Bu surenin "Zümer: zümreler" diye
adlandırılışının sebebi, Allah Te-alâ'nın, bu surenin sonunda 71, 72. ayetlerde
kâfir ve şakî zümrelerden kendilerini zelil ve hakir kılıcı ifadelerle ve 73,
75. ayetlerde ebedî mutluluğu haketmiş mümin zümrelerden kadr-u kıymetlerini
yükselterek ve ikramla bahsetmesidir.
[1]
Bu surenin, kendisinden önceki (Sâd) süresiyle ilişkisi
şu iki noktada kendisini göstermektedir:
1- Allah Tealâ, bir önceki sure olan Sâd
suresini, "O, alemler için bir öğütten başka birşey değildir."
buyurarak bitirmekte, bu sureye de "Bu kitabın indirilmesi, Aziz ve
hikmet sahibi Allah tarafındandır." diye başlamaktadır. Bu durumda adeta
şöyle denmiş olmaktadır: "Bu Zikir, Allah katından gelen bir
indirmedir." Şu halde bu ikisi bir tek ayet gibidir ve aralarında
kuvvetli bir irtibat ve kaynaşma vardır.
2- Allah
Tealâ Sâd suresinin sonunda Adem (a.s.)'in yaratılışı kıssasını, bu surenin
ilk kısmında da başlangıçtan sonuna kadar bütün mahlukâ-tın ahvalini
zikretmekte ve bunu, önceki surede zikredilen Hz. Adem'in yaratılışı ile
ilişkilendirmektedir.
[2]
Bu surenin konusu tevhid, Allah'ın varlığının ve
birliğinin delilleri, vahiy ve Kur'an-ı Azim'dir.
Sure, Kur'an-ı Kerim'in Allah Tealâ'dan Rasulüne
indirilişinin beyanı ile başlamakta, Hz. Peygamber (s.a.)'in, dini Allah'a has
kılmakla emrolun-ması, Allah Tealâ'nın mahlukâta benzemekten tenzihi,
müşriklerin, putları şefaatçi ilâhlar olarak görmesi ve onlara ibadeti, Allah'a
ulaşmanın vesilesi sayması ve müşriklerin putlara tapmakla işledikleri cürüm
zikredilmektedir.
Bunun ardından, göklerin ve yerin yaratılmasında,
gece ile gündüzün ardarda gelmesinde, güneş ile ayın Allah'ın hükmüne boyun
eğdirilmesi, insanın birbirini izleyen çeşitli evrelerden geçirilerek
yaratılması gibi hususlar, Allah Tealâ'nın birliğine birer delil olarak ikame
edilmektedir. Daha sonra da müşriklerin tabiatı ortaya konmakta ve darlık
halinde Allah'a sığınmakla birlikte genişlik halinde O'nu unutması, kınayıcı ve
ayıplayıcı bir üslûpla ortaya konmaktadır. Ardından da tekrar Allah'ın
varlığına ve birliğine delâlet eden hususlara dönülerek yağmurun yağdırılması,
bitkilerin bitirilmesi gibi hususlar zikredilmektedir.
Bunun ardından müminlerle kâfirler arasında
karşılaştırmalar yapılmaktadır. Bunlardan ilkinin dünya ve ahirette mutlu
olacağı, ikincisinin ise her iki dünyada da bahtsız olacağı ve azabı görünce
yok olmayı temenni edeceği bildirilmektedir.
Daha sonra gelen ayetler Kur'an-ı Kerim'in azametini
haykırmakta ve Allah'tan korkan müminlerin, o Kur'an'm ayetlerinden derilerinin
ürperdiği ve Allah'ın zikri ile de derilerinin ve kalplerinin yumuşadığı dile
getirilmektedir. Müşrikler ise onların tam aksine Allah'ın birliğini
işittiklerinde kalpleri katılaşır. Nitekim Kur'an, bu tarz misalleri ihtiva
etmektedir; umulur ki insanlar düşünürler.
İşte bu misallerden, bir tek ilâh'a kulluk edenlerle,
duymayan ve cevap vermeyen çeşitli ilâhlara kulluk edenlerin farkı açıkça
ortaya çıkmaktadır. Bunlar, bir tek efendiye ait bulunan köle ile, üzerinde hak
iddia edilen birçok efendisi bulunan köle gibidir. Daha sonra Allah Tealâ,
Allah'ı bırakıp, birtakım putları -onlar hiçbir şeye malik olmayan ve düşünmeyen
varlıklar olsalar da- kendilerine şefaatçiler edinen müşrikleri reddetmektedir.
Yine bu surede daha sonra Allah Tealâ, Hz. Peygamber
(s.a.)'in ve ashabının ölümlerini haber vermekte ve ruhları görüp gözetenin
kendisi olduğunu, bu ruhlardan bazısını ecelinde öldürdüğünü, bazısının
ölümünü de başka bir ecele ertelediğini belirtmektedir.
Ardından, günaha düşenlere ümit kapısını açmakta ve
onlara, tevbe ettikleri takdirde mağfiret edileceklerini vaad etmekte, peşisıra
da Allah'a karşı yalan uyduran cehennemliklerin yüzlerinde kıyamet günü hüzün
ve benzeri şeyler görüleceğini açıklamaktadır.
Bunu müteakiben kıyametin ahvali ve Sur'a iki kez
üfleneceği açıklanmakta, bunlardan birincisinin canlıları öldürmek,
ikincisinin de kabirlerden diriltmek için vuku bulacağı anlatılmakta, bundan
sonra hak üzere hesap ve yargılama gelmekte ve her nefsin, işlediği şeyin
karşılığını göreceği haber verilmektedir.
Nihayet sure, kıyamet günü insanların ikiye
ayrılacağını bildirmektedir: Zümre zümre ve grup grup cehenneme sürülecek ve
kıyametin dehşetini müşahede edecek olan kâfirler ve zümre zümre ve grup grup
cennetlere sevkedilecek, melekler tarafından selâmlanacak, Alemlerin Rabbi
olan Allah'a hamdetmeyi gerektiren sonsuz cennet nimetlerini müşahede edecek
ve Arş'm etrafında dönerek Rabblerini hamd ile teşbih eden melekleri görecek
olan müminler.
[3]
Nesâî, Hz. Aişe (r.a.)'den şöyle dediğini rivayet
etmiştir: "Rasulullah (s.a.) öyle uzun zaman oruç tutardı ki biz,
"İftar etmek istemiyor" derdik. Öyle uzun zamanı da oruçsuz geçirirdi
ki biz, "Oruç tutmak istemiyor." derdik. Hz. Peygamber (s.a.) her
gece Beni İsrail (yani İsra) ve Zümer surelerini okurdu."
[4]
1- Bu
Kitab'ın indirilmesi Aziz ve Hakim olan Allah tarafındandır.
2- Biz
sana bu Kitab'ı hak ile indirdik; öyleyse sen de dini yalnız kendisine halis
kılarak Allah'a kulluk et.
3- İyi bil
ki, halis din yalnız Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinerek, "Biz
bunlara sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz." Diyenlere
gelince; şüphesiz ki Allah onlar
arasında, ayrılığa düştükleri şeyde
hükmünü verecektir. Allah, yalancı, nankör insanı doğru yola iletmez.
4- Eğer
Allah çocuk edinmek isteseydi, yarattıklarından dilediğini seçerdi. O bundan
yücedir. O, tek ve kahredici Allah'tır.
"Bu Kitab'ın indirilmesi" Kur'an'm
indirilmesi "Aziz" mülkünde kuvvet sahibi olan. "Hakim"
işinde hikmet sahibi olan, her şeyi uygun ve yerli yerinde yapan. "Allah
tarafındandır."
"Biz sana" ey Muhammed "bu kitabı hak
ile indirdik." Buradaki "hak ile" ifadesi, "indirdik"
kelimesine mütealliktir. Yani "Biz sana bu Kitab'ı hakkı muhtevi ve ondan
kaynaklanan bir tarzda indirdik. Veya hakkı ispat etmek, ortaya çıkarmak ve
tafsil etmek için indirdik. "Öyleyse sen de dini yalnız kendisine halis
kılarak Allah'a kulluk et." Dini yalnız ve yalnız O'na ait kılarak, şirk
ve gösterişten arınmış olarak, yani Allah'ı birleyerek O'na kulluk et.
"İyi bil ki, halis din yalnız Allah'ındır." Yani
arı duru din sadece Allah'ındır. O'ndan başkası bu dine müstehak değildir.
Çünkü ilâhhk sıfatlarıyla muttasıf olan ve sırlara, gizliliklere muttali
bulunan yegâne varlık O'dur. "O'ndan başka veliler edinerek" Yani
Allah'tan başka yardımcılar edinenler. Bunlar, putları ilâh edinen Mekke
kâfirleridir; şöyle derler: "Biz bunlara, sırf bizi Allah'a
yaklaştırsınlar diye tapıyoruz." Buradaki "zülfâ"
kelimesi, "yakınlık" demektir.
"Şüphesiz ki, Allah onlar" ve müminler "arasında ayrılığa
düştükleri şeyle" din konusunda ihtilâf ettikleri hususlarda
"hükmünü verecektir." Bunun sonucu olarak da müminleri Cennet'e,
kâfirleri ise Cehennem'e sokacaktır.
"Eğer Allah, çocuk edinmek isteseydi."
Müşrikler şöyle dediler: "Rahman çocuk edindi." Eğer Allah, onların
iddia ettiği gibi çocuk edinmek isteseydi, "yarattıklarından dilediğini
seçerdi." Onların, "Melekler Allah'ın kızlarıdır", "Üzeyir
Allah'ın oğludur", "Mesih Allah'ın oğludur" demelerinin aksine,
yarattığı kullar arasından dilediğini seçerdi. "O bundan yücedir." O,
çocuk edinmekten münezehtir. "Kahhâr" Her şeyin üzerinde kahr ve
galebe sahibidir.
[5]
"O'ndan başka veliler edinerek..." ayetinin
(3. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Cüveybir, İbni Abbâs (r.a.)'dan şöyle
dediğini rivayet etmiştir: "Bu ayet üç kabile hakkında nazil oldu: Âmir,
Kinâne ve Benû Seleme. Bunlar putlara kulluk ediyorlar ve "Melekler O'nun
kızlarıdır." diyorlardı. Putlara kulluk ederken iddiaları şuydu: "Biz
o putlara, sadece bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz."
[6]
"Bu kitabın indirilmesi, Azız ve Hakim olan
Allah tarafındandır." Yani bu azametli Kitap ki Kur'an'dır, Allah Tealâ
tarafından indirilmedir. O Allah ki, Azizdir; mağlup edilemez ve hiçbir şey
tarafından aciz bırakılamaz, Hakîm'dir; yaptığı işte hikmet sahibidir, her şeyi
uygun ve yerli yerinde yapar. Kur'an'ın Allah katından olduğu, kendisinde
hiçbir şüphe ve tereddüt bulunmayan bir gerçektir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Muhakkak ki o Kur'an, Alemlerin Rabbi'nin indirmesidir. Onu,
uyarıcılardan olman için senin kalbine Rûhu'l-Emîn (Cebrail) indirdi."
(Şu'arâ, 26/192-195). Yine Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "O öyle eşsiz
bir Kitaptır ki, ne önünden, ne de arkasından onu boşa çıkaracak bir söz
gelmez. O, Hakim ve Hamld olan Allah'tan indirilmiştir." (Fussilet,
41/41-42).
"Biz bu Kitab 'ı sana hak ile indirdik."
Yani ey Muhammedi Muhakkak ki, biz sadece hakkı bulunduran bu Kuranı sana hakkı
ortaya koyan bir kitap olarak indirdik. Yani onun içinde tevhid ve nübüvvetin
isbatı, hayatın sonu, dinî sorumluluklar vb. ne varsa hepsi haktır. Allah Tealâ
onu batıl olarak ve hiçbir anlam ifade etmez tarzda indirmemiştir.
"Öyleyse sen de dini yalnız kendisine halis
kılarak Allah'a kulluk et." Tek olan ve ortağı bulunmayan Allah'a kulluk
et; mahlukâtı da buna çağır. Onlara şunu öğret ki; Bir olan Allah'tan başkasına
kulluk etmek uygun ve
doğru değildir. O Allah ki, kendisinin hiçbir ortağı,
benzeri ve eşi yoktur. Burada geçen "halis" kelimesiyle aynı kökten
gelen "ihlas" tabiri kulun, amel ederken Allah Tealâ'nm rızasını
kazanmayı hedeflemesi, bunun dışında herhangi bir maksat gütmemesidir.
"Din" ise ibadet ve taat anlamındadır. İbadet ve taatin başı,
Allah'ın bir kabul edilmesi ve Onun ortağının bulunmadığına inanılmasıdır.
İşte bu sebeple Allah Tealâ, bu anlamı tekit ederek şöyle buyurmaktadır:
"İyi bil ki, halis din yalnız Allah'ındır."
Yani iyi bil ki, şirk, riya ve benzeri şaibelerden arınmış halis taat ve ibadet
Allah'a yapılır. Bunun dışındaki dinler ise, Allah'ın emrettiği halis din değildir.
Zira Yüce Allah, işleyenin yalnızca ortağı olmayan Allah için ve O'na has
kılarak işlediği ameli kabul eder. Bu ayette geçen "ela lillâhi"
ifadesi hasr içindir. Yani hükmü, sadece zikredilene mahsus kılar ve
diğerlerinden nefyeder.
İbadetin başı Allah'a ihlas olduğuna göre,
müşriklerin tuttuğu yol kötülenmiş olmaktadır. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Ondan başka veliler edinerek, "Biz bunlara
sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz." diyenlere gelince.
Yani Allah'tan başkasını -ki onlar Allah'ı bırakıp da kulluk ettikleri
putlardır- dost edinen müşriklere gelince, onlar derler ki: Biz bunlara,
yalnızca bizi Allah'a yaklaştırsınlar ve ihtiyaçlarımızın karşılanması için
O'nun katında bize şefaat etsinler diye tapıyoruz.
Bunların akıbeti vahim olacaktır. Nitekim Yüce Allah
kendilerini tehdit ederek şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz ki Allah onlar arasında, ayrılığa
düştükleri şeyle hükmünü verecektir." Yani muhakkak ki kıyamet günü Allah,
muhtelif dinlere mensup olanlar arasında hüküm verecek ve bütün
anlaşmazlıkları çözüme kavuşturacaktır. Bunun sonucu olarak herkese kendi
amelinin karşılığını verecek, ihlaslı muvahhitleri cennete, müşrikleri ise
cehennem ateşine sokacaktır.
"Allah, yalancı nankör insanı doğru yola
iletmez." Yani Muhakkak ki Allah Tealâ, yalan söyleyerek Allah'a -kendi
iddiasmca- çocuk edindiği, sahte ilâhların kendisine şefaatçi olacağını ve
kendisini Allah'a yaklaştıracağını iddia eden, iftira eden, küfründe aşırı
giderek putları ilâh edinen ve onları Allah'a ortak kılan ve bütün bu
hususlarda ne aklî, ne de naklî makbul bir delili bulunmayan kimseleri dinine
hidayet etmez ve onun hakkı bulması konusunda başarı vermez.
Daha sonra Yüce Allah, onların, Allah'ın çocuk
edindiği yolundaki iddialarını reddederek şöyle buyuruyor:
"Eğer Allah çocuk edinmek isteseydi,
yarattıklarından dilediğini seçerdi." Yani şayet Allah Tealâ çocuk
edinmeyi dileseydi -ki O'nun böyle bir-şeye ihtiyacı yoktur- yarattıkları
içinden, seçmeyi dilediği birisini seçerdi.
Ne var ki durum, onların iddia ettikleri gibi
değildir. Zira Allah Tealâ, evlâtların en mükemmelini, yani peygamberleri
seçmiştir, onların iddia ettikleri gibi kızları değil! Çünkü O'nun dışındaki
bütün varlıklar O'nun mahlukâtıdır. Mahlukun ise yaratıcının çocuğu olması doğru
değildir. Şu halde onların iddiaları değil, Onun dilediğini seçmesinden başkası
sözkonusu olamaz.
Ardından Yüce Allah, kendisini çocuk edinmekten
tenzih etmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"O bundan yücedir. O, tek ve kahredici
Allah'tır." Yani Allah, çocuğu olmaktan münezzeh ve mukaddestir. Zira O,
bir ve tektir, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Her şey O'na muhtaçtır. O,
kendisinin dışındaki varlıklardan müstağnidir. Her şeye galiptir. Onun için
eşya O'na döner ve O'na boyun eğer. Allah, zalimlerin söylediklerinden yüce,
ulu ve münezzehtir.
[7]
Bu ayetler, aşağıdaki hükümlere işaret etmektedir:
1-
Kur'an-ı Azim, âlemlerin Rabbi olan Allah katından indirilmedir. Kur'an'm
ihtiva ettiği, tevhid'in ve nübüvvetin isbatı, hayatın sonu, şer'î teklifler
ve sair bütün hususlar, şüphesiz birer haktır; kendisiyle amel edilmesi gereken
birer doğrudur. Kur'an'ın Allah katından indirildiğinin delili şudur: Arap
dilini fasih olarak konuşanlar, Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymaktan acze
düşmüşlerdir. Şayet Kur'an, Allah Tealâ'nm, Rasulüne vahyedilmiş kelâmı olarak
mucize olmasaydı, onlar bu konuda acze düşmezlerdi.
2- İbadet
ve taat, tek olan Allah'tan başkasına yapılmaz. Zira din bütünüyle Allah'a
aittir. Ebû Hureyre (r.a.) şöyle rivayet etmiştir: "Adamın biri, "Ey
Allah'ın Rasulü! Ben birşeyler tasadduk ediyor, birşeyler yapıyor ve bunları
yapmakla Allah'ın rızasının yanısıra insanların da övgüsünü kazanmayı arzu
ediyorum." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu:
"Muhammed'in nefsini kudret elinde bulundurana yemin ederim ki Allah,
kendisine başkasının ortak kılındığı hiçbir şeyi kabul etmez." Daha sonra
Allah'ın Rasulü şu ayeti okudu: "İyi bil ki, halis din yalnız Allah'ındır."
İbni Cerîr de Ebû Hureyre (r.a.)'den şu hadis-i kudsîyi rivayet etmiştir:
"Kim bir amel işler de o amelinde bana benim dışımdaki bir varlığı ortak
kılarsa, o amelin tümü, ortak kılınanındır. Ben ortaklardan ve ortaklıktan
müstağniyim."
3- İbnu'l-Arabî,
"Biz bu Kitab'ı sana hak ile indirdik. Öyleyse sen de dini yalnız
kendisine halis kılarak Allah'a kulluk et." ayeti hakkında şöyle der:
"Bu ayet, her amelde niyetin vacip olduğunun delilidir. Bu amellerin en
büyüğü ise, imanın yarısı olan abdesttir. Ebû Hanîfe -Velîd b. Müslim'in rivayet
ettiğine göre Mâlik ise bu hususta muhalif düşünmektedirler. Onlar,
"Niyetsiz alman abdest de yeterlidir." demişlerdir. İmanın yarısı
olan
ve parmakların ve saç tellerinin arasından küçük
günahların çıkıp dökülmesine vesile olan bir amelin niyetsiz sahih olması
düşünülemez.[8]
4-
Müşrikler, kulluk meselesinde putlarına güvenmektedirler. Halbuki putların
Allah katında şefaatçiler olarak görülmesi bir vehimden ibarettir ve ne aklî,
ne de naklî herhangi bir esasa dayanmamaktadır. Putların ve cansız varlıkların
Allah'a yaklaşma vesilesi olması nasıl düşünülebilir? Çünkü bu mahlukların
(putların), bizzat kendilerine bir yararı dokunmaz ve kendilerinden bir zararı
defetmekten de acizdirler. Hal böyle iken bu hususları başkaları için nasıl
gerçekleştirebilirler?
Bu konuyla bağlantılı olarak denebilir ki, şirkin
ortaya çıkışı oldukça eskilere dayanmaktadır. Peygamberler de onunla mücadele
etmek ve insanları, ortağı olmayan tek Allah'a çağırmak için gelmişlerdir.
Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun biz, her millet içinde, "Allah'a
kulluk edin, tağuta tapmaktan kaçının." diye bir elçi gönderdik."
(Nahl, 16/36). Buradaki "tağut" kelimesi, Allah dışında kendisine
tapınılan put ve sair her şeydir. Yine Yüce Allah şöyle buyurur: "Senden
önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona, "Benden başka ilâh yoktur. Bana
kulluk edin" diye vahyetmiş olmayalım." (Enbiyâ, 21/25).
5- Yüce
Allah, müşriklerin şüphesine, tehdit içeren kısa bir cevap vermiş ve şöyle
buyurmuştur: "Allah onlar arasında, ayrılığa düştükleri şeyle hükmünü
verecektir." Yani muhakkak ki Allah, kıyamet günü bütün dinlerin
mensupları arasında hüküm verecek ve her zümreye, müstehak olduğu karşılığı
verecektir.
Daha sonra Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır:
"Allah, yalancı, nankör insanı doğru yola iletmez." Yani Yüce Allah,
kendisi hakknda yalan uyduran ve kendisine iftira eden, kalbi de Allah'ın
ayetlerine, hüccet ve burhanlarına karşı kapanmış olan kimseleri, razı olduğu
din olan İslâm'a girme ve hidayeti bulmaya muvaffak kılmaz.
6- Bunun
ardından da Allah Tealâ, cahil müşriklerin melekler ve Yahudiler ile
Hristiyanlann da Hz. İsa ve Hz. Üzeyr konusunda iddia ettikleri gibi çocuğu
bulunmadığını beyan etmektedir. Zira eğer Allah Tealâ, yarattıklarından
herhangi birisinin kendisinin çocuğu olarak tavsif edilmesini dileseydi, bunun
kim olduğunun tayin ve tespitini onlara bırakmazdı. Rabbimiz, çocuğu
bulunmaktan yüce ve münezzehtir. O, bir ve tek olan Allah'tır, her şeye karşı
galiptir.
[9]
5- Gökleri ve yeri hak ile yarattı. Geceyi gündüzün
üzerine doluyor, gündüzü de gecenin
üzerine dolu- yor- Güneşi ve ayı buyruğu altına
aldı- Herbiri belli bir süreye kadar
akıp gitmektedir. İyi bil ki O, Azîz
ve Gaffardır.
6- Sizi bir
tek candan yarattı, sonra ondan eşini meydana eetirdi ve sizin için davarlardan
sekiz çiftindirdi. Sizi annelerinizin karınlarında uc karanlık içinde yaratmadan ya- ratmaya
geçirerek yaratmaktadır. İşte Rabb'iniz
Allah budur. Mülks°'nundur.O'ndan başka ilâh yoktur. Nasıl da çevriliyorsunuz?!
7-Eğer
nankörlük ederseniz, şüphesiz Allah size muhtaç değildir. Fakat kulları için
küfre razı olmaz. Ve eğer şükrederseniz
sizin için ona razı °lur. Hiçbir
günahkâr diğerinin günahını çekmez.
Sonra dönüşünüz Rabb'inizedir. O size yaptıklarınızı haber verir. Çünkü O,
göğüslerin içinde olan her şeyi bilir.
"inkâr ederseniz" ve
"şükrederseniz" kelimeleri arasında tezat vardır.
[10]
"Geceyi gündüzün üzerine doluyor." Burada
geçen "tekvîr" kelimesi, dönen bir cismin üzerine sarmak demektir. Bu
ifade, dünyanın yuvarlaklığına delâlet eder. Bu anlamda olmak üzere kumaş ve
sarık hakkında da "keuvera" fiili kullanılır ki, onun bir kısmını bir
kısmı üzerine atmak, katlamak demektir. "Güneşi ve ayı buyruğu altına
aldı." İtaatt edici ve boyun eğici kıldı, bu ikisini kendisine itaat edici
yaptı. "Her biri" kendi yörüngesinde "belli bir süreye
kadar" belirlenmiş, sınırlı bir vakte kadar ki o kıyamet günüdür
"akıp gitmektedir." "O Azizdir" Kuvvet sahibi ve her şeye
galip olan, "Gaffar'dır." Kullarının günahlarını dilediği ve onlar
tevbe ettiği zaman bağışlayan. Bu ayet, Allah'ın varlığına, birliğine ve
kudretine delildir.
"Sizi bir tek candan yarattı." Yani
Adem'den yarattı. "Sonra ondan eşini meydana getirdi." Bu ifade de
Allah'ın varlığına, birliğine ve kudretine üç delâlet vardır. Birincisi, Adem
(a.s.)'in babasız ve annesiz olarak yaratılması. İkincisi ondan veya onun
cinsinden farklı bir cins olan Havva'yı yaratması. Üçüncüsü de Havva'dan
muhtelif halkları yaratması. Bu ayetteki "sonra" kelimesi,
hazfedilmiş bir ifadeye matuftur. Takdiri ifade, "onun yaratılması
gibi"dir. İfadenin bu şekilde gelmiş olması, Havva'nın kendisinden
yaratıldığı nefsin, Havva'dan fazilet ve meziyet olarak farklı olduğuna delâlfet
içindir. Bu durum, -Zemahşerî'nin de belirttiği gibi-Adem ile Havva arasında
var oluşta bir öncelik-sonralık olduğunu değil, durum ve mevkide bir
öncelik-sonralık olduğunu gösterir.[11]
"Ve sizin için davarlardan" Yani deve, ökjiz, koyun ve keçiden
"sekiz çift" yani deve, öküz, koyun ve keçiden oluşan her sınıftan
erkek ve dişi olmak üzere "indirdi." Sizin için bunları indirmeye
hükmetti ve bunları taksim etti. Çünkü Allah Tealâ'nm hükmü ve taksimi
"gökten inmek'le tavsif edilmiştir. Şöyle ki; Yüce Allah Levh-i Mahfuz'a
şöyle yazdı: Her olan olacak. Bu ifade şöyle de anlaşılabilir: Sizin için
bunların, yıldızların ışığının ve yağmurun inmesi gibi "inen"
sebeplerle var etti. Bu ayette geçen "ezvâc" kelimesi,
"zeı>c"in çoğuludur. "Zevç" ise, yanında başkası bulunan
herbir şey hakkında kullanılır. Eğer o şey tek kalırsa, ona "ferd"
denir. "Üç karanlık içinde." Yani ana karnında, ana rahminde ve eş
zarında veya belde olan karanlıklarda. "Yaratmadan yaratmaya
geçirerek." Yani tedrici olarak nutfeden alâkaya, ondan mudğaya, ondan da
et giydirilmiş kemiklere dönüştürerek. "İşte" fiillerinin durumu
böyle olan "Rabbiniz Allah budur." İbadete müs-tehak bulunan ve malik
olan O'dur. "Mülk O'nundur. O'ndan başka ilâh yoktur." Zira yaratmada
başka biri O'na ortaklık etmemiştir. "Nasıl da çevriliyorsunuz."
Yani siz nasıl oluyor da O'na kulluktan, başkasının kulluğuna dönüyorsunuz?
"Allah size" sizin imanınıza "muhtaç
değildir. Fakat kulları için" onlara bir rahmet olmak üzere "küfre
razı olmaz. Ve eğer şükrederseniz, sizin için ona razı olur." Çünkü şükür,
sizin kurtuluşunuzun sebebidir. Yani eğer şükredecekseniz, iman edin ki, sizin
için şükre razı olsun. "Hiçbir günahkâr diğerinin günahını çekmez."
Hiçbir günahkâr nefis, diğer bir nefsin günahını yüklenmez. "Sonra
dönüşünüz Rabbinizedir. O size yaptıklarınızı" sizi hesaba çekmek ve
amellerinizin karşılığını vermek suretiyle "haber verir. Çünkü O,
göğüslerin içinde olan her şeyi" insanın gönlünden geçeni
"bilir." Sizin amellerinizin en gizlisi bile Ona gizli değildir.
[12]
Allah Tealâ, bir önceki ayetler grubunda, kendisinin
çocuk edinmekten münezzeh, kahhâr ve gâlib, yani kâmil kudret sahibi bir tek
ilâh olduğunu beyan buyurduktan sonra bu ayetlerde de kâmil kudret sahibi ve
yaratıklarından herhangi birisine ihtiyaç duymaktan müstağni olduğunu
bildirmektedir. Yüce Allah bu hususta üç delil zikretmektedir. Birincisi
göklerin, yerin ve ikisi arasındaki alemlerin yaratılması. İkincisi Güneş ve
ayın, O'nun kudretine boyun eğdirilmesi ve hassas bir sistem içinde yürütülmeleri.
Üçüncüsü de ilk insanın yaratılması ve insan neslinin ondan türetilmesi ile
davar türünden erkek ve dişi olmak üzere sekiz çiftin yaratılması. Bu
delillerden her birinde de ayrıca üçer delil daha vardır ki, inşaallah onları
biraz sonra zikredeceğim.
[13]
Birinci delil
ve onun ulvî alemdeki kısımları:
1- "Gökleri
ve yeri hak ile yarattı." Yani zaruri amaçlar, hikmet ve maslahatlar için
göklerden ve yerden oluşan ulvî alemi, hak ve doğruluk üzere kaim olacak
şekilde örneksiz olarak yarattı ve var etti. Bu ikisini batıl ve abes olarak
yaratmadı ve bu ikisini en orijinal bir sisteme tabi kıldı. Bu, kudret sahibi
ilâhın varlığına ve O'nun, bir ortak, eş veya çocuğu bulunmasının mümkün
olmadığına delâlet eder. O tekdir ve kâmil kudret sahibidir ve başkasına muhtaç
olmaktan tam anlamıyla müstağnidir.
2- "Geceyi
gündüzün üzerine doluyor, gündüzü de gecenin üzerine doluyor." Yani
bunların her biri diğerini bürüyüp kaplıyor. Ta ki bu suretle gecenin karanlığı
veya gündüzün aydınlığı kaybolup gidiyor. Burada bir diğer anlam da şu
olabilir: Bunlar birbirinin peşisıra, birbirini izler ve her biri diğerini
durmadan ister ve kovalar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Kendisini durmadan kovalayan gündüze, geceyi O bürüyüp örter."
(A'râf, 7/54), "Geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine
sokar." (Hadîd, 57/6).
İlk olarak bu ayet, dünyanın yuvarlaklığına delâlet
eder. Çünkü burada geçen "tekvîr" kelimesi, dönmekte olan bir cismin
üzerine sarmak demektir. İkinci olarak, dünyanın kendi etrafından döndüğüne
delâlet eder. Çünkü gece ile gündüzün, karanlık ile aydındığın birbirinin
peşisıra gelmesi, ancak dönmekle mümkün olur.
3- "Güneşi
ve ayı buyruğu altına aldı. Her biri belli bir süreye kadar akıp
gitmektedir." Yani o ikisini, kulların menfaat ve maslahatı için doğmak
ve batmak suretiyle emrine boyun eğdirmiştir. Bunlardan her biri, devrini
tamamlayana ve Allah'ın ilminde malûm bulunan sınırlı bir vakte kadar -ki o
vakit dünyanın sonu ve kıyametin gelmesidir- kendi yörüngesinde akıp gider.
Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "O gün göğü, yazı tomarlarını
dürergibi toplarız." (Enbiyâ, 21/104).
Daha sonra bu ayeti, asıl maksadı beyan ederek
tamamlamaktadır. Buradaki asıl maksat, ilâhi kudretin mükemmeliyetini ispat
etmek ve bununla birlikte kulların mağfiret talebinde bulunmalarını teşviktir.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"İyi bil ki O, Aziz ve Gafur'dur." buradaki
"e/d" ifadesi, tenbih bildirmektedir. Yani, uyanık olun. Bu ulvî
alemin ve büyük yıldızların yaratılması, galip ve kendisine düşmanlık
edenlerden intikam almaya kadir olan, kullarının günahlarını mağfiret ile örten
birisinin işidir. O'na bu hususta benzeyen herhangi birşey yoktur. Bu iki
sıfatın (yani bağışlayıcılık ve galip olma) burada bir araya getirilmesi, Allah
Tealâ'nın, izzet ve azamet, büyüklük ve tam kudret sahibi olmasının yanısıra
kullarını çok bağışlayıcı, rahmeti, lütfü ve ihsanı bakımından da cömert
olduğuna delâlet içindir. O, kendisine asi olduktan sonra tevbe edip O'na
dönenleri bağışlar. Zira Allah Tealâ'nın, azametli kudret sahibi olduğunun
haber verilmesi, korku gerektirir. Burada Allah Tealâ, bu sıfatının hemen
ardından "gaffar" sıfatını zikretmiştir ki, bu sıfat, rahmetin çok
olmasını gerektirir. Rahmeti çok olması, amel ve fiil olmadan sadece rahmeti
ummayı ifade etmez. Aksine, ibadet ve ihlâs ile mağfiret istemeye rağbet ve
bağışlanmayı ümit etmek anlamına gelir. Kısacası ayetin bu şekilde
bitirilmesi, sakınmayı gerektiren bir korkutmadan sonra, bağışlanmayı
gerektiren ameller işlemeye teşvik maksadına yöneliktir.
Daha sonra Allah Tealâ, bu delile bir diğer delil daha
ilâve etmektedir: İkinci delil ve onun aşağı alemdeki kısımları:
1-
"Sizi bir tek candan yarattı, sonra ondan eşini meydana getirdi."
Yani ey insanlar! Allah, farklı ırk ve dillerde olan sizleri bir tek nefisten
-ki o Adem (a.s.)'dir- yarattı; sonra da o nefisle aynı cinsten^1' onun eşini
-o da Havva'dır- var etti. Sonra da insan neslini, bu ikisinden, farklı farklı
kavimler olarak meydana getirdi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratıp,
ikisinden birçok erkek ve kadınlar üreten Rabb'inizden korkun." (Nisa,
4/1). Yeryüzü alemine müteallik olan bu delilin bu kısmı, açık olduğu üzere yeryüzü
alemine ilişkin üç delili de kapsamına almaktadır. Yukarıdaki ayette geçen
"minhâ" (ondan) ifadesi, meşhur olan görüşe göre Havva'nın, Adem
(a.s.)'in eğe kemiğinden yaratıldığını anlatmaktadır. Allah Tealâ, Havva
dışında herhangi bir kadını, erkeğin eğe kemiğinden yaratmamıştır.
2- "Ve
sizin için davarlardan sekiz çift indirdi." Yani sizin için, deve, sığır,
koyun ve keçiden ibaret davar cinsinden[14] her
sınıftan bir erkek ve bir dişi olmak üzere- sekiz çift hayvan yarattı. Ve
onları size ihsan buyurdu. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sekiz
çift hayvan: koyundan iki, keçiden iki (...) ve deveden iki, sığırdan
iki..." (En'âm, 6/143-144). Yani bu sayılanların her birinden bir erkek ve
bir dişi.
3- "Sizi
annelerinizin karınlarında üç karanlık içinde yaratmadan yaratmaya geçirerek
yaratmaktadır." Yani sizi yaratmaya, annelerinizin karnında, yaratmanın
tedrici merhalelerinden geçirerek
başlamakta ve yaratılışınızı böyle takdir buyurmaktadır. Şöyle ki: Siz
orada önce nutfe (meni) halinde oluyorsunuz. Daha sonra alaka'ya (embriyon)
çevriliyor, sonra mudğa (et parçası, cenin) haline geliyorsunuz. Ardından
kemikler oluşuyor ve sonra da bunlara et, damar ve sinir giydiriliyor. Bunun
peşinden, ona ruh üfleniyor ve o varlık, en güzel bir surete sahip bambaşka
bir yaratığa, insan haline dönüşüyor.
Bu suretle yaratma işlemi, şu üç kılıfın karanlığında
meydana gelmiş olmaktadır: Ana karnındaki karanlık, rahim karanlığı ve eş
zarının karanlığı. Doktorların da dediği gibi buradaki kılıf (zar)lar ise
şunlardır: Amin-yon zarı, koriyon zarı ve decidua (geçici zar).
Daha sonra Yüce Allah geçen ayete bir ifade daha
eklemektedir. O da yaratıcı ve inşa edici kudretin birliğidir. Yüce Allah şöyle
buyuruyor:
"İşte Rabb'iniz Allah budur. Mülk O'nundur.
O'ndan başka ilâh yoktur. Nasıl da çevriliyorsunuz?" Yani bu, gökleri,
yeri ve ikisi arasındakileri yaratan ve insanı var eden, sizi yaratandır. O ki,
dünyada ve ahirette mülk hakiki ve mutlak olarak kendisinindir. O birdir,
tekdir ve kendisinden başka ilâh yoktur; yaratma işinde kendisine başkası
ortaklık ve eşlik etmiş değildir. Dolayısıyla O'ndan başkasına kulluk etmek
doğru değildir. Böyleyken O'na kulluk etmekten nasıl döndürülüyorsunuz?
Akıllarınız bunu nasıl kabul ediyor?
Sonra Allah Tealâ, bu kulluğun semeresinin de sizin
için olduğunu ve kendisinin, mutlak surette kendisine yapılan kulluğa
ihtiyaçtan müstağni bulunduğunu beyan etmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz Allah size
muhtaç değildir." Yani varlığına ve kudretine delâlet eden ve birbirini
destekleyen bunca delilin varlığına rağmen Allah'ı inkâr ederseniz, bilmiş olun
ki Allah (c.c), kendisi dışındaki varlıkların hiçbirisine muhtaç değildir.
Nitekim Yüce Allah, Hz. Musa'nın dilinden şöyle buyurmaktadır: "Siz ve
yeryüzünde bulunanlar hep nankörlük etseniz, iyi bilin ki, Allah sizin
şükrünüze muhtaç değildir, zatında övülmüştür." (ibrahim, 8/14).
Sahih-i Müslim'de yer alan bir rivayete göre de Hz.
Peygamber (s.a.s)'in dilinden Yüce Allah
şöyle buyurur: "Öncekileriniz, sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz,
sizden en facir bir kimsenin kalbinden geçenler üzerinde birleşseniz bile bu,
benim mülkümden herhangi birşeyi eksiltmez."
Daha sonra Allah Tealâ, neyi emredip neden razı
olduğunu ve insanları neden sakındırıp neden razı olmadığını zikretmekte ve
şöyle buyurmaktadır:
"Fakat kulları için küfre razı olmaz. Ve eğer
şükrederseniz sizin için ona razı olur." Yani Allah Tealâ küfrü sevmez ve
onu emretmez. Çünkü küfür, içinde her türlü dalâlet, sapkınlık ve sahte
ilâhlara kulluğu barındırır -ki o sahte ilâhlar kişiye ne bir fayda, ne de
zarar verebilir- ve küfür, iki dünyada da bedbahtlık sebebidir.
