GAFİR (MÜMİN) SURESİ 4

Surenin İsmi: 4

Önceki Sureyle İlişkisi: 4

Surenin Muhtevası: 4

Kuranın İndirilişinin Kaynağı Ve Onun Ayetleriyle Mücadele Edenlerin Durumu: 5

İ'râb: 5

Kelime ve İbareler: 5

Nüzul Sebebi 6

Açıklaması: 6

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 7

Arşı Taşıyan Meleklerin Müminlere Olan Muhabbeti Ve Yardımı: 8

Kelime ve İbareler: 8

Ayetler Arası İlişki: 9

Açıklaması: 9

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 10

Kâfirlerin, Günahlarını İtiraf Etmeleri, Allah'ın Kudret Ve Lütfunun Hatırlatılması: 11

Belagat: 11

Kelime ve İbareler: 11

Ayetler Arası İlişki: 12

Açıklaması: 12

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 14

Kıyamet Gününün Diğer Ürkütücü Ve Korkunç Özellikleri: 15

Belagat: 16

Kelime Ve İbareler: 16

Ayetler Arası İlişki: 16

Açıklaması: 16

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 18

Hz. Musa İle Firavun Ve Haman Kıssası -I- İsrailoğulları'nın Azabı, Hz. Musa'ya Ölüm Tehdidi: 18

Kelime ve İbareler: 18

Ayetler Arası İlişki: 19

Açıklaması: 19

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 20

Hz. Musa İle Firavun Ve Haman Kıssası -ΙΙ- Firavun Ailesinden Bir Mümin Ve Onun Hz. Musa'yı Müdafaa Etmesi 21

Belagat: 21

Kelime ve İbareler: 21

Ayetler Arası İlişki: 22

Açıklaması: 22

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 24

Hz. Musa İle Firavun Ve Haman Kıssası -ΙΙΙ- Firavun'un, Hz. Musa İle Alay Etmek Ve Onun Peygamberliğini İnkâr İçin Onun İlâhını Araması 26

Kelime ve İbareler: 26

Ayetler Arası İlişki: 26

Açıklaması: 26

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 27

Hz. Musa İle Firavun Ve Haman Kıssası  -IV- 27

Mü'min Kişinin, Kavmine Nasihate Devam Etmesi 27

Belagat: 28

Kelime ve ibareler: 28

Ayetler Arası İlişki: 29

Açıklaması: 29

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 31

Küfür Liderleri İle Onlara Tabi Olanlar Arasında Cehennemde Geçen Tartışma: 32

Kelime ve İbareler: 32

Ayetler Arası İlişki: 32

Açıklaması: 32

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 33

Düşmanlarına Karşı Dünyada Ve Ahirette Peygamberlere Yardım Edilmesi: 34

Belagat: 34

Kelime ve İbareler: 34

Nüzul Sebebi: 34

Açıklaması: 35

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 36

Allah'ın Varlığının, Kudretinin Ve Hikmetinin Delillerinden Birkaçı: 37

Belagat: 37

Kelime ve İbareler: 37

Ayetler Arası İlişki: 38

Açıklaması: 38

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 40

Allah Tealâ'dan Başkasına Kulluğun Nehyi Ve Bunun Sebebi: 41

Kelime ve İbareler: 41

Nüzul Sebebi: 41

Ayetler Arası İlişki: 41

Açıklaması: 42

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 42

Allah'ın Ayetleri İle, Batıl Deliller İleri Sürerek Mücadele Edenlerin Cezası: 42

Belagat: 43

Kelime Ve İbareler: 43

Ayetler Arası İlişki: 43

Açıklaması: 43

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 44

Sabır Ve Yardım: 45

Belagat: 45

Kelime ve İbareler: 45

Ayetler Arası İlişki: 45

Açıklaması: 45

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 46

Allah'ın Varlık Ve Birliğini Gösteren Diğer Birkaç Delil: 47

Kelime ve İbareler: 47

Ayetler Arası İlişki: 47

Açıklaması: 47

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 48

Allah'ın Ayetleri İle Mücadele Edip Onları Yalanlayan, Azabı Gördükleri Zaman İse Şirki Terkeden Kimseleri Tehdit: 48

Belagat: 48

Kelime ve İbareler: 48

Ayetler Arası İlişki: 49

Açıklaması: 49

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 50

 

 


GAFİR (MÜMİN) SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

Bu sure, Kur'an'ın, günahları mağfiret eden (Gafir) ve tevbeleri kabul eden Allah Tealâ tarafından indirildiğinin anlatımıyla başladığı için Gafir suresi olarak adlandırılmıştır. Gafir, Allah Tealâ'nm sıfatlarından ve Es-ma-i Hüsna'sından biridir. Bu sure, Mümin suresi olarak da isimlendiril­miştir. Bunun dayanağı da bu surenin, Firavun hanedanından mümin bir kimsenin kıssasını içermesidir.[1]

 

Önceki Sureyle İlişkisi:

 

Bu surenin, kendisinden önceki sureyle ilişkisi şu iki noktada kendisi­ni göstermektedir:

1- Konuları arasındaki benzeşme.  Her iki surede de kıyamet gününün ahvali ve kâfirlerin, mahşer günü içinde bulunacağı durum zikredilmektedir.

2- Bir önceki surenin sonu ile bu surenin başlangıcı arasındaki irtibat. Zira bir önceki sure olan Zümer suresinin sonunda hem bedbaht kâfirlerin, hem de mutlu muttakilerin durumu anlatılmaktadır. Gafir suresinin ba­şında ise, kâfirleri, küfrü bırakıp iman etmeye teşvik için yüce Allah'ın gü­nahları bağışlayıcı olduğu zikredilmektedir. Hâ-mîm ile başlayan (Gafir dahil) yedi surenin Zümer suresi ile münasebeti ise şöyledir: Hâ-mîm'lerde sure başları, Kur'an'ın tenzilini ifade eden cümlelerle başlamakta ve Hâ-mîm'ler birbiri peşi sıra gelmektedir. Çünkü bunların hepsi "Hâ-mîm" diye ve ardından gelen "Kitâb" zikri ile başlamaktadır. Ayrıca bu sureler Mekkî (Mekke'de nazil olmuş sureleredir. Hatta bir hadiste bunların hepsinin ay­nı anda ve toptan indirildiği bildirilmektedir. Bu surelerdeki bu özellik, "Elif-lâm-râ" diye başlayan altı sureye de benzemektedir. Suyûtî, İbni Ab-bas ve Cabir b. Zeyd (r.a.)'den, surelerin tertibi hakkında şöyle dediklerini rivayet etmiştir: "Hâ-mîm'ler, Zümer suresinden sonra inmiştir. Bu sureler, tıpkı mushaftaki tertiplerindeki sıraya göre peşpeşe inmişlerdir: Mümin, sonra Secde, sonra Şûra, sonra Zuhruf, sonra Duhân, sonra Câsiye, sonra da Ahkâf. Bu surelerin arasında herhangi bir sure nazil olmuş değildir." Bu da bu surelerin mushaftaki tertibi konusunda açık bir münasebet be­lirtmektedir.

Bu surelere "Âl-i hâm-mîm" (Hâ-mîm ailesi) de denmiştir. Abdullah b. Mesud (r.a.) şöyle demiştir: "Hâ-mîm ailesi Kur'an'ın süsüdür." İbni Abbas (r.a.) da şöyle demiştir: "Her şeyin bir özü vardır. Kuranın özü ise Hâ-mîm ailesidir. -Yahut İbni Abbas burada "Hâ-mîmler'dir." demiştir.- Hz. Pey­gamber de şöyle buyurmuştur: "Her şeyin bir semeresi vardır. Kur'an'ın se­meresi de Hâ-mîm diye başlayan surelerdir. Onlar, yanyana duran bereketli güzel bahçelerdir. Dolayısıyla kim cennet bahçelerinde dilediğince gıdalan-mak isterse Hâ-mîmler'i okusun."

Yine Hz. Peygamber, -Ebu Ubeyd'in rivayet ettiğine göre- bir gazvede ashabına hitaben şöyle buyurmuştur: "Eğer gece uyuyacaksanız, "Hâ-mîm lâ yunsarûn -veya lâ tunsarûn" (Hâ-mîm. Onlara -veya Size- yardım edil­meyecek) deyin."

Hafız Ebu Bekir Bezzâr ve Tirmizî, Ebu Hureyre (r.a.)'den şöyle riva­yet etmişlerdir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kim Ayete'l-kürsî'yi ve Hâ-mîm Mümin suresini okursa o gün her türlü kötülükten korunur." [2]

 

Surenin Muhtevası:

 

Gafir ve diğer yedi Hâ-mîm, Mekke döneminde inen surelerdir. Dolayı­sıyla diğer Mekkî sureler gibi bunlar da inanç esaslarını anlatmaktadırlar. Bu sebeple bunların ayetleri, Allah'ın birliğini, Kur'an'ın indirilişini, diriliş olayını ve Arş'm meleklerinin özelliklerini ispat için oldukça şiddetli tesiri bulunan ifadeler ihtiva etmektedir. Bu sureler, hak ehli ile batıl ehli, yahut hidayet ehli ile dalâlet ehli arasında bir mücadeledir.

Bu sure, Kur'an-ı Kerim'in, en güzel sıfatlarla muttasıf olan Allah Te-alâ'nm katından indirildiğini ilân ederek başlamakta ve batıl bir dava için mücadele eden kâfirlere hücum etmekte, daha sonra da Arş meleklerinin azametli özelliklerini dile getirmektedir.

Ardından, cehennem ehlinin, çektikleri azabın şiddeti sebebiyle ora­dan çıkma konusundaki taleplerini haber vermekte ve bu talebin reddedile­ceğini bildirmektedir. Daha sonra kudret sahibi olan Allah Tealâ'nın varlığı konusunda deliller getirmekte, insanları kıyametin dehşetli sahnelerinden sakmdırmakta ve kâfirleri bu günün şiddetli sahneleriyle uyarmaktadır.

Sonra dikkatleri, geçmiş ümmetlerin helaki konusunda ibretli bir nok­taya çekmektedir. Bu nokta onların, kendilerine gelen apaçık ayetlere kar­şı kâfir olmalarıdır. Daha sonra surede, özel olarak Hz. Musa (a.s.) ile Fira­vun, Haman ve Karun kıssası anlatılmakta ve Firavun ile kavmi ve Fira­vun hanedanından olup, imanını gizleyen bir adam arasında geçen olaylar üzerinde durulmakta, tuğyan içindeki Firavun'un, kavmi arasında iman edenlerin yayılmasından korktuğu için İsrailoğulları'nm sadece kadınları hayatta kalsın diye erkek çocuklarını öldürmesi anlatılmakta ve bu kıssa, Firavun'un, ordusu ile birlikte denizde boğulmasının ve Hz. Musa ile iman ordusu kavminin kurtulmaları ile son bulmaktadır. Bu, iman ile tuğyanın kıssasıdır.

Ardından kâfirlerin mağlûp ve perişan, elçilerin ve müminlerin ise hem dünyada hem de ahirette ilâhi destek ile muzaffer oldukları ilân edil­mektedir.

Daha sonra bu kıssa, Hz. Peygambere, Hz. Musa ve diğer ulü'1-azm olan peygamberlerin sabrettiği gibi, kavminin eziyetlerine karşı sabır gös­termesi emir buyurulmaktadır.

Daha sonra surede, Allah Tealâ'nın birliğine ve kudretine delâlet eden kevnî delillere yer verilmekte ve mümini, gözleri açık kimseye, kâfiri ise göz­leri kör kimseye benzeten bir misal verilmektedir. Buna göre mümin, kalbi Allah'ın nuru ile dolu olan, nurlu kalp sahibi ve basiretli, kâfir ise küfür ka­ranlığı içinde yaşayan nefsi karanlık kimse olarak nitelendirilmektedir.

Bundan sonra da Allah'ın kulları üzerindeki nimetleri beyan edilerek, insanların hizmetine verilen hayvanlar, gemiler vs. zikredilmektedir.

Sure, maksadını vurgulayan önemli noktaların anlatımıyla bitirilmek­tedir. Bu noktalar şunlardır: Zalimlerin ve hakkı yalanlayanların mağlûbi­yeti ve perişanlığı, karşılaştıkları çeşitli azaplar, azabı gördükleri zaman hemen iman etmeye yeltenmeleri, ama bu gayretin kendilerine bir fayda sağlamayacağı, zira Allah Tealâ'nın sabit kanununa göre ümitsizlik anında veya sıkıntıyı görünce iman etmenin bir fayda sağlamayacağı ve bu imanın kabul edilmeyeceği. [3]

 

Kuranın İndirilişinin Kaynağı Ve Onun Ayetleriyle Mücadele Edenlerin Durumu:

 

1- Hâ-mîm.

2- Bu Kitab'ın indirilişi, Azîz ve Alîm olan Allah tarafındandır.

3- Günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, azabı çetin olan, lütuf sahibi. O'ndan başka ilâh yoktur, dönüş O'nadir.

4- İnkâr edenlerden başkası Al­lah'ın ayetleri hakkında mücadele etmez. Onların şehirlerde dolaşma­sı seni aldatmasın.

5- Onlardan önce Nuh kavmi ve on­lardan sonra gelen kavimler de ya­lanladı. Her millet peygamberlerini yakalamaya yeltendi; hakkı yok edebilmek için boş şeyler ileri süre­rek tartıştılar. Neticede ben de on­ları tutup yakaladım. İşte, benim azabım nice imiş!

6-  Böylece Rabbinin kâfirler hak­kındaki, "Onlar ateş halkıdır" sözü yerini bulmuş oldu.

 

İ'râb:

 

"Hâ-mîm. Tenzîlü'l-Kitâb." Râzî şöyle demiştir: "Doğruya en yakın ih­timal burada "Hâ-mîm"in, sure için isim olmasıdır. Bu itibarla "Hâ-mîm" mübteda, "Tenzîlü'l-Kitâbi Minellâh" ise haberdir. Takdirî ifade bu durum­da şöyle olacaktır: Muhakkak ki "Hâ-mîm" diye isimlendirilmiş olan bu su­re, Kitabın indirilişidir. Aynı bakış açısına göre "tenzil" ifadesi masdardır. Ancak ondan kasıt, "indirilmiş Kitap"tır.

Kurtubî ve başkaları ise "Tenzîlü'l-Kitab" mübteda, "Minellâhi'l-Azîzi'l-Alîm" ise haberdir, demişlerdir. "Tenzil" kelimesinin, hazfedilmiş bir mübte-danm haberi olması da mümkündür. Bu durumda anlam, "Bu, Kitab'ın in­dirilişidir." şeklinde olur. Yine Razî'ni dediği gibi "Hâ-mîm"in mübteda, "Tenzil'in de onun haberi olması da caizdir. Bu durumda ise anlam şöyle olur: "Muhakkak ki Kuranı Allah indirmiştir; o, menkul (birisinden nakle-dilmiş) değildir ve onun, uydurulmuş bir yalan olması mümkün değildir." [4]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Hâ-mîm." Bu harfler, "mim" harfinin sükûnuyla -bu şekilde- okun­duğu gibi, "mim" harfinin fethasıyla "Hâ-mîme" şeklinde de okunur. Bazı surelerin kendisiyle başladığı bu huruf-u mukattaa, Kur'an'm icazı konu­sunda bir uyarı ve Araplara, benzerini getirmeleri konusunda bir meydan okumadır. Aynı zamanda bu harfler, muciz olan Kur'an'm, Arapça cümle ve kelimeleri oluşturan bu ve benzeri harflerden oluştuğuna delâlet içindir.

"Azız ve Alîm." Mülkünde kuvvet sahibi, mahlukâtını en iyi bilen. Bey-zavi şöyle demiştir: "Burada özellikle bu iki vasfın zikredilmesi, Kur'an'm ihtiva ettiği ve kâmil kudrete ve yüce hikmetlere delâlet eden icaz ve hik­metler sebebiyledir. "Günahı bağışlayan,." tevbe eden müminlerin günah­larını bağışlayan "tevbeyi kabul eden," kendisinden bir fazl-u kerem ve rah­met olarak onların tevbelerini kabul eden "azabı çetin olan," kâfirler için azabı şiddetli olan, "lütuf sahibi." Kullarına karşı fazl-u kerem ve nimet sa­hibi zenginlik ve bolluk sahibi. Bu sıfatların burada yer almasının sebebi teşvik, sakındırma ve iman etmeye sevketmedir. "Dönüş O'nadir." Dönüp varılacak yer. Kullar ona döndüğü zaman itaat edene de isyan edene de karşılıklarını verecektir.

"inkâr edenlerden başkası" Mekke müşriklerinden ve onlara benzer kimselerden başkası "Allah 'in ayetleri hakkında mücadele etmez." Bu ayet­te, Kuran konusunda, hakkı iptal etmek için Kur'an'a tan ederek batıl de­lillerle mücadele edenlerin kâfir sıfatını alacakları tescil edilmektedir. "On­ların şehirlerde dolaşması seni aldatmasın." Onlara mühlet verilmesine, onların, maişet temini maksadıyla ticaret için Şam ve Yemen şehirlerine gidip gelmelerine ve dünyada ikbal ve refah elde etmelerine aldanma. Zira onların akıbeti ateş ve helaktir.

"Onlardan önce Nuh kavmi ve onlardan sonra gelen kavimler de ya­lanladı." Nuh kavmi, kendilerine gelen elçileri yalanladı ve onlara düş­manlık etti. Aynı şekilde onlardan sonra gelen Âd, Semûd ve diğer halklar da yalanladılar. "Her millet peygamberlerini yakalamaya yeltendi." Kendi­lerine gelen elçiyi yakalayıp, ona işkence etmeye ve onu öldürmeye azmet­ti. Ve onu yakaladılar, esir aldılar, işkence ettiler ve onu öldürdüler. "Neti­cede ben de onları tutup yakaladım." Kendilerini helak ederek ve kendileri­ne ceza vererek. "İşte, benim azabım nice imiş!" Yani benim onlara verdi­ğim, hakettikleri azap.

"Böylece Rabbinin kâfirler hakkındaki, "Onlar ateş halkıdır" sözü yeri­ni bulmuş oldu." Küfürlerinden dolayı Onun sözü, yani onların helak ol­ması ve azap görmesi konusundaki hükmü vacip ve gerekli oldu ve onlar cehennem ateşini hakettiler. [5]

 

Nüzul Sebebi

 

"İnkâr edenlerden başkası..." ayetinin (4. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Ebî Hatim, Ebu Mâlik (r.a.)'den, ayeti hakkında şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bu ayet Haris b. Kays Sehmî hakkında nazil oldu." [6]

 

Açıklaması:

 

Bu ayetlerin konusu, Kur'an'm indiriliş kaynağını beyandır ve Kur'an'ın, kendisini burada altı sıfatla niteleyen Allah katından olduğunu bildirmek, Allah'ın ayetleri hakkında batıl iddialarla, Kur'an ayetlerine tan ederek ve hakkı ortadan kaldırmak maksadıyla mücadele eden kâfir­lerle münakaşa etmektir. Ki onlar böylece Allah'ın azabıyla tehdit edilme­yi, yani cehennemlik olduklarının bildirilmesini haketmişlerdir.

"Hâ-mîm. Bu Kitab'ın indirilmesi, Azız ve Alîm olan Allah tarafından-dır." Buradaki "Hâ-mîm", surelerin başlarında yer alan huruf-u mukatta-adandır. Bu harflerin sure başlarında yer alması, surenin içeriğini bildir­mek ve Araplar'ın konuştuğu, şairler yazdıkları ve akıcı hitabeti kendisiyle süsledikleri aynı dilin harflerinden oluşan ve böyle olduğu halde bir benze­rini ortaya koyamadıkları Kur'an'm icazına dikkat çekmek maksadına yö­neliktir. Çünkü Kur'an Allah Tealâ'nm kelâmıdır.

Kur'an, insanlar arasında okunan, Allah indinden indirilmiş bir Ki-tap'tır, insan eseri değildir. Onu indiren Allah, Azîz'dir, yani galiptir, kuv­vet ve kudret sahibidir, kahredicidir; Alîm'dir, yani sırrı ve gizli olanı bilen ve mahlukâtını, onların söylediklerini ve yaptıklarını tam bir ilimle, hak­kıyla bilendir.

Daha sonra Allah Tealâ, kendi zâtını, müjde, tehdit, teşvik ve sakın­dırma ihtiva eden altı özellikle vasfetmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, azabı çetin olan, lütuf sahibi. O'ndan başka ilâh yoktur, dönüş O'nadır." Yani Kur'an'ın indiricisi olan Al­lah, dostlarının daha önce işlemiş oldukları -küçük olsun, büyük olsun, her türlü- günahı, tevbeden sonra, ya da dilerse tevbeden önce de bağışlayan­dır; onların halis tevbesini kabul edendir; düşmanlarına azabı şiddetli olandır; lütuf, nimet, bolluk ve zenginlik sahibidir, sırf kendi lütfundan ol­mak üzere kullarına nimet ihsan eder; O, ortağı, şeriki, eşi ve çocuğu olma­yan, tek ilâhtır; ahiret günü dönüş ve varış da başkasına değil, sadece O'na olacaktır.

Daha sonra Allah Tealâ, Kur'an'm nurunu söndürmek maksadıyla Kur'an'la mücadele edenlerin durumunu anlatmakta ve şöyle buyurmaktadır:

"inkâr edenlerden başkası Allah'ın ayetleri hakkında mücadele etmez. Onların şehirlerde dolaşması seni aldatmasın." Yani Allah'ın ayetlerini saf dışı bırakmak ve yalanlamak için ancak küfredenler mücadele ve muhalefet ederler. Zira onlar, hakkı ortadan kaldırmak için batıl delillerle müca­dele ederler. Nitekim onların Kur'an hakkında, "Bu, bir şiirdir, sihirdir ve­ya eskilerin kısallarıdır." şeklindeki sözleri bu batıl davalarına örnektir. Öyleyse ey Peygamber ve tüm müminler! Onların içinde bulundukları, şe­hirlerde ticaret yapmak, kâr yapmak ve mal-servet toplamak gibi dünya refahına herhangi bir şekilde aldanmayın! Zira onlar yakın bir zamanda cezalandırılacaklardır. Onların sonu helak ve yok olmaktır. Bu, Hz. Pey-gamber'i teselli için gelmiş bir ifadedir. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyur­maktadır: "İnkâr edenlerin, öyle şehirlerde gezip dolaşması seni aldatma­sın. Bu, az bir faydadır. Sonra gidecekleri yer cehennemdir. Ne kötü mes­kendir orası!" (Al-i İmrân, 3/196-197), "Onları biraz geçindirir, sonra kaba bir azaba süreriz." (Lokman, 31/24).

Bu ayetteki "mücadele" hakkında şunlar söylenebilir: Mücadele iki türlüdür: Hakkı ortaya koyup kabul ettirmek ve ispat için yapılan mücade­le, batılı ortaya koyup kabul ettirmek ve ispat için yapılan mücadele. İşle­rin kapalı yönlerini açıklamaya ve hakikatleri anlamaya yönelik hak mü­cadele caiz ve meşrudur. Peygamberler bu mücadele türünü hak dini teb­liğde bir yöntem olarak kulanmışlardır. Nitekim Yüce Allah, Nuh kavmi­nin Hz. Nuh'a şöyle dediklerini bildirmektedir: "Dediler ki: "Ey Nuh! Bi­zimle mücadele ettin. Hem bizimle mücadelede çok ileri gittin." (Hûd, 11/32). Yüce Allah, peygamberi Hz. Muhammed (s.a.)'e hitaben de şöyle bu­yurmaktadır: "Ve onlarla en güzel şekilde mücadele et." (Nahl, 16/125).

Burada zikredilen örnekte olduğu gibi batıl için yapılan mücadeleye gelince, bu mücadele kötülenmiştir. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmak­tadır: "Bunu sadece tartışma için sana misal verdiler. Doğrusu onlar kavga­cı bir toplumdur." (Zuhruf, 43/58). Bu tür mücadele, Hz. Peygamberin, "Kur'an konusunda tartışmayın. Zira Kur'an konusunda tartışmak küfür­dür." "Kur'an konusunda mücadele etmek küfürdür." gibi hadislerinde işa­ret edilen mücadeledir.

Ebu'l-Aliye şöyle demiştir: "Kuranda iki ayet vardır ki, Kur'an konu­sunda mücadele edenler hakkında onlardan daha şiddetlisi yoktur. Bunlar, "İnkâr edenlerden başkası Allah'ın ayetleri hakkında mücadele etmez." ve "Kitapta anlaşmazlığa düşenler, elbette derin bir ayrılık içindedirler." (Ba­kara, 2/176) ayetleridir."

Daha sonra Yüce Allah, peygamberlerin gönderildikleri kavimlerin, onları yalanlama konusunda birbirlerine benzediklerini haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Onlardan önce Nuh kavmi ve onlardan sonra gelen kavimler de ya­lanladı." Yani Kureyş kavminden önce Nuh kavmi de yalanlamıştı. (Hz. Nuh, Allah Tealâ'nın, insanları putlara tapmaktan nehyetmesi için gönder­diği ilk Rasul'dür.) Nuh kavminden sonra peygamberlere karşı bir hizip teşkil eden gruplar da yalanlamışlardı. Âd, Semud, Ashab-ı Lût ve Fira-vun'un kavmi de bunlardandır. Bütün bunlar, sonunda azabın en şiddetli­sine çarptırılmışlardır.

"Her millet, peygamberlerini yalanlamaya yeltendi, hakkı yok edebil­mek için boş şeyler ileri sürerek tartıştılar." Yani kendisine gönderilmiş olan elçiyi yalanlayan her millet, o elçiyi hapsetmek, ona işkence etmek, dile­dikleri zararı vermek veya öldürmek için onu yakalamaya azmetti. Sonun­da onlardan kimi elçisini öldürdü, kimi de kendisine gelen elçi ile, şüphe ve boş sözler ileri sürerek tartıştı. Maksatları, açık ve belli olan hakkı red ve imanı iptal etmek idi. Taberâni, İbni Abbas (r.a.)'tan, o da Hz. Peygam-ber'den şöyle rivayet etmiştir: "Kendisiyle hakkı ortadan kaldırmak için kim batıla yardım ederse, hem Allah'ın zimmeti, hem de Rasulünün zim­meti o kimseden beridir." Yahya b. Selâm şöyle demiştir: "Onlar, şirki ileri sürerek, onunla imanı iptal etmek için peygamberlerle mücadele ettiler."

"Neticede ben de onları tutup yakaladım. İşte, benim azabım nice imiş!" Yani batıl için mücadele eden o kavimleri azap ile yakaladım ve he­lak ettim. Bu ayette geçen "ahz" kelimesi, "Sonra onları helak ettim. İnkâr nasıl oldu?" (Hacc, 22/44) ayetinde "helak etmek" anlamındadır. Yani kendi­lerine verdiğim azabın nasıl olduğuna bak. Zira o azap, onları helak eden ve köklerini kazıyan bir azaptır. Ey Muhammedi O halde senin kavmin de bundan ibret alsın. Zira onlar, helak edilen o kavimlerin şehirlerine ve meskenlerine gidip geliyorlar ve onların yaşadığı azabın izlerini gözleriyle görüyorlar. Bu ifade, hayrete sevketme anlamı taşıyan bir takrir bildir­mektedir. Bu anlamı şu ayet de tekit etmektedir:

"Böylece Rabbinin, kâfirler hakkındaki, "Onlar ateş halkıdır." sözü, ye­rini bulmuş oldu." Yani her kâfirin azabı böyledir. Yukarıdaki ayet de göz önünde bulundurulursa, toplu mana şöyle olmaktadır: Kendilerine gelen elçileri yalanlayan milletlere azap nasıl gerekli olduysa, ey Muhammed, seni yalanlayan, seninle batıl şeyler ileri sürerek mücadele eden ve grup grup senin aleyhinde birleşen kâfirlere de öylece gerekli olmuştur. Azabın sebep ve illeti tektir ve bu azap, onların ateşi haketmeleridir. Buradaki "azap sözü"nden maksat, onların ateşe müstahak olduklarıdır. [7]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:

1- Kur'an'm indirilişi, ilim ve izzet sahibi olan Allah'tandır. Dolayısıy­la Kuran, herhangi bir kimseden nakledilmiş veya yalan olarak uydurula-bilecek bir söz değildir.

2- Allah Teela kendini, teşvik ve sakındırma ihtiva eden altı özellikle tavsif buyurmaktadır. Bu sıfatlar, isyankârlara ve kâfirlere, Allah'ın emri

ve yolu üzere istikamete ve doğru yola, bir diğer ifadeyle iman dairesine bir an evvel girmekte acele etmeleri için bir umut kapısı açmaktadır. Aşa­ğıda gelecek olan iki kıssa da, insanlığın ıslahına yönelik bu Kur'anî üslû­ba işaret etmektedir.

İbni Ebî Hatim ve İbni Cerîr, Ebu İshak Sebî'î'den şöyle rivayet etmiş­lerdir: "Bir adam Ömer b. Hattâb (r.a.)'a gelerek şöyle dedi: "Ey müminle­rin emiri! Ben adam öldürdüm. Benim için bir tevbe yolu var mı? Bunun üzerine Hz. Ömer, "Günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden..." ayetini okudu ve şöyle dedi: "Çalış, ümidini kesme!"

İbni Ebî Hatim ve hafız Ebu Nu'aym, Yezid b. Esamm'dan şöyle riva­yet etmişlerdir: "Şamlılardan olan şirret bir adam vardı. Ömer b. Hattâb'a gelip giderdi. Birgün Ömer onu göremedi ve "Falan oğlu falan ne yaptı, ne­rede kaldı?" diye sordu. Dediler ki: "Ey müminlerin emiri! Kendisini içkiye verdi." Bunun üzerine Ömer, yazıcısını çağırdı ve şöyle dedi:

"Yaz! Ömer b. Hattâb'dan, falan oğlu falana! Selâm senin üzerine ol­sun. Ben senin adına, kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah'a hamde-derim. "Günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, azabı çetin olan, lütuf sahi­bi. O'ndan başka ilâh yoktur. Dönüş O'nadir." Sonra da arkadaşlarına şöyle dedi: "Kardeşiniz için Allah'a dua edin de kalbi ile O'na yönelsin; Allah da onun tevbesini kabul buyursun."

"Adam Ömer (r.a.)'in mektubunu alınca, onu okumaya ve tekrarlama­ya başladı. Şöyle diyordu: "Günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, azabı çe­tin olan." Allah Tealâ beni, azabıyla sakındırdı ve beni bağışlayacağını va-ad etti. Bu cümleyi kendi kendine tekrarlamaya devam etti. Sonra da ağla­dı ve içinde bulunduğu kötü durumdan güzelce sıyrılıp çıktı."

Ömer (r.a.) onun bu durumunu haber alınca şöyle dedi: "Ayağı kayan bir kardeşinizi gördüğünüz zaman işte böyle yapın. Onu doğrultup, ona gü­ven verin ve tevbe etmesi için Allah'a dua edin. Ona karşı şeytanın yardım­cıları olmayın."

3- Allah Tealâ, küçük günahları tevbe ile ya da tevbe olmaksızın ba­ğışlayabilir. Öldürme, hırsızlık ve zina gibi büyük günahları ise tevbeden sonra bağışlayabilir. "Günahı bağışlayan..." ayetindeki mutlak ifade, dile­diği ve murad ettiği zaman Allah Tealâ'nm, büyük günahları da kul tevbe etmeden önce bağışlayabileceğine delâlet etmektedir.

Ancak günahtan dolayı yapılan tevbeyi kabul etmek, Allah'ın lütfuna ve ihsanına kalmış bir şeydir. Bu durumda kulu bağışlamak Allah'a vacip değildir. Çünkü Allah Tealâ, kendisinin tevbeyi kabul edici olduğunu, ken­disini metdü sena bağlamında zikretmektedir. Dolayısıyla eğer tevbeleri kabul etmek Allah Tealâ için vacip olsaydı, burada bu sıfatların medhü se­na bağlamında zikredilmesi fazla anlamlı olmazdı. Mutezile ise şöyle de­miştir: "Tevbeleri kabul etmek, başkasının Allah'a değil, ancak Allah'ın  kendisi üzerine gerekli kıldığı bir vaciptir."

4- Bu ayette Allah Tealâ'nın, rahmet ve lütfunun, gazap ve adline bas­kın olduğuna ima ve işaret vardır. Çünkü Allah Tealâ, kendisini "azabı çe­tin olan" şeklinde tavsif buyurmayı dilediği zaman, bundan önce iki husu­su zikretmiştir ki bunların her biri, cezanın ortadan kalkmasını gerektirir. Bunlar, "Günahı bağışlayan" ve "Tevbeyi kabul eden" olduğunu bildiren ifa­delerdir. Bu iki vasıftan sonra da, büyük rahmetine delâlet eden "Lütuf sa­hibi" kavl-i ilâhisini zikretmiştir.

5- Kur'anî beyan ve ilâhi deliller açıkça ortadayken hakkı ortadan kal­dırmak ve imanı iptal etmek için, şüphelere ve boş şeylere dayanan delil­lerle mücadele etmek küfür, dalâlettir, Allah'ın ayet, hüccet ve burhanları­nı bilerek inkârdır.

Hakkı ortaya çıkarmak, şüpheleri kaldırmak ve insanları hakka dön­dürmek için yapılan mücadeleye gelince, bu, Allah'a yaklaşan kimseleri Al­lah'a yaklaştıran en büyük vesiledir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ehl-i Ki­tap ile, ancak en güzel tarzda mücadele edin." (Ankebut, 29/46).

6- Hiç kimse, kâfirlere va isyankârlara bir miktar mühlet verilmesine, şehirlere ticaret ve maişet için gidip gelecek şekilde sağlık ve bolluk içinde bırakılmalarına aldanmamalıdır. Zira Allah Tealâ mühlet verir, ancak ih­mal etmez. Her ne kadar şimdilik onlara mühlet veriyorsa da, yakın bir ge­lecekte onlardan intikam alacaktır. Nitekim geçmiş kavimlerden bunların durumunda olanlara da böyle yapmıştır.

7- Kur'an'da tekrar tekrar verilen bir misal şudur: Allah Tealâ, elçile­rini yalanlayan ve peygamberlerle, imanı iptal etmek için şirke dayanan gerekçelerle mücadele eden kavimleri helak etmiştir. İnsanlar, onların şe­hirlerinde ve meskenlerinde meydana gelen bu helakin izlerini müşahede etmektedir. Bu sebeple Yüce Allah, "İşte, benim azabım nice imiş!" buyur­maktadır. Yani, benim onlara verdiğim azap nasıl olmuş, o azabın varlığı hak değil midir?

8- Nasıl ki, geçmiş ümmetlerden, üzerlerine azap vacip (hak) olanlar bulunmaktadır, işte tıpkı onlar gibi her zaman ve mekânda kâfir olanlar için de -ister Kureyş'ten, isterse başka kavim ve milletlerden olsun- azap gerekli (hak) olur. Zira onlar da kendilerine azap gelmesini tıpkı geçmişte­kiler gibi hak etmişlerdir. [8]

 

Arşı Taşıyan Meleklerin Müminlere Olan Muhabbeti Ve Yardımı:

 

7- Arş'ı taşıyanlar ve onun çevresin- de bulunanlar, Rabblerini överek  teşbih ederler, O'na inanırlar ve  müminler için şöyle diyerek mağfi- reRabbimiz! Rahmet ve  mn ner §eyi kuşatmıştır. Tevbe edip senin yoluna uyanları bağışla,onları cehennem azabından koru.

8- Rabbimiz! Onları babalarından,  eşlerinden ve çocuklarından iyi  olan kimseleri, onlara söz verdiğin

Adn cennetlerine sok. Şüphesiz Aziz ve Hakim olan sensin sen!

9- "Onları kötülüklerden koru. O  gün sen kimi kötülüklerden korursan ona rahmet etmişsindir. İşte o büyük kurtuluş budur."

 

Kelime ve İbareler:

 

"Arş'ı taşıyanlar." Bunlar, "kerûbiyyûn" denen melekler olup meleklerin en önce var edilenleri ve en yüksek tabakasında bulunanlarıdırlar. Bazıları­na göre onların Arş'ı taşımalarından maksat, onların Arş'ı koruma ve idare etmelerinin mecazî anlatımıdır. "Arş." bütün kâinatın idare merkezidir. Arş, gerçektir. Fakat mahiyetini ve nasıl olduğunu en iyi Allah bilir. "Rabb 'lerini överek teşbih ederler." Yüce Allah'ı teşbih ve O'nu her türlü noksanlıklardan -O'na hamd ve şükrederek- tenzih ederler ve "Sübhânallhahi ve bi hamdi-hî" derler. "O'na inanırlar." Allah Tealâ'ya inanırlar. Yani basiretleriyle Al­lah'ın birliğini tasdik ederler. "Ve müminler için, şöyle diyerek mağfiret di­lerler." Onlar, müminlerin bağışlanması için şefaatçi (aracı) olurlar ve müminlere, bağışlanmalarını gerektiren şeyleri yapmalarını ilham eder, on­ları tevbeye sevkederler. Bu ayette, imanda ortaklığın (iman birliğinin) na­sihati ve şefkati gerektirdiğine tenbih vardır. "Rabbimiz! Rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır." Yani o melekler şöyle derler: "Rabbimiz..." Bu ifade, "mağfiret ederler" ifadesinin beyanıdır. Şu halde toplu anlam şöyle olmak­tadır: "Rabbimiz! Senin rahmetin şüphesiz her şeyi içine almıştır, ilmin de her şeyi içine almıştır." "Tevbe edip" Şirkten tevbe edip "senin yoluna uyanlan" İslâm dinine girenleri "Bağışla." buradaki "mağfiret", günahların ör­tülmesi anlamına gelir. "Onları cehennem azabından" cehennemdeki ateşin azabından "Koru." Onları muhafaza et ve azabı onlardan sav.

"Azız" kuvvet ve galebe sahibi, kahredici "ve Hakim" yaptığı işlerde hikmet sahibi "olan sensin sen." Ancak bu sıfatlara sen sahipsin. "Onları kötülüklerden koru." Onları kötülüklerin azabından, yani günahların ceza­sından koru. [9]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Alah Tealâ, kâfirlerin müminlere karşı düşmanlık göstermedeki aşırı­lıklarını beyan ettikten sonra, burada da mahlukâtm en şereflilerinin de -ki onlar Arş'ı taşıyan ve Arş'ın etrafında bulunan meleklerdir- müminle­re karşı sevgi göstermede ve onlara yardım etmede son derece ileri bir tu­tum sergilediklerini beyan buyurmaktadır. Şu halde ey Peygamber! Kâfir­lere aldırma! Onlara iltifat etme, onlara kıymet verme. Zira Arş'ı yükle­nenler ve Arş'ın çevresinde bulunanlar sana yardım edeceklerdir. [10]

 

Açıklaması:

 

"Arş'ı taşıyanlar ve onun çevresinde bulunanlar, Rabblerini överek teş­bih ederler. O'na inanırlar ve müminler için şöyle diyerek mağfiret dilerler." Arş'ı taşıyan melekler ve Arş'ın etrafında bulunan melekler -ki onlara Ke-rûbiyyûn denir ve onlar meleklerin en üstünüdür- Allah Tealâ'nm her tür­lü noksanlıktan uzak olduğuna delâlet eden teşbih (tenzih) cümlelerini, öv­gü ve yüceltme sıfatlarının ispatını (kabul ve ikrarını) gerektiren tahmid ile birlikte söylerler. Allah Tealâ'nın varlığını ve birliğini tasdik ederler, O'na kulluk etmekten büyüklenmezler. Onlar O'na huşu içinde boyun eğer­ler, O'nun önünde zelildirler ve yeryüzünde, iman edenlerin -ve gaybe ina­nanların- bağışlanmasını isterler.

