ŞÛRA    SÛRESİ 3

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular: 3

Meali: 3

Hâ-Mim - Ayn-Sîn-Kaf 3

Peygamberlere Vahiy Edilen Esaslar. 3

Gökler Ve Yer Her Parçasıyla Allah'ın Varlığının Belgesidir. 4

Allah'ı Bırakıp Başkasını Dost Ve Yar Edinenler. 4

Şeyh Kendi Müritleri Üzerinde Vekîl Midir?. 4

Âyetler Arasında Bağlantı 4

Meali: 5

İlgili Hadîsler. 5

Ümmü'l-Kurâ Ve Arapça Kur'ân. 5

Toplanma Gününü Hatırlatmanın Faydaları 6

Tek Ümmet Veya Tek Din. 6

Allah'ı Bırakıp Başkasını Güvenilir Dost Seçmek. 6

Dinde İhtilaf Çok Tehlikeli Sonuçlar Doğurur. 7

Allah Her Hususta Ve Her Konuda Güvenilmeye Çok Daha Lâyıktır. 7

Âyetler Arasında Bağlantı 7

Meali: 7

İlgili Hadîs. 8

Dinî Esasların Çoğu Nuh (A.S.) İle Başlar. 8

Şeriat Burada Genel Esaslar Ve Açık Geniş Yol Demektir. 8

Tevhîd Esası, İnkarcı Maddeciye Ağır Gelir. 9

Kitap Ehli'nin Son Dine Karşı Çıkması 9

Emredildiğin Gibi Dosdoğru Ol! 9

Âyetler Arasında Bağlantı 10

Meali: 10

İniş Sebebi 10

Kitap Ehli'nin Öne Sürdüğü Delillerden Bir Kısmı 10

Kitab'ın Hak, Kıyametin Yakın Olması 11

İki Ayrı Hayat Birbirini Tamamlar. 11

Âyetler Arasinda Bağlantı 11

Meali: 12

İlgili Hadîsler. 12

Akrabalık Hukuku. 12

İyiliğin Asıl Değeri 13

Hz. Peygamber'e (A.S.) İftira Edenler. 13

Kur'ân Uydurma Bir Kitap Olsaydı Çoktan Silinip Unutulmuş Olurdu. 13

Bâtılı Terkedip Hakka Dönenler. 14

Rızık Kaynaklarının Belli Bir Plâna Göre, Belli Bir Miktarda Yaratılması 14

Yağmuru Da İhtiyaç Nisbetinde İndirir. 14

Âyetler Arasında Bağlantı 15

Meali: 15

İlgili Hadîsler. 15

Allah'ın Yüksek Kudretinin Belgesi 16

İlâhî Âyetler Üzerinde Maksatlı Tartışmalar. 17

Âyetler Arasında Bağlantı 17

Meali 17

İlgili Hadîsler. 17

Dünya Geçimliği 18

Mü'minlerin Bazı Vasıfları Ve Onlar İçin Hazırlanan Mükâfatlar. 18

İslâm'da Şûrâ. 18

Kötülüğün Cezası,  Misliyle Karşilik Vermektir. 19

Âyetler Arasında Bağlantı 20

Meali: 20

Allah Kimi Saptırırsa, Onun Dostu Ve Yardımcısı Bulunmaz. 20

Zâlimler Aleyhine Âhiretten Bir Tablo. 20

Âyetler Arasında Bağlantı 20

Meali: 21

Dünyaya Getirilişimizin Hikmeti 21

Peygamber (A.S.) Koruyup Gözetleyici Değildir. 21

Herkes Kendi Kaderini Çizer «Şüphesiz  ki   biz, insana  kendi katımızdan bîr rahmet  tattırsak onunla sevinir. Kendi ellerinin hazırlayıp öne sürdükleri şey sebebiyle başlarına bir kötülük gelirse, o takdirde insan çok nankör olur.». 21

