Bu sure, Kur'an'ın, günahları mağfiret eden (Gafir) ve tevbeleri kabul
eden Allah Tealâ tarafından indirildiğinin anlatımıyla başladığı için Gafir
suresi olarak adlandırılmıştır. Gafir, Allah Tealâ'nm sıfatlarından ve Es-ma-i
Hüsna'sından biridir. Bu sure, Mümin suresi olarak da isimlendirilmiştir.
Bunun dayanağı da bu surenin, Firavun hanedanından mümin bir kimsenin kıssasını
içermesidir.[1]
Bu surenin, kendisinden önceki sureyle ilişkisi şu iki noktada kendisini
göstermektedir:
1- Konuları arasındaki
benzeşme. Her iki surede de kıyamet
gününün ahvali ve kâfirlerin, mahşer günü içinde bulunacağı durum
zikredilmektedir.
2-
Bir önceki surenin sonu ile
bu surenin başlangıcı arasındaki irtibat. Zira bir önceki sure olan Zümer
suresinin sonunda hem bedbaht kâfirlerin, hem de mutlu muttakilerin durumu
anlatılmaktadır. Gafir suresinin başında ise, kâfirleri, küfrü bırakıp iman
etmeye teşvik için yüce Allah'ın günahları bağışlayıcı olduğu
zikredilmektedir. Hâ-mîm ile başlayan (Gafir dahil) yedi surenin Zümer suresi
ile münasebeti ise şöyledir: Hâ-mîm'lerde sure başları, Kur'an'ın tenzilini
ifade eden cümlelerle başlamakta ve Hâ-mîm'ler birbiri peşi sıra gelmektedir.
Çünkü bunların hepsi "Hâ-mîm" diye ve ardından gelen
"Kitâb" zikri ile başlamaktadır. Ayrıca bu sureler Mekkî (Mekke'de
nazil olmuş sureleredir. Hatta bir hadiste bunların hepsinin aynı anda ve
toptan indirildiği bildirilmektedir. Bu surelerdeki bu özellik,
"Elif-lâm-râ" diye başlayan altı sureye de benzemektedir. Suyûtî,
İbni Ab-bas ve Cabir b. Zeyd (r.a.)'den, surelerin tertibi hakkında şöyle
dediklerini rivayet etmiştir: "Hâ-mîm'ler, Zümer suresinden sonra
inmiştir. Bu sureler, tıpkı mushaftaki tertiplerindeki sıraya göre peşpeşe
inmişlerdir: Mümin, sonra Secde, sonra Şûra, sonra Zuhruf, sonra Duhân, sonra
Câsiye, sonra da Ahkâf. Bu surelerin arasında herhangi bir sure nazil olmuş
değildir." Bu da bu surelerin mushaftaki tertibi konusunda açık bir
münasebet belirtmektedir.
Bu surelere "Âl-i hâm-mîm" (Hâ-mîm ailesi) de denmiştir.
Abdullah b. Mesud (r.a.) şöyle demiştir: "Hâ-mîm ailesi Kur'an'ın
süsüdür." İbni Abbas (r.a.) da şöyle demiştir: "Her şeyin bir özü
vardır. Kuranın özü ise Hâ-mîm ailesidir. -Yahut İbni Abbas burada
"Hâ-mîmler'dir." demiştir.- Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
"Her şeyin bir semeresi vardır. Kur'an'ın semeresi de Hâ-mîm diye
başlayan surelerdir. Onlar, yanyana duran bereketli güzel bahçelerdir.
Dolayısıyla kim cennet bahçelerinde dilediğince gıdalan-mak isterse Hâ-mîmler'i
okusun."
Yine Hz. Peygamber, -Ebu Ubeyd'in rivayet ettiğine göre- bir gazvede
ashabına hitaben şöyle buyurmuştur: "Eğer gece uyuyacaksanız, "Hâ-mîm
lâ yunsarûn -veya lâ tunsarûn" (Hâ-mîm. Onlara -veya Size- yardım edilmeyecek)
deyin."
Hafız Ebu Bekir Bezzâr ve Tirmizî, Ebu Hureyre (r.a.)'den şöyle rivayet
etmişlerdir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kim Ayete'l-kürsî'yi
ve Hâ-mîm Mümin suresini okursa o gün her türlü kötülükten korunur."
[2]
Gafir ve diğer yedi Hâ-mîm, Mekke döneminde inen surelerdir. Dolayısıyla
diğer Mekkî sureler gibi bunlar da inanç esaslarını anlatmaktadırlar. Bu
sebeple bunların ayetleri, Allah'ın birliğini, Kur'an'ın indirilişini, diriliş
olayını ve Arş'm meleklerinin özelliklerini ispat için oldukça şiddetli tesiri
bulunan ifadeler ihtiva etmektedir. Bu sureler, hak ehli ile batıl ehli, yahut
hidayet ehli ile dalâlet ehli arasında bir mücadeledir.
Bu sure, Kur'an-ı Kerim'in, en güzel sıfatlarla muttasıf olan Allah
Te-alâ'nm katından indirildiğini ilân ederek başlamakta ve batıl bir dava için
mücadele eden kâfirlere hücum etmekte, daha sonra da Arş meleklerinin azametli
özelliklerini dile getirmektedir.
Ardından, cehennem ehlinin, çektikleri azabın şiddeti sebebiyle oradan
çıkma konusundaki taleplerini haber vermekte ve bu talebin reddedileceğini
bildirmektedir. Daha sonra kudret sahibi olan Allah Tealâ'nın varlığı konusunda
deliller getirmekte, insanları kıyametin dehşetli sahnelerinden sakmdırmakta ve
kâfirleri bu günün şiddetli sahneleriyle uyarmaktadır.
Sonra dikkatleri, geçmiş ümmetlerin helaki konusunda ibretli bir noktaya
çekmektedir. Bu nokta onların, kendilerine gelen apaçık ayetlere karşı kâfir
olmalarıdır. Daha sonra surede, özel olarak Hz. Musa (a.s.) ile Firavun, Haman
ve Karun kıssası anlatılmakta ve Firavun ile kavmi ve Firavun hanedanından
olup, imanını gizleyen bir adam arasında geçen olaylar üzerinde durulmakta,
tuğyan içindeki Firavun'un, kavmi arasında iman edenlerin yayılmasından
korktuğu için İsrailoğulları'nm sadece kadınları hayatta kalsın diye erkek
çocuklarını öldürmesi anlatılmakta ve bu kıssa, Firavun'un, ordusu ile birlikte
denizde boğulmasının ve Hz. Musa ile iman ordusu kavminin kurtulmaları ile son
bulmaktadır. Bu, iman ile tuğyanın kıssasıdır.
Ardından kâfirlerin mağlûp ve perişan, elçilerin ve müminlerin ise hem
dünyada hem de ahirette ilâhi destek ile muzaffer oldukları ilân edilmektedir.
Daha sonra bu kıssa, Hz. Peygambere, Hz. Musa ve diğer ulü'1-azm olan
peygamberlerin sabrettiği gibi, kavminin eziyetlerine karşı sabır göstermesi
emir buyurulmaktadır.
Daha sonra surede, Allah Tealâ'nın birliğine ve kudretine delâlet eden
kevnî delillere yer verilmekte ve mümini, gözleri açık kimseye, kâfiri ise gözleri
kör kimseye benzeten bir misal verilmektedir. Buna göre mümin, kalbi Allah'ın
nuru ile dolu olan, nurlu kalp sahibi ve basiretli, kâfir ise küfür karanlığı
içinde yaşayan nefsi karanlık kimse olarak nitelendirilmektedir.
Bundan sonra da Allah'ın kulları üzerindeki nimetleri beyan edilerek,
insanların hizmetine verilen hayvanlar, gemiler vs. zikredilmektedir.
Sure, maksadını vurgulayan önemli noktaların anlatımıyla bitirilmektedir.
Bu noktalar şunlardır: Zalimlerin ve hakkı yalanlayanların mağlûbiyeti ve
perişanlığı, karşılaştıkları çeşitli azaplar, azabı gördükleri zaman hemen iman
etmeye yeltenmeleri, ama bu gayretin kendilerine bir fayda sağlamayacağı, zira
Allah Tealâ'nın sabit kanununa göre ümitsizlik anında veya sıkıntıyı görünce
iman etmenin bir fayda sağlamayacağı ve bu imanın kabul edilmeyeceği.
[3]
1- Hâ-mîm.
2- Bu Kitab'ın indirilişi,
Azîz ve Alîm olan Allah tarafındandır.
3- Günahı bağışlayan, tevbeyi
kabul eden, azabı çetin olan, lütuf sahibi. O'ndan başka ilâh yoktur, dönüş
O'nadir.
4- İnkâr edenlerden başkası Allah'ın
ayetleri hakkında mücadele etmez. Onların şehirlerde dolaşması seni
aldatmasın.
5- Onlardan önce Nuh kavmi ve
onlardan sonra gelen kavimler de yalanladı. Her millet peygamberlerini
yakalamaya yeltendi; hakkı yok edebilmek için boş şeyler ileri sürerek
tartıştılar. Neticede ben de onları tutup yakaladım. İşte, benim azabım nice
imiş!
6-
Böylece Rabbinin kâfirler hakkındaki,
"Onlar ateş halkıdır" sözü yerini bulmuş oldu.
"Hâ-mîm. Tenzîlü'l-Kitâb." Râzî şöyle demiştir: "Doğruya
en yakın ihtimal burada "Hâ-mîm"in, sure için isim olmasıdır. Bu
itibarla "Hâ-mîm" mübteda, "Tenzîlü'l-Kitâbi Minellâh" ise
haberdir. Takdirî ifade bu durumda şöyle olacaktır: Muhakkak ki
"Hâ-mîm" diye isimlendirilmiş olan bu sure, Kitabın indirilişidir.
Aynı bakış açısına göre "tenzil" ifadesi masdardır. Ancak ondan
kasıt, "indirilmiş Kitap"tır.
Kurtubî ve başkaları ise "Tenzîlü'l-Kitab" mübteda,
"Minellâhi'l-Azîzi'l-Alîm" ise haberdir, demişlerdir.
"Tenzil" kelimesinin, hazfedilmiş bir mübte-danm haberi olması da
mümkündür. Bu durumda anlam, "Bu, Kitab'ın indirilişidir." şeklinde
olur. Yine Razî'ni dediği gibi "Hâ-mîm"in mübteda, "Tenzil'in de
onun haberi olması da caizdir. Bu durumda ise anlam şöyle olur: "Muhakkak
ki Kuranı Allah indirmiştir; o, menkul (birisinden nakle-dilmiş) değildir ve
onun, uydurulmuş bir yalan olması mümkün değildir."
[4]
"Hâ-mîm." Bu harfler, "mim" harfinin sükûnuyla -bu
şekilde- okunduğu gibi, "mim" harfinin fethasıyla
"Hâ-mîme" şeklinde de okunur. Bazı surelerin kendisiyle başladığı bu
huruf-u mukattaa, Kur'an'm icazı konusunda bir uyarı ve Araplara, benzerini
getirmeleri konusunda bir meydan okumadır. Aynı zamanda bu harfler, muciz olan
Kur'an'm, Arapça cümle ve kelimeleri oluşturan bu ve benzeri harflerden
oluştuğuna delâlet içindir.
"Azız ve Alîm." Mülkünde kuvvet sahibi, mahlukâtını en iyi
bilen. Bey-zavi şöyle demiştir: "Burada özellikle bu iki vasfın
zikredilmesi, Kur'an'm ihtiva ettiği ve kâmil kudrete ve yüce hikmetlere
delâlet eden icaz ve hikmetler sebebiyledir. "Günahı bağışlayan,."
tevbe eden müminlerin günahlarını bağışlayan "tevbeyi kabul eden,"
kendisinden bir fazl-u kerem ve rahmet olarak onların tevbelerini kabul eden
"azabı çetin olan," kâfirler için azabı şiddetli olan, "lütuf
sahibi." Kullarına karşı fazl-u kerem ve nimet sahibi zenginlik ve bolluk
sahibi. Bu sıfatların burada yer almasının sebebi teşvik, sakındırma ve iman
etmeye sevketmedir. "Dönüş O'nadir." Dönüp varılacak yer. Kullar ona
döndüğü zaman itaat edene de isyan edene de karşılıklarını verecektir.
"inkâr edenlerden başkası" Mekke müşriklerinden ve onlara
benzer kimselerden başkası "Allah 'in ayetleri hakkında mücadele
etmez." Bu ayette, Kuran konusunda, hakkı iptal etmek için Kur'an'a tan
ederek batıl delillerle mücadele edenlerin kâfir sıfatını alacakları tescil
edilmektedir. "Onların şehirlerde dolaşması seni aldatmasın." Onlara
mühlet verilmesine, onların, maişet temini maksadıyla ticaret için Şam ve Yemen
şehirlerine gidip gelmelerine ve dünyada ikbal ve refah elde etmelerine
aldanma. Zira onların akıbeti ateş ve helaktir.
"Onlardan önce Nuh kavmi ve onlardan sonra gelen kavimler de yalanladı."
Nuh kavmi, kendilerine gelen elçileri yalanladı ve onlara düşmanlık etti. Aynı
şekilde onlardan sonra gelen Âd, Semûd ve diğer halklar da yalanladılar.
"Her millet peygamberlerini yakalamaya yeltendi." Kendilerine gelen
elçiyi yakalayıp, ona işkence etmeye ve onu öldürmeye azmetti. Ve onu
yakaladılar, esir aldılar, işkence ettiler ve onu öldürdüler. "Neticede
ben de onları tutup yakaladım." Kendilerini helak ederek ve kendilerine
ceza vererek. "İşte, benim azabım nice imiş!" Yani benim onlara verdiğim,
hakettikleri azap.
"Böylece Rabbinin kâfirler hakkındaki, "Onlar ateş
halkıdır" sözü yerini bulmuş oldu." Küfürlerinden dolayı Onun sözü,
yani onların helak olması ve azap görmesi konusundaki hükmü vacip ve gerekli
oldu ve onlar cehennem ateşini hakettiler.
[5]
"İnkâr edenlerden başkası..." ayetinin (4. ayet) nüzul
sebebiyle ilgili olarak İbni Ebî Hatim, Ebu Mâlik (r.a.)'den, ayeti hakkında
şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bu ayet Haris b. Kays Sehmî hakkında
nazil oldu."
[6]
Bu ayetlerin konusu, Kur'an'm indiriliş kaynağını beyandır ve
Kur'an'ın, kendisini burada altı sıfatla niteleyen Allah katından olduğunu
bildirmek, Allah'ın ayetleri hakkında batıl iddialarla, Kur'an ayetlerine tan
ederek ve hakkı ortadan kaldırmak maksadıyla mücadele eden kâfirlerle münakaşa
etmektir. Ki onlar böylece Allah'ın azabıyla tehdit edilmeyi, yani cehennemlik
olduklarının bildirilmesini haketmişlerdir.
"Hâ-mîm. Bu Kitab'ın indirilmesi, Azız ve Alîm olan Allah
tarafından-dır." Buradaki "Hâ-mîm", surelerin başlarında yer
alan huruf-u mukatta-adandır. Bu harflerin sure başlarında yer alması, surenin
içeriğini bildirmek ve Araplar'ın konuştuğu, şairler yazdıkları ve akıcı
hitabeti kendisiyle süsledikleri aynı dilin harflerinden oluşan ve böyle olduğu
halde bir benzerini ortaya koyamadıkları Kur'an'm icazına dikkat çekmek
maksadına yöneliktir. Çünkü Kur'an Allah Tealâ'nm kelâmıdır.
Kur'an, insanlar arasında okunan, Allah indinden indirilmiş bir
Ki-tap'tır, insan eseri değildir. Onu indiren Allah, Azîz'dir, yani galiptir,
kuvvet ve kudret sahibidir, kahredicidir; Alîm'dir, yani sırrı ve gizli olanı
bilen ve mahlukâtını, onların söylediklerini ve yaptıklarını tam bir ilimle,
hakkıyla bilendir.
Daha sonra Allah Tealâ, kendi zâtını, müjde, tehdit, teşvik ve sakındırma
ihtiva eden altı özellikle vasfetmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, azabı çetin olan, lütuf
sahibi. O'ndan başka ilâh yoktur, dönüş O'nadır." Yani Kur'an'ın
indiricisi olan Allah, dostlarının daha önce işlemiş oldukları -küçük olsun,
büyük olsun, her türlü- günahı, tevbeden sonra, ya da dilerse tevbeden önce de
bağışlayandır; onların halis tevbesini kabul edendir; düşmanlarına azabı şiddetli
olandır; lütuf, nimet, bolluk ve zenginlik sahibidir, sırf kendi lütfundan olmak
üzere kullarına nimet ihsan eder; O, ortağı, şeriki, eşi ve çocuğu olmayan,
tek ilâhtır; ahiret günü dönüş ve varış da başkasına değil, sadece O'na
olacaktır.
Daha sonra Allah Tealâ, Kur'an'm nurunu söndürmek maksadıyla Kur'an'la
mücadele edenlerin durumunu anlatmakta ve şöyle buyurmaktadır:
"inkâr edenlerden başkası Allah'ın ayetleri hakkında mücadele
etmez. Onların şehirlerde dolaşması seni aldatmasın." Yani Allah'ın
ayetlerini saf dışı bırakmak ve yalanlamak için ancak küfredenler mücadele ve
muhalefet ederler. Zira onlar, hakkı ortadan kaldırmak için batıl delillerle
mücadele ederler. Nitekim onların Kur'an hakkında, "Bu, bir şiirdir,
sihirdir veya eskilerin kısallarıdır." şeklindeki sözleri bu batıl
davalarına örnektir. Öyleyse ey Peygamber ve tüm müminler! Onların içinde
bulundukları, şehirlerde ticaret yapmak, kâr yapmak ve mal-servet toplamak
gibi dünya refahına herhangi bir şekilde aldanmayın! Zira onlar yakın bir
zamanda cezalandırılacaklardır. Onların sonu helak ve yok olmaktır. Bu, Hz.
Pey-gamber'i teselli için gelmiş bir ifadedir. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır:
"İnkâr edenlerin, öyle şehirlerde gezip dolaşması seni aldatmasın. Bu, az
bir faydadır. Sonra gidecekleri yer cehennemdir. Ne kötü meskendir
orası!" (Al-i İmrân, 3/196-197), "Onları biraz geçindirir, sonra kaba
bir azaba süreriz." (Lokman, 31/24).
Bu ayetteki "mücadele" hakkında şunlar söylenebilir: Mücadele
iki türlüdür: Hakkı ortaya koyup kabul ettirmek ve ispat için yapılan mücadele,
batılı ortaya koyup kabul ettirmek ve ispat için yapılan mücadele. İşlerin
kapalı yönlerini açıklamaya ve hakikatleri anlamaya yönelik hak mücadele caiz
ve meşrudur. Peygamberler bu mücadele türünü hak dini tebliğde bir yöntem
olarak kulanmışlardır. Nitekim Yüce Allah, Nuh kavminin Hz. Nuh'a şöyle
dediklerini bildirmektedir: "Dediler ki: "Ey Nuh! Bizimle mücadele
ettin. Hem bizimle mücadelede çok ileri gittin." (Hûd, 11/32). Yüce Allah,
peygamberi Hz. Muhammed (s.a.)'e hitaben de şöyle buyurmaktadır: "Ve
onlarla en güzel şekilde mücadele et." (Nahl, 16/125).
Burada zikredilen örnekte olduğu gibi batıl için yapılan mücadeleye
gelince, bu mücadele kötülenmiştir. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır:
"Bunu sadece tartışma için sana misal verdiler. Doğrusu onlar kavgacı bir
toplumdur." (Zuhruf, 43/58). Bu tür mücadele, Hz. Peygamberin,
"Kur'an konusunda tartışmayın. Zira Kur'an konusunda tartışmak küfürdür."
"Kur'an konusunda mücadele etmek küfürdür." gibi hadislerinde işaret
edilen mücadeledir.
Ebu'l-Aliye şöyle demiştir: "Kuranda iki ayet vardır ki, Kur'an
konusunda mücadele edenler hakkında onlardan daha şiddetlisi yoktur. Bunlar,
"İnkâr edenlerden başkası Allah'ın ayetleri hakkında mücadele etmez."
ve "Kitapta anlaşmazlığa düşenler, elbette derin bir ayrılık
içindedirler." (Bakara, 2/176) ayetleridir."
Daha sonra Yüce Allah, peygamberlerin gönderildikleri kavimlerin,
onları yalanlama konusunda birbirlerine benzediklerini haber vermekte ve şöyle
buyurmaktadır:
"Onlardan önce Nuh kavmi ve onlardan sonra gelen kavimler de yalanladı."
Yani Kureyş kavminden önce Nuh kavmi de yalanlamıştı. (Hz. Nuh, Allah
Tealâ'nın, insanları putlara tapmaktan nehyetmesi için gönderdiği ilk
Rasul'dür.) Nuh kavminden sonra peygamberlere karşı bir hizip teşkil eden
gruplar da yalanlamışlardı. Âd, Semud, Ashab-ı Lût ve Fira-vun'un kavmi de
bunlardandır. Bütün bunlar, sonunda azabın en şiddetlisine çarptırılmışlardır.
"Her millet, peygamberlerini yalanlamaya yeltendi, hakkı yok
edebilmek için boş şeyler ileri sürerek tartıştılar." Yani kendisine
gönderilmiş olan elçiyi yalanlayan her millet, o elçiyi hapsetmek, ona işkence
etmek, diledikleri zararı vermek veya öldürmek için onu yakalamaya azmetti.
Sonunda onlardan kimi elçisini öldürdü, kimi de kendisine gelen elçi ile,
şüphe ve boş sözler ileri sürerek tartıştı. Maksatları, açık ve belli olan
hakkı red ve imanı iptal etmek idi. Taberâni, İbni Abbas (r.a.)'tan, o da Hz.
Peygam-ber'den şöyle rivayet etmiştir: "Kendisiyle hakkı ortadan kaldırmak
için kim batıla yardım ederse, hem Allah'ın zimmeti, hem de Rasulünün zimmeti
o kimseden beridir." Yahya b. Selâm şöyle demiştir: "Onlar, şirki
ileri sürerek, onunla imanı iptal etmek için peygamberlerle mücadele
ettiler."
"Neticede ben de onları tutup yakaladım. İşte, benim azabım nice
imiş!" Yani batıl için mücadele eden o kavimleri azap ile yakaladım ve helak
ettim. Bu ayette geçen "ahz" kelimesi, "Sonra onları helak
ettim. İnkâr nasıl oldu?" (Hacc, 22/44) ayetinde "helak etmek"
anlamındadır. Yani kendilerine verdiğim azabın nasıl olduğuna bak. Zira o
azap, onları helak eden ve köklerini kazıyan bir azaptır. Ey Muhammedi O halde
senin kavmin de bundan ibret alsın. Zira onlar, helak edilen o kavimlerin
şehirlerine ve meskenlerine gidip geliyorlar ve onların yaşadığı azabın
izlerini gözleriyle görüyorlar. Bu ifade, hayrete sevketme anlamı taşıyan bir
takrir bildirmektedir. Bu anlamı şu ayet de tekit etmektedir:
"Böylece Rabbinin, kâfirler hakkındaki, "Onlar ateş
halkıdır." sözü, yerini bulmuş oldu." Yani her kâfirin azabı
böyledir. Yukarıdaki ayet de göz önünde bulundurulursa, toplu mana şöyle
olmaktadır: Kendilerine gelen elçileri yalanlayan milletlere azap nasıl gerekli
olduysa, ey Muhammed, seni yalanlayan, seninle batıl şeyler ileri sürerek
mücadele eden ve grup grup senin aleyhinde birleşen kâfirlere de öylece gerekli
olmuştur. Azabın sebep ve illeti tektir ve bu azap, onların ateşi
haketmeleridir. Buradaki "azap sözü"nden maksat, onların ateşe
müstahak olduklarıdır.
[7]
Bu ayetler aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:
1- Kur'an'm indirilişi, ilim
ve izzet sahibi olan Allah'tandır. Dolayısıyla Kuran, herhangi bir kimseden
nakledilmiş veya yalan olarak uydurula-bilecek bir söz değildir.
2- Allah Teela kendini, teşvik
ve sakındırma ihtiva eden altı özellikle tavsif buyurmaktadır. Bu sıfatlar,
isyankârlara ve kâfirlere, Allah'ın emri
ve yolu üzere istikamete ve doğru yola, bir diğer ifadeyle iman dairesine bir an evvel girmekte acele etmeleri için bir umut kapısı açmaktadır. Aşağıda gelecek olan iki kıssa da, insanlığın ıslahına yönelik bu Kur'anî üslûba işaret etmektedir.
İbni Ebî Hatim ve İbni Cerîr, Ebu İshak Sebî'î'den şöyle rivayet etmişlerdir:
"Bir adam Ömer b. Hattâb (r.a.)'a gelerek şöyle dedi: "Ey müminlerin
emiri! Ben adam öldürdüm. Benim için bir tevbe yolu var mı? Bunun üzerine Hz.
Ömer, "Günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden..." ayetini okudu ve
şöyle dedi: "Çalış, ümidini kesme!"
İbni Ebî Hatim ve hafız Ebu Nu'aym, Yezid b. Esamm'dan şöyle rivayet
etmişlerdir: "Şamlılardan olan şirret bir adam vardı. Ömer b. Hattâb'a
gelip giderdi. Birgün Ömer onu göremedi ve "Falan oğlu falan ne yaptı, nerede
kaldı?" diye sordu. Dediler ki: "Ey müminlerin emiri! Kendisini
içkiye verdi." Bunun üzerine Ömer, yazıcısını çağırdı ve şöyle dedi:
"Yaz! Ömer b. Hattâb'dan, falan oğlu falana! Selâm senin üzerine olsun. Ben senin adına, kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah'a hamde-derim. "Günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, azabı çetin olan, lütuf sahibi. O'ndan başka ilâh yoktur. Dönüş O'nadir." Sonra da arkadaşlarına şöyle dedi: "Kardeşiniz için Allah'a dua edin de kalbi ile O'na yönelsin; Allah da onun tevbesini kabul buyursun."
"Adam Ömer (r.a.)'in mektubunu alınca, onu okumaya ve tekrarlamaya
başladı. Şöyle diyordu: "Günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, azabı çetin
olan." Allah Tealâ beni, azabıyla sakındırdı ve beni bağışlayacağını va-ad
etti. Bu cümleyi kendi kendine tekrarlamaya devam etti. Sonra da ağladı ve
içinde bulunduğu kötü durumdan güzelce sıyrılıp çıktı."
Ömer (r.a.) onun bu durumunu haber alınca şöyle dedi: "Ayağı kayan
bir kardeşinizi gördüğünüz zaman işte böyle yapın. Onu doğrultup, ona güven
verin ve tevbe etmesi için Allah'a dua edin. Ona karşı şeytanın yardımcıları olmayın."
3- Allah Tealâ, küçük
günahları tevbe ile ya da tevbe olmaksızın bağışlayabilir. Öldürme, hırsızlık
ve zina gibi büyük günahları ise tevbeden sonra bağışlayabilir. "Günahı
bağışlayan..." ayetindeki mutlak ifade, dilediği ve murad ettiği zaman Allah
Tealâ'nm, büyük günahları da kul tevbe etmeden önce bağışlayabileceğine delâlet
etmektedir.
Ancak günahtan dolayı yapılan tevbeyi kabul etmek, Allah'ın lütfuna ve
ihsanına kalmış bir şeydir. Bu durumda kulu bağışlamak Allah'a vacip değildir.
Çünkü Allah Tealâ, kendisinin tevbeyi kabul edici olduğunu, kendisini metdü
sena bağlamında zikretmektedir. Dolayısıyla eğer tevbeleri kabul etmek Allah
Tealâ için vacip olsaydı, burada bu sıfatların medhü sena bağlamında
zikredilmesi fazla anlamlı olmazdı. Mutezile ise şöyle demiştir:
"Tevbeleri kabul etmek, başkasının Allah'a değil, ancak Allah'ın kendisi üzerine gerekli kıldığı bir
vaciptir."
4- Bu ayette Allah Tealâ'nın,
rahmet ve lütfunun, gazap ve adline baskın olduğuna ima ve işaret vardır.
Çünkü Allah Tealâ, kendisini "azabı çetin olan" şeklinde tavsif
buyurmayı dilediği zaman, bundan önce iki hususu zikretmiştir ki bunların her
biri, cezanın ortadan kalkmasını gerektirir. Bunlar, "Günahı
bağışlayan" ve "Tevbeyi kabul eden" olduğunu bildiren ifadelerdir.
Bu iki vasıftan sonra da, büyük rahmetine delâlet eden "Lütuf sahibi"
kavl-i ilâhisini zikretmiştir.
5- Kur'anî beyan ve ilâhi
deliller açıkça ortadayken hakkı ortadan kaldırmak ve imanı iptal etmek için,
şüphelere ve boş şeylere dayanan delillerle mücadele etmek küfür, dalâlettir,
Allah'ın ayet, hüccet ve burhanlarını bilerek inkârdır.
Hakkı ortaya çıkarmak, şüpheleri kaldırmak ve insanları hakka döndürmek
için yapılan mücadeleye gelince, bu, Allah'a yaklaşan kimseleri Allah'a
yaklaştıran en büyük vesiledir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ehl-i Kitap
ile, ancak en güzel tarzda mücadele edin." (Ankebut, 29/46).
6- Hiç kimse, kâfirlere va
isyankârlara bir miktar mühlet verilmesine, şehirlere ticaret ve maişet için
gidip gelecek şekilde sağlık ve bolluk içinde bırakılmalarına aldanmamalıdır.
Zira Allah Tealâ mühlet verir, ancak ihmal etmez. Her ne kadar şimdilik onlara
mühlet veriyorsa da, yakın bir gelecekte onlardan intikam alacaktır. Nitekim
geçmiş kavimlerden bunların durumunda olanlara da böyle yapmıştır.
7- Kur'an'da tekrar tekrar verilen bir misal şudur: Allah Tealâ, elçilerini yalanlayan ve peygamberlerle, imanı iptal etmek için şirke dayanan gerekçelerle mücadele eden kavimleri helak etmiştir. İnsanlar, onların şehirlerinde ve meskenlerinde meydana gelen bu helakin izlerini müşahede etmektedir. Bu sebeple Yüce Allah, "İşte, benim azabım nice imiş!" buyurmaktadır. Yani, benim onlara verdiğim azap nasıl olmuş, o azabın varlığı hak değil midir?
8- Nasıl ki, geçmiş
ümmetlerden, üzerlerine azap vacip (hak) olanlar bulunmaktadır, işte tıpkı
onlar gibi her zaman ve mekânda kâfir olanlar için de -ister Kureyş'ten,
isterse başka kavim ve milletlerden olsun- azap gerekli (hak) olur. Zira onlar
da kendilerine azap gelmesini tıpkı geçmiştekiler gibi hak etmişlerdir.
[8]
7- Arş'ı taşıyanlar ve onun çevresin- de bulunanlar, Rabblerini
överek teşbih ederler, O'na inanırlar
ve müminler için şöyle diyerek mağfi-
reRabbimiz! Rahmet ve mn ner §eyi
kuşatmıştır. Tevbe edip senin yoluna uyanları bağışla,onları cehennem azabından
koru.
8- Rabbimiz! Onları babalarından,
eşlerinden ve çocuklarından iyi
olan kimseleri, onlara söz verdiğin
Adn cennetlerine sok. Şüphesiz Aziz ve Hakim olan sensin sen!
9- "Onları kötülüklerden koru. O
gün sen kimi kötülüklerden korursan ona rahmet etmişsindir. İşte o büyük
kurtuluş budur."
"Arş'ı taşıyanlar." Bunlar, "kerûbiyyûn" denen
melekler olup meleklerin en önce var edilenleri ve en yüksek tabakasında
bulunanlarıdırlar. Bazılarına göre onların Arş'ı taşımalarından maksat,
onların Arş'ı koruma ve idare etmelerinin mecazî anlatımıdır. "Arş."
bütün kâinatın idare merkezidir. Arş, gerçektir. Fakat mahiyetini ve nasıl
olduğunu en iyi Allah bilir. "Rabb 'lerini överek teşbih ederler."
Yüce Allah'ı teşbih ve O'nu her türlü noksanlıklardan -O'na hamd ve şükrederek-
tenzih ederler ve "Sübhânallhahi ve bi hamdi-hî" derler. "O'na
inanırlar." Allah Tealâ'ya inanırlar. Yani basiretleriyle Allah'ın
birliğini tasdik ederler. "Ve müminler için, şöyle diyerek mağfiret dilerler."
Onlar, müminlerin bağışlanması için şefaatçi (aracı) olurlar ve müminlere,
bağışlanmalarını gerektiren şeyleri yapmalarını ilham eder, onları tevbeye
sevkederler. Bu ayette, imanda ortaklığın (iman birliğinin) nasihati ve
şefkati gerektirdiğine tenbih vardır. "Rabbimiz! Rahmet ve ilmin her şeyi
kuşatmıştır." Yani o melekler şöyle derler: "Rabbimiz..." Bu
ifade, "mağfiret ederler" ifadesinin beyanıdır. Şu halde toplu anlam
şöyle olmaktadır: "Rabbimiz! Senin rahmetin şüphesiz her şeyi içine
almıştır, ilmin de her şeyi içine almıştır." "Tevbe edip"
Şirkten tevbe edip "senin yoluna uyanlan" İslâm dinine girenleri
"Bağışla." buradaki "mağfiret", günahların örtülmesi
anlamına gelir. "Onları cehennem azabından" cehennemdeki ateşin
azabından "Koru." Onları muhafaza et ve azabı onlardan sav.
"Azız" kuvvet ve galebe sahibi, kahredici "ve
Hakim" yaptığı işlerde hikmet sahibi "olan sensin sen." Ancak bu
sıfatlara sen sahipsin. "Onları kötülüklerden koru." Onları
kötülüklerin azabından, yani günahların cezasından koru.
[9]
Alah Tealâ, kâfirlerin müminlere karşı düşmanlık göstermedeki aşırılıklarını
beyan ettikten sonra, burada da mahlukâtm en şereflilerinin de -ki onlar Arş'ı taşıyan
ve Arş'ın etrafında bulunan meleklerdir- müminlere karşı sevgi göstermede ve
onlara yardım etmede son derece ileri bir tutum sergilediklerini beyan
buyurmaktadır. Şu halde ey Peygamber! Kâfirlere aldırma! Onlara iltifat etme,
onlara kıymet verme. Zira Arş'ı yüklenenler ve Arş'ın çevresinde bulunanlar
sana yardım edeceklerdir.
[10]
"Arş'ı taşıyanlar ve onun çevresinde bulunanlar, Rabblerini överek
teşbih ederler. O'na inanırlar ve müminler için şöyle diyerek mağfiret
dilerler." Arş'ı taşıyan melekler ve Arş'ın etrafında bulunan melekler -ki
onlara Ke-rûbiyyûn denir ve onlar meleklerin en üstünüdür- Allah Tealâ'nm her
türlü noksanlıktan uzak olduğuna delâlet eden teşbih (tenzih) cümlelerini, övgü
ve yüceltme sıfatlarının ispatını (kabul ve ikrarını) gerektiren tahmid ile
birlikte söylerler. Allah Tealâ'nın varlığını ve birliğini tasdik ederler, O'na
kulluk etmekten büyüklenmezler. Onlar O'na huşu içinde boyun eğerler, O'nun
önünde zelildirler ve yeryüzünde, iman edenlerin -ve gaybe inananların-
bağışlanmasını isterler.
Bu, meleklerin -hepsine selâm olsun- seciye ve özelliklerinden olunca,
onlar, müminin diğer mümin kardeşinin gıyabında yaptığı duaya amin derler.
Nitekim Sahih-i Müslim'de şöyle rivayet edilmiştir: "Bir müslüman, kardeşi
için onun gıyabında dua ettiği zaman Melek(ler), "Amin, bir misli de senin
için olsun." der."
Biz, meleklerin Arş'ı taşıdığına inanırız. Ancak bunun nasıl olduğu ve
bu meleklerin sayısının kaç olduğu gibi hususları Allah'a havale ederiz. Bazı
müfessirler buradaki "taşıma"nın, Arş'ı idare ve muhafaza etme olduğunu
söylemişlerdir. Arş, mahlukâtm en azametlisidir ve biz ona, nasslarda varit
olduğu şekliyle ve nasıl olduğu konusunda yoruma gitmeden inanırız.
İbni Kesîr, bugün Arş'ı taşıyan meleklerin sayısının dört olduğunu
söylemiştir. Kıyamet günü geldiğinde ise bunların sayısı sekiz olacaktır.
Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "O gün Rabbinin Arş'ını
üstlerinden sekiz melek taşır." (Hakka, 69/17).[11]
Burada meleklerin, Allah'ı teşbih ve O'na hamd ettikleri daha önce
zikredilmiş olmasına rağmen, ardından Allah'a iman ettiklerinin de belirtilmesinin
anlamı şudur: Burada imanın şerefi, üstünlüğü ortaya konmakta ve insanlar da
imana teşvik edilmektedir. Nitekim Kur'an'da, pek çok yerde peygamberler de Allah'a
inanmakla tavsif buyurulmuşlardır. Nitekim şu ayette Allah'a iman, hayır
işlemekten sonra zikredilmiştir: "Sonra iman edenlerden olmak..."
(Beled, 90/17). Dolayısıyla burada imanın üstünlüğü beyan edilmiş olmaktadır.
Bunun bir diğer anlam ve faydası da şudur: Meleklerin imanının da diğer
yaratıkların imanı gibi, bizzat müşahede ve görme ile değil, ancak akıl yürütme
ve istidlal sonucu olduğuna dikkat çekmek.[12]
Meleklerin, müminler için mağfiret talebinde bulundukları zaman
kullandıkları ifade şudur:
"Rabbimiz! Rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. Tevbe edip senin
yoluna uyanları bağışla, onları cehennem azabından koru." Yani senin rahmetin
ve ilmin her şeyi içine almıştır. Dolayısıyla günahlardan tevbe edenlerin ve
Allah yoluna -ki o, İslâm dinidir- uyanların günahlarını ört ve onları
cehennemin azabından koru.
Halef b. Hişâm Bezzâr Kâri şöyle demiştir: "Selîm b. İsa'dan
kıraat dersi alıyordum. "Müminler için şöyle diyerek mağfiret
dilerler." ayetine geldiğim zaman ağladı, sonra da şöyle dedi: "Ey
Halef! Mümin Allah için ne kadar kıymetlidir! Kendisi yatağında uyurken
melekler onun için mağfiret diliyor!"
