40

 

Mü'min (Gâfir) Sûresi

 

İndiği Yer :

 

Mekke

 

İniş Sırası :

 

60

 

Âyet Sayısı :

 

 85

 

Nüzulü

 

Mushaftakİ sıralamada kırkıncı, iniş sırasına göre altmışıncı sûredir. Zümer sûresinden sonra, Fussilet sûresinden önce Mekke'de inmiştir. "Hâ. Mîm" diye başlayan ve arka arkaya gelen yedi sûrenin ilkidir.[1]

 

Adı

 

Sûre yaygın olarak iki isimle anılmaktadır. Bunlardan ilki olan "Mü'min", Firavun ailesinden olup imanını saklayan kişiden söz eden 28. âyette; ikincisi ise "bağışlayan" anlamına gelen "Gâfir" olup yüce Allah'ın günahları bağışlamasından, tövbeleri kabul etmesinden söz eden 2. âyette geçmektedir. [2]

 

Konusu

 

Mü'min sûresinde ağırlıklı olarak "Allah'ın âyetlerini tartışmaya kalkışanlardan, bu âyetlere karşı mücadele verenlerden söz edilmekte; genellikle Mekke putperestlerinin aristokrat tabakasından oluşan bu kesimin karakteri, genel tutumları ve amaçlarıyla görecekleri cezalar üzerinde durulmaktadır. Sûre, Allah'ın rahmetinin ve İlmînin genişliği, kudretinin sınırsızlığı; ilâhî hakikatleri yalanlamaya kalkışanlann cezaları ve pişmanlıkları, uhrevî yargılamanın adaletli oluşu gibi konulara dair açıklamalarla başlar. Hz. Mûsâ ile Firavun ve onu izleyenler arasında geçen mücadeleye değinilirken Musa'nın dinine gizlice inanmış bir müminin inkarcılara yönelttiği anlamlı ve yararlı uyarılara yer verilir. Allah'tan başka İlâh bulunmadığı ve O'ndan başkası için yapılan ibadetlerin geçersiz olduğu, Allah'a şükretmekten yüz çevirenlerin bu yanlıştan dönmelerini sağlamak üzere onlara ilâhî nimetlerin hatırlatılması, öldükten sonra tekrar dirilmenin mümkün olduğunun kanıtlanması ve bu konuda insanların uyarılması, Allah Teâlâ'nın Resûlü'nü destekleyeceğine dair vaadi sûrenin başlıca konulanndandır. Sûre, ellerinde fırsat varken gerçeği görüp Peygamber'in getirdiği açık seçik gerçekleri kabul edecekleri yerde, kendi temelsiz bilgilerine güvenerek, kibre kapılıp inkâr yolunu seçenlerin İlâhî ceza ile yüz yüze geldiklerinde İnanmalarının artık kendilerine fayda vermeyeceği uyarısında bulunan açıklamalarla son bulmaktadır. [3]

 

Fazileti

 

Ebû Hüreyre'nin bildirdiğine göre Hz. Peygamber, Mü'min sûresinin ilk üç âyeti ile Âyete '1-kürsî 'yi [4]sabah akşam okuyan bir kimsenin bu sayede korunacağını ifade etmiştir. [5]

 

Meali

 

Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla... 1. Hâ-mîm. 2-3. Kitab'ın indi-rilişi azız ve alîm olan, günahı bağışlayan, tövbeyi kabul eden, hem cezalandırması şiddetli hem lütfü bol olan Allah'ın kalındandır. O'ndan başka tanrı yoktur, dönüş yalnız O'nadır. 4. İnkâra sapanlardan başkası Allah'ın âyetleri hakkında tartışmaya girişmez. Onların şehirden şehire rahat rahat dolaşabilmesi seni yanıltmasın. 5. Onlardan önce Nuh'un kavmiyle bunların ardından gelen çeşitli topluluklar da ilâhî gerçeği yalanlamış, her topluluk kendi peygamberlerini yakalayıp etkisiz hale getirmeye kalkışmış, asılsız iddialarla gerçeği ortadan kaldırmak için mücadele vermişlerdi; sonunda onların yakalarına yapıştım. Nasılmış benim cezalandırmam gördüler! 6. Böylece inkâra sapanlarla ilgili olarak Rabbinin verdiği, "Onlar artık cehennem ehlidirler" şeklindeki hüküm gerçekleşmiş olacak. 7. Arşı yüklenenler ile onun çevresinde bulunanlar Rablerîni hamd ile teşbih ederler, O'na ulanırlar ve müminlerin bağışlanmasını dilerler: "Ey Rabbimiz! Sen, rahmetin ve ilminle her şeyi kuşattın. Tövbe edenleri ve yolundan gidenleri bağışla, onları cehennem azabından koru! 8. Rabbimiz! Onları ve atalarından, eşlerinden ve nesillerinden olup da iyi yolda bulunanları kendilerine vaad ettiğin Adn cennetlerine kabul buyur. Kuşkusuz sen azizsin, hakimsin. 9, Onları kötü sonuçlardan koru. O gün sen kimi kötü sonuçlardan korumuşsan onu rahmetine mazhar kılmışsın demektir. İşte en büyük kurtuluş da budur." [6]

 

Tefsiri

 

1. Sûre başlarındaki bu tür harflere "hurûf-i mukattaa"denir. [7]

 

2-3. Kitaptan maksat Kur'ân-ı Kerîm'İn tamamı veya özellikle bu sûredir. Bu iki âyette Allah Teâlâ'nın altı sıfatı zikredilmiştir. Bunlardan azîz, Allah'ın kudretinin üstünlüğünü ve şanının yüceliğini; alîm, ilminin genişliğini ifade eder. Zikredilen diğer sıfatlan da günahları bağışlaması, tövbeleri kabul etmesi, cezalandırmasının şiddetli olması ve lütuf sahibi olmasıdır. Böylece bu iki âyetin, Cenâb-ı Hakk'uı ulûhİyet özelliklerini veciz bir ifadeyle özetlediği görülmektedir. [8]

 

4-6. "Allah'ın âyetleri hakkında tartışmaya girişmekken maksat, yüce Allah'ın kelâmından olabildiğince doğru ve sağlıklı bir şekilde yararlanmak için bunların anlamını kavrama çabası içinde olmak, bu amaçla âyetlerin anlamlan üzerine bilimsel tartışmalar yapmak değildir; zira bu, müslümanlarm başlıca görevlerinden olup İslâm tarihi boyunca da başta tefsir olmak üzere fıkıh, kelâm gibi ilimlerde bu tür tartışmalar geniş bir biçimde yapılmıştır. Âyetin eleştirdiği tutum, Mekke putperestlerinin, akıllarınca 2. âyette vurgulanan hakikati yani Kur' an' m Allah katından indirildiği gerçeğini inkâr maksadıyla tartışmaya girişerek bu gerçekle mücadele etmeye, onu çürütmeye çalışmalarıydı. Bunlar çoğunlukla o günkü toplumun ekonomik ve sosyal statü bakımından ileri gelen kesimini oluşturdukları için Kur'an'ın hak, adalet, eşitlik, özgürlük gibi değerleri önde tutan Öğretisi karşısında bu konumlarının sarsılacağından kaygı duyuyor, bu sebeple Allah'ın âyetlerini etkisiz kılma savası veriyorlardı. Onlar, bütün inkarcı ve zorba tutumlarına rağmen, belirtilen ekonomik ve sosyal konumlan sayesinde çeşitli şehirlere daha çok ticaret amaçlı geziler yapabiliyor, geniş İmkanlar elde edebiliyorlardı. Muhtemelen bu durumun müslümanlar üzerinde bir moral bozukluğuna ve ümitsizliğe yol açmasını önlemek üzere âyette, "Onların şehirden şehire rahat rahat dolaşabilmesi seni yanıltmasın" buyurulmuş; böylece Yüce Allah'ın onlara bu imkanları vermesinin, kendileri için bir fırsat ve imtihan olduğu, sonunda hak edenlerin gerektiği şekilde cezalandırılacağı ima edilmiştir. [9]  Nitekim 5-7. âyetlerde Hz. Nuh'un inkarcı kavmiyle bunların ardından gelen çeşitli toplumların benzer tutumlarına ve bunların akıbetlerine yapılan kısa değinmeler de bunu göstermektedir. Kur'an-ı Kerîm, inkâr ve haksızlıkta ısrar eden hiçbir toplumun bu tutumunu devam ettirdiği sürece ayakta kalamayacağını, mutlaka günün birinde kahredici bir ceza İle yok olup gideceğini, âhirette de cehenneme atılacaklarım, bunun ilâhî bir yasa (sünnetullah) olduğunu sık sık vurgular. [10]

 

7-9. "Arşı yüklenenler" de "onun çevresinde bulunanlar" da melekler topluluğudur. Hakka sûresinin 17. âyetinde kıyamet sırasında arşı sekiz meleğin yükleneceği bildirilmektedir. Arşın anlamı, onu sekiz meleğin yüklenmesi ve onun çevresinde yine meleklerin bulunmasıyla ilgili olarak eski tefsirlerde -klasik astronomiden de etkilenen- bazı açıklamalar yapılmıştır; ancak bu açıklamaları, İslâm'ın tenzihe ağırlık veren ulûhiyyet telakkisiyle bağdaştırmanın güç olduğu görülmektedir. Bu sebeple âyette mecazî bir anlatım bulunduğunu düşünerek "arş"ı Allah'ın mutlak hükümranlık ve yönetimi; meleklerin arşı yüklenmesini, Allah'ın buyruğuna eksiksiz uyarak işlerini yürütmeleri; yine bazı meleklerin arşın çevresinde bulunmalarını da Allah'a yakın olmaları, O'nun iradesini gerçekleştirmesinde araç işlevi görmeleri şeklinde açıklayanlar olmuştur. [11]

Yukarıda inkarcıların acı akıbetleri özetlendikten sonra bu âyetlerde de meleklerin dua mahiyetindeki sözleri çerçevesinde müminleri bekleyen kurtuluşa ve mutlu geleceğe işaret edilmektedir. Râzî, meleklerin buradaki dualarıyla ilgili olarak özetle şu açıklamaları yapmaktadır (XXVII, 31-37):

a. Meleklerin Allah'ı hamd ve teşbih ile anmaları ve O'na iman etmeleri, Allah'ın emrine saygının (et-ta'zîm li-emrillâh); müminler için dua edip onların bağışlanmasını dilemeleri de yaratılmışlara şefkatin (eş-şefkatü alâ halkıllâh) ifadesidir.

b. Âlimlerin çoğu bu âyetlere dayanarak meleklerin insanlardan daha üstün olduğunu savunmuşlardır. Çünkü melekler, günah işlemekten uzak oldukları için burada kendileri hakkında bağış dilemeyİp müminler hakkında dilekte bulunmuşlar, onların kurtuluşu için dua etmişlerdir.