Âyetler Arasında Bağlantı 21

Meali; 22

İniş Sebebi 22

İlgili Hadîs. 22

Varlık Âlemi Önceden Programlanmıştır. 22

Vahyin Üc Ayrı Yolu Ve Yöntemi 23

Allah, Dilediğini Vahyeder. 23

Peygamber (A.S.) Efendimize Vahyedilen Ruh. 24

Peygamberlik Emaneti Verilmeden Önce Hz. Muhammed'in (A.S.) Durumu  24

Kitap, Kalpleri Ve Kafaları Aydınlatan Nurdur. 24

Doğru Yola Davet 24


ŞÛRA    SÛRESİ

 

23, 24, 25, 26, 27. âyetleri dışında tamamı Mekke'de inmiştir. el-Hasan, İkrime, Atâ' ve Câbir'e göre : Tamamı Mekke'de inmiştir. İbn Abbas'a (R.A.) ve Katade'ye göre : Dört âyeti dışında tamamı Mekke'de inmiştir. [1]

38. âyetle, mü'minierin kendi işlerini ve önemli meselelerini kendi ara­larında istişare ile çözmeleri belirtildiğinden, bu manaya delâlet eden «şû­ra» kelimesi, sûreye isim olmuştur.

Âyet sayısı    :     53

Kelime»         :    860

Harf     »         : 3588    [2]

 

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:

 

1—  Allah'ın yegâne üstün ve yegâne hikmet sahibi   olduğunun   her paygembere vahiy yoluyla bildirildiği açıklanıyor.

2—  İnsanların tek bir ümmet haline getirilmediğinin sebep ve hikmeti üzerinde duruluyor.

3—  Allah'ın varlığına ve kudretine delâlet eden belgeler sıralanıyor.

4—  Peygamberlerin hepsinin insanları aynı esasa davet ettikleri hatır­latılıyor.

5—  İnkarcıların heveslerine uyulmaması emrediliyor.

6—  Kıyamet olayının yakın olduğuna dikkatler çekiliyor. Bu hususta tartışıp durmanın yararlı olmayacağına işaretle,  inkarcı sapıkların daha çok kıyamet hakkında yersiz ve anlamsız tartışmalara yöneldikleri hatır­latılıyor.

7—  Hz. Peygamber'in (A.S.) yakınlarıyla kendi arasında sevgi ve güven kurmayı arzuladığı ve bunun için ilk önce hısımlarını dine davet ettiği konu ediliyor.

8—  Allah'ın varlığına, birliğine delâlet eden belgeler gösterilerek in­san aklına sesleniliyor.

9—  Büyük günahlardan kaçınıp Allah'ın çağrısına olumlu cevap ve­renler övülüyor.

10—  Haksızlık edenleri çok kötü bir sonuoun beklediği haber veriliyor.

11—  Hz. Peygamber'in (A.S.) görevinin sınırları belirleniyor.

12—  Peygamber'in (A.S.) insanları en doğru yola çağırdığı açıklana­rak, dönüşün mutlaka Allah'a olacağına değiniliyor ve böylece hayatımızı İlâhî nizam doğrultusunda tanzim etmemiz isteniliyor. [3]

 

Meali:

 

1 -2-Hâ-Mîm /Ayn-Sîn-Kaf.

3—  O çok üstün, çok güçlü yegâne hikmet sahibi Allah, böylece hem sana, hem de senden öncekilere vahyeder.

4—  Göklerde olan her şey, yerde bulunan her şey O'nundur. O yüce­dir, uludur.

5—  Gökler neredeyse (ilâhî kudretin azametinden veya inkarcıların Allah'ı tanımamasından) üstünden yarılacak.. Melekler ise hamd ile tes-bîh etmekteler ve yeryüzündekîler için bağışlanma dilemekteler. Haberiniz olsun ki, Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

6— Onlar ki, Allah'ı bırakıp başka (tanrıları) dost ve sahip edindiler; Allah, onlar üzerinde görüp gözeticidir ve sen onlar üzerinde (koruyucu, savunucu, gözetleyici) vekîl değilsin.