"Rabbimiz! Onları babalarından, eşlerinden ve çocuklarından iyi
olan kimseleri, onlara söz verdiğin Adn çenetlerine sok. Şüphesiz Azız ve Hakim
olan sensin sen!" Rabbimiz! Onları, elçilerinin diliyle kendilerine vaad
ettiğin, sonsuz ikamet yeri olan cennetlere koy. Onlarla birlikte
babalarından, eşlerinden ve soylarından, mümin, muvahhid olan ve salih amel
işleyen sa-lih kimseleri de oraya koy. Onlara olan nimetlerini tamamlamak ve
sevinçlerini tam kılmak bakımından onlarla bu(sayıla)nları bir araya getir.
Zira kişinin, ehliyle bir araya gelmesi, mutluluk için önemli bir durumdur. Muhakkak
ki sen, mağlup edilmeyen galip ve kuvvet sahibi, takdirine ve şeri-atine
ilişkin fiil ve kavillerinde hikmet sahibi olansın.
Bu ayetin bir benzeri de şu ayettir: "Kendileri inanmış,
zürriyetleri de imanda kendilerine uymuş olan kimselerin zürriyetlerini de
kendilerine katmışızdır; kendi amellerinin sevabından da hiçbir şey
eksiltmemişizdir.
Herkes, kendi kazandığına bağlıdır." (Tûr, 52/21).
Mutarrıf b. Abdullah b. Şıhhîr, "Allah'ın kulları içinde müminlere
en çok nasihatçi olanlar, meleklerdir." demiş, sonra da "Rabbimiz!
Onları... söz verdiğin Adn cennetlerine sok." ayetini okumuş, sözlerine
devamla şöyle demiştir: "Allah Tealâ'nın, müminleri en çok aldatan
kulları ise şeytanlardır."
Sa'îd b. Cübeyr de şöyle demiştir: "Mümin cennete girdiği zaman,
babasının, oğlunun ve kardeşinin nerede olduğunu soracak. Kendisine "O,
amel işlemekte senin gibi hareket etmedi." denecek. Bunun üzerine o,
"Ben hem kendim, hem de onlar için amel etmiştim." diyecek ve böylece
onlar da derece bakımından onunla aynı seviyeye getirilecek." Bunları
söyledikten sonra Sa'îd b. Cübeyr şu ayeti okumuştur: "Rabbimiz! Onları
babalarından, eşlerinden ve çocuklarından iyi olan kimseleri, onlara söz
verdiğin Adn çenetlerine sok. Şüphesiz Aziz ve Hakim olan sensin sen!"
Meleklerin bu duası iki yönlüdür; müminlerin hem cennete sokulmasını,
hem de kendilerinden cezanın kaldırılmasını ihtiva etmektedir. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: ,
"Onları kötülüklerden koru. O gün sen kimi kötülüklerden korursan,
ona rahmet etmişsindir. İşte büyük kurtuluş budur." Yani onları, işlemiş
oldukları kötülüklerin ceza veya azabından, kendilerini bağışlamak suretiyle
koru ve azabın, onlara dokunacak kötülüğünden onları uzak tut. Sen kimi kıyamet
gününün kötülüklerinden korur ve cennetine sokarsan, işte kendisinden daha
üstün bir kurtuluş bulunmayan en büyük kurtuluş budur.
Tevbe eden ve kendilerine bağışlanmanın, dönülmez bir şekilde vaad
edildiği salih müminler için meleklerin istiğfar etmesinin faydası, bu istiğfarın,
müminler için kerem ve sevabın ziyadeleşmesinin neticesidir.
[13]
Bu ayetlerden, aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:
1- Allah Tealâ, Arş'ı taşıyan
melekler hakkında üç hususu haber vermektedir. Teşbihle birlikte yapılan
tahmid, ortağı olmayan tek Allah'a kâmil iman ve kendilerine olan şefkatleri
sebebiyle müminler için istiğfar etmek. Burada istiğfardan önce teşbih ve
tahmidin zikredilmiş olmasının sebebi hakkında şöyle denebilir: Çünkü Allah'ın
emri için ta'zim göstermek, Allah'ın yarattıklarına şefkatten önce gelir.
Teşbih, Allah Tealâ'yı, şanına lâyık olmayan şeylerden tenzih etmektir.
Tahmid ise, nimet verenin mutlak anlamda Allah Tealâ olduğunu kabul ve
itiraftır. Teşbih, Yüce Allah'ın celâline, tahmid ise ikramına işarettir.
Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Celâl ve ikram sahibi Rabbinin
adı ne yücedir!"
Arş, mahlukâtm en azametlisi ve büyüğüdür. Bizler onun varlığına iman
eder, ancak nasıl olduğu konusunu Allah'ın ilmine havale ederiz. Bununla
birlikte Allah Tealâ'nın, kendisine belli bir mekânın hasredümesin-den,
cisimlere benzetilmekten, keyfiyetten ve belli sınırlarla tahditten tenzih
edilmesi gerekir.
2- Alimlerden pek çoğu,
"Arş'ı taşıyanlar..." ayetini, meleklerin beşerden üstün olduğu
görüşüne delil olarak getirmişlerdir. Çünkü melekler, Allah Tealâ'ya hamdü
sena ve O'nu takdisten boş kaldıkları zaman başkaları için mağfiret dilemekle
meşgul olmaktadırlar. -Buradaki başkaları, müminlerdir.- Bu da onların,
kendileri için mağfiret dilemeye ihtiyaç duymadıkları anlamına gelir. Aksi
halde, başkalarından önce bizzat kendileri için mağfiret dilemeleri gerekirdi.
Bunun delili de Nesâî'nin Câbir (r.a.)'den rivayet ettiği, "Önce kendi
nefsinden başla." hadisi ile Yüce Allah'ın, Hz. Peygambere yönelik,
"Allah'tan başka ilâh olmadığını bil ve kendi günahın, inanan erkeklerin
ve inanan kadınların günahı için mağfiret dile." (Muhammed, 47/19) kavl-i
ilâhisidir. Zira burada Yüce Allah, Hz. Peygam-ber'e, önce kendisi için, sonra
başkaları için mağfiret dilemesini emir buyurmaktadır.
3- Yine bu ayet, meleklerin,
günahkârlar için şefaat edeceğine delâlet eder. Çünkü istiğfar, mağfiret talebi
demektir ve cezanın sakıt edilmesinden başka bir yerde zikredilmez. Ceza
sözkonusu olmaksızın, faydanın artırılması talebine gelince, bu, müminler için
sevabın artması anlamına gelir ki, buna istiğfar (mağfiret talebi) denmez.
4- Bazı alimler şöyle
demiştir: Meleklerden, beşer hakkında sadır olan bu şefaat, daha önce işlenmiş
küçük hataların mazur görülmesi talebi anlamını taşır.
5- Ekseri durumlarda dua,
"Rabbena" (Ey Rabbimiz!)" ifadesiyle başlar. Nitekim de
melekler dualarına böyle başlamışlardır: "Rabbimiz! Rahmet ve
ilmin...", "Rabbimiz! Onları..." En makbul dualardan biri de
kulun, Rabbine "Yâ Rabbi!" diyerek yaptığı duadır.
6- Duada sünnet olan, Allah
Tealâ'ya hamdü sena ile başlamak, bunun ardından dua etmektir. Bunun delili de
bu ayettir. Zira melekler, müminler için dua ve istiğfar etmeye niyet ettikleri
zaman, söze övgü ifadesi ile başlamışlar ve önce "Rabbimiz! Rahmet ve
ilmin her şeyi kuşatmıştır." demişlerdir. Aynı şekilde Hz. İbrahim (a.s.)
de evvela hidayet edici, rı-zık verici, şifa verici, hayat bahşedici ve çok
bağışlayıcı olan olan Allah'ı övgü ile
duaya başlamış, sonra da şöyle demiştir: "Rabbim! Bana hüküm ihsan et ve
beni salihlere kat." (Şu'arâ, 26/78-83). Akıl ve edep de duanın bu tertip
üzere yapılması gerektiğini gösterir.
7- Melekler, "Rabbimiz!
Rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır" şeklindeki sözlerinde Allah
Tealâ'yı üç sıfatla tavsif etmişlerdir: Rabblik, rahmet ve ilim. Rabblik
(Rububiyyet), icada ve örneksiz yaratmaya işarettir. Rah-met, hayır, rahmet ve
ihsan yönünün, zarar ve sıkıntı verme yönüne göre daha önde olduğuna ve Allah
Tealâ'nın, mahlukâtı, zarar vermek ve şer için değil, rahmet ve hayır için
yarattığına işarettir.
8- "Rabbimiz! Rahmet ve
ilmin her şeyi kuşatmıştır." sözü, Allah Tealâ'nın, cüz'î olsun küllî
olsun bütün malûmatı bildiğinin delilidir.
9- Meleklerin duası, müminler
için hayrın tümünü ve daha pek çok şeyi kapsamaktadır: Bunlar şöyle ifade
edilebilir:
a) Şirk ve isyanlardan tevbe
ile İslâm dinine tabi olanlar için mağfiret talebi.
b) Cehennem azabının
kendilerine ulaşmaması için koruma talebi.
c)
Adn cennetlerine sokulmaları talebi. Ömer b.
Hattâb, Ka'b el-Ah-bâr'a şöyle demiştir: "Adn cennetleri nedir?" Ka'b
şöyle cevap vermiştir: "Cennette bulunan altından köşklerdir ki onlara
peygamberler, sıddıklar, şehitler ve adil devlet başkanları girecektir."
Aynı şekilde onlarla birlikte baba, eş ve soylarının da bu cennetlere
sokulması talebi.
d) müminlerin, kötülüklerin
cezasından korunması talebi. Yani bu dünyada bozuk inanç ve bozuk amellerden
korunmaları. Kötülüklerin azabından korunmaları, cennete sokulmaları
suretiyle Alah'm kendilerine olan
rahmetinin delilidir. İşte büyük kurtuluş budur.
Kısacası, en mükemmel dua, cennet mükâfatının ve cehennem azabından
kurtulmanın istendiği duadır.
[14]
10- İnkâr edenlere de nida
edilir: "Allah'ın buğzu, sizin kendinize olan buğzunuzdan elbette daha büyüktür.
Zira siz, imana çağrılırdınız da inkâr ederdiniz."
11- Dediler ki: "Rabbimiz!
Bizi iki kez öldürdün ve iki kez dirilttin. İşte günahlarımızı itiraf ettik.
Şimdi çıkmak için bir yol var mı?"
12- Bunun sebebi şudur: Tek Allah'a dua edildiği zaman inkâr ederdiniz.
O'na ortak koşulunca inanırdınız. Artık hüküm, yüce ve büyük Allah'ındır.
13- O size ayetlerini gösteren
ve sizin için gökten rızık indirendir. Ancak, O'na yönelen kimseden başkası
ibret almaz.
14- Kâfirlerin hoşuna gitmese de
siz, dini yalnız Allah'a halis kılarak O'na dua edin.
15- Sıfatları yüce, Arş'ın sahibi, o kavuşma günü ile korkutmak için
kendi emrinden olan ruhu, kullarından dilediğine indirir.
16- O gün onlar ortaya çıkarlar. Onlardan hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz.
"Bugün mülk kimindir? Tek ve Kahhâr olan Allah'ın!"
17- Bugün herkes ne kazandıysa onunla karşılanacak. Bugün haksızlık
yoktur. Şüphesiz ki Allah, hesabı çarçabuk görendir.
"Öldürdün" ve "Dirilttin" kelimeleri arasında tezat
vardır.
"Şimdi çıkmak için bir yol var mı?" Bu, temenni maksadıyla
sorulmuş bir sorudur. Oysa kendileri de oradan çıkamayacaklarını
bilmektedirler.
"Tek Allah'a dua edildiği zaman inkâr ederdiniz. O'na ortak
koşulunca inanırdınız." Bu iki cümle arasında mukabele vardır, burada
tevhid ile şirk ve iman ile küfür birbirinin mukabili olarak zikredilmiştir.
"Sizin için gökten rızık indiriyor." Bu ifadede mecaz-ı
mürsel vardır. Zira sonuç olan "rızık" zikredilmiş, ancak kendisiyle,
rızkın sebebi olan yağmur murad edilmiştir.
"Kendi emrinden olan ruhu, kullarından dilediğine indirir."
Buradaki "ruh" kelimesi, vahiyden kinaye olarak zikredilmiştir. Çünkü
vahiy ceset için ruh gibidir.
[15]
"İnkâr edenlere de nida edilir." Kıyamet günü melekler
tarafından kendilerine nida edilir ve şöyle denir: "Allah'ın buğzu"
ki Allah'ın size olan buğzu, en şiddetli buğzdur. "sizfrı kendinize olan
buğzunuzdan elbette daha büyüktür." Bu, onların kötülüklerine işarettir.
"Zira siz, imana çağırıldınız da inkâr ederdiniz." Yani Allah'ın size
olan buğzu, dünyada imana çağırılıp da küfrettiğiniz zaman sizin için vaki
oldu. "Bizi iki kez öldürdün." Yani ilki doğmadan önceki cansızlık
hali diğeri ecel geldiğinde tadılan ölüm. Zira "imâte (öldürme), bir şeyi
hayatsız kılmaktır. Bu, ya en başta olur, ya da canlıyken ölü haline getirmekle
olur. "Ve iki kez dirilttin." Yaratılışımız, yani bu dünyaya geliş
ve ahiretteki ba's. (öldükten sonra dirilme) "İşte günahlarımızı itiraf
ettik." Şirk ve öldükten sonra dirilmeye karşı kâfir ve inkarcı
olduğumuzu itiraf ettik. "Şimdi çıkmak için bir yol var mı?" Ateşten
herhangi bir çıkış var mı ki, Rabbimize itaat edelim. Böyle bir yol var mı ki,
o yola girelim? Bu sorunun cevabı, "Hayır!"dır.
"Bunun" içinde bulunduğunuz azabın "Sebebi şudur: Tek
Allah'a dua edildiği zaman" başkasıyla birlikte olmaksızın sadece Allah'a
dua edildiği zaman "inkâr ederdiniz." Tevhide karşı kâfir olurdunuz.
"O'na ortak koşulunca" kullukta O'na herhangi bir varlık ortak
yapılınca "inanırdınız." Şirki tasdik ederdiniz. "Artık hüküm,
yüce" mahlukâtmdan birisinin kendisine ortak yapılmasından yüce "ve
büyük", kullukta kendisine ortak yapılan mahluklardan daha azametli ve
büyük "Allah'ındır." Artık sizin ebedi azaba duçar edilmeniz
konusundaki hüküm, Allah'ın elindedir.
"Size ayetlerini gösteren" kudretinin ve birliğinin
delillerini gösteren "ve sizin için gökten rızık indiren O'dur." Yani
rızık sebepleri indiriyor, ki o, yağmurdur. "O'na yönelenden
başkası." Şirkten yüz çevirerek O'na rücu edenden başkası "ibret
almaz." Fıtratta ve akıllarda yerleşik bulunan ayetlerden öğüt almaz.
"Kâfirlerin hoşuna gitmese de" sizin Allah'a karşı
samimiyetiniz onlara ağır gelse de "siz, dini yalnız Allah'a halis
kılarak." Şirk'ten uzak bir şekilde "O'na dua edin." O'na
ibadet edin. "Sıfatları yüce." Yani, sıfatları azametli olan ve
mahlukâta benzemekten münezzeh bulunan Allah, "Arş'ın sahibi" Arş'ın
yaratıcısı ve maliki "o kavuşma günü ile" mahlukâtın, karşılaşmak ve
hesap vermek için Allah'ın huzurunda toplanacağı gün. Zira o gün gök ehli ile
yer ehli, kulluk eden ve kendisine kulluk edilen, zalim ile mazlum ve ameller
ile onları işleyenler karşılaşacaktır, "korkutmak için" kendisine
vahiy indirilen Peygamber'in, insanları korkutması için "kendi emrinden
olan" kendi kavlinden olan "ruhu" Burada vahiy, ruh olarak
isimlendirilmiştir Çünkü vahiy, ceset için ruh gibidir, "kullarından
dilediğine indirir."
"O gün onlar ortaya çıkarlar." Açığa çıkarlar, kendilerini
herhangi bir şey örtüp gizlemez, yahut da kabirlerinden çıkarlar. "Bugün
mülk kimindir?" Tek ve Kahhâr olan Allah'ın." Bu cümleler, bir
sorunun ve o soruya verilen cevabı anlatmaktadır. Bu soruyu Allah Tealâ
sormakta ve cevabını da kendisi vermektedir. Zira mahlukâtı üzerinde mutlak
galibiyet ve kuvvet sahibi O'dur. "Bugün haksızlık yoktur." Sevabı
azaltmak ve cezayı çoğaltmak gibi bir haksızlık yapılmaz. "Şüphesiz ki
Allah, hesabı çarçabuk görendir." O'nu bir iş, başka bir işi yapmaktan
meşgul edemez. Dolayısıyla mahlukâtı seri olarak hesaba çeker. Bir hadiste de
bildirildiği gibi, bütün mahlukâtı, dünya günlerinin yarısına tekabül eden bir
zaman dilimi içinde hesaba çeker.
[16]
Allah'ın ayetleri hakkında mücadele eden kâfirlerin durumu açıklandıktan
sonra Allah Tealâ, kâfirlerin, kendilerine indirdiği azabı hak ettiklerini ve
günahlarını itiraf edeceklerini ve kaçırdıkları şeyleri telâfi etmek için
dünyaya geri dönmek isteyeceklerini beyan buyurmaktadır.
Müşriklere yönelik şiddetli tehdit gerektiren şeyleri zikrettikten
sonra Yüce Allah, kemâl-i kudret ve hikmetine delâlet eden, ayetler ve deliller
ortaya koymak, gökten rızık indirmek ve kulları hesap gününün azabı ile korkutması
için dilediği kuluna vahiy indirmek gibi hususları zikretmektedir.
[17]
Allah Tealâ, cehennemde azap çekmekte olan kâfirlerin kıyamet günü
yakarışlarını haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır:
"İnkâr edenlere de nida edilir: 'Allah'ın buğzu, sizin kendinize
olan buğzunuzdan daha büyüktür. Zira siz, imana çağrılırdınız da, inkâr ederdiniz."
Melekler, kıyamet günü, cehennem ateşinde azap görmekte olan ve dünyada, cehenneme girmelerine sebep olan
kötü ameller işlemiş olmaları sebebiyle kendilerine kızan ve son derece
buğzeden kâfirlere şöyle nida edecek: Ey şu anda kendilerine azap etmekte
olanlar! Peygamberler yoluyla size iman arzedildiği ve sizin de kabule
yanaşmayıp terkettiğiniz ve inkâra saptığınız esnada Allah'ın size olan buğzu,
kıyamet günü cehennem azabını tattığınız zaman kendinize duyduğunuz buğuzdan
daha büyük ve şiddetlidir. Bu ayette hazf (cümlede eksiltme) ve takdim-tehir
vardır. Anlam şöyledir: İmana çağrılıp da terk ettiğiniz zaman Allah'ın size
duyduğu buğz, sizin kendinize duyduğunuz buğzdan daha büyüktür.
Kâfirler buna şöyle cevap verirler:
"Dediler ki: "Rabbimiz! Bizi iki kez öldürdün ve iki kez
dirilttin. İşte günahlarımızı itiraf ettik. Şimdi çıkmak için bir yol var
mı?" Yani azap gören kâfirler şöyle dediler: Rabbimiz! Biri dünyaya
gelmeden önce babalarımızın sulbünde nutfe iken, diğeri de dünyevî
hayatımızdan sonra ölüler yapılmak suretiyle bizi iki kere öldürdün. Yine
bizi, iki kere de dirilttin. Biri dünyadayken, ikincisi de ba'£ (öldükten sonra
dirilme) esnasında. Nitekim Allah Tealâ, bir başka ayette şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, sizler ölüler idiniz, O sizi diriltti.
Yine öldürecek, yine diriltecek." (Bakara, 2/28).
Biz, dünyada peygamberleri yalanlamak, Allah'a şirk koşup tevhidi
terketmek, öldükten sonra dirilmeyi inkâr gibi işlemiş olduğumuz günahları
itiraf ettik. Ancak bu, hiçbir fayda sağlamayacak olan bir itiraf ve pişmanlıktır.
Acaba bizim için, cehennemden çıkış ve işlemiş olduklarımızdan farklı amel
işleyebilmek için dünyaya geri dönüş için bir yol var mı? Nitekim Allah Tealâ,
bir diğer ayette şöyle buyurmaktadır: "Onların, ateşin başında
durdurulmuş iken, "Ah ne olurdu, keşke biz dünyaya geri çevrilseydik de,
Rabbimizin ayetlerini yalanlamasaydık, inanlardan olsaydık." dediklerini
bir görsen!" (En'âm, 6/27). Ve yine şöyle buyuruyor: "Rabbimiz! Bizi
bundan çıkar. Eğer bir daha yaptığımız kötü işlere dönersek, artık biz gerçekten
zalimleriz." Buyurdu ki: "Yıkılıp gidin (cehennemin) içerisine! Benimle
konuşmayın." (Müminûn, 23/108).
Kâfirlerin bu isteği, sebebi beyan edilerek reddedilecektir. Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır:
"Bunun sebebi şudur: Tek Allah'a dua edildiği zaman inkâr ederdiniz.
O'na ortak koşulunca inanırdınız. Artık hüküm, yüce ve büyük Allah'ındır."
Yani bulunduğunuz durumda kalacaksınız. Eğer dünya hayatına geri gönderilecek
olursanız, "Geri gönderilselerdi, yine men olundukları şeyleri yapmaya
dönerlerdi." (En'âm, 6/28). Bu itibarla sizin için geri dönüş yoktur.
Daimi olarak azapta kalacaksınız. Bunun sebebi ise şudur: Siz, dünyadayken tek
başına Allah'a çağırıldığınız ve O'nun yanında başkası anılmadığı zaman sürekli
olarak Ona karşı kâfir oldunuz ve O'nu birlemeyi terkettiniz. O'na mukabil
putlar, otoriteler vesaire ortak koşulduğu zaman ise Ona şirkle karışık şekilde
iman ettiniz ve şirke çağırana icabet ettiniz. Artık hüküm, başkasının değil,
tek başına Allah'ındır. O, başka bir şeyle değil, hak ile ve hikmetin gereğiyle
hükmedecektir. O, zatında ve sıfatlarında kendisinin bir benzeri bulunmaktan
yücedir ve kendisinin bir benzeri, eşi, çocuğu ve ortağı bulunmaktan büyük ve
münezzehtir. Buradaki "yüce ve büyük" kelimelerinde, kibriya ve
azamete delâlet vardır.
Daha sonra Allah Tealâ, kemâl-i kudretine, büyüklük ve azametine
delâlet eden şeyler zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"O'dur ki, size ayetlerini gösteriyor ve sizin için gökten rızık
indiriyor. Ancak O'na yönelen kimseden başkası ibret almaz." Allah Tealâ,
göklerinde ve yerinde, bunların yaratıcısının, yoktan var edicisinin kemâline
delâlet eden ayetler yerleştirmek suretiyle sizin için birliğinin delillerini
ve kudretinin alâmetlerini ortaya koyuyor; sizin için, meyve, bitki, -yağmur
ve toprak tek olduğu halde- muhtelif renk, tad ve kokusuyla hissedilip görülen
şeyleri yerden çıkaran yağmuru sizin için indiren de Odur. Bunlar, Onun
kudretine ve sanatının azametine delâlet eden şeylerdir. Ancak bu açık
ayetlerden, onlar hakkında tefekür ve düşünce ile ve bunun ardından da taat ve
boyun eğmek suretiyle Rabbine yönelenden başkası ibret ve öğüt almaz.
Allah Tealâ, birliğini gerektiren delilleri bu şekilde ortaya koyduktan
sonra, yapılması gerekeni açıklamaktadır ki bu, Allah Tealâ'ya tam anlamıyla
yönelmek ve O'ndan başkasından yüz çevirmektir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Kâfirlerin hoşuna gitmese de siz, dini yalnız Allah'a halis
kılarak O'na dua edin." Yani ibadet ve duayı sadece Allah için yapın ve
kâfirler sizin bu tavrınızdan hoşlanmasa da, gittikleri yol ve izledikleri
tavırda müşriklere muhalefet edin. Onların muhalefetine aldırmayın ve onları
bırakın, kinleriyle ölsünler.
Abdullah b. Zübeyr (r.a.)'den gelen sahih bir hadiste rivayet
edildiğine göre Hz. Peygamber, farz namazların ardından şöyle derdi: "Lâ
ilahe illal-lâhü vahdehû lâ şerike leh. Lehul-mülkü ve lehü'l-hamdu ve huve alâ
külli şey'in kadîr. Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh. Lâ ilahe illallah velâ
na'budu illâ iyyâhû. Lehü'n-ni'metu ve lehü'l-fadlu ve lehü's-senâu'l-hasen Lâ
ilahe illâllâhu muhlisine lehu'd-dîn velev kerihe'l-kâfirûn." (Allah'tan
başka ilâh yoktur. O birdir ve ortağı yoktur. Mülk de Ona aittir hamd de. O her
şeye kadirdir. Ma'siyetlerden dönmek ve taat etmek ancak Onun yardımı iledir.
Allah'tan başka ilâh yoktur. O'ndan başkasına kulluk etmeyiz. Nimet de Onundur,
fazl-u kerem de. Güzel övgü de Ona aittir. Allah'tan başka ilâh yoktur. Biz
dini yalnızca O'na halis kılarız, kâfirler hoşlanmasa da).
İbni Ebî Hatim de Ebu Hureyre (r.a.) kanalıyla Hz. Peygamber'in şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir: "Allah Tebareke ve Tealâ'ya, duanıza kesin
olarak icabet edileceğine inanarak dua edin ve bilin ki Allah Tealâ, kalbi
gafil ve başka şeyle meşgul olan kimsenin duasına icabet etmez."
Daha sonra Allah Tealâ, celâl ve azametine delâlet eden üç sıfat daha
zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Sıfatları yüce, Arş'm sahibi, o kavuşma günü ile korkutmak için,
kendi emrinden olan ruhu, kullarından dilediğine indirir." Yani O ki,
size ayetlerini gösteriyor. O, sıfatları yüce olandır, Arş'm sahibi, maliki,
yaratıcısı ve onda tasarruf sahibidir ki bu, O'nun şanının yüceliğini ve
hükümranlığının azametini gerektirir. Yine O kullarından dilediği, risalet ve
hükümlerini tebliğ için seçtiği kimselere -ki onlar peygamberlerdir- vahiy
indirir ki, gök ve yer ehli ile evvelkilerin ve sonra gelenlerin kavuşacağı
mahşer gününün azabıyla insanları korkutsunlar.
Bu ayette vahye "ruh" denmiştir. Bunun sebebi şudur: Çünkü
tıpkı bedenin ruhla diriltildiği gibi insanlar da, küfür ölümünden vahiyle
diriltilirler. Yine bu ayetteki "kendi emrinden olan" ifadesinden
maksat, hayatlarında onu temsil etsinler ve hayatlarını ona göre tanzim
etsinler diye peygamberlerine vahyettiği şeriat (hüküm)lerdir. Bu ayete
benzerlik arzeden çok ayet vardır. Bunlar arasında şunları örnek olarak
zikredebiliriz: "Melekleri, kullarından dilediğine, emrinden olan ruh ile
indirir: İnsanları "Benden başka ilâh yoktur, benden korkun" diye
uyarırım." (Nahl, 16/2), "O'nu, Ruhu'l-Emîn indirdi. Senin kalbine;
uyarıcılardan olman için." (Şu'arâ, 26/193-194).
Kıyamet gününün özelliklerinden bazısı da şudur:
"O gün onlar ortaya çıkarlar. Onlardan hiçbir şey Allah'a gizli
kalmaz. Bugün mülk kimindir? Tek ve Kahhâr olan Allah'ın." Yani kavuşma
günü ki o gün onlar açıktadırlar, kendilerini dağ, tepe, bina gibi herhangi bir
şey gizleyip örtemez. Çünkü yer dümdüzdür. Onlar, apaçık halde kabir1 erinden
çıkacaklardır. Kulların, dünyadayken işledikleri amellerden gizli ya aa açık
hiçbirisi Allah'a gizli kalmaz. Nitekim bir diğer ayette şöyle buyurul-maktadır:
"O gün hesap için Allah'a arz olunursunuz. Sizden hiçbir sır, Allah'a
gizli kalmaz." (Hakka, 69/18).
O gün mutlak mülk ve kapsamlı hükümranlık, tek ve bir olan, kulları
üzerinde ve her şeye kudretiyle kahr-u galebe sahibi olan Allah'ındır. O,
onlara ölümle, sonra da kapsamlı diriltişle galebe etmiştir. Burada bu husus,
Allah Tealâ'nm sorduğu bir soru şeklinde gelmiştir ki, mana zihinlere iyice
yerleşsin: "Bugün mülk kimindir?" Yani kıyamet günü. Bu soruya hiç
kimse cevap veremez. Bizzat Allah Tealâ cevap verir ve şöyle buyurur: "Tek
ve Kahhâr olan Allah'ın."
Kısacası, Allah Tealâ burada kıyamet gününün dört özelliğini zikretmektedir:
Kavuşma günü olması, bütün mahlukâtın Allah Tealâ'nın huzurunda açıkta olması
ve kendilerini hiçbir şeyin gizleyememesi, amellerden hiçbir şeyin Allah'a
gizli kalmadığı bir gün olması -bu tehdidin maksadı Allah Tealâ'nın bütün
mahlukâtı topladığı zaman herkese kendi hesabına göre muamele edeceğini
karşılık vereceğini vurgulamaktır. Kişi hayır işlemişse hayır, şer işlemişse
şer görecektir- ve o gün mutlak mülkün Allah Tealâ'ya ait olması.
Daha sonra Allah Tealâ, kıyamet günü için 5. ve 6. özellikleri zikretmekte
-ki bunlar Allah'ın, yarattıkları arasında verdiği hükmünde adalet, fazlu kerem
ve rahmet sahibi olduğunu açıklayan hususlardır- ve şöyle buyurmaktadır:
"Bugün herkes ne kazandıysa onunla karşılanacak. Bugün haksızlık
yoktur. Şüphesiz ki Allah hesabı çarçabuk görendir." Yani bu kıyamet günü,
herkesin, hayır veya şer olarak ne işlemişse o amelinin karşılığını alacağı,
hiç kimseye, ne sevabında azaltma, ne de azabında artırma gibi herhangi bir
haksızlık yapılmayacağı gündür. Allah (c.c), kulların dünyada işledikleri
amellerin hesabını çarçabuk görendir. Dolayısıyla bütün mahlukâtın hesabı,
sanki bir tek kişinin hesabı görülür gibi çarçabuk görülecektir. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizin yaratılmanız ve diriltilme-niz, bir tek
kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir." (Lokman, 31/28), "Bizim
buyruğumuz yalnız bir tektir. Göz açıp yumma gibidir." (Kamer, 54/50).
Çünkü Allah Tealâ tefekküre muhtaç değildir, O'nun ilmi her şeyi kuşatmıştır,
zerre miktarı şey bile O'na gizli değildir. Öte yandan hesabın çarçabuk
görülmesinin burada zikredilmesi, bağlama son derece uygundur. Çünkü burada
Allah Tealâ, o gün kimseye haksızlık edilmeyeceğini beyan buyurmuş, ardından
da hesabın çarçabuk görüleceğini belirtmiştir. Bu da insanların müstehak
oldukları şeyin o anda kendilerine ulaşacağına delâlet etmektedir.
Müslim, Sahîh'inde, Ebu Zerr (r.a.)'den, hesap görülürken zulüm yapılmayacağını
beyan eden şöyle bir hadis rivayet etmektedir: "Rasulullah (s.a.),
Rabbinden naklettiği bir hadis-i kudsîde şöyle buyurdu: "Ey Kullarım!
Muhakkak ki ben zulmü kendime haram ettim; onu sizin aranızda da yasaklanmış
kıldım. O halde zulmetmeyin. (...) Ey Kullarım! Gördüğünüz karşılık ancak sizin
amellerinizdir ki ben onları sizin üzerinize sayarım ve daha sonra onların tam
karşılığını size veririm. Dolayısıyla kim (ahirette) hayır bulursa Allah
Tebareke ve Tealâ'ya hamd etsin. Kim de bundan başkasını bulursa, başkasını
değil, kendi nefsini kınasın."
[18]
Bu ayetlerden, aşağıdaki
neticeler çıkar:
1- Allah Tealâ, kulları için
hayrı ister, küfür ve şerri onlar için uygun görmez. İşte bu sebepledir ki,
kâfirler cehennem ateşinde azap görürken Allah'ın onlara olan buğzu ve
kızgınlığı, onların o esnada kendileri için hissettikleri buğuz ve
kızgınlıktan daha şiddetlidir.
2-
"Rabbimiz! Bizi iki kez
öldürdün ve iki kez dirilttin" ayetini ekseri alimler kabir azabına delil
olarak göstermişlerdir. Onlar bu hususta Süd-dî'nin bu ayeti -yukarıda bu
ayetle ilgili açıklamalarımızdan farklı bir bağlamda ele alarak- tefsir ediş
şeklini esas almış olmaktadırlar. Zira buna göre kâfirler bu dünyada
öldürülecek, daha sonra kabirlerde sorgu için diriltilecekler, d .ja sonra
tekrar öldürülecek ve ahirette tekrar dirilltilecekler-dir. Bu tefsir tarzını
destekleyen bir husus da, nutfe hakkında "ölü" kelimesinin örfen
kullanılmamasıdır. Öte yandan şayet ahirette mükâfat ve azap, cesetsiz ruha
olsaydı (yani ahirette cesetler değil de sadece ruhlar diriltilecek olsaydı)
"diriltme" ve "öldürme'ninbir anlamı olmazdı.
Aynı şekilde bu ayet, kabirde de hayat bulunduğuna delâlet etmektedir.
3- Kâfirler kıyamet
günü.günahlarını ve azabı hakettiklerini itiraf edecek ve günahlarına
pişman olacaklardır. Ancak ne bu
pişmanlığın, ne de günahları itirafın kendilerine bir faydası olmayacaktır.
4- Kâfirler, iman ve ilâhi
emirlere itaat için dünyaya geri gönderilmeyi talep edeceklerdir. Ancak dünyaya
dönüş artık sözkonusu olmayacaktır.
5- Kâfirlerin azaba duçar edilmelerininh sebebi, teklif ve amel işleme yeri olan dünyada Allah'a, öldükten sonra dirilmeye ve peygamberlere imandan yüz çevirmeleri, Tevhid'i terketmeleri ve şirk ile ma'siyeti seçmeleridir.
6-
Allah Tealâ, varlığına,
birliğine, kudret ve hikmetine delâlet eden pek çok ayet ve delil ortaya
koymuştur. Gökler, yerler, her ikisinde ve her ikisinin arasında bulunanlar
-güneş, ay, yıldızlar, rüzgâr, bulut, denizler, nehirler, kaynaklar, dağlar,
ağaçlar, helak edilen kavimlerden geriye kalan izler ve hayır, bereket ve
hayatın sebebi olan yağmurun indirilmesi suretiyle gökten rızkın indirilmesi
bu ayet ve delillerdendir.
Bu noktada şöyle düşünülebilir: Bu ayette, dinin gerekleri ile bedenlerin
haklarını gösetmek bir arada bulunmaktadır. Çünkü ayetlerin ortaya konması
dinlerin, gökten rızkın indirilmesi de bedenlerin kuvvetlendirilmesi
anlamındadır.
Bununla birlikte bu ayetlerden, sadece Allah Tealâ'ya yönelen, dönenlerden
başkası ibret almaz ve onlardan başkası Allah'ı birlemez. Dolayısıyla ortaya
şöyle bir anlam çıkmaktadır: Allah'ın birliğinin delillerinin idrak ve
hissedilmesi, akıllarda yerleşen şeyler gibidir. Şirk ve Allah'tan başkasına
kulluk ise akıl ve fikir nurlarının ortaya çıkmasına manidir ve onu perdeler.
Bu itibarla kul şirkten salim olduğu, Allah Tealâ'ya yöneldiği ve kalp
nur-landığı zaman tam bir basan elde edilmiş olur ve kurtuluş yolu ortaya
çıkar.
7-
Allah Tealâ'nm büyüklüğünün
ve ikramının sıfatlarından ikisi de delillerini ortaya koyması ve kullarına
rızıklar indirmesidir. Yine Yüce Allah'ın, celâl ve azametini gösteren üç
sıfatı daha vardır ki onlar da, sıfatlarının yüce olması, Arş'ın yaratıcısı,
idare edicisi ve maliki olması, kullarından dilediğine peygamberlik verip
vahiy indirmesidir.
8- Bu yüce sıfatlar karşısında
insana düşen, başka bir şey değil, ancak ibadet ve taati O'na halis kılarak
ortağı olmayan Allah'a kulluk etmeleri ve kâfirler Allah'a kulluktan
hoşlanmasalar da bunu yapmalarıdır. Şu halde ey müminler! Allah'tan başkasına
kulluk etmeyin.
9- Allah Tealâ'nm elçiler
göndermesi, o elçilerin insanları, bütün mevcudatın mahşer yerinde
birbirlerine kavuşacakları ve apaçık bir şekilde toplanacakları dirilme günü
ile korkutmaları sebebiyledir. Yine o gün kullardan ve kulların amellerinden
hiçbir şey Allah'a gizli değildir. O öyle bir gündür ki, mutlak egemenlik ve
tam hükümranlık, yalnızca tek ve Kahhâr olan Allah'a ait olacaktır. Yüce Allah,
mahlukât yok olduktan ve göklerde ve yerde olan her şey helak olduktan sonra
"Bugün mülk kimindir?" buyuracak, bu soruya hiç kimse cevap
veremeyecektir. Bunun üzerine yine bizzat kendisi "Tek ve Kahhâr olan
Allah'ındır" buyuracaktır. Bir diğer tefsire göre ise yukarıdaki soruyu,
Allah Tealâ değil de, başkası soracaktır. Sorunun bu cevabını ise mahşer ehli
verecektir. Kurtubî bu tefsir tarzını tercih ederek şöyle demiştir:
"Bu konuda söylenenlerin en sahihi, Ebu Vâil'in İbni Mesud
(r.a.)'dan rivayet ettiği şu sözdür: "Mahşer ehli, gümüş gibi beyaz bir
yerde haşrola-cak ve burada Allah Azze ve Celle'ye isyan sözkonusu olmayacak.
Burada bir münadi, "Bugün mülk kimindir?" diye soracak. Müminiyle
kâfiliyle bütün kullar "Tek ve Kahhâr olan Allah'ındır." diye
mukabele edecekler. Müminler bu cevabı sevinç içinde, kâfirler ise kederli bir
şekilde ve emre boyun eğerek verecekler."
