ZÜMER SURESİ 3

Surenin İsmi: 3

Önceki Sureyle İlişkisi: 3

Surenin Muhtevası: 3

Surenin Fazileti: 4

Kuranın Kaynağı Ve İbadeti Yalnız Allah'a Has Kılmanın Emredilmesi: 4

Kelime ve ibareler: 4

Nüzul Sebebi: 4

Açıklaması: 4

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 5

Tevhidin Ve İlâhî Kudretin, Delillerinden Birkaçı: 6

Belagat: 6

Kelime ve İbareler: 6

Ayetler Arası İlişki: 7

Açıklaması: 7

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 9

Kâfirlerin Çelişkisi, Müminlerin Tutarlılığı: 9

Belagat: 10

Kelime Ve İbareler: 10

Nüzul Sebebi: 10

Ayetler Arası İlişki: 10

Açıklaması: 10

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 11

İbadet Konusunda Müminlere Nasihat, Müjde Ve Putlara Kulluk Edenlere Tehdit: 12

Belagat: 12

Kelime ve İbareler: 13

Nüzul Sebebi: 13

Ayetler Arası İlişki: 13

Açıklaması: 14

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 16

Dünyanın Durumu: 17

Kelime ve İbareler: 17

Ayetler Arası İlişki: 17

Açıklaması: 17

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 18

İslam İle Hidayete Ermek: 18

Belagat: 18

Kelime ve İbareler: 18

Nüzul Sebebi: 19

Ayetler Arası İlişki: 19

Açıklaması: 19

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 20

Kuranın Arapça Olması Ve Ondaki Misaller: 21

Kelime ve İbareler: 21

Ayetler Arası İlişki: 21

Açıklaması: 22

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 23

Yalanlayanlara Tehdit, Tasdik Edenlere Müjde: 24

Belagat: 24

Kelime ve İbareler: 24

Nüzul Sebebi: 25

Ayetler Arası İlişki: 25

Açıklaması: 25

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 26

Putlara Kulluk Edenlerin Tuttukları Yolun Yanlışlığı Ve Tehdit Edilmeleri: 27

Belagat: 27

Kelime ve İbareler: 27

Nüzul Sebebi: 27

Ayetler Arası İlişki: 27

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 28

Allah Teala'nın Sonsuz Kudretinin Ve Mutlak İlminin Tezahürleri: 29

Belagat: 29

Kelime ve İbareler: 29

Nüzul Sebebi: 30

Ayetler Arası İlişki: 30

Açıklaması: 31

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 33

İnsanın, Sıkıntı Anında Dua Etmesi, Nimete Kavuşunca İnkâra Sapması Ve Rızkın Sadece Allah'ın Elinde Olması: 34

Belagat: 34

Kelime ve ibareler: 34

Ayetler Arası İlişki: 35

Açıklaması 35

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 36

Günahların Tevbe Ve İhlasla Yapılan Amel Karşılığında Bağışlanması: 36

İ'râb: 36

Belagat: 36

Kelime ve İbareler: 37

Nüzul Sebebi: 37

Ayetler Arası İlişki: 38

Açıklaması: 38

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 39

Yalanlayan Müşrikler İle Takva Sahibi Müminlerin Kıyamet Günündeki Durumu: 40

Kelime ve İbareler: 40

Ayetler Arası İlişki: 40

Açıklaması: 40

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 41

Ulûhiyyetin Ve Tevhidin Delilleri: 41

Belagat: 41

Kelime ve ibareler: 41

Nüzul Sebebi: 42

Ayetler Arası İlişki: 42

Açıklaması: 42

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 44

Sura İki Kere Üflenmesi, Anlaşmazlıkların Çözümlenmesi Ve Herkese Hakkının Tam Verilmesi: 44

Belagat: 44

Kelime ve İbareler: 45

Ayetler Arası İlişki: 45

Açıklaması: 45

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 46

Mükafat Elde Edecekler İle Cezalandırılacakların Durumları: 47

Belagat: 47

Kelime Ve İbareler: 47

Ayetler Arası İlişki: 48

Açıklaması: 48

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 50


ZÜMER SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

Bu surenin "Zümer: zümreler" diye adlandırılışının sebebi, Allah Te-alâ'nın, bu surenin sonunda 71, 72. ayetlerde kâfir ve şakî zümrelerden kendilerini zelil ve hakir kılıcı ifadelerle ve 73, 75. ayetlerde ebedî mutlu­luğu haketmiş mümin zümrelerden kadr-u kıymetlerini yükselterek ve ik­ramla bahsetmesidir. [1]

 

Önceki Sureyle İlişkisi:

 

Bu surenin, kendisinden önceki (Sâd) süresiyle ilişkisi şu iki noktada kendisini göstermektedir:

1-  Allah Tealâ, bir önceki sure olan Sâd suresini, "O, alemler için bir öğütten başka birşey değildir." buyurarak bitirmekte, bu sureye de "Bu ki­tabın indirilmesi, Aziz ve hikmet sahibi Allah tarafındandır." diye başla­maktadır. Bu durumda adeta şöyle denmiş olmaktadır: "Bu Zikir, Allah ka­tından gelen bir indirmedir." Şu halde bu ikisi bir tek ayet gibidir ve arala­rında kuvvetli bir irtibat ve kaynaşma vardır.

2- Allah Tealâ Sâd suresinin sonunda Adem (a.s.)'in yaratılışı kıssası­nı, bu surenin ilk kısmında da başlangıçtan sonuna kadar bütün mahlukâ-tın ahvalini zikretmekte ve bunu, önceki surede zikredilen Hz. Adem'in ya­ratılışı ile ilişkilendirmektedir. [2]

 

Surenin Muhtevası:

 

Bu surenin konusu tevhid, Allah'ın varlığının ve birliğinin delilleri, vahiy ve Kur'an-ı Azim'dir.

Sure, Kur'an-ı Kerim'in Allah Tealâ'dan Rasulüne indirilişinin beyanı ile başlamakta, Hz. Peygamber (s.a.)'in, dini Allah'a has kılmakla emrolun-ması, Allah Tealâ'nın mahlukâta benzemekten tenzihi, müşriklerin, putları şefaatçi ilâhlar olarak görmesi ve onlara ibadeti, Allah'a ulaşmanın vesilesi sayması ve müşriklerin putlara tapmakla işledikleri cürüm zikredilmektedir.

Bunun ardından, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün ardarda gelmesinde, güneş ile ayın Allah'ın hükmüne boyun eğdirilmesi, insanın birbirini izleyen çeşitli evrelerden geçirilerek yaratılması gibi hu­suslar, Allah Tealâ'nın birliğine birer delil olarak ikame edilmektedir. Daha sonra da müşriklerin tabiatı ortaya konmakta ve darlık halinde Allah'a sığınmakla birlikte genişlik halinde O'nu unutması, kınayıcı ve ayıplayıcı bir üslûpla ortaya konmaktadır. Ardından da tekrar Allah'ın varlığına ve birliğine delâlet eden hususlara dönülerek yağmurun yağdırılması, bitkile­rin bitirilmesi gibi hususlar zikredilmektedir.

Bunun ardından müminlerle kâfirler arasında karşılaştırmalar yapıl­maktadır. Bunlardan ilkinin dünya ve ahirette mutlu olacağı, ikincisinin ise her iki dünyada da bahtsız olacağı ve azabı görünce yok olmayı temenni edeceği bildirilmektedir.

Daha sonra gelen ayetler Kur'an-ı Kerim'in azametini haykırmakta ve Allah'tan korkan müminlerin, o Kur'an'm ayetlerinden derilerinin ürperdi­ği ve Allah'ın zikri ile de derilerinin ve kalplerinin yumuşadığı dile getiril­mektedir. Müşrikler ise onların tam aksine Allah'ın birliğini işittiklerinde kalpleri katılaşır. Nitekim Kur'an, bu tarz misalleri ihtiva etmektedir; umulur ki insanlar düşünürler.

İşte bu misallerden, bir tek ilâh'a kulluk edenlerle, duymayan ve cevap vermeyen çeşitli ilâhlara kulluk edenlerin farkı açıkça ortaya çıkmaktadır. Bunlar, bir tek efendiye ait bulunan köle ile, üzerinde hak iddia edilen bir­çok efendisi bulunan köle gibidir. Daha sonra Allah Tealâ, Allah'ı bırakıp, birtakım putları -onlar hiçbir şeye malik olmayan ve düşünmeyen varlıklar olsalar da- kendilerine şefaatçiler edinen müşrikleri reddetmektedir.

Yine bu surede daha sonra Allah Tealâ, Hz. Peygamber (s.a.)'in ve as­habının ölümlerini haber vermekte ve ruhları görüp gözetenin kendisi ol­duğunu, bu ruhlardan bazısını ecelinde öldürdüğünü, bazısının ölümünü de başka bir ecele ertelediğini belirtmektedir.

Ardından, günaha düşenlere ümit kapısını açmakta ve onlara, tevbe ettikleri takdirde mağfiret edileceklerini vaad etmekte, peşisıra da Allah'a karşı yalan uyduran cehennemliklerin yüzlerinde kıyamet günü hüzün ve benzeri şeyler görüleceğini açıklamaktadır.

Bunu müteakiben kıyametin ahvali ve Sur'a iki kez üfleneceği açık­lanmakta, bunlardan birincisinin canlıları öldürmek, ikincisinin de kabir­lerden diriltmek için vuku bulacağı anlatılmakta, bundan sonra hak üzere hesap ve yargılama gelmekte ve her nefsin, işlediği şeyin karşılığını göreceği haber verilmektedir.

Nihayet sure, kıyamet günü insanların ikiye ayrılacağını bildirmek­tedir: Zümre zümre ve grup grup cehenneme sürülecek ve kıyametin deh­şetini müşahede edecek olan kâfirler ve zümre zümre ve grup grup cennet­lere sevkedilecek, melekler tarafından selâmlanacak, Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdetmeyi gerektiren sonsuz cennet nimetlerini müşahede ede­cek ve Arş'm etrafında dönerek Rabblerini hamd ile teşbih eden melekleri görecek olan müminler. [3]

 

Surenin Fazileti:

 

Nesâî, Hz. Aişe (r.a.)'den şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Rasulullah (s.a.) öyle uzun zaman oruç tutardı ki biz, "İftar etmek istemiyor" derdik. Öyle uzun zamanı da oruçsuz geçirirdi ki biz, "Oruç tutmak istemiyor." der­dik. Hz. Peygamber (s.a.) her gece Beni İsrail (yani İsra) ve Zümer sureleri­ni okurdu." [4]

 

Kuranın Kaynağı Ve İbadeti Yalnız Allah'a Has Kılmanın Emredilmesi:

 

1- Bu Kitab'ın indirilmesi Aziz ve Hakim olan Allah tarafındandır.

2- Biz sana bu Kitab'ı hak ile indir­dik; öyleyse sen de dini yalnız ken­disine halis kılarak Allah'a kulluk et.

3- İyi bil ki, halis din yalnız Allah'ın­dır. O'ndan başka veliler edinerek, "Biz bunlara sırf bizi Allah'a yaklaş­tırsınlar diye tapıyoruz." Diyenlere gelince; şüphesiz ki Allah onlar  arasında, ayrılığa düştükleri şeyde

hükmünü verecektir. Allah, yalancı,  nankör insanı doğru yola iletmez.

4- Eğer Allah çocuk edinmek is­teseydi, yarattıklarından dilediğini seçerdi. O bundan yücedir. O, tek ve kahredici Allah'tır.

 

Kelime ve ibareler:

 

"Bu Kitab'ın indirilmesi" Kur'an'm indirilmesi "Aziz" mülkünde kuv­vet sahibi olan. "Hakim" işinde hikmet sahibi olan, her şeyi uygun ve yerli yerinde yapan. "Allah tarafındandır."

"Biz sana" ey Muhammed "bu kitabı hak ile indirdik." Buradaki "hak ile" ifadesi, "indirdik" kelimesine mütealliktir. Yani "Biz sana bu Kitab'ı hakkı muhtevi ve ondan kaynaklanan bir tarzda indirdik. Veya hakkı ispat etmek, ortaya çıkarmak ve tafsil etmek için indirdik. "Öyleyse sen de dini yalnız kendisine halis kılarak Allah'a kulluk et." Dini yalnız ve yalnız O'na ait kılarak, şirk ve gösterişten arınmış olarak, yani Allah'ı birleyerek O'na kulluk et.

"İyi bil ki, halis din yalnız Allah'ındır." Yani arı duru din sadece Al­lah'ındır. O'ndan başkası bu dine müstehak değildir. Çünkü ilâhhk sıfat­larıyla muttasıf olan ve sırlara, gizliliklere muttali bulunan yegâne varlık O'dur. "O'ndan başka veliler edinerek" Yani Allah'tan başka yardımcılar edinenler. Bunlar, putları ilâh edinen Mekke kâfirleridir; şöyle derler: "Biz bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz." Buradaki "zülfâ"

kelimesi, "yakınlık" demektir. "Şüphesiz ki, Allah onlar" ve müminler "arasında ayrılığa düştükleri şeyle" din konusunda ihtilâf ettikleri husus­larda "hükmünü verecektir." Bunun sonucu olarak da müminleri Cennet'e, kâfirleri ise Cehennem'e sokacaktır.

"Eğer Allah, çocuk edinmek isteseydi." Müşrikler şöyle dediler: "Rah­man çocuk edindi." Eğer Allah, onların iddia ettiği gibi çocuk edinmek is­teseydi, "yarattıklarından dilediğini seçerdi." Onların, "Melekler Allah'ın kızlarıdır", "Üzeyir Allah'ın oğludur", "Mesih Allah'ın oğludur" demelerinin aksine, yarattığı kullar arasından dilediğini seçerdi. "O bundan yücedir." O, çocuk edinmekten münezehtir. "Kahhâr" Her şeyin üzerinde kahr ve galebe sahibidir. [5]

 

Nüzul Sebebi:

 

"O'ndan başka veliler edinerek..." ayetinin (3. ayet) nüzul sebebiyle il­gili olarak Cüveybir, İbni Abbâs (r.a.)'dan şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bu ayet üç kabile hakkında nazil oldu: Âmir, Kinâne ve Benû Seleme. Bunlar putlara kulluk ediyorlar ve "Melekler O'nun kızlarıdır." diyorlardı. Putlara kulluk ederken iddiaları şuydu: "Biz o putlara, sadece bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz." [6]

 

Açıklaması:

 

"Bu kitabın indirilmesi, Azız ve Hakim olan Allah tarafındandır." Yani bu azametli Kitap ki Kur'an'dır, Allah Tealâ tarafından indirilmedir. O Al­lah ki, Azizdir; mağlup edilemez ve hiçbir şey tarafından aciz bırakılamaz, Hakîm'dir; yaptığı işte hikmet sahibidir, her şeyi uygun ve yerli yerinde yapar. Kur'an'ın Allah katından olduğu, kendisinde hiçbir şüphe ve tered­düt bulunmayan bir gerçektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki o Kur'an, Alemlerin Rabbi'nin indirmesidir. Onu, uyarıcılar­dan olman için senin kalbine Rûhu'l-Emîn (Cebrail) indirdi." (Şu'arâ, 26/192-195). Yine Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "O öyle eşsiz bir Kitaptır ki, ne önünden, ne de arkasından onu boşa çıkaracak bir söz gelmez. O, Hakim ve Hamld olan Allah'tan indirilmiştir." (Fussilet, 41/41-42).

"Biz bu Kitab 'ı sana hak ile indirdik." Yani ey Muhammedi Muhakkak ki, biz sadece hakkı bulunduran bu Kuranı sana hakkı ortaya koyan bir kitap olarak indirdik. Yani onun içinde tevhid ve nübüvvetin isbatı, hayatın sonu, dinî sorumluluklar vb. ne varsa hepsi haktır. Allah Tealâ onu batıl olarak ve hiçbir anlam ifade etmez tarzda indirmemiştir.

"Öyleyse sen de dini yalnız kendisine halis kılarak Allah'a kulluk et." Tek olan ve ortağı bulunmayan Allah'a kulluk et; mahlukâtı da buna çağır. Onlara şunu öğret ki; Bir olan Allah'tan başkasına kulluk etmek uygun ve

doğru değildir. O Allah ki, kendisinin hiçbir ortağı, benzeri ve eşi yoktur. Burada geçen "halis" kelimesiyle aynı kökten gelen "ihlas" tabiri kulun, amel ederken Allah Tealâ'nm rızasını kazanmayı hedeflemesi, bunun dışında herhangi bir maksat gütmemesidir. "Din" ise ibadet ve taat an­lamındadır. İbadet ve taatin başı, Allah'ın bir kabul edilmesi ve Onun or­tağının bulunmadığına inanılmasıdır. İşte bu sebeple Allah Tealâ, bu an­lamı tekit ederek şöyle buyurmaktadır:

"İyi bil ki, halis din yalnız Allah'ındır." Yani iyi bil ki, şirk, riya ve benzeri şaibelerden arınmış halis taat ve ibadet Allah'a yapılır. Bunun dışındaki dinler ise, Allah'ın emrettiği halis din değildir. Zira Yüce Allah, işleyenin yalnızca ortağı olmayan Allah için ve O'na has kılarak işlediği ameli kabul eder. Bu ayette geçen "ela lillâhi" ifadesi hasr içindir. Yani hükmü, sadece zikredilene mahsus kılar ve diğerlerinden nefyeder.

İbadetin başı Allah'a ihlas olduğuna göre, müşriklerin tuttuğu yol kötülenmiş olmaktadır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ondan başka veliler edinerek, "Biz bunlara sırf bizi Allah'a yaklaştır­sınlar diye tapıyoruz." diyenlere gelince. Yani Allah'tan başkasını -ki onlar Allah'ı bırakıp da kulluk ettikleri putlardır- dost edinen müşriklere gelin­ce, onlar derler ki: Biz bunlara, yalnızca bizi Allah'a yaklaştırsınlar ve ih­tiyaçlarımızın karşılanması için O'nun katında bize şefaat etsinler diye tapıyoruz.

Bunların akıbeti vahim olacaktır. Nitekim Yüce Allah kendilerini teh­dit ederek şöyle buyurmaktadır:

"Şüphesiz ki Allah onlar arasında, ayrılığa düştükleri şeyle hükmünü verecektir." Yani muhakkak ki kıyamet günü Allah, muhtelif dinlere men­sup olanlar arasında hüküm verecek ve bütün anlaşmazlıkları çözüme kavuşturacaktır. Bunun sonucu olarak herkese kendi amelinin karşılığını verecek, ihlaslı muvahhitleri cennete, müşrikleri ise cehennem ateşine sokacaktır.

"Allah, yalancı nankör insanı doğru yola iletmez." Yani Muhakkak ki Allah Tealâ, yalan söyleyerek Allah'a -kendi iddiasmca- çocuk edindiği, sahte ilâhların kendisine şefaatçi olacağını ve kendisini Allah'a yaklaş­tıracağını iddia eden, iftira eden, küfründe aşırı giderek putları ilâh edinen ve onları Allah'a ortak kılan ve bütün bu hususlarda ne aklî, ne de naklî makbul bir delili bulunmayan kimseleri dinine hidayet etmez ve onun hak­kı bulması konusunda başarı vermez.

Daha sonra Yüce Allah, onların, Allah'ın çocuk edindiği yolundaki id­dialarını reddederek şöyle buyuruyor:

"Eğer Allah çocuk edinmek isteseydi, yarattıklarından dilediğini seçer­di." Yani şayet Allah Tealâ çocuk edinmeyi dileseydi -ki O'nun böyle bir-şeye ihtiyacı yoktur- yarattıkları içinden, seçmeyi dilediği birisini seçerdi.

Ne var ki durum, onların iddia ettikleri gibi değildir. Zira Allah Tealâ, ev­lâtların en mükemmelini, yani peygamberleri seçmiştir, onların iddia ettik­leri gibi kızları değil! Çünkü O'nun dışındaki bütün varlıklar O'nun mahlukâtıdır. Mahlukun ise yaratıcının çocuğu olması doğru değildir. Şu halde onların iddiaları değil, Onun dilediğini seçmesinden başkası sözkonusu olamaz.

Ardından Yüce Allah, kendisini çocuk edinmekten tenzih etmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"O bundan yücedir. O, tek ve kahredici Allah'tır." Yani Allah, çocuğu ol­maktan münezzeh ve mukaddestir. Zira O, bir ve tektir, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Her şey O'na muhtaçtır. O, kendisinin dışındaki varlıklardan müs­tağnidir. Her şeye galiptir. Onun için eşya O'na döner ve O'na boyun eğer. Allah, zalimlerin söylediklerinden yüce, ulu ve münezzehtir. [7]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler, aşağıdaki hükümlere işaret etmektedir:

1- Kur'an-ı Azim, âlemlerin Rabbi olan Allah katından indirilmedir. Kur'an'm ihtiva ettiği, tevhid'in ve nübüvvetin isbatı, hayatın sonu, şer'î tek­lifler ve sair bütün hususlar, şüphesiz birer haktır; kendisiyle amel edilmesi gereken birer doğrudur. Kur'an'ın Allah katından indirildiğinin delili şudur: Arap dilini fasih olarak konuşanlar, Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak­tan acze düşmüşlerdir. Şayet Kur'an, Allah Tealâ'nm, Rasulüne vahyedilmiş kelâmı olarak mucize olmasaydı, onlar bu konuda acze düşmezlerdi.

2- İbadet ve taat, tek olan Allah'tan başkasına yapılmaz. Zira din bütünüyle Allah'a aittir. Ebû Hureyre (r.a.) şöyle rivayet etmiştir: "Adamın biri, "Ey Allah'ın Rasulü! Ben birşeyler tasadduk ediyor, birşeyler yapıyor ve bunları yapmakla Allah'ın rızasının yanısıra insanların da övgüsünü kazanmayı arzu ediyorum." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) şöy­le buyurdu: "Muhammed'in nefsini kudret elinde bulundurana yemin eder­im ki Allah, kendisine başkasının ortak kılındığı hiçbir şeyi kabul etmez." Daha sonra Allah'ın Rasulü şu ayeti okudu: "İyi bil ki, halis din yalnız Al­lah'ındır." İbni Cerîr de Ebû Hureyre (r.a.)'den şu hadis-i kudsîyi rivayet etmiştir: "Kim bir amel işler de o amelinde bana benim dışımdaki bir var­lığı ortak kılarsa, o amelin tümü, ortak kılınanındır. Ben ortaklardan ve or­taklıktan müstağniyim."

3- İbnu'l-Arabî, "Biz bu Kitab'ı sana hak ile indirdik. Öyleyse sen de dini yalnız kendisine halis kılarak Allah'a kulluk et." ayeti hakkında şöyle der: "Bu ayet, her amelde niyetin vacip olduğunun delilidir. Bu amellerin en büyüğü ise, imanın yarısı olan abdesttir. Ebû Hanîfe -Velîd b. Müslim'in rivayet ettiğine göre Mâlik ise bu hususta muhalif düşünmektedirler. On­lar, "Niyetsiz alman abdest de yeterlidir." demişlerdir. İmanın yarısı olan

ve parmakların ve saç tellerinin arasından küçük günahların çıkıp dökül­mesine vesile olan bir amelin niyetsiz sahih olması düşünülemez.[8]

4- Müşrikler, kulluk meselesinde putlarına güvenmektedirler. Halbuki putların Allah katında şefaatçiler olarak görülmesi bir vehimden ibarettir ve ne aklî, ne de naklî herhangi bir esasa dayanmamaktadır. Putların ve cansız varlıkların Allah'a yaklaşma vesilesi olması nasıl düşünülebilir? Çünkü bu mahlukların (putların), bizzat kendilerine bir yararı dokunmaz ve kendilerinden bir zararı defetmekten de acizdirler. Hal böyle iken bu hususları başkaları için nasıl gerçekleştirebilirler?

Bu konuyla bağlantılı olarak denebilir ki, şirkin ortaya çıkışı oldukça eskilere dayanmaktadır. Peygamberler de onunla mücadele etmek ve in­sanları, ortağı olmayan tek Allah'a çağırmak için gelmişlerdir. Nitekim Al­lah Tealâ şöyle buyurmaktadır:

"Andolsun biz, her millet içinde, "Allah'a kulluk edin, tağuta tapmak­tan kaçının." diye bir elçi gönderdik." (Nahl, 16/36). Buradaki "tağut" kelimesi, Allah dışında kendisine tapınılan put ve sair her şeydir. Yine Yüce Allah şöyle buyurur: "Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona, "Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk edin" diye vahyetmiş ol­mayalım." (Enbiyâ, 21/25).

5- Yüce Allah, müşriklerin şüphesine, tehdit içeren kısa bir cevap ver­miş ve şöyle buyurmuştur: "Allah onlar arasında, ayrılığa düştükleri şeyle hükmünü verecektir." Yani muhakkak ki Allah, kıyamet günü bütün din­lerin mensupları arasında hüküm verecek ve her zümreye, müstehak ol­duğu karşılığı verecektir.

Daha sonra Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Allah, yalancı, nankör insanı doğru yola iletmez." Yani Yüce Allah, kendisi hakknda yalan uy­duran ve kendisine iftira eden, kalbi de Allah'ın ayetlerine, hüccet ve bur­hanlarına karşı kapanmış olan kimseleri, razı olduğu din olan İslâm'a gir­me ve hidayeti bulmaya muvaffak kılmaz.

6- Bunun ardından da Allah Tealâ, cahil müşriklerin melekler ve Yahudiler ile Hristiyanlann da Hz. İsa ve Hz. Üzeyr konusunda iddia et­tikleri gibi çocuğu bulunmadığını beyan etmektedir. Zira eğer Allah Tealâ, yarattıklarından herhangi birisinin kendisinin çocuğu olarak tavsif edil­mesini dileseydi, bunun kim olduğunun tayin ve tespitini onlara bırakmaz­dı. Rabbimiz, çocuğu bulunmaktan yüce ve münezzehtir. O, bir ve tek olan Allah'tır, her şeye karşı galiptir. [9]

 

Tevhidin Ve İlâhî Kudretin, Delillerinden Birkaçı:

 

5- Gökleri ve yeri hak ile yarattı. Geceyi gündüzün üzerine doluyor,  gündüzü de gecenin üzerine dolu- yor- Güneşi ve ayı buyruğu altına  aldı- Herbiri belli bir süreye kadar  akıp gitmektedir. İyi bil ki O, Azîz  ve Gaffardır.

 6- Sizi bir tek candan yarattı, sonra ondan eşini meydana eetirdi ve sizin için davarlardan sekiz çiftindir­di. Sizi annelerinizin karınlarında  uc karanlık içinde yaratmadan ya- ratmaya geçirerek yaratmaktadır.  İşte Rabb'iniz Allah budur. Mülks°'nundur.O'ndan başka ilâh yoktur. Nasıl da çevriliyorsunuz?!

 7-Eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz Allah size muhtaç değildir. Fakat kulları için küfre razı olmaz. Ve  eğer şükrederseniz sizin için ona  razı °lur. Hiçbir günahkâr diğerinin  günahını çekmez. Sonra dönüşünüz Rabb'inizedir. O size yaptıklarınızı haber verir. Çünkü O, göğüslerin içinde olan her şeyi bilir.

 

Belagat:

 

"inkâr ederseniz" ve "şükrederseniz" kelimeleri arasında tezat vardır. [10]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Geceyi gündüzün üzerine doluyor." Burada geçen "tekvîr" kelimesi, dönen bir cismin üzerine sarmak demektir. Bu ifade, dünyanın yuvarlak­lığına delâlet eder. Bu anlamda olmak üzere kumaş ve sarık hakkında da "keuvera" fiili kullanılır ki, onun bir kısmını bir kısmı üzerine atmak, kat­lamak demektir. "Güneşi ve ayı buyruğu altına aldı." İtaatt edici ve boyun eğici kıldı, bu ikisini kendisine itaat edici yaptı. "Her biri" kendi yörüngesinde "belli bir süreye kadar" belirlenmiş, sınırlı bir vakte kadar ki o kıyamet günüdür "akıp gitmektedir." "O Azizdir" Kuvvet sahibi ve her şeye galip olan, "Gaffar'dır." Kullarının günahlarını dilediği ve onlar tevbe ettiği zaman bağışlayan. Bu ayet, Allah'ın varlığına, birliğine ve kudretine delildir.

"Sizi bir tek candan yarattı." Yani Adem'den yarattı. "Sonra ondan eşini meydana getirdi." Bu ifade de Allah'ın varlığına, birliğine ve kud­retine üç delâlet vardır. Birincisi, Adem (a.s.)'in babasız ve annesiz olarak yaratılması. İkincisi ondan veya onun cinsinden farklı bir cins olan Hav­va'yı yaratması. Üçüncüsü de Havva'dan muhtelif halkları yaratması. Bu ayetteki "sonra" kelimesi, hazfedilmiş bir ifadeye matuftur. Takdiri ifade, "onun yaratılması gibi"dir. İfadenin bu şekilde gelmiş olması, Havva'nın kendisinden yaratıldığı nefsin, Havva'dan fazilet ve meziyet olarak farklı olduğuna delâlfet içindir. Bu durum, -Zemahşerî'nin de belirttiği gibi-Adem ile Havva arasında var oluşta bir öncelik-sonralık olduğunu değil, durum ve mevkide bir öncelik-sonralık olduğunu gösterir.[11] "Ve sizin için davarlardan" Yani deve, ökjiz, koyun ve keçiden "sekiz çift" yani deve, öküz, koyun ve keçiden oluşan her sınıftan erkek ve dişi olmak üzere "in­dirdi." Sizin için bunları indirmeye hükmetti ve bunları taksim etti. Çünkü Allah Tealâ'nm hükmü ve taksimi "gökten inmek'le tavsif edilmiştir. Şöyle ki; Yüce Allah Levh-i Mahfuz'a şöyle yazdı: Her olan olacak. Bu ifade şöyle de anlaşılabilir: Sizin için bunların, yıldızların ışığının ve yağmurun in­mesi gibi "inen" sebeplerle var etti. Bu ayette geçen "ezvâc" kelimesi, "zeı>c"in çoğuludur. "Zevç" ise, yanında başkası bulunan herbir şey hakkın­da kullanılır. Eğer o şey tek kalırsa, ona "ferd" denir. "Üç karanlık içinde." Yani ana karnında, ana rahminde ve eş zarında veya belde olan karanlık­larda. "Yaratmadan yaratmaya geçirerek." Yani tedrici olarak nutfeden alâkaya, ondan mudğaya, ondan da et giydirilmiş kemiklere dönüştürerek. "İşte" fiillerinin durumu böyle olan "Rabbiniz Allah budur." İbadete müs-tehak bulunan ve malik olan O'dur. "Mülk O'nundur. O'ndan başka ilâh yoktur." Zira yaratmada başka biri O'na ortaklık etmemiştir. "Nasıl da çev­riliyorsunuz." Yani siz nasıl oluyor da O'na kulluktan, başkasının kul­luğuna dönüyorsunuz?

"Allah size" sizin imanınıza "muhtaç değildir. Fakat kulları için" on­lara bir rahmet olmak üzere "küfre razı olmaz. Ve eğer şükrederseniz, sizin için ona razı olur." Çünkü şükür, sizin kurtuluşunuzun sebebidir. Yani eğer şükredecekseniz, iman edin ki, sizin için şükre razı olsun. "Hiçbir günah­kâr diğerinin günahını çekmez." Hiçbir günahkâr nefis, diğer bir nefsin günahını yüklenmez. "Sonra dönüşünüz Rabbinizedir. O size yaptıklarınızı" sizi hesaba çekmek ve amellerinizin karşılığını vermek suretiyle "haber verir. Çünkü O, göğüslerin içinde olan her şeyi" insanın gönlünden geçeni "bilir." Sizin amellerinizin en gizlisi bile Ona gizli değildir. [12]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ, bir önceki ayetler grubunda, kendisinin çocuk edinmek­ten münezzeh, kahhâr ve gâlib, yani kâmil kudret sahibi bir tek ilâh ol­duğunu beyan buyurduktan sonra bu ayetlerde de kâmil kudret sahibi ve yaratıklarından herhangi birisine ihtiyaç duymaktan müstağni olduğunu bildirmektedir. Yüce Allah bu hususta üç delil zikretmektedir. Birincisi göklerin, yerin ve ikisi arasındaki alemlerin yaratılması. İkincisi Güneş ve ayın, O'nun kudretine boyun eğdirilmesi ve hassas bir sistem içinde yürütülmeleri. Üçüncüsü de ilk insanın yaratılması ve insan neslinin on­dan türetilmesi ile davar türünden erkek ve dişi olmak üzere sekiz çiftin yaratılması. Bu delillerden her birinde de ayrıca üçer delil daha vardır ki, inşaallah onları biraz sonra zikredeceğim. [13]

 

Açıklaması:

 

 Birinci delil ve onun ulvî alemdeki kısımları:

1- "Gökleri ve yeri hak ile yarattı." Yani zaruri amaçlar, hikmet ve maslahatlar için göklerden ve yerden oluşan ulvî alemi, hak ve doğruluk üzere kaim olacak şekilde örneksiz olarak yarattı ve var etti. Bu ikisini batıl ve abes olarak yaratmadı ve bu ikisini en orijinal bir sisteme tabi kıl­dı. Bu, kudret sahibi ilâhın varlığına ve O'nun, bir ortak, eş veya çocuğu bulunmasının mümkün olmadığına delâlet eder. O tekdir ve kâmil kudret sahibidir ve başkasına muhtaç olmaktan tam anlamıyla müstağnidir.

2- "Geceyi gündüzün üzerine doluyor, gündüzü de gecenin üzerine doluyor." Yani bunların her biri diğerini bürüyüp kaplıyor. Ta ki bu suretle gecenin karanlığı veya gündüzün aydınlığı kaybolup gidiyor. Burada bir diğer anlam da şu olabilir: Bunlar birbirinin peşisıra, birbirini izler ve her biri diğerini durmadan ister ve kovalar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Kendisini durmadan kovalayan gündüze, geceyi O bürüyüp ör­ter." (A'râf, 7/54), "Geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar." (Hadîd, 57/6).

İlk olarak bu ayet, dünyanın yuvarlaklığına delâlet eder. Çünkü bura­da geçen "tekvîr" kelimesi, dönmekte olan bir cismin üzerine sarmak demektir. İkinci olarak, dünyanın kendi etrafından döndüğüne delâlet eder. Çünkü gece ile gündüzün, karanlık ile aydındığın birbirinin peşisıra gelmesi, ancak dönmekle mümkün olur.

3- "Güneşi ve ayı buyruğu altına aldı. Her biri belli bir süreye kadar akıp gitmektedir." Yani o ikisini, kulların menfaat ve maslahatı için doğ­mak ve batmak suretiyle emrine boyun eğdirmiştir. Bunlardan her biri, devrini tamamlayana ve Allah'ın ilminde malûm bulunan sınırlı bir vakte kadar -ki o vakit dünyanın sonu ve kıyametin gelmesidir- kendi yörün­gesinde akıp gider. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "O gün göğü, yazı tomarlarını dürergibi toplarız." (Enbiyâ, 21/104).

Daha sonra bu ayeti, asıl maksadı beyan ederek tamamlamaktadır. Buradaki asıl maksat, ilâhi kudretin mükemmeliyetini ispat etmek ve bununla birlikte kulların mağfiret talebinde bulunmalarını teşviktir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"İyi bil ki O, Aziz ve Gafur'dur." buradaki "e/d" ifadesi, tenbih bildir­mektedir. Yani, uyanık olun. Bu ulvî alemin ve büyük yıldızların yaratıl­ması, galip ve kendisine düşmanlık edenlerden intikam almaya kadir olan, kullarının günahlarını mağfiret ile örten birisinin işidir. O'na bu hususta benzeyen herhangi birşey yoktur. Bu iki sıfatın (yani bağışlayıcılık ve galip olma) burada bir araya getirilmesi, Allah Tealâ'nın, izzet ve azamet, büyüklük ve tam kudret sahibi olmasının yanısıra kullarını çok bağış­layıcı, rahmeti, lütfü ve ihsanı bakımından da cömert olduğuna delâlet içindir. O, kendisine asi olduktan sonra tevbe edip O'na dönenleri bağışlar. Zira Allah Tealâ'nın, azametli kudret sahibi olduğunun haber verilmesi, korku gerektirir. Burada Allah Tealâ, bu sıfatının hemen ardından "gaffar" sıfatını zikretmiştir ki, bu sıfat, rahmetin çok olmasını gerektirir. Rahmeti çok olması, amel ve fiil olmadan sadece rahmeti ummayı ifade etmez. Ak­sine, ibadet ve ihlâs ile mağfiret istemeye rağbet ve bağışlanmayı ümit et­mek anlamına gelir. Kısacası ayetin bu şekilde bitirilmesi, sakınmayı gerektiren bir korkutmadan sonra, bağışlanmayı gerektiren ameller iş­lemeye teşvik maksadına yöneliktir.

Daha sonra Allah Tealâ, bu delile bir diğer delil daha ilâve etmektedir: İkinci delil ve onun aşağı alemdeki kısımları:

1- "Sizi bir tek candan yarattı, sonra ondan eşini meydana getirdi." Yani ey insanlar! Allah, farklı ırk ve dillerde olan sizleri bir tek nefisten -ki o Adem (a.s.)'dir- yarattı; sonra da o nefisle aynı cinsten^1' onun eşini -o da Havva'dır- var etti. Sonra da insan neslini, bu ikisinden, farklı farklı kavimler olarak meydana getirdi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratıp, ikisinden birçok erkek ve kadınlar üreten Rabb'inizden korkun." (Nisa, 4/1). Yeryüzü alemine müteallik olan bu delilin bu kısmı, açık olduğu üzere yer­yüzü alemine ilişkin üç delili de kapsamına almaktadır. Yukarıdaki ayette geçen "minhâ" (ondan) ifadesi, meşhur olan görüşe göre Havva'nın, Adem (a.s.)'in eğe kemiğinden yaratıldığını anlatmaktadır. Allah Tealâ, Havva dışında herhangi bir kadını, erkeğin eğe kemiğinden yaratmamıştır.

2- "Ve sizin için davarlardan sekiz çift indirdi." Yani sizin için, deve, sığır, koyun ve keçiden ibaret davar cinsinden[14] her sınıftan bir erkek ve bir dişi olmak üzere- sekiz çift hayvan yarattı. Ve onları size ihsan buyurdu. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sekiz çift hayvan: koyundan iki, keçiden iki (...) ve deveden iki, sığırdan iki..." (En'âm, 6/143-144). Yani bu sayılanların her birinden bir erkek ve bir dişi.

3- "Sizi annelerinizin karınlarında üç karanlık içinde yaratmadan yaratmaya geçirerek yaratmaktadır." Yani sizi yaratmaya, annelerinizin karnında, yaratmanın tedrici merhalelerinden geçirerek   başlamakta ve yaratılışınızı böyle takdir buyurmaktadır. Şöyle ki: Siz orada önce nutfe (meni) halinde oluyorsunuz. Daha sonra alaka'ya (embriyon) çevriliyor, sonra mudğa (et parçası, cenin) haline geliyorsunuz. Ardından kemikler oluşuyor ve sonra da bunlara et, damar ve sinir giydiriliyor. Bunun peşin­den, ona ruh üfleniyor ve o varlık, en güzel bir surete sahip bambaşka bir yaratığa, insan haline dönüşüyor.