 

c. Bu âyetler dua âdabına da işaret etmektedir. Buna göre melekler Allah'ı hamd ve teşbih ile anarlar, ardından "Ey Rabbimiz!" diyerek başlar, önce Allah'ın rahmetinin ve ilminin genişliğini dile getirirler; daha sonra da Allah'a inanıp O'na yönelen, yolundan giden insanlar için bağış, kurtuluş ve mutluluk dileklerinde bulunurlar.

d. Meleklerin yüce Allah'ı anarken 7. âyette sırasıyla rubûbiyyet, rahmet ve ilim sıfatlarını öne çıkardıkları görülmektedir. Rubûbiyyet, Allah'ın eşsiz-örneksiz yaratıcılığını (îcâd ve ibda') ifade eder; terbiye kelimesi de rubûbiyetten gelmekte olup "bir şeyi en mükemmel durumlara ve en güzel niteliklere kavuşturma" anlamına gelir. Buna göre rab ismi, bütün mümkün varlıkların hem ortaya çıkmalarının hem de varlıklarını sürdürmelerinin yüce Allah'ın yaratma ve yaşatmasına bağlı bulunduğuna işaret eder. Âyetteki rahmet ile ilgili ifade Allah'ta iyilik, merhamet ve cömertlik yönünün, kötülüğe uğratma yönüne baskm bulunduğunu; ilim ile ilgili ifade de O'nun bilgisinin, küllisinden cüz'îsine kadar her bir varlık ve olayı bütün ayrıntılarıyla kuşattığını göstermektedir. Bu duada İlim sıfatına bu şekilde yer verilmesinin sebebi, Allah'ın kendisine yöneltilen dilekleri de eksiksiz bildiğine vurgu yapmaktır; zira duymayan, bilmeyen birinden dilekte bulunmanın anlamı yoktur.

e. Melekler, kendileri hakkında dua ettikleri müminlerin atalarından, eşlerinden ve nesillerinden olup iyi yolda bulunanların kurtuluşları için de dilekte bulunmuşlardır; çünkü bu dünyada olduğu gibi öteki dünyada (cennet) da yakınlarıyla birlikte olmak kişinin mutluluğuna mutluluk katar. [12]

 

Meali

 

10. İnkâra sapanlara (âhirette) şöyle seslenilecek: "Siz inanmaya çağın-lın inkâr prierken Allah'ın size kızması sinirli şirin kendinize kızgınlığınızdan elbette daha şiddetlidir." 11. "Ey Rabbimiz, diyecekler, bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Şimdi günahımızı itiraf etmiş bulunuyoruz, bir çıkış yolu yok mu?" 12. Bu duruma düşmenizin sebebi, yalnız Allah'ın ismi anıldığı zaman inkâra sapmanız, ama O'na ortak koşulduğunda (buna) sizin de inan-manızdır. Artık hüküm, yüce ve ulu olan Allah'a aittir. [13]

 

Tefsiri

 

10-12. Tefsirlerde, "Allah'ın kızması" diye çevirdiğimiz ifadedeki makt kelimesinin, insanlardaki öfke duygusuyla karıştırılmaması gerektiğine önemle dikkat çekilir. Zira insanlardaki bu tür duygular azahp artmakta, hatta zaman zaman aklın kontrolünden çıkabilmekte, hak ve adalet ölçülerinin dışına saptırabilmekte-dir. Bu nedenle İslâm bilginleri, öfkeyi geçici delilik olarak değerlendirmişlerdir. [14] Allah bu tür beşerî duygulardan münezzeh olduğundan, "öfke, kızgınlık" anlamına gelen gazap, makt, suht kelimeleri Allah hakkında kullanıldığında genellikle "Allah'ın günah işlenmesinden hoşnut olmaması, günahkârları rahmetinden uzaklaştırması, cezalandırmayı murat etmesi" şeklinde ulûhiyyetin şanına uygun düşecek tarzda açıklanmıştır. [15]

Allah'ın, kitapları ve peygamberleri aracılığıyla yaptığı uyanlara kulak tıkayarak dünya hayatını inkâr ve isyanlarla geçirenler, âhirctte hak ettikleri kötü akıbetle yüz yüze gelince üzüntü ve pişmanlıklarından dolayı kendilerine büyük bir kızgınlık duyacaklar; suçlu olduklarını itiraf ederek kurtuluş yolu arayacaklar, ancak cezalandırılmaktan kurtulamayacaklardır. Çünkü onlar, bütün uyarılara rağmen tevhid inancını reddetmişler, din olarak putperestliği seçmişlerdir; Allah'ın ismi anıldığında veya O'nun dinine çağırıldıklarında inkarcı bir tavır takındıkları halde Allah'a ortak koşulduğunda tereddüt etmeden bu bâtıl inanca kendileri de katılmışlardır.

"Ey Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin" şeklindeki ifadede geçen "iki ölürrTden biri, -ağırlıklı yoruma göre- insanın ana rahminde hayata kavuşmazdan önceki cansız nesneden ibaret hali, İkincisi dünya hayatının sona ermesi hali; "iki dirilme'Men ilki ana rahminde hayat kazanması, ikincisi de öldükten sonra diriltilmesidir. Buna göre İnsanlar yok iken var edilirler, sonra dünyada bir kere ölürler; kıyametten sonra da ikinci kez hayata kavuşturulurlar Şevkânî, IV, 554 iki Ölüm ve iki dirilme bundan ibarettir. [16]

 

Meali

 

13. Size işaretlerini gösteren, sizin için gökten rızık indiren O'dur. Ama Allah'a yönelenden başkası (bundan) ders çıkarmaz, 14, Haydi, inkarcıların hoşlarına gitmese de içten bir dindarlıkla yalnız Allah'a bağlanarak O'na dua ediniz. 15. O'nun dereceleri yüksektir, Arş'm sahibidir; buluşma günü hakkında uyanda bulunmak için iradesiyle kullarından dilediğine vahyi indirir. 16.0 gün onlar, Allah'a gizli kalan hiçbir şeyleri olmadan (kabirlerinden) çıkarlar. Bugün hükümranlık kimindir? Elbette tek re mutlak hükümran olan Allah'ındır! 17.0 gün herkes yaptığının karşılığını bulur. O gün hiçbir haksızlık olmayacaktır; kuşkusuz Allah'ın hesabı çok hızlıdır. 18. Yaklaşan gün konusunda onları uyar; çünkü dehşet içinde yutkunurlarken yürekleri ağızlarına gelmiş olacak; zalimlerin hiçbir dostu, isteğine uyulacak hiçbir şefaatçisi olmayacaktır. [17]

 

Tefsiri

 

13-15. Bir önceki âyetin sonunda Allah, zâtını "yüce ve ulu" şeklinde nitelemişti; burada ise kendi yüceliği ve

ululuğunun bazı kanıtlanın göstermektedir. "İşaretler" (âyât), Allah'ın varlığına, birliğine, yaratıp yönetmesine delâlet eden varlık ve olaylar; "gökten indirilen rızık" ise gerek insanların gerekse bitkilerin ve hayvanların yararlandığı yağmurdur. Burada ayrıca insanın zihnini ve gönlünü bu ilâhî işaretlere açık tutup onlardan gerekli sonuçlan çıkarması, bunun için samimi bir yöneliş ve arayış içinde olması, içten bir bağlılıkla Allah'a yönelip O'na kulluk ve dua etmesi gerektiği de belirtilmektedir.

"O'nun dereceleri yüksektir" diye çevirdiğimiz "refîu'd-derecât" tamlamasındaki refî kelimesi hem “yüksek” hem de “yükselten” anlamına âyetin bu bölümü iki farklı şekilde yorumlanmıştır. [18]  a) "Allah'ın dereceleri yüksektir"; yani Allah, kendisinin saygınlığını ve yüceliğini gösteren sayılamayacak derecede üstün niteliklere sahiptir; bu sebeple dua ve ibadete de ancak O lâyıktır; O'nu bırakarak hangi türden olursa olsun asla O'nun derecesine ulaşması düşünülemeyecek varlıkları tanrı yerine koyup onlara tapmak akıl ve iz'anla bağdaşmaz. b) "Allah, dereceleri yükseltendir"; meleklerin, peygamberlerin, sevdiği ve himayesine aldığı diğer kullarının derecesini yükselten O'dur. Şu halde maddî ve manevî alanda sağlıklı ve hayırlı gelişme de ancak O'nun lütuf ve inâyetiyle mümkündür. Çünkü O, "Arş'ın sahibidir"; yani mutlak hükümranlık O'nundur, bütün varlık ve olayların yönetimi ve nihaî kaderi O'nun elindedir.

Râzî, 15. âyet metninde vahyin "ruh" kelimesiyle ifade edilmesini özetle şöyle açıklar: "Ruhlar, ilâhî bilgiler ve kutsal hakikatlerle hayat kazanır; vahiy ruhlara bu bilgileri ve hakikatleri kazandırdığı için ruh diye anılmıştır. Ruh, canlı olmanın sebebi, vahîy ise belirtilen manevî hayata ulaşmanın sebebidir" (XXVII, 44). Yüce Allah, kullarından dilediğine, yani peygamberlerine vahiy indirmek suretiyle dinî ve ahlâkî hayatları bakımından bireyler ve toplumlar için bir ruh ve can değerinde olan lütufta bulunmuş olmaktadır. Son İlâhî vahiy olan Kur'an da bu anlamda ruh olarak İsimlendirilmiştir. [19]

Âhiret gününde bütün yaratılmışlar veya semavî varlıklarla dünyevî varlıklar ya da yaratıcıyla kullan bir araya geleceği için 15. âyette o günün "buluşma günü" şeklinde nitelendirildiği belirtilmektedir. Bu buluşmayı, zalimlerle mazlumların veya insanlarla onların dünyadayken yaptıkları işlerin buluşması olarak açıklayanlar da vardır. [20]

 

16-18. "Buluşma günü"nde yani âhirette olup biteceklerin bir Özeti verilmektedir. Buna göre bütün insanlar, -dünyadayken yaptıkları eylemlerin hiçbiri Allah'a gizli kalmaksızın- yeniden hayat sahnesine çıkacaklar; kendisinden başka hiç kimsenin hükümranlık yetki ve imkanının bulunmadığı, sınırsız otorite sahibi, dolayısıyla tek ve mutlak hakim olan Allah'ın âdil ve sür'atli yargılamasının sonunda hiç kimseye en küçük bir haksızlık yapılmaksızın herkes dünyada yaptıklarının karşılığını bulacak; cenneti hak edenler cennete, cehennemi hak edenler cehenneme gönderilecektir.

Bir yoruma göre bütün insanlar mahşerde toplandıklarında bir görevli, 16. âyetteki ifadesiyle "Bugün hükümranlık kimindir?" diye seslenecek; bunun üzeri tnnlsmsmlann hpnsi bir anızdan. "Elbette tek ve mutlak hükümran olan Allah'ındır!" diye cevap vereceklerdir. Soru soranın bir melekler topluluğu, cevap verenin de başka bir melekler topluluğu veya soru soranın ve cevap verenin bizzat Yüce Allah olacağı yönünde görüşler de vardır. [21]  16. âyette, insanların ya inanmadıkları İçin hiç hesaba katmadıkları veya inanmakla birlikte gaflet ve ihmalleri yüzünden yeterince dikkate almadıkları âhiret gerçeğiyle yüz yüze gelince hissedecekleri korku ve çaresizliğin, içine düşecekleri yalnızlık halinin veciz ve sarsıcı bir ifadesi yer almaktadır. [22]

 

Meali

 

19. Allah, gözlerin kötü niyetli bakışını ve kalplerin sakladıklarını bilir. 20. Ve Allah adaletle hüküm verir; onların taptıkları ise hiçbir şeye hükme-demezler. Kuşkusuz Allah her şeyi en iyi işiten ve en iyi görendir. 21. Yeryüzünde dolaşıp da kendilerinden öncekilerin akıbetlerinin nice olduğunu görmediler mi? Onlar, güçleri ve yer yüzünde bıraktıkları eserler itibariyle bunlardan daha üstün idiler. Böyleyken Allah onları günahtan yüzünden yakalayıp cezalandırdı; kendilerini Allah'a karşı koruyan da olmadı. 22. Bunun sebebi, peygamberleri onlara açık seçik kanıtlar getirdiklerinde bunları inkâr etmeleriydi. İşte bunun için Allah onları yakalayıp cezalandırdı. Çünkü O güçlüdür, cezası çok çetindir. [23]

 

Tefsiri

 

19-20. "Gözlerin kötü niyetli bakışı"ndan maksat, bakılması helal olmayan şeylere veya helâl olmayan şekilde, tarzda bakmak; "kalplerin sakladıkları" ise insanın içinden benimsediği, ancak farklı nedenlerle eylem olarak dışa yansıtmadığı veya yansıtamadığı niyet ve düşünceleridir. [24] Daha çok ahlâk kitaplarında insanın bütün tutum ve davranışları "uzuvların fiilleri ve kalbin fiilleri" diye ikiye ayrılır. Allah'ın ilmi her iki fiil alanım da kuşatmıştır. Hz. Peygamber, amellerini niyetlere göre değerlendirebileceğini. [25] bir kimse hayırlı bir iş yapmaya niyet etmekle birlikte herhangi bir agel yflzünden bunu gerçekleştiremese bile yine de Allah'ın ona sevap yazacağım bildirmiştir. [26] Buna karşılık İnsan, içinden bir kötülük yapmayı düşünmek, hatta kesin karar vermekle birlikte, düşünce ve niyetini eyleme dönüştürmezse bundan dolayı günahkâr sayılmaz. [27] Hatta Gazzâlî'nin açıklamalarına göre eğer kötü eylemden vazgeçmenin arkasında Allah korkusu, insan sevgisi, pişmanlık duyup günah işlemekten sakınma gibi olumlu nedenler varsa, iyi bir nedenle ondan vazgeçtiği için sevap bile kazanır. Ancak -günah işleme arzusu değişmemekle birlikte- korku, acizlik, şartların elverişli olmaması gibi nedenlerle niyet ve düşüncesini gerçekleştirememiş kişi, buna rağmen kötü niyet ve düşüncesinden dolayı günahkâr sayılır[28]Nitekim 20. âyette Allah'ın adaletle hüküm vereceğini bildiren ifade de buna işaret etmektedir.