Daha sonra Kurtubi şöyle der: "Yukarıda zikredilen ilk görüş
gerçekten zahirdir. Çünkü ayetten maksat, iddiacıların iddialarının ve
müntesip-lerin intisaplarının artık kesildiği -zira artık her melik ve mülkü,
her bü-yüklenen ve mülkü gitmiş ve onların intisap ve iddiaları kesilmiştir-
bir esnada Allah Tealâ'nm tek mülk ve hüküm sahibi oarak kaldığını ortaya
koymaktır. Bu hususa, Yüce Allah'ın, göğün durulduğu ve yer ile ruhların
kabzedildiği esnadaki şu hak kelâmı delâlet etmektedir: "Melik benim! Yeryüzünün
kralları nerede?" Nitekim Ebu Hureyre ve İbni Ömer (r.a.)'den rivayet
edilen hadislerde bu husus yer almaktadır. Daha sonra sol eliyle yeri, sağ
eliyle de gökleri dürecek ve şöyle buyuracak: "Melik benim! Zorbalar
nerede? Büyüklenenler nerede?[19]
10- Bu günün özellikleri
arasında şunlar da vardır: O gün her nefis, işlediği hayır ve şerrin
karşılığını alacaktır. Hiç kimseye haksızlık edilmeyecek ve zulmedilmeyecek,
hiç kimsenin amelinde herhangi bir eksiltme olmayacaktır. Allah, hesabı
çarçabuk görendir. Zira O, tefekkür ve delil getirmeye muhtaç değildir. Çünkü
Allah Tealâ Alimdir, hiçbir şey Onun ilmine gizli değildir. Bu itibarla,
başkası ile meşgul olması dolayısıyla hiç kimsenin hak ettiği karşılığı geri
bırakmaz. Tıpkı kullarına aynı anda rızık verdiği gibi, onların hesabını da
aynı minval üzere görecektir. Bir rivayette şöyle gelmiştir: "Gün ortası
olmadan cennetlikler cennete, cehennemlikler de ceheneme yerleşmiş
olacaklar."
Kısacası Allah Tealâ, kıyamet günü için altı sıfat zikretmektedir ki
bunlar: Bu günün, bütün mahlukâtm birbirine kavuştuğu gün olması, bütün
nıahlukâtm bariz ve açıkta olması, onların hiçbir şeyinin Allah'a gizli
kalmaması, tam mülkiyet ve hükümranlığın tek ve Kahhâr olan Allah için
olduğunun ortaya çıkması, her nefsin işlediği hayrın ve şerrin karşılığını
alması ve süratle icra edilecek hesapta herhangi bir haksızlık yapılmaması.
[20]
18- Onları yaklaşan güne karşı uyar. Zira o gün yürekler, gamla dolu,
gırtlaklara dayanmıştır. Zalimlerin ne bir dostu, ne de dinlenebilecek bir
aracıları vardır.
19- Allah gözlerin hain bakışını ve göğüslerin gizlediği düşünceleri
bilir.
20- Allah adaletle hükmeder. O'nun dışında taptıkları ise hiçbir şeye
hükmedemezler. Çünkü hakkıyla işiten ve kemaliyle gören yalnız Al-
21- Onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin
akıbetinin nasıl olduğunu görsünler? Onlar, kuvvet ve yeryüzündeki eserleri
itibariyle bunlardan daha üstündü. Böyleyken Allah onları günahları yüzünden
yakaladı. Onları Allah'ın azabından bir koruyan da olmadı.
22- Çünkü onlar, peygamberleri kendilerine apaçık deliller getirdikleri
halde kabul etmemişlerdi. Bu yüzden Allah onları yakaladı. Zira O, kavidir,
cezası çetin olandır.
"Zalimlerin." Yani kâfirlerin. Burada açık ifade, gizli ifade
yerine gelmiştir. Bunun sebebi, ne dost, ne de dinlenebilecek bir yardımcı
olmamasının kâfirlere özgü bir durum olduğunu göstermektir. Zira onlar,
zulümleri sebebiyle böyle bir sonuç ile karşılaşmışlardır.
"Onlar yeryüzünde hiç gezip dolaşmadılar mı ki." Bu, kınama
tarzında gelen bir soru cümlesidir.
[21]
"Onları yaklaşan güne" Kıyamet gününe "karşı uyar."
Yakın olduğu
için kıyamet günü burada böyle ifade edilmiştir. "Zira o gün
yürekler, gamla dolu, gırtlaklara dayanmıştır." Tasa ile dolu olduğu
halde korkudan yükselmiş, boğulurcasma gırtlağa dayanmıştır.
"Zalimlerin" kâfirlerin "ne bir dostu", faydası dokunan
yakın kişi veya seven "dinlenebilecek bir aracıları" aracılığı kabul
edilecek bir şefaatçileri kesinlikle "yoktur." Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Şimdi artık bizim ne şefaatçilerimiz var..."
(Şu'arâ, 26/100).
"Allah'a gözlerin hain bakışını" hıyanet sahibinin bakışını
haram olan bir şeye ikinci kere bakmak ve bakışı gizlice yapmak da böyledir.
Buradaki "hain bakış'tan maksat, haram kılınmış bir şeye hırsızlama ve
gizlice bakmaktır, "ve göğüslerin gizlediği" vicdanların gizlediği
düşünceleri "bilir." Bu cümle, kalpler hakkındaki beşinci haberdir.
Yani hiçbir gizli şey yoktur ki, Allah Tealâ tarafından bilinmesin ve karlışığı
verilmesin.
"Allah adaletle hükmeder." Çünkü mutlak manada malik ve hakim
Odur. Böyle olduğu içindir ki Allah Tealâ her şeye hakkıyla hükmeder.
"O'nun dışında taptıkları" Mekke kâfirlerinin, Allah dışında kulluk
ettikleri putlar "hiçbir şeye hükmedemezler." Böyle olduğu halde
onlar nasıl Allah'ın ortakları olurlar? Bu ifadede müşriklerle alay etme
vardır. Çünkü cansız varlıklar hakkında "Bunlar hüküm verir veya hüküm
vermez" denmez. "Çünkü Semt, Basîr olan yalnız Allah'tır."
Semî'dir, onların sözlerini hakkıyla işitir; Basîr'dir, onların yaptıklarını
hakkıyla görür. Bu cümle, Allah Tealâ'nm, gözlerin hain bakışını bildiği ve
hak ile hükmedici olduğunu, aynı zamanda müşriklere bir tehdit ve onların,
Allah dışında çağırdıklarının durumunu gözler önüne serme ifade etmektedir.
"...kendilerinden öncekilerin akıbetinin nasıl olduğunu" Ad
ve Semud gibi, kendilerinden önce yaşamış olan ve peygamberleri yalanlayan
kavimlerin sonunun nasıl olduğunu "görsünler." "Onlar kuvvet ve
yeryüzündeki eserleri itibariyle bunlardan daha üstündü." Onlar kudret ve
iktidar bakımından ve sağlam kale, köşk, saray ve kentler kurmak cihetiyle
bunlardan daha ileride idiler. "Böyleyken Allah onları, günahları yüzünden
yakaladı." Helak etti.
"O kavidir." Dilediğini yapmaya tam anlamıyla kadirdir.
"Cezası çetin olandır." Onun verdiği cezadan daha şiddetli bir azap
yoktur.
[22]
Peygamberlerin, insanları, kavuşma günüyle korkuttukları söylendikten
sonra, kâfirleri cehennem azabıyla korkutmak için kıyamet gününün diğer
dehşetli ve korkutucu özellikleri zikredilmekte, ardından da daha önce yaşamış
ve peygamberleri yalanlamış olan kavimlerin helakine benzer bir dünya azabı ile
kâfirler yine korkutulmaktadır.
[23]
"Onları yaklaşan güne karşı uyar. Zira o gün yürekler gamla dolu,
gırtlaklara dayanmıştır." Yani Ey Peygamber! İman etmeleri ve artık şirki
terketmeleri için kâfirleri kıyamet günüyle korkut. O öyle bir gündür ki, sanki
kalpler korkudan yerlerinden oynamış ve gırtlaklara dayanacak kadar
yükselmiştir. O gün bu kalpleri taşıyanların, üzüntü ve gamla dolu olduklarını
gösteren bir manzaradır.
"Zalimlerin ne bir dostu, ne de dinlenebilecek bir aracıları
vardır." Yani bu durumdaki kâfirler için, ne faydası dokunacak bir yakın,
ne de şefaati kabul edilecek bir şefaatçi vardır. Bu ayetten maksat kâfirleri,
kıyamet gününün dehşetiyle korkutup sakmdırmaktır. Yine bu ayette, kıyamet günü
kâfirlerin korkusunun daha da şiddetleneceğine işaret vardır. Öyle ki, onların
kalpleri sanki gırtlaklarına dayanmış olacaktır. Bu ayetteki bir diğer açık
ifade de, müşriklerin iddialarının ve düşüncelerinin aksine o gün putların
şefaatlerinin söz konusu olamayacağıdır.
Her ne kadar insanlara göre kıyametin gelmesi için uzun bir zaman var
ise de, hiç şüphesiz kıyamet günü gelmektedir ve her gelmekte olan, yakındır.
Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Saat yaklaştı, ay yarıldı."
(Kamer, 54/1), "İnsanların hesapları yaklaştı." (Enbiyâ, 21/1),
"Allah'ın emri geldi. Artık onu acele istemeyin." (Nahl, 16/1),
"Onu yakın görünce inkâr edenlerin yüzleri kötüleşti." (Mülk,
67/27).
Daha sonra Allah Tealâ onlara, ilminin ve dikkatinin şümulünü bildirmekte
ve şöyle buyurmaktadır:
"Allah gözlerin hain bakışını ve göğüslerin gizlediği düşünceleri
bilir." Yani Allah, kulun haram kılınmış bir şeye yönelttiği hain bakışı
ve gönüllerin gizlediği hayırlı olsun şerli olsun her türlü düşünceyi ve hatta
kişinin içinden geçeni ve aklına geleni dahi bilir. Yani Allah Tealâ'nın ilmi
tamdır, bütün eşyayı kuşatmıştır. Dolayısıyla insanlar Allah'ın ilminden
sakınmalı, Allah'tan hakkıyla haya etmeli, Ona karşı hakkıyla takva göstermeli
ve Allah'ın kendisini gördüğünü bilen kişinin tavrıyla O'nun emirlerini gözetmelidirler.
Zira Yüce Allah hain bakışları bilir, isterse bu bakış, bir anlık olsun. Yine
Yüce Allah, gönüllerin gizlediği sırları ve gizli şeyleri de bilir.
İbni Abbas (r.a) bu ayet hakkında şöyle demiştir: "Buradaki hain
bakış şudur: Bir adam, içinde ev halkının ve güzel bir kadının bulunduğu bir
eve girer veya yanlarında güzel bir kadının bulunduğu bir ailenin yanından
geçerken, o ailenin fertlerinin haberi olmadan o kadına göz ucuyla bakar.
Onlar farkına vardıkları zaman gözünü o kadından ayırır. Onlar habersiz olunca
yine bakar ve onlar anlayınca yine bakışını yine ondan ayırır. Allah Tealâ
bilir ki o adam kalbinden, "Keşke bu kadının her yerini görsem."
diye geçirir.[24]
"Allah adaletle hükmeder." Yani Allah Tealâ, adil hükümle
hükmeder ve güzelliğe güzellikle, kötülüğe kötülükle karşılık verir; herkese,
hayır veya şer neyi hak etmişse onu gösterir.
"O'nun dışında taptıkları ise hiçbir şeye hükmedemezler. Çünkü
Semt Basîr olan yalnız Allah'tır." Yani onların, Allah dışında kulluk
ettikleri putlar herhangi bir hüküm vermeye muktedir değildirler. Yani hiçbir
hüküm veremezler, hiçbir şeye malik değildirler. Çünkü onlar hiçbir şey bilmezler
ve hiçbir şeye güç yetiremezler. O halde kendisine kulluk edilmesi gereken, her
şeye kadir olan ve kendisine hiçbir şey gizli kalmayan Allah'tır. Zira Allah,
kullarının söylediklerini hakkıyla işiten, onların yaptıklarını tam anlamıyla
görendir ve onlara kıyamet günü hak ettikleri karşılığı verecek olandır.
Bu ayet, onların söz ve fiilleri üzerine, Allah Tealâ'nm onlara azap
edeceğini bildiren bir tehdit içermekte, putlara ve Allah'a ortak yapılmış
diğer varlıklara kulluk etmenin ne kadar boş iş olduğunu açıkça bildirmekte ve
kendileriyle alay etmektedir. Çünkü herhangi bir gücü bulunduğu söylenemeyen
bir varlığın, hüküm vereceğinden ya da veremeyeceğinden söz edilemez.
Bunlar, ahiret azabıyla korkutmanın ifade edildiği ayetlerdir. Bundan
sonra ise Allah Tealâ onları dünya azabı ile korkutmakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden
öncekilerin akıbetinin nasıl olduğunu görsünler? Onlar, kuvvet ve yeryüzündeki
eserleri itibariyle bunlardan daha üstündü. Böyleyken Allah onları günahları yüzünden
yakaladı. Onları Allah'ın azabından bir koruyan da olmadı." Burada Allah
Tealâ onları, başkalarının başına gelenden ibret almaya yöneltmektedir. Yani
Ey Muhammed! Senin peygamberliğini yalanlayan o müşrikler yeryüzünde hiç gezip
kendilerinden önce küfür üzere yaşayan ve peygamberleri yalanlayan kimselerin
sonunun nasıl olduğunu ve nasıl bir azap ve gazaba uğradıklarını görmediler mi?
Oysa o geçmiş kavimler, Mekke kâfirleri ve benzerleri gibi şu anda hayatta
olan kimselerden daha kuvvetli ve yeryüzünde köşkler, saraylar yapmak, kentler
kurmak ve uygarlıklar oluşturmak gibi eserler bırakmak bakımından daha ileri
idiler.
Allah onları, günah ve masiyetleri sebebiyle helak etti. Onlar için,
kendilerinden azabı savacak bir yardımcı da olmadı. Şu anda hayatta olan
kâfirler için de durum böyledir. Geçmiş ümmetlerin başına gelen bu durum,
bütün zamanların kâfirleri için açık bir sakmdırmadır.
Bu ayetin bir bölümününde anlatılan hususların benzeri şu ayetlerde de
mevcuttur: "Onlara, size vermediğimiz servet ve kuvveti vermiştik."
(Ah-kâf, 46/26), "Toprağı alt üst etmişler ve onu, bunların imar
ettiklerinden daha çok imar etmişlerdi." (Rûm, 30/9).
Daha sonra Allah Tealâ, onların helak edilişlerinin sebebini zikretmekte
ve şöyle buyurmaktadır:
"Çünkü onlar, peygamberleri kendilerine apaçık deliller
getirdikleri halde kabul etmemişlerdi. Bu yüzden Allah onları yakaladı. Zira O,
kavidir, cezası çetin olandır." Yani onların yakalanmalarının ve helak
edilmelerinin sebebi şu idi: Onlara gelen peygamberler, kendilerine açık
deliller getirmişlerdi. Ancak onlar bu peygamberleri ve getirdikleri delilleri
inkâr ettiler. Bunun üzerine Allah da onları helak ve alt üst etti. Muhakkak
ki Allah, büyük kuvvet sahibidir ve şiddetle yakalar. O yapmayı murad ettiği
her şeyi yapar, kendisini hiçbir şey aciz bırakamaz. O'nun, isyan eden herkese
yaşatacağı azap elimdir, şiddetlidir ve acı vericidir. O halde ey kâfirler ve
isyankârlar! Başkalarının durumundan ibret ve ders alın. Zira akıllı kişi,
başkasının durumundan ibret alandır.
[25]
Bu ayetlerde iki konu işlenmektedir: Ahiret azabıyla korkutma ve
dünya azabından sakındırma.
Ahiret azabının sebepleri konusunda Allah Tealâ, kâfirleri korkutmak
için sekiz husus zikretmektedir:[26]
1- Allah Tealâ o günü
"yaklaşan gün" olarak nitelendirmiştir. Yani azap edilecek kimseler
için azaba yaklaşma günü.
2- O gün yaşanacak korku öyle
şiddetlidir ki, kalp göğüsten ayrılır ve gırtlağa kadar yükselir, yani insan
korkudan boğulur gibi olur.
3- O gün onlar, kendilerini
saran hüzün ve korkunun ağırlığı sebebiyle konuşmaya muktedir olamazlar. Bu,
endişe, ızdırap ve üzüntüyü gerektirir.
4-
Onlar için ne faydası
dokunacak bir dost, ne de sözü dinlenip şefaati kabul edilecek bir şefaatçi
olacaktır.
5-
Allah Tealâ, küçük büyük her
şeyi bilendir. Bu, korkunun daha fazla olmasını gerektirir.
6- Allah Tealâ, mutlak hak ve tam adaletle hüküm verir. Bu da korkunun
büyük olmasını gerektirir.
7- Müşriklerin, putların
şefaatine güvenmesinin herhangi bir yararı yoktur. Zira onlar herhangi bir şeye
hükmedenıezler.
8-
Allah Tealâ müşriklerin
putlara ve sair mabudlara yaptıkları övgüleri işitir ve onlar karşısında
itaatle boyun eğip onlara secde ettiklerini görür.
Dünya azabına gelince, Hz. Peygamber'i yalanlayan o müşriklerin önünde,
kendilerine gelen peygamberleri yalanlayan geçmiş kavimlerin basına gelen türlü
azaplar canlı bir örnek olarak durmaktadır. O kavimler, inkâr ederek
kendilerine gelen elçileri yalanladıkları için azap inmişti. Şu anda yaşayan
kâfirler de onların helak ve mahvından geriye kalan izleri müşahede edip
durmaktadırlar. Allah, Hz. Peygamber'in kavmi olan kâfirleri, geçmiş
kavimlerin davrandıkları gibi davranmaktan sakındırmakta ve sözü şu ayet ile
bitirmektedir: "Zira O, kavidir, cezası çetin olandır." Bu cümlede,
aşırı tarzda bir korkutma ve sakındırma ifadesi bulunmaktadır.
[27]
23- Andolsun biz Musa'yı ayetlerimizle ve apaçık bir hüccet ile gönderdik;
24- Firavun'a, Haman'a ve Karun'a. "Bu, yalancı bir
büyücüdür." dediler.
25- Onlara katımızdan hakkı getirince,
"Onunla beraber inananların oğullarını öldürün, kadınlarını sağ
bırakın!" dediler. Fakat kâfirlerin tuzağı hep boşa çıkar.
26- Firavun dedi ki: "Bırakın Musa'yı öldüreyim de, Rabbine
yalvar-sın. Çünkü ben onun, dininizi değiştireceğinden yahut yeryüzünde fesat
çıkaracağından korkuyorum."
27- Musa dedi ki: "Ben, hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim
de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığınırım."
"Andolsun biz Musa'yı ayetlerimizle gönderdik." mucizelerle,
"ve apaçık bir hüccet ile" zahir ve aşikâr bir burhan ile
"gönderdik." Burada "ayetlerimizle" kelimesiyle
"apaçık bir hüccetle" ifadesi arasında atıf harfi bulunması, bu iki
özelliğin birbirinden farklı olmasındandır. "Firavuna" Mısır kralı
idi. "Haman'a" Firavun'un veziri idi. "Karun'a" servet
sahibi birisi idi. "Bu yalancı bir büyücüdür, dediler." Burada Musa
(a.s.)'yı kasdetmek-tedirler. Bu ifadede Hz. Peygamber'i teselli etme ve
kendilerine zaman olarak daha yakın ve daha kuvvetli olan birisinin akıbetinin
beyanı vardır.
"Onunla beraber inananların oğullarını öldürün, kadınlarını sağ
bırakın." Ayetin anlamı şudur: Daha önce yaptığınız gibi onların erkek
çocuklarını öldürün ve kadınlarını, hizmetinizde kullanmak üzere sağ bırakın.
"Firavun dedi ki: "Bırakın Musa'yı öldüreyim de Rabbine
yalvarsın."
Bu cümlede son derece şiddetli bir tuzak, kin, kahramanlık taslama ve
Hz. Musa'nın, ona engel olması için Rabbine dua etmesine aldırmazlık vardır.
"Çünkü ben onun, dininizi değiştireceğinden" sizler bana ve putlara
kulluk ederken bu durumu değiştireceğinden, "yahut yeryüzünde fesat
çıkaracağından" eğer sizin dininizi değiştirmeye muvaffak olamazsa,
fitneler çıkaracağından, sizin aranıza savaş ve ölüm tohumlan ekeceğinden
"korkuyorum." Eğer onu öldürnıezsem, böyle yapacağından endişe
ediyorum. "Musa dedi ki." Firavun'un bu sözünü işitince kavmine dedi
ki: "Ben, hesap gününe inanmayan her kibirliden" Burada daha beliğ
olan ta'riz yollu anlatım seçilerek ifadede, hem Firavun'u, hem de diğer
zorbaları kapsasın diye Firavun'un ismi zikredilmemiş, bunun yerine onun bir
özelliği belirtilmiştir. Burada geçen "tekebbür" kelimesi, hakka
boyun eğmekten büyüklenerek uzak durmak demektir ki, büyüklenmenin en çirkini
budur. Yine burada kibirlenme ile hesap gününe inanmamanın bir arada
zikredilmesinin sebebi şudur: Hem kibir, hem de cezayı yalanlayarak akıbetinin
ne olacağına aldırmama özelliği bir kimsede toplandığı zaman, hem Allah'a, hem
de kullara karşı cür'et sahibi olma vasfı kişide tamamen yerleşmiş olmaktadır.
"benim de Rabbim" "sizin de Rabbiniz olan Allah'a
sığınırım." Allah'a sığınır, O'ndan medet bekler ve O'ndan yardım
dilerim. Burada Hz. Musa'nın söze "innî" lafzıyla başlaması,
kötülüğün savılmasında asıl sebebin Allah'a sığınmak olduğuna delâlet olsun ve
bu nokta vurgulansın diyedir. Ayette şöyle bir anlam da bulunmaktadır: Siz de
Musa gibi Allah'a sığının ve O'nun yaptığı gibi Allah'a tevekkül ederek O'nun
emirlerine sarılın.
[28]
Yüce Allah, Rasulünü, daha önceki peygamberleri yalanlayan kavimlerin
akıbetinin ne olduğunu anlatarak teselli ettiği gibi, Hz. Musa kıssa-sıyla da
ceselli etmektedir. Şöyle ki: Hz. Musa, kuvvetli mucizelere sahip olmasına
rağmen Firavun, Haman ve Karun onu yalanlamış ve kendisinin bir yalancı ve bir
büyücü olduğunu söylemişlerdi. Ancak sonuçta Hz. Musa onlara galip geldi. İşte
bu, Hz. Peygamber için bir müjdedir. Tıpkı Musa b. İmran (a.s.)'ın durumunda
olduğu gibi, hem dünyada, hem de ahirette iyi sonuç ve zafer Hz. Peygamber'in
olacaktır.
[29]
"Andolsun biz Musa'yı, ayetlerimizle ve apaçık bir hüccet ile
gönderdik." Yani Allah'a yemin olsun ki, biz Musa'yı, beyaz el, asa gibi
dokuz mucize ile ve aynı zamanda açık bir hüccet ve kuvvetli bir burhan ile
gönderdik.
Musa'yı, Mısır kralı Firavun'a, onun veziri Haman'a ve çağının en
zengini olan Karun'a gönderdik. Ancak onlar Musa hakkında, "Muhakkak ki o,
sihirbaz, aldatıcı, cinlenmiş, göz boyayıcı ve kendisini Allah 'm gönderdiği
yolundaki iddiasında yalancıdır." dediler. Nitekim Allah Tealâ şöyle
buyurmaktadır: "İşte böyle. Onlardan önce de ne kadar elçi geldiyse mutlaka,
büyücü veya cinlenmiş" dediler. Bunu birbirlerine tavsiye mi ettiler?
Doğrusu onlar azgın bir topluluktur." (Zâriyât, 51/52-53).
Burada sadece bu üç azgın kişinin zikredilmesinin sebebi şudur: Çünkü
bunlar, Hz. Musa'yı yalanlayanların elebaşları idiler, diğerleri bunlara tabi
idi. Zorbaların genel tavrı, hakkı ve doğruyu gösteren delillere ve mantığa
kulak asmamak ve kuvvete başvurmaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Onlara katımızdan hakkı getirince." yani kendisini Allah Tealâ'nm
onlara gönderdiğine delâlet eden kesin burhanı getirince. Bu burhan, Hz.
Musa'nın aşikâr ve zahir mucizeleridir.
"Onunla beraber inananların oğullarını öldürün, kadınlarını sağ
bırakın" dediler." Yani o azgınlar dediler ki: Erkekleri öldürüp
kadınları bırakmak şeklindeki uygulamayı yeniden yürürlüğe koyun ki
çoğalmasınlar ve durumları zayıflasın. Bu, Hz. Musa'nın peygamber olarak gönderilmesinden
itibaren, erkeklerin öldürülüp kadınların bırakılması şeklinde cereyan eden
ikinci uygulamadır. İllî uygulama ise Hz. Musa dünyaya gelmeden önce
gerçekleştirilmişti. Bu ilk uygulama, Hz. Musa'yı ortadan kaldırmak ve
kendilerine üstünlük sağlamasınlar diye İsrailoğulları'nı hor ve hakir kılıp
sayılarını azaltmak maksadıyla yapılmıştı. Ama Allah Tealâ, onların tuzaklarını
çökertti ve plânlarının başarıya ulaşmasına izin vermedi. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır:
"Fakat kâfirlerin tuzağı hep boşa çıkar." Yani onların,
İsrailoğulları'nın sayısını azaltmak şeklindeki tuzak ve maksatları, ziyan
olmaktan ve boşa gitmekten başka bir anlam ifade etmedi ve onlar için hiçbir
fayda sağlamadı. Zira onlar İsrailoğulları'nı öldürmeye ilk başladıkları zaman
bunun bir faydası olmadı ve Musa hayatta kaldı. Aynı şekilde bu soykırımı
yeniden uygulamaya koymaları da bir fayda vermeyecek ve zafer inananların
olacak!
Ancak bu kez Hz. Musa'yı öldürme kararı daha bir kesin alınmıştır. Yüce
Allah şöyle buyuruyor:
"Firavun dedi ki: "Bırakın Musa'yı öldüreyim de Rabbine
yalvarsın." Yani Firavun, kavmine şöyle dedi: "Beni bırakın! Musa'yı
öldüreyim. O da, kendisini bize gönderdiğini iddia ettiği Rabbine dua etsin de,
gücü yetiyorsa benim onu öldürmeme mani olsun Ben ona aldırmıyorum." Bu
ifadenin zahiri, Hz. Musa'nın Rabbine duasıyla alay edildiğini anlatmaktadır.
Hz. Musa'nın öldürülmek istenmesinin sebebini Allah Tealâ şöyle beyan
buyurmaktadır:
"Çünkü ben onun, dininizi değiştireceğinden yahut yeryüzünde fesat
çıkaracağından korkuyorum." Yani ben onun, sizin bana ve putlara kulluk
etmek şeklinde izlediğiniz dinî tavrınızı değiştireceğinden ve sizi sadece
Allah'a kulluk etmeyi öngören kendi dinine sokacağından, yahut insanlar arasına
ihtilâf ve fitne sokacağından, böylece düşmanlıkların ve çekişmelerin
çoğalacağından, toplumsal çalkantı ve bunalımların yayılmasından endişe
ediyorum. Firavunun bu sözleri, onun, halkın din değiştirmesi neticesinde
kendisi lehine çalışan kurulu düzenin, statükonun değişeceğinden duyduğu
korkuyu ortaya koymaktadır.
Firavun, kuvvet ve zorbalığıyla bu şekilde büyüklenince, Hz. Musa Allah'a
sığınmış ve şöyle demiştir:
"Ben, hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabbim,
sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığınırım." Yani Hz. Musa, Firavun'un
"Bırakın Musa'yı öldüreyim." şeklindeki sözünü duyunca şöyle dedi:
Ben, Fira-vun'dan ve onun gibi hakka boyun eğmeyip büyüklenen, ululuk taslayan,
dirilme, hesap ve ceza gününe inanmayan her kâfir mücrimden Allah'a sığınır ve
Ondan medet beklerim.
Burada Hz. Musa'nın, hem kibir, hem de ceza gününe inanmama özelliklerini
bir arada temsil eden birisinden Allah'a sığındığını görüyoruz. Çünkü bu iki
özellik, Allah'a ve>Onun kullarına karşı cüret sahibi olanların ortak
vasıflarıdır. Hz. Musa, "Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz..."
demekle kavmini, Firavun'un ve onun gibi olanların şerrinden Allah'a sığınmada
kendisiyle birlikte davranmaya teşvik etmektedir.
Ebu Musa (r.a.)'dan gelen bir hadiste bildirildiğine göre Hz. Peygamber,
bir kavmin şerrinden endişe ettiği zaman, "Allah'ım! Biz, bunların kötülüklerinden
sana sığınırız ve onların düşmanlıklarını seninle savarız." diye dua
ederdi.
[30]
Bu ayetler aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Peygamberler arasında şu
noktalar müşterektir: Doğruluklarına delâlet eden mucizelerle desteklenmek,
kavimlerinin kendilerinden yüz çevirmeleri, yalancılık, göz boyama ve
büyücülükle itham edilmek, kovulmak, sürgün edilmek, öldürülme ya da
işkenceyle tehdit edilmek.
2- Bu durum, Hz. Musa ile
Firavun ve onun kavmi arasında geçen olayları anlatan kıssadan da
anlaşılmaktadır. Yüce Allah Hz. Musa'yı mucizelerle desteklemiştir ki bu
mucizeler, "Andolsun biz Musa'ya açık açık dokuz mucize vermiştik"
(İsrâ, 17/101) ayetinde ifade edilen dokuz mucizedir. Yüce Allah Hz. Musa'yı,
azgınlık ve büyüklenmenin elebaşlarıyla imtihan etmiştir. Bu elebaşları; Kral
Firavun, Vezir Haman ve bu ikisine küfür ve yalanlamada ortaklık eden, mal ve
hazineler sahibi Karun'dur. Bunlar, Hz. Musa'ya delil ve hüccet ile karşı
çıkmaktan acze düşünce, onun getirdiği mucizeleri sihirle, O'nu da
yalancılıkla tavsif ettiler.
3- Firavun'un azgınlığı daha
da arttı ve işi, İsrailoğulları'nı soykırıma
tabi tutmaya, erkeklerini öldürüp kadınları da aşağılamak, horlamak ve hizmetlerde kullanmak üzere bırakmaya kadar vardırdı. Maksadı, çocukların Hz. Musa'nın dini üzere yetişmesine ve böylece Hz. Musa'nın, onlarla güçlenmesine engel olmaktı. Bu, Firavun'un daha önce de yaptığı çirkinlikleri tekrar uygulamaya koyması demekti.
Katâde şöyle demiştir: "Bu öldürme, Firavun'un uyguladığı ilk
öldürme değildir. Çünkü Firavun, Hz. Musa dünyaya geldikten sonra erkek çocukları
öldürmekten geri durmuştu. Yüce Allah Hz. Musa'yı peygamber olarak gönderince,
İsrailoğulları'nı, kendilerine bir ceza olsun diye tekrar öldürmeye başladı.
Maksadı insanların inanmalarını, böylece inanların sayısının artmasını ve
erkek çocuklarıyla güçlenmelerini engellemekti. Ancak Allah Tealâ onları,
üzerlerine gönderdiği kurbağalar, çekirge, kan, tufan gibi çeşitli azaplarla
meşgul etti ve bu planı uygulamaya koymalarını engelledi. Ta ki onlar
Mısır'dan çıktılar, Allah Tealâ da onları denizde boğdu.
4- Yüce Allah'ın Hz. Musa'ya
yardımı gerçekleşti ve Firavun ile kavminin tuzaklarını boşa çıkardı. Zira
insanlar, Firavun kendilerine, daha önce yaptığı gibi veya ondan daha
şiddetlisini yapsa da, imandan geri durmuyorlardı.
5- Firavun, Allah'ın kuvvet ve
kudretine aldırmayarak Hz. Musa'yı öldürmeye de azmetmişti. Kavmine de, onun
öldürülmesi gerektiği düşüncesinin sebebini şöyle açıkladı: Musa'nın varlığı
şu iki husustan birinin veya her ikisinin birden olmasına yol açacaktır: Din
işlerinin ve dünya işlerinin bozulması. Buradaki "din"den maksat,
Firavun'a ve putlara kulluktan ibarettir. Dünya işlerinin bozulmasından murad
ise, toplum arasına düşmanlıklar sokulması, huzursuzluk ve çalkantı
bırakılmasıdır.
6- Firavun kendisini
öldürmekle tehdit edince Hz. Musa, imandan ve ahi-rete inanmaktan büyüklenerek
uzak duran her kibirliden Rabbine sığındı.
7- Razî, Hz. Musa'nın burada kullandığı kelimelerden ve yaptığı duadan sekiz faide çıkarmıştır ki bunlar özetle şöyledir:
Birincisi: Hz. Musa'nın, te'kide
delâlet eden "innî" kelimesiyle başlayan "Benim de Rabbim,
sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığınırım." şeklindeki sözü, insanın afet
ve belâları defetmesinin en doğru yolunun, Allah'a dayanmak ve O'nun
korumasına tevekkül etmek olduğuna delâlet eder.
ikincisi: Allah'a sığınmak, kişiyi insan ve cin şeytanlarından korur. Şu halde bir müslüman, "E'ûzu billahi mire'ş-şeytâni'r-racîm" (Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım) dediği zaman Allah Tealâ onun dinini ve ihlâsmı cin şeytanlarının vesveselerinden korur. Aynı şekilde bir müslüman, "E'ûzu billahi " dediği zaman da Allah onu her türlü afet ve korkulacak şeyden korur.
Üçüncüsü: "Benim de Rabbim,
sizin de Rabbiniz" sözü. Allah'tan başka dost olmadığına göre, akıllı
kimsenin, her türlü afetin definde Allah Tealâ'dan başkasının muhafazasına
başvurmaması gerekir. Zira bütün güç ve kudret Onun elindedir.
Dördüncüsü: "Sizin de
Rabbiniz." sözü. Burada Hz. Musa'nın kavmini, Allah'a sığınmada Hz.
Musa'ya uymaya teşvik ve yönlendirme vardır.
Beşincisi: Hz. Musa, kendisini
küçükken bakıp yetiştirmesi sebebiyle Firavunun hakkına riayeten Allah'a
duasında Firavunun adını zikretmemiştir.
Altıncısı: Firavun Hz. Musa'yı öldürmeye azmetmesine rağmen, sadece ona beddua etmekte bir fayda yoktur. Aksine, gizli ve açık her düşmana şamil olması için, büyüklenerek öldükten sonra dirilmeye inanmayan herkesin şerrini defetmesi için Allah'a sığınmak daha yerindedir. Böyle yapılırsa gizli açık her düşmandan Allah'a sığınılmış olur.
Yedincisi: İnsanlara eziyet etme
tavrı, kişide bulunan iki özellik sebebiyle ortaya çıkar. Bunlardan biri,
kişinin kalbinin katı ve mütekebbir olması, diğeri de öldükten sonra dirilmeyi
ve kıyameti inkâr etmesidir. Firavun'da bu özelliklerin ikisi de mevcuttur.
Sekizincisi: Hz. Musa, Firavun'un,
"Rabbine yalvarsın." şeklindeki alaycı tavrına şöyle karşılık
vermiştir: Ey Firavun! Senin alay ettiğin şey, hak dindir ve ben de Rabbime dua
ediyor, senin şerrini benden uzaklaştırmasını Ondan istiyorum. Rabbimin seni
nasıl kahredeceğini ve beni sana galip getireceğini yakında göreceksin. Hz.
Musa'nın bu cevabı, hem kavlî hem de fiilî bir cevaptır.
Bu duadan ortaya çıkan kısaca şudur: Düşmanların hilelerini defetmenin
ve tuzaklarını boşa çıkarmanın yolu, Allah'a sığınmak ve Allah Tealâ'nm
korumasına girmektir.
[31]
28- Firavun ailesinden, imanını gizleyen mümin bir adam dedi ki:
"Rabbim Allah'tır dediği için bir adamı öldürüyor musunuz? Oysa o size
Rabbinizden apaçık deliller getirmiştir. Eğer yalancı ise, yalanı kendi
zararınadır. Ve eğer doğru söylüyorsa, size vaad ettiklerinin bir kısmı olsun
başınıza gelir. Şüphesiz Allah, aşırı giden, yalancı kimseyi doğru yola
iletmez."
29- "Ey kavmim! Bugün mülk sizindir. Buraya siz hakimsiniz. Fakat
Allah'ın hışmı bize gelip çatarsa kim bize yardım eder?" Firavun dedi ki:
"Ben size, hangi görüşte bulunuyorsam, ondan başkasını işaret etmiyorum
ve ben sizi ancak doğru yola götürüyorum."
30- Mümin olan dedi ki: "Ey
kavmim! Ben üzerinize, önceki topluluklarm günü gibi bir günün gelme-* lf, f»
üt sinden korkuyorum."
31- "Nuh kavminin, Ad ve Semud'un ve onlardan sonrakilerin durumu
gibi. Allah, kullarına zulmetmek is-
32- "Ey kavmim! Sizin için o bağrışıp çağrışma gününden korkuyo-
arkanızı dönüp kaçarsı-ama sizi Allah'tan kurtaracak kimse yoktur.
Allah kimi şaşırtırsa, artık ona yol gösteren olmaz."
34- "Daha önce Yusuf da size açık deliller getirmişti. Onun
getirdiklerinden de kuşkulanıp duruyordunuz. Nihayet o ölünce, "Allah
ondan sonra peygamber göndermez." dediniz. İşte Allah, aşırı giden şüpheci
kimseleri böyle şaşırtır."
35- "Onlar ki, kendilerine gelmiş bir delil olmadığı halde
Allah'ın ayetleri hakkında tartışırlar. Bu gerek Allah indinde, gerek iman
edenler yanında büyük bir nefretle karşılanır. İşte Allah, her kibirli zorbanın
kalbini böyle mühürler."
"Yalancı" ve "Doğru söyleyen" kelimeleri arasında
tezat vardır.
"Rabbim Allah'tır dediği için bir adamı öldürüyor musunuz?"
Bu, inkâr ve kınama maksadıyla sorulmuş bir sorudur.