 

Hâ-Mim - Ayn-Sîn-Kaf

 

Bunlar, diğer sûrelerin başında olduğu gibi, «hurûf-i mukattaâ»dandır ve asıl delâlet ettikleri manâ ve maksadı Allah daha iyi bilir. O bakımdan ilim adamları bu harfleri de «müteşabihat»tan saymışlardır. Allah ile Pey­gamberi arasında birer şifre olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca başında bulun­duğu sûrenin özet ve hikmetini yansıtan birtakım işaret ve semboller oldu­ğu da başka bir yorum olarak ortaya konabilir. [4]

 

Peygamberlere Vahiy Edilen Esaslar

 

 o çok üstün> çok güçlü yegâne hikmet sahibi Allah, böylece hem sana, hem de senden öncekilere vahyeder..»

Cenâb-i Hak hemen her peygambere şu esasları da vahiy yoluyla bil­dirmiş ve korunmasını; insanlara tebliğ edilmesini emretmiştir:

1—  Önce Allah'ın varlığına ve birliğine imâna,

2—  Sonra gönderilen peygambere ve onun gönderilmesinin lüzumuna inanmaya,

3—  Âhiret gününe imâna,

4— İnsanları, bütün güzellik ve faziletleri kendinde toplayan din ahlâ­kına bağlanmaya,

5—  İnsanları  kötülüklerden uzaklaştırıp insanlıklarına yakışanı yap­maya,

6—  Dünya hayatından amaç ve maksadın ne olduğunu öğrenmeye,

7—  Allah'ın yegâne üstün, yegâne güçlü ve hikmet sahibi olduğunu anlayıp kavramaya davet edip bu konuda onları eğitip yetiştirmek..-.

3. ve 4. âyetlerle bu incelikler CenâbHakk'ın Azîz, Hakîm, Alîy ve Azîm sıfatlarıyla özetlenmektedir. Çünkü bütün üstünlük ve kuvvet; her türlü hikmet ve ilim; bütün yücelik ve büyüklük Allah'a ait ve O'na has olunca, insanların bu üstün ve yüce kudret karşısında kendilerinin ne olduklarım bilmeleri ve yeterince anlayabilmeleri için mutlaka gönderilen peygamberin teblîğ ve irşadına kulak vermeleri; onun rahle-i tedrisinde oku­maları gereklidir. [5]

 

Gökler Ve Yer Her Parçasıyla Allah'ın Varlığının Belgesidir

 

 <(Göklerde olan her ?ey' yerde bulunan her şey O'nundur. O yücedir, uludur.»

Kâinat, çok hassas bir saattan daha dakik ve daha duyarlı çalışmakta ve kusursuz şekilde düzen ve dengesini sürdürmektedir. Bütün eşya bu dü­zende yerini almış, yaratıldığı hikmet ve amaca yönelmiştir. Her hareket ve olay Hakk'ın varlığının ve birliğinin şahidi ve delilidir. Onun için sapık maddecilerin Hakk'ı inkâr etmesinden dolayı neredeyse gökler üstlerinde yarılıverecek; kâinatın her parçası haykıracak, eşya sesini yükseltip «Al­lah, Allah!.» diyecek.. Ne var ki, Cenâb-ı Hak kurduğu düzeni, sağladığı dengeyi değiştirmeyi veya bozmayı murad etmemiştir. Çünkü O'nun hazır­ladığı plân, vakti gelinceye kadar hükmünü yürütür, düzenini korur. Şu­nun, bunun inat ve inkârından dolayı bu değişmez ve değiştirilmez.

Meleklere gelince : Onlar, övülmeğe lâyık olan Allah'a durmadan hamd ederler ve O'nun yüceliğinin karşısında eğilirler ve cok mükerrem yaratı­lan insanoğlunun bu çizgiden sapmasından dolayı müteessir olurlar. Zira melekler, Allah'ın rahmet ve gufranının genişliğini bildikleri gibi, O'nun aza­bının şiddetini de çok iyi bilirler. İnsanoğlu, Allah'ın kendisine en büyük lü­tuf ve ihsanından biri olan akıl ve idrâk yeteneğini neden dosdoğru kullan­maz?! Kendi varlığına bile bütünüyle hâkim ve sahip olamayan, kendi iç organlarına kumanda edemîyen insan, neye güvenip dayanmaktadır?