Bütün bu açıklamalarda putperestlerin bâtıl inançlarından kurtarılması, onlara yeni bir dinî ve ahlâkî zihniyet aşılanması amaçlanmaktadır. Gerçek Tanrı her bir kulunun neler yaptığını, hatta neler düşündüğünü, içinde ne tür niyetler taşıdığını bilir; onlar hakkında niyetlerine ve amellerine göre hükümler verir, nihayet ödüllendirir veya cezalandırır. Buraya kadar geçen âyetlerde gerçek İlâh hakkında iki kategoride bilgi verildi: 1. O vardır, birdir; bilgisi, kudreti, hükümranlığı gibi niteliklerinde eşsiz ve mükemmeldir; 2.0 aynı zamanda insanlar için dinî, ahlâkî planda yasa koyucudur; buyrukları ve yasaklanyla bireylerin ve toplumların hayatlarına, iradesine uygun bir düzen vermek ister. Nihaî planda bütün İnsanları âhirette âdil bir şekilde yargılayıp hükümlerine uyanları ödüllendirecek, uymayanları cezalandıracaktır. Putperestlerin tanrı diye taptıkları nesnelerin sadece hüküm verme gücüne sahip olmamaları bile onlara tapmanın anlamsız ve yersiz olduğunu göstermeye yeteceği için 20, âyette bu hatırlatmayla yetİnilmiştir. [29]

 

21-22. Yüce Allah'ın, kendilerine gönderilen peygamberleri ve onların doğruluklarının belgeleri olan kutsal kitaptan yahut mucizeleri red ve inkâr eden; böylece inkâr ve kötülükte direnen toplumları daha dünyadayken cezalandırıp tarih sahnesinden sildiğini hatırlatan bu kısa değinme, Kur'an'ın ilk muhataplarıyla ilâhî hakikatler karşısında benzer tutumlar sergileyen diğer topluluklar için anlamlı bir uyandır. Kur'an'a ve Peygamber'e karşı direnen putperestler, genellikle güçlerine ve servetlerine güvendikleri için, bunun nasıl bir aldanış olduğuna dikkat çekilmektedir. 22. âyetin sonunda Allah'ın gücünün ve çetin azabının hatırlatılması da güçlerine ve servetlerine güvenenlere yöneltilen uyarıyı pekiştirmektedir. [30]

 

Meali

 

23-24. Ândolsun biz Musa'yı ayetlerimizle re apaçık bir kanıtla Firavun, Ilâman ve Karun'a gönderdik; ama onlar, "O bir yalana, bir sihirbaz!" dediler, 25. Mûsâ, katımızdan verilmiş hakikati getirdiğinde, "Onunla birlikte olan inanmış kişilerin oğullarım öldürün, kızlarını diri bırakın!" dediler. Oysa inkarcıların tuzağı hep boşa çıkmıştır. 26. Firavun, "Bırakın bent de şu Musa'yı öldüreyim! Tanrısına yakarsın bakalım (kurtulabilecek mi)! Çünkü onun, dininizi değiştirmesinden yahut ülkede huzursuzluk çıkaracağından kaygı duyuyorum" dedi. 27. Mûsâ ise, "Hesap gününe inanmayan her kibirli kişinin şerrinden, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a sığındım!" dedi. 28. Firavun ailesinden olup imanım saklayan bir mümin kişi şöyle dedi: "Adamı, 'Rabbim Allah'tır' dediği için öldürecek misiniz! Oysa o size Rabbi-nizden âyetler getirmiştir. Eğer yalancı biriyse yalam kendi zararınadır; ama eğer doğru söylüyorsa size bildirip uyardığı şeyin bir kısmı başınıza gelecektir. Hiç kuşku yok ki Allah, aşırılığa sapmış, yalancı kimseyi doğru yola ulaştırmaz, 29. Ey benim kavmim! Bugün ülkede hakimiyeti elinde bulunduran bir toplum olarak hükümranlık sizindir. Ama eğer Allah'ın cezası başımıza gelirse ona karşı bize kim yardım edebilir!" Firavun ise, "Ben sadece kendi gördüğümü size gösteriyorum ve sizi yalnızca doğru yola yönlendiriyorum" dedi. 30. İnanan kişi de şöyle dedi: "Ey kavmim! Doğrusu vaktiyle (peygamberlerine karşı) gruplar oluşturmuş eski toplulukların yaşadıkları felaketlerin benzerinin sizin de başınıza gelmesinden korkuyorum: 31. Nûh kavminin, Âd, Semûd ve onlardan sonrakilerin duruma gibi. Allah asla kulları için zulmü istemez. 32. Ey Kavmim! Sizin hakkınızda, insanların çığlıklar atacağı günden korkuyorum. 33. Öyle bir gün ki, arkanızı dönüp kaçarsınız ama sizi Allah'tan kurtaracak hiçbir güç bulamazsınız! Allah kimi şaşırtırsa artık onu doğru yola yönlendirebilecek bir güç yoktur. 34. Daha önce Yûsuf da size açık kanıtlar getirmişti; ama siz onun getirdikleri hakkında da hep kuşku içinde oldunuz. Nihayet o vefat edince 'Artık Allah ondan sonra kesinlikle hiçbir elçi göndermeyecek' dediniz. Aşırılığa sapmış, kuşkulara boğulmuş kişiyi Allah işte böyle şaşırtır. 35. Onlar, kendilerine ulaşmış kesin bir kanıt olmadan Allah'ın âyetleri hakkında tartışmaya girişirler. Bu tutum, gerek Allah yanında gerekse inananlar yanında büyük bir nefrete sebep olur. Allah, kendini beğenmiş her zorbanın kalbini işte böyle mühürler." 36-37. Firavun, "Ey Hâ-man. dedi, bana yüksek bir kule inşa et; belki bazı yollara, göklerin yollarına ulaşırım da bu sayede Musa'nın ilâhını görebilirim! Doğrusu onun bir yalancı olduğunu düşünüyorum." İşte böylece, yaptığı çirkin iş Firavun'a güzel gösterildi ve doğru yolu bulması engellendi. Firavun'un tuzağı hüsrandan başka bir sonuç doğurmadı. 38. Mümin kişi sözlerine şöyle devam etti: "Ey kavmim! Bana uyun, sizi doğru yola götüreceğim. 39. Ey kavmim! Bu dünya hayatı bir sürelik yaranmadan ibarettir; âhirete gelince işte o ebedîlik yurdudur. 40. Kim bir kötülük yapmışsa sadece o kötülüğünün miktarınca ceza görecektir; kim de -erkek olsun kadın olsun- inanmış bir kişi olarak iyi ve yararlı iş yapmışsa işte böyleleri de cennete girecekler, orada kendilerine hesapsız nimetler verilecektir. 41. Ey kavmim! Nedir bu hal! Ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz ise beni ateşe çağırıyorsunuz! 42. Siz bana Allah'ı inkâr etmem, hiçbir bilgiye sahip olmadığım şeyleri O'na ortak koşmam için çağrıda bulunuyorsunuz; ben ise sizi izzet sahibi, çok bağışlayıcı olan Allah'a davet ediyorum, 43. Gerçek şu ki siz beni, bu dünyada da öteki dünyada da çağırılmaya değer olmayan bir şeye davet ediyorsunuz. Kuşku yok ki dönüşümüz Allah'adır ve hakikat çizgisinden sapanlar cehennem ehlidirler. 44. Size söylediklerimi yakında hatırlayıp anlayacaksınız. Ben durumumu Allah'a havale ediyorum; kuşkusuz Allah kullarım çok iyi görmektedir." 45. Nihayet Allah, onların kurdukları kötü tuzaklardan bu kişiyi korudu; Firavun ailesini ise şiddetli bir azap kuşatıp yok etti. 46. Bu azap, onların sabah akşam sokulacakları ateştir. Kıyamet koptuğunda, "Firavun ailesini en şiddetli azabın içine atın!" denilecek. [31]

 

Tefsiri

 

23-24. Yukarıda geçmiş toplulukların tarihlerinden ders alınması gerektiğine işaret edilmişti. Buradan itibaren 46. âyete kadar süren bölümde ise geçmişten bîr örnek olmak üzere Firavun'un ve onu destekleyenlerin, Hz. Musa'ya karşı inkâr, isyan ve haksızlıkta direnmeleri; bu yüzden dünyada cezalandırılıp yok edilmeleri; nihayet onları âhİrette nasıl bir akıbetin beklediği anlatılmaktadır. Amaç ise buyandan Kureyş putperestlerini ve genel olarak inkarcıları, İslâm ve Peygamber karşısında olumsuz tutumlarını sürdürdükleri takdirde aynı kötü akıbetin kendi başlarına da geleceği hususunda uyarmak; bîr yandan da henüz inkarcılar karşısında güçsüz durumda bulunan müslümanlara sabır ve ümit telkin etmektir. [32]

Hz. Musa'nın, yüzyıllardır Mısır'da sıkıntı içinde yaşayan İsrâiloğulları'nı kurtarmak üzere Allah'ın emriyle Mısır'a gitmesi ve oradaki mücadeleleri, peygamberlik faaliyetleri ve kendi halkı olan İsrâiloğulları'yla ilişkileri hakkında Kur'an'in başka yerlerinde geniş bilgiler verilmiştir. [33] Burada dikkati çeken en önemli aynntı, gizlice Musa'ya iman etmiş olan kişinin son derece değerli uyarılarına dair geniş açıklamalardır.

Musa'ya verildiği belirtilen "âyetler", genellikle Musa'nın sergilediği mucizeler olarak yorumlanmıştır. "Apaçık bir kanıt" diye çevirdiğimiz "sultamın mü-bîn" ifadesini Taberî, bizim çevirdiğimiz gibi açıklamakla yetinmiştir (XXIV, 55); Zemahşerî, bununla mucizelerin kastedildiğini belirtir (III, 363); İbn Âşûr, Hûd sûresinin 96, âyetinde geçen aynı ifadeyle "aklî delil ya da ilâhî te'yif'in, Şevkâ-nî İse Tevrat'ın kastedildiğini söyler (IV, 558). Ancak Mûsâ'mn o dönemde peygamberlikle görevlendirildiği kesin olmakla birlikte[34] henüz Tevrat'ın indirilmemiş olduğu göz önüne alınırsa Şevkânî'nİn açıklamasının isabetli olmadığı anlaşılır.

Tefsirlerde Hâman, Firavun'un veziri veya sarayındaki önemli şahsiyetlerinden biri, Karun ise Hz. Musa'nın amcazadesi ve Firavun'un üst düzey bir görevlisi olarak tanıtılmaktadır. [35]

 

25-27. Bu ifadelerden anlaşıldığına göre -henüz Tevrat gelmemiş olsa da-Mûsâ, kavmini kurtarmak İçin geldiği Mısır'da Firavun ve çevresine Allah'ın birliği İnancına dayalı İsrail dinî kültürüne dayanan bazı inançlardan söz etmişti. Halbuki eski Mısır dinî geleneğine göre firavunlar hem kral hem de tanrının oğlu, dolayısıyla tanrı sayılıyordu. İşte Firavun, muhtemelen, Mûsâ'mn sözünü ettiği dinî İnançların kendi halkının geleneksel dinî telakkisini ve kendisinin o telakkiye göre sahip olduğu konumu tehlikeye sokacağını gördüğü için bu kaygısını çevresindekilere, "Onun, dininizi değiştireceğinden yahut ülkede huzursuzluk çıkaracağından kaygı duyuyorum" şeklinde ifade etmiş ve Musa'yı öldürmeye, ona inananların erkek çocuklarını katliama tâbi tutmaya karar vermişti. Nitekim İbn Atıyye de söz konusu âyetleri bu yönde yorumlamaktadır (IV, 555). Ancak bu büyük tehlikeye rağmen Hz. Mûsâ, âhirete inanmadıkları için yaptıklarının yanlarına kalacağını sanan bütün despotik güçlere karşı Allah'ın, kendisine inanıp güvenerek doğru yolda azimle ilerleyenlere yardım edeceğinden emindi. [36]

 

28-29. Firavun'un ailesinden olduğu bildirilen bu mümin kişinin, Firavun'un amcasının oğlu, Kıptî asıllı biri olduğu rivayet edilir. [37] İbn Âşûr'a göre ismi bilinmeyen bu kişi muhtemelen dinî arayışı olan, bu hususta düşünüp taşınan aklı selim sahibi ve erdemli biriydi. Musa'nın davetini öğrendiğinde aradığı gerçeği bulduğunu düşünmüş ve ona iman etmiştir. Daha sonra Firavun'un Musa'yı öldürmeye karar verdiğini öğrenince onun huzuruna çıkarak kendisini bu kararından vazgeçirmek istemiş, Firavun İse kendi toplumundan olduğu için onu suçlamamış, aksine tavsiyesini dikkate almıştır. İbn Âşûr, Tevrat'ın Çıkış kitabında (10/7) geçen "Ve Firavun'un kullan kendisine dönüp dediler: Ne vakte kadar bu adam bize tuzak olacak? Adamları salıver de Al-lahlan rabbe ibadet etsinler..." ifadesiyle bu zâta işaret edildiği kanaatindedir. (XXIV, 128-129).