Bu suretle yaratma işlemi, şu üç kılıfın karanlığında meydana gelmiş olmaktadır: Ana karnındaki karanlık, rahim karanlığı ve eş zarının karan­lığı. Doktorların da dediği gibi buradaki kılıf (zar)lar ise şunlardır: Amin-yon zarı, koriyon zarı ve decidua (geçici zar).

Daha sonra Yüce Allah geçen ayete bir ifade daha eklemektedir. O da yaratıcı ve inşa edici kudretin birliğidir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"İşte Rabb'iniz Allah budur. Mülk O'nundur. O'ndan başka ilâh yok­tur. Nasıl da çevriliyorsunuz?" Yani bu, gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri yaratan ve insanı var eden, sizi yaratandır. O ki, dünyada ve ahirette mülk hakiki ve mutlak olarak kendisinindir. O birdir, tekdir ve kendisin­den başka ilâh yoktur; yaratma işinde kendisine başkası ortaklık ve eşlik etmiş değildir. Dolayısıyla O'ndan başkasına kulluk etmek doğru değildir. Böyleyken O'na kulluk etmekten nasıl döndürülüyorsunuz? Akıllarınız bunu nasıl kabul ediyor?

Sonra Allah Tealâ, bu kulluğun semeresinin de sizin için olduğunu ve kendisinin, mutlak surette kendisine yapılan kulluğa ihtiyaçtan müstağni bulunduğunu beyan etmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz Allah size muhtaç değildir." Yani varlığına ve kudretine delâlet eden ve birbirini destekleyen bunca delilin varlığına rağmen Allah'ı inkâr ederseniz, bilmiş olun ki Allah (c.c), kendisi dışındaki varlıkların hiçbirisine muhtaç değildir. Nitekim Yüce Allah, Hz. Musa'nın dilinden şöyle buyurmaktadır: "Siz ve yeryüzünde bulunanlar hep nankörlük etseniz, iyi bilin ki, Allah sizin şükrünüze muhtaç değildir, zatında övülmüştür." (ibrahim, 8/14).

Sahih-i Müslim'de yer alan bir rivayete göre de Hz. Peygamber  (s.a.s)'in dilinden Yüce Allah şöyle buyurur: "Öncekileriniz, sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz, sizden en facir bir kimsenin kalbinden geçenler üzerinde birleşseniz bile bu, benim mülkümden herhangi birşeyi eksiltmez."

Daha sonra Allah Tealâ, neyi emredip neden razı olduğunu ve insan­ları neden sakındırıp neden razı olmadığını zikretmekte ve şöyle buyur­maktadır:

"Fakat kulları için küfre razı olmaz. Ve eğer şükrederseniz sizin için ona razı olur." Yani Allah Tealâ küfrü sevmez ve onu emretmez. Çünkü küfür, içinde her türlü dalâlet, sapkınlık ve sahte ilâhlara kulluğu barın­dırır -ki o sahte ilâhlar kişiye ne bir fayda, ne de zarar verebilir- ve küfür, iki dünyada da bedbahtlık sebebidir.

Ve sizler eğer verdiği nimetler için Allah'a şükrederseniz, Allah Tealâ sizin için şükre razı olur, onu sever ve sizi fazlı ile zenginleştirir. Çünkü dünya ve ahirette mutluluğun yegâne sebebi Allah Tealâ'dır.

Bunun ardından Yüce Allah, dünya ve ahirette ferdî sorumluluğun prensibini ilân etmektedir. Bu prensip İslâm'ın en önemli prensiplerinden­dir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Hiçbir günahkâr diğerinin günahını çekmez." Yani hiçbir nefis, başka birisinin yerine günah, kusur ve cürüm yüklenmez. Aksine her insan kendi nefsinin hayır veya şer şeklinde işlediği amelinin muhatabıdır. Bu ayet, Kur'an-ı Kerim'de beş yerde geçmektedir. "Herkes, kendi kazandığına bağ­lıdır." (Tûr, 52/21) ve "Her nefis, kendi kazandığıyla rehin alınmıştır" (Tûr, 74/38) ayetleri de bu ayete benzerlik arzederler.

Kişinin ahirette göreceği karşılık da ameli miktarmcadır. Yüce Allah şöyle buyurur:

"Sonra dönüşünüz Rabbinizedir. O size yaptıklarınızı haber verir. Çün­kü O, göğüslerin içinde olan her şeyi bilir." Yani, sonra kıyamet günü dönüş ve varış yeriniz Rabbinizdir. O size, hayır ve şer olarak yaptığınız ne varsa hepsini haber verir. O, kalplerin gizlediğini ve sakladığını, yani nefis­lerinizden geçeni bilir. Dolayısıyla O'na gizli kalan hiçbir şey yoktur. [15]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler, aşağıdaki hükümlere işaret etmektedir:

1- Allah Tealâ'nın varlığına, birliğine, kudretine, eş ve çocuğu bulun­maktan münezzeh ve müstağni olduğuna delâlet eden deliller şunlardır: Göklerin, yerin ve ikisi arasmdakilerin yaratılması, gece ile gündüzün ardarda gelmesi, güneş ile ayın, kulların maslahatları için Yüce Allah'ın em­rine boyun eğdirilmesi, insanın kendi aslından veya zahiri sebeplere bağlı olarak yaratılması, davar cinsinden sekiz çift veya sekiz sınıf yaratılması; bir başka deyişle deveden iki, sığırdan iki, koyundan iki ve keçiden iki.

Bunlardan herbiri çift olarak yaratılmıştır. Bu çiftler, erkek ve dişiye şamil olmak üzere sekiz etmektedir.

2- Gecenin, gündüz üzerine ve gündüzün de gece üzerine dolanması, dünyanın yuvarlak olduğuna ve kendi etrafında döndüğüne delâlet eder.

3- Güneş ve ayın, kulların maslahatları için doğmak ve batmak suretiyle Allah'ın emrine boyun eğdirilmesi, Allah'ın kudretine, koyduğu sistemin hassaslığına ve kullarının maslahatlarını gözettiğine delâlet eder.

4- Allah Tealâ kendisinin Aziz, Galip, Settâr ve rahmetiyle kulların günahlarını örtücü olduğunu haber vermektedir. Burada Allah Tealâ'dan gelen bir korkutma ve teşvikin bir arada bulunması sözkonusudur: Allah Tealâ'dan sakınma ve Allah Tealâ'ya ibadet ve taatte ihlâsa teşvik.

5- İnsanın yaratılış merhaleleri, birbirini izleyen aşamalar halinde nutfeden alâkaya, alâkadan mudğaya, mudğadan da kemiğe ve sonra da ete dönüştürülmek suretiyle tedrici olarak meydana gelmektedir. İnsanın oluşması, şu üç karanlık içinde meydana gelir: Anne karnının karanlığı, rahim karanlığı ve meşime karanlığı.

6- Bütün bunları yaratan Allah Tealâ, sizin Rabbiniz ve sizi terbiye edendir. O, her şeye maliktir, birdir ve tektir. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "İşte Rabb'iniz Allah budur. Mülk O'nundur. O'ndan başka ilâh yoktur."

Böyleyken O'na kulluk etmekten, O'ndan başkasına kulluk etmeye nasıl çevriliyorsunuz?

7- İnsanların hepsi Allah'ı inkâr ve nankörlük edecek olsa bile Allah'a bir zarar veremezler. Allah onlara muhtaç değildir. Fakat Allah, kullan için küfre razı olmaz ve kullarının küfür içinde olmasından hoşlanmaz. Eğer kulları şükrederlerse Allah Tealâ şükre razı olur ve şükrü emreder. Yaratılanların tümünün dönüp gidecekleri yer, Rabb'lerinin huzurudur. O zaman Allah Tealâ onlara, daha önce işledikleri iyilik ve kötülükleri haber verecektir.

Bu ayet, iradenin, rızadan başka birşey olduğunun delilidir. Bu, Ehl-i Sünnetin görüşüdür. Zira Allah Tealâ birşeyi murat eder, ancak ondan razı olmaz. Bu durumda O, razı olmadığı birşeyin olmasını murat etmiş demek­tir. Meselâ Allah Tealâ, İblis'i yaratmayı murat etmiştir, ancak kendisin­den razı değildir. Rıza, kınama ve itirazı terketmektir ki bu, irade değildir.

8- İslâm'ın, büyük ve övgüye değer prensiplerinden birisi de, sorum­luluğun şahsîliği prensibidir. "Hiçbir günahkâr diğerinin günahını çek­mez." Bu prensip insanları çalışmaya sevkedip, tembellik ve ataleti engel­lediği gibi, Hıristiyanların, insanın günahla doğduğu, günahın kalımtımsal olduğu düşüncesinden de kurtarır; insan binasına umut kapısı açar, insana kendi değerini farketme ve kendine güvenme hissi verir. İnsan bunu yaparken başkasının fiillerinden etkilenmez. İşte bu, insana verilmiş büyük bir ilâhi lütuftur.

9- "Sonra dönüşünüz Rabbinizedir." ayeti, öldükten sonra dirilmenin ve kıyametin delilidir. "Çünkü O, göğüslerin içindeki her şeyi bilir" ayeti de Allah Tealâ'mn ilminin, cüz'î-küllî, küçük-büyük, söz-fiil... her şeyi kuşat­tığına delâlet eder. Allah Tealâ, daha eyleme geçmeden önce niyetin ne ol­duğunu, içten geçeni, kararı, düşünceyi, fiili ve sözün oluşum aşamalarının hepsini hakkıyla bilir. [16]

 

Kâfirlerin Çelişkisi, Müminlerin Tutarlılığı:

 

8- İnsana bir zarar dokundu mu, he­men içtenlikle Rabb'ine yönelerek O'na dua eder. Sonra Allah ona ken­disinden bir nimet verdi mi, önce­den O'na yalvarmakta olduğunu unutur da, O'nun yolundan saptır­mak için Allah'a eşler koşmaya baş­lar. De ki: "Küfrünle biraz eğlene dur, sen ateş halkındansın!"

9-  Yoksa o, gece saatlerinde secde ederek, ayakta durarak ibadet eden, ahiretten korkan ve Rabbinin rah­metini uman gibi midir? De ki: "Bi­lenlerle bilmeyenler bir olur mu?" Doğrusu ancak akl-ı selim sahipleri öğüt alır.

 

Belagat:

 

"uman" ve "korkan" kelimeleri arasında tıbâk vardır.

"De ki: "Küfrünle biraz eğlene dur." cümlesi, tıpkı "De ki: "Ey Kavmim! Gücünüz yettiğince yapacağınızı yapın!" (En'âm, 6/135 ve başka yerler) ayetinde olduğu gibi kendisiyle tehdit kastedilen bir emir cümlesidir.

"Yoksa o, gece saatlerinde secde ederek, ayakta durarak ibadet eden..." cümlesinde hazf, eksiltme yapılmak suretiyle gerçekleştirilmiş icazlı bir anlatım vardır. Yani böyle kimse, kâfir olan gibi midir? [17]

 

Kelime Ve İbareler:

 

"İnsana" yani kâfire "bir zarar" sıkıntı "dokundu mu, hemen içtenlikle Rabbineyönelerek" Ona dönerek "dua eder" Ona yakarışta bulunur. "Son­ra Allah ona kendisinden bir nimet verdi mi" ona in'am ve ihsanda bulunup bu nimete onu sahip kıldı mı, "önceden O'na" kendisine nimet ver­meden önceki durumda Allah'a "yalvarmakta olduğunu" bu sıkıntılı durumdan kurtarması için O'na tazarru etmekte olduğunu ve sıkıntının kendisini terkettiğini "unutur da, O'nun yolundan" yani İslâm dininin yolundan başkalarını "saptırmak için" -buradaki "liyudılle" (saptırmak için) kelimesi "liyedılle" (sapmak için) şeklinde de okunmuştur; hem"dalal", hem de "ıdlâl", birer neticedir, asıl hedef değildir- "Allah'a eşler, or­taklar koşmaya başlar."

"De ki: "Küfrünle biraz" ecelin gelene kadar "eğlene dur." Bu, tehdit maksatlı bir emirdir. Bu ifadede, küfrün, herhangi bir dayanağı bulun­mayan bir arzu ve istek türü olduğuna ve aynı zamanda kâfirlerin ahiret nimetlerinden istifadeden ümitlerini kesmeleri gerektiğine işaret vardır. Bu sebeple bu ayet, "sen ateş halkındansın." kavl-i ilâhisi ile ilişkilendiril-miştir. Bu, mübalağa yoluyla alay ifade eden bir cümledir.

"Yoksa o gece saatlerinde" geceye tekabül eden saatlerde namaz için "ayakta durarak ibadet eden" Allah'a itaat eden ve Ondan korkan, "ahiret-ten korkan" ahiret azabından çekinen "ve Rabbinin rahmetini uman gibi midir?" Yani Rabbinin cennetini uman. Burada hazfedilmiş bir cümle var­dır. Takdirî ifade şöyledir: Bu kimse, küfür ve başka sebeplerle Rabbine asi olan gibi midir? Bunun bir benzeri de şu ayettir: "De ki: Bilenlerle bil­meyenler bir olur mu?" Bu ifade, anılan iki sınıfın eşit olmadığını bildir­mektedir. Yani bu iki zümrf birbirine eşit değildir. Tıpkı alimlerle cahil­lerin bir olmadığı gibi, Allah'a ibadet edenlerle isyan edenler de bir değil­dir. "Ancak akl-ı selim sahipleri." doğru düşünebilen akıl iz'an sahibi "öğüt alır" ders çıkarır. [18]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Yoksa o, gece saatlerinde..." şekilde başlayan 9. ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Ebî Hatim, İbni Ömer (r.a.)'den, şöyle dediğini rivayet et­miştir: "Bu ayet Osman b. Affân hakkında nazil oldu." İbni Sa'd da İbni Abbâs (r.a.)'m şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bu ayet Ammâr b. Yâsir (r.a.) hakkında inmiştir." Cüveybir ise İbni Abbâs (r.a.)'dan, "Bu ayet, İbni Mesud, Ammâr b. Yâsir ve Ebû Huzeyfe'nin azatlısı Salim hakkında indi." dediğini rivayet etmiştir. [19]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Müşriklerin, putlara kulluk etmek suretiyle tuttukları yolun bozuk­luğunu, putlara kulluğun herhangi bir dayanağının bulunmadığını, ancak Allah Tealâ'ya kulluk etmek gerektiğini ve O'nun, mahlukâtma hiçbir şekilde muhtaç olmaksızın, onların ibadetine ihtiyacı bulunmadığını beyan buyurduktan sonra, Yüce Allah burada da kâfirlerin, sıkıntı anında Allah'a yönelmek, ferahlık anında ise O'na yönelmeyi terketmek şeklinde ortaya koydukları çelişkiyi zikretmekte, ardından da müminlerin dinlerinde nasıl sağlam durduklarına ve istikamet sahibi olduklarına ve ilkelerine bağlılık­larına dikkat çekmektedir. Zira onlar Allah Tealâ'dan başkasına sığınmaz­lar ve Allah Tealâ'nm rahmetinden başka birşeye itimat etmezler. [20]

 

Açıklaması:

 

"İnsana bir zarar dokundu mu, hemen içtenlikle Rabb'ine yönelerek Ona dua eder. Sonra Allah ona kendisinden bir nimet verdi mi, önceden O'na yalvarmakta olduğunu unutur da, O'nun yolundan saptırmak için Al­lah'a eşler koşmaya başlar." Bu, kâfirlerin ortaya koyduğu çelişkili bir tutumdur. Kâfir, hastalık, fakirlik, korku gibi bir sıkıntıya maruz kaldığı zaman Rabbine dönererek ve Ona tevbe ederek yakarışlarda bulunur. Üzerine çöken musibetin kalkması için O'na sığınır. Derken ona musallat olan sıkıntı kalkar. Sonra Allah Tealâ ona bir nimet verdiği veya onu bir mülkün sahibi yaptığı ve o kimse bolluk ve refah haline ulaştığı zaman bu dua ve tazarruyu, daha önce kendisine dua ettiği Rabbini unutur.

Rahata eriştiği zaman putları veya başka şeyleri Allah'a ortak koş­maya başlar ve onlara kulluk eder; hem kendi dalâlete düşer, hem de bu ameliyle diğer insanları dalâlete düşürür ve onların İslâm'a girmesine ve Allah'ı birlemelerine mani olur. Buradaki "Allah'ın yolu" ifadesi, İslâm ve tevhidtir.

Dolayısıyla bu ayetin ille anlamı şöyle olmaktadır: "Bu kimse, muhtaç olduğu zaman Allah'a tazarru eder ve O'na sığınır." Nitekim Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisi de buna benzemektedir: "Denizde size bir sıkıntı dokun­duğu zaman, O'ndan başka bütün yalvardıklarınız kaybolur. Fakat sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine yüzçevirirsiniz. Gerçekten insan nankördür." (İsrâ, 17/67).

İkinci anlam ise şöyledir: "Bu kimse, refaha ulaştığı zaman önceden yaptığı dua ve tazarruyu unutur." Şu ayet de bu anlamı desteklemektedir:

"İnsana bir darlık dokunduğu zaman yanı üzere yatarken, otururken, yahut ayakta bize yalvarır; ama biz onun darlığını kaldırınca, sanki ken­disine dokunan bir darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamış gibi hareket eder. " (Yûnus, 10/12).

Üçüncü anlam da şöyledir: "Putları Allah'a ortak koşmaya başlar: " Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İnsan Rabb'ine karşı çok nankördür." (Âdiyât, 100/6).

Bütün bunlar sebebiyle Allah Tealâ, çelişki içindeki bu kâfiri, yap­tığından ötürü azapla tehdit etmekte ve şöyle buyurmaktadır: "De ki: "Küf­rünle biraz eğlene dur, sen ateş halkındansın." Ey Peygamber! Tutumu, yolu ve tavrı böyle olan kimseye de ki: "Ey insan! Küfrünle az bir zaman -yani ecelin gelene kadar- menfaatlenmek suretiyle eğlene dur. Zira dün­ya menfaati azdır. Sen ahirette ateşe gireceklerdensin ve orada ebedî olarak kalacaksın. Yakında dönüp gideceğin yer orasıdır. Nitekim Yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: "Eğlenin! Gideceğiniz yer ateştir." (İbrahim, 14/30), "Onları biraz geçindirir, sonra kaba bir azaba sürükleriz." (Lokman, 31/24).

Daha sonra Allah Tealâ, sürekli itimadı sadece Rabblerine gösteren ibadet ehli müminlerin ahvalini zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Yoksa o, gece saatlerinde secde ederek, ayakta durarak ibadet eden, ahiretten korkan ve Rabbinin nimetini uman gibi midir?" Yani hal ve kazanç itibariyle bu kâfir mi daha güzeldir, yoksa Allah'a iman eden, itaat ve huşu ehli olan, gece saatlerinde Allah için namaz kılan kimse mi? Onun huşuu, secde ve kıyam hali boyunca devam eder. O kimse ahiretten korkar ve Rabbinin rahmetini umar. Bu kimse bu haliyle korku ve ümit hallerini birlikte yaşar. İşte sahibini kazanca erdiren kâmil kulluk budur. Bu ayetin sorduğu sorunun cevabı ise açıktır. Ebû Hayyân şöyle der: "Bu ayette gece namazının gündüz namazına üstün olduğuna ve gece namazının gündüz namazına tercih olunacağına delil vardır.[21]

"De ki: "Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akl-ı selim sahipleri öğüt alır." Yani alimlerle cahiller bir midir? Allah'ın ayetlerinden gerekli öğüdü alan ve onlar hakkında gereği gibi düşünenler ancak akl-ı selim sahipleridir, cahiller değil! Bu iki sınıf arasındaki farkı da cahiller değil, ancak akıl sahibi kims'eler bilir.

Bu iki fırka bir değildir. Hakk'ı idrak eden ve dosdoğru yöntemi bilip uygulayarak gereğince amel eden alim kişi, karanlıkta önünü görmeden yürüyen ve batakta ve dalâlette yürüyen kişi ile bir değildir.

Bu ayette, anılan iki fırkanın bir olmadığı gerçeğinin soru tarzında gelmesinin sebebi şudur: Böyle bir ifade, önce zikredilen iki grubun bir ol­madığı konusunda tekit bildirir. Bu iki grup, kendi içinde çelişkili olan kâfir ile, Allah'a itaat eden ve huşu ehli olan mümindir. Tıpkı alim ile cahilin bir olmadığı gibi, mümin ile insanları Allah'ın yolundan çıkarıp dalâlete sürüklemek için Allah'a ortaklar koşan müşrik de bir değildir. Bunlardan ilki hayır ve ilmin zirvesinde, diğeri ise şer ve cehaletin en aşağı mertebelerindedir.

Ebû Hayyân şöyle der: "Bu ayet, insanın kemâle ulaşmasının, ancak şu iki amacı gerçekleştirmekle mümkün olur: ilim ve amel. Tıpkı bilenlerle bilmeyenlerin bir olmadığı gibi, itaat edenle isyan eden de bir değildir. Buradaki "ilim"den maksat, Allah'ı bilmeye götüren ve kulu, Allah'ın gazabından kurtaran şey'dir." [22]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler, insanlar arasında birbirine zıt iki grubun bulunduğunu göstermektedir: Kâfirler grubu ve müminler grubu.

Kâfir kendi içinde çelişkilidir. Kendisine hastalık, fakirlik veya korku gibi bir sıkıntı arız olduğu zaman, bu sıkıntının kalkması için huşu ve itaat ile Allah'a dönüp O'na sığındığını görürsünüz. Sadece Allah'ın lütfuyla o sıkıntıdan kurtulup selâmete çıktığı ve affedildiği; huzur, istikrar, bolluk ve refaha eriştiği zaman ise, daha önce o sıkıntının kendisinden kaldırıl­ması için dua ettiği Rabbini unutur.

Üstelik onun çelişkisi, sadece anılan unutma, ve terkedip uzaklaşma da değildir. O, bu noktada da durmaz; Allah'a şirk koşar, putları Ona or­taklar koşarak bu noktanın da ilerisine geçer.

Hatta bu noktada kendisi sapmakla da kalmaz; söz veya fiiliyle baş­kalarını da saptırır, bu sapkınlığında onları da kendisine eşlik etmeye çağırır ve bu suretle günahına günah katar.

İşte bu sebeple bu kimse,"Küfrünle biraz eğlene dur!" buyurulmak suretiyle tekitli bir tehdide muhatap olmaya müstehaktır. Onun dönüp dolaşıp sonunda varacağı yer de ateştir.

Mümine gelince; o, tuttuğu yolda dosdoğru gider ve çelişkiye düşmez; dininde sebat sahibidir; sağlam durur, sağa sola yalpalamaz. O, sergilediği bütün tavırlarda bir tek hal üzere sabit kademdir; Allah'a derin bir iman ve Allah'ın emirleri üzere istikamet onun şiarıdır. Şu halde bu kimse, yukarıda anılan kâfir gibi değildir.

Onu, insanlar uyurken gecenin karanlık saatlerinde Rabbinden kor­karak namaz kılarken ve korku ile ümit hislerini bir arada yaşayarak Ona münacatta bulunurken görürsünüz.

Daha sonra Allah Tealâ, mümin ile kâfir arasındaki farkı, alim ile cahil konusunda da gündeme getirerek daha da vurgulamaktadır. Nitekim bilenlerle bilmeyenler nasıl bir değilse, itaatkâr ile isyankâr da aynı şekil­de bir değildir. Öte yandan bilenler, ilimlerinden fayda görür ve bildikleriy-le amel ederler; ilimlerinden fayda görmeyen ve bildikleriyle amel et­meyenler ise, bilmeyenlerle aynı seviyededirler. Burada kâfirin veya müş­rik ya da asinin cahil olduğuna da işaret vardır. Bu kimseler dünya ilimleri konusunda alim olsalar da böyledir. Zira Yüce Allah'ın zikrettiği bu kar­şılaştırmalardan sadece müminlerin akıl sahibi olanları ibret ve öğüt alır.

Bu ayetlerde müminin özellikleri sayılırken gözetilen tertip de dikkat çekmektedir: Müminin özellikleri sayılırken önce amel zikredilmekte ve müminin, secde ederek ve ayakta durarak ibadet ettiği belirtilmekte ve müminin özellikleri bağlamında son olarak da ilim zikredilmekte ve "Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" buyurulmaktadır. Bu da göstermek­tedir ki, insanın kemâl derecesine ulaşması, yalnızca amel ve ilim ile müm­kündür. Şu halde amel başlangıç, ilim ise sondur.

Daha sonra Allah Tealâ, amelden fayda görmenin ancak onu devamlı yapmakla mümkün olduğu hususunda bir tenbihte bulunmaktadır. Zira ayette geçen "kunut", kişinin, gerektiği şekilde devamlı surette taat çeşit­lerini yerine getirmesidir.

Yüce Allah'ın "De ki: Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" kavl-i ilâhisi, ilmin fazileti ve ulemanın üstünlüğü konusunda büyük bir uyarıdır.

"Doğrusu ancak akl-ı selim sahipleri öğüt alır." ayeti de, alimler ile cahiller arasındaki büyük farkın ancak akıl sahipleri tarafından idrak edilebileceğini göstermektedir. Buradaki akıl sahiplerinden maksat ise akl-ı selim sahipleridir. [23]

 

İbadet Konusunda Müminlere Nasihat, Müjde Ve Putlara Kulluk Edenlere Tehdit:

 

10- De ki: "Ey inanan kullarım! Rab-binizden korkun. Bu dünya hayatın­da güzel davrananlara güzellik var­dır. Allah'ın arzı geniştir. Ancak sabredenlere mükâfatları hesapsız ödenecektir."

11- De ki: "Bana, dini yalnız Allah'a halis kılarak O'na kulluk etmem emredildi."

12- "Ve bana, müslümanların ilki ol­mam emredildi."

13- De ki: "Ben Rabbime isyan eder­sem, büyük bir günün azabından korkarım.".

14- De ki: "Ben, dinimi yalnız Allah'a halis kılarak O'na kulluk ediyorum."

15- "Siz de O'ndan başka dilediğini­ze kulluk edin." De ki: "Ziyana uğra­yanlar kıyamet günü hem kendileri­ni, hem de ailelerini ziyana sokan­lardır. Dikkat edin! İşte bu, apaçık bir ziyandır."

16- Onların üstlerinden ateşten göl­geler, altlarından da gölgeler var. İşte Allah kullarını bundan korku­tuyor. Ey Kullarım! Benden korkun.

17- Tağut'a kulluk etmekten kaçı­nan ve Allah'a yönelenlere müjde var. Müjdele kullarımı:

18- Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah'ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar akl-ı selim sahipleridir.

19- Üzerine azap kelimesi hak olanı mı, sen, ateşte bulunanı mı kurtaracaksın!

20- Fakat Rabblerinden korkanlar için üstüste yapılmış odalar var. Odaların al­tında da ırmaklar akmaktadır. Bu, Allah'ın vaadidir. Allah vaadinden caymaz.

 

Belagat:

 

"üzerlerinde" ve "altlarında" kelimeleri arasında tezat vardır.

"Onların üstlerinden ateşten gölgeler" ifadesi, alaycı bir üslûp taşımaktadır. Çünkü gölgenin yakıcı ateşle vasfedilmesi, aslında muhatap­la alay etmektir.

"Müjdele kullarımı: Onlar ki, sözü dinlerler..." Daha önce geçen "Tağut'a kulluk etmekten kaçınan..." cümlesindeki zamir burada açıkça zik­redilmiştir. Böyle yapılması, onların kaçınmalarının başlangıcını ve hak ile batılın arasını ayırmak içindir.

"Onların üstlerinden ateşten gölgeler, altlarında da gölgeler var" ve "Rabb'lerinden korkanlar için üstüste yapılmış odalar var" cümleleri, cen­net ehli ile cehennem ehlinin durumu arasında bir karşılaştırma ihtiva et­mektedir.

"Sen ateşte bulunanı mı kurtaracaksın" cümlesinde mecaz-ı mürsel var­dır. Burada sonuç, "cehenneme giriş" belirtilmiş, ancak sebep kastedilmiştir ki o da küfür ve dalâlettir. ÇünKü dalâlet cehenneme girmenin sebebidir. [24]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ey inanan kullarım! Rabbinizden korkun." Yani taat ederek Rab-binizin azabından korkun. "Bu dünya hayatında güzel davrananlara güzel­lik vardır." Yani dünyada Allah'a itaat etmek suretiyle güzel davrananlara, ahirette güzel bir karşılık vardır. Burada geçen "güzellik"in, dünya hayatında sıhhat ve afiyet olduğu da söylenmiştir. "Allah 'm arzı geniştir." Şu halde vatanında Allah'a itaat ve ibadet etmekte zorlanan kimse, Allah'a itaat etmeye, kötülükleri ve kâfirlerle bir arada yaşamayı terkedebileceği bir yere hicret etsin. "Ancak sabredenlere" Allah'a itaatin, belâ ve musibet­lere maruz kalma, Allah'a itaat ettiği için vatanından başka yere hicret et­mek zorunda bırakılması gibi durumlara müncer olan meşakkatleri bün­yesinde taşıması sebebiyle "mükâfatları hesapsız ödenecektir."

"Dini yalnız Allah'a halis kılarak Ona kulluk etmem emredildi." Yani ibadeti şirk ve gösterişten arındırarak ve O'nu birleyerek O'na ibadet et­mem emredildi. "Ve bana, müslümanların ilki olmam" bu ümmetin müs-lümanlarının ilki olmam "emredildi." İhlâsı terk ve sizin üzerinde bulun­duğunuz şirk ve gösterişe meyletmek suretiyle "ben Rabbime isyan eder­sem. " "Büyük bir günün azabından" o gün yaşanacakların dehşeti sebebiyle "korkarım. De ki: "Ben dinimi yalnız Allah'a halis kılarak O'na kulluk ediyorum." Dinimi şirkten arındırarak. Bu cümle, Hz. Peygamber (s.a.)'in, müşriklerin arzularından yüz çevirerek, Allah'ın emrine muhalefetin getireceği azaptan duyulan korkuyla ibadet ve ihlâsı yerine getirmekle em-rolunduğunu haber vermesinin emir buyurulmasının ardından, yine Hz. Peygamber (s.a.)'in ihlâs sahibi olduğunu ve dinini yalnız Allah'a halis kıl-dığını onlara haber vermesinin emrolunduğunu ifade eden bir cümledir. Bu sebeple de şu ayetin öncesinde yer almıştır:

"Siz de O'ndan başka" O'nun dışında "dilediğinize kulluk edin." Bu cümlede, onları tehdit vardır. "Ziyana uğrayanlar" Yani hüsranı son nok­tasına kadar yaşayanlar "kıyamet günü hem kendilerini" dalâlete sapmak suretiyle, "hem de ailelerini" dalâlete saptırmak suretiyle "ziyana sokanlar­dır." Ziyana uğramanın burada kastedilen türü, cehennem ateşinde ebedî kalmak ve cennete ulaşamamaktır. "Gölgeler." ateşten tabakalar. Bu kelime "zulle" (gölge) kelimesinin çoğuludur. "İşte Allah kullarını bundan kor­kutuyor." Bu azap, Allah'ın, mümin kullarını, kendisinden sakınsınlar diye korkuttuğu azaptır. Buradaki korkutmanın mümin kullara yönelik ol­duğunun delili, ayetin sonundaki "Ey kullarım! Benden korkun!" cümlesidir.

"Tağut" alabildiğine azgınlaşmış olan. Bu kelime, mübalağalı anlatım maksadıyla "tuğyan" kelimesinden türetilmiştir. Tağut, Allah'tan başka ibadet edilen put vs. gibi şeylerin tümüne denir. "Tağut'a kulluk etmek­ten..." anlamındaki ayetin Arapça ifadesinin sonundaki "he" harfi, her tür­lü tağutu ifade etmek için gelmiştir, "kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde var." Yani cennet ve güzel karşılık var. "İşte onlar Allah 'in kendilerini doğ­ru yola" dinine "hidayet ettiği kimselerdir."

"Üzerine azap kelimesi hak olanı mı, sen ateşte bulunanı mı kur­taracaksın?" ateşten çıkaracaksın? Buradaki "hak olan" ifadesi, sabit ve gerekli olan anlamındadır. "Buradaki soru edatı, inkâr için gelmiştir. Bu cümle bir şart cümlesidir ve hazfedilmiş bir ifadeye matuftur. Sözün akışı bunu göstermektedir ki takdirî ifade şöyledir: "Onların işi senin elinde midir ki kendisine azap hak olmuş kimseyi kurtarasın?" Yani onu hidayete getirmeye ve azaptan kurtarmaya sen muktedir değilsin.

"Rabblerinden korkanlar için..." Ona itaat etmek suretiyle korkanlar için... [25]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Tağut'a kulluk etmekten kaçınan..." ayetinin (17. ayet) nüzul sebebiy­le ilgili olarak İbni Ebî Hâtim'in Zeyd b. Eşlem (r.a.)'den rivayet ettiğine göre bu ayet, cahiliye dönemindeyken bile "Allah'tan başka ilâh yoktur." diyen şu üç kişi hakkında inmiştir: Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, Ebû Zerr-i Ğıfârî ve Selmân-i Fârisî.

"Müjdele kullarımı." ayetinin (18. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Cüveybir, Câbir b. Abdillah (r.a.)'m şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Onun yedi kapısı vardır." ayeti nazil olduğu zaman Ensardan bir adam Hz. Pey­gamber (s.a.)'e gelerek, "Ya Rasulallah! Benim yedi kölem var. Ben cen­netin yedi kapısından her biri için bir köle azad ettim." dedi. Bunun üzerine "Müjdele kullarımı. Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyar­lar." ayeti nazil oldu." [26]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Bilenle bilmeyenin bir olmayacağını belirttikten sonra Allah Tealâ, Rasulüne, takva emrini, taate devamı ve ibadette dini yalnız Allah Tealâ'ya halis kılmayı ihtiva eden bir kısım nasihatlerde bulunmasını emir buyurmaktadır. Böyle olmalıdır ki ibadetler şirkten ve riyadan arındırılmış olsun. Yine Yüce Allah, Rasulüne, kendilerini ve ailelerini, cehennem ateşine atılmamaları için müminlere, sakınmalarını söylemesini emret­mektedir. Bundan sonra Allah Tealâ, putlara tapanlara yönelik tehdidini ifadeye koymakta, bunun hemen ardından da -Kur'an'm tarzı olduğu üzere- tehdidin peşi sıra müjdeyi ve sakındırmanın peşi sıra teşviki zikret­mek için, putlara kulluktan ve şirkin her türlüsünden uzak duranlar için müjde vermektedir. [27]

 

Açıklaması:

 

"De ki: "Ey inanan kullarım! Rabbinizden korkun." Ey peygamber! De ki: Ey Allah'ı Rabb ve İslâm'ı din olarak tanıyan ve böyle iman eden kullar! Allah'ın emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmak ve itaat ve takvaya devam etmek suretiyle Allah'tan korkun.

Bu emrin illeti ise şudur:

"Bu dünya hayatında güzel davrananlara güzellik vardır." Bu dün­yada güzel amel işleyen kimseler için bu dünyada güzellik vardır. Bu güzellik sıhhat, afiyet, zafer, ganimet, izzet ve hükümranlıktır. Böyle kim­seler için ahirette de güzellik vardır. Ahiretteki güzellik ise cennet ve güzel karşılıktır. Bu ayetteki "hasene" (güzellik) kelimesinin nekire olarak (belir­lilik takısı almaksızın) gelmesi, bu güzelliğin büyüklüğünü göstermek amacına yöneliktir.

Daha sonra Yüce Allah, bu kulları, taat ve takvaya imkân bulmaları için hicrete teşvik etmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Allah'ın arzı geniştir." Yani bir yerde takvaya riayete imkân bulamaz­sanız, peygamberleri ve salih kulları örnek alarak Allah'a itaate, emriyle amele ve yasağından kaçınmaya imkân veren bir yere hicret edin, cihad edin, putlardan ve küfrün odaklarından uzak durun. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!" (Nisa, 4/97).

Daha sonra Allah Tealâ, böyle kimselerin hicret ederek vatanlarından ayrı kalma konusunda gösterdikleri sabra karşılık alacakları karşılığı zik­retmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Ancak sabredenlere mükâfatları hesapsız ödenecektir." Yani Allah on­lara, hicrete ve vatanlarını terketmelerine mukabil ecirlerini cennette hesapsız olarak verecektir. Buradaki "hesapsız verme"den maksat, verilen karşılığın ölçüye ve tartıya tabi tutulamayacak miktarda, hesap edenlerin ve sayanların güç yetiremeyecekleri ölçüde olduğunu anlatmaktır.

Bu ayet, takva bulunmaksızın ve Allah'ın emirlerini tutup yasakların­dan kaçınmaya riayet etmeksizin sadece kalp ile iman etmenin veya müs-lümanlığı ilân etmenin mutlak anlamda tek başına yeterli olmayacağının delilidir.

Bundan sonra Yüce Allah takva emrine, ibadet ve taatta ihlas emrini de eklemekte ve şöyle buyurmaktadır:

"De ki: "Bana dini yalnız Allah'a halis kılarak O'na kulluk etmem em­redildi." Yani bana, ancak şirk, riya ve benzeri şeylerden arındırılmış bir ihlasla ibadeti Allah'a halis kılmam emredildi. Her ne kadar bu emir Hz. Peygamber (s.a.)'e yönelik ise de, bu ayette putlara kulluk edenler kınan­maktadır. Dolayısıyla mesaj bütün müslümanlaradır.

"Ve bana, müslümanların ilki olmam emredildi." Yani ben, bu ümmet içinde, babaların dinine ve putperestliğe muhalefet etmek ve Allah'ı bir­lemek suretiyle müslümanların ve Allah'a boyun eğenlerin bu çağda veya bu toplum içinde ilki olmakla emrolundum. "De ki: "Ben Rabb'ime isyan edersem büyük bir günün azabından korkarım." Yani putlara kulluk eden­lere ve müşriklere de ki: Ben, kulluğu yalnız Allah'a halis kılmayı ve Al­lah'ı birlemeyi, şirkin götüreceği kötü sonu haber vererek İslâm'a daveti terkederek ve müşriklerin, dalâlette olmaları hasebiyle, gelecek olan kıyamet gününün dehşetinden onları sakındırmaktan geri durarak Rab-bime isyankâr olmaktan korkarım. Bu ifadede, daha münasip bir dille müşrikler kastedilmektedir.

Daha sonra Hz. Peygamber (s.a.)'in yalnızca Allah'a ibadet ettiğini an­latmak ve anlamın zihinlere iyice yerleşmesini sağlamak için Allah'a taat-te ihlas emri daha bir vurgulanmakta ve şöyle buyurulmaktadır: "De ki: "Ben dinimi yalnız Allah'a halis kılarak O'na kulluk ediyorum.[28]* Yani ey Peygamber! O müşriklere bir kez daha de ki: Rabbim bana, yalnızca ortağı olmayan kendisine ibadet etmemi ve kulluğumun, şirk, gösteriş ve benzeri hususlardan uzak olarak Allah'a halis kılınmasını emretti. Şu halde ben, ne Allah'tan başka bir varlığa ne de onun da bulunduğu ilâhlar topluluğu­na değil, her halükârda sadece tek olan Allah'a kulluk ederim.

Daha sonra Yüce Allah, müşrikleri, şöyle buyurarak azap ile tehdit et­mektedir:

"Siz de O'ndan başka dilediğinize kulluk edin." Yani Allah dışında kulluk etmeyi dilediğiniz putlara kulluk edin. Yakında amelinizin kar­şılığını göreceksiniz. Bu ifade de müşrikleri tehdit, onlarla alay etme, on­ları azarlama ve onlardan teberri (yüz çevirme) vardır.