Bu, meleklerin -hepsine selâm olsun- seciye ve özelliklerinden olunca, onlar, müminin diğer mümin kardeşinin gıyabında yaptığı duaya amin derler. Nitekim Sahih-i Müslim'de şöyle rivayet edilmiştir: "Bir müslüman, kardeşi için onun gıyabında dua ettiği zaman Melek(ler), "Amin, bir misli de senin için olsun." der."

Biz, meleklerin Arş'ı taşıdığına inanırız. Ancak bunun nasıl olduğu ve bu meleklerin sayısının kaç olduğu gibi hususları Allah'a havale ederiz. Ba­zı müfessirler buradaki "taşıma"nın, Arş'ı idare ve muhafaza etme olduğu­nu söylemişlerdir. Arş, mahlukâtm en azametlisidir ve biz ona, nasslarda varit olduğu şekliyle ve nasıl olduğu konusunda yoruma gitmeden inanırız.

İbni Kesîr, bugün Arş'ı taşıyan meleklerin sayısının dört olduğunu söylemiştir. Kıyamet günü geldiğinde ise bunların sayısı sekiz olacaktır.

Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "O gün Rabbinin Arş'ını üstle­rinden sekiz melek taşır." (Hakka, 69/17).[11]

Burada meleklerin, Allah'ı teşbih ve O'na hamd ettikleri daha önce zikredilmiş olmasına rağmen, ardından Allah'a iman ettiklerinin de belir­tilmesinin anlamı şudur: Burada imanın şerefi, üstünlüğü ortaya konmak­ta ve insanlar da imana teşvik edilmektedir. Nitekim Kur'an'da, pek çok yerde peygamberler de Allah'a inanmakla tavsif buyurulmuşlardır. Nite­kim şu ayette Allah'a iman, hayır işlemekten sonra zikredilmiştir: "Sonra iman edenlerden olmak..." (Beled, 90/17). Dolayısıyla burada imanın üstün­lüğü beyan edilmiş olmaktadır. Bunun bir diğer anlam ve faydası da şudur: Meleklerin imanının da diğer yaratıkların imanı gibi, bizzat müşahede ve görme ile değil, ancak akıl yürütme ve istidlal sonucu olduğuna dikkat çek­mek.[12]

Meleklerin, müminler için mağfiret talebinde bulundukları zaman kullandıkları ifade şudur:

"Rabbimiz! Rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. Tevbe edip senin yo­luna uyanları bağışla, onları cehennem azabından koru." Yani senin rah­metin ve ilmin her şeyi içine almıştır. Dolayısıyla günahlardan tevbe eden­lerin ve Allah yoluna -ki o, İslâm dinidir- uyanların günahlarını ört ve on­ları cehennemin azabından koru.

Halef b. Hişâm Bezzâr Kâri şöyle demiştir: "Selîm b. İsa'dan kıraat dersi alıyordum. "Müminler için şöyle diyerek mağfiret dilerler." ayetine geldiğim zaman ağladı, sonra da şöyle dedi: "Ey Halef! Mümin Allah için ne kadar kıymetlidir! Kendisi yatağında uyurken melekler onun için mağ­firet diliyor!"

"Rabbimiz! Onları babalarından, eşlerinden ve çocuklarından iyi olan kimseleri, onlara söz verdiğin Adn çenetlerine sok. Şüphesiz Azız ve Hakim olan sensin sen!" Rabbimiz! Onları, elçilerinin diliyle kendilerine vaad etti­ğin, sonsuz ikamet yeri olan cennetlere koy. Onlarla birlikte babalarından, eşlerinden ve soylarından, mümin, muvahhid olan ve salih amel işleyen sa-lih kimseleri de oraya koy. Onlara olan nimetlerini tamamlamak ve sevinç­lerini tam kılmak bakımından onlarla bu(sayıla)nları bir araya getir. Zira kişinin, ehliyle bir araya gelmesi, mutluluk için önemli bir durumdur. Mu­hakkak ki sen, mağlup edilmeyen galip ve kuvvet sahibi, takdirine ve şeri-atine ilişkin fiil ve kavillerinde hikmet sahibi olansın.

Bu ayetin bir benzeri de şu ayettir: "Kendileri inanmış, zürriyetleri de imanda kendilerine uymuş olan kimselerin zürriyetlerini de kendilerine katmışızdır; kendi amellerinin sevabından da hiçbir şey eksiltmemişizdir.

Herkes, kendi kazandığına bağlıdır." (Tûr, 52/21).

Mutarrıf b. Abdullah b. Şıhhîr, "Allah'ın kulları içinde müminlere en çok nasihatçi olanlar, meleklerdir." demiş, sonra da "Rabbimiz! Onları... söz verdiğin Adn cennetlerine sok." ayetini okumuş, sözlerine devamla şöyle de­miştir: "Allah Tealâ'nın, müminleri en çok aldatan kulları ise şeytanlardır."

Sa'îd b. Cübeyr de şöyle demiştir: "Mümin cennete girdiği zaman, ba­basının, oğlunun ve kardeşinin nerede olduğunu soracak. Kendisine "O, amel işlemekte senin gibi hareket etmedi." denecek. Bunun üzerine o, "Ben hem kendim, hem de onlar için amel etmiştim." diyecek ve böylece onlar da derece bakımından onunla aynı seviyeye getirilecek." Bunları söyledikten sonra Sa'îd b. Cübeyr şu ayeti okumuştur: "Rabbimiz! Onları babaların­dan, eşlerinden ve çocuklarından iyi olan kimseleri, onlara söz verdiğin Adn çenetlerine sok. Şüphesiz Aziz ve Hakim olan sensin sen!"

Meleklerin bu duası iki yönlüdür; müminlerin hem cennete sokulması­nı, hem de kendilerinden cezanın kaldırılmasını ihtiva etmektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:      ,

"Onları kötülüklerden koru. O gün sen kimi kötülüklerden korursan, ona rahmet etmişsindir. İşte büyük kurtuluş budur." Yani onları, işlemiş ol­dukları kötülüklerin ceza veya azabından, kendilerini bağışlamak suretiyle koru ve azabın, onlara dokunacak kötülüğünden onları uzak tut. Sen kimi kıyamet gününün kötülüklerinden korur ve cennetine sokarsan, işte kendi­sinden daha üstün bir kurtuluş bulunmayan en büyük kurtuluş budur.

Tevbe eden ve kendilerine bağışlanmanın, dönülmez bir şekilde vaad edildiği salih müminler için meleklerin istiğfar etmesinin faydası, bu istiğ­farın, müminler için kerem ve sevabın ziyadeleşmesinin neticesidir. [13]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetlerden, aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:

1- Allah Tealâ, Arş'ı taşıyan melekler hakkında üç hususu haber ver­mektedir. Teşbihle birlikte yapılan tahmid, ortağı olmayan tek Allah'a kâ­mil iman ve kendilerine olan şefkatleri sebebiyle müminler için istiğfar et­mek. Burada istiğfardan önce teşbih ve tahmidin zikredilmiş olmasının se­bebi hakkında şöyle denebilir: Çünkü Allah'ın emri için ta'zim göstermek, Allah'ın yarattıklarına şefkatten önce gelir.

Teşbih, Allah Tealâ'yı, şanına lâyık olmayan şeylerden tenzih etmek­tir. Tahmid ise, nimet verenin mutlak anlamda Allah Tealâ olduğunu kabul ve itiraftır. Teşbih, Yüce Allah'ın celâline, tahmid ise ikramına işarettir. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Celâl ve ikram sahibi Rabbinin adı ne yücedir!"

Arş, mahlukâtm en azametlisi ve büyüğüdür. Bizler onun varlığına iman eder, ancak nasıl olduğu konusunu Allah'ın ilmine havale ederiz. Bu­nunla birlikte Allah Tealâ'nın, kendisine belli bir mekânın hasredümesin-den, cisimlere benzetilmekten, keyfiyetten ve belli sınırlarla tahditten ten­zih edilmesi gerekir.

2- Alimlerden pek çoğu, "Arş'ı taşıyanlar..." ayetini, meleklerin beşer­den üstün olduğu görüşüne delil olarak getirmişlerdir. Çünkü melekler, Al­lah Tealâ'ya hamdü sena ve O'nu takdisten boş kaldıkları zaman başkaları için mağfiret dilemekle meşgul olmaktadırlar. -Buradaki başkaları, müminlerdir.- Bu da onların, kendileri için mağfiret dilemeye ihtiyaç duy­madıkları anlamına gelir. Aksi halde, başkalarından önce bizzat kendileri için mağfiret dilemeleri gerekirdi. Bunun delili de Nesâî'nin Câbir (r.a.)'den rivayet ettiği, "Önce kendi nefsinden başla." hadisi ile Yüce Allah'ın, Hz. Peygambere yönelik, "Allah'tan başka ilâh olmadığını bil ve kendi güna­hın, inanan erkeklerin ve inanan kadınların günahı için mağfiret dile." (Muhammed, 47/19) kavl-i ilâhisidir. Zira burada Yüce Allah, Hz. Peygam-ber'e, önce kendisi için, sonra başkaları için mağfiret dilemesini emir bu­yurmaktadır.

3- Yine bu ayet, meleklerin, günahkârlar için şefaat edeceğine delâlet eder. Çünkü istiğfar, mağfiret talebi demektir ve cezanın sakıt edilmesin­den başka bir yerde zikredilmez. Ceza sözkonusu olmaksızın, faydanın ar­tırılması talebine gelince, bu, müminler için sevabın artması anlamına ge­lir ki, buna istiğfar (mağfiret talebi) denmez.

4- Bazı alimler şöyle demiştir: Meleklerden, beşer hakkında sadır olan bu şefaat, daha önce işlenmiş küçük hataların mazur görülmesi talebi an­lamını taşır.

5- Ekseri durumlarda dua, "Rabbena" (Ey Rabbimiz!)" ifadesiyle baş­lar. Nitekim de melekler dualarına böyle başlamışlardır: "Rabbimiz! Rah­met ve ilmin...", "Rabbimiz! Onları..." En makbul dualardan biri de kulun, Rabbine "Yâ Rabbi!" diyerek yaptığı duadır.

6- Duada sünnet olan, Allah Tealâ'ya hamdü sena ile başlamak, bu­nun ardından dua etmektir. Bunun delili de bu ayettir. Zira melekler, müminler için dua ve istiğfar etmeye niyet ettikleri zaman, söze övgü ifa­desi ile başlamışlar ve önce "Rabbimiz! Rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmış­tır." demişlerdir. Aynı şekilde Hz. İbrahim (a.s.) de evvela hidayet edici, rı-zık verici, şifa verici, hayat bahşedici ve çok bağışlayıcı olan   olan Allah'ı övgü ile duaya başlamış, sonra da şöyle demiştir: "Rabbim! Bana hüküm ihsan et ve beni salihlere kat." (Şu'arâ, 26/78-83). Akıl ve edep de duanın bu tertip üzere yapılması gerektiğini gösterir.

7- Melekler, "Rabbimiz! Rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır" şeklin­deki sözlerinde Allah Tealâ'yı üç sıfatla tavsif etmişlerdir: Rabblik, rahmet ve ilim. Rabblik (Rububiyyet), icada ve örneksiz yaratmaya işarettir. Rah-met, hayır, rahmet ve ihsan yönünün, zarar ve sıkıntı verme yönüne göre daha önde olduğuna ve Allah Tealâ'nın, mahlukâtı, zarar vermek ve şer için değil, rahmet ve hayır için yarattığına işarettir.

8- "Rabbimiz! Rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır." sözü, Allah Te­alâ'nın, cüz'î olsun küllî olsun bütün malûmatı bildiğinin delilidir.

9- Meleklerin duası, müminler için hayrın tümünü ve daha pek çok şe­yi kapsamaktadır: Bunlar şöyle ifade edilebilir:

a) Şirk ve isyanlardan tevbe ile İslâm dinine tabi olanlar için mağfiret talebi.

b) Cehennem azabının kendilerine ulaşmaması için koruma talebi.

c)  Adn cennetlerine sokulmaları talebi. Ömer b. Hattâb, Ka'b el-Ah-bâr'a şöyle demiştir: "Adn cennetleri nedir?" Ka'b şöyle cevap vermiştir: "Cennette bulunan altından köşklerdir ki onlara peygamberler, sıddıklar, şehitler ve adil devlet başkanları girecektir."

Aynı şekilde onlarla birlikte baba, eş ve soylarının da bu cennetlere so­kulması talebi.

d) müminlerin, kötülüklerin cezasından korunması talebi. Yani bu dünyada bozuk inanç ve bozuk amellerden korunmaları. Kötülüklerin aza­bından korunmaları, cennete sokulmaları suretiyle   Alah'm kendilerine olan rahmetinin delilidir. İşte büyük kurtuluş budur.

Kısacası, en mükemmel dua, cennet mükâfatının ve cehennem azabın­dan kurtulmanın istendiği duadır. [14]

 

Kâfirlerin, Günahlarını İtiraf Etmeleri, Allah'ın Kudret Ve Lütfunun Hatırlatılması:

 

10-  İnkâr edenlere de nida edilir: "Allah'ın buğzu, sizin kendinize olan buğzunuzdan elbette daha bü­yüktür. Zira siz, imana çağrılırdınız da inkâr ederdiniz."

11-  Dediler ki: "Rabbimiz! Bizi iki kez öldürdün ve iki kez dirilttin. İş­te günahlarımızı itiraf ettik. Şimdi çıkmak için bir yol var mı?"

12- Bunun sebebi şudur: Tek Allah'a dua edildiği zaman inkâr ederdiniz. O'na ortak koşulunca inanırdınız. Artık hüküm, yüce ve büyük Al­lah'ındır.

13-  O size ayetlerini gösteren ve si­zin için gökten rızık indirendir. An­cak, O'na yönelen kimseden başkası ibret almaz.

14-  Kâfirlerin hoşuna gitmese de siz, dini yalnız Allah'a halis kılarak O'na dua edin.

 

15- Sıfatları yüce, Arş'ın sahibi, o kavuşma günü ile korkutmak için kendi emrinden olan ruhu, kulla­rından dilediğine indirir.

16- O gün onlar ortaya çıkarlar. On­lardan hiçbir şey Allah'a gizli kal­maz. "Bugün mülk kimindir? Tek ve Kahhâr olan Allah'ın!"

17- Bugün herkes ne kazandıysa onunla karşılanacak. Bugün haksız­lık yoktur. Şüphesiz ki Allah, hesabı çarçabuk görendir.

 

Belagat:

 

"Öldürdün" ve "Dirilttin" kelimeleri arasında tezat vardır.

"Şimdi çıkmak için bir yol var mı?" Bu, temenni maksadıyla sorulmuş bir sorudur. Oysa kendileri de oradan çıkamayacaklarını bilmektedirler.

"Tek Allah'a dua edildiği zaman inkâr ederdiniz. O'na ortak koşulun­ca inanırdınız." Bu iki cümle arasında mukabele vardır, burada tevhid ile şirk ve iman ile küfür birbirinin mukabili olarak zikredilmiştir.

"Sizin için gökten rızık indiriyor." Bu ifadede mecaz-ı mürsel vardır. Zira sonuç olan "rızık" zikredilmiş, ancak kendisiyle, rızkın sebebi olan yağmur murad edilmiştir.

"Kendi emrinden olan ruhu, kullarından dilediğine indirir." Buradaki "ruh" kelimesi, vahiyden kinaye olarak zikredilmiştir. Çünkü vahiy ceset için ruh gibidir. [15]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İnkâr edenlere de nida edilir." Kıyamet günü melekler tarafından kendilerine nida edilir ve şöyle denir: "Allah'ın buğzu" ki Allah'ın size olan buğzu, en şiddetli buğzdur. "sizfrı kendinize olan buğzunuzdan elbette daha büyüktür." Bu, onların kötülüklerine işarettir. "Zira siz, imana çağırıldınız da inkâr ederdiniz." Yani Allah'ın size olan buğzu, dünyada imana çağırılıp da küfrettiğiniz zaman sizin için vaki oldu. "Bizi iki kez öldürdün." Yani il­ki doğmadan önceki cansızlık hali diğeri ecel geldiğinde tadılan ölüm. Zira "imâte (öldürme), bir şeyi hayatsız kılmaktır. Bu, ya en başta olur, ya da canlıyken ölü haline getirmekle olur. "Ve iki kez dirilttin." Yaratılışımız, ya­ni bu dünyaya geliş ve ahiretteki ba's. (öldükten sonra dirilme) "İşte gü­nahlarımızı itiraf ettik." Şirk ve öldükten sonra dirilmeye karşı kâfir ve in­karcı olduğumuzu itiraf ettik. "Şimdi çıkmak için bir yol var mı?" Ateşten herhangi bir çıkış var mı ki, Rabbimize itaat edelim. Böyle bir yol var mı ki, o yola girelim? Bu sorunun cevabı, "Hayır!"dır.

"Bunun" içinde bulunduğunuz azabın "Sebebi şudur: Tek Allah'a dua edildiği zaman" başkasıyla birlikte olmaksızın sadece Allah'a dua edildiği zaman "inkâr ederdiniz." Tevhide karşı kâfir olurdunuz. "O'na ortak koşu­lunca" kullukta O'na herhangi bir varlık ortak yapılınca "inanırdınız." Şir­ki tasdik ederdiniz. "Artık hüküm, yüce" mahlukâtmdan birisinin kendisi­ne ortak yapılmasından yüce "ve büyük", kullukta kendisine ortak yapılan mahluklardan daha azametli ve büyük "Allah'ındır." Artık sizin ebedi aza­ba duçar edilmeniz konusundaki hüküm, Allah'ın elindedir.

"Size ayetlerini gösteren" kudretinin ve birliğinin delillerini gösteren "ve sizin için gökten rızık indiren O'dur." Yani rızık sebepleri indiriyor, ki o, yağmurdur. "O'na yönelenden başkası." Şirkten yüz çevirerek O'na rücu edenden başkası "ibret almaz." Fıtratta ve akıllarda yerleşik bulunan ayet­lerden öğüt almaz.

"Kâfirlerin hoşuna gitmese de" sizin Allah'a karşı samimiyetiniz onla­ra ağır gelse de "siz, dini yalnız Allah'a halis kılarak." Şirk'ten uzak bir şe­kilde "O'na dua edin." O'na ibadet edin. "Sıfatları yüce." Yani, sıfatları aza­metli olan ve mahlukâta benzemekten münezzeh bulunan Allah, "Arş'ın sahibi" Arş'ın yaratıcısı ve maliki "o kavuşma günü ile" mahlukâtın, karşı­laşmak ve hesap vermek için Allah'ın huzurunda toplanacağı gün. Zira o gün gök ehli ile yer ehli, kulluk eden ve kendisine kulluk edilen, zalim ile mazlum ve ameller ile onları işleyenler karşılaşacaktır, "korkutmak için" kendisine vahiy indirilen Peygamber'in, insanları korkutması için "kendi emrinden olan" kendi kavlinden olan "ruhu" Burada vahiy, ruh olarak isimlendirilmiştir Çünkü vahiy, ceset için ruh gibidir, "kullarından diledi­ğine indirir."

"O gün onlar ortaya çıkarlar." Açığa çıkarlar, kendilerini herhangi bir şey örtüp gizlemez, yahut da kabirlerinden çıkarlar. "Bugün mülk kimin­dir?" Tek ve Kahhâr olan Allah'ın." Bu cümleler, bir sorunun ve o soruya verilen cevabı anlatmaktadır. Bu soruyu Allah Tealâ sormakta ve cevabını da kendisi vermektedir. Zira mahlukâtı üzerinde mutlak galibiyet ve kuv­vet sahibi O'dur. "Bugün haksızlık yoktur." Sevabı azaltmak ve cezayı ço­ğaltmak gibi bir haksızlık yapılmaz. "Şüphesiz ki Allah, hesabı çarçabuk görendir." O'nu bir iş, başka bir işi yapmaktan meşgul edemez. Dolayısıyla mahlukâtı seri olarak hesaba çeker. Bir hadiste de bildirildiği gibi, bütün mahlukâtı, dünya günlerinin yarısına tekabül eden bir zaman dilimi içinde hesaba çeker. [16]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah'ın ayetleri hakkında mücadele eden kâfirlerin durumu açıklan­dıktan sonra Allah Tealâ, kâfirlerin, kendilerine indirdiği azabı hak ettik­lerini ve günahlarını itiraf edeceklerini ve kaçırdıkları şeyleri telâfi etmek için dünyaya geri dönmek isteyeceklerini beyan buyurmaktadır.

Müşriklere yönelik şiddetli tehdit gerektiren şeyleri zikrettikten sonra Yüce Allah, kemâl-i kudret ve hikmetine delâlet eden, ayetler ve deliller or­taya koymak, gökten rızık indirmek ve kulları hesap gününün azabı ile kor­kutması için dilediği kuluna vahiy indirmek gibi hususları zikretmektedir. [17]

 

Açıklaması:

 

Allah Tealâ, cehennemde azap çekmekte olan kâfirlerin kıyamet günü yakarışlarını haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır:

"İnkâr edenlere de nida edilir: 'Allah'ın buğzu, sizin kendinize olan buğzunuzdan daha büyüktür. Zira siz, imana çağrılırdınız da, inkâr eder­diniz." Melekler, kıyamet günü, cehennem ateşinde azap görmekte olan ve  dünyada, cehenneme girmelerine sebep olan kötü ameller işlemiş olmaları sebebiyle kendilerine kızan ve son derece buğzeden kâfirlere şöyle nida edecek: Ey şu anda kendilerine azap etmekte olanlar! Peygamberler yoluy­la size iman arzedildiği ve sizin de kabule yanaşmayıp terkettiğiniz ve in­kâra saptığınız esnada Allah'ın size olan buğzu, kıyamet günü cehennem azabını tattığınız zaman kendinize duyduğunuz buğuzdan daha büyük ve şiddetlidir. Bu ayette hazf (cümlede eksiltme) ve takdim-tehir vardır. An­lam şöyledir: İmana çağrılıp da terk ettiğiniz zaman Allah'ın size duyduğu buğz, sizin kendinize duyduğunuz buğzdan daha büyüktür.

Kâfirler buna şöyle cevap verirler:

"Dediler ki: "Rabbimiz! Bizi iki kez öldürdün ve iki kez dirilttin. İşte günahlarımızı itiraf ettik. Şimdi çıkmak için bir yol var mı?" Yani azap gö­ren kâfirler şöyle dediler: Rabbimiz! Biri dünyaya gelmeden önce babaları­mızın sulbünde nutfe iken, diğeri de dünyevî hayatımızdan sonra ölüler ya­pılmak suretiyle bizi iki kere öldürdün. Yine bizi, iki kere de dirilttin. Biri dünyadayken, ikincisi de ba'£ (öldükten sonra dirilme) esnasında. Nitekim Allah Tealâ, bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, sizler ölüler idiniz, O sizi diriltti. Yine öldürecek, yine dirilte­cek." (Bakara, 2/28).

Biz, dünyada peygamberleri yalanlamak, Allah'a şirk koşup tevhidi terketmek, öldükten sonra dirilmeyi inkâr gibi işlemiş olduğumuz günah­ları itiraf ettik. Ancak bu, hiçbir fayda sağlamayacak olan bir itiraf ve piş­manlıktır. Acaba bizim için, cehennemden çıkış ve işlemiş olduklarımızdan farklı amel işleyebilmek için dünyaya geri dönüş için bir yol var mı? Nite­kim Allah Tealâ, bir diğer ayette şöyle buyurmaktadır: "Onların, ateşin ba­şında durdurulmuş iken, "Ah ne olurdu, keşke biz dünyaya geri çevrilseydik de, Rabbimizin ayetlerini yalanlamasaydık, inanlardan olsaydık." dedikle­rini bir görsen!" (En'âm, 6/27). Ve yine şöyle buyuruyor: "Rabbimiz! Bizi bundan çıkar. Eğer bir daha yaptığımız kötü işlere dönersek, artık biz ger­çekten zalimleriz." Buyurdu ki: "Yıkılıp gidin (cehennemin) içerisine! Be­nimle konuşmayın." (Müminûn, 23/108).

Kâfirlerin bu isteği, sebebi beyan edilerek reddedilecektir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Bunun sebebi şudur: Tek Allah'a dua edildiği zaman inkâr ederdiniz. O'na ortak koşulunca inanırdınız. Artık hüküm, yüce ve büyük Allah'ındır." Yani bulunduğunuz durumda kalacaksınız. Eğer dünya hayatına geri gön­derilecek olursanız, "Geri gönderilselerdi, yine men olundukları şeyleri yap­maya dönerlerdi." (En'âm, 6/28). Bu itibarla sizin için geri dönüş yoktur. Daimi olarak azapta kalacaksınız. Bunun sebebi ise şudur: Siz, dünyaday­ken tek başına Allah'a çağırıldığınız ve O'nun yanında başkası anılmadığı zaman sürekli olarak Ona karşı kâfir oldunuz ve O'nu birlemeyi terkettiniz. O'na mukabil putlar, otoriteler vesaire ortak koşulduğu zaman ise Ona şirkle karışık şekilde iman ettiniz ve şirke çağırana icabet ettiniz. Ar­tık hüküm, başkasının değil, tek başına Allah'ındır. O, başka bir şeyle de­ğil, hak ile ve hikmetin gereğiyle hükmedecektir. O, zatında ve sıfatlarında kendisinin bir benzeri bulunmaktan yücedir ve kendisinin bir benzeri, eşi, çocuğu ve ortağı bulunmaktan büyük ve münezzehtir. Buradaki "yüce ve büyük" kelimelerinde, kibriya ve azamete delâlet vardır.

Daha sonra Allah Tealâ, kemâl-i kudretine, büyüklük ve azametine delâlet eden şeyler zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"O'dur ki, size ayetlerini gösteriyor ve sizin için gökten rızık indiriyor. Ancak O'na yönelen kimseden başkası ibret almaz." Allah Tealâ, göklerinde ve yerinde, bunların yaratıcısının, yoktan var edicisinin kemâline delâlet eden ayetler yerleştirmek suretiyle sizin için birliğinin delillerini ve kudre­tinin alâmetlerini ortaya koyuyor; sizin için, meyve, bitki, -yağmur ve top­rak tek olduğu halde- muhtelif renk, tad ve kokusuyla hissedilip görülen şeyleri yerden çıkaran yağmuru sizin için indiren de Odur. Bunlar, Onun kudretine ve sanatının azametine delâlet eden şeylerdir. Ancak bu açık ayetlerden, onlar hakkında tefekür ve düşünce ile ve bunun ardından da taat ve boyun eğmek suretiyle Rabbine yönelenden başkası ibret ve öğüt almaz.

Allah Tealâ, birliğini gerektiren delilleri bu şekilde ortaya koyduktan sonra, yapılması gerekeni açıklamaktadır ki bu, Allah Tealâ'ya tam anla­mıyla yönelmek ve O'ndan başkasından yüz çevirmektir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Kâfirlerin hoşuna gitmese de siz, dini yalnız Allah'a halis kılarak O'na dua edin." Yani ibadet ve duayı sadece Allah için yapın ve kâfirler si­zin bu tavrınızdan hoşlanmasa da, gittikleri yol ve izledikleri tavırda müş­riklere muhalefet edin. Onların muhalefetine aldırmayın ve onları bırakın, kinleriyle ölsünler.

Abdullah b. Zübeyr (r.a.)'den gelen sahih bir hadiste rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber, farz namazların ardından şöyle derdi: "Lâ ilahe illal-lâhü vahdehû lâ şerike leh. Lehul-mülkü ve lehü'l-hamdu ve huve alâ külli şey'in kadîr. Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh. Lâ ilahe illallah velâ na'budu illâ iyyâhû. Lehü'n-ni'metu ve lehü'l-fadlu ve lehü's-senâu'l-hasen Lâ ilahe illâllâhu muhlisine lehu'd-dîn velev kerihe'l-kâfirûn." (Allah'tan başka ilâh yoktur. O birdir ve ortağı yoktur. Mülk de Ona aittir hamd de. O her şeye kadirdir. Ma'siyetlerden dönmek ve taat etmek ancak Onun yardımı iledir. Allah'tan başka ilâh yoktur. O'ndan başkasına kulluk etmeyiz. Nimet de Onundur, fazl-u kerem de. Güzel övgü de Ona aittir. Allah'tan başka ilâh yoktur. Biz dini yalnızca O'na halis kılarız, kâfirler hoşlanmasa da).

İbni Ebî Hatim de Ebu Hureyre (r.a.) kanalıyla Hz. Peygamber'in şöy­le buyurduğunu rivayet etmiştir: "Allah Tebareke ve Tealâ'ya, duanıza ke­sin olarak icabet edileceğine inanarak dua edin ve bilin ki Allah Tealâ, kal­bi gafil ve başka şeyle meşgul olan kimsenin duasına icabet etmez."

Daha sonra Allah Tealâ, celâl ve azametine delâlet eden üç sıfat daha zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Sıfatları yüce, Arş'm sahibi, o kavuşma günü ile korkutmak için, ken­di emrinden olan ruhu, kullarından dilediğine indirir." Yani O ki, size ayet­lerini gösteriyor. O, sıfatları yüce olandır, Arş'm sahibi, maliki, yaratıcısı ve onda tasarruf sahibidir ki bu, O'nun şanının yüceliğini ve hükümranlı­ğının azametini gerektirir. Yine O kullarından dilediği, risalet ve hükümle­rini tebliğ için seçtiği kimselere -ki onlar peygamberlerdir- vahiy indirir ki, gök ve yer ehli ile evvelkilerin ve sonra gelenlerin kavuşacağı mahşer gününün azabıyla insanları korkutsunlar.

Bu ayette vahye "ruh" denmiştir. Bunun sebebi şudur: Çünkü tıpkı be­denin ruhla diriltildiği gibi insanlar da, küfür ölümünden vahiyle diriltilir­ler. Yine bu ayetteki "kendi emrinden olan" ifadesinden maksat, hayatla­rında onu temsil etsinler ve hayatlarını ona göre tanzim etsinler diye pey­gamberlerine vahyettiği şeriat (hüküm)lerdir. Bu ayete benzerlik arzeden çok ayet vardır. Bunlar arasında şunları örnek olarak zikredebiliriz: "Me­lekleri, kullarından dilediğine, emrinden olan ruh ile indirir: İnsanları "Benden başka ilâh yoktur, benden korkun" diye uyarırım." (Nahl, 16/2), "O'nu, Ruhu'l-Emîn indirdi. Senin kalbine; uyarıcılardan olman için." (Şu'arâ, 26/193-194).

Kıyamet gününün özelliklerinden bazısı da şudur:

"O gün onlar ortaya çıkarlar. Onlardan hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. Bugün mülk kimindir? Tek ve Kahhâr olan Allah'ın." Yani kavuşma günü ki o gün onlar açıktadırlar, kendilerini dağ, tepe, bina gibi herhangi bir şey gizleyip örtemez. Çünkü yer dümdüzdür. Onlar, apaçık halde kabir1 erinden çıkacaklardır. Kulların, dünyadayken işledikleri amellerden gizli ya aa açık hiçbirisi Allah'a gizli kalmaz. Nitekim bir diğer ayette şöyle buyurul-maktadır: "O gün hesap için Allah'a arz olunursunuz. Sizden hiçbir sır, Al­lah'a gizli kalmaz." (Hakka, 69/18).

O gün mutlak mülk ve kapsamlı hükümranlık, tek ve bir olan, kulları üzerinde ve her şeye kudretiyle kahr-u galebe sahibi olan Allah'ındır. O, onlara ölümle, sonra da kapsamlı diriltişle galebe etmiştir. Burada bu hu­sus, Allah Tealâ'nm sorduğu bir soru şeklinde gelmiştir ki, mana zihinlere iyice yerleşsin: "Bugün mülk kimindir?" Yani kıyamet günü. Bu soruya hiç kimse cevap veremez. Bizzat Allah Tealâ cevap verir ve şöyle buyurur: "Tek ve Kahhâr olan Allah'ın."

Kısacası, Allah Tealâ burada kıyamet gününün dört özelliğini zikret­mektedir: Kavuşma günü olması, bütün mahlukâtın Allah Tealâ'nın huzu­runda açıkta olması ve kendilerini hiçbir şeyin gizleyememesi, amellerden hiçbir şeyin Allah'a gizli kalmadığı bir gün olması -bu tehdidin maksadı Allah Tealâ'nın bütün mahlukâtı topladığı zaman herkese kendi hesabına göre muamele edeceğini karşılık vereceğini vurgulamaktır. Kişi hayır işle­mişse hayır, şer işlemişse şer görecektir- ve o gün mutlak mülkün Allah Tealâ'ya ait olması.

Daha sonra Allah Tealâ, kıyamet günü için 5. ve 6. özellikleri zikret­mekte -ki bunlar Allah'ın, yarattıkları arasında verdiği hükmünde adalet, fazlu kerem ve rahmet sahibi olduğunu açıklayan hususlardır- ve şöyle bu­yurmaktadır:

"Bugün herkes ne kazandıysa onunla karşılanacak. Bugün haksızlık yoktur. Şüphesiz ki Allah hesabı çarçabuk görendir." Yani bu kıyamet günü, herkesin, hayır veya şer olarak ne işlemişse o amelinin karşılığını alacağı, hiç kimseye, ne sevabında azaltma, ne de azabında artırma gibi herhangi bir haksızlık yapılmayacağı gündür. Allah (c.c), kulların dünyada işledik­leri amellerin hesabını çarçabuk görendir. Dolayısıyla bütün mahlukâtın hesabı, sanki bir tek kişinin hesabı görülür gibi çarçabuk görülecektir. Ni­tekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizin yaratılmanız ve diriltilme-niz, bir tek kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir." (Lokman, 31/28), "Bi­zim buyruğumuz yalnız bir tektir. Göz açıp yumma gibidir." (Kamer, 54/50). Çünkü Allah Tealâ tefekküre muhtaç değildir, O'nun ilmi her şeyi kuşat­mıştır, zerre miktarı şey bile O'na gizli değildir. Öte yandan hesabın çarça­buk görülmesinin burada zikredilmesi, bağlama son derece uygundur. Çün­kü burada Allah Tealâ, o gün kimseye haksızlık edilmeyeceğini beyan bu­yurmuş, ardından da hesabın çarçabuk görüleceğini belirtmiştir. Bu da in­sanların müstehak oldukları şeyin o anda kendilerine ulaşacağına delâlet etmektedir.

Müslim, Sahîh'inde, Ebu Zerr (r.a.)'den, hesap görülürken zulüm ya­pılmayacağını beyan eden şöyle bir hadis rivayet etmektedir: "Rasulullah (s.a.), Rabbinden naklettiği bir hadis-i kudsîde şöyle buyurdu: "Ey Kulla­rım! Muhakkak ki ben zulmü kendime haram ettim; onu sizin aranızda da yasaklanmış kıldım. O halde zulmetmeyin. (...) Ey Kullarım! Gördüğünüz karşılık ancak sizin amellerinizdir ki ben onları sizin üzerinize sayarım ve daha sonra onların tam karşılığını size veririm. Dolayısıyla kim (ahirette) hayır bulursa Allah Tebareke ve Tealâ'ya hamd etsin. Kim de bundan baş­kasını bulursa, başkasını değil, kendi nefsini kınasın." [18]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

 Bu ayetlerden, aşağıdaki neticeler çıkar:

1- Allah Tealâ, kulları için hayrı ister, küfür ve şerri onlar için uygun görmez. İşte bu sebepledir ki, kâfirler cehennem ateşinde azap görürken Allah'ın onlara olan buğzu ve kızgınlığı, onların o esnada kendileri için his­settikleri buğuz ve kızgınlıktan daha şiddetlidir.

2- "Rabbimiz! Bizi iki kez öldürdün ve iki kez dirilttin" ayetini ekseri alimler kabir azabına delil olarak göstermişlerdir. Onlar bu hususta Süd-dî'nin bu ayeti -yukarıda bu ayetle ilgili açıklamalarımızdan farklı bir bağ­lamda ele alarak- tefsir ediş şeklini esas almış olmaktadırlar. Zira buna gö­re kâfirler bu dünyada öldürülecek, daha sonra kabirlerde sorgu için diril­tilecekler, d .ja sonra tekrar öldürülecek ve ahirette tekrar dirilltilecekler-dir. Bu tefsir tarzını destekleyen bir husus da, nutfe hakkında "ölü" keli­mesinin örfen kullanılmamasıdır. Öte yandan şayet ahirette mükâfat ve azap, cesetsiz ruha olsaydı (yani ahirette cesetler değil de sadece ruhlar di­riltilecek olsaydı) "diriltme" ve "öldürme'ninbir anlamı olmazdı.

Aynı şekilde bu ayet, kabirde de hayat bulunduğuna delâlet etmektedir.

3- Kâfirler kıyamet günü.günahlarını ve azabı hakettiklerini itiraf edecek ve günahlarına pişman  olacaklardır. Ancak ne bu pişmanlığın, ne de günahları itirafın kendilerine bir faydası olmayacaktır.

4- Kâfirler, iman ve ilâhi emirlere itaat için dünyaya geri gönderilmeyi talep edeceklerdir. Ancak dünyaya dönüş artık sözkonusu olmayacaktır.

5- Kâfirlerin azaba duçar edilmelerininh sebebi, teklif ve amel işleme yeri olan dünyada Allah'a, öldükten sonra dirilmeye ve peygamberlere imandan yüz çevirmeleri, Tevhid'i terketmeleri ve şirk ile ma'siyeti seçme­leridir.

6- Allah Tealâ, varlığına, birliğine, kudret ve hikmetine delâlet eden pek çok ayet ve delil ortaya koymuştur. Gökler, yerler, her ikisinde ve her ikisinin arasında bulunanlar -güneş, ay, yıldızlar, rüzgâr, bulut, denizler, nehirler, kaynaklar, dağlar, ağaçlar, helak edilen kavimlerden geriye kalan izler ve hayır, bereket ve hayatın sebebi olan yağmurun indirilmesi sure­tiyle gökten rızkın indirilmesi bu ayet ve delillerdendir.