Ukbe b. Ebû Mutî' isimli putperestin, Kabe'de bulunan Hz. Peygamber'e saldırarak boğazına sanldığmı gören Hz. Ebû Bekir, saldırganı ellerinden yakalayarak Resûllah'ı kurtarmış; daha sonra burada kendisinden bahsedilen mümin kişinin sözlerini nakleden âyetin, "Adamı, 'Rabbim Allah'tır' dediği için öldürecek misiniz! Oysa o size Rabbinizden âyetler getirmiştir" mealindeki bölümünü aynen tekrarlamıştır. [38]Hz. Ali'nin, "Allah'a yemin ederim ki Ebû Bekir'in davranışı Firavun ailesinden olan mümin kişininkin-den daha da önemlidir. Çünkü o kişi imanını saklamıştı, oysa Ebû Bekir inandığını açıkça İfade etmiş, malını ve canını bu yola adamıştır" dediği rivayet edilir. [39]

Mümin kişinin, Mûsâ ile ilgili olarak "Eğer yalancı biriyse yalanı kendi za-rannadır; ama eğer doğru söylüyorsa size bildirip uyardığı şeyin bir kısmı başınıza gelecektir" ifadesi, Musa'nın ortaya koyduğu gerçekler hakkında kuşkusu olduğu anlamına gelmez. Bu ifadesiyle o, Firavun ve taraftarlarının fevrî davranarak Musa'yı öldürmelerini Önlemeyi, onun tebliğleri hakkında soğukkanlı ve sağlıklı olarak düşündükten sonra bir karar vermelerim sağlamayı amaçlamıştı. Bu ifade, aynı zamanda farklı bir düşünce ve inanç ortaya koyanlar karşısında ölçülü, soğukkanlı davranmak, sağduyuyla hareket etmek: bunların doğruluğu ve yanlışlığı üzerinde düşünüp taşındıktan sonra bir karara varmak ve tavır belirlemek gerektiği yönünde genel bir ders ve uyarı anlamı taşımaktadır. 29. âyet ise siyasî güç ve hakimiyetin, zorbalık, baskı ve haksızlık aracı olarak kullanılmaması gerektiğini; aksine davranmakta ısrar edenlerin, sonunda İlâhî cezaya çarptırılmalarının kaçınılmaz olduğunu hatırlatması bakımından son derece önemlidir.

Firavun'un, "Ben sadece kendi gördüğümü size gösteriyorum ve sizi yalnızca doğru yola yönlendiriyorum" şeklindeki ifadesinden, mümin kişinin söylediklerinin başkaları tarafından haklı görüldüğü veya en azından Firavun'un Musa'yı Öldürme düşüncesinin doğru olup olmadığı konusunda onların zihninde tereddüt uyandırdığı anlaşılmaktadır. [40]

 

30-33. Mümin kişi, halkını iki büyük tehlike konusunda uyarmaktadır: İlki, peygamberlerine karşı gelip inkâr ve kötülüklerinde ısrar eden eski toplulukların kötü akıbetleridir. Allah, onları hak ettikleri için cezalandırmıştır, çünkü O, kullarına haksızlık yapılmasını istemez. İkinci uyardığı tehlike İse "insanların (dehşet içinde) çığlıklar atacağı" mahşer gününde yardımsız, koruyucusuz kalacakları sıradaki çaresizlikleridir. 30-31. âyetlerdekİ İfadeden, Kiptiler'den oluşan Mısırlılar'm, Nuh kavmi, Âd ve Semüd gibi eski kavimlerin başlarına gelenlerden haberdar olduklarını göstermektedir. Zira Nûh tufanı her dönemde bilinen meşhur bir olaydı; Mısır'a yakın bir coğrafî bölgede yaşamış olan Âd ve Semûd'un başına gelen büyük felaketlerden haberdar olmamaları da mümkün değildi.

"Allah, kulları için zulmü istemez" cümlesindeki zulüm hem şirk ve inkârı hem de her türlü haksız muameleyi ifade etmekte olup âyette her iki anlamı da kastedilmiştir. Aynca zulüm kelimesinin nekire (belgisiz) olması, mutlak olumsuzluk ifade etmektedir. Buna göre yüce Allah ne kendisi kullarına zulmeder ne de kullarının herhangi bir şekilde haksızlığa tevessül etmelerine razı olur. [41]

 

34-35. Kur'an-ı Kerîm'de 12. sûrenin hemen tamamı Hz. Yûsuf'a ilgili olup onun ismini taşımaktadır. Orada da görüldüğü üzere Hz. Yûsuf, kardeşlerinin bir ihaneti sonucunda Mısır'a götürülüp köle olarak satılmış, iftiraya uğrayarak hapse atılmış, Allah'ın kendisine verdiği ilim ve hikmet sayesinde rüyaları yorumlamadaki maharetiyle ismini Mısır hükümdarının sarayına kadar duyurmuş, hükümdarın rüyasını yorumlayarak onun ilgisini kazanmış ve hazine işlerine bakmakla görevlendirilmişti.

Hz. Yûsuf a özel bir kitap indirilmediği bilinmektedir. Ayrıca Yûsuf sûresinde (12/55) onun, kendisinin dürüstlüğünden söz ederek hazinenin yönetimine atanmasını talep ettiği bildirilmekle beraber açık bir dinî tebliğde bulunduğuna dair bilgi verilmemektedir. Bununla birlikte daha hapishanedeyken yanındakilere Allah'ın kendisine özel bir bilgi öğrettiğini söylüyor; aynca Mısır halkının Allah'a ve âhiret gününe inanmadıklarım belirtip bunu eleştiriyor; kendisinin, ataları İbrahim ve İshak ile babası Yak'ub'un dinî geleneğine tabi olduğunu açıklıyordu. [42]  Bu şekildeki beyanlarını hapishaneden çıktıktan ve önemli devlet görevine getirildikten sonra da devam ettirmiş olabilir. Bu durumda konumuz olan 34. âyette Yûsuf'un Mısırlılar'a getirdiği bildirilen "açık kanıtlar" (beyyinât), muhtemelen onun, bir peygamber olarak Mısır yöneticilerine ve halkına İbrânimî gelenekteki temel dinî inançlara dair zaman zaman yaptığı açıklamalar ve bu konularda verdiği açık seçik bilgiler, gösterdiği kanıtlar olmalıdır. Ne var ki Mısırlılar, dünya işleri konusunda Yûsuf'un bilgisinden ve dürüstlüğünden istifade ederken, 34, âyetten anlaşıldığına göre dinî meselelerde ortaya koyduğu bu açık gerçekleri kuşkuyla karşılamışlar; Hz. Yûsuf vefat ettikten sonra da âdeta ondan kurtulduklarına şükrettikleri anlamına gelen sözler söylemişlerdi.

İşte konumuz olan âyetlerde sözleri nakledilen mümin kişi, Mûsâ dönemindeki Mısırltlar'a yüzyıllar önce atalarının Yûsuf karşısında takındıkları olumsuz tavrı hatırlatıyor ve atalarının yapttklan yanlışlan tekrar etmemeleri gerektiği yönünde onları uyan yordu.

Bu âyetlerde, peygamberler karşısında inkarcı ve isyankâr tutumlar sergileyenlerin niteliklerini ifade etmek üzere seçilmiş olan kelimeler özellikle dikkat çekicidir. Bunlardan müsrif, gerçeklik, adalet ve dürüstlük ölçülerini aşan her türlü inanç, düşünce ve eylemin sahibini ifade eder. Kur'an'da bu kelime yoğun olarak, peygamberler ve onların ortaya koydukları ilâhî hakikatler karşısında sağduyulu, adaletli ve gerçekçi davranış ölçüsünden sapan; çıkar kaygılarının veya öfke ve şiddet duygularının etkisine kapılıp tepkisel davranışlar sergileyen, taşkınlık yapan putperest ve inkarcılar için kullanılır. Mealde "kuşkulara boğulmuş" diye çevirdiğimiz mürtâb kelimesi, müspet anlamda hakikati arayıp bulmaya yönelik iyi niyetli kuşkuculukla ilgisi olmayan; aksine, vicdanen doğruluğuna kani olsa bile çıkar kaygılarının, bencil duygu ve tutkularının etkisinde kalan kimsenin ilâhî gerçekler hakkında kuşku uyandırmaya yönelik kötü niyetli çabalarını gösterir. "Büyüklük taslayan, kendini beğenmiş" anlamına gelen mütekebbir de saçma ve küs* tahça bir benlik duygusuyla Allah, peygamber ve vahiy karşısında bile gurur ve kibir taslayan, bu nedenle de peşin bir red ve inkâr tavrına kendini kaptıran inkarcı kişiyi ifade eder. "Zorba" diye çevirdiğimiz cebbar ise bu bağlamda anılan üç olumsuz ruh halinin bir bakıma sonucu olmak üzere zalim, baskıcı ve despotça davranış ve uygulamalar sergileyen kişi ve yönetime işaret eder. Böylece gizli olarak Musa'ya inanmış olan mümin kişinin ifadesini aktaran bu âyetler, dolaylı olarak tam da Firavun'u hatırlatan bir tiran tipinin yanında, bir toplumsal zihniyeti, sınıf ve zümre psikolojisini tanımlamaktadır. [43]

 

36-37. "Yollar" diye çevirdiğimiz âyet metnindeki "esbâb" (sebebler) kelimesi "kapılar" veya "gök tabakaları" şeklinde de açıklanmıştır. [44] Müfessirlerin çoğu bu âyeti zahirî ve lafzî anlamıyla yorumlamışlar, yani gerçekten Firavun'un "Musa'nın ilâhını" görebilmek için veziri Hâman'dan yüksek bir kule yapmasını İstediğini belirtmişlerdir. Râzî (XXVII, 65) ve Şevkânî (IV, 563) gibi bazı müfessirler, Firavun'un bu şekilde Allah'ı göklerde aramak için kule yaptırmak istemesinin, onun son derece cahil ve ahmak oluşuna delalet ettiğini belirtirler. İbn Âşûr'a göre (XXIV, 145-146) aslında Firavun'un bu kuleyi yaptırmaktaki amacı, Allah'ı görebilmek için göklere yükselmek değil, kulenin tepesinde riyazete çekilmek ve böylece, Mûsâ ve Harun'a geldiği belirtilen vahyin[45] kendisine de gelmesini sağlayacak bir ruh olgunluğuna ulaşmaktı. İnziva ve ruhbanlık uygulaması Mısırlı kâhinlerde de vardı; Firavun, tanrıların oğlu ve kâhinlerin koruyucusu olması hasebiyle bu şekilde vahiy alma derecesine yükselmeye Öncelikle kendisinin lâyık olduğunu düşünüyordu. Aslında Musa'nın bahsettiği anlamda bir ilâhın mevcut olduğuna inanmamakla birlikte, aklınca bunu kendi tecrübesiyle de kanıtlamak istiyordu.

Ancak Râzî'ye göre Firavun, dağlardan daha yüksek bir kule yapılamayacağım bilmeyecek kadar ahmak değildi; dolayısıyla maksadı yüksek bir yer bulmak olsaydı kule yaptırmak yerine yüksek bir dağa çıkardı. Gerçekte bir materyalist (dehrî) olan Firavun'un asıl amacı şunu kanıtlamaktı: Bir şeyin varlığım kabul etmek için onu görmek gerekir; en yüksek bir yerden bile Musa'nın sözünü ettiği Tann'yı görmek mümkün olmadığına, O'nu görmenin bir yolu bulunamayacağına göre bu Tann'nm varlığına dair bilgi edinmek de mümkün değildir. Râzî'ye göre bilgi edinmenin sadece bir yoluna (duyu) dayandığı için Firavun'un bu kuşkusu temelsizdir; çünkü bilginin "haber ve düşünme'Men (nazar) oluşan iki yolu daha vardır ve bu yollarla Musa'nın sözünü ettiği Tanrı'nın varlığını kanıtlamak mümkündür (XXVII, 65-66).