[32]
"Firavun ailesinden... mümin bir adam dedi ki:" Yani
Firavunun akrabalarından. Bu adam, Firavun'un amcasının oğlu, veliahdı ve
güvenlik sorumlusudur. Zahir olan budur. Bu kişinin, İsrailoğulları'ndan biri
veya Firavun ailesi ile iyi ilişkileri olan yabancı muvahhid bir adam olduğu da
söylenmiştir. "Rabbim Allah'tır dediği için" Rabbim sadece Allah'tır
dediği için, böyle demesi sebebiyle "bir adamı öldürüyor musunuz?"
Onu öldürmek mi istiyorsunuz? Söz konusu kişi, bu sözü, Hz. Musa'nın durumu
hakkında herhangi bir ön fikir sahibi olmadan söylemiştir. "Oysa o size
Rabbi-nizden" Burada Rabb kelimesini Firavun kavmine nispet ederek
söylemesi, onları Allah Tealâ'ya inanmaya sevketmek maksadına matuftur,
"apaçık deliller getirmiştir." Allah'ın birliğine ve kendisinin de
doğru sözlü olduğuna delâlet eden aşikâr deliller ve açık mucizeler
getirmiştir. Bu kişi, daha sonra da sözlerini şöyle temellendirmiştir:
"Eğer yalancı ise yalanı kendi zararınadır." Yalanının vebali ve
zararı başkasına sirayet etmez, sadece kendisine terettüp eder. Dolayısıyla onu
öldürmeye hacet yoktur. "Ve eğer doğru söylüyorsa, size vaad ettiklerinin
bir kısmı olsun başınıza gelir." Eğer doğru söylüyorsa, vaadettiklerinin
en azından bir kısmı başınıza gelir. Bey-zavi şöyle demiştir: "Bu ifadede,
mübalağalı bir sakındırma, insaf gösterme ve taassuba saplanmama vardır. Bu
sebeple söz konusu kişi önce Hz. Musa'nın yalan söyleme ihtimalini dile
getirmiştir." "Allah, aşırı giden yalancı kimseyi doğru yola
iletmez." Buradaki "aşırı giden'den murad, ma'siyet işlemeye devam
eden ve bunu çok yapandır. "Yalancı"dan maksat ise, müşriktir. Bu
cümle, söz konusu kişinin, söylediklerine getirdiği üçüncü delildir. Bu delil
iki yönlüdür: Birincisi, Eğer Musa (a.s.) aşırı giden bir yalancı ise, Allah
onu açık delillere iletmez ve kendisini bu mucizelerle desteklemez. İkincisi,
Allah'ın mahcup ve helak ettiği bir kimseyi öldürmeye sizin ihtiyacınız yoktur.
Bu cümlede, Firavun kastedilmekte ve onun Rabblik iddiası yalanlanmaktadır.
"Buraya." Mısır toprağına "siz hakimsiniz."
İsrailoğulları üzerine galip ve onlara hakimsiniz. "Fakat Allah'ın hışmı
bize gelip çatarsa, kim bize yardım eder?" Eğer Allah'ın dostlarını
öldürür seniz, Allah'ın azabının bize gelmesine kim mani olur? Yani o zaman
bizim için bir yardım eden bulunmaz. Burada bu sözü söyleyen söz konusu
kişinin, kullandığı fiillerin zamirlerine "bize" şeklinde kendisini
de eklemesi, Firavun ailesine yakın olduğundan ve kendisinin de onlardan
olduğunu göstermek istemesindendir. "Firavun dedi ki: "Ben size,
hangi görüşte bulunuyorsam, ondan başkasını işaret etmiyorum." Yani ben
size, ancak kendim için de uygun gördüğüm görüşü işaret ediyorum. Bu görüş, Hz.
Musa'nın öldürülmesi gerektiği şeklindeki görüşüdür. "Ve ben sizi ancak
doğru yola götürüyorum." Yani ben sizi, doğru yoldan başkasına götürmüyorum.
"Ben, üzerinize önceki toplulukların günü gibi" geçmiş
ümmetlerin yaşadığı günler gibi, yani onların yaşadığı olaylar gibi "bir
günün gelmesinden korkuyorum." Firavun'un Musa (a.s.)'yı yalanlamasından
ve ona karşı çıkmasından dolayı. Buradaki "topluluklar", kendilerine
gelen peygamberler aleyhine toplanan ve onları yalanlayan kavimlerdir. Yine bu
cümlede geçen "gün" kelimesi, tekil olarak ve önceki topluluklara
izafe edilerek kullanılmıştır. Bu itibarla umumluk ifade eder. "Nuh
kavminin... ve onlardan sonrakilerin durumu gibi." Yani onların ve
onlardan sonra gelen Lût kavmi gibi kavimlerin adeti ve küfür, peygamberlere
eziyet etme gibi tutumları sebebiyle bu dünyada azaba uğratılmaları ve
köklerinin kazınması gibi. "Allah, kullarına zulmetmek istemez."
Dolayısıyla kimseye günahsız olduğu halde azap etmez. Ancak zalimi de intikam
almadan bırakmaz.
"Sizin için bağrışıp çağrışma gününden" kıyamet gününden
"korkuyorsunuz." O gün inkarcılar birbirlerine seslenerek yardım
isterler ve o gün cennetliklerle cehennemliklerin nidası birbirine karışır.
Cennetliklere mutlulukla, cehennemliklere ise bedbahtlıkla seslenilir vb.
"Daha önce size Yusuf da" Musa (a.s.)'dan önce gelen Yakub
oğlu Yusuf (a.s.) "size açık deliller getirmişti." Doğru sözlü
olduğuna delâlet eden açık mucizeler getirmişti. "Nihayet o ölünce"
Yusuf (a.s.) ölünce. "Allah ondan sonra peygamber göndermez,
dediniz." Bu cümlede, Hz. Yusuf un peygamberliğinin, daha kendisi
hayattayken -ve keza ondan sonra gelenlerin- yalanlanıp inkâr edildiğine
işaret vardır. "İşte Allah, aşırı giden şüpheci kimseleri" masiyet
işleyen ve bunu çoğaltan, Allah'ın birliğine, müjde ve tehdidinin doğruluğuna
delâlet eden apaçık delillerden şüphe edenleri "böyle şaşırtır. "
Sizin içinde bulunduğunuz dalâlet gibi dalâlete ve isyana sevkeder.
[33]
Hz. Musa'nın, kendisini öldürmeye azmeden Firavuna karşı, onun şerrini
defetme konusunda Allah'a sığınmaktan başka bir şey yapmadığı beyan
buyurulduktan sonra, burada da Allah Tealâ'nın, ona, kendisini mü-
dafaa eden, Firavun ailesine mensup bir adamı, fitneyi yatıştırması ve
şerri ortadan kaldırması için lütfedip gönderdiği belirtilmektedir. Bu adamın
Hz. Musa'yı savunması, üç büyük hususu ihtiva etmektedir ki bunlar:
1- Firavun kavmi karşısında,
kendisine inananlarla birlikte mustaz'af durumda bulunan ve Rabbine iman eden
Hz. Musa'nın öldürülmesinin doğru bulunmaması.
2-
Firavun kavminin,
peygamberleri yalanlayan ve cemaatler, gruplar halinde olan Nuh, Âd, Semud
kavmi gibi kimselere karşı hem bu dünyada hem de ahirette Allah Tealâ'nın
verdiği karşılıktan sakmdırılması.
3-
Firavun kavmine, ilk ataları
Yusuf (a.s.)'un ve ondan sonra gelenlerin peygamberliğini yalanlamaları
üzerine neler yapıldığının hatırlatılması.
[34]
"Firavun ailesinden, imanını gizleyen mümin bir adam dedi ki:
"Rab-bim Allah'tır, dediği için bir adamı öldürüyor musunuz? Oysa o size,
Rab-binizden apaçık deliller getirmiştir." Yani Firavun'un yakınlarından
ve devlet adamlarından bir kimse şöyle dedi: "Rabbim Allah'tır"
demekten başka bir günahı olmayan birisini nasıl öldürürsünüz? Oysa o size
apaçık mucizeler ve peygamberliğine ve doğru sözlülüğüne delâlet eden deliller
getirmiştir. Bu, öldürülmesini gerektiren bir durum değildir. Bunun üzerine
Firavun, o adamın yaptığı savunmadaki doğruluğu sebebiyle Hz. Musa'yı
öl-dürmeyip, geri durdu.
İbni Ebi Hâtim'in rivayetine göre İbni Abbas (r.a.) şöyle demiştir:
"Firavun ailesi içinde, bu adam, Firavun'un karısı ve "Ey Musa!
İleri gelenler seni öldürmek için aralarında konuşuyorlar" (Kasas, 28/20)
diyen kişi hariç başka iman eden olmamıştır."
Gerçekten "Rabbim Allah'tır, dediği için bir adamı öldürüyor musunuz?"
sözünün, Firavun üzerinde büyük bir etkisi olmuştur. Hz. Ebu Bekir de,
Rasulullah (s.a.)'ı boğmaya çalışan Ukbe b. Ebi Mu'ayt'a bu cümleyi
tekrarlamıştı. Buhari, Sahihinde Urve b. Zübeyr'den şöyle dediğini rivayet
etmiştir: "Abdullah b. Amr b. As (r.a.)'a, "Bana müşriklerin
Rasulullah (s.a.)'a yaptığı en şiddetli muameleyi haber ver." dedim. Şöyle
dedi: "Rasulullah (s.a.) Kabe'nin bir köşesinde namaz kılarken Ukbe b.
Ebi Mu'ayt birden çıkageldi ve Rasulullah (s.a.)'ın omuzunu tuttu; elbisesini
boynuna doladı ve kuvvetle sıktı. O anda Ebu Bekir (r.a.) geldi ve onun
omuzundan tutarak Hz. Peygamberden uzaklaştırdı. Sonra da şöyle dedi:
"Rabbim Allah'tır dediği için bir adamı öldürüyor musunuz? Oysa o size,
Rabbinizden apaçık deliller getirmiştir."
Bezzâr ve -Fedâilu's-Sahâbe adlı eserinde- Ebu Nu'aym da Hz. Ali
(r.a.)'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Ey insanlar! İnsanların en
cesaretlisinin kim olduğunu bana haber verin." Orada bulunanlardan biri,
"Sen" dedi. Hz. Ali şöyle mukabele etti: "Ben, benimle mübareze
(teke tek mücadele) eden herkesin hakkından gelmişimdir. Şimdi siz bana
insanların en cesurunun kim olduğunu söyleyin." Orada bulunanlar,
"Bilmiyoruz. Kimdir?" dediler. Hz. Ali şöyle cevap verdi: "Ebu
Bekir'dir. Rasulullah (s.a.)'ı gördüm. Kureyş kendisini yakalamıştı.
"İlâhları bir tek ilâh yapan sen misin?" diyerek ona vuruyor ve
kendisini hırpalıyorlardı. Allah'a yemin olsun ki, Ebu Bekir dışında hiç kimse
buna müdahale etmedi. Sadece o "Yazıklar olsun size! "Rabbim
Allah'tır, dediği için bir adamı öldürüyor musunuz?" diyerek müşriklerden
kimine vuruyor, kimini itiyor ve kimini de hırpalıyordu." Daha sonra Hz.
Ali üzerinde bulunan hırkayı kaldırdı ve sakalı ıslanana kadar ağladı. Daha
sonra şöyle dedi: "Söyleyin bana, Firavun ailesinden mümin olan kimse mi
daha hayırlıdır, yoksa Ebu Bekir mi?" Oradakiler sustular. "Cevap
vermeyecek misiniz? Alah'a yemin olsun ki, Ebu Bekir'in bir anı bile Firavun
ailesinin mümin kişisinden daha hayırlıdır. Bu, imanını gizleyen birisidir.
Böyle olduğu halde Allah Tealâ onu Kitabında övmüştür. Ebu Bekir ise imanını
açığa vurmuş ve bu yola malını canını koymuştur."
Daha sonra Firavun ailesinden olan mümin kişi, görüşünü desteklemek
için altı hüccet daha getirmiştir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
1- "Eğer yalancı ise, yalanı
kendi zararınadır. Ve eğer doğru söylüyorsa, size vaad ettiklerinin bir kısmı
olsun başınıza gelir." Yani eğer bu adam davasında yalancı ise, yalanının
vebal ve günahı kendi boynunadır. Allah onu dünyada da ahirette de
cezalandırır. Bu nedenle onu bırakın. Eğer davasında doğru sözlü ise ve siz
ona muhalefet ederseniz, size vaad ettiği dünyevî ve uhrevî cezaların bir kısmı
olsun sizin başınıza gelecektir. Şu halde onu ve kendilerini imana çağırması
üzerine ona ittiba eden kavmini serbest bırakın.
Bu adamın burada "...size vaad ettiklerinin bir kısmı olsun
başınıza gelir." diyerek Hz. Musa'nın vaatlerinin "bir kısmının"
onların başına gelebileceğini söylemesinin sebebi, Hz. Musa'nın onlara hem
dünya, hem de ahiret azabı vaad etmiş olmasıdır. Nitekim onun vaad ettiklerinin
bir kısmı onların başına gelmiştir de. Anlatılmak istenen şudur: Onun size
vaad ettiği azabın hepsi başınıza gelmese bile, size vaad olunan azabın en azından
bir kısmı olsun başınıza gelir. O azabın bazısında bile sizin helakiniz vardır.
2- "Şüphesiz Allah, aşırı
giden yalancı kimseyi doğru yola iletmez." Yani şayet Musa (a.s.) sözünde
aşırı giden ve haddini aşan, peygamberlik davasında yalancı birisi ise, Allah
onu açık deliller getirmeye muktedir kılmaz ve kendisini mucizelerle
desteklemez. Eğer o, Allah'a yalan söylüyor ve iftira ediyorsa, Alah onu da
ehlini de mahcup eder. Dolayısıyla sizin onu öldürmeye ihtiyacınız yoktur.
3- "Ey kavmim! Bugün mülk
sizindir. Buraya siz hakimsiniz. Fakat Allah'ın hışmı bize gelip çatarsa kim
bize yardım eder?" Yani ey kavmim! Allah size bu geniş mülkü ihsan
eylemiştir ve sizler, Mısır toprağında İsra-iloğulları üzerinde hakim ve galip
durumdasınız. Öyleyse Allah'a şürket-mek ve O'nun elçisini tasdik etmek
suretiyle bu nimetin gereğini yapın ve eğer elçisini yalanlayacak olursanız,
Allah'ın size gelecek olan gazabından sakının. Şayet Allah'ın azabı bize
gelecek olursa, ona mani olacak kimdir?
Bu mümin kişinin burada "bize gelip çatarsa" ve "kim
bize yardım eder" diyerek kendisini de onlara katmasının sebebi, kendisini
onlardan göstermek, onlara yaptığı nasihatte kendisinin de onlarla ortak
olduğunu ve yapmak istediğinin, nasihatini tutsunlar diye ancak onlardan
kötülüğü defetmek olduğunu anlatmaktır.
Ancak Firavun, bu nasihati kaçamak yollu bir tavırla reddetmiş, kendisinin
kavmine karşı bu adamdan daha samimi bir nasihatte bulunduğu görüntüsüne
bürünmüştür. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Firavun dedi ki: "Ben size, hangi görüşte bulunuyorsam,
ondan başkasını işaret etmiyorum ve ben sizi ancak doğru yola
götürüyorum." Yani Firavun, o mümin kişiye cevaben şöyle dedi: "Ben,
kendim için doğru gördüğüm bir şeyden başkasını size işaret ediyor değilim.
Sizi doğru yoldan başkasına çağırmıyor ve sevketmiyorum. O yol başarı, kurtuluş
ve galibiyet yoludur ki, Musa'nın öldürülmesinden geçmektedir. Firavun,
"Ben size, hangi görüşte bulunuyorsam, ondan başkasını işaret etmiyorum."
demekle yalan söylemiş ve iftirada bulunmuştur. Zira Hz. Musa'nın getirdiği
risale-tin doğruluğu tahakkuk etmişti. Yine Firavun, "Ve ben sizi ancak
doğru yola götürüyorum." şeklindeki sözü de yalandır. Yani ben sizi hak,
doğruluk ve irşad yolundan başkasına çağırıyor değilim. Ne var ki onun bu
yalancılığına rağmen, sırf nüfuz ve saltanat sahibi olduğu için kavmi ona
itaat etmişti. Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Firavunun buyruğuna
uydular. Oysa Firavunun buyruğu doğruya iletici değildi." (Hûd, 11/97),
"Firavun, kavmini saptırdı, doğru yola iletmedi." (Tâ-hâ, 20/79).
Buhari ve Müslim, Ma'kıl b. Yesâr (r.a.)'dan rivayet ettikleri sabit bir
hadiste şöyle gelmiştir: "Allah'ın, bir toplumun başına geçirdiği ve
tebasını aldatıp, onlara ihanet eder durumdayken ölen hiçbir kul yoktur ki,
Allah ona cennetin kokusunu haram kılmış olmasın. Cennetin kokusu ise beşyüz
yıllık yoldan hissedilir."
4- "Mümin olan dedi ki:
"Ey kavmim! Ben üzerinize, önceki toplulukların günü gibi bir günün
gelmesinden korkuyorum. Nuh kavminin, Ad kavminin ve Semud'un ve onlardan
sonrakilerin durumu gibi." Yani bu mümin ve salih adam kavmini, Allah'ın
dünya ve ahiretteki azabından sakındırdı. Sözlerine, onları dünyevî azapla
korkutarak başladı ve şöyle dedi: Ey kavmim! Eğer Musa'yı yalanlayacak
olursanız, geçmişte peygamberlerinin karşısında ayrı bir hizip teşkil eden ve
kendilerine gelen elçileri yalanlayan kavimlerin başına gelenlerin benzeri bir
azaba uğramanızdan korkuyorum. Nitekim Nuh kavmi, Âd, Semud ve onlardan sonra
gelen Lût kavmi gibi kavimlerin başına Allah'ın azabı gelmişti de onlar, ne
kendilerine yardım edecek birisini, ne de kendilerini himaye edecek bir
koruyucu bulabilmişlerdi. Bu ayette geçen "durumu gibi" ifadesi,
"azapta onların hali gibi" veya "peygamberleri yalanlamaya
yeltenmedeki halleri gibi" anlamındadır.
"Allah, kullarına zulmetmek istemez." Yani Allah, kullarını
zulme sokmayı murad etmez. Bu itibarla onları günahsız oldukları halde helak
etmez. Onları, ancak işledikleri günahlar, kendilerine gelen peygamberleri
yalanlamaları ve onların emrine muhalefet etmeleri sebebiyle helak eder.
Daha sonra Allah Tealâ, onları ahiret azabıyla korkutmakta ve şöyle
buyurmaktadır:
5- "Ey kavmim! Sizin için
o bağrışıp çağrışma gününden korkuyorum. O gün arkanızı dönüp kaçarsınız, ama
sizi Allah'tan kurtaracak kimse yoktur." Yani ey kavmim! Ben, s^in için
kıyamet gününün dehşetli manzaralarından
kurtarması için birbirinizden bağırarak yardım istediğiniz veya
cehennemliklerin cennetliklere, cennetliklerin de cehennemliklere bağırdığı o
zamanın azabından korkuyorum. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Cennet halkı, ateş halkına seslendi: "Rabbimizin bize vaad ettiğini
biz gerçek bulduk. Siz de Rabbinizin size vaad ettiğini gerçek buldunuz
mu?" (Ahzâb, 7/44), "Ateş halkı, cennet halkına, "Suyunuzdan
veya Allah'ın size verdiği rızıktan biraz da bizim üzerimize akıtın." diye
seslendiler." (Ahzâb, 7/50).
Yine sizin için, ateşten kaçarak dört bir yana dağılacağınız veya ateşe
götürülmek üzere toplandığınız yerden ayrılarak kaçacağınız o günün azabından
korkuyorum. O gün siz ne bir koruyucu, ne Allah'ın azabına engel olacak, ne de
sizi himaye edecek birisini bulamazsınız. Bu da onların muhatap olduğu tehdidi
tekit eden bir ifadedir.
"Allah kimi şaşırtırsa, artık ona yol gösteren olmaz." Yani Allah kimi saptırır, kendisine tevfik vermez ve rüşdünü ilham etmezse, artık o kimse için Allah'tan başka doğru yola ve cennete götürecek bir yol gösterici olmaz.
6- "Daha önce Yusuf da
size açık deliller getirmişti. Onun getirdiklerinden de kuşkulanıp
duruyordunuz. Nihayet o ölünce, 'Allah ondan sonra peygamber göndermez."
dediniz." Yani size şunu hatırlatırım ki, peygamberleri yalanlamak size
dedelerinizden ve babalarınızdan kalma bir tutumdur. Zira Allah size, yani
Mısır'da yaşayan babalarınıza, Musa (a.s.)'dan önce de bir peygamber
göndermişti ki o, Ya'kub oğlu Yusuf (a.s.)'dur. O size, doğruluğunu gösteren
apaçık mucizeler ve Allah'ın dinini açıklayan apaçık ayetler getirmişti. Siz
hem onu, hem de ondan sonra gelen elçileri yalanladınız ve apaçık delillerden
şüphe duymaya devam ettiniz. Hatta Yusuf b.
Ya'kub (a.s.) öldüğü zaman, ondan sonra elçi geleceğini de inkâr ettiniz. Bu suretle hem onun hayatında, ona karşı, hem de o öldükten sonra gelen diğer elçilere karşı kâfir oldunuz. Bu durum, sizdeki bu peygamberleri yalanlama, elçilere karşı inatla direnme ve onları inkâr etme tavrının, babadan oğula geçen bir tavır olduğunu göstermektedir.
"İşte Allah, aşırı giden şüpheci kimseleri böyle şaşırtır."
Yani aşırılığı sebebiyle Allah'a karşı çok masiyet işleyen, bunu gitgide
çoğaltan, kalbinden Allah'ın dinine karşı şüphe besleyen ve Allah'ın birliği,
müjdesi ve tehdidi konusunda kuşku içinde bulunan kimsenin içinde bulunduğu
durum, bu dalâlet ve kötü gidişat içinde bulunanın durumu gibidir.
Daha sonra Allah Tealâ, aşırı giden bu şüphecilerin özelliklerini zikretmekte
ve şöyle buyurmaktadır:
"Onlar ki, kendilerine gelmiş bir delil olmadığı halde Allah 'in
ayetleri hakkında tartışırlar. Bu (durum) gerek Allah indinde, gerek iman edenler
yanında büyük bir nefretle karşılanır." Yani o aşırı giden şüpheci
kimseler onlardır ki, Allah'ın ayetleri hakkında onları iptal etmek için
-herhangi bir açık hüccet ve delilleri olmadığı halde- mücadele ederler, hakka
karşı batıl ile muharebe ederler. Bu mücadele gerek Allah Tealâ, gerekse
müminler nazarında buğzu büyütmüştür. Çünkü bu, batıla dayanan ve aslı esası olmayan
bir mücadeledir. Allah'ın kızgınlığı, isyan edenleri azaba sokmasıdır.
Müminlerin kızgınlığı ise, kâfirleri terketmek ve onlarla ilişkiyi kesmektir.
"İşte Allah, her kibirli zorbanın kalbini böyle mühürler."
Yani Allah, o aşırı giderek hak ile mücadele edenlerin kalbini nasıl
mühürlemişse, hakka ittiba etmeyerek kibirlenen ve zayıf kimseleri zelil
kılarak boyundurukları altına alan, onlara ihanet ederek haksız yere canlarına
kıyan zorba kimselerin kalbini de aynı şekilde mühürler. Şa'bî ve başkaları bu
ayet hakkında şöyle demişlerdir: "Bir kimse, iki kişinin canına kıymadıkça
ces-sar (zorba) sayılmaz." Katâde ise, "Haksız yere cana kıymak,
zorbalık göstergesidir." demiştir. Mukâtil de "mütekebbir",
tevhidi kabul etmeyerek bü-yüklenen, "cebbar" ise hak olmayan
konularda zorba" şeklinde görüş belirtmiştir. Bu durumdaki bir kimse, ilk
haliyle Allah'a düşmanlık eder, ikinci haliyle de Allah'ın yarattıklarına katı
davranır.
[35]
Bu ayetler aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Firavun ailesine mensup
olan sözkonusu mümin ve salih kişinin, Firavunun meclisinde ve hakimiyeti
altındaki o ortamda Hz. Musa lehine yaptığı savunma, kuvvet, cesaret, akıl ve
mantık bakımından oldukça güçlü bir savunmadır.
2-
Her nasıl olursa olsun, bir
kimsenin, dinsel özgürlüğü zulümle engellemesi ve bu özgürlüğü insanların
elinden zorla alması kabul edilebilir değildir. Böyle iken bir kimsenin,
"Rabbim Allah'tır" demekten başka bir suçu olmayanları öldürmesi
nasıl mümkün ve doğru olur?
3- Peygamberler,
doğruluklarını belgeleyen açık delil ve ayan beyan mucizeler getirdikten sonra
onları yalanlamakta herhangi bir özrü olamaz.
4- Peygamberleri yalanlayan
kimselere şaşılır ki onların mantıkları sakat, düşünceleri sağlıksızdır. Zira
eğer peygamberler yalancı ise, yalanlarının günahı kendi boyunlarınadır ve
onların yalancılığının, kendilerine tabi olanlara herhangi bir zararı yoktur.
Ama eğer doğru söylüyorlarsa, bunun faydası kendilerine tabi olanlaradır. Bu
takdirde onlara tabi olanlar, tehdit edildikleri türlü azap ve afetlerden
esenlikte olurlar.
Firavun ailesinden olan söz konusu kişinin, "Eğer yalancı ise,
yalanı kendi zararınadır." şeklindeki ifadesi, Hz. Musa'nın
peygamberleğinden ve doğru söylediğinden şüphe duyması sebebiyle değil, onu
savunmak ve kendisine gelebilecek eziyetleri ondan uzaklaştırmak maksadıyla,
problemin farz-ı muhal olarak ifadesidir.
5- Allah Tealâ, masiyet
işlemekte ve yalancılıkta aşırı gidenleri kesinlikle hidayete ulaştırmaz. Yüce
Allah, Hz. Musa'ya, hidayet yolunda apaçık mucizeler gösterme gücü
bahsetmiştir. Allah kime böyle bir hidayet ver-mişse, o kimse yalancı ve aşırı
giden birisi değildir. Bu da Hz. Musa'nın, yalancılardan olmadığını gösterir.
6- Çeşit çeşit silâhlarla
donatılmış ordu veya askerlerine güvenen yetki ve hükümranlık sahiplerinin,
kuvvetli beyan, açık hüccet ve tesirli sözlerden başka bir silâhları olmayan
peygamberlerden korkması, gerçekten şaşılacak bir husustur. Bunun sebebi başka
değil, ancak hakkın güçten üstün ve
sağlam olması, hükmünü icrada ondan daha ileride bulunmasıdır. Bu
sebepledir ki hakkın sesiyle nice tahtlar sallanmıştır. Hak ehli olanlar,
kuvvetlilerin kötülüklerinden ve cesaretlilerin gücüden etkilenmezler.
İşte Mısır kralı azgın Firavun! Sıradan bir adamdan sakınıyor. O adam
Hz., Musa'dır ki, kendisinin dayandığı ne maddî bir kuvvet, ne silâh, ne de
ordu var!
7-
Aynı şekilde o mümin kişi,
kavmini, hemen gelecek dünya azabıyla, hem de daha sonra gelecek ahiret
azabıyla korkutmuş ve şöyle demiştir: "Allah kimi şaşırtırsa, artık ona
yol gösteren olmaz." Bunun üzerine Fira-vun'un kalbi titremiştir.
8-
Sözkonusu mümin kişi,
nasihat ve korkutmaya devam etmiş ve imanını açığa vurmuştur. Onun bu davranışı
ya kendisini ölüme hazırladığını ve artık ölümü göze aldığını, ya da onların
kendisini öldürmek niyetinde olmadıkları ve Allah'ın kendisini onların
şerrinden, "Allah onu, onların kurdukları tuzakların kötülüklerinden
korudu." (Mümin, 40/45) şeklindeki hak sözüyle koruyacağı konusunda
kendini güvende hissettiğini gösterir. Söz konusu mümin kişi bu sebeplerden
birisi ile kıyamet -bağrışıp çağrışma- gününden korktuğunu açıkça ifade
etmiştir. O gün insanlar birbirlerinden yardım istemek maksadıyla birbirlerine
bağıracaklar veya cehennemlikler cennetliklere, cennetlikler de
cehennemliklere nida edip seslenecekler.
9- Yine o mümin kul, Firavun'a
ve kavmine, geçmişte yaşanan azabı hatırlatmıştır. Şöyle ki, geçmişte de
Allah'ın peygamberi Ya'kub oğlu Yusuf (a.s.) elçi olarak gelmişti. Yine onlara,
geçmiş kavimlerin, peygamberlerine karşı direndiklerini, bunun üzerine Hz.
Yusuf un onlara, kendisinin doğru söylediğini kesin olarak gösteren deliller
getirdiğini, ama onların onu hayattayken inkâr edip yalanladıklarını, öldükten
sonra da kendisinin ardından gelen peygamberlere karşı kâfir olduklarını, bunun
üzerine Allah Tealâ'nın da onları haktan ve doğrudan uzaklaştırıp saptırdığını
hatırlatmıştır.
10- Nihayet o mümin kişi,
sözlerini, kavminin herhangi bir kesin delile dayanmaksızın Allah'ın açık
ayetleri hakkında tartışmaları sebebiyle Allah'ın kendilerini şüphe ve
aşırılık içinde bırakmasından sakındırarak nihayete erdirmiştir. Allah'ın
ayetleri hakkında mücadele eden bu kimseler Allah Tealâ'nın gazabına muhatap
olacaklar ve Allah kendilerini cehennem azabıyla cezalandıracaktır. O onlara
müminler de en şiddetli buğzu duymaktadır. Bu suretle onların kalpleri,
herhangi bir hayrın işlemeyeceği şekilde kapalı hale gelmiştir.
11- Firavun ailesine mensup o
mümin kişinin, sözlerini bitirirken ileri sürdüğü bu düşünceler ne kadar da
etkileyicidir! Bu sözler, Allah Tealâ'nın da naklettiği ve ikrar ettiği gibi
hakkın düsturları, Allah'ın kanunları, adaletin ikamesi ve ahiret yurdunda
hesabın esasıdır. Bu sözler şunlardır:
a) "Şüphesiz Allah, aşırı
giden yalancı kimseyi doğru yola iletmez." Bu cümlede Hz. Musa'nın
kadrinin ne kadar yüce olduğu, dolaylı anlatımla dile getirilmektedir. Yahut
da burada Firavun'un, Hz. Musa'yı öldürmeye azmetmekle aşırı giden ve ilâhlık
iddiasına kalkışmakla yalancılık eden bir kimse olduğuna işaret vardır. Durumu
ve özelliği böyle olan kimseyi Allah hidayete erdirmez; tam aksine Allah onu
alt-üst eder ve evini başına yıkar.
b) "Allah kullarına zulmetmek
istemez." Yani peygamberlere karşı bölük bölük olup cephe alan, onları
yalanlayan ve onlara karşı kâfir olan kimseleri Allah Tealâ'nın yerle bir
etmesi, adaletin ta kendisidir. Çünkü onlar, peygamberleri yalanlanılan
sebebiyle böyle bir helâka davetiye çıkarmışlar ve gerekli kılmışlardır.
c) "Allah kimi
şaşırtırsa, artık ona yol gösteren olmaz." Daha önce "Ama sizi Allah
'tan kurtaracak kimse yoktur." buyurulduğu ve bu cümleyle onlara yönelik
olan tehdidin tekit edildiği dikkate alınacak olursa, burada-
ki ayetin de onların ne kadar aşırı bir dalâlette ve koyu bir cehalet
içinde bulunduğu konusunda bir uyarı olduğu kolayca anlaşılır.
d) "İşte Allah, aşırı
giden şüpheci kimseleri böyle şaşırtır." Yani babalarınız ve dedeleriniz
nasıl bir dalâlet içindeyse, müşrik olan ve Allah'ın birliği hakkında şüpheye
düşen kimseleri de Allah öylece dalâlete sevkeder. Bu ayetteki anlatımın
benzerleri şu ayetlerde de geçmektedir: "Allah, zalimleri saptırır."
(İbrâhîm, 14/27), "Onunla sadece fasıkları saptırır." (Bakara,
2/26).
e)
"İşte Allah, her
kibirli zorbanın kalbini böyle mühürler." Yani Allah Tealâ, herhangi bir
delile dayanmadan Allah'ın ayetleri hakkında batıl ile mücadele edenlerin
kalbini nasıl mühürlemiş ise, büyüklenen her zorbanın kalbini de aynı şekilde
mühürler. Böylece onlar ne doğruyu akledebilir, ne de hakkı kabul edebilirler.
[36]
36- Firavun dedi ki: "Ey
Haman! Ba- na yüksek bir kule yap da, o sebep-
37- Göklerin sebeplerine çıkıp
Mu- sa'nın ilâhına bakayım. Çünkü ben
onu yalancı sanıyorum. Böylece
vun'un düzeni başka değil,
ancak hüsran da ıdı.
"Firavun" Mısır'daki Kıptî kralı "Ey Haman!" Haman,
Firavun'un veziridir. "Bana yüksek bir kule" yüksek bina "yap
da, sebeplere" Hedefe ulaş-. tiran yollara "erişeyim" sebep
kendisi aracılığıyla bir şeye ulaşılan araçtır, ip, yol ve merdiven gibi.
Burada "sebepler" kelimesinden kasıt, "kapılar" dır.
"çıkıp Musa'nın ilâhına bakayım." Burada Firavun, Allah'ın gökte
olduğunu söyleyenlerin inancından etkilenerek böyle söylemiştir. Yoksa o, Hz.
Musa (a.s.)'dan böyle bir şey duyduğu için böyle inanmış değildir. Bey-zavi
şöyle demiştir: "Firavun böyle yapmakla, arzda cereyan eden olayları
gösteren birer semavî sebep olan yıldızların durumuna bakmak ve acaba onların
durumunda Musa (a.s.)'yı Allah'ın gönderdiğini gösteren bir belirti görebilir
miyim diye onları gözetleyebilmek için yüksek bir yere bir gözlem yeri
kurulmasını istemiş olmalıdır."
"Çünkü ben onu yalancı sanıyorum." Kuvvetle zannediyorum ki
Musa (a.s.), peygamberlik iddiasında veya insanların benden başkasına çağırmada
yalancılık etmektedir. Firavun bu sözü, hakkı batılla karıştırarak söylemektedir.
"Böylece yaptığı iş, Firavun'a güzel gösterildi." Yani şirk ve yalanlama
tavrı ona bu şekilde güzel gösterildi "ve o, yoldan çıkarıldı." Firavun,
doğru yoldan ve hidayet istikametinden çıkarıldı. "Firavunun tuzağı...
hüsran da idi." Buradaki helak olarak çevrilen "tebâb" kelimesi,
"Ebu Leheb'in elleri kurusun" (Leheb, 111/1) ve "Ve onların
ziyanlarını artırmaktan başka bir işe yaramadı." (Hûd, 11/101)
ayetlerinde de aynı minval üzere geçmektedir.
[37]
Firavun, kibirli ve zorba olarak tavsif edildikten sonra, bu ayetlerde
de Allah Tealâ, onun, Hz. Musa'yı yalanlamadaki azgınlığını ve taşkınlığını
haber vermektedir. Onun bu aşırı tutumu o dereceye varmıştır ki, vezirine,
göğe yükselip Musa (a.s.)'nm ilâhına muttali olmak için kendisine yüksek ve
görkemli bir bina yapmasını emretmiştir. Onun bu tutumu, meydan okuma ve hakkı
batılla karıştırma, Hz. Musa ile alay etme ve onun peygamberliğini inkâr
amacına yöneliktir.
[38]
"Firavun dedi ki: "Ey Haman! Bana yüksek bir kule yap da, o
sebeplere erişeyim. Göklerin sebeplerine çıkıp Musa'nın ilâhına bakayım. Çünkü
ben onu yalancı sanıyorum." Yani mümin kişinin Hz. Musa hakkında yaptığı
savunmayı dinledikten sonra Firavun, veziri Haman'a şöyle dedi: Ey Haman! Bana
görkemli, şatafatlı ve yüksek bir bina yap. Ola ki bu bina sayesinde göklerin
sır kapılarına ulaşırım. Onlara ulaştığım zaman Musa'nın ilâhını araştıracağım.
Firavun bu sözüyle, Hz. Musa ile alay etmekten ve onun peygamberliğini inkârdan
başka bir şeyi amaçlıyor değildi. Daha sonra bu tavrını, şöyle diyerek tekit
etmiştir: Ben öyle zannediyorum ki Musa, benden başka bir ilâhı olduğu ve o
ilâhın kendisini bize peygamber olarak gönderdiği iddiasında mutlak bir
yalancıdır. Firavun bu sözleriyle, kavminin küfürde kalmasını ve onların sadece
kendisinin ilâh olduğuna inanmalarını temin edebilmek ve onları istediği
şekilde yönlendirebilmek için onların kafasını karıştırmak ve hakkı batılla
bulandırmak amacını gütmektedir.
Firavun'un bu sözleri, Hz. Musa'nın, kendisini Allah'ın ona gönderdiği
yolunda söylediklerini yalanladığının açık delilidir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Böylece yaptığı kötü iş, Firavun'a güzel gösterildi ve o, yoldan
çıkarıldı. Firavun'un düzeni başka değil, ancak hüsranda idi." Yani
ahmaklığın, kalın kafalılığın ve kıt anlayışın bu şekilde süslü gösterilmesi
gibi, zorba Firavun'a da, şirk, yalanlama, azgınlıkta ve tuğyanda devam etme
gibi yaptığı kötülük ve işlediği kabahat süslü gösterildi. Yani şeytan, kötü
amelini ona süslü gösterdi ve bu suretle onu yolun doğrusundan ve hidayetten
saptırdı; onu hak ve adalet yolundan mahrum etti. Firavun'un tuzağı ve hilesi
başka değil ancak hüsran ile sonlanmıştır. Çünkü bütün varlığı, istediği
herhangi bir şeyi gerçekleştiremeden sahipsiz ve başıboş kalmıştır.
Kısacası Firavun ve benzerlerinin yaptığı şey, paygamberleri yalanlayan
sapkınların yaptığıdır ve bunların küfür, dalâlet ve sapkınlıklarının akıbeti
helak ve hüsrandır. Firavun'un, insanları Hz. Musa'ya imandan alıkoymak için
buşvurduğu tedbirler boşa çıkmış, zayi olmuş ve herhangi bir fayda vermemiş şeylerdir.