Ve sizler eğer verdiği nimetler için Allah'a
şükrederseniz, Allah Tealâ sizin için şükre razı olur, onu sever ve sizi fazlı
ile zenginleştirir. Çünkü dünya ve ahirette mutluluğun yegâne sebebi Allah
Tealâ'dır.
Bunun ardından Yüce Allah, dünya ve ahirette ferdî
sorumluluğun prensibini ilân etmektedir. Bu prensip İslâm'ın en önemli
prensiplerindendir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Hiçbir günahkâr diğerinin günahını
çekmez." Yani hiçbir nefis, başka birisinin yerine günah, kusur ve cürüm
yüklenmez. Aksine her insan kendi nefsinin hayır veya şer şeklinde işlediği
amelinin muhatabıdır. Bu ayet, Kur'an-ı Kerim'de beş yerde geçmektedir.
"Herkes, kendi kazandığına bağlıdır." (Tûr, 52/21) ve "Her
nefis, kendi kazandığıyla rehin alınmıştır" (Tûr, 74/38) ayetleri de bu
ayete benzerlik arzederler.
Kişinin ahirette göreceği karşılık da ameli
miktarmcadır. Yüce Allah şöyle buyurur:
"Sonra dönüşünüz Rabbinizedir. O size
yaptıklarınızı haber verir. Çünkü O, göğüslerin içinde olan her şeyi
bilir." Yani, sonra kıyamet günü dönüş ve varış yeriniz Rabbinizdir. O
size, hayır ve şer olarak yaptığınız ne varsa hepsini haber verir. O, kalplerin
gizlediğini ve sakladığını, yani nefislerinizden geçeni bilir. Dolayısıyla
O'na gizli kalan hiçbir şey yoktur.
[15]
Bu ayetler, aşağıdaki hükümlere işaret etmektedir:
1- Allah
Tealâ'nın varlığına, birliğine, kudretine, eş ve çocuğu bulunmaktan münezzeh
ve müstağni olduğuna delâlet eden deliller şunlardır: Göklerin, yerin ve ikisi
arasmdakilerin yaratılması, gece ile gündüzün ardarda gelmesi, güneş ile ayın,
kulların maslahatları için Yüce Allah'ın emrine boyun eğdirilmesi, insanın
kendi aslından veya zahiri sebeplere bağlı olarak yaratılması, davar cinsinden
sekiz çift veya sekiz sınıf yaratılması; bir başka deyişle deveden iki,
sığırdan iki, koyundan iki ve keçiden iki.
Bunlardan herbiri çift olarak yaratılmıştır. Bu
çiftler, erkek ve dişiye şamil olmak üzere sekiz etmektedir.
2-
Gecenin, gündüz üzerine ve gündüzün de gece üzerine dolanması, dünyanın
yuvarlak olduğuna ve kendi etrafında döndüğüne delâlet eder.
3- Güneş
ve ayın, kulların maslahatları için doğmak ve batmak suretiyle Allah'ın emrine
boyun eğdirilmesi, Allah'ın kudretine, koyduğu sistemin hassaslığına ve
kullarının maslahatlarını gözettiğine delâlet eder.
4- Allah
Tealâ kendisinin Aziz, Galip, Settâr ve rahmetiyle kulların günahlarını örtücü
olduğunu haber vermektedir. Burada Allah Tealâ'dan gelen bir korkutma ve teşvikin
bir arada bulunması sözkonusudur: Allah Tealâ'dan sakınma ve Allah Tealâ'ya
ibadet ve taatte ihlâsa teşvik.
5- İnsanın
yaratılış merhaleleri, birbirini izleyen aşamalar halinde nutfeden alâkaya,
alâkadan mudğaya, mudğadan da kemiğe ve sonra da ete dönüştürülmek suretiyle
tedrici olarak meydana gelmektedir. İnsanın oluşması, şu üç karanlık içinde
meydana gelir: Anne karnının karanlığı, rahim karanlığı ve meşime karanlığı.
6- Bütün
bunları yaratan Allah Tealâ, sizin Rabbiniz ve sizi terbiye edendir. O, her
şeye maliktir, birdir ve tektir. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır:
"İşte Rabb'iniz Allah budur. Mülk O'nundur. O'ndan başka ilâh
yoktur."
Böyleyken O'na kulluk etmekten, O'ndan başkasına
kulluk etmeye nasıl çevriliyorsunuz?
7-
İnsanların hepsi Allah'ı inkâr ve nankörlük edecek olsa bile Allah'a bir zarar
veremezler. Allah onlara muhtaç değildir. Fakat Allah, kullan için küfre razı
olmaz ve kullarının küfür içinde olmasından hoşlanmaz. Eğer kulları
şükrederlerse Allah Tealâ şükre razı olur ve şükrü emreder. Yaratılanların
tümünün dönüp gidecekleri yer, Rabb'lerinin huzurudur. O zaman Allah Tealâ
onlara, daha önce işledikleri iyilik ve kötülükleri haber verecektir.
Bu ayet, iradenin, rızadan başka birşey olduğunun
delilidir. Bu, Ehl-i Sünnetin görüşüdür. Zira Allah Tealâ birşeyi murat eder,
ancak ondan razı olmaz. Bu durumda O, razı olmadığı birşeyin olmasını murat
etmiş demektir. Meselâ Allah Tealâ, İblis'i yaratmayı murat etmiştir, ancak
kendisinden razı değildir. Rıza, kınama ve itirazı terketmektir ki bu, irade
değildir.
8-
İslâm'ın, büyük ve övgüye değer prensiplerinden birisi de, sorumluluğun
şahsîliği prensibidir. "Hiçbir günahkâr diğerinin günahını çekmez."
Bu prensip insanları çalışmaya sevkedip, tembellik ve ataleti engellediği
gibi, Hıristiyanların, insanın günahla doğduğu, günahın kalımtımsal olduğu
düşüncesinden de kurtarır; insan binasına umut kapısı açar, insana kendi
değerini farketme ve kendine güvenme hissi verir. İnsan bunu yaparken
başkasının fiillerinden etkilenmez. İşte bu, insana verilmiş büyük bir ilâhi
lütuftur.
9-
"Sonra dönüşünüz Rabbinizedir." ayeti, öldükten sonra dirilmenin ve
kıyametin delilidir. "Çünkü O, göğüslerin içindeki her şeyi bilir"
ayeti de Allah Tealâ'mn ilminin, cüz'î-küllî, küçük-büyük, söz-fiil... her şeyi
kuşattığına delâlet eder. Allah Tealâ, daha eyleme geçmeden önce niyetin ne olduğunu,
içten geçeni, kararı, düşünceyi, fiili ve sözün oluşum aşamalarının hepsini
hakkıyla bilir.
[16]
8- İnsana bir zarar dokundu mu, hemen içtenlikle
Rabb'ine yönelerek O'na dua eder. Sonra Allah ona kendisinden bir nimet verdi
mi, önceden O'na yalvarmakta olduğunu unutur da, O'nun yolundan saptırmak
için Allah'a eşler koşmaya başlar. De ki: "Küfrünle biraz eğlene dur, sen
ateş halkındansın!"
9- Yoksa o,
gece saatlerinde secde ederek, ayakta durarak ibadet eden, ahiretten korkan ve
Rabbinin rahmetini uman gibi midir? De ki: "Bilenlerle bilmeyenler bir
olur mu?" Doğrusu ancak akl-ı selim sahipleri öğüt alır.
"uman" ve "korkan" kelimeleri
arasında tıbâk vardır.
"De ki: "Küfrünle biraz eğlene dur."
cümlesi, tıpkı "De ki: "Ey Kavmim! Gücünüz yettiğince yapacağınızı
yapın!" (En'âm, 6/135 ve başka yerler) ayetinde olduğu gibi kendisiyle
tehdit kastedilen bir emir cümlesidir.
"Yoksa o, gece saatlerinde secde ederek, ayakta
durarak ibadet eden..." cümlesinde hazf, eksiltme yapılmak suretiyle
gerçekleştirilmiş icazlı bir anlatım vardır. Yani böyle kimse, kâfir olan gibi
midir?
[17]
"İnsana" yani kâfire "bir zarar"
sıkıntı "dokundu mu, hemen içtenlikle Rabbineyönelerek" Ona dönerek
"dua eder" Ona yakarışta bulunur. "Sonra Allah ona kendisinden
bir nimet verdi mi" ona in'am ve ihsanda bulunup bu nimete onu sahip kıldı
mı, "önceden O'na" kendisine nimet vermeden önceki durumda Allah'a
"yalvarmakta olduğunu" bu sıkıntılı durumdan kurtarması için O'na
tazarru etmekte olduğunu ve sıkıntının kendisini terkettiğini "unutur da,
O'nun yolundan" yani İslâm dininin yolundan başkalarını "saptırmak
için" -buradaki "liyudılle" (saptırmak için) kelimesi
"liyedılle" (sapmak için) şeklinde de okunmuştur;
hem"dalal", hem de "ıdlâl", birer neticedir, asıl hedef
değildir- "Allah'a eşler, ortaklar koşmaya başlar."
"De ki: "Küfrünle biraz" ecelin gelene
kadar "eğlene dur." Bu, tehdit maksatlı bir emirdir. Bu ifadede,
küfrün, herhangi bir dayanağı bulunmayan bir arzu ve istek türü olduğuna ve
aynı zamanda kâfirlerin ahiret nimetlerinden istifadeden ümitlerini kesmeleri
gerektiğine işaret vardır. Bu sebeple bu ayet, "sen ateş
halkındansın." kavl-i ilâhisi ile ilişkilendiril-miştir. Bu, mübalağa
yoluyla alay ifade eden bir cümledir.
"Yoksa o gece saatlerinde" geceye tekabül
eden saatlerde namaz için "ayakta durarak ibadet eden" Allah'a itaat
eden ve Ondan korkan, "ahiret-ten korkan" ahiret azabından çekinen
"ve Rabbinin rahmetini uman gibi midir?" Yani Rabbinin cennetini
uman. Burada hazfedilmiş bir cümle vardır. Takdirî ifade şöyledir: Bu kimse,
küfür ve başka sebeplerle Rabbine asi olan gibi midir? Bunun bir benzeri de şu
ayettir: "De ki: Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" Bu ifade,
anılan iki sınıfın eşit olmadığını bildirmektedir. Yani bu iki zümrf birbirine
eşit değildir. Tıpkı alimlerle cahillerin bir olmadığı gibi, Allah'a ibadet
edenlerle isyan edenler de bir değildir. "Ancak akl-ı selim
sahipleri." doğru düşünebilen akıl iz'an sahibi "öğüt alır" ders
çıkarır.
[18]
"Yoksa o, gece saatlerinde..." şekilde
başlayan 9. ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Ebî Hatim, İbni Ömer
(r.a.)'den, şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bu ayet Osman b. Affân
hakkında nazil oldu." İbni Sa'd da İbni Abbâs (r.a.)'m şöyle dediğini
rivayet etmiştir: "Bu ayet Ammâr b. Yâsir (r.a.) hakkında inmiştir."
Cüveybir ise İbni Abbâs (r.a.)'dan, "Bu ayet, İbni Mesud, Ammâr b. Yâsir
ve Ebû Huzeyfe'nin azatlısı Salim hakkında indi." dediğini rivayet
etmiştir.
[19]
Müşriklerin, putlara kulluk etmek suretiyle
tuttukları yolun bozukluğunu, putlara kulluğun herhangi bir dayanağının
bulunmadığını, ancak Allah Tealâ'ya kulluk etmek gerektiğini ve O'nun,
mahlukâtma hiçbir şekilde muhtaç olmaksızın, onların ibadetine ihtiyacı
bulunmadığını beyan buyurduktan sonra, Yüce Allah burada da kâfirlerin, sıkıntı
anında Allah'a yönelmek, ferahlık anında ise O'na yönelmeyi terketmek şeklinde
ortaya koydukları çelişkiyi zikretmekte, ardından da müminlerin dinlerinde
nasıl sağlam durduklarına ve istikamet sahibi olduklarına ve ilkelerine
bağlılıklarına dikkat çekmektedir. Zira onlar Allah Tealâ'dan başkasına
sığınmazlar ve Allah Tealâ'nm rahmetinden başka birşeye itimat etmezler.
[20]
"İnsana bir zarar dokundu mu, hemen içtenlikle
Rabb'ine yönelerek Ona dua eder. Sonra Allah ona kendisinden bir nimet verdi
mi, önceden O'na yalvarmakta olduğunu unutur da, O'nun yolundan saptırmak için
Allah'a eşler koşmaya başlar." Bu, kâfirlerin ortaya koyduğu çelişkili
bir tutumdur. Kâfir, hastalık, fakirlik, korku gibi bir sıkıntıya maruz kaldığı
zaman Rabbine dönererek ve Ona tevbe ederek yakarışlarda bulunur. Üzerine çöken
musibetin kalkması için O'na sığınır. Derken ona musallat olan sıkıntı kalkar.
Sonra Allah Tealâ ona bir nimet verdiği veya onu bir mülkün sahibi yaptığı ve o
kimse bolluk ve refah haline ulaştığı zaman bu dua ve tazarruyu, daha önce
kendisine dua ettiği Rabbini unutur.
Rahata eriştiği zaman putları veya başka şeyleri
Allah'a ortak koşmaya başlar ve onlara kulluk eder; hem kendi dalâlete düşer,
hem de bu ameliyle diğer insanları dalâlete düşürür ve onların İslâm'a
girmesine ve Allah'ı birlemelerine mani olur. Buradaki "Allah'ın
yolu" ifadesi, İslâm ve tevhidtir.
Dolayısıyla bu ayetin ille anlamı şöyle olmaktadır:
"Bu kimse, muhtaç olduğu zaman Allah'a tazarru eder ve O'na sığınır."
Nitekim Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisi de buna benzemektedir: "Denizde
size bir sıkıntı dokunduğu zaman, O'ndan başka bütün yalvardıklarınız
kaybolur. Fakat sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine yüzçevirirsiniz. Gerçekten
insan nankördür." (İsrâ, 17/67).
İkinci anlam ise şöyledir: "Bu kimse, refaha
ulaştığı zaman önceden yaptığı dua ve tazarruyu unutur." Şu ayet de bu
anlamı desteklemektedir:
"İnsana bir darlık dokunduğu zaman yanı üzere
yatarken, otururken, yahut ayakta bize yalvarır; ama biz onun darlığını
kaldırınca, sanki kendisine dokunan bir darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamış
gibi hareket eder. " (Yûnus, 10/12).
Üçüncü anlam da şöyledir: "Putları Allah'a ortak
koşmaya başlar: " Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İnsan Rabb'ine
karşı çok nankördür." (Âdiyât, 100/6).
Bütün bunlar sebebiyle Allah Tealâ, çelişki içindeki
bu kâfiri, yaptığından ötürü azapla tehdit etmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"De ki: "Küfrünle biraz eğlene dur, sen ateş halkındansın." Ey
Peygamber! Tutumu, yolu ve tavrı böyle olan kimseye de ki: "Ey insan!
Küfrünle az bir zaman -yani ecelin gelene kadar- menfaatlenmek suretiyle eğlene
dur. Zira dünya menfaati azdır. Sen ahirette ateşe gireceklerdensin ve orada
ebedî olarak kalacaksın. Yakında dönüp gideceğin yer orasıdır. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Eğlenin! Gideceğiniz yer ateştir." (İbrahim,
14/30), "Onları biraz geçindirir, sonra kaba bir azaba sürükleriz."
(Lokman, 31/24).
Daha sonra Allah Tealâ, sürekli itimadı sadece
Rabblerine gösteren ibadet ehli müminlerin ahvalini zikretmekte ve şöyle
buyurmaktadır:
"Yoksa o, gece saatlerinde secde ederek, ayakta
durarak ibadet eden, ahiretten korkan ve Rabbinin nimetini uman gibi
midir?" Yani hal ve kazanç itibariyle bu kâfir mi daha güzeldir, yoksa
Allah'a iman eden, itaat ve huşu ehli olan, gece saatlerinde Allah için namaz
kılan kimse mi? Onun huşuu, secde ve kıyam hali boyunca devam eder. O kimse
ahiretten korkar ve Rabbinin rahmetini umar. Bu kimse bu haliyle korku ve ümit
hallerini birlikte yaşar. İşte sahibini kazanca erdiren kâmil kulluk budur. Bu
ayetin sorduğu sorunun cevabı ise açıktır. Ebû Hayyân şöyle der: "Bu
ayette gece namazının gündüz namazına üstün olduğuna ve gece namazının gündüz
namazına tercih olunacağına delil vardır.[21]
"De ki: "Bilenlerle bilmeyenler bir olur
mu? Doğrusu ancak akl-ı selim sahipleri öğüt alır." Yani alimlerle
cahiller bir midir? Allah'ın ayetlerinden gerekli öğüdü alan ve onlar hakkında
gereği gibi düşünenler ancak akl-ı selim sahipleridir, cahiller değil! Bu iki
sınıf arasındaki farkı da cahiller değil, ancak akıl sahibi kims'eler bilir.
Bu iki fırka bir değildir. Hakk'ı idrak eden ve
dosdoğru yöntemi bilip uygulayarak gereğince amel eden alim kişi, karanlıkta
önünü görmeden yürüyen ve batakta ve dalâlette yürüyen kişi ile bir değildir.
Bu ayette, anılan iki fırkanın bir olmadığı
gerçeğinin soru tarzında gelmesinin sebebi şudur: Böyle bir ifade, önce
zikredilen iki grubun bir olmadığı konusunda tekit bildirir. Bu iki grup,
kendi içinde çelişkili olan kâfir ile, Allah'a itaat eden ve huşu ehli olan
mümindir. Tıpkı alim ile cahilin bir olmadığı gibi, mümin ile insanları
Allah'ın yolundan çıkarıp dalâlete sürüklemek için Allah'a ortaklar koşan
müşrik de bir değildir. Bunlardan ilki hayır ve ilmin zirvesinde, diğeri ise
şer ve cehaletin en aşağı mertebelerindedir.
Ebû Hayyân şöyle der: "Bu ayet, insanın kemâle
ulaşmasının, ancak şu iki amacı gerçekleştirmekle mümkün olur: ilim ve amel.
Tıpkı bilenlerle bilmeyenlerin bir olmadığı gibi, itaat edenle isyan eden de
bir değildir. Buradaki "ilim"den maksat, Allah'ı bilmeye götüren ve
kulu, Allah'ın gazabından kurtaran şey'dir."
[22]
Bu ayetler, insanlar arasında birbirine zıt iki
grubun bulunduğunu göstermektedir: Kâfirler grubu ve müminler grubu.
Kâfir kendi içinde çelişkilidir. Kendisine hastalık,
fakirlik veya korku gibi bir sıkıntı arız olduğu zaman, bu sıkıntının kalkması
için huşu ve itaat ile Allah'a dönüp O'na sığındığını görürsünüz. Sadece
Allah'ın lütfuyla o sıkıntıdan kurtulup selâmete çıktığı ve affedildiği; huzur,
istikrar, bolluk ve refaha eriştiği zaman ise, daha önce o sıkıntının
kendisinden kaldırılması için dua ettiği Rabbini unutur.
Üstelik onun çelişkisi, sadece anılan unutma, ve
terkedip uzaklaşma da değildir. O, bu noktada da durmaz; Allah'a şirk koşar,
putları Ona ortaklar koşarak bu noktanın da ilerisine geçer.
Hatta bu noktada kendisi sapmakla da kalmaz; söz veya
fiiliyle başkalarını da saptırır, bu sapkınlığında onları da kendisine eşlik
etmeye çağırır ve bu suretle günahına günah katar.
İşte bu sebeple bu kimse,"Küfrünle biraz eğlene
dur!" buyurulmak suretiyle tekitli bir tehdide muhatap olmaya müstehaktır.
Onun dönüp dolaşıp sonunda varacağı yer de ateştir.
Mümine gelince; o, tuttuğu yolda dosdoğru gider ve
çelişkiye düşmez; dininde sebat sahibidir; sağlam durur, sağa sola yalpalamaz.
O, sergilediği bütün tavırlarda bir tek hal üzere sabit kademdir; Allah'a derin
bir iman ve Allah'ın emirleri üzere istikamet onun şiarıdır. Şu halde bu kimse,
yukarıda anılan kâfir gibi değildir.
Onu, insanlar uyurken gecenin karanlık saatlerinde
Rabbinden korkarak namaz kılarken ve korku ile ümit hislerini bir arada
yaşayarak Ona münacatta bulunurken görürsünüz.
Daha sonra Allah Tealâ, mümin ile kâfir arasındaki
farkı, alim ile cahil konusunda da gündeme getirerek daha da vurgulamaktadır.
Nitekim bilenlerle bilmeyenler nasıl bir değilse, itaatkâr ile isyankâr da aynı
şekilde bir değildir. Öte yandan bilenler, ilimlerinden fayda görür ve
bildikleriy-le amel ederler; ilimlerinden fayda görmeyen ve bildikleriyle amel
etmeyenler ise, bilmeyenlerle aynı seviyededirler. Burada kâfirin veya müşrik
ya da asinin cahil olduğuna da işaret vardır. Bu kimseler dünya ilimleri
konusunda alim olsalar da böyledir. Zira Yüce Allah'ın zikrettiği bu karşılaştırmalardan
sadece müminlerin akıl sahibi olanları ibret ve öğüt alır.
Bu ayetlerde müminin özellikleri sayılırken gözetilen
tertip de dikkat çekmektedir: Müminin özellikleri sayılırken önce amel
zikredilmekte ve müminin, secde ederek ve ayakta durarak ibadet ettiği
belirtilmekte ve müminin özellikleri bağlamında son olarak da ilim
zikredilmekte ve "Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?"
buyurulmaktadır. Bu da göstermektedir ki, insanın kemâl derecesine ulaşması,
yalnızca amel ve ilim ile mümkündür. Şu halde amel başlangıç, ilim ise sondur.
Daha sonra Allah Tealâ, amelden fayda görmenin ancak
onu devamlı yapmakla mümkün olduğu hususunda bir tenbihte bulunmaktadır. Zira
ayette geçen "kunut", kişinin, gerektiği şekilde devamlı surette taat
çeşitlerini yerine getirmesidir.
Yüce Allah'ın "De ki: Bilenlerle bilmeyenler bir
olur mu?" kavl-i ilâhisi, ilmin fazileti ve ulemanın üstünlüğü konusunda
büyük bir uyarıdır.
"Doğrusu ancak akl-ı selim sahipleri öğüt
alır." ayeti de, alimler ile cahiller arasındaki büyük farkın ancak akıl
sahipleri tarafından idrak edilebileceğini göstermektedir. Buradaki akıl
sahiplerinden maksat ise akl-ı selim sahipleridir.
[23]
10- De ki: "Ey inanan kullarım! Rab-binizden
korkun. Bu dünya hayatında güzel davrananlara güzellik vardır. Allah'ın arzı
geniştir. Ancak sabredenlere mükâfatları hesapsız ödenecektir."
11- De ki: "Bana, dini yalnız Allah'a halis
kılarak O'na kulluk etmem emredildi."
12- "Ve bana, müslümanların ilki olmam
emredildi."
13- De ki: "Ben Rabbime isyan edersem, büyük
bir günün azabından korkarım.".
14- De ki: "Ben, dinimi yalnız Allah'a halis
kılarak O'na kulluk ediyorum."
15- "Siz de O'ndan başka dilediğinize kulluk
edin." De ki: "Ziyana uğrayanlar kıyamet günü hem kendilerini, hem
de ailelerini ziyana sokanlardır. Dikkat edin! İşte bu, apaçık bir ziyandır."
16- Onların üstlerinden ateşten gölgeler,
altlarından da gölgeler var. İşte Allah kullarını bundan korkutuyor. Ey
Kullarım! Benden korkun.
17- Tağut'a kulluk etmekten kaçınan ve Allah'a
yönelenlere müjde var. Müjdele kullarımı:
18- Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline
uyarlar. İşte onlar Allah'ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve
onlar akl-ı selim sahipleridir.
19- Üzerine azap kelimesi hak olanı mı, sen, ateşte
bulunanı mı kurtaracaksın!
20- Fakat Rabblerinden korkanlar için üstüste
yapılmış odalar var. Odaların altında da ırmaklar akmaktadır. Bu, Allah'ın
vaadidir. Allah vaadinden caymaz.
"üzerlerinde" ve "altlarında"
kelimeleri arasında tezat vardır.
"Onların üstlerinden ateşten gölgeler"
ifadesi, alaycı bir üslûp taşımaktadır. Çünkü gölgenin yakıcı ateşle
vasfedilmesi, aslında muhatapla alay etmektir.
"Müjdele kullarımı: Onlar ki, sözü
dinlerler..." Daha önce geçen "Tağut'a kulluk etmekten
kaçınan..." cümlesindeki zamir burada açıkça zikredilmiştir. Böyle yapılması,
onların kaçınmalarının başlangıcını ve hak ile batılın arasını ayırmak içindir.
"Onların üstlerinden ateşten gölgeler,
altlarında da gölgeler var" ve "Rabb'lerinden korkanlar için üstüste
yapılmış odalar var" cümleleri, cennet ehli ile cehennem ehlinin durumu
arasında bir karşılaştırma ihtiva etmektedir.
"Sen ateşte bulunanı mı kurtaracaksın"
cümlesinde mecaz-ı mürsel vardır. Burada sonuç, "cehenneme giriş"
belirtilmiş, ancak sebep kastedilmiştir ki o da küfür ve dalâlettir. ÇünKü
dalâlet cehenneme girmenin sebebidir.
[24]
"Ey inanan kullarım! Rabbinizden korkun."
Yani taat ederek Rab-binizin azabından korkun. "Bu dünya hayatında güzel
davrananlara güzellik vardır." Yani dünyada Allah'a itaat etmek suretiyle
güzel davrananlara, ahirette güzel bir karşılık vardır. Burada geçen
"güzellik"in, dünya hayatında sıhhat ve afiyet olduğu da
söylenmiştir. "Allah 'm arzı geniştir." Şu halde vatanında Allah'a
itaat ve ibadet etmekte zorlanan kimse, Allah'a itaat etmeye, kötülükleri ve
kâfirlerle bir arada yaşamayı terkedebileceği bir yere hicret etsin.
"Ancak sabredenlere" Allah'a itaatin, belâ ve musibetlere maruz
kalma, Allah'a itaat ettiği için vatanından başka yere hicret etmek zorunda
bırakılması gibi durumlara müncer olan meşakkatleri bünyesinde taşıması
sebebiyle "mükâfatları hesapsız ödenecektir."
"Dini yalnız Allah'a halis kılarak Ona kulluk
etmem emredildi." Yani ibadeti şirk ve gösterişten arındırarak ve O'nu
birleyerek O'na ibadet etmem emredildi. "Ve bana, müslümanların ilki
olmam" bu ümmetin müs-lümanlarının ilki olmam "emredildi."
İhlâsı terk ve sizin üzerinde bulunduğunuz şirk ve gösterişe meyletmek
suretiyle "ben Rabbime isyan edersem. " "Büyük bir günün
azabından" o gün yaşanacakların dehşeti sebebiyle "korkarım. De ki:
"Ben dinimi yalnız Allah'a halis kılarak O'na kulluk ediyorum."
Dinimi şirkten arındırarak. Bu cümle, Hz. Peygamber (s.a.)'in, müşriklerin
arzularından yüz çevirerek, Allah'ın emrine muhalefetin getireceği azaptan
duyulan korkuyla ibadet ve ihlâsı yerine getirmekle em-rolunduğunu haber
vermesinin emir buyurulmasının ardından, yine Hz. Peygamber (s.a.)'in ihlâs
sahibi olduğunu ve dinini yalnız Allah'a halis kıl-dığını onlara haber
vermesinin emrolunduğunu ifade eden bir cümledir. Bu sebeple de şu ayetin öncesinde
yer almıştır:
"Siz de O'ndan başka" O'nun dışında
"dilediğinize kulluk edin." Bu cümlede, onları tehdit vardır.
"Ziyana uğrayanlar" Yani hüsranı son noktasına kadar yaşayanlar
"kıyamet günü hem kendilerini" dalâlete sapmak suretiyle, "hem
de ailelerini" dalâlete saptırmak suretiyle "ziyana sokanlardır."
Ziyana uğramanın burada kastedilen türü, cehennem ateşinde ebedî kalmak ve
cennete ulaşamamaktır. "Gölgeler." ateşten tabakalar. Bu kelime
"zulle" (gölge) kelimesinin çoğuludur. "İşte Allah kullarını
bundan korkutuyor." Bu azap, Allah'ın, mümin kullarını, kendisinden
sakınsınlar diye korkuttuğu azaptır. Buradaki korkutmanın mümin kullara yönelik
olduğunun delili, ayetin sonundaki "Ey kullarım! Benden korkun!"
cümlesidir.
"Tağut" alabildiğine azgınlaşmış olan. Bu
kelime, mübalağalı anlatım maksadıyla "tuğyan" kelimesinden
türetilmiştir. Tağut, Allah'tan başka ibadet edilen put vs. gibi şeylerin
tümüne denir. "Tağut'a kulluk etmekten..." anlamındaki ayetin Arapça
ifadesinin sonundaki "he" harfi, her türlü tağutu ifade etmek için
gelmiştir, "kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde var." Yani cennet ve
güzel karşılık var. "İşte onlar Allah 'in kendilerini doğru yola"
dinine "hidayet ettiği kimselerdir."
"Üzerine azap kelimesi hak olanı mı, sen ateşte
bulunanı mı kurtaracaksın?" ateşten çıkaracaksın? Buradaki "hak
olan" ifadesi, sabit ve gerekli olan anlamındadır. "Buradaki soru
edatı, inkâr için gelmiştir. Bu cümle bir şart cümlesidir ve hazfedilmiş bir
ifadeye matuftur. Sözün akışı bunu göstermektedir ki takdirî ifade şöyledir:
"Onların işi senin elinde midir ki kendisine azap hak olmuş kimseyi
kurtarasın?" Yani onu hidayete getirmeye ve azaptan kurtarmaya sen
muktedir değilsin.
"Rabblerinden korkanlar için..." Ona itaat
etmek suretiyle korkanlar için...
[25]
"Tağut'a kulluk etmekten kaçınan..."
ayetinin (17. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Ebî Hâtim'in Zeyd b.
Eşlem (r.a.)'den rivayet ettiğine göre bu ayet, cahiliye dönemindeyken bile
"Allah'tan başka ilâh yoktur." diyen şu üç kişi hakkında inmiştir:
Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, Ebû Zerr-i Ğıfârî ve Selmân-i Fârisî.
"Müjdele kullarımı." ayetinin (18. ayet)
nüzul sebebiyle ilgili olarak Cüveybir, Câbir b. Abdillah (r.a.)'m şöyle
dediğini rivayet etmiştir: "Onun yedi kapısı vardır." ayeti nazil
olduğu zaman Ensardan bir adam Hz. Peygamber (s.a.)'e gelerek, "Ya
Rasulallah! Benim yedi kölem var. Ben cennetin yedi kapısından her biri için
bir köle azad ettim." dedi. Bunun üzerine "Müjdele kullarımı. Onlar
ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar." ayeti nazil oldu."
[26]
Bilenle bilmeyenin bir olmayacağını belirttikten
sonra Allah Tealâ, Rasulüne, takva emrini, taate devamı ve ibadette dini yalnız
Allah Tealâ'ya halis kılmayı ihtiva eden bir kısım nasihatlerde bulunmasını
emir buyurmaktadır. Böyle olmalıdır ki ibadetler şirkten ve riyadan
arındırılmış olsun. Yine Yüce Allah, Rasulüne, kendilerini ve ailelerini,
cehennem ateşine atılmamaları için müminlere, sakınmalarını söylemesini emretmektedir.
Bundan sonra Allah Tealâ, putlara tapanlara yönelik tehdidini ifadeye koymakta,
bunun hemen ardından da -Kur'an'm tarzı olduğu üzere- tehdidin peşi sıra
müjdeyi ve sakındırmanın peşi sıra teşviki zikretmek için, putlara kulluktan
ve şirkin her türlüsünden uzak duranlar için müjde vermektedir.
[27]
"De ki: "Ey inanan kullarım! Rabbinizden
korkun." Ey peygamber! De ki: Ey Allah'ı Rabb ve İslâm'ı din olarak
tanıyan ve böyle iman eden kullar! Allah'ın emirlerine uymak, yasaklarından
kaçınmak ve itaat ve takvaya devam etmek suretiyle Allah'tan korkun.
Bu emrin illeti ise şudur:
"Bu dünya hayatında güzel davrananlara güzellik
vardır." Bu dünyada güzel amel işleyen kimseler için bu dünyada güzellik
vardır. Bu güzellik sıhhat, afiyet, zafer, ganimet, izzet ve hükümranlıktır.
Böyle kimseler için ahirette de güzellik vardır. Ahiretteki güzellik ise
cennet ve güzel karşılıktır. Bu ayetteki "hasene" (güzellik)
kelimesinin nekire olarak (belirlilik takısı almaksızın) gelmesi, bu
güzelliğin büyüklüğünü göstermek amacına yöneliktir.
Daha sonra Yüce Allah, bu kulları, taat ve takvaya
imkân bulmaları için hicrete teşvik etmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın arzı geniştir." Yani bir yerde
takvaya riayete imkân bulamazsanız, peygamberleri ve salih kulları örnek
alarak Allah'a itaate, emriyle amele ve yasağından kaçınmaya imkân veren bir
yere hicret edin, cihad edin, putlardan ve küfrün odaklarından uzak durun.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın arzı geniş değil miydi?
Hicret etseydiniz ya!" (Nisa, 4/97).
Daha sonra Allah Tealâ, böyle kimselerin hicret
ederek vatanlarından ayrı kalma konusunda gösterdikleri sabra karşılık
alacakları karşılığı zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Ancak sabredenlere mükâfatları hesapsız
ödenecektir." Yani Allah onlara, hicrete ve vatanlarını terketmelerine
mukabil ecirlerini cennette hesapsız olarak verecektir. Buradaki "hesapsız
verme"den maksat, verilen karşılığın ölçüye ve tartıya tabi tutulamayacak
miktarda, hesap edenlerin ve sayanların güç yetiremeyecekleri ölçüde olduğunu
anlatmaktır.
Bu ayet, takva bulunmaksızın ve Allah'ın emirlerini
tutup yasaklarından kaçınmaya riayet etmeksizin sadece kalp ile iman etmenin
veya müs-lümanlığı ilân etmenin mutlak anlamda tek başına yeterli olmayacağının
delilidir.
Bundan sonra Yüce Allah takva emrine, ibadet ve
taatta ihlas emrini de eklemekte ve şöyle buyurmaktadır:
"De ki: "Bana dini yalnız Allah'a halis
kılarak O'na kulluk etmem emredildi." Yani bana, ancak şirk, riya ve
benzeri şeylerden arındırılmış bir ihlasla ibadeti Allah'a halis kılmam
emredildi. Her ne kadar bu emir Hz. Peygamber (s.a.)'e yönelik ise de, bu
ayette putlara kulluk edenler kınanmaktadır. Dolayısıyla mesaj bütün
müslümanlaradır.
"Ve bana, müslümanların ilki olmam
emredildi." Yani ben, bu ümmet içinde, babaların dinine ve putperestliğe
muhalefet etmek ve Allah'ı birlemek suretiyle müslümanların ve Allah'a boyun
eğenlerin bu çağda veya bu toplum içinde ilki olmakla emrolundum. "De ki:
"Ben Rabb'ime isyan edersem büyük bir günün azabından korkarım." Yani
putlara kulluk edenlere ve müşriklere de ki: Ben, kulluğu yalnız Allah'a halis
kılmayı ve Allah'ı birlemeyi, şirkin götüreceği kötü sonu haber vererek
İslâm'a daveti terkederek ve müşriklerin, dalâlette olmaları hasebiyle, gelecek
olan kıyamet gününün dehşetinden onları sakındırmaktan geri durarak Rab-bime
isyankâr olmaktan korkarım. Bu ifadede, daha münasip bir dille müşrikler
kastedilmektedir.
Daha sonra Hz. Peygamber (s.a.)'in yalnızca Allah'a
ibadet ettiğini anlatmak ve anlamın zihinlere iyice yerleşmesini sağlamak için
Allah'a taat-te ihlas emri daha bir vurgulanmakta ve şöyle buyurulmaktadır:
"De ki: "Ben dinimi yalnız Allah'a halis kılarak O'na kulluk
ediyorum.[28]* Yani ey Peygamber! O
müşriklere bir kez daha de ki: Rabbim bana, yalnızca ortağı olmayan kendisine ibadet
etmemi ve kulluğumun, şirk, gösteriş ve benzeri hususlardan uzak olarak Allah'a
halis kılınmasını emretti. Şu halde ben, ne Allah'tan başka bir varlığa ne de
onun da bulunduğu ilâhlar topluluğuna değil, her halükârda sadece tek olan
Allah'a kulluk ederim.
Daha sonra Yüce Allah, müşrikleri, şöyle buyurarak
azap ile tehdit etmektedir:
"Siz de O'ndan başka dilediğinize kulluk
edin." Yani Allah dışında kulluk etmeyi dilediğiniz putlara kulluk edin.
Yakında amelinizin karşılığını göreceksiniz. Bu ifade de müşrikleri tehdit,
onlarla alay etme, onları azarlama ve onlardan teberri (yüz çevirme) vardır.
Ardından Allah Tealâ onları, kıyamet günü
uğrayacakları hüsran akibetinden sakmdırmakta ve şöyle buyurmaktadır:
"De ki: Ziyana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendilerini,
hem de ailelerini ziyana sokanlardır. Dikkat edin! İşte bu, apaçık bir
ziyandır." Yani ey Peygamber! Onlara de ki: Büsbütün hüsrana uğrayacak
olanlar şirk, isyan, sapıklıkla kendilerini saptırmak ve kıyamet günü daimi
olan cehennem azabına muhatap kılmak suretiyle ailelerinden kendilerine tabi
olanları da ziyana sokanlardır. İşte açık ve zahir olan ziyan budur, bundan
daha büyük bir ziyan yoktur. Zira bu ziyanın karşılanması sözkonusu değildir.
Sonra, ziyanın niteliğini beyan etmek için müşriklerin
cehennem ateşindeki hali şöyle tavsif edilmektedir:
"Onların üstlerinden ateşten gölgeler,
altlarından da gölgeler var." Yani onlar için, hem üstlerinden hem de
altlarından katmerleşmiş bir halde alev saçan ateş tabakaları vardır. Yani ateş
onları her yandan kuşatmıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: "Onlar
için cehennemden bir döşek ve üstlerinde de yine ateşten örtüler vardır. İşte
zalimleri böyle cezalandırırız." (A'râf, 7/41), "O gün azap onları
üstlerinden, ayaklarının altından örter ve Allah, "Yaptığınız işleri
tadın" der." (Ankebût, 29/55).