Firavun'un kule yapma talebi, Musa'nın tanrı anlayışıyla alay için söylenmiş boş bir söz de olabilir. Muhtemelen Firavun, alaylı ama gerçekte Allah'ın varlığı gibi insanoğlunun en büyük arayışı konusunda son derece çirkin ve yanlış olan bu tür söz ve davranışlardan zevk de alıyordu. "İşte böylece, yaptığı çirkin iş Fİravun'a güzel gösterildi" mealindeki ifadeyle bu hususa işaret edildiği düşünülebilir.

Firavun'un yüksek bir kule yaptırıp oraya çıkarak Allah'ın olup olmadığını anlayacağını söylemesi, halkı kandırmak için bir düzen, bir hile de olabilir. Halk (avara tabakası), Tanrı'nın yukarıda olduğuna inanır. Plana göre Firavun, kimsenin çıkamayacağı bir yüksekliğe ulaşmış, fakat Tanrı'y1 görememiş olacak; inince de "Baktım, göremedim, şu halde Tanrı yok" diyecekti.

"Firavun'un tuzağı", onun kule yaptırma tasarısı olarak açıklanmış ve bu tasarının başarısızlıkla sonuçlandığı, yaptığı harcamaların da boşa gittiği belirtilmiştir. [46] Onun tuzağı, Râzî'nin belirttiği yanlış akıl yürütme metodu veya alaylı ifade ve davranışlarla Musa'nın etkisini azaltma planı da olabilir. [47]

 

38-40. Buradan itibaren 44. âyete kadar devam eden sözlerin Hz. Musa'ya ait olabileceği ileri sürülmüşse de[48]  müfessirlerin çoğunluğunun da kabul ettiği üzere, ifadenin akışından bu sözlerin, Musa'ya inandığım gizli tutmaya çalışan kişiye ait olduğu anlaşılmaktadır.

Önceki âyetlerde bjldirildiğine göre söz konusu kişi, Firavun ve adamlarını, Musa'ya karşı şiddete başvurmalarının kendileri için yanlış olduğu ve tehlikeli sonuçlar doğuracağı hususunda uyararak Mûsâ'nm söyledikleri üzerinde sabır, teenni ve sağduyu İle düşünüp sağlıklı karar vermeye çağırmıştı. Burada ise bu çağrısına uymaları halinde doğru yolu bulacaklarını bildirmektedir. "Doğru yol"dan maksat, dünyanın gelip geçici menfaatlerini aşıp "ebedîlik yurdu" olan âhiret kurtuluşuna götüren yoldur. Bu kurtuluşa ise ilâhî gerçekleri inkâr edip kötülükler yaparak değil, inanıp iyi ve yararlı işler yaparak ulaşılabilir. Bu âyetlerde özellikle şu hususlar dikkat çekmektedir: a) Dünya hayatı ve ondaki menfaatler geçici, âhiret hayatı ve oradaki nimetler ise süreklidir; şu halde dünyayı âhİrete tercih ederek yalnız dünya için yaşamak akıllı bir seçim değildir, b) Âhirette kötülükler sadece dengiyle karşılık bulacak, iyilikler ise "hesapsız nimetler"le ödüllendirilecektir[49]  

c) İyilik olsun kötülük olsun, insanların yaptıklarının karşılığım bulması bakımından Allah katında erkek-kadın ayırımı yapılmayacaktır. Başka bir ifadeyle cinsiyet özellikleriyle uyumlu olarak belirlenmiş ödev ve sorumluluklarını yerine getiren erkekler ve kadınlar, cinsiyet ayınım yapılmadan ödüllendirilecek, kötülük yapanlar da kötülüklerine denk olarak cezalandırılacaktır; çünkü Allah katında insan ve kul olarak erkek ve kadın eşittir. İbn Âşür'un görüşünün aksine (XXIV, 151) burada erkek ve kadının özellikle zikredilmesi, âhirette amellerin karşılığını burması bakımından İki cins arasında ayırım yapılabileceği yönündeki bir kanaati önleme amacı taşımaktadır, d) Yapılan iyiliklerin âhirette karşılığını bulması iman şartına bağlıdır. Allah'a ve âhirete inanmayanların bu dünyada yaptıklarının karşılığı yine bu dünyada elde ettikleriyle sınırlı olup âhiret kurtuluşunu sağlamayacaktır. [50]

 

41-44. Allah'a İman edip gösterdiği yoldan gidenler kurtuluşa erecek, inkâr ve isyanda olanlar ateşe yani cehenneme gideceklerdir. 41. âyette mümin kişinin kurtuluşa, diğerlerinin ise ateşe çağırdıklar ifade buyurulmuş; sonraki âyetlerde bunun açılımı verilmiştir. Mümin kişinin, Allah'a ortak koşulan şeylere dair "hiçbir bilgiye sahip olmadığım şeyler" şeklindeki sözü. "Sizin tanrı kabul ettiğiniz Fi-ravun'un, putların ve daha başka şeylerin tanrı olduğuna dair hiçbir bilgim yoktur, olması da mümkün değildir" anlamına gelir. [51]

Firavun'un Hz. Musa'yı öldürmeye karar verdiğini bildiren âyetin ardından 28. âyette Mûsâ'nm hayatını kurtarmaya çalışan kişinin imanını gizlediği belirtilmişti. Bu son âyetlerden ise bu kişinin artık inancını açıkça ortaya koyduğu ve halkının çok tanrılı dinini reddettiği anlaşılmaktadır. Bu durumda söz konusu kişiyle ilgili âyetlerin uzunca bir zaman İçinde olup bitenleri özetlediği, dolayısıyla onun başlangıçta inancını gizlerken zamanla ya ortamın yumuşaması veya -daha güçlü bir ihtimalle- şartların kendjsini zorlaması nedeniyle inancını açıkça ortaya koyduğu anlaşılmaktadır. Nitekim 45. âyetin, "Nihayet Allah, onların kurdukları kötü tuzaklardan bu kişiyi korudu" mealindeki cümlesi, Firavun tarafının o kişiyle ilgili gerçeği öğrendiklerini ve kendisi hakkında kötü planlar peşinde olduklarını göstermektedir. [52]

 

45-46. Tefsirlerin çoğunda, Firavun taraftarlarının, bu kişinin Hz. Musa'yı tasdik ettiğini öğrenince onu öldürmeye veya işkence etmeye karar verdikleri, ancak Hz. Mûsâ ve îsrâiloğullan'yla birlikte bu zâtın da Mısır'ı terk ederek kurtulduğu belirtilir.

"Firavun ailesini kuşatıp helak eden şiddetli azap", onların hem Kızılde-niz'de boğulmaları hem de âhirette cehenneme atılmaları olarak açıklanır. [53]  "Sabah akşam" sözü, azabın sürekliliğini ifade eden bir deyimdir. Âyetin bu bölümü, "berzah" denilen ölümle kıyamet arasındaki dönemde inkarcıların ruhlarına her gün sabah ve akşam cehennemdeki yerlerinin gösterileceği şeklinde yorumlanmış ve âyetin bu bölümü kabir azabının varlığına delil olarak gösterilmiştir. [54]

 

Meali

 

47. Ateşin içinde birbirleriyle çekişirken zayıfları, büyüklük taslamış olanlara, "Vaktiyle biz size uymuştuk, şimdi bu ateşin hiç olmazsa bir kısmından bizi kurtarabilir misiniz?" dediklerinde; 48. Büyüklük taslayanlar şöyle cevap verirler: "Doğrusu hepimiz onun içindeyiz; artık Allah, kulları arasında hükmünü vermiştir." 49. Ateşte bulunanlar cehennemdeki görevlilere, "Rabbinize dua edin de bir günlüğüne olsun azabımızı hafifletsin!" diye seslenirler. 50. Görevliler, "Peygamberleriniz size açık kanıtlar getirmemiş miydi?** diye sorarlar. "Evet, getirmişti" cevabını verirler. O zaman görevliler, "Yalvarın durun şimdi; ama inkarcıların yalvarmaları boşunadır" derler. 51. Elbette biz, hem dünya hayatında hem de şahitlerin hazır bulunacağı günde elçilerimize ve inanmış kişilere yardım ederiz. 52.0 gün zalimlere mazeretlerinin hiçbir faydası olmaz. Onlar için sadece rahmetten kovul-muşluk vardır ve onlar için kalınacak yerin en kötüsü vardır. [55]

 

Tefsiri

 

47-50. Başka birçok benzerinde olduğu gibi Firavun'un yönetimindeki toplum içinde de âyette "müstekbirler" (büyüklük taslayanlar) denilen, siyasi ve ekonomik güç sahibi bir aristokrat kesimin, bir de bunların etkisinde kalan ve genellikle zayıfların yani mevki ve itibarları düşük olanların[56] oluşturduğu edilgen çoğunluğun bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu ikincilerden, dünyadayken inanç ve eylemlerini kendi özgür iradeleriyle seçmek yerine, baskıcı kesimin talepleri istikametinde hareket edenler, bu tutumları sebebiyle âhirette diğerleriyle birlikte cehenneme atılınca, dünyada onları izlediklerini ve onların yüzünden bu cezaya çarptırıldıklarını dikkate alarak "Şimdi bu ateşin hiç olmazsa bir kısmından bizi kurtarabilir misiniz?" diye soracaklardır. Ancak diğerleri artık gerçeği görmüşler, ne kendilerini ne de başkalarını kurtaracak durumda olmadıklarını anlamışlardır. Esasen, öyle anlaşılıyor ki, istekte bulunanlar da bu gerçeği bilmektedirler. [57]  maksatları ise onların, azahın hir kısmını hile. derecek güçlerinin bulunmadığını ve artık kendileri gibi sadece âciz varlıklar olduklarını yüzlerine vurmaktır.

Bu âyetlerde yüce Allah, Firavun toplumunun akıbetini örnek göstererek insanlığa gerçek özgürlük ve gerçek kurtuluş için şu hayatî uyanlarda bulunmaktadır:

İnsanlar, hasbelkader yüksek bir ekonomik güç, toplumsal ve siyasi statü elde etmiş olan inkarcı ve erdemsiz kesimlerin, baskın gurupların uydusu olmak yerine, kendilerini Allah karşısında sorumlu duruma düşürecek inanç ve davranış konularında özgür bireyler olarak seçimlerini hür iradeleriyle kendileri yapmalıdırlar; aksi halde âhirette "Allah kulları arasında hükmünü verince" artık kimse kimseyi kurtaramayacak, melekler bile yardım isteklerine olumsuz cevap vereceklerdir.

İnsan kendi kurtuluşunu arama görevini kıyamet gününe bırakmamalıdır; çünkü o zaman Allah'ın dilemesi dışında kimse kimseye yardımcı olamayacaktır. Şu halde insan, kurtuluj çarelerini dünyada aramab, bunun için de kendisini yoldan çıkaran içindeki nefsânî arzulara mağlup olmak ve dışındaki saptırıcı baskın
guruplara bilinçsizce bağlanıp peşlerine takılmak yerine, görevi gerçek imanı, üstün ahlâk ve faziletleri öğretmek olan Allah elçisinin sesini dinlemeli, onun getirdiği açık seçik gerçeklere yönelmeli, onun sünnetini yani tertemiz hayat çizgisini izlemelidir. [58]

 

51-52. Allah Teâlâ'nın elçilerine ve inanmış kişilere dünyadaki yardımı, kendilerine düşmanlık yapanlar karşısında onlan er-geç zafere ulaştırması veya onlara kötülük eden düşmanlarını çeşitli felaketlerle cezalandırmasıdır; âhiretteki yardımı da onlan cennetiyle ve en güzel nimetleriyle ödüllendirmesidir. Bu açıklamalar, Mekke döneminde inkarcıların maddî ve manevî baskılarıyla büyük acılar çeken müslümanlara teselli ve ümit aşılama amacı taşımaktadır. Bu âyetlerin inmesinden birkaç yıl sonra Medine döneminde müslümanlar bu vaadlerin dünya ile il-gİli olanlarına bir bir kavuşmuşlardır. [59] meti" olarak açıklamıştır. (III, 374); Râzî de insanların yapıp ettiklerine şahit olan melek, peygamber ve mümin olarak herkesin kastedildiğini belirti. [60]

 

Meali

 