[39]
Bu ayetler, Firavun'un, Allah Tealâ'nm ilâhlığmı ve varlığını inkâr etmek
ve Hz. Musa'nın peygamberliğini yalanlamak için sığındığı aldatmaca, hile ve
tuzağın bir çeşidini göstermektedir. Firavun, daha önce bahsi geçen mümin
kişinin sözlerinin, insanların kalbinde yerleşmesinden korkunca -o mümin kulun
hüccetinin ne kadar kuvvetli olduğunu, fikrinin sağlamlığını anlamıştı- böyle
bir yola başvurmuştur.
Bu durum karşısında Firavun, Haman'a, yüksek bir bina yapmasını
emretti. Bizler, her ne kadar Firavun'un zamanında bu isimde birisi bilinmiyor
ise de, bu vezirin Firavun zamanında yaşadığını kesin olarak biliyoruz. Çünkü
Allah Tealâ'nın kelâmı, kesin bir hüccettir.
Ayetlerin zahirî ifadelerine bağlı kalan müfessirlerin çoğunluğu, Firavun'un,
göğe yükselmek ve Hz. Musa'nın ilâhına -eğer mevcut ise- bakmak maksadıyla bir
bina yaptırmak istediğini söylemişlerdir. Eğer herhangi bir şey göremezse,
kavmine, Hz. Musa'nın ilâhının mevcut olmadığını haber verecek ve en yüce ilâh
ve rabbin, kendisi olduğunu ilân edecektir. Ne ki Razî, hükümranlık ve güç
sahibi, aynı zamanda da zeki birisi olan Firavun'un, böylesi bir şeye
sığınacağını uzak görmektedir. Çünkü akıl sahibi olan herkes, aklının kabul
ettiği kesin gerçeklere dayanarak bilir ki, beşer kuvvetiyle yüksek bir dağdan
daha yüksek bir bina yapılması çok zordur. Tercihe şayan görüş şudur: Firavun,
Dehriyyûn'a (evrenin ezelî olduğunu ve bir yaratıcısının bulunmadığını savunan
materyalist akım) mensup idi. Böyle bir söz söylemekteki amacı da insanları,
yaratıcı ve var edici bir ilâh olmadığı konusunda şüpheye sevketmek idi. O
adeta şöyle demiştir: Eğer Musa'nın ilâhı gerçekten mevcut olsaydı, onun belli
bir mekânının bulunması gerekirdi. Bu mekân ise ya yer, ya da göktür. Bizler
onu yeryüzünde göremediğimize göre, gökte demektir. Gökyüzüne ise ancak bir
merdiven ile çıkılır. Şu halde göğe ulaşmak için yüksek bir binanın yapılması
gerekir.
Razî, bu şüpheyi geçersiz bulmaktadır. Çünkü eşya hakkında bilgi sahibi
olmanın üç yolu vardır: Duygularla algılama, nakledilen doğru haber ve akıl
yürütme. Bu yollardan birisinin -gözle görmenin- bulunmaması, bilinmek
istenenin mevcut olmamasını gerektirmez. Çünkü Hz. Musa, Fi-ravun'a, Allah
Tealâ'yı bilmenin yolunun, hüccet ve delil olduğunu açıklamıştır. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "O, sizin de Rabbiniz, evvelki atalarınızın da
Rabbidir." (Şu'arâ, 26/26), "O, doğunun, batının ve bunlar arasında
bulunanların da Rabbidir.'1 (Şu'arâ, 26/28). Ne var ki Firavun, çirkefliği ve
hilekârlığı sebebiyle bu delili bilmezlikten gelmiştir.[40]
Firavun, Allah Tealâ'nm gökte olduğu vehmine kapılmıştır. Bu, Mü-şebbihe taifesinin de inancıdır. Belki de Firavun, o dönemdeki Müşebbihe'nin dinini benimsemişti. Zira o, bu inancı, Hz. Musa'dan duyduğu için değil, kendiliğinden dile getirmiştir. Belki de Hz. Musa'nın, "Göklerin ve yerin Rabbidir." şeklindeki sözünü yanlış anlamış ve "göklerin Rabbi" ifadesinin, Yüce Allah'ın gökte olduğu anlamına geldiğini zannetmiştir. Nitekim ev sahibi için "Rabbu'd-dâr" denir ki bu söz, hakkında kullanıldığı kişinin o evde oturduğunu anlatır. Bizim akidemize gelince, Allah Tealâ'nın haber verdiği gibidir: "gökte de ilâhtır, yerde de ilâhtır. O, Hakimdir, Alîm'dir." (Zuhruf, 43/84).
Firavunun durumunu şöyle özetlemek mümkündür: Şeytan, ona yaptığını,
yani şirk ve yalanlamayı süslü göstermiş ve onu, doğru yoldan saptırmıştır.
Bunun sonucu olarak da Firavun'un hile ve tuzağı altüst olmuştur, boşa
çıkmıştır.[41]
38- Mümin kişi dedi
ki: "Ey kavmim! Bana uyun, sizi doğru yola götüre-yim."
39- "Ey kavmim!
Bu dünya hayatı ancak fani bir eğlencedir. Ahiret ise ebedî olarak durulacak
yerdir."
40- "Kim bir
kötülük yaparsa, ancak onun kadar cezalanır, ama erkek ve kadından her kim,
mümin olarak iyi amelde bulunursa, onlar cennete girerler ve orada kendilerine
hesapsız rızık verilir."
41- "Ey kavmim!
Neden ben sizi kurtuluşa çağırdığım halde, siz beni ateşe
çağırıyorsunuz?"
42- "Siz beni, Allah'a nankörlük etmeye ve
bilmediğim şeyleri O'na ortak koşmaya çağırıyorsunuz, bense sizi, O Azîz ve
Gaffar olana çağırıyorum."
43- "Sizin beni
çağırdığınız şeye kesinlikle ne dünyada ne de ahirette davet olmaz. Bizim
dönüşümüz Al-lah'adır. Aşırı gidenler, işte onlar
44- "Benim size
söylediklerimi ya-
45- Allah onu, onların
kurdukları tuzakların kötülüklerinden
korudu ve Firavun ailesini, azabın en kötüsü kuşattı:
46- Onlar sabah akşam
o ateşe sunulurlar. Kıyamet koptuğu gün de, "Firavun ailesini azabın en
çetinine sokun." denilecek.
"Onlar sabah
akşam o ateşe sunulurlar." Bu cümlede istiare-i temsili-ye vardır. Zira bu
cümlede onların durumu, alıcıya arzedilen bir mala benzetilmiş ve ateş,
kâfirleri arzulayan ve isteyen bir talep edici gibi anlatılmıştır.
"Sabah" ve
"akşam" kelimeleri arasında tezat vardır.
"Ey kavmim! Bu
dünya hayatı ancak fani bir eğlencedir. Ahiret ise ebedî olarak durulacak
yerdir." Bu iki cümle arasında, Bedî' ilminde mukabele denilen anlatım
tarzı vardır.
"Ey kavmim! Neden
ben sizi kurtuluşa çağırdığım halde siz beni ateşe çağırıyorsunuz? Siz beni,
Allah'a nankörlük etmeye ve bilmediğim şeyleri O'na ortak koşmaya
çağırıyorsunuz, bense sizi, O Azız ve Gaffar olana çağırıyorum." Bu
cümleler arasında, cümlelerin son kelimeleri olan "nâr" ve
"Gaffar" kelimeleri bakımından tevafuk ve ayrıca secî', bedî' ve
insanın benliğini saran yüksek bir beyan vardır.[42]
"Bana uyun sizi
doğru yola götüreyim." Size kılavuzluk yaparak sizi yolun doğrusuna ve
sağlamına götüreyim. Buradaki "reşâd" kelimesi, azgınlık ve
dalâletin zıddıdır. "Sebîlu'r-reşâd" (doğru yol) öyle bir yoldur ki,
kendisini izleyeni en yüce gayeye ve kurtuluşa ulaştırır. Bu cümle, Firavun ve
kavminin üzerinde bulunduğu yolun, "azgınlık ve dalâlet yolu" olduğunu
da ifade etmektedir. "Fani bir eğlence." Az bir faydalanma gelip
geçici bir istifade, çünkü dünya eğlencesi çabucak yok olur. İnsan ondan az bir
süre istifade eder, sonra o yok olur.
"Kim bir kötülük
yaparsa, ancak onun kadar cezalanır." Bu, Allah'ın adaletinin sonucudur.
Bu ayette, mala ve bedene yönelik fiillere misliyle karşılık verileceğine
delâlet vardır. "Her kim mümin olarak iyi amelde bulunursa" bu
amelin itibara alınması için getirilmiş bir kayıt veya şarttır. Aynı şekilde bu
ifadede, böyle kimselerin işlediği amellerin karşılığının, amelden daha fazla
olacağı anlatılmaktadır. Bu isim cümlesi, salih amelin, iman ile birlikte
muteber olacağını ve karşılık bulacağını dile getirmektedir, "onlar
cennete girerler." Bu cümle, cennet hayatının sürekli olduğunu, Allah'ın
rahmetinin genişliğini ve cennete girmenin amele bağlı olduğunu göstermektedir.
"Ey kavmim! Neden
ben sizi kurtuluşa çağırdığım halde." sizi, kurtuluşa götüren Allah'a
imana olgusuna çağırdığım halde. Buradaki ayetlerde "Ey kavmim"
ifadesinin tekrar tekrar dile getirilmesi, onları gafletten uyarmak,
kendilerine ihtimam ve onların, bu nasihate karşılık olarak yüz çevirme ve sırt
dönme şeklindeki mukabeleleri sebebiyle tekitli bir tarzda azarlanmaları
anlamına gelmektedir, "siz beni ateşe çağırıyorsunuz." Ce-
hennem ateşine girmeyi
gerektiren küfre veya putlara kulluğa çağırıyorsunuz. "Siz beni
bilmediğim şeyleri Ona ortak koşmaya" varlığı olmayan, ru-bubiyeti
konusunda delil ve burhan bulunmayan şeyleri Ona ortak koşmaya
"çağırıyorsunuz." Bu ifadede, ilâhlığın, vazgeçilmez olarak burhana
ve yakınî itikada dayanması gerektiği ima edilmektedir.
"Sizin beni
çağırdığınız şeye." kulluk etmem için çağırdığınız şey "davet
olmaz" kendisine dua eden kimsenin duasına icabet edemez. Bu ayetin ifade
ettiği anlam şudur: Şurası haktır ki, sizin tanrılarınız, kendilerine kulluk
edilmeye müstehak değildir. Çünkü onlar cansız varlıklardır ve çünkü onların,
kabul edilecek bir davetleri yoktur. "Bizim dönüşümüz Allah'adır." Ölüm
ile dönüp gideceğimiz nokta, Allah'a kavuşmaktır. "Aşırı gidenler"
hayırları şerlerinden fazla olup, haddi aşanlar ve şirk koşma, küfür ve kan
dökme gibi tuğyan ve dalâlet içinde bulunanlar, "işte onlar, ateş
halkıdır." Devamlı surette ateşte kalacak olanlardır.
"Benim size
söylediklerimi" verdiğim nasihati "yakında hatırlayacaksınız."
Azabı bizzat gördüğünü^ zaman hatırlayacaksınız. "Ben işimi Allah'a havale
ediyorum." Beni her türlü kötülükten koruması için. "Şüphesiz Allah,
kulları görür." Onları gözetler. Bu cümle, "Allah onu, onların kurdukları
tuzakların kötülüklerinden korudu" cümlesinde anlatılan şeyin cevabıdır.
Yani Allah onu, onların tuzaklarının şiddetinden ve sıkıntısından -ki onu
öldürme üzerine kurulmuş tuzaklardı- himaye etti ve korudu. "Firavun
ailesini" Firavun'u ve kavmini "azabın en kötüsü" Dünyada,
denizde boğulma ve ölüm; ahirette de cehennem ateşi "kuşattı." İndi.
"Onlar sabah
akşam o ateşe sunulurlar." Onların ateşe sunulması, ateşle
yakılmalarıdır. Araplar, "Hakim, esirleri kılıca arzetti." derler ve
bununla, esirlerin öldürülmesini kastederler. Burada zikredilen sabah
akşam" şeklindeki iki vakit, sürekliliği ve devamı ifade için kullanılır.
Kıyamet koptuğu zaman ise onlara şöyle denilir: "Firavun ailesini azabın
en çetinine sokun." Yani cehennem azabına. Zira cehennem ateşi, onların
bu ateşe atılmadan önce gördükleri azaptan daha şiddetlidir. Yahut da burada,
"Onları cehennem azabının en şiddetlisine sokun." şeklinde bir anlam
vardır. Ayetin ifade ettiği anlam şudur: Kâfirlerin ruhları kabirdeyken sabah
akşam ateşe sunulur. Yani ateşle yakılır. Bu anlam, nefsin yok olmayıp,
varlığının devam ettiğini ve kabir azabının sabit olduğunu gösteren
delillerdendir. Onların ruhlarının ateşe sunulacağı vakit olarak sadece sabah ve
akşam vakitlerinin zikredilmiş olması, sadece bu iki vakitte ateşle azap
göreceklerini gösterir. Bu iki vakit arasında hangi durumda olacaklarını ise
Allah bilir; ya başka bir çeşit azapla azaplandırılırlar, ya da rahat
bırakılırlar.
[43]
Bunlar, Firavun
ailesine mensup kişinin son sözleridir. Sözkonusu kişi, kavminin küfür ve
azgınlıklarında devam ettiğini görünce kendilerine bir kez daha nasihat etmiş
ve kavmine üç kez seslenmiştir. İlk seslenişinde onları -geçen ayetlerde Musa
(a.s.)'nın kendilerini davet ettiği dinin temel esaslarını kabule çağırmıştır.
Son iki seslenişinde ise onlara tafsilatlı bir nasihat ile hitap etmiştir.
Bu iki seslenişinde
onları doğru yola, Allah Tealâ'ya inanmaya çağırmış, sonra kendilerini dünyaya
aldanmaktan sakındırmış ve devamlı kalma yeri olduğu için asıl ahiret için
çalışmaya teşvik etmiştir. Onlara nasihat ederken, bir taraftan kendilerini
kurtuluş yolu olan "Allah'a iman "a davet ederken, aynı zamanda diğer
taraftan da onların kendisini, ateş yolu olan "putlara kulluğa"
çağırdıklarını dile getirmiştir. Bunun ardından da Allah Tealâ onu, kendisi
için kurdukları kötülükten koruduğunu ve himaye ettiğini haber vermekte,
Firavun ailesinin ise denizde boğulduğunu, kıyamet günü de cehenneme
sokulacağını bildirmektedir.
[44]
"Mümin kişi dedi
ki: "Ey kavmim! Bana uyun, sizi doğru yola götüre-yim." Yani Firavun
ailesinden olan mümin kişi, kavmine nasihat ederek şöyle dedi: Ey kavmim! Size
söylediğim ve sizi çağırdığım şeyde bana uyun ki sizi doğru yola, hayır ve
selâmet yoluna götüreyim ki bu, Musa'nın getirdiği Allah'ın dinine ittibadır.
Bu ifadede, Firavun ve
ailesinin gittiği yolun azgınlık, dalâlet ve bozgunculuk yolu olduğunun
anlatımı da vardır.
Daha sonra o mümin
kişi, kavmini, dünya nimetlerine aldanmaktan ve dünya süsüne kapılmaktan
sakındırmış ve şöyle demiştir:
"Ey kavmim! Bu
dünya hayatı ancak fani bir eğlencedir. Ahiret ise ebedî olarak durulacak
yerdir." Yani ey kavmim! Bu dünya hayatı, kendisinden az bir süre
istifade edilen geçici bir eğlenceden başka bir şey değildir. Bir süre sonra
zail olur ve ölümle biter. Ahiret ise ebedî kalma yeridir. Zira orası zevali
olmayan daim ve baki bir hayatın yaşanacağı yerdir ve oradan başka bir dünyaya
geçiş de yoktur. Orada insanlar ya nimetler, ya da ateş içindedir. Bunların
dışında üçüncü bir şık yoktur. Şu halde mutlu kişi, nimetlere ulaşmak için
çalışan kimsedir. Çünkü ahiretteki nimetler daimîdir. Aynı şekilde orada azap
da daimîdir.
Bu ayet, yakın bir
gelecekte yok olacak ve zeval bulacak olan dünyanın özelliğini anlatmakta, daim
ve baki olan ahiret hayatını müjdelemektedir.
Daha sonra Allah
Tealâ, kulların nasıl birbirinden ayrıldığını ve ahi-rette amellere nasıl
karşılık verileceğini açıklamakta ve rahmet yönünün, azap yönüne baskın olduğuna
işaret ederek şöyle buyurmaktadır:
"Kim bir kötülük
yaparsa, ancak onun kadar cezalanır; ama erkek ve kadından her kim mümin olarak
iyi amelde bulunursa, onlar cennete girerler ve orada kendilerine hesapsız
rızık verilir." Yani kim bir masiyet olan işlerden birini işlerse,
Allah'ın adaletinin bir tecellisi olarak ahirette ancak işlediği ma'siyetin
misliyle kendisine ceza verilir. Kim de salih amel işlerse -ki salih amel,
Allah'ın emrine uyup nehyinden kaçınmaktır- ve Allah'ı ve Rasulleri'ni tasdik ederse,
başkaları değil, işte böyle kimseler cennet ehlidir ve onlar cennetin
nimetlerinden ve rızıklarından, herhangi bir ölçü olmaksızın ve işledikleri
amel ile ölçülmeksizin -Allah'tan bir fazl-u kerem, nimet ve rahmet olarak- kat
kat istifade ederler.
Bu ayet, günahın
cezasının sadece kendi miktarınca olacağının, iyiliğin karşılığının ise
hesaptan hariç olduğunun ve iyiliğin miktarınca olmayacağının delilidir. Yine
bu ayet, İslâm Hukuku'nda "cinayetler" başlığı altında ele alman
fiillerin hükümleri konusunda da büyük bir esası teşkil etmektedir. Zira
misliyle mukabelenin meşru ve misilden fazlasının gayri meşru olması, bu ayetin
gereğidir. Yani nefisler ve mallar konusundaki cinayetler hakkında gerekli
olan, ya -hububat gibi misi ile ölçülen hususlarda- misi ile veya -ev eşyası,
mal, inci ve mücevherat gibi kıyenıî olan (kıymetle ölçülen) hususlarda-
kıymet iledir.
Daha sonra sözkonusu
mümin kişi, kavmini Allah'a davet etme işini daha bir tekitli olarak
tekrarlamakta ve ortağı bulunmayan Allah'a imanını açığa vurarak şöyle
demektedir:
"Ey kavmim! Neden
ben sizi kurtuluşa çağırdığım halde, siz beni ateşe çağırıyorsunuz?" Yani
ey kavmim! Size ne oluyor? Bana haber verin! Ne oluyor ki, ben sizi, Allah
Tealâ'ya iman, sadece ortağı olmayan Allah'a kulluk ve Rabbinizin katından
size gönderilen peygamberleri tasdik etmek suretiyle ateşten kurtuluşa ve
cennete girmeye çağırdığım halde, siz ise benim, şirk koşmamı ve putlara
kulluk etmemi istiyor ve bu suretle beni, cehennemliklerin amellerini işlemeye
çağırıyorsunuz?
Daha sonra bu kişi,
her iki davet türünü şöyle açıklıyor: "Siz beni Allah'a nankörlük etmeye
ve bilmediğim şeyleri O'na ortak koşmaya çağırıyorsunuz, bense sizi, O Azız ve
Gaffar olana çağırıyorum." Yani siz beni gerçekten çok tehlikeli bir işe
çağırıyorsunuz ki o, bilgisizce Allah'a karşı kâfir olmak, O'na, ilâhlığı
konusunda hiçbir delil bulunmayan şeyleri ortak koşmaktır. Bunların Allah'a
ortak oldukları konusunda ben, kabul edilebilir herhangi bir bilgiye de sahip
değilim. Bense sizi, izzet, kudret, hükümranlık, ilim, irade, bağışlama ve azap
etme gücü gibi ilâhlık sıfatlarıyla muttasıf bir mabuda iman etmeye
çağırıyorum. Şu halde O'na iman edin ki O sizi bağışlasın ve size izzet versin.
Zira O, küfredenlerden intikam alma konusunda galip ve kuvvet sahibidir;
kendisine iman edip, tevbe edenlerin günahını bağışlamadaki izzet ve
büyüklüğünde ise Gaffar'dır, çok bağışlayıcıdır.
Daha sonra bu kişi,
onların çağrılarının çürütülmesi ve tuttukları yolun yanlışlığının ortaya
konması konusunda söylediklerini tekit ederek şunları söylemektedir:
"Sizin beni
çağırdığınız şeyin kesinlikle ne dünyada ne de ahirette davet olamaz."
Yani aklen ve vakıa olarak hak, sahih ve sabit olmuştur ki, sizin beni
çağırdığınız putlar, kendilerine dua edene ne dünyada, ne de ahirette cevap
verebilir! Çünkü o putlar işitmeyen ve görmeyen, ne bir fayda, ne de bir zarar
verebilen cansız varlıklardır. Nitekim diğer bazı ayetlerde Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Allah'ı bırakıp da, kıyamet gününe kadar kendisine cevap
veremeyecek şeylere yalvarandan daha sapık kim olabilir? Oysa onlar bunların
yalvardıklarından habersizdirler. İnsanlar Allah 'm huzurunda toplandıkları
gün onlara düşman olurlar ve onların kendilerine tapmalarını tanımazlar."
(Ahkâf, 46/5-6), "Eğer onları çağırsanız, sizin çağırmanızı işitmezler.
İşitseler bile size cevap veremezler. Kıyamet günü de sizin ortak koşmanızı
inkâr ederler." (Fâtır, 36/14).
"Bizim dönüşümüz
Allah'adır. Aşırı gidenler, işte onlar ateş halkıdır." Yani şurası kesin
bir vakıadır ki, bizim dönüp gideceğimiz yer, ölüm ve ahi-ret yurdunda
dirilişle Allah Tealâ'nın huzurudur. Orada her insan kendi amelinin karşılığını
görecektir. Masiyetlerde aşırı gidenler ve çok isyan edenler, Allah'ın tayin
ettiği sınırları aşanlar, şirke, putperestliğe ve küfre dalmış olanlar, işte
onlar, ateşe gidecek ve aşırılıkları -Allah Tealâ'ya şirk koşmaları- sebebiyle
orada ebedî kalacak olan ateş halkıdır.
Daha sonra bu kişi,
geleceği düşündüren, güzel bir ifadeyle konuşmasını tamamlamakta ve şöyle demektedir:
"Benim size
söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah'a havale ediyorum.
Şüphesiz Allah, kulları görür." Yani yakında benim size hitaben
söylediğim, nasihat, hatırlatma, açıklama, emir ve yasak ihtiva eden bu
sözlerimin doğru olduğunu, pişmanlığın fayda vermeyeceği bir vakitte
bileceksiniz. Ne ki ahirette şiddetli azap sizi kuşatmış olacak. Ben, Allah'a
tevekkül ediyor ve beni, sizinle ilişkimi kesmemden ve sizinle aramızda oluşan
düşmanlıktan dolayı bana gelecek her türlü kötülükten koruması için Ondan
yardım istiyorum. Zira Allah, kullarını hakkıyla görür, onların yaptıklarından
hakkıyla haberdardır. Dolayısıyla hidayete müste-hak olanları hidayete erdirir,
saptırılmaya müstehak olanı da saptırır. Kuvvetli hüccet, tamA hikmet ve
hükmünü yürütecek kudret onundur. Mu-katil şöyle demiştir: "Bu mümin kul,
daha sonra kaçıp bir dağa sığındı, kavmi onu bir türlü öldüremedi."
Daha sonra Allah
Tealâ, bu ifadesi güzel cesur mümin kişinin sonunu haber vermekte ve şöyle
buyurmaktadır:
"Allah onu,
onların kurdukları tuzakların kötülüklerinden karada ve Firavun ailesini azabın
en kötüsü kuşattı” Yani Allah onu dünyada, kendisini öldürmek için kurdukları
tuzağın kötülüklerinden korudu ve onu –tıpkı Hz. Musa’yı koruduğu gibi-
Firavun’un kötülüğünden kurtardı; ahirette de onu ateşten korudu ve cennette
ona nimetler ihsan buyurdu. Firavun ve kavminin üzerine ise azabın en kötüsünü
indirdi; onlar dünyada topluca suda boğuldular, ahirette de ateşte azap
edilecekler.
Ardından Allah Tealâ,
bu kötü azabı açıklamakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Onlar sabah
akşam o ateşe sunulurlar. Kıyamet koptuğu gün de, "Firavun ailesini
azabın en çetinine sokun." denilecek." Yani Firavun ve kavminin
ruhları, onlar öldükten sonra ve kıyamet gelmeden önce Berzah aleminde kıyamet
kopana kadar sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet günü geldiği zaman da
onların ruhları ve bedenleri ateşte bir araya gelecek ve meleklere,
"Firavun ailesini cehenneme sokun." denecek ki, oradaki azap, daha
fazla elem verici ve daha büyük bir ceza olacaktır.
Buhari, Müslim ve daha
başkaları İbni Ömer (r.a.)'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Rasulullah
(s.a.) şöyle buyurdu: "Biriniz öldüğü zaman, ahirette kalacağı yer
kendisine sabah akşam arzedilir. Eğer o kimse cennetliklerden ise, cennetliklerden
olduğunu bilecek., cehennemlik ise cehennemliklerden olduğunu bilecek ve
kendisine, "Allah seni kıyamet günü diriltene kadar senin yerin
burasıdır." denecek."
İbni Mesud (r.a.), Hz.
Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Firavun ailesinin ve
onlar gibi olan kâfirlerin ruhları, sabah akşam ateşe arz edilir ve
kendilerine, "İşte burası sizin meskeninizdir. denilir. Yine İbni Mesud
(r.a.)'dan gelen bir diğer rivayette -ki az yukarıda da geçmişti-şöyle
denmiştir: "Onların ruhları, siyah kuşların karınlarında, her gün -sabah
akşam olmak üzere- iki kere cehenneme götürülürler. İşte onların cehenneme
sunulması budur."
Bu ayet ve
zikrettiğimiz hadisler, kabirde Berzah azabının hak olduğunun ispatı
konusundaki temel dayanaklardır. Kabir azabı seksiz şüphesiz bir hak ve
gerçektir. Buhari, Hz. Aişe (r.a.)'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Rasulullah (s.a.)'a kabir azabını sordum. "Evet, kabir azabı
haktır." buyurdular." Ne var ki bu ayette, bedenlerin de kabirde ruh
ile birlikte azap göreceğine ve acı çekeceğine delâlet yoktur. Bu hususa ancak
sünnet delâlet etmektedir; "Evet, kabir azabı haktır." şeklinde biraz
önce zikretiği-miz hadiste olduğu gibi. Aynı şekilde bu ayet, Berzah aleminde
sadece kâfirlerin azap göreceğine delâlet etmektedir. Bu, müminlerin de
günahları sebebiyle kabirde azap görmelerini gerektirmez. Ancak bu husus, daha
önce zikrettiğimiz hadislerden anlaşılmaktadır. Bununla birlikte, kabirdeki
azap da türlü türlüdür. Buna İbni Ebî Hâtim'in ve -Müs/ıed'inde- Bez-zâr'ın
İbni Mesud (r.a.)'dan rivayet ettiği şu hadis delâlet etmektedir:
"Müslüman olsun
kâfir olsun, iyilik yapan hiçbir iyi kul yoktur ki Allah kendisine mükâfat
vermemiş olsun." Bizler, Yâ Rasulallah" dedik, "Allah'ın kâfire
verdiği mükâfat nedir?" Şöyle buyurdu: "Eğer kâfir, yakınlarıyla
irtibat halinde bulunmuş (sıla-i rahim yapmış), sadaka vermiş yahut güzel bir
amel işlemişse Allah ona mal, evlât, sıhhat ve benzeri mükâfatlar verir."
Bizler, "Kâfirin ahiretteki mükâfatı nedir?" diye sorduk,
"Azaptan daha hafif bir azap (daha az azap)" buyurdu ve "Firavun
ailesini azabın en çetinine sokun." ayetini okudu.
[45]
Bu ayetler aşağıdaki
hususları göstermektedir:
1- Firavun
ailesinden olan mümin kişi, kavmine nasihatte, onlar hakkında insanların en
samimisi, onları en çok seven, onların küfürden kurtulmaları ve ortağı olmayan
Allah Tealâ'ya iman dairesine girmeleri için en fazla hırs gösteren kişisi idi.
2- Bu kişi,
kavmine yaptığı nasihati tekrar tekrar yapmış, onlara çeşitli şekillerde hitap
etmiş, kendilerini imana teşvik ve azaptan sakındırma ihtiva eden ifadeler
kullanmıştır. Önce onları Allah'a imana ve hidayet yoluna çağırmıştır. Burada
da kavmine, kendisinden bir alicenaplık olarak ikinci kere hitap etmiştir.
3- Sonra
onları dünyaya, dünyanın lezzet ve şehvetlerine aldanmaktan sakındırmış, onlar
ahireti dünyaya tercih edince, dünyayı onların gözünden düşürmeye çalışmıştır.
Akıl ve basiret sahibi olanların, fani dünyaya sımsıkı bağlanması ve ebedî
kalma yeri olan ahireti dünyaya tercih etmemesi mümkün değildir.
4- Sözkonusu
mümin kişi kavmine, ahiretteki cezanın nasıl olacağını açıklamıştır. Buna göre
kim bir günah işlerse -ki günahların en büyüğü şirktir- Allah'ın adaletinin bir
tecellisi olarak işlediği günahın mislinden başka bir ceza görmeyecektir. Kim
de kalbiyle Allah'ı ve peygamberleri tasdik ederek Allah'ın yapılmasını emir
buyurduğu şeyleri yapar ve yasakladıklarından da uzak durursa, o kimse,
Allah'tan bir lütuf ve rahmet olarak cennetliklerdendir. Cennetteki rızık
daimidir, geniştir ve hadde hesaba gelmeyecek kadar çoktur.
5- Daha
sonra o mümin kişi, kavmine yönelik iman çağrısını -ki iman kurtuluşu ve ateşe
götürecek olan küfrü terketmeyi gerektirir- güçlendirmek bakımından
kendilerine üçüncü kere seslenmiştir. O kişi, şirke çağırmanın doğru bir
davranış olduğunu gösteren kabul edilebilir herhangi bir hüccet ve burhan
bulunmadığının farkındadır. Birbirini destekleyen çok sayıdaki kesin delil
ancak yaratma, kudret, irade vb. gibi gerçek ulûhiyet vasıflarına sahip olan
Allah Tealâ'ya davetin doğruluğunu göstermektedir.
6- Şu bir
gerçektir ki, Allah dışında kendisine kulluk edilen beşer, put vs.nin,
davete/duaya faydalı bir şekilde icabet etmesi sözkonusu değildir, onların ne
dünyada, ne de ahirette şefaatleri yoktur. Firavun, ilkin insanları putlara
kulluğa çağırıyordu. Ardından ineğe tapmaya çağırdı. İnek genç iken onlara
tapınılırdı; daha sonra hayvan yaşlanınca, kesilmesini emreder, yerine bir
diğer genç ineğin tapınılmak üzere getirilmesini isterdi. Bu minval üzere uzun
süre devam ettikten sonra, "Ben sizin en yüce rabbinizim." dedi.
7- Aşırı
gidenler -ki onlar müşriklerdir-, sefihler, haksız yere kan dökenler,
zorbalar, kibirliler ve Allah'ın tayin ettiği sınırları çiğneyenler cehennem
halkıdırlar.
8- Firavun
ailesinden olan o mümin kişi, daha sonra bir başka tehdit ve azap vaadine
sığındı ve kavminin, kıyamet günü başlarına ateş azabı geldiği zaman kendisinin
onlara söylediklerini hatırlayacaklarını beyan etti. Kendisi ise Allah'a
tevekkül etmiş ve O'na teslim olmuştu. Çünkü kavmi onu öldürmek istemişti.
Ancak kim Allah'a tevekkül ederse, Allah ona yeter.
9- Allah
Tealâ, bu mümin kimseyi, kendisine yapılmak istenen her türlü eziyetten
korumuştu. Kavmi onu aradı, ama bulamadı. Çünkü o adam, durumunu Allah'a havale
etmişti.
10- Firavun
ailesine gelince, bu dünyada başlarına kapsamlı bir azap -denizde boğulma-
gelmiştir. Onlar ahirette de azap göreceklerdir. Ayrıca onlar, Berzah aleminde
de -sabah akşam olmak üzere- ateşe sunulurlar.
Bu, daha önce de
belirtildiği gibi kabir azabının varlığına delâlet eder. Çünkü Allah Tealâ,
"Onlar sabah akşam o ateşe sunulurlar" buyurmaktadır. Yani dünya
durdukça onlar ateşe sunulacaklardır. Müfessirlerin çoğunluğu şöyle
demişlerdir: Bu ayet, dünyada kabir azabına delâlet etmektedir. Görmez misin,
ayetin devamında ahiret azabı için Allah Tealâ ayrıca "Kıyamet koptuğu
gün de, "Firavun ailesini azabın en çetinine sokun" denilecek"
buyurmaktadır!
Razî ise bu ayetin
kabir azabına delâlet etmediği görüşündedir. Ona göre bu ayetteki
"sabah-akşam" ifadesi, cehennem azabının devamlılığından kinayedir.
Nitekim Allah Tealâ, cennet ehline nispetle de, "Orada rı-zıkları da sabah
akşam hazırdır." (Meryem, 19/62) buyurmaktadır.[46]
47- Ateşin içinde
birbirleriyle tartışırlarken, zayıf olanlar, büyüklük taslayanlara dediler ki:
"Biz size uymuştuk. Şimdi siz, bu ateşin ufak bir parçasını bizden
savabilir misiniz?"
48- Büyüklük
taslayanlar da dediler ki: "Hepimiz onun içindeyiz. Allah, kullar arasında
böyle hüküm verdi."
49- Ateştekiler,
cehennemin bekçilerine dediler ki: "Rabbinize dua edin de, hiç değilse
bir gün bizden azabı biraz hafifletsin."
50- Bekçiler dediler
ki: "Elçileriniz size açık deliller getirmezler miydi?"
"Evet." dediler. Bekçiler dediler ki: "Öyleyse yalvarın.
Kâfirlerin yalvarması hep çıkmazdadır."
"Ateşin içinde
birbirleriyle tartışırlarken... dediler ki:" Ey Muhammed! Kâfirlerin
cehennem ateşi içindeyken birbirleriyle hasımlaştıkları vakti hatırla.
"Şimdi siz bu ateşin ufak bir parçasını bizden savabilir misiniz."
Onu defedebilir misiniz veya yüklenebilir misiniz. Yani siz, bizden bu azabın
bir kısmını alarak yüklenir misiniz veya bu azabın bir parçasını bizden
defedebilir misiniz?
"Büyüklük
taslayanlar da dediler ki: Hepimiz onun içindeyiz." Hem biz, hem de siz,
hep birlikte ateşteyiz. Bu durumdayken ateşi sizden nasıl savalım? Eğer gücümüz
yetseydi, ateşi önce kendimizden savardık. "Allah, kullar arasında böyle
hüküm verdi." Verdiği hüküm sonucu müminleri cennete, kâfirleri de
cehenneme soktu. Onun hükmünü tartışacak kimse yoktur. "Cehennemin
bekçilerine." Buradaki "hazene" kelimesi, "hâzin"in
çoğuludur. Bunlar, cehennemliklere azap etmekle görevlidirler. "Bir gün
bizden" Yani bir gün müddetince “azabı” azaptan bir kısmını “biraz
hafifletsin” “Bekçiler dediler ki” Yani cehennem bekçileri, onlarla alay ederek
dediler ki “Elçilerimiz size açık deliller getirmezler miydi?” Yani apaçık
mucizeler “Evet” dediler.” Kendilerine peygamberler gönderildiğini, ancak
kendilerinin bu peygamberlere karşı kâfir olduğunu itiraf ettiler.
"Bekçiler dediler ki: "Öyleyse yalvarırı." Cehennem bekçileri,
kâfirlere dediler ki: Siz kendiniz dua edin. Zira Allah Tealâ bize, sizin
gibiler için dua etme izni vermedi. Bizler kâfirler için şefaatçilik de
yapamayız. Bu ifadede, dualarına karşılık almaktan kâfirlerin ümitlerini kesme
vardır. Zira Yüce Allah, cehennem bekçilerinin onlara şöyle haber verdiklerini
bildirmektedir: "Kâfirlerin yalvarması hep çıkmazdadır." Yani
hüsrandadır, ziyandadır ve yokluğa mahkumdur.[47]
Bu, Firavun ailesine
ait olmayan bir kıssanın başlangıcıdır. Allah Tealâ, Firavun ailesinden olan
mümin kişinin nasihati cehennemin ahvalini açıkladıktan sonra, cehennemlik olan
liderler ile onlara tabi olanlar arasında ateşte geçen bir münazarayı
nakletmektedir.
[48]
"Ateşin içinde
birbirleriyle tartışırlarken, zayıf olanlar, büyüklük tasla-yanlara dediler ki:
"Biz size uymuştuk. Şimdi siz, bu ateşin ufak bir parçasını bizden
savabilir misiniz?" Yani ey peygamber! Nasihat, ve ibret olsun diye
kavmine, cehennemlik kâfirlerin ateşteyken yaptıkları tartışmayı hatırlat ki
Firavun ve kavmi de onlar arasındadır. Orada zayıflar ve uyan durumunda
olanlar, peygamberlere ittiba etmekten büyüklenen ve insanların iman etmesini
engellemek için hileler/tuzaklar kuran o lider ve önderlere derler ki: Bizler,
sizlerin tabileri idik. Sizin dünyadayken bizi çağırdığınız küfür ve dalâlete,
size itaat ederek rağbet göstermiştik. Sonuçta size tabi olmamız dolayısıyla
ateşe girdik. Şimdi ateşin bir miktarını veya parçasını bizden savabilir
misiniz? Yahut onu bizden alarak yüklenir misiniz? Liderler bu soruya, Allah
Tealâ'nın zikrettiği şekilde şöyle cevap verirler:
"Büyüklük
taslayanlar da dediler ki: "Hepimiz de onun içindeyiz. Allah, kullar
arasında böyle hüküm verdi." Yani büyüklük taslayanlar, mus-taz'aflara
şöyle dediler: Hem biz, hem de siz toptan cehennemdeyiz. Böyleyken biz sizi bu
azaptan nasıl kurtarabiliriz? Eğer bu azabın bir miktarını olsun savma
kudretinde olsaydık, onu kendimizden savardık. Allah hüküm verdi ve Onun
verdiği hüküm adil olup, kullar arasında hükümran olandır. Allah Tealâ,
kullardan bir kısmının cennete, bir kısmının ise azaba girmesine hükmetti ve
biz azaptakilere de azabı -her birimizin müstehak olduğu ölçüde- taksim etti.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hepsi için bir kat fazla azap
vardır. Ama siz bilmezsiniz." (A'râf, 7/38).