Burada onların altlarından gelecek olan ateşin
"gölge" olarak nitelendirilmesinin sebebi şudur: Tıpkı bu ayette
anlatılanların üstünde ateşten gölgeler bulunması gibi, daha aşağı cehennem
tabakalarında bulunan cehennem ehli için de bunların altındaki ateş tabakaları
(üstten yakan ateşten) bir gölgedir. Zira cehennemin her tabakasında kâfirler
güruhundan bir zümre bulunur.
"İşte Allah kullarını bundan korkutuyor. Ey
kullarım! Benden korkun." Yani Allah'ın, kullarını sakındırmak için ve
isyanlardan, günahlardan ve haramlardan uzak durasınız diye size duyurduğu bu
şiddetli azap aynıyla vardır ve mevcuttur. Öyleyse ey kullarım! Benim
şiddetimden, gazabımdan, intikamımdan ve azabımdan korkun. Bu sakındırma ve
uyarı, Allah'ın bir fazlı ve nimeti olarak gelmiştir ki, insanlar habersiz oldukları
bir azap ile birden bire muhatap olmasınlar. Korkutulan kimse için mazeret
yoktur.
Putlara kulluk edenlere hitap eden bu tehditten sonra
Allah Tealâ, kullarından, sakınan kimseler için müjde vermekte ve şöyle
buyurmaktadır:
"Tağut'a kulluk etmekten kaçınan ve Allah'a
yönelenlere müjde var." Yani putlara ve şeytana kulluk etmekten kaçman ve
Allah dışındaki şeylerden yüz çevirerek yalnızca Ona yönelenler için, kıymetli
bir karşılık göreceklerine dair büyük bir müjde var. Bu da cennettir. Bu müjde
ya peygamberlerin diliyle verilmiştir, ya da ölüm esnasında yahut kıyamet günü
dirildikleri zaman verilecektir. Bu müjde, hem haklarında bu ayetin indiği
kimseleri, hem de putlara kulluk etmekten kaçman diğer kimseleri kapsar. Çünkü
sebebin hususi olması değil, lafzın umumi olması itibara alınır. Bu ayet, Yüce
Allah'ın şu kavl-i ilâhisi gibidir: "Dünya hayatında da, ahiret hayatında
da müjde onlara." (Yûnus, 10/64).
Buradaki "Tağut"[29]
kelimesi hem teklik, hem de çokluk varlıklar hakkında kullanılır, putlara ve
şeytana kulluk etmeye şamildir. Çünkü böyle bir kulluğu emreden ve güzel
gösteren şeytandır. Küfür ve isyanın sebebi de odur.
"Müjdele kullarımı. Onlar ki, sözü dinlerler ve
en güzeline uyarlar." Yani ey Peygamber! Tağut'a kulluktan kaçman, Kitap
ve Sünnetten hak sözü işiterek anlayan, emrolundukları şeylerin en güzeline
uyan ve bu emrin gereğince amel eden mümin kullarımı müjdele. Nitekim Allah
Tealâ, Hz. Musa'ya da şöyle buyurmuştur: "Bunları kuvvetle tut. Kavmine de
emret, bunların en güzelini tutsunlar." (A'râf, 7/145).
Bu ayet, mümin kullar için bir müjdedir ki, onlar,
güzel ile en güzeli, faziletli ile en faziletliyi birbirinden ayırırlar.
"İşte onlar, Allah 'm kendilerini doğru yola
ilettiği kimselerdir ve onlar akl-ı selim sahipleridir." Yani bu
özelliklere sahip olanlar öyle kimselerdir ki, Allah onları dünyada da,
ahirette de doğruyu bulmaya muvaffak kılmıştır ve onlar selim akıl, düzgün
fıtrat sahibidirler.
Daha sonra Yüce Allah bunların zıddı özelliklere
sahip olanları açıklamakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Üzerine azap kelimesi hak olanı mı, sen ateşte
olanı mı kurtaracaksın?" Yani, insanların işleri senin elinde midir?
Kimin üzerine -yüz çevirmesi ve inadı sebebiyle- azap hak olmuşsa, onu sen mi
ateşten kurtaracaksın? Bu ayetten çıkan anlam şöyledir: Sen böyle kimseyi
hidayete ulaştırmaya ve ateşin azabından kurtarmaya muktedir olamazsın. Bu
ayet Hz. Peygamber (s.a.)'i teselli ifadesi taşımaktadır. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.) kavminin iman etmesi konusunda oldukça istekli idi. Bu sebeple Allah
Tealâ Ona bildirmektedir ki, dalâlet ve helak ehli olan kimseleri sen hidayete
erdiremezsin.
Daha sonra Allah Tealâ, tekrar muttaki, mutlu ve
takva ehli kimselerin göreceği karşılık konusuna gelmekte ve şöyle
buyurmaktadır:
"Fakat Rabblerinden korkanlar için üstüste
yapılmış odalar var. Odaların altında da ırmaklar akmaktadır. Bu, Allah'ın
vaadidir. Allah vaadinden caymaz." Farzlarını eda etmek ve Ona isyandan
kaçınarak Rabblerinin azabından korkan kimseler var ya, işte onlar için
cennette bina edilmiş muhkem odalar vardır. Bu odalar, kat kat süslü
tabakalardan oluşan yüksek köşklerdir. Çünkü cennet derece derecedir ve bu
derecelerin bazıları, diğer bazılarının üstündedir. Buna karşılık cehennem de,
bir kısmı diğer bir kısmının altında olan alçak tabakalardan oluşmaktadır. Cennette
bulunan bu odaların altından tatlı su ırmakları akar. Bu, cennetteki odaların
son derece güzel olmasından ileri gelmektedir. Daha sonra Allah Tealâ, bu
karşılığın güzelliğini tekrar vurgulamakta ve bunun, Allah Tealâ'nm mümin ve
muttaki kullarına vaadi olduğunu ve Onun vaadinin dönülmez ve bozulmaz bir vaad
olarak hak ve sabit bulunduğunu haber vermektedir.
[30]
Bu ayetler aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Allah
Tealâ, müminlere, imanlarına takvayı da eklemelerini emir buyurmaktadır. Takva
ise emredilen hususları titizlikle yerine getirmek ve sakındırılan hususlardan
kaçınmaktır. Bu emir, tek başına imanın yeterli olmayacağını göstermekte, keza
yine imanın, ma'siyetle birlikte de varlığını devam ettireceğine delâlet
etmektedir.
2-
Takvanın büyük faydaları vardır. Zira müttakiler için dünyada sıhhat, afiyet,
zafer, hükümranlık, makam mevki ve zenginlik, ahirette de güzel karşılık ve
kesintisiz çok ihsan vardır.
3- Dünya
hayatında sadece ihsan ve taat üzere bulunanlar için herhangi bir özür yoktur.
Şu halde kim bulunduğu yerde Allah'a taatten men ediliyorsa, kendi yurtlarından
başka yerlere hicret eden peygamberlere ve salih kimselere uyarak ibadet ve
taat ile iştigal etmesine imkân verecek bir başka yere hicret etmek o kimse
üzerine bir görevdir.
"Allah'ın arzı geniştir," ayetinden maksat,
İslâm'ın ilk dönemlerinde vacip olduğu üzere Mekke'den hicrete ve vatandan ayrı
düşmeyi sabırla karşılamaya teşviktir.
4- Sabır,
vatandan ve aileden ayrı düşmeye, dünya hayatında Allah Tealâ'ya taat
karşılığında gelebilecek muhtemel kötü neticelere ve belâlara rıza
göstermektir. Sabrın karşılığı açıktır ve sınırsızdır. Şu halde başına gelen
şeylere rıza gösteren ve sakmdırıldığı şeyleri terkedenlerin alacağı ecrin
miktarı hudutsuzdur. Bu, orucun sevabına benzemektedir. Çünkü Müslim'in Ebû
Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) bir hadis-i
kudsîde Rabb'inden naklen şöyle buyurmuştur: "Oruç benim içindir ve onun
karşılığını da ben vereceğim."
Hz. Hüseyin (r.a.)'den de şöyle dediği rivayet
edilmiştir: "Dedem Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu işittim:
"Farzları eda et ve insanların en çok ibadet edenlerinden ol. Sana düşen
kanaat sahibi olmaktır ki, insanların en zenginlerinden olasın. Yavrucuğum!
Cennet'te "Şeceretu'l Belvâ" (Belâ Ağacı) denen bir ağaç vardır. Bu
ağaç, dünya hayatında belâya muhatap olanlara getirilir. Onlar için amellerin
tartılacağı mizan kurulmaz ve amel defterleri açılmaz. Onlara hesapsız ecir
verilir." Böyle buyurduktan sonra Hz. Peygamber (s.a.) şu ayeti okudu:
"Ancak sabredenlerin ecirleri hesapsız olarak verilir."
Nahhâs şöyle demiştir: "Sabreden" kelimesi,
övgü ifade eder. Bu övgü ifadesi, ancak ma'siyetleri işlememek için sabreden
kimseler içindir.
Öte yandan sabrın ecri, hak edilen miktarda değil,
Allah'ın vaadettiği miktarda görülecektir.
5- Bu
ayetlerde Allah Tealâ, Rasulüne, ibadet ve taati, yalnızca, ortağı bulunmayan
Allah'a halis kılmasını, şirk, gösteriş ve benzeri şaibeleri karıştırmamasını
-tekit maksadıyla- iki kere emir buyurmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.)'den sonra
ümmeti de aynı emrin muhatabıdır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.)'e emir, ümmetine
de emirdir. Burada emre Hz. Peygamber (s.a.) ile başlamasının sebebi ta'lim,
irşat ve O'nu ümmetine örnek kılmak içindir.
Aynı şekilde Allah Tealâ, Rasulüne, bu ümmetin
müslümanlarmın ilki olmasını da emir buyurmuştur ve bu, fiilen olmuştur. Zira
Hz. Peygamber (s.a.), atalarının dinine muhalefet edenlerin, putları indirip
kıranların, Allah'a teslim olan ve O'na iman edenlerin ve insanları da buna
davet edenlerin ilkidir.
Bunun yanısıra Allah Tealâ, insanları kıyamet gününün
azabıyla korkutmasını da Hz. Peygamber (s.a.)'e emir buyurmaktadır.
Bütün bu emirler müşrikler için red, müminler için
ise ta'lim ve irşattır.
6-
"Siz de O'ndan başka dilediğinize kulluk edin." ayeti, müşriklerin
putlara kulluk etmesine izin verme ve onların bu davranışını kabul anlamında
değildir. Ayetin bu ifadesi, tehdit ve başa kakma bildiren bir emir
tarzındadır. Nitekim şu ayetlerde de aynı durum sözkonusudur: "Dilediğinizi
yapın." (Fussılet, 41/40), "Gücünüz yettiğince yapacağınızı
yapın." (Enam, 6/135).
7-
Müşriklerin kıyamet günü karşılaşacakları en büyük ziyan, kendi nefislerinin ve
ailelerinin yaşayacağı ziyandır. Onların bu ziyanı yaşamalarının sebebi, hak
dinden sapmaları, kendilerine uyanları da Allah'ın dininden saptırmalarıdır.
İbni Abbas (r.a.) şöyle demiştir: "Hiç kimse yoktur ki, Allah onun için
cennette bir eş yaratmamış olsun. Bu kimse cehenneme girdiği zaman kendisini de
ailesini de ziyana uğratmış olur. Kim de Allah'a itaat ederek iyi işler
yaparsa, daha önce kendisinin olanlar dışında, cehenneme giren kimse için
yaratılmış olan konağa ve eşe de sahip olur." İşte, "İşte varisler
onlardır." (Müminûn, 23/10) ayetinde anlatılan budur.
8-
Kâfirler için kıyamet günü, kendilerini her taraftan kuşatan cehennem azabı
vardır. Bu sebeple Allah Tealâ, mümin kullarım ve muttaki dostlarını bu azapla
korkutmaktadır. Öyleyse ey Allah'ın dostları! Tevhid ve taati yalnız Allah'a
halis kılarak Rabbiniz olan Allah'ın bu azabından korkun. Bu, putlara tapanlar
için şiddetli bir tehdittir.
9- Putlara
kulluk etmekten ve putlara kulluğu güzel gösteren şeytana tapmaktan kaçman
ve Allah'a yönelen, yani bütünüyle
Allah'a dönen ve O'na kulluk ve itaat eden mümin kullar için Yüce Allah cennet
vaadetmek-tedir.
İşte bu kimseler, akıllarını kendilerine fayda
verecek şekilde kullanan, hak ile batılın ve güzel ile çirkinin arasını ayırt
eden, Allah'ın emirlerini gereği gibi anlayan ve Allah'ın Kitabı ile Rasulünün
Sünneti'ne uyan kimselerdir.
10- Hidayet
yalnızca Allah Tealâ'nm elindedir. Bu sebeple
Allah, Rasulünü teselli ederek şöyle buyurmaktadır: "Kendisine azap
kelimesi hak olan kimseyi sen mi ateşten kurtaracaksın?" Buradan, hidayet
ve dalâleti da tıpkı insanın diğer fiillerinde olduğu gibi Allah'ın yarattığı
ve var ettiği sonucu çıkar. Hidayet ve dalâletin elde edilmesi, kazanılması ve
seçilmesi ise kuldandır. Yüce Allah şöyle buyurur: "Allah kimi doğru yola
iletirse o, yolu bulmuştur; kimi de sapıklıkta bırakırsa, artık onun için yol
gösteren bir dost bulamazsın." (Kehf, 18/17).
11- Allah
Tealâ, kâfirler için altlarından ve üstlerinden gelecek ateşten gölgeler
bulunduğunu, muttakiler için ise odalar ve onların üzerinde de başka odalar
bulunduğunu beyan buyurmuştur. Çünkü cennet derece derecedir ve bunların bir
kısmı diğerlerinden daha yücedir. Aynı şekilde cehennemde de kat kat çukurlar
vardır ve bunlardan bazıları diğerlerinden daha aşağıdadır.
Cennet, her türlü nefis güzellik ile bezenmiştir.
Cennet odalarının altından ırmaklar akar. Yani cennette, her türlü gönül açıcı
ve iç ferahlatıcı sebep vardır. Allah Tealâ bunları, şüphesiz bir biçimde var
ve gerçek olan bir vaad ile muttaki kullarına vaad etmiştir. Nitekim kâfirlere
de cehennemi aynı şekilde vaad etmiştir ve Yüce Allah, her iki gruba
va'dettiği şeyleri yerine getirmekten caymaz.
[31]
21- Görmedin
mi Allah gökten bir su indirdi, onu
yerin içindeki kaynak- I»1"» geçirdi. Sonra onunla çeşitli renklerde ekin çıkarıyor. Sonra kurur onu
sararmış görürsün. Sonra Allah onu bir
çöp yapar. Şüphesiz bunda akl-ı selim
sahipleri için bir ibret vardır.
"Görmedin mi" elbette biliyorsun ki,
"Allah gökten bir su indirdi" buluttan yağmur indirdi, "onu
yerin içindeki kaynaklara geçirdi." Onu kaynaklara ve suyun kaynayıp
çıktığı yerlere soktu, "...onu sararmış görürsün." Onun, yeşil iken
daha sonra sararmış olduğunu müşahede edersin. "Sonra Allah onu bir
çöp" kırılıp ufalanan bir çöp yapar. "Akl-ı selim sahipleri
için" akıllı kimseler için. Zira başkaları değil, ancak bunlar bu ayetin
Allah Tealâ'nın birliğine ve kudretine delâlet ettiğini düşünür ve anlarlar.
"bir ibret" bunu yapıp eden ve düzenle yürüten hikmet sahibi bir
yaratıcının varlığının kaçınılmaz olduğu noktasında bir hatırlatma
"vardır."
[32]
Allah Tealâ, ahireti ve Allah'a itaati teşvik ve
bunlara rağbet ihtiva eden bir ifade ile vasfettikten sonra bu ayette de
dünyayı, kendisinden uzaklaşmayı gerektiren bir tarzda tavsif buyurmaktadır
(anlatmaktadır). Dünyanın bu şekilde tavsif edilmesinin sebebi, dünyanın
müddetinin kısa olması ve sonunun çabuk gelmesidir. Yüce Allah'ın, dünyadan önce
ahiretin özelliklerini anlatmasının sebebi, dünyadan uzaklaşıp ahirete yönelmenin
ve onu arzulamanın bizzat amaç olmasıdır.
[33]
Ey peygamber ve diğer bütün muhataplar! Allah
Tealâ'nın buluttan yağmur indirdiğini ve onu yere sokup oraya yerleştirdiğini,
sonra oradan su kaynakları halinde fışkırtıp çıkarttığını, sonra onunla
yeryüzünü suladığını ve bunun neticesi olarak o suyla tahıl, sebze ve sair
çeşitli türlerden ve sarı, yeşil, beyaz, kırmızı ve sair gözalıcı muhtelif
renklerden ekinler, bitkiler bitirdiğini görmediniz mi?
Sonra bunlar kuruyor ve sen, yeşil ve canlı bir halde
olan bu bitki ve ekinlerin, bir zaman sonra sarardığını ve nihayet kırılıp
ufalanan bir hale geldiğini görüyorsun. Yukarıda anlatılan, yağmurun
yağdırılması ve onunla ekinlerin bitirilmesi vs. hadisesinde akl-ı selim
sahiplerinin istifade edeceği bir öğüt ve bunu yapanın hikmet ve kudretine
işaret eden bir uyarı ve ibret vardır.
Bu akıl sahipleri bilirler ki, dünya hayatının
durumu, hızla zeval bulup kesintiye uğramasında, güzelliğinin gidivermesinde,
parlaklık ve cazibesinin kaybolmasında işte bu ekinlerin durumu gibidir. Ve o
akl-ı selim sahibi kimselerin içinde, Allah Tealâ'nın mahlukâtı yeniden
diriltip bir araya toplamaya kadir olduğu hususunda en küçük bir şüphe kalmaz.
Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu kavl-i
ilâhisidir: "Onlara dünya hayatının tıpkı şöyle olduğunu anlat: Gökten bir
su indirdik, yerin bitkisi onunla karıştı ve sonunda bitkiler, rüzgârların
savurduğu çöp kırıntıları haline geliverdi. Allah her şeye kadirdir."
(Kehf, 18/45).
[34]
Bu ayet, Allah'ın mahlukâtı yaratmadaki ve mümin ile
kâfiri birbirinden ayırmadaki kudretine delâlet etmektedir. O, tıpkı gökten
su, yani buluttan yağmur indirmeye kadir olduğu gibi, buna da kadirdir.
Yine bu ayet, ebedi olduğu için ahireti teşvik
etmekte ve süresinin kısa olması, hızla yok olacağı ve zeval bulacağı için de
dünyadan uzaklaştırmaktadır.
Zira bu fani dünyanın metaı zail olucudur, onun süsü
yalancıdır. Dünya, değişmekte ve bir durumda kalmayıp sürekli durum
değiştirmektedir. Onun son bulacağı da kesindir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Yerin üzerinde bulunan her şey yok olacaktır. Yalnız
Rabb'inin celâl ve ikram sahibi zâtı baki kalacaktır." (Rahman, 55/26-27),
"O'nun zâtından başka her şey helak olacaktır." (Kasas, 28/88).
Kısacası bu ayet, dünyanın durumunun misalidir. Akl-ı
selim, uzak görüşlü ve derin düşünceli olan herkes bu ayetten ibret alır ve
kendisini bekleyen kesin geleceğe, uyanık, sakınan, hazırlıklı ve orası için
çalışan birisi olarak bakar.
[35]
22- Allah'ın, göğsünü İslâm'a açtığı kimse -ki o
Rabbinden bir nur üzerindedir- (kalbini mühürlediği kimse gibi) midir?
Allah'ı anmaya karşı yürekleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun. Onlar
apaçık bir sapıklık içindedirler.
23- Allah, sözün en güzelini, birbirine benzer,
ikişerli bir Kitap halinde indirdi. Rabblerinden korkanların, ondan derileri
ürperir; sonra derileri ve kalpleri Allah'ın zikrine yumuşar. İşte bu,
Allah'ın rehberidir. Dilediğini bununla doğru yola iletir. Ama Allah kimi
sapıklığında bırakırsa, artık ona yol gösteren olmaz.
24- Kıyamet günü yüzüyle o en kötü azaptan korunmaya
çalışanın hali (öyle) midir? Ve zalimlere, "Kazandığınızı tadın." denmiştir.
25- Onlardan öncekiler de yalanladılar. Bu yüzden
hiç farkına varmadıkları bir yönden onlara azap geldi.
26- Allah, dünya hayatında onlara rezillik tattırdı.
Ahiret azabı elbette daha büyüktür; keşke bilselerdi.
"Allah'ın, göğsünü İslâm'a açtığı kimse ki
o..." Cümlenin ilerisi anlama delâlet ettiği için burada cümlenin bir
kısmı hazfedilmek suretiyle meydana gelmiş bir icaz vardır. Bu cümlenin haberi
hazfedilmiştir. Takdirî haber ise şöyledir: "Bu kimse, Allah'ın kalbini
mühürlediği kimse gibi midir." Nitekim "yüzüyle o en kötü azaptan
korunmaya çalışanın..." ayetinde de böyle bir durum sözkonusudur. Bu
ifadenin takdirî cevabı ise şöyledir: "Bu kimse, cennete girmek suretiyle
o en kötü azaptan emin olan kimse gibi midir?"
"Ve zalimlere" yani onlara denmiştir.
Burada "onlara" denmemiş zahirî ifade zamir yerine konmuştur. Böyle
yapılmasının sebebi ise, zulmün onlara tescil edilmesi ve onlara söylenen
sözün gereğini anlatmaktır. Onlara söylenen söz ise şudur: "Kazandığınızı
tadın."
"Doğru yola iletir" ve "sapıklığında
bırakır" ifadeleri arasında tıbâk vardır.
[36]
"Allah'ın göğsünü" Yani kalbini, gönlünü
"İslâm'a açtığı" yani yaydığı ve hazır hale getirdiği. Burada
kastedilen şudur: Bu kimsenin nefsi, İslâm'ı kabul etmeye olanca gücüyle hazır
halde yaratılmıştır. Dolayısıyla bu kimse hidayeti bulur. Burada
"kalp" yerine "göğüs" denmesi, İslâm'ı kabul etmiş olan
nefsin bağlı bulunduğu ruhun kaynağı olan kalbin göğüste bu-lunmasındandır. Bu
soru cümlesinin cevabı hazfedilmiştir. Takdirî cevap şöyledir: "Bu kimse,
Allah'ın, kalbini mühürlediği kimse gibi midir?" Cümlenin devamı bunu
göstermektedir: "Allah'ı anmaya karşı yürekleri katılaşmış olanlara
yazıklar olsun." Buradaki "veyl" (yazıklar olsun), azap ifade
eden bir kelimedir. "Kalpleri katılaşmış", Kur'an'ı kabulden yüz
çeviren demektir. Ayette geçen "kasvet", kalbin katılaşması ve
cansızlaşmasıdır. Daha önce geçen, "Rabb'inden bir nur üzerinde"
cümlesindeki nur, marifet ve hakka hidayet nurudur. Nur, basiret ve hidayettir.
"Allah sözün en güzelini" Yani Kur'an'ın
"birbirine benzer." Tertip ve mana açısından, yani ifade sanatı,
tertip güzelliği, incelik, mana sağlamlığı ve muhkemlikte ayetleri birbirine
benzer. "İkişerli" Buradaki "mesânî" kelimesi,
"tesniye "den gelen "mesnâ "nın çoğuludur ve
"tekrar" anlamındadır. Yarii onda müjde ve tehdit ve sair hususlar
tekrar tekrar yer almıştır, "bir kitap halinde." Kur'an olarak
"indirdi." "İşte bu" Kitap, "Allah'ın rehberidir.
Dilediğini bununla doğru yola iletir." Hidayetine iletir. "Allah kimi
sapıklığında bırakırsa." Kime yardım etmeyip, hor ve zelil terkederse,
"artık ona yol gösteren olmaz." Onu dalâletten çıkaracak birisi
bulunmaz.
"Yüzüyle o en kötü azaptan korunmaya çalışanın
hali" Ateşe, elleri boynuna bağlı olarak atıldığı için yüzünü, azabın en
şiddetlisinden korunmak için kalkan yapanın hali "(öyle) midir?" Bu
cümlenin cevabı da hazfedilmiştir. Takdirî cevap şöyledir: "Bu kimse,
cennete girdiği için o azaptan emin olan kimse gibi midir?"
"Zalimlere" Mekke müşriklerine ve onlar gibilere.
"Kazandığınızı tadın." Yani işlediğiniz amellerin vebalini ve
cezasını tadın.
"Onlardan öncekiler de yalanladılar." Yani
kendilerine gelen elçilerin, azap konusunda söylediklerini yalanladılar.
"Bu yüzden hiç farkına varmadıkları bir yönden onlara azap geldi."
Şerrin kendisinden geleceğini akıllarına getirmedikleri bir yönden.
"Dünya hayatında rezillik." Yani mutsuzluk ve perişanlık, öldürülme,
esir alınma, korku, yerinden yurdundan olma vb. durumlar. "Keşke
bilselerdi." Keşke o yalanlayanlar, ahiret azabını ve yalanladıkları
şeyleri bilselerdi!
[37]
"Allah sözün en güzelini..." ayetinin (23.
ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Hâkim ve daha başkaları, Sa'd b. Ebî Vakkâs
(r.a.)'m şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Hz. Peygamber (s.a.)'e
Kur'an ayetleri nazil oldu; O da onları bir zaman müminlere okudu. Onlar,
"Ya Rasulallah!" dediler, "Keşke bize başka sözler de
söyleseniz." Bunun üzerine "Allah sözün en güzelini..." ayeti indi.
İbni Abbâs (r.a.)'tan da şöyle rivayet edilmiştir: "Sahabe'den bir cemaat,
"Ey Allah'ın Rasulü! Bize güzel sözler söyleyin ve geçmiş kavimlerin
haberlerini, hikâyelerini anlatın." Bunun üzerine "Allah sözün en
güzelini..." ayeti indi."
[38]
Bundan önceki kısımda 'Allah Tealâ'ya taat ile
ahirete yönelmenin ve dünyadan yüz çevirmenin gerekliliği beyan edildikten
sonra bu ayetlerde de, geçen açıklamalardan tam anlamıyla istifadenin ancak
Allah'ın göğüsleri açması ve kalpleri nurlandırması ile mümkün olduğu
açıklanmaktadır. Daha sonra da Allah'ın saptırdığı kimseleri hiç kimsenin
hidayete eriştire-meyeceği, ateşe atılanın, iman edip güvenlik içinde cennete
giren gibi olmadığı ve peygamberleri yalanlayanlar için dünya ve ahirette
çetin azap olduğu izah edilmektedir.
[39]
"Allah'ın, göğsünü İslâm'a açtığı kimse,
Rabbinden bir nur üzerinde değil mi?" Yani Allah'ın, göğsünü İslâm için
açtığı ve dolayısıyla İslâm'ı kabul edip onunla hidayete erişen kimse, -ki bu
hidayet sebebiyle, Rabbinden gelen ve üzerine inen bir nur ve basiret
üzeredir. Bu, marifet ve hakkı bulma nurudur- yaptığı kötü seçim, içinde
bulunduğu gaflet ve cehalet sebebiyle kalbi katılaşmış -ve bu suretle
dalâletin karanlıklarında, cehaletin afetlerinde- olan kimse gibi midir?
Bu ayetin ifade ettiği anlam şudur: Hidayeti bulmuş
ve İslâm'a girmeye muvaffak olmuş kimse ile kalbi katı ve haktan uzak olan
kimse bir değildir. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Ölü iken
kendisini dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık
verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur
mu?" (En'âm, 6/122), "Allah kimi doğru yola iletmek isterse, onun
göğsünü İslâm'a açar." (En'âm, 6/125).
İbni Merdüveyh, İbni Mesud (r.a.)'un şöyle dediğini
rivayet etmiştir:
"Yâ Rasulallah!" dedik, "Yüce Allah'ın
"Allah'ın göğsünü İslâm'a açtığı kimse Rabb'inden bir nur üzere değil
mi?" kavl-i ilâhisinde geçen "göğsün İslâm 'a açılması" nasıl
olmaktadır?" Şöyle buyurdu: "Nur kalbe girdiği zaman kalp açılır ve
inşirah bulur." Biz bu sefer de, "Yâ Rasulallah! Bunun alâmeti
nedir?" diye sorduk; "Ebedilik yurdu olan ahirete yönelme, geçici ve
aldatıcı olan dünyaya bağlanmayı bırakma ve ölüm gelmeden önce ona hazırlanmadır.
" buyurdu.
Tirmizî de Nevâdiru'l-Usûlde İbni Ömer (r.a.)'in
şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Adamın biri şöyle dedi: "Yâ
Rasulallah! Hangi mümin daha akıllıdır?" Hz. Peygamber (s.a.) şöyle
buyurdu: "Ölümü daha çok anan ve ona daha fazla hazırlık yapandır. Nur
kalbe girdiği zaman kalp yayılır ve genişler." Orada bulunanlar,
"Bunun alâmeti nedir yâ Rasulallah?" diye sordular. Şöyle buyurdu:
"Ebedilik yurdu olan ahirete hazırlanma, geçici ve aldatıcı olan dünyaya
bağlanmayı bırakma ve ölüm gelmeden önce ölüme hazırlanmadır."
Bundan sonra Yüce Allah^ ayetin ilk cümlesindeki
üslup gereği eksiltilen, düşülen ifadeye delâlet olsun diye kalpleri
katılaşmış olanların cezasını zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Allah 'ı anmaya karşı kalpleri katılaşmış
olanlara yazıklar olsun. Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler." Yani
Allah Tealâ zikredildiği zaman kalpleri yumuşamayan, anlamayan ve kavramayan
kimselere şiddetli azap olsun. Bu kimseler haktan sapmak suretiyle içine
düştükleri açık dalâlette kalpleri katılaşmış ve insanların tümü için aşikâr
bir tehlike oluşturan kimselerdir.
Tirmizî, İbni Ömer (r.a.)'in şöyle dediğini rivayet
etmiştir: "Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Allah'ı zikretmek dışında
fazla konuşmayın. Zira Allah'ın zikri dışında fazla konuşmak, kalp katılığı
doğurur. İnsanları Allah'tan en fazla uzaklaştıran şey, katı kalptir."
Ebû Sa'îd Hudrî (r.a.)'nin de şöyle dediği rivayet
edilmiştir: "Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Yüce Allah şöyle buyurdu:
"İhtiyaçları alicenap ve yüksek ruhlu kimselerden isteyin. Zira ben
onlarda rahmetimi var ettim. Kalpleri katı olan kimselerden birşey istemeyin.
Zira ben gazabımı onlarda var ettim."
Mâlik b. Dînâr da şöyle demiştir: "Kula, kalp
katılığından daha büyük bir ceza verilmemiştir. Allah Tealâ'nm gazap ettiği
hiçbir kavim yoktur ki, Allah onların kalplerinden rahmet ve merhameti söküp
almamış olsun."
Bunun ardından da Yüce Allah, göğsü açan Kuranı
tavsif etmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Allah sözün en güzelini, birbirine benzer,
ikişerli bir Kitap halinde indirdi. Rabb'lerinden korkanların ondan derileri
ürperir; sonra derileri ve kalpleri Allah'ın zikrine yumuşar." Yani
sözlerin en güzelini -ki o, Kur'an'dır- Allah indirir. Çünkü Kur'an'da
hayırlar, bereketler, hususi ve umumi faydalar vardır. O, nazm (tertip)
güzelliğinde, sağlamlık ve icazda, (ifade sanatında) anlam sıhhatinde, açıklama
kuvvetinde ve belağatin zirvesinde olmak bakımından ayetleri birbirine benzer
bir Kitaptır. Onda kıssalar, öğütler, emir ve nehiylerden ibaret hükümler,
müjde ve tehditler tekrar tekrar zikredilmiştir. O, tekrar tekrar tilâvet
edilir, ama ne okuyana sıkıntı verir, ne de dinleyene bıkkınlık getirir.
Azap ayetleri zikredildiği zaman, Allah'tan
korkanların derileri ürperir; -nitekim Zeccâc, Kur'an'dan derilerin
ürpermesinin anlamının, ondaki azap ayetleri okunduğu zaman insanın ürpermesi
olduğunu söylemiştir-ondaki tehdit dolayısıyla nefsi bir titreme alır. Ancak
daha sonra rahmet ayetlerini duyunca deriler ve kalpler sükûnete ulaşır ve
kendini emniyet içinde hisseder. Katâde şöyle demiştir: "Bu ayette
velilerin özelliği anlatılmaktadır. Burada onların derilerinin ürperdiği, daha
sonra da kalplerinin, Allah'ın zikriyle huzur bulduğu bildirilmekte; onlar,
akılları gitmekle ve baygınlık geçirmekle nitelendirilmektedir.
Hz. Ebû Bekir'in kızı Esma (r.a.)'dan şöyle dediği
rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamberin ashabının, -Allah Tealâ'nın
kendilerini anlattığı gibi-Kur'an okunduğu zaman gözleri yaşarır, derileri
ürperirdi." Ona, "Günümüzde bazı kimseler var ki, Kur'an okunduğu
zaman kimi baygınlık geçirip yere yığılıyor." dendi. O da şöyle karşılık
verdi: "Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım."
"İşte bu, Allah'ın rehberidir. Dilediğini
bununla doğru yola iletir." Yani bu Kitap veya Kur'an, Allah'ın
hidayetidir; O, dilediği kimseyi bununla hidayetine erdirir ve İslâm'a girmeye
muvaffak kılar. Bu, Allah'ın hidayete erdirdiği kimsenin özelliğidir. Bunun
aksi durumda olan kimse ise, Allah'ın dalâlete soktuğu kimsedir.
"Ama Allah kimi sapıklığında bırakırsa, artık
ona yol gösteren olmaz." Yani Allah Tealâ, fasık ve facirlerden kimi
Kur'an'a imandan nasipsiz hor ve zelil kılmışsa, ona yol gösteren kimse
bulunamaz.
Daha sonra Yüce Allah, hidayete eren ile dalâlete
sapan kimse arasında ayrım yapılmasının sebebini beyanla şöyle buyurmaktadır:
"Kıyamet günü yüzüyle o en kötü azaptan
korunmaya çalışanın hali nice olur?" Bu ayet, Yüce Allah'ın şu kavl-i
ilâhisine benzemektedir: "O halde ateşin içine atılan mı daha iyidir,
yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi?" (Fussilet, 41/40). Dolayısıyla bu
ayetin anlamı da şöyledir: "Cehenneme yüzü koyun düşen ve kıyamet günü
şiddetli azaba karşı, yüzünden başka kendisiyle korunacağı birşey bulamayan
kimse; güvende olan, başına korkulan veya arzu edilmeyen hiçbir şey gelmeyen,
korkulan durumlara karşı herhangi bir endişe taşımayan, aksHe, Allah'ın
cennetinde her türlü kötülükten
selâmette ve mutmain bir durumda bulunan kimse gibi midir?" Yani bu ikisi
elbette bir değildir. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Şimdi,
yüzüstü kapanarak yürüyen mi doğru gider, yoksa yolda düzgün yürüyen mi?"
(Mülk, 67/22).
"Ve zalimlere: "Kazandığınızı tadın"
denmiştir." Yani kâfirlere, "Dünyadayken kazandığınız ma'siyetlerin
karşılığını tadın" dendiği zaman. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"İşte nefisleriniz için yığdıklarınız! Yığdıklarınızı tadın!" (Tevbe,
9/35).
Daha sonra Allah Tealâ, dünya hayatında geçmiş
ümmetler içinde peygamberleri yalanlayanların azabını zikretmekte ve şöyle
buyurmaktadır: "Onlardan öncekiler de yalanladılar. Bu yüzden hiç farkına
varmadıkları bir yönden onlara azap geldi. Allah, dünya hayatında onlara
rezillik tattırdı. Ahiret azabı elbette daha büyüktür, keşke bilselerdi."
Yani peygamberleri yalanlayan bazı geçmiş ümmetleri Allah, günahlarından ötürü
helak etti. Onlara azap, hiç beklemedikleri bir yönden geldi. Bu esnada onlar
kendilerini güvende hissediyorlardı ve gaflet içindeydiler. Bu durumdayken
Allah Tealâ, indirdiği azap ve felâket ile onlara horluğu ve zelilliği tattırdı.
Yerle bir olmak, domuz, maymun gibi hayvanlara dönüştürülmek, öldürülmek, esir
edilmek ve benzeri diğer hususlar, onların çarptırıldığı cezanın bazı
türleridir.
Öte yandan ahiret azabı ise, onların dünyada
başlarına gelenlerden daha şiddetli, elem verici ve daha büyüktür. Çünkü ahiret
azabı son derece şiddetli ve devamlıdır. Keşke onlar bilen, düşünen ve ilminin
gereğince amel eden kimseler olsalardı!
[40]
Bu ayetler aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Allah'ın,
göğsünü İslâm'a açtığı ve dolayısıyla Rabbinden bir hidayet üzere olan kimse
ile kalbi mühürlenen ve doğru yolu bulmaktan mahrum bırakılan kimse bir
değildir. Şu halde kalbi katılaşmış olan ve Allah'ın zikrinden yüz çeviren
kimselere yazıklar olsun, azaba duçar olsun! Zira onlar açık bir sapıklık
içindedirler.
2- Kur'an-ı
Kerim, en güzel sözdür. Yani işitilenlerin en güzeli, Allah Tealâ'nın
indirdiğidir ki, o, Kurandır. Bu, Kur'an'ın ilk özelliğidir.
Kur'an'm sıfat ve özelliklerinden biri de şudur:
Kur'an, ayetleri güzellikte, hikmette, tertip ve mana sağlamlığında birbirine
benzerdir; birbirlerini doğrularlar. Kur'an'da tenakuz (sözün birbirini
tutmaması) ve ihtilâf yoktur. Kur'an ayetleri "mesânî"dir, yani
kıssalar, öğütler ve hükümler Kur'an ayetlerinde tekrar tekrar verilir, o,
tekrar tekrar okunur, ama bıkkınlık ve usanç vermez. Kur'an, teşvik ve sakındırmayı
birarada yapar. İnanan kim-
seler ondan titrer ve ihtiva ettiği tehditlerden
korkar; sonra da rahmet ayetlerini duyunca kendisini emniyette bulur ve
sakinleşir. Kur'an, Allah Tealâ'mn, hidayetine kavuşturmayı dilediği kimseleri
kendisiyle hidayete erdirdiği bir rehberdir. Allah'ın, fasıklardan, facirlerden
ve Kur'an'dan yüz çevirenlerden saptırdığı, hor ve hakir kıldığı kimseye
gelince, ona bir yol gösterici yoktur. İşte bunlar, Kur'an'ın sahip olduğu beş
özelliktir.