53-54. Andolsun biz Musa'ya hidâyet vermiş; akıl iz'an sahipleri için bir yol gösterici ve hatırlatın olmak üzere İsrâiloğulları'nı da kitaba mirasçı kılmıştık, 55. Sen şimdi sabret, çünkü Allah'ın vaadi mutlaka gerçekleşir; günahının bağışlanmasını iste ve sabah akşam Rabbini hamd ile teşbih et. 56. Ellerinde hiçbir kesin bilgi olmadan Allah'ın âyetlerini tartışmaya kalkışanlara gelince, onların içlerinde, asla sonuna eremeyecekleri bir kibirden başka bir şey yoktur. Öyleyse sen Allah'a sığın; kuşkusuz her şeyi işiten, gören yalnız O'dur. 57. Göklerin ve yerin yaratılması elbette ki insanların yaratılmasından daha büyük bir olaydır ama insanların çoğu bunu bilmez, 58. Görenle görmeyen bir olmaz, inamp iyi işler yapanla kötülük yapan da bir değildir. Ne kadar kıt düşünüyorsunuz! 59. Kıyametin vakti mutlaka gelecek, bunda kuşku yok! Ama insanların çoğu buna inanmıyor. 60. Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana dua edin, kabul edeyim. Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler, aşağılanmış olarak cehenneme gireceklerdir! [61]

 

Tefsiri

 

53-54, Yüce Allah, yukarıda peygamberlerine ve diğer inananlara dünyada ve âhirette yardım edeceğini bildirmişti. O'nun yardımına nail olanlara bir Örnek olarak burada Hz. Mûsâ ve onunla birlikte Fİravun'un elinden kurtulup yurtlarına kavuşan İsrâİloğullan'nın durumuna değinilmektedir. Zemahşerî, Musa'ya verilen "hidayet'ln, mucizeler, Tevrat ve şeriat gibi dinle ilgili ilâhî lütuflar olduğunu belirtir (III, 375), Râzî ise şunlardan biri olabileceğini söyler: a) Allah'ın Musa'ya verdiği, dünya ve âhirette faydası bol olan ilim, b) Musa'nın Firavun ve adamları karşısında üstün gelmesini sağlayan kanıtlar (mucizeler), c) İnsanlara verilmiş en büyük paye olan peygamberlik, d) Tevrat (XXVII, 77).

"İsrâiloğullan'nı kitaba mirasçı kıldık" ifadesi, Musa'nın vefatıyla ona verilen Tevrat'ın yok olup gitmediğine, aksine nesiller boyunca yaşatıldığına işaret etmektedir. Kısacası Allah'ın dinini tanımayan ve peygamberine düşmanlık edip onu öldürmeye kalkışan Firavun ve onun yolunu izleyenler yok olup giderken Mû-sâ kavmiyle birlikte Kızıldeniz'i geçmiş; Tûr'da Tevrat'a mazhar olmuş; yol gösterici ve ilâhî gerçekleri hatırlatıcı olan bu kitap ve onun ortaya koyduğu din Musa'dan sonra da var olmaya devam etmiştir. İşte bütün bunlar, 51. âyette bildirilen ilâhî yardım sayesinde gerçekleşmiştir. [62]

 

55. "Allah'ın vaadi", peygamberlerine ve inananlara mutlaka yardım edeceğine dair 51. âyetteki sözüdür. Mekke döneminin en sıkıntılı günlerinde indiği anlaşılan bu âyetlerde Hz. Muhammed'e, "Sen şimdi sabret" buyumlarak, Mûsâ ve ona inananlar hakkında elduğu gibi kendisi ve ümmeti hakkında da bu vaadin mutlaka gerçekleşeceği müjdelenmektedir.

Âyette Hz. Peygamber'den, günahının bağışlanması için dua etmesi İstenmektedir; Fetih sûresinde ise ona gelmiş geçmiş bütün günahlarının bağışlandığı müjdelenmiştir. Müfessirler bu durumu, Mümin süreninin Fetih sûresinden önce inmiş olduğuna kanıt göstermişlerdir. Bu sûrenin Fetih'ten önce indiği kesin olmakla birlikte gösterilen bu kanıt isabetli değildir. Nitekim en son inen sûrelerden olan Nasr sûresinde de Resûlullah'a, Allah'ı hamd ile teşbih ederek O'ndan mağfiret dilemesi emredilmektedir.

İslâm inancına göre diğer peygamberler gibi bizim peygamberimiz de masum (günah işlemekten korunmuş) olduğu için bazı müfessirler "Günahının bağışlanmasını dile" buyruğunun, peygamberlikten önceki hatalarıyla ilgili olduğunu veya bu buyruğun asıl muhatabının Resûlullah'm şahsında onun ümmeti olduğunu İleri sürmüşlerdir. Ancak bize göre Peygamber'i bu buyruğun dışına çıkarma çabalan pek anlamlı görünmemektedir. Zira her şeyden önce tövbe ve istiğfar da birer ibadettir. Nitekim Resûlullah, kendisinin günde yetmiş veya yüz kere istiğfar ettiğini yeminle ifade etmiştir. [63]

Bazı müfessirler ""Sabah akşam Rabbini hamd ile teşbih et" cümlesiyle ikindi ve sabah namazlarının veya beş vakit namazın farz kılınmasından önce uygulanan iki vakit namazın kastedildiğini ileri sürmüşlerse de [64] İbn Âşûr'un da haklı olarak belirttiği gibi (XXIV, 171) bu âyetin namazın farz olması veya namaz vakitleriyle ilgisi yoktur; Nasr sûresinde olduğu gibi burada da sadece hamd, teşbih ve istiğfar emredilmiştir. [65]

 

56. Zemahşerî, âyetteki kibir kavramını, "önder ve lider olma isteği, herkesten üstün olma arzusu" şeklinde tanımladıktan sonra özetle şu açıklamayı yapar: Peygamber'in inkarcı düşmanları, onun kendilerinden daha çok İtibar kazanıp ileride kendilerini yönetimi altına almasından kaygı duydukları için ona düşmanlık
duygulan besliyor; ortaya koyduğu kanıtları reddediyorlardı. Çünkü peygamberlik bütün liderliklerden üstündü (III, 375).

Âyet şu gerçeğe de işaret etmektedir: İnsan, bir konuda iki sebeple tartışmaya girişebilir, a) Kesin bilgi ve kanıt (sultân), b) Kibir duygusu. Kur'an üzerine tartışmaya girişenlerin tartışma sebepleri, akıl ve bilgi temeline değil, kibir duygusuna dayanıyordu. Onlar, Hz. Peygamber'e tâbi olmayı; daha önce müslüman olan, içlerinde kölelerin, cariyelerin de bulunduğu sıradan insanların arasına katılmayı kendilerine yediremiyorlardı. Kur'an'a karşı mücadele verirken amaçları Resûl-i Ekrem'in peygamberliğini başarısız kılmak, bu suretle onun yönetim ve önderliğini imkansız hale getirerek putperest geleneğin kendilerine sağladığı statüyü devam ettirmekti. İşte "asla ulaşamayacakları" ifadesiyle onların bu amaçlarının gerçekleşmeyeceğine, kibirlerinin bir kuruntudan öteye geçmeyeceğine; temsil ettikleri şirk zihniyetinin -büyümek şöyle dursun- giderek küçüleceğine ve ortadan kalkacağına işaret edilmiştir.

Âyette özetlenen tavır, Câhiliye Arabi'nin baskın özelliği olmakla birlikte sadece o topluma ve o döneme mahsus olmayıp günümüzde de görülen hem bireysel hem toplumsal bir insanlık sorunudur. Kendilerini, soylu, uygar, kültürlü, aydın, çağdaş vb. sıfatlarla niteleyenlerden bazılarının, bu kavramların dışında tuttukları geniş kitlelerin inanç, değer, görüş ve yaşama tarzlarını açıkça veya dolaylı biçimde aşağılamaları aynı ilkel büyüklenme duygusunun aynı veya farklı görüntülerle dışa yansımasıdır. Genellikle seçkinlik iddiasında bulunanların, kendilerine daha çok söz, daha çok oy, daha çok özgürlük, daha çok imkan sağlanması gerektiği yönündeki anlayışları da yine bu duygunun tezahürlerindendir. İşte Kur'an en çok bu haksız ve zalim zihniyetle mücadele etmiştir; çünkü bu anlayış, esas itibariyle insanın ve iyi, doğru olan insana yaraşır değerlerin aşağılanmasıdır. [66]

 

57. Müşrikler, Öldükten sonra tekrar dirilmeyi imkansız görüyor, bu sebeple âhirete inanmıyorlardı. Allah'ın âyetleri hakkında tartışma yaparken en çok üzerinde durdukları konulardan biri de bu idi. Bunu o kadar imkansız görüyorlardı ki, "Çürüyüp paramparça olduğunuzda yeni bir yaratılışa konu olacağınızı iddia eden
bir adam gösterelim mi size!" [67]diyerek Peygamber'le alay ediyorlardi. Ama onlar, yeniden dirilmeyi imkansız görürken gökleri ve yeri Allah'ın yarattığına da inanıyorlardı. Oysa -Allah hakkında bir güçlükten söz edilemezse de-insan mantığı açısından bakıldığında göklerin ve yerin yaratılması insanoğlunun ikinci kez yaratılmasından daha güçtür. [68]

 

58-59. "Kör"den maksat, kibir, kıskançlık gibi kötü duygulara, sübjektif sebeplere veya taklide dayanarak hükümler veren; "gören"den maksat da akıl ve bilgiye, doğru kanıtlara dayanarak hükümler verendir. [69] Razı, "Ne de kıt düşünüyorsunuz" Mealindeki eleştiri cümlesini özetle şöyle açıklar: Aslında onlar, bilginin bilgisizlikten, erdemli işin erdemsiz işten daha iyi olduğunu bilirler; fakat bir inanç ilkesinin doğru bilgiye mi dayandığı, yoksa asılsız mı olduğu; bir işin erdemli mi erdemsiz mi olduğu hususunda yeterince düşünmezlerdi. Kıskançlık kalplerini kör eder; bu yüzden bilgisizlik ve taklidi bilgi, kin ve kibri de erdem zannederlerdi (XXVII, 79-80). İşte o dönemde Mekke toplumunun çoğunluğunu oluşturan inkarcıların, geleceği kesin olan kıyamete inanmamaları da böyle bir zihin ve ahlâk bozukluğunun sonucuydu. [70]

 

60. Yukarıda inkarcıların, yeniden dirilme ve âhiret hayatı konusundaki kuşkuları reddedilmiş; bilginin cahillikle, İyi ij yapanların kötülük yapanlarla bir tutulamayacağı belirtilmiş; ardından "Kıyamet saati mutlaka gelecektir" buyurula-rak hem putperestlerin bu husustaki inkârları reddedilmiş hem de orada kurtuluşun Allah'ın âyetlerine, özellikle âtıiretle ilgili açıklamalara içtenlikle inanan ve iyi işler yapanların hakkı olduğuna işaret edilmişti. Burada ise inkarcılara kurtarıcı bir çağrıda bulunulmaktadır.

Taberî, "Bana dua edin" buyruğunu, "Bana kulluk edin; ibadeti benden başkasına, putlara ve başka şeylere değil, sırf bana yapın ki duanızı kabul edeyim; size rahmetimle muamele edeyim ve sizi bağışlayayım" şeklinde açıklamıştır. Bu yorumdan anlaşıldığına göre âyetteki dua kavramı ibadeti de kapsamaktadır. Âyetin devamındaki ibadetle ilgili cümle de bu yorumu desteklemektedir. Hz. Pey-gamber'în "Dua ibadetin kendisidir" buyurduğu, ardından da bu âyeti okuduğu bildirilmiştir. [71] Hatta ünlü âlim Süfyân-ı Sevrî, günahlardan uzak durmanın bile dua olduğunu belirtmiştir. [72]  İşte âyette, başta Kur'an'ın ilk muhatapları olmak üzere inkarcılar, bu geniş anlamda Allah'a dua etmeye ve O'ndan karşılık almaya çağınlmakta; ardından bu çağrıya uymak yerine, hâlâ kör bir inatla büyüklük taslayıp Allah'a kulluk etmeyi ve Resûlul-lah'ın getirdiği dinin kurallarına teslim olmayı kendilerine yediremeyenlerin varacakları son yerin, zelil ve hakir vaziyette girecekleri cehennem olduğu haber verilmektedir. [73]

 

Meali

 

61. İçinde dinlenesiniz diye geceyi, görmeniz için de gündüzü yaratan Allah'tır. Şüphesiz Allah insanlara karşı lütufkârdır, ama insanların çoğu şükretmez. 62. İşte Rabbiniz olan Allah; her şeyin yaratıcısı olan O'dur. O'ndan başka tanrı yok. Öyleyse nasıl olup da saptırılıyorsunuz! 63. Allah'ın âyetlerini inatla inkâr edenler işte böyle saptırılmaktadır. 64. Yeryüzünü sizin için yerleşim alanı yapan, göğü de (üstünüze) bina eden, size şekil veren, şeklinizi de güzel yapan ve sizi temiz nimetlerle rızıklandıran Allah'tır. İşte Rabbiniz olan Allah; âlemlerin Rabbi olan Allah yüceler yücesidir, 65. O diridir, O'ndan başka tanrı yoktur. Şu halde içten bir dindarlık ve bağlılıkla O'na dua edin. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. [74]

 

Tefsiri

 

61-64. Allah'ın, gecesiyle gündüzüyle, yeriyle göğüyle tabiatın kuruluş ve düzenini insanoğlunun varlığına ve yaşamasına ne kadar elverişli kıldığına, aynca insanın yaratılışındaki uyum ve güzelliğe dair özet bilgi verilerek insanlığı Allah'a dua ve ibadet etmeye çağıran 60. âyetin gerekçesi gösterilmektedir.