Ardından Allah Tealâ onları, kıyamet günü uğrayacakları hüsran akibetinden sakmdırmakta ve şöyle buyurmaktadır:

"De ki: Ziyana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendilerini, hem de ailelerini ziyana sokanlardır. Dikkat edin! İşte bu, apaçık bir ziyandır." Yani ey Peygamber! Onlara de ki: Büsbütün hüsrana uğrayacak olanlar şirk, isyan, sapıklıkla kendilerini saptırmak ve kıyamet günü daimi olan cehennem azabına muhatap kılmak suretiyle ailelerinden kendilerine tabi olanları da ziyana sokanlardır. İşte açık ve zahir olan ziyan budur, bundan daha büyük bir ziyan yoktur. Zira bu ziyanın karşılanması sözkonusu değildir.

Sonra, ziyanın niteliğini beyan etmek için müşriklerin cehennem ateşindeki hali şöyle tavsif edilmektedir:

"Onların üstlerinden ateşten gölgeler, altlarından da gölgeler var." Yani onlar için, hem üstlerinden hem de altlarından katmerleşmiş bir halde alev saçan ateş tabakaları vardır. Yani ateş onları her yandan kuşatmıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: "Onlar için cehennemden bir döşek ve üstlerinde de yine ateşten örtüler vardır. İşte zalimleri böyle cezalandırırız." (A'râf, 7/41), "O gün azap onları üstlerinden, ayaklarının altından örter ve Allah, "Yaptığınız işleri tadın" der." (Ankebût, 29/55).

Burada onların altlarından gelecek olan ateşin "gölge" olarak nitelen­dirilmesinin sebebi şudur: Tıpkı bu ayette anlatılanların üstünde ateşten gölgeler bulunması gibi, daha aşağı cehennem tabakalarında bulunan cehennem ehli için de bunların altındaki ateş tabakaları (üstten yakan ateşten) bir gölgedir. Zira cehennemin her tabakasında kâfirler güruhun­dan bir zümre bulunur.

"İşte Allah kullarını bundan korkutuyor. Ey kullarım! Benden kor­kun." Yani Allah'ın, kullarını sakındırmak için ve isyanlardan, günahlar­dan ve haramlardan uzak durasınız diye size duyurduğu bu şiddetli azap aynıyla vardır ve mevcuttur. Öyleyse ey kullarım! Benim şiddetimden, gazabımdan, intikamımdan ve azabımdan korkun. Bu sakındırma ve uyarı, Allah'ın bir fazlı ve nimeti olarak gelmiştir ki, insanlar habersiz ol­dukları bir azap ile birden bire muhatap olmasınlar. Korkutulan kimse için mazeret yoktur.

Putlara kulluk edenlere hitap eden bu tehditten sonra Allah Tealâ, kul­larından, sakınan kimseler için müjde vermekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Tağut'a kulluk etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde var." Yani putlara ve şeytana kulluk etmekten kaçman ve Allah dışındaki şeylerden yüz çevirerek yalnızca Ona yönelenler için, kıymetli bir karşılık göreceklerine dair büyük bir müjde var. Bu da cennettir. Bu müjde ya pey­gamberlerin diliyle verilmiştir, ya da ölüm esnasında yahut kıyamet günü dirildikleri zaman verilecektir. Bu müjde, hem haklarında bu ayetin indiği kimseleri, hem de putlara kulluk etmekten kaçman diğer kimseleri kapsar. Çünkü sebebin hususi olması değil, lafzın umumi olması itibara alınır. Bu ayet, Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisi gibidir: "Dünya hayatında da, ahiret hayatında da müjde onlara." (Yûnus, 10/64).

Buradaki "Tağut"[29] kelimesi hem teklik, hem de çokluk varlıklar hak­kında kullanılır, putlara ve şeytana kulluk etmeye şamildir. Çünkü böyle bir kulluğu emreden ve güzel gösteren şeytandır. Küfür ve isyanın sebebi de odur.

"Müjdele kullarımı. Onlar ki, sözü dinlerler ve en güzeline uyarlar." Yani ey Peygamber! Tağut'a kulluktan kaçman, Kitap ve Sünnetten hak sözü işiterek anlayan, emrolundukları şeylerin en güzeline uyan ve bu em­rin gereğince amel eden mümin kullarımı müjdele. Nitekim Allah Tealâ, Hz. Musa'ya da şöyle buyurmuştur: "Bunları kuvvetle tut. Kavmine de em­ret, bunların en güzelini tutsunlar." (A'râf, 7/145).

Bu ayet, mümin kullar için bir müjdedir ki, onlar, güzel ile en güzeli, faziletli ile en faziletliyi birbirinden ayırırlar.

"İşte onlar, Allah 'm kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar akl-ı selim sahipleridir." Yani bu özelliklere sahip olanlar öyle kimselerdir ki, Allah onları dünyada da, ahirette de doğruyu bulmaya muvaffak kılmış­tır ve onlar selim akıl, düzgün fıtrat sahibidirler.

Daha sonra Yüce Allah bunların zıddı özelliklere sahip olanları açık­lamakta ve şöyle buyurmaktadır:

"Üzerine azap kelimesi hak olanı mı, sen ateşte olanı mı kurtaracak­sın?" Yani, insanların işleri senin elinde midir? Kimin üzerine -yüz çevir­mesi ve inadı sebebiyle- azap hak olmuşsa, onu sen mi ateşten kurtaracak­sın? Bu ayetten çıkan anlam şöyledir: Sen böyle kimseyi hidayete ulaştır­maya ve ateşin azabından kurtarmaya muktedir olamazsın. Bu ayet Hz. Peygamber (s.a.)'i teselli ifadesi taşımaktadır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) kavminin iman etmesi konusunda oldukça istekli idi. Bu sebeple Allah Tealâ Ona bildirmektedir ki, dalâlet ve helak ehli olan kimseleri sen hidayete erdiremezsin.

Daha sonra Allah Tealâ, tekrar muttaki, mutlu ve takva ehli kim­selerin göreceği karşılık konusuna gelmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Fakat Rabblerinden korkanlar için üstüste yapılmış odalar var. Odaların altında da ırmaklar akmaktadır. Bu, Allah'ın vaadidir. Allah vaadinden caymaz." Farzlarını eda etmek ve Ona isyandan kaçınarak Rabblerinin azabından korkan kimseler var ya, işte onlar için cennette bina edilmiş muhkem odalar vardır. Bu odalar, kat kat süslü tabakalardan oluşan yüksek köşklerdir. Çünkü cennet derece derecedir ve bu derecelerin bazıları, diğer bazılarının üstündedir. Buna karşılık cehennem de, bir kıs­mı diğer bir kısmının altında olan alçak tabakalardan oluşmaktadır. Cen­nette bulunan bu odaların altından tatlı su ırmakları akar. Bu, cennetteki odaların son derece güzel olmasından ileri gelmektedir. Daha sonra Allah Tealâ, bu karşılığın güzelliğini tekrar vurgulamakta ve bunun, Allah Tealâ'nm mümin ve muttaki kullarına vaadi olduğunu ve Onun vaadinin dönülmez ve bozulmaz bir vaad olarak hak ve sabit bulunduğunu haber vermektedir. [30]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler aşağıdaki hususları göstermektedir:

 

1- Allah Tealâ, müminlere, imanlarına takvayı da eklemelerini emir buyurmaktadır. Takva ise emredilen hususları titizlikle yerine getirmek ve sakındırılan hususlardan kaçınmaktır. Bu emir, tek başına imanın yeterli olmayacağını göstermekte, keza yine imanın, ma'siyetle birlikte de var­lığını devam ettireceğine delâlet etmektedir.

2- Takvanın büyük faydaları vardır. Zira müttakiler için dünyada sıh­hat, afiyet, zafer, hükümranlık, makam mevki ve zenginlik, ahirette de güzel karşılık ve kesintisiz çok ihsan vardır.

3- Dünya hayatında sadece ihsan ve taat üzere bulunanlar için her­hangi bir özür yoktur. Şu halde kim bulunduğu yerde Allah'a taatten men ediliyorsa, kendi yurtlarından başka yerlere hicret eden peygamberlere ve salih kimselere uyarak ibadet ve taat ile iştigal etmesine imkân verecek bir başka yere hicret etmek o kimse üzerine bir görevdir.

"Allah'ın arzı geniştir," ayetinden maksat, İslâm'ın ilk dönemlerinde vacip olduğu üzere Mekke'den hicrete ve vatandan ayrı düşmeyi sabırla karşılamaya teşviktir.

4- Sabır, vatandan ve aileden ayrı düşmeye, dünya hayatında Allah Tealâ'ya taat karşılığında gelebilecek muhtemel kötü neticelere ve belâlara rıza göstermektir. Sabrın karşılığı açıktır ve sınırsızdır. Şu halde başına gelen şeylere rıza gösteren ve sakmdırıldığı şeyleri terkedenlerin alacağı ecrin miktarı hudutsuzdur. Bu, orucun sevabına benzemektedir. Çünkü Müslim'in Ebû Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) bir hadis-i kudsîde Rabb'inden naklen şöyle buyurmuştur: "Oruç benim içindir ve onun karşılığını da ben vereceğim."

Hz. Hüseyin (r.a.)'den de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Dedem Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu işittim: "Farzları eda et ve insanların en çok ibadet edenlerinden ol. Sana düşen kanaat sahibi olmaktır ki, insanla­rın en zenginlerinden olasın. Yavrucuğum! Cennet'te "Şeceretu'l Belvâ" (Be­lâ Ağacı) denen bir ağaç vardır. Bu ağaç, dünya hayatında belâya muhatap olanlara getirilir. Onlar için amellerin tartılacağı mizan kurulmaz ve amel defterleri açılmaz. Onlara hesapsız ecir verilir." Böyle buyurduktan sonra Hz. Peygamber (s.a.) şu ayeti okudu: "Ancak sabredenlerin ecirleri hesapsız olarak verilir."

Nahhâs şöyle demiştir: "Sabreden" kelimesi, övgü ifade eder. Bu övgü ifadesi, ancak ma'siyetleri işlememek için sabreden kimseler içindir.

Öte yandan sabrın ecri, hak edilen miktarda değil, Allah'ın vaadettiği miktarda görülecektir.

5- Bu ayetlerde Allah Tealâ, Rasulüne, ibadet ve taati, yalnızca, ortağı bulunmayan Allah'a halis kılmasını, şirk, gösteriş ve benzeri şaibeleri ka­rıştırmamasını -tekit maksadıyla- iki kere emir buyurmaktadır. Hz. Pey­gamber (s.a.)'den sonra ümmeti de aynı emrin muhatabıdır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.)'e emir, ümmetine de emirdir. Burada emre Hz. Peygam­ber (s.a.) ile başlamasının sebebi ta'lim, irşat ve O'nu ümmetine örnek kıl­mak içindir.

Aynı şekilde Allah Tealâ, Rasulüne, bu ümmetin müslümanlarmın ilki olmasını da emir buyurmuştur ve bu, fiilen olmuştur. Zira Hz. Peygamber (s.a.), atalarının dinine muhalefet edenlerin, putları indirip kıranların, Al­lah'a teslim olan ve O'na iman edenlerin ve insanları da buna davet eden­lerin ilkidir.

Bunun yanısıra Allah Tealâ, insanları kıyamet gününün azabıyla kor­kutmasını da Hz. Peygamber (s.a.)'e emir buyurmaktadır.

Bütün bu emirler müşrikler için red, müminler için ise ta'lim ve irşattır.

6- "Siz de O'ndan başka dilediğinize kulluk edin." ayeti, müşriklerin putlara kulluk etmesine izin verme ve onların bu davranışını kabul anla­mında değildir. Ayetin bu ifadesi, tehdit ve başa kakma bildiren bir emir tarzındadır. Nitekim şu ayetlerde de aynı durum sözkonusudur: "Dilediği­nizi yapın." (Fussılet, 41/40), "Gücünüz yettiğince yapacağınızı yapın." (Enam, 6/135).

7- Müşriklerin kıyamet günü karşılaşacakları en büyük ziyan, kendi nefislerinin ve ailelerinin yaşayacağı ziyandır. Onların bu ziyanı yaşamala­rının sebebi, hak dinden sapmaları, kendilerine uyanları da Allah'ın dinin­den saptırmalarıdır. İbni Abbas (r.a.) şöyle demiştir: "Hiç kimse yoktur ki, Allah onun için cennette bir eş yaratmamış olsun. Bu kimse cehenneme girdiği zaman kendisini de ailesini de ziyana uğratmış olur. Kim de Allah'a itaat ederek iyi işler yaparsa, daha önce kendisinin olanlar dışında, cehenneme giren kimse için yaratılmış olan konağa ve eşe de sahip olur." İşte, "İşte varisler onlardır." (Müminûn, 23/10) ayetinde anlatılan budur.

8- Kâfirler için kıyamet günü, kendilerini her taraftan kuşatan cehen­nem azabı vardır. Bu sebeple Allah Tealâ, mümin kullarım ve muttaki dostlarını bu azapla korkutmaktadır. Öyleyse ey Allah'ın dostları! Tevhid ve taati yalnız Allah'a halis kılarak Rabbiniz olan Allah'ın bu azabından korkun. Bu, putlara tapanlar için şiddetli bir tehdittir.

9- Putlara kulluk etmekten ve putlara kulluğu güzel gösteren şeytana tapmaktan kaçman ve   Allah'a yönelen, yani bütünüyle Allah'a dönen ve O'na kulluk ve itaat eden mümin kullar için Yüce Allah cennet vaadetmek-tedir.

İşte bu kimseler, akıllarını kendilerine fayda verecek şekilde kul­lanan, hak ile batılın ve güzel ile çirkinin arasını ayırt eden, Allah'ın emir­lerini gereği gibi anlayan ve Allah'ın Kitabı ile Rasulünün Sünneti'ne uyan kimselerdir.

10- Hidayet yalnızca Allah Tealâ'nm elindedir. Bu sebeple   Allah, Rasulünü teselli ederek şöyle buyurmaktadır: "Kendisine azap kelimesi hak olan kimseyi sen mi ateşten kurtaracaksın?" Buradan, hidayet ve dalâleti da tıpkı insanın diğer fiillerinde olduğu gibi Allah'ın yarattığı ve var ettiği sonucu çıkar. Hidayet ve dalâletin elde edilmesi, kazanılması ve seçilmesi ise kuldandır. Yüce Allah şöyle buyurur: "Allah kimi doğru yola iletirse o, yolu bulmuştur; kimi de sapıklıkta bırakırsa, artık onun için yol gösteren bir dost bulamazsın." (Kehf, 18/17).

11- Allah Tealâ, kâfirler için altlarından ve üstlerinden gelecek ateş­ten gölgeler bulunduğunu, muttakiler için ise odalar ve onların üzerinde de başka odalar bulunduğunu beyan buyurmuştur. Çünkü cennet derece dere­cedir ve bunların bir kısmı diğerlerinden daha yücedir. Aynı şekilde cehen­nemde de kat kat çukurlar vardır ve bunlardan bazıları diğerlerinden daha aşağıdadır.

Cennet, her türlü nefis güzellik ile bezenmiştir. Cennet odalarının al­tından ırmaklar akar. Yani cennette, her türlü gönül açıcı ve iç ferahlatıcı sebep vardır. Allah Tealâ bunları, şüphesiz bir biçimde var ve gerçek olan bir vaad ile muttaki kullarına vaad etmiştir. Nitekim kâfirlere de cehen­nemi aynı şekilde vaad etmiştir ve Yüce Allah, her iki gruba va'dettiği şey­leri yerine getirmekten caymaz. [31]

 

Dünyanın Durumu:

 

 21- Görmedin mi Allah gökten bir su  indirdi, onu yerin içindeki kaynak- I»1"» geçirdi. Sonra onunla çeşitli  renklerde ekin çıkarıyor. Sonra kurur onu sararmış görürsün. Sonra  Allah onu bir çöp yapar. Şüphesiz  bunda akl-ı selim sahipleri için bir  ibret vardır.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Görmedin mi" elbette biliyorsun ki, "Allah gökten bir su indirdi" bu­luttan yağmur indirdi, "onu yerin içindeki kaynaklara geçirdi." Onu kay­naklara ve suyun kaynayıp çıktığı yerlere soktu, "...onu sararmış görür­sün." Onun, yeşil iken daha sonra sararmış olduğunu müşahede edersin. "Sonra Allah onu bir çöp" kırılıp ufalanan bir çöp yapar. "Akl-ı selim sahip­leri için" akıllı kimseler için. Zira başkaları değil, ancak bunlar bu ayetin Allah Tealâ'nın birliğine ve kudretine delâlet ettiğini düşünür ve anlarlar. "bir ibret" bunu yapıp eden ve düzenle yürüten hikmet sahibi bir yaratıcı­nın varlığının kaçınılmaz olduğu noktasında bir hatırlatma "vardır." [32]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ, ahireti ve Allah'a itaati teşvik ve bunlara rağbet ihtiva eden bir ifade ile vasfettikten sonra bu ayette de dünyayı, kendisinden uzaklaşmayı gerektiren bir tarzda tavsif buyurmaktadır (anlatmaktadır). Dünyanın bu şekilde tavsif edilmesinin sebebi, dünyanın müddetinin kısa olması ve sonunun çabuk gelmesidir. Yüce Allah'ın, dünyadan önce ahiretin özelliklerini anlatmasının sebebi, dünyadan uzaklaşıp ahirete yönelme­nin ve onu arzulamanın bizzat amaç olmasıdır. [33]

 

Açıklaması:

 

Ey peygamber ve diğer bütün muhataplar! Allah Tealâ'nın buluttan yağmur indirdiğini ve onu yere sokup oraya yerleştirdiğini, sonra oradan su kaynakları halinde fışkırtıp çıkarttığını, sonra onunla yeryüzünü sula­dığını ve bunun neticesi olarak o suyla tahıl, sebze ve sair çeşitli türlerden ve sarı, yeşil, beyaz, kırmızı ve sair gözalıcı muhtelif renklerden ekinler, bitkiler bitirdiğini görmediniz mi?

Sonra bunlar kuruyor ve sen, yeşil ve canlı bir halde olan bu bitki ve ekinlerin, bir zaman sonra sarardığını ve nihayet kırılıp ufalanan bir hale geldiğini görüyorsun. Yukarıda anlatılan, yağmurun yağdırılması ve onun­la ekinlerin bitirilmesi vs. hadisesinde akl-ı selim sahiplerinin istifade ede­ceği bir öğüt ve bunu yapanın hikmet ve kudretine işaret eden bir uyarı ve ibret vardır.

Bu akıl sahipleri bilirler ki, dünya hayatının durumu, hızla zeval bu­lup kesintiye uğramasında, güzelliğinin gidivermesinde, parlaklık ve cazi­besinin kaybolmasında işte bu ekinlerin durumu gibidir. Ve o akl-ı selim sahibi kimselerin içinde, Allah Tealâ'nın mahlukâtı yeniden diriltip bir araya toplamaya kadir olduğu hususunda en küçük bir şüphe kalmaz.

Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisidir: "Onlara dünya hayatının tıpkı şöyle olduğunu anlat: Gökten bir su indirdik, yerin bitkisi onunla karıştı ve sonunda bitkiler, rüzgârların savurduğu çöp kırın­tıları haline geliverdi. Allah her şeye kadirdir." (Kehf, 18/45). [34]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayet, Allah'ın mahlukâtı yaratmadaki ve mümin ile kâfiri birbirin­den ayırmadaki kudretine delâlet etmektedir. O, tıpkı gökten su, yani bu­luttan yağmur indirmeye kadir olduğu gibi, buna da kadirdir.

Yine bu ayet, ebedi olduğu için ahireti teşvik etmekte ve süresinin kı­sa olması, hızla yok olacağı ve zeval bulacağı için de dünyadan uzaklaştır­maktadır.

Zira bu fani dünyanın metaı zail olucudur, onun süsü yalancıdır. Dün­ya, değişmekte ve bir durumda kalmayıp sürekli durum değiştirmektedir. Onun son bulacağı da kesindir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yerin üzerinde bulunan her şey yok olacaktır. Yalnız Rabb'inin celâl ve ik­ram sahibi zâtı baki kalacaktır." (Rahman, 55/26-27), "O'nun zâtından baş­ka her şey helak olacaktır." (Kasas, 28/88).

Kısacası bu ayet, dünyanın durumunun misalidir. Akl-ı selim, uzak görüşlü ve derin düşünceli olan herkes bu ayetten ibret alır ve kendisini bekleyen kesin geleceğe, uyanık, sakınan, hazırlıklı ve orası için çalışan bi­risi olarak bakar. [35]

 

İslam İle Hidayete Ermek:

 

22- Allah'ın, göğsünü İslâm'a açtığı kimse -ki o Rabbinden bir nur üze­rindedir- (kalbini mühürlediği kim­se gibi) midir? Allah'ı anmaya karşı yürekleri katılaşmış olanlara yazık­lar olsun. Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.

23- Allah, sözün en güzelini, birbiri­ne benzer, ikişerli bir Kitap halinde indirdi. Rabblerinden korkanların, ondan derileri ürperir; sonra derile­ri ve kalpleri Allah'ın zikrine yumu­şar. İşte bu, Allah'ın rehberidir. Di­lediğini bununla doğru yola iletir. Ama Allah kimi sapıklığında bıra­kırsa, artık ona yol gösteren olmaz.

24- Kıyamet günü yüzüyle o en kötü azaptan korunmaya çalışanın hali (öyle) midir? Ve zalimlere, "Kazandı­ğınızı tadın." denmiştir.

25- Onlardan öncekiler de yalanladı­lar. Bu yüzden hiç farkına varma­dıkları bir yönden onlara azap geldi.

26- Allah, dünya hayatında onlara rezillik tattırdı. Ahiret azabı elbette daha büyüktür; keşke bilselerdi.

 

Belagat:

 

"Allah'ın, göğsünü İslâm'a açtığı kimse ki o..." Cümlenin ilerisi anla­ma delâlet ettiği için burada cümlenin bir kısmı hazfedilmek suretiyle meydana gelmiş bir icaz vardır. Bu cümlenin haberi hazfedilmiştir. Takdirî haber ise şöyledir: "Bu kimse, Allah'ın kalbini mühürlediği kimse gibi mi­dir." Nitekim "yüzüyle o en kötü azaptan korunmaya çalışanın..." ayetinde de böyle bir durum sözkonusudur. Bu ifadenin takdirî cevabı ise şöyledir: "Bu kimse, cennete girmek suretiyle o en kötü azaptan emin olan kimse gi­bi midir?"

"Ve zalimlere" yani onlara denmiştir. Burada "onlara" denmemiş zahirî ifade zamir yerine konmuştur. Böyle yapılmasının sebebi ise, zulmün onla­ra tescil edilmesi ve onlara söylenen sözün gereğini anlatmaktır. Onlara söylenen söz ise şudur: "Kazandığınızı tadın."

"Doğru yola iletir" ve "sapıklığında bırakır" ifadeleri arasında tıbâk vardır. [36]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah'ın göğsünü" Yani kalbini, gönlünü "İslâm'a açtığı" yani yaydığı ve hazır hale getirdiği. Burada kastedilen şudur: Bu kimsenin nefsi, İs­lâm'ı kabul etmeye olanca gücüyle hazır halde yaratılmıştır. Dolayısıyla bu kimse hidayeti bulur. Burada "kalp" yerine "göğüs" denmesi, İslâm'ı kabul etmiş olan nefsin bağlı bulunduğu ruhun kaynağı olan kalbin göğüste bu-lunmasındandır. Bu soru cümlesinin cevabı hazfedilmiştir. Takdirî cevap şöyledir: "Bu kimse, Allah'ın, kalbini mühürlediği kimse gibi midir?" Cüm­lenin devamı bunu göstermektedir: "Allah'ı anmaya karşı yürekleri katılaş­mış olanlara yazıklar olsun." Buradaki "veyl" (yazıklar olsun), azap ifade eden bir kelimedir. "Kalpleri katılaşmış", Kur'an'ı kabulden yüz çeviren de­mektir. Ayette geçen "kasvet", kalbin katılaşması ve cansızlaşmasıdır. Da­ha önce geçen, "Rabb'inden bir nur üzerinde" cümlesindeki nur, marifet ve hakka hidayet nurudur. Nur, basiret ve hidayettir.

"Allah sözün en güzelini" Yani Kur'an'ın "birbirine benzer." Tertip ve mana açısından, yani ifade sanatı, tertip güzelliği, incelik, mana sağlamlığı ve muhkemlikte ayetleri birbirine benzer. "İkişerli" Buradaki "mesânî" ke­limesi, "tesniye "den gelen "mesnâ "nın çoğuludur ve "tekrar" anlamındadır. Yarii onda müjde ve tehdit ve sair hususlar tekrar tekrar yer almıştır, "bir kitap halinde." Kur'an olarak "indirdi." "İşte bu" Kitap, "Allah'ın rehberi­dir. Dilediğini bununla doğru yola iletir." Hidayetine iletir. "Allah kimi sa­pıklığında bırakırsa." Kime yardım etmeyip, hor ve zelil terkederse, "artık ona yol gösteren olmaz." Onu dalâletten çıkaracak birisi bulunmaz.

"Yüzüyle o en kötü azaptan korunmaya çalışanın hali" Ateşe, elleri boynuna bağlı olarak atıldığı için yüzünü, azabın en şiddetlisinden korun­mak için kalkan yapanın hali "(öyle) midir?" Bu cümlenin cevabı da hazfe­dilmiştir. Takdirî cevap şöyledir: "Bu kimse, cennete girdiği için o azaptan emin olan kimse gibi midir?" "Zalimlere" Mekke müşriklerine ve onlar gibi­lere. "Kazandığınızı tadın." Yani işlediğiniz amellerin vebalini ve cezasını tadın.

"Onlardan öncekiler de yalanladılar." Yani kendilerine gelen elçilerin, azap konusunda söylediklerini yalanladılar. "Bu yüzden hiç farkına varma­dıkları bir yönden onlara azap geldi." Şerrin kendisinden geleceğini akılla­rına getirmedikleri bir yönden. "Dünya hayatında rezillik." Yani mutsuzluk ve perişanlık, öldürülme, esir alınma, korku, yerinden yurdundan olma vb. durumlar. "Keşke bilselerdi." Keşke o yalanlayanlar, ahiret azabını ve ya­lanladıkları şeyleri bilselerdi! [37]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Allah sözün en güzelini..." ayetinin (23. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Hâkim ve daha başkaları, Sa'd b. Ebî Vakkâs (r.a.)'m şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Hz. Peygamber (s.a.)'e Kur'an ayetleri nazil oldu; O da onları bir zaman müminlere okudu. Onlar, "Ya Rasulallah!" dediler, "Keşke bize başka sözler de söyleseniz." Bunun üzerine "Allah sözün en güzelini..." ayeti indi. İbni Abbâs (r.a.)'tan da şöyle rivayet edilmiştir: "Sahabe'den bir cemaat, "Ey Allah'ın Rasulü! Bize güzel sözler söyleyin ve geçmiş kavimle­rin haberlerini, hikâyelerini anlatın." Bunun üzerine "Allah sözün en güze­lini..." ayeti indi." [38]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Bundan önceki kısımda 'Allah Tealâ'ya taat ile ahirete yönelmenin ve dünyadan yüz çevirmenin gerekliliği beyan edildikten sonra bu ayetlerde de, geçen açıklamalardan tam anlamıyla istifadenin ancak Allah'ın göğüs­leri açması ve kalpleri nurlandırması ile mümkün olduğu açıklanmaktadır. Daha sonra da Allah'ın saptırdığı kimseleri hiç kimsenin hidayete eriştire-meyeceği, ateşe atılanın, iman edip güvenlik içinde cennete giren gibi ol­madığı ve peygamberleri yalanlayanlar için dünya ve ahirette çetin azap olduğu izah edilmektedir. [39]

 

Açıklaması:

 

"Allah'ın, göğsünü İslâm'a açtığı kimse, Rabbinden bir nur üzerinde değil mi?" Yani Allah'ın, göğsünü İslâm için açtığı ve dolayısıyla İslâm'ı ka­bul edip onunla hidayete erişen kimse, -ki bu hidayet sebebiyle, Rabbin­den gelen ve üzerine inen bir nur ve basiret üzeredir. Bu, marifet ve hakkı bulma nurudur- yaptığı kötü seçim, içinde bulunduğu gaflet ve cehalet se­bebiyle kalbi katılaşmış -ve bu suretle dalâletin karanlıklarında, cehaletin afetlerinde- olan kimse gibi midir?

Bu ayetin ifade ettiği anlam şudur: Hidayeti bulmuş ve İslâm'a girme­ye muvaffak olmuş kimse ile kalbi katı ve haktan uzak olan kimse bir de­ğildir. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Ölü iken kendisini dirilt­tiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu?" (En'âm, 6/122), "Allah kimi doğru yola iletmek isterse, onun göğsünü İs­lâm'a açar." (En'âm, 6/125).

İbni Merdüveyh, İbni Mesud (r.a.)'un şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Yâ Rasulallah!" dedik, "Yüce Allah'ın "Allah'ın göğsünü İslâm'a açtığı kimse Rabb'inden bir nur üzere değil mi?" kavl-i ilâhisinde geçen "göğsün İslâm 'a açılması" nasıl olmaktadır?" Şöyle buyurdu: "Nur kalbe girdiği za­man kalp açılır ve inşirah bulur." Biz bu sefer de, "Yâ Rasulallah! Bunun alâmeti nedir?" diye sorduk; "Ebedilik yurdu olan ahirete yönelme, geçici ve aldatıcı olan dünyaya bağlanmayı bırakma ve ölüm gelmeden önce ona ha­zırlanmadır. " buyurdu.

Tirmizî de Nevâdiru'l-Usûlde İbni Ömer (r.a.)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Adamın biri şöyle dedi: "Yâ Rasulallah! Hangi mümin daha akıl­lıdır?" Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Ölümü daha çok anan ve ona daha fazla hazırlık yapandır. Nur kalbe girdiği zaman kalp yayılır ve ge­nişler." Orada bulunanlar, "Bunun alâmeti nedir yâ Rasulallah?" diye sor­dular. Şöyle buyurdu: "Ebedilik yurdu olan ahirete hazırlanma, geçici ve al­datıcı olan dünyaya bağlanmayı bırakma ve ölüm gelmeden önce ölüme ha­zırlanmadır."

Bundan sonra Yüce Allah^ ayetin ilk cümlesindeki üslup gereği eksilti­len, düşülen ifadeye delâlet olsun diye kalpleri katılaşmış olanların cezası­nı zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Allah 'ı anmaya karşı kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun. On­lar apaçık bir sapıklık içindedirler." Yani Allah Tealâ zikredildiği zaman kalpleri yumuşamayan, anlamayan ve kavramayan kimselere şiddetli azap olsun. Bu kimseler haktan sapmak suretiyle içine düştükleri açık dalâlet­te kalpleri katılaşmış ve insanların tümü için aşikâr bir tehlike oluşturan kimselerdir.

Tirmizî, İbni Ömer (r.a.)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hz. Pey­gamber şöyle buyurdu: "Allah'ı zikretmek dışında fazla konuşmayın. Zira Allah'ın zikri dışında fazla konuşmak, kalp katılığı doğurur. İnsanları Al­lah'tan en fazla uzaklaştıran şey, katı kalptir."

Ebû Sa'îd Hudrî (r.a.)'nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hz. Pey­gamber şöyle buyurdu: "Yüce Allah şöyle buyurdu: "İhtiyaçları alicenap ve yüksek ruhlu kimselerden isteyin. Zira ben onlarda rahmetimi var ettim. Kalpleri katı olan kimselerden birşey istemeyin. Zira ben gazabımı onlarda var ettim."

Mâlik b. Dînâr da şöyle demiştir: "Kula, kalp katılığından daha büyük bir ceza verilmemiştir. Allah Tealâ'nm gazap ettiği hiçbir kavim yoktur ki, Allah onların kalplerinden rahmet ve merhameti söküp almamış olsun."

Bunun ardından da Yüce Allah, göğsü açan Kuranı tavsif etmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Allah sözün en güzelini, birbirine benzer, ikişerli bir Kitap halinde in­dirdi. Rabb'lerinden korkanların ondan derileri ürperir; sonra derileri ve kalpleri Allah'ın zikrine yumuşar." Yani sözlerin en güzelini -ki o, Kur'an'dır- Allah indirir. Çünkü Kur'an'da hayırlar, bereketler, hususi ve umumi faydalar vardır. O, nazm (tertip) güzelliğinde, sağlamlık ve icazda, (ifade sanatında) anlam sıhhatinde, açıklama kuvvetinde ve belağatin zir­vesinde olmak bakımından ayetleri birbirine benzer bir Kitaptır. Onda kıs­salar, öğütler, emir ve nehiylerden ibaret hükümler, müjde ve tehditler tek­rar tekrar zikredilmiştir. O, tekrar tekrar tilâvet edilir, ama ne okuyana sı­kıntı verir, ne de dinleyene bıkkınlık getirir.

Azap ayetleri zikredildiği zaman, Allah'tan korkanların derileri ürpe­rir; -nitekim Zeccâc, Kur'an'dan derilerin ürpermesinin anlamının, ondaki azap ayetleri okunduğu zaman insanın ürpermesi olduğunu söylemiştir-ondaki tehdit dolayısıyla nefsi bir titreme alır. Ancak daha sonra rahmet ayetlerini duyunca deriler ve kalpler sükûnete ulaşır ve kendini emniyet içinde hisseder. Katâde şöyle demiştir: "Bu ayette velilerin özelliği anlatıl­maktadır. Burada onların derilerinin ürperdiği, daha sonra da kalplerinin, Allah'ın zikriyle huzur bulduğu bildirilmekte; onlar, akılları gitmekle ve baygınlık geçirmekle nitelendirilmektedir.

Hz. Ebû Bekir'in kızı Esma (r.a.)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamberin ashabının, -Allah Tealâ'nın kendilerini anlattığı gibi-Kur'an okunduğu zaman gözleri yaşarır, derileri ürperirdi." Ona, "Günü­müzde bazı kimseler var ki, Kur'an okunduğu zaman kimi baygınlık geçi­rip yere yığılıyor." dendi. O da şöyle karşılık verdi: "Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım."

"İşte bu, Allah'ın rehberidir. Dilediğini bununla doğru yola iletir." Yani bu Kitap veya Kur'an, Allah'ın hidayetidir; O, dilediği kimseyi bununla hi­dayetine erdirir ve İslâm'a girmeye muvaffak kılar. Bu, Allah'ın hidayete erdirdiği kimsenin özelliğidir. Bunun aksi durumda olan kimse ise, Al­lah'ın dalâlete soktuğu kimsedir.

"Ama Allah kimi sapıklığında bırakırsa, artık ona yol gösteren olmaz." Yani Allah Tealâ, fasık ve facirlerden kimi Kur'an'a imandan nasipsiz hor ve zelil kılmışsa, ona yol gösteren kimse bulunamaz.

Daha sonra Yüce Allah, hidayete eren ile dalâlete sapan kimse arasın­da ayrım yapılmasının sebebini beyanla şöyle buyurmaktadır:

"Kıyamet günü yüzüyle o en kötü azaptan korunmaya çalışanın hali nice olur?" Bu ayet, Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisine benzemektedir: "O halde ateşin içine atılan mı daha iyidir, yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi?" (Fussilet, 41/40). Dolayısıyla bu ayetin anlamı da şöyledir: "Cehenne­me yüzü koyun düşen ve kıyamet günü şiddetli azaba karşı, yüzünden baş­ka kendisiyle korunacağı birşey bulamayan kimse; güvende olan, başına korkulan veya arzu edilmeyen hiçbir şey gelmeyen, korkulan durumlara karşı herhangi bir endişe taşımayan, aksHe, Allah'ın cennetinde her türlü  kötülükten selâmette ve mutmain bir durumda bulunan kimse gibi midir?" Yani bu ikisi elbette bir değildir. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Şimdi, yüzüstü kapanarak yürüyen mi doğru gider, yoksa yolda düzgün yürüyen mi?" (Mülk, 67/22).

"Ve zalimlere: "Kazandığınızı tadın" denmiştir." Yani kâfirlere, "Dün­yadayken kazandığınız ma'siyetlerin karşılığını tadın" dendiği zaman. Ni­tekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte nefisleriniz için yığdıklarınız! Yığdıklarınızı tadın!" (Tevbe, 9/35).

Daha sonra Allah Tealâ, dünya hayatında geçmiş ümmetler içinde peygamberleri yalanlayanların azabını zikretmekte ve şöyle buyurmakta­dır: "Onlardan öncekiler de yalanladılar. Bu yüzden hiç farkına varmadık­ları bir yönden onlara azap geldi. Allah, dünya hayatında onlara rezillik tattırdı. Ahiret azabı elbette daha büyüktür, keşke bilselerdi." Yani peygam­berleri yalanlayan bazı geçmiş ümmetleri Allah, günahlarından ötürü he­lak etti. Onlara azap, hiç beklemedikleri bir yönden geldi. Bu esnada onlar kendilerini güvende hissediyorlardı ve gaflet içindeydiler. Bu durumday­ken Allah Tealâ, indirdiği azap ve felâket ile onlara horluğu ve zelilliği tat­tırdı. Yerle bir olmak, domuz, maymun gibi hayvanlara dönüştürülmek, öl­dürülmek, esir edilmek ve benzeri diğer hususlar, onların çarptırıldığı ce­zanın bazı türleridir.

Öte yandan ahiret azabı ise, onların dünyada başlarına gelenlerden daha şiddetli, elem verici ve daha büyüktür. Çünkü ahiret azabı son derece şiddetli ve devamlıdır. Keşke onlar bilen, düşünen ve ilminin gereğince amel eden kimseler olsalardı! [40]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Allah'ın, göğsünü İslâm'a açtığı ve dolayısıyla Rabbinden bir hida­yet üzere olan kimse ile kalbi mühürlenen ve doğru yolu bulmaktan mah­rum bırakılan kimse bir değildir. Şu halde kalbi katılaşmış olan ve Allah'ın zikrinden yüz çeviren kimselere yazıklar olsun, azaba duçar olsun! Zira on­lar açık bir sapıklık içindedirler.

2- Kur'an-ı Kerim, en güzel sözdür. Yani işitilenlerin en güzeli, Allah Tealâ'nın indirdiğidir ki, o, Kurandır. Bu, Kur'an'ın ilk özelliğidir.

Kur'an'm sıfat ve özelliklerinden biri de şudur: Kur'an, ayetleri güzel­likte, hikmette, tertip ve mana sağlamlığında birbirine benzerdir; birbirleri­ni doğrularlar. Kur'an'da tenakuz (sözün birbirini tutmaması) ve ihtilâf yok­tur. Kur'an ayetleri "mesânî"dir, yani kıssalar, öğütler ve hükümler Kur'an ayetlerinde tekrar tekrar verilir, o, tekrar tekrar okunur, ama bıkkınlık ve usanç vermez. Kur'an, teşvik ve sakındırmayı birarada yapar. İnanan kim-

seler ondan titrer ve ihtiva ettiği tehditlerden korkar; sonra da rahmet ayetlerini duyunca kendisini emniyette bulur ve sakinleşir. Kur'an, Allah Tealâ'mn, hidayetine kavuşturmayı dilediği kimseleri kendisiyle hidayete erdirdiği bir rehberdir. Allah'ın, fasıklardan, facirlerden ve Kur'an'dan yüz çevirenlerden saptırdığı, hor ve hakir kıldığı kimseye gelince, ona bir yol gösterici yoktur. İşte bunlar, Kur'an'ın sahip olduğu beş özelliktir.

