXVI/236.

[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/238-240.