3- Akıl
ölçüleri içerisinde şu iki kimse bir değildir: Bunlardan biri, elleri boynuna
bağlanmış olarak ateşe atılır. Cehennem ateşinin ilk dokunduğu yeri, yüzüdür.
Diğer kimse ise, azaptan emin ve güvenliktedir, arzu edilmeyen ve korku duyulan
herhangi bir şeyle muhatap olmaz. Kâfir zalimlere, azarlama ve tehdit yollu
şöyle denir: "Kazandığınızı tadın!"
4- Peygamberleri
yalanlayan geçmiş ümmetlerin azabı iki türlüdür: Birincisi; Domuz, maymun gibi
hayvanlara dönüştürülmek, yere batırılmak, zelzele, sayha (helak edici korkunç
ses), tufan, kasıp kavuran rüzgâr, suda boğulmak, öldürülmek, esir edilmek,
yerlerinden yurtlarından çıkarılmak, zelil ve hakir kılınmak şeklinde tezahür
eden dünya azabı -ki bu azap onlara, hiç beklemedikleri yönden gelmiştir-;
ikincisi ise ahiretteki azaptır ki, bu, dünya hayatında yaşadıkları azaptan
daha büyük ve şiddetlidir. Keşke onlar bunu bilse, düşünse ve ilimlerinin
gerektirdiği biçimde amel etseler!
Bütün bunların anlatılmasından maksat, korkutmak ve
sakmdırmaktır.
[41]
27- Andolsun, biz bu Kur'an'da insanlara, öğüt
almaları için her misalden (örnekler) gösterdik.
28- (Küfürden) korunsunlar diye pürüzsüz bir Arapça
Kur'an indirdik.
29- Allah şöyle bir misal verdi: Birbiriyle çekişen
birçok ortakların sahip olduğu bir adam ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir
adam. Şimdi bu ikisinin durumu bir olur mu? Hamd yalnız Allah'a mahsustur,
fakat çoklan bilmivorlar.lan bilmiyorlar.
30- Sen de
öleceksin, onlar da ölecekler.
31- Sonra
kıyamet günü Rabbinizin huzurunda davalarınız görülecektir.
"Her misalden (örnekler)" dini gerçekleri
dünya şartlarında ve ölçütlerinde anlasınlar diye basiret sahibi insanlara
örnek olaylar teşbih ve temsiller "gösterdik."
"Allah şöyle bir misal verdi." Müşrik ve muvahhid
hakkında. Burada geçen "darb-ı mesel" (misal vermek), bir gerçeğin,
bir fikrin daha iyi anlaşılması için belli noktalarda benzerlik gösteren bir
olayla aralarında bağlantı kurarak açıklamaktır. "...Şimdi bu ikisinin
durumu bir olur mu?" Yani bir gruba ait olan köle ile bir kişiye ait olan
kölenin durumu bir olmaz. Zira bunlardan ilki, kendisinden hizmet istedikleri
zaman efendilerinden hangisine hizmet edeceğini şaşırır. İşte bu, müşrikin
misalidir. İkincisi ise muvahhidin misalidir.
"Hamd yalnız Allah'a mahsustur." Hamd
yalnız O'nadır; gerçekte hamd konusunda O'na hiçkimse ortak değildir. Çünkü
nimeti veren bizzat O'dur, mutlak anlamda malik ve sahip de O'dur. "Fakat
çokları bilmiyorlar." Mekke ehlinin ve kâfirlerin ekserisi, kendilerini
bekleyen azabı bilmiyorlar ve bu koyu cehaletleri sebebiyle Allah'a, başkalarım
ortak koşuyorlar.
"Sen de öleceksin, onlar da ölecekler." Sen
ey Muhammed (s.a.), ölecek-
sin ve ölüm konusunda herkes birdir. Sen de
öleceksin, onlar da ölecekler. Şu halde birisinin başına gelen ölüm dolayısıyla
sevinilmez. Bu ayet, saha-be'den bazılarının Hz. Peygamberin vefatının
gecikmesini temenni etmeleri üzerine inmiştir.
[42]
İlk özelliği "sözlerin en güzeli" olmak
olan Kur'an'ın beş hususiyeti açıkladıktan sonra, bu ayetlerde de Kur'an'ın
diğer özellikleri zikredilmektedir. Bunlar; Kur'an'ın, insanları korkutmak ve
sakındırmak için misaller ihtiva eden, kıyamete kadar okunacak olan, dili
Arapça olan ve pürüzsüz bir kitap olmasıdır. Buradaki pürüzsüz olmak,
çelişkiden uzak olmak demektir.
Allah Tealâ, bu surede kâfirler hakkındaki tehdidi
ayrıntılı biçimde açıkladıktan sonra, mümin ve muvahhid hakkında, müşriklerin
tuttuğu yolun bozukluğunu gösteren ilginç bir misal zikretmektedir.
[43]
"Andolsun, biz bu Kur'an da insanlara, öğüt
almaları için her misalden (örnekler) gösterdik. Korunsunlar diye, pürüzsüz
bir Arapça Kur'an indirdik." Yani andolsun, biz insanlara, kendilerinden
istenenleri, örnekler vererek açıkladık. Onlar, dinleri konusunda bu örnek
olayların her birisine muhtaçtırlar. Kendilerini korkutmak ve sakındırmak için
bu temsiller arasında, geçmiş asırlara ilişkin olanlar da vardır. Meselâ,
anlamın anlaşılmasını ve tesirli olmasını kolaylaştırır. Umulur ki onlar öğüt
ve ibret alırlar. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Biz bu misalleri insanlara
anlatıyoruz, ama onları, bilenlerden başkası düşünüp anlamaz." (Ankebût,
29/43). Kısacası insanlara misaller verilmesindeki hikmet, Rabblerinden
korkmaları ve içinde bulundukları karanlıktan çıkmaları için bu misallerin
onlara bir öğüt ve hatırlatma vesilesi olmasıdır.
Burada Kur'an, şu üç özellikle anlatılmaktadır:
Birincisi; Kur'an olması, yani kıyamet kopana kadar mihraplarda okunacak bir
kitap olması. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki Zikr'i
biz indirdik; onu koruyacak olan da biziz." (Hicr, 15/9). İkincisi;
Kur'an'ın Arapça olması, apaçık Arap diliyle indirilmiş bulunması. Yani fesahat
ve belagat sanatlarının ustalarını kendisiyle yarışmaktan aciz bırakan bir
üslûba sahip olması. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "De ki: "Andolsun
eğer insanlar ve cinler şu Kur'an'ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar,
yine onun bir benzerini getiremezler; birbirlerine arka olsalar da."
(İsrâ, 17/88). Üçüncüsü de Kur'an'ın pürüzsüz, yani çelişkiden uzak olmasıdır.
Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Eğer o, Allah'tan başkası
tarafından indirilmiş olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şeyler
bulurlardı." (Nisa, 4/82). Dolayısıyla onlar, umulur ki, kendilerini
sakındırmaya yönelik olarak zikrettiklerimizle Allah'ın gazabından korunurlar.
Yukarıdaki ilk iki ayette geçen, "öğüt almaları
için" ve "korunsunlar" ifadelerinin bu sıra ile gelmiş olması,
öğüt almanın, korunmadan önce gelmesi sebebiyledir. Zira kul, Kur'an'dan öğüt
alıp, ayetlerin anlamını kavradığı zaman, korunma ve sakınma zaten hasıl
olacaktır.
Daha sonra Allah Tealâ, muvahhid mümin ile müşrik
kâfir hakkında bir misal zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Allah şöyle bir misal verdi: Birbiriyle çekişen
birçok ortakların sahip olduğu bir adam ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir
adam. Şimdi bu ikisinin durumu bir olur mu?" Yani Allah Tealâ, birden
fazla tanrıya kulluk eden müşrik için birden fazla sayıda sahibi olan bir
köleyi misal verdi. Bu adamın sahipleri, müştereken sahip oldukları bu köle
hakkında, kötü ahlâkları ve bozuk tabiatları sebebiyle ihtilâfa ve çekişmeye
düşmüşlerdir. Bunlardan her birinin bu köle hakkında farklı bir görüşü ve ona
gördürmeyi düşündükleri farklı bir ihtiyacı .vardır. Bu durumda bu köle ne
yapacaktır? Ortakların hepsini nasıl memnun ve razı edecektir? İşte birden
fazla tanrıya kulluk eden müşrik kimsenin hali de böyledir. Onun, sözkonusu
tanrıların tümünü razı etmesi mümkün değildir.
Allah Tealâ, muvahhid mümin için de, bir tek şahsa
ait olan bir köleyi misal vemektedir. Sahibine, bu kölenin sahipliği konusunda
bir başkası ortak değildir. Bu kölenin efendisi ondan birşey istediği zaman
köle, herhangi bir şaşkınlığa ve tereddüde düşmeden, onun isteğini hemen
yerine getirecektir. İşte bu kimse, Allah'tan başkasına kulluk etmeyen mümin
gibidir; mümin, Rabbinden başkasını razı etmek için gayret etmez. Böyle bir
kimse emniyet ve huzur içinde midir, yoksa şaşkınlık içinde midir?
Bu iki köle, özellik ve durum bakımından bir
midirler? Yani bu ikisi bir değildir. Aynı şekilde Allah yanında başka ilâhlara
da kulluk eden müşrik ile, yalnızca, kendisinden başka ilâh olmayan Allah
Tealâ'ya ihlasla kulluk eden mümin de bir değildir. Bu ikisi arasında ne kadar
büyük bir fark vardır!
Bu misal açık-seçik ve zahir olduğuna göre Allah
Tealâ şöyle buyurmaktadır:
"Hamd yalnız Allah'a mahsustur, fakat çokları
bilmiyorlar." Yani onlar aleyhine hüccet getirdiği için, hamd başkasına
değil, yalnızca Allah'a mahsus olduğu için ve İslâm'a ve hakka ulaşmayı nasip
ettiği için Allah'a ham-dolsun. Ne ki, insanların ekserisi bu farkı bilmiyor ve
Allah'a, başka varlıkları ortak koşuyorlar.
İnsanların çoğunluğunun hakkı bilmemesi ve bu
misalden gerekli dersi çıkarmaması dolayısıyla Allah Tealâ, onlara,
kendilerini ölümle tehdit
ederek, bütün yaratıkların sonunda varacakları yerin
Allah Tealâ'nın huzuru olduğunu haber vermektedir. Onlar orada Allah Tealâ
huzurunda mahkemeleşeceklerdir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Sen de öleceksin, onlar da ölecekler. Sonra
kıyamet günü Rabbinizin huzurunda davalarınız görülecektir." Yani ey
Rasul! Muhakkak sen de öleceksin, onlar da ölecekler. Sonra, dünyadayken
tevhid ve şirk konusunda ki ihtilâfınız hususunda Allah katında davalaşma
olacak ve Allah Tealâ sizin aranızda kıyamet günü hüküm verecek. Bu mahkeme
sonucunda mümin, muvahhid ve ihlaslı kullar kazanacak, kâfir, inkarcı, müşrik
ve ya-lanlayıcı kullar ise azap görecek.
"Sen de öleceksin..." kavl-i ilâhisi, Hz.
Peygamber'in ecelinin geldiğini haber veren ve sahabeye, onun yakında vefat
edeceğini, dünyada ebedi kalmayacağını bildiren bir ayettir. Zira onlardan
bazıları Hz. Peygamber'in ölmeyeceğine inanıyordu. Yine bu ayet, Kureyş'in
kâfirlerinin, fırsat ellerin-deyken bunu değerlendirmelerini, bir an önce iman
ederek, Hz. Peygamber hayattayken vahyi kendisinden alıp öğrenip istifade
etmelerini teşvik etmektedir. Çünkü Hz. Peygamber onların arasında sonsuza
kadar değil, az bir süre kalacaktır.
"Sonra kıyamet günü Rabbinizin huzurunda
davalarınız görülecektir." Bu ayet sadece müminlerle kâfirlerin ahiret
yurdunda aralarında davala-şacaklarını bildirmemekte, aksine dünyadayken
aralarında çekişme ve anlaşmazlık olan herkesi kapsamaktadır. Zira kıyamet
günü bunların arasındaki husumet de tekrar geri gelecektir. Bu ayet, Hz.
Muhammed (s.a.)'in de kıyamet günü kavmiyle davalaşacağını ve onlara,
peygamberliğin gerektirdiği hususları tebliğ ve kendilerini azapla
korkuttuğunu söyleyerek onlar aleyhine hüccet getireceğini; onların da onunla
davalaşacağını ve anlamsız şeyleri mazeret olarak ileri süreceklerini
göstermektedir.
Tirmizî -hakkında hasen-sahihtir diyerek- Zübeyr b.
Avvâm (r.a.)'dan rivayet ettiğine göre, Rasulullah (s.a.)'a "Sen de
öleceksin, onlar da ölecekler. Sonra kıyamet günü Rabb'inizin huzurunda
davalarınız görülecektir" ayeti indiği zaman Zübeyr (r.a.), "Ya
Rasulallah! Yani dünyadayken aramızda olanlar o gün tekrar mı edilecek?"
diye sormuş, Hz. Peygamber de şöyle cevap vermiştir: "Evet. Aranızdaki
ihtilâflar size tekrar getirilecektir. Ta ki her hak sahibi hakkını alana
kadar."
İmam Ahmed de Ukbe b. Amir (r.a.)'in şöyle dediğini
rivayet etmiştir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kıyamet günü
davalaşacak hasımlardan ilki, komşulardır."
Yine İmam Ahmed, Ebû Sa'îd Hudrî (r.a.)'den şöyle rivayet
etmiştir: "Hz. Peygamber buyurdu ki: "Nefsimi kudret elinde
bulundurana yemin olsun ki, iki koç bile aralarında toslaştıkları konuda
davalaşacaklardır."
Hadis hafızı Ebû Bekir Bezzâr'm Enes (r.a.)'den
rivayet ettiğine göre o şöyle demiştir: "Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Kıyamet günü zalim ve hain imam (devlet başkanı) getirilir ve onun
idaresi altındaki halkı onunla davalaşır. Sonunda ona galip gelirler. Bunun
üzerine ona, "Cehennemin temellerinden birini doldur."
denilir."
[44]
Bu ayetler aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Kur'an-ı
Kerim, gerek dünya, gerekse ahiret ile ilgili açıklamadık herhangi birşey
bırakmayan, her şeyi bütün çıplaklığı ile beyan eden kapsayıcı ve mükemmel bir
kitaptır. Bunun için o, gerekli gördüğünde anlam ve meramını açık misallerle
anlatmaktadır. Yüce Allah buyuruyor ki: "Biz, Kitap'ta hiçbir şeyi eksik
bırakmamışızdır." (En'âm, 6/38).
Kur'an-ı kerim, aynı zamanda bir öğüt ve hatırlatmadır;
küfürden ve peygamberleri yalanlamadan korunmanın sebebidir. Onun en önemli
özellikleri arasında, kıyamete kadar mihraplarda ve başka yerlerde okunacak
bir kitap olması, apaçık Arap dili ile indirilmiş bulunması, içinde çelişki ve
ihtilâf bulunmamasıdır.
2- Müşriklerin,
putlara kullukta tuttukları yol ve tanrılarının birdan fazla oluşu, akl-ı selim
sahibi kimselerin kabul etmeyeceği yanlış, batıl bir husustur. Bunun en açık
delili ise Kur'an'm burada muvahhid mümin ile müşrik kâfir hakkında verdiği
misaldir.
Muvahhid müminin misali, bir tek efendisi olan
köledir. Bu köle, efendisinin rızasını alabilir ve onun isteğini yerine
getirebilir. İkincinin, yani farklı ilâhlara kulluk eden kimsenin misali ise,
birçok ortağa ait olan köledir. Onun efendileri, hizmet konusunda kendisinden,
birbiriyle çelişen isteklerde bulunurlar. Bu durumda o, bütün efendilerini
nasıl razı edecektir? O efendileri ki, aralarındaki ihtilâf derindir ve
onlardan her birisi, köleyi, yalnızca kendi özel ihtiyaçları için kullanmak
istemektedir. Bu kölenin, sözkonusu efendileri yüzünden zorluk, meşakkat ve
şiddetli yorgunluk çektiğini görürsünüz. Ama buna rağmen o, hizmeti ile
efendilerinden hiçbirisini razı edemez. Çünkü sırtına yüklenen istek ve
görevler çoktur ve bütün bunlar onu, nefret edip kaçmaya ve bu azabı devam
ettirmeyip firar etmeye sevketmektedir.
Bir tek efendiye hizmet eden köle ise, sadece
efendisine itaat ettiği zaman üzerinde hiç kimsenin çekişmediği bir kimsedir.
Yaptığı hizmet bilinir, bir hata yapacak olsa, efendisi onun hatasını affeder.
Bu iki köleden hangisi daha az yorulur ya da hangisi dosdoğru bir rehberlik
üzeredir?
İşte bu sebeple Allah Tealâ, kâfirler aleyhine hüccet
ortaya çıktıktan sonra üzerimizdeki fazlını bize öğreterek, bizi İslâm'a
hidayet ettiği ve hakkı bulmaya muvaffak kıldığı için kendisine hamd, şükür ve
senaya teşvik ederek bu konudaki beyanını tamamlamaktadır. Ancak insanların
çoğu haki bilmemekte ve ona tabi olmamaktadır.
3-
Hesaplarının görülmesi, aralarındaki çekişmeli işlerin tasfiyesi ve aralarında
adaletle hüküm verilmesi için bütün yaratıkların sonunda varacakları yer Allah
Tealâ'nm huzurudur. Orada mümin, kâfir ile ve mazlum, zalim ile
davalaşacaktır. İbni Mende'nin İbni Abbas (r.a.)'tan aktardığı bir habere göre
İbni Abbas (r.a.) şöyle demiştir: "Kıyamet günü husumet ve davalaşma öyle
boyutlara varır ki, ruh cesetle mücadele eder."
Buhari, Ebû Hureyre (r.a.)'nin Hz. Peygamber'den
şöyle naklettiğini aktarır: "Kimin üzerinde kardeşinin ırz veya mal hakkı
varsa, ne dinar, ne de dirhemin olmayacağı (malın fayda etmeyeceği) o gün
gelmeden önce ondan kurtulmaya baksın. (Aksi halde o gün geldiğinde)
kendisinin salih ameli varsa, gasbettiği hak kadar o ameli(n karşılığı olan
sevap) kendisinden alınır (ve hakkını yediği kimseye verilir). Eğer hasenatı
yoksa, hakkını gasbettiği kimsenin günahlarından alınır ve onun sırtına
yüklenir."
Müslim de yine Ebu Hureyre (r.a.)'den şöyle rivayet
etmişir: "Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Müflis kimdir, bilir
misiniz?" Orada bulunanlar, "Bizim içimizde müflis, parası ve malı
olmayan kimsedir." dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Müflis o kimsedir ki, kıyamet günü namaz, zekât ve oruç ile (bu amellerin
sevabı ile) gelir. Ancak aynı zamanda şuna sövmüş, buna iftira atmış, ötekinin
kanını dökmüş, berikine vurmuştur. Bu durumda (hakkına girdiği kimselere olan
borcunu ödetmek için) o kişinin sevabından ona biraz, buna biraz verilir. Eğer
kendisi hakkında verilen hükmün gereği tam olarak yerine getirilmeden sevapları
bitecek olursa, bu sefer de hakkına girdiği kimselerin günahlarından (hakkın
yerini bulacağı miktar) alınarak o kimsenin üzerine yüklenir ve (sonunda) o
kimse cehennem ateşine atılır."
Ebu Sa'îd Hudrî (r.a.) de şöyle demiştir:
"Bizler, "Rabbimiz bir, dinimiz bir, peygamberimiz bir. Öyleyse bu
husumet ne ola ki?" derdik. Ne zaman ki Sıffîn günü geldi ve biz
birbirimizin üzerine kılıçlarla hücum ettik. O zaman, "İşte o husumet
buymuş." dedik."
[45]
32- Allah hakkında yalan uydurandan ve kendisine
gelen doğruyu yalanlayandan daha zalim kim olabiür? Cehennemde kâfirler için
bir yer yok mudur?
33- Doğruyu getirene ve onu doğrulayanlara gelince,
işte takva sahipleri onlardır.
34- Rabblerinin yanında onlara diledikleri her şey
var. İşte güzel davrananların mükâfatı budur.
35- Çünkü Allah, onların yaptıklarının en kötülerini
(bile) örtecek ve onları, yaptıklarının en güzeliyle mükâfatlandıracak.
36- Allah, kuluna kâfi değil mi? Seni, O'ndan
başkalarıyla korkutuyorlar. Allah kimi saptırırsa, artık onu yola getiren
olmaz.
37- Allah kime de yol gösterirse, artık onu saptıran
olmaz. Allah mutlak galip ve intikam alıcı değil midir?
"Saptırırsa" ve "yola getiren"
ile "yol gösterirse" ve "saptıran" kelimeleri arasında
tezat vardır.
"Allah kuluna kâfi değil mi?" bu soru
cümlesi, nefyin inkârı anlamı taşımaktadır ve ispatta mübalağa içermektedir.
Buradaki "kul", Hz. Peygam-ber'dir. Bununla birlikte bu kelime ile
kulların tümü kastedilmiş de olabilir. Aynı zamanda bu kelime,
"peygamberler" olarak da tefsir edilmiştir. İs-tifham-ı inkârî
tarzındaki bütün ifadelerde aynı durum söz konusudur. Meselâ "Biz senin
göğsünü açmadık mı?" (İnşirah, 94/1) ve "Ben size and vermedim
mi?" (Yâ-sîn, 36/60) ayetleri böyledir. Yani bütün bu ifadeler istif-ham-ı
inkârî tarzında gelmiştir, ancak takrir ve tesbit ifade ederler. Bunun delili
ise nefyin nefyinin ispat olduğu (olumsuzluğun olumsuzlanmasının, neticede
olumluluk ifade ettiği) kaidesidir.
[46]
"Allah hakkında yalan uydurandan." O'na
ortak ve çocuk isnat etmek suretiyle, "Ve kendisine gelen doğruyu
yalanlayandan." Hz. Muhammed (s.a.)'in getirdiği Kur'an'ı yalanlayandan,
"daha zalim kim olabilir?" Yani daha zalim kimse yoktur.
"Kâfirler için." Buradaki "lil kâfirin" ifadesinin
başındaki "lam" harfi ahd için olabilir. Yani burada Kureyş'in
kâfirleri kastedilmiş olabilir. Yine bu "lam" harfi cins bildirmek
için de gelmiş olabilir. Bu durumda da kâfirlerin tümü kastedilmiş olur.
"Doğruyu getirene" Hz. Peygamber'e "ve
onu doğrulayanlara gelince" Hz. Ebû Bekir Sıddîk gibi onun tabileri olan
müminlere, "işte takva sahipr leri" şirkten korunanlar
"onlardır." "Çünkü Allah onların yaptıklarının en kötülerini
örtecek ve onları, yaptıklarının en güzeliyle mükâfatlandıracak." Buradaki
"en kötü" ve "en güzel" kelimeleri "kötü" ve
"güzel" anlamındadır. "Onları mükâfatlandıracak." Onlara, dünyadayken
taat üzere bulunmalarının sevabını verecek. "Onların yaptıklarının en
kötüleri." Yani işledikleri masiyetlerin. Burada özellikle "en
kötüleri" denmesinin sebebi, mübalağalı anlatımdır. Zira yapılanın en
kötüsü affedileceğine göre, diğer yapılanların affedilmesi öncelikle olur.
Onlara, yaptıklarının en güzeliyle karşılık verilmesi, ecrin fazla fazla
verilmesi demektir ki, bunun sebebi, onların, amellerini ihlâsla yapmalarıdır.
"Allah kuluna kâfi değil mi?" Yani Allah
Tealâ, müşriklerin tehdit ve tuzaklarına karşı peygamberine kâfidir. "Seni
O'ndan başkalarıyla" putlarla "korkutuyorlar." Onu putların
öldüreceğini veya çarpacağını söylüyorlar. Burada hitap edilen, Hz. Peygamber,
korkutmayı yapan ise Kureyş'tir. "Allah kimi saptırırsa." Yani dalâlete
ve ne fayda ne de zarar verebilecek olan putlara inanmaya terkederse
"artık onu yola getiren olmaz." Onları doğru yola hidayet eden olmaz.
"Allah kime de yol gösterirse." kimi de iman etmeye muvaffak
kılarsa... "Allah mutlak galip" kuvvet ve hakimiyet sahibi,
kahredici, "ve intikam alıcı" yani kendisine ve peygamberine
düşmanlık edenden intikam alıcı "değil midir?"
Yukarıda geçen "Cehennemde kâfirler için bir yer
yok mudur?", "Allah, kuluna kâfi değil mi?" ve "Allah
mutlak galip ve intikam alıcı değil midir?" ayetlerindeki soruların
ardından, tasdik için "evet" denir.
[47]
"Seni O'ndan başkalarıyla korkutuyorlar."
ayetinin (36. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Abdürrezzâk, Ma'mer'in şöyle
dediğini rivayet etmiştir: "Adamın birinin bana söylediğine göre müşrikler
Hz. Peygamber'e, "Ya putlarımız hakkında kötü söz söylemekten vaz
geçersin, ya da onlardan, seni çarpmalarını isteriz" dediler. Bunun
üzerine "Seni O'ndan başkasıyla korkutuyorlar" ayeti indi."
[48]
Allah Tealâ, kâfirleri oldukça vurgulu ifadelerle
tehdit ettikten ve hemen ardından da, "Allah bir misal verdi..."
ayetiyle onların tuttukları yolun bozukluğunu ve çirkinliğini dile getirdikten
sonra, burada da onların en fena inançlarını ifade etmektedir. Bu inanç,
onların Allah Tealâ'ya ortak veya çocuk isnat etmeleri ve doğru söylediği
konusunda kat'î deliller geldiği halde Hz. Peygamber'i yalanlamalarıdır. Bu
bağlamdaki ayetler, kâfirlere cehennem vaad edilerek bitirilmektedir.
Bunun ardından Yüce Allah, doğru söyleyen ve doğru
söylediği tasdik edilen Hz. Peygamber'e ve O'nun tabileri olan tasdik edici
müminlere, günahların örtüleceği ve kendilerine en üstün karşılığın
verileceğini vaad etmektedir. Böylece azap tehdidi ile kazanç müjdesi bir
arada zikredilmiş olmaktadır.
[49]
"Allah hakkında yalan uydurandan ve kendisine
gelen doğruyu yalanlayandan daha zalim kim olabilir?" Bu, müşrik
kâfirlerin işlediği en çirkin fiillerden bir diğeridir. Şöyle ki; onlar Allah'a
ve hakkı söyleyeni -ki o, Hz. Peygamber'dir- yalanlıyorlar. Burada ifade
edilmek istenen şudur: Allah hakkında yalan uyduran, O'nun çocuğu veya ortağı
yahut arkadaşı bulunduğunu ve bunun, Allah'ın emri bulunmaksızın bir kısım
haram ve helâl sınırları çizdiğini iddia eden, aynı zamanda Rasulullah
(s.a.)'ın getirdiklerini, yani insanlara yapılan tevhid çağrısını ve onlara
emredilen farizaları tebliğ edip dinin yasakladığı şeylerden sakındıran ve
kendilerine ilettiği, öldükten sonra dirilme ve hesaba çekilme konusundaki
haberleri yalanlayan kimselerden daha zalimi yoktur.
Zira böyle yapanlar, iki yönden de batıl bir yola
sapmış olmaktadırlar: Birincisi Allah Tealâ'yı, ikincisi de -kendisinin
peygamberlik iddiasında doğru sözlü olduğunu gösteren kesin deliller bulunduğu
halde- Rasulullah (s.a.)'ı yalanlamak.
Bunun ardından Yüce Allah onları tehdit ederek şöyle
buyurmaktadır:
"Cehennemde kâfirler için bir yer yok
mudur?" Evet. Yani geniş olan cehennem ateşi, o kâfirler için bir kalma
yeri değil midir? Bu ifadede kâfirlerin yalanının ve yalanlamasının sebebi
hakkında bir uyarı da vardır; bu sebep "küfür"dür. Bu ayetin manası
şudur: Onların işlediği kötü amellerin karşılığı olarak kendilerine cehennemde
çekecekleri azap yetmez mi? Bu cümle olumsuzluk değil, takrir ve olumluluk anlatan
bir soru cümlesidir.
Daha sonra bu tehdidin ardından, gelen mesajı
doğruluyanların (müminlerin) müjdesi yer almakta ve Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Doğruyu getirene ve onu doğrulayanlara gelince,
işte onlar muttakilerdir." Yani doğruyu ve hak sözü getirene -ki O,
peygamberlerin sonuncusu ve önderi olan Hz. Muhammed'dir- ve onu tasdik edip,
kendisinin Allah Tealâ tarafından gönderilmiş bir elçi olduğuna iman eden;
Kur'an'ın, Allah kelâmı, her şeyin açıklayıcısı ve bütün beşer için hayır ve
saadet olduğuna yakinen inanan müminlere gelince, işte onlar Allah'tan
sakınanlar, şirkten kaçınan ve putlardan teberri eden (yüz çeviren)
kimselerdir.
Bunların göreceği karşılık ise şudur:
"Rabblerinin yanında onlara diledikleri her şey
var. İşte güzel davrananların mükâfatı budur." Yani bunlara cennette
gözün görmediği, kulağın işitmediği, insanın aklına hayaline gelmeyen
nimetlerin yanısıra, cennetlerde Rabblerinin katında istedikleri, derecelerin
yükseltilmesi, kendilerine gelecek zarararm def edilmesi, kötülüklerinin örtülmesi
gibi hususlar da onlara verilecektir. İşte bu, onların amellerinin mükâfatıdır.
Burada geçen "ihsan", Buhari ve Müslim tarafından Hz. Ömer'den, onun
da Hz. Pey-gamber'den nakli olarak rivayet edilen sahih bir hadiste geçtiği
gibi, "Allah'a, O'nu görüyormuşçasına ibadet etmendir. Her ne kadar sen
O'nu gör-mesen de, O seni görmektedir."
Bu mükâfatın sebebine gelince;
"Çünkü Allah onların yaptıklarının en kötülerini
(bile) örtecek ve onları, yaptıklarının en güzeliyle mükâfatlandıracak."
Allah onlara, yaptıkları amellerin kötülerini örteceğini ve kendilerini,
işledikleri amellerden dolayı en güzel şekilde mükâfaklandıracağını,
kötülüklerine karşılık kendilerini cezalandırmayacağını vaad etmiştir. Allah
Tealâ, onların işlediklerinin en kötüsünü bağışlayacağına göre, daha az kötü
olanları ise haydi haydi bağışlayacaktır. Onların işledikleri güzel şey, Allah
Tealâ indinde "en güzel'dir.
"Çünkü Allah... örtecek" kavl-i ilâhisi,
onlardan azabın en mükemmel tarzda düşeceğine delâlet eder.
Daha sonra Yüce Allah, dünyada, kendileri için önemli
olan hususlarda Zât-ı ilâhisinin müminlere yeteceğini ve onları,
korktuklarından emin kılacağını bildirmektedir:
"Allah, kuluna kâfi değil mi?" Yani Allah
Tealâ, kendisine kulluk ve tevekkül edene kâfidir. O, bu kimseden, belâ ve
musibetleri savar ve arzu edilen her şeyi ona verir. Şu ayette de aynı husus
vurgulanmaktadır: "Onlara karşı Allah sana yeter." (Bakara, 2/137).
Ayette soru ifadesinin kullanılmasının maksadı,
ayette anlatılan hususun benliklere iyice yerleştirilmesi ve Allah Tealâ'nın,
kullarına kâfi olduğuna, hiç kimsenin inkâr edemeyeceği tarzda en beliğ ve
açık şekilde işaret etmektir. Çünkü Allah Tealâ'nın, her malûmu bildiği, her
mümküne kadir olduğu ve her ihtiyaçtan müstağni olduğu sabittir. Şu halde O,
kullarının ihtiyaçlarını bilir ve bunları gidermeye kadirdir. O, cimri ve
muhtaç değildirki cimriliği ve haceti, kulunun istediğini ona ihsan etmesine
engel olsun.
Buradaki "kul"dan maksat, Hz. Peygamber ve
kulların bütünüdür. Bunun delili ise ayette geçen "abdehû"
kelimesinin çoğul olarak "ibâdehû" tarzında da okunmuş olmasıdır.
Tirmizi, Nesâî ve İbni Ebî Hâtim'in rivayet ettiğine göre, Fedâle b. Ubeyd
Ensârî (r.a.), Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu işitmiştir: "Ne mutlu o
kimseye ki, İslâm'a hidayet edilmiştir ve geçimi, ihtiyacına yetecek kadardır
ve o da buna kanaat eder."
"Seni O'ndan başkalarıyla korkutuyorlar."
Yani Ey peygamber! O müşrikler seni, Allah dışında dua ettikleri putlar ile
korkutup tehdit ediyorlar. Böyle yapmaları onların cehalet ve dalâletlerinin
bir göstergesidir. Sen onların, seni korkuttukları tanrılarından ve
askerlerinden korkma! Zira Allah seni, sana zarar verecek şeylerden korur.
Onların ilâhlarının ne fayda, ne de zarar verecek gücü vardır. Daha önce de
gördüğümüz gibi bu ayetin nüzul sebebi şudur: Müşrikler Hz. peygamber (s.a.)'i,
putların kedisine zarar vereceğini söyleyerek korkutmuşlar ve şöyle
demişlerdi: "Sen bizim ilâhlarımız hakkında kötü söz mü söylüyorsun? İyi
bil ki, şayet onları ağzına almaktan vazgeçmezsen, sana bir kötülük dokunacak.
Hz. Peygamber, Hâlid (r.a.)'i, Uzza'yı kırmaya gönderdiği zaman da bu puta
hizmet eden müşrik ona şöyle demişti: "Ondan sana bir zarar gelmesinden
korkarım. Zira onun, önüne geçilemeyecek bir gücü vardır." Bunun üzerine
Hâlid (r.a.), baltayı eline alarak onun yüzünü parçaladı, sonra da dönüp gitti.
Bu ayet, Allah Tealâ'nm, peygamberini kötülükten
koruduğunun ve hem O'na, hem de tabilerine din ve dünya işlerinde kâfi
olduğunun delilidir. Şu halde Allah Tealâ kuluna kâfi olduğuna göre, O'ndan
başkasıyla korkutma yoluna gitmek, abes ve batıl bir durumdur.
Daha sonra Yüce Allah, müşriklerin tehditlerini iptal
etmek ve onların cehaletlerini ortaya koymak üzere, ne denli büyük bir kudret
ve hükümranlığın sahibi olduğunu şöyle ifade etmektedir :
"Allah kimi saptırırsa, artık onu yola getiren
olmaz. Allah kime de yol gösterirse, artık onu saptıran olmaz." Yani
kötülüğü, fışkı ve isyanı sebebiyle kimin dalâlette olacağı ilâhî kazayla hak
olmuşsa, artık ona, kendisini esenliğe götürecek ve dalâletten çıkaracak bir
yol gösterici bulunmaz. Kim de istidadı sebebiyle iman ve mutluluğa Yüce Allah
tarafından muvaffak kıhnmışsa, artık onu saptıracak birisi asla söz konusu
olamaz. Dolayısıyla Onun lütfunu geri çevirecek, ya da Onun muradına engel
olacak herhangi bir güç yoktur. Bu sebeple Yüce Allah, Kureyş kâfirlerini şöyle
buyurarak tehdit etmektedir:
"Allah, mutlak galip ve intikam alıcı değil
midir?" Yani Allah, her şeye galip ve kahredici, kendisine isyan
edenlerden, şiddetli azap ile intikam alan değil midir? O, kuvvetli ve hamiyet
sahibi yüceler yücesidir. Yüceliğine dayanana ve kapısına sığınana haksızlık
edilmez. Zira O, kuvvet sahibidir, kendisinden daha kuvvetli bir varlık
olmadığı gibi, kendisine karşı kâfir olan, kendisine şirk koşan ve elçisine
karşı inatla direnen kimselerden intikam alma konusunda O'ndan daha şiddetlisi
de yoktur.
Kısacası, bu ayet müminler için bir müjde, Kureyş
kâfirleri ve benzerleri için de bir tehdittir.
[50]
Bu ayetler aşağıdaki hususları göstermektedir:
1-Allah
nazarında, O'na karşı yalan uydurandan ve O'nun çocuğu ve ortağı bulunduğunu
iddia edenden ve Hz. peygamber'in getirdiği Kur'a'nı yalanlayandan daha zalim
kimse yoktur.
2- O
inkarcılar için, sürekli kalacak bir yer olarak cehennem yeter. O ne kötü bir
varış yeridir!
3- Doğruyu
ve hakkı getiren Hz. Peygamber ve Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali
gibi kendisine tabi olanlar, kendisini birledikleri, kendisine herhangi bir
şeyi ortak koşmadıkları ve azabından, cezasından ve kendisine karşı masiyet
işlemekten uzak durdukları Allah Tealâ"ya karşı, hakkıyla takva sahibi
olan muttakilerdir.
4- Allah
Tealâ, doğruyu getiren ve onu doğrulayan için dört hüküm koymuştur:
a) Daha
önce de geçtiği gibi onlar, muttakilerin ta kendileridir.
b) Onlar
için cennette Rabbleri katında diledikleri nimet ve ikramlar vardır. İşte bu,
ihsan sahiplerinin göreceği karşılıktır ki, dünyada güzel övgü ve ahirette de
güzel karşılıktır. Bu vaadin kapsamına, insanın dünyada arzuladığı her şey
girer ve bu vaad, en mükemmel karşılığın elde edileceğini gösterir.
c) Allah
Tealâ bu kimseleri, işledikleri kötülükler dolayısıyla muaheze etmeyecek,
aksine onlara ikramda bulunacak ve onlara, dünyadaki taatları karşılığında,
işledikleri en güzel amellerin karşılığını -cennette- verecektir. Bu da
onlardan cezanın en mükemmel tarzda
kaldırılacağına delâlet eder.
d) Yüce
Allah, ehl-i batılın çokça dillerine doladıkları ve yaydıkları tehditleri ve
korkutmaları, müminlere gelecek her türlü kötülüğe karşı, bu kötülük ister
şerli insanlardan, ister cinlerden, isterse tapanların iddiala-rmca putlardan
-ki aslında onlar ne bir fayda, ne de zarar verebilirler-gelsin farketmez,
bütün bu kötülüklere karşı onlara kâfi olduğunu ispat ederek dağıtmaktadır.