3- Akıl ölçüleri içerisinde şu iki kimse bir değildir: Bunlardan biri, el­leri boynuna bağlanmış olarak ateşe atılır. Cehennem ateşinin ilk dokun­duğu yeri, yüzüdür. Diğer kimse ise, azaptan emin ve güvenliktedir, arzu edilmeyen ve korku duyulan herhangi bir şeyle muhatap olmaz. Kâfir za­limlere, azarlama ve tehdit yollu şöyle denir: "Kazandığınızı tadın!"

4- Peygamberleri yalanlayan geçmiş ümmetlerin azabı iki türlüdür: Birincisi; Domuz, maymun gibi hayvanlara dönüştürülmek, yere batırıl­mak, zelzele, sayha (helak edici korkunç ses), tufan, kasıp kavuran rüzgâr, suda boğulmak, öldürülmek, esir edilmek, yerlerinden yurtlarından çıka­rılmak, zelil ve hakir kılınmak şeklinde tezahür eden dünya azabı -ki bu azap onlara, hiç beklemedikleri yönden gelmiştir-; ikincisi ise ahiretteki azaptır ki, bu, dünya hayatında yaşadıkları azaptan daha büyük ve şiddet­lidir. Keşke onlar bunu bilse, düşünse ve ilimlerinin gerektirdiği biçimde amel etseler!

Bütün bunların anlatılmasından maksat, korkutmak ve sakmdırmaktır. [41]

 

Kuranın Arapça Olması Ve Ondaki Misaller:

 

27- Andolsun, biz bu Kur'an'da in­sanlara, öğüt almaları için her mi­salden (örnekler) gösterdik.

28- (Küfürden) korunsunlar diye pü­rüzsüz bir Arapça Kur'an indirdik.

29- Allah şöyle bir misal verdi: Birbi­riyle çekişen birçok ortakların sa­hip olduğu bir adam ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir adam. Şimdi bu ikisinin durumu bir olur mu? Hamd yalnız Allah'a mahsustur, fakat çoklan bilmivorlar.lan bilmiyorlar.

30-  Sen de öleceksin, onlar da öle­cekler.

31-  Sonra kıyamet günü Rabbinizin huzurunda davalarınız görülecektir.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Her misalden (örnekler)" dini gerçekleri dünya şartlarında ve ölçütle­rinde anlasınlar diye basiret sahibi insanlara örnek olaylar teşbih ve tem­siller "gösterdik."

"Allah şöyle bir misal verdi." Müşrik ve muvahhid hakkında. Burada geçen "darb-ı mesel" (misal vermek), bir gerçeğin, bir fikrin daha iyi anla­şılması için belli noktalarda benzerlik gösteren bir olayla aralarında bağ­lantı kurarak açıklamaktır. "...Şimdi bu ikisinin durumu bir olur mu?" Ya­ni bir gruba ait olan köle ile bir kişiye ait olan kölenin durumu bir olmaz. Zira bunlardan ilki, kendisinden hizmet istedikleri zaman efendilerinden hangisine hizmet edeceğini şaşırır. İşte bu, müşrikin misalidir. İkincisi ise muvahhidin misalidir.

"Hamd yalnız Allah'a mahsustur." Hamd yalnız O'nadır; gerçekte hamd konusunda O'na hiçkimse ortak değildir. Çünkü nimeti veren bizzat O'dur, mutlak anlamda malik ve sahip de O'dur. "Fakat çokları bilmiyorlar." Mekke ehlinin ve kâfirlerin ekserisi, kendilerini bekleyen azabı bilmiyorlar ve bu koyu cehaletleri sebebiyle Allah'a, başkalarım ortak koşuyorlar.

"Sen de öleceksin, onlar da ölecekler." Sen ey Muhammed (s.a.), ölecek-

sin ve ölüm konusunda herkes birdir. Sen de öleceksin, onlar da ölecekler. Şu halde birisinin başına gelen ölüm dolayısıyla sevinilmez. Bu ayet, saha-be'den bazılarının Hz. Peygamberin vefatının gecikmesini temenni etmele­ri üzerine inmiştir. [42]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

İlk özelliği "sözlerin en güzeli" olmak olan Kur'an'ın beş hususiyeti açıkladıktan sonra, bu ayetlerde de Kur'an'ın diğer özellikleri zikredilmek­tedir. Bunlar; Kur'an'ın, insanları korkutmak ve sakındırmak için misaller ihtiva eden, kıyamete kadar okunacak olan, dili Arapça olan ve pürüzsüz bir kitap olmasıdır. Buradaki pürüzsüz olmak, çelişkiden uzak olmak de­mektir.

Allah Tealâ, bu surede kâfirler hakkındaki tehdidi ayrıntılı biçimde açıkladıktan sonra, mümin ve muvahhid hakkında, müşriklerin tuttuğu yolun bozukluğunu gösteren ilginç bir misal zikretmektedir. [43]

 

Açıklaması:

 

"Andolsun, biz bu Kur'an da insanlara, öğüt almaları için her misal­den (örnekler) gösterdik. Korunsunlar diye, pürüzsüz bir Arapça Kur'an in­dirdik." Yani andolsun, biz insanlara, kendilerinden istenenleri, örnekler vererek açıkladık. Onlar, dinleri konusunda bu örnek olayların her birisine muhtaçtırlar. Kendilerini korkutmak ve sakındırmak için bu temsiller ara­sında, geçmiş asırlara ilişkin olanlar da vardır. Meselâ, anlamın anlaşılma­sını ve tesirli olmasını kolaylaştırır. Umulur ki onlar öğüt ve ibret alırlar. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Biz bu misalleri insanlara anlatıyoruz, ama onları, bilenlerden başkası düşünüp anlamaz." (Ankebût, 29/43). Kısacası insanlara misaller verilmesindeki hikmet, Rabblerinden korkmaları ve içinde bulundukları karanlıktan çıkmaları için bu misallerin onlara bir öğüt ve hatırlatma vesilesi olmasıdır.

Burada Kur'an, şu üç özellikle anlatılmaktadır: Birincisi; Kur'an ol­ması, yani kıyamet kopana kadar mihraplarda okunacak bir kitap olması. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki Zikr'i biz indir­dik; onu koruyacak olan da biziz." (Hicr, 15/9). İkincisi; Kur'an'ın Arapça olması, apaçık Arap diliyle indirilmiş bulunması. Yani fesahat ve belagat sanatlarının ustalarını kendisiyle yarışmaktan aciz bırakan bir üslûba sa­hip olması. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "De ki: "Andolsun eğer insanlar ve cinler şu Kur'an'ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, yine onun bir benzerini getiremezler; birbirlerine arka olsalar da." (İsrâ, 17/88). Üçüncü­sü de Kur'an'ın pürüzsüz, yani çelişkiden uzak olmasıdır. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Eğer o, Allah'tan başkası tarafından indiril­miş olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şeyler bulurlardı." (Nisa, 4/82). Dolayısıyla onlar, umulur ki, kendilerini sakındırmaya yönelik olarak zikret­tiklerimizle Allah'ın gazabından korunurlar.

Yukarıdaki ilk iki ayette geçen, "öğüt almaları için" ve "korunsunlar" ifadelerinin bu sıra ile gelmiş olması, öğüt almanın, korunmadan önce gel­mesi sebebiyledir. Zira kul, Kur'an'dan öğüt alıp, ayetlerin anlamını kavra­dığı zaman, korunma ve sakınma zaten hasıl olacaktır.

Daha sonra Allah Tealâ, muvahhid mümin ile müşrik kâfir hakkında bir misal zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Allah şöyle bir misal verdi: Birbiriyle çekişen birçok ortakların sahip olduğu bir adam ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir adam. Şimdi bu ikisinin durumu bir olur mu?" Yani Allah Tealâ, birden fazla tanrıya kulluk eden müşrik için birden fazla sayıda sahibi olan bir köleyi misal verdi. Bu ada­mın sahipleri, müştereken sahip oldukları bu köle hakkında, kötü ahlâkla­rı ve bozuk tabiatları sebebiyle ihtilâfa ve çekişmeye düşmüşlerdir. Bunlar­dan her birinin bu köle hakkında farklı bir görüşü ve ona gördürmeyi dü­şündükleri farklı bir ihtiyacı .vardır. Bu durumda bu köle ne yapacaktır? Ortakların hepsini nasıl memnun ve razı edecektir? İşte birden fazla tanrı­ya kulluk eden müşrik kimsenin hali de böyledir. Onun, sözkonusu tanrıla­rın tümünü razı etmesi mümkün değildir.

Allah Tealâ, muvahhid mümin için de, bir tek şahsa ait olan bir köleyi misal vemektedir. Sahibine, bu kölenin sahipliği konusunda bir başkası or­tak değildir. Bu kölenin efendisi ondan birşey istediği zaman köle, herhan­gi bir şaşkınlığa ve tereddüde düşmeden, onun isteğini hemen yerine geti­recektir. İşte bu kimse, Allah'tan başkasına kulluk etmeyen mümin gibidir; mümin, Rabbinden başkasını razı etmek için gayret etmez. Böyle bir kimse emniyet ve huzur içinde midir, yoksa şaşkınlık içinde midir?

Bu iki köle, özellik ve durum bakımından bir midirler? Yani bu ikisi bir değildir. Aynı şekilde Allah yanında başka ilâhlara da kulluk eden müş­rik ile, yalnızca, kendisinden başka ilâh olmayan Allah Tealâ'ya ihlasla kulluk eden mümin de bir değildir. Bu ikisi arasında ne kadar büyük bir fark vardır!

Bu misal açık-seçik ve zahir olduğuna göre Allah Tealâ şöyle buyur­maktadır:

"Hamd yalnız Allah'a mahsustur, fakat çokları bilmiyorlar." Yani onlar aleyhine hüccet getirdiği için, hamd başkasına değil, yalnızca Allah'a mah­sus olduğu için ve İslâm'a ve hakka ulaşmayı nasip ettiği için Allah'a ham-dolsun. Ne ki, insanların ekserisi bu farkı bilmiyor ve Allah'a, başka var­lıkları ortak koşuyorlar.

İnsanların çoğunluğunun hakkı bilmemesi ve bu misalden gerekli der­si çıkarmaması dolayısıyla Allah Tealâ, onlara, kendilerini ölümle tehdit

ederek, bütün yaratıkların sonunda varacakları yerin Allah Tealâ'nın hu­zuru olduğunu haber vermektedir. Onlar orada Allah Tealâ huzurunda mahkemeleşeceklerdir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Sen de öleceksin, onlar da ölecekler. Sonra kıyamet günü Rabbinizin huzurunda davalarınız görülecektir." Yani ey Rasul! Muhakkak sen de öle­ceksin, onlar da ölecekler. Sonra, dünyadayken tevhid ve şirk konusunda ki ihtilâfınız hususunda Allah katında davalaşma olacak ve Allah Tealâ si­zin aranızda kıyamet günü hüküm verecek. Bu mahkeme sonucunda mümin, muvahhid ve ihlaslı kullar kazanacak, kâfir, inkarcı, müşrik ve ya-lanlayıcı kullar ise azap görecek.

"Sen de öleceksin..." kavl-i ilâhisi, Hz. Peygamber'in ecelinin geldiğini haber veren ve sahabeye, onun yakında vefat edeceğini, dünyada ebedi kal­mayacağını bildiren bir ayettir. Zira onlardan bazıları Hz. Peygamber'in öl­meyeceğine inanıyordu. Yine bu ayet, Kureyş'in kâfirlerinin, fırsat ellerin-deyken bunu değerlendirmelerini, bir an önce iman ederek, Hz. Peygamber hayattayken vahyi kendisinden alıp öğrenip istifade etmelerini teşvik et­mektedir. Çünkü Hz. Peygamber onların arasında sonsuza kadar değil, az bir süre kalacaktır.

"Sonra kıyamet günü Rabbinizin huzurunda davalarınız görülecektir." Bu ayet sadece müminlerle kâfirlerin ahiret yurdunda aralarında davala-şacaklarını bildirmemekte, aksine dünyadayken aralarında çekişme ve an­laşmazlık olan herkesi kapsamaktadır. Zira kıyamet günü bunların arasın­daki husumet de tekrar geri gelecektir. Bu ayet, Hz. Muhammed (s.a.)'in de kıyamet günü kavmiyle davalaşacağını ve onlara, peygamberliğin gerektir­diği hususları tebliğ ve kendilerini azapla korkuttuğunu söyleyerek onlar aleyhine hüccet getireceğini; onların da onunla davalaşacağını ve anlamsız şeyleri mazeret olarak ileri süreceklerini göstermektedir.

Tirmizî -hakkında hasen-sahihtir diyerek- Zübeyr b. Avvâm (r.a.)'dan rivayet ettiğine göre, Rasulullah (s.a.)'a "Sen de öleceksin, onlar da ölecek­ler. Sonra kıyamet günü Rabb'inizin huzurunda davalarınız görülecektir" ayeti indiği zaman Zübeyr (r.a.), "Ya Rasulallah! Yani dünyadayken ara­mızda olanlar o gün tekrar mı edilecek?" diye sormuş, Hz. Peygamber de şöyle cevap vermiştir: "Evet. Aranızdaki ihtilâflar size tekrar getirilecektir. Ta ki her hak sahibi hakkını alana kadar."

İmam Ahmed de Ukbe b. Amir (r.a.)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kıyamet günü davalaşacak hasımlardan ilki, komşulardır."

Yine İmam Ahmed, Ebû Sa'îd Hudrî (r.a.)'den şöyle rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber buyurdu ki: "Nefsimi kudret elinde bulundurana yemin ol­sun ki, iki koç bile aralarında toslaştıkları konuda davalaşacaklardır."

Hadis hafızı Ebû Bekir Bezzâr'm Enes (r.a.)'den rivayet ettiğine göre o şöyle demiştir: "Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Kıyamet günü zalim ve ha­in imam (devlet başkanı) getirilir ve onun idaresi altındaki halkı onunla davalaşır. Sonunda ona galip gelirler. Bunun üzerine ona, "Cehennemin te­mellerinden birini doldur." denilir." [44]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Kur'an-ı Kerim, gerek dünya, gerekse ahiret ile ilgili açıklamadık herhangi birşey bırakmayan, her şeyi bütün çıplaklığı ile beyan eden kap­sayıcı ve mükemmel bir kitaptır. Bunun için o, gerekli gördüğünde anlam ve meramını açık misallerle anlatmaktadır. Yüce Allah buyuruyor ki: "Biz, Kitap'ta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır." (En'âm, 6/38).

Kur'an-ı kerim, aynı zamanda bir öğüt ve hatırlatmadır; küfürden ve peygamberleri yalanlamadan korunmanın sebebidir. Onun en önemli özel­likleri arasında, kıyamete kadar mihraplarda ve başka yerlerde okunacak bir kitap olması, apaçık Arap dili ile indirilmiş bulunması, içinde çelişki ve ihtilâf bulunmamasıdır.

2- Müşriklerin, putlara kullukta tuttukları yol ve tanrılarının birdan fazla oluşu, akl-ı selim sahibi kimselerin kabul etmeyeceği yanlış, batıl bir husustur. Bunun en açık delili ise Kur'an'm burada muvahhid mümin ile müşrik kâfir hakkında verdiği misaldir.

Muvahhid müminin misali, bir tek efendisi olan köledir. Bu köle, efen­disinin rızasını alabilir ve onun isteğini yerine getirebilir. İkincinin, yani farklı ilâhlara kulluk eden kimsenin misali ise, birçok ortağa ait olan köle­dir. Onun efendileri, hizmet konusunda kendisinden, birbiriyle çelişen is­teklerde bulunurlar. Bu durumda o, bütün efendilerini nasıl razı edecektir? O efendileri ki, aralarındaki ihtilâf derindir ve onlardan her birisi, köleyi, yalnızca kendi özel ihtiyaçları için kullanmak istemektedir. Bu kölenin, sözkonusu efendileri yüzünden zorluk, meşakkat ve şiddetli yorgunluk çektiğini görürsünüz. Ama buna rağmen o, hizmeti ile efendilerinden hiçbirisini razı edemez. Çünkü sırtına yüklenen istek ve görevler çoktur ve bütün bunlar onu, nefret edip kaçmaya ve bu azabı devam ettirmeyip firar etmeye sevketmektedir.

Bir tek efendiye hizmet eden köle ise, sadece efendisine itaat ettiği zaman üzerinde hiç kimsenin çekişmediği bir kimsedir. Yaptığı hizmet bilinir, bir hata yapacak olsa, efendisi onun hatasını affeder. Bu iki köleden hangisi daha az yorulur ya da hangisi dosdoğru bir rehberlik üzeredir?

İşte bu sebeple Allah Tealâ, kâfirler aleyhine hüccet ortaya çıktıktan sonra üzerimizdeki fazlını bize öğreterek, bizi İslâm'a hidayet ettiği ve hakkı bulmaya muvaffak kıldığı için kendisine hamd, şükür ve senaya teş­vik ederek bu konudaki beyanını tamamlamaktadır. Ancak insanların çoğu haki bilmemekte ve ona tabi olmamaktadır.

3- Hesaplarının görülmesi, aralarındaki çekişmeli işlerin tasfiyesi ve aralarında adaletle hüküm verilmesi için bütün yaratıkların sonunda varacakları yer Allah Tealâ'nm huzurudur. Orada mümin, kâfir ile ve maz­lum, zalim ile davalaşacaktır. İbni Mende'nin İbni Abbas (r.a.)'tan aktar­dığı bir habere göre İbni Abbas (r.a.) şöyle demiştir: "Kıyamet günü husumet ve davalaşma öyle boyutlara varır ki, ruh cesetle mücadele eder."

Buhari, Ebû Hureyre (r.a.)'nin Hz. Peygamber'den şöyle naklettiğini aktarır: "Kimin üzerinde kardeşinin ırz veya mal hakkı varsa, ne dinar, ne de dirhemin olmayacağı (malın fayda etmeyeceği) o gün gelmeden önce on­dan kurtulmaya baksın. (Aksi halde o gün geldiğinde) kendisinin salih ameli varsa, gasbettiği hak kadar o ameli(n karşılığı olan sevap) kendisin­den alınır (ve hakkını yediği kimseye verilir). Eğer hasenatı yoksa, hakkını gasbettiği kimsenin günahlarından alınır ve onun sırtına yüklenir."

Müslim de yine Ebu Hureyre (r.a.)'den şöyle rivayet etmişir: "Hz. Pey­gamber şöyle buyurdu: "Müflis kimdir, bilir misiniz?" Orada bulunanlar, "Bizim içimizde müflis, parası ve malı olmayan kimsedir." dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Müflis o kimsedir ki, kıyamet günü namaz, zekât ve oruç ile (bu amellerin sevabı ile) gelir. Ancak aynı zamanda şuna sövmüş, buna iftira atmış, ötekinin kanını dökmüş, berikine vurmuş­tur. Bu durumda (hakkına girdiği kimselere olan borcunu ödetmek için) o kişinin sevabından ona biraz, buna biraz verilir. Eğer kendisi hakkında verilen hükmün gereği tam olarak yerine getirilmeden sevapları bitecek olursa, bu sefer de hakkına girdiği kimselerin günahlarından (hakkın yeri­ni bulacağı miktar) alınarak o kimsenin üzerine yüklenir ve (sonunda) o kimse cehennem ateşine atılır."

Ebu Sa'îd Hudrî (r.a.) de şöyle demiştir: "Bizler, "Rabbimiz bir, dinimiz bir, peygamberimiz bir. Öyleyse bu husumet ne ola ki?" derdik. Ne zaman ki Sıffîn günü geldi ve biz birbirimizin üzerine kılıçlarla hücum ettik. O zaman, "İşte o husumet buymuş." dedik." [45]

 

Yalanlayanlara Tehdit, Tasdik Edenlere Müjde:

 

32- Allah hakkında yalan uyduran­dan ve kendisine gelen doğruyu ya­lanlayandan daha zalim kim olabiür? Cehennemde kâfirler için bir yer yok mudur?

33- Doğruyu getirene ve onu doğru­layanlara gelince, işte takva sahip­leri onlardır.

34- Rabblerinin yanında onlara di­ledikleri her şey var. İşte güzel dav­rananların mükâfatı budur.

35- Çünkü Allah, onların yaptıkları­nın en kötülerini (bile) örtecek ve onları, yaptıklarının en güzeliyle mükâfatlandıracak.

36- Allah, kuluna kâfi değil mi? Se­ni, O'ndan başkalarıyla korkutuyor­lar. Allah kimi saptırırsa, artık onu yola getiren olmaz.

37- Allah kime de yol gösterirse, ar­tık onu saptıran olmaz. Allah mutlak galip ve intikam alıcı değil midir?

 

Belagat:

 

"Saptırırsa" ve "yola getiren" ile "yol gösterirse" ve "saptıran" kelimele­ri arasında tezat vardır.

"Allah kuluna kâfi değil mi?" bu soru cümlesi, nefyin inkârı anlamı ta­şımaktadır ve ispatta mübalağa içermektedir. Buradaki "kul", Hz. Peygam-ber'dir. Bununla birlikte bu kelime ile kulların tümü kastedilmiş de olabi­lir. Aynı zamanda bu kelime, "peygamberler" olarak da tefsir edilmiştir. İs-tifham-ı inkârî tarzındaki bütün ifadelerde aynı durum söz konusudur. Me­selâ "Biz senin göğsünü açmadık mı?" (İnşirah, 94/1) ve "Ben size and ver­medim mi?" (Yâ-sîn, 36/60) ayetleri böyledir. Yani bütün bu ifadeler istif-ham-ı inkârî tarzında gelmiştir, ancak takrir ve tesbit ifade ederler. Bunun delili ise nefyin nefyinin ispat olduğu (olumsuzluğun olumsuzlanmasının, neticede olumluluk ifade ettiği) kaidesidir. [46]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah hakkında yalan uydurandan." O'na ortak ve çocuk isnat etmek suretiyle, "Ve kendisine gelen doğruyu yalanlayandan." Hz. Muhammed (s.a.)'in getirdiği Kur'an'ı yalanlayandan, "daha zalim kim olabilir?" Yani daha zalim kimse yoktur. "Kâfirler için." Buradaki "lil kâfirin" ifadesinin başındaki "lam" harfi ahd için olabilir. Yani burada Kureyş'in kâfirleri kas­tedilmiş olabilir. Yine bu "lam" harfi cins bildirmek için de gelmiş olabilir. Bu durumda da kâfirlerin tümü kastedilmiş olur.

"Doğruyu getirene" Hz. Peygamber'e "ve onu doğrulayanlara gelince" Hz. Ebû Bekir Sıddîk gibi onun tabileri olan müminlere, "işte takva sahipr leri" şirkten korunanlar "onlardır." "Çünkü Allah onların yaptıklarının en kötülerini örtecek ve onları, yaptıklarının en güzeliyle mükâfatlandıracak." Buradaki "en kötü" ve "en güzel" kelimeleri "kötü" ve "güzel" anlamındadır. "Onları mükâfatlandıracak." Onlara, dünyadayken taat üzere bulunmala­rının sevabını verecek. "Onların yaptıklarının en kötüleri." Yani işledikleri masiyetlerin. Burada özellikle "en kötüleri" denmesinin sebebi, mübalağalı anlatımdır. Zira yapılanın en kötüsü affedileceğine göre, diğer yapılanların affedilmesi öncelikle olur. Onlara, yaptıklarının en güzeliyle karşılık veril­mesi, ecrin fazla fazla verilmesi demektir ki, bunun sebebi, onların, amelle­rini ihlâsla yapmalarıdır.

"Allah kuluna kâfi değil mi?" Yani Allah Tealâ, müşriklerin tehdit ve tuzaklarına karşı peygamberine kâfidir. "Seni O'ndan başkalarıyla" putlar­la "korkutuyorlar." Onu putların öldüreceğini veya çarpacağını söylüyorlar. Burada hitap edilen, Hz. Peygamber, korkutmayı yapan ise Kureyş'tir. "Al­lah kimi saptırırsa." Yani dalâlete ve ne fayda ne de zarar verebilecek olan putlara inanmaya terkederse "artık onu yola getiren olmaz." Onları doğru yola hidayet eden olmaz. "Allah kime de yol gösterirse." kimi de iman etme­ye muvaffak kılarsa... "Allah mutlak galip" kuvvet ve hakimiyet sahibi, kahredici, "ve intikam alıcı" yani kendisine ve peygamberine düşmanlık edenden intikam alıcı "değil midir?"

Yukarıda geçen "Cehennemde kâfirler için bir yer yok mudur?", "Allah, kuluna kâfi değil mi?" ve "Allah mutlak galip ve intikam alıcı değil midir?" ayetlerindeki soruların ardından, tasdik için "evet" denir. [47]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Seni O'ndan başkalarıyla korkutuyorlar." ayetinin (36. ayet) nüzul se­bebiyle ilgili olarak Abdürrezzâk, Ma'mer'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Adamın birinin bana söylediğine göre müşrikler Hz. Peygamber'e, "Ya putlarımız hakkında kötü söz söylemekten vaz geçersin, ya da onlardan, seni çarpmalarını isteriz" dediler. Bunun üzerine "Seni O'ndan başkasıyla korkutuyorlar" ayeti indi." [48]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ, kâfirleri oldukça vurgulu ifadelerle tehdit ettikten ve he­men ardından da, "Allah bir misal verdi..." ayetiyle onların tuttukları yo­lun bozukluğunu ve çirkinliğini dile getirdikten sonra, burada da onların en fena inançlarını ifade etmektedir. Bu inanç, onların Allah Tealâ'ya ortak veya çocuk isnat etmeleri ve doğru söylediği konusunda kat'î deliller geldi­ği halde Hz. Peygamber'i yalanlamalarıdır. Bu bağlamdaki ayetler, kâfirle­re cehennem vaad edilerek bitirilmektedir.

Bunun ardından Yüce Allah, doğru söyleyen ve doğru söylediği tasdik edilen Hz. Peygamber'e ve O'nun tabileri olan tasdik edici müminlere, gü­nahların örtüleceği ve kendilerine en üstün karşılığın verileceğini vaad et­mektedir. Böylece azap tehdidi ile kazanç müjdesi bir arada zikredilmiş ol­maktadır. [49]

 

Açıklaması:

 

"Allah hakkında yalan uydurandan ve kendisine gelen doğruyu yalan­layandan daha zalim kim olabilir?" Bu, müşrik kâfirlerin işlediği en çirkin fiillerden bir diğeridir. Şöyle ki; onlar Allah'a ve hakkı söyleyeni -ki o, Hz. Peygamber'dir- yalanlıyorlar. Burada ifade edilmek istenen şudur: Allah hakkında yalan uyduran, O'nun çocuğu veya ortağı yahut arkadaşı bulun­duğunu ve bunun, Allah'ın emri bulunmaksızın bir kısım haram ve helâl sınırları çizdiğini iddia eden, aynı zamanda Rasulullah (s.a.)'ın getirdikle­rini, yani insanlara yapılan tevhid çağrısını ve onlara emredilen farizaları tebliğ edip dinin yasakladığı şeylerden sakındıran ve kendilerine ilettiği, öldükten sonra dirilme ve hesaba çekilme konusundaki haberleri yalanla­yan kimselerden daha zalimi yoktur.

Zira böyle yapanlar, iki yönden de batıl bir yola sapmış olmaktadırlar: Birincisi Allah Tealâ'yı, ikincisi de -kendisinin peygamberlik iddiasında doğru sözlü olduğunu gösteren kesin deliller bulunduğu halde- Rasulullah (s.a.)'ı yalanlamak.

Bunun ardından Yüce Allah onları tehdit ederek şöyle buyurmaktadır:

"Cehennemde kâfirler için bir yer yok mudur?" Evet. Yani geniş olan cehennem ateşi, o kâfirler için bir kalma yeri değil midir? Bu ifadede kâfir­lerin yalanının ve yalanlamasının sebebi hakkında bir uyarı da vardır; bu sebep "küfür"dür. Bu ayetin manası şudur: Onların işlediği kötü amellerin karşılığı olarak kendilerine cehennemde çekecekleri azap yetmez mi? Bu cümle olumsuzluk değil, takrir ve olumluluk anlatan bir soru cümlesidir.

Daha sonra bu tehdidin ardından, gelen mesajı doğruluyanların (müminlerin) müjdesi yer almakta ve Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Doğruyu getirene ve onu doğrulayanlara gelince, işte onlar muttakilerdir." Yani doğruyu ve hak sözü getirene -ki O, peygamberlerin sonuncu­su ve önderi olan Hz. Muhammed'dir- ve onu tasdik edip, kendisinin Allah Tealâ tarafından gönderilmiş bir elçi olduğuna iman eden; Kur'an'ın, Allah kelâmı, her şeyin açıklayıcısı ve bütün beşer için hayır ve saadet olduğuna yakinen inanan müminlere gelince, işte onlar Allah'tan sakınanlar, şirkten kaçınan ve putlardan teberri eden (yüz çeviren) kimselerdir.

Bunların göreceği karşılık ise şudur:

"Rabblerinin yanında onlara diledikleri her şey var. İşte güzel davra­nanların mükâfatı budur." Yani bunlara cennette gözün görmediği, kulağın işitmediği, insanın aklına hayaline gelmeyen nimetlerin yanısıra, cennet­lerde Rabblerinin katında istedikleri, derecelerin yükseltilmesi, kendileri­ne gelecek zarararm def edilmesi, kötülüklerinin örtülmesi gibi hususlar da onlara verilecektir. İşte bu, onların amellerinin mükâfatıdır. Burada ge­çen "ihsan", Buhari ve Müslim tarafından Hz. Ömer'den, onun da Hz. Pey-gamber'den nakli olarak rivayet edilen sahih bir hadiste geçtiği gibi, "Al­lah'a, O'nu görüyormuşçasına ibadet etmendir. Her ne kadar sen O'nu gör-mesen de, O seni görmektedir."

Bu mükâfatın sebebine gelince;

"Çünkü Allah onların yaptıklarının en kötülerini (bile) örtecek ve onla­rı, yaptıklarının en güzeliyle mükâfatlandıracak." Allah onlara, yaptıkları amellerin kötülerini örteceğini ve kendilerini, işledikleri amellerden dolayı en güzel şekilde mükâfaklandıracağını, kötülüklerine karşılık kendilerini cezalandırmayacağını vaad etmiştir. Allah Tealâ, onların işlediklerinin en kötüsünü bağışlayacağına göre, daha az kötü olanları ise haydi haydi bağış­layacaktır. Onların işledikleri güzel şey, Allah Tealâ indinde "en güzel'dir.

"Çünkü Allah... örtecek" kavl-i ilâhisi, onlardan azabın en mükemmel tarzda düşeceğine delâlet eder.

Daha sonra Yüce Allah, dünyada, kendileri için önemli olan hususlar­da Zât-ı ilâhisinin müminlere yeteceğini ve onları, korktuklarından emin kılacağını bildirmektedir:

"Allah, kuluna kâfi değil mi?" Yani Allah Tealâ, kendisine kulluk ve tevekkül edene kâfidir. O, bu kimseden, belâ ve musibetleri savar ve arzu edilen her şeyi ona verir. Şu ayette de aynı husus vurgulanmaktadır: "On­lara karşı Allah sana yeter." (Bakara, 2/137).

Ayette soru ifadesinin kullanılmasının maksadı, ayette anlatılan husu­sun benliklere iyice yerleştirilmesi ve Allah Tealâ'nın, kullarına kâfi olduğu­na, hiç kimsenin inkâr edemeyeceği tarzda en beliğ ve açık şekilde işaret et­mektir. Çünkü Allah Tealâ'nın, her malûmu bildiği, her mümküne kadir ol­duğu ve her ihtiyaçtan müstağni olduğu sabittir. Şu halde O, kullarının ih­tiyaçlarını bilir ve bunları gidermeye kadirdir. O, cimri ve muhtaç değildirki cimriliği ve haceti, kulunun istediğini ona ihsan etmesine engel olsun.

Buradaki "kul"dan maksat, Hz. Peygamber ve kulların bütünüdür. Bunun delili ise ayette geçen "abdehû" kelimesinin çoğul olarak "ibâdehû" tarzında da okunmuş olmasıdır. Tirmizi, Nesâî ve İbni Ebî Hâtim'in riva­yet ettiğine göre, Fedâle b. Ubeyd Ensârî (r.a.), Hz. Peygamber'in şöyle bu­yurduğunu işitmiştir: "Ne mutlu o kimseye ki, İslâm'a hidayet edilmiştir ve geçimi, ihtiyacına yetecek kadardır ve o da buna kanaat eder."

"Seni O'ndan başkalarıyla korkutuyorlar." Yani Ey peygamber! O müşrikler seni, Allah dışında dua ettikleri putlar ile korkutup tehdit edi­yorlar. Böyle yapmaları onların cehalet ve dalâletlerinin bir göstergesidir. Sen onların, seni korkuttukları tanrılarından ve askerlerinden korkma! Zi­ra Allah seni, sana zarar verecek şeylerden korur. Onların ilâhlarının ne fayda, ne de zarar verecek gücü vardır. Daha önce de gördüğümüz gibi bu ayetin nüzul sebebi şudur: Müşrikler Hz. peygamber (s.a.)'i, putların kedi­sine zarar vereceğini söyleyerek korkutmuşlar ve şöyle demişlerdi: "Sen bi­zim ilâhlarımız hakkında kötü söz mü söylüyorsun? İyi bil ki, şayet onları ağzına almaktan vazgeçmezsen, sana bir kötülük dokunacak. Hz. Peygam­ber, Hâlid (r.a.)'i, Uzza'yı kırmaya gönderdiği zaman da bu puta hizmet eden müşrik ona şöyle demişti: "Ondan sana bir zarar gelmesinden korka­rım. Zira onun, önüne geçilemeyecek bir gücü vardır." Bunun üzerine Hâlid (r.a.), baltayı eline alarak onun yüzünü parçaladı, sonra da dönüp gitti.

Bu ayet, Allah Tealâ'nm, peygamberini kötülükten koruduğunun ve hem O'na, hem de tabilerine din ve dünya işlerinde kâfi olduğunun delili­dir. Şu halde Allah Tealâ kuluna kâfi olduğuna göre, O'ndan başkasıyla korkutma yoluna gitmek, abes ve batıl bir durumdur.

Daha sonra Yüce Allah, müşriklerin tehditlerini iptal etmek ve onla­rın cehaletlerini ortaya koymak üzere, ne denli büyük bir kudret ve hü­kümranlığın sahibi olduğunu şöyle ifade etmektedir :

"Allah kimi saptırırsa, artık onu yola getiren olmaz. Allah kime de yol gösterirse, artık onu saptıran olmaz." Yani kötülüğü, fışkı ve isyanı sebebiy­le kimin dalâlette olacağı ilâhî kazayla hak olmuşsa, artık ona, kendisini esenliğe götürecek ve dalâletten çıkaracak bir yol gösterici bulunmaz. Kim de istidadı sebebiyle iman ve mutluluğa Yüce Allah tarafından muvaffak kıhnmışsa, artık onu saptıracak birisi asla söz konusu olamaz. Dolayısıyla Onun lütfunu geri çevirecek, ya da Onun muradına engel olacak herhangi bir güç yoktur. Bu sebeple Yüce Allah, Kureyş kâfirlerini şöyle buyurarak tehdit etmektedir:

"Allah, mutlak galip ve intikam alıcı değil midir?" Yani Allah, her şeye galip ve kahredici, kendisine isyan edenlerden, şiddetli azap ile intikam alan değil midir? O, kuvvetli ve hamiyet sahibi yüceler yücesidir. Yüceliği­ne dayanana ve kapısına sığınana haksızlık edilmez. Zira O, kuvvet sahibidir, kendisinden daha kuvvetli bir varlık olmadığı gibi, kendisine karşı kâ­fir olan, kendisine şirk koşan ve elçisine karşı inatla direnen kimselerden intikam alma konusunda O'ndan daha şiddetlisi de yoktur.

Kısacası, bu ayet müminler için bir müjde, Kureyş kâfirleri ve benzer­leri için de bir tehdittir. [50]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler aşağıdaki hususları göstermektedir:

1-Allah nazarında, O'na karşı yalan uydurandan ve O'nun çocuğu ve ortağı bulunduğunu iddia edenden ve Hz. peygamber'in getirdiği Kur'a'nı yalanlayandan daha zalim kimse yoktur.

2- O inkarcılar için, sürekli kalacak bir yer olarak cehennem yeter. O ne kötü bir varış yeridir!

3- Doğruyu ve hakkı getiren Hz. Peygamber ve Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali gibi kendisine tabi olanlar, kendisini birledik­leri, kendisine herhangi bir şeyi ortak koşmadıkları ve azabından, cezasın­dan ve kendisine karşı masiyet işlemekten uzak durdukları Allah Tealâ"ya karşı, hakkıyla takva sahibi olan muttakilerdir.

4- Allah Tealâ, doğruyu getiren ve onu doğrulayan için dört hüküm koymuştur:

a) Daha önce de geçtiği gibi onlar, muttakilerin ta kendileridir.

b) Onlar için cennette Rabbleri katında diledikleri nimet ve ikramlar vardır. İşte bu, ihsan sahiplerinin göreceği karşılıktır ki, dünyada güzel öv­gü ve ahirette de güzel karşılıktır. Bu vaadin kapsamına, insanın dünyada arzuladığı her şey girer ve bu vaad, en mükemmel karşılığın elde edileceği­ni gösterir.

c) Allah Tealâ bu kimseleri, işledikleri kötülükler dolayısıyla muaheze etmeyecek, aksine onlara ikramda bulunacak ve onlara, dünyadaki taatları karşılığında, işledikleri en güzel amellerin karşılığını -cennette- verecek­tir. Bu da onlardan cezanın en mükemmel tarzda  kaldırılacağına delâlet eder.

d) Yüce Allah, ehl-i batılın çokça dillerine doladıkları ve yaydıkları tehditleri ve korkutmaları, müminlere gelecek her türlü kötülüğe karşı, bu kötülük ister şerli insanlardan, ister cinlerden, isterse tapanların iddiala-rmca putlardan -ki aslında onlar ne bir fayda, ne de zarar verebilirler-gelsin farketmez, bütün bu kötülüklere karşı onlara kâfi olduğunu ispat ederek dağıtmaktadır. Kur'an'm kendisinden hikâye ettiğine göre Hz. İbra­him şöyle demiştir: "Hem siz, hakkında Allah'ın hiçbir delil indirmediği şeyleri Ona ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da, ben nasıl sizin ortak koştuğunuz şeylerden korkarım?" (En'âm, 6/81).

5- "Allah kimi saptırırsa" ve "Allah kime de yol gösterirse" ayetleri, amellerin yaratılmasının ve olup biten şeylerin olmasını murad etmenin Allah Tealâ'dan olduğunun delilidir. O Allah Tealâ ki, kendisine veya elçi­lerine düşmanlık edenlerden intikam alıcıdır. Yine bu ayetler, Allah'ın, sapkınlığında ve karanlığında terketmek suretiyle saptırdığı kimse için, kendisini hayra eriştirecek hiç kimsenin asla bulunamayacağının; Allah'ın hakka ve doğruya hidayet ettiği kimse için de herhangi bir saptırıcının as­la bulunmayacağının delilidir. [51]

 

Putlara Kulluk Edenlerin Tuttukları Yolun Yanlışlığı Ve Tehdit Edilmeleri:

 

38- Andolsun, onlara "Gökleri ve ye­ri kim yarattı?" diye sorsan, elbette "Allah" derler. De ki: "O halde Al­lah'tan başka çağırdıklarınızı gör­dünüz mü, şimdi Allah bana bir za­rar vermek istese onlar O'nun vere­ceği zararı kaldırabilirler mi? Ya­hut bir rahmet vermek dilese onlar O'nun rahmetini durdurabilirler mi? De ki: "Allah bana yeter. Tevek­kül edenler O'na dayanırlar."