Bu noktada şöyle düşünülebilir: Bu ayette, dinin gerekleri ile bedenle­rin haklarını gösetmek bir arada bulunmaktadır. Çünkü ayetlerin ortaya konması dinlerin, gökten rızkın indirilmesi de bedenlerin kuvvetlendiril­mesi anlamındadır.

Bununla birlikte bu ayetlerden, sadece Allah Tealâ'ya yönelen, dönen­lerden başkası ibret almaz ve onlardan başkası Allah'ı birlemez. Dolayısıyla ortaya şöyle bir anlam çıkmaktadır: Allah'ın birliğinin delillerinin idrak ve hissedilmesi, akıllarda yerleşen şeyler gibidir. Şirk ve Allah'tan başkasına kulluk ise akıl ve fikir nurlarının ortaya çıkmasına manidir ve onu perdeler. Bu itibarla kul şirkten salim olduğu, Allah Tealâ'ya yöneldiği ve kalp nur-landığı zaman tam bir basan elde edilmiş olur ve kurtuluş yolu ortaya çıkar.

7- Allah Tealâ'nm büyüklüğünün ve ikramının sıfatlarından ikisi de delillerini ortaya koyması ve kullarına rızıklar indirmesidir. Yine Yüce Al­lah'ın, celâl ve azametini gösteren üç sıfatı daha vardır ki onlar da, sıfatla­rının yüce olması, Arş'ın yaratıcısı, idare edicisi ve maliki olması, kulların­dan dilediğine peygamberlik verip vahiy indirmesidir.

8- Bu yüce sıfatlar karşısında insana düşen, başka bir şey değil, ancak ibadet ve taati O'na halis kılarak ortağı olmayan Allah'a kulluk etmeleri ve kâfirler Allah'a kulluktan hoşlanmasalar da bunu yapmalarıdır. Şu halde ey müminler! Allah'tan başkasına kulluk etmeyin.

9- Allah Tealâ'nm elçiler göndermesi, o elçilerin insanları, bütün mev­cudatın mahşer yerinde birbirlerine kavuşacakları ve apaçık bir şekilde toplanacakları dirilme günü ile korkutmaları sebebiyledir. Yine o gün kul­lardan ve kulların amellerinden hiçbir şey Allah'a gizli değildir. O öyle bir gündür ki, mutlak egemenlik ve tam hükümranlık, yalnızca tek ve Kahhâr olan Allah'a ait olacaktır. Yüce Allah, mahlukât yok olduktan ve göklerde ve yerde olan her şey helak olduktan sonra "Bugün mülk kimindir?" buyu­racak, bu soruya hiç kimse cevap veremeyecektir. Bunun üzerine yine biz­zat kendisi "Tek ve Kahhâr olan Allah'ındır" buyuracaktır. Bir diğer tefsire göre ise yukarıdaki soruyu, Allah Tealâ değil de, başkası soracaktır. Soru­nun bu cevabını ise mahşer ehli verecektir. Kurtubî bu tefsir tarzını tercih ederek şöyle demiştir:

"Bu konuda söylenenlerin en sahihi, Ebu Vâil'in İbni Mesud (r.a.)'dan rivayet ettiği şu sözdür: "Mahşer ehli, gümüş gibi beyaz bir yerde haşrola-cak ve burada Allah Azze ve Celle'ye isyan sözkonusu olmayacak. Burada bir münadi, "Bugün mülk kimindir?" diye soracak. Müminiyle kâfiliyle bü­tün kullar "Tek ve Kahhâr olan Allah'ındır." diye mukabele edecekler. Müminler bu cevabı sevinç içinde, kâfirler ise kederli bir şekilde ve emre boyun eğerek verecekler."

Daha sonra Kurtubi şöyle der: "Yukarıda zikredilen ilk görüş gerçek­ten zahirdir. Çünkü ayetten maksat, iddiacıların iddialarının ve müntesip-lerin intisaplarının artık kesildiği -zira artık her melik ve mülkü, her bü-yüklenen ve mülkü gitmiş ve onların intisap ve iddiaları kesilmiştir- bir esnada Allah Tealâ'nm tek mülk ve hüküm sahibi oarak kaldığını ortaya koymaktır. Bu hususa, Yüce Allah'ın, göğün durulduğu ve yer ile ruhların kabzedildiği esnadaki şu hak kelâmı delâlet etmektedir: "Melik benim! Yer­yüzünün kralları nerede?" Nitekim Ebu Hureyre ve İbni Ömer (r.a.)'den ri­vayet edilen hadislerde bu husus yer almaktadır. Daha sonra sol eliyle ye­ri, sağ eliyle de gökleri dürecek ve şöyle buyuracak: "Melik benim! Zorbalar nerede? Büyüklenenler nerede?[19]

10- Bu günün özellikleri arasında şunlar da vardır: O gün her nefis, iş­lediği hayır ve şerrin karşılığını alacaktır. Hiç kimseye haksızlık edilmeye­cek ve zulmedilmeyecek, hiç kimsenin amelinde herhangi bir eksiltme ol­mayacaktır. Allah, hesabı çarçabuk görendir. Zira O, tefekkür ve delil getir­meye muhtaç değildir. Çünkü Allah Tealâ Alimdir, hiçbir şey Onun ilmine gizli değildir. Bu itibarla, başkası ile meşgul olması dolayısıyla hiç kimse­nin hak ettiği karşılığı geri bırakmaz. Tıpkı kullarına aynı anda rızık ver­diği gibi, onların hesabını da aynı minval üzere görecektir. Bir rivayette şöyle gelmiştir: "Gün ortası olmadan cennetlikler cennete, cehennemlikler de ceheneme yerleşmiş olacaklar."

Kısacası Allah Tealâ, kıyamet günü için altı sıfat zikretmektedir ki bunlar: Bu günün, bütün mahlukâtm birbirine kavuştuğu gün olması, bü­tün nıahlukâtm bariz ve açıkta olması, onların hiçbir şeyinin Allah'a gizli kalmaması, tam mülkiyet ve hükümranlığın tek ve Kahhâr olan Allah için olduğunun ortaya çıkması, her nefsin işlediği hayrın ve şerrin karşılığını alması ve süratle icra edilecek hesapta herhangi bir haksızlık yapılmaması. [20]

 

Kıyamet Gününün Diğer Ürkütücü Ve Korkunç Özellikleri:

 

18- Onları yaklaşan güne karşı uyar. Zira o gün yürekler, gamla dolu, gırtlaklara dayanmıştır. Za­limlerin ne bir dostu, ne de dinlene­bilecek bir aracıları vardır.

19- Allah gözlerin hain bakışını ve gö­ğüslerin gizlediği düşünceleri bilir.

20- Allah adaletle hükmeder. O'nun dışında taptıkları ise hiçbir şeye hükmedemezler. Çünkü hakkıyla işiten ve kemaliyle gören yalnız Al-

21- Onlar yeryüzünde gezip dolaş­madılar mı ki, kendilerinden önce­kilerin akıbetinin nasıl olduğunu görsünler? Onlar, kuvvet ve yeryü­zündeki eserleri itibariyle bunlar­dan daha üstündü. Böyleyken Allah onları günahları yüzünden yakala­dı. Onları Allah'ın azabından bir koruyan da olmadı.

22- Çünkü onlar, peygamberleri kendilerine apaçık deliller getir­dikleri halde kabul etmemişlerdi. Bu yüzden Allah onları yakaladı. Zira O, kavidir, cezası çetin olandır.

 

Belagat:

 

"Zalimlerin." Yani kâfirlerin. Burada açık ifade, gizli ifade yerine gel­miştir. Bunun sebebi, ne dost, ne de dinlenebilecek bir yardımcı olmaması­nın kâfirlere özgü bir durum olduğunu göstermektir. Zira onlar, zulümleri sebebiyle böyle bir sonuç ile karşılaşmışlardır.

"Onlar yeryüzünde hiç gezip dolaşmadılar mı ki." Bu, kınama tarzında gelen bir soru cümlesidir. [21]

 

Kelime Ve İbareler:

 

"Onları yaklaşan güne" Kıyamet gününe "karşı uyar." Yakın olduğu

için kıyamet günü burada böyle ifade edilmiştir. "Zira o gün yürekler, gam­la dolu, gırtlaklara dayanmıştır." Tasa ile dolu olduğu halde korkudan yük­selmiş, boğulurcasma gırtlağa dayanmıştır. "Zalimlerin" kâfirlerin "ne bir dostu", faydası dokunan yakın kişi veya seven "dinlenebilecek bir aracıları" aracılığı kabul edilecek bir şefaatçileri kesinlikle "yoktur." Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şimdi artık bizim ne şefaatçilerimiz var..." (Şu'arâ, 26/100).

"Allah'a gözlerin hain bakışını" hıyanet sahibinin bakışını haram olan bir şeye ikinci kere bakmak ve bakışı gizlice yapmak da böyledir. Buradaki "hain bakış'tan maksat, haram kılınmış bir şeye hırsızlama ve gizlice bak­maktır, "ve göğüslerin gizlediği" vicdanların gizlediği düşünceleri "bilir." Bu cümle, kalpler hakkındaki beşinci haberdir. Yani hiçbir gizli şey yoktur ki, Allah Tealâ tarafından bilinmesin ve karlışığı verilmesin.

"Allah adaletle hükmeder." Çünkü mutlak manada malik ve hakim Odur. Böyle olduğu içindir ki Allah Tealâ her şeye hakkıyla hükmeder. "O'nun dışında taptıkları" Mekke kâfirlerinin, Allah dışında kulluk ettikle­ri putlar "hiçbir şeye hükmedemezler." Böyle olduğu halde onlar nasıl Al­lah'ın ortakları olurlar? Bu ifadede müşriklerle alay etme vardır. Çünkü cansız varlıklar hakkında "Bunlar hüküm verir veya hüküm vermez" den­mez. "Çünkü Semt, Basîr olan yalnız Allah'tır." Semî'dir, onların sözlerini hakkıyla işitir; Basîr'dir, onların yaptıklarını hakkıyla görür. Bu cümle, Al­lah Tealâ'nm, gözlerin hain bakışını bildiği ve hak ile hükmedici olduğunu, aynı zamanda müşriklere bir tehdit ve onların, Allah dışında çağırdıkları­nın durumunu gözler önüne serme ifade etmektedir.

"...kendilerinden öncekilerin akıbetinin nasıl olduğunu" Ad ve Semud gibi, kendilerinden önce yaşamış olan ve peygamberleri yalanlayan kavim­lerin sonunun nasıl olduğunu "görsünler." "Onlar kuvvet ve yeryüzündeki eserleri itibariyle bunlardan daha üstündü." Onlar kudret ve iktidar bakı­mından ve sağlam kale, köşk, saray ve kentler kurmak cihetiyle bunlardan daha ileride idiler. "Böyleyken Allah onları, günahları yüzünden yakaladı." Helak etti.

"O kavidir." Dilediğini yapmaya tam anlamıyla kadirdir. "Cezası çetin olandır." Onun verdiği cezadan daha şiddetli bir azap yoktur. [22]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Peygamberlerin, insanları, kavuşma günüyle korkuttukları söylendik­ten sonra, kâfirleri cehennem azabıyla korkutmak için kıyamet gününün diğer dehşetli ve korkutucu özellikleri zikredilmekte, ardından da daha ön­ce yaşamış ve peygamberleri yalanlamış olan kavimlerin helakine benzer bir dünya azabı ile kâfirler yine korkutulmaktadır. [23]

 

Açıklaması:

 

"Onları yaklaşan güne karşı uyar. Zira o gün yürekler gamla dolu, gırtlaklara dayanmıştır." Yani Ey Peygamber! İman etmeleri ve artık şirki terketmeleri için kâfirleri kıyamet günüyle korkut. O öyle bir gündür ki, sanki kalpler korkudan yerlerinden oynamış ve gırtlaklara dayanacak ka­dar yükselmiştir. O gün bu kalpleri taşıyanların, üzüntü ve gamla dolu ol­duklarını gösteren bir manzaradır.

"Zalimlerin ne bir dostu, ne de dinlenebilecek bir aracıları vardır." Ya­ni bu durumdaki kâfirler için, ne faydası dokunacak bir yakın, ne de şefa­ati kabul edilecek bir şefaatçi vardır. Bu ayetten maksat kâfirleri, kıyamet gününün dehşetiyle korkutup sakmdırmaktır. Yine bu ayette, kıyamet gü­nü kâfirlerin korkusunun daha da şiddetleneceğine işaret vardır. Öyle ki, onların kalpleri sanki gırtlaklarına dayanmış olacaktır. Bu ayetteki bir di­ğer açık ifade de, müşriklerin iddialarının ve düşüncelerinin aksine o gün putların şefaatlerinin söz konusu olamayacağıdır.

Her ne kadar insanlara göre kıyametin gelmesi için uzun bir zaman var ise de, hiç şüphesiz kıyamet günü gelmektedir ve her gelmekte olan, yakındır. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Saat yaklaştı, ay ya­rıldı." (Kamer, 54/1), "İnsanların hesapları yaklaştı." (Enbiyâ, 21/1), "Al­lah'ın emri geldi. Artık onu acele istemeyin." (Nahl, 16/1), "Onu yakın gö­rünce inkâr edenlerin yüzleri kötüleşti." (Mülk, 67/27).

Daha sonra Allah Tealâ onlara, ilminin ve dikkatinin şümulünü bildir­mekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Allah gözlerin hain bakışını ve göğüslerin gizlediği düşünceleri bilir." Yani Allah, kulun haram kılınmış bir şeye yönelttiği hain bakışı ve gönül­lerin gizlediği hayırlı olsun şerli olsun her türlü düşünceyi ve hatta kişinin içinden geçeni ve aklına geleni dahi bilir. Yani Allah Tealâ'nın ilmi tamdır, bütün eşyayı kuşatmıştır. Dolayısıyla insanlar Allah'ın ilminden sakınma­lı, Allah'tan hakkıyla haya etmeli, Ona karşı hakkıyla takva göstermeli ve Allah'ın kendisini gördüğünü bilen kişinin tavrıyla O'nun emirlerini gözet­melidirler. Zira Yüce Allah hain bakışları bilir, isterse bu bakış, bir anlık olsun. Yine Yüce Allah, gönüllerin gizlediği sırları ve gizli şeyleri de bilir.

İbni Abbas (r.a) bu ayet hakkında şöyle demiştir: "Buradaki hain ba­kış şudur: Bir adam, içinde ev halkının ve güzel bir kadının bulunduğu bir eve girer veya yanlarında güzel bir kadının bulunduğu bir ailenin yanın­dan geçerken, o ailenin fertlerinin haberi olmadan o kadına göz ucuyla ba­kar. Onlar farkına vardıkları zaman gözünü o kadından ayırır. Onlar ha­bersiz olunca yine bakar ve onlar anlayınca yine bakışını yine ondan ayırır. Allah Tealâ bilir ki o adam kalbinden, "Keşke bu kadının her yerini gör­sem." diye geçirir.[24]

"Allah adaletle hükmeder." Yani Allah Tealâ, adil hükümle hükmeder ve güzelliğe güzellikle, kötülüğe kötülükle karşılık verir; herkese, hayır veya şer neyi hak etmişse onu gösterir.

"O'nun dışında taptıkları ise hiçbir şeye hükmedemezler. Çünkü Semt Basîr olan yalnız Allah'tır." Yani onların, Allah dışında kulluk ettikleri putlar herhangi bir hüküm vermeye muktedir değildirler. Yani hiçbir hü­küm veremezler, hiçbir şeye malik değildirler. Çünkü onlar hiçbir şey bil­mezler ve hiçbir şeye güç yetiremezler. O halde kendisine kulluk edilmesi gereken, her şeye kadir olan ve kendisine hiçbir şey gizli kalmayan Al­lah'tır. Zira Allah, kullarının söylediklerini hakkıyla işiten, onların yaptık­larını tam anlamıyla görendir ve onlara kıyamet günü hak ettikleri karşılı­ğı verecek olandır.

Bu ayet, onların söz ve fiilleri üzerine, Allah Tealâ'nm onlara azap edeceğini bildiren bir tehdit içermekte, putlara ve Allah'a ortak yapılmış diğer varlıklara kulluk etmenin ne kadar boş iş olduğunu açıkça bildirmek­te ve kendileriyle alay etmektedir. Çünkü herhangi bir gücü bulunduğu söylenemeyen bir varlığın, hüküm vereceğinden ya da veremeyeceğinden söz edilemez.

Bunlar, ahiret azabıyla korkutmanın ifade edildiği ayetlerdir. Bundan sonra ise Allah Tealâ onları dünya azabı ile korkutmakta ve şöyle buyur­maktadır:

"Onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin akıbetinin nasıl olduğunu görsünler? Onlar, kuvvet ve yeryüzündeki eserleri itibariyle bunlardan daha üstündü. Böyleyken Allah onları günahları yü­zünden yakaladı. Onları Allah'ın azabından bir koruyan da olmadı." Bura­da Allah Tealâ onları, başkalarının başına gelenden ibret almaya yönelt­mektedir. Yani Ey Muhammed! Senin peygamberliğini yalanlayan o müş­rikler yeryüzünde hiç gezip kendilerinden önce küfür üzere yaşayan ve peygamberleri yalanlayan kimselerin sonunun nasıl olduğunu ve nasıl bir azap ve gazaba uğradıklarını görmediler mi? Oysa o geçmiş kavimler, Mek­ke kâfirleri ve benzerleri gibi şu anda hayatta olan kimselerden daha kuv­vetli ve yeryüzünde köşkler, saraylar yapmak, kentler kurmak ve uygarlık­lar oluşturmak gibi eserler bırakmak bakımından daha ileri idiler.

Allah onları, günah ve masiyetleri sebebiyle helak etti. Onlar için, kendilerinden azabı savacak bir yardımcı da olmadı. Şu anda hayatta olan kâfirler için de durum böyledir. Geçmiş ümmetlerin başına gelen bu du­rum, bütün zamanların kâfirleri için açık bir sakmdırmadır.

Bu ayetin bir bölümününde anlatılan hususların benzeri şu ayetlerde de mevcuttur: "Onlara, size vermediğimiz servet ve kuvveti vermiştik." (Ah-kâf, 46/26), "Toprağı alt üst etmişler ve onu, bunların imar ettiklerinden da­ha çok imar etmişlerdi." (Rûm, 30/9).

Daha sonra Allah Tealâ, onların helak edilişlerinin sebebini zikret­mekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Çünkü onlar, peygamberleri kendilerine apaçık deliller getirdikleri halde kabul etmemişlerdi. Bu yüzden Allah onları yakaladı. Zira O, kavi­dir, cezası çetin olandır." Yani onların yakalanmalarının ve helak edilmele­rinin sebebi şu idi: Onlara gelen peygamberler, kendilerine açık deliller ge­tirmişlerdi. Ancak onlar bu peygamberleri ve getirdikleri delilleri inkâr et­tiler. Bunun üzerine Allah da onları helak ve alt üst etti. Muhakkak ki Al­lah, büyük kuvvet sahibidir ve şiddetle yakalar. O yapmayı murad ettiği her şeyi yapar, kendisini hiçbir şey aciz bırakamaz. O'nun, isyan eden her­kese yaşatacağı azap elimdir, şiddetlidir ve acı vericidir. O halde ey kâfirler ve isyankârlar! Başkalarının durumundan ibret ve ders alın. Zira akıllı ki­şi, başkasının durumundan ibret alandır. [25]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetlerde iki konu işlenmektedir: Ahiret azabıyla korkutma ve

dünya azabından sakındırma.

Ahiret azabının sebepleri konusunda Allah Tealâ, kâfirleri korkutmak

için sekiz husus zikretmektedir:[26]

1- Allah Tealâ o günü "yaklaşan gün" olarak nitelendirmiştir. Yani azap edilecek kimseler için azaba yaklaşma günü.

2- O gün yaşanacak korku öyle şiddetlidir ki, kalp göğüsten ayrılır ve gırtlağa kadar yükselir, yani insan korkudan boğulur gibi olur.

3- O gün onlar, kendilerini saran hüzün ve korkunun ağırlığı sebebiyle konuşmaya muktedir olamazlar. Bu, endişe, ızdırap ve üzüntüyü gerektirir.

4- Onlar için ne faydası dokunacak bir dost, ne de sözü dinlenip şefa­ati kabul edilecek bir şefaatçi olacaktır.

5- Allah Tealâ, küçük büyük her şeyi bilendir. Bu, korkunun daha faz­la olmasını gerektirir.

6- Allah Tealâ, mutlak hak ve tam adaletle hüküm verir. Bu da korku­nun büyük olmasını gerektirir.

7- Müşriklerin, putların şefaatine güvenmesinin herhangi bir yararı yoktur. Zira onlar herhangi bir şeye hükmedenıezler.

8- Allah Tealâ müşriklerin putlara ve sair mabudlara yaptıkları övgüle­ri işitir ve onlar karşısında itaatle boyun eğip onlara secde ettiklerini görür.

Dünya azabına gelince, Hz. Peygamber'i yalanlayan o müşriklerin önünde, kendilerine gelen peygamberleri yalanlayan geçmiş kavimlerin basına gelen türlü azaplar canlı bir örnek olarak durmaktadır. O kavimler, inkâr ederek kendilerine gelen elçileri yalanladıkları için azap inmişti. Şu anda yaşayan kâfirler de onların helak ve mahvından geriye kalan izleri müşahede edip durmaktadırlar. Allah, Hz. Peygamber'in kavmi olan kâfir­leri, geçmiş kavimlerin davrandıkları gibi davranmaktan sakındırmakta ve sözü şu ayet ile bitirmektedir: "Zira O, kavidir, cezası çetin olandır." Bu cümlede, aşırı tarzda bir korkutma ve sakındırma ifadesi bulunmaktadır. [27]

 

Hz. Musa İle Firavun Ve Haman Kıssası -I- İsrailoğulları'nın Azabı, Hz. Musa'ya Ölüm Tehdidi:

 

23- Andolsun biz Musa'yı ayetleri­mizle ve apaçık bir hüccet ile gön­derdik;

24- Firavun'a, Haman'a ve Karun'a. "Bu, yalancı bir büyücüdür." dedi­ler.

25-  Onlara katımızdan hakkı geti­rince, "Onunla beraber inananların oğullarını öldürün, kadınlarını sağ bırakın!" dediler. Fakat kâfirlerin tuzağı hep boşa çıkar.

26- Firavun dedi ki: "Bırakın Mu­sa'yı öldüreyim de, Rabbine yalvar-sın. Çünkü ben onun, dininizi de­ğiştireceğinden yahut yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum."

27- Musa dedi ki: "Ben, hesap günü­ne inanmayan her kibirliden, be­nim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığınırım."

 

Kelime ve İbareler:

 

"Andolsun biz Musa'yı ayetlerimizle gönderdik." mucizelerle, "ve apa­çık bir hüccet ile" zahir ve aşikâr bir burhan ile "gönderdik." Burada "ayet­lerimizle" kelimesiyle "apaçık bir hüccetle" ifadesi arasında atıf harfi bu­lunması, bu iki özelliğin birbirinden farklı olmasındandır. "Firavuna" Mı­sır kralı idi. "Haman'a" Firavun'un veziri idi. "Karun'a" servet sahibi birisi idi. "Bu yalancı bir büyücüdür, dediler." Burada Musa (a.s.)'yı kasdetmek-tedirler. Bu ifadede Hz. Peygamber'i teselli etme ve kendilerine zaman ola­rak daha yakın ve daha kuvvetli olan birisinin akıbetinin beyanı vardır.

"Onunla beraber inananların oğullarını öldürün, kadınlarını sağ bıra­kın." Ayetin anlamı şudur: Daha önce yaptığınız gibi onların erkek çocukla­rını öldürün ve kadınlarını, hizmetinizde kullanmak üzere sağ bırakın.

"Firavun dedi ki: "Bırakın Musa'yı öldüreyim de Rabbine yalvarsın."

Bu cümlede son derece şiddetli bir tuzak, kin, kahramanlık taslama ve Hz. Musa'nın, ona engel olması için Rabbine dua etmesine aldırmazlık vardır. "Çünkü ben onun, dininizi değiştireceğinden" sizler bana ve putlara kulluk ederken bu durumu değiştireceğinden, "yahut yeryüzünde fesat çıkaraca­ğından" eğer sizin dininizi değiştirmeye muvaffak olamazsa, fitneler çıka­racağından, sizin aranıza savaş ve ölüm tohumlan ekeceğinden "korkuyo­rum." Eğer onu öldürnıezsem, böyle yapacağından endişe ediyorum. "Musa dedi ki." Firavun'un bu sözünü işitince kavmine dedi ki: "Ben, hesap günü­ne inanmayan her kibirliden" Burada daha beliğ olan ta'riz yollu anlatım seçilerek ifadede, hem Firavun'u, hem de diğer zorbaları kapsasın diye Fi­ravun'un ismi zikredilmemiş, bunun yerine onun bir özelliği belirtilmiştir. Burada geçen "tekebbür" kelimesi, hakka boyun eğmekten büyüklenerek uzak durmak demektir ki, büyüklenmenin en çirkini budur. Yine burada kibirlenme ile hesap gününe inanmamanın bir arada zikredilmesinin sebe­bi şudur: Hem kibir, hem de cezayı yalanlayarak akıbetinin ne olacağına aldırmama özelliği bir kimsede toplandığı zaman, hem Allah'a, hem de kul­lara karşı cür'et sahibi olma vasfı kişide tamamen yerleşmiş olmaktadır. "benim de Rabbim" "sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığınırım." Allah'a sığı­nır, O'ndan medet bekler ve O'ndan yardım dilerim. Burada Hz. Musa'nın söze "innî" lafzıyla başlaması, kötülüğün savılmasında asıl sebebin Allah'a sığınmak olduğuna delâlet olsun ve bu nokta vurgulansın diyedir. Ayette şöyle bir anlam da bulunmaktadır: Siz de Musa gibi Allah'a sığının ve O'nun yaptığı gibi Allah'a tevekkül ederek O'nun emirlerine sarılın. [28]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Yüce Allah, Rasulünü, daha önceki peygamberleri yalanlayan kavim­lerin akıbetinin ne olduğunu anlatarak teselli ettiği gibi, Hz. Musa kıssa-sıyla da ceselli etmektedir. Şöyle ki: Hz. Musa, kuvvetli mucizelere sahip olmasına rağmen Firavun, Haman ve Karun onu yalanlamış ve kendisinin bir yalancı ve bir büyücü olduğunu söylemişlerdi. Ancak sonuçta Hz. Musa onlara galip geldi. İşte bu, Hz. Peygamber için bir müjdedir. Tıpkı Musa b. İmran (a.s.)'ın durumunda olduğu gibi, hem dünyada, hem de ahirette iyi sonuç ve zafer Hz. Peygamber'in olacaktır. [29]

 

Açıklaması:

 

"Andolsun biz Musa'yı, ayetlerimizle ve apaçık bir hüccet ile gönder­dik." Yani Allah'a yemin olsun ki, biz Musa'yı, beyaz el, asa gibi dokuz muci­ze ile ve aynı zamanda açık bir hüccet ve kuvvetli bir burhan ile gönderdik.

Musa'yı, Mısır kralı Firavun'a, onun veziri Haman'a ve çağının en zengini olan Karun'a gönderdik. Ancak onlar Musa hakkında, "Muhakkak ki o, sihirbaz, aldatıcı, cinlenmiş, göz boyayıcı ve kendisini Allah 'm gönderdiği yolundaki iddiasında yalancıdır." dediler. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "İşte böyle. Onlardan önce de ne kadar elçi geldiyse mutla­ka, büyücü veya cinlenmiş" dediler. Bunu birbirlerine tavsiye mi ettiler? Doğrusu onlar azgın bir topluluktur." (Zâriyât, 51/52-53).

Burada sadece bu üç azgın kişinin zikredilmesinin sebebi şudur: Çün­kü bunlar, Hz. Musa'yı yalanlayanların elebaşları idiler, diğerleri bunlara tabi idi. Zorbaların genel tavrı, hakkı ve doğruyu gösteren delillere ve man­tığa kulak asmamak ve kuvvete başvurmaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlara katımızdan hakkı getirince." yani kendisini Allah Tealâ'nm onlara gönderdiğine delâlet eden kesin burhanı getirince. Bu bur­han, Hz. Musa'nın aşikâr ve zahir mucizeleridir.

"Onunla beraber inananların oğullarını öldürün, kadınlarını sağ bıra­kın" dediler." Yani o azgınlar dediler ki: Erkekleri öldürüp kadınları bırak­mak şeklindeki uygulamayı yeniden yürürlüğe koyun ki çoğalmasınlar ve durumları zayıflasın. Bu, Hz. Musa'nın peygamber olarak gönderilmesin­den itibaren, erkeklerin öldürülüp kadınların bırakılması şeklinde cereyan eden ikinci uygulamadır. İllî uygulama ise Hz. Musa dünyaya gelmeden önce gerçekleştirilmişti. Bu ilk uygulama, Hz. Musa'yı ortadan kaldırmak ve kendilerine üstünlük sağlamasınlar diye İsrailoğulları'nı hor ve hakir kılıp sayılarını azaltmak maksadıyla yapılmıştı. Ama Allah Tealâ, onların tuzaklarını çökertti ve plânlarının başarıya ulaşmasına izin vermedi. Nite­kim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Fakat kâfirlerin tuzağı hep boşa çıkar." Yani onların, İsrailoğulları'nın sayısını azaltmak şeklindeki tuzak ve maksatları, ziyan olmaktan ve boşa gitmekten başka bir anlam ifade etmedi ve onlar için hiçbir fayda sağlamadı. Zira onlar İsrailoğulları'nı öldürmeye ilk başladıkları zaman bunun bir fay­dası olmadı ve Musa hayatta kaldı. Aynı şekilde bu soykırımı yeniden uygu­lamaya koymaları da bir fayda vermeyecek ve zafer inananların olacak!

Ancak bu kez Hz. Musa'yı öldürme kararı daha bir kesin alınmıştır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Firavun dedi ki: "Bırakın Musa'yı öldüreyim de Rabbine yalvarsın." Yani Firavun, kavmine şöyle dedi: "Beni bırakın! Musa'yı öldüreyim. O da, kendisini bize gönderdiğini iddia ettiği Rabbine dua etsin de, gücü yetiyor­sa benim onu öldürmeme mani olsun Ben ona aldırmıyorum." Bu ifadenin zahiri, Hz. Musa'nın Rabbine duasıyla alay edildiğini anlatmaktadır.

Hz. Musa'nın öldürülmek istenmesinin sebebini Allah Tealâ şöyle be­yan buyurmaktadır:

"Çünkü ben onun, dininizi değiştireceğinden yahut yeryüzünde fesat çı­karacağından korkuyorum." Yani ben onun, sizin bana ve putlara kulluk etmek şeklinde izlediğiniz dinî tavrınızı değiştireceğinden ve sizi sadece Allah'a kulluk etmeyi öngören kendi dinine sokacağından, yahut insanlar arasına ihtilâf ve fitne sokacağından, böylece düşmanlıkların ve çekişmele­rin çoğalacağından, toplumsal çalkantı ve bunalımların yayılmasından en­dişe ediyorum. Firavunun bu sözleri, onun, halkın din değiştirmesi netice­sinde kendisi lehine çalışan kurulu düzenin, statükonun değişeceğinden duyduğu korkuyu ortaya koymaktadır.

Firavun, kuvvet ve zorbalığıyla bu şekilde büyüklenince, Hz. Musa Al­lah'a sığınmış ve şöyle demiştir:

"Ben, hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığınırım." Yani Hz. Musa, Firavun'un "Bırakın Musa'yı öldüreyim." şeklindeki sözünü duyunca şöyle dedi: Ben, Fira-vun'dan ve onun gibi hakka boyun eğmeyip büyüklenen, ululuk taslayan, dirilme, hesap ve ceza gününe inanmayan her kâfir mücrimden Allah'a sı­ğınır ve Ondan medet beklerim.

Burada Hz. Musa'nın, hem kibir, hem de ceza gününe inanmama özel­liklerini bir arada temsil eden birisinden Allah'a sığındığını görüyoruz. Çünkü bu iki özellik, Allah'a ve>Onun kullarına karşı cüret sahibi olanla­rın ortak vasıflarıdır. Hz. Musa, "Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz..." demekle kavmini, Firavun'un ve onun gibi olanların şerrinden Allah'a sı­ğınmada kendisiyle birlikte davranmaya teşvik etmektedir.

Ebu Musa (r.a.)'dan gelen bir hadiste bildirildiğine göre Hz. Peygam­ber, bir kavmin şerrinden endişe ettiği zaman, "Allah'ım! Biz, bunların kö­tülüklerinden sana sığınırız ve onların düşmanlıklarını seninle savarız." diye dua ederdi. [30]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Peygamberler arasında şu noktalar müşterektir: Doğruluklarına delâlet eden mucizelerle desteklenmek, kavimlerinin kendilerinden yüz çe­virmeleri, yalancılık, göz boyama ve büyücülükle itham edilmek, kovul­mak, sürgün edilmek, öldürülme ya da işkenceyle tehdit edilmek.

2- Bu durum, Hz. Musa ile Firavun ve onun kavmi arasında geçen olayları anlatan kıssadan da anlaşılmaktadır. Yüce Allah Hz. Musa'yı mu­cizelerle desteklemiştir ki bu mucizeler, "Andolsun biz Musa'ya açık açık dokuz mucize vermiştik" (İsrâ, 17/101) ayetinde ifade edilen dokuz mucize­dir. Yüce Allah Hz. Musa'yı, azgınlık ve büyüklenmenin elebaşlarıyla imti­han etmiştir. Bu elebaşları; Kral Firavun, Vezir Haman ve bu ikisine küfür ve yalanlamada ortaklık eden, mal ve hazineler sahibi Karun'dur. Bunlar, Hz. Musa'ya delil ve hüccet ile karşı çıkmaktan acze düşünce, onun getirdi­ği mucizeleri sihirle, O'nu da yalancılıkla tavsif ettiler.

3- Firavun'un azgınlığı daha da arttı ve işi, İsrailoğulları'nı soykırıma

tabi tutmaya, erkeklerini öldürüp kadınları da aşağılamak, horlamak ve hizmetlerde kullanmak üzere bırakmaya kadar vardırdı. Maksadı, çocukla­rın Hz. Musa'nın dini üzere yetişmesine ve böylece Hz. Musa'nın, onlarla güçlenmesine engel olmaktı. Bu, Firavun'un daha önce de yaptığı çirkinlik­leri tekrar uygulamaya koyması demekti.

Katâde şöyle demiştir: "Bu öldürme, Firavun'un uyguladığı ilk öldür­me değildir. Çünkü Firavun, Hz. Musa dünyaya geldikten sonra erkek ço­cukları öldürmekten geri durmuştu. Yüce Allah Hz. Musa'yı peygamber olarak gönderince, İsrailoğulları'nı, kendilerine bir ceza olsun diye tekrar öldürmeye başladı. Maksadı insanların inanmalarını, böylece inanların sa­yısının artmasını ve erkek çocuklarıyla güçlenmelerini engellemekti. Ancak Allah Tealâ onları, üzerlerine gönderdiği kurbağalar, çekirge, kan, tufan gi­bi çeşitli azaplarla meşgul etti ve bu planı uygulamaya koymalarını engel­ledi. Ta ki onlar Mısır'dan çıktılar, Allah Tealâ da onları denizde boğdu.

4- Yüce Allah'ın Hz. Musa'ya yardımı gerçekleşti ve Firavun ile kav­minin tuzaklarını boşa çıkardı. Zira insanlar, Firavun kendilerine, daha önce yaptığı gibi veya ondan daha şiddetlisini yapsa da, imandan geri dur­muyorlardı.

5- Firavun, Allah'ın kuvvet ve kudretine aldırmayarak Hz. Musa'yı öl­dürmeye de azmetmişti. Kavmine de, onun öldürülmesi gerektiği düşünce­sinin sebebini şöyle açıkladı: Musa'nın varlığı şu iki husustan birinin veya her ikisinin birden olmasına yol açacaktır: Din işlerinin ve dünya işlerinin bozulması. Buradaki "din"den maksat, Firavun'a ve putlara kulluktan iba­rettir. Dünya işlerinin bozulmasından murad ise, toplum arasına düşman­lıklar sokulması, huzursuzluk ve çalkantı bırakılmasıdır.

6- Firavun kendisini öldürmekle tehdit edince Hz. Musa, imandan ve ahi-rete inanmaktan büyüklenerek uzak duran her kibirliden Rabbine sığındı.

7-  Razî, Hz. Musa'nın burada kullandığı kelimelerden ve yaptığı du­adan sekiz faide çıkarmıştır ki bunlar özetle şöyledir:

Birincisi: Hz. Musa'nın, te'kide delâlet eden "innî" kelimesiyle başla­yan "Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığınırım." şeklinde­ki sözü, insanın afet ve belâları defetmesinin en doğru yolunun, Allah'a da­yanmak ve O'nun korumasına tevekkül etmek olduğuna delâlet eder.

ikincisi: Allah'a sığınmak, kişiyi insan ve cin şeytanlarından korur. Şu halde bir müslüman, "E'ûzu billahi mire'ş-şeytâni'r-racîm" (Kovulmuş şeytan­dan Allah'a sığınırım) dediği zaman Allah Tealâ onun dinini ve ihlâsmı cin şeytanlarının vesveselerinden korur. Aynı şekilde bir müslüman, "E'ûzu billa­hi " dediği zaman da Allah onu her türlü afet ve korkulacak şeyden korur.

Üçüncüsü: "Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz" sözü. Allah'tan baş­ka dost olmadığına göre, akıllı kimsenin, her türlü afetin definde Allah Tealâ'dan başkasının muhafazasına başvurmaması gerekir. Zira bütün güç ve kudret Onun elindedir.

Dördüncüsü: "Sizin de Rabbiniz." sözü. Burada Hz. Musa'nın kavmini, Allah'a sığınmada Hz. Musa'ya uymaya teşvik ve yönlendirme vardır.

Beşincisi: Hz. Musa, kendisini küçükken bakıp yetiştirmesi sebebiyle Fi­ravunun hakkına riayeten Allah'a duasında Firavunun adını zikretmemiştir.

Altıncısı: Firavun Hz. Musa'yı öldürmeye azmetmesine rağmen, sade­ce ona beddua etmekte bir fayda yoktur. Aksine, gizli ve açık her düşmana şamil olması için, büyüklenerek öldükten sonra dirilmeye inanmayan her­kesin şerrini defetmesi için Allah'a sığınmak daha yerindedir. Böyle yapı­lırsa gizli açık her düşmandan Allah'a sığınılmış olur.

Yedincisi: İnsanlara eziyet etme tavrı, kişide bulunan iki özellik sebe­biyle ortaya çıkar. Bunlardan biri, kişinin kalbinin katı ve mütekebbir ol­ması, diğeri de öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkâr etmesidir. Fira­vun'da bu özelliklerin ikisi de mevcuttur.