Kur'an'm kendisinden hikâye ettiğine göre Hz. İbrahim şöyle demiştir:
"Hem siz, hakkında Allah'ın hiçbir delil indirmediği şeyleri Ona ortak
koşmaktan korkmuyorsunuz da, ben nasıl sizin ortak koştuğunuz şeylerden
korkarım?" (En'âm, 6/81).
5-
"Allah kimi saptırırsa" ve "Allah kime de yol gösterirse"
ayetleri, amellerin yaratılmasının ve olup biten şeylerin olmasını murad
etmenin Allah Tealâ'dan olduğunun delilidir. O Allah Tealâ ki, kendisine veya
elçilerine düşmanlık edenlerden intikam alıcıdır. Yine bu ayetler, Allah'ın,
sapkınlığında ve karanlığında terketmek suretiyle saptırdığı kimse için,
kendisini hayra eriştirecek hiç kimsenin asla bulunamayacağının; Allah'ın hakka
ve doğruya hidayet ettiği kimse için de herhangi bir saptırıcının asla
bulunmayacağının delilidir.
[51]
38- Andolsun, onlara "Gökleri ve yeri kim
yarattı?" diye sorsan, elbette "Allah" derler. De ki: "O
halde Allah'tan başka çağırdıklarınızı gördünüz mü, şimdi Allah bana bir zarar
vermek istese onlar O'nun vereceği zararı kaldırabilirler mi? Yahut bir
rahmet vermek dilese onlar O'nun rahmetini durdurabilirler mi? De ki:
"Allah bana yeter. Tevekkül edenler O'na dayanırlar."
39- De ki: "Ey kavmim! Durumunuza göre
dilediğinizi yapın, ben de yapıyorum; yakında bileceksiniz."
40- "Kendisini rezil edecek azap kime geliyor
ve sürekli azap kimin üzerine konuyor?"
"O'nun vereceği zararı" ve "O'nun
rahmetini" ifadeleri arasında tezat vardır.
[52]
Yüce Allah'ın, yaratıcılıkta tek olduğu konusundaki
deliller açık seçiktir. "De ki: "O halde Allah'tan başka
çağırdıklarınızı gördünüz mü, şimdi Allah bana bir zarar vermek istese, onlar
O'nun vereceği zararı kaldırabilirler mi?" Yani siz, evrenin
yaratıcısının, sizin ilâhlarınız değil, Allah Te-alâ olduğunu bir hakikat
olarak bildikten sonra, Allah bana bir zarar vermeyi dilediği takdirde sizin
ilâhlarınızın o zararı defedeceğini düşünebiliyor musunuz? Yahut Allah (c.c.)
bana bir fayda sağlamayı murad ettiğinde onlar bunu engelleyebilirler mi?
Hayır! Burada geçen "zarar" kelimesi, sıkıntı ve belâ demektir;
"rahmet" ise nimet ve bolluktur.
"Allah bana yeter." Hayır vermede ve zararı
defetmede bana kâfidir. Kadir olan Allah (c.c.)'tır. Öyle ki, O bir hayır veya
şer vermeyi dilediği zaman bunun önüne geçebilecek hiçbir güç yoktur.
"Tevekkül edenler O'na dayanırlar." Güvenenler, her şeyin Allah'ın
elinde olduğunu bilmeleri sebebiyle O'na güvenirler. "Durumunuza
göre." Bulunduğunuz hale göre. Bu ayette mekân için isim olan
"mekânet" kelimesi, "istiare yoluyla durum yerine kullanılmıştır,
"dilediğinizi yapın. Ben de yapıyorum." Ben de kendi durumuma göre
yapacağımı yapıyorum.
[53]
"Andolsun, onlara "Gökleri ve yeri kim
yarattı?" diye sorsan..." ayetinin (38. ayet) nüzul sebebiyle ilgili
olarak Mukâtil'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber onlara bu şekilde
sormuş, ancak onlar sükut etmişlerdir. Bunun üzerine bu ayet inmiştir.
Başkaları ise şöyle demişlerdir: "Bu putlar Allah'ın takdir ettiği hiçbir
şeyi savamazlar. Ancak onlar şefaat ederler." Bunun üzerine bu ayet
inmiştir.
[54]
Allah Tealâ, müşrikler için tehdit ve muvahhidler
için müjde zikrettikten sonra, putlara tapanların tuttukları yolun yol
olmadığı konusuna dönmekte ve bu konuda iki esasa dayanarak delil ikame
etmektedir:
1- O
müşrikler, yaratıcı, kudret sahibi ve alim olan bir İlâh'ın varlığını kabul
etmektedirler.
2-
Putların ne hayır, ne de şer verecek herhangi bir güçleri yoktur.
[55]
Açıklaması:
Allah Tealâ bu ayetlerde, birliğine, müşriklerin
kendi ağızlarından delil getirmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun, onlara "Gökleri ve yeri kim
yarattı?" diye sorsan, elbette "Allah" derler." Yani
müşriklere göklerin ve yerin yaratıcısını sorduğun zaman, kendileri putlara
kulluk ettikleri halde, gökleri ve yeri yaratanın Allah (c.c.) olduğunu itiraf
ederler. Bunu itiraf ettikleri halde akılları yaratıcıdan başkasına kulluk
etmeyi ve mahluku yaratıcıya ortak kılmayı nasıl kabul ediyor? Oysa taptıkları
o putlar bizzat kendilerine bile ne bir fayda, ne de zarar verebilirler.
Nitekim Allah Tealâ onlarla alay eder tarzda şöyle buyurmaktadır:
"De ki: "O halde Allah'tan başka
çağırdıklarınızı gördünüz mü, şimdi Allah bana bir zarar vermek istese, onlar
O'nun vereceği zararı kaldırabilirler mi? Yahut bir rahmet vermek istese onlar
O'nun rahmetini durdurabilirler mi?" Yani, sizler her şeyin yaratıcısının
Allah Tealâ olduğunu ikrar ettiğinize göre, şimdi bana şu ilâhlarınızdan haber
verin! Onlar Allah'ın bana vermek istediği bir zarar ve sıkıntıyı
kaldırabilirler mi? Ya da Allah'ın bana vermeyi dilediği bir hayır, nimet ve
bolluğa mani olabilirler mi? Gerçekte onlar hiçbir şeye sahip olmadıkları ve
herhangi bir şeye güç yeti-remedikleri halde onlara kulluk etmek nasıl caiz
olur? Bu ayetlerde putlardan "hunne kâşifât" ve "hünne
kâşifât" şeklinde dişil kalıp kullanılmasının sebebi, onların güçsüz
varlıklar olduklarının gösterilmesidir. Zira dişiler umumiyetle nispeten zayıf
olur ve müşrikler de onları dişilikle vasfetmek-te, onlara Lât, Uzzâ, Menât
gibi dişil isimler koymaktadırlar.
"De ki: "Allah bana yeter. Tevekkül edenler
O'na dayansınlar." Ey peygamber! De ki: Allah Tealâ bana veya fayda
vermek yahut zarar savmak gibi bütün işlerime kâfidir. Bu itibarla sizin beni
korkuttuğunuz o putlardan korkmam. Ben ancak, müminlerin başkasına değil, ancak
kendisine tevekkül ettiği Allah'tan korkarım.
Buna benzer bir ayette de Hûd (a.s.)'un şöyle dediği
bildirilmektedir: "Senin hakkında "Seni tanrılarımızdan biri
çarpmış" demekten başka bir söz bulamıyoruz." Dedi ki: "Ben
Allah'ı şahit tutuyorum, siz de şahit olun ki, ben sizin Allah'ı bırakıp da
O'na ortak koşmakta devam ettiğiniz şeylerden katiyyen uzağım. Haydi hepiniz
bana istediğiniz tuzağı kurun, sonra bana mühlet de vermeyin. Şüphesiz ki ben,
kendimin de sizin de Rabbiniz olan Allah'a güvenip dayandım. Hiçbir canlı
yoktur ki, O, onun perçeminden tutmuş olmasın. Gerçekten Rabbim doğru bir yol
üzerindedir." (Hûd, 11/54-56).
İmam Ahmed, Tirmizî, Hâkim ve İbni Ebî Hatim,
Abdullah b. Abbas (r.a.)'ın şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Bir
defasında Hz. Peygamber'in arkasmdaydım. Şöyle buyurdu: "Ey çocuk! Sana
birkaç kelime öğreteceğim: Allah'ın emir ve yasaklarını muhafaza et ki, Allah
da seni muhafaza etsin. Allah'ın emir ve yasaklarını muhafaza et ki O'nu
karşında bulasın. Bir şey istediğin zaman Allah'tan iste. Sığındığın zaman
Allah'a sığın. Bil ki bütün insanlar sana bir fayda temin etmek için bir araya
gelecek olsa, Allah'ın senin için takdir etmiş olduğundan başka bir fayda
temin edemezler. Yine bütün insanlar sana bir zarar vermek için toplanmış olsa,
Allah'ın senin için takdir buyurmuş olduğundan başka bir zarar veremezler.
(Zira) Kalemler kaldırılmış, sayfalar durulmuştur."
"Allah'a iman ve teslimiyette yakin içinde
şükürle amel et. Bil ki, çirkin gördüğün bir iş konusunda sabretmende çok hayır
vardır. Zafer sabır ile, ferah gam ile gelir ve güçlüğün yanında kolaylık
vardır."
İbni Ebî Hatim de, Rasulullah (s.a.)'a dayandırdığı
bir rivayetinde İbni Abbas (r.a.)'tan şöyle nakletmiştir: "Kim insanların
en kuvvetlisi olmayı arzu ederse Allah Tealâ'ya tevekkül etsin. Kim insanların
en zengini olmayı arzu ederse kendi elindekilerden ziyade Allah katındakilere
güvensin. Kim de insanların en cömerti olmayı arzu ederse Allah Tealâ'dan
sakınsın (takva sahibi olsun)."
Daha sonra Yüce Allah müşrikleri tehdit ederek şöyle
buyurmaktadır:
"De ki: "Ey kavmim! Durumunuza göre
dilediğinizi yapın; ben de yapıyorum. Yakında bileceksiniz. Kendisini rezil
edecek azap kime geliyor ve sürekli azap kimin üzerine konuyor." yani Ey
peygamber! Deki: Ey kavmim! Dilediğinizi yapm; benim peygamberliğime düşmanlık,
kuvvet ve şiddet uygulama hazırlığı içinde olmak gibi yapmayı tasarladığınız
şeyleri ve uy-gulayageldiğiniz tarzı hayata geçirin, hile ve tuzak kurmak
konusunda elinizden geleni ardınıza koymayın. Zira ben, Allah'ı birlemeye
çağırmada ve insanlar arasında O'nun dinini yaymada şu içinde bulunduğum durum,
izlediğim yol ve yöntem neyse onu izlemeye devam edeceğim. İzlediğiniz yolun
vebalini yakında bileceksiniz ve yine bileceksiniz ki, kime azap gelecek
olursa, onu gurur ve kibirinden sonra bu dünyada hakir ve zelil eder. İşte o
zaman ortaya çıkar ki, o batılın tarafında, hasmı ise Hakk'ın yanındadır. Bu
kimse üzerine sürekli azap iner. Onun kıyamet günü bu azaptan kaçıp kurtulacağı
bir yer de yoktur. Bu, cehennem azabıdır.
[56]
Bu ayetler, Allah'ın birliğini ispattan sonra, sadece
O'na kulluk etme, ondan sonra da O'nun sonsuz ilim sahibi olduğunun ve uygun
vakit geldiğinde, ilettiği tehdidi yerine getirmeye kadir olduğunun bilinmesi
hususlarında tedrici bir yöntem izlemektedir.
Ancak müşrikler ne kadar da kalın kafalı, cahil ve
ahmaktırlar! Onlar ki, birtakım rablere ve ilâhlara tabi olmakla birlikte,
yaratıcının Allah olduğunu da ikrar ediyorlar. Rahîm, Hakîm, Alim, Kadir ve
Yaratıcı Allah olduğuna göre, O'ndan başkasına nasıl kulluk ederler ve
Rasulullah (s.a.)'ı, o saçma sapan ve aciz putlarla -ki onları yaratan da Allah
Tealâ'dır- korkutmaya nasıl kalkışırlar? O Peygamber ki, putları da gökleri ve
yeri de yaratan Allah Tealâ tarafından gönderilmiş bir elçidir.
Onlar bunu itiraf ettikten sonra, bu putların,
görmeyen, işitmeyen, konuşmayan, herhangi bir zarar veya fayda veremeyen cansız
birer varlık olduğunu idrak edemiyorlar mı? Eğer Allah Tealâ kuluna bir sıkıntı
ve belâ vermeyi dilerse bu putlar o sıkıntı ve belâyı savmaya, kaldırmaya muktedir
olamazlar. Yine eğer Allah Tealâ kuluna, bir nimet ve bolluk vermek suretiyle
imdat etmek isterse, bu putlar O'nun rahmetini engellemeye güç yetiremezler.
Ayet, bu anlama gelecek sorular sorduktan sonra bu soruların cevabını
vermemektedir. Çünkü sözün akışı, cevabın ne olduğunu göstermektedir. Yani
müşrikler şöyle diyeceklerdir: Bu putlar Allah Tealâ'nm vereceği bir sıkıntıyı
kaldıramayacağı gibi, O'nun vereceği bir nimeti de engelleyemezler.
Mümin veya akıllı kimseye gelince; onlar, müşriklerin
insanları gerçek ve tek yaratıcı Allah'tan başka güçlerle korkutmasına aldırış
etmezler. Nitekim yukarıda geçen (36.) ayette de şöyle yer almaktaydı:
"Seni O'ndan
başkasıyla korkutuyorlar." Bu ayet, Hz.
Peygamber'in Allah'a dayandığını, O'na tevekkül ettiğini, dolayısıyla
dayananların da yine Ona dayanmaları gerektiğini ilan etmektedir.
Aynı şekilde mümin, sadece Allah'a kulluk etme
şeklindeki tavrını sürdürmekte ısrar ve bu yoldan saptırmaya çalışan herkesle
alay etmektedir. Gerçekler yakında bütün açıklığıyla ortaya çıkacak, olayların
ve günlerin gebe olduğu şeyler meydana çıkacaktır. Böylece kâfirler, hezimete
uğrayanların, dünyada acıklı ve zelil edici, ahirette de sürekli ve şiddetli
azaba duçar olacakların kendileri olduğunu idrak edeceklerdir.
Kısacası Allah Tealâ, evrenin yaratıcısının kendisi
olduğu konusunda bizzat müşriklerden ikrar almış, ardından da onlara putlarının
durumunu sormuştur: Bunlar herhangi bir kötülüğü savabilir yahut bir fayda
verebilir mi? Bu sorudan maksat o putların ilâhlık veya rabblik yetkisine
sahip olmadığını ve daha önce geçen "Seni O'ndan başkasıyla
korkutuyorlar." ayetinin cevabının ne olduğu konusunda uyarıda
bulunmaktır.
[57]
41- Biz Kitab'ı insanlar için sana hak ile indirdik. Artık kim doğru yola gelirse, kendi yararınadır; kim de saparsa, kendi zararına sapmış olur. Sen onların üzerinde vekil değilsin.
42- Allah, ölmekte olanın ölümünü zamanında, ölmeyenin de uykusunda ruhunu alır; sonra ölümüne hükmettiğini yanında tutar, ötekileri de belli bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz bunda, düşünen bir toplum için ibretler vardır.
43- Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: "Onlar hiçbir şeye malik olmayan, düşünmeyen şeyler olsalar da mı?"
44- De ki: "Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra O'na döndürüleceksiniz."
45- Allah tek başına anıldığı zaman, ahirete inanmayanların gönüllerini sıkıntı basar. Ama O'ndan başkaları da anıldığı zaman hemen sevinirler.
46- De ki: "Allah'ım, ey gökleri ve yeri yoktan var eden, gizliyi de aşikârı da bilen! Ancak sen, ayrılığa düştükleri konularda kullarının arasında hükmedersin."
47- Eğer yeryüzünde bulunanların tümü ve onun bir misli daha o zulmedenlerin olsaydı, kıyamet günü azabın kötülüğünden kurtulmak için pnu elbette feda ederlerdi. Çünkü onlar için, Allah'tan, hiç hesap etmedikleri şeyler karşılarına çıkmıştır.
48- Yaptıkları işlerin kötülükleri kendilerine görünmüştür ve alay edegeldikleri şey onları kuşatmıştır.
"Elbetteki hayır." anlamında cevabı olan "Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler?" cümlesinde istifham-ı inkârî vardır.
"Gizliyi" ve " aşikârı" ifadeleri arasında tezat vardır. Aynı şekilde daha önce geçen "Doğru yola gelirse" ve "saparsa" ifadeleri arasında da tezat mevcuttur.
"Allah tek başına anıldığı zaman ahirete inanmayanların gönüllerini sıkıntı basar." Bu ayette Allah Tealâ ile putlar ve sıkılma ile sevinme arasındaki mukabele vurgulanmaktadır. Mukabele, iki veya daha fazla anlam zikredildikten sonra, bu zikredilenin mukabilini tertip üzere ifadeye koymaktır ki bu, anlatımda bediî güzelliklerdendir.[58]
"Biz Kitab'ı insanlar için sana hak ile indirdik." Biz Kur'an'ı sana, insanlar için, onların dünyevî ve uhrevî maslahatlarını tahakkuk ettirmesi için indirdik. Buradaki "hak ile"»ifadesi, "indirdik" kelimesine müteallâktır. Yani haktan ayrılmaz, ayrı düşünülemez şekilde.
"Artık kim doğru yola gelirse kendi yararınadır." Yani doğru yola gelmekle kendisine fayda sağlamış olur. "Kim de saparsa kendi zararına sapmış olur." Yani kendi aleyhine davranmış olur. Zira vebali kendi nefsinden başkasına yüklenmez. "Sen onların üzerinde vekil değilsin." Yani sen onların doğru yola gelmemekte gösterdikleri dirençten sorumlu değilsin. Sana düşen ancak ve sadece tebliğdir.
"Allah, ölmekte olanın, ölümünü zamanında." eceli geldiği zaman "ölmeyenin de uykusunda ruhunu alır." Yani uyku anında -ancak öldürmeksi-zin- vefat ettirir. Bu, eceli gelmemiş olan kimseler içindir. "Sonra ölümüne hükmettiğini yanında tutar." Onun ruhunu, çıktığı bedene geri göndermez. "Ötekileri de belli bir süreye kadar salıverir." Yani uyuyanları ise ölüm zamanları gelene kadar salıverir. "Şüphesiz bunda" anlatılan bu vefat ettirme, yanında tutma ve salıverme hadisesinde "düşünen bir toplum için" Hayat ve ölüm konusunda düşünenler için. "ibretler vardır." Allah Tealâ'nm kemâl-i kudret ve hikmetine delâletler vardır. Böyle kimseler, zikredilen olaya kadir olanın, ölüleri diriltmeye da kadir olduğunu bilir. Kureyş kâfirleri ise bunu düşünemiyorlar.
"Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler?" Yani bilakis Kureyş kâfirleri kendi iddialarmca putları, Allah indinde kendilerine şefaat eden ilâhlar olarak kabul ettiler. "De ki: "Onlar hiçbir şeye malik olmayan." Onlara şöyle de: O putlar ne şefaate, ne de başka bir şeye malik olmadıkları halde şefaat mi edecekler? Hayır! "Düşünmeyen şeyler olsalar da mı?" Sizin kendilerine kulluk ettiğinizi bilmedikleri gibi başka herhangi bir şeyi de bilmeyen şeyler olsalar da mı?
"De ki: Bütün şefaat Allah'ındır." Yani şefaat Allah'a mahsustur ve Allah, şefaate bütünüyle maliktir. Dolayısıyla O'nun izni olmadıkça hiçkimse şefaat edemez. Hiç kimse şefaatte kendi başına hareket edemez. "Göklerin ve yerin mülkü O'nundur." Mülkün tümünün sahibi O'dur. Hiç kimse O'nun izni ve rızası olmaksızın O'nun elindeki işler hakkında konuşma yetkisine sahip değildir. "Allah tek başına anıldığı zaman." Yani onların sahte ilâhları anılmaz da sadece Allah anılırsa "gönüllerini sıkıntı basar." Buradaki "iş-mi'zâz" kelimesi, kişinin gam ve kederle dolması ve bundan dolayı kalbine bir ürküntü, tiksinti gelmesi, canının sıkılması halini anlatır. Bu halet-i ru-hiyenin etkisi kişinin yüzüne de akseder. "Ama O'ndan başkaları da anıldığı zaman" putları, hayali güçleri "hemen sevinirler." Buradaki "istibşâr" kelimesi, Kalbin sevinçle dolması ve bu sebeple yüz hatlarının gevşeyip yayılmasını anlatır. Müşrikler, putlarına aşırı şekilde bağlı oldukları ve Allah Tealâ'nın hakkını unuttukları için sevinmektedirler.
"Allah'ım! Gökleri ve yeri yoktan var eden" Bu ikisini yoktan ve örnek-siz bir şekilde yaratan "gizliyi de aşikârı da bilen!" Görülmeyeni de görüleni de bilen. "Ancak sen ayrılığa düştükleri konularda kullarının arasında hükmedersin." Yani sadece sen onlarla benim aramda din konusunda hüküm vermeye muktedirsin. Beni onların ihtilafa düştükleri hakka hidayet et. "Yaptıkları işlerin kötülükleri kendilerine görünmüştür." Amel defterleri kendilerine arzedildiği zaman amellerinin veya kazandıklarının kötülükleri kendilerine görünür. "Ve alay edegeldikleri şey onları kuşatmıştır." Onun cezası onları ihata etmiştir. [59]
"Allah tek başına anıldığı zaman." ayetinin (45. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak İbnü'l-Münzir, Mücâhid'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bu ayet, Hz. Peygamber'in Kabe'de Necm suresini okurken müşriklerin ilâhlarının zikredildiği "Gördünüz mü o hat ve Uzza'yı ve üçüncüleri olan öteki put Menat'ı..." (Necm, 53/19-23.) ayetlerini tilâvet ettiği zaman onların sevinmeleri üzerine inmiştir. [60]
Allah Tealâ'nın birliğinin ve kudretinin delilleri açıklandıktan, müşriklerin tuttuğu yolların bozukluğu, burhanlarla ortaya serildikten ve müminlere müjde, kâfirlere de tehdit ihtiva eden hitaplara yer verildikten sonra Allah Tealâ, peygamberinin kalbine kavminin küfürde ısrar etmesinden dolayı gelen gam ve kederi sevince dönüştürmekte ve kendisinden korkuyu gidermektedir. Zira ona, insanların menfaati ve hidayete ermeleri için Kur'an-ı Azim'i hak ile indirdiğini bildirmektedir. Bu, Allah Tealâ'nın kudretinin buradaki ilk tezahürüdür. Yüce Allah daha sonra kudretinin iki tezahürünü daha zikretmektedir ki onlar, ecelleri geldiği zaman ruhları kabzetmesi ve sadece kendisinin şefaatin maliki olmasıdır. Bundan sonra da Allah Tealâ, müşriklerin, Allah'ın zikrinden ürkmeleri gibi bazı çirkinliklerini zikretmektedir.
Bütün bunların ardından da şu üç nokta belirtilmektedir:
1- "De ki: Allah'ım, ey gökleri ve yeri yoktan var eden..." ayetinde yer alan ve Allah Tealâ'nm kudret-i kâmile ile vasfını ihtiva eden dua. Ki bu cümlenin ardından da "gizliyi de aşikârı da bilen" cümlesiyle Allah Tealâ'nm ilm-i kâmil sahibi olduğu da vurgulanmaktadır.
2- Kâfirlerin göreceği ve hiç hesap etmedikleri muhtelif azap türlerinin ortaya çıkması. Bu da "Çünkü onlar için Allah'tan, hiç hesap etmedikleri şeyler karşılarına çıkmıştır." ayetinde dile getirilmektedir.
3- Yine onların işlediği kötülüklerin eserinin ortaya çıkması. Bu da "Yaptıkları işlerin kötülükleri kendilerine görünmüştür." ayetinde ifadesini bulmaktadır. [61]
Allah Tealâ, rasulü Hz. Muhammed (s.a.)'e şöyle hitap etmektedir:
"Biz Kitab'ı insanlar için sana hak ile indirdik." Yani izzet sahibi ve kâinatın maliki olan senin Rabbin, Kur'an-ı Azim'i insanlar ve cinler için, neyle yükümlü tutulduklarının beyanı ve kendilerini sakındırmak maksadıyla sana indirdi. Ey Muhammed! Rabbin onu hak ile -yani İslâm dini ile- ayrılmaz şekilde bir arada olan bir kitap olarak inzal buyurdu. Ze-mahşerî şöyle demiştir: Buradaki "insanlar için" ifadesinin anlamı şudur: "Kendileri için ve kendilerinin ona ihtiyaç duymaları sebebiyle, kendisiyle müjdelensin ve sakınsınlar diye ve bir de taati masiyete tercih etme eğilimlerini güçlendirmeleri için. Yoksa benim buna ihtiyacım yoktur. Zira ben alemlerden müstağniyim. Kim hidayeti seçerse kendisine fayda vermiş olur. Kim de dalâleti seçerse yine kendi nefsine zarar verir."[62] Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Artık kim doğru yola gelirse, kendi yararınadır; kim de saparsa kendi zararına sapmış olur. Sen onların üzerinde vekil değilsin." Yani kim hak yolu bilir ve o yola girerse, onun bu hidayeti kendi lehinedir. Bu hareketinin faydasını kendisi görür. Kim de hak yoldan saparsa, bu kimsenin sapması da kendi aleyhinedir ve bunun vebali kendi boynunadır. Ey Peygamber! Sen onları hidayete erdirmekle görevlendirilmiş bir vekil olmadığın gibi, onları hidayete götürmekle mükellef de değilsin. Bilakis sana düşen sadece tebliğ etmektir ve sen de onu yaptın. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sen ancak bir uyarıcısın, her şeye vekil olan Allah'tır." (Hûd,
11/12), "Senin görevin sadece duyurmaktır; hesap görmek bize düşer," (Ra'd, 13/40), "Sen öğüt ver, çünkü sen ancak öğüt verensin. Onların üzerinde zorlayıcı değilsin." (Gâşiye, 88/21-22).
Daha sonra Allah Tealâ, Kur'an'ı indirmesinin ardından kudretinin ve varlık üzerindeki tasarrufunun bir çeşidini zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Allah, ölmekte olanın ölümü zamanında, ölmeyenin de uykusunda ruhunu alır." Yani ecelleri geldiği zaman nefisleri veya ruhları, onları öldürmek suretiyle kabzeden Allah'tır. Bu, büyük ölümdür ve ruhları bedenlerden kabzeden melekler göndermek suretiyle bunu yapar. Bu ruhlar kabze-dilince, artık bedenlerle herhangi bir ilgileri kalmaz.
Aynı şekilde ecelleri gelmemiş olan nefisleri de, uyku esnasında vefat ettirir ki, bu da küçük ölümdür. Burada uyuyan kimselerin uykusu ölüme benzetilmektedir. Zira uyuyan kimse de -ruhu bedeninde kaldığı halde-tıpkı fiilen ölü olan gibi temyiz ve tasarruf kudretine haiz değildir.
"Sonra ölümüne hükmettiğini yanında tutar, ötekileri de belli bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz bunda, düşünen bir toplum için ibretler vardır." Yani gerçek ölümle ölümüne hükmettiği nefis ve ruhları tutar, yaşadıkları bedenlerine iade etmez. Uyuyan nefsi ise, uyandığı zaman cesede geri gönderir; ona duyularını geri verir. Bu, belli bir süreye kadar böyle devam eder. O süre ise ölümdür.
Ruhların, ait oldukları bedenlere geri gönderilmeyip tutulması ve tam ölüm ile diğer ruhların geri gönderilmesi konusunda bu zikredilenler, Allah Tealâ'mn kemâl-i kudretine ve emsalsiz hikmetine delâlet eden hayret verici alâmetlerdir.
Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisidir: "Geceleyin sizi öldüren; gündüz ne işlediğinizi bilen O'dur. Sonra belirlenmiş süre geçirilip tamamlansın diye gündüz sizi diriltir. Sonra dönüşünüz O'nadir; sonra yaptıklarınızı size haber verecektir. O, kullarının üstünde tek hakimdir. Size koruyucu melekler gönderir; nihayet birinize ölüm gelince, elçilerimiz onun canını alırlar. Onlar bu hususta hiç geri kalmazlar." (En'âm, 6/60-61). Yukarıdaki ayette önce küçük ölüm, sonra büyük ölüm zikredildi-ği halde burada önce büyük ölüm, sonra küçük ölüm zikredilmiştir. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Uyur gibi ölecek, uykudan uyanır gibi dirileceksiniz."
Nefis ve Ruh: Ulema, nefis ve ruh hakkında ihtilaf etmiştir.
Nefis ve ruh aynı şey midir? İbni Abbas (r.a.) şöyle demiştir: "Ademoğ-lu'nda bir nefis, bir de ruh vardır. Bu ikisi arasındaki fark, güneş ile ışığı gibidir. Zira nefis, aklı ve temyiz yeteneğini, ruh ise nefes ve hareket ettirme yeteneğini varlıkta tutar. Ölüm anında bunların ikisi de vefat ederler.
Uyku esnasında ise sadece nefis vefat eder." En zahir olan görüş ise bu ikisinin aynı şey olduğu yolundadır. Nitekim aşağıda da geleceği gibi, sahih rivayetler de buna delâlet etmektedir.
Razî şöyle demiştir: "İnsan nefsi, ruhanî, ışıklı bir cevherden ibarettir. Nefis bedenle irtibatlandığı zaman, ışığı bütün azalarda ortaya çıkar ki bu, hayattır. Ölüm anında ise nefsin bedenin zahir ve batını ile irtibatı kesilir. İşte ölüm budur. Uyku zamanına gelince, bu esnada bedenin batını ile değil de zahiri ile nefsin irtibatı kesilir. Buradan da ortaya çıkmaktadır ki ölüm ile uyku cins olarak aynıdır. Şu kadar ki, ölüm tam ve kâmil bir irtibat kopuşu iken, uyku bazı yönlerden eksik bir irtibat kopuşudur.[63]
Uyku ile ölümün bazı bakımlardan birbirine benzemesi dolayısıyla -zira uyku küçük ölüm, ölüm ise büyük uykudur- şimdi zikredeceğimiz duanın uyku esnasında okunması sünnettir: Buhari ve Müslim'in Sahihlerinde rivayet edildiğine göre Ebu Hureyre (r.a.) şöyle demiştir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Biriniz döşeğine uzandığı zaman gömleğinin iç tarafıyla döşeğini silksin, zira o kiptse, kendisinin ardından döşeğine hangi mahlûkun girdiğini bilmez. Sonra da şöyle desin: "Rabbim! Senin isminle yan tarafımı yatağıma koydum. Senin isminle de kaldırırım. Eğer (ben uykudayken) canımı tutup alacaksan nefsime merhamet eyle. Eğer nefsimi salıverip hayatta bırakacaksan, onu, salih kullarını muhafaza ettiğin himayenle muhafaza eyle." Yine Buhari, Huzeyfe (r.a.)'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber gece yatağını alıp yatacağı zaman (sağ) elini (sağ) yanağının altına koyardı. Sonra da şöyle derdi: "Allah'ım! Senin isminle ölür, (senin isminle) dirilirim (Bismik Allahümme ahyâ ve emût)." Uykudan uyandığı zaman ise şöyle derdi: "Bizi öldürdükten sonra dirilten Allah'a hamdolsun. Toplanıp gideceğimiz yer de O'nun huzurudur (Elham-dü lillahillezî ahyânâ bade mâ-emâtenâ ve ileyhi'nnüşûr.)"
Daha sonra Allah Tealâ müşriklerin, Allah Tealâ dışında şefaatçiler edinmesini kötülemektedir. Müşriklerin şefaatçi edindiği şeyler, putlardır ki onlar bunları herhangi bir delil ve burhana dayanmaksızın, tamamen kendilerinin bir uydurması olarak şefaatçi edinmişlerdir. O putlar herhangi bir şeye malik ve muktedir değildirler. Zira onlar akletmesi, görmesi ve düşünmesi mümkün olmayan cansız varlıklardır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler?" Yani bilakis onlar, Allah yanında, Allah'tan başka kendilerine şefaat edecek ilâhlar mı edindiler? Yani onların böyle yapması uygun bir davranış değildir. Allah Tealâ, onları şöyle buyurarak reddetmektedir:
"De ki: "Onlar hiçbir şeye malik olmayan, düşünmeyen şeyler olsalar da mı?" Yani Ey Peygamber! Onlara haber ver ve de ki: Şu putları kendinize nasıl şefaatçiler ediniyorsunuz? Oysa onlar ne şefaate, ne de başka bir şeye maliktirler! Onlar, sizin kendilerine kulluk ettiğinizin bile idrakinde değildirler.
Daha sonra Allah Tealâ, şefaatin bütün çeşitlerinin kendi mülkünde olduğunu kesin bir şekilde onlara bildirmekte ve şöyle buyurmaktadır: "De ki: "Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra O'na döndürüleceksiniz." Yani şefaatin bütün çeşitlerinin maliki, Allah'tır. Şefaat konusunda hiç kimsenin herhangi bir yetkisi yoktur. Allah katında, O'nun kendisinden razı olduğu ve kendisine şefaat konusunda izin verdiği kimseler dışında hiç kimsenin şefaati fayda vermez. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O'nun izni olmadan kendisinin katında kim şefaat edebilir?" (Bakara, 2/255), "Allah'ın razı olduğundan başkasına şefaat edemezler." (Enbiyâ, 21/28).
Bunun sebebi şudur: Göklerin ve yerin maliki Allah Tealâ'dır. Bunların bütün işlerinde tasarruf yetkisi yalnız O'nundur. Ahirette diriltildikten sonra varacağınız yer de O'nun huzurudur. Dolayısıyla ibadetin de ancak dünyada zarar veya fayda vermek kendisinin yetkisinde olana ve ahirette de yapılan bütün amellere karşılık vermeye ve hesap görmeye malik bulunana yapılması gerekir. Bu ifadede, Allah Tealâ dışında herhangi bir şeye dayanmaya karşılık bir tehdit vardır.
Bunun ardından Allah Tealâ, müşriklerin bazı kabahat ve garipliklerini zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Allah tek başına anıldığı zaman, ahirete inanmayanların gönüllerini sıkıntı basar. Ama O'ndan başkaları da anıldığı zaman hemen sevinirler." Yani müşriklerin en büyük günahlarından birisi de, kendilerine "Allah'tan başka ilâh yoktur" dendiği zaman bundan tiksinir, nefret eder ve hiddetlenirler. Çünkü onlar Allah'a ve öldükten sonra dirilmeye inanmazlar. Allah'tan başkaları -yani Necm suresinde de varit olduğu gibi Lât, Uzzâ ve Menât gibi putlar veya sahte ilâhlar- zikredildiği zaman ise hemen ferahlar ve sevinirler. Burada anlamın ekseni, "tek başına" ifadesidir. Yani tek başına Allah Tealâ zikredildiği ve O'nunla birlikte onların tanrıları zikre-dilmediği zaman gönüllerini sıkıntı basar, nefret eder ve tiksinirler. Allah Tealâ ile birlikte onların tanrıları da zikredildiği zaman ise sevinir ve ferahlarlar.
Bu, bilgisizliği ve ahmaklığı gösterir. Çünkü Allah Tealâ'nm zikri, mutluluğun esası ve hayrın adresidir. Cansız birer varlık olan putların zikri ise cehalet ve ahmaklığın başıdır.
Zemahşerî der ki: "İstibşâr" ve "işmi'zâz" birbirinin mukabilidir. Zira bunların her biri, ifade ettikleri anlamın son noktasıdır. Çünkü istibşâr, kişinin kalbinin sevinç ile dolmasıdır. Öyle ki, bu haldeki kişinin yüz hatları gevşer ve yüzünü bir parıltı kaplar. İşmi'zâz ise kişinin kalbinin gam ve hiddetle dolmasıdır ki, bu durumdaki kişinin yüz hatlarında hiddet belirir." (Meal de buna göre verilmiş ve işmi'zaz gönlün sıkıntıyla dolması olarak çevrilmiştir.)
Müşriklerin kötülenmesi, şirki sevmeleri ve tevhidden nefret etmeleri dolayısıyla akıllarmdaki bozukluk beyan buyurulduktan sonra Allah Tealâ peygamberine, kendisine sığınmasını ve onların ahmaklıklarına karşılık kurtarıcı dua ile kendisine yönelmesini emir buyurmaktadır:
"De ki: "Allah'ım, Ey gökleri ve yeri yoktan var eden, gizliyi de aşikârı da bilen! Ancak sen, ayrılığa düştükleri konularda kullarının arasında hükmedersin." Yani şöyle diyerek Allah'a dua et: Ey gökleri ve yeri yaratan Allah! Ey gizliyi de aleniyi de bilen! Ahiret günü kullarının arasını ayıracak, ve iyi kimseyi iyiliği ile mükâfatlandıracak, kötü kimseyi de kötülüğü ile cezalandıracak olan Sen'sin. Tâ ki böylece hak, batıldan ayrılarak ortaya çıkacak ve dünyada kullar arasında mevcut bulunan ihtilaflar ortadan kalkacaktır. Bu ayette geçen "Fatıru's-semâvâti ve'l-ard" ifadesi, göklerin ve yerin, önceden mevcut olan bir örneğe bakılarak değil de, örneksiz olarak yaratıldığını anlatır. .
"Gökleri ve yeri yoktan var eden" cümlesi, Allah Tealâ'nm kudret-i tam sıfatına, "Ancak sen, ayrılığa düştükleri konularda kullarının arasında hükmedersin." cümlesi ise, Yüce Allah'ın ilm-i kâmil vasfına delâlet eder. Bu ayette "kudret" özelliğinin "ilim" özelliğinden önce zikredilmesinin sebebi, Allah Tealâ'nın kadir olduğunun bilinmesinin, alim olduğunun bilinmesinden önce gelmesindendir.
Müslim, Ebu Davud ve daha başkaları Hz. Aişe'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Rasulullah (s.a.) geceleyin kalktığı zaman şöyle diyerek namaza başlardı: "Allah'ım! Cibril'in, Mikâil'in ve İsrafil'in rabbi! "Gökleri ve yeri yoktan var eden, görüneni ve görünmeyeni bilen! İhtilâf etmekte oldukları konularda kullarının arasında hüküm verecek olan Sen'sin .(ayet: 46) Beni, üzerinde ihtilâf edilen hususlarda izninle hakka hidayet et. Muhakkak ki sen, dilediğin kimseleri doğru yola hidayet edersin."