39- De ki: "Ey kavmim! Durumunu­za göre dilediğinizi yapın, ben de yapıyorum; yakında bileceksiniz."

40- "Kendisini rezil edecek azap ki­me geliyor ve sürekli azap kimin üzerine konuyor?"

 

Belagat:

 

"O'nun vereceği zararı" ve "O'nun rahmetini" ifadeleri arasında tezat vardır. [52]

 

Kelime ve İbareler:

 

Yüce Allah'ın, yaratıcılıkta tek olduğu konusundaki deliller açık seçik­tir. "De ki: "O halde Allah'tan başka çağırdıklarınızı gördünüz mü, şimdi Allah bana bir zarar vermek istese, onlar O'nun vereceği zararı kaldırabi­lirler mi?" Yani siz, evrenin yaratıcısının, sizin ilâhlarınız değil, Allah Te-alâ olduğunu bir hakikat olarak bildikten sonra, Allah bana bir zarar ver­meyi dilediği takdirde sizin ilâhlarınızın o zararı defedeceğini düşünebili­yor musunuz? Yahut Allah (c.c.) bana bir fayda sağlamayı murad ettiğinde onlar bunu engelleyebilirler mi? Hayır! Burada geçen "zarar" kelimesi, sı­kıntı ve belâ demektir; "rahmet" ise nimet ve bolluktur.

"Allah bana yeter." Hayır vermede ve zararı defetmede bana kâfidir. Kadir olan Allah (c.c.)'tır. Öyle ki, O bir hayır veya şer vermeyi dilediği za­man bunun önüne geçebilecek hiçbir güç yoktur. "Tevekkül edenler O'na dayanırlar." Güvenenler, her şeyin Allah'ın elinde olduğunu bilmeleri sebebiyle O'na güvenirler. "Durumunuza göre." Bulunduğunuz hale göre. Bu ayette mekân için isim olan "mekânet" kelimesi, "istiare yoluyla durum yerine kullanılmıştır, "dilediğinizi yapın. Ben de yapıyorum." Ben de kendi durumuma göre yapacağımı yapıyorum. [53]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Andolsun, onlara "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan..." ayeti­nin (38. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Mukâtil'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber onlara bu şekilde sormuş, ancak onlar sükut etmişler­dir. Bunun üzerine bu ayet inmiştir. Başkaları ise şöyle demişlerdir: "Bu putlar Allah'ın takdir ettiği hiçbir şeyi savamazlar. Ancak onlar şefaat ederler." Bunun üzerine bu ayet inmiştir. [54]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ, müşrikler için tehdit ve muvahhidler için müjde zikrettik­ten sonra, putlara tapanların tuttukları yolun yol olmadığı konusuna dön­mekte ve bu konuda iki esasa dayanarak delil ikame etmektedir:

1- O müşrikler, yaratıcı, kudret sahibi ve alim olan bir İlâh'ın varlığını kabul etmektedirler.

2- Putların ne hayır, ne de şer verecek herhangi bir güçleri yoktur. [55]

 

Açıklaması:

 

Allah Tealâ bu ayetlerde, birliğine, müşriklerin kendi ağızlarından de­lil getirmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Andolsun, onlara "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, elbette "Allah" derler." Yani müşriklere göklerin ve yerin yaratıcısını sorduğun za­man, kendileri putlara kulluk ettikleri halde, gökleri ve yeri yaratanın Al­lah (c.c.) olduğunu itiraf ederler. Bunu itiraf ettikleri halde akılları yaratı­cıdan başkasına kulluk etmeyi ve mahluku yaratıcıya ortak kılmayı nasıl kabul ediyor? Oysa taptıkları o putlar bizzat kendilerine bile ne bir fayda, ne de zarar verebilirler. Nitekim Allah Tealâ onlarla alay eder tarzda şöyle buyurmaktadır:

"De ki: "O halde Allah'tan başka çağırdıklarınızı gördünüz mü, şimdi Allah bana bir zarar vermek istese, onlar O'nun vereceği zararı kaldırabi­lirler mi? Yahut bir rahmet vermek istese onlar O'nun rahmetini durdura­bilirler mi?" Yani, sizler her şeyin yaratıcısının Allah Tealâ olduğunu ikrar ettiğinize göre, şimdi bana şu ilâhlarınızdan haber verin! Onlar Allah'ın bana vermek istediği bir zarar ve sıkıntıyı kaldırabilirler mi? Ya da Al­lah'ın bana vermeyi dilediği bir hayır, nimet ve bolluğa mani olabilirler mi? Gerçekte onlar hiçbir şeye sahip olmadıkları ve herhangi bir şeye güç yeti-remedikleri halde onlara kulluk etmek nasıl caiz olur? Bu ayetlerde putlar­dan "hunne kâşifât" ve "hünne kâşifât" şeklinde dişil kalıp kullanılmasının sebebi, onların güçsüz varlıklar olduklarının gösterilmesidir. Zira dişiler umumiyetle nispeten zayıf olur ve müşrikler de onları dişilikle vasfetmek-te, onlara Lât, Uzzâ, Menât gibi dişil isimler koymaktadırlar.

"De ki: "Allah bana yeter. Tevekkül edenler O'na dayansınlar." Ey pey­gamber! De ki: Allah Tealâ bana veya fayda vermek yahut zarar savmak gibi bütün işlerime kâfidir. Bu itibarla sizin beni korkuttuğunuz o putlar­dan korkmam. Ben ancak, müminlerin başkasına değil, ancak kendisine tevekkül ettiği Allah'tan korkarım.

Buna benzer bir ayette de Hûd (a.s.)'un şöyle dediği bildirilmektedir: "Senin hakkında "Seni tanrılarımızdan biri çarpmış" demekten başka bir söz bulamıyoruz." Dedi ki: "Ben Allah'ı şahit tutuyorum, siz de şahit olun ki, ben sizin Allah'ı bırakıp da O'na ortak koşmakta devam ettiğiniz şeyler­den katiyyen uzağım. Haydi hepiniz bana istediğiniz tuzağı kurun, sonra bana mühlet de vermeyin. Şüphesiz ki ben, kendimin de sizin de Rabbiniz olan Allah'a güvenip dayandım. Hiçbir canlı yoktur ki, O, onun perçemin­den tutmuş olmasın. Gerçekten Rabbim doğru bir yol üzerindedir." (Hûd, 11/54-56).

İmam Ahmed, Tirmizî, Hâkim ve İbni Ebî Hatim, Abdullah b. Abbas (r.a.)'ın şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Bir defasında Hz. Peygamber'in arkasmdaydım. Şöyle buyurdu: "Ey çocuk! Sana birkaç kelime öğreteceğim: Allah'ın emir ve yasaklarını muhafaza et ki, Allah da seni muhafaza etsin. Allah'ın emir ve yasaklarını muhafaza et ki O'nu karşında bulasın. Bir şey istediğin zaman Allah'tan iste. Sığındığın zaman Allah'a sığın. Bil ki bü­tün insanlar sana bir fayda temin etmek için bir araya gelecek olsa, Al­lah'ın senin için takdir etmiş olduğundan başka bir fayda temin edemezler. Yine bütün insanlar sana bir zarar vermek için toplanmış olsa, Allah'ın se­nin için takdir buyurmuş olduğundan başka bir zarar veremezler. (Zira) Kalemler kaldırılmış, sayfalar durulmuştur."

"Allah'a iman ve teslimiyette yakin içinde şükürle amel et. Bil ki, çir­kin gördüğün bir iş konusunda sabretmende çok hayır vardır. Zafer sabır ile, ferah gam ile gelir ve güçlüğün yanında kolaylık vardır."

İbni Ebî Hatim de, Rasulullah (s.a.)'a dayandırdığı bir rivayetinde İb­ni Abbas (r.a.)'tan şöyle nakletmiştir: "Kim insanların en kuvvetlisi olmayı arzu ederse Allah Tealâ'ya tevekkül etsin. Kim insanların en zengini olmayı arzu ederse kendi elindekilerden ziyade Allah katındakilere güvensin. Kim de insanların en cömerti olmayı arzu ederse Allah Tealâ'dan sakınsın (tak­va sahibi olsun)."

Daha sonra Yüce Allah müşrikleri tehdit ederek şöyle buyurmaktadır:

"De ki: "Ey kavmim! Durumunuza göre dilediğinizi yapın; ben de yapı­yorum. Yakında bileceksiniz. Kendisini rezil edecek azap kime geliyor ve sü­rekli azap kimin üzerine konuyor." yani Ey peygamber! Deki: Ey kavmim! Dilediğinizi yapm; benim peygamberliğime düşmanlık, kuvvet ve şiddet uygulama hazırlığı içinde olmak gibi yapmayı tasarladığınız şeyleri ve uy-gulayageldiğiniz tarzı hayata geçirin, hile ve tuzak kurmak konusunda eli­nizden geleni ardınıza koymayın. Zira ben, Allah'ı birlemeye çağırmada ve insanlar arasında O'nun dinini yaymada şu içinde bulunduğum durum, iz­lediğim yol ve yöntem neyse onu izlemeye devam edeceğim. İzlediğiniz yo­lun vebalini yakında bileceksiniz ve yine bileceksiniz ki, kime azap gelecek olursa, onu gurur ve kibirinden sonra bu dünyada hakir ve zelil eder. İşte o zaman ortaya çıkar ki, o batılın tarafında, hasmı ise Hakk'ın yanındadır. Bu kimse üzerine sürekli azap iner. Onun kıyamet günü bu azaptan kaçıp kurtulacağı bir yer de yoktur. Bu, cehennem azabıdır. [56]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler, Allah'ın birliğini ispattan sonra, sadece O'na kulluk etme, ondan sonra da O'nun sonsuz ilim sahibi olduğunun ve uygun vakit geldi­ğinde, ilettiği tehdidi yerine getirmeye kadir olduğunun bilinmesi hususla­rında tedrici bir yöntem izlemektedir.

Ancak müşrikler ne kadar da kalın kafalı, cahil ve ahmaktırlar! Onlar ki, birtakım rablere ve ilâhlara tabi olmakla birlikte, yaratıcının Allah ol­duğunu da ikrar ediyorlar. Rahîm, Hakîm, Alim, Kadir ve Yaratıcı Allah ol­duğuna göre, O'ndan başkasına nasıl kulluk ederler ve Rasulullah (s.a.)'ı, o saçma sapan ve aciz putlarla -ki onları yaratan da Allah Tealâ'dır- korkut­maya nasıl kalkışırlar? O Peygamber ki, putları da gökleri ve yeri de yara­tan Allah Tealâ tarafından gönderilmiş bir elçidir.

Onlar bunu itiraf ettikten sonra, bu putların, görmeyen, işitmeyen, konuşmayan, herhangi bir zarar veya fayda veremeyen cansız birer varlık olduğunu idrak edemiyorlar mı? Eğer Allah Tealâ kuluna bir sıkıntı ve be­lâ vermeyi dilerse bu putlar o sıkıntı ve belâyı savmaya, kaldırmaya muk­tedir olamazlar. Yine eğer Allah Tealâ kuluna, bir nimet ve bolluk vermek suretiyle imdat etmek isterse, bu putlar O'nun rahmetini engellemeye güç yetiremezler. Ayet, bu anlama gelecek sorular sorduktan sonra bu sorula­rın cevabını vermemektedir. Çünkü sözün akışı, cevabın ne olduğunu gös­termektedir. Yani müşrikler şöyle diyeceklerdir: Bu putlar Allah Tealâ'nm vereceği bir sıkıntıyı kaldıramayacağı gibi, O'nun vereceği bir nimeti de en­gelleyemezler.

Mümin veya akıllı kimseye gelince; onlar, müşriklerin insanları ger­çek ve tek yaratıcı Allah'tan başka güçlerle korkutmasına aldırış etmezler. Nitekim yukarıda geçen (36.) ayette de şöyle yer almaktaydı: "Seni O'ndan

başkasıyla korkutuyorlar." Bu ayet, Hz. Peygamber'in Allah'a dayandığını, O'na tevekkül ettiğini, dolayısıyla dayananların da yine Ona dayanmaları gerektiğini ilan etmektedir.

Aynı şekilde mümin, sadece Allah'a kulluk etme şeklindeki tavrını sürdürmekte ısrar ve bu yoldan saptırmaya çalışan herkesle alay etmekte­dir. Gerçekler yakında bütün açıklığıyla ortaya çıkacak, olayların ve günle­rin gebe olduğu şeyler meydana çıkacaktır. Böylece kâfirler, hezimete uğra­yanların, dünyada acıklı ve zelil edici, ahirette de sürekli ve şiddetli azaba duçar olacakların kendileri olduğunu idrak edeceklerdir.

Kısacası Allah Tealâ, evrenin yaratıcısının kendisi olduğu konusunda bizzat müşriklerden ikrar almış, ardından da onlara putlarının durumunu sormuştur: Bunlar herhangi bir kötülüğü savabilir yahut bir fayda verebi­lir mi? Bu sorudan maksat o putların ilâhlık veya rabblik yetkisine sahip olmadığını ve daha önce geçen "Seni O'ndan başkasıyla korkutuyorlar." ayetinin cevabının ne olduğu konusunda uyarıda bulunmaktır. [57]

 

Allah Teala'nın Sonsuz Kudretinin Ve Mutlak İlminin Tezahürleri:

 

41- Biz Kitab'ı insanlar için sana hak ile indirdik. Artık kim doğru yola gelirse, kendi yararınadır; kim de saparsa, kendi zararına sapmış olur. Sen onların üzerinde vekil de­ğilsin.

42- Allah, ölmekte olanın ölümünü zamanında, ölmeyenin de uykusun­da ruhunu alır; sonra ölümüne hük­mettiğini yanında tutar, ötekileri de belli bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz bunda, düşünen bir top­lum için ibretler vardır.

43- Yoksa Allah'tan başka şefaatçi­ler mi edindiler? De ki: "Onlar hiç­bir şeye malik olmayan, düşünme­yen şeyler olsalar da mı?"

44- De ki: "Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra O'na döndürüleceksiniz."

45- Allah tek başına anıldığı zaman, ahirete inanmayanların gönüllerini sıkıntı basar. Ama O'ndan başkaları da anıldığı zaman hemen sevinir­ler.

46- De ki: "Allah'ım, ey gökleri ve yeri yoktan var eden, gizliyi de aşi­kârı da bilen! Ancak sen, ayrılığa düştükleri konularda kullarının arasında hükmedersin."

47- Eğer yeryüzünde bulunanların tümü ve onun bir misli daha o zulmedenlerin olsaydı, kıyamet günü azabın kötülüğünden kurtulmak için pnu elbette feda ederlerdi. Çünkü onlar için, Al­lah'tan, hiç hesap etmedikleri şeyler karşılarına çıkmıştır.

48- Yaptıkları işlerin kötülükleri kendilerine görünmüştür ve alay edegeldikleri şey onları kuşatmıştır.

 

Belagat:

 

"Elbetteki hayır." anlamında cevabı olan "Yoksa Allah'tan başka şefa­atçiler mi edindiler?" cümlesinde istifham-ı inkârî vardır.

"Gizliyi" ve " aşikârı" ifadeleri arasında tezat vardır. Aynı şekilde daha önce geçen "Doğru yola gelirse" ve "saparsa" ifadeleri arasında da tezat mevcuttur.

"Allah tek başına anıldığı zaman ahirete inanmayanların gönüllerini sıkıntı basar." Bu ayette Allah Tealâ ile putlar ve sıkılma ile sevinme ara­sındaki mukabele vurgulanmaktadır. Mukabele, iki veya daha fazla anlam zikredildikten sonra, bu zikredilenin mukabilini tertip üzere ifadeye koy­maktır ki bu, anlatımda bediî güzelliklerdendir.[58]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Biz Kitab'ı insanlar için sana hak ile indirdik." Biz Kur'an'ı sana, in­sanlar için, onların dünyevî ve uhrevî maslahatlarını tahakkuk ettirmesi için indirdik. Buradaki "hak ile"»ifadesi, "indirdik" kelimesine müteallâktır. Yani haktan ayrılmaz, ayrı düşünülemez şekilde.

"Artık kim doğru yola gelirse kendi yararınadır." Yani doğru yola gel­mekle kendisine fayda sağlamış olur. "Kim de saparsa kendi zararına sap­mış olur." Yani kendi aleyhine davranmış olur. Zira vebali kendi nefsinden başkasına yüklenmez. "Sen onların üzerinde vekil değilsin." Yani sen onla­rın doğru yola gelmemekte gösterdikleri dirençten sorumlu değilsin. Sana düşen ancak ve sadece tebliğdir.

"Allah, ölmekte olanın, ölümünü zamanında." eceli geldiği zaman "öl­meyenin de uykusunda ruhunu alır." Yani uyku anında -ancak öldürmeksi-zin- vefat ettirir. Bu, eceli gelmemiş olan kimseler içindir. "Sonra ölümüne hükmettiğini yanında tutar." Onun ruhunu, çıktığı bedene geri göndermez. "Ötekileri de belli bir süreye kadar salıverir." Yani uyuyanları ise ölüm za­manları gelene kadar salıverir. "Şüphesiz bunda" anlatılan bu vefat ettir­me, yanında tutma ve salıverme hadisesinde "düşünen bir toplum için" Ha­yat ve ölüm konusunda düşünenler için. "ibretler vardır." Allah Tealâ'nm kemâl-i kudret ve hikmetine delâletler vardır. Böyle kimseler, zikredilen olaya kadir olanın, ölüleri diriltmeye da kadir olduğunu bilir. Kureyş kâfir­leri ise bunu düşünemiyorlar.

"Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler?" Yani bilakis Kureyş kâfirleri kendi iddialarmca putları, Allah indinde kendilerine şefaat eden ilâhlar olarak kabul ettiler. "De ki: "Onlar hiçbir şeye malik olmayan." On­lara şöyle de: O putlar ne şefaate, ne de başka bir şeye malik olmadıkları halde şefaat mi edecekler? Hayır! "Düşünmeyen şeyler olsalar da mı?" Sizin kendilerine kulluk ettiğinizi bilmedikleri gibi başka herhangi bir şeyi de bilmeyen şeyler olsalar da mı?

"De ki: Bütün şefaat Allah'ındır." Yani şefaat Allah'a mahsustur ve Al­lah, şefaate bütünüyle maliktir. Dolayısıyla O'nun izni olmadıkça hiçkimse şefaat edemez. Hiç kimse şefaatte kendi başına hareket edemez. "Göklerin ve yerin mülkü O'nundur." Mülkün tümünün sahibi O'dur. Hiç kimse O'nun izni ve rızası olmaksızın O'nun elindeki işler hakkında konuşma yetkisine sahip değildir. "Allah tek başına anıldığı zaman." Yani onların sahte ilâhla­rı anılmaz da sadece Allah anılırsa "gönüllerini sıkıntı basar." Buradaki "iş-mi'zâz" kelimesi, kişinin gam ve kederle dolması ve bundan dolayı kalbine bir ürküntü, tiksinti gelmesi, canının sıkılması halini anlatır. Bu halet-i ru-hiyenin etkisi kişinin yüzüne de akseder. "Ama O'ndan başkaları da anıldı­ğı zaman" putları, hayali güçleri "hemen sevinirler." Buradaki "istibşâr" ke­limesi, Kalbin sevinçle dolması ve bu sebeple yüz hatlarının gevşeyip yayıl­masını anlatır. Müşrikler, putlarına aşırı şekilde bağlı oldukları ve Allah Tealâ'nın hakkını unuttukları için sevinmektedirler.

"Allah'ım! Gökleri ve yeri yoktan var eden" Bu ikisini yoktan ve örnek-siz bir şekilde yaratan "gizliyi de aşikârı da bilen!" Görülmeyeni de görüle­ni de bilen. "Ancak sen ayrılığa düştükleri konularda kullarının arasında hükmedersin." Yani sadece sen onlarla benim aramda din konusunda hü­küm vermeye muktedirsin. Beni onların ihtilafa düştükleri hakka hidayet et. "Yaptıkları işlerin kötülükleri kendilerine görünmüştür." Amel defterleri kendilerine arzedildiği zaman amellerinin veya kazandıklarının kötülük­leri kendilerine görünür. "Ve alay edegeldikleri şey onları kuşatmıştır." Onun cezası onları ihata etmiştir. [59]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Allah tek başına anıldığı zaman." ayetinin (45. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak İbnü'l-Münzir, Mücâhid'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bu ayet, Hz. Peygamber'in Kabe'de Necm suresini okurken müşriklerin ilâhla­rının zikredildiği "Gördünüz mü o hat ve Uzza'yı ve üçüncüleri olan öteki put Menat'ı..." (Necm, 53/19-23.) ayetlerini tilâvet ettiği zaman onların se­vinmeleri üzerine inmiştir. [60]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ'nın birliğinin ve kudretinin delilleri açıklandıktan, müş­riklerin tuttuğu yolların bozukluğu, burhanlarla ortaya serildikten ve müminlere müjde, kâfirlere de tehdit ihtiva eden hitaplara yer verildikten sonra Allah Tealâ, peygamberinin kalbine kavminin küfürde ısrar etmesin­den dolayı gelen gam ve kederi sevince dönüştürmekte ve kendisinden kor­kuyu gidermektedir. Zira ona, insanların menfaati ve hidayete ermeleri için Kur'an-ı Azim'i hak ile indirdiğini bildirmektedir. Bu, Allah Tealâ'nın kudretinin buradaki ilk tezahürüdür. Yüce Allah daha sonra kudretinin iki tezahürünü daha zikretmektedir ki onlar, ecelleri geldiği zaman ruhları kabzetmesi ve sadece kendisinin şefaatin maliki olmasıdır. Bundan sonra da Allah Tealâ, müşriklerin, Allah'ın zikrinden ürkmeleri gibi bazı çirkin­liklerini zikretmektedir.

Bütün bunların ardından da şu üç nokta belirtilmektedir:

1- "De ki: Allah'ım, ey gökleri ve yeri yoktan var eden..." ayetinde yer alan ve Allah Tealâ'nm kudret-i kâmile ile vasfını ihtiva eden dua. Ki bu cümlenin ardından da "gizliyi de aşikârı da bilen" cümlesiyle Allah Te­alâ'nm ilm-i kâmil sahibi olduğu da vurgulanmaktadır.

2- Kâfirlerin göreceği ve hiç hesap etmedikleri muhtelif azap türleri­nin ortaya çıkması. Bu da "Çünkü onlar için Allah'tan, hiç hesap etmedik­leri şeyler karşılarına çıkmıştır." ayetinde dile getirilmektedir.

3- Yine onların işlediği kötülüklerin eserinin ortaya çıkması. Bu da "Yaptıkları işlerin kötülükleri kendilerine görünmüştür." ayetinde ifadesini bulmaktadır. [61]

 

Açıklaması:

 

 Allah Tealâ, rasulü Hz. Muhammed (s.a.)'e şöyle hitap etmektedir:

"Biz Kitab'ı insanlar için sana hak ile indirdik." Yani izzet sahibi ve kâinatın maliki olan senin Rabbin, Kur'an-ı Azim'i insanlar ve cinler için, neyle yükümlü tutulduklarının beyanı ve kendilerini sakındırmak maksa­dıyla sana indirdi. Ey Muhammed! Rabbin onu hak ile -yani İslâm dini ile- ayrılmaz şekilde bir arada olan bir kitap olarak inzal buyurdu. Ze-mahşerî şöyle demiştir: Buradaki "insanlar için" ifadesinin anlamı şudur: "Kendileri için ve kendilerinin ona ihtiyaç duymaları sebebiyle, kendisiyle müjdelensin ve sakınsınlar diye ve bir de taati masiyete tercih etme eği­limlerini güçlendirmeleri için. Yoksa benim buna ihtiyacım yoktur. Zira ben alemlerden müstağniyim. Kim hidayeti seçerse kendisine fayda vermiş olur. Kim de dalâleti seçerse yine kendi nefsine zarar verir."[62] Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Artık kim doğru yola gelirse, kendi yararınadır; kim de saparsa kendi zararına sapmış olur. Sen onların üzerinde vekil değilsin." Yani kim hak yolu bilir ve o yola girerse, onun bu hidayeti kendi lehinedir. Bu hareketi­nin faydasını kendisi görür. Kim de hak yoldan saparsa, bu kimsenin sap­ması da kendi aleyhinedir ve bunun vebali kendi boynunadır. Ey Peygam­ber! Sen onları hidayete erdirmekle görevlendirilmiş bir vekil olmadığın gibi, onları hidayete götürmekle mükellef de değilsin. Bilakis sana düşen sadece tebliğ etmektir ve sen de onu yaptın. Nitekim Yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: "Sen ancak bir uyarıcısın, her şeye vekil olan Allah'tır." (Hûd,

11/12), "Senin görevin sadece duyurmaktır; hesap görmek bize düşer," (Ra'd, 13/40), "Sen öğüt ver, çünkü sen ancak öğüt verensin. Onların üzerinde zor­layıcı değilsin." (Gâşiye, 88/21-22).

Daha sonra Allah Tealâ, Kur'an'ı indirmesinin ardından kudretinin ve varlık üzerindeki tasarrufunun bir çeşidini zikretmekte ve şöyle buyur­maktadır:

"Allah, ölmekte olanın ölümü zamanında, ölmeyenin de uykusunda ru­hunu alır." Yani ecelleri geldiği zaman nefisleri veya ruhları, onları öldür­mek suretiyle kabzeden Allah'tır. Bu, büyük ölümdür ve ruhları bedenler­den kabzeden melekler göndermek suretiyle bunu yapar. Bu ruhlar kabze-dilince, artık bedenlerle herhangi bir ilgileri kalmaz.

Aynı şekilde ecelleri gelmemiş olan nefisleri de, uyku esnasında vefat ettirir ki, bu da küçük ölümdür. Burada uyuyan kimselerin uykusu ölüme benzetilmektedir. Zira uyuyan kimse de -ruhu bedeninde kaldığı halde-tıpkı fiilen ölü olan gibi temyiz ve tasarruf kudretine haiz değildir.

"Sonra ölümüne hükmettiğini yanında tutar, ötekileri de belli bir süre­ye kadar salıverir. Şüphesiz bunda, düşünen bir toplum için ibretler var­dır." Yani gerçek ölümle ölümüne hükmettiği nefis ve ruhları tutar, yaşa­dıkları bedenlerine iade etmez. Uyuyan nefsi ise, uyandığı zaman cesede geri gönderir; ona duyularını geri verir. Bu, belli bir süreye kadar böyle de­vam eder. O süre ise ölümdür.

Ruhların, ait oldukları bedenlere geri gönderilmeyip tutulması ve tam ölüm ile diğer ruhların geri gönderilmesi konusunda bu zikredilenler, Allah Tealâ'mn kemâl-i kudretine ve emsalsiz hikmetine delâlet eden hayret ve­rici alâmetlerdir.

Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisidir: "Geceleyin sizi öldüren; gündüz ne işlediğinizi bilen O'dur. Sonra belirlenmiş süre ge­çirilip tamamlansın diye gündüz sizi diriltir. Sonra dönüşünüz O'nadir; sonra yaptıklarınızı size haber verecektir. O, kullarının üstünde tek hakim­dir. Size koruyucu melekler gönderir; nihayet birinize ölüm gelince, elçileri­miz onun canını alırlar. Onlar bu hususta hiç geri kalmazlar." (En'âm, 6/60-61). Yukarıdaki ayette önce küçük ölüm, sonra büyük ölüm zikredildi-ği halde burada önce büyük ölüm, sonra küçük ölüm zikredilmiştir. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Uyur gibi ölecek, uykudan uyanır gibi dirileceksiniz."

Nefis ve Ruh: Ulema, nefis ve ruh hakkında ihtilaf etmiştir.

Nefis ve ruh aynı şey midir? İbni Abbas (r.a.) şöyle demiştir: "Ademoğ-lu'nda bir nefis, bir de ruh vardır. Bu ikisi arasındaki fark, güneş ile ışığı gibidir. Zira nefis, aklı ve temyiz yeteneğini, ruh ise nefes ve hareket ettir­me yeteneğini varlıkta tutar. Ölüm anında bunların ikisi de vefat ederler.

Uyku esnasında ise sadece nefis vefat eder." En zahir olan görüş ise bu iki­sinin aynı şey olduğu yolundadır. Nitekim aşağıda da geleceği gibi, sahih rivayetler de buna delâlet etmektedir.

Razî şöyle demiştir: "İnsan nefsi, ruhanî, ışıklı bir cevherden ibarettir. Nefis bedenle irtibatlandığı zaman, ışığı bütün azalarda ortaya çıkar ki bu, hayattır. Ölüm anında ise nefsin bedenin zahir ve batını ile irtibatı kesilir. İşte ölüm budur. Uyku zamanına gelince, bu esnada bedenin batını ile de­ğil de zahiri ile nefsin irtibatı kesilir. Buradan da ortaya çıkmaktadır ki ölüm ile uyku cins olarak aynıdır. Şu kadar ki, ölüm tam ve kâmil bir irti­bat kopuşu iken, uyku bazı yönlerden eksik bir irtibat kopuşudur.[63]

Uyku ile ölümün bazı bakımlardan birbirine benzemesi dolayısıyla -zira uyku küçük ölüm, ölüm ise büyük uykudur- şimdi zikredeceğimiz duanın uyku esnasında okunması sünnettir: Buhari ve Müslim'in Sahihle­rinde rivayet edildiğine göre Ebu Hureyre (r.a.) şöyle demiştir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Biriniz döşeğine uzandığı zaman gömleğinin iç tara­fıyla döşeğini silksin, zira o kiptse, kendisinin ardından döşeğine hangi mahlûkun girdiğini bilmez. Sonra da şöyle desin: "Rabbim! Senin isminle yan tarafımı yatağıma koydum. Senin isminle de kaldırırım. Eğer (ben uy­kudayken) canımı tutup alacaksan nefsime merhamet eyle. Eğer nefsimi sa­lıverip hayatta bırakacaksan, onu, salih kullarını muhafaza ettiğin hima­yenle muhafaza eyle." Yine Buhari, Huzeyfe (r.a.)'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber gece yatağını alıp yatacağı zaman (sağ) elini (sağ) yanağının altına koyardı. Sonra da şöyle derdi: "Allah'ım! Senin is­minle ölür, (senin isminle) dirilirim (Bismik Allahümme ahyâ ve emût)." Uykudan uyandığı zaman ise şöyle derdi: "Bizi öldürdükten sonra dirilten Allah'a hamdolsun. Toplanıp gideceğimiz yer de O'nun huzurudur (Elham-dü lillahillezî ahyânâ bade mâ-emâtenâ ve ileyhi'nnüşûr.)"

Daha sonra Allah Tealâ müşriklerin, Allah Tealâ dışında şefaatçiler edinmesini kötülemektedir. Müşriklerin şefaatçi edindiği şeyler, putlardır ki onlar bunları herhangi bir delil ve burhana dayanmaksızın, tamamen kendilerinin bir uydurması olarak şefaatçi edinmişlerdir. O putlar herhangi bir şeye malik ve muktedir değildirler. Zira onlar akletmesi, görmesi ve dü­şünmesi mümkün olmayan cansız varlıklardır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler?" Yani bilakis onlar, Al­lah yanında, Allah'tan başka kendilerine şefaat edecek ilâhlar mı edindi­ler? Yani onların böyle yapması uygun bir davranış değildir. Allah Tealâ, onları şöyle buyurarak reddetmektedir:

"De ki: "Onlar hiçbir şeye malik olmayan, düşünmeyen şeyler olsalar da mı?" Yani Ey Peygamber! Onlara haber ver ve de ki: Şu putları kendini­ze nasıl şefaatçiler ediniyorsunuz? Oysa onlar ne şefaate, ne de başka bir şeye maliktirler! Onlar, sizin kendilerine kulluk ettiğinizin bile idrakinde değildirler.

Daha sonra Allah Tealâ, şefaatin bütün çeşitlerinin kendi mülkünde olduğunu kesin bir şekilde onlara bildirmekte ve şöyle buyurmaktadır: "De ki: "Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra O'na döndürüleceksiniz." Yani şefaatin bütün çeşitlerinin maliki, Allah'tır. Şefaat konusunda hiç kimsenin herhangi bir yetkisi yoktur. Allah katında, O'nun kendisinden razı olduğu ve kendisine şefaat konusunda izin verdiği kimseler dışında hiç kimsenin şefaati fayda vermez. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O'nun izni olmadan kendisinin katında kim şefaat edebilir?" (Bakara, 2/255), "Allah'ın razı olduğundan başkasına şefaat ede­mezler." (Enbiyâ, 21/28).

Bunun sebebi şudur: Göklerin ve yerin maliki Allah Tealâ'dır. Bunla­rın bütün işlerinde tasarruf yetkisi yalnız O'nundur. Ahirette diriltildikten sonra varacağınız yer de O'nun huzurudur. Dolayısıyla ibadetin de ancak dünyada zarar veya fayda vermek kendisinin yetkisinde olana ve ahirette de yapılan bütün amellere karşılık vermeye ve hesap görmeye malik bulu­nana yapılması gerekir. Bu ifadede, Allah Tealâ dışında herhangi bir şeye dayanmaya karşılık bir tehdit vardır.

Bunun ardından Allah Tealâ, müşriklerin bazı kabahat ve gariplikleri­ni zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Allah tek başına anıldığı zaman, ahirete inanmayanların gönüllerini sıkıntı basar. Ama O'ndan başkaları da anıldığı zaman hemen sevinirler." Yani müşriklerin en büyük günahlarından birisi de, kendilerine "Allah'tan başka ilâh yoktur" dendiği zaman bundan tiksinir, nefret eder ve hiddetle­nirler. Çünkü onlar Allah'a ve öldükten sonra dirilmeye inanmazlar. Al­lah'tan başkaları -yani Necm suresinde de varit olduğu gibi Lât, Uzzâ ve Menât gibi putlar veya sahte ilâhlar- zikredildiği zaman ise hemen ferah­lar ve sevinirler. Burada anlamın ekseni, "tek başına" ifadesidir. Yani tek başına Allah Tealâ zikredildiği ve O'nunla birlikte onların tanrıları zikre-dilmediği zaman gönüllerini sıkıntı basar, nefret eder ve tiksinirler. Allah Tealâ ile birlikte onların tanrıları da zikredildiği zaman ise sevinir ve fe­rahlarlar.

Bu, bilgisizliği ve ahmaklığı gösterir. Çünkü Allah Tealâ'nm zikri, mutluluğun esası ve hayrın adresidir. Cansız birer varlık olan putların zik­ri ise cehalet ve ahmaklığın başıdır.

Zemahşerî der ki: "İstibşâr" ve "işmi'zâz" birbirinin mukabilidir. Zira bunların her biri, ifade ettikleri anlamın son noktasıdır. Çünkü istibşâr, ki­şinin kalbinin sevinç ile dolmasıdır. Öyle ki, bu haldeki kişinin yüz hatları gevşer ve yüzünü bir parıltı kaplar. İşmi'zâz ise kişinin kalbinin gam ve hiddetle dolmasıdır ki, bu durumdaki kişinin yüz hatlarında hiddet belirir." (Meal de buna göre verilmiş ve işmi'zaz gönlün sıkıntıyla dolması ola­rak çevrilmiştir.)

Müşriklerin kötülenmesi, şirki sevmeleri ve tevhidden nefret etmeleri dolayısıyla akıllarmdaki bozukluk beyan buyurulduktan sonra Allah Tealâ peygamberine, kendisine sığınmasını ve onların ahmaklıklarına karşılık kurtarıcı dua ile kendisine yönelmesini emir buyurmaktadır:

"De ki: "Allah'ım, Ey gökleri ve yeri yoktan var eden, gizliyi de aşikârı da bilen! Ancak sen, ayrılığa düştükleri konularda kullarının arasında hükmedersin." Yani şöyle diyerek Allah'a dua et: Ey gökleri ve yeri yaratan Allah! Ey gizliyi de aleniyi de bilen! Ahiret günü kullarının arasını ayıra­cak, ve iyi kimseyi iyiliği ile mükâfatlandıracak, kötü kimseyi de kötülüğü ile cezalandıracak olan Sen'sin. Tâ ki böylece hak, batıldan ayrılarak orta­ya çıkacak ve dünyada kullar arasında mevcut bulunan ihtilaflar ortadan kalkacaktır. Bu ayette geçen "Fatıru's-semâvâti ve'l-ard" ifadesi, göklerin ve yerin, önceden mevcut olan bir örneğe bakılarak değil de, örneksiz ola­rak yaratıldığını anlatır.           .

"Gökleri ve yeri yoktan var eden" cümlesi, Allah Tealâ'nm kudret-i tam sıfatına, "Ancak sen, ayrılığa düştükleri konularda kullarının arasında hükmedersin." cümlesi ise, Yüce Allah'ın ilm-i kâmil vasfına delâlet eder. Bu ayette "kudret" özelliğinin "ilim" özelliğinden önce zikredilmesinin se­bebi, Allah Tealâ'nın kadir olduğunun bilinmesinin, alim olduğunun bilin­mesinden önce gelmesindendir.

Müslim, Ebu Davud ve daha başkaları Hz. Aişe'den şöyle rivayet et­mişlerdir: "Rasulullah (s.a.) geceleyin kalktığı zaman şöyle diyerek namaza başlardı: "Allah'ım! Cibril'in, Mikâil'in ve İsrafil'in rabbi! "Gökleri ve yeri yoktan var eden, görüneni ve görünmeyeni bilen! İhtilâf etmekte oldukları konularda kullarının arasında hüküm verecek olan Sen'sin .(ayet: 46) Beni, üzerinde ihtilâf edilen hususlarda izninle hakka hidayet et. Muhakkak ki sen, dilediğin kimseleri doğru yola hidayet edersin."

İmam Ahmed de bu hadisi Abdullah b. Mesud (r.a.)'dan şu cümlelerle rivayet etmiştir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kim, "Allah'ım, gökleri ve yeri yoktan var eden, görüneni ve görünmeyeni bilen! Bu dünyada sana ahdederim ki, ben, senden başka ilâh olmadığına, senin tek olduğuna ve or­tağının bulunmadığına, Muhammed'in de senin kulun ve rasulün olduğu­na şahitlik ederim. Sen beni nefsime bırakırsan o beni kötülüğe yaklaştırır ve hayırdan uzaklaştırır. Ben senin rahmetinden başka bir şeye güvenmiyo­rum. Benim için, kıyamet günü lütfedeceğin bir ahd lütfeyle. Muhakkak ki sen vaadinden dönmezsin." derse, kıyamet günü Allah Tealâ meleklerine, "Muhakkak ki (bu) kulum bana sağlam bir ahidle ahdetti. Onun hakkında o ahde vefa edin." buyurur ye kendisini cennete sokar."