Zayıf olanlar, küfrün
elebaşlarından ümit kesince, bu sefer de cehennem bekçilerine yönelir ve
onlardan, kendileri için dua etmelerini isterler. Allah Tealâ şöyle
buyurmaktadır:
"Ateştekiler,
cehennemin bekçilerine dediler ki: "Rabbinize dua edin de, hiç değilse bir
gün bizden azabı biraz hafifletsin." Yani kâfirlerden oluşan
cehennemlikler, cehennemin bekçilerine ve görevlilerine -ki onlar ateş ehlini
azaplandırmakla görevli meleklerdir- şöyle dediler: Rabbiniz Allah'a dua edin.
Olur ki sizin Allah indinde bize aracılık yapmanızla Allah azabımızın bir günlük
miktarını hafifletir. Onların bu yola başvurmaları, Allah Tealâ'nm,
kendilerinin dualarına karşılık vermeyeceğini ve sözlerini dikkate
almayacağını bilmelerindendir.
Cehennem bekçileri,
onların bu taleplerini, kendilerini delil ile bağlayarak ve azarlar tarzda
şöyle reddederler: Allah Tealâ buyuruyor ki:
"Elçileriniz size
açık deliller getirmezler miydi?" Cehennem bekçileri, cehennem ehline
şöyle derler: Dünyadayken elçileriniz size, Allah'ın birliğini gösteren ve
kötü akıbete düşmekten sakınmanız gerektiğini ispat eden açık hüccet ve
delillerle gelmemiş miydi? "Kendi aranızdan, Rabbinizin ayetlerini size
okuyan ve sizi bu gününüzle karşılaşacağınız hakkında uyaran elçiler gelmedi
mi?" (Zümer, 39/71).
"Evet"
dediler." Cehennem ehli şöyle dedi: Evet bize elçiler gelmişti. Ama biz
onları yalanladık ve gerek getirdikleri hüccetlere, gerekse kendilerine
inanmadık.
Onlar, bu itirafta
bulununca, cehennem bekçileri, alaylı bir tavırla onlara şöyle derler:
"Öyleyse
yalvarın. Kâfirlerin yalvarması hep çıkmazdadır." Yani cehennem
bekçileri, ateş ehline şöyle dedi: Durum sizin belirttiğiniz gibi olduğuna
göre, bizzat dua edin. Zaten biz Allah'a karşı kâfir olan ve kendilerine açık
hüccetlerle geldikten sonra peygamberleri yalanlayan kimseler için dua etmeyiz.
Biz sizlerden uzağız. Daha sonra cehennem bekçileri, cehennem ehline, Allah'a
ve Onun peygamberlerine karşı kâfir olanların duasının hiçbir faydasının
olmayacağını haber verirler. Zira Allah'a ve Onun peygamberlerine karşı kâfir
olanların duası, ancak ve ancak zayi olmada, butlanda ve yok olup gitmededir;
kabul ve karşılık görmez.
Tirmizi ve daha
başkaları Ebu'd-Derdâ (r.a.)'dan şöyle rivayet etmişlerdir: "Cehennem
ehline öyle bir açlık verilir ki, çektikleri azaba denk olur. Bunun üzerine bu
açlıktan kurtulmak için yardım isterler. Kendilerine Da-rı' (bir çeşit dikenli
ve pis kokulu bitki) ile yardım yapılır. Bu yiyecek, yiyeni ne besler, ne de
açlığını giderir. Onlar onu yerler, ancak bu yiyecek onların açlığını gidermez.
Bunun üzerine yine yardım isterler ve kendilerine, boğaza dizilen bir yemekle
yardımı yapılır. Onlar da bunu yer ve tıkanırlar. Dünyada, boğaza dizilen
yiyecekleri su içerek hazmettiklerini hatırlayarak bu defa içecek için yardım
isterler. Bunun üzerine onlara, demir çengellerle Hamim (kaynar su) verilir. Bu
içecek, yüzlerine yaklaştığı zaman yüzlerini yakar. Karınlarına gidince de,
barsaklarını ve karınlarında bulunan her
şeyi parça parça eder. Bunun üzerine cehennem ehli, şöyle diyerek
meleklerden yardım isterler: "Rabbinize dua edin de hiç değilse bir gün
bizden azabı biraz hafifletsin." Melekler ise onlara şöyle cevap verirler:
"Elçileriniz size açık deliller getirmezler miydi?" "Evet"
dediler. Melekler dediler ki: "Öyleyse yaluarın. Kâfirlerin yalvarması hep
çıkmazdadır."
[49]
Bu ayetler aşağıdaki
hususları göstermektedir:
1- Cehennem
ateşinde, küfür önderlerine uyanlar ile, peygamberlere boyun eğmeyerek
büyüklenen liderler arasındaki tartışma ve mücadele şiddetlenecek ve bu
liderlerin peşinden gidenler şöyle diyecekler: Bizler dünyadayken, sizin
çağırdığınız şirki kabullenme konusunda size tabi olmuştuk. Şimdi de sizler bu
azabın bir kısmını bizden alarak yüklenmez misiniz?
2-
Elebaşları bu isteğe şöyle karşılık verirler: Bizler ve sizler topyekün
cehennem ateşindeyiz. Allah Tealâ, kullar arasında hüküm verdi ve her birimiz,
hakettiği azaba çarptırıldı. Hiçbiriniz diğerinin günahıyla tenkit edilmedi.
Zira hepimiz kâfiriz.
3- Kâfirler, diğer bir kısım kâfirlerden yardım almaktan ümit kesince, bu
defa azap melekleri olan cehennem bekçilerinden, cehennem azabının bir
miktarını bir gün olsun kendilerinden kaldırması için Rabblerine dua etmeleri
talebinde bulunurlar.
Ancak cehennem
bekçileri şöyle diyerek onların bu taleplerini reddederler: Size, kurtuluş
yolunu gösteren ve sizinle kötü akıbet arasında bir set olan apaçık deliller
getiren elçiler gelmedi mi?
Bu cevap, ancak
şeriat geldikten sonra dinî sorumlulukların gerekeceğinin delilidir.
Dolayısıyla peygamber göndermeden ve şeriat indirmeden Allah Tealâ hiç kimseyi
teklife muhatap kılmaz ve azaba uğratmaz. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmuştur: "Biz, elçi göndermedikçe azap edecek değiliz." (İsrâ,
17/15).
4- Daha
sonra cehennem bekçisi melekler, kâfirlere şöyle derler: Siz kendiniz dua edin.
Zira biz, şu iki şart olmadıkça böyle bir şeye kalkışmayız ve aracılık
yapmayız:
Birincisi: Kendisi
için aracılık yapılacak olanın mümin olması.
İkincisi: Aracılık
(şefaat) için izin verilmiş bulunması. Oysa bu şartlardan hiçbirisi mevcut
değildir.
Bununla birlikte bir
işe yarayacağını zannediyorsanız siz kendiniz dua edin. Bu ifade, kâfirlerin
duasının bir sonuç vereceği konusundaki bir ümidi değil, kâfirlerin duasının
hüsran olduğunu ifade eder. Zaten melekler de onların dualarının herhangi bir
etkiye sahip olmadığını belirtmektedirler: "Kâfirlerin yalvarması hep
çıkmazdadır." Yani bir işe yaramaz.
[50]
51- Elbette biz
elçilerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında hem şahitlerin şahitliğe
duracakla-
rı günde yardım
ederiz.
53- Andolsun biz
Musa'ya hidayet verdik ve
İsrailoğulları'na o Kitab'ı
miras kıldık.
54- O, sağduyu
sahiplerine yol gösterici bir öğüttür.
55- Şimdi sen sabret.
Çünkü Allah'ın vaadi gerçektir. Günahlarının bağışlanmasını iste. Akşam sabah
Rabbini hamd ile teşbih et.
56- Kendilerine gelmiş
hiçbir delil olmadan Allah'ın ayetleri hakkında tartışanlar var ya, onların
göğüslerinde asla erişemeyecekleri bir büyüklük hevesinden başka bir şey
yoktur. Sen Allah'a sığın. Çünkü Se-mî', Basîr olan O'dur.
"Akşam" ve
"sabah" kelimeleri arasında tezat vardır.
[51]
"Elbette biz
elçilerimize ve iman edenlere şahitlerin şahitliğe duracakları günde"
kıyamet gününde buradaki "şahitler" peygamberlerin tebliğ görevini
yerine getirdiklerine ve kâfirlerin de onları yalanladığına şahitlik edecek
olan melekler, peygamberler ve müminlerdir, "yardım ederiz." Onlara,
kâfirler karşısında hüccet ve galibiyet vermek suretiyle yardım ederiz. Burada,
peygamberlere yapılacak yardımın hem dünyada, hem de ahirette vuku bulduğu
anlatılmaktadır.
"Ogün zalimlere
mazeretleri" özürleri "fayda vermez." Burada bu özürlerin fayda
vermeyeceği anlatılmaktadır. Bunun sebebi, onların özürlerinin batıl (geçersiz)
olmasıdır. Yahut da özür beyan etmek için zalimlere izin verilmeyecek ve onlar
mazeret ileri süremeyeceklerdir. "Onlar için lanet" rahmetten kovulma
ve uzaklaştırma "ve yurtların en kötüsü vardır." Burada kastedilen,
onların maruz kalacağı şiddetli cehennem azabıdır.
"Andolsun biz
Musa'ya hidayet verdik." Din konusunda yol gösteren bir kılavuz verdik.
Bunlar, Tevrat'ın ihtiva ettiği çeşitli şer'î hükümler ve onun doğruluğuna
delâlet eden mucizelerdir. "îsrailoğulları'na o Kitab'ı miras
kıldık." Yani Musa'dan sonra Tevrat'ı onlara bıraktık. "O, sağduyu
sahiplerine yol gösterici bir öğüttür." Akıl sahibi kimseler için, bir
öğüt ve hidayettir veya hidayete götürücü ve öğüt vericidir.
"Şimdi sen
sabret." Ey Muhammedi Müşriklerin eziyetleri karşısında sabırlı ol.
"Çünkü Allah'ın vaadi gerçektir." Allah'ın, yardım vaadi gerçektir
ve Allah, vaadinden asla dönmez. "Günahlarının bağışlanmasını iste."
Burada Hz. Peygambere istiğfar emredilmesi, Onun, örnek alman ve uyulan
konumda bulunmasındandır. Veya bu ayetin anlamı, "Dininin emirlerini
açıkça tebliğe yönel ve -bir işin efdal olan şeklini yapmamak gibi- zelle-leri
(küçük hataları) telâfi et. Zira Allah Tealâ, yardımda ve dinin tebliğini
açıktan yapma konusunda sana yeter. "Akşam sabah Rabbini hamd ile teşbih
et." Akşam ve sabah vakitleri, Yüce Allah'a hamd ve şükür ile birlikte
O'nu noksan sıfatlardan tenzih et. Yani Rabbini tahmid ve teşbihe devam et. Bu
emrin,"Akşam ve sabah vakitlerinde namaz kıl." anlamına geldiği de
söylenmiştir. Çünkü Mekke döneminde farz olan namaz, iki rekat sabahleyin ve
iki rekat de akşamleyin olmak üzere iki vakte mahsus idi. Diğer müfessirler
ise bu emri beş vakit namaz ile tefsir etmişlerdir. Çünkü bu ayette ifade
edilen "ibkâr", sabah namazıdır, "aşiyy" ise zevalden sonrası
olması itibariyle geriye kalan dört namaza şamildir.
"Kendilerine
gelmiş hiçbir delil olmadan Allah'ın ayetleri hakkında tartışanlar"
herhangi bir hüccet ve burhanları olmaksızın Kur'an hakkında mücadele edenler
"asla erişemeyecekleri" ulaşamayacakları bir gaye veya Allah'ın
ayetlerini safdışı bırakma isteği "bir büyüklük hevesinden" Hak'tan
yüzçevirerek büyüklenme isteğinden "başka bir şey yoktur. Sen Allah'a
sığın." Onların şerrinden Allah'a iltica et. "Çünkü Semt, Basîr olan
O'dur." Onların sözlerini işiten, yaptıklarını ve hallerini gören O'dur.
[52]
"Kendilerine
gelmiş hiçbir delil olmadan..." ayetinin (56. ayet) nüzul sebebiyle
ilgili olarak İbni Ebi Hatim, Ebu'l-Aliye'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Yahudiler Hz. Peygamber'e gelerek Deccâl'den bahsettiler , "O, ahir
zamanda gelecek ve bizden olacak." deyip, onu yüceltici bir tavır içine
girdiler. "Şöyle şöyle yapacak." dediler ve kendilerinin, onun
vasıtasıyla yeryüzüne hakim olacaklarını ileri sürdüler. Bunun üzerine Allah
Tealâ, "Kendilerine gelmiş hiçbir delil olmadan Allah'ın ayetleri
hakkında tartışanlar var ya, onların göğüslerinde asla erişemeyecekleri bir
büyüklük hevesinden başka bir şey yoktur. Sen Allah'a sığın" ayetini
indirdi ve bu ayetle peygamberine, Deccâl'in fitnesinden kendisine sığınmasını
emir buyurdu.
Açıkça görüldüğü gibi
bu ayet, her ne kadar öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden Mekke müşrikleri veya
Yahudiler hakkında nazil olmuşsa da, batıl ehli olan ve Allah'ın ayetleriyle
mücadele eden herkesi kapsamına alır. Ancak İbni Kesir, Ebu'l-Âliye'den gelen
yukarıdaki rivayet hakkında şöyle demiştir: "Her ne kadar İbni Ebi Hatim
tarafından rivayet edilmiş ise de bu, garip bir görüştür ve bu görüşte akla
uzak bir zorlama vardır. En sahih olan görüş, bu ayetin umumi olarak müşrikler
ve kâfirler hakkında inmiş olmasıdır."
[53]
"Elbette biz
elçilerimize ve inananlara, hem dünya hayatında hem şahitlerin şahitliğe
duracakları%gündeyardım ederiz." Yani biz, kendilerini düşmanlarına karşı
galip ve onları kahredici kılmak suretiyle elçilerimizi ve müminleri
destekleriz. Bu, hem dünya hayatında böyledir, hem de ahirette, meleklerden,
peygamberlerden ve müminlerden oluşan şahitlerin, elçilerin tebliğ görevlerini
yerine getirdiği, kavimlerinin de onları yalanladıkları konusunda şahitlik
yaptıkları zaman bu şahitlik ile kendisini gösterecektir.
Dünya hayatındaki
yardım ya manevi yardımdır, ya da somut bir yardımdır. Manevi yardım, hüccet
ve burhan göndermek suretiyle yahut kendilerini övmek ve ta'zim etmek
suretiyle ya da mevkilerini yüceltmek, hakimiyet ve güç vermek yahut da dinin
yayılması suretiyle olur. Hz. Davud ve Hz. Süleyman'a, kendilerini
yalanlayanlara karşı yardım edilmesi ve Hz. Peygamber'e, kendisini yalanlayan
kavmine karşı yardım edilmesi ve kendisinin Arap yarımadasında devlet ve
hakimiyet sahibi kılınması böyledir. Somut yardım ise, peygamberleri
yalanlayanların kahredilmesi ve kendilerinden intikam alınması suretiyle olur.
Hz. Nuh'un kavmi ile Fira-vun'un denizde boğulması, Kureyş'in ileri gelenlerinin
Bedir'de öldürülmesi ve mallarının ganimet olarak alınması böyledir. İntikam
bazan da ölüm sonrası olur. Eş'iya (a.s)'ın kavmi tarafından öldürülmesinden
sonra zalimlerin o kavme musallat kılınması ve Hz. Zekeriyya'nm oğlu Hz.
Yahya'nın öldürülmesi hadisesinde, onunla birlikte kâfirlerden 70 bin kişinin
öldürülmesi böyledir.
Ahirette yardım ise,
mükâfat derecelerinin yüceltilmesi, cennette ikramlara muhatap kılınması ve
peygamberlerle arkadaşlık nasip edilmesidir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Kim Allah'a ve Rasul'e itaat ederse, işte onlar, Allah'ın
nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraberdir. Onlar
ne güzel arkadaştır!" (Nisa, 4/69). Yine ahiret-teki yardımın bir diğer
türü de, mü"minlere kendi amellerinin, kâfirlere de kendi amellerinin
gereğince muamele edilmesidir. Nitekim bir sonraki ayette bu husus dile
getirilmektedir:
"O gün zalimlere
mazeretleri fayda vermez. Onlar için lanet ve yurtların en kötüsü
vardır." Yani şahitlerin şahitlik edeceği o kıyamet gününde müşriklerin
mazeretleri kabul edilmeyecektir. Çünkü onların mazeretleri geçersizdir,
şüpheleri kıymetsizdir; onlar için rahmetten kovulma ve uzaklaşma vardır,
onlar için kötü bir kalma yeri ve ahirette meydana gelecek olan şeylerin en
şerlisi vardır ki o, ateş ve cehennemde elim bir azaptır.
Peygamberlere dünya ve
ahirette verilecek yardım zikredildikten sonra Allah Tealâ, dünyada yapılan
yardımın bazılarının zikrine geçmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun biz
Musa'ya hidayet verdik ve îsrailoğulları'na o Kitab'ı miras kıldık. O, sağduyu
sahiplerine yol gösterici bir öğüttür." Yani Allah'a yemin olsun ki, biz
Musa'ya Tevrat ve peygamberlik verdik. Tevrat, Musa'nın kavmi için şer'î
hükümler ve hidayet ihtiva ediyordu. Aynı zamanda onun peygamberliği, Yed-i
Beyza, Asa gibi açık mucizelerle de teyit edilmişti. Musa'dan sonra da
Tevrat'ı İsrailoğulları'nın yanında baki kıldık, onu sonra gelenler için miras
bıraktık. Bu, onlar için bir hidayet, sahih ve selim akıl sahipleri için bir
öğüt idi. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Gerçekten Tevrat'ı
biz indirdik. Onda yol gösterme ve nur vardır. Kendilerini Allah'a vermiş
peygamberler, onunla Yahudiler'e hüküm verirlerdi." (Mâide, 5/44).
Kendilerine yardım
edileceği hususu, peygamberler hakkında kesin olduğuna göre, onlara düşen ancak
sabretmektir. Bu sebeple Allah Tealâ, peygamberine de sabrı emretmekte ve şöyle
buyurmaktadır:
"Şimdi sen
sabret. Çünkü Allah'ın vaadi gerçektir. Günahlarının bağışlanmasını iste.
Akşam sabah Rabbini hamd ile teşbih et." Yani durum böyle olduğuna
-peygamberlere ve onların tabilerine yardım edileceği kesinleşmiş olduğuna-
göre ey Rasul, müşriklerin eziyetlerine karşı -senden önceki elçilerin yaptığı
gibi- sabret. Zira sabrın sonu hayırdır ve insanlara karşı seni koruyan ve sana
yardım eden Allah'tır. Allah'ın, gerek yardım konusunda, gerekse diğer
konularda varit olan vaadi haktır, sabittir ve O', bu vaadinden asla caymaz.
Bunun yanında -daha yerinde olan davranışı, sevabın fazlasını terketmek gibi
şeylerden dolayı işlediğin- günahtan bağışlanmayı dile. Ya da müminlere nasıl
istiğfar edileceğini göstermek ve onların seni örnek almaları için istiğfar et.
Zira Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamıştır. Bir de gündüzün
sonlarında ve gecenin başlarında Allah'ı hamd ile tenzih etmeye devam et.
Buradaki "Akşam sabah Rabbini hamd ile teşbih et." ayetinden muradın,
"İki vakitte ikindi namazını ve sabah namazını kıl." veya "Beş
vakit namazı kıl." demek olduğu da söylenmiştir. Nitekim Allah Tealâ şöyle
buyurmaktadır: "Gündüzün iki tarafında ve geceye yakın saatlerinde namaz
kıl." (Hûd, 11/114.)
Bu, ümmet açısından
sabrın ve istiğfarın zaruret olduğunun delilidir. Burada Hz. Peygamber (s.a.)'e
hitap edilmesinin sebebi, onun vesilesiyle bütün ümmete öğretmektir. Yine bu
ayet, Allah'ı teşbih ve Ona hamde veya farz namazları kılmaya devamın
gerektiğine delildir. Bu ayette tevbe ve mağfiret dilemenin amelden önce
zikredilmiş olmasının sebebi hakkında şu söylenebilir: Halisane yapılmış tevbe
olmadan amel kabul edilmez. Tevbe, Hz. Peygamber'in derecesi göz önünde
bulundurulduğu zaman Onun hakkında günah olan "daha yerinde ve daha
faziletli olan davranışın terki" sebebiyle de yapılır. Evlâ ve efdal olan
davranışın terki, Hz. Peygam-ber'den başkası hakkında ise günah değildir.
Daha sonra ilâhi
beyan, müşriklerin Allah Tealâ'nın ayetleri hakkında mücadele etmesinin
sebebini açıklamaya geçmekte ve Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Kendilerine
gelmiş hiçbir delil olmadan Allah'ın ayetleri hakkında tartışanlar var ya,
onların göğüslerinde asla erişemeyecekleri bir büyüklük hevesinden başka bir
şey yoktur." Yani kendilerine Allah'tan gelmiş herhangi bir delil
bulunmadığı halde Kur'an'm ayetleri hakkında mücadele ve münakaşa edenler ve
hakkı batıl ile savmaya kalkışanların kalbinde hakkı kabule ve onun hakkında
düşünmeye yanaşmalarını engelleyen bir büyük-lenme, böbürlenme ve Hz. Muhammed
(s.a.)'e üstün gelme arzusu ile O'nun ardından liderlik ve peygamberliğin
kendilerine kalması arzusundan başka bir şey yoktur. Ne var ki onlar bu
hedeflerine ulaşacak değillerdir; bunu elde edemeyecek ve muratlarına nail
olamayacaklardır. Aksine hakkın bayrağı daima dimdik ayakta, batılın
takipçilerinin söz ve fiilleri ise ayaklar altında olacaktır. Daha kısa bir
ifadeyle; müşriklerin Hz. Peygamberi yalanlamalarının sebebi, nefislerinde
bulunan kibir ve hasettir ve onlar umduklarını gerçekleştiremeyecek, arzularına
ulaşamayacaklardır.
"Sen Allah'a
sığın. Çünkü Semi', Basîr olan O'dur." Yani Allah'ın ayet-leriyle mücadele
eden o müstekbirlerin batıl davalarından korunmanın yolu, onların şerrinden
Allah'a sığınmak, O'na iltica etmek ve onların tuzakları karşısında O'ndan
yardım istemektir. Zira O, onların sözlerini hakkıyla işitici, yaptıklarını
hakkıyla görücüdür. Hiçbir gizlilik O'na gizli değildir; O onları
gözetlemektedir ve onlar yakın bir gelecekte kahr-u galebe ile mağlup
edileceklerdir.
[54]
Bu ayetlerden aşağıdaki hükümler çıkar:
1- Allah
Tealâ, hem dünyada, hem de ahirette, kulları olan rasullere
ve dostları olan
müminlere yardım etmeye kefil olmaktadır. Süddî şöyle demiştir: "Hiçbir
kavim yoktur ki, bir peygamberi veya hakka çağıran müminleri öldürmüş olsun da,
Allah onlardan intikam alan birilerini göndermiş olmasın. Böylece o peygamber
veya müminler, öldürülmüş olsalar bile kendilerine yardım edilmiş olur."
2- Mücâhid
ve Süddî şöyle demişlerdir: "Melekler, peygamberlerin tebliğ
sorumluluğunu yerine getirdiklerine ve kavimlerinin de onların yalanladığına
şahitlik edecektir." Katâde ise, buradaki "şahitler"in, melekler
ve peygamberler olduğunu söylemiştir.
3-
Yeryüzünün doğusunda ve batısında yaşayanların hazır bulunduğu o büyük toplantı
esnasında yapılan ikram ve iltifat daha mütekâmil, faydalı ve sevindirici
olacaktır.
4- İlâhi yardım ve ikram, bazan bir müslümanı savunma sebebiyle de
gelebilir. Beyhakî'nin Ebu'd-Derdâ (r.a.)'dan rivayet ettiği sabit bir hadiste
geldiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kim bir müslüman kardeşinin
ırzına musallat olan fyir kötülüğü defederse, Allah Tealâ'ya, o kişiden
cehennem ateşini defetmek bir hak olur." Sonra da Hz. Peygamber şu ayeti
okumuştur: "Elbette biz elçilerimize ve iman edenlere... yardım ederiz."
Yine İmam Ahmed ve Ebu Davud'un Mu'âz b. Enes (r.a.)'den rivayet ettiklerine
göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kim bir müminin gıybetini eden bir
münafığa karşı onu himaye ederse, Allah Azze ve Celle de o kişiyi cehennem
ateşinden himaye edecek bir melek gönderir. Kim de bir müslümanı ayıplamak
maksadıyla ona iftira ederse, Allah kendisini, o iftirasının
sorumluluğundan kurtulana kadar
cehennem köprüsü üzerinde hapseder.[55]
5- Allah
Tealâ'nm peygamberlere dünya ve ahirette yaptığı yardımın örneklerinden biri de
Hz. Musa'ya Tevrat ve nübüvvet verilmesidir. Ayette Tevrat, "Hidayet"
olarak anılmıştır. Bunun sebebi Tevrat'ın hidayet ve nur ihtiva etmesidir. Daha
sonra Allah, Tevrat'ı İsrailoğulları'na miras ve akıl sahiplerine bir öğüt
kılmıştır.
6- Allah
Tealâ, Hz. Peygamber'e şu üç şeyi emir buyurmuştur. Birincisi: Müşriklerin
eziyetlerine karşı sabır. İkincisi: Küçük günahlar veya evla olan davranışı
terk yahut kendisine peygamberlik gelmeden önce kendisinden sadır olan
günahlar sebebiyle istiğfar ya da halisane kulluk. Üçüncüsü: Yüce Allah'a şükür
ve O'na sena etmek suretiyle O'na hamd ile beraber yapılan teşbih. Yahut sabah
ve ikindi namazlarına devam. Burada kastedilenin, beş vakit namaz farz
kılınmadan önce Mekke'de farz kılınan namaza devam etmek olduğu da söylenmiştir
ki bu namaz, iki rek'at sabah vakti, iki rek'at de akşam vakti idi. Bu namaz
neshedildikten sonra beş vakit namaza devam kaçınılmaz bir görev olmuştur. Bu
ayette geçen istiğfarın, daha faziletli olan davranışları terketmesi sebebiyle
Hz. Peygamber'in yapması istenen istiğfardır. Yahut Hz. Peygamber henüz
peygamber olmadan kendisinden sadır olmuş bu tarz küçük günahlardan bağışlanma
dilemesidir.
7-
Müşriklerin, Allah'ın ayetleri hakkında yaptıkları mücadele, herhangi bir aklî
ve naklî hüccete dayanmayan bir mücadeledir. Onları buna sevkeden, hakka tabi
olmalarını engelleyen kibirdir. Müşriklerin maksadı Allah'ın ayetlerini
geçersiz kılmak veya bu ayetler etrafında birtakım şüpheler oluşturmaktır.
Ancak Allah, onlara amaçlarını gerçekleştirme fırsatı vermeyecektir. Hz.
Peygamber'e ve Ona tabi olanlara düşen ise, kâfirlerin şerrinden Allah'a
sığınmak, O'ndan korunma dilemek ve O'nun izzet ve kudretinden yardım
istemekten başka bir şey değildir.
[56]
57- Elbette gökleri ve
yeri yaratmak, insanları yaratmaktan daha büyük bir hadisedir. Fakat insanların
çoğu bilmezler.
58- Körle gören, iman
edip de iyi amellerde bulunanlarla kötülük yapan bir olmaz. Ne kadar az düşünüyorsunuz!
59- O saat mutlaka
gelecektir. Bunda asla şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu inanmazlar.
60- Rabbiniz buyurdu
ki: "Bana dua edin, duanızı kabul edeyim. Bana kulluk etmeye tenezzül
etmeyenler, hor ve hakir olarak cehenneme girecektir."
61- Allah sizin için,
içinde dinlene-siniz diye geceyi, görmeniz için gündüzü yaratandır. Şüphesiz Allah,
insanlara lütufkârdır. Fakat insanların çoğu şükretmezler.
62- İşte, her şeyin
yaratıcısı olan Rabbiniz Allah budur. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Nasıl
da çevriliyorsunuz?
63- İşte Allah'ın
ayetlerini kasten inkâr edenler de böyle çevriliyorlardı.
64- Allah arzı size
durulacak yer, göğü de bina yapan; sizi şekillendiren, şekillerinizi de güzel
yapan ve sizi güzel rızıklarla besleyendir. İşte Rabbiniz Allah budur.
Alemlerin Rabbi olan Allah, ne yücedir!
65- O, diridir, O'ndan
başka ilâh yoktur. Dini yalnız kendisine halis kılarak O'na yal var in. Hamd,
alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.
"Kör" ve
"gören" ile "gece" ve "gündüz" kelimeleri
arasında tıbâk vardır. "Körle gören bir olmaz" Burada istiare
yapılmıştır. Yani istiare yoluyla kâfir "kör"e, mümin de
"gören"e benzetilmiştir.
"înne's-sâ'ate le
âtiyetun" (O saat mutlaka gelecektir) cümlesi, "inne" ve
"lâm" edatlarıyla tekitli olarak gelmiştir.
"Görmeniz için
gündüzü" Bu cümlede, bir şeyin, zamanına isnadı tarzında aklî bir mecaz
vardır. Yani görme işi, bu işi yapmanın vakti olan gündüze isnat edilmiştir.
(Meal de buna göre yapılmıştır.)
"Ya'lemûn",
"tetezekkerûn", "yü'minûn", "yeşkurün",
"tü'fekûn", "yecha-dûn" kelimeleri arasında seci ve son
harflerin uyumu (tevafuk-u fevâsıl) vardır.
[57]
"Elbette gökleri
ve yeri yaratmak, insanları yaratmaktan daha büyük bir hadisedir." Yani
göklerin ve yerin azametine rağmen, evrenin ilk yaratılışı esnasında, herhangi
bir asıldan neş'et etmeksizin, örneksiz olarak yaratılması, insanın, ölüm
sonrası diriltilme aşamasında ikinci kere yaratılmasından daha büyük bir
iştir. Dolayısıyla, daha büyük olanı yaratmaya kadir olan, daha küçüğü
yaratmaya da kadirdir. "Fakat insanların çoğu bilmezler." Çünkü
onlar, içinde bulundukları gafletin derinliği ve nevalarına tabi olmaları
sebebiyle, görmezler ve bunun üzerinde düşünmezler. "Körle gören"
gafil ile basiret sahibi, "iman edip de iyi amellerde bulunanlarla
kötülük yapan bir olmaz." Yani iyi ile kötü de bir değildir. "Ne kadar
az düşünüyorsunuz!" Ey insanlar ne kadar az ibret alıyorsunuz! Burada
anlatılmak istenen, insanların yok hükmünde kabul edilebilecek kadar az
düşündükleridir.
"Bunda asla şüphe
yoktur." Meydana geleceği ve vukuunun imkânı konusundaki delillerin
açıklığı sebebiyle kıyametin geleceğinde kuşku yoktur. "Fakat insanların
çoğu inanmazlar." Hissettikleri duyularla anlaşılabilir olayların
açıklığı üzerinde gereği gibi düşünmedikleri için kıyameti tasdik etmezler.
"Bana yalvarın, duanızı kabul edeyim." Bana dua edin, size
karşılığını vereyim. Bu ayetin "Bana kulluk edin..." şeklinde de
anlaşılabileceği daha sonra gelen şu ifadenin karinesiyle bilinir: "Bana
kulluk etmeye tenezzül etmeyenler, hor ve hakir olarak cehenneme
girecektir."
"Allah sizin
için, içinde dinlenesiniz diye geceyi" onda istirahat edesiniz diye. Zira
gece, hareketliliğin zayıflaması ve duyuların sükunet bulması için soğuk ve
karanlık yaratılmıştır, "görmeniz için gündüzü yaratandır." Gündüz
vakti, eşyanın kendisinde görüldüğü veya kendisiyle görüldüğü bir zaman
dilimidir. "Şüphesiz Allah, insanlara lütufkârdır." Hiçbir lütuf,
O'nun lütfunun seviyesine ulaşamaz. "Fakat insanların çoğu
şükretmezler."
Allah'a şükretmezler.
Zira iman etmezler. Çünkü kendilerine nimet verenin O olduğunu bilmezler.
Buraya kadar olan ayetlerde "nâs" (insanlar) kelimesinin tekrar
tekrar zikredilmesi, küfrün bu ayetlerde anlatılanlara mahsus olmasındandır.
"İşte, her şeyin
yaratıcısı olan Rabbiniz Allah budur. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur."
İşte, İlâhlık ve Rabblik gerektiren fiillerin kendisine mahsus olduğu Allah
budur. Bu cümlede birbiri ardına sıralanan ifadeler, cümlenin başında anlatılan
özelliği, sonunda anlatılana mahsus kılan ve bunu takrir eden haber tarzında
ifadelerdir. "Nasıl da çevriliyorsunuz?" Allah'a kulluktan ve Ona
imandan, başkalarına kulluğa nasıl da çevriliyorsunuz? "İşte Allah 'm
ayetlerini kasten inkâr edenler de böyle çevriliyorlardı." Yani tıpkı
onların çevrilmesi ve putlara kulluğa dönmeleri gibi, Allah'ın ayetlerini ve
mucizelerini bilerek inkâr eden ve onlar hakkında düşünmeyenler de aynen öyle
çevrilip döndürülüyorlar.
"Dini yalnız
kendisine halis kılarak" taati yalnız O'na has kılarak, şirkten ve
gösterişten arınmış bir şekilde içten gelen samimi bir inançla "O'na
kulluk edin."
[58]
Allah Tealâ'nın
ayetleri hakkında mücadele edenler -ki bu kimselerin, herhangi bir hüccet ve
delile dayanmadan mücadele ettikleri belirtilmiş ve hakkında tartıştıkları
konulardan birisinin de öldükten sonra dirilme olduğu bildirilmiştir-
reddedildikten sonra, bu ayetlerde ve bunları izleyen ilâhi beyanlarda Allah
Tealâ, varlığına, kudretine ve hikmetine delâlet eden on delil zikretmektedir.
Bu delillerden maksat, kıyamet gününün vuku-unun imkân dahilinde olduğunu ve
varlığının fiilen mevcut bulunduğunun gösterilmesidir. Bu deliller cümlesinden
olarak burada göklerin ve yerin yaratılması, gece ile gündüzün ardarda gelmesi,
arzın yerleşim yeri ve göğün bina kılınması, insanın en güzel surette
yaratılması ve en güzel şeylerle rızıklandırılması ve Yüce Allah'ın zatî hayat
ve birlik ile muttasıf bulunması zikredilmiştir. Bu delillerin bir kısmından
sonra ise Allah Tealâ'ya kulluk ve itaat edilmesi, bu yapılırken de İhlasın
gözetilmesi emir buyurulmuştur.
[59]
1-
"Elbette gökleri ve yeri yaratmak, insanları yaratmaktan daha büyük bir
hadisedir." Yani göklerin, yerin ve biralardaki alemlerin, feleklerin,
yıldızların ve insanlar için yaratılan diğer şeylerin var edilmesi, insanların
nefislerinin gerek yoktan, gerekse ikinci kez (ahirette) yaratılmasından daha
büyük ve azametli bir iştir. Bütün bunları yaratan, bunlardan daha küçük ve
kolay şeyleri yaratmaya da tabiatiyle kadirdir. Burada, insanların
kullandığı ölçekte bir
kıyaslama ve takdirle anlatım vardır. Yoksa Allah Tealâ için yoktan var etmek
de, yarattığı bir varlığa tekrar hayat vermek de aynıdır. Hal böyleyken
öldükten sonra dirilmeyi nasıl inkâr edersiniz? Nitekim Allah Tealâ şöyle
buyurmaktadır: "Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratamaz
mı?" (Yâ-Sîn, 36/81), "Gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratmakla
yorulmayan Allah 'in, ölüleri diriltmeye da kadir olduğunu görmediler mi? Evet,
O her şeye kadirdir." (Ahkaf, 46/33).
Ne var ki insanların
çoğu, Allah'ın kudretinin azametini bilmiyorlar, bu kahredici hüccet karşısında
düşünmüyorlar. Bu, Allah'ın kurdeti hakkında burada zikredilen ilk delildir.
Daha sonra Allah
Tealâ, gafil olan ve hakka karşı batıl iddialarla mücadele eden kimseler için
bir misal zikretmekte ve onları köre benzetmekte; düşünen, kötülüklerle
mücadele eden kimseleri de, basiret sahibi oldukları için gözü görene
benzetmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Körle gören bir
olmaz." Yani hak karşısında batıl iddialarla mücadele eden kimse ile
hakkın mücadelesini yapan bir olmaz. Allah'ın ayetleri ve beyanları hakkında
düşünmeyen kâfir, bütün bunlar hakkında düşünen ve öğüt alan mümin ile bir
olmaz. Bunlardan ilki, görme hassassiyetini kaybetmiş köre benzerken,
ikincisi, gözleri açık olan ve gören kimseye benzer. Onun için de bu ikincisi,
kâinat hakkında düşünür ve ibret alır. Körle gören arasındaki fark açıktır.
"İman edip de iyi
amellerde bulunanlarla, kötülük yapan bir olmaz. Ne kadar az
düşünüyorsunuz?" Yani aynı şekilde, iman edip salih amellerde bulunan iyi
kimse ile küfür ve masiyet içinde bulunan kötü kimse de bir olmaz. Hal
böyleyken insanlardan birçoğu ne kadar az düşünüyor, bu örneklerden ne kadar
az ibret alıyor ve Rabb'lerine itaatkâr iyi müminler ile Rabblerinin emrine
aykırı hareket eden facir kâfirler arasındaki farkın idrakine ne kadar az
varıyor?
Kıyametin varlığının
imkânını gösteren delili beyan ettikten sonra Allah Tealâ, bunun hemen
arkasından kıyametin kesin bir şekilde vuku bulacağını haber vermekte ve şöyle
buyurmaktadır:
"O saat mutlaka
gelecektir. Bunda asla şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu inanmazlar."
Yani kıyamet günü gelmektedir ve onun gelişinde, gerçekleşeceğinde asla şüphe
yoktur. O halde buna seksiz, şüphesiz ve kesin bir şekilde iman edin. Ancak
insanların çoğu -ki onlar kâfirlerdir- öldükten sonra dirilmeyi inkâr eder,
hatta onun varlığını yalanlarlar. Çünkü onların anlayışlarında eksiklik ve
kusur vardır ve akılları, hücceti idrak etmekte zaaf içindedir.