İmam Ahmed de bu hadisi Abdullah b. Mesud (r.a.)'dan şu cümlelerle rivayet etmiştir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kim, "Allah'ım, gökleri ve yeri yoktan var eden, görüneni ve görünmeyeni bilen! Bu dünyada sana ahdederim ki, ben, senden başka ilâh olmadığına, senin tek olduğuna ve ortağının bulunmadığına, Muhammed'in de senin kulun ve rasulün olduğuna şahitlik ederim. Sen beni nefsime bırakırsan o beni kötülüğe yaklaştırır ve hayırdan uzaklaştırır. Ben senin rahmetinden başka bir şeye güvenmiyorum. Benim için, kıyamet günü lütfedeceğin bir ahd lütfeyle. Muhakkak ki sen vaadinden dönmezsin." derse, kıyamet günü Allah Tealâ meleklerine, "Muhakkak ki (bu) kulum bana sağlam bir ahidle ahdetti. Onun hakkında o ahde vefa edin." buyurur ye kendisini cennete sokar."
Daha sonra Allah Tealâ, müşrikleri tehdit ile ilgili üç hususu zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
1- "Eğer yeryüzünde bulunanların tümü ve onun bir misli daha o zulmedenlerin olsaydı, kıyamet günü azabın kötülüğünden kurtulmak için onu elbette feda ederlerdi." Yani o müşrik kâfirler, yeryüzünün bütün mal ve zenginliklerine sahip olsalardı ve onun yanında, ona ek olarak onun bir misline daha malik bulunsalardı, kıyamet günü, zulümlerinin karşılığı olan şiddetli azaptan kendilerini kurtarmak için mutlaka onu fidye olarak verirlerdi. Bu, şiddetli bir tehdit ve kurtuluştan nihai olarak ümit kestirmedir.
2- "Çünkü onlar için Allah'tan hiç hesap etmedikleri şeyler karşılarına çıkmıştır." Yani onlar için, kendilerine vaad edilen türlü ceza ve azaplar ortaya çıkacaktır. Bunlar öyle ceza ve azaplardır ki, o müşrikler bunları hesap edemezler ve bunların niteliği onların akıllarına bile gelmez. Bu, cennette görülecek karşılığın mukabilidir. Zira cennette de gözün görmediği, kulağın işitmediği ve insanın aklına hayaline gelmeyen mükâfatlar vardır. Bu söylediğimiz, şu ayetten anlaşılmaktadır: "Yaptıklarına karşılık olarak onlar için ne gözler aydınlatıcı nimetlerin saklandığını hiç kimse bilemez." (Secde, 32/17).
3- "Yaptıkları işlerin kötülükleri kendilerine görünmüştür ve alay ede-geldikleri şey onları kuşatmıştır." Yani onların dünyada işledikleri kötülük ve günahların karşılığı ortaya çıkmış ve dünya hayatında peygamberin kendilerini kortutup sakındırmasına karşılık istihza etmekte oldukları azap ve ceza onları kuşatmıştır. [64]
Bu ayetler aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:
1- Allah Tealâ Rasulünü, kavminin iman etmemesi sebebiyle duyduğu üzüntüden dolayı teselli etmiş ve ona büyük bir nimet verdiğini bildirmiştir. Bu nimet, hakla birlikte bulunan Kur'an-ı Mecid'dir. Buradaki hak ise İslâm dinidir. Bu Kitap, insanlar kendisinden yararlansınlar diye indirilmiştir.
Şu halde kim hidayete gelirse, hidayetinin sevabı sadece kendi menfaatinedir. Kim de haktan saparsa, onun bu sapmasının cezası da yine sadece kendi aleyhinedir.
Hz. Peygamber onlar üzerine vekil olmadığı gibi, amir pozisyonunda da değildir ki, kendilerini iman etmeleri konusunda zorlasın.
2- Ecelleri geldiğinde ruhları ve nefisleri kabzetmesi, nefisleri, bedenlerde tasarruftan alıkoyması, ölülerin ruhlarını Mele-i A'lâ'da tutması, uykudan sonra nefisleri bedenlere iade etmesi ve ölecekleri zaman gelinceye kadar onları, diledikleri şekilde tasarrufta bulunabilecekleri şekilde tekrar salıvermesi, Allah Tealâ'nın büyük kudretinin tezahürlerindendir. İbni Abbas (r.a.) ve diğer müfessirler şöyle demişlerdir: "Dirilerin ve ölülerin ruhları, uyku halinde karşılaşırlar ve Allah'ın dilediği ruhlar tanışıp bilişirler. Allah Tealâ bunların tümünün bedenlere geri dönmesini murad ettiği zaman, ölülerin ruhlarını kendi katında tutar ve yaşayanların ruhlarını da bedenlerine gönderir."
Daha önce de geçtiği gibi en zahir olan görüş, ruh ve nefs'in aynı şey olduğunu kabul eden görüştür. Çünkü sahih rivayetler bunun böyle olduğuna delâlet etmektedir. Bu rivayetlerden birisi, Müslim'in Ümm-ü Seleme (r.a.)'den aktardığı şu hadistir: "Rasulullah (s.a.) (vefat etmiş olan) Ebû Se-leme'nin yanma girdi. Gözleri açık kalmıştı. Onları kapadı. Sonra şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki ruh kabzedildiği zaman göz onu takip eder." Bir diğer Müslim rivayetinde de Ebû Hureyre (r.a.) şöyle demiştir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Görmez misiniz ki, insan öldüğü zaman gözü nasıl dikilip kalıyor? İşte bu, onun gözünün, nefsini takip ettiği zaman olur."
Bir diğer hadisi de İbni Mâce rivayet etmiştir: "(Ruhu kabzetmekle görevli) melekler hazır olur. Ölmek üzere olan kimse salih birisi ise, "Ey güzel bedende bulunan güzel nefis, çık! Allah'ı överek rahatlık, güzel rızık ve Rabbinin hoşnutluğuyla müjdelenmiş olarak çık!" derler. Ruh bedenden ayrılıncaya kadar böyle demeye devam edilir. Sonra o nefis göğe çıkartılır." Yine Sahih-i Müslim'de Ebu Hureyre'den şöyle rivayet edilmiştir: "Müminin ruhu bedenden çıktığı zaman onu iki melek karşılar ve göğe yükseltirler." Vadi hadisinde de Bilâl (r.a.) şöyle dediğini nakletmiştir: "Yâ Rasulal-lah! Senin nefsini tutan, benim nefsimi de tuttu."
Sahih olan görüş şudur: Ruh, duyularla hissedilen bedenlere nüfuz etmiş latif bir cisimdir.
3- Allah Tealâ'nm, ölünün ve uyuyanın ruhlarını kabzetmesinde ve uyuyanın nefsini geri gönderip ölenin nefsini tutmasında, Allah'ın yaratması hakkında düşünenler için Onun kudretini gösteren deliller vardır.
4- Kâfirler doğru tarzda düşünemezler. Aksine onlar, putları şefaatçiler olarak görürler. Oysa putlar şefaate herhangi bir tarzda malik olamadıkları gibi, düşünüp akledemezler de. Çünkü onlar cansız varlıklardır.
5- Şefaate bütünüyle malik olan, Allah Tealâ'dır ve O, göklerin ve yerin de malikidir; dirilme ve buluşma gününde bütün varlıkların dönüşü de yine O'nadir.
6- Müşrikler, cehalet ve ahmaklıkla kendilerini göstermişlerdir. Allah Tealâ, onların putları olmaksızın tek başına zikredildiği zaman kendilerini sıkıntı basar ve bundan nefret ederler. Putlar zikredildiği zaman ise, yüzlerinde bir sevinç ve mutluluk belirir.
7- Yüce Allah gökleri ve yeri örneksiz olarak yoktan var etmiştir. O, gaybı ve şehadeti, yani gizliyi ve açığı bilendir; kullarının dünyevî ihtilafları hakkında en son hükmü verecek olandır.
8- Peygamberi yalanlayan müşrikler yeryüzünün bütün mal ve servetine sahip olsalar, kıyamet gününün azabının kötülüğünden kendilerini kurtarmak için mutlaka onu fidye olarak verirlerdi.
9- Kâfirler, hatırlarına gelmeyen, takdir ve hesap edemeyecekleri azapla ansızın karşılaşacaklardır.
10- Kıyamet günü kâfirler için, işledikleri günah, küfür ve masiyetle-rin sonucu ortaya çıkacak ve bu dünyada peygamberlerin uyarıları, dirilme, azap ve çetin hesap gibi yalanlayıp alay ettikleri şeylerin karşılığı onların üzerine inecek ve kendilerini kuşatacaktır. [65]
49- İnsana bir zarar dokunduğu zaman bize dua eder. Sonra ona bizden bir nimet verdiğimiz vakit, "Bu, benim bilgim sayesinde bana verildi." der. Hayır, o bir imtihandır; fakat çokları bilmiyorlar.
50- Onlardan öncekiler de bunu demişlerdi. Ama kazandıkları şeyler, kendilerine hiçbir fayda sağlamadı.
51- Kazandıkları kötülüklerin vebali sonunda başlarına geldi. Bunlardan zulmedenlerin de yaptıkları kötülükler başlarına gelecektir. Onlar, buna engel olacak değillerdir.
52- Bilmediler mi ki Allah, dilediğine rızkı açar ve kısar. Şüphesiz bunda, iman eden bir toplum için ibretler vardır.
"Açar" ve "kısar" kelimeleri arasında tezat vardır. [66]
"İnsana bir zarar dokunduğu zaman." Yani insanoğluna bir zarar isabet ettiği zaman. Bu cümle, "Allah tek başına anıldığı zaman" ayetine matuftur. Bu atfın maksadı onların bu sözlerinin birbirini tutmadığının beyan edilmesidir. Dolayısıyla burada ortaya şöyle bir anlam çıkmaktadır: Allah tek başına anıldığı zaman gönüllerini sıkıntı basar, ilâhlarının anılmasıyla da sevinirler. Kendilerine bir zarar dokunduğu zaman, Allah zikredildiği zaman mutsuzlaşan bu insanlar, bu sefer O'na dua ederler.
"Bir nimet verdiğimiz." Fazlu keremimizden ona nimette bulunduğumuz ve onu o şeye sahip kıldığımız, "vakit, bu benim bilgim sayesinde." onu kazanma yollarını bildiğim için "bana verildi der." Ya da Allah, benim o mala müstehak olduğumu bildiği için. "Hayır, o bir imtihandır." Yani bilakis o nimet, onun için bir imtihandır. Onu ona verdik ki, bakalım şükür mü edecek, yoksa nankörlük mü? "Fakat çokları bilmiyorlar." Bilmiyorlar ki, nimetin verilmesi bir imtihandır. Bu da, ayette geçen insandan kastın özel bir kimse olmayıp, cins olarak insanoğlu olduğunun delilidir.
"Onlardan öncekiler de bunu demişlerdi." Karun ve onun kavmi gibi daha önceki ümmetler. "Ama kazandıkları şeyler kendilerine hiçbir fayda sağlamadı." Kazandıkları dünya malı kendilerine fayda vermedi. "Kazandıkları kötülüklerin vebali sonunda başlarına geldi." İşledikleri kötü amellerinin karşılığı... Burada onların kazandıklarının "kötülük'le tavsif edilmesi, başlarına gelen şeyin, kötü amellerinin karşılığı olduğunu anlatmak içindir. Bu ifade, onların bütün amellerinin böyle olduğunun bir anlatımıdır. "Bunlardan" bu müşriklerden "zulmedenlerin de" Kibirlenip haddi aşmak suretiyle zulme sapanlara "Yaptıkları kötülükleri başlarına gelecektir." Kendilerinden öncekilere isabet ettiği gibi, bunların yaptığı kötülüklerin cezası da, karşılık olarak kendi başlarına gelecektir. Müşrikler, yedi yıl kuraklık çekmiş ve ileri gelenleri de Bedir'de öldürülmüştür. "Onlar buna engel olacak değillerdir." Onlar bizim azabımızı savuşturacak değillerdir.
"Dilediğine" imtihan olarak "rızkı açar" yayar "ve kısar." Denemek amacıyla dilediği kimseye de daraltır. "Şüphesiz bunda, iman eden bir toplum için ibretler vardır." Genişlik vermek ya da sıkıntıya düşürmek gibi, meydana gelen bütün olayların Allah'tan olduğunu bilirler. [67]
Allah Tealâ, müşriklerin bazı hatalı davranışlarını anlattıktan sonra, yine bunların bir diğer çeşidinden söz etmektedir: Müşrikler, hastalık veya yoksulluk gibi bir sıkıntıya düştükleri zaman Allah Tealâ'dan yardım isterler. Mal bolluğu veya afiyet gibi bir nimete kavuştukları durumda ise, bu durumun kendi kazançları, gayretleri ve çalışmalarının sonucu olduğunu iddia ederler. Bu, çirkin ve açık bir çelişkidir. Gerçek şudur ki, onlara verilen nimet şükür mü, yoksa küfür mü edecekleri bilinsin diye verilmiş bir imtihan ve deneme vasıtasıdır. Onların yukarıda geçen sözleri, Karun ve başkaları gibi kendilerinden öncekilerin de söylediği eski bir sözdür.
Daha sonra Yüce Allah, rızkın kaynağının kendisi olduğunu, dilediği kimseye rızkı kısıp, dilediği kimseye de genişlettiğini beyan buyurmaktadır. Bunun delili ise -ister mümin, ister kâfir olsunlar farketmez- insanlardan bir kısmının rızkının bol, bir kısmının rızkının ise az olmasıdır. Servetin toplanması ve kat kat artması kişinin bilgisinin veya cehaletinin, zekâsının, tecrübesinin yahut aklının kıt olmasının soncu olmayıp, Allah'ın tevfik ve kolaylaştırmasının neticesidir. [68]
Allah Tealâ, insanın kötü tabiatını ve durumunu haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır:
"İnsana bir zarar dokunduğu zaman bize dua eder. Sonra ona bizden bir nimet verdiğimiz vakit, "Bu, benim bilgim sayesinde bana verildi." der. Hayır, o bir imtihandır; fakat çokları bilmiyorlar." Yani müşrik kimselere ve diğer insanlara, yoksulluk, hastalık veya daha başka bir zarar dokunduğu zaman Allah Tealâ'ya tazarruda bulunur ve söz konusu sıkıntısının kaldırılması için O'ndan yardım ister. Allah o kimseye mal, mevki makam vs. gibi bir nimet verdiği zaman ise azar, tuğyan içine girer ve şöyle der: "Bu mal mülk bana, kazanç yollan konusundaki bilgim ve maharetim sayesinde verildi veya Allah benim bu malı hak ettiğimi ve onu kazanmaya ehil olduğumu bildiği için bu mal bana verildi." Bu ayetin Huzeyfe b. Muğîre hakkında nazil olduğu söylenmiştir.
Gerçekte ise sana verilen bu mal, söylediğin şeyler dolayısıyla verilmiş değildir ve mesele senin iddia ettiğinden farklıdır. Sana verilen bu mal, senin için bir imtihan ve deneme aracıdır. Biz bu nimeti sana verdik ki, seni, nimet verdiğimiz konuda deneyelim; acaba şükür mü edeceksin, yoksa küfür mü, itaat mi edeceksin, yoksa isyan mı? Biz senin nasıl davranacağını önceden bildiğimiz halde böyle yaptık. Ancak insanların çoğu, bunun Allah tarafından, kazandıkları sebebiyle şükür mü, yoksa küfür mü edecekleri konusunda onlar için bir imtihan ve istidrac[69] olması için verildiğini bilmezler. Bu sebeple yukarıda zikredildiği şekilde iddia eder ve konuşurlar.
Daha sonra Allah Tealâ, onların bu sözlerinin, öteden beri söylenegel-mekte olduğunu açıklamakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Onlardan öncekiler de bunu demişlerdi. Ama kazandıkları şeyler kendilerine hiçbir fayda sağlamadı." Yani bu sözü veya ifadeyi -yani "Bu, benim bilgim sayesinde bana verildi" sözünü- Karun ve daha başkaları gibi daha önce gelen ümmetler içinde de söyleyen ve bu iddiada bulunan kimseler olmuştu. Ancak onların bu sözü doğru değildir. Onların dünya malı olarak kazandıkları, kendilerini müstağni kılmadı ve çok mal toplamaları onlara herhangi bir fayda sağlamadı. Bu sebeple Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır:
"Kazandıkları kötülüklerin vebali sonunda başlarına geldi." Yani işledikleri amellerin kötülüklerinin sonuçlan, başlarına geldi de, Karun ve malikânesinin dünyada yerin dibine batırılması gibi cezalara çarptırıldılar; ahirette de azabın en şiddetlisiyle cezalandmlacaklardır. Buradaki ayetin bir benzerinde Yüce Allah Karun hakkında şöyle buyurmaktadır: "Bu servet, bende bulunan bir bilgi sayesinde bana verildi" dedi. O bilmedi mi ki, Allah, kendisinden önceki nesiller arasında kendisinden daha güçlü ve kendişinden daha çok cemaati bulunan nice kimseleri helak etmiştir? Suçlulara günahlarından sorulmaz." (Kasas, 28/78).
Şu ayetin manası da aynıdır: "Ve dediler ki, "Biz, malca ve evlâtça daha çoğuz, biz azaba uğratılacak değiliz." (Sebe1, 34/35).
Daha sonra Allah Tealâ, Mekke müşriklerini, kendilerinin de benzeri bir azaba çarptırılacağı konusunda uyarmakta, tehdit etmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Bunlardan zulmedenlere de yaptıklarının kötülükleri başlarına gelecektir. Onlar buna engel olacak değillerdir." Yani şu anda mevcut olan kâfirlerden zulmedenler -ki Mekke müşrikleri de onlardandır- işledikleri kötülüklerin karşılığı olarak tıpkı kendilerinden öncekilerde olduğu gibi kıtlık, öldürülme, esir alınma ve mağlup edilme gibi musibetler yaşayacaklardır. Onlar kıyamet günü Allah'ın takdirinden kaçabilecek değillerdir. Aksine, dönüp gelecekleri yer O'nun huzurudur. Allah Tealâ onlara, istediği cezayı vermek suretiyle dilediği muameleyi yapacaktır. Yüce Allah'ın büyük kudretinin delili ise şudur:
"Bilmediler mi ki Allah, rızkı dilediğine açar ve kısar. Şüphesiz bunda, inanan bir toplum için ibretler vardır." Yani o müşrikler görmezler mi ki, Allah, dilediği kimsenin rızkını genişletir, dilediği kimsenin rızkını da daraltır. Bunda, Allah'ın birliğine, hakimiyet ve kudretine inanan kimseler için büyük manalar vardır. Burada ibret alıcılar olarak sadece müminlerin zikredilmesinin sebebi, ayetlerden sadece onların faydalanmayı bilmeleridir. [70]
Bu ayetlerden aşağıdaki sonuçlar çıkar:
1- İnsanın durumu çelişkili ve çalkantılıdır, insanın vefası yoktur ve o, bir prensip üzerinde sebat göstermez. Zira sıkıntıya düştüğü zaman insanın, Allah'a sığındığını ve bu sıkıntıdan kendisini kurtarması için O'ndan yardım istediğini görürsünüz. Nimete kavuştuğu zaman ise taşkınlık yapar, tuğyan eder, azar ve nimetin kendi mahareti, çabası, hak etmesi ve ona ehil olması sebebiyle kendisine geldiğini iddia eder.
2- Gerçek şudur ki servet, zenginlik ve yoksulluk, kulun Rabbine yakın olmasında geçerli bir ölçü değildir. Zira Allah Tealâ kimi durumlarda mümin kullarına bol nimet bahşederken, kâfir kullarına vermez; kimi durumlarda da bunun aksi olur. Bu, Yüce Allah'ın bu konudaki hikmeti sebebiyledir. Küfür ve masiyet ile birlikte nimetin bulunması, istidrac, ibtilâ ve deneme ve kulun şükredici mi, yoksa inkâr edici mi olduğunun bilinmesi içindir. Ne ki, insanların çoğu, kendilerine mal ve zenginlik verilmesinin, kendilerini denemek maksadına matuf olduğunu bilmezler.
3- İnsanların çoğu öteden beri kendilerine mal ve zenginlik verilmesinin, kendilerinin bilgi ve becerisi ve Allah Tealâ'nın, onların bunu hak ettiklerini bilmesi dolayısıyla olduğunu iddia etmişlerdir. Oysa ne malları ne de evlâtları, Allah (c.c.)'m azabından hiçbir şeyi savamaz. Amellerinin kötülüğünün cezası onlara isabet etmiştir; ahirette de, gerek Hz. Peygam-ber'in kavminden müşrik olanlar, gerekse diğer ümmetlerden bu durumda bulunanlar, yaptıklarının karşılığı olarak dünyada çeşitli öldürülme gibi musibetlerle karşılaşacaklar, ahirette ise cehennem azabına muhatap olacaklardır. Ne onlar, ne de kendilerinden önce geçenler Allah'ın azabından kaçıp kurtulabilecek değildirler.
4- Rızkın kaynağı sadece ve yalnızca Allah Tealâ'dır. Dilediği kimselere rızık bahşeder, dilediği kimselere ise vermez. Bunda müminler için bir ibret vardır. Burada sadece müminlerin ibret alacak kimseler olarak zikredilmesinin sebebi, sadece müminlerin ayetler hakkında düşünmeleri, ayetlerden istifade etmeleri ve rızkın genişletilmesinin derece derece yükselmek olabileceği gibi, daraltılmasının da kulun kadrü kıymetini yükseltmek ve makamını yüceltmek için olabileceğini bilmeleridir. [71]
53- De ki: "Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, Gafurdur, Rahimdir.'
54- "Size azap gelip çatmadan Rab-binize dönün. O'na teslim olun. Sonra size yardım edilmez."
55- "Ansızın ve hiç farkına varmadığınız bir sırada, size azap gelmezden önce, Rabbinizden size indirilenin en güzeline uyun."
56- Nefsin şöyle demesinden sakının: "Allah'ın yanında kusur edişimden dolayı vah bana. Hakikaten ben alay edenlerdendim."
57- Yahut şöyle demesinden: "Allah bana hidayet etseydi, elbet ben de korunanlardan olurdum."
58- Yahut azap gördüğü zaman, ,v , "Keşke benim için bir kez dönüş olsaydı da, güzel hareket edenlerden
olsaydım" demesinden.
59- Evet! Sana ayetlerim gelmişti de, sen onları yalanlamış, büyüklük taslamış, kâfirlerden olmuştun.
"Evet! Sana ayetlerim gelmişti de" cümlesi, "Allah bana hidayet etseydi, elbet ben de korunanlardan olurdum" cümlesinin cevabıdır. Burada cevabın "belâ" (evet) kelimesiyle gelmesinin sebebi, bu cümlenin olumsuzluk bildiren bir cümlenin cevabı olarak gelmesidir. Çünkü burada anlam şöyledir: Allah bana hidayet etmedi ve ben bu sebeple korunanlardan olmadım. Bu sebeple ona şöyle denmiştir: "Evet! Sana ayetlerim gelmişti de, sen onları yalanlamış, büyüklük taslamış, kâfirlerden olmuştun." Sonuç olarak şayet burada söz olumsuz olarak gelmemiş olsaydı, cevabında da "belâ" kelimesi kullanılmazdı. [72]
"De ki: "Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım..." ayetinde Alah Tealâ'nm, kullarına yönelik bir hitabı bulunmaktadır. Burada kulların Allah Tealâ'ya izafeti, onların kadrü kıymetini yüceltmek içindir. Yine bu cümlede, muhataba hitap edilirken, üçüncü şahsa hitaba geçiş vardır. Zira normal cümlenin, "Nefislerinize karşı aşırı gidenler olarak sizler, benim rahmetimden ümit kesmeyin" şeklinde olması gerekir. "Allah'ın rahmetinden" ifadesinde "rahmef'in Allah'a izafesi, lafza-i celâl'in (Allah lafzının), Allah Tealâ'nm bütün isim ve sıfatlarını içinde barındırması itibariyledir. "Çünkü O, Gafûr'dur, Rahîm'dir" cümlesi, her iki kısmı da ma'rife ifadelerden oluşan bir cümledir ve "huve" (O) zamiriyle -ki munfasıl (kelimeye bitişmeyen) zamirdir- ve aynı zamanda "inne" harfiyle tekit edilmiştir. "Allah bütün günahları bağışlar" cümlesinde açık isim, zamir yerine gelmiştir. Böyle olmasından maksat, Allah Tealâ'nın mutlak anlamda müstağni ve nimet verici olduğuna delâlet etmesidir.
"Nefsin şöyle demesinden sakının: "Allah'ın yanında kusur edişimden dolayı vah bana." Buradaki "Allah'ın yanı" ifadesi, Allah'ın hakkı ve O'na taatten kinayedir. [73]
"Kullarım." Kul kelimesinin Allah Tealâ'ya izafe edildiğinde, Kur'an'm kavramsal çerçevesinde sadece müminler kastedilir.
"Nefislerine karşı aşırı giden kullarım!" Yani günah işlemede ifrada veya aşırılığa giderek haddi aşan kullarım. "Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin." Allah'ın mağfiretinden ve fazlu kereminden ümitsizliğe düşmeyin. "Allah bütün günahları bağışlar." Azap ettikten sonra bile olsa, kendisinden bir affetme olarak şirk dışında bütün günahları bağışlar. "Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başkasını dilediği kimseler için bağışlar." (Nisa, 4/48). Buradaki "Çünkü O, Gafûr'dur, Rahîm'dir" cümlesi, mübalağa, hasr ve mağfiretten sonra rahmet ifade eder. Ne var ki bu, Allah'ın dilemesi ve fazlu keremine bağlıdır. Günahların mutlak olarak bağışlanması genel bir kanun değildir.
"Rabbinize dönün." O'na yönelin ve tevbe edin. "O'na teslim olun." Ameli O'na mahsus kılın. "Size azap gelip çatmadan Rabbinize dönün. Sonra size yardım edilmez." Eğer tevbe etmezseniz, çarptırılacağınız azaba karşı kimse size yardım etmez. Burada "Rabbinize dönün" ifadesinin "mağ-firef'ten sonra zikredilmesi, mağfiretin tevbe olmadan da hasıl olabileceği kanaati uyanmasın ve mağfiret için tevbenin gerekli ve şart olduğuna delâlet etsin diyedir. Evet, Zemahşerî'nin de belirttiği gibi, mağfiret, tevbe olmadan husule gelmez. Yani tevbe ve amelde ihlâs olmaksızın hiç kimse için bağışlanma söz konusu değildir. Bu, genel bir kanundur.
"size azap gelmeden önce" "ansızın" birdenbire "ve hiç farkına varmadığınız bir sırada." onun gelişini farkedemediğiniz ve dolayısıyla amelleri-nizdeki eksiklikleri telafi etmeye zaman bulamayacağınız bir şekilde "nefsin şöyle demesinden sakının!" Burada nefsin, ayette belirtilen şeyi söylemesi hoş karşılanmamaktadır. "Vah bana." Yani ey hasterim ve pişmanlığım. "Allah'ın yanında." O'na yapılan taatte, ibadette ve rızasını kazanmada "kusur edişimden dolayı." Kusurlu davranmamdan dolayı. Buradaki "ve in" ifadesi "ve innî" anlamındadır. "Hakikaket ben alay edenlerden idim." Allah'ın dini, Kitab'ı ve müminler ile eğlenenlerden idim.
"Allah bana hidayet etseydi" kendisine itaat etmem için hidayet ve hakkı bulmam için irşat etseydi, ben de hidayete gelir "korunanlardan" şirk ve masiyetler sebebiyle O'nun azabına düşmekten korunanlardan "olurdum." "...güzel hareket edenlerden olsaydım." Akide ve amel konusunda güzel davranış içinde oları müminlerden olsaydım. "Evet! Sana ayetlerim gelmişti." Yani Kur'an gelmişti. O Kur'an, hidayet sebebidir. Bu cümle, "Allah bana hidayet etseydi" diyen kimsenin Allah Tealâ tarafından redde-dilişini ifade etmektedir. Bu kimsenin sözünde olumsuzluk vardır. Yani iddiasına göre Allah ona hidayet etmemiştir. Yani yukarıdaki ayette geçen "belâ" (evet) kelimesi, ancak olumsuz sorulara cevap verilirken kullanılan bir kelimedir. [74]
"De ki: "Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım..." ayetinin (53. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Buhari ve Müslim, Ebu Davud ve Nesaî, İbni Abbas (r.a.)'tan şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Ehl-i şirkten bir kısım kimseler, başkalarını öldürdüler ve bunu çok yaptılar; zina ettiler ve bunu da çok yaptılar. Daha sonra Hz. Muhammed (s.a.)'e gelerek şöyle dediler: "Şüphesiz senin söylediklerin ve kendisine çağırdığın şey gerçekten güzel. Peki bize haber verir misin, bizim için tevbe kapısı açık mıdır -veya yaptığımız kötülüklere karşı bir keffaret var mıdır-? Bunun üzerine "Ve onlar, Allah ile birlikte başka tanrıya yalvarmazlar... Allah Gafûr'dur, Ra-hîm'dir." (Furkân, 26/68-70) ayetleri ile "De ki: "Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım..." ayeti indi."
İmam Ahmed de Rasulullah (s.a.)'ın azatlısı Sevbân (r.a.)'dan şöyle rivayet etmiştir: "Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu işittim: "Şu ayeti dünyaya ve içindekilere tercih ederim: "De ki: "Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım. Allah 'm rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar." Bunun üzerine orada bulunan birisi, "Ey Allah'ın Resulü! Şirk koşan kimse için de böyle midir?" diye sordu. Hz. Peygamber bir süre sustu. Sonra üç kere "Şirk koşan hariç" buyurdu."[75]
Yine İmam Ahmed, Amr b. Anbese (r.a.)'den şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Yaşlı bir adam elindeki bastona dayanarak Hz. Peygambere geldi ve şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasulü! Ben çok hainlik yaptım, çok günah işledim. Böyleyken bağışlanır mıyım?" Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Sen, Allah'tan başka ilâh olmadığına şahadet etmedin mi." diye sordu. Adam, "Evet. Ve şahadet ederim ki sen de Allah'ın Rasulüsün." diye karşılık verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Senin hainliklerin ve günahların bağışlanmıştır." buyurdu."
Hâkim ve Taberânî de İbni Ömer (r.a.)'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Bizler, "Allah'ı bilip tanıdıktan ve müslüman olduktan sonra, başlarına gelen bir musibet sebebiyle küfre dönenlerin ve böylece fitneye düşenlerin Allah Tealâ tevbesini kabul etmez." derdik. Ne zaman ki Rasulul-lah (s.a.) Medine'ye geldi, o zaman böyle kimseler hakmda "De ki: Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım..." ayeti indi."
İbni Cerîr ve İbni Merdüve'y de İbni Abbas (r.a)'tan şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Mekke'liler şöyle dediler: "Muhammed (s.a.), putlara kulluk eden, Allah'tan başka ilâhlara dua eden ve Allah'ın haram kıldığı cana kıyan kimseler bağışlanmaz diye iddia ediyor, bu durumda bizler nasıl hicret edelim ve müslüman olalım? Zira putlara kulluk ettik, adam öldürdük, biz şirk ehliyiz." Bunun üzerine "De ki: "Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım..." ayeti indi." [76]
Allah Tealâ, kâfirlere yönelik bazı tehditlere yer verdikten sonra, mümin kulları hakkında, tevbe edip kendisine yönelmeleri ve ameli kendisine halis kılmaları halinde günahlarını bağışlayacağını belirterek kemâl-i rahmetinin, fazlının ve ihsanının açıklamasına geçmektedir. Burada maksat, kâfirleri Allah Tealâ'ya imana ve dalâleti terketmeye teşviktir. Kulun aynı anda hem ümitli olması, hem de korkması için Kur'anın pek çok yerinde rahmet ayetleri, azap ayetleriyle birlikte gelmiştir. Ebu Hayyân der ki: Yüce Allah'ın, "De ki: Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım..." kavl-i ilâhisi, kâfir olsun, asi mümin olsun, tevbe eden herkes hakkında umumidir. Bu kimselerin tevbeleri, bütün günahlarını siler." [77]
"De ki: Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, Gafûr'dur, Ra-hîm'dir." Yani Ey Peygamber! De ki: Ey Allah'ın masiyet işlemekte aşırı giden ve çok günah işleyen kulları! Allah Tealâ'nm bağışlamasından ye'se düşmeyin. Allah Tealâ, sahibinin tevbe etmediği şirk dışındaki bütün günahları bağışlar. Zira Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar." (Nisa, 4/48). Kuşkusuz Allah, rahmet ve bağışlaması çok olandır. Tevbe ettikten sonra kuluna azap etmez. İbni Kesîr şöyle demiştir: "Bu ayet, kâfir olsun, isyankâr mümin olsun, bütün kullar için tevbe ve Allah'a yönelmeye çağrı ve Allah Tealâ'nın, ne günah işlemiş ve ne kadar işlemiş olursa -isterse deniz suyunun köpükleri kadar- olsun, tevbe eden ve günahlardan dönen kimselerin bütün günahlarını bağışlayacağının haber verilmesini ihtiva etmektedir. Ancak bu ayetin, tevbe olmadan bağışlanma olacağı şeklinde yorumlanması doğru değildir. Çünkü şirk, tevbe olmadıkça bağışlanmaz.[78]
Şevkânî şöyle der: "Bu ayet, Kur'an'daki en ümit verici ayettir. Çünkü müjdelerin en büyüğünü ihtiva etmektedir. Zira bu ayette ilk olarak Allah Tealâ kulları kendine nispet ederek anmıştır. Burada kulları şereflendirme ve müjdeleme kastı vardır. Ardından da onları masiyet işlemekte aşın gitmek ve çok günah işlemekle vasfetmiştir. Bunun akabinde de, o çok günah işleyen kimseleri, Allah'ın rahmetinden ümitlerini kesmekten nehyetmektedir. Şu halde günahkâr olduğu halde aşırı gitmeyen kimselerin Allah'ın rahmetinden ümit kesmemeleri öncelikle daha gereklidir. Hitabın taşıdığı anlam da bunu gerektirmektedir. Sonra da ardında şüphe bulunmayan bir cümle gelmektedir ki o da "Allah bütün günahları bağışlar..." kavl-i ilâhisidir.
Bağışlanmanın tevbe, Allah'a yönelme ve amelde ihlâsla kayıtlanması, "Size azap gelip çatmadan Rabbinize dönün..." ayetinden ve yukarıda nüzul sebebi konusunda zikredilen hadislerden anlaşılmaktadır. Rahmet kapısı geniştir. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Bilmediler mi ki, kullarından tevbeyi kabul eden... Allah'tır." (Tevbe, 9/104), "Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah 'tan mağfiret dilerse, Allah 'ı bağışlayıcı ve esirgeyici bulur." (Nisa, 4/110).
Taberani, Süneyd b. Şekel'den şöyle rivayet etmiştir: "İbni Mesud (r.a)'un şöyle dediğini işittim: "Muhakkak ki Allah'ın Kitabı'ndaki en büyük ayet, "Allah ki, O'ndan başka ilâh yoktur, daima diri ve yaratıklarını koruyup yöneticidir" (Bakara, 2/255, Âli İmrân, 3/2) ayetidir. Kur'an'da hayır ve şer konusunda en kapsamlı ayet, "Muhakkak ki Allah, adaleti, ihsanı... emreder..." (Nahl, 16/90) ayetidir. Kur'an'da ferahlığı en çok ihtiva eden ayet, Guraf (yani Zümer) süresindeki "De ki: Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin." ayetidir. Allah'ın Ki-kabı'nda, kulun sıkıntılarını gidermeyi Allah'ın üstlendiğini en vurgulu anlatan ayet ise "Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu yaratır ve onu, ummadığı yerden rızıklandırır." (Talâk, 65/2-3) ayetidir." Bunun üzerine Mesrûk ona "Doğru söyledin." dedi."[79]
İbni Ebî Hatim de Ebu'l-Kenûd'dan şöyle rivayet etmiştir: "Abdullah -yani İbni Mesud (r.a)- bir keresinde kadıya uğramıştı. Kadı o esnada insanlara va'zu nasihat ediyordu. Ona, "Ey vaiz! Niçin insanları Allah'ın rahmetinden ümit kestiriyorsun?" dedi, sonra da "Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin" ayetini okudu."
Daha sonra Allah Tealâ, bağışlanmayı iki şarta bağlamakta ve şöyle buyurmaktadır:
1- "Size azap gelip çatmadan önce Rabbinize dönün, O'na teslim olun. Sonra size yardım edilmez." Yani tevbe, taat, masiyetlerden kaçınmak, emrine teslim olmak ve hükmüne boyun eğmek suretiyle, ölümle dünya azabı size gelmeden önce Allah'a dönün. Aksi halde, O'nun azabını sizden men edecek bir yardımcı bulamazsınız.
2- Kur'an'a bütünüyle tabi olma: "Ansızın ve hiç farkına varmadığınız bir sırada size azap gelmezden önce Rabbinizden size indirilenin en güzeline uyun." Yani Kur'an'a tabi olun. Onun helâl dediğini helâl, haram dediğini haram kabul edin. Ona taate devam edin ve masiyetten kaçının. Yani Allah'ın emirlerine uyun ve yasaklarından kaçının.
Bu, azabın, siz habersizken ve onu hissetmeden, aniden gelmesinden önce olmalıdır. Bu, çok şiddetli bir tehdit ve uyarıdır.
Daha sonra Allah Tealâ, boş şeylerle oyalanmaktan ve tahassürün hiçbir fayda sağlamadığı bir vakitte geride bırakılan hayata hasret çekmemekten sakındırmakta ve şöyle buyurmaktadır:
1- Nefsin şöyle demesinden sakının: "Allah'ın yanında kusur edişimden dolayı vah bana. Hakikaten ben alay edenlerdendim." Yani bir an önce tevbe etmeye ve amel-i salih işlemeye bakın. Ve günahkâr nefsin şöyle demesinden sakının: "Vah bana! Allah'a iman, Ona itaat ve Kur'an'a iman ile onun emrettiklerini yerine getirme konusunda gösterdiğim kusur dolayısıyla pişmanım. Ben ancak dünyada, Allah'ın dini ve Onun kitabı ile alay edenlerin yaptığını yapmış, bunların hiçbirisine inanıp, bunları tasdik etmemiştim."
2- Yahut şöyle demesinden: "Allah bana hidayet etseydi, elbet ben de korunanlardan olurdum." Yahut da nefsin şöyle demesinden sakının: "Eğer Allah beni dinine irşad etmiş olsaydı, elbette ben de Allah'tan sakınanlardan ve O'na şirk koşup masiyet işlemekten uzak dururdum."