Sekizincisi: Hz. Musa, Firavun'un, "Rabbine yalvarsın." şeklindeki alaycı tavrına şöyle karşılık vermiştir: Ey Firavun! Senin alay ettiğin şey, hak dindir ve ben de Rabbime dua ediyor, senin şerrini benden uzaklaştır­masını Ondan istiyorum. Rabbimin seni nasıl kahredeceğini ve beni sana galip getireceğini yakında göreceksin. Hz. Musa'nın bu cevabı, hem kavlî hem de fiilî bir cevaptır.

Bu duadan ortaya çıkan kısaca şudur: Düşmanların hilelerini defet­menin ve tuzaklarını boşa çıkarmanın yolu, Allah'a sığınmak ve Allah Tealâ'nm korumasına girmektir. [31]

 

Hz. Musa İle Firavun Ve Haman Kıssası -ΙΙ- Firavun Ailesinden Bir Mümin Ve Onun Hz. Musa'yı Müdafaa Etmesi

 

28- Firavun ailesinden, imanını gizleyen mümin bir adam dedi ki: "Rabbim Allah'tır dediği için bir adamı öldürüyor musunuz? Oysa o size Rabbinizden apaçık deliller ge­tirmiştir. Eğer yalancı ise, yalanı kendi zararınadır. Ve eğer doğru söylüyorsa, size vaad ettiklerinin bir kısmı olsun başınıza gelir. Şüp­hesiz Allah, aşırı giden, yalancı kimseyi doğru yola iletmez."

29- "Ey kavmim! Bugün mülk sizin­dir. Buraya siz hakimsiniz. Fakat Allah'ın hışmı bize gelip çatarsa kim bize yardım eder?" Firavun de­di ki: "Ben size, hangi görüşte bulu­nuyorsam, ondan başkasını işaret etmiyorum ve ben sizi ancak doğru yola götürüyorum."

30-  Mümin olan dedi ki: "Ey kav­mim! Ben üzerinize, önceki topluluklarm günü gibi bir günün gelme-* lf, f» üt    sinden korkuyorum."

31- "Nuh kavminin, Ad ve Semud'un ve onlardan sonrakilerin durumu gibi. Allah, kullarına zulmetmek is-

32- "Ey kavmim! Sizin için o bağrı­şıp çağrışma gününden korkuyo-

arkanızı dönüp kaçarsı-ama sizi Allah'tan kurtaracak kimse yoktur. Allah kimi şaşırtırsa, artık ona yol gösteren olmaz."

34- "Daha önce Yusuf da size açık deliller getirmişti. Onun getirdiklerinden de kuşkulanıp duruyordunuz. Nihayet o ölünce, "Allah ondan sonra peygamber göndermez." dediniz. İşte Allah, aşırı giden şüpheci kimseleri böyle şaşırtır."

35- "Onlar ki, kendilerine gelmiş bir delil olmadığı halde Allah'ın ayetleri hak­kında tartışırlar. Bu gerek Allah indinde, gerek iman edenler yanında büyük bir nefretle karşılanır. İşte Allah, her kibirli zorbanın kalbini böyle mühürler."

 

Belagat:

 

"Yalancı" ve "Doğru söyleyen" kelimeleri arasında tezat vardır.

"Rabbim Allah'tır dediği için bir adamı öldürüyor musunuz?" Bu, in­kâr ve kınama maksadıyla sorulmuş bir sorudur. [32]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Firavun ailesinden... mümin bir adam dedi ki:" Yani Firavunun ak­rabalarından. Bu adam, Firavun'un amcasının oğlu, veliahdı ve güvenlik sorumlusudur. Zahir olan budur. Bu kişinin, İsrailoğulları'ndan biri veya Firavun ailesi ile iyi ilişkileri olan yabancı muvahhid bir adam olduğu da söylenmiştir. "Rabbim Allah'tır dediği için" Rabbim sadece Allah'tır dediği için, böyle demesi sebebiyle "bir adamı öldürüyor musunuz?" Onu öldür­mek mi istiyorsunuz? Söz konusu kişi, bu sözü, Hz. Musa'nın durumu hak­kında herhangi bir ön fikir sahibi olmadan söylemiştir. "Oysa o size Rabbi-nizden" Burada Rabb kelimesini Firavun kavmine nispet ederek söylemesi, onları Allah Tealâ'ya inanmaya sevketmek maksadına matuftur, "apaçık deliller getirmiştir." Allah'ın birliğine ve kendisinin de doğru sözlü olduğu­na delâlet eden aşikâr deliller ve açık mucizeler getirmiştir. Bu kişi, daha sonra da sözlerini şöyle temellendirmiştir: "Eğer yalancı ise yalanı kendi zararınadır." Yalanının vebali ve zararı başkasına sirayet etmez, sadece kendisine terettüp eder. Dolayısıyla onu öldürmeye hacet yoktur. "Ve eğer doğru söylüyorsa, size vaad ettiklerinin bir kısmı olsun başınıza gelir." Eğer doğru söylüyorsa, vaadettiklerinin en azından bir kısmı başınıza gelir. Bey-zavi şöyle demiştir: "Bu ifadede, mübalağalı bir sakındırma, insaf gösterme ve taassuba saplanmama vardır. Bu sebeple söz konusu kişi önce Hz. Mu­sa'nın yalan söyleme ihtimalini dile getirmiştir." "Allah, aşırı giden yalancı kimseyi doğru yola iletmez." Buradaki "aşırı giden'den murad, ma'siyet iş­lemeye devam eden ve bunu çok yapandır. "Yalancı"dan maksat ise, müş­riktir. Bu cümle, söz konusu kişinin, söylediklerine getirdiği üçüncü delil­dir. Bu delil iki yönlüdür: Birincisi, Eğer Musa (a.s.) aşırı giden bir yalancı ise, Allah onu açık delillere iletmez ve kendisini bu mucizelerle destekle­mez. İkincisi, Allah'ın mahcup ve helak ettiği bir kimseyi öldürmeye sizin ihtiyacınız yoktur. Bu cümlede, Firavun kastedilmekte ve onun Rabblik id­diası yalanlanmaktadır.

"Buraya." Mısır toprağına "siz hakimsiniz." İsrailoğulları üzerine galip ve onlara hakimsiniz. "Fakat Allah'ın hışmı bize gelip çatarsa, kim bize yardım eder?" Eğer Allah'ın dostlarını öldürür seniz, Allah'ın azabının bize gelmesine kim mani olur? Yani o zaman bizim için bir yardım eden bulun­maz. Burada bu sözü söyleyen söz konusu kişinin, kullandığı fiillerin za­mirlerine "bize" şeklinde kendisini de eklemesi, Firavun ailesine yakın ol­duğundan ve kendisinin de onlardan olduğunu göstermek istemesindendir. "Firavun dedi ki: "Ben size, hangi görüşte bulunuyorsam, ondan başkasını işaret etmiyorum." Yani ben size, ancak kendim için de uygun gördüğüm görüşü işaret ediyorum. Bu görüş, Hz. Musa'nın öldürülmesi gerektiği şeklindeki görüşüdür. "Ve ben sizi ancak doğru yola götürüyorum." Yani ben sizi, doğru yoldan başkasına götürmüyorum.

"Ben, üzerinize önceki toplulukların günü gibi" geçmiş ümmetlerin ya­şadığı günler gibi, yani onların yaşadığı olaylar gibi "bir günün gelmesin­den korkuyorum." Firavun'un Musa (a.s.)'yı yalanlamasından ve ona karşı çıkmasından dolayı. Buradaki "topluluklar", kendilerine gelen peygamber­ler aleyhine toplanan ve onları yalanlayan kavimlerdir. Yine bu cümlede geçen "gün" kelimesi, tekil olarak ve önceki topluluklara izafe edilerek kul­lanılmıştır. Bu itibarla umumluk ifade eder. "Nuh kavminin... ve onlardan sonrakilerin durumu gibi." Yani onların ve onlardan sonra gelen Lût kavmi gibi kavimlerin adeti ve küfür, peygamberlere eziyet etme gibi tutumları sebebiyle bu dünyada azaba uğratılmaları ve köklerinin kazınması gibi. "Allah, kullarına zulmetmek istemez." Dolayısıyla kimseye günahsız olduğu halde azap etmez. Ancak zalimi de intikam almadan bırakmaz.

"Sizin için bağrışıp çağrışma gününden" kıyamet gününden "korku­yorsunuz." O gün inkarcılar birbirlerine seslenerek yardım isterler ve o gün cennetliklerle cehennemliklerin nidası birbirine karışır. Cennetliklere mutlulukla, cehennemliklere ise bedbahtlıkla seslenilir vb.

"Daha önce size Yusuf da" Musa (a.s.)'dan önce gelen Yakub oğlu Yusuf (a.s.) "size açık deliller getirmişti." Doğru sözlü olduğuna delâlet eden açık mucizeler getirmişti. "Nihayet o ölünce" Yusuf (a.s.) ölünce. "Allah ondan sonra peygamber göndermez, dediniz." Bu cümlede, Hz. Yusuf un peygam­berliğinin, daha kendisi hayattayken -ve keza ondan sonra gelenlerin- ya­lanlanıp inkâr edildiğine işaret vardır. "İşte Allah, aşırı giden şüpheci kim­seleri" masiyet işleyen ve bunu çoğaltan, Allah'ın birliğine, müjde ve tehdi­dinin doğruluğuna delâlet eden apaçık delillerden şüphe edenleri "böyle şa­şırtır. " Sizin içinde bulunduğunuz dalâlet gibi dalâlete ve isyana sevkeder. [33]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Hz. Musa'nın, kendisini öldürmeye azmeden Firavuna karşı, onun şerrini defetme konusunda Allah'a sığınmaktan başka bir şey yapmadığı beyan buyurulduktan sonra, burada da Allah Tealâ'nın, ona, kendisini mü-

dafaa eden, Firavun ailesine mensup bir adamı, fitneyi yatıştırması ve şer­ri ortadan kaldırması için lütfedip gönderdiği belirtilmektedir. Bu adamın Hz. Musa'yı savunması, üç büyük hususu ihtiva etmektedir ki bunlar:

1- Firavun kavmi karşısında, kendisine inananlarla birlikte mustaz'af durumda bulunan ve Rabbine iman eden Hz. Musa'nın öldürülmesinin doğru bulunmaması.

2- Firavun kavminin, peygamberleri yalanlayan ve cemaatler, gruplar halinde olan Nuh, Âd, Semud kavmi gibi kimselere karşı hem bu dünyada hem de ahirette Allah Tealâ'nın verdiği karşılıktan sakmdırılması.

3- Firavun kavmine, ilk ataları Yusuf (a.s.)'un ve ondan sonra gelenle­rin peygamberliğini yalanlamaları üzerine neler yapıldığının hatırlatılması. [34]

 

Açıklaması:

 

"Firavun ailesinden, imanını gizleyen mümin bir adam dedi ki: "Rab-bim Allah'tır, dediği için bir adamı öldürüyor musunuz? Oysa o size, Rab-binizden apaçık deliller getirmiştir." Yani Firavun'un yakınlarından ve dev­let adamlarından bir kimse şöyle dedi: "Rabbim Allah'tır" demekten başka bir günahı olmayan birisini nasıl öldürürsünüz? Oysa o size apaçık mucize­ler ve peygamberliğine ve doğru sözlülüğüne delâlet eden deliller getirmiş­tir. Bu, öldürülmesini gerektiren bir durum değildir. Bunun üzerine Fira­vun, o adamın yaptığı savunmadaki doğruluğu sebebiyle Hz. Musa'yı öl-dürmeyip, geri durdu.

İbni Ebi Hâtim'in rivayetine göre İbni Abbas (r.a.) şöyle demiştir: "Fi­ravun ailesi içinde, bu adam, Firavun'un karısı ve "Ey Musa! İleri gelenler seni öldürmek için aralarında konuşuyorlar" (Kasas, 28/20) diyen kişi hariç başka iman eden olmamıştır."

Gerçekten "Rabbim Allah'tır, dediği için bir adamı öldürüyor musu­nuz?" sözünün, Firavun üzerinde büyük bir etkisi olmuştur. Hz. Ebu Bekir de, Rasulullah (s.a.)'ı boğmaya çalışan Ukbe b. Ebi Mu'ayt'a bu cümleyi tekrarlamıştı. Buhari, Sahihinde Urve b. Zübeyr'den şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Abdullah b. Amr b. As (r.a.)'a, "Bana müşriklerin Rasulullah (s.a.)'a yaptığı en şiddetli muameleyi haber ver." dedim. Şöyle dedi: "Rasu­lullah (s.a.) Kabe'nin bir köşesinde namaz kılarken Ukbe b. Ebi Mu'ayt bir­den çıkageldi ve Rasulullah (s.a.)'ın omuzunu tuttu; elbisesini boynuna do­ladı ve kuvvetle sıktı. O anda Ebu Bekir (r.a.) geldi ve onun omuzundan tu­tarak Hz. Peygamberden uzaklaştırdı. Sonra da şöyle dedi: "Rabbim Al­lah'tır dediği için bir adamı öldürüyor musunuz? Oysa o size, Rabbinizden apaçık deliller getirmiştir."

Bezzâr ve -Fedâilu's-Sahâbe adlı eserinde- Ebu Nu'aym da Hz. Ali (r.a.)'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Ey insanlar! İnsanların en cesaretlisinin kim olduğunu bana haber verin." Orada bulunanlardan biri, "Sen" dedi. Hz. Ali şöyle mukabele etti: "Ben, benimle mübareze (teke tek mücadele) eden herkesin hakkından gelmişimdir. Şimdi siz bana insanların en cesuru­nun kim olduğunu söyleyin." Orada bulunanlar, "Bilmiyoruz. Kimdir?" dedi­ler. Hz. Ali şöyle cevap verdi: "Ebu Bekir'dir. Rasulullah (s.a.)'ı gördüm. Kureyş kendisini yakalamıştı. "İlâhları bir tek ilâh yapan sen misin?" diye­rek ona vuruyor ve kendisini hırpalıyorlardı. Allah'a yemin olsun ki, Ebu Bekir dışında hiç kimse buna müdahale etmedi. Sadece o "Yazıklar olsun si­ze! "Rabbim Allah'tır, dediği için bir adamı öldürüyor musunuz?" diyerek müşriklerden kimine vuruyor, kimini itiyor ve kimini de hırpalıyordu." Da­ha sonra Hz. Ali üzerinde bulunan hırkayı kaldırdı ve sakalı ıslanana ka­dar ağladı. Daha sonra şöyle dedi: "Söyleyin bana, Firavun ailesinden mümin olan kimse mi daha hayırlıdır, yoksa Ebu Bekir mi?" Oradakiler sustular. "Cevap vermeyecek misiniz? Alah'a yemin olsun ki, Ebu Bekir'in bir anı bile Firavun ailesinin mümin kişisinden daha hayırlıdır. Bu, imanını gizleyen birisidir. Böyle olduğu halde Allah Tealâ onu Kitabında övmüştür. Ebu Bekir ise imanını açığa vurmuş ve bu yola malını canını koymuştur."

Daha sonra Firavun ailesinden olan mümin kişi, görüşünü destekle­mek için altı hüccet daha getirmiştir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

1- "Eğer yalancı ise, yalanı kendi zararınadır. Ve eğer doğru söylüyor­sa, size vaad ettiklerinin bir kısmı olsun başınıza gelir." Yani eğer bu adam davasında yalancı ise, yalanının vebal ve günahı kendi boynunadır. Allah onu dünyada da ahirette de cezalandırır. Bu nedenle onu bırakın. Eğer da­vasında doğru sözlü ise ve siz ona muhalefet ederseniz, size vaad ettiği dünyevî ve uhrevî cezaların bir kısmı olsun sizin başınıza gelecektir. Şu halde onu ve kendilerini imana çağırması üzerine ona ittiba eden kavmini serbest bırakın.

Bu adamın burada "...size vaad ettiklerinin bir kısmı olsun başınıza gelir." diyerek Hz. Musa'nın vaatlerinin "bir kısmının" onların başına gele­bileceğini söylemesinin sebebi, Hz. Musa'nın onlara hem dünya, hem de ahiret azabı vaad etmiş olmasıdır. Nitekim onun vaad ettiklerinin bir kıs­mı onların başına gelmiştir de. Anlatılmak istenen şudur: Onun size vaad ettiği azabın hepsi başınıza gelmese bile, size vaad olunan azabın en azın­dan bir kısmı olsun başınıza gelir. O azabın bazısında bile sizin helakiniz vardır.

2- "Şüphesiz Allah, aşırı giden yalancı kimseyi doğru yola iletmez." Ya­ni şayet Musa (a.s.) sözünde aşırı giden ve haddini aşan, peygamberlik da­vasında yalancı birisi ise, Allah onu açık deliller getirmeye muktedir kıl­maz ve kendisini mucizelerle desteklemez. Eğer o, Allah'a yalan söylüyor ve iftira ediyorsa, Alah onu da ehlini de mahcup eder. Dolayısıyla sizin onu öldürmeye ihtiyacınız yoktur.

3- "Ey kavmim! Bugün mülk sizindir. Buraya siz hakimsiniz. Fakat Allah'ın hışmı bize gelip çatarsa kim bize yardım eder?" Yani ey kavmim! Allah size bu geniş mülkü ihsan eylemiştir ve sizler, Mısır toprağında İsra-iloğulları üzerinde hakim ve galip durumdasınız. Öyleyse Allah'a şürket-mek ve O'nun elçisini tasdik etmek suretiyle bu nimetin gereğini yapın ve eğer elçisini yalanlayacak olursanız, Allah'ın size gelecek olan gazabından sakının. Şayet Allah'ın azabı bize gelecek olursa, ona mani olacak kimdir?

Bu mümin kişinin burada "bize gelip çatarsa" ve "kim bize yardım eder" diyerek kendisini de onlara katmasının sebebi, kendisini onlardan göstermek, onlara yaptığı nasihatte kendisinin de onlarla ortak olduğunu ve yapmak istediğinin, nasihatini tutsunlar diye ancak onlardan kötülüğü defetmek olduğunu anlatmaktır.

Ancak Firavun, bu nasihati kaçamak yollu bir tavırla reddetmiş, ken­disinin kavmine karşı bu adamdan daha samimi bir nasihatte bulunduğu görüntüsüne bürünmüştür. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Firavun dedi ki: "Ben size, hangi görüşte bulunuyorsam, ondan baş­kasını işaret etmiyorum ve ben sizi ancak doğru yola götürüyorum." Yani Firavun, o mümin kişiye cevaben şöyle dedi: "Ben, kendim için doğru gör­düğüm bir şeyden başkasını size işaret ediyor değilim. Sizi doğru yoldan başkasına çağırmıyor ve sevketmiyorum. O yol başarı, kurtuluş ve galibi­yet yoludur ki, Musa'nın öldürülmesinden geçmektedir. Firavun, "Ben size, hangi görüşte bulunuyorsam, ondan başkasını işaret etmiyorum." demekle yalan söylemiş ve iftirada bulunmuştur. Zira Hz. Musa'nın getirdiği risale-tin doğruluğu tahakkuk etmişti. Yine Firavun, "Ve ben sizi ancak doğru yo­la götürüyorum." şeklindeki sözü de yalandır. Yani ben sizi hak, doğruluk ve irşad yolundan başkasına çağırıyor değilim. Ne var ki onun bu yalancılı­ğına rağmen, sırf nüfuz ve saltanat sahibi olduğu için kavmi ona itaat et­mişti. Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Firavunun buyruğuna uydular. Oysa Firavunun buyruğu doğruya iletici değildi." (Hûd, 11/97), "Firavun, kavmini saptırdı, doğru yola iletmedi." (Tâ-hâ, 20/79). Buhari ve Müslim, Ma'kıl b. Yesâr (r.a.)'dan rivayet ettikleri sabit bir hadiste şöyle gelmiştir: "Allah'ın, bir toplumun başına geçirdiği ve tebasını aldatıp, onlara ihanet eder durumdayken ölen hiçbir kul yoktur ki, Allah ona cennetin kokusunu haram kılmış olmasın. Cennetin kokusu ise beşyüz yıllık yoldan hissedilir."

4- "Mümin olan dedi ki: "Ey kavmim! Ben üzerinize, önceki toplulukla­rın günü gibi bir günün gelmesinden korkuyorum. Nuh kavminin, Ad kav­minin ve Semud'un ve onlardan sonrakilerin durumu gibi." Yani bu mümin ve salih adam kavmini, Allah'ın dünya ve ahiretteki azabından sakındırdı. Sözlerine, onları dünyevî azapla korkutarak başladı ve şöyle dedi: Ey kav­mim! Eğer Musa'yı yalanlayacak olursanız, geçmişte peygamberlerinin karşısında ayrı bir hizip teşkil eden ve kendilerine gelen elçileri yalanlayan kavimlerin başına gelenlerin benzeri bir azaba uğramanızdan korku­yorum. Nitekim Nuh kavmi, Âd, Semud ve onlardan sonra gelen Lût kav­mi gibi kavimlerin başına Allah'ın azabı gelmişti de onlar, ne kendilerine yardım edecek birisini, ne de kendilerini himaye edecek bir koruyucu bula­bilmişlerdi. Bu ayette geçen "durumu gibi" ifadesi, "azapta onların hali gi­bi" veya "peygamberleri yalanlamaya yeltenmedeki halleri gibi" anlamın­dadır.

"Allah, kullarına zulmetmek istemez." Yani Allah, kullarını zulme sok­mayı murad etmez. Bu itibarla onları günahsız oldukları halde helak et­mez. Onları, ancak işledikleri günahlar, kendilerine gelen peygamberleri yalanlamaları ve onların emrine muhalefet etmeleri sebebiyle helak eder.

Daha sonra Allah Tealâ, onları ahiret azabıyla korkutmakta ve şöyle buyurmaktadır:

5- "Ey kavmim! Sizin için o bağrışıp çağrışma gününden korkuyorum. O gün arkanızı dönüp kaçarsınız, ama sizi Allah'tan kurtaracak kimse yok­tur." Yani ey kavmim! Ben, s^in için kıyamet gününün  dehşetli manzara­larından kurtarması için birbirinizden bağırarak yardım istediğiniz veya cehennemliklerin cennetliklere, cennetliklerin de cehennemliklere bağırdı­ğı o zamanın azabından korkuyorum. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "Cennet halkı, ateş halkına seslendi: "Rabbimizin bize vaad ettiğini biz gerçek bulduk. Siz de Rabbinizin size vaad ettiğini gerçek buldunuz mu?" (Ahzâb, 7/44), "Ateş halkı, cennet halkına, "Suyunuzdan veya Allah'ın size verdiği rızıktan biraz da bizim üzerimize akıtın." diye seslendiler." (Ah­zâb, 7/50).

Yine sizin için, ateşten kaçarak dört bir yana dağılacağınız veya ateşe götürülmek üzere toplandığınız yerden ayrılarak kaçacağınız o günün aza­bından korkuyorum. O gün siz ne bir koruyucu, ne Allah'ın azabına engel olacak, ne de sizi himaye edecek birisini bulamazsınız. Bu da onların mu­hatap olduğu tehdidi tekit eden bir ifadedir.

"Allah kimi şaşırtırsa, artık ona yol gösteren olmaz." Yani Allah kimi saptırır, kendisine tevfik vermez ve rüşdünü ilham etmezse, artık o kimse için Allah'tan başka doğru yola ve cennete götürecek bir yol gösterici olmaz.

6- "Daha önce Yusuf da size açık deliller getirmişti. Onun getirdiklerin­den de kuşkulanıp duruyordunuz. Nihayet o ölünce, 'Allah ondan sonra peygamber göndermez." dediniz." Yani size şunu hatırlatırım ki, peygam­berleri yalanlamak size dedelerinizden ve babalarınızdan kalma bir tutum­dur. Zira Allah size, yani Mısır'da yaşayan babalarınıza, Musa (a.s.)'dan önce de bir peygamber göndermişti ki o, Ya'kub oğlu Yusuf (a.s.)'dur. O size, doğruluğunu gösteren apaçık mucizeler ve Allah'ın dinini açıklayan apaçık ayetler getirmişti. Siz hem onu, hem de ondan sonra gelen elçileri yalanla­dınız ve apaçık delillerden şüphe duymaya devam ettiniz. Hatta Yusuf b.

Ya'kub (a.s.) öldüğü zaman, ondan sonra elçi geleceğini de inkâr ettiniz. Bu suretle hem onun hayatında, ona karşı, hem de o öldükten sonra gelen di­ğer elçilere karşı kâfir oldunuz. Bu durum, sizdeki bu peygamberleri yalan­lama, elçilere karşı inatla direnme ve onları inkâr etme tavrının, babadan oğula geçen bir tavır olduğunu göstermektedir.

"İşte Allah, aşırı giden şüpheci kimseleri böyle şaşırtır." Yani aşırılığı sebebiyle Allah'a karşı çok masiyet işleyen, bunu gitgide çoğaltan, kalbin­den Allah'ın dinine karşı şüphe besleyen ve Allah'ın birliği, müjdesi ve teh­didi konusunda kuşku içinde bulunan kimsenin içinde bulunduğu durum, bu dalâlet ve kötü gidişat içinde bulunanın durumu gibidir.

Daha sonra Allah Tealâ, aşırı giden bu şüphecilerin özelliklerini zik­retmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Onlar ki, kendilerine gelmiş bir delil olmadığı halde Allah 'in ayetleri hakkında tartışırlar. Bu (durum) gerek Allah indinde, gerek iman edenler yanında büyük bir nefretle karşılanır." Yani o aşırı giden şüpheci kimseler onlardır ki, Allah'ın ayetleri hakkında onları iptal etmek için -herhangi bir açık hüccet ve delilleri olmadığı halde- mücadele ederler, hakka karşı batıl ile muharebe ederler. Bu mücadele gerek Allah Tealâ, gerekse müminler nazarında buğzu büyütmüştür. Çünkü bu, batıla dayanan ve aslı esası ol­mayan bir mücadeledir. Allah'ın kızgınlığı, isyan edenleri azaba sokmasıdır. Müminlerin kızgınlığı ise, kâfirleri terketmek ve onlarla ilişkiyi kesmektir.

"İşte Allah, her kibirli zorbanın kalbini böyle mühürler." Yani Allah, o aşırı giderek hak ile mücadele edenlerin kalbini nasıl mühürlemişse, hak­ka ittiba etmeyerek kibirlenen ve zayıf kimseleri zelil kılarak boyunduruk­ları altına alan, onlara ihanet ederek haksız yere canlarına kıyan zorba kimselerin kalbini de aynı şekilde mühürler. Şa'bî ve başkaları bu ayet hakkında şöyle demişlerdir: "Bir kimse, iki kişinin canına kıymadıkça ces-sar (zorba) sayılmaz." Katâde ise, "Haksız yere cana kıymak, zorbalık gös­tergesidir." demiştir. Mukâtil de "mütekebbir", tevhidi kabul etmeyerek bü-yüklenen, "cebbar" ise hak olmayan konularda zorba" şeklinde görüş belirt­miştir. Bu durumdaki bir kimse, ilk haliyle Allah'a düşmanlık eder, ikinci haliyle de Allah'ın yarattıklarına katı davranır. [35]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Firavun ailesine mensup olan sözkonusu mümin ve salih kişinin, Firavunun meclisinde ve hakimiyeti altındaki o ortamda Hz. Musa lehine yaptığı savunma, kuvvet, cesaret, akıl ve mantık bakımından oldukça güç­lü bir savunmadır.

2- Her nasıl olursa olsun, bir kimsenin, dinsel özgürlüğü zulümle engellemesi ve bu özgürlüğü insanların elinden zorla alması kabul edilebilir değildir. Böyle iken bir kimsenin, "Rabbim Allah'tır" demekten başka bir suçu olmayanları öldürmesi nasıl mümkün ve doğru olur?

3- Peygamberler, doğruluklarını belgeleyen açık delil ve ayan beyan mucizeler getirdikten sonra onları yalanlamakta herhangi bir özrü olamaz.

4- Peygamberleri yalanlayan kimselere şaşılır ki onların mantıkları sakat, düşünceleri sağlıksızdır. Zira eğer peygamberler yalancı ise, yalan­larının günahı kendi boyunlarınadır ve onların yalancılığının, kendilerine tabi olanlara herhangi bir zararı yoktur. Ama eğer doğru söylüyorlarsa, bu­nun faydası kendilerine tabi olanlaradır. Bu takdirde onlara tabi olanlar, tehdit edildikleri türlü azap ve afetlerden esenlikte olurlar.

Firavun ailesinden olan söz konusu kişinin, "Eğer yalancı ise, yalanı kendi zararınadır." şeklindeki ifadesi, Hz. Musa'nın peygamberleğinden ve doğru söylediğinden şüphe duyması sebebiyle değil, onu savunmak ve ken­disine gelebilecek eziyetleri ondan uzaklaştırmak maksadıyla, problemin farz-ı muhal olarak ifadesidir.

5- Allah Tealâ, masiyet işlemekte ve yalancılıkta aşırı gidenleri kesin­likle hidayete ulaştırmaz. Yüce Allah, Hz. Musa'ya, hidayet yolunda apaçık mucizeler gösterme gücü bahsetmiştir. Allah kime böyle bir hidayet ver-mişse, o kimse yalancı ve aşırı giden birisi değildir. Bu da Hz. Musa'nın, yalancılardan olmadığını gösterir.

6- Çeşit çeşit silâhlarla donatılmış ordu veya askerlerine güvenen yet­ki ve hükümranlık sahiplerinin, kuvvetli beyan, açık hüccet ve tesirli söz­lerden başka bir silâhları olmayan peygamberlerden korkması, gerçekten şaşılacak bir husustur. Bunun sebebi başka değil, ancak hakkın güçten üs­tün ve  sağlam olması, hükmünü icrada ondan daha ileride bulunmasıdır. Bu sebepledir ki hakkın sesiyle nice tahtlar sallanmıştır. Hak ehli olanlar, kuvvetlilerin kötülüklerinden ve cesaretlilerin gücüden etkilenmezler.

İşte Mısır kralı azgın Firavun! Sıradan bir adamdan sakınıyor. O adam Hz., Musa'dır ki, kendisinin dayandığı ne maddî bir kuvvet, ne silâh, ne de ordu var!

7- Aynı şekilde o mümin kişi, kavmini, hemen gelecek dünya azabıyla, hem de daha sonra gelecek ahiret azabıyla korkutmuş ve şöyle demiştir: "Allah kimi şaşırtırsa, artık ona yol gösteren olmaz." Bunun üzerine Fira-vun'un kalbi titremiştir.

8- Sözkonusu mümin kişi, nasihat ve korkutmaya devam etmiş ve imanını açığa vurmuştur. Onun bu davranışı ya kendisini ölüme hazırladı­ğını ve artık ölümü göze aldığını, ya da onların kendisini öldürmek niyetin­de olmadıkları ve Allah'ın kendisini onların şerrinden, "Allah onu, onların kurdukları tuzakların kötülüklerinden korudu." (Mümin, 40/45) şeklindeki hak sözüyle koruyacağı konusunda kendini güvende hissettiğini gösterir. Söz konusu mümin kişi bu sebeplerden birisi ile kıyamet -bağrışıp çağrış­ma- gününden korktuğunu açıkça ifade etmiştir. O gün insanlar birbirle­rinden yardım istemek maksadıyla birbirlerine bağıracaklar veya cehen­nemlikler cennetliklere, cennetlikler de cehennemliklere nida edip seslene­cekler.

9- Yine o mümin kul, Firavun'a ve kavmine, geçmişte yaşanan azabı hatırlatmıştır. Şöyle ki, geçmişte de Allah'ın peygamberi Ya'kub oğlu Yusuf (a.s.) elçi olarak gelmişti. Yine onlara, geçmiş kavimlerin, peygamberlerine karşı direndiklerini, bunun üzerine Hz. Yusuf un onlara, kendisinin doğru söylediğini kesin olarak gösteren deliller getirdiğini, ama onların onu hayat­tayken inkâr edip yalanladıklarını, öldükten sonra da kendisinin ardından gelen peygamberlere karşı kâfir olduklarını, bunun üzerine Allah Tealâ'nın da onları haktan ve doğrudan uzaklaştırıp saptırdığını hatırlatmıştır.

10- Nihayet o mümin kişi, sözlerini, kavminin herhangi bir kesin deli­le dayanmaksızın Allah'ın açık ayetleri hakkında tartışmaları sebebiyle Al­lah'ın kendilerini şüphe ve aşırılık içinde bırakmasından sakındırarak ni­hayete erdirmiştir. Allah'ın ayetleri hakkında mücadele eden bu kimseler Allah Tealâ'nın gazabına muhatap olacaklar ve Allah kendilerini cehen­nem azabıyla cezalandıracaktır. O onlara müminler de en şiddetli buğzu duymaktadır. Bu suretle onların kalpleri, herhangi bir hayrın işlemeyeceği şekilde kapalı hale gelmiştir.

11- Firavun ailesine mensup o mümin kişinin, sözlerini bitirirken ileri sürdüğü bu düşünceler ne kadar da etkileyicidir! Bu sözler, Allah Tealâ'nın da naklettiği ve ikrar ettiği gibi hakkın düsturları, Allah'ın kanunları, ada­letin ikamesi ve ahiret yurdunda hesabın esasıdır. Bu sözler şunlardır:

a) "Şüphesiz Allah, aşırı giden yalancı kimseyi doğru yola iletmez." Bu cümlede Hz. Musa'nın kadrinin ne kadar yüce olduğu, dolaylı anlatımla di­le getirilmektedir. Yahut da burada Firavun'un, Hz. Musa'yı öldürmeye az­metmekle aşırı giden ve ilâhlık iddiasına kalkışmakla yalancılık eden bir kimse olduğuna işaret vardır. Durumu ve özelliği böyle olan kimseyi Allah hidayete erdirmez; tam aksine Allah onu alt-üst eder ve evini başına yıkar.

b) "Allah kullarına zulmetmek istemez." Yani peygamberlere karşı bö­lük bölük olup cephe alan, onları yalanlayan ve onlara karşı kâfir olan kimseleri Allah Tealâ'nın yerle bir etmesi, adaletin ta kendisidir. Çünkü onlar, peygamberleri yalanlanılan sebebiyle böyle bir helâka davetiye çı­karmışlar ve gerekli kılmışlardır.

c) "Allah kimi şaşırtırsa, artık ona yol gösteren olmaz." Daha önce "Ama sizi Allah 'tan kurtaracak kimse yoktur." buyurulduğu ve bu cümleyle onlara yönelik olan tehdidin tekit edildiği dikkate alınacak olursa, burada-

ki ayetin de onların ne kadar aşırı bir dalâlette ve koyu bir cehalet içinde bulunduğu konusunda bir uyarı olduğu kolayca anlaşılır.

d) "İşte Allah, aşırı giden şüpheci kimseleri böyle şaşırtır." Yani babala­rınız ve dedeleriniz nasıl bir dalâlet içindeyse, müşrik olan ve Allah'ın bir­liği hakkında şüpheye düşen kimseleri de Allah öylece dalâlete sevkeder. Bu ayetteki anlatımın benzerleri şu ayetlerde de geçmektedir: "Allah, za­limleri saptırır." (İbrâhîm, 14/27), "Onunla sadece fasıkları saptırır." (Baka­ra, 2/26).

e) "İşte Allah, her kibirli zorbanın kalbini böyle mühürler." Yani Allah Tealâ, herhangi bir delile dayanmadan Allah'ın ayetleri hakkında batıl ile mücadele edenlerin kalbini nasıl mühürlemiş ise, büyüklenen her zorbanın kalbini de aynı şekilde mühürler. Böylece onlar ne doğruyu akledebilir, ne de hakkı kabul edebilirler. [36]

 

Hz. Musa İle Firavun Ve Haman Kıssası -ΙΙΙ- Firavun'un, Hz. Musa İle Alay Etmek Ve Onun Peygamberliğini İnkâr İçin Onun İlâhını Araması

 

 36- Firavun dedi ki: "Ey Haman! Ba- na yüksek bir kule yap da, o sebep-

 37- Göklerin sebeplerine çıkıp Mu- sa'nın ilâhına bakayım. Çünkü ben  onu yalancı sanıyorum.   Böylece

 vun'un düzeni başka değil, ancak   hüsran da ıdı.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Firavun" Mısır'daki Kıptî kralı "Ey Haman!" Haman, Firavun'un ve­ziridir. "Bana yüksek bir kule" yüksek bina "yap da, sebeplere" Hedefe ulaş-. tiran yollara "erişeyim" sebep kendisi aracılığıyla bir şeye ulaşılan araçtır, ip, yol ve merdiven gibi. Burada "sebepler" kelimesinden kasıt, "kapı­lar" dır. "çıkıp Musa'nın ilâhına bakayım." Burada Firavun, Allah'ın gökte olduğunu söyleyenlerin inancından etkilenerek böyle söylemiştir. Yoksa o, Hz. Musa (a.s.)'dan böyle bir şey duyduğu için böyle inanmış değildir. Bey-zavi şöyle demiştir: "Firavun böyle yapmakla, arzda cereyan eden olayları gösteren birer semavî sebep olan yıldızların durumuna bakmak ve acaba onların durumunda Musa (a.s.)'yı Allah'ın gönderdiğini gösteren bir belirti görebilir miyim diye onları gözetleyebilmek için yüksek bir yere bir gözlem yeri kurulmasını istemiş olmalıdır."

"Çünkü ben onu yalancı sanıyorum." Kuvvetle zannediyorum ki Musa (a.s.), peygamberlik iddiasında veya insanların benden başkasına çağırma­da yalancılık etmektedir. Firavun bu sözü, hakkı batılla karıştırarak söyle­mektedir. "Böylece yaptığı iş, Firavun'a güzel gösterildi." Yani şirk ve ya­lanlama tavrı ona bu şekilde güzel gösterildi "ve o, yoldan çıkarıldı." Fira­vun, doğru yoldan ve hidayet istikametinden çıkarıldı. "Firavunun tuza­ğı... hüsran da idi." Buradaki helak olarak çevrilen "tebâb" kelimesi, "Ebu Leheb'in elleri kurusun" (Leheb, 111/1) ve "Ve onların ziyanlarını artırmak­tan başka bir işe yaramadı." (Hûd, 11/101) ayetlerinde de aynı minval üze­re geçmektedir. [37]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Firavun, kibirli ve zorba olarak tavsif edildikten sonra, bu ayetlerde de Allah Tealâ, onun, Hz. Musa'yı yalanlamadaki azgınlığını ve taşkınlığı­nı haber vermektedir. Onun bu aşırı tutumu o dereceye varmıştır ki, veziri­ne, göğe yükselip Musa (a.s.)'nm ilâhına muttali olmak için kendisine yük­sek ve görkemli bir bina yapmasını emretmiştir. Onun bu tutumu, meydan okuma ve hakkı batılla karıştırma, Hz. Musa ile alay etme ve onun pey­gamberliğini inkâr amacına yöneliktir. [38]

 

Açıklaması:

 

"Firavun dedi ki: "Ey Haman! Bana yüksek bir kule yap da, o sebeplere erişeyim. Göklerin sebeplerine çıkıp Musa'nın ilâhına bakayım. Çünkü ben onu yalancı sanıyorum." Yani mümin kişinin Hz. Musa hakkında yaptığı sa­vunmayı dinledikten sonra Firavun, veziri Haman'a şöyle dedi: Ey Haman! Bana görkemli, şatafatlı ve yüksek bir bina yap. Ola ki bu bina sayesinde göklerin sır kapılarına ulaşırım. Onlara ulaştığım zaman Musa'nın ilâhını araştıracağım. Firavun bu sözüyle, Hz. Musa ile alay etmekten ve onun peygamberliğini inkârdan başka bir şeyi amaçlıyor değildi. Daha sonra bu tavrını, şöyle diyerek tekit etmiştir: Ben öyle zannediyorum ki Musa, ben­den başka bir ilâhı olduğu ve o ilâhın kendisini bize peygamber olarak gön­derdiği iddiasında mutlak bir yalancıdır. Firavun bu sözleriyle, kavminin küfürde kalmasını ve onların sadece kendisinin ilâh olduğuna inanmalarını temin edebilmek ve onları istediği şekilde yönlendirebilmek için onların ka­fasını karıştırmak ve hakkı batılla bulandırmak amacını gütmektedir.