Allah Tealâ, kıyametin
hak ve doğru olduğunu ispat ettikten sonra, kıyamet gününde kurtuluşu elde etmenin
yolunu açıklamakta -ki o, Yüce Allah'a itaattir- ve şöyle buyurmaktadır:
"Rabbiniz buyurdu
ki: "Bana dua edin, duanızı kabul edeyim. Bana kulluk etmeye tenezzül
etmeyenler, hor ve hakir olarak cehenneme girecektir." Yani Allah Tealâ
haber vermektedir ki, eğer kul, kendisine dua ve hakkıyla ibadet ederse, ona
icabet edecektir. Zira aşağıda tahrici gelecek olan hadiste de buyurulduğu
gibi, "Dua, ibadetin özüdür." Dua, kendi başına bir ibadettir. Dua,
menfaatin gelmesi ve zararın savuşturulması isteğidir. Allah'tan başkasına
yapılan duanın hiçbir faydası yoktur. Zira duaya karşılık vermeye kadir olan,
Allah Tealâ'dır. Kullarına, kendisine dua etmelerini emir buyuran, bizzat Yüce
Allah'tır ve kendilerine, dualarına icabet edeceğini de vaad etmiştir. O'nun
vaadi ise haktır. Büyüklenerek, bir olan Allah Tealâ'ya dua ve ibadete tenezzül
etmeyen kimseler, hor ve zelil kimseler olarak cehenneme gireceklerdir.
Bu ayet, dua ile
kulluk emrini ve Allah'tan bir fazl-u kerem olarak kendilerine icabet
edileceğine dair ilâhi vaadi ihtiva etmektedir. Yine bu ayet, büyüklük
taslayarak Allah'a duaya tenezzül etmeyenler için de şiddetli bir tehdit
içermektedir. Allah kerem sahibidir; kişi kendisine dua ettiği zaman onun
duasına icabet eder, aynı zamanda da kendisinin büyük lütfundan ve geniş
mülkünden, muhtaç bulunduğu dünya ve ahiret işleri konusunda talepte bulunmayan
kimselere de gazap eder.
İmam Ahmed,
Edebü'l-Müfred'de Buhari, Hâkim ve Sünen sahipleri Tirmizi, Ebu Davud, Nesâî,
İbni Mace ve daha başkaları, Nu'mân b. Beşîr (r.a.)'den şöyle rivayet
etmişlerdir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Dua, ibadetin
kendisidir." Sonra da Rasulullah (s.a.) şu ayeti okudu: "Bana dua
edin, duanızı kabul edeyim..." Tirmizî de Enes b. Mâlik (r.a.)'den şöyle
rivayet etmiştir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Dua, ibadetin
özüdür." Ancak bu rivayet zayıftır. Bir diğer hadiste de -ki sahihtir ve
Hâkim tarafından İbni Abbas'tan rivayet edilmiştir- Peygamberimiz
"ibadetin en efdali duadır." buyurmuştur.
İmam Ahmed ve Hâkim de
Ebu Hureyre (r.a.)'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Rasulullah (s.a.)
şöyle buyurdu: "Kim Allah'a dua etmezse, Allah ona gazap eder." Yine
İmam Ahmed ile Bezzâr'm naklettikleri bir diğer rivayette de, "Kim
Allah'tan istemezse, Allah ona gazap eder" buyurulmuştur.
Daha sonra Allah
Tealâ, kudretine delâlet eden ve kullarına verdiği nimetlerin düşünülmesini
isteyen başka deliller sıralamakta ve şöyle buyurmaktadır:
2, 3-
"Allah sizin için, içinde dinlenesiniz diye geceyi, görmeniz için gündüzü
yaratandır." Yani Allah Tealâ, gece ile gündüzü, ardarda gelecek şekilde
yaratmış; geceyi, soğuk ve karanlık bir zaman dilimi olarak dinlenme, uyku,
istirahat ve gündüz gerçekleştirilen hayatî faaliyetler için güç tazeleme
zamanı, gündüzü de güneş vasıtasıyla aydınlık kılmıştır ki, ihtiyaçlar
görülebilsin, maişet temin edilebilsin, ticarî, ziraî ve sınaî faaliyetler
yürütülebilsin,
yolculuklar yapılabilsin ve kulların maslahatı için bunlara benzer eylemler
gerçekleştirilebilsin.
"Şüphesiz Allah,
insanlara lütufkârdır. Fakat insanların çoğu şükretmezler. " Yani Allah
Tealâ, gerek burada zikredilen nimetleri, gerekse hesaba gelmeyecek kadar
sınırsız diğer nimetleri ile insanlara lütufkâr olandır. Ancak insanların
çoğunluğu, bu nimetlere şükretmez ve bunları itiraftan geri dururlar. Bu ya
-kâfirlerde olduğu gibi- bu nimetleri bilerek inkâr suretiyle, ya da nimeti
verene şükretme borcunda bulunduklarını düşünme-yip, ihmal etmek suretiyle olur
ki bunu da cahiller yapar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Hakikaten insan çok nankördür." (Hacc, 22/66), "Doğrusu insan,
çok haksızlık edendir, çok nankördür." (İbrahim, 14/34), "İnsan,
Rabbine karşı çok nankördür." (Âdiyât, 100/6), "Kullarımdan şükreden
azdır." (Sebe1, 34/13).
Daha sonra Allah
Tealâ, kendisinin tek ve yegâne yaratıcı olduğunu, bu sebeple kulluğun da
sadece kendisine yapılması gerektiğini belirtmekte ve şöyle buyurmaktadır:
4, 5-
"İşte, her şeyin yaratıcısı olan Rabbiniz Allah budur. O'ndan başka
hiçbir ilâh yoktur. Nasıl da çevriliyorsunuz?" Yani bütün bu zikredilenleri
yapan ve yaratan, bu nimetleri ihsan eden, mürebbi (gelişimini sağlayan,
yetiştiren, idare eden) ve müdebbir olan (çekip çeviren, belli bir düzen içinde
hükmünü yürüten) Allah'tır. O'nun dışında başka bir Rabb yoktur. Her şeyin
yaratıcısı O'dur. Yaratma işinde kendisine herhangi bir varlık yardım etmiş
değildir. O, kendisinden başka ilâh olmayan tek İlâh'tır. Böyleyken O'na
kulluk etmekten nasıl çevrilirsiniz, O'nu birlemekten nasıl yan çizer ve
Allah'ı bırakıp da, kendisine bile ne fayda, na da zarar verebilen o putlara
nasıl ibadet edersiniz? O putlar ki, herhangi bir şey yaratmaları sözkonusu
değildir, tam tersine kendileri birer mahluktur!
Bu sapıklık, kadim bir
hastalıktır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"İşte, Allah 'm
ayetlerini kasten inkâr edenler de böyle çevriliyorlardı." Yani Allah'tan
başkasına kulluk suretiyle kendisini gösteren bu çevrilme ve dalâlet nasılsa,
Allah'ın birliğini inkâr edenler, O'nun ayetlerini bile bile yalanlayıp yok
sayanlar ve ellerinden herhangi bir hüccet ve burhan olmadığı halde, sırf
bilgisizliklerine ve nevalarına uyarak bu en sağlam ve doğru yoldan sapanlar
da aynen böyle dalâlete düşmüşlerdi.
Bu delillerin ardından
Allah Tealâ, kudretine ve hikmetine vurgu yapan bir diğer delil daha eklemekte
ve şöyle buyurmaktadır:
6, 7-
"Allah arzı size durulacak yer, göğü de bina yapan..." Yani yeryüzünü
istikrar ve sebat yeri yapan O'dur. Orada binalar ve diğer şeyler yerleşir.
Canlılar orada yaşar ve ölür; onun üzerinde yürür ve her türlü tasarruf ve faaliyette
bulunurlar. Yine O, göğü de, alem için korunmuş, sabit ve kaim bir tavan
yapmıştır. O gök ne çöker, ne de yarılıp çatlar. Göğü de yıldız ve
gezegenlerle süslemiştir.
Allah Tealâ, dış
alemle ilgili bazı deliller (ki onlar, bu kâinatta insan dışındaki varlıklardır
ve göklerle yerin durumu ile gece ve gündüzün durumu olmak üzere ikidir)
açıkladıktan sonra, varlığını ve kudretini gösteren insanın kendisinden
delillere geçmektedir ki, bunlar da insanın suretinin ihdası, güzelleştirilmesi
ve insanın güzel şeylerden rızıklandırılması olmak üzere üçtür:
8, 9-
"Sizi şekillendirdi, şekillerinizi de güzel yaptı. Ve sizi güzel
rızık-larla besledi." Yani sizi en güzel surette, en mütenasip şekilde ve
emsalsiz bir kıvamda yarattı. Boyunuz ve diğer organlarınız birbiriyle orantılı
ve maişet temini için gerekli muhtelif çalışma şekilleri için uygun. Yine O
size, gerek yiyecek, gerekse içecek türlerinde en güzel ve leziz rızıklar ihsan
etti.
"İşte Rabbiniz
Allah budur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir!" Yani bu yüce
sıfatlarla muttasıf olan ve bu değerli nimetleri ihsan eden, kendisinden
başkasının Rabb'liğe lâyık" olmadığı Rabb'dır! İnsanların ve cinlerin
oluşturduğu alemlerin Rabbi olan Allah, ortağı, çocuğu ve eşi bulunmak gibi
kendisine lâyık olmayan noksan sıfatlardan yüce ve münezzehtir.
Yüce Allah, Tevhid-i
Rububiyet'i ispat ettikten sonra Tevhid-i Uluhi-yet'in ispatına geçmekte ve
şöyle buyurmaktadır:
10- "O
diridir, O'ndan başka ilâh yoktur. Dini yalnız kendisine halis kılarak O'na
yalvarın." Yani evrende dilediğince iş gören ve bütün kâinatı evirip
çevirebilen Allah Tealâ, zatî bir hayat ile diridir, bakîdir, fena bulmaz,
Evvel'dir, Âhir'dir, Zahirdir, Bâtm'dır, ilâhlıkta tekdir. Dolayısıyla O'nun
dışındaki herhangi bir varlık ilâhlığa lâyık değildir. Öyleyse, taat ve ibadeti
yalnız kendisine halis kılarak, Onu birleyerek ve O'ndan başka ilâh olmadığını
ikrar ederek O'na kulluk edin.
Hamd ve senaya,
verdiği nimetler için şükredilmeye müstehak olan O'dur. Yüce Allah, hamdin
nasıl yapılacağını kullarına emrederek ve öğreterek şöyle buyuruyor:
"Hamd, alemlerin
Rabbi olan Allah'a mahsustur." Yani hamdin sahibi, şükür ve senaya
müstehak olan, melek, insan ve cinlerin oluşturduğu alemlerin rabbi Odur. Bu
cümle, haber cümlesi olmakla birlikte, içinde bir emri de barındırmaktadır.
Yani Ona dua ve hamd edin.
İbni Cerir, İbni Abbas
(r.a.)'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Kim "Lâ ilahe illallah"
derse, arkasından da, "el-Hamdü lillâhi Rabbi'l-âlemîn" desin."
Bunu söyledikten sonra İbni Abbas (r.a.) şu ayeti okumuştur: "Dini yalnız
kendisine halis kılarak O'na yalvarın. Hamd, alemlerin Rabbine mahsustur."
İmam Ahmed, Müslim, Ebu Davud ve Nesâî, Abdullah b. Zü-beyr (r.a.)'den şöyle
rivayet etmişlerdir: "Rasulullah (s.a.), her namazın ar-
kasından şöyle derdi:
"Lâ ilahe illallâhu vahdehû lâ şerike leh, lehu'l-mül-kü ve lehu'l-hamdu
ve hüve alâ külli şey'in kadir, lâ havle velâ kuvvete illâ billâh, lâ ilahe
illallâhu velâ na'budu illâ iyyâhu, lehu'n-ni'metu ve lehu'l-fadlu,
lehu's-senâu'l-hasen, lâ ilahe illallâhu muhlisine lehu'd-dîn, velev
kerihe'l-kâfirûn." (Allah'tan başka ilâh yoktur, O tekdir, ortağı yoktur.
Mülk Onundur, hamd Ona mahustur ve O her şeye kadirdir. Günahlardan dönmeye ve
kulluk görevlerini yerine getirmeye kuvvet ve kudret veren ancak O'dur. Allah'tan
başka ilâh yoktur ve biz, O'ndan başkasına kulluk etmeyiz. Nimet ve fazlu
kerem O'nundur, güzel övgü Ona mahsustur. Dini yalnız kendisine halis kılarak
Allah'tan başka ilâh bulunmadığını ilân ederiz, kâfirler bundan hoşlanmasa
da!"
[60]
Bu ayetlerden
aşağıdaki hükümler çıkar:
1- Öldükten
sonra dirilmenin ispatı ve bunu inkâr edenlere karşı delil getirilmesi. Zira
göklerin ve.yerin yaratılması, insanların yeniden yaratılmasından daha büyük
ve daha azametli bir iştir. Daha büyük bir işi yapmaya kadir olan, daha
küçüğünü yapmaya da kadirdir. Ancak insanların çoğu bilmezler.
2- Mümin ile
kâfir, mühtedi (hidayete eren) ile
dalâletteki kişi ve iyi ameller işleyenle kötü ameller işleyen hiçbir surette
bir değildir. Bu tıpkı, gözleri gören ile körün bir olmamasına benzer. Ne var
ki insanların çoğu bunu düşünmez, öğüt ve ibret almaz.
3- Kıyamet
günü mutlaka gelecektir, bunda hiç şüphe yoktur. Kıyametin varlığı aklî olarak
nasıl mümkün ise, aynı şekilde kıyamet fiilen vardır ve mutlaka vaki olacaktır.
Fakat insanların çoğu, bunu tasdik etmez. Kıyamet koptuğu zaman itaatkâr ile
isyankâr arasındaki fark ortaya çıkacaktır.
4- Hak ve
doğru olan kıyamet günü geldiği zaman insana, Allah Te-alâ'ya taatinden başka
bir şey fayda vermeyecektir. Allah Tealâ'ya taatin en üstün çeşitleri ise dua
ve tazarrudur. Daha önce zikrettiğimiz bir hadiste şöyle buyurulmuştur:
"Dua, ibadetin kendisidir." Dolayısıyla insanlara düşen, Allah'ı
birlemek ve O'na ibadet etmekten başka bir şey değildir. Allah, -kendisinden
bir lütuf olarak- ibadeti kabul eder ve kulluk yapanları bağışlar. Tirmizi ve
İbni Hibban'm Enes b. Malik (r.a.)'ten rivayet ettikleri bir hadiste şöyle
buyurulmuştur: "(Her) biriniz, Rabbinden bütün ihtiyaçlarını istesin.
Hatta ayakkabısının bağı koptuğu zaman onu bile Rabbinden istesin."
5- Allah
Tealâ'nın, şu ayette duanın terkedilmisene karşılık şiddetli bir tehdit
zikretmesi de O'nun büyük ihsanlarındandır: "Bana kulluk etmeye tenezzül
etmeyenler, hor ve hakir olarak cehenneme girecektir."
6- Yüce
Allah geceyi, sekinet ve rahat için, gündüzü de, ihtiyaçların görülmesi ve
maişetin temini için aydınlık olarak yaratmıştır. Allah, kullarına büyük lütuf
gösterendir. Ancak insanların çoğunluğu O'nun fazl-u keremine ve nimetine
şükretmez.
7- Allah'ın
birliğine ve kudretine delâlet eden deliller açık ve sarihtir. O, mürebbi
(terbiye eden) ve müdebbir (çekip çeviren) olan Allah'tır. Her şeyin
yaratıcısıdır, bir ve tektir. Bunun delilleri bu kadar çok iken insanların
nasıl olup da iman etmediklerine şaşılır! Aynı şekilde, bu kadar delile rağmen
Allah'ın ayetlerini bilerek inkâr etmek suretiyle haktan sapan o kimselere de şaşılır!
8- Allah
Tealâ yeryüzünü, kulları hayattayken ve öldükten sonra oraya yerleşsin diye
yaratmıştır. Göğü de mahfuz ve sabit bir tavan olarak halketmiştir. Keza
insanları da en güzel şekil ve kıvamda var temiştir.
9- Güzel ve
lezzetli rızıkları yaratan Allah'tır. O, kendisi için ölüm söz konusu olmayan
diridir ve bakidir. Bu itibarla insanlara düşen, O'na ihlâs-la ibadet, O'na
hamd, şükür ve sena etmekten başka bir şey değildir.
10- Bu
bölümde zikredileni ayetlerin sonlarının, vurgulu, etkili ve bağlama uygun bir
şekilde bittiği söylenebilir. Kasdettiğimiz, "Fakat insanların çoğu
bilmezler", "inanmazlar", "şükretmezler", "ne
kadar az düşünüyorsunuz"', "nasıl da çevriliyorsunuz",
"Allah'ın ayetlerini inkâr edenler", "Alemlerin Rabbi olan Allah
ne yücedir!", "Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur."
cümleleridir.
[61]
66- De ki: "Ben,
Rabbimden bana açık deliller gelince, sizin Allah'tan başka yalvardıklarmıza
tapmaktan menolundum ve alemlerin Rabbine teslim olmakla emrolundum."
67- Sizi topraktan,
sonra nutfeden, sonra kan pıhtısından yaratan sonra sizi çocuk olarak çıkaran
sonra güçlü çağınıza eresiniz, sonra da ihtiyarlar olasınız diye sizi yaşatan
O'dur. İçinizden kimi de daha önce öldürülüyor; belli süreye erişmeniz ve
aklınızı kullanmanız için.
68- Yaşatan ve öldüren
O'dur. Bir işin olmasını istedi mi, ona sadece "Ol!" der, o da olur.
"Ben Rabbimden
bana açık deliller." tevhidin delilleri veya Kur'an ayetleri. Zira bunlar,
aklî delilleri takviye eder ve bunlara dikkat çekerler. "Sizin Allah'tan
başka yalvardıklarmıza" Allah'tan başka ibadet ettiklerinize,
"tapmaktan menolundum ve âlemlerin Rabbine teslim olmakla." O'na
boyun eğmekle "emrolundum."
"Sizi topraktan,
sonra nutfeden" meniden, "sonra bir kan pıhtısından" döllenmiş
hücreden "yaratan sonra güçlü çağınıza eresiniz diye." Yani 30
yaşından 40 yaşına kadar olan sürede gücünüzün tekâmül evresine ulaşa-sınız
"sonra da ihtiyarlar olasınız diye sizi yaşatan O'dur."
"İçinizden kimi de daha önce öldürülüyor." İhtiyarlık çağından veya
güçlü dönemine ulaşmadan önce. "Belli bir süreye erişmeniz" yani
tayin edilmiş bir vakte ulaşmanız için ki o vakit, ölüm vaktidir. "Ve
aklınızı kullanmanız için." Bu husustaki hüccet, ibret ve tevhid
delillerini düşünüp iman etmeniz için.
"Bir işin
olmasını istedi mi ona sadece "Ol!" der o da" hemen, o an
"olur."
[62]
"De ki:
"Ben, Rabbimden bana açık deliller gelince..." ayetinin (66. ayet)
nüzul sebebiyle ilgili olarak: Cüveybir'in İbni Abbas (r.a.)'tan rivayet
ettiğine göre Velîd b. Muğîre ve Şeybe b. Rebî'a, "Ey Muhammedi Atalarının
dini hakkında bu söylediklerinden dön!" demişlerdi. Bunun üzerine Allah
Tealâ, "De ki: "Ben, Rabbimden bana açık deliller gelince, sizin Allah'tan
başka yalvardıklarınıza tapmaktan menolundum..." ayetini indirdi.
[63]
Yüce Allah'ın
kudretine, tevhidine, celâl ve azamet sıfatlarına ilişkin deliller irat
buyurulduktan sonra Allah Tealâ, müşrikleri putlara kulluktan çevirmek için
yumuşak ve ince bir ifadeyle kendisinden başkasına kulluğu yasaklamaktadır.
Daha sonra da bu yasağın sebebini beyan etmektedir ki, bu sebep, Hz.
Peygamber'in Rabbinden getirdiği, dünyadan ve insanın kendisinden olan açık
delillerdir. Buradaki afakî (dış dünyadan olan) deliller; gece, gündüz, yer ve
gök olmak üzere dörttür. Enfüsî (insanın kendisinde olan) delillere gelince,
bunlardan üçü daha önce zikredilmişti. Bunlar, insana şekil verilmesi, bu
şeklin güzelliği ve temiz/hoş rızıklar verilmesidir. Enfüsî delillerden burada
zikredilenler ise, insanın meydana gelişi, bunun için geçirdiği tedricî
merhaleler ve hayat bulma sürecinde geçirdiği aşamalardır ki, ceninlik
durumundan doğuma ve çocukluğa, oradan gençliğe, orta yaşa ve yaşlılığa ve
nihayet ölüme uzanan çizgidir.
[64]
"De ki:
"Ben, Rabbimden bana açık deliller gelince, sizin Allah'tan başka
yalvardıklarınıza tapmaktan menolundum ve âlemlerin Rabbine teslim olmakla
emrolundum." Ey Rasul! Kavminin, Mekke ve başka yerlerdeki müşriklerine de
ki: Rabbimin katından gelen aklî ve naklî deliller kendisi dışındaki put vb.
herhangi bir şeye/kimseye tapılmasını yasaklamaktadır. Bu aklî ve naklî
deliller, Kur'an ayetleri ve Allah'ın, selim akıllara yerleştirdiği -tevhide
delâlet eden- burhanlardır. Ve alemlerin Rabbi olan Allah'a teslim olup boyun
eğmekle ve dinimi O'na halis kılmakla emrolundum. Putlara kulluğu yasaklayan
ayetlerden biri, Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisidir: "Elinizle yonttuğunuz
şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa sizi de, yaptığınızı da Allah yaratmıştır."
(Sâffât, 37/95-96).
Daha sonra Allah
Tealâ, tevhide delâlet eden enfüsî delillerden birisini zikretmektedir. O
delil, insanın oluşumu ve meydana geliş merhaleleridir:
"Sizi topraktan,
sonra nutfeden, sonra kan pıhtısından yaratan sonra sizi çocuk olarak çıkaran,
sonra güçlü çağınıza eresiniz, sonra da ihtiyarlar olasınız diye sizi yaşatan
O'dur. İçinizden kimi de daha önce öldürülüyor.
Belli süreye erişmeniz
ve aklınızı kullanmanız için." Yani Allah'tır ki, sizin ilk atanız olan
Hz. Adem'i topraktan yaratmıştır. Aynı şekilde onun soyunu da topraktan
yaratmıştır. Zira meniden yaratılan her mahlûk, kandan meydana gelmektedir. Kan
gıdadan oluşmakta, gıda bitkilerden, bitkiler ise su ve topraktan meydana
gelmektedir. Böylece sabit olmaktadır ki, her insan topraktan meydana
gelmektedir. Daha sonra Allah Tealâ bu toprağı nutfe (meni) haline getirmekte,
sonra alâkaya (kan pıhtısına) dönüştürmektedir. Sonra sizi doğurtturuyor ve
çocuklar olarak çıkarıyor. Bilâhare güçlülük, yani kuvvette ve akıl gücünde
kemâle erme çağına ulaşıyor, bunun ardından da yaşlanıyorsunuz.
İnsanlar arasında,
ihtiyarlık, gençlik veya çocukluk çağlarına gelmeden önce ölenler de
bulunmaktadır. Böyle olması, tayin edilmiş bir süreye -ki bu, ölüm veya kıyamet
zamanıdır- ulaşmanız içindir.
Ceninlik merhalesi,
çocukluk merhalesi, güçlülük çağına ulaşma merhalesi ve ihtiyarlık merhalesi.
Bütün bu değişim ve intikallerde Allah'ın varlığına delâlet vardır. Allah
Tealâ, bu değişim ve intikal meyamnda bir diğer delil daha zikretmekte ve şöyle
buyurmaktadır:
"Yaşatan ve
öldüren O'dur. Bir işin olmasını istedi mi, ona sadece "Ol!" der, o
da olur." Yani, Allah'tır ki, yaşatmaya ve öldürmeye kadirdir ve O, bu
hususta tekdir, O'ndan başka herhangi bir varlık buna muktedir değildir. O
herhangi bir işin olmasını takdir ve murad ettiği zaman sadece ona "Ol!
der, o da olur." Yani herhangi bir şeye bağlı olmaksızın, herhangi bir yardım
ve külfet sözkonusu olmaksızın iradesinin gereği hemen oluverir. Bu,
yaratılışın zihinde canlandırılmasını mümkün kılan en uzak anın anlatımıdır.
Zira ilâhi irade kendisine taalluk ettiği anda mahlûk, oldukça yüksek bir
süratle var olur.
[65]
Bu ayetler, aşağıdaki
üç noktayı açıklığa kavuşturmaktadır:
1- Allah
Tealâ'nın varlığını ve birliğini ispatlayan deliller ortaya koyduktan sonra
O'ndan başkasına kulluk etmenin kesin bir şekilde yasaklanması, Kur'an'ın
birçok ayette açıkça dile getirdiği ve akl-ı selimin, düşünce yoluyla ulaştığı
hususlardandır. Kulluk, tam bir boyun eğiş ve itaat ile, dini yalnız alemlerin
Rabbi olan Allah'a halis kılmayı gerektirir. Kısacası Allah Tealâ, putlara
kulluk etmeyi yasaklamış, ardından da Allah'a teslim olmayı emir buyurmuş,
bunu müteakiben de vahdaniyete ve ulûhiyete ilişkin deliller ikame etmiştir.
Aynı zamanda, putların vahdaniyet ve ulûhiyet konusunda herhangi bir özelliğe
sahip olmadığını bildirmiş ve buna da Ademoğlu'nun tedricî yaratılışını delil
getirmiştir.
2- İnsanın
oluşum ve gelişimindeki merhalelerin ve tedricî dönüşümün beyanı. Zira insanın
aslı topraktır. Sonra nutfe, sonra alâka, sonra da mudğa (et parçası) olmakta,
ardından çocuk şeklinde doğmakta, sonra gençlik dönemine girdiğinde bedenen ve
aklen güçlenmekte, bunun ardından da çökmekte ve yaşlanmaktadır. Kimi insanlar
da bu dönemleri yaşamadan önce ölmektedir. Daha sonra ise bu merhaleleri
geçiren herkes ölmektedir. Bütün bu geçiş merhalelerinin anlatılması, insanı,
Allah'tan başka ilâh olmadığını düşünmeye ve "Bir olan Allah'a iman
ettim." demeye götürmekte, bunu öğretmektedir.
3- Allah
Tealâ'nın diriltme ve öldürme konusundaki kudretine dikkat çekme ve yaratılış
ve oluşumun, Allah'ın bunları yapmayı sadece dilemesiyle süratli bir şekilde
meydana geldiğini tenbih.
[66]
69- Allah'ın ayetleri
hakkında tartışanların nasıl çevrildiklerini görmedin mi?
70- Onlar Kitab'ı ve elçilerimizle gönderdiğimiz
şeyleri yalanlayanlardır. Yakında bilecekler!
71- Bilsinler ki o
zaman boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde sürüklenecekler.
72- Kaynar suda. Sonra da ateşte yakılacaklar.
73- Sonra onlara,
"Ortak koştuklarınız nerede?" denecek.
74- "Allah'ı
bırakıp da?" Diyecekler ki: "Bizden uzaklaşıp kayboldular. Daha
doğrusu biz bundan -önce hiçbir şeye tapmazdık." İşte Allah, kâfirleri
böyle şaşırtır.
75- "Bu durum, sizin yeryüzünde haksız
olarak şımarmanızdan ve taşkınlık yapmanızdan ötürüdür."
76- "Cehennemin kapılarından girin! Orada
ebedî kalacaksınız. Ki-birlenenlerin yeri ne kötüdür!"
"Yeryüzünde
haksız olarak şımarmanızdan ve taşkınlık yapmanızdan ötürüdür." Bu ayette
üçüncü şahıslara hitaptan, ikinci şahsa (muhataba) hitap şekline geçilmektedir.
Maksat, azarlamada mübalağalı bir ifade oluşturmaktır.
[67]
"Allah'ın
ayetleri" Kur'an "hakkında tartışanların" Daha önce geçen
ayetlerle birlikte "tartışma /mücadele" burada yine tekrar
kötülenmekte-dir. Çünkü mücadele edenler, tartışanlar farklı farklı kimselerdir
veya hakkında mücadele ettikleri konular birden fazladır. Yahut da burada
mücadele meselesinin yeniden gündeme getirilmesi, bundan sakınmaya daha fazla
dikkat çekmek içindir, "nasıl" ne suretle "çevrildiklerini"
Allah'a imandan uzaklaştıklarım "görmedin mi?"
"Onlar Kitab'ı ve
elçilerimizle gönderdiğimiz şeyleri yalanlayanlardır." Kur'an'ı veya cins
olarak semavî kitapları ve diğer kitaplar ile vahyi, tevhidi, öldükten sonra
dirilmeyi ve dinin hükümlerini "yakında bilecekler." Yalanlamalarının
cezasını bilecekler.
"İzi'l-ağlâl"
(boyunlarında demir halkalar...), buradaki "iz" harfi, daha önce
geçen "bilecekler" fiilinin zarfıdır ve gelecekte olacak şeyleri
anlatmak için kullanılan "izâ" edatının anlamını yüklenmiştir.
Dolayısıyla anlam şöyledir: "Bilsinler ki o zaman boyunlarında demir
halkalar..." Burada geçmiş zaman fiillerine zarf olarak kullanılan
"iz" harfinin, gelecek zaman için kullanılması, haber verilen hususun
kesinlikle vuku bulacağının yaki-nen bilinmesi içindir. Buradaki
"ağlâl" kelimesi, "gull"un çoğuludur. "Gull",
mahkûmların boyunlarına takılan (kelepçe gibi) bir bağdır, "..sürüklenecekler."
Zincirlerle bağlı oldukları halde şiddetle ve tahkir edilerek çekilip götürülecekler.
"Sonra onlara,
"Ortak koştuklarınız nerede?" denecek." Onlara, azarlanarak ve
tahkir edilerek, "Dünyadayken taptığınız putlar nerede?" denecek.
"Bizden uzaklaşıp kayboldular, diyecekler" Kayboldular, yitip
gittiler. Bu sebeple onları göremiyoruz. "Daha doğrusu biz bundan önce
hiçbir şeye tapmazdık." Putlara taptıklarını inkâr edecekler, ancak daha
sonra taptıkları getirilecektir. "İşte Allah, kâfirleri böyle
şaşırtır." Yani tıpkı o yalanlayı-cıları şaşırttığı gibi Allah kâfirleri
de şaşırtır da, ahirette kendilerine fayda verecek bir çözüm yolu bulamazlar.
"Bu durum"
bu azap "sizin yeryüzünde haksız olarak şımarmanızdan" gurura kapılıp
büyüklenmenizden. Buradaki "haksız olarak" ifadesi, şirk, azgınlık ve
öldükten sonra dirilmeyi inkâr manasınadır, "ve taşkınlık yapmanızdan
ötürüdür." Azgınlık ve taşkınlık sınırlarına varacak derecede
ki-berlenmenizden ve aşırı derecede neşelenmenizden ötürüdür. "Cehennemin
kapılarından" Cehennemin, sizin için taksim edilmiş yedi kapısından,
"girin. Orada ebedî kalacaksınız." Sizin için orada ebedî kalış
takdir edilmiş olarak.
[68]
Allah Tealâ bu
ayetlerde, Allah'ın ayetleri hakkında mücadele edenlerin kötülenmesi konusuna
dönmekte ve onların, Kur'an'ı yalanlamak suretiyle işledikleri suçun
büyüklüğünü ve buna karşılık görecekleri cezayı açıklamaktadır. Dolayısıyla,
Allah'ın ayetleri hakkında mücadele edenler hakkında daha önce geçmiş olan
ayetler burada tekrar edilmiş değildir. Zira daha önceki ayetler, bu
mücadelenin kaynağını ve sebebini açıklarken, burada bu kimselerin içine
düştükleri durumun garipliğine ve fasit görüşlerine dikkat çekilmekte, aynı
zamanda da bu kimselerin akıbeti beyan edilmektedir. Zahir olan odur ki
-nitekim Ebu Hayyân da böyle söylemektedir- burada kastedilen kimseler, Hz.
Peygamber ve O'nun getirdiği Kitab hakkında tartışan kâfirlerdir.
[69]
"Allah'ın
ayetleri hakkında tartışanların nasıl çevrildiklerini görmedin mi?" Yani
ey Muhammedi Kendilerine imanı gerektiren apaçık ilahî ayetler hakkında batıl
gerekçelerle mücadele eden şu yalanlayıcı müşriklere şaşmıyor musun? Onların
akılları hidayetten dalâlete nasıl da çevriliyor! Oysa Allah'ın ayetlerinin
sahih olduğu ve bunların bizzat tevhide imanı gerektirdiğini gösteren deliller
aşikârdır.
"Onlar Kitab'ı ve
elçilerimizle gönderdiğimiz şeyleri yalanlayanlardır." Yani bunlar,
Kur'an'ı ve tevhid, kulluğu Allah'a halis kılma, insanın dünyadaki hayatını
düzenlemeye çlverişli hükümler, şirk ve putperestlikten uzak durma ve öldükten
sonra dirilmeye iman gibi elçilerin getirdiği ilkeleri yalanlayan kimselerdir.
Sonra Allah Tealâ şöyle buyurarak onları tehdit etmektedir: "Yakında
bilecekler!" Yani bu gidişatlarının sonunu ve küfürlerinin karşılığını
yakında bilecekler.
Daha sonra Yüce Allah,
bu şiddetli tehdid ve azabını şöyle anlatmaktadır.
"Boyunlarında
demir halkalar ve zincirler olduğu halde sürüklenecekler kaynar suda. Sonra da
ateşte yakılacaklar." Yani o yalanlayanlar, demir halkalar boyunlarına
geçirildiği ve zincirlerle kaynar suda sürüklendikleri vakit bilecekler.
Buradaki "hamîm" sıcaklıkta son noktada bulunan su demektir. Bu suda
derileri sıyrılacak ve etleri dökülecek. Sonra da onlar, yakıtı oldukları ve
kendilerini kuşatan ateşte yakılacaklardır. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "İşte bu, suçluların yalanladığı cehennemdir. Onunla kaynar
su arasında dolaşırlar." (Rahman, 55/43-44). Allah Tealâ, onların, zakkum
yeyip hamîm içeceklerini zikrettikten sonra da şöyle buyurmaktadır:
"Sonra dönüşleri elbette cehennemedir." (Sâffât, 37/68), "Tutun
onu, cehennemin ortasına sürükleyin. Sonra başının üstüne kaynar su azabından
dökün. Tad! Zira sen, kendince üstündün, şerefliydin. İşte o, kuşkulanıp
durduğunuz şey budur." (Duhân, 44/47-50).
Daha sonra bu kimselere,
kendilerini azarlayıp tahkir etmek maksadıyla, tapındıkları putları sorulacak:
"Sonra onlara, "Ortak koştuklarınız nerede" denecek,
"Allah'ı bırakıp da?" Diyecekler ki: "Bizden uzaklaşıp kayboldular.
Daha doğrusu biz, bundan önce hiçbir şeye tapmazdık." İşte Allah,
kâfirleri böyle şaşırtır." Yani melekler tarafından tahkir ve azarlama
maksadıyla onlara, "Allah'ı bırakıp da tapmakta olduğunuz putlar ve
or-taklar nerede? Onlara ne oldu da sizi, içinde bulunduğunuz bu azaptan
kurtaramıyorlar ve bu zor zamanda size yardımcı olamıyorlar?"
Onlar buna cevap
olarak şöyle diyecekler: "Bizden kaybolup gittiler ve bize herhangi bir
menfaatleri dokunmuyor. Onları kaybettik, göremiyoruz. Gerçek şu ki, biz
herhangi bir şeye tapmıyormuşuz. Açıkça anladık ki biz, bize fayda verecek
herhangi bir şeye tapıyor değilmişiz." Çünkü putlar duymaz ve görmez; ne
bir fayda, ne de zarar verebilirler. Onlardan sadır olan bu cevap, kendilerinin
putlara kulluğunun batıl bir iş olduğu konusunda yine bizzat kendilerinin açık
bir itirafıdır.
İşte Allah Tealâ,
kâfirleri böyle saptırır da onlar, kendilerini ateşe götürecek olan putlara
taparlar. Yani kâfirlerin bütün amellerinin batıl olduğu böylece ortaya çıkar
ve tapanlar ile tapılanlar arasındaki bütün alâka ve bağlar bu şekilde kesilir.
Daha sonra Allah
Tealâ, onların azaplandırılmasmın sebebini açıklamakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Bu durum, sizin
yeryüzünde haksız olarak şımarmanızdan ve taşkınlık yapmanızdan
ötürüdür." Yani bu azap ve bu saptırma, sizin dünyadayken Allah'a
isyandan dolayı duyduğunuz sevinç ve O'nun elçilerine ve kitaplarına
muhalefetten dolayı hissettiğiniz neş'e ve mutluluk sebebiyledir. Aynı şekilde
bu azabın sebebi, aşırı bir şekilde sevinmeniz ve taşkınlığa düşmenizdir. Şirk
ve putlara tapma şeklinde tezahür eden haksız bir neşenin karşılığı işte bu
ateştir.
Ardından Yüce Allah,
kendilerini azarlayarak, tahkir ederek ve içinde bulundukları azabın sona
ermesinden ümitlerini keserek, kâfirlere, tadacakları bir azap türünü
açıklamakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Cehennemin
kapılarından girin. Orada ebedi kalacaksınız. Kibirle-nenlerin yeri ne
kötüdür!" Yani cehennemin, sizin durumlarınıza göre belirlenmiş yedi
kapısından girin. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Onun yedi
kapısı vardır. Her kapıya onlardan bir bölüm ayrılmıştır." Ve siz, bu
ateşin içinde devamlı surette kalacak, ebedî olarak oradan çıkamayacaksınız.
Allah'ın ayetleri karşısında kibirlenen ve Onun hüccet ve delillerine uymayan
kimselerin kalacağı, içinde şiddetli azap bulunan bu yer ne kötüdür.
[70]
Bu ayetlerden
aşağıdaki hükümler çıkar:
1- Allah'ın
ayetleri ile haksız oldukları halde mücadele eden ve onları yalanlayan
müşriklerin durumu son derece şaşırtıcıdır. Onlar, hidayetten yüz çevirip dalâlete
ve haktan yüz çevirip batıla sapıyorlar.