3- Yahut azap gördüğü zaman, "Keşke benim için bir kez dönüş olsaydı da, güzel hareket edenlerden olsaydım." demesinden. Yani yahut da nefsin, azabı bizzat müşahede edip tattığı zaman, "Keşke ben dünyaya bir kez daha dönebilseydim. O zaman mutlaka Allah'a iman edenlerden, Onu birle-yenlerden ve amellerinde güzel davrananlardan olurdum. Kısacası: Nefis, güzel amel işlemek için dünyaya geri gönderilmeyi arzu edecektir. Fakat artık iş işten geçmiştir.
Onun bu doğrultuda söylediklerini Allah Tealâ, şöyle buyurarak reddetmektedir:
"Evet! Sana ayetlerim gelmişti de sen, onları yalanlamış, büyüklük taslamış, kâfirlerden olmuştun." Ey pişman kul! Şüphesiz sana dünya ha-yatındayken, Kur'an indirüjniş, ayetlerim gelmiş ve hüccetim sana açıklanmıştı. Sen ise onu yalanlamış ve ona ittiba etmekten büyüklenerek uzak durmuştun. Böylece onu bilerek inkâr edenlerden olmuştun. Buradan şu mana çıkmaktadır: Sen dünyadayken, benim ayetlerimi tasdik ve onlara uygun davranma imkânına sahip idin. Böyleyken şimdi niçin dünyaya geri dönmek istiyorsun? Kaldı ki dönüşün sana bir faydası yoktur. Zira Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Geri gönderilselerdi, yine men olundukları şeyleri yapmaya dönerlerdi." (En'âm, 6/28). [80]
Bu ayetlerden aşağıdaki hükümler anlaşılmaktadır:
1- Allah Tealâ, müminlerden sadır olan bütün günahları bağışlayabilir ve onun büyük günahlarını da affedebilir. Bu, Allah'ın dilemesine ve fazlu keremine kalmış bir şeydir.
2- Allah Tealâ, tevbe edilip, O'na dönülür, ihlâslı ve salih amel işlenir, kendisine boyun eğilip, emir ve nehiylerine itaat edilirse, şirk, küfür ve masiyetleri bağışlar.
Bütün bunlar, ölümle azap gelmesinden önce dünya hayatmdayken olabilir. Zira o azaptan kaçıp kurtulmak veya bir yardım edici sayesinde bu azabı geri çevirmek söz konusu değildir.
3- Amel: Helâl dediklerini helâl, haram dediklerini de haram kılmak, emirlerine ittiba ve itaat etmek, yasaklarından ve masiyetlerden de kaçınmak suretiyle Kur'an-ı Kerim'e ittiba demektir. Burada şu söylenebilir: Allah Tealâ kullarını bağışlamayı vaad ettiği zaman, hemen ardından iki şeyi emir buyurmaktadır:
a) Tevbe ile Allah'a dönmek.
b) Sözün en güzeline uymak, ki o Kur'an'dır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah, sözün en güzelini, birbirine benzer ikişerli bir Kitap halinde indirdi." (Zümer, 39/23). Kur'an'ın tüm ayetleri güzeldir. Buradaki ittiba ise, Allah'ın, Kitabı'nda inzal buyurduğu emirlerle amel ve masiyet-lerden kaçınmaktır.
4- Kusurlu kimse, kıyamet günü üç türlü tavır sergileyecektir:
Birincisi: İtaat konusunda gösterdiği aymazlık ve kendisinin dünyadayken Kur'an'la, Peygamberle ve Allah'ın veli kulları olan müminlerle aley edenlerden olması dolayısıyla hasret ve pişmanlık.
İkincisi: Hidayeti kaybetmiş olmaktan dolayı mazeret aramak. Bu tavır, müşriklerin kendilerine delil olarak ileri sürdükleri şu hususa yakın bir anlam arz etmektedir: "Allah'a ortak koşanlar diyecekler ki: "Allah isteseydi ne biz, ne de babalarımız ortak koşmazdık. Kendi kendimize hiçbir şeyi haram da kılmazdık." (En'âm, 6/148). Bu, kendisiyle batıl bir davanın kastedildiği hak bir sözdür.
Üçüncüsü: Dünyaya yeniden dönme temennisi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Nihayet onlardan birine ölüm geldiği zaman şöyle der: "Rabb 'im! Beni geri döndürünüz. Ki terkettiğim dünyada yararlı bir iş yapayım." Hayır! Bu onun söylediği, olmayacak bir laftır." (Müminûn, 23/99-100).
5- Yüce Allah, onların söylediğine, hidayeti kaybetmiş olmak gibi bir gerekçeye dayanmanın batıl olduğunu söyleyerek cevap vermektedir. Çünkü hidayet hazır idi. Dolayısıyla bu mazeret ortadan kalkmıştır. Fakat bu gerekçeyi ileri süren kul Kur'an'ı tekzip etmiş ve onun ayetlerine uymayıp büyüklenmiştir. Böylece ona karşı küfre düşenlerden ve onu bilerek inkâr edenlerden olmuştur. [81]
60- Allah'a yalan uyduranların yüzlerinin, kıyamet günü kapkara kesildiğini görürsün. Kibirlenenler için cehennemde bir yer yok mudur?
61- Allah, sakınanları başarıları sayesinde kurtarır; onlara kötülük dokunmaz ve onlar üzülmezler.
"Allah'a yalan uyduranların" Allah'a çocuk ve ortak nispet etmek suretiyle yalan uyduranların "yüzlerinin kapkara kesildiğini görürsün" kendilerine ulaşan şiddetli azap ve içine düştükleri zillet ve hasret sebebiyle. "Kibirlenenler için" iman ve itaat etmeyip büyüklük taslayanlar için, "cehennemde bir yer" ikamet etme veya barınma yeri "yok mudur?" "Kibirlenenler için cehennemde bir yer yok mudur?" cümlesindeki soru, takrir ve ispat anlatmaktadır. Çünkü onlara cehennemdeki yerleri gösterilecektir.
"Allah" Allah'a karşı yalan uydurmak olan şirkten "sakınanları" korunanları, "başarıları sayesinde" cenneti kazanmaları ve cenete konulup kur-tulmalanyla. Buradaki "başarı" kelimesinin mutlak olarak mutluluk ve amel-i salih ile açıklanması, başarının sebep ile açıklanması demektir. Çünkü onların kurtulmalarının sebebi salih ameldir. Bizzat salih amelin başarı olarak isimlendirilmesi de caizdir. Çünkü salih amel, başarının sebebidir, "kurtarır." cehennem azabından kurtarır. [82]
Müşriklerin, daha gönce geçen ayetlerde kıyametin dehşetli ve şiddetli sahneleriyle korkutulup tehdit edilmelerinden, muttakilerin de affedilme, bağışlanma ve nimetlere erdirilme vaadinden sonra Allah Tealâ bu ayetlerde de tehdit ve müjdenin bir diğer çeşidini zikretmektedir. Bu, her iki grubun, yani yalanlayanların ve korunanların kıyamet günündeki durumudur. Bunlardan ilk grubun yüzleri kapkara olacak, ikinci grubun yüzü ise ak olacaktır. [83]
"Allah'a yalan uyduranların yüzlerinin, kıyamet günü kapkara kesildiğini görürsün. Kibirlenenler için cehennemde bir yer yok mudur?" Yani Ey Peygamber! Onlara önemli bir şeyi haber ver. O da şudur: Allah'a karşı yalan uydurarak, O'nun ortak, eş ve çocuğu bulunduğunu iddia edenlerin yüzlerinin, bu yalanları ve iftiraları sebebiyle kapkara kesildiğini göreceksin. Bunun sebebi, onları kuşatacak olan sıkıntı, üzüntü ve pişmanlık; gördükleri şiddetli azap ve ilâhi öfkedir.
Cehennemde, Allah'a itaat etmeyip büyüklenenler için bir mesken ve ikamet yeri vardır. Zira onlar hakka boyun eğmeye razı olmamışlardır. Burada geçen "büyüklenme", sahih bir hadiste de yer aldığı gibi, hakkı inkâr etme ve insanları küçük görme anlamındadır. Bir diğer hadiste de -ki İmam Ahmed ve Tirmizî tarafından, Abdullah b. Amr (r.a) kanalıyla rivayet edilmiştir- Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Büyüklük taslayanlar, kıyamet günü insan suretinde küçük karıncalar gibi haşrolunacaklardır. Zillet onları her yönden kuşatır ve cehennemde (Bûles denilen) bir zindana kapatılırlar..."
"Allah şirkten ve isyandan sakınanları başarıları sayesinde kurtarır; onlara kötülük dokunmaz ve onlar üzülmezler." Yalanlayıcı müşriklerin durumuna mukabil, yukarıda değinilen ikinci grubun durumu ise budur. Buna göre Allah Tealâ, şirkten ve Allah'a isyandan sakınanları cehennem azabından koruyacak ve onları, başarılarıyla kurtaracaktır. Yani kıyamet günü onları, cehennemden kurtulmaları ve cenneti elde etme başarılarıyla kurtaracak; onlardan hüznü giderecektir. Onlar, her türlü korkudan güvenliktedirler. [84]
Bu ayetler şu iki hususa delâlet etmektedir:
1- Allah'a şirk koşan ve Ona çocuk nispet eden müşrik kâfirlerin yüzleri, kendilerini kuşatan ilâhi gazap ve azap sebebiyle kapkara olacak ve onlar, en alçaltıcı zillet, horluk ve hakirlik içinde cehennem ateşine atılacaklardır.
2- Şirk ve masiyetten sakınanlar, cehennem ateşinden korunacak ve cenneti kazanacaklardır. Onların durumunu anlatan yukarıdaki ikinci ayet, kıyamet günü müminlere korku ve endişenin ulaşamayacağına delâlet eder. Bunu şu ayet de vurgulamaktadır: "O büyük korku onları asla tasalandırmaz." (Enbiyâ, 21/103).
Hz. Peygamber, Ebu Hureyre (r.a) kanalıyla gelen bir hadisinde bu ayeti şöyle tefsir etmiştir: "Allah, her insanla birlikte amelini de hasreder. Müminin ameli, kendisinin yanında en güzel bir surette ve en güzel kokuda
olur. Her tehdit ve korku içeren sahnede ameli ona "Korkma! Burada kastedilen sen değilsin, bu, sana yönelik değildir." der. Bu durum sık sık tekrarlanınca, kişi, ameline şöyle der: "Ne güzel konuşuyorsun, sen kimsin?" O, "Beni tanımadın mı? Ben senin salih amelinim. Sen (dünyadayken) bütün ağırlığıma rağmen beni yüklendin. Allah 'a yemin ederim ki, elbette ben de seni yükleneceğim ve seni bırakmayacağım" diyecek. İşte Allah Tealâ'nın, "Allah şirkten ve isyandan sakınanları başarıları sayesinde kurtarır; onlara kötülük dokunmaz ve onlar üzülmezler" buyruğu budur." [85]
62- Allah her şeyin yaratıcısıdır; O, her şeye vekildir.
63- Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. Allah'ın ayetlerini inkâr edenler, gerçekten onlar ziyana uğrayanlardır.
64- De ki: "Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi bana emrediyorsunuz ey cahiller?"
65- Sana ve senden öncekilere şöyle vahyedildi: "Andolsun eğer ortak koşarsan amelin boşa çıkar ve ziyana uğrayanlardan olursun."
66- Hayır! Yalnız Allah'a kulluk et ve şükredenlerden ol!.
67- Allah'ı gereği gibi bilemediler. Halbuki kıyamet günü, yer tamamen O'nun avucu içindedir, gökler de sağ elinde durulmuştur. O, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir.
"Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur." Burada istiareli bir anlatım vardır ve hayırlar, bereketler ve rızıklar, hazineye benzetilmiştir. "Makâ-lîd" kelimesi de bu hazinelerden istiaredir. Bu kelime "anahtarlar" demektir. Şu halde ayetin manası şöyledir: Rahmet ve fazlının hazineleri Allah Tealâ'nm elindedir.
"Kıyamet günü, yer tamamen O'nun avucu içindedir, gökler de sağ elinde durulmuştur." Burada da istiare-i temsiliye vardır. Yüce Allah burada azametini, kemâl-i kudretini ve göklerin ve yerin, kudreti karşısındaki önemsizliğini ve küçüklüğünü, büyük bir şeyi avucuyla kavrayıp eline alan kimseye benzetmiştir. Yine göklerin, O'nun sağ elinde dürülmesi de aynı tarzda istiare-i temsiliye ile anlatılmıştır. [86]
"Allah her şeyin yaratıcısıdır." Hayır, şer, iman ve küfrün yaratıcısıdır.
"O her şeye vekildir." Her şeyi dilediği gibi tasarruf eder ve yönetir. "Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur." Göklerin ve yerin, yağmur, bitkiler ve daha başka türlü hazinelerinin anahtarları O'nundur. Bunların sahipliğine kimse muktedir değildir ve bunlarda Onun dışında hiç kimse tasarrufta bulunamaz. Bu ifadede, Yüce Allah'ın, gökleri ve yeri muhafazası, kinaye yollu anlatılmaktadır. "Allah'ın ayetlerini inkâr edenler" Kur'an'ı ve Allah'ın kudretinin delillerini inkâr edenler "gerçekten onlar, ziyana uğrayanlardır. " Kendi kendilerini zarara uğratanlardır.
"De ki: Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi bana emrediyorsunuz, ey cahiller?" Yani, bütün bu deliller ve vaad edilenler dururken ben Allah'tan başkasına mı kulluk edeyim? Buradaki "emrediyorsunuz" kelimesi, müşriklerin, Hz. Peygamber'e bunu emrettiklerine delâlet etmektedir.
"Sana ve senden öncekilere şöyle vahyedildi: Andolsun, eğer ortak koşarsan amelin boşa çıkar ve ziyana uğrayanlardan olursun." Burada, "Faraza ortak koşarsan..." anlamı vardır. Maksat, peygamberleri gayrete getirmek ve azimlerini bilemek, kâfirleri ise ümitsizliğe sevketmek ve ümmeti uyarmaktır. Burada "eğer ortak koşarsan" şeklinde tekil muhataba hitap edilmesi, bu hitabın her insana yönelik olduğunu gösterir.
"Hayır! Yalnız Allah'a kulluk et." Bu cümlede, müşriklerin Hz. Pey-gamber'den iskedikleri şey reddedilmektedir. "Ve şükredenlerden ol." Allah'ın sana verdiği nimetlere karşılık.
"Allah'ı gereği gibi bilemediler." Kendisine şirk koşmak ve şanına lâyık olmayan şeylerle vasfetmek suretiyle O'nu, gereği gibi ta'zim etmediler. "Halbuki kıyamet günü yer, tamamen O'nun avucu içindedir." O'nun mülkünde ve tasarrufunda tutulmuştur. Bu ayette geçen "kabza" kelimesi, "bir kere avucunun içine almak" demektir. "Gökler de sağ elinde durulmuştur." Kudretiyle toplanmıştır. Bu ayet, Allah'ın azameti, kudretinin büyüklüğü ve büyük gezegenlerin, Onun kudreti karşısındaki küçüklüğü konusunda bir uyarı ve hatırlatma ihtiva etmektedir. Yine bu ifadede, evrenin yok edilmesinin Allah Tealâ için kolay olduğuna dikkat çekilmektedir. Bu ayette yer alan "avuç", "sağ el" gibi ifadeler, Zemahşerî ve Beyzavi'nin de belirttikleri gibi, ne hakiki, ne de mecazî anlamda olmayıp, temsil ve düşündürme maksadıyla gelmişlerdir. "O, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir." Yani Allah Tealâ, onların kendisi yanında ortak kıldıkları şeylerden münezzeh, mukaddes ve büyüktür. Dolayısıyla kendisine nispet edilen çocuk ve ortaklar, Onun kudret ve azametinden ne kadar da uzaktır! Bu ayette geçen "yemîn" kelimesi, "el" hakkında kullanıldığı gibi, kudret, kuvvet ve mülk hakkında da kullanılır. "Elbette onun sağ elini alırdık." (Hakka, 69/45) ayetinde böyle bir kullanım vardır. Yani kuvvet ve kudretini alı-verirdik. Şair şöyle der:
"İzâ mâ râyetun rufi'at li mecdin, Telakkâhâ Arâbetu bi'1-yemîni." (Bayrak izzet için dikildiği zaman, Arâbe onu küvetle aldı.) [87]
"De ki: "Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi bana emrediyorsunuz, ey cahiller?" ayetinin (64. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Beyhakî, Delâ-il 'de, Hasan-ı Basrî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Müşrikler Hz. Pey-gamber'e, "Babalarının ve dedelerinin dalâlette olduğunu mu söylüyorsun ey Muhammed?" Bunun üzerine Allah Tealâ, "De ki: "Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi bana emrediyorsunuz ey cahiller?" ayetinden, "...şükre-denlerden ol" ayetine kadar olan kısmı indirildi. İbni Ebi Hatim de İbni Ab-bas (r.a)'m şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Müşrikler, cehaletlerinden dolayı Hz. Peygamber'i, kendi tanrılarına kulluk etmeye çağırdılar. Bunun üzerine "De ki: Allah'tan başkasına..." ayeti indi."
"Allah'ı gereği gibi bilemediler." ayetinin (67. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak: Tirmizî, İbni Abbas (r.a)'tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bir Yahudi Hz. Peygambere gelerek., "Ey Ebe'l-Kasım! (Bizim inandığımız) Allah, gökleri şunun, yerleri bunun, suyu şunun ve dağları bunun üzerine koyduğu zaman (şeklindeki Tevrat ayeti hakkında) ne diyorsun?" diye sordu. Bunun üzerine "Allah'ı gereği gibi bilemediler" ayeti indi." Tirmizi bu hadisin sahih olduğunu söylemiştir.
İbni Ebî Hatim, Hasan'dan şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Yahudiler bir sabah kalkıp, göklerin, yerin ve meleklerin yaratılışı üzerinde düşündüler. Bunları düşünüp korkuya kapıldıklarında, Allah hakkında kendilerince fikir yürütmeye başladılar. Bunun üzerine Allah Tealâ, "Allah 'ı gereği gibi bilemediler..." ayetini indirdi.
İbnu'l-Münzir de Rebî' b. Enes'ten şöyle rivayet etmiştir: "O'nun kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır." ayeti indiği zaman dediler ki: "Ey Allah'ın Rasulü! Kürsî budur. Peki Arş nedir?" Bunun üzerine Allah Tealâ, "Allah 'ı gereği gibi bilemediler..." ayetini indirdi." [88]
Allah Tealâ, kıyamet günü tevhid ehlinin karşılaşacağı mükâfatların müjdesini ve şirk ehlinin karşılaşacağı azabın haberini beyan buyurduktan sonra, ulûhiyet ve tevhidin delillerini açıklamaya dönmektedir. Sonra sözü kâfirlere getirerek, onların Hz. Peygamber'e, putlarına kulluk etmesini emrettiklerini belirtmekte ve onların Allah'ı gereği gibi bilemediklerini ifade buyurmaktadır. Zira onlar Allah'ı gereği gibi bilmiş olsalardı, cansız şeylere kulluk ederek Allah'a bunları ortak yapmazlardı. [89]
"Allah her şeyin yaratıcısıdır; O, her şeye vekildir." Yani şüphesiz ki bütün varlıkların yoktan var edicisi ve tümünün yaratıcısı, Allah Tealâ'dır.
Dünya ve ahirette ne varsa, şu veya bu, ne olursa olsun, her şeyin Rabbi, maliki, tasarruf sahibi, koruyucusu ve yöneticisi Odur. Bütün bunlar, varlıkta ve aynı zamanda varlıklarının devamında Ona muhtaçtırlar. Bu ayet, kulların amellerinin de Allah'ın mahlûku olduğunun delilidir.
"Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur." Yani göklerin ve yerin her işinin maliki ve koruyucusu O'dur. Bu ifade, Allah Tealâ'nın mülkünün istiare yoluyla anlatımıdır. Yahut burada Allah Tealâ'nm, göklerin ve yerin tek koruyucusu, yöneticisi ve bunların anahtarlarının tek sahibi olduğu, kinaye yoluyla anlatılmaktadır. Çünkü hazineleri kim muhafaza eder ve yönetirse, anahtarlarının sahibi de odur. Bu cümle, yukarıda geçen, "O, her şeye vekildir" cümlesinin anlamını te'kid eden bir cümledir, yahut da atf-ı beyan veya ta'lildir. Bazı müfessirler bu cümlenin söz başı olan müstakil bir cümle olduğu görüşündedir.
Her iki cümleyi de kapsayan anlam şöyledir: Her şeyin hükümranlığı, mülkiyeti, tasarrufu, yönetimi ve koruması Allah'a aittir.
İbni Ebî Hâtim'in rivayejtine göre, Osman b. Affân (r.a) Hz. Peygam-ber'e, "Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur" ayetinin tefsirini sormuş, O da şöyle buyurmuştur: "Bunu senden önce bana kimse sormamıştı ey Osman. Lâ ilahe illallah, Allâhu Ekber, Sübhânallâhi ve bi hamdihî, Estağfi-rullâh, ve Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh, Hüve'l-Evvelü ve'l-Ahirü ve'z-Zâhirü ve'l-Bâtın bi yedihi'l-hayr yuhyî ve yumît ve hüve alâ külli şey'in kadir..." (Allah'tan başka ilâh yoktur, Allah en büyüktür, Allah, bütün noksan sıfatlardan münezzehtir ve hamd O'na mahsustur, Allah'tan bağışlanma dilerim, kulluk görevlerini yerine getirmek ve günahlardan kaçınmak ancak Allah'ın yardımı ile olur, O Evveldir, Ahir'dir, Zâhir'dir, Bâtın'dır, hayır Onun elindedir, hayat verir ve öldürür ve O her şeye kadirdir). Hz. Peygamber burada şunu demek istemiştir: Bu cümleleri söyleyen kimse için gök ve yer hazineleri açılır, bu kimseye çok hayır isabet eder ve bu kimse çok ecir kazanır.
"Allah'ın ayetlerini inkâr edenler, gerçekten onlar ziyana uğrayanlardır." Yani Allah'ın Kur'an'daki ayetlerini ve kudretinin azametine ve birliğine, O'nun göklerin ve yerin maliki ve idarecisi olduğuna delâlet eden kâinat ayetlerini inkâr eden kimseler var ya, işte onlar kendilerini ziyana uğratan ve küfürlerinin karşılığı olarak kendilerini ebedi ceheneme mahkûm eden kimselerdir.
Daha sonra Allah Tealâ Rasulüne, kendisini putlara kulluk etmeye çağırdıkları için müşrikleri azarlamasını emretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"De ki: "Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi bana emrediyorsunuz, ey cahiller?" Yani Ey Rasul! Kavminin seni, "Bu, babalarının dinidir" diyerek putlara kulluğa çağıran kâfirlerine de ki: Ey cahiller! Ulûhiyette tek olduğu hakkındaki kat'î delillerin varlığına rağmen bana Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz? Oysa herşeyin'yaratıcısı, Rabbi ve idarecisi O'dur. Dolayısıyla O'ndan başkasına kulluk etmek doğru değildir.
"Sana ve senden öncekilere şöyle vahyedildi: Andolsun, eğer ortak koşarsan amelin boşa çıkar ve ziyana uğrayanlardan olursun." Yani sizin durumunuz gerçekten enteresandır. Zira gerek bana, gerekse benden önceki elçilere, ortağı bulunmayan Allah'tan başkasının ilâh ve ma'bud olmadığı, farz-ı muhal herhangi bir peygamber şirk koşacak olursa, hiç kuşkusuz amelini boşa çıkarmış ve iptal etmiş ve böylece kendilerini ziyana uğratmış ve hem dünyalarını, hem de ahiretlerini zayi etmiş olacakları vahyedilmiştir.
Farz-ı muhal, peygamberler dahi şirk koşacak olursa, bu şirk onların amelini bile boşa çıkaracağına göre, peygamberlerden başkalarının şirki, onların amellerini öncelikle boşa çıkarır. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyur-matadır: "Eğer ortak koşsalardı, yaptıkları şeyler hiç olur giderdi." (En'âm, 6/88).
Daha sonra Allah Tealâ sözü, şirkten sakındırmadan, sadece kendisine kulluk edilmesine getirmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Hayır! Yalnız Allah'a kulluk et ve şükredenlerden ol." Yani ibadeti sadece, ortağı olmayan Allah'a halis kıl. Hem sen böyle yap, hem de sana itti-ba edip seni tasdik edenler böyle yapsın. Yalnız O'na kulluk et. Onunla birlikte O'ndan başkasına da kulluk etme ve sana verdiği başarı ve sadece O'na kulluk etme hidayeti, seni risaletle ve Onun dinine çağırma göreviyle şereflendirmesi gibi nimetlere şükredenlerden ol.
Yüce Allah, Hz. Peygamber'e müşriklerin, putlara kulluk etmesini emrettiklerini ifade buyurduktan sonra, müşriklerin Allah'ı gereği gibi bilemediklerini belirtmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ı gereği gibi bilemediler." Yani Allah'a gerektiği gibi ta'zim göstermediler ve müşrikler, O'nunla birlikte başka ilâhlara da kulluk etmekle O'nu bihakkın bilemediler. O Allah ki, kendisinden daha azamet sahibi ve daha kudretli başka bir varlık yoktur.
Buhari, Abdullah b. Mesud (r.a)'un şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bir Yahudi alimi Rasulullah (s.a.)'a gelerek şöyle dedi: "Ey Muhammedi Biz (Tevrat'ta) Allah Tealâ'nın, gökleri bir parmak üzerinde, yerleri bir parmak üzerinde, ağaçları bir parmak üzerinde, suları ve toprakları bir parmak üzerinde, sair mahlukâtı da bir parmak üzerinde tutarak, "Ben bütün kâinatın melikiyim!" dediğini görüyoruz (Bu konuda ne dersin?)" Bunun üzerine Hz. Peygamber, bu Yahudi aliminin sözünü tasdik mahiyetinde, azı dişleri görününceye kadar güldü, sonra da "Allah'ı gereği gibi bilemediler. Halbuki kıyamet günü yer, tamamen O'nun avucu içindedir..." ayetini okudu."
İmam Ahmed ve Müslim de İbni Ömer (r.a)'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Birgün Hz. Peygamber, minber üzerinde "Allah'ı gereği gibi bilemediler. Halbuki kıyamet günü yer, tamamen O'nun avucu içindedir. Gökler de sağ elinde durulmuştur. O, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir." ayetini okudu ve elini öne-arkaya doğru hareket ettirerek şöyle buyurdu: "Rabb Tealâ, yüce zatını yüceltip överek, "Ben Cebbarım, ben Mütekeb-bir'im, ben Melik'im, ben Azizim, ben Kerîm'im" buyuracak." (Bu esnada) minber, Rasulullah (s.a.)'ı öyle bir sarstı ki, biz, herhalde Onu üzerinden atacak dedik."
"Halbuki kıyamet günü yer, tamamen O'nun avucu içindedir, gökler de sağ elinde durulmuştur. O, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir." Yani şu anda yer, Allah Tealâ'nın tasarrufu ve mülkü altındadır; gökler, Onun kudret ve hakimiyetine, dileme ve iradesine boyun eğmiştir. Allah, kendisine ortak koştukları sahte ma'budlardan münezzeh ve mukaddestir. Bu ayette geçen "sağ el"den maksat, "kudreftir.
Sonraki dönemlerde gelen alimlere göre bu cümle, Allah Tealâ'nın azametinin, kemâl-i tasarrufunun ve kudretinin temsilî bir anlatımıdır ki burada Allah Tealâ'nın kudret ve .azameti, bütün yeryüzünü ve gökleri toptan elinde tutanın durumuna benzetilmiştir. Selef alimleri ise, bu türlü nass-ların zahirî anlamlarına iman etmenin ve ayette öyle geldiği için Allah'ın (keyfiyeti, niteliği meçhul bir tarzda) avuç ve sağ el sahibi olduğuna itikad etmenin vacip olduğu görüşündedir. Çünkü sözde aslolan, hakikî anlama yorulmasıdır. Alimler, "Selefin görüşü daha salim, halefin görüşü daha sağlamdır" demişlerdir. Ben, daha salim olan görüşe meyletmekteyim.
Buhari, Müslim ve daha başkaları, Ebu Hureyre (r.a.)'den şöyle rivayet etmişlerdir: Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu işittim: "Allah, kıyamet günü yeri avucuna alır, göğü de sağ eliyle dürer ve şöyle buyurur: "Melik benim! Hani nerede yeryüzünün melikleri nerede?" [90]
Bu ayetler aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Allah Tealâ, her şeyin yaratıcısıdır. Kulların amelleri de bu cümledendir.
2- Her şeyi, ortaksız olarak muhafaza eden ve yöneten Allah Tealâ'dır. O, göklerin ve yerin idaresinin sahibi ve bunları muhafaza edendir. Bu ifade, kinaye kabilinden bir ifadedir. Çünkü hazinelerin muhafızı ve onların yöneticisi, onların anahtarlarını elinde bulunduran kişidir.
3- Kurana ve Allah'ın varlığı ve birliğine, kemâl-i azamet ve kudretine delâlet eden delil ve hüccetlere karşı kâfir olanlar, dünya ve ahirette nefislerini ziyana uğratan kimselerdir. Ayetin sarih ifadesi, kâfirden başkasının ziyana uğramayacağını göstermektedir.
4- Müşriklerden şu iki hususun sadır olması gerçekten hayreti muciptir: Birincisi: Hz. Peygamber'den, kendilerinin, putlarıyla birlikte O'nun İlâhı'na da kulluk etmeleri için O'nun da kendilerinin putlarına kulluk etmesini istemeleri. İkincisi: Allah'ı gereği gibi bilmemeleri ve O'nun yanında başka varlıklara kulluk etmeleri sebebiyle O'nu, gerektiği şekilde ta'zim etmemeleri. Oysa her şeyin yaratıcısı ve sahibi Yüce Allah'tır.
5- Allah Tealâ müşrikleri cahillikle nitelemektedir. Çünkü onlar eşyanın yaratıcısını ve Onun, göklerin ve yerin anahtarlarının sahibi olduğunu düşünmemişler, ne zarar, ne de fayda verebilen cansız putlara kulluk etmişlerdir. Böyle yapan kimse, cehaletin son noktasındadır.
6- Şirk ve küfür, müşriklerin ve kâfirlerin bütün amellerini, isterse sa-lih amel olsun, boşa çıkarır ve iptal eder. Dolayısıyla onlar için, bu amellerinin ahirette mükâfatı yoktur. Çünkü onlar, küfre rıza gösterilerek yapılmış amellerdir.
Bu cümleden olarak, irtidat eden (İslâm dinini terkedip başka dine giren) ve küfür üzere ölen kimseye, müslüman iken yaptığı taat ve amellerin faydası olmayacak ve bu kimsenin bütün amelleri boşa çıkacaktır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizden kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, işte onların bütün yaptıkları dünyada da ahirette de boşa çıkmıştır ve onlar ateş halkıdır; orada sürekli kalacaklardır." (Bakara, 2/217). Bu durumda mesela hac görevini yerine getirmiş olan bir kimse, daha sonra irtidat etse ve ardından tekrar İslâm'a girse, bu kimsenin tekrar haccetmesi gerekmez.
7- Gökler ve yer bütünüyle Allah Tealâ'nm mülküdür ve O'nun kudret ve tasarrufu altındadır. Yüce Allah'ın, bu yönetme ve tasarrufu, birtakım organlar vasıtasıyla yapması söz konusu değildir. Çünkü bizzat Yüce Allah kendisini bundan tenzih etmiş ve şöyle buyurmuştur: "O, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir." Yani Allah, putların, kullukta kendisine ortaklar yapılmasından münezzeh ve mukaddestir. [91]
68- Sur'a üflendi, göklerde ve yerde olanlar düşüp bayıldı. Ancak Allah'ın dilediği kaldı. Sonra ona bir daha üflendi. O anda görürsün ki (dirilip) kalkmışlar bakmıyorlar.
69-Yer, Rabbinin nuru ile parladı,
kitap kondu, peygamberler ve şahitler getirildi ve aralarında adalet'e hükmedildi. Onlara asla zulmedilmez.
70- Herkese, yaptığının karşılığı tam verildi. O, onların ne yaptıklarını en iyi bilendir.
"Yenzurûn" (bakıyorlar), "Yuzlemûn" (onlara zulmedilmez) ve "Yefalûn" (onların ne yaptıklarını) ifadelerinin son harfleri arasında, sonlarının ses bakımından birbirine uygunluğu anlamındaki tevâfuku'l-fevâsıl denen sanat vardır. [92]
"Sur'a üflendi." Bu, bütün yaratıkların kendisiyle öleceği ilk üfürüş-tür. "Sur", kendisine üflenen boru veya boynuz demektir. "Fe saika" kelimesi, öldü (meal buna göre verilmiştir.) veya bayıldı demektir. (Ayetteki surun mahiyetini, niteliğini Allah bilir.) "Ancak Allah'ın dilediği kaldı." Bu kalanların Cebrail, Mikâil ve İsrafil adlı melekler olduğu söylenmiştir. Zira onlar daha sonra öleceklerdir. "Sonra ona bir daha üflendi." Bu, ölülerin kabirlerden kalkması için Sura ikinci kere üflenişidir. "O anda görürsün ki onlar" bütün ölü yaratıklar "kalkmışlar" kabirlerinden kalkıp dikilmişler. "bakmıyorlar." Kendilerine ne yapılacağını bekliyorlar.
"Yer Rabbinin nuruyla" Orada ikame ettiği adaletle ve hükmettiği hak ile "parladı." ışıklandı. "Kitap kondu." Amellerin kaydedildiği kitap veya sayfalar, hesap için ortaya kondu. "Şahitler." Ümmetlerin lehinde ve aleyhinde şahitlik yapacak olan melekler ve müminler "getirildi ve aralarında adaletle hükmedildi." Kullar arasında adaletle hüküm verildi. "Onlara asla zulmedilmez." Onlara hiçbir şekilde haksızlık yapılmaz. "Herkese, yaptığı-
nın karşılığı tam verildi." Her nefis, hak ettiğine ulaştı ve yaptıklarının karşılığını elde etti. "O, onların ne yaptıklarını en iyi bilendir." Allah Te-alâ, kulların ne yaptıklarını en iyi bilir. Bu itibarla ayrıca şahide ihtiyacı yoktur. [93]
Allah Tealâ'nm azametinin ve kâinat üzerindeki tasarruf ve idaresi konusundaki kemâl-i kudretinin ve her şeyi yarattığının delilleri açıklandıktan sonra, bu ayetlerde de, yine Allah Tealâ'nm kudret ve hakimiyetinin azametine delâlet eden bir mesele söz konusu edilmektedir. O mesele, kıyamet gününün başlangıcında olacak şeylerdir. Bunlar, Sur'a iki kere üfürülmesi -ki birinci üfürüş canlıların ölümü, ikincisi ise kabirlerden diriliş içindir-, mahlukât arasında, hesap ve ceza konusunda hak ve adalet ile hüküm verilmesi ve herkese hakkının ulaştırılmasıdır. [94]
Allah Tealâ, kıyamet gününün dehşetini ve o gün müşahede edilecek olan Yüce Allah'ın kemâl-i kudreti ile tamam-i azametine delâlet eden büyük olayları haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Sur'a üflendi, göklerde ve yerde olanlar düşüp bayıldı. Ancak Allah'ın dilediği kaldı. Sonra ona bir daha üflendi. O anda görürsün ki onlar kalkmışlar, bakmıyorlar." Yani bu, Sur'a ilk üfürülüşüdür ki, canlılar bununla öleceklerdir. Şöyle ki; İsrafil (a.s.), bir boru veya boynuzdan ibaret olan Sur'a üfürecek ve göklerde ve yerde bulunanlar, korkudan ve bu sesin şiddetinden öleceklerdir. Burada geçen "Sa'k" kelimesi, olduğu yerde aniden ölmek demektir.
O zaman sadece Cebrail, Mikâil ve İsrafil gibi Allah'ın, ölmemesini murad ettikleri kalacaktır. Bunlar ise daha sonra öleceklerdir. Katâde ise, "O anda ölmeyecek olanların kimler olduğunu bilmiyoruz." demiştir.
Daha sonra, ölülerin kabirlerden dirilmesi için Sur'a ikinci kere üfle-necektir. Bu üfürüş üzerine bütün mahlukât, ufalanmış kemik yığınından ibaret iken canlanıp ayakları üzerine dikilecek ve kıyametin dehşetli sahnelerine ve kendilerine söylenenlere bakacaklar. Yahut, ufalanmış kemik halindeyken diriltildikten sonra kendilerine yapılacakları bekleyecekler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O, bir tek haykırıştır. Hemen onlar uyanırlar." (Nâzi'ât, 79/13-14), "Sizi çağıracağı gün, O'na hamdederek çağrısına uyarsınız ve pek az kaldığınızı sanırsınız." (İsrâ, 17/52), "O'nun ayetlerinden biri de, göğün ve yerin O'nun buyruğuyla durmasıdır. Sonra sizi yerden bir tek davetle çağırdığı zaman bir de bakarsınız ki, çıkarılıyorsunuz." (Rûm, 30/25).
Daha sonra Allah Tealâ, kıyamet gününün bazı ahvalini zikretmektedir:
1- "Yer, Rabbinin nuru ile parladı." Yani mahşer yeri, Yüce Allah'ın, kulları hakkında hüküm vermek için tecelli etmesiyle, o yüce mahkemede ikame ettiği adalet ve kulları arasında hak ölçüsü üzere verdiği hüküm ile ışıklandı ve aydınlandı.
2- "Kitap kondu." Yani Ademoğullarınm amellerinin kayıtlı olduğu kitaplar ve sayfalar, sahiplerinin önüne kondu. Bu kitaplar, ait oldukları kimselerin ya sağına veya soluna konur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Her insanın amel kuşunu boynuna doladık. Kıyamet günü onun için, açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkarırız." (İsrâ, 17/13), "Bu kitap da ne oluyor; ne küçük ne de büyük hiçbir şey bırakmıyor, her şeyi sayıp döküyor." (Kehf, 18/49).