Firavun'un bu sözleri, Hz. Musa'nın, kendisini Allah'ın ona gönderdiği yolunda söylediklerini yalanladığının açık delilidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Böylece yaptığı kötü iş, Firavun'a güzel gösterildi ve o, yoldan çıkarıl­dı. Firavun'un düzeni başka değil, ancak hüsranda idi." Yani ahmaklığın, kalın kafalılığın ve kıt anlayışın bu şekilde süslü gösterilmesi gibi, zorba Firavun'a da, şirk, yalanlama, azgınlıkta ve tuğyanda devam etme gibi yaptığı kötülük ve işlediği kabahat süslü gösterildi. Yani şeytan, kötü ame­lini ona süslü gösterdi ve bu suretle onu yolun doğrusundan ve hidayetten saptırdı; onu hak ve adalet yolundan mahrum etti. Firavun'un tuzağı ve hi­lesi başka değil ancak hüsran ile sonlanmıştır. Çünkü bütün varlığı, istedi­ği herhangi bir şeyi gerçekleştiremeden sahipsiz ve başıboş kalmıştır.

Kısacası Firavun ve benzerlerinin yaptığı şey, paygamberleri yalanla­yan sapkınların yaptığıdır ve bunların küfür, dalâlet ve sapkınlıklarının akıbeti helak ve hüsrandır. Firavun'un, insanları Hz. Musa'ya imandan alı­koymak için buşvurduğu tedbirler boşa çıkmış, zayi olmuş ve herhangi bir fayda vermemiş şeylerdir. [39]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler, Firavun'un, Allah Tealâ'nm ilâhlığmı ve varlığını inkâr et­mek ve Hz. Musa'nın peygamberliğini yalanlamak için sığındığı aldatma­ca, hile ve tuzağın bir çeşidini göstermektedir. Firavun, daha önce bahsi geçen mümin kişinin sözlerinin, insanların kalbinde yerleşmesinden kor­kunca -o mümin kulun hüccetinin ne kadar kuvvetli olduğunu, fikrinin sağlamlığını anlamıştı- böyle bir yola başvurmuştur.

Bu durum karşısında Firavun, Haman'a, yüksek bir bina yapmasını emretti. Bizler, her ne kadar Firavun'un zamanında bu isimde birisi bilin­miyor ise de, bu vezirin Firavun zamanında yaşadığını kesin olarak biliyo­ruz. Çünkü Allah Tealâ'nın kelâmı, kesin bir hüccettir.

Ayetlerin zahirî ifadelerine bağlı kalan müfessirlerin çoğunluğu, Fira­vun'un, göğe yükselmek ve Hz. Musa'nın ilâhına -eğer mevcut ise- bakmak maksadıyla bir bina yaptırmak istediğini söylemişlerdir. Eğer herhangi bir şey göremezse, kavmine, Hz. Musa'nın ilâhının mevcut olmadığını haber verecek ve en yüce ilâh ve rabbin, kendisi olduğunu ilân edecektir. Ne ki Razî, hükümranlık ve güç sahibi, aynı zamanda da zeki birisi olan Fira­vun'un, böylesi bir şeye sığınacağını uzak görmektedir. Çünkü akıl sahibi olan herkes, aklının kabul ettiği kesin gerçeklere dayanarak bilir ki, beşer kuvvetiyle yüksek bir dağdan daha yüksek bir bina yapılması çok zordur. Tercihe şayan görüş şudur: Firavun, Dehriyyûn'a (evrenin ezelî olduğunu ve bir yaratıcısının bulunmadığını savunan materyalist akım) mensup idi. Böyle bir söz söylemekteki amacı da insanları, yaratıcı ve var edici bir ilâh olmadığı konusunda şüpheye sevketmek idi. O adeta şöyle demiştir: Eğer Musa'nın ilâhı gerçekten mevcut olsaydı, onun belli bir mekânının bulun­ması gerekirdi. Bu mekân ise ya yer, ya da göktür. Bizler onu yeryüzünde göremediğimize göre, gökte demektir. Gökyüzüne ise ancak bir merdiven ile çıkılır. Şu halde göğe ulaşmak için yüksek bir binanın yapılması gerekir.

Razî, bu şüpheyi geçersiz bulmaktadır. Çünkü eşya hakkında bilgi sa­hibi olmanın üç yolu vardır: Duygularla algılama, nakledilen doğru haber ve akıl yürütme. Bu yollardan birisinin -gözle görmenin- bulunmaması, bilinmek istenenin mevcut olmamasını gerektirmez. Çünkü Hz. Musa, Fi-ravun'a, Allah Tealâ'yı bilmenin yolunun, hüccet ve delil olduğunu açıkla­mıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O, sizin de Rabbiniz, ev­velki atalarınızın da Rabbidir." (Şu'arâ, 26/26), "O, doğunun, batının ve bunlar arasında bulunanların da Rabbidir.'1 (Şu'arâ, 26/28). Ne var ki Fi­ravun, çirkefliği ve hilekârlığı sebebiyle bu delili bilmezlikten gelmiştir.[40]

Firavun, Allah Tealâ'nm gökte olduğu vehmine kapılmıştır. Bu, Mü-şebbihe taifesinin de inancıdır. Belki de Firavun, o dönemdeki Müşebbihe'nin dinini benimsemişti. Zira o, bu inancı, Hz. Musa'dan duyduğu için değil, kendiliğinden dile getirmiştir. Belki de Hz. Musa'nın, "Göklerin ve ye­rin Rabbidir." şeklindeki sözünü yanlış anlamış ve "göklerin Rabbi" ifadesi­nin, Yüce Allah'ın gökte olduğu anlamına geldiğini zannetmiştir. Nitekim ev sahibi için "Rabbu'd-dâr" denir ki bu söz, hakkında kullanıldığı kişinin o evde oturduğunu anlatır. Bizim akidemize gelince, Allah Tealâ'nın haber verdiği gibidir: "gökte de ilâhtır, yerde de ilâhtır. O, Hakimdir, Alîm'dir." (Zuhruf, 43/84).

Firavunun durumunu şöyle özetlemek mümkündür: Şeytan, ona yap­tığını, yani şirk ve yalanlamayı süslü göstermiş ve onu, doğru yoldan sap­tırmıştır. Bunun sonucu olarak da Firavun'un hile ve tuzağı altüst olmuş­tur, boşa çıkmıştır.[41]

 

Hz. Musa İle Firavun Ve Haman Kıssası  -IV-

Mü'min Kişinin, Kavmine Nasihate Devam Etmesi

 

38- Mümin kişi dedi ki: "Ey kavmim! Bana uyun, sizi doğru yola götüre-yim."

39- "Ey kavmim! Bu dünya hayatı ancak fani bir eğlencedir. Ahiret ise ebedî olarak durulacak yerdir."

40- "Kim bir kötülük yaparsa, ancak onun kadar cezalanır, ama erkek ve kadından her kim, mümin olarak iyi amelde bulunursa, onlar cenne­te girerler ve orada kendilerine he­sapsız rızık verilir."

41- "Ey kavmim! Neden ben sizi kur­tuluşa çağırdığım halde, siz beni ateşe çağırıyorsunuz?"

42-  "Siz beni, Allah'a nankörlük et­meye ve bilmediğim şeyleri O'na or­tak koşmaya çağırıyorsunuz, bense sizi, O Azîz ve Gaffar olana çağırı­yorum."

43- "Sizin beni çağırdığınız şeye kesinlikle ne dünyada ne de ahirette davet olmaz. Bizim dönüşümüz Al-lah'adır. Aşırı gidenler, işte onlar

44- "Benim size söylediklerimi ya-

45- Allah onu, onların kurdukları  tuzakların kötülüklerinden korudu ve Firavun ailesini, azabın en kötü­sü kuşattı:

46- Onlar sabah akşam o ateşe sunulurlar. Kıyamet koptuğu gün de, "Firavun ailesini azabın en çetinine sokun." denilecek.

 

Belagat:

 

"Onlar sabah akşam o ateşe sunulurlar." Bu cümlede istiare-i temsili-ye vardır. Zira bu cümlede onların durumu, alıcıya arzedilen bir mala ben­zetilmiş ve ateş, kâfirleri arzulayan ve isteyen bir talep edici gibi anlatıl­mıştır.

"Sabah" ve "akşam" kelimeleri arasında tezat vardır.

"Ey kavmim! Bu dünya hayatı ancak fani bir eğlencedir. Ahiret ise ebe­dî olarak durulacak yerdir." Bu iki cümle arasında, Bedî' ilminde mukabele denilen anlatım tarzı vardır.

"Ey kavmim! Neden ben sizi kurtuluşa çağırdığım halde siz beni ateşe çağırıyorsunuz? Siz beni, Allah'a nankörlük etmeye ve bilmediğim şeyleri O'na ortak koşmaya çağırıyorsunuz, bense sizi, O Azız ve Gaffar olana çağı­rıyorum." Bu cümleler arasında, cümlelerin son kelimeleri olan "nâr" ve "Gaffar" kelimeleri bakımından tevafuk ve ayrıca secî', bedî' ve insanın benliğini saran yüksek bir beyan vardır.[42]

 

Kelime ve ibareler:

 

"Bana uyun sizi doğru yola götüreyim." Size kılavuzluk yaparak sizi yolun doğrusuna ve sağlamına götüreyim. Buradaki "reşâd" kelimesi, az­gınlık ve dalâletin zıddıdır. "Sebîlu'r-reşâd" (doğru yol) öyle bir yoldur ki, kendisini izleyeni en yüce gayeye ve kurtuluşa ulaştırır. Bu cümle, Firavun ve kavminin üzerinde bulunduğu yolun, "azgınlık ve dalâlet yolu" olduğu­nu da ifade etmektedir. "Fani bir eğlence." Az bir faydalanma gelip geçici bir istifade, çünkü dünya eğlencesi çabucak yok olur. İnsan ondan az bir süre istifade eder, sonra o yok olur.

"Kim bir kötülük yaparsa, ancak onun kadar cezalanır." Bu, Allah'ın adaletinin sonucudur. Bu ayette, mala ve bedene yönelik fiillere misliyle karşılık verileceğine delâlet vardır. "Her kim mümin olarak iyi amelde bu­lunursa" bu amelin itibara alınması için getirilmiş bir kayıt veya şarttır. Aynı şekilde bu ifadede, böyle kimselerin işlediği amellerin karşılığının, amelden daha fazla olacağı anlatılmaktadır. Bu isim cümlesi, salih amelin, iman ile birlikte muteber olacağını ve karşılık bulacağını dile getirmekte­dir, "onlar cennete girerler." Bu cümle, cennet hayatının sürekli olduğunu, Allah'ın rahmetinin genişliğini ve cennete girmenin amele bağlı olduğunu göstermektedir.

"Ey kavmim! Neden ben sizi kurtuluşa çağırdığım halde." sizi, kurtu­luşa götüren Allah'a imana olgusuna çağırdığım halde. Buradaki ayetlerde "Ey kavmim" ifadesinin tekrar tekrar dile getirilmesi, onları gafletten uyarmak, kendilerine ihtimam ve onların, bu nasihate karşılık olarak yüz çevirme ve sırt dönme şeklindeki mukabeleleri sebebiyle tekitli bir tarzda azarlanmaları anlamına gelmektedir, "siz beni ateşe çağırıyorsunuz." Ce-

hennem ateşine girmeyi gerektiren küfre veya putlara kulluğa çağırıyorsu­nuz. "Siz beni bilmediğim şeyleri Ona ortak koşmaya" varlığı olmayan, ru-bubiyeti konusunda delil ve burhan bulunmayan şeyleri Ona ortak koşma­ya "çağırıyorsunuz." Bu ifadede, ilâhlığın, vazgeçilmez olarak burhana ve yakınî itikada dayanması gerektiği ima edilmektedir.

"Sizin beni çağırdığınız şeye." kulluk etmem için çağırdığınız şey "da­vet olmaz" kendisine dua eden kimsenin duasına icabet edemez. Bu ayetin ifade ettiği anlam şudur: Şurası haktır ki, sizin tanrılarınız, kendilerine kulluk edilmeye müstehak değildir. Çünkü onlar cansız varlıklardır ve çünkü onların, kabul edilecek bir davetleri yoktur. "Bizim dönüşümüz Al­lah'adır." Ölüm ile dönüp gideceğimiz nokta, Allah'a kavuşmaktır. "Aşırı gidenler" hayırları şerlerinden fazla olup, haddi aşanlar ve şirk koşma, kü­für ve kan dökme gibi tuğyan ve dalâlet içinde bulunanlar, "işte onlar, ateş halkıdır." Devamlı surette ateşte kalacak olanlardır.

"Benim size söylediklerimi" verdiğim nasihati "yakında hatırlayacaksı­nız." Azabı bizzat gördüğünü^ zaman hatırlayacaksınız. "Ben işimi Allah'a havale ediyorum." Beni her türlü kötülükten koruması için. "Şüphesiz Al­lah, kulları görür." Onları gözetler. Bu cümle, "Allah onu, onların kurduk­ları tuzakların kötülüklerinden korudu" cümlesinde anlatılan şeyin cevabı­dır. Yani Allah onu, onların tuzaklarının şiddetinden ve sıkıntısından -ki onu öldürme üzerine kurulmuş tuzaklardı- himaye etti ve korudu. "Fira­vun ailesini" Firavun'u ve kavmini "azabın en kötüsü" Dünyada, denizde boğulma ve ölüm; ahirette de cehennem ateşi "kuşattı." İndi.

"Onlar sabah akşam o ateşe sunulurlar." Onların ateşe sunulması, ateş­le yakılmalarıdır. Araplar, "Hakim, esirleri kılıca arzetti." derler ve bunun­la, esirlerin öldürülmesini kastederler. Burada zikredilen sabah akşam" şeklindeki iki vakit, sürekliliği ve devamı ifade için kullanılır. Kıyamet kop­tuğu zaman ise onlara şöyle denilir: "Firavun ailesini azabın en çetinine so­kun." Yani cehennem azabına. Zira cehennem ateşi, onların bu ateşe atılma­dan önce gördükleri azaptan daha şiddetlidir. Yahut da burada, "Onları ce­hennem azabının en şiddetlisine sokun." şeklinde bir anlam vardır. Ayetin ifade ettiği anlam şudur: Kâfirlerin ruhları kabirdeyken sabah akşam ateşe sunulur. Yani ateşle yakılır. Bu anlam, nefsin yok olmayıp, varlığının devam ettiğini ve kabir azabının sabit olduğunu gösteren delillerdendir. Onların ruhlarının ateşe sunulacağı vakit olarak sadece sabah ve akşam vakitleri­nin zikredilmiş olması, sadece bu iki vakitte ateşle azap göreceklerini göste­rir. Bu iki vakit arasında hangi durumda olacaklarını ise Allah bilir; ya baş­ka bir çeşit azapla azaplandırılırlar, ya da rahat bırakılırlar. [43]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Bunlar, Firavun ailesine mensup kişinin son sözleridir. Sözkonusu kişi, kavminin küfür ve azgınlıklarında devam ettiğini görünce kendilerine bir kez daha nasihat etmiş ve kavmine üç kez seslenmiştir. İlk seslenişinde onları -geçen ayetlerde Musa (a.s.)'nın kendilerini davet ettiği dinin te­mel esaslarını kabule çağırmıştır. Son iki seslenişinde ise onlara tafsilatlı bir nasihat ile hitap etmiştir.

Bu iki seslenişinde onları doğru yola, Allah Tealâ'ya inanmaya çağır­mış, sonra kendilerini dünyaya aldanmaktan sakındırmış ve devamlı kal­ma yeri olduğu için asıl ahiret için çalışmaya teşvik etmiştir. Onlara nasi­hat ederken, bir taraftan kendilerini kurtuluş yolu olan "Allah'a iman "a davet ederken, aynı zamanda diğer taraftan da onların kendisini, ateş yolu olan "putlara kulluğa" çağırdıklarını dile getirmiştir. Bunun ardından da Allah Tealâ onu, kendisi için kurdukları kötülükten koruduğunu ve himaye ettiğini haber vermekte, Firavun ailesinin ise denizde boğulduğunu, kıya­met günü de cehenneme sokulacağını bildirmektedir. [44]

 

Açıklaması:

 

"Mümin kişi dedi ki: "Ey kavmim! Bana uyun, sizi doğru yola götüre-yim." Yani Firavun ailesinden olan mümin kişi, kavmine nasihat ederek şöyle dedi: Ey kavmim! Size söylediğim ve sizi çağırdığım şeyde bana uyun ki sizi doğru yola, hayır ve selâmet yoluna götüreyim ki bu, Musa'nın getir­diği Allah'ın dinine ittibadır.

Bu ifadede, Firavun ve ailesinin gittiği yolun azgınlık, dalâlet ve boz­gunculuk yolu olduğunun anlatımı da vardır.

Daha sonra o mümin kişi, kavmini, dünya nimetlerine aldanmaktan ve dünya süsüne kapılmaktan sakındırmış ve şöyle demiştir:

"Ey kavmim! Bu dünya hayatı ancak fani bir eğlencedir. Ahiret ise ebe­dî olarak durulacak yerdir." Yani ey kavmim! Bu dünya hayatı, kendisin­den az bir süre istifade edilen geçici bir eğlenceden başka bir şey değildir. Bir süre sonra zail olur ve ölümle biter. Ahiret ise ebedî kalma yeridir. Zira orası zevali olmayan daim ve baki bir hayatın yaşanacağı yerdir ve oradan başka bir dünyaya geçiş de yoktur. Orada insanlar ya nimetler, ya da ateş içindedir. Bunların dışında üçüncü bir şık yoktur. Şu halde mutlu kişi, ni­metlere ulaşmak için çalışan kimsedir. Çünkü ahiretteki nimetler daimîdir. Aynı şekilde orada azap da daimîdir.

Bu ayet, yakın bir gelecekte yok olacak ve zeval bulacak olan dünyanın özelliğini anlatmakta, daim ve baki olan ahiret hayatını müjdelemektedir.

Daha sonra Allah Tealâ, kulların nasıl birbirinden ayrıldığını ve ahi-rette amellere nasıl karşılık verileceğini açıklamakta ve rahmet yönünün, azap yönüne baskın olduğuna işaret ederek şöyle buyurmaktadır:

"Kim bir kötülük yaparsa, ancak onun kadar cezalanır; ama erkek ve kadından her kim mümin olarak iyi amelde bulunursa, onlar cennete girer­ler ve orada kendilerine hesapsız rızık verilir." Yani kim bir masiyet olan iş­lerden birini işlerse, Allah'ın adaletinin bir tecellisi olarak ahirette ancak işlediği ma'siyetin misliyle kendisine ceza verilir. Kim de salih amel işlerse -ki salih amel, Allah'ın emrine uyup nehyinden kaçınmaktır- ve Allah'ı ve Rasulleri'ni tasdik ederse, başkaları değil, işte böyle kimseler cennet ehli­dir ve onlar cennetin nimetlerinden ve rızıklarından, herhangi bir ölçü ol­maksızın ve işledikleri amel ile ölçülmeksizin -Allah'tan bir fazl-u kerem, nimet ve rahmet olarak- kat kat istifade ederler.

Bu ayet, günahın cezasının sadece kendi miktarınca olacağının, iyili­ğin karşılığının ise hesaptan hariç olduğunun ve iyiliğin miktarınca olma­yacağının delilidir. Yine bu ayet, İslâm Hukuku'nda "cinayetler" başlığı al­tında ele alman fiillerin hükümleri konusunda da büyük bir esası teşkil et­mektedir. Zira misliyle mukabelenin meşru ve misilden fazlasının gayri meşru olması, bu ayetin gereğidir. Yani nefisler ve mallar konusundaki ci­nayetler hakkında gerekli olan, ya -hububat gibi misi ile ölçülen hususlar­da- misi ile veya -ev eşyası, mal, inci ve mücevherat gibi kıyenıî olan (kıy­metle ölçülen) hususlarda- kıymet iledir.

Daha sonra sözkonusu mümin kişi, kavmini Allah'a davet etme işini daha bir tekitli olarak tekrarlamakta ve ortağı bulunmayan Allah'a imanı­nı açığa vurarak şöyle demektedir:

"Ey kavmim! Neden ben sizi kurtuluşa çağırdığım halde, siz beni ateşe çağırıyorsunuz?" Yani ey kavmim! Size ne oluyor? Bana haber verin! Ne oluyor ki, ben sizi, Allah Tealâ'ya iman, sadece ortağı olmayan Allah'a kul­luk ve Rabbinizin katından size gönderilen peygamberleri tasdik etmek su­retiyle ateşten kurtuluşa ve cennete girmeye çağırdığım halde, siz ise be­nim, şirk koşmamı ve putlara kulluk etmemi istiyor ve bu suretle beni, ce­hennemliklerin amellerini işlemeye çağırıyorsunuz?

Daha sonra bu kişi, her iki davet türünü şöyle açıklıyor: "Siz beni Allah'a nankörlük etmeye ve bilmediğim şeyleri O'na ortak koşmaya çağırıyorsunuz, bense sizi, O Azız ve Gaffar olana çağırıyorum." Yani siz beni gerçekten çok tehlikeli bir işe çağırıyorsunuz ki o, bilgisizce Allah'a karşı kâfir olmak, O'na, ilâhlığı konusunda hiçbir delil bulunma­yan şeyleri ortak koşmaktır. Bunların Allah'a ortak oldukları konusunda ben, kabul edilebilir herhangi bir bilgiye de sahip değilim. Bense sizi, izzet, kudret, hükümranlık, ilim, irade, bağışlama ve azap etme gücü gibi ilâhlık sıfatlarıyla muttasıf bir mabuda iman etmeye çağırıyorum. Şu halde O'na iman edin ki O sizi bağışlasın ve size izzet versin. Zira O, küfredenlerden intikam alma konusunda galip ve kuvvet sahibidir; kendisine iman edip, tevbe edenlerin günahını bağışlamadaki izzet ve büyüklüğünde ise Gaf­far'dır, çok bağışlayıcıdır.

Daha sonra bu kişi, onların çağrılarının çürütülmesi ve tuttukları yo­lun yanlışlığının ortaya konması konusunda söylediklerini tekit ederek şunları söylemektedir:

"Sizin beni çağırdığınız şeyin kesinlikle ne dünyada ne de ahirette da­vet olamaz." Yani aklen ve vakıa olarak hak, sahih ve sabit olmuştur ki, si­zin beni çağırdığınız putlar, kendilerine dua edene ne dünyada, ne de ahi­rette cevap verebilir! Çünkü o putlar işitmeyen ve görmeyen, ne bir fayda, ne de bir zarar verebilen cansız varlıklardır. Nitekim diğer bazı ayetlerde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ı bırakıp da, kıyamet gününe ka­dar kendisine cevap veremeyecek şeylere yalvarandan daha sapık kim olabi­lir? Oysa onlar bunların yalvardıklarından habersizdirler. İnsanlar Al­lah 'm huzurunda toplandıkları gün onlara düşman olurlar ve onların ken­dilerine tapmalarını tanımazlar." (Ahkâf, 46/5-6), "Eğer onları çağırsanız, sizin çağırmanızı işitmezler. İşitseler bile size cevap veremezler. Kıyamet gü­nü de sizin ortak koşmanızı inkâr ederler." (Fâtır, 36/14).

"Bizim dönüşümüz Allah'adır. Aşırı gidenler, işte onlar ateş halkıdır." Yani şurası kesin bir vakıadır ki, bizim dönüp gideceğimiz yer, ölüm ve ahi-ret yurdunda dirilişle Allah Tealâ'nın huzurudur. Orada her insan kendi amelinin karşılığını görecektir. Masiyetlerde aşırı gidenler ve çok isyan edenler, Allah'ın tayin ettiği sınırları aşanlar, şirke, putperestliğe ve küfre dalmış olanlar, işte onlar, ateşe gidecek ve aşırılıkları -Allah Tealâ'ya şirk koşmaları- sebebiyle orada ebedî kalacak olan ateş halkıdır.

Daha sonra bu kişi, geleceği düşündüren, güzel bir ifadeyle konuşma­sını tamamlamakta ve şöyle demektedir:

"Benim size söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız. Ben işimi Al­lah'a havale ediyorum. Şüphesiz Allah, kulları görür." Yani yakında benim size hitaben söylediğim, nasihat, hatırlatma, açıklama, emir ve yasak ihti­va eden bu sözlerimin doğru olduğunu, pişmanlığın fayda vermeyeceği bir vakitte bileceksiniz. Ne ki ahirette şiddetli azap sizi kuşatmış olacak. Ben, Allah'a tevekkül ediyor ve beni, sizinle ilişkimi kesmemden ve sizinle ara­mızda oluşan düşmanlıktan dolayı bana gelecek her türlü kötülükten koru­ması için Ondan yardım istiyorum. Zira Allah, kullarını hakkıyla görür, onların yaptıklarından hakkıyla haberdardır. Dolayısıyla hidayete müste-hak olanları hidayete erdirir, saptırılmaya müstehak olanı da saptırır. Kuvvetli hüccet, tamA hikmet ve hükmünü yürütecek kudret onundur. Mu-katil şöyle demiştir: "Bu mümin kul, daha sonra kaçıp bir dağa sığındı, kavmi onu bir türlü öldüremedi."

Daha sonra Allah Tealâ, bu ifadesi güzel cesur mümin kişinin sonunu haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Allah onu, onların kurdukları tuzakların kötülüklerinden karada ve Firavun ailesini azabın en kötüsü kuşattı” Yani Allah onu dünyada, kendisini öldürmek için kurdukları tuzağın kötülüklerinden korudu ve onu –tıpkı Hz. Musa’yı koruduğu gibi- Firavun’un kötülüğünden kurtardı; ahirette de onu ateşten korudu ve cennette ona nimetler ihsan buyurdu. Firavun ve kavminin üzerine ise azabın en kötüsünü indirdi; onlar dünyada topluca suda boğuldular, ahirette de ateşte azap edilecekler.

Ardından Allah Tealâ, bu kötü azabı açıklamakta ve şöyle buyurmak­tadır:

"Onlar sabah akşam o ateşe sunulurlar. Kıyamet koptuğu gün de, "Fi­ravun ailesini azabın en çetinine sokun." denilecek." Yani Firavun ve kav­minin ruhları, onlar öldükten sonra ve kıyamet gelmeden önce Berzah ale­minde kıyamet kopana kadar sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet gü­nü geldiği zaman da onların ruhları ve bedenleri ateşte bir araya gelecek ve meleklere, "Firavun ailesini cehenneme sokun." denecek ki, oradaki azap, daha fazla elem verici ve daha büyük bir ceza olacaktır.

Buhari, Müslim ve daha başkaları İbni Ömer (r.a.)'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Biriniz öldüğü zaman, ahi­rette kalacağı yer kendisine sabah akşam arzedilir. Eğer o kimse cennetlik­lerden ise, cennetliklerden olduğunu bilecek., cehennemlik ise cehennemlik­lerden olduğunu bilecek ve kendisine, "Allah seni kıyamet günü diriltene kadar senin yerin burasıdır." denecek."

İbni Mesud (r.a.), Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiş­tir: "Firavun ailesinin ve onlar gibi olan kâfirlerin ruhları, sabah akşam ateşe arz edilir ve kendilerine, "İşte burası sizin meskeninizdir. denilir. Yine İbni Mesud (r.a.)'dan gelen bir diğer rivayette -ki az yukarıda da geçmişti-şöyle denmiştir: "Onların ruhları, siyah kuşların karınlarında, her gün -sabah akşam olmak üzere- iki kere cehenneme götürülürler. İşte onların cehenneme sunulması budur."

Bu ayet ve zikrettiğimiz hadisler, kabirde Berzah azabının hak oldu­ğunun ispatı konusundaki temel dayanaklardır. Kabir azabı seksiz şüphe­siz bir hak ve gerçektir. Buhari, Hz. Aişe (r.a.)'nin şöyle dediğini rivayet et­miştir: "Rasulullah (s.a.)'a kabir azabını sordum. "Evet, kabir azabı haktır." buyurdular." Ne var ki bu ayette, bedenlerin de kabirde ruh ile birlikte azap göreceğine ve acı çekeceğine delâlet yoktur. Bu hususa ancak sünnet delâlet etmektedir; "Evet, kabir azabı haktır." şeklinde biraz önce zikretiği-miz hadiste olduğu gibi. Aynı şekilde bu ayet, Berzah aleminde sadece kâ­firlerin azap göreceğine delâlet etmektedir. Bu, müminlerin de günahları sebebiyle kabirde azap görmelerini gerektirmez. Ancak bu husus, daha ön­ce zikrettiğimiz hadislerden anlaşılmaktadır. Bununla birlikte, kabirdeki azap da türlü türlüdür. Buna İbni Ebî Hâtim'in ve -Müs/ıed'inde- Bez-zâr'ın İbni Mesud (r.a.)'dan rivayet ettiği şu hadis delâlet etmektedir:

"Müslüman olsun kâfir olsun, iyilik yapan hiçbir iyi kul yoktur ki Al­lah kendisine mükâfat vermemiş olsun." Bizler, Yâ Rasulallah" dedik, "Al­lah'ın kâfire verdiği mükâfat nedir?" Şöyle buyurdu: "Eğer kâfir, yakınla­rıyla irtibat halinde bulunmuş (sıla-i rahim yapmış), sadaka vermiş yahut güzel bir amel işlemişse Allah ona mal, evlât, sıhhat ve benzeri mükâfatlar verir." Bizler, "Kâfirin ahiretteki mükâfatı nedir?" diye sorduk, "Azaptan daha hafif bir azap (daha az azap)" buyurdu ve "Firavun ailesini azabın en çetinine sokun." ayetini okudu. [45]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Firavun ailesinden olan mümin kişi, kavmine nasihatte, onlar hak­kında insanların en samimisi, onları en çok seven, onların küfürden kur­tulmaları ve ortağı olmayan Allah Tealâ'ya iman dairesine girmeleri için en fazla hırs gösteren kişisi idi.

2- Bu kişi, kavmine yaptığı nasihati tekrar tekrar yapmış, onlara çe­şitli şekillerde hitap etmiş, kendilerini imana teşvik ve azaptan sakındır­ma ihtiva eden ifadeler kullanmıştır. Önce onları Allah'a imana ve hidayet yoluna çağırmıştır. Burada da kavmine, kendisinden bir alicenaplık olarak ikinci kere hitap etmiştir.

3- Sonra onları dünyaya, dünyanın lezzet ve şehvetlerine aldanmak­tan sakındırmış, onlar ahireti dünyaya tercih edince, dünyayı onların gö­zünden düşürmeye çalışmıştır. Akıl ve basiret sahibi olanların, fani dünya­ya sımsıkı bağlanması ve ebedî kalma yeri olan ahireti dünyaya tercih et­memesi mümkün değildir.

4- Sözkonusu mümin kişi kavmine, ahiretteki cezanın nasıl olacağını açıklamıştır. Buna göre kim bir günah işlerse -ki günahların en büyüğü şirktir- Allah'ın adaletinin bir tecellisi olarak işlediği günahın mislinden başka bir ceza görmeyecektir. Kim de kalbiyle Allah'ı ve peygamberleri tas­dik ederek Allah'ın yapılmasını emir buyurduğu şeyleri yapar ve yasakla­dıklarından da uzak durursa, o kimse, Allah'tan bir lütuf ve rahmet olarak cennetliklerdendir. Cennetteki rızık daimidir, geniştir ve hadde hesaba gelmeyecek kadar çoktur.

5- Daha sonra o mümin kişi, kavmine yönelik iman çağrısını -ki iman kurtuluşu ve ateşe götürecek olan küfrü terketmeyi gerektirir- güçlendir­mek bakımından kendilerine üçüncü kere seslenmiştir. O kişi, şirke çağır­manın doğru bir davranış olduğunu gösteren kabul edilebilir herhangi bir hüccet ve burhan bulunmadığının farkındadır. Birbirini destekleyen çok sayıdaki kesin delil ancak yaratma, kudret, irade vb. gibi gerçek ulûhiyet vasıflarına sahip olan Allah Tealâ'ya davetin doğruluğunu göstermektedir.

6- Şu bir gerçektir ki, Allah dışında kendisine kulluk edilen beşer, put vs.nin, davete/duaya faydalı bir şekilde icabet etmesi sözkonusu değildir, onların ne dünyada, ne de ahirette şefaatleri yoktur. Firavun, ilkin insan­ları putlara kulluğa çağırıyordu. Ardından ineğe tapmaya çağırdı. İnek genç iken onlara tapınılırdı; daha sonra hayvan yaşlanınca, kesilmesini emreder, yerine bir diğer genç ineğin tapınılmak üzere getirilmesini ister­di. Bu minval üzere uzun süre devam ettikten sonra, "Ben sizin en yüce rabbinizim." dedi.

7- Aşırı gidenler -ki onlar müşriklerdir-, sefihler, haksız yere kan dö­kenler, zorbalar, kibirliler ve Allah'ın tayin ettiği sınırları çiğneyenler ce­hennem halkıdırlar.

8- Firavun ailesinden olan o mümin kişi, daha sonra bir başka tehdit ve azap vaadine sığındı ve kavminin, kıyamet günü başlarına ateş azabı geldiği zaman kendisinin onlara söylediklerini hatırlayacaklarını beyan et­ti. Kendisi ise Allah'a tevekkül etmiş ve O'na teslim olmuştu. Çünkü kavmi onu öldürmek istemişti. Ancak kim Allah'a tevekkül ederse, Allah ona yeter.

9- Allah Tealâ, bu mümin kimseyi, kendisine yapılmak istenen her türlü eziyetten korumuştu. Kavmi onu aradı, ama bulamadı. Çünkü o adam, durumunu Allah'a havale etmişti.

10- Firavun ailesine gelince, bu dünyada başlarına kapsamlı bir azap -denizde boğulma- gelmiştir. Onlar ahirette de azap göreceklerdir. Ayrıca onlar, Berzah aleminde de -sabah akşam olmak üzere- ateşe sunulurlar.

Bu, daha önce de belirtildiği gibi kabir azabının varlığına delâlet eder. Çünkü Allah Tealâ, "Onlar sabah akşam o ateşe sunulurlar" buyurmakta­dır. Yani dünya durdukça onlar ateşe sunulacaklardır. Müfessirlerin çoğun­luğu şöyle demişlerdir: Bu ayet, dünyada kabir azabına delâlet etmektedir. Görmez misin, ayetin devamında ahiret azabı için Allah Tealâ ayrıca "Kı­yamet koptuğu gün de, "Firavun ailesini azabın en çetinine sokun" denile­cek" buyurmaktadır!

Razî ise bu ayetin kabir azabına delâlet etmediği görüşündedir. Ona göre bu ayetteki "sabah-akşam" ifadesi, cehennem azabının devamlılığın­dan kinayedir. Nitekim Allah Tealâ, cennet ehline nispetle de, "Orada rı-zıkları da sabah akşam hazırdır." (Meryem, 19/62) buyurmaktadır.[46]

 

 

Küfür Liderleri İle Onlara Tabi Olanlar Arasında Cehennemde Geçen Tartışma:

 

47- Ateşin içinde birbirleriyle tartı­şırlarken, zayıf olanlar, büyüklük taslayanlara dediler ki: "Biz size uy­muştuk. Şimdi siz, bu ateşin ufak bir parçasını bizden savabilir misiniz?"

48- Büyüklük taslayanlar da dediler ki: "Hepimiz onun içindeyiz. Allah, kullar arasında böyle hüküm verdi."

49- Ateştekiler, cehennemin bekçi­lerine dediler ki: "Rabbinize dua edin de, hiç değilse bir gün bizden azabı biraz hafifletsin."

50- Bekçiler dediler ki: "Elçileriniz size açık deliller getirmezler miy­di?" "Evet." dediler. Bekçiler dediler ki: "Öyleyse yalvarın. Kâfirlerin yal­varması hep çıkmazdadır."

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ateşin içinde birbirleriyle tartışırlarken... dediler ki:" Ey Muhammed! Kâfirlerin cehennem ateşi içindeyken birbirleriyle hasımlaştıkları vakti hatırla. "Şimdi siz bu ateşin ufak bir parçasını bizden savabilir misiniz." Onu defedebilir misiniz veya yüklenebilir misiniz. Yani siz, bizden bu aza­bın bir kısmını alarak yüklenir misiniz veya bu azabın bir parçasını bizden defedebilir misiniz?