2- Onlar
yakında, ateşe girdikleri, elleri boyunlarına bağlandığı, zincirlerle hamîme,
yani cehennem ateşiyle kaynayan suya çekilerek götürüldükleri ve ateş
kendilerini dört yandan tam anlamıyla kuşattığı zaman üzerinde bulundukları
yolun batıl olduğunu bilecekler.
3- Kâfirler
cehennem ateşine girdikten sonra melekler azarlayarak ve küçümseyerek onlara şöyle diyecekler: "Allah'ı
bırakıp da tapmakta olduğunuz putlarınız nerede? Ne oluyor ki siz bugün yardım
görmüyorsunuz?"
Onlar da buna şöyle
cevap verecekler: "Onlar helak oldu ve bizden uzaklaştılar, bizi azaba
terkettiler. Zira onları göremiyoruz ve kendilerinden şefaat talebinde
bulunamıyoruz." Daha sonra kâfirler, putlara kulluklarının batıl bir iş
olduğunu, zira onların herhangi bir kıymetinin bulunmadığını, göremeyen,
işitemeyen, ne bir fayda ne de zarar verebilen şeyler olduklarını itiraf
edecekler. Böylece kâfirler için ortaya çıkmaktadır ki, tapmakta oldukları
putlar hiçbir şey değildir. Nitekim günlük konuşmalarda şöyle denir:
"Falanın bir şey olduğunu düşünmüştün. Ancak o bir şey değildir. Zira onu
denediğin zaman onda hayır bulamazsın.[71]
Allah Tealâ onların şöyledediklerini habe,r vermektedir: "Rabbimiz Allah'a
andolsun ki biz ortak koşanlar değildik." (En'âm, 6/23).
4- Yüce
Allah, onların bu itirafından sonra şöyle buyuruyor: "İşte Allah kâfirleri
böyle şaşırtır." Yani onları saptırdığı gibi, her kâfire de aynısını yapar.
Bu, öyle bir saptırmadır ki, onlar küfrü seçtikten ve herhangi bir hüccete dayanmaksızın
küfürde ısrar ettikten sonra cennete giden yolu bulmakta onlara başarı yoktur.
Zira onlara dünyada doğru yol gösterilmişti.
5- Kâfirlerin
ahirette görecekleri azabın sebebi, dünya hayatında günah işlemekten
duydukları sevinç; masiyetten, zenginlikten, sıhhatten ve peşlerine gidenlerin
çokluğundan dolayı açığa vurdukları sürürdür. Bu azabın diğer bir sebebi de
şımarmaları ve hakka tabi olmayarak büyüklen-meleri, onu kabule yanaşmamaları,
şirki ve putlara kulluğu seçmeleridir.
6- Kıyamet
günü kendilerine şöyle denecektir: "Cehennemin, sizin için taksim edilmiş
yedi kapısından girin! Allah'ın ayetlerine karşı büyüklenen-lerin, O'nun
birliğini gösteren delilleri ve hükümleri kabul etmeyenlerin varacağı ve
kalacağı yer ne kötü bir yerdir!"
[72]
77- Sen sabret.
Allah'ın sözü gerçek- tir. Onları tehdit ettiğimiz şeylerin bir kısmım ya sana gösteririz, yahut seni
vefat ettiririz. Nihayet onlar ancak bize döndürülüp getirileçeklerdir.
78- Andolsun biz,
senden önce de elÇİler 8önderdik- Onlardan kimini sana anlattık, kimini de anlatma-
dik. Hiçbir elçi, Allah'ın izni olma-dan bir
mucize getiremez. Allah'ın emri geldiği zaman hak yerine geti-
rilir ve işte o zaman
Allah'ın ayetlerini boşa çıkarmaya uğraşanlar hüsrana uğrarlar.
"Onlardan kimini
sana anlattık, kimini de anlatmadık" cümlesindeki fiillerde tezat vardır.
[73]
"Allah'ın
sözü" Allah'ın, kâfirleri helak edeceği ve onlara azap edeceği konusundaki
vaadi "gerçektir." Mutlaka olacaktır, başka bir ihtimal yoktur.
"Onları tehdit ettiğimiz şeylerin bir kısmını" yani dünyada
öldürülmek ve esir edilmek gibi onlara vaad ettiğimiz bir kısım azapları
"ya sana gösteririz yahut seni vefat ettiririz." Onu, yani
kendilerine azap edildiğini görmeden önce. "Nihayet onlar ancak bize
döndürülüp getirileceklerdir." Kıyamet günü şiddetli bir azaba
çarptırılmak üzere. Zira o zaman onlara, amellerinin karşılığını vereceğiz. Bu
cümle, "seni vefat ettiririz" cümlesinin cevabıdır ve sadece Allah'a
döndürülecekleri zikredildiği için onların göreceği azabın ne kadar şiddetli
olacağını göstermektedir.
"Senden önce de
elçiler gönderdik." Peygamberlerin sayısının yüzyirmi dört bin olduğu
söylenmiştir. Allah Tealâ'nın sekiz bin peygamber gönderdiği, bunların dört
bininin İsrailoğulları'ndan, dört bininin de diğer insanlardan olduğu da
rivayet edilmiştir. Bunlar içinde Kur'an'da kıssaları zikredilenler sayılı
birkaç kişidir.
"Hiçbir elçi,
Allah'ın izni olmadan bir mucize getiremez." Çünkü onlar,
Allah'ın terbiye
ettiği kullarıdır ve mucizeler, Allah'ın, hikmetinin sonucu olarak onlara
verdiği birer ilahi bağıştır. "Allah'ın emri geldiği zaman" dünya ve
ahirette kâfirlere azap indirilmesi konusundaki emri geldiği zaman "hak
yerine getirilir." Peygamberler ve onları yalanlayanlar arasında hak ile
hüküm verilir ve hak ehli olan kurtarılır, batıl ehli olan da azaplan-dırılır.
"O zaman Allah'ın ayetlerini boşa çıkarmaya uğraşanlar hüsrana
uğrarlar." Yani çeşitli mucizeler gösterilmesini isteyerek inatla hakka
karşı direnenlerin -oysa buna ihtiyaç bırakmayan deliller mevcuttur- hüsranı
ortaya çıkacaktır.
[74]
Bu surenin başından
buraya kadar gördüğümüz kısımda, Allah'ın ayetleri hakkında mücadele edenlerin
tuttuğu yolun çürüklüğü ve geçersizliği anlatılmaktaydı. Burada ise Allah
Tealâ, Resulüne, müşriklerin eziyetlerine ve yalanlamalarına karşı
sabretmesini emir buyurmakta ve onlara karşı kendisine yardım edepeğini,
düşmanlarına azap indireceğini vaadetmektedir.
[75]
"Sen sabret.
Allah'ın sözü gerçektir." Yani ey peygamber! Kavminin bir kısmının seni
yalanlamasına karşı sabret. Zira Allah'ın, onlara karşı sana yardım vaadi ve
onlardan intikam alacağına dair sözü haktır, mutlaka yerine getirilecektir.
Bu, ya dünyada, ya da ahirette, ama mutlaka olacaktır.
"Onları tehdit
ettiğimiz şeylerin bir kısmını ya sana gösteririz, yahut seni vefat ettiririz.
Nihayet onlar ancak bize döndürülüp getirileceklerdir." Yani ey
peygamber.' Biz onlara vaad ettiğimiz azabın bir kısmını -ki Bedir günü
öldürülmek ve esir alınmak, daha. sonra Mekke'nin ve Arap yarımadasının diğer
bölgelerinin fethi gibi hususlar bunlardandır sen hayattayken sana gösteririz,
-ki bunlar, onların hak ettiği azaplardır ve Hz. Peygamberin hayatında
gerçekleşmiştir- ya da seni, onlara azap indirmeden önce vefat ettiririz. Bu
durumda onların dönüp geleceği yer kıyamet günü bizim huzurumuzdur. O zaman
onlara şiddetli azabı tattırır ve kendilerine amellerinin karşılığını veririz.
Bu ayetin bir benzeri
de şu ayettir: "Ya biz seni alıp götürdükten sonra onlardan öç alırız.
Yahut onları tehdit ettiğimiz şeyi sana gösteririz. Bizim onlara gücümüz
yeter." (Zuhruf, 43/41-42).
Daha sonra Allah
Tealâ, Rasulünü teselli ederek şöyle buyuruyor:
"Andolsun biz,
senden önce de elçiler gönderdik. Onlardan kimini sana anlattık, kimini de
anlatmadık." Yani andolsun ki biz, senden önce de pek çok rasul ve nebiyi
kavimlerine gönderdik. Bunlar arasında, haberlerini ve
kavimlerinden
gördükleri muameleleri sana ilettiğimiz kimseler bulunduğu gibi -ki bunların
adedi yirmi beştir-, haberini sana iletmediklerimiz de bulunmaktadır. Bunların
sayısı, zikredilenlere oranla kat kat fazladır. Nitekim Allah Tealâ şöyle
buyurmuştur: "Daha önce sana anlattığımız elçilere ve sana anlatmadığımız
elçilere de vahyetmiştik." (Nisa, 4/164).
İmam Ahmed, Ebu Zerr
(r.a.)'den şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ya Rasulallah!" dedim,
"Nebilerin sayısı kaçtır?" Şöyle buyurdu: "Yüz yirmi dört
bindir. Bunlardan, sayıları üçyüz on beş kadarı büyük bir topluluğa
rasul-dür." Yüce Allah'ın Kur'an'da zikrettiği rasuller ise yirmi beş
civarındadır.
"Hiçbir elçi,
Allah'ın izni olmadan bir mucize getiremez." Yani rasul-lerden herhangi
birisinin, Allah'ın izni olmaksızın kavmine, olağan dışı bir belge, bir mucize
getirmesi mümkün değildir. Dolayısıyla bu durum, o elçilerin, kavimlerine
getirdikleri mesajlarda doğruluk üzere bulunduklarının bir delilidir. Bu ayette
anlatılan, peygamberlerin, peygamber olduklarını gösteren mucizelerdir.
Peygamberlerin gönderildikleri kavimler, onlara inanmamakta inat ve direnç göstererek
kendilerinden mucize göstermelerini istiyorlardı.
"Allah'ın emri
geldiği zaman hak yerine getirilir ve işte o zaman Allah'ın ayetlerini boşa
çıkarmaya uğraşanlar hüsrana uğrarlar." Yani onların dünyada veya
ahirette azaba uğratılmaları için tayin edilmiş vakit geldiği zaman,
aralarında adaletle hüküm verilir. Bunun sonucunda Yüce Allah, vereceği hak
hükümle, gerçeği dile getiren peygamberlerle onlarla birlikte hareket edip
onlara inanan kimseleri kurtarır, batıla tabi olan ve o şekilde davranan
kâfirleri ise helak eder.
Dolayısıyla ey
Muhammed! Sana düşen, senden önce gelmiş olan peygamberlerin yaptığı gibi
yaparak sabretmekten başka bir şey değildir. Allah'ın, seninle kavminin
arasında hüküm verecek olan emri geldiği zaman, aranızda hak ile hükmedilecektir.
Bunun sonucunda da sen başarıya ulaştırılacaksın, Kureyş'in elebaşlarından
senin davetinden yüz çeviren batıl ehli kimseler ise hüsrana uğrayacaklardır.
[76]
Bu ayetler şu dört
hususa işaret etmektedir:
1- Hz.
Peygamber'e sabır emredilmesi, kendisi için bir teselli ve aynı zamanda Yüce
Allah tarafından şu hususun bildirilmesidir: Senin kavminden senin
peygamberliğini yalanlayanlardan Allah intikam alacaktır. Bu ya Hz. Peygamberin
hayatında veya ahirette olacaktır. Aynı şekilde Hz. Peygamberin ümmeti de Onun
yaptığı gibi sabır göstermekle emrolun-maktadır.
2- Allah
Tealâ, daha önce geçmiş olan ümmetlere pek çok resul ve nebi göndermiştir.
Bunlar arasında Allah'ın, haberlerini ve kavimlerinin kendilerine yaptığı
muameleleri peygamberine bildirdiği Nuh, İbrahim, Musa, İsa (hepsine selam
olsun) gibi peygamberler bulunduğu gibi, Allah tarafından haberleri Hz.
Peygamber'e bildirilmemiş olanlar da vardır.
3- Herhangi
bir peygamberin, peygamberliğini ve doğruluğunu ispatlamak için herhangi bir
mucize veya açık bir belgeyi kendiliğinden göstermesi sözkonusu değildir. Bu,
ancak Allah'tan gelen bir izin ve kolaylaştırma ile olur. Zira olağan üstü bir
şey olan mucizenin gösterilmesi, ancak ilahî kudret ile muttasıf olan bir
varlık tarafından gösterilebilir. İşte o, sadece Allah Tealâ'dır ki, bir hikmet
ve maslahat gereği resul veya nebi eliyle mucize ortaya koyar.
4- Hz.
Peygamber'in peygamberliğini yalanlayanlar için belirlenmiş azabın vakti
dünyada veya ahirette geldiği zaman, Allah kendilerini dünyada helak eder;
batıla ve şirke tabi olanlar, ahirette de hüsrana uğrayacaklardır. Bu, onlar
için şiddetli bir azap vaadidir.
Bazı durumlarda Allah
Jtealâ'nın, onların azabını ertelemesi, aralarında Allah tarafından müslüman
olacağı bilinen kimselere ve bir de onların soyundan gelecek olan müminlere
fırsat tanımak içindir.
[77]
79- Allah, kimine
binmeniz, kimin- den yemeniz için size hayvanları yaratandır.
80" OnIarda sizin
Adalar var. Onların üstünde gönüllerinizdeki arzuya erersiniz; onların ve
gemilerin üstünde taşınırsınız.
81- Allah size
&yetlerini gösteriyor. Allah'ın
ayetlerinden hangisini inkâr ediyorsunuz?
"Allah kimine
binmeniz, kiminden yemeniz için" koyun gibi sadece yenen ve deve gibi hem
yenen, hem de binilen hayvanlar kastediliyor, "size hayvanları
yaratandır."
"Onlarda sizin
için faydalar var." Sütleri, derileri, yünleri ve kılları gibi.
"Onların üstünde göğüslerinizdeki arzuya eresiniz." Üzerlerine
binerek yolculuk etmek ve ticaret maksadıyla çeşitli beldelere yük götürmek
gibi. Buradaki "hacet" kelimesi, "önemli iş" demektir.
"Onların üstünde ve gemilerin üstünde taşınırsınız." Burada
"gemilerin içinde" değil, "gemilerin üstünde" denmiştir.
Nitekim bir diğer ayette de "Dedik ki: "Her şeyden ikişer
çift...gemiye yükle." (Hûd, 11/40). Burada "kulna'hmil fîhâ"
şeklinde geçmektedir. Üzerinde durduğumuz ayette, "gemilerin
üstünde" şeklinde geçmesi, bu ifadeden hemen önce gelmiş olan
"aleyhâ" (onların üstünde) cümlesiyle aralarında uygunluk sağlamak
içindir.
"Allah size
ayetlerini gösteriyor." Kudretinin kemâlini ve rahmetinin ve birliğinin
yüceliğini gösteren delillerini. "Allah'ın ayetlerinden hangisini"
yukarıda zikredilen hususlara delâlet edenlerin hangisini, "inkâr ediyorsunuz?"
Zira bunlar, açık ve zahir olmaları sebebiyle inkâr kabul etmez birer
hakikattir.
[78]
Allah'ın ayetleri
hakkında mücadele eden ve onları yalanlayanlar hakkında, yeterli ibret ve
kifayet taşıyan vurgulu bir şekilde azap tehdidi zikredildikten sonra Hak
Tealâ, varlığına ve birliğine delâlet eden başka delil-leri zikretmeye
dönmektedir. Bu delillerin, kullara verilen nimetler şeklinde sayılması
mümkündür. Daha sonra Allah Tealâ, insanları kuşatan diğer birçok delile güzel
bir şekilde göndermelerde bulunmaktadır.
[79]
Allah Tealâ,
dokundurucu bir üslûpla kullan için yarattığı ve kudretine delâlet eden faydası
pek çok hayvanları zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Allah kimine
binmeniz, kiminden yemeniz için size hayvanları yaratandır." Yani sizin
için hayvanları yaratan, Allah Tealâ'dır. Bu hayvanlar deve, sığır ve keçiyi de
kapsayan koyundur. Bunları, kimine binmeniz, kimini de yemeniz için yarattı.
Meselâ deve hem yenir, hem sütü sağılır, hem üzerine binilir, hem de
yolculuklarda üzerine yük vurulur. Sığır (inek) hem yenir, hem de sütü içilir.
Aynı zamanda onunla toprak sürülür. Koyun hem yenir, hem de sütü sağılır.
Bunların hepsinin yününden ve kılından, çeşitli eşyalar ve elbise yapımında
faydalanılır. Bunun için Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Onlarda sizin
için faydalar var. Onların üstünde gönüllerinizdeki arzuya erersiniz; onların
ve gemilerin üstünde taşınırsınız." Yani onlarda sizin için, üzerlerine
binme ve etlerini yeme dışında, tüylerini, kıllarını ve yünlerini kullanmak,
onlardan muhtelif özelliklerde yağlar, peynir ve -elbise, eşya ve yiyecek
olarak kullanılan- sair şeyler gibi daha başka faydalar da vardır. Aynı şekilde,
uzak beldelere kolaylıkla götürebilmek için yüklerinizi onların üzerine
yüklersiniz. Karada deveye, denizde de gemilere eşyanızı yükler ve bir yerden
başka bir yere nakledersiniz. Bu meyanda deve için, "çöl gemisi"
denmiştir. Bu ayet hakkında şöyle düşünülebilir: Yüce Allah burada, kara ve
deniz binitleri olarak lütfettiği nimetleri zikretmektedir.
Aynı anlamı ihtiva
eden diğer bazı ayetler de şunlardır: "Sekiz çift: Koyundan iki, keçiden
iki. (...) Ve deveden iki, sığırdan iki." (En'âm, 6/143-144), "Hayvanları
da yarattı. Onlarda sizin için ısınma ve daha birçok yararlar vardır. Ve
onlardan kimini de yersiniz. Ve akşamleyin mer'adan getirdiğiniz, sabahleyin
mer'aya götürdüğünüz zaman onlarda sizin için bir güzellik de vardır.
Ağırlıklarınızı öyle uzak şehirlere taşırlar ki, onlar olmasa, canlarınız
büyük zahmetler çekmeden oraya varamazdınız. Doğrusu Rabbiniz çok şefkatli, çok
merhametlidir." (Nahl, 16/5-7).
Allah Tealâ, inkâr
edilemez kudretine delâlet eden bu birçok delili zikrettiği zaman şöyle buyurmaktadır:
"Allah size
ayetlerini gösteriyor. Allah 'in ayetlerinden hangisini inkâr
ediyorsunuz?" Yani Allah Tealâ, dış dünyaya ve fizikî varlığınıza
yerleştirdiği bu delil ve burhanları kullarının gözleri önüne seriyor. Bu
ayetlerin hepsi, Allah'ın kemâl-i kudret ve vahdaniyetine delâlet eden açık ve
kesin delillerdir. Bunlardan hangisini inkâr ediyorsunuz? Bunların hepsi insaf
sahibi olan ve gözleri gören hiçkimsenin inkâr edemeyeceği kadar açık ve
belirgin delillerdir. Burada söylenmek istenen şudur: Sizler, kör bir inat ve
büyüklenme göstermediğiniz sürece Allah'ın ayetlerinden herhangi birisini inkâr
edemezsiniz. Nitekim bir şiirde şöyle denmiştir:
"Her şeyde O'nun
için bir ayet vardır. Hepsinde birliğine delâlet vardır."
[80]
Bunlar, Allah
Tealâ'nın kemâl-i kudret ve vahdaniyetinin diğer delilleridir ve Allah'ın,
kulları üzerindeki nimetlerinin büyüklüğüne işaret etmektedir. Bu deliller,
yemek ve binmek için kullanılan elbise, muhtelif eşya yapımı ile yiyecek elde
edilmesi, yük taşınması, -ister karadaki, isterse denizdeki- yolculuklarda bir
yerden başka bir yere intikalde üzerlerine binilmesi gibi başka şekillerde de
kendilerinden istifade edilen hayvanların yaratılmasını ortaya koymaktadır.
Aynı şekilde bu ayetler,
Allah Tealâ'nın kudret ve birliğini gösteren kevnî (kâinattaki) hadiselere de
vurgu yapmaktadır. Bu durumda akıl sahibi bir insan için bu apaçık ayetleri
inkâr nasıl mümkün olabilir?
Ey müşrikler! Sizler
bütün bunların Allah'tan olduğunu inkâr etmediğiniz halde, Allah'ın, baas ve
neşr (öldükten sonra dirilme ve Allah'ın huzurunda hesap için toplanma)
konusundaki kudretini niçin inkâr ediyorsunuz? "Yaratılış bakımından siz
mi daha çetinsiniz, yoksa gök mü? Allah onu yaptı. Onu yükseltti, onu düzenledi."
(Nâzi'ât, 79/27-28). Bu ayetler pek çoktur ve bunların inkâr edilmesi aklen
mümkün değildir.
[81]
82- Ya onlar yer
yüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden evvelkilerin akıbeti nice olmuştur, baksınlar! Hem onlar,
bunlardan daha çoktu. Kuvvetçe ve yeryüzündeki eserlerce de daha güçlü ve
sat-vetli idiler. Fakat kazandıkları şeyler kendilerine asla fayda vermedi.
83- Öyle ya, kendilerine
peygamberleri apaçık mucizeler getirince onların nezdindeki ilme karşı şımarıklık
gösterdiler de hakkında alay ettikleri şey kendilerini çepeçevre kuşatıverdi.
84- O çetin azabımızı
gördükleri vakit; "Allah'a bir olarak inandık. O'na eş olarak tuttuğumuz
şeyleri de inkâr ettik." dediler.
85- Fakat azabımızı
gördükten sonra imanları fayda verecek değildi. Allah'ın kulları hakkında
geçerli olan âdeti budur. İşte burada kâfirler, hüsrana uğramışlardır.
"Ya onlar yer
yüzünde gezip dolaşmadılar mı..." ifadesi istifhamı inkâridir. Yani bahsi
geçen yerleri birçok defalarca gezdiklerini itiraf ettirici bir özellik
taşımaktadır.
[82]
"Hem onlar
bunlardan daha çoktu..." ifadesi, müşriklerin içerisinde bulundukları
durumu açık bir şekilde göstermektedir. "Yer yüzündeki eserlerce..."
Yani, bırakmış oldukları saray, köşk, kale vb. yapıtları bakımından.
"Beyyinat..." Mucizeler ve apaçık deliller. "Nezdindeki..."
Yani peygamberler nezdindeki. "Öyle ya kendilerine peygamberleri apaçık
mucizeleri" delilleri "getirince onların nezdindeki ilme" sahip
oldukları sapık inançlara ve batıl düşüncelere dayanarak "şımarıklık
gösterdiler." Küstahça direnç gösterdiler, inkâra saplandılar.
"Hakkında alay ettikleri şey kendilerini çepeçevre kuşatıverdi."
Yani alay ettikleri azap kendilerine iniverdi. Bu, şımarıklıklarından kastın,
peygamber ile alay edip, ona gülmeleri olduğunu da te'yid etmektedir.
"Allah'ın,
kulları hakkında câri olagelen adetidir." Yani; azap indiği vakit iman
etmenin hiçbir kula veya hiçbir ümmete fayda vermediği Allah'ın geçmişten bu
yana süregelen adetidir. "İşte kâfirler burada" azabı gördükleri
zaman "hüsrana uğradı." Her birinin hüsrana uğradığını
açıklamaktadır. Bu düşüncede olanlar tarihin her döneminde hüsrana uğramışlardır.
Bu ayetlerin başında
"fe" harflerinin yer almasının sebebi, Zemahşe-rî'nin de belirttiği
gibi şudur: 'Femâ ağnâ anhum' (fayda vermedi) ayeti, "onlar bunlardan daha
çoktu' kavl-i ilâhisinde belirtilen durumun neticesidir. 'Felemmâ câethum rusuluhum
bi'1-beyyinât" (Peygamberleri onlara apaçık deliller getirince) ayetine
gelince, "Femâ ağnâ anhum" (fayda vermedi) kavl-i ilâhisini tefsir
ve beyan ediyor gibidir. Bu durum, tıpkı "Zeyd mal ile rızıklandırıldı.
Ancak o, ma'rufu menetti. Şöyle ki; (o mal ile) fakirlere iyilik etmedi"
sözünün anlattığı duruma benzemektedir. "Felemmâ ra-av be'senâ" (O
çetin azabımızı gördükleri vakit) cümlesi, "Felemmâ câethum"
(Onlara... geldiği vakit) ayetine tabidir. Burada sanki, "Peygamberleri
onlara geldiği vakit onlar inkâr ettiler. Ancak o çetin azabımızı gördükleri
vakit iman ettiler." denmiş olmaktadır. Çünkü azabın gelmesi ve onların
azabı görmesi, kendilerine peygamberler gelmiş olmasının neticesidir. Keza,
"...imanları fayda verecek değildi." ayeti de onların, Allah'ın
azabını gördükleri zaman ikrar ettikleri imana tabidir. Burada imanın onlara
bir fayda vermemesi durumu da, onların azabı gözleriyle görme aşamasına gelmiş
olmalarının bir neticesidir.[83]
Sure iki bölümden
oluşmaktadır. Birinci bölümde Allah'ın ilâhlığmı, kudret, rahmet ve hikmetinin
kemâlini gösteren ayetler, ikinci bölümde ise tehdit ile ilgili ayetler yer
almaktadır. Sure, ikinci bölümde yer alan ve Allah'ın ayetlerine karşı
mücadele eden kâfirleri, gönderdiği peygamberleri yalanlayan ve onlara kaşı
kibirli davrananları, dünyalıkları, malları ve ev-lâtlarıyla gururlananları,
reislik ve makam isteyenleri tehdid ile alâkalı ayetlerle sona ermektedir. Bu
tehdit, kendilerinden kuvvetçe daha fazla, mal ve evlât bakımından daha çok
olanların durumlarını açıklayan bir tehdittir. Daha öncekilere Allah'ın azabı
geldiğinde bunlardan hiçbiri fayda
vermemiştir. Yine aynı
şekilde azabı gördükten sonra şirki terkederek iman etmelerinin de bir faydası
olmamıştır.
[84]
"Ya onlar
yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden evvelkilerin akıbeti nice
olmuştur baksınlar! Hem onlar bunlardan daha çoktu. Kuvvetçe ve yeryüzündeki
eserlerce de daha satvetli idiler. Fakat kazandıkları şeyler kendilerine asla
fayda vermedi." Yani müşriklerden Allah'ın ayetleri ile mücadele eden
kimselerin memleketlerine seyahat etmezler mi, kutsal metinlerinde Allah'a
isyan eden geçmiş ümmetlerin halinin nasıl olduğu konusundaki bilgilere
bakmazlarını ki, -ki o ümmetler peygamberleri de yalanlamışlardı- memleketlerin
de bulunup üzerlerine indirilen şiddetli azabı ve cezayı yansıtan mevcut
eserleri müşahede etmezler mi. Ki o müşrikler, sayı bakımından Kureyş
müşriklerinden çok daha fazla idiler. Ve yeryüzünde ulaşmış oldukları ilim, fen
ve medeniyet seviyesini gösteren binalar, saraylar, kaleler, çiftlikler ve
sedler bıraktılar.
Üzerlerine azap
geldiğinde ise, dünya için yaptıkları bütün bu şeylerin kendilerine hiçbir
faydası olmamıştır. Ne malları, ne evlâtları ne de kazandıklarının faydası
olmuş, yani kendilerinden Allah'ın emrini yani üzerlerine inen şiddetli azabı
uzaklaştıramamıştır.
"Öyle ya,
kendilerine peygamberleri apaçık mucizeler getirince onların nezdindeki ilme
karşı şımarıklık gösterdiler de hakkında alay ettikleri şey kendilerini
çepeçevre kuşatıverdi." Yani peygamber, bu yalancı ümmetlere apaçık
delillerle ve gün ışığı gibi mucizelerle geldiklerinde onlara iltifat etmediler,
onları kabul etmediler. Kendilerindeki batıl şüpheleri ve sapık inançları
faydalı bir ilim zannederek peygamberlerin getirdikleri ilimlerden kendilerini
müstağni gördüler. Söyledikleri sözlerden bazıları şunlardır. "Bizi o
sürekli zamandan başkası helak etmez." (Câsiye, 45/24). "Eğer Allah
dileseydi ne biz ne de atalarımız şirk koşardık." (En'am, 6/148). "Bu
çürümüş kemiklere kim can verecekmiş?" (Yasin, 36/78). Bu boş ve batıl şeylerle
iyice sunardılar. Çünkü onlar Allah Tealâ'nın dediği gibiydiler: "Onlar
dünya hayatının sadece dış yüzünü bilirler." (Rum, 30/7).
Fakat alay ederek,
dalga geçerek yalanladıkları ve gerçekleşeceğini çok uzak bir ihtimal olarak
gördükleri azap indi ve onları kuşatıverdi. Yani kâfirlere peygamberlerin
risaletleriyle alay etmelerinin cezası indi.
Allah Tealâ da
yukarıda geçtiği üzere kâfirlerde bulunan batıl şüpheleri ve sapık inançları
onlarla alay edercesine "ilim" diye isimlendirmiştir.
Sonra Allah Tealâ
üzerine azap uygulandığı zaman insanın içerisinde bulunuğu durumu tasvir etmiş
ve şöyle buyurmuştur:
"O çetin
azabımızı gördükleri vakit; "Allah'a bir olarak inandık, O'na eş olarak
tuttuğumuz şeyleri de inkâr ettik." dediler." Yani üzerlerine azabın
indiğini gözleriyle gördüklerinde Allah'ı ve O'nun birliğini tasdik ettiler ve
Allah'a ortak koştukları batıl tanrılarını inkâr ettiler. İnkâr ettikleri
şeyler, tapındıkları putlardı. Fakat bu imanları ve ileri sürdükleri mazeretleri,
Cenab-ı Allah'ın da buyurduğu gibi, kendilerine hiçbir fayda vermedi.
"Fakat azabımızı
gördükten sonra inanmaları fayda verecek değildi." Yani azabımızı
gördükleri zaman iman etmeleri sahih ve doğru değildir. Çünkü bu çeşit bir
imanın, sahibine hiçbir faydası olmaz.
Bu iman zor durumda
kalındığından dolayı zoraki bir iman konumundadır. Fayda veren iman hür bir
irade ile yapılan imandır, zoraki imanın hiçbir faydası yoktur. Çünkü azabın
görülmesi, üzerine yapılan iman teklifi ortadan kaldırır. Çünkü böyle bir
durumda herkes iman eder. Aynı şekilde bir şahıs dünyada iman etmediği sürece,
azabı gördüğünde, ölüm anında, boğulurken veya ahirette iman etmesinin
kendisine hiçbir faydası olmaz.
Boğulmak üzere olan
Firavun "un durumu da böyledir: Firavun: "İnandım. Gerçekten
İsrailoğulları'ntn inandığından başka ilâh yokmuş. Ben de
müslümanlardanım." (Yunus, 10/90) demiş. Ancak buna karşılık Allah Te-alâ:
"Şimdi mi! Halbuki sen bundan önce isyan etmiş ve fesatçılardan olmuştun."
(Yunus, 10/90-91) buyurarak kendisinden imanını kabul etmemiştir.
Daha sonra Cenab-ı
Allah genel bir hüküm zikretmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın kulları
hakkında geçerli olan âdeti budur. İşte burada, kâfirler hüsrana uğramışlardır."
Yani bu, Allah'ın azabı gördüğünde tevbe eden herkes hakkındaki hükmüdür ki
Allah, böyle bir tevbeyi kabul etmez. Şüphesiz Allah Tealâ'nın geçmiş ümmetler
hakkında geçerli olan âdeti de böyledir. Azabı görünce iman etmenin hiçbir
faydası yoktur.
Kâfirler, Allah'ın
hışmını ve azabını gördüğü vakit hüsrana uğramıştır. Zaten kâfir her zaman
hüsrandadır. Ancak bu durumu, azabı görünce iyice ortaya çıkar. Bir hadiste
şöyle buyurulmuştur: "Allah, can çekişmeden önce tevbe eden kulunun
tevbesini kabul eder.[85] Yani
kul can çekişir, ruh, boğaza gelir, kişi meleği görür, bu anda yapılan tevbe
makbul değildir. İşte kâfirler, burada hüsrana uğramışlardır. İşte bundan
dolayı Yüce Allah, surenin bu bölümünde "İşte kâfirler burada hüsrana
uğramışlardır." buyurmuştur. Ve yine Cenab-ı Allah "Beyhude lâf
söyleyenler işte burada hüsrana düşmüştür." (Gâfir Suresi, 40/78)
buyurmuştur.
İnkâr eden kimse
sakınsın, zaman geçmeden işin ciddiyetini idrak etsin. Çünkü o an pişmanlık
anı değildir.[86]
Ayetlerden aşağıdaki
hüküm ve hikmetler çıkarılmaktadır:
1- Geçmiş
ümmetlerin inkârlarından ve peygamberleri yalanlamalarından dolayı yok
edilmeleri, geride bıraktıkları eserlerden ders almak isteyen insanlar için
bir ibrettir. İnsanlar yeryüzünün çeşitli bölgelerinde olsalar da bilirler ki,
kibirlilerin ve inatçıların akıbeti ya helaktir, ya kıtlıktır ya da yok
edilmeleridir. Ki evvelkiler, bu sonrakilere göre zenginlik ve sayı bakımından
çok daha fazla olmalarına rağmen durum böyledir. Dünya ise tamamen fanidir,
geçicidir. Hiç kimsenin ne kendisinin ne malının, ne makamının ne de
saltanatının ebedi kalması mümkün değildir.
2- Bu geçmiş
kavimlerin yerle bir edilmelerinin sebebi ise; kendilerine mucizelerle ve
apaçık dellilerle gelen peygamberleri yalanlamaları, sapık inançları ve batıl
şüpheleriyle şımararak; azap görmeyeceklerine, öldükten sonra
diriltilmeyeceklerine dair lâflar etmeleri ve peygamberlerin kendilerine
getirdikleri şeylerle alay etmeleridir. Bundan dolayı onları her yönden azap
kuşatıvermiştir. ,
3- Bu
müşrikler azabı gördükleri zaman, Allah'a ve Onun bir olduğuna inanmışlar,
ibadette Allah'a ortak koştukları putları da inkâr etmişlerdir.
4- Fakat azabı görünce Allah'a
iman etmenin, sahibine hiçbir faydası ve menfaati yoktur.
5- Azabı gördükleri zaman iman etmelerinin kendilerine fayda vermesi,
Allah'ın kâfir hakkındaki bir âdetidir. Yine zor durumdan kurtulmak için edilen imanında
kabul olmadığı her ümmet hakkında uygulanan Allah'ın bir kanunudur.
6- Mekkelilerin
ve diğer müşriklerin, Allah'ın kâfirleri helak etmesi konusundaki câri olan
adetiyle sakındırılmalarının amacı, helak anında iman etmenin fayda
vermeyeceğini, savundukları ilim ve medeniyetin Allah'ın dini ve
peygamberlerin risaleti karşısında hiçbir şey ifade etmediğini bilmelerini
sağlamaktadır. En doğru olan şey Allah'ın dini, O'nun koyduğu hükümlerdir.
7-
İslâm ahkâmını barbarlık, vahşet ve zalimlik
olarak vasıflandıran-lar, Batılıların eğitim ve öğretim anlayışının etkisi
altında kalan ve Allah'ın dininin ve ahkâmının ne ifade ettiğini
bilmeyenlerdir. Onlar farkında olmadan İslâm'ı inkâr etmektedirler. Bu dini
dikkatle inceleseler istedikleri her şeyin geniş bir şekilde içerisinde mevcut
olduğunu anlayacaklar.
[87]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 12/349.
[2] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/349-350.
[3] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/350-351.
[4] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/352-353.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 12/353.
[6] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/354.
[7] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/354-356.
[8] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/356-358.
[9] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/359-360.
[10] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/360.
[11] İbni Kesir, IV/71.
[12] Zemahşerî, 111/45; Razî,
XXVII/32.
[13] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/360-362.
[14] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/362-364.
[15] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/365-366.
[16] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/366-367.
[17] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/367.
[18] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/367-371.
[19] Kurtubî, XV/300-301.
[20] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/371-374.
[21] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/375.
[22] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/375-376.
[23] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/376.
[24] Bunu İbni Ebi Hatim, İbni
Ebi Şeybe ve İbnu'l-Münzir rivayet etmişlerdir.
[25] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/377-379.
[26] Razî, XXVII/52.
[27] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/379-380.
[28] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/381-382.
[29] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/382.
[30] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/382-384.
[31] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/384-386.
[32] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/388.
[33] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/388-389.
[34] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/389-390.
[35] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/390-394.
[36] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/394-397.
[37] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/398.
[38] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/399.
[39] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/399.
[40] Razî, XXVII/65-66.
[41] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/400-401.
[42] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/403.
[43] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/403-404.
[44] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/404-405.
[45] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/405-409.
[46] Razî, XXVII/73.
Vehbe
Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/409-410.
[47] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/411-412.
[48] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/412.
[49] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/412-414.
[50] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/414.
[51] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/415.
[52] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/415-416.
[53] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/416-417.
[54] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/417-419.
[55] Avnu'l-Ma'bûd'da (XIII/155)
buradaki "sorumluluktan kurtulmak", ya şefaate mazhar olmak veya
iftira ettiği kişinin razıhğını almak veya günahı ölçüsünde azap görmek
suretiyle kurtulmak şeklinde izah edilmiştir. (Çev.)
[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 12/419-421.
[57] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/423.
[58] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/423-424.
[59] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/424.
[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 12/424-429.
[61] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/429-430.
[62] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/431.
[63] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/432.
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 12/432.
[65] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/432-433.
[66] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/433-434.
[67] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/435.
[68] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/435-436.
[69] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/436-437.
[70] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/437-438.
[71] Razî, XXVII/87.
[72] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/438-439.
[73] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/440.
[74] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/440-441.
[75] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/441.
[76] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/441-442.
[77] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/442-443.
[78] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/444.
[79] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/444-445.
[80] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/445-446.
[81] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/446.
[82] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/447.
[83] Zemahşerî, 111/62.
Vehbe
Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/447-448.
[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 12/448-449.
[85] Ahmed, Tirmizi, İbni Mâce,
İbni Hibban, Hakim ve Şuabu'l-İman isimli eserinde Beyhaki İbni Ömer'den tahric
etmişlerdir.
[86] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/449-450.
[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 12/451.