Daha sonra Allah Tealâ, müşrikleri tehdit ile ilgili üç hususu zikret­mekte ve şöyle buyurmaktadır:

1- "Eğer yeryüzünde bulunanların tümü ve onun bir misli daha o zul­medenlerin olsaydı, kıyamet günü azabın kötülüğünden kurtulmak için onu elbette feda ederlerdi." Yani o müşrik kâfirler, yeryüzünün bütün mal ve zenginliklerine sahip olsalardı ve onun yanında, ona ek olarak onun bir misline daha malik bulunsalardı, kıyamet günü, zulümlerinin karşılığı olan şiddetli azaptan kendilerini kurtarmak için mutlaka onu fidye olarak verir­lerdi. Bu, şiddetli bir tehdit ve kurtuluştan nihai olarak ümit kestirmedir.

2- "Çünkü onlar için Allah'tan hiç hesap etmedikleri şeyler karşılarına çıkmıştır." Yani onlar için, kendilerine vaad edilen türlü ceza ve azaplar or­taya çıkacaktır. Bunlar öyle ceza ve azaplardır ki, o müşrikler bunları he­sap edemezler ve bunların niteliği onların akıllarına bile gelmez. Bu, cen­nette görülecek karşılığın mukabilidir. Zira cennette de gözün görmediği, kulağın işitmediği ve insanın aklına hayaline gelmeyen mükâfatlar vardır. Bu söylediğimiz, şu ayetten anlaşılmaktadır: "Yaptıklarına karşılık olarak onlar için ne gözler aydınlatıcı nimetlerin saklandığını hiç kimse bilemez." (Secde, 32/17).

3- "Yaptıkları işlerin kötülükleri kendilerine görünmüştür ve alay ede-geldikleri şey onları kuşatmıştır." Yani onların dünyada işledikleri kötülük ve günahların karşılığı ortaya çıkmış ve dünya hayatında peygamberin kendilerini kortutup sakındırmasına karşılık istihza etmekte oldukları azap ve ceza onları kuşatmıştır. [64]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:

1- Allah Tealâ Rasulünü, kavminin iman etmemesi sebebiyle duyduğu üzüntüden dolayı teselli etmiş ve ona büyük bir nimet verdiğini bildirmiştir. Bu nimet, hakla birlikte bulunan Kur'an-ı Mecid'dir. Buradaki hak ise İslâm dinidir. Bu Kitap, insanlar kendisinden yararlansınlar diye indirilmiştir.

Şu halde kim hidayete gelirse, hidayetinin sevabı sadece kendi menfa­atinedir. Kim de haktan saparsa, onun bu sapmasının cezası da yine sade­ce kendi aleyhinedir.

Hz. Peygamber onlar üzerine vekil olmadığı gibi, amir pozisyonunda da değildir ki, kendilerini iman etmeleri konusunda zorlasın.

2- Ecelleri geldiğinde ruhları ve nefisleri kabzetmesi, nefisleri, beden­lerde tasarruftan alıkoyması, ölülerin ruhlarını Mele-i A'lâ'da tutması, uy­kudan sonra nefisleri bedenlere iade etmesi ve ölecekleri zaman gelinceye kadar onları, diledikleri şekilde tasarrufta bulunabilecekleri şekilde tekrar salıvermesi, Allah Tealâ'nın büyük kudretinin tezahürlerindendir. İbni Abbas (r.a.) ve diğer müfessirler şöyle demişlerdir: "Dirilerin ve ölülerin ruh­ları, uyku halinde karşılaşırlar ve Allah'ın dilediği ruhlar tanışıp bilişirler. Allah Tealâ bunların tümünün bedenlere geri dönmesini murad ettiği za­man, ölülerin ruhlarını kendi katında tutar ve yaşayanların ruhlarını da bedenlerine gönderir."

Daha önce de geçtiği gibi en zahir olan görüş, ruh ve nefs'in aynı şey olduğunu kabul eden görüştür. Çünkü sahih rivayetler bunun böyle oldu­ğuna delâlet etmektedir. Bu rivayetlerden birisi, Müslim'in Ümm-ü Seleme (r.a.)'den aktardığı şu hadistir: "Rasulullah (s.a.) (vefat etmiş olan) Ebû Se-leme'nin yanma girdi. Gözleri açık kalmıştı. Onları kapadı. Sonra şöyle bu­yurdu: "Şüphesiz ki ruh kabzedildiği zaman göz onu takip eder." Bir diğer Müslim rivayetinde de Ebû Hureyre (r.a.) şöyle demiştir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Görmez misiniz ki, insan öldüğü zaman gözü nasıl dikilip kalıyor? İşte bu, onun gözünün, nefsini takip ettiği zaman olur."

Bir diğer hadisi de İbni Mâce rivayet etmiştir: "(Ruhu kabzetmekle gö­revli) melekler hazır olur. Ölmek üzere olan kimse salih birisi ise, "Ey gü­zel bedende bulunan güzel nefis, çık! Allah'ı överek rahatlık, güzel rızık ve Rabbinin hoşnutluğuyla müjdelenmiş olarak çık!" derler. Ruh bedenden ay­rılıncaya kadar böyle demeye devam edilir. Sonra o nefis göğe çıkartılır." Yine Sahih-i Müslim'de Ebu Hureyre'den şöyle rivayet edilmiştir: "Mümi­nin ruhu bedenden çıktığı zaman onu iki melek karşılar ve göğe yükseltir­ler." Vadi hadisinde de Bilâl (r.a.) şöyle dediğini nakletmiştir: "Yâ Rasulal-lah! Senin nefsini tutan, benim nefsimi de tuttu."

Sahih olan görüş şudur: Ruh, duyularla hissedilen bedenlere nüfuz et­miş latif bir cisimdir.

3- Allah Tealâ'nm, ölünün ve uyuyanın ruhlarını kabzetmesinde ve uyuyanın nefsini geri gönderip ölenin nefsini tutmasında, Allah'ın yarat­ması hakkında düşünenler için Onun kudretini gösteren deliller vardır.

4- Kâfirler doğru tarzda düşünemezler. Aksine onlar, putları şefaatçi­ler olarak görürler. Oysa putlar şefaate herhangi bir tarzda malik olama­dıkları gibi, düşünüp akledemezler de. Çünkü onlar cansız varlıklardır.

5- Şefaate bütünüyle malik olan, Allah Tealâ'dır ve O, göklerin ve ye­rin de malikidir; dirilme ve buluşma gününde bütün varlıkların dönüşü de yine O'nadir.

6- Müşrikler, cehalet ve ahmaklıkla kendilerini göstermişlerdir. Allah Tealâ, onların putları olmaksızın tek başına zikredildiği zaman kendilerini sıkıntı basar ve bundan nefret ederler. Putlar zikredildiği zaman ise, yüzle­rinde bir sevinç ve mutluluk belirir.

7- Yüce Allah gökleri ve yeri örneksiz olarak yoktan var etmiştir. O, gaybı ve şehadeti, yani gizliyi ve açığı bilendir; kullarının dünyevî ihtilafla­rı hakkında en son hükmü verecek olandır.

8- Peygamberi yalanlayan müşrikler yeryüzünün bütün mal ve serve­tine sahip olsalar, kıyamet gününün azabının kötülüğünden kendilerini kurtarmak için mutlaka onu fidye olarak verirlerdi.

9- Kâfirler, hatırlarına gelmeyen, takdir ve hesap edemeyecekleri azapla ansızın karşılaşacaklardır.

10- Kıyamet günü kâfirler için, işledikleri günah, küfür ve masiyetle-rin sonucu ortaya çıkacak ve bu dünyada peygamberlerin uyarıları, diril­me, azap ve çetin hesap gibi yalanlayıp alay ettikleri şeylerin karşılığı on­ların üzerine inecek ve kendilerini kuşatacaktır. [65]

 

İnsanın, Sıkıntı Anında Dua Etmesi, Nimete Kavuşunca İnkâra Sapması Ve Rızkın Sadece Allah'ın Elinde Olması:

 

49- İnsana bir zarar dokunduğu za­man bize dua eder. Sonra ona biz­den bir nimet verdiğimiz vakit, "Bu, benim bilgim sayesinde bana veril­di." der. Hayır, o bir imtihandır; fa­kat çokları bilmiyorlar.

50- Onlardan öncekiler de bunu de­mişlerdi. Ama kazandıkları şeyler, kendilerine hiçbir fayda sağlamadı.

51- Kazandıkları kötülüklerin veba­li sonunda başlarına geldi. Bunlar­dan zulmedenlerin de yaptıkları kötülükler başlarına gelecektir. On­lar, buna engel olacak değillerdir.

52- Bilmediler mi ki Allah, dilediği­ne rızkı açar ve kısar. Şüphesiz bunda, iman eden bir toplum için ibretler vardır.

 

Belagat:

 

"Açar" ve "kısar" kelimeleri arasında tezat vardır. [66]

 

Kelime ve ibareler:

 

"İnsana bir zarar dokunduğu zaman." Yani insanoğluna bir zarar isa­bet ettiği zaman. Bu cümle, "Allah tek başına anıldığı zaman" ayetine ma­tuftur. Bu atfın maksadı onların bu sözlerinin birbirini tutmadığının beyan edilmesidir. Dolayısıyla burada ortaya şöyle bir anlam çıkmaktadır: Allah tek başına anıldığı zaman gönüllerini sıkıntı basar, ilâhlarının anılmasıyla da sevinirler. Kendilerine bir zarar dokunduğu zaman, Allah zikredildiği zaman mutsuzlaşan bu insanlar, bu sefer O'na dua ederler.

"Bir nimet verdiğimiz." Fazlu keremimizden ona nimette bulunduğu­muz ve onu o şeye sahip kıldığımız, "vakit, bu benim bilgim sayesinde." onu kazanma yollarını bildiğim için "bana verildi der." Ya da Allah, benim o mala müstehak olduğumu bildiği için. "Hayır, o bir imtihandır." Yani bila­kis o nimet, onun için bir imtihandır. Onu ona verdik ki, bakalım şükür mü edecek, yoksa nankörlük mü? "Fakat çokları bilmiyorlar." Bilmiyorlar ki, nimetin verilmesi bir imtihandır. Bu da, ayette geçen insandan kastın özel bir kimse olmayıp, cins olarak insanoğlu olduğunun delilidir.

"Onlardan öncekiler de bunu demişlerdi." Karun ve onun kavmi gibi daha önceki ümmetler. "Ama kazandıkları şeyler kendilerine hiçbir fayda sağlamadı." Kazandıkları dünya malı kendilerine fayda vermedi. "Kazan­dıkları kötülüklerin vebali sonunda başlarına geldi." İşledikleri kötü amel­lerinin karşılığı... Burada onların kazandıklarının "kötülük'le tavsif edil­mesi, başlarına gelen şeyin, kötü amellerinin karşılığı olduğunu anlatmak içindir. Bu ifade, onların bütün amellerinin böyle olduğunun bir anlatımı­dır. "Bunlardan" bu müşriklerden "zulmedenlerin de" Kibirlenip haddi aş­mak suretiyle zulme sapanlara "Yaptıkları kötülükleri başlarına gelecektir." Kendilerinden öncekilere isabet ettiği gibi, bunların yaptığı kötülüklerin cezası da, karşılık olarak kendi başlarına gelecektir. Müşrikler, yedi yıl ku­raklık çekmiş ve ileri gelenleri de Bedir'de öldürülmüştür. "Onlar buna en­gel olacak değillerdir." Onlar bizim azabımızı savuşturacak değillerdir.

"Dilediğine" imtihan olarak "rızkı açar" yayar "ve kısar." Denemek amacıyla dilediği kimseye de daraltır. "Şüphesiz bunda, iman eden bir top­lum için ibretler vardır." Genişlik vermek ya da sıkıntıya düşürmek gibi, meydana gelen bütün olayların Allah'tan olduğunu bilirler. [67]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ, müşriklerin bazı hatalı davranışlarını anlattıktan sonra, yine bunların bir diğer çeşidinden söz etmektedir: Müşrikler, hastalık veya yoksulluk gibi bir sıkıntıya düştükleri zaman Allah Tealâ'dan yardım ister­ler. Mal bolluğu veya afiyet gibi bir nimete kavuştukları durumda ise, bu durumun kendi kazançları, gayretleri ve çalışmalarının sonucu olduğunu iddia ederler. Bu, çirkin ve açık bir çelişkidir. Gerçek şudur ki, onlara veri­len nimet şükür mü, yoksa küfür mü edecekleri bilinsin diye verilmiş bir imtihan ve deneme vasıtasıdır. Onların yukarıda geçen sözleri, Karun ve başkaları gibi kendilerinden öncekilerin de söylediği eski bir sözdür.

Daha sonra Yüce Allah, rızkın kaynağının kendisi olduğunu, dilediği kimseye rızkı kısıp, dilediği kimseye de genişlettiğini beyan buyurmakta­dır. Bunun delili ise -ister mümin, ister kâfir olsunlar farketmez- insan­lardan bir kısmının rızkının bol, bir kısmının rızkının ise az olmasıdır. Ser­vetin toplanması ve kat kat artması kişinin bilgisinin veya cehaletinin, ze­kâsının, tecrübesinin yahut aklının kıt olmasının soncu olmayıp, Allah'ın tevfik ve kolaylaştırmasının neticesidir. [68]

 

Açıklaması

 

Allah Tealâ, insanın kötü tabiatını ve durumunu haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır:

"İnsana bir zarar dokunduğu zaman bize dua eder. Sonra ona bizden bir nimet verdiğimiz vakit, "Bu, benim bilgim sayesinde bana verildi." der. Hayır, o bir imtihandır; fakat çokları bilmiyorlar." Yani müşrik kimselere ve diğer insanlara, yoksulluk, hastalık veya daha başka bir zarar dokundu­ğu zaman Allah Tealâ'ya tazarruda bulunur ve söz konusu sıkıntısının kal­dırılması için O'ndan yardım ister. Allah o kimseye mal, mevki makam vs. gibi bir nimet verdiği zaman ise azar, tuğyan içine girer ve şöyle der: "Bu mal mülk bana, kazanç yollan konusundaki bilgim ve maharetim sayesin­de verildi veya Allah benim bu malı hak ettiğimi ve onu kazanmaya ehil ol­duğumu bildiği için bu mal bana verildi." Bu ayetin Huzeyfe b. Muğîre hakkında nazil olduğu söylenmiştir.

Gerçekte ise sana verilen bu mal, söylediğin şeyler dolayısıyla verilmiş değildir ve mesele senin iddia ettiğinden farklıdır. Sana verilen bu mal, se­nin için bir imtihan ve deneme aracıdır. Biz bu nimeti sana verdik ki, seni, nimet verdiğimiz konuda deneyelim; acaba şükür mü edeceksin, yoksa kü­für mü, itaat mi edeceksin, yoksa isyan mı? Biz senin nasıl davranacağını önceden bildiğimiz halde böyle yaptık. Ancak insanların çoğu, bunun Allah tarafından, kazandıkları sebebiyle şükür mü, yoksa küfür mü edecekleri konusunda onlar için bir imtihan ve istidrac[69] olması için verildiğini bil­mezler. Bu sebeple yukarıda zikredildiği şekilde iddia eder ve konuşurlar.

Daha sonra Allah Tealâ, onların bu sözlerinin, öteden beri söylenegel-mekte olduğunu açıklamakta ve şöyle buyurmaktadır:

"Onlardan öncekiler de bunu demişlerdi. Ama kazandıkları şeyler ken­dilerine hiçbir fayda sağlamadı." Yani bu sözü veya ifadeyi -yani "Bu, be­nim bilgim sayesinde bana verildi" sözünü- Karun ve daha başkaları gibi daha önce gelen ümmetler içinde de söyleyen ve bu iddiada bulunan kimse­ler olmuştu. Ancak onların bu sözü doğru değildir. Onların dünya malı ola­rak kazandıkları, kendilerini müstağni kılmadı ve çok mal toplamaları on­lara herhangi bir fayda sağlamadı. Bu sebeple Allah Tealâ şöyle buyur­maktadır:

"Kazandıkları kötülüklerin vebali sonunda başlarına geldi." Yani işle­dikleri amellerin kötülüklerinin sonuçlan, başlarına geldi de, Karun ve malikânesinin dünyada yerin dibine batırılması gibi cezalara çarptırıldılar; ahirette de azabın en şiddetlisiyle cezalandmlacaklardır. Buradaki ayetin bir benzerinde Yüce Allah Karun hakkında şöyle buyurmaktadır: "Bu ser­vet, bende bulunan bir bilgi sayesinde bana verildi" dedi. O bilmedi mi ki, Allah, kendisinden önceki nesiller arasında kendisinden daha güçlü ve kendişinden daha çok cemaati bulunan nice kimseleri helak etmiştir? Suçlula­ra günahlarından sorulmaz." (Kasas, 28/78).

Şu ayetin manası da aynıdır: "Ve dediler ki, "Biz, malca ve evlâtça da­ha çoğuz, biz azaba uğratılacak değiliz." (Sebe1, 34/35).

Daha sonra Allah Tealâ, Mekke müşriklerini, kendilerinin de benzeri bir azaba çarptırılacağı konusunda uyarmakta, tehdit etmekte ve şöyle bu­yurmaktadır:

"Bunlardan zulmedenlere de yaptıklarının kötülükleri başlarına gele­cektir. Onlar buna engel olacak değillerdir." Yani şu anda mevcut olan kâ­firlerden zulmedenler -ki Mekke müşrikleri de onlardandır- işledikleri kö­tülüklerin karşılığı olarak tıpkı kendilerinden öncekilerde olduğu gibi kıt­lık, öldürülme, esir alınma ve mağlup edilme gibi musibetler yaşayacaklar­dır. Onlar kıyamet günü Allah'ın takdirinden kaçabilecek değillerdir. Aksi­ne, dönüp gelecekleri yer O'nun huzurudur. Allah Tealâ onlara, istediği ce­zayı vermek suretiyle dilediği muameleyi yapacaktır. Yüce Allah'ın büyük kudretinin delili ise şudur: 

"Bilmediler mi ki Allah, rızkı dilediğine açar ve kısar. Şüphesiz bunda, inanan bir toplum için ibretler vardır." Yani o müşrikler görmezler mi ki, Al­lah, dilediği kimsenin rızkını genişletir, dilediği kimsenin rızkını da daral­tır. Bunda, Allah'ın birliğine, hakimiyet ve kudretine inanan kimseler için büyük manalar vardır. Burada ibret alıcılar olarak sadece müminlerin zik­redilmesinin sebebi, ayetlerden sadece onların faydalanmayı bilmeleridir. [70]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetlerden aşağıdaki sonuçlar çıkar:

1- İnsanın durumu çelişkili ve çalkantılıdır, insanın vefası yoktur ve o, bir prensip üzerinde sebat göstermez. Zira sıkıntıya düştüğü zaman insa­nın, Allah'a sığındığını ve bu sıkıntıdan kendisini kurtarması için O'ndan yardım istediğini görürsünüz. Nimete kavuştuğu zaman ise taşkınlık ya­par, tuğyan eder, azar ve nimetin kendi mahareti, çabası, hak etmesi ve ona ehil olması sebebiyle kendisine geldiğini iddia eder.

2- Gerçek şudur ki servet, zenginlik ve yoksulluk, kulun Rabbine ya­kın olmasında geçerli bir ölçü değildir. Zira Allah Tealâ kimi durumlarda mümin kullarına bol nimet bahşederken, kâfir kullarına vermez; kimi du­rumlarda da bunun aksi olur. Bu, Yüce Allah'ın bu konudaki hikmeti sebe­biyledir. Küfür ve masiyet ile birlikte nimetin bulunması, istidrac, ibtilâ ve deneme ve kulun şükredici mi, yoksa inkâr edici mi olduğunun bilinme­si içindir. Ne ki, insanların çoğu, kendilerine mal ve zenginlik verilmesinin, kendilerini denemek maksadına matuf olduğunu bilmezler.

3- İnsanların çoğu öteden beri kendilerine mal ve zenginlik verilmesinin, kendilerinin bilgi ve becerisi ve Allah Tealâ'nın, onların bunu hak et­tiklerini bilmesi dolayısıyla olduğunu iddia etmişlerdir. Oysa ne malları ne de evlâtları, Allah (c.c.)'m azabından hiçbir şeyi savamaz. Amellerinin kö­tülüğünün cezası onlara isabet etmiştir; ahirette de, gerek Hz. Peygam-ber'in kavminden müşrik olanlar, gerekse diğer ümmetlerden bu durumda bulunanlar, yaptıklarının karşılığı olarak dünyada çeşitli öldürülme gibi musibetlerle karşılaşacaklar, ahirette ise cehennem azabına muhatap ola­caklardır. Ne onlar, ne de kendilerinden önce geçenler Allah'ın azabından kaçıp kurtulabilecek değildirler.

4- Rızkın kaynağı sadece ve yalnızca Allah Tealâ'dır. Dilediği kimsele­re rızık bahşeder, dilediği kimselere ise vermez. Bunda müminler için bir ibret vardır. Burada sadece müminlerin ibret alacak kimseler olarak zikre­dilmesinin sebebi, sadece müminlerin ayetler hakkında düşünmeleri, ayet­lerden istifade etmeleri ve rızkın genişletilmesinin derece derece yüksel­mek olabileceği gibi, daraltılmasının da kulun kadrü kıymetini yükseltmek ve makamını yüceltmek için olabileceğini bilmeleridir. [71]

 

Günahların Tevbe Ve İhlasla Yapılan Amel Karşılığında Bağışlanması:

 

53- De ki: "Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetin­den ümit kesmeyin. Allah bütün gü­nahları bağışlar. Çünkü O, Ga­furdur, Rahimdir.'

54- "Size azap gelip çatmadan Rab-binize dönün. O'na teslim olun. Sonra size yardım edilmez."

55- "Ansızın ve hiç farkına varmadı­ğınız bir sırada, size azap gelmez­den önce, Rabbinizden size indirile­nin en güzeline uyun."

56- Nefsin şöyle demesinden sakı­nın: "Allah'ın yanında kusur edişim­den dolayı vah bana. Hakikaten ben alay edenlerdendim."

57- Yahut şöyle demesinden: "Allah bana hidayet etseydi, elbet ben de korunanlardan olurdum."

58- Yahut azap gördüğü zaman, ,v ,     "Keşke benim için bir kez dönüş olsaydı da, güzel hareket edenlerden

olsaydım" demesinden.

59- Evet! Sana ayetlerim gelmişti de, sen onları yalanlamış, büyüklük taslamış, kâfirlerden olmuştun.

 

İ'râb:

 

"Evet! Sana ayetlerim gelmişti de" cümlesi, "Allah bana hidayet etsey­di, elbet ben de korunanlardan olurdum" cümlesinin cevabıdır. Burada ce­vabın "belâ" (evet) kelimesiyle gelmesinin sebebi, bu cümlenin olumsuzluk bildiren bir cümlenin cevabı olarak gelmesidir. Çünkü burada anlam şöyle­dir: Allah bana hidayet etmedi ve ben bu sebeple korunanlardan olmadım. Bu sebeple ona şöyle denmiştir: "Evet! Sana ayetlerim gelmişti de, sen onla­rı yalanlamış, büyüklük taslamış, kâfirlerden olmuştun." Sonuç olarak şayet burada söz olumsuz olarak gelmemiş olsaydı, cevabında da "belâ" keli­mesi kullanılmazdı. [72]

 

Belagat:

 

"De ki: "Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım..." ayetinde Alah Tealâ'nm, kullarına yönelik bir hitabı bulunmaktadır. Burada kulların Allah Tealâ'ya izafeti, onların kadrü kıymetini yüceltmek içindir. Yine bu cümle­de, muhataba hitap edilirken, üçüncü şahsa hitaba geçiş vardır. Zira nor­mal cümlenin, "Nefislerinize karşı aşırı gidenler olarak sizler, benim rah­metimden ümit kesmeyin" şeklinde olması gerekir. "Allah'ın rahmetinden" ifadesinde "rahmef'in Allah'a izafesi, lafza-i celâl'in (Allah lafzının), Allah Tealâ'nm bütün isim ve sıfatlarını içinde barındırması itibariyledir. "Çün­kü O, Gafûr'dur, Rahîm'dir" cümlesi, her iki kısmı da ma'rife ifadelerden oluşan bir cümledir ve "huve" (O) zamiriyle -ki munfasıl (kelimeye bitişme­yen) zamirdir- ve aynı zamanda "inne" harfiyle tekit edilmiştir. "Allah bü­tün günahları bağışlar" cümlesinde açık isim, zamir yerine gelmiştir. Böyle olmasından maksat, Allah Tealâ'nın mutlak anlamda müstağni ve nimet verici olduğuna delâlet etmesidir.

"Nefsin şöyle demesinden sakının: "Allah'ın yanında kusur edişimden dolayı vah bana." Buradaki "Allah'ın yanı" ifadesi, Allah'ın hakkı ve O'na taatten kinayedir. [73]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kullarım." Kul kelimesinin Allah Tealâ'ya izafe edildiğinde, Kur'an'm kavramsal çerçevesinde sadece müminler kastedilir.

"Nefislerine karşı aşırı giden kullarım!" Yani günah işlemede ifrada veya aşırılığa giderek haddi aşan kullarım. "Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin." Allah'ın mağfiretinden ve fazlu kereminden ümitsizliğe düşme­yin. "Allah bütün günahları bağışlar." Azap ettikten sonra bile olsa, kendi­sinden bir affetme olarak şirk dışında bütün günahları bağışlar. "Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başkasını dilediği kimse­ler için bağışlar." (Nisa, 4/48). Buradaki "Çünkü O, Gafûr'dur, Rahîm'dir" cümlesi, mübalağa, hasr ve mağfiretten sonra rahmet ifade eder. Ne var ki bu, Allah'ın dilemesi ve fazlu keremine bağlıdır. Günahların mutlak olarak bağışlanması genel bir kanun değildir.

"Rabbinize dönün." O'na yönelin ve tevbe edin. "O'na teslim olun." Ameli O'na mahsus kılın. "Size azap gelip çatmadan Rabbinize dönün. Sonra size yardım edilmez." Eğer tevbe etmezseniz, çarptırılacağınız azaba karşı kimse size yardım etmez. Burada "Rabbinize dönün" ifadesinin "mağ-firef'ten sonra zikredilmesi, mağfiretin tevbe olmadan da hasıl olabileceği kanaati uyanmasın ve mağfiret için tevbenin gerekli ve şart olduğuna delâ­let etsin diyedir. Evet, Zemahşerî'nin de belirttiği gibi, mağfiret, tevbe olmadan husule gelmez. Yani tevbe ve amelde ihlâs olmaksızın hiç kimse için bağışlanma söz konusu değildir. Bu, genel bir kanundur.

"size azap gelmeden önce" "ansızın" birdenbire "ve hiç farkına varma­dığınız bir sırada." onun gelişini farkedemediğiniz ve dolayısıyla amelleri-nizdeki eksiklikleri telafi etmeye zaman bulamayacağınız bir şekilde "nef­sin şöyle demesinden sakının!" Burada nefsin, ayette belirtilen şeyi söyle­mesi hoş karşılanmamaktadır. "Vah bana." Yani ey hasterim ve pişmanlı­ğım. "Allah'ın yanında." O'na yapılan taatte, ibadette ve rızasını kazanma­da "kusur edişimden dolayı." Kusurlu davranmamdan dolayı. Buradaki "ve in" ifadesi "ve innî" anlamındadır. "Hakikaket ben alay edenlerden idim." Allah'ın dini, Kitab'ı ve müminler ile eğlenenlerden idim.

"Allah bana hidayet etseydi" kendisine itaat etmem için hidayet ve hakkı bulmam için irşat etseydi, ben de hidayete gelir "korunanlardan" şirk ve masiyetler sebebiyle O'nun azabına düşmekten korunanlardan "olurdum." "...güzel hareket edenlerden olsaydım." Akide ve amel konusun­da güzel davranış içinde oları müminlerden olsaydım. "Evet! Sana ayetle­rim gelmişti." Yani Kur'an gelmişti. O Kur'an, hidayet sebebidir. Bu cümle, "Allah bana hidayet etseydi" diyen kimsenin Allah Tealâ tarafından redde-dilişini ifade etmektedir. Bu kimsenin sözünde olumsuzluk vardır. Yani id­diasına göre Allah ona hidayet etmemiştir. Yani yukarıdaki ayette geçen "belâ" (evet) kelimesi, ancak olumsuz sorulara cevap verilirken kullanılan bir kelimedir. [74]

 

Nüzul Sebebi:

 

"De ki: "Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım..." ayetinin (53. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Buhari ve Müslim, Ebu Davud ve Nesaî, İbni Abbas (r.a.)'tan şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Ehl-i şirkten bir kısım kimseler, başkalarını öldürdüler ve bunu çok yaptılar; zina ettiler ve bunu da çok yaptılar. Daha sonra Hz. Muhammed (s.a.)'e gelerek şöyle dediler: "Şüphesiz senin söylediklerin ve kendisine çağırdığın şey gerçekten güzel. Peki bize haber verir misin, bizim için tevbe kapısı açık mıdır -veya yaptı­ğımız kötülüklere karşı bir keffaret var mıdır-? Bunun üzerine "Ve onlar, Allah ile birlikte başka tanrıya yalvarmazlar... Allah Gafûr'dur, Ra-hîm'dir." (Furkân, 26/68-70) ayetleri ile "De ki: "Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım..." ayeti indi."

İmam Ahmed de Rasulullah (s.a.)'ın azatlısı Sevbân (r.a.)'dan şöyle ri­vayet etmiştir: "Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu işittim: "Şu ayeti dünyaya ve içindekilere tercih ederim: "De ki: "Ey nefislerine karşı aşırı gi­den kullarım. Allah 'm rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar." Bunun üzerine orada bulunan birisi, "Ey Allah'ın Resulü! Şirk koşan kimse için de böyle midir?" diye sordu. Hz. Peygamber bir süre sustu. Sonra üç kere "Şirk koşan hariç" buyurdu."[75]

Yine İmam Ahmed, Amr b. Anbese (r.a.)'den şöyle dediğini rivayet et­miştir: "Yaşlı bir adam elindeki bastona dayanarak Hz. Peygambere geldi ve şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasulü! Ben çok hainlik yaptım, çok günah işle­dim. Böyleyken bağışlanır mıyım?" Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Sen, Al­lah'tan başka ilâh olmadığına şahadet etmedin mi." diye sordu. Adam, "Evet. Ve şahadet ederim ki sen de Allah'ın Rasulüsün." diye karşılık verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Senin hainliklerin ve günahların bağışlan­mıştır." buyurdu."

Hâkim ve Taberânî de İbni Ömer (r.a.)'in şöyle dediğini rivayet etmiş­lerdir: "Bizler, "Allah'ı bilip tanıdıktan ve müslüman olduktan sonra, baş­larına gelen bir musibet sebebiyle küfre dönenlerin ve böylece fitneye dü­şenlerin Allah Tealâ tevbesini kabul etmez." derdik. Ne zaman ki Rasulul-lah (s.a.) Medine'ye geldi, o zaman böyle kimseler hakmda "De ki: Ey nefis­lerine karşı aşırı giden kullarım..." ayeti indi."

İbni Cerîr ve İbni Merdüve'y de İbni Abbas (r.a)'tan şöyle dediğini riva­yet etmişlerdir: "Mekke'liler şöyle dediler: "Muhammed (s.a.), putlara kul­luk eden, Allah'tan başka ilâhlara dua eden ve Allah'ın haram kıldığı cana kıyan kimseler bağışlanmaz diye iddia ediyor, bu durumda bizler nasıl hic­ret edelim ve müslüman olalım? Zira putlara kulluk ettik, adam öldürdük, biz şirk ehliyiz." Bunun üzerine "De ki: "Ey nefislerine karşı aşırı giden kul­larım..." ayeti indi." [76]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ, kâfirlere yönelik bazı tehditlere yer verdikten sonra, mümin kulları hakkında, tevbe edip kendisine yönelmeleri ve ameli kendi­sine halis kılmaları halinde günahlarını bağışlayacağını belirterek kemâl-i rahmetinin, fazlının ve ihsanının açıklamasına geçmektedir. Burada mak­sat, kâfirleri Allah Tealâ'ya imana ve dalâleti terketmeye teşviktir. Kulun aynı anda hem ümitli olması, hem de korkması için Kur'anın pek çok yerinde rahmet ayetleri, azap ayetleriyle birlikte gelmiştir. Ebu Hayyân der ki: Yüce Allah'ın, "De ki: Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım..." kavl-i ilâhisi, kâfir olsun, asi mümin olsun, tevbe eden herkes hakkında umumi­dir. Bu kimselerin tevbeleri, bütün günahlarını siler." [77]

 

Açıklaması:

 

"De ki: Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, Gafûr'dur, Ra-hîm'dir." Yani Ey Peygamber! De ki: Ey Allah'ın masiyet işlemekte aşırı gi­den ve çok günah işleyen kulları! Allah Tealâ'nm bağışlamasından ye'se düşmeyin. Allah Tealâ, sahibinin tevbe etmediği şirk dışındaki bütün gü­nahları bağışlar. Zira Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar." (Ni­sa, 4/48). Kuşkusuz Allah, rahmet ve bağışlaması çok olandır. Tevbe ettik­ten sonra kuluna azap etmez. İbni Kesîr şöyle demiştir: "Bu ayet, kâfir ol­sun, isyankâr mümin olsun, bütün kullar için tevbe ve Allah'a yönelmeye çağrı ve Allah Tealâ'nın, ne günah işlemiş ve ne kadar işlemiş olursa -ister­se deniz suyunun köpükleri kadar- olsun, tevbe eden ve günahlardan dönen kimselerin bütün günahlarını bağışlayacağının haber verilmesini ihtiva et­mektedir. Ancak bu ayetin, tevbe olmadan bağışlanma olacağı şeklinde yo­rumlanması doğru değildir. Çünkü şirk, tevbe olmadıkça bağışlanmaz.[78]

Şevkânî şöyle der: "Bu ayet, Kur'an'daki en ümit verici ayettir. Çünkü müjdelerin en büyüğünü ihtiva etmektedir. Zira bu ayette ilk olarak Allah Te­alâ kulları kendine nispet ederek anmıştır. Burada kulları şereflendirme ve müjdeleme kastı vardır. Ardından da onları masiyet işlemekte aşın gitmek ve çok günah işlemekle vasfetmiştir. Bunun akabinde de, o çok günah işleyen kimseleri, Allah'ın rahmetinden ümitlerini kesmekten nehyetmektedir. Şu halde günahkâr olduğu halde aşırı gitmeyen kimselerin Allah'ın rahmetinden ümit kesmemeleri öncelikle daha gereklidir. Hitabın taşıdığı anlam da bunu gerektirmektedir. Sonra da ardında şüphe bulunmayan bir cümle gelmektedir ki o da "Allah bütün günahları bağışlar..." kavl-i ilâhisidir.

Bağışlanmanın tevbe, Allah'a yönelme ve amelde ihlâsla kayıtlanma­sı, "Size azap gelip çatmadan Rabbinize dönün..." ayetinden ve yukarıda nüzul sebebi konusunda zikredilen hadislerden anlaşılmaktadır. Rahmet kapısı geniştir. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Bilmediler mi ki, kullarından tevbeyi kabul eden... Allah'tır." (Tevbe, 9/104), "Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah 'tan mağfiret dilerse, Allah 'ı bağışlayıcı ve esirgeyici bulur." (Nisa, 4/110).

Taberani, Süneyd b. Şekel'den şöyle rivayet etmiştir: "İbni Mesud (r.a)'un şöyle dediğini işittim: "Muhakkak ki Allah'ın Kitabı'ndaki en büyük ayet, "Allah ki, O'ndan başka ilâh yoktur, daima diri ve yaratıklarını koruyup yöneticidir" (Bakara, 2/255, Âli İmrân, 3/2) ayetidir. Kur'an'da ha­yır ve şer konusunda en kapsamlı ayet, "Muhakkak ki Allah, adaleti, ihsa­nı... emreder..." (Nahl, 16/90) ayetidir. Kur'an'da ferahlığı en çok ihtiva eden ayet, Guraf (yani Zümer) süresindeki "De ki: Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin." ayetidir. Allah'ın Ki-kabı'nda, kulun sıkıntılarını gidermeyi Allah'ın üstlendiğini en vurgulu an­latan ayet ise "Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu yaratır ve onu, ummadığı yerden rızıklandırır." (Talâk, 65/2-3) ayetidir." Bunun üzeri­ne Mesrûk ona "Doğru söyledin." dedi."[79]

İbni Ebî Hatim de Ebu'l-Kenûd'dan şöyle rivayet etmiştir: "Abdullah -yani İbni Mesud (r.a)- bir keresinde kadıya uğramıştı. Kadı o esnada in­sanlara va'zu nasihat ediyordu. Ona, "Ey vaiz! Niçin insanları Allah'ın rah­metinden ümit kestiriyorsun?" dedi, sonra da "Ey nefislerine karşı aşırı gi­den kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin" ayetini okudu."

Daha sonra Allah Tealâ, bağışlanmayı iki şarta bağlamakta ve şöyle buyurmaktadır:

1- "Size azap gelip çatmadan önce Rabbinize dönün, O'na teslim olun. Sonra size yardım edilmez." Yani tevbe, taat, masiyetlerden kaçınmak, em­rine teslim olmak ve hükmüne boyun eğmek suretiyle, ölümle dünya azabı size gelmeden önce Allah'a dönün. Aksi halde, O'nun azabını sizden men edecek bir yardımcı bulamazsınız.

2- Kur'an'a bütünüyle tabi olma: "Ansızın ve hiç farkına varmadığınız bir sırada size azap gelmezden önce Rabbinizden size indirilenin en güzeli­ne uyun." Yani Kur'an'a tabi olun. Onun helâl dediğini helâl, haram dediği­ni haram kabul edin. Ona taate devam edin ve masiyetten kaçının. Yani Allah'ın emirlerine uyun ve yasaklarından kaçının.

Bu, azabın, siz habersizken ve onu hissetmeden, aniden gelmesinden önce olmalıdır. Bu, çok şiddetli bir tehdit ve uyarıdır.

Daha sonra Allah Tealâ, boş şeylerle oyalanmaktan ve tahassürün hiç­bir fayda sağlamadığı bir vakitte geride bırakılan hayata hasret çekme­mekten sakındırmakta ve şöyle buyurmaktadır:

1- Nefsin şöyle demesinden sakının: "Allah'ın yanında kusur edişim­den dolayı vah bana. Hakikaten ben alay edenlerdendim." Yani bir an önce tevbe etmeye ve amel-i salih işlemeye bakın. Ve günahkâr nefsin şöyle de­mesinden sakının: "Vah bana! Allah'a iman, Ona itaat ve Kur'an'a iman ile onun emrettiklerini yerine getirme konusunda gösterdiğim kusur dolayı­sıyla pişmanım. Ben ancak dünyada, Allah'ın dini ve Onun kitabı ile alay edenlerin yaptığını yapmış, bunların hiçbirisine inanıp, bunları tasdik et­memiştim."

2- Yahut şöyle demesinden: "Allah bana hidayet etseydi, elbet ben de korunanlardan olurdum." Yahut da nefsin şöyle demesinden sakının: "Eğer Allah beni dinine irşad etmiş olsaydı, elbette ben de Allah'tan sakınanlar­dan ve O'na şirk koşup masiyet işlemekten uzak dururdum."

3- Yahut azap gördüğü zaman, "Keşke benim için bir kez dönüş olsaydı da, güzel hareket edenlerden olsaydım." demesinden. Yani yahut da nefsin, azabı bizzat müşahede edip tattığı zaman, "Keşke ben dünyaya bir kez da­ha dönebilseydim. O zaman mutlaka Allah'a iman edenlerden, Onu birle-yenlerden ve amellerinde güzel davrananlardan olurdum. Kısacası: Nefis, güzel amel işlemek için   dünyaya geri gönderilmeyi arzu edecektir. Fakat artık iş işten geçmiştir.