Zamanımızda Özellikle elektriğin yaygın kullanımı sayesinde geceleri de kısmen aydınlık hale gelebilmekle beraber hiçbir yapay ışık ve aydınlatma aracının güneşe olan ihtiyacımızı tümüyle ortadan kaldırması mümkün değildir. Aynca gerek elektriğin keşfi gerekse diğer ışık ve ısı imkanlarının geliştirilmesi, Allah'ın tabiata hâkim kıldığı düzen ve insana verdiği akıl sayesinde mümkün olmaktadır. Şu halde Allah'a dua, ibadet ve şükretmeyi gerektiren bütün sebepler devam etmektedir ve edecektir. Buna rağmen belirtilen türden nimetlerin anlamını ve değerini kavrayıp şükrünü eda edenler bulunduğu gibi bazıları bu lütuflann sahibi olan Allah'ı inkâr eder, bazıları da mümin olmakla birlikte gafletlerinden dolayı şükürde kusur ederler. [75]

Allah insanları yaratmakla yetinmiyor, 64. âyette belirtildiği üzere, ayrıca temiz nimetlerle hayatlarım sürdürme imkanlarını bahşediyor. Şu halde hem bizi yarattığı için hem de bu imkan ve nimetleri lütfettiği için O'na şükretmeliyiz. Çünkü bizim Rabbimiz, keza âlemlerin yani var olan her şeyin yaratanı, yaşatanı ve yöneteni yalnızca O'dur. Gerek Kur'an'm ilk muhatapları olan putperest Arap-lar'ın sözde tanrıları, gerekse ne türden olursa olsun tanrı yerine konup tapılan yahut taparcasına bağlanılan başka şeyler O'nuiı karşısında birer hiçten ibarettir. [76]

 

65. Allah'a nispet edilen bütün tesirler, yetkiler ve lütuflar öncelikle O'nun hayat sıfatına sahip olmasıyla izah edilebilir. Cansız bir varlıktan (meselâ kendilerine tanrısal nitelik ve işlevler nispet edilen putlardan) bu fiiller beklenemez. Bu nedenle Tanrı'da hiçbir sıfat bulunmadığını ileri süren Aristo gibi bazı filozoflar bile hayat sıfatını bundan istisna etmişlerdir.

60. âyette Allah Teâlâ, kullarını kendisine dua ve ibadet etmeye davet etmişti; 65. âyette de aynı çağrı tekrarlanmakta; ayrıca bu duanın tam bir dindarlık ve derin bir samimiyetle yalnız Allah'a yöneltilmesi emredilmektedir. Şu halde inançta olduğu gibi dua ve ibadette de şirkten korunmak, Allah istemeyince hiç kimsenin hiçbir iyiliğe, yardıma gücünün yetmeyeceğini bilmek gerekir. Kuşkusuz insanlardan da yardım görürüz; ancak bu beklentilerin makul ölçülerde tutulması, mahlûkun hâlık yerine konmaması gerekir[77]

 

Meali

 

66. De ki: "Rabbîmden bana açık kanıtlar gelince sizin Allah'ın dışında dua ettiğiniz şeylere tapmam bana yasaklandı ve kendimi âlemlerin rabbine teslim etmem emredildi." 67. Sizi toprak, sonra nutfe, sonra alaka aşamalarından geçirerek yaratan O'dur. Sonra O sizi bir bebek olarak hayat alanına çıkarır; ardından güçlü çağınıza ulaşıncaya, sonra da yaşlılar haline gelinceye kadar sîzi yaşatır; içinizden bazıları bundan önce vefat eder. Sonuçta belli bir vakte kadar yaşamaktasınız. Umulur ki (bunlar üzerine) akıl yorarsınız. 68. Yaşatan da öldüren de O'dur. Bir işe hükmettiğinde o konuda sadece "Ol!" der ve oluvetir, 69. Görmez misin, Allah'ın âyetlerim tartışmaya kalkışanları; gerçeklerden nasıl da uzaklaştırılıyorlar! 70. Kitabın ve elçilerimize gönderdiklerimizin asılsız olduğunu savunanlar, evet onlar ileride gerçeği anlayacaklar! 71-72.0 zaman boyunlarında halkalar ve zincirler bulunur vaziyette şiddetli ateşe sürüklenirler; ardından da ateşte yakılırlar. 73-74. Sonra onlara, "Vaktiyle Allah'ın dışında tanrısal nitelikler yüklediğiniz şeyler şimdi nerede!" denir. "Bizi bırakıp kayboldular. Meğer vaktiyle gerçek bir varlığa tapmıyormuşuz" derler. İşte Allah inkarcıları böyle şaşkın ve çaresiz bırakır. 75. **Bu duruma düşmenizin sebebi, vaktiyle haksız olarak böbürlenmeniz ve şımarntanızdır. 76. İçinde ebedî kalmak üzere cehennem kapılarından girin içeri!" Büyüklük taslayanların kalacakları yer ne kötü! [78]

 

Tefsiri

 

66. Hz. Muhammed (s.a.) peygamberlikten önce ve sonra, hayatının hiçbir döneminde puta tapmamış; daima Allah'ın birliğine inanmıştır. Bu nedenle müfes-sirler, "Rabbimden bana açık kanıtlar gelince sizin Allah'ın dışında dua ettiğiniz şeylere tapmam bana yasaklandı" cümlesinden, bu kanıtlar gelmeden önce Pey-gamber'in Allah'tan başka bir şeye taptığı gibi bir anlam çıkarılmaması gerektiğini önemle belirtmişlerdir. Hz. Peygamber, kendisine vahiy gelmeden önce de aklıyla Allah'ın birliği inancına ulaşmış, daha sonra bu inancı onaylayan ve şirki yasaklayan vahiy gelmiştir.

"Açık kanıtlar" diye çevirdiğimiz "beyyinât" kelimesini Taberî, "Allah'ın, Re-sûlü'ne indirdiği kitabın âyetleri" (XXIV, 82); İbn Atıyye, "vahiy ve hidâyet" (IV,566); Şevkânî "aklî ve naklî deliller" (IV, 572) şeklinde açıklamışlardır. Zemahşe-rî bu hususta Özetle şu açıklamayı yapar: Resûhıllah, rabbinden kendisine açık kanıtlar (beyyinât = âyetler) gelmeden önce de aklî kanıtlara dayanarak putlara tapmaktan uzak durmuştu. Fakat açık kanıtlar aklî kanıtlan destekleyip daha da güçlendirdiğine ve onların sözle ifadesini içerdiğine göre "beyyinât" kelimesi hem aklî kanıtlan hem de vahyi (sem') içine almış olmakta; böylece âyette her iki kanıta da delâlet eden bir ifade zikredilmiş bulunmaktadır (III, 377). Âyette Resûlullah'a böyle bir açıklama yapması buyurulurken sadece onun kendi inancını dile getirmesi istenmemekte, aynı zamanda ve daha da önemli olarak, onun muhatapları da bu açık kanıtlar sayesinde kendi İnançlarını gözden geçirmeye davet edilmektedir. [79]

 

67. Önceki âyette geçen "açık kanıtlar"a bir örnek olmak üzere insanın yaratılış süreci özetlenmektedir. Topraktan yaratılmanın Hz. Âdem'le ilgili olduğu belirtilir.[80] Ancak.Râzî'ninde kaydettiği gibi (XXVII, 85) ifadeyi Hz. Âdemle sınırlamaya gerek yoktur; zira bütün canlıların üremesf, beslenmesi ve yaşaması da toprak sayesinde mümkün olmaktadır. [81]

 

68. Yukarıdaki kanıtlardan, yaşatanın da öldürenin de Allah olduğu sonucu çıkmaktadır. Âyet, Allah’ın gerek yaratma ve öldürmede gerekse diğer fiillerinde asla güçlük ve zahmet çekmeyeceğini ifade etmektedir. O’nun iradesi “Ol!” buyruğuyla tecelli edince irade ettiği şey, zahmetsiz, külfetsiz ve eksiksiz oluverir. Bu ifadede dolaylı olarak putperestlere, ‘Tanrısal nitelikler yüklediğiniz şeylerin böyle bîr gücü var mıdır!” anlamında bir uyan da bulunmakta, böylece İslâm’ın ana ilkesi olan tevhid inancına vurgu yapılmaktadır. [82]

 

69-76. Yukanda İnkarcıların inanmalarını sağlamak maksadıyla bazı aklî deliller ortaya konduktan sonra, buna rağmen hâlâ “Allah’ın âyetlerini tartışmaya kalkışanların, O’nun kitabını ve peygamberlere gönderdiklerini asılsız saymakta ısrar edenlerin hrette içine düşecekleri acıklı durum özetlenmektedir.

69. âyetteki “Allah’ın âyetleri” ifadesini Taberî, “Allah’ın hükümleri veâyetleri” (XXIV, 82); İbn Atıyye, “Hz. Muhammed’in peygamberliği ve ona gelen kitap” (IV, 568) şeklinde açıklamışlardır. Sûrede “Allah’ın âyetlerini tartışmaya kalkışanlar” anlamındaki ifade beş kez tekrar edilmiş; böylece bir bakıma putperestlerin bu tutumlarında ne kadar ısrarcı olduklan ve bunun kendileri için vazgeçilmez bir dava olduğu vurgulanmıştır. Kuşkusuz onlann bu inatçı tutumlanmn sebebi, Allah’ın âyetlerinde şirk inancını çürütme, tevhid inancını yerleştirme ko nusunda ısrar edilmesidir.

67. âyette insanın yaratılışı Allah’ın gücüne ve hikmetine kanıt olarak gösterilirken “Umulur ki (bunlar üzerine) akıl yorarsınız” buyurularak aklını doğru kullananın sahih inanca ulaşacağına işaret edilmişti. 69. âyetin sonunda ise inkarcıların, Allah’ın âyetlerini tartışmaları, onlarla mücadele etmeye kalkışmaları, “gerçeklerden nasıl da uzaklaştınlıyorlar!” şeklinde meçhul (edilgen) bir fiil ile dile getirilmiştir. Buna göre eğer insan, inancını ve hayat çizgisini, temel insanî özelliği olan aklından destek alarak belirlemiyorsa mutlaka çeşitli olumsuz dış ve iç motiflerin etkisinde kalacak, akıllı ve özgür seçim yapamayacak ve sonuçta o motifler tarafından saptınlacaktır. Kur’an’ın her vesileyle gösterdiği gibi Mekke müşriklerinin İslâmî tebliğler karşısındaki tutumları da genellikle bu şekilde idi. Ayrıca tarihin her döneminde ve günümüzde de pek çok insanda bu zaaflar görülmektedir. Nefsanî duygular, çıkar hesaplan, ideolojik saplantılar, yayın araçlarının yoğun şartlandırmaları gibi pek çok olumsuz İç ve dış âmiller insanları, 70. âyette belirtilen ilâhî kitaplardan ve onlardaki inanç, değer ve hayat ölçülerinden uzaklaştırmakta; nice yanlışları doğru, iyileri kötü, bâtılları hak göstermekte; onları –farkında olarak veya olmayarak- “Allah’ın âyetleri”ne, ilâhî hakikatlere ve bunların taraftarlarına karşı mücadeleye yönlendirmektedir.