"Büyüklük taslayanlar da dediler ki: Hepimiz onun içindeyiz." Hem biz, hem de siz, hep birlikte ateşteyiz. Bu durumdayken ateşi sizden nasıl savalım? Eğer gücümüz yetseydi, ateşi önce kendimizden savardık. "Allah, kullar arasında böyle hüküm verdi." Verdiği hüküm sonucu müminleri cen­nete, kâfirleri de cehenneme soktu. Onun hükmünü tartışacak kimse yok­tur. "Cehennemin bekçilerine." Buradaki "hazene" kelimesi, "hâzin"in çoğu­ludur. Bunlar, cehennemliklere azap etmekle görevlidirler. "Bir gün biz­den" Yani bir gün müddetince “azabı” azaptan bir kısmını “biraz hafifletsin” “Bekçiler dediler ki” Yani cehennem bekçileri, onlarla alay ederek dediler ki “Elçilerimiz size açık deliller getirmezler miydi?” Yani apaçık mucizeler “Evet” dediler.” Kendilerine peygamberler gönderildiğini, ancak kendilerinin bu peygamberlere karşı kâfir olduğunu itiraf ettiler. "Bekçiler de­diler ki: "Öyleyse yalvarırı." Cehennem bekçileri, kâfirlere dediler ki: Siz kendiniz dua edin. Zira Allah Tealâ bize, sizin gibiler için dua etme izni vermedi. Bizler kâfirler için şefaatçilik de yapamayız. Bu ifadede, duaları­na karşılık almaktan kâfirlerin ümitlerini kesme vardır. Zira Yüce Allah, cehennem bekçilerinin onlara şöyle haber verdiklerini bildirmektedir: "Kâ­firlerin yalvarması hep çıkmazdadır." Yani hüsrandadır, ziyandadır ve yok­luğa mahkumdur.[47]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Bu, Firavun ailesine ait olmayan bir kıssanın başlangıcıdır. Allah Te­alâ, Firavun ailesinden olan mümin kişinin nasihati cehennemin ahvalini açıkladıktan sonra, cehennemlik olan liderler ile onlara tabi olanlar ara­sında ateşte geçen bir münazarayı nakletmektedir. [48]

 

Açıklaması:

 

"Ateşin içinde birbirleriyle tartışırlarken, zayıf olanlar, büyüklük tasla-yanlara dediler ki: "Biz size uymuştuk. Şimdi siz, bu ateşin ufak bir parça­sını bizden savabilir misiniz?" Yani ey peygamber! Nasihat, ve ibret olsun diye kavmine, cehennemlik kâfirlerin ateşteyken yaptıkları tartışmayı ha­tırlat ki Firavun ve kavmi de onlar arasındadır. Orada zayıflar ve uyan du­rumunda olanlar, peygamberlere ittiba etmekten büyüklenen ve insanların iman etmesini engellemek için hileler/tuzaklar kuran o lider ve önderlere derler ki: Bizler, sizlerin tabileri idik. Sizin dünyadayken bizi çağırdığınız küfür ve dalâlete, size itaat ederek rağbet göstermiştik. Sonuçta size tabi olmamız dolayısıyla ateşe girdik. Şimdi ateşin bir miktarını veya parçasını bizden savabilir misiniz? Yahut onu bizden alarak yüklenir misiniz? Lider­ler bu soruya, Allah Tealâ'nın zikrettiği şekilde şöyle cevap verirler:

"Büyüklük taslayanlar da dediler ki: "Hepimiz de onun içindeyiz. Al­lah, kullar arasında böyle hüküm verdi." Yani büyüklük taslayanlar, mus-taz'aflara şöyle dediler: Hem biz, hem de siz toptan cehennemdeyiz. Böy­leyken biz sizi bu azaptan nasıl kurtarabiliriz? Eğer bu azabın bir miktarı­nı olsun savma kudretinde olsaydık, onu kendimizden savardık. Allah hü­küm verdi ve Onun verdiği hüküm adil olup, kullar arasında hükümran olandır. Allah Tealâ, kullardan bir kısmının cennete, bir kısmının ise azaba girmesine hükmetti ve biz azaptakilere de azabı -her birimizin müstehak olduğu ölçüde- taksim etti. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hepsi için bir kat fazla azap vardır. Ama siz bilmezsiniz." (A'râf, 7/38).

Zayıf olanlar, küfrün elebaşlarından ümit kesince, bu sefer de cehen­nem bekçilerine yönelir ve onlardan, kendileri için dua etmelerini isterler. Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır:

"Ateştekiler, cehennemin bekçilerine dediler ki: "Rabbinize dua edin de, hiç değilse bir gün bizden azabı biraz hafifletsin." Yani kâfirlerden oluşan cehennemlikler, cehennemin bekçilerine ve görevlilerine -ki onlar ateş eh­lini azaplandırmakla görevli meleklerdir- şöyle dediler: Rabbiniz Allah'a dua edin. Olur ki sizin Allah indinde bize aracılık yapmanızla Allah azabı­mızın bir günlük miktarını hafifletir. Onların bu yola başvurmaları, Allah Tealâ'nm, kendilerinin dualarına karşılık vermeyeceğini ve sözlerini dikka­te almayacağını bilmelerindendir.

Cehennem bekçileri, onların bu taleplerini, kendilerini delil ile bağla­yarak ve azarlar tarzda şöyle reddederler: Allah Tealâ buyuruyor ki:

"Elçileriniz size açık deliller getirmezler miydi?" Cehennem bekçileri, cehennem ehline şöyle derler: Dünyadayken elçileriniz size, Allah'ın birli­ğini gösteren ve kötü akıbete düşmekten sakınmanız gerektiğini ispat eden açık hüccet ve delillerle gelmemiş miydi? "Kendi aranızdan, Rabbinizin ayetlerini size okuyan ve sizi bu gününüzle karşılaşacağınız hakkında uya­ran elçiler gelmedi mi?" (Zümer, 39/71).

"Evet" dediler." Cehennem ehli şöyle dedi: Evet bize elçiler gelmişti. Ama biz onları yalanladık ve gerek getirdikleri hüccetlere, gerekse kendile­rine inanmadık.

Onlar, bu itirafta bulununca, cehennem bekçileri, alaylı bir tavırla on­lara şöyle derler:

"Öyleyse yalvarın. Kâfirlerin yalvarması hep çıkmazdadır." Yani ce­hennem bekçileri, ateş ehline şöyle dedi: Durum sizin belirttiğiniz gibi ol­duğuna göre, bizzat dua edin. Zaten biz Allah'a karşı kâfir olan ve kendile­rine açık hüccetlerle geldikten sonra peygamberleri yalanlayan kimseler için dua etmeyiz. Biz sizlerden uzağız. Daha sonra cehennem bekçileri, ce­hennem ehline, Allah'a ve Onun peygamberlerine karşı kâfir olanların du­asının hiçbir faydasının olmayacağını haber verirler. Zira Allah'a ve Onun peygamberlerine karşı kâfir olanların duası, ancak ve ancak zayi olmada, butlanda ve yok olup gitmededir; kabul ve karşılık görmez.

Tirmizi ve daha başkaları Ebu'd-Derdâ (r.a.)'dan şöyle rivayet etmiş­lerdir: "Cehennem ehline öyle bir açlık verilir ki, çektikleri azaba denk olur. Bunun üzerine bu açlıktan kurtulmak için yardım isterler. Kendilerine Da-rı' (bir çeşit dikenli ve pis kokulu bitki) ile yardım yapılır. Bu yiyecek, yiyeni ne besler, ne de açlığını giderir. Onlar onu yerler, ancak bu yiyecek onların açlığını gidermez. Bunun üzerine yine yardım isterler ve kendilerine, boğa­za dizilen bir yemekle yardımı yapılır. Onlar da bunu yer ve tıkanırlar. Dünyada, boğaza dizilen yiyecekleri su içerek hazmettiklerini hatırlayarak bu defa içecek için yardım isterler. Bunun üzerine onlara, demir çengellerle Hamim (kaynar su) verilir. Bu içecek, yüzlerine yaklaştığı zaman yüzlerini yakar. Karınlarına gidince de, barsaklarını ve karınlarında bulunan her  şeyi parça parça eder. Bunun üzerine cehennem ehli, şöyle diyerek melekler­den yardım isterler: "Rabbinize dua edin de hiç değilse bir gün bizden azabı biraz hafifletsin." Melekler ise onlara şöyle cevap verirler: "Elçileriniz size açık deliller getirmezler miydi?" "Evet" dediler. Melekler dediler ki: "Öyleyse yaluarın. Kâfirlerin yalvarması hep çıkmazdadır." [49]

 

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Cehennem ateşinde, küfür önderlerine uyanlar ile, peygamberlere bo­yun eğmeyerek büyüklenen liderler arasındaki tartışma ve mücadele şiddet­lenecek ve bu liderlerin peşinden gidenler şöyle diyecekler: Bizler dünyaday­ken, sizin çağırdığınız şirki kabullenme konusunda size tabi olmuştuk. Şim­di de sizler bu azabın bir kısmını bizden alarak yüklenmez misiniz?

2- Elebaşları bu isteğe şöyle karşılık verirler: Bizler ve sizler topyekün cehennem ateşindeyiz. Allah Tealâ, kullar arasında hüküm verdi ve her birimiz, hakettiği azaba çarptırıldı. Hiçbiriniz diğerinin günahıyla tenkit edilmedi. Zira hepimiz kâfiriz.           

3- Kâfirler, diğer bir kısım kâfirlerden yardım almaktan ümit kesince, bu defa azap melekleri olan cehennem bekçilerinden, cehennem azabının bir miktarını bir gün olsun kendilerinden kaldırması için Rabblerine dua etmeleri talebinde bulunurlar.

Ancak cehennem bekçileri şöyle diyerek onların bu taleplerini redde­derler: Size, kurtuluş yolunu gösteren ve sizinle kötü akıbet arasında bir set olan apaçık deliller getiren elçiler gelmedi mi?

Bu cevap, ancak şeriat geldikten sonra dinî sorumlulukların gerekece­ğinin delilidir. Dolayısıyla peygamber göndermeden ve şeriat indirmeden Allah Tealâ hiç kimseyi teklife muhatap kılmaz ve azaba uğratmaz. Nite­kim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Biz, elçi göndermedikçe azap edecek değiliz." (İsrâ, 17/15).

4- Daha sonra cehennem bekçisi melekler, kâfirlere şöyle derler: Siz kendiniz dua edin. Zira biz, şu iki şart olmadıkça böyle bir şeye kalkışma­yız ve aracılık yapmayız:

Birincisi: Kendisi için aracılık yapılacak olanın mümin olması.

İkincisi: Aracılık (şefaat) için izin verilmiş bulunması. Oysa bu şart­lardan hiçbirisi mevcut değildir.

Bununla birlikte bir işe yarayacağını zannediyorsanız siz kendiniz dua edin. Bu ifade, kâfirlerin duasının bir sonuç vereceği konusundaki bir ümidi değil, kâfirlerin duasının hüsran olduğunu ifade eder. Zaten melek­ler de onların dualarının herhangi bir etkiye sahip olmadığını belirtmekte­dirler: "Kâfirlerin yalvarması hep çıkmazdadır." Yani bir işe yaramaz. [50]

 

Düşmanlarına Karşı Dünyada Ve Ahirette Peygamberlere Yardım Edilmesi:

 

51- Elbette biz elçilerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında hem şahitlerin şahitliğe duracakla-

rı günde yardım ederiz.

53- Andolsun biz Musa'ya hidayet  verdik ve İsrailoğulları'na o Kitab'ı

miras kıldık.

54- O, sağduyu sahiplerine yol gös­terici bir öğüttür.

55- Şimdi sen sabret. Çünkü Al­lah'ın vaadi gerçektir. Günahları­nın bağışlanmasını iste. Akşam sa­bah Rabbini hamd ile teşbih et.

56- Kendilerine gelmiş hiçbir delil olmadan Allah'ın ayetleri hakkında tartışanlar var ya, onların göğüsle­rinde asla erişemeyecekleri bir bü­yüklük hevesinden başka bir şey yoktur. Sen Allah'a sığın. Çünkü Se-mî', Basîr olan O'dur.

 

Belagat:

 

"Akşam" ve "sabah" kelimeleri arasında tezat vardır. [51]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Elbette biz elçilerimize ve iman edenlere şahitlerin şahitliğe duracak­ları günde" kıyamet gününde buradaki "şahitler" peygamberlerin tebliğ gö­revini yerine getirdiklerine ve kâfirlerin de onları yalanladığına şahitlik edecek olan melekler, peygamberler ve müminlerdir, "yardım ederiz." Onla­ra, kâfirler karşısında hüccet ve galibiyet vermek suretiyle yardım ederiz. Burada, peygamberlere yapılacak yardımın hem dünyada, hem de ahirette vuku bulduğu anlatılmaktadır.

"Ogün zalimlere mazeretleri" özürleri "fayda vermez." Burada bu özürlerin fayda vermeyeceği anlatılmaktadır. Bunun sebebi, onların özürlerinin batıl (geçersiz) olmasıdır. Yahut da özür beyan etmek için zalimlere izin ve­rilmeyecek ve onlar mazeret ileri süremeyeceklerdir. "Onlar için lanet" rahmetten kovulma ve uzaklaştırma "ve yurtların en kötüsü vardır." Bura­da kastedilen, onların maruz kalacağı şiddetli cehennem azabıdır.

"Andolsun biz Musa'ya hidayet verdik." Din konusunda yol gösteren bir kılavuz verdik. Bunlar, Tevrat'ın ihtiva ettiği çeşitli şer'î hükümler ve onun doğruluğuna delâlet eden mucizelerdir. "îsrailoğulları'na o Kitab'ı miras kıldık." Yani Musa'dan sonra Tevrat'ı onlara bıraktık. "O, sağduyu sahiplerine yol gösterici bir öğüttür." Akıl sahibi kimseler için, bir öğüt ve hidayettir veya hidayete götürücü ve öğüt vericidir.

"Şimdi sen sabret." Ey Muhammedi Müşriklerin eziyetleri karşısında sabırlı ol. "Çünkü Allah'ın vaadi gerçektir." Allah'ın, yardım vaadi gerçek­tir ve Allah, vaadinden asla dönmez. "Günahlarının bağışlanmasını iste." Burada Hz. Peygambere istiğfar emredilmesi, Onun, örnek alman ve uyu­lan konumda bulunmasındandır. Veya bu ayetin anlamı, "Dininin emirleri­ni açıkça tebliğe yönel ve -bir işin efdal olan şeklini yapmamak gibi- zelle-leri (küçük hataları) telâfi et. Zira Allah Tealâ, yardımda ve dinin tebliğini açıktan yapma konusunda sana yeter. "Akşam sabah Rabbini hamd ile teş­bih et." Akşam ve sabah vakitleri, Yüce Allah'a hamd ve şükür ile birlikte O'nu noksan sıfatlardan tenzih et. Yani Rabbini tahmid ve teşbihe devam et. Bu emrin,"Akşam ve sabah vakitlerinde namaz kıl." anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü Mekke döneminde farz olan namaz, iki rekat sa­bahleyin ve iki rekat de akşamleyin olmak üzere iki vakte mahsus idi. Di­ğer müfessirler ise bu emri beş vakit namaz ile tefsir etmişlerdir. Çünkü bu ayette ifade edilen "ibkâr", sabah namazıdır, "aşiyy" ise zevalden sonra­sı olması itibariyle geriye kalan dört namaza şamildir.

"Kendilerine gelmiş hiçbir delil olmadan Allah'ın ayetleri hakkında tartışanlar" herhangi bir hüccet ve burhanları olmaksızın Kur'an hakkında mücadele edenler "asla erişemeyecekleri" ulaşamayacakları bir gaye veya Allah'ın ayetlerini safdışı bırakma isteği "bir büyüklük hevesinden" Hak'­tan yüzçevirerek büyüklenme isteğinden "başka bir şey yoktur. Sen Allah'a sığın." Onların şerrinden Allah'a iltica et. "Çünkü Semt, Basîr olan O'dur." Onların sözlerini işiten, yaptıklarını ve hallerini gören O'dur. [52]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Kendilerine gelmiş hiçbir delil olmadan..." ayetinin (56. ayet) nüzul se­bebiyle ilgili olarak İbni Ebi Hatim, Ebu'l-Aliye'nin şöyle dediğini rivayet et­miştir: "Yahudiler Hz. Peygamber'e gelerek Deccâl'den bahsettiler , "O, ahir zamanda gelecek ve bizden olacak." deyip, onu yüceltici bir tavır içine girdi­ler. "Şöyle şöyle yapacak." dediler ve kendilerinin, onun vasıtasıyla yeryüzüne hakim olacaklarını ileri sürdüler. Bunun üzerine Allah Tealâ, "Kendileri­ne gelmiş hiçbir delil olmadan Allah'ın ayetleri hakkında tartışanlar var ya, onların göğüslerinde asla erişemeyecekleri bir büyüklük hevesinden başka bir şey yoktur. Sen Allah'a sığın" ayetini indirdi ve bu ayetle peygamberine, Deccâl'in fitnesinden kendisine sığınmasını emir buyurdu.

Açıkça görüldüğü gibi bu ayet, her ne kadar öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden Mekke müşrikleri veya Yahudiler hakkında nazil olmuşsa da, batıl ehli olan ve Allah'ın ayetleriyle mücadele eden herkesi kapsamına alır. Ancak İbni Kesir, Ebu'l-Âliye'den gelen yukarıdaki rivayet hakkında şöyle demiştir: "Her ne kadar İbni Ebi Hatim tarafından rivayet edilmiş ise de bu, garip bir görüştür ve bu görüşte akla uzak bir zorlama vardır. En sa­hih olan görüş, bu ayetin umumi olarak müşrikler ve kâfirler hakkında in­miş olmasıdır." [53]

 

Açıklaması:

 

"Elbette biz elçilerimize ve inananlara, hem dünya hayatında hem şa­hitlerin şahitliğe duracakları%gündeyardım ederiz." Yani biz, kendilerini düş­manlarına karşı galip ve onları kahredici kılmak suretiyle elçilerimizi ve müminleri destekleriz. Bu, hem dünya hayatında böyledir, hem de ahirette, meleklerden, peygamberlerden ve müminlerden oluşan şahitlerin, elçilerin tebliğ görevlerini yerine getirdiği, kavimlerinin de onları yalanladıkları ko­nusunda şahitlik yaptıkları zaman bu şahitlik ile kendisini gösterecektir.

Dünya hayatındaki yardım ya manevi yardımdır, ya da somut bir yar­dımdır. Manevi yardım, hüccet ve burhan göndermek suretiyle yahut ken­dilerini övmek ve ta'zim etmek suretiyle ya da mevkilerini yüceltmek, ha­kimiyet ve güç vermek yahut da dinin yayılması suretiyle olur. Hz. Davud ve Hz. Süleyman'a, kendilerini yalanlayanlara karşı yardım edilmesi ve Hz. Peygamber'e, kendisini yalanlayan kavmine karşı yardım edilmesi ve kendisinin Arap yarımadasında devlet ve hakimiyet sahibi kılınması böyle­dir. Somut yardım ise, peygamberleri yalanlayanların kahredilmesi ve ken­dilerinden intikam alınması suretiyle olur. Hz. Nuh'un kavmi ile Fira-vun'un denizde boğulması, Kureyş'in ileri gelenlerinin Bedir'de öldürülme­si ve mallarının ganimet olarak alınması böyledir. İntikam bazan da ölüm sonrası olur. Eş'iya (a.s)'ın kavmi tarafından öldürülmesinden sonra zalim­lerin o kavme musallat kılınması ve Hz. Zekeriyya'nm oğlu Hz. Yahya'nın öldürülmesi hadisesinde, onunla birlikte kâfirlerden 70 bin kişinin öldürül­mesi böyledir.

Ahirette yardım ise, mükâfat derecelerinin yüceltilmesi, cennette ik­ramlara muhatap kılınması ve peygamberlerle arkadaşlık nasip edilmesi­dir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim Allah'a ve Rasul'e itaat ederse, işte onlar, Allah'ın nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraberdir. Onlar ne güzel arkadaştır!" (Nisa, 4/69). Yine ahiret-teki yardımın bir diğer türü de, mü"minlere kendi amellerinin, kâfirlere de kendi amellerinin gereğince muamele edilmesidir. Nitekim bir sonraki ayette bu husus dile getirilmektedir:

"O gün zalimlere mazeretleri fayda vermez. Onlar için lanet ve yurtla­rın en kötüsü vardır." Yani şahitlerin şahitlik edeceği o kıyamet gününde müşriklerin mazeretleri kabul edilmeyecektir. Çünkü onların mazeretleri geçersizdir, şüpheleri kıymetsizdir; onlar için rahmetten kovulma ve uzak­laşma vardır, onlar için kötü bir kalma yeri ve ahirette meydana gelecek olan şeylerin en şerlisi vardır ki o, ateş ve cehennemde elim bir azaptır.

Peygamberlere dünya ve ahirette verilecek yardım zikredildikten son­ra Allah Tealâ, dünyada yapılan yardımın bazılarının zikrine geçmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Andolsun biz Musa'ya hidayet verdik ve îsrailoğulları'na o Kitab'ı miras kıldık. O, sağduyu sahiplerine yol gösterici bir öğüttür." Yani Allah'a yemin olsun ki, biz Musa'ya Tevrat ve peygamberlik verdik. Tevrat, Mu­sa'nın kavmi için şer'î hükümler ve hidayet ihtiva ediyordu. Aynı zamanda onun peygamberliği, Yed-i Beyza, Asa gibi açık mucizelerle de teyit edil­mişti. Musa'dan sonra da Tevrat'ı İsrailoğulları'nın yanında baki kıldık, onu sonra gelenler için miras bıraktık. Bu, onlar için bir hidayet, sahih ve selim akıl sahipleri için bir öğüt idi. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmak­tadır: "Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik. Onda yol gösterme ve nur vardır. Kendilerini Allah'a vermiş peygamberler, onunla Yahudiler'e hüküm verir­lerdi." (Mâide, 5/44).

Kendilerine yardım edileceği hususu, peygamberler hakkında kesin olduğuna göre, onlara düşen ancak sabretmektir. Bu sebeple Allah Tealâ, peygamberine de sabrı emretmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Şimdi sen sabret. Çünkü Allah'ın vaadi gerçektir. Günahlarının ba­ğışlanmasını iste. Akşam sabah Rabbini hamd ile teşbih et." Yani durum böyle olduğuna -peygamberlere ve onların tabilerine yardım edileceği ke­sinleşmiş olduğuna- göre ey Rasul, müşriklerin eziyetlerine karşı -senden önceki elçilerin yaptığı gibi- sabret. Zira sabrın sonu hayırdır ve insanlara karşı seni koruyan ve sana yardım eden Allah'tır. Allah'ın, gerek yardım konusunda, gerekse diğer konularda varit olan vaadi haktır, sabittir ve O', bu vaadinden asla caymaz. Bunun yanında -daha yerinde olan davranışı, sevabın fazlasını terketmek gibi şeylerden dolayı işlediğin- günahtan ba­ğışlanmayı dile. Ya da müminlere nasıl istiğfar edileceğini göstermek ve onların seni örnek almaları için istiğfar et. Zira Allah senin geçmiş ve gele­cek günahlarını bağışlamıştır. Bir de gündüzün sonlarında ve gecenin baş­larında Allah'ı hamd ile tenzih etmeye devam et. Buradaki "Akşam sabah Rabbini hamd ile teşbih et." ayetinden muradın, "İki vakitte ikindi namazını ve sabah namazını kıl." veya "Beş vakit namazı kıl." demek olduğu da söylenmiştir. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Gündüzün iki ta­rafında ve geceye yakın saatlerinde namaz kıl." (Hûd, 11/114.)

Bu, ümmet açısından sabrın ve istiğfarın zaruret olduğunun delilidir. Burada Hz. Peygamber (s.a.)'e hitap edilmesinin sebebi, onun vesilesiyle bütün ümmete öğretmektir. Yine bu ayet, Allah'ı teşbih ve Ona hamde ve­ya farz namazları kılmaya devamın gerektiğine delildir. Bu ayette tevbe ve mağfiret dilemenin amelden önce zikredilmiş olmasının sebebi hakkında şu söylenebilir: Halisane yapılmış tevbe olmadan amel kabul edilmez. Tev­be, Hz. Peygamber'in derecesi göz önünde bulundurulduğu zaman Onun hakkında günah olan "daha yerinde ve daha faziletli olan davranışın terki" sebebiyle de yapılır. Evlâ ve efdal olan davranışın terki, Hz. Peygam-ber'den başkası hakkında ise günah değildir.

Daha sonra ilâhi beyan, müşriklerin Allah Tealâ'nın ayetleri hakkında mücadele etmesinin sebebini açıklamaya geçmekte ve Yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır:

"Kendilerine gelmiş hiçbir delil olmadan Allah'ın ayetleri hakkında tartışanlar var ya, onların göğüslerinde asla erişemeyecekleri bir büyüklük hevesinden başka bir şey yoktur." Yani kendilerine Allah'tan gelmiş herhan­gi bir delil bulunmadığı halde Kur'an'm ayetleri hakkında mücadele ve münakaşa edenler ve hakkı batıl ile savmaya kalkışanların kalbinde hakkı kabule ve onun hakkında düşünmeye yanaşmalarını engelleyen bir büyük-lenme, böbürlenme ve Hz. Muhammed (s.a.)'e üstün gelme arzusu ile O'nun ardından liderlik ve peygamberliğin kendilerine kalması arzusun­dan başka bir şey yoktur. Ne var ki onlar bu hedeflerine ulaşacak değiller­dir; bunu elde edemeyecek ve muratlarına nail olamayacaklardır. Aksine hakkın bayrağı daima dimdik ayakta, batılın takipçilerinin söz ve fiilleri ise ayaklar altında olacaktır. Daha kısa bir ifadeyle; müşriklerin Hz. Pey­gamberi yalanlamalarının sebebi, nefislerinde bulunan kibir ve hasettir ve onlar umduklarını gerçekleştiremeyecek, arzularına ulaşamayacaklardır.

"Sen Allah'a sığın. Çünkü Semi', Basîr olan O'dur." Yani Allah'ın ayet-leriyle mücadele eden o müstekbirlerin batıl davalarından korunmanın yo­lu, onların şerrinden Allah'a sığınmak, O'na iltica etmek ve onların tuzak­ları karşısında O'ndan yardım istemektir. Zira O, onların sözlerini hakkıy­la işitici, yaptıklarını hakkıyla görücüdür. Hiçbir gizlilik O'na gizli değildir; O onları gözetlemektedir ve onlar yakın bir gelecekte kahr-u galebe ile mağlup edileceklerdir. [54]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

 Bu ayetlerden aşağıdaki hükümler çıkar:

 

1- Allah Tealâ, hem dünyada, hem de ahirette, kulları olan rasullere

ve dostları olan müminlere yardım etmeye kefil olmaktadır. Süddî şöyle de­miştir: "Hiçbir kavim yoktur ki, bir peygamberi veya hakka çağıran müminleri öldürmüş olsun da, Allah onlardan intikam alan birilerini gön­dermiş olmasın. Böylece o peygamber veya müminler, öldürülmüş olsalar bile kendilerine yardım edilmiş olur."

2- Mücâhid ve Süddî şöyle demişlerdir: "Melekler, peygamberlerin teb­liğ sorumluluğunu yerine getirdiklerine ve kavimlerinin de onların yalan­ladığına şahitlik edecektir." Katâde ise, buradaki "şahitler"in, melekler ve peygamberler olduğunu söylemiştir.

3- Yeryüzünün doğusunda ve batısında yaşayanların hazır bulunduğu o büyük toplantı esnasında yapılan ikram ve iltifat daha mütekâmil, fay­dalı ve sevindirici olacaktır.

4- İlâhi yardım ve ikram, bazan bir müslümanı savunma sebebiyle de gelebilir. Beyhakî'nin Ebu'd-Derdâ (r.a.)'dan rivayet ettiği sabit bir hadiste geldiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kim bir müslüman kar­deşinin ırzına musallat olan fyir kötülüğü defederse, Allah Tealâ'ya, o kişi­den cehennem ateşini defetmek bir hak olur." Sonra da Hz. Peygamber şu ayeti okumuştur: "Elbette biz elçilerimize ve iman edenlere... yardım ede­riz." Yine İmam Ahmed ve Ebu Davud'un Mu'âz b. Enes (r.a.)'den rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kim bir müminin gıy­betini eden bir münafığa karşı onu himaye ederse, Allah Azze ve Celle de o kişiyi cehennem ateşinden himaye edecek bir melek gönderir. Kim de bir müslümanı ayıplamak maksadıyla ona iftira ederse, Allah kendisini, o ifti­rasının sorumluluğundan   kurtulana kadar cehennem köprüsü üzerinde hapseder.[55]

5- Allah Tealâ'nm peygamberlere dünya ve ahirette yaptığı yardımın örneklerinden biri de Hz. Musa'ya Tevrat ve nübüvvet verilmesidir. Ayette Tevrat, "Hidayet" olarak anılmıştır. Bunun sebebi Tevrat'ın hidayet ve nur ihtiva etmesidir. Daha sonra Allah, Tevrat'ı İsrailoğulları'na miras ve akıl sahiplerine bir öğüt kılmıştır.

6- Allah Tealâ, Hz. Peygamber'e şu üç şeyi emir buyurmuştur. Birincisi: Müşriklerin eziyetlerine karşı sabır. İkincisi: Küçük günahlar veya evla olan davranışı terk yahut kendisine peygamberlik gelmeden önce kendisin­den sadır olan günahlar sebebiyle istiğfar ya da halisane kulluk. Üçüncüsü: Yüce Allah'a şükür ve O'na sena etmek suretiyle O'na hamd ile beraber ya­pılan teşbih. Yahut sabah ve ikindi namazlarına devam. Burada kastedile­nin, beş vakit namaz farz kılınmadan önce Mekke'de farz kılınan namaza devam etmek olduğu da söylenmiştir ki bu namaz, iki rek'at sabah vakti, iki rek'at de akşam vakti idi. Bu namaz neshedildikten sonra beş vakit namaza devam kaçınılmaz bir görev olmuştur. Bu ayette geçen istiğfarın, daha fazi­letli olan davranışları terketmesi sebebiyle Hz. Peygamber'in yapması iste­nen istiğfardır. Yahut Hz. Peygamber henüz peygamber olmadan kendisin­den sadır olmuş bu tarz küçük günahlardan bağışlanma dilemesidir.

7- Müşriklerin, Allah'ın ayetleri hakkında yaptıkları mücadele, her­hangi bir aklî ve naklî hüccete dayanmayan bir mücadeledir. Onları buna sevkeden, hakka tabi olmalarını engelleyen kibirdir. Müşriklerin maksadı Allah'ın ayetlerini geçersiz kılmak veya bu ayetler etrafında birtakım şüp­heler oluşturmaktır. Ancak Allah, onlara amaçlarını gerçekleştirme fırsatı vermeyecektir. Hz. Peygamber'e ve Ona tabi olanlara düşen ise, kâfirlerin şerrinden Allah'a sığınmak, O'ndan korunma dilemek ve O'nun izzet ve kudretinden yardım istemekten başka bir şey değildir. [56]

 

Allah'ın Varlığının, Kudretinin Ve Hikmetinin Delillerinden Birkaçı:

 

57- Elbette gökleri ve yeri yaratmak, insanları yaratmaktan daha büyük bir hadisedir. Fakat insanla­rın çoğu bilmezler.

58- Körle gören, iman edip de iyi amellerde bulunanlarla kötülük ya­pan bir olmaz. Ne kadar az düşünü­yorsunuz!

59- O saat mutlaka gelecektir. Bun­da asla şüphe yoktur. Fakat insan­ların çoğu inanmazlar.

60- Rabbiniz buyurdu ki: "Bana dua edin, duanızı kabul edeyim. Bana kulluk etmeye tenezzül etmeyenler, hor ve hakir olarak cehenneme gi­recektir."

61- Allah sizin için, içinde dinlene-siniz diye geceyi, görmeniz için gündüzü yaratandır. Şüphesiz Al­lah, insanlara lütufkârdır. Fakat in­sanların çoğu şükretmezler.

62- İşte, her şeyin yaratıcısı olan Rabbiniz Allah budur. O'ndan baş­ka hiçbir ilâh yoktur. Nasıl da çev­riliyorsunuz?

63- İşte Allah'ın ayetlerini kasten in­kâr edenler de böyle çevriliyorlardı.

64- Allah arzı size durulacak yer, göğü de bina yapan; sizi şekillendi­ren, şekillerinizi de güzel yapan ve sizi güzel rızıklarla besleyendir. İş­te Rabbiniz Allah budur. Alemlerin Rabbi olan Allah, ne yücedir!

65- O, diridir, O'ndan başka ilâh yoktur. Dini yalnız kendisine halis kılarak O'na yal var in. Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.

 

Belagat:

 

"Kör" ve "gören" ile "gece" ve "gündüz" kelimeleri arasında tıbâk vardır. "Körle gören bir olmaz" Burada istiare yapılmıştır. Yani istiare yoluyla kâfir "kör"e, mümin de "gören"e benzetilmiştir.

"înne's-sâ'ate le âtiyetun" (O saat mutlaka gelecektir) cümlesi, "inne" ve "lâm" edatlarıyla tekitli olarak gelmiştir.

"Görmeniz için gündüzü" Bu cümlede, bir şeyin, zamanına isnadı tar­zında aklî bir mecaz vardır. Yani görme işi, bu işi yapmanın vakti olan gün­düze isnat edilmiştir. (Meal de buna göre yapılmıştır.)

"Ya'lemûn", "tetezekkerûn", "yü'minûn", "yeşkurün", "tü'fekûn", "yecha-dûn" kelimeleri arasında seci ve son harflerin uyumu (tevafuk-u fevâsıl) vardır. [57]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Elbette gökleri ve yeri yaratmak, insanları yaratmaktan daha büyük bir hadisedir." Yani göklerin ve yerin azametine rağmen, evrenin ilk yaratı­lışı esnasında, herhangi bir asıldan neş'et etmeksizin, örneksiz olarak ya­ratılması, insanın, ölüm sonrası diriltilme aşamasında ikinci kere yaratıl­masından daha büyük bir iştir. Dolayısıyla, daha büyük olanı yaratmaya kadir olan, daha küçüğü yaratmaya da kadirdir. "Fakat insanların çoğu bilmezler." Çünkü onlar, içinde bulundukları gafletin derinliği ve nevaları­na tabi olmaları sebebiyle, görmezler ve bunun üzerinde düşünmezler. "Körle gören" gafil ile basiret sahibi, "iman edip de iyi amellerde bulunan­larla kötülük yapan bir olmaz." Yani iyi ile kötü de bir değildir. "Ne kadar az düşünüyorsunuz!" Ey insanlar ne kadar az ibret alıyorsunuz! Burada anlatılmak istenen, insanların yok hükmünde kabul edilebilecek kadar az düşündükleridir.

"Bunda asla şüphe yoktur." Meydana geleceği ve vukuunun imkânı ko­nusundaki delillerin açıklığı sebebiyle kıyametin geleceğinde kuşku yok­tur. "Fakat insanların çoğu inanmazlar." Hissettikleri duyularla anlaşılabi­lir olayların açıklığı üzerinde gereği gibi düşünmedikleri için kıyameti tas­dik etmezler. "Bana yalvarın, duanızı kabul edeyim." Bana dua edin, size karşılığını vereyim. Bu ayetin "Bana kulluk edin..." şeklinde de anlaşılabi­leceği daha sonra gelen şu ifadenin karinesiyle bilinir: "Bana kulluk etmeye tenezzül etmeyenler, hor ve hakir olarak cehenneme girecektir."

"Allah sizin için, içinde dinlenesiniz diye geceyi" onda istirahat edesi­niz diye. Zira gece, hareketliliğin zayıflaması ve duyuların sükunet bulma­sı için soğuk ve karanlık yaratılmıştır, "görmeniz için gündüzü yaratandır." Gündüz vakti, eşyanın kendisinde görüldüğü veya kendisiyle görüldüğü bir zaman dilimidir. "Şüphesiz Allah, insanlara lütufkârdır." Hiçbir lütuf, O'nun lütfunun seviyesine ulaşamaz. "Fakat insanların çoğu şükretmezler."

Allah'a şükretmezler. Zira iman etmezler. Çünkü kendilerine nimet vere­nin O olduğunu bilmezler. Buraya kadar olan ayetlerde "nâs" (insanlar) ke­limesinin tekrar tekrar zikredilmesi, küfrün bu ayetlerde anlatılanlara mahsus olmasındandır.

"İşte, her şeyin yaratıcısı olan Rabbiniz Allah budur. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur." İşte, İlâhlık ve Rabblik gerektiren fiillerin kendisine mahsus olduğu Allah budur. Bu cümlede birbiri ardına sıralanan ifadeler, cümlenin başında anlatılan özelliği, sonunda anlatılana mahsus kılan ve bunu takrir eden haber tarzında ifadelerdir. "Nasıl da çevriliyorsunuz?" Al­lah'a kulluktan ve Ona imandan, başkalarına kulluğa nasıl da çevriliyor­sunuz? "İşte Allah 'm ayetlerini kasten inkâr edenler de böyle çevriliyorlar­dı." Yani tıpkı onların çevrilmesi ve putlara kulluğa dönmeleri gibi, Al­lah'ın ayetlerini ve mucizelerini bilerek inkâr eden ve onlar hakkında dü­şünmeyenler de aynen öyle çevrilip döndürülüyorlar.

"Dini yalnız kendisine halis kılarak" taati yalnız O'na has kılarak, şirkten ve gösterişten arınmış bir şekilde içten gelen samimi bir inançla "O'na kulluk edin." [58]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ'nın ayetleri hakkında mücadele edenler -ki bu kimselerin, herhangi bir hüccet ve delile dayanmadan mücadele ettikleri belirtilmiş ve hakkında tartıştıkları konulardan birisinin de öldükten sonra dirilme oldu­ğu bildirilmiştir- reddedildikten sonra, bu ayetlerde ve bunları izleyen ilâ­hi beyanlarda Allah Tealâ, varlığına, kudretine ve hikmetine delâlet eden on delil zikretmektedir. Bu delillerden maksat, kıyamet gününün vuku-unun imkân dahilinde olduğunu ve varlığının fiilen mevcut bulunduğunun gösterilmesidir. Bu deliller cümlesinden olarak burada göklerin ve yerin yaratılması, gece ile gündüzün ardarda gelmesi, arzın yerleşim yeri ve gö­ğün bina kılınması, insanın en güzel surette yaratılması ve en güzel şeyler­le rızıklandırılması ve Yüce Allah'ın zatî hayat ve birlik ile muttasıf bulun­ması zikredilmiştir. Bu delillerin bir kısmından sonra ise Allah Tealâ'ya kulluk ve itaat edilmesi, bu yapılırken de İhlasın gözetilmesi emir buyurulmuştur. [59]

 

Açıklaması:

 

1- "Elbette gökleri ve yeri yaratmak, insanları yaratmaktan daha bü­yük bir hadisedir." Yani göklerin, yerin ve biralardaki alemlerin, feleklerin, yıldızların ve insanlar için yaratılan diğer şeylerin var edilmesi, insanların nefislerinin gerek yoktan, gerekse ikinci kez (ahirette) yaratılmasından da­ha büyük ve azametli bir iştir. Bütün bunları yaratan, bunlardan daha kü­çük ve kolay şeyleri yaratmaya da tabiatiyle kadirdir. Burada, insanların

kullandığı ölçekte bir kıyaslama ve takdirle anlatım vardır. Yoksa Allah Tealâ için yoktan var etmek de, yarattığı bir varlığa tekrar hayat vermek de aynıdır. Hal böyleyken öldükten sonra dirilmeyi nasıl inkâr edersiniz? Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratamaz mı?" (Yâ-Sîn, 36/81), "Gökleri ve yeri yaratan, bun­ları yaratmakla yorulmayan Allah 'in, ölüleri diriltmeye da kadir olduğunu görmediler mi? Evet, O her şeye kadirdir." (Ahkaf, 46/33).

Ne var ki insanların çoğu, Allah'ın kudretinin azametini bilmiyorlar, bu kahredici hüccet karşısında düşünmüyorlar. Bu, Allah'ın kurdeti hak­kında burada zikredilen ilk delildir.