Onun bu doğrultuda söylediklerini Allah Tealâ, şöyle buyurarak red­detmektedir:

"Evet! Sana ayetlerim gelmişti de sen, onları yalanlamış, büyüklük taslamış, kâfirlerden olmuştun." Ey pişman kul! Şüphesiz sana dünya ha-yatındayken, Kur'an indirüjniş, ayetlerim gelmiş ve hüccetim sana açık­lanmıştı. Sen ise onu yalanlamış ve ona ittiba etmekten büyüklenerek uzak durmuştun. Böylece onu bilerek inkâr edenlerden olmuştun. Buradan şu mana çıkmaktadır: Sen dünyadayken, benim ayetlerimi tasdik ve onla­ra uygun davranma imkânına sahip idin. Böyleyken şimdi niçin dünyaya geri dönmek istiyorsun? Kaldı ki dönüşün sana bir faydası yoktur. Zira Yü­ce Allah şöyle buyurmuştur: "Geri gönderilselerdi, yine men olundukları şeyleri yapmaya dönerlerdi." (En'âm, 6/28). [80]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetlerden aşağıdaki hükümler anlaşılmaktadır:

1- Allah Tealâ, müminlerden sadır olan bütün günahları bağışlayabilir ve onun büyük günahlarını da affedebilir. Bu, Allah'ın dilemesine ve fazlu keremine kalmış bir şeydir.

2- Allah Tealâ, tevbe edilip, O'na dönülür, ihlâslı ve salih amel işlenir, kendisine boyun eğilip, emir ve nehiylerine itaat edilirse, şirk, küfür ve masiyetleri bağışlar.

Bütün bunlar, ölümle azap gelmesinden önce dünya hayatmdayken olabilir. Zira o azaptan kaçıp kurtulmak veya bir yardım edici sayesinde bu azabı geri çevirmek söz konusu değildir.

3- Amel: Helâl dediklerini helâl, haram dediklerini de haram kılmak, emirlerine ittiba ve itaat etmek, yasaklarından ve masiyetlerden de kaçın­mak suretiyle Kur'an-ı Kerim'e ittiba demektir. Burada şu söylenebilir: Al­lah Tealâ kullarını bağışlamayı vaad ettiği zaman, hemen ardından iki şeyi emir buyurmaktadır:

a) Tevbe ile Allah'a dönmek.

b) Sözün en güzeline uymak, ki o Kur'an'dır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah, sözün en güzelini, birbirine benzer ikişerli bir Kitap halinde indirdi." (Zümer, 39/23). Kur'an'ın tüm ayetleri güzeldir. Buradaki ittiba ise, Allah'ın, Kitabı'nda inzal buyurduğu emirlerle amel ve masiyet-lerden kaçınmaktır.

4- Kusurlu kimse, kıyamet günü üç türlü tavır sergileyecektir:

Birincisi: İtaat konusunda gösterdiği aymazlık ve kendisinin dünya­dayken Kur'an'la, Peygamberle ve Allah'ın veli kulları olan müminlerle aley edenlerden olması dolayısıyla hasret ve pişmanlık.

İkincisi: Hidayeti kaybetmiş olmaktan dolayı mazeret aramak. Bu ta­vır, müşriklerin kendilerine delil olarak ileri sürdükleri şu hususa yakın bir anlam arz etmektedir: "Allah'a ortak koşanlar diyecekler ki: "Allah iste­seydi ne biz, ne de babalarımız ortak koşmazdık. Kendi kendimize hiçbir şe­yi haram da kılmazdık." (En'âm, 6/148). Bu, kendisiyle batıl bir davanın kastedildiği hak bir sözdür.    

Üçüncüsü: Dünyaya yeniden dönme temennisi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Nihayet onlardan birine ölüm geldiği zaman şöyle der: "Rabb 'im! Beni geri döndürünüz. Ki terkettiğim dünyada yararlı bir iş yapayım." Hayır! Bu onun söylediği, olmayacak bir laftır." (Müminûn, 23/99-100).

5- Yüce Allah, onların söylediğine, hidayeti kaybetmiş olmak gibi bir gerekçeye dayanmanın batıl olduğunu söyleyerek cevap vermektedir. Çün­kü hidayet hazır idi. Dolayısıyla bu mazeret ortadan kalkmıştır. Fakat bu gerekçeyi ileri süren kul Kur'an'ı tekzip etmiş ve onun ayetlerine uymayıp büyüklenmiştir. Böylece ona karşı küfre düşenlerden ve onu bilerek inkâr edenlerden olmuştur. [81]

 

Yalanlayan Müşrikler İle Takva Sahibi Müminlerin Kıyamet Günündeki Durumu:

 

60- Allah'a yalan uyduranların yüz­lerinin, kıyamet günü kapkara ke­sildiğini görürsün. Kibirlenenler için cehennemde bir yer yok mu­dur?

61- Allah, sakınanları başarıları sa­yesinde kurtarır; onlara kötülük dokunmaz ve onlar üzülmezler.

 

Kelime ve İbareler:   

 

"Allah'a yalan uyduranların" Allah'a çocuk ve ortak nispet etmek su­retiyle yalan uyduranların "yüzlerinin kapkara kesildiğini görürsün" ken­dilerine ulaşan şiddetli azap ve içine düştükleri zillet ve hasret sebebiyle. "Kibirlenenler için" iman ve itaat etmeyip büyüklük taslayanlar için, "ce­hennemde bir yer" ikamet etme veya barınma yeri "yok mudur?" "Kibirle­nenler için cehennemde bir yer yok mudur?" cümlesindeki soru, takrir ve ispat anlatmaktadır. Çünkü onlara cehennemdeki yerleri gösterilecektir.

"Allah" Allah'a karşı yalan uydurmak olan şirkten "sakınanları" koru­nanları, "başarıları sayesinde" cenneti kazanmaları ve cenete konulup kur-tulmalanyla. Buradaki "başarı" kelimesinin mutlak olarak mutluluk ve amel-i salih ile açıklanması, başarının sebep ile açıklanması demektir. Çünkü onların kurtulmalarının sebebi salih ameldir. Bizzat salih amelin başarı olarak isimlendirilmesi de caizdir. Çünkü salih amel, başarının se­bebidir, "kurtarır." cehennem azabından kurtarır. [82]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Müşriklerin, daha gönce geçen ayetlerde kıyametin dehşetli ve şiddetli sahneleriyle korkutulup tehdit edilmelerinden, muttakilerin de affedilme, bağışlanma ve nimetlere erdirilme vaadinden sonra Allah Tealâ bu ayetler­de de tehdit ve müjdenin bir diğer çeşidini zikretmektedir. Bu, her iki gru­bun, yani yalanlayanların ve korunanların kıyamet günündeki durumu­dur. Bunlardan ilk grubun yüzleri kapkara olacak, ikinci grubun yüzü ise ak olacaktır. [83]

 

Açıklaması:

 

"Allah'a yalan uyduranların yüzlerinin, kıyamet günü kapkara kesil­diğini görürsün. Kibirlenenler için cehennemde bir yer yok mudur?" Yani Ey Peygamber! Onlara önemli bir şeyi haber ver. O da şudur: Allah'a karşı yalan uydurarak, O'nun ortak, eş ve çocuğu bulunduğunu iddia edenlerin yüzlerinin, bu yalanları ve iftiraları sebebiyle kapkara kesildiğini görecek­sin. Bunun sebebi, onları kuşatacak olan sıkıntı, üzüntü ve pişmanlık; gör­dükleri şiddetli azap ve ilâhi öfkedir.

Cehennemde, Allah'a itaat etmeyip büyüklenenler için bir mesken ve ikamet yeri vardır. Zira onlar hakka boyun eğmeye razı olmamışlardır. Bu­rada geçen "büyüklenme", sahih bir hadiste de yer aldığı gibi, hakkı inkâr etme ve insanları küçük görme anlamındadır. Bir diğer hadiste de -ki İmam Ahmed ve Tirmizî tarafından, Abdullah b. Amr (r.a) kanalıyla riva­yet edilmiştir- Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Büyüklük taslayanlar, kıyamet günü insan suretinde küçük karıncalar gibi haşrolunacaklardır. Zillet onları her yönden kuşatır ve cehennemde (Bûles denilen) bir zindana kapatılırlar..."

"Allah şirkten ve isyandan sakınanları başarıları sayesinde kurtarır; onlara kötülük dokunmaz ve onlar üzülmezler." Yalanlayıcı müşriklerin du­rumuna mukabil, yukarıda değinilen ikinci grubun durumu ise budur. Bu­na göre Allah Tealâ, şirkten ve Allah'a isyandan sakınanları cehennem azabından koruyacak ve onları, başarılarıyla kurtaracaktır. Yani kıyamet günü onları, cehennemden kurtulmaları ve cenneti elde etme başarılarıyla kurtaracak; onlardan hüznü giderecektir. Onlar, her türlü korkudan gü­venliktedirler. [84]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

 Bu ayetler şu iki hususa delâlet etmektedir:

1- Allah'a şirk koşan ve Ona çocuk nispet eden müşrik kâfirlerin yüz­leri, kendilerini kuşatan ilâhi gazap ve azap sebebiyle kapkara olacak ve onlar, en alçaltıcı zillet, horluk ve hakirlik içinde cehennem ateşine atıla­caklardır.

2-  Şirk ve masiyetten sakınanlar, cehennem ateşinden korunacak ve cenneti kazanacaklardır. Onların durumunu anlatan yukarıdaki ikinci ayet, kıyamet günü müminlere korku ve endişenin ulaşamayacağına delâ­let eder. Bunu şu ayet de vurgulamaktadır: "O büyük korku onları asla ta­salandırmaz." (Enbiyâ, 21/103).

Hz. Peygamber, Ebu Hureyre (r.a) kanalıyla gelen bir hadisinde bu ayeti şöyle tefsir etmiştir: "Allah, her insanla birlikte amelini de hasreder. Müminin ameli, kendisinin yanında en güzel bir surette ve en güzel kokuda

olur. Her tehdit ve korku içeren sahnede ameli ona "Korkma! Burada kaste­dilen sen değilsin, bu, sana yönelik değildir." der. Bu durum sık sık tekrar­lanınca, kişi, ameline şöyle der: "Ne güzel konuşuyorsun, sen kimsin?" O, "Beni tanımadın mı? Ben senin salih amelinim. Sen (dünyadayken) bütün ağırlığıma rağmen beni yüklendin. Allah 'a yemin ederim ki, elbette ben de seni yükleneceğim ve seni bırakmayacağım" diyecek. İşte Allah Tealâ'nın, "Allah şirkten ve isyandan sakınanları başarıları sayesinde kurtarır; onla­ra kötülük dokunmaz ve onlar üzülmezler" buyruğu budur." [85]

 

Ulûhiyyetin Ve Tevhidin Delilleri:

 

62- Allah her şeyin yaratıcısıdır; O, her şeye vekildir.

63- Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. Allah'ın ayetlerini inkâr edenler, gerçekten onlar ziyana uğ­rayanlardır.

64- De ki: "Allah'tan başkasına kul­luk etmemi mi bana emrediyorsu­nuz ey cahiller?"

65- Sana ve senden öncekilere şöyle vahyedildi: "Andolsun eğer ortak koşarsan amelin boşa çıkar ve ziya­na uğrayanlardan olursun."

66-  Hayır! Yalnız Allah'a kulluk et ve şükredenlerden ol!.

67- Allah'ı gereği gibi bilemediler. Halbuki kıyamet günü, yer tama­men O'nun avucu içindedir, gökler de sağ elinde durulmuştur. O, onla­rın ortak koştuklarından uzak ve yücedir.

 

Belagat:

 

"Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur." Burada istiareli bir anlatım vardır ve hayırlar, bereketler ve rızıklar, hazineye benzetilmiştir. "Makâ-lîd" kelimesi de bu hazinelerden istiaredir. Bu kelime "anahtarlar" demek­tir. Şu halde ayetin manası şöyledir: Rahmet ve fazlının hazineleri Allah Tealâ'nm elindedir.

"Kıyamet günü, yer tamamen O'nun avucu içindedir, gökler de sağ elinde durulmuştur." Burada da istiare-i temsiliye vardır. Yüce Allah bura­da azametini, kemâl-i kudretini ve göklerin ve yerin, kudreti karşısındaki önemsizliğini ve küçüklüğünü, büyük bir şeyi avucuyla kavrayıp eline alan kimseye benzetmiştir. Yine göklerin, O'nun sağ elinde dürülmesi de aynı tarzda istiare-i temsiliye ile anlatılmıştır. [86]

 

Kelime ve ibareler:

 

"Allah her şeyin yaratıcısıdır." Hayır, şer, iman ve küfrün yaratıcısıdır.

"O her şeye vekildir." Her şeyi dilediği gibi tasarruf eder ve yönetir. "Gökle­rin ve yerin anahtarları O'nundur." Göklerin ve yerin, yağmur, bitkiler ve daha başka türlü hazinelerinin anahtarları O'nundur. Bunların sahipliğine kimse muktedir değildir ve bunlarda Onun dışında hiç kimse tasarrufta bulunamaz. Bu ifadede, Yüce Allah'ın, gökleri ve yeri muhafazası, kinaye yollu anlatılmaktadır. "Allah'ın ayetlerini inkâr edenler" Kur'an'ı ve Al­lah'ın kudretinin delillerini inkâr edenler "gerçekten onlar, ziyana uğrayan­lardır. " Kendi kendilerini zarara uğratanlardır.

"De ki: Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi bana emrediyorsunuz, ey cahiller?" Yani, bütün bu deliller ve vaad edilenler dururken ben Al­lah'tan başkasına mı kulluk edeyim? Buradaki "emrediyorsunuz" kelimesi, müşriklerin, Hz. Peygamber'e bunu emrettiklerine delâlet etmektedir.

"Sana ve senden öncekilere şöyle vahyedildi: Andolsun, eğer ortak ko­şarsan amelin boşa çıkar ve ziyana uğrayanlardan olursun." Burada, "Fa­raza ortak koşarsan..." anlamı vardır. Maksat, peygamberleri gayrete getir­mek ve azimlerini bilemek, kâfirleri ise ümitsizliğe sevketmek ve ümmeti uyarmaktır. Burada "eğer ortak koşarsan" şeklinde tekil muhataba hitap edilmesi, bu hitabın her insana yönelik olduğunu gösterir.

"Hayır! Yalnız Allah'a kulluk et." Bu cümlede, müşriklerin Hz. Pey-gamber'den iskedikleri şey reddedilmektedir. "Ve şükredenlerden ol." Al­lah'ın sana verdiği nimetlere karşılık.

"Allah'ı gereği gibi bilemediler." Kendisine şirk koşmak ve şanına lâ­yık olmayan şeylerle vasfetmek suretiyle O'nu, gereği gibi ta'zim etmediler. "Halbuki kıyamet günü yer, tamamen O'nun avucu içindedir." O'nun mül­künde ve tasarrufunda tutulmuştur. Bu ayette geçen "kabza" kelimesi, "bir kere avucunun içine almak" demektir. "Gökler de sağ elinde durulmuştur." Kudretiyle toplanmıştır. Bu ayet, Allah'ın azameti, kudretinin büyüklüğü ve büyük gezegenlerin, Onun kudreti karşısındaki küçüklüğü konusunda bir uyarı ve hatırlatma ihtiva etmektedir. Yine bu ifadede, evrenin yok edilmesinin Allah Tealâ için kolay olduğuna dikkat çekilmektedir. Bu ayet­te yer alan "avuç", "sağ el" gibi ifadeler, Zemahşerî ve Beyzavi'nin de belirt­tikleri gibi, ne hakiki, ne de mecazî anlamda olmayıp, temsil ve düşündür­me maksadıyla gelmişlerdir. "O, onların ortak koştuklarından uzak ve yü­cedir." Yani Allah Tealâ, onların kendisi yanında ortak kıldıkları şeylerden münezzeh, mukaddes ve büyüktür. Dolayısıyla kendisine nispet edilen ço­cuk ve ortaklar, Onun kudret ve azametinden ne kadar da uzaktır! Bu ayette geçen "yemîn" kelimesi, "el" hakkında kullanıldığı gibi, kudret, kuv­vet ve mülk hakkında da kullanılır. "Elbette onun sağ elini alırdık." (Hak­ka, 69/45) ayetinde böyle bir kullanım vardır. Yani kuvvet ve kudretini alı-verirdik. Şair şöyle der:

"İzâ mâ râyetun rufi'at li mecdin, Telakkâhâ Arâbetu bi'1-yemîni." (Bayrak izzet için dikildiği zaman, Arâbe onu küvetle aldı.) [87]

 

Nüzul Sebebi:

 

"De ki: "Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi bana emrediyorsunuz, ey cahiller?" ayetinin (64. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Beyhakî, Delâ-il 'de, Hasan-ı Basrî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Müşrikler Hz. Pey-gamber'e, "Babalarının ve dedelerinin dalâlette olduğunu mu söylüyorsun ey Muhammed?" Bunun üzerine Allah Tealâ, "De ki: "Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi bana emrediyorsunuz ey cahiller?" ayetinden, "...şükre-denlerden ol" ayetine kadar olan kısmı indirildi. İbni Ebi Hatim de İbni Ab-bas (r.a)'m şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Müşrikler, cehaletlerinden dola­yı Hz. Peygamber'i, kendi tanrılarına kulluk etmeye çağırdılar. Bunun üze­rine "De ki: Allah'tan başkasına..." ayeti indi."

"Allah'ı gereği gibi bilemediler." ayetinin (67. ayet) nüzul sebebiyle il­gili olarak: Tirmizî, İbni Abbas (r.a)'tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bir Yahudi Hz. Peygambere gelerek., "Ey Ebe'l-Kasım! (Bizim inandığımız) Al­lah, gökleri şunun, yerleri bunun, suyu şunun ve dağları bunun üzerine koyduğu zaman (şeklindeki Tevrat ayeti hakkında) ne diyorsun?" diye sor­du. Bunun üzerine "Allah'ı gereği gibi bilemediler" ayeti indi." Tirmizi bu hadisin sahih olduğunu söylemiştir.

İbni Ebî Hatim, Hasan'dan şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Yahudiler bir sabah kalkıp, göklerin, yerin ve meleklerin yaratılışı üzerinde düşün­düler. Bunları düşünüp korkuya kapıldıklarında, Allah hakkında kendile­rince fikir yürütmeye başladılar. Bunun üzerine Allah Tealâ, "Allah 'ı gereği gibi bilemediler..." ayetini indirdi.

İbnu'l-Münzir de Rebî' b. Enes'ten şöyle rivayet etmiştir: "O'nun kür­süsü gökleri ve yeri kaplamıştır." ayeti indiği zaman dediler ki: "Ey Allah'ın Rasulü! Kürsî budur. Peki Arş nedir?" Bunun üzerine Allah Tealâ, "Allah 'ı gereği gibi bilemediler..." ayetini indirdi." [88]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ, kıyamet günü tevhid ehlinin karşılaşacağı mükâfatların müjdesini ve şirk ehlinin karşılaşacağı azabın haberini beyan buyurduktan sonra, ulûhiyet ve tevhidin delillerini açıklamaya dönmektedir. Sonra sözü kâfirlere getirerek, onların Hz. Peygamber'e, putlarına kulluk etmesini emrettiklerini belirtmekte ve onların Allah'ı gereği gibi bilemediklerini ifa­de buyurmaktadır. Zira onlar Allah'ı gereği gibi bilmiş olsalardı, cansız şeylere kulluk ederek Allah'a bunları ortak yapmazlardı. [89]

 

Açıklaması:

 

"Allah her şeyin yaratıcısıdır; O, her şeye vekildir." Yani şüphesiz ki bütün varlıkların yoktan var edicisi ve tümünün yaratıcısı, Allah Tealâ'dır.

Dünya ve ahirette ne varsa, şu veya bu, ne olursa olsun, her şeyin Rabbi, maliki, tasarruf sahibi, koruyucusu ve yöneticisi Odur. Bütün bunlar, var­lıkta ve aynı zamanda varlıklarının devamında Ona muhtaçtırlar. Bu ayet, kulların amellerinin de Allah'ın mahlûku olduğunun delilidir.

"Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur." Yani göklerin ve yerin her işinin maliki ve koruyucusu O'dur. Bu ifade, Allah Tealâ'nın mülkünün is­tiare yoluyla anlatımıdır. Yahut burada Allah Tealâ'nm, göklerin ve yerin tek koruyucusu, yöneticisi ve bunların anahtarlarının tek sahibi olduğu, kinaye yoluyla anlatılmaktadır. Çünkü hazineleri kim muhafaza eder ve yönetirse, anahtarlarının sahibi de odur. Bu cümle, yukarıda geçen, "O, her şeye vekildir" cümlesinin anlamını te'kid eden bir cümledir, yahut da atf-ı beyan veya ta'lildir. Bazı müfessirler bu cümlenin söz başı olan müstakil bir cümle olduğu görüşündedir.

Her iki cümleyi de kapsayan anlam şöyledir: Her şeyin hükümranlığı, mülkiyeti, tasarrufu, yönetimi ve koruması Allah'a aittir.

İbni Ebî Hâtim'in rivayejtine göre, Osman b. Affân (r.a) Hz. Peygam-ber'e, "Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur" ayetinin tefsirini sormuş, O da şöyle buyurmuştur: "Bunu senden önce bana kimse sormamıştı ey Os­man. Lâ ilahe illallah, Allâhu Ekber, Sübhânallâhi ve bi hamdihî, Estağfi-rullâh, ve Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh, Hüve'l-Evvelü ve'l-Ahirü ve'z-Zâhirü ve'l-Bâtın bi yedihi'l-hayr yuhyî ve yumît ve hüve alâ külli şey'in kadir..." (Allah'tan başka ilâh yoktur, Allah en büyüktür, Allah, bütün nok­san sıfatlardan münezzehtir ve hamd O'na mahsustur, Allah'tan bağışlan­ma dilerim, kulluk görevlerini yerine getirmek ve günahlardan kaçınmak ancak Allah'ın yardımı ile olur, O Evveldir, Ahir'dir, Zâhir'dir, Bâtın'dır, hayır Onun elindedir, hayat verir ve öldürür ve O her şeye kadirdir). Hz. Peygamber burada şunu demek istemiştir: Bu cümleleri söyleyen kimse için gök ve yer hazineleri açılır, bu kimseye çok hayır isabet eder ve bu kimse çok ecir kazanır.

"Allah'ın ayetlerini inkâr edenler, gerçekten onlar ziyana uğrayanlar­dır." Yani Allah'ın Kur'an'daki ayetlerini ve kudretinin azametine ve birli­ğine, O'nun göklerin ve yerin maliki ve idarecisi olduğuna delâlet eden kâ­inat ayetlerini inkâr eden kimseler var ya, işte onlar kendilerini ziyana uğ­ratan ve küfürlerinin karşılığı olarak kendilerini ebedi ceheneme mahkûm eden kimselerdir.

Daha sonra Allah Tealâ Rasulüne, kendisini putlara kulluk etmeye ça­ğırdıkları için müşrikleri azarlamasını emretmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"De ki: "Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi bana emrediyorsunuz, ey cahiller?" Yani Ey Rasul! Kavminin seni, "Bu, babalarının dinidir" diye­rek putlara kulluğa çağıran kâfirlerine de ki: Ey cahiller! Ulûhiyette tek ol­duğu hakkındaki kat'î delillerin varlığına rağmen bana Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz? Oysa herşeyin'yaratıcısı, Rabbi ve idarecisi O'dur. Dolayısıyla O'ndan başkasına kulluk etmek doğru değildir.

"Sana ve senden öncekilere şöyle vahyedildi: Andolsun, eğer ortak koşar­san amelin boşa çıkar ve ziyana uğrayanlardan olursun." Yani sizin durumu­nuz gerçekten enteresandır. Zira gerek bana, gerekse benden önceki elçilere, ortağı bulunmayan Allah'tan başkasının ilâh ve ma'bud olmadığı, farz-ı mu­hal herhangi bir peygamber şirk koşacak olursa, hiç kuşkusuz amelini boşa çıkarmış ve iptal etmiş ve böylece kendilerini ziyana uğratmış ve hem dün­yalarını, hem de ahiretlerini zayi etmiş olacakları vahyedilmiştir.

Farz-ı muhal, peygamberler dahi şirk koşacak olursa, bu şirk onların amelini bile boşa çıkaracağına göre, peygamberlerden başkalarının şirki, onların amellerini öncelikle boşa çıkarır. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyur-matadır: "Eğer ortak koşsalardı, yaptıkları şeyler hiç olur giderdi." (En'âm, 6/88).

Daha sonra Allah Tealâ sözü, şirkten sakındırmadan, sadece kendisi­ne kulluk edilmesine getirmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Hayır! Yalnız Allah'a kulluk et ve şükredenlerden ol." Yani ibadeti sa­dece, ortağı olmayan Allah'a halis kıl. Hem sen böyle yap, hem de sana itti-ba edip seni tasdik edenler böyle yapsın. Yalnız O'na kulluk et. Onunla bir­likte O'ndan başkasına da kulluk etme ve sana verdiği başarı ve sadece O'na kulluk etme hidayeti, seni risaletle ve Onun dinine çağırma göreviyle şereflendirmesi gibi nimetlere şükredenlerden ol.

Yüce Allah, Hz. Peygamber'e müşriklerin, putlara kulluk etmesini em­rettiklerini ifade buyurduktan sonra, müşriklerin Allah'ı gereği gibi bile­mediklerini belirtmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Allah'ı gereği gibi bilemediler." Yani Allah'a gerektiği gibi ta'zim gös­termediler ve müşrikler, O'nunla birlikte başka ilâhlara da kulluk etmekle O'nu bihakkın bilemediler. O Allah ki, kendisinden daha azamet sahibi ve daha kudretli başka bir varlık yoktur.

Buhari, Abdullah b. Mesud (r.a)'un şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bir Yahudi alimi Rasulullah (s.a.)'a gelerek şöyle dedi: "Ey Muhammedi Biz (Tevrat'ta) Allah Tealâ'nın, gökleri bir parmak üzerinde, yerleri bir parmak üzerinde, ağaçları bir parmak üzerinde, suları ve toprakları bir parmak üzerinde, sair mahlukâtı da bir parmak üzerinde tutarak, "Ben bütün kâ­inatın melikiyim!" dediğini görüyoruz (Bu konuda ne dersin?)" Bunun üzeri­ne Hz. Peygamber, bu Yahudi aliminin sözünü tasdik mahiyetinde, azı diş­leri görününceye kadar güldü, sonra da "Allah'ı gereği gibi bilemediler. Hal­buki kıyamet günü yer, tamamen O'nun avucu içindedir..." ayetini okudu."

İmam Ahmed ve Müslim de İbni Ömer (r.a)'den şöyle rivayet etmişler­dir: "Birgün Hz. Peygamber, minber üzerinde "Allah'ı gereği gibi bilemediler. Halbuki kıyamet günü yer, tamamen O'nun avucu içindedir. Gökler de sağ elinde durulmuştur. O, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir." ayetini okudu ve elini öne-arkaya doğru hareket ettirerek şöyle buyurdu: "Rabb Tealâ, yüce zatını yüceltip överek, "Ben Cebbarım, ben Mütekeb-bir'im, ben Melik'im, ben Azizim, ben Kerîm'im" buyuracak." (Bu esnada) minber, Rasulullah (s.a.)'ı öyle bir sarstı ki, biz, herhalde Onu üzerinden atacak dedik."

"Halbuki kıyamet günü yer, tamamen O'nun avucu içindedir, gökler de sağ elinde durulmuştur. O, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir." Yani şu anda yer, Allah Tealâ'nın tasarrufu ve mülkü altındadır; gökler, Onun kudret ve hakimiyetine, dileme ve iradesine boyun eğmiştir. Allah, kendisine ortak koştukları sahte ma'budlardan münezzeh ve mukaddestir. Bu ayette geçen "sağ el"den maksat, "kudreftir.

Sonraki dönemlerde gelen alimlere göre bu cümle, Allah Tealâ'nın aza­metinin, kemâl-i tasarrufunun ve kudretinin temsilî bir anlatımıdır ki bu­rada Allah Tealâ'nın kudret ve .azameti, bütün yeryüzünü ve gökleri toptan elinde tutanın durumuna benzetilmiştir. Selef alimleri ise, bu türlü nass-ların zahirî anlamlarına iman etmenin ve ayette öyle geldiği için Allah'ın (keyfiyeti, niteliği meçhul bir tarzda) avuç ve sağ el sahibi olduğuna itikad etmenin vacip olduğu görüşündedir. Çünkü sözde aslolan, hakikî anlama yorulmasıdır. Alimler, "Selefin görüşü daha salim, halefin görüşü daha sağlamdır" demişlerdir. Ben, daha salim olan görüşe meyletmekteyim.

Buhari, Müslim ve daha başkaları, Ebu Hureyre (r.a.)'den şöyle riva­yet etmişlerdir: Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu işittim: "Allah, kı­yamet günü yeri avucuna alır, göğü de sağ eliyle dürer ve şöyle buyurur: "Melik benim! Hani nerede yeryüzünün melikleri nerede?" [90]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Allah Tealâ, her şeyin yaratıcısıdır. Kulların amelleri de bu cümle­dendir.

2- Her şeyi, ortaksız olarak muhafaza eden ve yöneten Allah Tealâ'dır. O, göklerin ve yerin idaresinin sahibi ve bunları muhafaza edendir. Bu ifa­de, kinaye kabilinden bir ifadedir. Çünkü hazinelerin muhafızı ve onların yöneticisi, onların anahtarlarını elinde bulunduran kişidir.

3- Kurana ve Allah'ın varlığı ve birliğine, kemâl-i azamet ve kudreti­ne delâlet eden delil ve hüccetlere karşı kâfir olanlar, dünya ve ahirette ne­fislerini ziyana uğratan kimselerdir. Ayetin sarih ifadesi, kâfirden başkası­nın ziyana uğramayacağını göstermektedir.

4- Müşriklerden şu iki hususun sadır olması gerçekten hayreti muciptir: Birincisi: Hz. Peygamber'den, kendilerinin, putlarıyla birlikte O'nun İlâhı'na da kulluk etmeleri için O'nun da kendilerinin putlarına kulluk et­mesini istemeleri. İkincisi: Allah'ı gereği gibi bilmemeleri ve O'nun yanın­da başka varlıklara kulluk etmeleri sebebiyle O'nu, gerektiği şekilde ta'zim etmemeleri. Oysa her şeyin yaratıcısı ve sahibi Yüce Allah'tır.

5- Allah Tealâ müşrikleri cahillikle nitelemektedir. Çünkü onlar eşya­nın yaratıcısını ve Onun, göklerin ve yerin anahtarlarının sahibi olduğunu düşünmemişler, ne zarar, ne de fayda verebilen cansız putlara kulluk et­mişlerdir. Böyle yapan kimse, cehaletin son noktasındadır.

6- Şirk ve küfür, müşriklerin ve kâfirlerin bütün amellerini, isterse sa-lih amel olsun, boşa çıkarır ve iptal eder. Dolayısıyla onlar için, bu amelle­rinin ahirette mükâfatı yoktur. Çünkü onlar, küfre rıza gösterilerek yapıl­mış amellerdir.

Bu cümleden olarak, irtidat eden (İslâm dinini terkedip başka dine gi­ren) ve küfür üzere ölen kimseye, müslüman iken yaptığı taat ve amellerin faydası olmayacak ve bu kimsenin bütün amelleri boşa çıkacaktır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizden kim dininden döner ve kâfir ola­rak ölürse, işte onların bütün yaptıkları dünyada da ahirette de boşa çık­mıştır ve onlar ateş halkıdır; orada sürekli kalacaklardır." (Bakara, 2/217). Bu durumda mesela hac görevini yerine getirmiş olan bir kimse, daha son­ra irtidat etse ve ardından tekrar İslâm'a girse, bu kimsenin tekrar haccet­mesi gerekmez.

7- Gökler ve yer bütünüyle Allah Tealâ'nm mülküdür ve O'nun kudret ve tasarrufu altındadır. Yüce Allah'ın, bu yönetme ve tasarrufu, birtakım organlar vasıtasıyla yapması söz konusu değildir. Çünkü bizzat Yüce Allah kendisini bundan tenzih etmiş ve şöyle buyurmuştur: "O, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir." Yani Allah, putların, kullukta kendisine ortaklar yapılmasından münezzeh ve mukaddestir. [91]

 

Sura İki Kere Üflenmesi, Anlaşmazlıkların Çözümlenmesi Ve Herkese Hakkının Tam Verilmesi:

 

68- Sur'a üflendi, göklerde ve yerde olanlar düşüp bayıldı. Ancak Al­lah'ın dilediği kaldı. Sonra ona bir daha üflendi. O anda görürsün ki (dirilip) kalkmışlar bakmıyorlar.

69-Yer, Rabbinin nuru ile parladı,

kitap kondu, peygamberler ve şahitler getirildi ve aralarında adalet'e hükmedildi. Onlara asla zulme­dilmez.

70- Herkese, yaptığının karşılığı tam verildi. O, onların ne yaptıkla­rını en iyi bilendir.

 

Belagat:

 

"Yenzurûn" (bakıyorlar), "Yuzlemûn" (onlara zulmedilmez) ve "Yefalûn" (onların ne yaptıklarını) ifadelerinin son harfleri arasında, son­larının ses bakımından birbirine uygunluğu anlamındaki tevâfuku'l-fevâsıl denen sanat vardır. [92]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sur'a üflendi." Bu, bütün yaratıkların kendisiyle öleceği ilk üfürüş-tür. "Sur", kendisine üflenen boru veya boynuz demektir. "Fe saika" keli­mesi, öldü (meal buna göre verilmiştir.) veya bayıldı demektir. (Ayetteki su­run mahiyetini, niteliğini Allah bilir.) "Ancak Allah'ın dilediği kaldı." Bu kalanların Cebrail, Mikâil ve İsrafil adlı melekler olduğu söylenmiştir. Zira onlar daha sonra öleceklerdir. "Sonra ona bir daha üflendi." Bu, ölülerin kabirlerden kalkması için Sura ikinci kere üflenişidir. "O anda görürsün ki onlar" bütün ölü yaratıklar "kalkmışlar" kabirlerinden kalkıp dikilmişler. "bakmıyorlar." Kendilerine ne yapılacağını bekliyorlar.

"Yer Rabbinin nuruyla" Orada ikame ettiği adaletle ve hükmettiği hak ile "parladı." ışıklandı. "Kitap kondu." Amellerin kaydedildiği kitap veya sayfalar, hesap için ortaya kondu. "Şahitler." Ümmetlerin lehinde ve aley­hinde şahitlik yapacak olan melekler ve müminler "getirildi ve aralarında adaletle hükmedildi." Kullar arasında adaletle hüküm verildi. "Onlara asla zulmedilmez." Onlara hiçbir şekilde haksızlık yapılmaz. "Herkese, yaptığı-

nın karşılığı tam verildi." Her nefis, hak ettiğine ulaştı ve yaptıklarının karşılığını elde etti. "O, onların ne yaptıklarını en iyi bilendir." Allah Te-alâ, kulların ne yaptıklarını en iyi bilir. Bu itibarla ayrıca şahide ihtiyacı yoktur. [93]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ'nm azametinin ve kâinat üzerindeki tasarruf ve idaresi konusundaki kemâl-i kudretinin ve her şeyi yarattığının delilleri açıklan­dıktan sonra, bu ayetlerde de, yine Allah Tealâ'nm kudret ve hakimiyeti­nin azametine delâlet eden bir mesele söz konusu edilmektedir. O mesele, kıyamet gününün başlangıcında olacak şeylerdir. Bunlar, Sur'a iki kere üfürülmesi -ki birinci üfürüş canlıların ölümü, ikincisi ise kabirlerden diri­liş içindir-, mahlukât arasında, hesap ve ceza konusunda hak ve adalet ile hüküm verilmesi ve herkese hakkının ulaştırılmasıdır. [94]

 

Açıklaması:

 

Allah Tealâ, kıyamet gününün dehşetini ve o gün müşahede edilecek olan Yüce Allah'ın kemâl-i kudreti ile tamam-i azametine delâlet eden bü­yük olayları haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Sur'a üflendi, göklerde ve yerde olanlar düşüp bayıldı. Ancak Allah'ın dilediği kaldı. Sonra ona bir daha üflendi. O anda görürsün ki onlar kalk­mışlar, bakmıyorlar." Yani bu, Sur'a ilk üfürülüşüdür ki, canlılar bununla öleceklerdir. Şöyle ki; İsrafil (a.s.), bir boru veya boynuzdan ibaret olan Sur'a üfürecek ve göklerde ve yerde bulunanlar, korkudan ve bu sesin şid­detinden öleceklerdir. Burada geçen "Sa'k" kelimesi, olduğu yerde aniden ölmek demektir.

O zaman sadece Cebrail, Mikâil ve İsrafil gibi Allah'ın, ölmemesini murad ettikleri kalacaktır. Bunlar ise daha sonra öleceklerdir. Katâde ise, "O anda ölmeyecek olanların kimler olduğunu bilmiyoruz." demiştir.

Daha sonra, ölülerin kabirlerden dirilmesi için Sur'a ikinci kere üfle-necektir. Bu üfürüş üzerine bütün mahlukât, ufalanmış kemik yığınından ibaret iken canlanıp ayakları üzerine dikilecek ve kıyametin dehşetli sah­nelerine ve kendilerine söylenenlere bakacaklar. Yahut, ufalanmış kemik halindeyken diriltildikten sonra kendilerine yapılacakları bekleyecekler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O, bir tek haykırıştır. Hemen on­lar uyanırlar." (Nâzi'ât, 79/13-14), "Sizi çağıracağı gün, O'na hamdederek çağrısına uyarsınız ve pek az kaldığınızı sanırsınız." (İsrâ, 17/52), "O'nun ayetlerinden biri de, göğün ve yerin O'nun buyruğuyla durmasıdır. Sonra sizi yerden bir tek davetle çağırdığı zaman bir de bakarsınız ki, çıkarılıyor­sunuz." (Rûm, 30/25).

Daha sonra Allah Tealâ, kıyamet gününün bazı ahvalini zikretmektedir:

1- "Yer, Rabbinin nuru ile parladı." Yani mahşer yeri, Yüce Allah'ın, kulları hakkında hüküm vermek için tecelli etmesiyle, o yüce mahkemede ikame ettiği adalet ve kulları arasında hak ölçüsü üzere verdiği hüküm ile ışıklandı ve aydınlandı.

2- "Kitap kondu." Yani Ademoğullarınm amellerinin kayıtlı olduğu ki­taplar ve sayfalar, sahiplerinin önüne kondu. Bu kitaplar, ait oldukları kimselerin ya sağına veya soluna konur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Her insanın amel kuşunu boynuna doladık. Kıyamet günü onun için, açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkarırız." (İsrâ, 17/13), "Bu kitap da ne oluyor; ne küçük ne de büyük hiçbir şey bırakmıyor, her şeyi sayıp dökü­yor." (Kehf, 18/49).