Ama âhiret bütün hakikatlerin gün ışığına çıktığı, hakkın yerini bulduğu kusursuz bir adalet ve yargı günüdür. Bu sebeple 74. âyette belirtildiği üzere sahte tanrılar, bağlılarını mahşerde yüzüstü bırakıp ortadan kaybolacak; onların gerçekten tapmaya değer şeyler olmadığı en sadık bağlılannca da anlaşılıp itiraf edilecektir. Bu dünyada günahları ve erdemsiz yaşayışlanyla haksız yere böbürlenip şı-maranlar; nefislerini ve sıradan nesneleri veya kimi insanları tanrılaştıracak kadar alçalırken Allah’a kul, Peygamber’e ümmet olmaya davet edilince bunu nefislerine yediremeyİp kibre kapılanlar, hrette boyunlarında halkalar ve zincirlerle al-çaltılmış bir vaziyette cehennemi boylayacaklardır. [83]

 

Meali

 

77. Sen şimdi sabret; Allah’ın vaadi mutlaka gerçekleşecek. Muhakkak ki biz, onlara vaktiyle bildirip uyarıda bulunduğumuz şeylerin bir kısmını (ölmeden) sana göstereceğiz, (bir kısmını da görmeden) seni vefat ettireceğiz; ama onlar da sonunda bize dönecekler! 78. Senden Önce de elçiler gönderdik; onlardan sana hayat hikâyelerini anlattıklarımız var, anlatmadıklarımız var. Allah’ın izni olmadıkça hiçbir elçi âyet getiremez. Allah’ın buyruğu geldiğinde artık hak yerini bulmuştur ve ilâhî hakikatleri yok etmeye kalkışanlar hüsrana uğramışlardır. 79. Kimine binesiniz, kiminden yiyecek elde edesiniz diye sizin için hayvanları yaratan Allah’tır. 80. Onlarda sizin için daha nice faydalar vardır; gönüllerinizdeki bir arzuya onlara binerek ulaşırsınız; onları da gemileri de taşınma aracı olarak kullanırsınız. 81. Allah size kanıtlarını gösteriyor. Allah’ın kanıtlarının hangisini inkâr edebilirsiniz! 82. Yeryüzünde gezip de kendilerinden önce yaşamış olanların akıbetlerini görmezler mi? Onların sayısı bunlardan daha çoktu, daha güçlülerdi, yeryüzündeki eserleri de daha sağlamdı. Ne var ki yine de kazandıkları onları kurtaramadı. 83. Elçileri onlara açık seçik kanıtlar getirdiklerinde, sahip oldukları bilgileriyle böbürlendiler. Ama alay ettikleri şey onları kuşatıverdi! 84. Dehşetli cezamızı gördüklerinde, “Allah’ın birliğine inandık, vaktiyle tanrısal nitelikler yüklediğimiz şeyleri de reddediyoruz” derler. 85. Ama azabımızı gördüklerinde artık inanmaları kendilerine fayda vermeyecektir; Allah’ın, kulları hakkında öteden beri uygulanan yasası böyledir. İşte o zaman artık inkarcılar hüsrana uğramışlardır. [84]

 

Tefsiri

 

77. Bu sûrede ağırlıklı olarak "Allah'ın âyetlerini tartışmaya kalkışanlar"dan, o âyetlere karşı mücadele verenlerden söz edildi. Genellikle Mekke putperestlerinin aristokrat tabakasından oluşan bu kesimin karakterleri, tutumları, amaçları ve cezalan üzerinde duruldu; müslümanlardan üstün oldukları vehmi, bundan duydukları sevinç ve şımarıklıktan söz edildi. Kuşkusuz inkarcıların bu haksız tutumları Hz. Peygamber'i ve diğer müslumanları derinden üzüyordu. İşte âyette Hz. Peygamber'e Allah'ın vaadinin mutlaka gerçekleşeceği hatırlatılarak bu tutumlar karşısında sabırlı olması öğütlenmektedir. Âyetin devamından, bu vaadin iki yönüne işaret edilmektedir. Öncelikle onların yaptıkları yanlarına kalmayacak, cezalarının bir kısmını bu dünyada, ya Resûlullah hayattayken veya onun ölümünden sonra verilecek; bir kısmı da âhirette, Allah'ın huzuruna vardıklarında uygulanacaktır. Nitekim bu âyetlerin inmesinden birkaç sene sonra, Medine döneminin ba
şında Bedir savaşında müslümanlann putperest düşmanları karşısında elde ettikleri zaferle dünyadaki ceza süreci başlamış, bunu başka cezalar takip etmiştir. [85]

 

78. Resûlullah'a, önceki peygamberlerin de benzer sıkıntılarla karşılaştıkları hatırlatılmaktadır. Allah, onların bazıları hakkında Kur'an'da bilgi vermiştir, ama bilgi verilmeyenler de vardır. Sonuçta bütün peygamberler temelde aynı İnanç, ibadet ve hayat ilkelerini tebliğ ve temsil etmişler; fakat hepsinin düşmanları olmuş, acı ve sıkıntı çekmişlerdir. Ama vakti gelince Allah hükmünü vermiş, hak yerini bulmuştur,

"Allah'ın izni olmadıkça hiçbir elçi âyet getiremez" cümlesindeki âyet kelimesi genellikle mucize olarak açıklanmıştır, İnkarcılar, Hz. Peygamber'i güç durumda bırakmak için ondan bazı olağanüstü işler başarmasını isterlerdi. Burada bu tür olayların ancak Allah'ın dilemesiyle gerçekleşebileceği bildirilmektedir. [86]

 

79-81. Allah'ın âyetlerini tartışma, onlarla mücadele etme cüretini gösteren müşriklere, o günün şartlarında yararlandıkları başlıca imkanları kendilere bahşedenin Allah olduğu hatırlatılmakta; bu lütuflann sahibine saygı duyup ona teslim olmaları gerektiğine işaret edilmektedir.

En'âm kelimesi özellikle deve, daha genel olarak da deve ile birlikte sığır, koyun ve keçi türlerini ifade etmek üzere kullanılır. [87] Zemahşerî, "Gönüllerinizdeki bir arzuya onlara binerek ulaşırsınız" mealindeki cümleyi şöyle açıklar: Maksat, hac yolculuğu ve savaş sırasında uygun hayvanlara binmek; dinin yaşatılması ve ilim tahsili için bu hayvanlarla ülkeden ülkeye dolaşmaktır (III, 379). [88]

 

82-83. Allah'ın âyetlerini tartışmaya, onlarla mücadele etmeye çalışanlara bu sûredeki son bir uyarıdır. Mekke putperestleri genellikle sayılarının çokluğuna, maddî güçlerine, sosyal statülerine güvenerek şımarıp azgınladırlar; Peygamber ve diğer müslümanlar karşısında inkarcı, alaycı ve baskıcı bir tavır takınırlar; bir gün müslUmanlara mağlup olacaklarına ihtimal bile vermezlerdi. İşte burada tarih şahit gösterilerek onların büyük bir yanılgıya düştükleri hatırlatılmaktadır. Arap-lar'm özellikle varlıklı tüccar kesimi, eski uygarlıkların zengin izlerinin bulunduğu ülkelere ticarî yolculuklar yaparlardı. Bu sebeple 82. âyette "Yeryüzünde gezip de kendilerinden önce yaşamış olanların akıbetlerini görmezler mi?" buyurulmuştur, Yani onlar, tarihin ibret levhalarını görüyor, fakat bunlardan gereken dersi çıkaracak şekilde zihin yormuyorlardı. [89]

 

84-85. Vaktiyle maddî güçlerini, eserlerini, sosyal ve siyasî konumlarını haklılıklarının dayanağı zanneden azgın topluluklar, nihayet sapkınlık ve zulümlerinin sonucu olarak çeşitli felâketlerle yüz yüze gelince güçlerinin kendilerini kurtaramadığını görmüşler; peygamberlerinin ortaya koyduğu tevhid inancını benimsediklerini açıklamışlarsa da "inanmaları kendilerine fayda vermemiştir." Çünkü, Şevkânî'nin de belirttiği gibi (IV, 575) bu, özgürce ve gayba inanma değil, zorunlu ve görüneni, yaşananı bir kabul idi, bu sebeple de inanmalarına itibar edilmemiştir. Sûre, bunun ilâhî bir yasa olduğunu, bu yasayı dikkate almayıp inkârlarını sürdürenlerin hüsrana uğradıklarını belirten önemli uyarıyla son bulmaktadır. [90]

 



[1] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/555.

[2] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/555.

[3] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/555-556.

[4] Bakara 2/255

[5] Tirmizî, "Sevâbü'l-Kur'ân", 2

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/556.

[6] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/556-557.

[7] bilgi için bk. el-Bakara2/1

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/557.

[8] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/557.

[9] İbn Âşûr, XXIV, 83

[10] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/557.-558.

[11] bk. Râgıb el-Isfahanı, el-Müfre-dât, "arş" md.; Yusuf Şevki Yavuz, "Arş", Dİ A, III, 408; ayrıca U. A'râf 7/54

[12] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/558-559.

[13] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/559-560.

[14] Râgıb ei-Isfahânî, ez-Zerî'a ilâ mekârimi'ş-şerîa, s. 346; Gazzâlî, İhya, III, 167

[15] Zemahşerî, HI, 363; Râzî, XXVII, 38; İbn Âşûr, XXIV, 96

[16] Bu konuda bilgi ve özellikle reenkarnasyon (tenasüh) görüşü yönündeki yorumların reddî için bk. Bakara 2/28

 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/560.

[17] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/561.

[18] meselâ bk. Râzî, XXVII, 42-43; Şevkânî, IV, 555; İbn Âşûr, XXIV, 106-107

[19] Zuhruf 42/52

[20] Zemahşerî, III, 365; Şevkânî, IV, 555; îbn Âşûr, XXIV, 109

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/561-561.

[21] Razî, XXVII, 46-47

[22] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/562-563.

[23] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/563.

[24] Zemahşerî, IH, 366

[25] Bahân, "İman",41; Müslim,“İmare”,155

[26] Nesâî, "Kıyâmü'1-leyl", 63; İbn Mâce, "İkame", 177

[27] bk. Buhârî, 'Talâk", 11; Müslim, "İman", 201,203,204

[28] İhya, IH, 42

[29] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/563-564.

[30] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/564.

[31] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/566-567.

[32] İbn Atıy-ye,IV,554

[33] özellikle bk. Bakara 2/40-93; A'râf 7/103-171

[34] bk. A'râf 7/104; Tâhâ 20/47

[35] bk. Kasas 28/6,76

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/568.

[36] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/568-569.

[37] Zemahşerî, IH, 368; Râzî, XXVII, 58

[38] Buhân, "Tefsir", 40/1; Müsned, II, 204

[39] Bezzk, Müsned, ll\, 15

[40] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/569-570.

[41] İbn Âşûr, XXIV, 135

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/570.

 

[42] Yûsuf 12/37-38

[43] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/570-572.

[44] bk. Taberî, XXIV, 64-65

[45] Tâhâ 20/48

[46] Taberî, XXIV, 66

[47] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/572-573.

[48] bk. Şevkânî, IV, 560-561

[49] bitgi İçin bk. el-En'âm 6/160

[50] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/573.

[51] Şevkânî. IV. 561

[52] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/574.

[53] İbn Atıyye, IV, 562; Şevkânî, IV, 566

[54] bk. Râzî, XXVII, 73; Şevkânî, IV, 566

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/574.

[55] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/575.

[56] İbn Atıyye, IV, 563

[57] Razı. XXVII. 741

[58] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/575-576.

[59] Taberî, XXIV, 74-75; İbn Atıyye, IV, 564

[60] XXVII, 76; Muhammed ümmetinin şahitliği konusunda bk. Bakara 2/143

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/576.

[61] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/577.

[62] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/577-578.

[63] Buhârî, "Da'avât", 3; Müsned, IV, 211; bu konuda ayrıca bk. Fetih 48/1-7

[64] bk. İbn Atıyye, IV, 565; Sevkânî, IV, 569

[65] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/578-579.

[66] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/579.

[67] Sebe' 34/7

[68] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/579-580.

[69] Râzî, XXVII, 79

[70] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/580.

[71] Tirmîzî, "Tefsîr", 40

[72] İbn Atıyye, IV, 566

[73] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/580.

[74] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/581.

[75] Şevkânî, IV, 570

[76] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/581-582.

[77] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/582.

[78] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/583.

[79] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/583-584.

[80] Taberî, XXIV, 82; İbn Atıyye, IV, 568; Şevkânî, IV, 572

[81] İnsanın yaratılış süreci, âyetteki nutfe ve alaka terimlerinin anlamlan İçin bk. Hac 22/5; Mü'minûn 24/12-14

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/584.

[82] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/584.

[83] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/584-585.

[84] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/586.

[85] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/587.

[86] Râzî, XXVII, 88-89

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/587.

[87] Râgıb el-Isfahânî, el-Müfre-dâî, "n'am" md

[88] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/587.

[89] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/588.

[90] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahimKafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/588.