Daha sonra Allah Tealâ, gafil olan ve hakka karşı batıl iddialarla mü­cadele eden kimseler için bir misal zikretmekte ve onları köre benzetmek­te; düşünen, kötülüklerle mücadele eden kimseleri de, basiret sahibi olduk­ları için gözü görene benzetmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Körle gören bir olmaz." Yani hak karşısında batıl iddialarla mücadele eden kimse ile hakkın mücadelesini yapan bir olmaz. Allah'ın ayetleri ve beyanları hakkında düşünmeyen kâfir, bütün bunlar hakkında düşünen ve öğüt alan mümin ile bir olmaz. Bunlardan ilki, görme hassassiyetini kay­betmiş köre benzerken, ikincisi, gözleri açık olan ve gören kimseye benzer. Onun için de bu ikincisi, kâinat hakkında düşünür ve ibret alır. Körle gö­ren arasındaki fark açıktır.

"İman edip de iyi amellerde bulunanlarla, kötülük yapan bir olmaz. Ne kadar az düşünüyorsunuz?" Yani aynı şekilde, iman edip salih ameller­de bulunan iyi kimse ile küfür ve masiyet içinde bulunan kötü kimse de bir olmaz. Hal böyleyken insanlardan birçoğu ne kadar az düşünüyor, bu ör­neklerden ne kadar az ibret alıyor ve Rabb'lerine itaatkâr iyi müminler ile Rabblerinin emrine aykırı hareket eden facir kâfirler arasındaki farkın id­rakine ne kadar az varıyor?

Kıyametin varlığının imkânını gösteren delili beyan ettikten sonra Al­lah Tealâ, bunun hemen arkasından kıyametin kesin bir şekilde vuku bu­lacağını haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır:

"O saat mutlaka gelecektir. Bunda asla şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu inanmazlar." Yani kıyamet günü gelmektedir ve onun gelişinde, ger­çekleşeceğinde asla şüphe yoktur. O halde buna seksiz, şüphesiz ve kesin bir şekilde iman edin. Ancak insanların çoğu -ki onlar kâfirlerdir- öldük­ten sonra dirilmeyi inkâr eder, hatta onun varlığını yalanlarlar. Çünkü on­ların anlayışlarında eksiklik ve kusur vardır ve akılları, hücceti idrak et­mekte zaaf içindedir.

Allah Tealâ, kıyametin hak ve doğru olduğunu ispat ettikten sonra, kı­yamet gününde kurtuluşu elde etmenin yolunu açıklamakta -ki o, Yüce Al­lah'a itaattir- ve şöyle buyurmaktadır:

"Rabbiniz buyurdu ki: "Bana dua edin, duanızı kabul edeyim. Bana kulluk etmeye tenezzül etmeyenler, hor ve hakir olarak cehenneme girecek­tir." Yani Allah Tealâ haber vermektedir ki, eğer kul, kendisine dua ve hak­kıyla ibadet ederse, ona icabet edecektir. Zira aşağıda tahrici gelecek olan hadiste de buyurulduğu gibi, "Dua, ibadetin özüdür." Dua, kendi başına bir ibadettir. Dua, menfaatin gelmesi ve zararın savuşturulması isteğidir. Al­lah'tan başkasına yapılan duanın hiçbir faydası yoktur. Zira duaya karşılık vermeye kadir olan, Allah Tealâ'dır. Kullarına, kendisine dua etmelerini emir buyuran, bizzat Yüce Allah'tır ve kendilerine, dualarına icabet edece­ğini de vaad etmiştir. O'nun vaadi ise haktır. Büyüklenerek, bir olan Allah Tealâ'ya dua ve ibadete tenezzül etmeyen kimseler, hor ve zelil kimseler olarak cehenneme gireceklerdir.

Bu ayet, dua ile kulluk emrini ve Allah'tan bir fazl-u kerem olarak kendilerine icabet edileceğine dair ilâhi vaadi ihtiva etmektedir. Yine bu ayet, büyüklük taslayarak Allah'a duaya tenezzül etmeyenler için de şid­detli bir tehdit içermektedir. Allah kerem sahibidir; kişi kendisine dua et­tiği zaman onun duasına icabet eder, aynı zamanda da kendisinin büyük lütfundan ve geniş mülkünden, muhtaç bulunduğu dünya ve ahiret işleri konusunda talepte bulunmayan kimselere de gazap eder.

İmam Ahmed, Edebü'l-Müfred'de Buhari, Hâkim ve Sünen sahipleri Tirmizi, Ebu Davud, Nesâî, İbni Mace ve daha başkaları, Nu'mân b. Beşîr (r.a.)'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Dua, ibadetin kendisidir." Sonra da Rasulullah (s.a.) şu ayeti okudu: "Bana dua edin, duanızı kabul edeyim..." Tirmizî de Enes b. Mâlik (r.a.)'den şöyle riva­yet etmiştir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Dua, ibadetin özüdür." An­cak bu rivayet zayıftır. Bir diğer hadiste de -ki sahihtir ve Hâkim tarafın­dan İbni Abbas'tan rivayet edilmiştir- Peygamberimiz "ibadetin en efdali duadır." buyurmuştur.

İmam Ahmed ve Hâkim de Ebu Hureyre (r.a.)'den şöyle rivayet etmiş­lerdir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kim Allah'a dua etmezse, Allah ona gazap eder." Yine İmam Ahmed ile Bezzâr'm naklettikleri bir diğer riva­yette de, "Kim Allah'tan istemezse, Allah ona gazap eder" buyurulmuştur.

Daha sonra Allah Tealâ, kudretine delâlet eden ve kullarına verdiği nimetlerin düşünülmesini isteyen başka deliller sıralamakta ve şöyle bu­yurmaktadır:

2, 3- "Allah sizin için, içinde dinlenesiniz diye geceyi, görmeniz için gündüzü yaratandır." Yani Allah Tealâ, gece ile gündüzü, ardarda gelecek şekilde yaratmış; geceyi, soğuk ve karanlık bir zaman dilimi olarak dinlen­me, uyku, istirahat ve gündüz gerçekleştirilen hayatî faaliyetler için güç tazeleme zamanı, gündüzü de güneş vasıtasıyla aydınlık kılmıştır ki, ihti­yaçlar görülebilsin, maişet temin edilebilsin, ticarî, ziraî ve sınaî faaliyetler

yürütülebilsin, yolculuklar yapılabilsin ve kulların maslahatı için bunlara benzer eylemler gerçekleştirilebilsin.

"Şüphesiz Allah, insanlara lütufkârdır. Fakat insanların çoğu şükret­mezler. " Yani Allah Tealâ, gerek burada zikredilen nimetleri, gerekse hesa­ba gelmeyecek kadar sınırsız diğer nimetleri ile insanlara lütufkâr olandır. Ancak insanların çoğunluğu, bu nimetlere şükretmez ve bunları itiraftan geri dururlar. Bu ya -kâfirlerde olduğu gibi- bu nimetleri bilerek inkâr su­retiyle, ya da nimeti verene şükretme borcunda bulunduklarını düşünme-yip, ihmal etmek suretiyle olur ki bunu da cahiller yapar. Nitekim Yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: "Hakikaten insan çok nankördür." (Hacc, 22/66), "Doğrusu insan, çok haksızlık edendir, çok nankördür." (İbrahim, 14/34), "İnsan, Rabbine karşı çok nankördür." (Âdiyât, 100/6), "Kullarımdan şükre­den azdır." (Sebe1, 34/13).

Daha sonra Allah Tealâ, kendisinin tek ve yegâne yaratıcı olduğunu, bu sebeple kulluğun da sadece kendisine yapılması gerektiğini belirtmekte ve şöyle buyurmaktadır:      

4, 5- "İşte, her şeyin yaratıcısı olan Rabbiniz Allah budur. O'ndan baş­ka hiçbir ilâh yoktur. Nasıl da çevriliyorsunuz?" Yani bütün bu zikredilen­leri yapan ve yaratan, bu nimetleri ihsan eden, mürebbi (gelişimini sağla­yan, yetiştiren, idare eden) ve müdebbir olan (çekip çeviren, belli bir düzen içinde hükmünü yürüten) Allah'tır. O'nun dışında başka bir Rabb yoktur. Her şeyin yaratıcısı O'dur. Yaratma işinde kendisine herhangi bir varlık yardım etmiş değildir. O, kendisinden başka ilâh olmayan tek İlâh'tır. Böy­leyken O'na kulluk etmekten nasıl çevrilirsiniz, O'nu birlemekten nasıl yan çizer ve Allah'ı bırakıp da, kendisine bile ne fayda, na da zarar verebi­len o putlara nasıl ibadet edersiniz? O putlar ki, herhangi bir şey yaratma­ları sözkonusu değildir, tam tersine kendileri birer mahluktur!

Bu sapıklık, kadim bir hastalıktır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"İşte, Allah 'm ayetlerini kasten inkâr edenler de böyle çevriliyorlardı." Yani Allah'tan başkasına kulluk suretiyle kendisini gösteren bu çevrilme ve dalâlet nasılsa, Allah'ın birliğini inkâr edenler, O'nun ayetlerini bile bile yalanlayıp yok sayanlar ve ellerinden herhangi bir hüccet ve burhan olma­dığı halde, sırf bilgisizliklerine ve nevalarına uyarak bu en sağlam ve doğ­ru yoldan sapanlar da aynen böyle dalâlete düşmüşlerdi.

Bu delillerin ardından Allah Tealâ, kudretine ve hikmetine vurgu ya­pan bir diğer delil daha eklemekte ve şöyle buyurmaktadır:

6, 7- "Allah arzı size durulacak yer, göğü de bina yapan..." Yani yeryü­zünü istikrar ve sebat yeri yapan O'dur. Orada binalar ve diğer şeyler yer­leşir. Canlılar orada yaşar ve ölür; onun üzerinde yürür ve her türlü tasar­ruf ve faaliyette bulunurlar. Yine O, göğü de, alem için korunmuş, sabit ve kaim bir tavan yapmıştır. O gök ne çöker, ne de yarılıp çatlar. Göğü de yıl­dız ve gezegenlerle süslemiştir.

Allah Tealâ, dış alemle ilgili bazı deliller (ki onlar, bu kâinatta insan dışındaki varlıklardır ve göklerle yerin durumu ile gece ve gündüzün duru­mu olmak üzere ikidir) açıkladıktan sonra, varlığını ve kudretini gösteren insanın kendisinden delillere geçmektedir ki, bunlar da insanın suretinin ihdası, güzelleştirilmesi ve insanın güzel şeylerden rızıklandırılması olmak üzere üçtür:

8, 9- "Sizi şekillendirdi, şekillerinizi de güzel yaptı. Ve sizi güzel rızık-larla besledi." Yani sizi en güzel surette, en mütenasip şekilde ve emsalsiz bir kıvamda yarattı. Boyunuz ve diğer organlarınız birbiriyle orantılı ve maişet temini için gerekli muhtelif çalışma şekilleri için uygun. Yine O size, gerek yiyecek, gerekse içecek türlerinde en güzel ve leziz rızıklar ihsan etti.

"İşte Rabbiniz Allah budur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir!" Ya­ni bu yüce sıfatlarla muttasıf olan ve bu değerli nimetleri ihsan eden, kendi­sinden başkasının Rabb'liğe lâyık" olmadığı Rabb'dır! İnsanların ve cinlerin oluşturduğu alemlerin Rabbi olan Allah, ortağı, çocuğu ve eşi bulunmak gibi kendisine lâyık olmayan noksan sıfatlardan yüce ve münezzehtir.

Yüce Allah, Tevhid-i Rububiyet'i ispat ettikten sonra Tevhid-i Uluhi-yet'in ispatına geçmekte ve şöyle buyurmaktadır:

10- "O diridir, O'ndan başka ilâh yoktur. Dini yalnız kendisine halis kılarak O'na yalvarın." Yani evrende dilediğince iş gören ve bütün kâinatı evirip çevirebilen Allah Tealâ, zatî bir hayat ile diridir, bakîdir, fena bul­maz, Evvel'dir, Âhir'dir, Zahirdir, Bâtm'dır, ilâhlıkta tekdir. Dolayısıyla O'nun dışındaki herhangi bir varlık ilâhlığa lâyık değildir. Öyleyse, taat ve ibadeti yalnız kendisine halis kılarak, Onu birleyerek ve O'ndan başka ilâh olmadığını ikrar ederek O'na kulluk edin.

Hamd ve senaya, verdiği nimetler için şükredilmeye müstehak olan O'dur. Yüce Allah, hamdin nasıl yapılacağını kullarına emrederek ve öğre­terek şöyle buyuruyor:

"Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur." Yani hamdin sahibi, şükür ve senaya müstehak olan, melek, insan ve cinlerin oluşturduğu alemlerin rabbi Odur. Bu cümle, haber cümlesi olmakla birlikte, içinde bir emri de barındırmaktadır. Yani Ona dua ve hamd edin.

İbni Cerir, İbni Abbas (r.a.)'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Kim "Lâ ilahe illallah" derse, arkasından da, "el-Hamdü lillâhi Rabbi'l-âlemîn" de­sin." Bunu söyledikten sonra İbni Abbas (r.a.) şu ayeti okumuştur: "Dini yalnız kendisine halis kılarak O'na yalvarın. Hamd, alemlerin Rabbine mahsustur." İmam Ahmed, Müslim, Ebu Davud ve Nesâî, Abdullah b. Zü-beyr (r.a.)'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Rasulullah (s.a.), her namazın ar-

kasından şöyle derdi: "Lâ ilahe illallâhu vahdehû lâ şerike leh, lehu'l-mül-kü ve lehu'l-hamdu ve hüve alâ külli şey'in kadir, lâ havle velâ kuvvete illâ billâh, lâ ilahe illallâhu velâ na'budu illâ iyyâhu, lehu'n-ni'metu ve lehu'l-fadlu, lehu's-senâu'l-hasen, lâ ilahe illallâhu muhlisine lehu'd-dîn, velev kerihe'l-kâfirûn." (Allah'tan başka ilâh yoktur, O tekdir, ortağı yoktur. Mülk Onundur, hamd Ona mahustur ve O her şeye kadirdir. Günahlardan dönmeye ve kulluk görevlerini yerine getirmeye kuvvet ve kudret veren an­cak O'dur. Allah'tan başka ilâh yoktur ve biz, O'ndan başkasına kulluk et­meyiz. Nimet ve fazlu kerem O'nundur, güzel övgü Ona mahsustur. Dini yalnız kendisine halis kılarak Allah'tan başka ilâh bulunmadığını ilân ede­riz, kâfirler bundan hoşlanmasa da!" [60]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetlerden aşağıdaki hükümler çıkar:

1- Öldükten sonra dirilmenin ispatı ve bunu inkâr edenlere karşı delil getirilmesi. Zira göklerin ve.yerin yaratılması, insanların yeniden yaratıl­masından daha büyük ve daha azametli bir iştir. Daha büyük bir işi yap­maya kadir olan, daha küçüğünü yapmaya da kadirdir. Ancak insanların çoğu bilmezler.

2- Mümin ile kâfir,  mühtedi (hidayete eren) ile dalâletteki kişi ve iyi ameller işleyenle kötü ameller işleyen hiçbir surette bir değildir. Bu tıpkı, gözleri gören ile körün bir olmamasına benzer. Ne var ki insanların çoğu bunu düşünmez, öğüt ve ibret almaz.

3- Kıyamet günü mutlaka gelecektir, bunda hiç şüphe yoktur. Kıyame­tin varlığı aklî olarak nasıl mümkün ise, aynı şekilde kıyamet fiilen vardır ve mutlaka vaki olacaktır. Fakat insanların çoğu, bunu tasdik etmez. Kıya­met koptuğu zaman itaatkâr ile isyankâr arasındaki fark ortaya çıkacaktır.

4- Hak ve doğru olan kıyamet günü geldiği zaman insana, Allah Te-alâ'ya taatinden başka bir şey fayda vermeyecektir. Allah Tealâ'ya taatin en üstün çeşitleri ise dua ve tazarrudur. Daha önce zikrettiğimiz bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Dua, ibadetin kendisidir." Dolayısıyla insanlara dü­şen, Allah'ı birlemek ve O'na ibadet etmekten başka bir şey değildir. Allah, -kendisinden bir lütuf olarak- ibadeti kabul eder ve kulluk yapanları bağış­lar. Tirmizi ve İbni Hibban'm Enes b. Malik (r.a.)'ten rivayet ettikleri bir ha­diste şöyle buyurulmuştur: "(Her) biriniz, Rabbinden bütün ihtiyaçlarını is­tesin. Hatta ayakkabısının bağı koptuğu zaman onu bile Rabbinden istesin."

5- Allah Tealâ'nın, şu ayette duanın terkedilmisene karşılık şiddetli bir tehdit zikretmesi de O'nun büyük ihsanlarındandır: "Bana kulluk etme­ye tenezzül etmeyenler, hor ve hakir olarak cehenneme girecektir."

6- Yüce Allah geceyi, sekinet ve rahat için, gündüzü de, ihtiyaçların görülmesi ve maişetin temini için aydınlık olarak yaratmıştır. Allah, kulla­rına büyük lütuf gösterendir. Ancak insanların çoğunluğu O'nun fazl-u ke­remine ve nimetine şükretmez.

7- Allah'ın birliğine ve kudretine delâlet eden deliller açık ve sarihtir. O, mürebbi (terbiye eden) ve müdebbir (çekip çeviren) olan Allah'tır. Her şeyin yaratıcısıdır, bir ve tektir. Bunun delilleri bu kadar çok iken insanla­rın nasıl olup da iman etmediklerine şaşılır! Aynı şekilde, bu kadar delile rağmen Allah'ın ayetlerini bilerek inkâr etmek suretiyle haktan sapan   o kimselere de şaşılır!

8- Allah Tealâ yeryüzünü, kulları hayattayken ve öldükten sonra ora­ya yerleşsin diye yaratmıştır. Göğü de mahfuz ve sabit bir tavan olarak halketmiştir. Keza insanları da en güzel şekil ve kıvamda var temiştir.

9- Güzel ve lezzetli rızıkları yaratan Allah'tır. O, kendisi için ölüm söz konusu olmayan diridir ve bakidir. Bu itibarla insanlara düşen, O'na ihlâs-la ibadet, O'na hamd, şükür ve sena etmekten başka bir şey değildir.

10- Bu bölümde zikredileni ayetlerin sonlarının, vurgulu, etkili ve bağ­lama uygun bir şekilde bittiği söylenebilir. Kasdettiğimiz, "Fakat insanla­rın çoğu bilmezler", "inanmazlar", "şükretmezler", "ne kadar az düşünüyor­sunuz"', "nasıl da çevriliyorsunuz", "Allah'ın ayetlerini inkâr edenler", "Alemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir!", "Hamd, alemlerin Rabbi olan Al­lah'a mahsustur." cümleleridir. [61]

 

Allah Tealâ'dan Başkasına Kulluğun Nehyi Ve Bunun Sebebi:

 

66- De ki: "Ben, Rabbimden bana açık deliller gelince, sizin Allah'tan başka yalvardıklarmıza tapmaktan menolundum ve alemlerin Rabbine teslim olmakla emrolundum."

67- Sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra kan pıhtısından yaratan son­ra sizi çocuk olarak çıkaran sonra güçlü çağınıza eresiniz, sonra da ihtiyarlar olasınız diye sizi yaşatan O'dur. İçinizden kimi de daha önce öldürülüyor; belli süreye erişmeniz ve aklınızı kullanmanız için.

68- Yaşatan ve öldüren O'dur. Bir işin olmasını istedi mi, ona sadece "Ol!" der, o da olur.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ben Rabbimden bana açık deliller." tevhidin delilleri veya Kur'an ayetleri. Zira bunlar, aklî delilleri takviye eder ve bunlara dikkat çekerler. "Sizin Allah'tan başka yalvardıklarmıza" Allah'tan başka ibadet ettikleri­nize, "tapmaktan menolundum ve âlemlerin Rabbine teslim olmakla." O'na boyun eğmekle "emrolundum."

"Sizi topraktan, sonra nutfeden" meniden, "sonra bir kan pıhtısından" döllenmiş hücreden "yaratan sonra güçlü çağınıza eresiniz diye." Yani 30 yaşından 40 yaşına kadar olan sürede gücünüzün tekâmül evresine ulaşa-sınız "sonra da ihtiyarlar olasınız diye sizi yaşatan O'dur." "İçinizden kimi de daha önce öldürülüyor." İhtiyarlık çağından veya güçlü dönemine ulaş­madan önce. "Belli bir süreye erişmeniz" yani tayin edilmiş bir vakte ulaş­manız için ki o vakit, ölüm vaktidir. "Ve aklınızı kullanmanız için." Bu hu­sustaki hüccet, ibret ve tevhid delillerini düşünüp iman etmeniz için.

"Bir işin olmasını istedi mi ona sadece "Ol!" der o da" hemen, o an "olur." [62]

 

Nüzul Sebebi:

 

"De ki: "Ben, Rabbimden bana açık deliller gelince..." ayetinin (66. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak: Cüveybir'in İbni Abbas (r.a.)'tan rivayet ettiğine göre Velîd b. Muğîre ve Şeybe b. Rebî'a, "Ey Muhammedi Ataları­nın dini hakkında bu söylediklerinden dön!" demişlerdi. Bunun üzerine Al­lah Tealâ, "De ki: "Ben, Rabbimden bana açık deliller gelince, sizin Al­lah'tan başka yalvardıklarınıza tapmaktan menolundum..." ayetini indirdi. [63]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Yüce Allah'ın kudretine, tevhidine, celâl ve azamet sıfatlarına ilişkin deliller irat buyurulduktan sonra Allah Tealâ, müşrikleri putlara kulluk­tan çevirmek için yumuşak ve ince bir ifadeyle kendisinden başkasına kul­luğu yasaklamaktadır. Daha sonra da bu yasağın sebebini beyan etmekte­dir ki, bu sebep, Hz. Peygamber'in Rabbinden getirdiği, dünyadan ve insa­nın kendisinden olan açık delillerdir. Buradaki afakî (dış dünyadan olan) deliller; gece, gündüz, yer ve gök olmak üzere dörttür. Enfüsî (insanın ken­disinde olan) delillere gelince, bunlardan üçü daha önce zikredilmişti. Bun­lar, insana şekil verilmesi, bu şeklin güzelliği ve temiz/hoş rızıklar verilme­sidir. Enfüsî delillerden burada zikredilenler ise, insanın meydana gelişi, bunun için geçirdiği tedricî merhaleler ve hayat bulma sürecinde geçirdiği aşamalardır ki, ceninlik durumundan doğuma ve çocukluğa, oradan gençli­ğe, orta yaşa ve yaşlılığa ve nihayet ölüme uzanan çizgidir. [64]

 

Açıklaması:

 

"De ki: "Ben, Rabbimden bana açık deliller gelince, sizin Allah'tan baş­ka yalvardıklarınıza tapmaktan menolundum ve âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolundum." Ey Rasul! Kavminin, Mekke ve başka yerlerdeki müşriklerine de ki: Rabbimin katından gelen aklî ve naklî deliller kendisi dışındaki put vb. herhangi bir şeye/kimseye tapılmasını yasaklamaktadır. Bu aklî ve naklî deliller, Kur'an ayetleri ve Allah'ın, selim akıllara yerleş­tirdiği -tevhide delâlet eden- burhanlardır. Ve alemlerin Rabbi olan Al­lah'a teslim olup boyun eğmekle ve dinimi O'na halis kılmakla emrolun­dum. Putlara kulluğu yasaklayan ayetlerden biri, Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisidir: "Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa sizi de, yap­tığınızı da Allah yaratmıştır." (Sâffât, 37/95-96).

Daha sonra Allah Tealâ, tevhide delâlet eden enfüsî delillerden birisini zikretmektedir. O delil, insanın oluşumu ve meydana geliş merhaleleridir:

"Sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra kan pıhtısından yaratan sonra sizi çocuk olarak çıkaran, sonra güçlü çağınıza eresiniz, sonra da ihtiyarlar olasınız diye sizi yaşatan O'dur. İçinizden kimi de daha önce öldürülüyor.

Belli süreye erişmeniz ve aklınızı kullanmanız için." Yani Allah'tır ki, sizin ilk atanız olan Hz. Adem'i topraktan yaratmıştır. Aynı şekilde onun soyunu da topraktan yaratmıştır. Zira meniden yaratılan her mahlûk, kandan meydana gelmektedir. Kan gıdadan oluşmakta, gıda bitkilerden, bitkiler ise su ve topraktan meydana gelmektedir. Böylece sabit olmaktadır ki, her insan topraktan meydana gelmektedir. Daha sonra Allah Tealâ bu toprağı nutfe (meni) haline getirmekte, sonra alâkaya (kan pıhtısına) dönüştür­mektedir. Sonra sizi doğurtturuyor ve çocuklar olarak çıkarıyor. Bilâhare güçlülük, yani kuvvette ve akıl gücünde kemâle erme çağına ulaşıyor, bu­nun ardından da yaşlanıyorsunuz.

İnsanlar arasında, ihtiyarlık, gençlik veya çocukluk çağlarına gelme­den önce ölenler de bulunmaktadır. Böyle olması, tayin edilmiş bir süreye -ki bu, ölüm veya kıyamet zamanıdır- ulaşmanız içindir.

Ceninlik merhalesi, çocukluk merhalesi, güçlülük çağına ulaşma mer­halesi ve ihtiyarlık merhalesi. Bütün bu değişim ve intikallerde Allah'ın varlığına delâlet vardır. Allah Tealâ, bu değişim ve intikal meyamnda bir diğer delil daha zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Yaşatan ve öldüren O'dur. Bir işin olmasını istedi mi, ona sadece "Ol!" der, o da olur." Yani, Allah'tır ki, yaşatmaya ve öldürmeye kadirdir ve O, bu hususta tekdir, O'ndan başka herhangi bir varlık buna muktedir değildir. O herhangi bir işin olmasını takdir ve murad ettiği zaman sadece ona "Ol! der, o da olur." Yani herhangi bir şeye bağlı olmaksızın, herhangi bir yar­dım ve külfet sözkonusu olmaksızın iradesinin gereği hemen oluverir. Bu, yaratılışın zihinde canlandırılmasını mümkün kılan en uzak anın anlatı­mıdır. Zira ilâhi irade kendisine taalluk ettiği anda mahlûk, oldukça yük­sek bir süratle var olur. [65]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler, aşağıdaki üç noktayı açıklığa kavuşturmaktadır:

1- Allah Tealâ'nın varlığını ve birliğini ispatlayan deliller ortaya koy­duktan sonra O'ndan başkasına kulluk etmenin kesin bir şekilde yasaklan­ması, Kur'an'ın birçok ayette açıkça dile getirdiği ve akl-ı selimin, düşünce yoluyla ulaştığı hususlardandır. Kulluk, tam bir boyun eğiş ve itaat ile, di­ni yalnız alemlerin Rabbi olan Allah'a halis kılmayı gerektirir. Kısacası Al­lah Tealâ, putlara kulluk etmeyi yasaklamış, ardından da Allah'a teslim ol­mayı emir buyurmuş, bunu müteakiben de vahdaniyete ve ulûhiyete iliş­kin deliller ikame etmiştir. Aynı zamanda, putların vahdaniyet ve ulûhiyet konusunda herhangi bir özelliğe sahip olmadığını bildirmiş ve buna da Ademoğlu'nun tedricî yaratılışını delil getirmiştir.

2- İnsanın oluşum ve gelişimindeki merhalelerin ve tedricî dönüşümün beyanı. Zira insanın aslı topraktır. Sonra nutfe, sonra alâka, sonra da mudğa (et parçası) olmakta, ardından çocuk şeklinde doğmakta, sonra gençlik dönemine girdiğinde bedenen ve aklen güçlenmekte, bunun ardın­dan da çökmekte ve yaşlanmaktadır. Kimi insanlar da bu dönemleri yaşa­madan önce ölmektedir. Daha sonra ise bu merhaleleri geçiren herkes öl­mektedir. Bütün bu geçiş merhalelerinin anlatılması, insanı, Allah'tan baş­ka ilâh olmadığını düşünmeye ve "Bir olan Allah'a iman ettim." demeye gö­türmekte, bunu öğretmektedir.

3- Allah Tealâ'nın diriltme ve öldürme konusundaki kudretine dikkat çekme ve yaratılış ve oluşumun, Allah'ın bunları yapmayı sadece dileme­siyle süratli bir şekilde meydana geldiğini tenbih. [66]

 

Allah'ın Ayetleri İle, Batıl Deliller İleri Sürerek Mücadele Edenlerin Cezası:

 

69- Allah'ın ayetleri hakkında tartı­şanların nasıl çevrildiklerini gör­medin mi?

70-  Onlar Kitab'ı ve elçilerimizle gönderdiğimiz şeyleri yalanlayan­lardır. Yakında bilecekler!

71- Bilsinler ki o zaman boyunların­da demir halkalar ve zincirler oldu­ğu halde sürüklenecekler.

72-  Kaynar suda. Sonra da ateşte yakılacaklar.

73- Sonra onlara, "Ortak koştukları­nız nerede?" denecek.

74- "Allah'ı bırakıp da?" Diyecekler ki: "Bizden uzaklaşıp kayboldular. Daha doğrusu biz bundan -önce hiç­bir şeye tapmazdık." İşte Allah, kâ­firleri böyle şaşırtır.

75-  "Bu durum, sizin yeryüzünde haksız olarak şımarmanızdan ve taşkınlık yapmanızdan ötürüdür."

76-  "Cehennemin kapılarından gi­rin! Orada ebedî kalacaksınız. Ki-birlenenlerin yeri ne kötüdür!"

 

Belagat:

 

"Yeryüzünde haksız olarak şımarmanızdan ve taşkınlık yapmanızdan ötürüdür." Bu ayette üçüncü şahıslara hitaptan, ikinci şahsa (muhataba) hitap şekline geçilmektedir. Maksat, azarlamada mübalağalı bir ifade oluş­turmaktır. [67]

 

Kelime Ve İbareler:

 

"Allah'ın ayetleri" Kur'an "hakkında tartışanların" Daha önce geçen ayetlerle birlikte "tartışma /mücadele" burada yine tekrar kötülenmekte-dir. Çünkü mücadele edenler, tartışanlar farklı farklı kimselerdir veya hakkında mücadele ettikleri konular birden fazladır. Yahut da burada mücadele meselesinin yeniden gündeme getirilmesi, bundan sakınmaya daha fazla dikkat çekmek içindir, "nasıl" ne suretle "çevrildiklerini" Allah'a imandan uzaklaştıklarım "görmedin mi?"

"Onlar Kitab'ı ve elçilerimizle gönderdiğimiz şeyleri yalanlayanlardır." Kur'an'ı veya cins olarak semavî kitapları ve diğer kitaplar ile vahyi, tevhi­di, öldükten sonra dirilmeyi ve dinin hükümlerini "yakında bilecekler." Ya­lanlamalarının cezasını bilecekler.

"İzi'l-ağlâl" (boyunlarında demir halkalar...), buradaki "iz" harfi, daha önce geçen "bilecekler" fiilinin zarfıdır ve gelecekte olacak şeyleri anlatmak için kullanılan "izâ" edatının anlamını yüklenmiştir. Dolayısıyla anlam şöyledir: "Bilsinler ki o zaman boyunlarında demir halkalar..." Burada geç­miş zaman fiillerine zarf olarak kullanılan "iz" harfinin, gelecek zaman için kullanılması, haber verilen hususun kesinlikle vuku bulacağının yaki-nen bilinmesi içindir. Buradaki "ağlâl" kelimesi, "gull"un çoğuludur. "Gull", mahkûmların boyunlarına takılan (kelepçe gibi) bir bağdır, "..sürüklenecek­ler." Zincirlerle bağlı oldukları halde şiddetle ve tahkir edilerek çekilip gö­türülecekler.

"Sonra onlara, "Ortak koştuklarınız nerede?" denecek." Onlara, azarla­narak ve tahkir edilerek, "Dünyadayken taptığınız putlar nerede?" dene­cek. "Bizden uzaklaşıp kayboldular, diyecekler" Kayboldular, yitip gittiler. Bu sebeple onları göremiyoruz. "Daha doğrusu biz bundan önce hiçbir şeye tapmazdık." Putlara taptıklarını inkâr edecekler, ancak daha sonra taptık­ları getirilecektir. "İşte Allah, kâfirleri böyle şaşırtır." Yani tıpkı o yalanlayı-cıları şaşırttığı gibi Allah kâfirleri de şaşırtır da, ahirette kendilerine fayda verecek bir çözüm yolu bulamazlar.

"Bu durum" bu azap "sizin yeryüzünde haksız olarak şımarmanızdan" gurura kapılıp büyüklenmenizden. Buradaki "haksız olarak" ifadesi, şirk, azgınlık ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr manasınadır, "ve taşkınlık yap­manızdan ötürüdür." Azgınlık ve taşkınlık sınırlarına varacak derecede ki-berlenmenizden ve aşırı derecede neşelenmenizden ötürüdür. "Cehennemin kapılarından" Cehennemin, sizin için taksim edilmiş yedi kapısından, "gi­rin. Orada ebedî kalacaksınız." Sizin için orada ebedî kalış takdir edilmiş olarak. [68]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ bu ayetlerde, Allah'ın ayetleri hakkında mücadele edenle­rin kötülenmesi konusuna dönmekte ve onların, Kur'an'ı yalanlamak sure­tiyle işledikleri suçun büyüklüğünü ve buna karşılık görecekleri cezayı açıklamaktadır. Dolayısıyla, Allah'ın ayetleri hakkında mücadele edenler hakkında daha önce geçmiş olan ayetler burada tekrar edilmiş değildir. Zi­ra daha önceki ayetler, bu mücadelenin kaynağını ve sebebini açıklarken, burada bu kimselerin içine düştükleri durumun garipliğine ve fasit görüş­lerine dikkat çekilmekte, aynı zamanda da bu kimselerin akıbeti beyan edilmektedir. Zahir olan odur ki -nitekim Ebu Hayyân da böyle söylemek­tedir- burada kastedilen kimseler, Hz. Peygamber ve O'nun getirdiği Kitab hakkında tartışan kâfirlerdir. [69]

 

Açıklaması:

 

"Allah'ın ayetleri hakkında tartışanların nasıl çevrildiklerini görme­din mi?" Yani ey Muhammedi Kendilerine imanı gerektiren apaçık ilahî ayetler hakkında batıl gerekçelerle mücadele eden şu yalanlayıcı müşrikle­re şaşmıyor musun? Onların akılları hidayetten dalâlete nasıl da çevrili­yor! Oysa Allah'ın ayetlerinin sahih olduğu ve bunların bizzat tevhide imanı gerektirdiğini gösteren deliller aşikârdır.

"Onlar Kitab'ı ve elçilerimizle gönderdiğimiz şeyleri yalanlayanlardır." Yani bunlar, Kur'an'ı ve tevhid, kulluğu Allah'a halis kılma, insanın dünya­daki hayatını düzenlemeye çlverişli hükümler, şirk ve putperestlikten uzak durma ve öldükten sonra dirilmeye iman gibi elçilerin getirdiği ilkeleri ya­lanlayan kimselerdir. Sonra Allah Tealâ şöyle buyurarak onları tehdit et­mektedir: "Yakında bilecekler!" Yani bu gidişatlarının sonunu ve küfürleri­nin karşılığını yakında bilecekler.

Daha sonra Yüce Allah, bu şiddetli tehdid ve azabını şöyle anlatmak­tadır.

"Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde sürüklenecek­ler kaynar suda. Sonra da ateşte yakılacaklar." Yani o yalanlayanlar, demir halkalar boyunlarına geçirildiği ve zincirlerle kaynar suda sürüklendikleri vakit bilecekler. Buradaki "hamîm" sıcaklıkta son noktada bulunan su de­mektir. Bu suda derileri sıyrılacak ve etleri dökülecek. Sonra da onlar, ya­kıtı oldukları ve kendilerini kuşatan ateşte yakılacaklardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte bu, suçluların yalanladığı cehennemdir. Onunla kaynar su arasında dolaşırlar." (Rahman, 55/43-44). Allah Tealâ, onların, zakkum yeyip hamîm içeceklerini zikrettikten sonra da şöyle bu­yurmaktadır: "Sonra dönüşleri elbette cehennemedir." (Sâffât, 37/68), "Tu­tun onu, cehennemin ortasına sürükleyin. Sonra başının üstüne kaynar su azabından dökün. Tad! Zira sen, kendince üstündün, şerefliydin. İşte o, kuşkulanıp durduğunuz şey budur." (Duhân, 44/47-50).

Daha sonra bu kimselere, kendilerini azarlayıp tahkir etmek maksa­dıyla, tapındıkları putları sorulacak: "Sonra onlara, "Ortak koştuklarınız nerede" denecek, "Allah'ı bırakıp da?" Diyecekler ki: "Bizden uzaklaşıp kay­boldular. Daha doğrusu biz, bundan önce hiçbir şeye tapmazdık." İşte Al­lah, kâfirleri böyle şaşırtır." Yani melekler tarafından tahkir ve azarlama maksadıyla onlara, "Allah'ı bırakıp da tapmakta olduğunuz putlar ve or-taklar nerede? Onlara ne oldu da sizi, içinde bulunduğunuz bu azaptan kurtaramıyorlar ve bu zor zamanda size yardımcı olamıyorlar?"

Onlar buna cevap olarak şöyle diyecekler: "Bizden kaybolup gittiler ve bize herhangi bir menfaatleri dokunmuyor. Onları kaybettik, göremiyoruz. Gerçek şu ki, biz herhangi bir şeye tapmıyormuşuz. Açıkça anladık ki biz, bize fayda verecek herhangi bir şeye tapıyor değilmişiz." Çünkü putlar duymaz ve görmez; ne bir fayda, ne de zarar verebilirler. Onlardan sadır olan bu cevap, kendilerinin putlara kulluğunun batıl bir iş olduğu konu­sunda yine bizzat kendilerinin açık bir itirafıdır.

İşte Allah Tealâ, kâfirleri böyle saptırır da onlar, kendilerini ateşe gö­türecek olan putlara taparlar. Yani kâfirlerin bütün amellerinin batıl oldu­ğu böylece ortaya çıkar ve tapanlar ile tapılanlar arasındaki bütün alâka ve bağlar bu şekilde kesilir.

Daha sonra Allah Tealâ, onların azaplandırılmasmın sebebini açıkla­makta ve şöyle buyurmaktadır:

"Bu durum, sizin yeryüzünde haksız olarak şımarmanızdan ve taşkın­lık yapmanızdan ötürüdür." Yani bu azap ve bu saptırma, sizin dünyaday­ken Allah'a isyandan dolayı duyduğunuz sevinç ve O'nun elçilerine ve ki­taplarına muhalefetten dolayı hissettiğiniz neş'e ve mutluluk sebebiyledir. Aynı şekilde bu azabın sebebi, aşırı bir şekilde sevinmeniz ve taşkınlığa düşmenizdir. Şirk ve putlara tapma şeklinde tezahür eden haksız bir neşe­nin karşılığı işte bu ateştir.