3, 4- "Peygamberler ve şahitler getirildi." Yani peygamberler, gönderil­dikleri ümmetlerin kendilerine icabet edip etmediği sorulmak üzere hesap yerine getirildi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Her ümmetten bir şahit, seni de bunlara şakit getirdiğimiz zaman halleri nice olur?" (Ni­sa, 4/41). Yine hesap yerine, ümmetler üzerine şahitlik edecek olan ve kul­ların amellerini kaydeden hafaza melekleri getirildi. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Her can, yanında bir sürücü ve bir de şahitle geldi." (Kaf, 50/21). Buradaki "sürücü", kişiyi hesap yerine sürüp götüren demek­tir. "Şahit" ise onun üzerine şahitlik yapandır. Aynı zamanda buradaki şa­hit, diğer ümmetlere gelen peygamberlerin onlara tebliğ ettikleri hususlar üzerinde onlara şahitlik edecek olan Ümmet-i Muhammed fertleridir. Nite­kim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şahit olasınız." (Bakara, 2/143).

Aynı şekilde Allah yolunda şehit olan müminler de getirildi. Onlar da kıyamet günü tebliğde bulundukları halde hakkı yalanlayan kimseler aley­hine şahitlik ettiler.

Kullar arasındaki davalar çözüme kavuşturulduktan sonra Allah Te­alâ, her şahsa hakkının verileceğini beyan etmekte ve bu anlamda dört ay­rı ibare ile şöyle buyurmaktadır:

1- "Aralarında adaletle hükmedildi." Yani kullar arasında adalet ve tam bir doğrulukla hüküm verildi.

2- "Onlara asla zulmedilmez." Yani Sevapları eksiltilmez  ve azapları artırılmaz. Onlara verilen karşılık, amelleri miktarınca olur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Hiç kimseye bir haksızlık edilmez. İnsanın yaptığı iş bir hardal tanesi ağır­lığınca da olsa, onu getiririz. Hesap gören olarak biz yeteriz." (Enbiyâ, 21/47), "Allah zerre kadar haksızlık etmez, zerre miktarı bir iyilik olsa, onu kat kat yapar, ve kendi katından da büyük mükâfat verir. " (Nisa, 4/40).

3- "Herkese, yaptığının karşılığı tam verildi." Yani her nefse, işlediği hayır ve şerrin karşılığı tam olarak verildi.

4- "O, onların yaptıklarını en iyi bilendir." Yani yüce Allah, kulların dünyada yaptıklarını, herhangi bir kâtibe, hesapçıya veya şahide ihtiyacı bulunmaksızın bilendir. Kıyamet günü amel defterinin, peygamberlerin ve şahitlerin getirilmesi ise, kişinin ileri sürebileceği mazeretlere mahal bı­rakmamak içindir. Bu hükmün zikredilmesinin sebebi, Allah Tealâ'nın, tam bir ilme dayanarak hak ile hüküm vereceğine ve dolayısıyla Onun ve­receği bu hükümde herhangi bir hata bulunması ihtimalinin söz konusu ol­madığına delâlet etmesidir. Ayetten maksat, her mükellefin hak ettiğine ulaşacağını açıklamaktır. [95]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler aşağıdaki sonuçlara götürmektedir:

1- Kıyamet günü Sur'a iki kere üflenecektir. Bunlardan ilkinde bütün mahlukât ölecek, ikincisinde fte diriltilecektir. Sur'a üfürecek olan, İsrafil (a.s.)'dir. Bu görevinde Cibril'in de onunla birlikte olacağı söylenmiştir. Bu­nun dayanağı ise İbni Mace'nin Sünen inde yer alan şu Ebû Sa'îd Hudrî (r.a.) rivayetidir: Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Sur'un iki sahibinin elle­rinde iki boynuz bulunur. Ne zaman (onlara liflemekle) emrolunacaklarını dikkatle gözleyip durmaktadırlar." Yine bu görüşün bir diğer dayanağı da, yine Ebû Sa'îd el-Hudrî (r.a.)'den Ebu Davud tarafından rivayet edilen şu hadistir: Rasulullah (s.a.), Sur sahibini (Sur'a üfleyecek olanı) zikretti ve şöyle buyurdu: "Onun sağında Cebrail, solunda da Mikâil vardır."

2- "Ancak Allah 'm dilediği kaldı." ayetindeki istisnanın kimler olacağı hakkında ihtilâf edilmiştir. Bir görüşe göre onlar, Arş etrafında kılıçlarını çekmiş olarak duran şehitlerdir. Bu görüşün dayanağı, Kuşeyrî'nin zikret­tiği nıerfu Ebu Hureyre (r.a.) hadisi ile Sa'lebî'nin zikrettiği Abdullah b. Ömer (r.a.) hadisidir. Bir diğer görüşe göre ise bunlar, Cibril, Mikâil, İsrafil ve ölüm meleği (Azrail)'dir. Hepsine selâm olsun. Bu görüşü benimseyenle­rin dayanağı ise Sa'lebî ve Nahhâs'ın zikrettikleri şu Enes (r.a.) hadisidir: Hz. Peygamber, "Sur'a üflendi, göklerde ve yerde olanlar düşüp bayıldı. Ancak Allah'ın dilediği kaldı." ayetini okudu. Sahabe, "Ey Allah'ın nebisi! Allah Tealâ'nın bu ayette istisna tuttukları kimlerdir?" diye sordular. Şöyle buyurdu: "Onlar Cibril, Mikâil, İsrafil ve ölüm meleğidir." Sonra Hz. Pey­gamber şöyle anlattı: "Cibril'e, İsrafil, Mikâil ve ölüm meleğinin canını al­ması emredilir. Sonra da Allah Tealâ, Cibril'in canını alır." Bu hadisin de­vamında şöyle buyurulmaktadır: "Bunlar içinde en son ölecek olan, Cibril (a.s.)'dir."

Kurtubî der ki: "Bu hadisler içinde en sahihi, istisnanın şehitler olduğunu bildiren Ebu Hureyre (r.a.) hadisidir. Katâde ise şöyle demiştir: "Bu­rada istisna tuttuğu kimselerin kimler olduğunu en iyi Allah bilir."

3- Ba's, yer ve gök ehlinin kabirlerinden diriltilmesi, beden ve ruhları­nın kendilerine iade edilmesi suretiyle olacaktır. Onlar, bu şekilde dirildik-ten sonra kalkıp, kendilerine ne emredileceğine bakacaklardır. Yahut ken­dilerine ne yapılacakları bekleyeceklerdir.

4- Mahşer yeri, Allah Tealâ'nın, kulları arasında hak ile hüküm ver­mesinden dolayı aydınlanacak ve ışıklanacaktır. Zulüm karanlık, adalet ise aydınlıktır. Yahut da mahşer yeri, Allah'ın yaratacağı ve kendisiyle yeri ışıkladıracağı bir nur ile aydınlanacaktır.

Ebû Ca'fel en-Nahhâs şöyle demiştir: "Yüce Allah'ın "Yer, Rabbinin nuru ile parladı." kavl-i ilâhisini, sahih tariklerle gelen şu merfu hadis açıklamaktadır: "Sizler, Allah Azze ve Celle'ye bakacaksınız. O'nu görme konusunda haksızlığa uğramayacaksınız." Yani izdiham olmadan, bu konu­da sıkıntıya düşmeden O'nu göreceksiniz.[96]

5- Kıyamet günündeki muhakeme hususunda şu yedi şey söz konusu­dur: Amel defteri kişinin sağına veya soluna konacak, peygamberler ve şa­hitler gelecek ve ümmetlerin, kendilerine gönderilen peygamberlerin dave­tine icabet edip etmediği kendilerine sorulacak, insanlar arasında adalet ve doğrulukla hüküm verilecek, insanlar haksızlığa uğratılmayacak, iyilik­leri eksiltilmeyecek ve kötülükleri artırılmayacak, her nefis, işlediği hayır veya şerrin karşılığım tam olarak alacaktır, her bir nefsin dünyadayken neler yaptığını Allah en iyi bilir. [97]

 

Mükafat Elde Edecekler İle Cezalandırılacakların Durumları:

 

71- İnkâr edenler bölük bölük ce­henneme sürüldü. Oraya geldikleri zaman cehennemin kapıları açıldı, cehennem bekçileri onlara şöyle de­di: "Kendi aranızdan, Rabbinizin ayetlerini size okuyan ve sizi, bu gününüzle karşılaşacağınız hakkın­da uyaran elçiler gelmedi mi?"

"Evet, geldi." dediler. "Ama kâfirlere azap sözü hak oldu „

72- "O halde içinde ebedi kalmak üzere cehennemin kapılarından gi­rin. Kibirlenenlerin yeri ne kötüy-müş!" denildi.

73- Rabblerinden korkanlar ise bö­lük bölük cennete sevkedildi. Kapı­ları daha önce açılmış bulunan cen­nete vardıklarında onun bekçileri onlara, "Selâm size! Tertemiz geldi­niz. Ebedi kalmak üzere buraya gi­rin" dediler.

74- Cennetlikler de, "Bize verdiği sö­zü yerine getiren ve bizi, dilediği­miz yerde oturacağımız bu cennet yurduna varis kılan Allah'a hamdol-sun. İyi amelde bulunanların mükâ­fatı ne güzelmiş!" dediler.

75- Meleklerin de Arş'ın çevresinde dönerek Rabblerini hamd ile andık­larını görürsün. İnsanlar arasında hak ile hükmedilir ve "Hamd, alem­lerin Rabbine mahsustur." denilir.

 

Belagat:

 

"İnkâr edenler bölük bölük cehenneme sürüldü." ve "Rabblerinden kor­kanlar ise bölük bölük cennete sevkedildi." cümleleri arasında mukabele (karşılıklılık) vardır. Burada mutlu kimselerin durumu ile bedbahtların

durumu karşılaştırılmaktadır. Daha önce de geçtiği gibi mukabele, cümle­nin bir ya da daha fazla anlamda gelmesi, sonra da bunun mukabili olan bir başka cümlenin tertip üzere gelmesidir.

"Kâfirlere azap sözü hak oldu." Burada zahir ifade, azabın kâfirlere mahsus olduğunu göstermek için zamir yerine gelmiştir.

"Bizi cennet yurduna varis kılan." Burada istiare yapılmış ve cennetlik­lerin durumu, varisin, mirasta dilediği gibi tasarruf edişine benzetilmiştir. [98]

 

Kelime Ve İbareler:

 

"O inkâr edenler bölük bölük" Buradaki "zümer" kelimesi, işledikleri dalâlet ve şerrin miktarlarına göre belli bir şekilde dizilmiş, birbiri ardın­dan gelen gruplar veya cemaatler demektir, "sürüldü." Buradaki "sika" keli­mesi, "sevk"ten gelmektedir, horlamak ve hakir düşürmek için zor, serttlik ve şiddet kullanarak yürütmek anlamındadır. "Cehennem bekçileri onlara şöyle dedi." Kendilerini azarlayarak ve tahkir ederek. "Rabbinizin ayetleri­ni. " Kur'an ve diğer önceki semavi kitapları "okuyan ve sizi bu gününüze ka­vuşmakla uyaran" korkutan, "kendi aranızdan" sizler gibi insan olan "elçi­ler gelmedi mi?" Beyzavi şöyle demiştir: "Bu ayet, şeriat gönderilmeden ön­ce insanların sorumlu tutulmayacaklarının delilidir. Zira burada cehennem bekçileri, cehennemlikleri azarlarken, kendilerine elçiler ve kitaplar gelmiş olmasına dayanmaktadırlar." "Ama kâfirlere azap sözü hak oldu." Onlar üzerine, Allah'ın azap sözü mutlaka gerçekleşecektir. Bu söz, onların işle­dikleri yüzünden mahkûm edilmeleri ve kendilerinin cehennemlik olması hasebiyle bedbaht olmalarıdır ki "Andolsun ben cehennemi cinlerden ve in­sanlardan dolduracağım." (Hûd, 11/119) ayetinde ifade edilmiştir.

"O halde içinde ebedi kalmak üzere" orada devamlı surette kalıcılar olarak "cehennemin kapılarından girin. Kibirlenenlerin yeri ne kötüymüş!" denildi." Burada, kendilerine söylenen bu sözün korkunç ve ürkütücü ol­ması için bu sözün sahibinin kim olduğu belirtilmemiştir. Burada hazfedil­miş bir kelime vardır. Anlam şöyledir: Kibirlenenlerin yeri "olan cehennem ne kötüymüş!" Bu da, onların cehenneme girmelerinin sebebinin, hakkı ka­bul etmeyerek kibirlenmeleri olduğunu gösterir.

"Rabblerinden korkanlar ise bölük bölük cennete sevkedildi." Yani on­lar ise, şeref ve tabaka üstünlüğü konusundaki farklılıklarına uygun bir şekilde gruplar halinde lütufla ve aceleyle cennete götürüldü. "Kapıları da­ha önce açılmış bulunan cennete vardıklarında" Yani onlara ikram olsun diye ve kendilerine ta'zim için, gelmelerinden önce cennetin kapıları onlar için açılmıştır, "onun bekçileri onlara selâm size!" Artık sizi hiçbir istenme­yen şey rahatsız etmeyecektir. "Tertemiz geldiniz." Masiyetlerin kirinden temizlenmiş olarak geldiniz. "Ebedi kalmak üzere buraya girin, dediler." Yani burada devamlı kalıcılar olarak veya burada ebedi olarak kalmaları takdir edilmiş kimseler olarak. Buradaki "fe'dhulûhâ" ifadesinin başındaki

"fe" harfi, onlann cennete girmelerinin ve orada devamlı kalmalarının se­bebinin, tertemiz olmaları olduğunu göstermek için gelmiştir. Bu durum, isyankâr olanın, Allah Tealâ'nm affetmesiyle cennete girmesine mani de­ğildir. Çünkü Allah Tealâ onu da temizletecektir.

"Cenetlikler de, "Bize verdiği sözü yerine getiren" öldükten sonra bizi dirilteceğine, bize mükâfat ve cenneti vereceğine dair sözünü, "ve bizi, dile­diğimiz yerde oturacağımız", bu geniş cennette, dilediğimiz yerde konakla­yacağımız. Bununla birlikte cennette, sahiplerinin, gelenlere mani olma­yacağı dereceler vardır, "bu cennet yurduna varis kılan" oraya sahip kılan ve istediğimiz gibi tasarruf etmemiz konusunda bizi serbest bırakan; bura­da cennetliklerin durumu, kendisine miras kalan malda istediği şekilde tasarrufta bulunan varise -istiare yoluyla- benzetilmiştir. "Allah'a ham-dolsun." Bu ifade, daha önce geçen "izâ" harfinin mukadder fiiline atfedil-miştir. Takdiri ifade, "Oraya girdikleri zaman"dır. "iyi amelde bulunanların mükâfatı ne güzelmiş dediler." Yani cennet.

"Meleklerin Arş'ın çevresinde" her yönden, "dönerek" Arş'm etrafını ku­şatmış olarak. "Rabblerini hamd ile andıklarını" "Sübhânallâhi ve bi ham-dihî" diyerek Rabblerine hamd ve O'nu her türlü noksanlıktan tenzih ettik­lerini "görürsün." Bu, ikinci bir hal cümlesi veya ilk hal cümlesini kayıtla­yan bir cümledir. Kastedilen şudur: O'nu, celâl ve ikram sahibi olmak şek­lindeki iki vasfıyla zikrederek ve bundan tad alarak. Bu cümlede, yüce alemlerin (ılliyyûn) derecelerinin sonunun ve onların en büyük lezzetleri­nin, Hakk (c.c.)'m sıfatlarıyla baştan başa kaplanmak olduğu hissi uyandı­rılmaktadır.

"İnsanlar arasında hak ile hükmedilir." Bütün mahlukât arasında adaletle hüküm verilir ve bunun neticesi olarak müminler cennete, kâfirler ise ateşe sokulur, "ve "Hamd, alemlerin Rabbine mahsustur." denilir." Yani aramızda hak ile hükmettiği için alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun. bu sözün sahibi, aralarında hüküm verilen müminler yahut meleklerdir ve bu sözü onların söyledikleri belli olduğu için ve kendilerine tazim olsun di­ye açıkça zikredilmemişlerdir. Kısacası bu sure, her iki zümrenin (mümin­ler ve kâfirler) nihai konak yerlerine gitmeleri üzerine "el-hamdü lillah" kelimesi ile bitirilmektedir. [99]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

"Herkese yaptığının karşılığı tam verildi" buyurulduktan ve kıyamet ehlinin durumları kısaca anlatıldıktan sonra, bu ayetlerde de Allah Tealâ, mükâfat alacaklar ile cezalandırılacakların durumlarını tafsilatlı olarak açıklamaktadır. Ardından da Arşı çevreleyen, Rabblerini hamd ile teşbih, her türlü noksanlıktan tenzih eden ve her iki zümrenin cennete ve cehen­neme girmesinden sonra, nimetleri ve mahlukât arasında hak ile hüküm verdiği için "Hamd alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur." diyen melek­lerin heybetli görüntüsünü vurgulamaktadır. [100]

 

Açıklaması:

 

Allah Tealâ, bedbaht kâfirlerin durumunu ve onların cehenneme nasıl sürüleceklerini haber vererek şöyle buyurmaktadır:

"İnkâr edenler bölük bölük cehenneme sürüldü." Yani kâfirler, elebaş-larıyla birlikte, zorla, tehdit ve tahkir edilerek kimisi kimisinin arkasından gelecek şekilde belli bir tertiple dizilmiş gruplar halinde ve her grubun ba­şında bir lider olacak şekilde -ki o lider, onların küfürdeki ele başları ve kendilerini küfre çağıran kimsedir- cehenneme sürüleceklerdir. "O gün ce­hennem ateşine itilip kakılırlar" (Tür, 52/13) ayetinde de benzeri bir anla­tım vardır. Yani cehennem ateşine itile itile götürülürler.

"Oraya geldikleri zaman cehennemin kapıları açıldı." Yani bu durum­da oraya geldikleri zaman cehennemin yedi kapısı, bir an önce onlar içeri girsinler de azabını tatsmlas ve ateşini onlara mahsus kılsın diye ardına kadar açılır.

"Cehennem bekçileri onlara şöyle dedi: "Kendi aranızdan, Rabbinizin ayetlerini size okuyan ve sizi, bu gününüzle karşılaşacağınız hakkında uya­ran elçiler gelmedi mi?" Yani cehennemin ateşini muhafaza eden, kuvvetli ve şiddetli zebani meleklerden olan cehennem bekçileri aşağılayarak, hor-layarak ve azarlayarak onlara şöyle dediler: "Size, yine sizin gibi insan olan, kendileriyle konuşma ve bir şeyler alıp öğrenme imkânına sahip ol­duğunuz, sizi çağırdıkları dinin doğruluğunu gösteren ayetleri okuyan ve sizi bu günün şerrinden sakındıran peygamberler gelmedi mi? Onlar sizi şu yaşadığınız gün ile korkutmadılar mı?

"Evet geldi." dediler. Ama kâfirlere azap sözü hak oldu." Yani kâfirler, onlara itirafta bulunarak ve şöyle diyerek cevap verdiler: "Evet! O elçiler bize geldiler, bizi bu günden korkuttular ve bize hüccet ve burhanlar gös­terdiler. Ama biz onları yalanladık ve kendilerine muhalefet ettik; Allah'a karşı kâfir olan ve O'na şirk koşan kimselere ise azap sözü gerekli oldu. Bu azap sözü, Allah Tealâ'nın, "Andolsun, ben cehennemi hep cinlerden ve in­sanlardan dolduracağım." (Hûd, 11/119) kavl-i ilâhisidir.

Bu ayetin bir benzeri, şu ayettir: "Her topluluk onun içine atıldıkça, onun bekçileri onlara, "Size bir uyarıcı gelmedi mi?" diye sordu. Dediler: "Evet! Bize uyarıcı geldi. Ama biz yalanladık ve "Allah hiçbir şey indirme­di; siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz." dedik. Ve dediler ki: "Eğer biz onların sözlerini dinleseydik, yahut düşünüp anlasaydık, şu çılgın ateşin halkı arasında bulunmazdık." (Mülk, 67/8-10).

Kâfirlerin bu itirafından sonra cehennem bekçileri onlara, haklarında­ki hükmü açıklayarak şöyle mukabele ettiler:

"O halde, içinde ebedî kalmak üzere cehennemin kapılarından girin. Kibirlenenlerin yeri ne kötüymüş?" Yani cehennem ateşinin koruyucusu olan melekler, onlara şöyle diyecek: "Sizin için açılan ve içinde ebedî kal­manız Allah tarafından takdir edilen cehennemin kapılarından girin. Sizin için oradan çıkış olmadığı gibi, onun ateşi için zeval bulmak da yoktur. Dünyadayken hakka ittaba etmeyip büyüklenmeniz sebebiyle bu cehen­nem ne kötü ve sürekli bir kalma yeridir!

Burada ayetin aslında bu sözü söyleyenin müphem ve mutlak bırakıl­ması ve sözün, muayyen birisine nispet edilmemesi, kâinatın, onların, ada­let sahibi ve her şeyden hakkıyla haberdar olan Allah'ın hükmetmesiyle bu azabı hakettiklerine şahit olduğunu göstermek içindir.

Daha sonra Allah Tealâ, müminlerin, cenete sevkedildikleri zamanki durumunu haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Rabblerinden korkanlar ise, bölük bölük cennete sevkedildi." Yani me­lekler, müminleri ikram, teşrif, jıürmet ve muhabbetle grup grup cennete sevkedecek. Önce Mukarrebûn, ardından Ebrâr, sonra bunların ardından gelenler, sonra da bunların ardından gelenler... Her grup, kendi benzerleri ile birlikte, yani peygamberler peygamberlerle birlikte, sıddıklar sıddıklar-la birlikte, şehitler birbirleriyle beraber, alimler kendi akranlarıyla bir ara­da cennete sevkedilecektir.

"Kapıları daha önce açılmış bulunan cennete vardıklarında..." Yani on­lar, sırat köprüsünü geçtikten ve kendilerine dünyanın karanlıklarına ait bir kısım şeyler nakledildiken sonra cennetin sekiz kapısına vardıkları za­man, cennetin kapılarının kendilerini karşılamak üzere daha önceden açıl­mış olduğunu görecekler.

Sahih-i Müslim'de Enes (r.a.)'den şöyle nakledilir: "Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Cennet hakkında ilk şefaatçi ben olacağım." Hadisin bir di­ğer şekli de şöyledir: "Cennetin kapısını ilk çalan ben olacağım."

Buhari ve Müslim, Ebu Hureyre (r.a.)'de naklen Hz. Peygamberin şöy­le buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Ümmetimden yetmiş bin kişilik bir zümre cennete girer. Yüzleri ayın öndördüncü gece ışıdığı gibi ışık saçar." O anda Ukâşe b. Muhsin (r.a.) kalktı ve "Ya Rasulallah! Allah'a dua edin de beni onlardan kılsın." dedi. Hz. Peygamber, "Allah'ım! Onu onlardan kıl." buyurdu. Ardından Ensar'dan bir adam ayağa kalktı ve "Ya Rasulallah! Al­lah'a, beni onlardan kılması için dua edin." dedi. Bunun üzerine Hz. Pey­gamber, "Bu konuda Ukâşe seni geçti" buyurdu."

Yine Sahih-i Müslim'de Ömer b. Hattâb (r.a.)'dan şöyle rivayet edil­miştir: Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Sizden hiç kimse yoktur ki, abdest alsın ve abdestinde mübalağa yapsın -veya abdest azalarını tastamam yı­kayarak abdest alsın- sonra da "Eşhedü en lâ İlahe İllallah ve Enne Muhammeden Abduhû ve Resûlüh" desin de, kendisi için, dilediğinden içeri gi­receği sekiz cennet kapısı açılmasın."

Yine Buhari ve Müslim, Sehl b. Sa'd (r.a.)'dan şöyle rivayet etmişler­dir: Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Cennette sekiz kapı vardır. Onlardan birisine er-Reyyân denir ki, oruçlulardan başkası oradan giremez."

İmam Ahmed de Hasan vasıtasıyla Mu'âz (r.a.)'dan şöyle rivayet et­miştir: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Cennetin anahtarları, Allah'tan baş­ka ilâh olmadığına şehadet etmektir."

"Onun bekçileri onlara, "Selâm size! Tertemiz geldiniz. Ebedi kalmak üzere buraya girin" dediler." Yani cennetin bekçileri müminlere şöyle dedi­ler: "Her türlü afet, sıkıntı, dert, ibtilâ sizden uzak oldu artık. Amelleriniz ve sözleriniz tertemiz, dünyadaki gayretiniz tertemiz oldu. Şirk ve masi-yetlerle kirlenmediniz. Ahiretteki mükâfatınız da buna uygun oldu! Nite­kim İmam Ahmed, Tirmizî ve Hâkim'in Hz. Ali (r.a.)'den rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber bazı gazvelerde, müslümanlar arasında şöyle çağrı ya­pılmasını emir buyurmuştur: "Cennete, müslüman -veya mümin- nefisten başkası giremez." O halde, içinde ebedî kalmak üzere cennete girin! Cen­nette ne zeval, ne de bir değişiklik vardır. Yine orada ne ölüm, ne de yok oluş söz konusudur.

"Cennetlikler de, "Bize verdiği sözü yerine getiren ve bizi, dilediğimiz yerde oturacağımız bu cennet yurduna varis kılan Allah 'a hamdolsun. Ça­lışanların ücreti ne güzelmiş!" dediler." Yani salih ameller işleyen muttaki müminler, cenneti ve içindeki devamlı nimetleri, bol mükâfatı görünce şöy­le dediler: "Hamd ve şükür, azamet sahibi olan Allah'a ait. O dirilme ve cennetle mükâfatlandırılma konusunda bize verdiği sözü yerine getirdi ve kerem sahibi elçileri vasıtasıyla bize vaad ettiği şeyi gerçek kıldı. Nitekim onlar dünyadayken şöyle dua etmişlerdi: "Rabb'imiz! Bize, elçilerine vaad ettiğini ver, kıyamet günü bizi rezil perişan etme. Zira sen, verdiğin sözden caymazsın." (Al-i İmrân, 3/194), "Dediler ki: "Bizden tasayı gideren Allah'a hamdolsun, doğrusu Rabb'imiz, çok bağışlayan, çok karşılık verendir. O ki, lütfuyla bizi durulacak yurda kondurdu. Orada bize ne bir yorgunluk do­kunur ve ne de orada bize bir usanç dokunur." (Fâtır, 35/34-35).

Artık cennet bütünüyle onların olmuş gibi oraya sahip oldular ve ora­da diledikleri gibi yaşayacaklardır. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmakta­dır: "Arza mutlaka iyi kullarım varis olacak diye yazmıştık." (Enbiyâ, 21/105).

Nereye dilersek oraya gideriz. Cennette, dilediğimiz meskene dilediği­miz gibi sahip oluruz. Amelimize karşılık aldığımız bu karşılık, ne güzel bir karşılıktır! Ve cennet, çalışanların ne güzel karşılığıdır! Buhari ve Müs­lim'de Enes (r.a.)'den, Miraç kıssası meyanında şöyle rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Cennete sokuldum. Bir de baktım ki, kubbeleri[101] inci, toprağı misk."

Daha sonra Allah Tealâ, Arş'ı kuşatmış olan meleklerin durumunu ha­ber vermekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Meleklerin de Arş'ın çevresinde dönerek Rabblerini hamd ile andıkla­rını görürsün. İnsanlar arasında hak ile hükmedilir ve "Hamd, alemlerin Rabbine mahsustur." denilir." Yani ey mutlu mümin! Melekler cemaatinin, yüce Arş'ın etrafında, onu kuşatarak döndüklerini ve Allah'ın teşbih (O'nu bütün noksanlıklardan tenzih) ettiklerini, O'na hamd, O'nu ta'zim ve tak­dis ettiklerini, O'na, bahşettiği nimetler ve fazlu keremi için "Sübhânallâhi ve bi hamdihî" diyerek teşbih ettiklerini görürsün.

Manzara şudur: Allah Tealâ, kullar arasında adaletle hüküm vermiş, bir kısmını cennete, bir kısmını da cehenneme sokmuştur. İnsan ve cin müminler, melekler ve bütün kâinat, müminler ile cehennem ehli arasın­daki -hata söz konusu olmayan mutlak hak ile verdiği- hükmü, adaleti ve kazası sebebiyle âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd ve şükretmektedirler.

Bu son ayette geçen sözü söyleyenin kim olduğu da -daha önce geçen ayette olduğu gibi- belirtilmemiştir. Bunun sebebi, bütün mahlukâtm O'na hamd ile şahitlik ettiğini göstermesi içindir. Katâde şöyle demiştir: "Mah-lukât, Kur'an'daki sözlerini "Hamdolsun o Allah'a ki, gökleri ve yeri yarat­tı, karanlıkları ve aydınlığı var etti." ayetinde ifadesini bulduğu üzere hamd ile başlatmış, "İnsanlar arasında hak ile hükmedilir ve "Hamd, alemlerin Rabbine mahsustur." denilir." ayetinde ifadesini bulduğu üzere yine hamd ile bitirmiştir.

Bu ayet hakkında denebilir ki, müminler, ilk olarak vaadini yerine ge­tirdiği, kendilerini cennete, orada dilediklerini yapabilecekleri şekilde yer­leştirdiği için, ikinci olarak da, bütün insanlar arasında adaletle ve hakla hüküm verdiği için Rabblerine hamdetmektedirler. [102]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler aşağıdaki hususları beyan etmektedir:

1- Her nefis, amelinin karşılığını tam olarak alacak ve bunun sonucu olarak kâfirler cehenneme, müminler de cennete sevkedileceklerdir.

2- Cehennem ehli, ateşe, küçük düşürülüp tahkir edilmek için süratle ve itilip kakılarak sürüleceklerdir. Onlar bu esnada, birbirlerinin ardından giden muhtelif gruplara ayrılmış durumdadırlar. Cehenneme vardıkları sı­rada cehennem kapıları açılacak ve cehennemin bekçileri, kendilerini azar­layıp tahkir ederek şöyle diyeceklerdir: "Size, sizin için indirilen kitapları tebliğ etmek ve sizi, bu anı yaşamakla korkutmak için kendi   cinsinizden peygamberler gelmedi mi?"

3- Cehennem ehli onlara şöyle cevap verecektir: "Peygamberlerin gel­mesiyle bize hüccet gönderildiğini ikrar ve itiraf ediyoruz. Ama, "Andolsun, ben cehennemi, hep cinlerden ve insanlardan dolduracağım" (Hûd, 11/119) kavl-i ilâhisi nedeniyle kâfirlere azap gerekli olmuştur.

4- "Kendi aranızdan size Rabbinizin ayetlerini okuyan... elçiler gelmedi mi?" ayeti göstermektedir ki, kendilerine şeriat gönderilmeden önce hiç kimse ilâhi tekliflerle ve hükümlerle sorumlu tutulmayacaktır. Çünkü bu ayette melekler beyan etmektedir ki, kendilerine peygamberler -hepsine selâm olsun- geldikten sonra kâfirler için herhangi bir mazeret kalmamış­tır. Dolayısıyla eğer insanın azaba müstehak olması için kendisine pey­gamber gönderilmesi (ve peygamberi yalanlaması) şart olmasaydı, bu sö­zün hiçbir faydası bulunmayacaktı.

5- Kâfirlerin bu cevabını duyduktan sonra melekler şöyle diyecekler: "O halde içinde ebedi kalmak üzere cehennemin kapılarından girin. Kibir-lenenlerin yeri ne kötüymüş!"

6- Şehitler, zahitler, ulema, kurra ve Allah Tealâ'nın azabından koru­nan ve O'na itaat eden diğer muttakiler, lütuf, saygı ve ikram ile cennete kılavuzluk edilerek getirilecektir. Onlar, cennetin kapılarını, kendileri için daha önce açılmış olarak bulacaklardır: "Kapıları kendilerine açılmış Adn cennetleri." (Sâd, 38/50). Burada cennet bekçileri, cennetliklere şu üç sözü söyleyecek:

Birincisi: "Selâm size!" Bu sözle onlar cennetliklere, her türlü afetten selâmette olduklarını müjdelemektedirler.

İkincisi: "Tertemiz geldiniz." Masiyetlerin çirkinliğinden ve günahların pisliğinden temizlenmiş olarak geldiniz.

Üçüncüsü: "fe'dhulûhâ hâlidîn" (Ebedi kalmak üzere buraya girin..) Burada cümlenin "fa" harfi ile ta'lili, onların cennete girişinin sebebinin, temiz ve pâk olmaları olduğuna delâlet etmektedir.

7- Cehennemlikler için cehennem kapılarının açılacağını ifade eden ayette ifade "vav" harfi ile başlamazken, cennetlikler için cennetin kapıla­rının açıldığını anlatan ifade bu harf ile başlamaktadır. Bu da cehennem­liklerin tahkir edilmeleri ve ateşin onlara mahsus olduğunu göstermek içindir. Buna karşılık bu durum, cennetliklerin de mutlu bir hayat sürecek­lerini anlatır hürmet ve ikram bildirir. Bu sebeple cehennemin kapıları, ancak cehennemlikler gireceği zaman açılacaktır. Buna karşılık cennetin kapıları ise, cennetlikler oraya varmadan açılmış olacaktır. Yukarıda de­ğindiğimiz gibi, "vav" harfi bu sebeple gelmiştir. Burada sanki şöyle denmiş olmaktadır: "Cennetlikler oraya gittikleri zaman cennetin kapıları önceden açılmış olacak."

8- Melekler, muttaki kullara yukarıda zikrettiğimiz üç cümleyle hitap ettiği zaman muttakiler bu esnada ve cennete girdikten sonra şöyle diye­ceklerdir: Bize cennet nimetlerini vereceği ve bizi cennet arzına varis kıla­cağı konusundaki sözünde duran Allah'a hamdolsun. İyi kimselere verilen ve bize bahşedilen bu mükâfat ne güzel bir karşılıktır!

9- Arş'ı çevrelemiş olan melekler onun etrafında dönerek Allah Te-alâ'yı hamd ile teşbih ederler. Onların bu teşbihi, ibadet kastıyla değil, teş­bihin tadına varmış olarak yapılır. Yani onlar, cennetlikler ile cehennem­likler arasında adaletle hüküm veren Rabblerine şükretmek için Arş etra­fında dua ederler ve müminler, melekler ve benzerleri şöyle derler: "Bize ulaşan nimet ve ihsanı ve bize zulmedenlere karşı bize yaptığı ettiği  için Allah'a hamdolsun. Râzî, "ve kudiye beynehum bi'l-hakk" ayetinin, melek­ler arasında adaletle hükmedildiğini anlattığını söylemiştir. Bu, melekler için de muhtelif derece ve farklı mertebelerin söz konusu olduğunu göste­rir. Şu halde onların her biri için, ma'rifet ve taat dereceleri konusuda be­lirli bir sınır vardır ki, onlardan hiçbiri kendisi için tayin edilmiş bulunan bu sınırı geçemez ve aşamaz.[103]

 

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/241.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/241.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/241-242.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/243.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/244-245.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/245.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/245-247.

[8] Ahkâmu'l-Kur'an, IV/1644.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/247-248.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/249.

[11] Yani "sümme" (sonra) edatı, zaman itibariyle olarak birbirinin peşi sıra gelmede tert­ibi ifade ettiği gibi, mutlak tertibi de ifade eder. Burada ma'tufun aleyh (ifadenin kendi­sine atfedildiği) cümle, mukadder "onu yarattı" cümlesidir.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/249-251.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/251.

[14] Bu, Razî'nin görüşüdür.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/251-254.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/254-256.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/257.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/257-258.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/258.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/258.

[21] Burada kastedilenin, nafile namazlar olduğu açıktır, (çev.)

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/259-260.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/260-262.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/264.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/264-265.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/265-266.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/266.

[28] Ayetteki "Allâhe a'budu" ifadesinde meful olan "Allah" kelimesinin fiilden önce gelmiş olması kasr ifade eder. Yani cümleye, "Ben Allah'tan başkasına kulluk etmiyo­rum." şeklinde bir anlam kazandırır.

[29] Bu kelime "Tevâğît" şeklinde de okunmuştur.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/266-270.

[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/270-272.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/273.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/273.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/273-274.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/274.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/275-276.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/276-277.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/277.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/277.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/277-280.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/280-281.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/282-283.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/283.

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/283-286.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/286-287.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/289.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/290.

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/290.

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/291.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/291-294.

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/294-295.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/296.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/296-297.

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/297.

[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/297.

[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/297-299.

[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/299-300.

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/302.

[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/302-303.

[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/303.

[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/303-304.

[62] Zemahşerî, 111/33.

[63] Razî, XXVI/286.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/304-309.

[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/309-311.

[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/312.

[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/312-313.

[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/313.

[69] Buradaki "istidrac"m anlamı şudur: Hakkı ve hakiki değeri olmadığı halde ve yeteneksizliğine rağmen bir kimsenin çok nimete mazhar olması ve bu sebeple küfür ve isyana devam etmesi ile azaba ve ilâhi gazaba yaklaşması. (Çev.)

[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/313-315.

[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/315-316.

[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/317-318.

[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/318.

[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/318-319.

[75] Tercümeye esas alman metinde bir hata vardır. Şöyle ki: Hadisin bu son cümlesi İmam Ahmed'in "MüsnecTinde (V/275), Heysemî'nin "Mecmau'z-Zevâid"inde (VII/100) ve daha pek çok kaynakta "İllâ men eşreke" şeklinde iken -ki tercümesi yukarıda veril­di-, yazar bunu "Elâ, ve men eşreke" şeklinde zikretmiştir. Bu takdirde ifadeden tam aksi bir anlam çıkmaktadır. Buna göre Hz. Peygamber, "Dikkat edin! Şirk koşan kimse için de böyledir" buyurmuş olmaktadır.

Müellifin bu hatası İbni Kesir tefsirinden kaynaklanmış olmalıdır. Çünkü mezkur tef­sirde de (IV/58) cümle —muhtemelen müstensih veya baskı hatası sonucu— bu şekildedir. Zira yukarıda adını verdiğimiz iki kaynak dışındaki pek çok eserde bu ifade "İllâ ve men eşreke" şeklinde arada "vav" harfi mevcut olarak geçmektedir. (Bkz. Zeyla'î, "Tahrlcu Ahâdîsi'l-Keşşâf, III/205.) Dolayısıyla "Şirk koşan hariç." cümlesi şirk koşup da tevbe etmemiş olan kişi hariç, şeklinde anlaşılmalıdır, (çev.)

[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/319-320.

[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/320-321.

[78] İbni Kesir, IV/59.

[79] İbni Kesir, IV/59.

[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/321-323.

[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/323-324.

[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/325.

[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/325.

[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/326.

[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/326-327.

[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/328.

[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/328-329.

[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/330.

[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/330.

[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/330-333.

[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/333-334.

[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/335.

[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/335-336.

[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/336.

[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/336-338.

[96] Bu hadisin metninde geçen "lâ tudâmmûne" kelimesi dört ayrı tarzda rivayet edil­miştir: Lâ tudâmûne, lâ tudârûne, lâ tudâmmûne, lâ tudârrûne. Bu son şekil, "Size her­hangi bir zarar ulaşamaz." demektir.

[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/338-339.

[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/340-341.

[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/341-342.

[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/342-343.

[101] Yani inci kubbeler. Burada geçen "cenabiz" kelimesinin tekili "cunbeze "dir ki, kubbe gibi yüksek ve yuvarlak olan şeylere denir. Bu cümleden olarak, "Mekanun mucned" denir ki, "Yüksek yer" demektir, (bkz. Lisanu'l-Arab)

[102] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/343-346.

[103] Razî, XXVII/24.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/346-348.