3, 4- "Peygamberler ve şahitler getirildi." Yani peygamberler, gönderildikleri ümmetlerin kendilerine icabet edip etmediği sorulmak üzere hesap yerine getirildi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Her ümmetten bir şahit, seni de bunlara şakit getirdiğimiz zaman halleri nice olur?" (Nisa, 4/41). Yine hesap yerine, ümmetler üzerine şahitlik edecek olan ve kulların amellerini kaydeden hafaza melekleri getirildi. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Her can, yanında bir sürücü ve bir de şahitle geldi." (Kaf, 50/21). Buradaki "sürücü", kişiyi hesap yerine sürüp götüren demektir. "Şahit" ise onun üzerine şahitlik yapandır. Aynı zamanda buradaki şahit, diğer ümmetlere gelen peygamberlerin onlara tebliğ ettikleri hususlar üzerinde onlara şahitlik edecek olan Ümmet-i Muhammed fertleridir. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şahit olasınız." (Bakara, 2/143).
Aynı şekilde Allah yolunda şehit olan müminler de getirildi. Onlar da kıyamet günü tebliğde bulundukları halde hakkı yalanlayan kimseler aleyhine şahitlik ettiler.
Kullar arasındaki davalar çözüme kavuşturulduktan sonra Allah Tealâ, her şahsa hakkının verileceğini beyan etmekte ve bu anlamda dört ayrı ibare ile şöyle buyurmaktadır:
1- "Aralarında adaletle hükmedildi." Yani kullar arasında adalet ve tam bir doğrulukla hüküm verildi.
2- "Onlara asla zulmedilmez." Yani Sevapları eksiltilmez ve azapları artırılmaz. Onlara verilen karşılık, amelleri miktarınca olur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Hiç kimseye bir haksızlık edilmez. İnsanın yaptığı iş bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getiririz. Hesap gören olarak biz yeteriz." (Enbiyâ, 21/47), "Allah zerre kadar haksızlık etmez, zerre miktarı bir iyilik olsa, onu kat kat yapar, ve kendi katından da büyük mükâfat verir. " (Nisa, 4/40).
3- "Herkese, yaptığının karşılığı tam verildi." Yani her nefse, işlediği hayır ve şerrin karşılığı tam olarak verildi.
4- "O, onların yaptıklarını en iyi bilendir." Yani yüce Allah, kulların dünyada yaptıklarını, herhangi bir kâtibe, hesapçıya veya şahide ihtiyacı bulunmaksızın bilendir. Kıyamet günü amel defterinin, peygamberlerin ve şahitlerin getirilmesi ise, kişinin ileri sürebileceği mazeretlere mahal bırakmamak içindir. Bu hükmün zikredilmesinin sebebi, Allah Tealâ'nın, tam bir ilme dayanarak hak ile hüküm vereceğine ve dolayısıyla Onun vereceği bu hükümde herhangi bir hata bulunması ihtimalinin söz konusu olmadığına delâlet etmesidir. Ayetten maksat, her mükellefin hak ettiğine ulaşacağını açıklamaktır. [95]
Bu ayetler aşağıdaki sonuçlara götürmektedir:
1- Kıyamet günü Sur'a iki kere üflenecektir. Bunlardan ilkinde bütün mahlukât ölecek, ikincisinde fte diriltilecektir. Sur'a üfürecek olan, İsrafil (a.s.)'dir. Bu görevinde Cibril'in de onunla birlikte olacağı söylenmiştir. Bunun dayanağı ise İbni Mace'nin Sünen inde yer alan şu Ebû Sa'îd Hudrî (r.a.) rivayetidir: Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Sur'un iki sahibinin ellerinde iki boynuz bulunur. Ne zaman (onlara liflemekle) emrolunacaklarını dikkatle gözleyip durmaktadırlar." Yine bu görüşün bir diğer dayanağı da, yine Ebû Sa'îd el-Hudrî (r.a.)'den Ebu Davud tarafından rivayet edilen şu hadistir: Rasulullah (s.a.), Sur sahibini (Sur'a üfleyecek olanı) zikretti ve şöyle buyurdu: "Onun sağında Cebrail, solunda da Mikâil vardır."
2- "Ancak Allah 'm dilediği kaldı." ayetindeki istisnanın kimler olacağı hakkında ihtilâf edilmiştir. Bir görüşe göre onlar, Arş etrafında kılıçlarını çekmiş olarak duran şehitlerdir. Bu görüşün dayanağı, Kuşeyrî'nin zikrettiği nıerfu Ebu Hureyre (r.a.) hadisi ile Sa'lebî'nin zikrettiği Abdullah b. Ömer (r.a.) hadisidir. Bir diğer görüşe göre ise bunlar, Cibril, Mikâil, İsrafil ve ölüm meleği (Azrail)'dir. Hepsine selâm olsun. Bu görüşü benimseyenlerin dayanağı ise Sa'lebî ve Nahhâs'ın zikrettikleri şu Enes (r.a.) hadisidir: Hz. Peygamber, "Sur'a üflendi, göklerde ve yerde olanlar düşüp bayıldı. Ancak Allah'ın dilediği kaldı." ayetini okudu. Sahabe, "Ey Allah'ın nebisi! Allah Tealâ'nın bu ayette istisna tuttukları kimlerdir?" diye sordular. Şöyle buyurdu: "Onlar Cibril, Mikâil, İsrafil ve ölüm meleğidir." Sonra Hz. Peygamber şöyle anlattı: "Cibril'e, İsrafil, Mikâil ve ölüm meleğinin canını alması emredilir. Sonra da Allah Tealâ, Cibril'in canını alır." Bu hadisin devamında şöyle buyurulmaktadır: "Bunlar içinde en son ölecek olan, Cibril (a.s.)'dir."
Kurtubî der ki: "Bu hadisler içinde en sahihi, istisnanın şehitler olduğunu bildiren Ebu Hureyre (r.a.) hadisidir. Katâde ise şöyle demiştir: "Burada istisna tuttuğu kimselerin kimler olduğunu en iyi Allah bilir."
3- Ba's, yer ve gök ehlinin kabirlerinden diriltilmesi, beden ve ruhlarının kendilerine iade edilmesi suretiyle olacaktır. Onlar, bu şekilde dirildik-ten sonra kalkıp, kendilerine ne emredileceğine bakacaklardır. Yahut kendilerine ne yapılacakları bekleyeceklerdir.
4- Mahşer yeri, Allah Tealâ'nın, kulları arasında hak ile hüküm vermesinden dolayı aydınlanacak ve ışıklanacaktır. Zulüm karanlık, adalet ise aydınlıktır. Yahut da mahşer yeri, Allah'ın yaratacağı ve kendisiyle yeri ışıkladıracağı bir nur ile aydınlanacaktır.
Ebû Ca'fel en-Nahhâs şöyle demiştir: "Yüce Allah'ın "Yer, Rabbinin nuru ile parladı." kavl-i ilâhisini, sahih tariklerle gelen şu merfu hadis açıklamaktadır: "Sizler, Allah Azze ve Celle'ye bakacaksınız. O'nu görme konusunda haksızlığa uğramayacaksınız." Yani izdiham olmadan, bu konuda sıkıntıya düşmeden O'nu göreceksiniz.[96]
5- Kıyamet günündeki muhakeme hususunda şu yedi şey söz konusudur: Amel defteri kişinin sağına veya soluna konacak, peygamberler ve şahitler gelecek ve ümmetlerin, kendilerine gönderilen peygamberlerin davetine icabet edip etmediği kendilerine sorulacak, insanlar arasında adalet ve doğrulukla hüküm verilecek, insanlar haksızlığa uğratılmayacak, iyilikleri eksiltilmeyecek ve kötülükleri artırılmayacak, her nefis, işlediği hayır veya şerrin karşılığım tam olarak alacaktır, her bir nefsin dünyadayken neler yaptığını Allah en iyi bilir. [97]
71- İnkâr edenler bölük bölük cehenneme sürüldü. Oraya geldikleri zaman cehennemin kapıları açıldı, cehennem bekçileri onlara şöyle dedi: "Kendi aranızdan, Rabbinizin ayetlerini size okuyan ve sizi, bu gününüzle karşılaşacağınız hakkında uyaran elçiler gelmedi mi?"
"Evet, geldi." dediler. "Ama kâfirlere azap sözü hak oldu „
72- "O halde içinde ebedi kalmak üzere cehennemin kapılarından girin. Kibirlenenlerin yeri ne kötüy-müş!" denildi.
73- Rabblerinden korkanlar ise bölük bölük cennete sevkedildi. Kapıları daha önce açılmış bulunan cennete vardıklarında onun bekçileri onlara, "Selâm size! Tertemiz geldiniz. Ebedi kalmak üzere buraya girin" dediler.
74- Cennetlikler de, "Bize verdiği sözü yerine getiren ve bizi, dilediğimiz yerde oturacağımız bu cennet yurduna varis kılan Allah'a hamdol-sun. İyi amelde bulunanların mükâfatı ne güzelmiş!" dediler.
75- Meleklerin de Arş'ın çevresinde dönerek Rabblerini hamd ile andıklarını görürsün. İnsanlar arasında hak ile hükmedilir ve "Hamd, alemlerin Rabbine mahsustur." denilir.
"İnkâr edenler bölük bölük cehenneme sürüldü." ve "Rabblerinden korkanlar ise bölük bölük cennete sevkedildi." cümleleri arasında mukabele (karşılıklılık) vardır. Burada mutlu kimselerin durumu ile bedbahtların
durumu karşılaştırılmaktadır. Daha önce de geçtiği gibi mukabele, cümlenin bir ya da daha fazla anlamda gelmesi, sonra da bunun mukabili olan bir başka cümlenin tertip üzere gelmesidir.
"Kâfirlere azap sözü hak oldu." Burada zahir ifade, azabın kâfirlere mahsus olduğunu göstermek için zamir yerine gelmiştir.
"Bizi cennet yurduna varis kılan." Burada istiare yapılmış ve cennetliklerin durumu, varisin, mirasta dilediği gibi tasarruf edişine benzetilmiştir. [98]
"O inkâr edenler bölük bölük" Buradaki "zümer" kelimesi, işledikleri dalâlet ve şerrin miktarlarına göre belli bir şekilde dizilmiş, birbiri ardından gelen gruplar veya cemaatler demektir, "sürüldü." Buradaki "sika" kelimesi, "sevk"ten gelmektedir, horlamak ve hakir düşürmek için zor, serttlik ve şiddet kullanarak yürütmek anlamındadır. "Cehennem bekçileri onlara şöyle dedi." Kendilerini azarlayarak ve tahkir ederek. "Rabbinizin ayetlerini. " Kur'an ve diğer önceki semavi kitapları "okuyan ve sizi bu gününüze kavuşmakla uyaran" korkutan, "kendi aranızdan" sizler gibi insan olan "elçiler gelmedi mi?" Beyzavi şöyle demiştir: "Bu ayet, şeriat gönderilmeden önce insanların sorumlu tutulmayacaklarının delilidir. Zira burada cehennem bekçileri, cehennemlikleri azarlarken, kendilerine elçiler ve kitaplar gelmiş olmasına dayanmaktadırlar." "Ama kâfirlere azap sözü hak oldu." Onlar üzerine, Allah'ın azap sözü mutlaka gerçekleşecektir. Bu söz, onların işledikleri yüzünden mahkûm edilmeleri ve kendilerinin cehennemlik olması hasebiyle bedbaht olmalarıdır ki "Andolsun ben cehennemi cinlerden ve insanlardan dolduracağım." (Hûd, 11/119) ayetinde ifade edilmiştir.
"O halde içinde ebedi kalmak üzere" orada devamlı surette kalıcılar olarak "cehennemin kapılarından girin. Kibirlenenlerin yeri ne kötüymüş!" denildi." Burada, kendilerine söylenen bu sözün korkunç ve ürkütücü olması için bu sözün sahibinin kim olduğu belirtilmemiştir. Burada hazfedilmiş bir kelime vardır. Anlam şöyledir: Kibirlenenlerin yeri "olan cehennem ne kötüymüş!" Bu da, onların cehenneme girmelerinin sebebinin, hakkı kabul etmeyerek kibirlenmeleri olduğunu gösterir.
"Rabblerinden korkanlar ise bölük bölük cennete sevkedildi." Yani onlar ise, şeref ve tabaka üstünlüğü konusundaki farklılıklarına uygun bir şekilde gruplar halinde lütufla ve aceleyle cennete götürüldü. "Kapıları daha önce açılmış bulunan cennete vardıklarında" Yani onlara ikram olsun diye ve kendilerine ta'zim için, gelmelerinden önce cennetin kapıları onlar için açılmıştır, "onun bekçileri onlara selâm size!" Artık sizi hiçbir istenmeyen şey rahatsız etmeyecektir. "Tertemiz geldiniz." Masiyetlerin kirinden temizlenmiş olarak geldiniz. "Ebedi kalmak üzere buraya girin, dediler." Yani burada devamlı kalıcılar olarak veya burada ebedi olarak kalmaları takdir edilmiş kimseler olarak. Buradaki "fe'dhulûhâ" ifadesinin başındaki
"fe" harfi, onlann cennete girmelerinin ve orada devamlı kalmalarının sebebinin, tertemiz olmaları olduğunu göstermek için gelmiştir. Bu durum, isyankâr olanın, Allah Tealâ'nm affetmesiyle cennete girmesine mani değildir. Çünkü Allah Tealâ onu da temizletecektir.
"Cenetlikler de, "Bize verdiği sözü yerine getiren" öldükten sonra bizi dirilteceğine, bize mükâfat ve cenneti vereceğine dair sözünü, "ve bizi, dilediğimiz yerde oturacağımız", bu geniş cennette, dilediğimiz yerde konaklayacağımız. Bununla birlikte cennette, sahiplerinin, gelenlere mani olmayacağı dereceler vardır, "bu cennet yurduna varis kılan" oraya sahip kılan ve istediğimiz gibi tasarruf etmemiz konusunda bizi serbest bırakan; burada cennetliklerin durumu, kendisine miras kalan malda istediği şekilde tasarrufta bulunan varise -istiare yoluyla- benzetilmiştir. "Allah'a ham-dolsun." Bu ifade, daha önce geçen "izâ" harfinin mukadder fiiline atfedil-miştir. Takdiri ifade, "Oraya girdikleri zaman"dır. "iyi amelde bulunanların mükâfatı ne güzelmiş dediler." Yani cennet.
"Meleklerin Arş'ın çevresinde" her yönden, "dönerek" Arş'm etrafını kuşatmış olarak. "Rabblerini hamd ile andıklarını" "Sübhânallâhi ve bi ham-dihî" diyerek Rabblerine hamd ve O'nu her türlü noksanlıktan tenzih ettiklerini "görürsün." Bu, ikinci bir hal cümlesi veya ilk hal cümlesini kayıtlayan bir cümledir. Kastedilen şudur: O'nu, celâl ve ikram sahibi olmak şeklindeki iki vasfıyla zikrederek ve bundan tad alarak. Bu cümlede, yüce alemlerin (ılliyyûn) derecelerinin sonunun ve onların en büyük lezzetlerinin, Hakk (c.c.)'m sıfatlarıyla baştan başa kaplanmak olduğu hissi uyandırılmaktadır.
"İnsanlar arasında hak ile hükmedilir." Bütün mahlukât arasında adaletle hüküm verilir ve bunun neticesi olarak müminler cennete, kâfirler ise ateşe sokulur, "ve "Hamd, alemlerin Rabbine mahsustur." denilir." Yani aramızda hak ile hükmettiği için alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun. bu sözün sahibi, aralarında hüküm verilen müminler yahut meleklerdir ve bu sözü onların söyledikleri belli olduğu için ve kendilerine tazim olsun diye açıkça zikredilmemişlerdir. Kısacası bu sure, her iki zümrenin (müminler ve kâfirler) nihai konak yerlerine gitmeleri üzerine "el-hamdü lillah" kelimesi ile bitirilmektedir. [99]
"Herkese yaptığının karşılığı tam verildi" buyurulduktan ve kıyamet ehlinin durumları kısaca anlatıldıktan sonra, bu ayetlerde de Allah Tealâ, mükâfat alacaklar ile cezalandırılacakların durumlarını tafsilatlı olarak açıklamaktadır. Ardından da Arşı çevreleyen, Rabblerini hamd ile teşbih, her türlü noksanlıktan tenzih eden ve her iki zümrenin cennete ve cehenneme girmesinden sonra, nimetleri ve mahlukât arasında hak ile hüküm verdiği için "Hamd alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur." diyen meleklerin heybetli görüntüsünü vurgulamaktadır. [100]
Allah Tealâ, bedbaht kâfirlerin durumunu ve onların cehenneme nasıl sürüleceklerini haber vererek şöyle buyurmaktadır:
"İnkâr edenler bölük bölük cehenneme sürüldü." Yani kâfirler, elebaş-larıyla birlikte, zorla, tehdit ve tahkir edilerek kimisi kimisinin arkasından gelecek şekilde belli bir tertiple dizilmiş gruplar halinde ve her grubun başında bir lider olacak şekilde -ki o lider, onların küfürdeki ele başları ve kendilerini küfre çağıran kimsedir- cehenneme sürüleceklerdir. "O gün cehennem ateşine itilip kakılırlar" (Tür, 52/13) ayetinde de benzeri bir anlatım vardır. Yani cehennem ateşine itile itile götürülürler.
"Oraya geldikleri zaman cehennemin kapıları açıldı." Yani bu durumda oraya geldikleri zaman cehennemin yedi kapısı, bir an önce onlar içeri girsinler de azabını tatsmlas ve ateşini onlara mahsus kılsın diye ardına kadar açılır.
"Cehennem bekçileri onlara şöyle dedi: "Kendi aranızdan, Rabbinizin ayetlerini size okuyan ve sizi, bu gününüzle karşılaşacağınız hakkında uyaran elçiler gelmedi mi?" Yani cehennemin ateşini muhafaza eden, kuvvetli ve şiddetli zebani meleklerden olan cehennem bekçileri aşağılayarak, hor-layarak ve azarlayarak onlara şöyle dediler: "Size, yine sizin gibi insan olan, kendileriyle konuşma ve bir şeyler alıp öğrenme imkânına sahip olduğunuz, sizi çağırdıkları dinin doğruluğunu gösteren ayetleri okuyan ve sizi bu günün şerrinden sakındıran peygamberler gelmedi mi? Onlar sizi şu yaşadığınız gün ile korkutmadılar mı?
"Evet geldi." dediler. Ama kâfirlere azap sözü hak oldu." Yani kâfirler, onlara itirafta bulunarak ve şöyle diyerek cevap verdiler: "Evet! O elçiler bize geldiler, bizi bu günden korkuttular ve bize hüccet ve burhanlar gösterdiler. Ama biz onları yalanladık ve kendilerine muhalefet ettik; Allah'a karşı kâfir olan ve O'na şirk koşan kimselere ise azap sözü gerekli oldu. Bu azap sözü, Allah Tealâ'nın, "Andolsun, ben cehennemi hep cinlerden ve insanlardan dolduracağım." (Hûd, 11/119) kavl-i ilâhisidir.
Bu ayetin bir benzeri, şu ayettir: "Her topluluk onun içine atıldıkça, onun bekçileri onlara, "Size bir uyarıcı gelmedi mi?" diye sordu. Dediler: "Evet! Bize uyarıcı geldi. Ama biz yalanladık ve "Allah hiçbir şey indirmedi; siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz." dedik. Ve dediler ki: "Eğer biz onların sözlerini dinleseydik, yahut düşünüp anlasaydık, şu çılgın ateşin halkı arasında bulunmazdık." (Mülk, 67/8-10).
Kâfirlerin bu itirafından sonra cehennem bekçileri onlara, haklarındaki hükmü açıklayarak şöyle mukabele ettiler:
"O halde, içinde ebedî kalmak üzere cehennemin kapılarından girin. Kibirlenenlerin yeri ne kötüymüş?" Yani cehennem ateşinin koruyucusu olan melekler, onlara şöyle diyecek: "Sizin için açılan ve içinde ebedî kalmanız Allah tarafından takdir edilen cehennemin kapılarından girin. Sizin için oradan çıkış olmadığı gibi, onun ateşi için zeval bulmak da yoktur. Dünyadayken hakka ittaba etmeyip büyüklenmeniz sebebiyle bu cehennem ne kötü ve sürekli bir kalma yeridir!
Burada ayetin aslında bu sözü söyleyenin müphem ve mutlak bırakılması ve sözün, muayyen birisine nispet edilmemesi, kâinatın, onların, adalet sahibi ve her şeyden hakkıyla haberdar olan Allah'ın hükmetmesiyle bu azabı hakettiklerine şahit olduğunu göstermek içindir.
Daha sonra Allah Tealâ, müminlerin, cenete sevkedildikleri zamanki durumunu haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Rabblerinden korkanlar ise, bölük bölük cennete sevkedildi." Yani melekler, müminleri ikram, teşrif, jıürmet ve muhabbetle grup grup cennete sevkedecek. Önce Mukarrebûn, ardından Ebrâr, sonra bunların ardından gelenler, sonra da bunların ardından gelenler... Her grup, kendi benzerleri ile birlikte, yani peygamberler peygamberlerle birlikte, sıddıklar sıddıklar-la birlikte, şehitler birbirleriyle beraber, alimler kendi akranlarıyla bir arada cennete sevkedilecektir.
"Kapıları daha önce açılmış bulunan cennete vardıklarında..." Yani onlar, sırat köprüsünü geçtikten ve kendilerine dünyanın karanlıklarına ait bir kısım şeyler nakledildiken sonra cennetin sekiz kapısına vardıkları zaman, cennetin kapılarının kendilerini karşılamak üzere daha önceden açılmış olduğunu görecekler.
Sahih-i Müslim'de Enes (r.a.)'den şöyle nakledilir: "Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Cennet hakkında ilk şefaatçi ben olacağım." Hadisin bir diğer şekli de şöyledir: "Cennetin kapısını ilk çalan ben olacağım."
Buhari ve Müslim, Ebu Hureyre (r.a.)'de naklen Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Ümmetimden yetmiş bin kişilik bir zümre cennete girer. Yüzleri ayın öndördüncü gece ışıdığı gibi ışık saçar." O anda Ukâşe b. Muhsin (r.a.) kalktı ve "Ya Rasulallah! Allah'a dua edin de beni onlardan kılsın." dedi. Hz. Peygamber, "Allah'ım! Onu onlardan kıl." buyurdu. Ardından Ensar'dan bir adam ayağa kalktı ve "Ya Rasulallah! Allah'a, beni onlardan kılması için dua edin." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Bu konuda Ukâşe seni geçti" buyurdu."
Yine Sahih-i Müslim'de Ömer b. Hattâb (r.a.)'dan şöyle rivayet edilmiştir: Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Sizden hiç kimse yoktur ki, abdest alsın ve abdestinde mübalağa yapsın -veya abdest azalarını tastamam yıkayarak abdest alsın- sonra da "Eşhedü en lâ İlahe İllallah ve Enne Muhammeden Abduhû ve Resûlüh" desin de, kendisi için, dilediğinden içeri gireceği sekiz cennet kapısı açılmasın."
Yine Buhari ve Müslim, Sehl b. Sa'd (r.a.)'dan şöyle rivayet etmişlerdir: Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Cennette sekiz kapı vardır. Onlardan birisine er-Reyyân denir ki, oruçlulardan başkası oradan giremez."
İmam Ahmed de Hasan vasıtasıyla Mu'âz (r.a.)'dan şöyle rivayet etmiştir: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Cennetin anahtarları, Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet etmektir."
"Onun bekçileri onlara, "Selâm size! Tertemiz geldiniz. Ebedi kalmak üzere buraya girin" dediler." Yani cennetin bekçileri müminlere şöyle dediler: "Her türlü afet, sıkıntı, dert, ibtilâ sizden uzak oldu artık. Amelleriniz ve sözleriniz tertemiz, dünyadaki gayretiniz tertemiz oldu. Şirk ve masi-yetlerle kirlenmediniz. Ahiretteki mükâfatınız da buna uygun oldu! Nitekim İmam Ahmed, Tirmizî ve Hâkim'in Hz. Ali (r.a.)'den rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber bazı gazvelerde, müslümanlar arasında şöyle çağrı yapılmasını emir buyurmuştur: "Cennete, müslüman -veya mümin- nefisten başkası giremez." O halde, içinde ebedî kalmak üzere cennete girin! Cennette ne zeval, ne de bir değişiklik vardır. Yine orada ne ölüm, ne de yok oluş söz konusudur.
"Cennetlikler de, "Bize verdiği sözü yerine getiren ve bizi, dilediğimiz yerde oturacağımız bu cennet yurduna varis kılan Allah 'a hamdolsun. Çalışanların ücreti ne güzelmiş!" dediler." Yani salih ameller işleyen muttaki müminler, cenneti ve içindeki devamlı nimetleri, bol mükâfatı görünce şöyle dediler: "Hamd ve şükür, azamet sahibi olan Allah'a ait. O dirilme ve cennetle mükâfatlandırılma konusunda bize verdiği sözü yerine getirdi ve kerem sahibi elçileri vasıtasıyla bize vaad ettiği şeyi gerçek kıldı. Nitekim onlar dünyadayken şöyle dua etmişlerdi: "Rabb'imiz! Bize, elçilerine vaad ettiğini ver, kıyamet günü bizi rezil perişan etme. Zira sen, verdiğin sözden caymazsın." (Al-i İmrân, 3/194), "Dediler ki: "Bizden tasayı gideren Allah'a hamdolsun, doğrusu Rabb'imiz, çok bağışlayan, çok karşılık verendir. O ki, lütfuyla bizi durulacak yurda kondurdu. Orada bize ne bir yorgunluk dokunur ve ne de orada bize bir usanç dokunur." (Fâtır, 35/34-35).
Artık cennet bütünüyle onların olmuş gibi oraya sahip oldular ve orada diledikleri gibi yaşayacaklardır. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Arza mutlaka iyi kullarım varis olacak diye yazmıştık." (Enbiyâ, 21/105).
Nereye dilersek oraya gideriz. Cennette, dilediğimiz meskene dilediğimiz gibi sahip oluruz. Amelimize karşılık aldığımız bu karşılık, ne güzel bir karşılıktır! Ve cennet, çalışanların ne güzel karşılığıdır! Buhari ve Müslim'de Enes (r.a.)'den, Miraç kıssası meyanında şöyle rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Cennete sokuldum. Bir de baktım ki, kubbeleri[101] inci, toprağı misk."
Daha sonra Allah Tealâ, Arş'ı kuşatmış olan meleklerin durumunu haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Meleklerin de Arş'ın çevresinde dönerek Rabblerini hamd ile andıklarını görürsün. İnsanlar arasında hak ile hükmedilir ve "Hamd, alemlerin Rabbine mahsustur." denilir." Yani ey mutlu mümin! Melekler cemaatinin, yüce Arş'ın etrafında, onu kuşatarak döndüklerini ve Allah'ın teşbih (O'nu bütün noksanlıklardan tenzih) ettiklerini, O'na hamd, O'nu ta'zim ve takdis ettiklerini, O'na, bahşettiği nimetler ve fazlu keremi için "Sübhânallâhi ve bi hamdihî" diyerek teşbih ettiklerini görürsün.
Manzara şudur: Allah Tealâ, kullar arasında adaletle hüküm vermiş, bir kısmını cennete, bir kısmını da cehenneme sokmuştur. İnsan ve cin müminler, melekler ve bütün kâinat, müminler ile cehennem ehli arasındaki -hata söz konusu olmayan mutlak hak ile verdiği- hükmü, adaleti ve kazası sebebiyle âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd ve şükretmektedirler.
Bu son ayette geçen sözü söyleyenin kim olduğu da -daha önce geçen ayette olduğu gibi- belirtilmemiştir. Bunun sebebi, bütün mahlukâtm O'na hamd ile şahitlik ettiğini göstermesi içindir. Katâde şöyle demiştir: "Mah-lukât, Kur'an'daki sözlerini "Hamdolsun o Allah'a ki, gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve aydınlığı var etti." ayetinde ifadesini bulduğu üzere hamd ile başlatmış, "İnsanlar arasında hak ile hükmedilir ve "Hamd, alemlerin Rabbine mahsustur." denilir." ayetinde ifadesini bulduğu üzere yine hamd ile bitirmiştir.
Bu ayet hakkında denebilir ki, müminler, ilk olarak vaadini yerine getirdiği, kendilerini cennete, orada dilediklerini yapabilecekleri şekilde yerleştirdiği için, ikinci olarak da, bütün insanlar arasında adaletle ve hakla hüküm verdiği için Rabblerine hamdetmektedirler. [102]
Bu ayetler aşağıdaki hususları beyan etmektedir:
1- Her nefis, amelinin karşılığını tam olarak alacak ve bunun sonucu olarak kâfirler cehenneme, müminler de cennete sevkedileceklerdir.
2- Cehennem ehli, ateşe, küçük düşürülüp tahkir edilmek için süratle ve itilip kakılarak sürüleceklerdir. Onlar bu esnada, birbirlerinin ardından giden muhtelif gruplara ayrılmış durumdadırlar. Cehenneme vardıkları sırada cehennem kapıları açılacak ve cehennemin bekçileri, kendilerini azarlayıp tahkir ederek şöyle diyeceklerdir: "Size, sizin için indirilen kitapları tebliğ etmek ve sizi, bu anı yaşamakla korkutmak için kendi cinsinizden peygamberler gelmedi mi?"
3- Cehennem ehli onlara şöyle cevap verecektir: "Peygamberlerin gelmesiyle bize hüccet gönderildiğini ikrar ve itiraf ediyoruz. Ama, "Andolsun, ben cehennemi, hep cinlerden ve insanlardan dolduracağım" (Hûd, 11/119) kavl-i ilâhisi nedeniyle kâfirlere azap gerekli olmuştur.
4- "Kendi aranızdan size Rabbinizin ayetlerini okuyan... elçiler gelmedi mi?" ayeti göstermektedir ki, kendilerine şeriat gönderilmeden önce hiç kimse ilâhi tekliflerle ve hükümlerle sorumlu tutulmayacaktır. Çünkü bu ayette melekler beyan etmektedir ki, kendilerine peygamberler -hepsine selâm olsun- geldikten sonra kâfirler için herhangi bir mazeret kalmamıştır. Dolayısıyla eğer insanın azaba müstehak olması için kendisine peygamber gönderilmesi (ve peygamberi yalanlaması) şart olmasaydı, bu sözün hiçbir faydası bulunmayacaktı.
5- Kâfirlerin bu cevabını duyduktan sonra melekler şöyle diyecekler: "O halde içinde ebedi kalmak üzere cehennemin kapılarından girin. Kibir-lenenlerin yeri ne kötüymüş!"
6- Şehitler, zahitler, ulema, kurra ve Allah Tealâ'nın azabından korunan ve O'na itaat eden diğer muttakiler, lütuf, saygı ve ikram ile cennete kılavuzluk edilerek getirilecektir. Onlar, cennetin kapılarını, kendileri için daha önce açılmış olarak bulacaklardır: "Kapıları kendilerine açılmış Adn cennetleri." (Sâd, 38/50). Burada cennet bekçileri, cennetliklere şu üç sözü söyleyecek:
Birincisi: "Selâm size!" Bu sözle onlar cennetliklere, her türlü afetten selâmette olduklarını müjdelemektedirler.
İkincisi: "Tertemiz geldiniz." Masiyetlerin çirkinliğinden ve günahların pisliğinden temizlenmiş olarak geldiniz.
Üçüncüsü: "fe'dhulûhâ hâlidîn" (Ebedi kalmak üzere buraya girin..) Burada cümlenin "fa" harfi ile ta'lili, onların cennete girişinin sebebinin, temiz ve pâk olmaları olduğuna delâlet etmektedir.
7- Cehennemlikler için cehennem kapılarının açılacağını ifade eden ayette ifade "vav" harfi ile başlamazken, cennetlikler için cennetin kapılarının açıldığını anlatan ifade bu harf ile başlamaktadır. Bu da cehennemliklerin tahkir edilmeleri ve ateşin onlara mahsus olduğunu göstermek içindir. Buna karşılık bu durum, cennetliklerin de mutlu bir hayat süreceklerini anlatır hürmet ve ikram bildirir. Bu sebeple cehennemin kapıları, ancak cehennemlikler gireceği zaman açılacaktır. Buna karşılık cennetin kapıları ise, cennetlikler oraya varmadan açılmış olacaktır. Yukarıda değindiğimiz gibi, "vav" harfi bu sebeple gelmiştir. Burada sanki şöyle denmiş olmaktadır: "Cennetlikler oraya gittikleri zaman cennetin kapıları önceden açılmış olacak."
8- Melekler, muttaki kullara yukarıda zikrettiğimiz üç cümleyle hitap ettiği zaman muttakiler bu esnada ve cennete girdikten sonra şöyle diyeceklerdir: Bize cennet nimetlerini vereceği ve bizi cennet arzına varis kılacağı konusundaki sözünde duran Allah'a hamdolsun. İyi kimselere verilen ve bize bahşedilen bu mükâfat ne güzel bir karşılıktır!
9- Arş'ı
çevrelemiş olan melekler onun etrafında dönerek Allah Te-alâ'yı hamd ile teşbih
ederler. Onların bu teşbihi, ibadet kastıyla değil, teşbihin tadına varmış
olarak yapılır. Yani onlar, cennetlikler ile cehennemlikler arasında adaletle
hüküm veren Rabblerine şükretmek için Arş etrafında dua ederler ve müminler,
melekler ve benzerleri şöyle derler: "Bize ulaşan nimet ve ihsanı ve bize
zulmedenlere karşı bize yaptığı ettiği
için Allah'a hamdolsun. Râzî, "ve kudiye beynehum bi'l-hakk"
ayetinin, melekler arasında adaletle hükmedildiğini anlattığını söylemiştir.
Bu, melekler için de muhtelif derece ve farklı mertebelerin söz konusu olduğunu
gösterir. Şu halde onların her biri için, ma'rifet ve taat dereceleri konusuda
belirli bir sınır vardır ki, onlardan hiçbiri kendisi için tayin edilmiş
bulunan bu sınırı geçemez ve aşamaz.[103]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/241.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/241.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/241-242.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/243.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/244-245.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/245.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/245-247.
[8] Ahkâmu'l-Kur'an, IV/1644.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/247-248.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/249.
[11] Yani "sümme" (sonra) edatı, zaman itibariyle
olarak birbirinin peşi sıra gelmede tertibi ifade ettiği gibi, mutlak tertibi
de ifade eder. Burada ma'tufun aleyh (ifadenin kendisine atfedildiği) cümle,
mukadder "onu yarattı" cümlesidir.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/249-251.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/251.
[14] Bu, Razî'nin görüşüdür.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/251-254.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/254-256.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/257.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/257-258.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/258.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/258.
[21] Burada kastedilenin, nafile namazlar olduğu açıktır,
(çev.)
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/259-260.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/260-262.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/264.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/264-265.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/265-266.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/266.
[28] Ayetteki "Allâhe a'budu" ifadesinde meful
olan "Allah" kelimesinin fiilden önce gelmiş olması kasr ifade eder.
Yani cümleye, "Ben Allah'tan başkasına kulluk etmiyorum." şeklinde
bir anlam kazandırır.
[29] Bu kelime "Tevâğît" şeklinde de okunmuştur.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/266-270.
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/270-272.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/273.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/273.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/273-274.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/274.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/275-276.
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/276-277.
[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/277.
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/277.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/277-280.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/280-281.
[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/282-283.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/283.
[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/283-286.
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/286-287.
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/289.
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/290.
[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/290.
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/291.
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/291-294.
[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/294-295.
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/296.
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/296-297.
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/297.
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/297.
[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/297-299.
[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/299-300.
[58] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/302.
[59] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/302-303.
[60] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/303.
[61] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/303-304.
[62] Zemahşerî, 111/33.
[63] Razî, XXVI/286.
[64] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/304-309.
[65] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/309-311.
[66] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/312.
[67] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/312-313.
[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 12/313.
[69] Buradaki
"istidrac"m anlamı şudur: Hakkı ve hakiki değeri olmadığı halde ve
yeteneksizliğine rağmen bir kimsenin çok nimete mazhar olması ve bu sebeple
küfür ve isyana devam etmesi ile azaba ve ilâhi gazaba yaklaşması. (Çev.)
[70] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/313-315.
[71] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/315-316.
[72] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/317-318.
[73] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/318.
[74] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/318-319.
[75] Tercümeye esas alman metinde
bir hata vardır. Şöyle ki: Hadisin bu son cümlesi İmam Ahmed'in
"MüsnecTinde (V/275), Heysemî'nin "Mecmau'z-Zevâid"inde
(VII/100) ve daha pek çok kaynakta "İllâ men eşreke" şeklinde iken
-ki tercümesi yukarıda verildi-, yazar bunu "Elâ, ve men eşreke"
şeklinde zikretmiştir. Bu takdirde ifadeden tam aksi bir anlam çıkmaktadır.
Buna göre Hz. Peygamber, "Dikkat edin! Şirk koşan kimse için de böyledir"
buyurmuş olmaktadır.
Müellifin bu hatası İbni Kesir tefsirinden
kaynaklanmış olmalıdır. Çünkü mezkur tefsirde de (IV/58) cümle —muhtemelen
müstensih veya baskı hatası sonucu— bu şekildedir. Zira yukarıda adını
verdiğimiz iki kaynak dışındaki pek çok eserde bu ifade "İllâ ve men
eşreke" şeklinde arada "vav" harfi mevcut olarak geçmektedir.
(Bkz. Zeyla'î, "Tahrlcu Ahâdîsi'l-Keşşâf, III/205.) Dolayısıyla "Şirk
koşan hariç." cümlesi şirk koşup da tevbe etmemiş olan kişi hariç,
şeklinde anlaşılmalıdır, (çev.)
[76] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/319-320.
[77] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/320-321.
[78] İbni Kesir, IV/59.
[79] İbni Kesir, IV/59.
[80] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/321-323.
[81] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/323-324.
[82] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/325.
[83] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/325.
[84] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/326.
[85] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/326-327.
[86] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/328.
[87] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/328-329.
[88] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/330.
[89] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/330.
[90] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/330-333.
[91] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/333-334.
[92] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/335.
[93] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/335-336.
[94] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/336.
[95] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/336-338.
[96] Bu hadisin metninde geçen
"lâ tudâmmûne" kelimesi dört ayrı tarzda rivayet edilmiştir: Lâ
tudâmûne, lâ tudârûne, lâ tudâmmûne, lâ tudârrûne. Bu son şekil, "Size herhangi
bir zarar ulaşamaz." demektir.
[97] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/338-339.
[98] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/340-341.
[99] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/341-342.
[100] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/342-343.
[101] Yani inci kubbeler. Burada
geçen "cenabiz" kelimesinin tekili "cunbeze "dir ki, kubbe
gibi yüksek ve yuvarlak olan şeylere denir. Bu cümleden olarak, "Mekanun
mucned" denir ki, "Yüksek yer" demektir, (bkz. Lisanu'l-Arab)
[102] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/343-346.
[103] Razî, XXVII/24.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/346-348.