Ardından Yüce Allah, kendilerini azarlayarak, tahkir ederek ve içinde bulundukları azabın sona ermesinden ümitlerini keserek, kâfirlere, tada­cakları bir azap türünü açıklamakta ve şöyle buyurmaktadır:

"Cehennemin kapılarından girin. Orada ebedi kalacaksınız. Kibirle-nenlerin yeri ne kötüdür!" Yani cehennemin, sizin durumlarınıza göre belir­lenmiş yedi kapısından girin. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Onun yedi kapısı vardır. Her kapıya onlardan bir bölüm ayrılmıştır." Ve siz, bu ateşin içinde devamlı surette kalacak, ebedî olarak oradan çıkama­yacaksınız. Allah'ın ayetleri karşısında kibirlenen ve Onun hüccet ve delil­lerine uymayan kimselerin kalacağı, içinde şiddetli azap bulunan bu yer ne kötüdür. [70]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetlerden aşağıdaki hükümler çıkar:

1- Allah'ın ayetleri ile haksız oldukları halde mücadele eden ve onları yalanlayan müşriklerin durumu son derece şaşırtıcıdır. Onlar, hidayetten yüz çevirip dalâlete ve haktan yüz çevirip batıla sapıyorlar.

2- Onlar yakında, ateşe girdikleri, elleri boyunlarına bağlandığı, zincirlerle hamîme, yani cehennem ateşiyle kaynayan suya çekilerek götürül­dükleri ve ateş kendilerini dört yandan tam anlamıyla kuşattığı zaman üzerinde bulundukları yolun batıl olduğunu bilecekler.

3- Kâfirler cehennem ateşine girdikten sonra melekler azarlayarak ve küçümseyerek  onlara şöyle diyecekler: "Allah'ı bırakıp da tapmakta oldu­ğunuz putlarınız nerede? Ne oluyor ki siz bugün yardım görmüyorsunuz?"

Onlar da buna şöyle cevap verecekler: "Onlar helak oldu ve bizden uzaklaştılar, bizi azaba terkettiler. Zira onları göremiyoruz ve kendilerin­den şefaat talebinde bulunamıyoruz." Daha sonra kâfirler, putlara kulluk­larının batıl bir iş olduğunu, zira onların herhangi bir kıymetinin bulun­madığını, göremeyen, işitemeyen, ne bir fayda ne de zarar verebilen şeyler olduklarını itiraf edecekler. Böylece kâfirler için ortaya çıkmaktadır ki, tapmakta oldukları putlar hiçbir şey değildir. Nitekim günlük konuşmalar­da şöyle denir: "Falanın bir şey olduğunu düşünmüştün. Ancak o bir şey değildir. Zira onu denediğin zaman onda hayır bulamazsın.[71] Allah Tealâ onların şöyledediklerini habe,r vermektedir: "Rabbimiz Allah'a andolsun ki biz ortak koşanlar değildik." (En'âm, 6/23).

4- Yüce Allah, onların bu itirafından sonra şöyle buyuruyor: "İşte Allah kâfirleri böyle şaşırtır." Yani onları saptırdığı gibi, her kâfire de aynısını ya­par. Bu, öyle bir saptırmadır ki, onlar küfrü seçtikten ve herhangi bir hüc­cete dayanmaksızın küfürde ısrar ettikten sonra cennete giden yolu bul­makta onlara başarı yoktur. Zira onlara dünyada doğru yol gösterilmişti.

5- Kâfirlerin ahirette görecekleri azabın sebebi, dünya hayatında gü­nah işlemekten duydukları sevinç; masiyetten, zenginlikten, sıhhatten ve peşlerine gidenlerin çokluğundan dolayı açığa vurdukları sürürdür. Bu azabın diğer bir sebebi de şımarmaları ve hakka tabi olmayarak büyüklen-meleri, onu kabule yanaşmamaları, şirki ve putlara kulluğu seçmeleridir.

6- Kıyamet günü kendilerine şöyle denecektir: "Cehennemin, sizin için taksim edilmiş yedi kapısından girin! Allah'ın ayetlerine karşı büyüklenen-lerin, O'nun birliğini gösteren delilleri ve hükümleri kabul etmeyenlerin varacağı ve kalacağı yer ne kötü bir yerdir!" [72]

 

Sabır Ve Yardım:

 

77- Sen sabret. Allah'ın sözü gerçek- tir. Onları tehdit ettiğimiz şeylerin  bir kısmım ya sana gösteririz, yahut seni vefat ettiririz. Nihayet onlar ancak bize döndürülüp getirileçeklerdir.

78- Andolsun biz, senden önce de elÇİler 8önderdik- Onlardan kimini  sana anlattık, kimini de anlatma-

 dik. Hiçbir elçi, Allah'ın izni olma-dan bir mucize getiremez. Allah'ın emri geldiği zaman hak yerine geti-

rilir ve işte o zaman Allah'ın ayetlerini boşa çıkarmaya uğraşanlar hüsrana uğrarlar.

 

Belagat:

 

"Onlardan kimini sana anlattık, kimini de anlatmadık" cümlesindeki fiillerde tezat vardır. [73]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah'ın sözü" Allah'ın, kâfirleri helak edeceği ve onlara azap edeceği konusundaki vaadi "gerçektir." Mutlaka olacaktır, başka bir ihtimal yoktur. "Onları tehdit ettiğimiz şeylerin bir kısmını" yani dünyada öldürülmek ve esir edilmek gibi onlara vaad ettiğimiz bir kısım azapları "ya sana gösteri­riz yahut seni vefat ettiririz." Onu, yani kendilerine azap edildiğini görme­den önce. "Nihayet onlar ancak bize döndürülüp getirileceklerdir." Kıyamet günü şiddetli bir azaba çarptırılmak üzere. Zira o zaman onlara, amelleri­nin karşılığını vereceğiz. Bu cümle, "seni vefat ettiririz" cümlesinin cevabı­dır ve sadece Allah'a döndürülecekleri zikredildiği için onların göreceği azabın ne kadar şiddetli olacağını göstermektedir.

"Senden önce de elçiler gönderdik." Peygamberlerin sayısının yüzyirmi dört bin olduğu söylenmiştir. Allah Tealâ'nın sekiz bin peygamber gönder­diği, bunların dört bininin İsrailoğulları'ndan, dört bininin de diğer insan­lardan olduğu da rivayet edilmiştir. Bunlar içinde Kur'an'da kıssaları zik­redilenler sayılı birkaç kişidir.

"Hiçbir elçi, Allah'ın izni olmadan bir mucize getiremez." Çünkü onlar,

Allah'ın terbiye ettiği kullarıdır ve mucizeler, Allah'ın, hikmetinin sonucu olarak onlara verdiği birer ilahi bağıştır. "Allah'ın emri geldiği zaman" dünya ve ahirette kâfirlere azap indirilmesi konusundaki emri geldiği za­man "hak yerine getirilir." Peygamberler ve onları yalanlayanlar arasında hak ile hüküm verilir ve hak ehli olan kurtarılır, batıl ehli olan da azaplan-dırılır. "O zaman Allah'ın ayetlerini boşa çıkarmaya uğraşanlar hüsrana uğrarlar." Yani çeşitli mucizeler gösterilmesini isteyerek inatla hakka karşı direnenlerin -oysa buna ihtiyaç bırakmayan deliller mevcuttur- hüsranı ortaya çıkacaktır. [74]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Bu surenin başından buraya kadar gördüğümüz kısımda, Allah'ın ayetleri hakkında mücadele edenlerin tuttuğu yolun çürüklüğü ve geçersiz­liği anlatılmaktaydı. Burada ise Allah Tealâ, Resulüne, müşriklerin eziyet­lerine ve yalanlamalarına karşı sabretmesini emir buyurmakta ve onlara karşı kendisine yardım edepeğini, düşmanlarına azap indireceğini vaadetmektedir. [75]

 

Açıklaması:

 

"Sen sabret. Allah'ın sözü gerçektir." Yani ey peygamber! Kavminin bir kısmının seni yalanlamasına karşı sabret. Zira Allah'ın, onlara karşı sana yardım vaadi ve onlardan intikam alacağına dair sözü haktır, mutlaka ye­rine getirilecektir. Bu, ya dünyada, ya da ahirette, ama mutlaka olacaktır.

"Onları tehdit ettiğimiz şeylerin bir kısmını ya sana gösteririz, yahut seni vefat ettiririz. Nihayet onlar ancak bize döndürülüp getirileceklerdir." Yani ey peygamber.' Biz onlara vaad ettiğimiz azabın bir kısmını -ki Bedir günü öldürülmek ve esir alınmak, daha. sonra Mekke'nin ve Arap yarıma­dasının diğer bölgelerinin fethi gibi hususlar bunlardandır sen hayattay­ken sana gösteririz, -ki bunlar, onların hak ettiği azaplardır ve Hz. Pey­gamberin hayatında gerçekleşmiştir- ya da seni, onlara azap indirmeden önce vefat ettiririz. Bu durumda onların dönüp geleceği yer kıyamet günü bizim huzurumuzdur. O zaman onlara şiddetli azabı tattırır ve kendilerine amellerinin karşılığını veririz.

Bu ayetin bir benzeri de şu ayettir: "Ya biz seni alıp götürdükten sonra onlardan öç alırız. Yahut onları tehdit ettiğimiz şeyi sana gösteririz. Bizim onlara gücümüz yeter." (Zuhruf, 43/41-42).

Daha sonra Allah Tealâ, Rasulünü teselli ederek şöyle buyuruyor:

"Andolsun biz, senden önce de elçiler gönderdik. Onlardan kimini sana anlattık, kimini de anlatmadık." Yani andolsun ki biz, senden önce de pek çok rasul ve nebiyi kavimlerine gönderdik. Bunlar arasında, haberlerini ve

kavimlerinden gördükleri muameleleri sana ilettiğimiz kimseler bulundu­ğu gibi -ki bunların adedi yirmi beştir-, haberini sana iletmediklerimiz de bulunmaktadır. Bunların sayısı, zikredilenlere oranla kat kat fazladır. Ni­tekim Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Daha önce sana anlattığımız elçile­re ve sana anlatmadığımız elçilere de vahyetmiştik." (Nisa, 4/164).

İmam Ahmed, Ebu Zerr (r.a.)'den şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ya Rasulallah!" dedim, "Nebilerin sayısı kaçtır?" Şöyle buyurdu: "Yüz yirmi dört bindir. Bunlardan, sayıları üçyüz on beş kadarı büyük bir topluluğa rasul-dür." Yüce Allah'ın Kur'an'da zikrettiği rasuller ise yirmi beş civarındadır.

"Hiçbir elçi, Allah'ın izni olmadan bir mucize getiremez." Yani rasul-lerden herhangi birisinin, Allah'ın izni olmaksızın kavmine, olağan dışı bir belge, bir mucize getirmesi mümkün değildir. Dolayısıyla bu durum, o elçi­lerin, kavimlerine getirdikleri mesajlarda doğruluk üzere bulunduklarının bir delilidir. Bu ayette anlatılan, peygamberlerin, peygamber olduklarını gösteren mucizelerdir. Peygamberlerin gönderildikleri kavimler, onlara inanmamakta inat ve direnç göstererek kendilerinden mucize göstermele­rini istiyorlardı.

"Allah'ın emri geldiği zaman hak yerine getirilir ve işte o zaman Al­lah'ın ayetlerini boşa çıkarmaya uğraşanlar hüsrana uğrarlar." Yani onla­rın dünyada veya ahirette azaba uğratılmaları için tayin edilmiş vakit gel­diği zaman, aralarında adaletle hüküm verilir. Bunun sonucunda Yüce Al­lah, vereceği hak hükümle, gerçeği dile getiren peygamberlerle onlarla bir­likte hareket edip onlara inanan kimseleri kurtarır, batıla tabi olan ve o şe­kilde davranan kâfirleri ise helak eder.

Dolayısıyla ey Muhammed! Sana düşen, senden önce gelmiş olan pey­gamberlerin yaptığı gibi yaparak sabretmekten başka bir şey değildir. Al­lah'ın, seninle kavminin arasında hüküm verecek olan emri geldiği zaman, aranızda hak ile hükmedilecektir. Bunun sonucunda da sen başarıya ulaş­tırılacaksın, Kureyş'in elebaşlarından senin davetinden yüz çeviren batıl ehli kimseler ise hüsrana uğrayacaklardır. [76]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler şu dört hususa işaret etmektedir:

1- Hz. Peygamber'e sabır emredilmesi, kendisi için bir teselli ve aynı zamanda Yüce Allah tarafından şu hususun bildirilmesidir: Senin kavmin­den senin peygamberliğini yalanlayanlardan Allah intikam alacaktır. Bu ya Hz. Peygamberin hayatında veya ahirette olacaktır. Aynı şekilde Hz. Peygamberin ümmeti de Onun yaptığı gibi sabır göstermekle emrolun-maktadır.

2- Allah Tealâ, daha önce geçmiş olan ümmetlere pek çok resul ve nebi göndermiştir. Bunlar arasında Allah'ın, haberlerini ve kavimlerinin kendi­lerine yaptığı muameleleri peygamberine bildirdiği Nuh, İbrahim, Musa, İsa (hepsine selam olsun) gibi peygamberler bulunduğu gibi, Allah tarafın­dan haberleri Hz. Peygamber'e bildirilmemiş olanlar da vardır.

3- Herhangi bir peygamberin, peygamberliğini ve doğruluğunu ispat­lamak için herhangi bir mucize veya açık bir belgeyi kendiliğinden göster­mesi sözkonusu değildir. Bu, ancak Allah'tan gelen bir izin ve kolaylaştır­ma ile olur. Zira olağan üstü bir şey olan mucizenin gösterilmesi, ancak ila­hî kudret ile muttasıf olan bir varlık tarafından gösterilebilir. İşte o, sadece Allah Tealâ'dır ki, bir hikmet ve maslahat gereği resul veya nebi eliyle mu­cize ortaya koyar.

4- Hz. Peygamber'in peygamberliğini yalanlayanlar için belirlenmiş azabın vakti dünyada veya ahirette geldiği zaman, Allah kendilerini dün­yada helak eder; batıla ve şirke tabi olanlar, ahirette de hüsrana uğraya­caklardır. Bu, onlar için şiddetli bir azap vaadidir.

Bazı durumlarda Allah Jtealâ'nın, onların azabını ertelemesi, araların­da Allah tarafından müslüman olacağı bilinen kimselere ve bir de onların soyundan gelecek olan müminlere fırsat tanımak içindir. [77]

 

Allah'ın Varlık Ve Birliğini Gösteren Diğer Birkaç Delil:

 

79- Allah, kimine binmeniz, kimin- den yemeniz için size hayvanları  yaratandır.

80" OnIarda sizin Adalar var. Onların üstünde gönüllerinizdeki arzuya erersiniz; onların ve gemilerin üstünde taşınırsınız.

81- Allah size &yetlerini gösteriyor.  Allah'ın ayetlerinden hangisini inkâr ediyorsunuz?

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah kimine binmeniz, kiminden yemeniz için" koyun gibi sadece ye­nen ve deve gibi hem yenen, hem de binilen hayvanlar kastediliyor, "size hayvanları yaratandır."

"Onlarda sizin için faydalar var." Sütleri, derileri, yünleri ve kılları gi­bi. "Onların üstünde göğüslerinizdeki arzuya eresiniz." Üzerlerine binerek yolculuk etmek ve ticaret maksadıyla çeşitli beldelere yük götürmek gibi. Buradaki "hacet" kelimesi, "önemli iş" demektir. "Onların üstünde ve gemi­lerin üstünde taşınırsınız." Burada "gemilerin içinde" değil, "gemilerin üs­tünde" denmiştir. Nitekim bir diğer ayette de "Dedik ki: "Her şeyden ikişer çift...gemiye yükle." (Hûd, 11/40). Burada "kulna'hmil fîhâ" şeklinde geç­mektedir. Üzerinde durduğumuz ayette, "gemilerin üstünde" şeklinde geç­mesi, bu ifadeden hemen önce gelmiş olan "aleyhâ" (onların üstünde) cüm­lesiyle aralarında uygunluk sağlamak içindir.

"Allah size ayetlerini gösteriyor." Kudretinin kemâlini ve rahmetinin ve birliğinin yüceliğini gösteren delillerini. "Allah'ın ayetlerinden hangisi­ni" yukarıda zikredilen hususlara delâlet edenlerin hangisini, "inkâr edi­yorsunuz?" Zira bunlar, açık ve zahir olmaları sebebiyle inkâr kabul etmez birer hakikattir. [78]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah'ın ayetleri hakkında mücadele eden ve onları yalanlayanlar hak­kında, yeterli ibret ve kifayet taşıyan vurgulu bir şekilde azap tehdidi zik­redildikten sonra Hak Tealâ, varlığına ve birliğine delâlet eden başka delil-leri zikretmeye dönmektedir. Bu delillerin, kullara verilen nimetler şeklin­de sayılması mümkündür. Daha sonra Allah Tealâ, insanları kuşatan diğer birçok delile güzel bir şekilde göndermelerde bulunmaktadır. [79]

 

Açıklaması:

 

Allah Tealâ, dokundurucu bir üslûpla kullan için yarattığı ve kudretine delâlet eden faydası pek çok hayvanları zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Allah kimine binmeniz, kiminden yemeniz için size hayvanları yara­tandır." Yani sizin için hayvanları yaratan, Allah Tealâ'dır. Bu hayvanlar deve, sığır ve keçiyi de kapsayan koyundur. Bunları, kimine binmeniz, ki­mini de yemeniz için yarattı. Meselâ deve hem yenir, hem sütü sağılır, hem üzerine binilir, hem de yolculuklarda üzerine yük vurulur. Sığır (inek) hem yenir, hem de sütü içilir. Aynı zamanda onunla toprak sürülür. Koyun hem yenir, hem de sütü sağılır. Bunların hepsinin yününden ve kılından, çeşitli eşyalar ve elbise yapımında faydalanılır. Bunun için Yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır:                      

"Onlarda sizin için faydalar var. Onların üstünde gönüllerinizdeki ar­zuya erersiniz; onların ve gemilerin üstünde taşınırsınız." Yani onlarda sizin için, üzerlerine binme ve etlerini yeme dışında, tüylerini, kıllarını ve yünle­rini kullanmak, onlardan muhtelif özelliklerde yağlar, peynir ve -elbise, eş­ya ve yiyecek olarak kullanılan- sair şeyler gibi daha başka faydalar da vardır. Aynı şekilde, uzak beldelere kolaylıkla götürebilmek için yüklerinizi onların üzerine yüklersiniz. Karada deveye, denizde de gemilere eşyanızı yükler ve bir yerden başka bir yere nakledersiniz. Bu meyanda deve için, "çöl gemisi" denmiştir. Bu ayet hakkında şöyle düşünülebilir: Yüce Allah burada, kara ve deniz binitleri olarak lütfettiği nimetleri zikretmektedir.

Aynı anlamı ihtiva eden diğer bazı ayetler de şunlardır: "Sekiz çift: Ko­yundan iki, keçiden iki. (...) Ve deveden iki, sığırdan iki." (En'âm, 6/143-144), "Hayvanları da yarattı. Onlarda sizin için ısınma ve daha birçok ya­rarlar vardır. Ve onlardan kimini de yersiniz. Ve akşamleyin mer'adan ge­tirdiğiniz, sabahleyin mer'aya götürdüğünüz zaman onlarda sizin için bir güzellik de vardır. Ağırlıklarınızı öyle uzak şehirlere taşırlar ki, onlar olma­sa, canlarınız büyük zahmetler çekmeden oraya varamazdınız. Doğrusu Rabbiniz çok şefkatli, çok merhametlidir." (Nahl, 16/5-7).

Allah Tealâ, inkâr edilemez kudretine delâlet eden bu birçok delili zik­rettiği zaman şöyle buyurmaktadır:

"Allah size ayetlerini gösteriyor. Allah 'in ayetlerinden hangisini inkâr ediyorsunuz?" Yani Allah Tealâ, dış dünyaya ve fizikî varlığınıza yerleştir­diği bu delil ve burhanları kullarının gözleri önüne seriyor. Bu ayetlerin hepsi, Allah'ın kemâl-i kudret ve vahdaniyetine delâlet eden açık ve kesin delillerdir. Bunlardan hangisini inkâr ediyorsunuz? Bunların hepsi insaf sahibi olan ve gözleri gören hiçkimsenin inkâr edemeyeceği kadar açık ve belirgin delillerdir. Burada söylenmek istenen şudur: Sizler, kör bir inat ve büyüklenme göstermediğiniz sürece Allah'ın ayetlerinden herhangi birisini inkâr edemezsiniz. Nitekim bir şiirde şöyle denmiştir:

"Her şeyde O'nun için bir ayet vardır. Hepsinde birliğine delâlet vardır." [80]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bunlar, Allah Tealâ'nın kemâl-i kudret ve vahdaniyetinin diğer delille­ridir ve Allah'ın, kulları üzerindeki nimetlerinin büyüklüğüne işaret et­mektedir. Bu deliller, yemek ve binmek için kullanılan elbise, muhtelif eş­ya yapımı ile yiyecek elde edilmesi, yük taşınması, -ister karadaki, isterse denizdeki- yolculuklarda bir yerden başka bir yere intikalde üzerlerine bi­nilmesi gibi başka şekillerde de kendilerinden istifade edilen hayvanların yaratılmasını ortaya koymaktadır.

Aynı şekilde bu ayetler, Allah Tealâ'nın kudret ve birliğini gösteren kevnî (kâinattaki) hadiselere de vurgu yapmaktadır. Bu durumda akıl sa­hibi bir insan için bu apaçık ayetleri inkâr nasıl mümkün olabilir?

Ey müşrikler! Sizler bütün bunların Allah'tan olduğunu inkâr etmedi­ğiniz halde, Allah'ın, baas ve neşr (öldükten sonra dirilme ve Allah'ın hu­zurunda hesap için toplanma) konusundaki kudretini niçin inkâr ediyorsu­nuz? "Yaratılış bakımından siz mi daha çetinsiniz, yoksa gök mü? Allah onu yaptı. Onu yükseltti, onu düzenledi." (Nâzi'ât, 79/27-28). Bu ayetler pek çoktur ve bunların inkâr edilmesi aklen mümkün değildir. [81]

 

Allah'ın Ayetleri İle Mücadele Edip Onları Yalanlayan, Azabı Gördükleri Zaman İse Şirki Terkeden Kimseleri Tehdit:

 

82- Ya onlar yer yüzünde gezip do­laşmadılar mı ki, kendilerinden ev­velkilerin   akıbeti nice olmuştur, baksınlar! Hem onlar, bunlardan daha çoktu. Kuvvetçe ve yeryüzün­deki eserlerce de daha güçlü ve sat-vetli idiler. Fakat kazandıkları şey­ler kendilerine asla fayda vermedi.

83- Öyle ya, kendilerine peygam­berleri apaçık mucizeler getirince onların nezdindeki ilme karşı şıma­rıklık gösterdiler de hakkında alay ettikleri şey kendilerini çepeçevre kuşatıverdi.

84- O çetin azabımızı gördükleri va­kit; "Allah'a bir olarak inandık. O'na eş olarak tuttuğumuz şeyleri de inkâr ettik." dediler.

85- Fakat azabımızı gördükten son­ra imanları fayda verecek değildi. Allah'ın kulları hakkında geçerli olan âdeti budur. İşte burada kâfir­ler, hüsrana uğramışlardır.

 

Belagat:

 

"Ya onlar yer yüzünde gezip dolaşmadılar mı..." ifadesi istifhamı inkâridir. Yani bahsi geçen yerleri birçok defalarca gezdiklerini itiraf ettirici bir özellik taşımaktadır. [82]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Hem onlar bunlardan daha çoktu..." ifadesi, müşriklerin içerisinde bulundukları durumu açık bir şekilde göstermektedir. "Yer yüzündeki eser­lerce..." Yani, bırakmış oldukları saray, köşk, kale vb. yapıtları bakımından. "Beyyinat..." Mucizeler ve apaçık deliller. "Nezdindeki..." Yani peygamber­ler nezdindeki. "Öyle ya kendilerine peygamberleri apaçık mucizeleri" delilleri "getirince onların nezdindeki ilme" sahip oldukları sapık inançlara ve batıl düşüncelere dayanarak "şımarıklık gösterdiler." Küstahça direnç gös­terdiler, inkâra saplandılar. "Hakkında alay ettikleri şey kendilerini çepe­çevre kuşatıverdi." Yani alay ettikleri azap kendilerine iniverdi. Bu, şıma­rıklıklarından kastın, peygamber ile alay edip, ona gülmeleri olduğunu da te'yid etmektedir.

"Allah'ın, kulları hakkında câri olagelen adetidir." Yani; azap indiği va­kit iman etmenin hiçbir kula veya hiçbir ümmete fayda vermediği Allah'ın geçmişten bu yana süregelen adetidir. "İşte kâfirler burada" azabı gördükle­ri zaman "hüsrana uğradı." Her birinin hüsrana uğradığını açıklamaktadır. Bu düşüncede olanlar tarihin her döneminde hüsrana uğramışlardır.

Bu ayetlerin başında "fe" harflerinin yer almasının sebebi, Zemahşe-rî'nin de belirttiği gibi şudur: 'Femâ ağnâ anhum' (fayda vermedi) ayeti, "onlar bunlardan daha çoktu' kavl-i ilâhisinde belirtilen durumun neticesi­dir. 'Felemmâ câethum rusuluhum bi'1-beyyinât" (Peygamberleri onlara apaçık deliller getirince) ayetine gelince, "Femâ ağnâ anhum" (fayda ver­medi) kavl-i ilâhisini tefsir ve beyan ediyor gibidir. Bu durum, tıpkı "Zeyd mal ile rızıklandırıldı. Ancak o, ma'rufu menetti. Şöyle ki; (o mal ile) fakir­lere iyilik etmedi" sözünün anlattığı duruma benzemektedir. "Felemmâ ra-av be'senâ" (O çetin azabımızı gördükleri vakit) cümlesi, "Felemmâ câet­hum" (Onlara... geldiği vakit) ayetine tabidir. Burada sanki, "Peygamberle­ri onlara geldiği vakit onlar inkâr ettiler. Ancak o çetin azabımızı gördükle­ri vakit iman ettiler." denmiş olmaktadır. Çünkü azabın gelmesi ve onların azabı görmesi, kendilerine peygamberler gelmiş olmasının neticesidir. Ke­za, "...imanları fayda verecek değildi." ayeti de onların, Allah'ın azabını gördükleri zaman ikrar ettikleri imana tabidir. Burada imanın onlara bir fayda vermemesi durumu da, onların azabı gözleriyle görme aşamasına gelmiş olmalarının bir neticesidir.[83]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Sure iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde Allah'ın ilâhlığmı, kudret, rahmet ve hikmetinin kemâlini gösteren ayetler, ikinci bölümde ise tehdit ile ilgili ayetler yer almaktadır. Sure, ikinci bölümde yer alan ve Al­lah'ın ayetlerine karşı mücadele eden kâfirleri, gönderdiği peygamberleri yalanlayan ve onlara kaşı kibirli davrananları, dünyalıkları, malları ve ev-lâtlarıyla gururlananları, reislik ve makam isteyenleri tehdid ile alâkalı ayetlerle sona ermektedir. Bu tehdit, kendilerinden kuvvetçe daha fazla, mal ve evlât bakımından daha çok olanların durumlarını açıklayan bir teh­dittir. Daha öncekilere Allah'ın azabı geldiğinde bunlardan hiçbiri fayda

vermemiştir. Yine aynı şekilde azabı gördükten sonra şirki terkederek iman etmelerinin de bir faydası olmamıştır. [84]

 

Açıklaması:

 

"Ya onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden evvelki­lerin akıbeti nice olmuştur baksınlar! Hem onlar bunlardan daha çoktu. Kuvvetçe ve yeryüzündeki eserlerce de daha satvetli idiler. Fakat kazandık­ları şeyler kendilerine asla fayda vermedi." Yani müşriklerden Allah'ın ayetleri ile mücadele eden kimselerin memleketlerine seyahat etmezler mi, kutsal metinlerinde Allah'a isyan eden geçmiş ümmetlerin halinin nasıl ol­duğu konusundaki bilgilere bakmazlarını ki, -ki o ümmetler peygamberleri de yalanlamışlardı- memleketlerin de bulunup üzerlerine indirilen şiddetli azabı ve cezayı yansıtan mevcut eserleri müşahede etmezler mi. Ki o müş­rikler, sayı bakımından Kureyş müşriklerinden çok daha fazla idiler. Ve yeryüzünde ulaşmış oldukları ilim, fen ve medeniyet seviyesini gösteren bi­nalar, saraylar, kaleler, çiftlikler ve sedler bıraktılar.

Üzerlerine azap geldiğinde ise, dünya için yaptıkları bütün bu şeylerin kendilerine hiçbir faydası olmamıştır. Ne malları, ne evlâtları ne de kazan­dıklarının faydası olmuş, yani kendilerinden Allah'ın emrini yani üzerleri­ne inen şiddetli azabı uzaklaştıramamıştır.

"Öyle ya, kendilerine peygamberleri apaçık mucizeler getirince onların nezdindeki ilme karşı şımarıklık gösterdiler de hakkında alay ettikleri şey kendilerini çepeçevre kuşatıverdi." Yani peygamber, bu yalancı ümmetlere apaçık delillerle ve gün ışığı gibi mucizelerle geldiklerinde onlara iltifat et­mediler, onları kabul etmediler. Kendilerindeki batıl şüpheleri ve sapık inançları faydalı bir ilim zannederek peygamberlerin getirdikleri ilimler­den kendilerini müstağni gördüler. Söyledikleri sözlerden bazıları şunlar­dır. "Bizi o sürekli zamandan başkası helak etmez." (Câsiye, 45/24). "Eğer Allah dileseydi ne biz ne de atalarımız şirk koşardık." (En'am, 6/148). "Bu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş?" (Yasin, 36/78). Bu boş ve batıl şey­lerle iyice sunardılar. Çünkü onlar Allah Tealâ'nın dediği gibiydiler: "Onlar dünya hayatının sadece dış yüzünü bilirler." (Rum, 30/7).

Fakat alay ederek, dalga geçerek yalanladıkları ve gerçekleşeceğini çok uzak bir ihtimal olarak gördükleri azap indi ve onları kuşatıverdi. Yani kâfirlere peygamberlerin risaletleriyle alay etmelerinin cezası indi.

Allah Tealâ da yukarıda geçtiği üzere kâfirlerde bulunan batıl şüphe­leri ve sapık inançları onlarla alay edercesine "ilim" diye isimlendirmiştir.

Sonra Allah Tealâ üzerine azap uygulandığı zaman insanın içerisinde bulunuğu durumu tasvir etmiş ve şöyle buyurmuştur:

"O çetin azabımızı gördükleri vakit; "Allah'a bir olarak inandık, O'na eş olarak tuttuğumuz şeyleri de inkâr ettik." dediler." Yani üzerlerine aza­bın indiğini gözleriyle gördüklerinde Allah'ı ve O'nun birliğini tasdik ettiler ve Allah'a ortak koştukları batıl tanrılarını inkâr ettiler. İnkâr ettikleri şeyler, tapındıkları putlardı. Fakat bu imanları ve ileri sürdükleri mazeret­leri, Cenab-ı Allah'ın da buyurduğu gibi, kendilerine hiçbir fayda vermedi.

"Fakat azabımızı gördükten sonra inanmaları fayda verecek değildi." Yani azabımızı gördükleri zaman iman etmeleri sahih ve doğru değildir. Çünkü bu çeşit bir imanın, sahibine hiçbir faydası olmaz.

Bu iman zor durumda kalındığından dolayı zoraki bir iman konumun­dadır. Fayda veren iman hür bir irade ile yapılan imandır, zoraki imanın hiçbir faydası yoktur. Çünkü azabın görülmesi, üzerine yapılan iman teklifi ortadan kaldırır. Çünkü böyle bir durumda herkes iman eder. Aynı şekilde bir şahıs dünyada iman etmediği sürece, azabı gördüğünde, ölüm anında, boğulurken veya ahirette iman etmesinin kendisine hiçbir faydası olmaz.

Boğulmak üzere olan Firavun "un durumu da böyledir: Firavun: "İnan­dım. Gerçekten İsrailoğulları'ntn inandığından başka ilâh yokmuş. Ben de müslümanlardanım." (Yunus, 10/90) demiş. Ancak buna karşılık Allah Te-alâ: "Şimdi mi! Halbuki sen bundan önce isyan etmiş ve fesatçılardan ol­muştun." (Yunus, 10/90-91) buyurarak kendisinden imanını kabul etme­miştir.

Daha sonra Cenab-ı Allah genel bir hüküm zikretmiş ve şöyle buyur­muştur:

"Allah'ın kulları hakkında geçerli olan âdeti budur. İşte burada, kâfir­ler hüsrana uğramışlardır." Yani bu, Allah'ın azabı gördüğünde tevbe eden herkes hakkındaki hükmüdür ki Allah, böyle bir tevbeyi kabul etmez. Şüp­hesiz Allah Tealâ'nın geçmiş ümmetler hakkında geçerli olan âdeti de böy­ledir. Azabı görünce iman etmenin hiçbir faydası yoktur.

Kâfirler, Allah'ın hışmını ve azabını gördüğü vakit hüsrana uğramış­tır. Zaten kâfir her zaman hüsrandadır. Ancak bu durumu, azabı görünce iyice ortaya çıkar. Bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Allah, can çekişmeden önce tevbe eden kulunun tevbesini kabul eder.[85] Yani kul can çekişir, ruh, boğaza gelir, kişi meleği görür, bu anda yapılan tevbe makbul değildir. İşte kâfirler, burada hüsrana uğramışlardır. İşte bundan dolayı Yüce Allah, su­renin bu bölümünde "İşte kâfirler burada hüsrana uğramışlardır." buyur­muştur. Ve yine Cenab-ı Allah "Beyhude lâf söyleyenler işte burada hüsra­na düşmüştür." (Gâfir Suresi, 40/78) buyurmuştur.

İnkâr eden kimse sakınsın, zaman geçmeden işin ciddiyetini idrak et­sin. Çünkü o an pişmanlık anı değildir.[86]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Ayetlerden aşağıdaki hüküm ve hikmetler çıkarılmaktadır:

1- Geçmiş ümmetlerin inkârlarından ve peygamberleri yalanlamala­rından dolayı yok edilmeleri, geride bıraktıkları eserlerden ders almak is­teyen insanlar için bir ibrettir. İnsanlar yeryüzünün çeşitli bölgelerinde ol­salar da bilirler ki, kibirlilerin ve inatçıların akıbeti ya helaktir, ya kıtlıktır ya da yok edilmeleridir. Ki evvelkiler, bu sonrakilere göre zenginlik ve sayı bakımından çok daha fazla olmalarına rağmen durum böyledir. Dünya ise tamamen fanidir, geçicidir. Hiç kimsenin ne kendisinin ne malının, ne ma­kamının ne de saltanatının ebedi kalması mümkün değildir.

2- Bu geçmiş kavimlerin yerle bir edilmelerinin sebebi ise; kendilerine mucizelerle ve apaçık dellilerle gelen peygamberleri yalanlamaları, sapık inançları ve batıl şüpheleriyle şımararak; azap görmeyeceklerine, öldükten sonra diriltilmeyeceklerine dair lâflar etmeleri ve peygamberlerin kendile­rine getirdikleri şeylerle alay etmeleridir. Bundan dolayı onları her yönden azap kuşatıvermiştir.           ,

3- Bu müşrikler azabı gördükleri zaman, Allah'a ve Onun bir olduğuna inanmışlar, ibadette Allah'a ortak koştukları putları da inkâr etmişlerdir.

4-  Fakat azabı görünce Allah'a iman etmenin, sahibine hiçbir faydası ve menfaati yoktur.

5- Azabı gördükleri zaman iman etmelerinin kendilerine fayda verme­si, Allah'ın kâfir hakkındaki bir âdetidir. Yine zor   durumdan kurtulmak için edilen imanında kabul olmadığı her ümmet hakkında uygulanan Al­lah'ın bir kanunudur.

6- Mekkelilerin ve diğer müşriklerin, Allah'ın kâfirleri helak etmesi konusundaki câri olan adetiyle sakındırılmalarının amacı, helak anında iman etmenin fayda vermeyeceğini, savundukları ilim ve medeniyetin Al­lah'ın dini ve peygamberlerin risaleti karşısında hiçbir şey ifade etmediğini bilmelerini sağlamaktadır. En doğru olan şey Allah'ın dini, O'nun koyduğu hükümlerdir.

7-  İslâm ahkâmını barbarlık, vahşet ve zalimlik olarak vasıflandıran-lar, Batılıların eğitim ve öğretim anlayışının etkisi altında kalan ve Allah'ın dininin ve ahkâmının ne ifade ettiğini bilmeyenlerdir. Onlar farkında olma­dan İslâm'ı inkâr etmektedirler. Bu dini dikkatle inceleseler istedikleri her şeyin geniş bir şekilde içerisinde mevcut olduğunu anlayacaklar. [87]

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/349.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/349-350.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/350-351.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/352-353.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/353.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/354.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/354-356.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/356-358.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/359-360.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/360.

[11] İbni Kesir, IV/71.

[12] Zemahşerî, 111/45; Razî, XXVII/32.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/360-362.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/362-364.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/365-366.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/366-367.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/367.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/367-371.

[19] Kurtubî, XV/300-301.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/371-374.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/375.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/375-376.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/376.

[24] Bunu İbni Ebi Hatim, İbni Ebi Şeybe ve İbnu'l-Münzir rivayet etmişlerdir.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/377-379.

[26] Razî, XXVII/52.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/379-380.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/381-382.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/382.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/382-384.

[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/384-386.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/388.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/388-389.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/389-390.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/390-394.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/394-397.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/398.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/399.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/399.

[40] Razî, XXVII/65-66.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/400-401.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/403.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/403-404.

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/404-405.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/405-409.

[46] Razî, XXVII/73.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/409-410.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/411-412.

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/412.

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/412-414.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/414.

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/415.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/415-416.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/416-417.

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/417-419.

[55] Avnu'l-Ma'bûd'da (XIII/155) buradaki "sorumluluktan kurtulmak", ya şefaate mazhar olmak veya iftira ettiği kişinin razıhğını almak veya günahı ölçüsünde azap görmek suretiyle kurtulmak şeklinde izah edilmiştir. (Çev.)

[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/419-421.

[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/423.

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/423-424.

[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/424.

[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/424-429.

[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/429-430.

[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/431.

[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/432.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/432.

[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/432-433.

[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/433-434.

[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/435.

[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/435-436.

[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/436-437.

[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/437-438.

[71] Razî, XXVII/87.

[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/438-439.

[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/440.

[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/440-441.

[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/441.

[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/441-442.

[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/442-443.

[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/444.

[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/444-445.

[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/445-446.

[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/446.

[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/447.

[83] Zemahşerî, 111/62.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/447-448.

[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/448-449.

[85] Ahmed, Tirmizi, İbni Mâce, İbni Hibban, Hakim ve Şuabu'l-İman isimli eserinde Beyhaki İbni Ömer'den tahric etmişlerdir.

[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/449-450.

[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/451.