Eğer insan kendi kendini yaratmış olsaydı, daha başka türlü yaratır, en azından iç organlarına da kumanda etme yeteneğini kendinde bulundu­rurdu. Oysa beyni ve kalbi başta olmak üzere hiçbir iç organına emir vere­memekte ve onları istediği gibi sevk ve idare edememektedir. [6]

 

Allah'ı Bırakıp Başkasını Dost Ve Yar Edinenler

 

«Onlar ki, Allah'ı bırakip başka (tanrıları) dost ve sahip edindiler; Allah, onlar üzerinde gö­rüp gözeticidir ve sen onlar üzerinde (koruyucu, savunucu, gözetleyici) vekîl değilsin.»

Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz aldığı büyük emâneti kusursuz koru­yup gereğini yerine getirmek için bütün gayret ve azmini ortaya koymuş­tur. Terbiye, nezaket, hoşgörü ve tevazuuna rağmen inkarcıların azgınlık göstermesi, saldırıda bulunması O büyük peygamberi için için üzüyor; ön­lerinde doğru yol apaçık dururken eğri yolu seçmelerine hayret ediyor ve o yüzden kalbi damlıyordu. Oysa Hz. Peygamber'in (A.S.) görevi, Allah'ın emirlerini ve nehiylerini kusursuz şekilde teblîğ edip kullarla Allah'ı başba-şa bırakmak ve günlük hayatında teblîğ ettiklerinin örneklerini sergilemek­ti. İçindeki şefkat, risâleti tebiîğdeki dikkat bazan Onu bu sının aşmaya iter gibi oluyor; insanları kurtaramamonın sıkıntısını çekiyordu. O bakım­dan 6. âyetle Ona asıl görevi hatırlatılıyor; insanlar üzerine koruyucu ve savunucu vekîl olmadığı bildiriliyor. [7]

 

Şeyh Kendi Müritleri Üzerinde Vekîl Midir?

 

İslâm kültürünü, Kur'ân ilimlerini yeterince almamış bazı tarikat er­babı, Peygamber'e (A.S.) verilmeyen payelerin kendilerine verildiğini san­makta veya iddia etmekte ve böylece kendilerine kayıtsız şartsız uyulma­dıkça Cennet'e girilemiyeceğini söylemekte; hattâ son nefeslerinde mü­ritlerinin imdadına yetişip imân üzere ölmelerini sağlayacaklarına dair te­minat vermekteler. Bu sebeple de günah çıkartan papazlara benzerlik gös­terdiklerinin farkında mıdırlar? Aynı zamanda bu gibi tasarrufların Hz. Mu-hammed'e (A.S.) bile verilmediğini ve öz amcası Ebû Tâlib'i olsun son dem­lerinde kurtaramadığım bilmiyorlar mı?

Kur'ân-ı Kerîm birçok yerde Hz. Muhammed'in (A.S.) «vekîl», «musay-îır», «hafîz» olmadığını açıklayarak Ondan sonra din adına ortaya çıkan­ların yanlış bir yola sapmalarını önlemektedir. Tabii Kur'ân'ı iyi bilen mür-şidler, teblîgatçılar ve onlara uyanlar hiçbir zaman Resûlüllah'ın (A.S.) sün­netini aşmazlar ve kendilerini Ondan daha yetkili görmezler. [8]

 

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, peygamberlere vahiy edilen esaslardan bir kısmı üzerinde duruldu. Melekler dahil kâinatın her parçasıyla CenâbHakk'a hamd ettiği, O'nun yüceliği önünde eğildiği belirtildi. Sonra da Hz. Muham­med'in (A.S.) görev sının belirlenerek mü'minler bu konuda aydınlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, Mekkeli'leri ve o merkezin dışında kalan diğer ülke halklarını uyarıp doğru yola çağırmak için Hz. Peygambere (A.S.) Arap­ça Kur'ân indirildiği belirtiliyor. İnsanların tek bir ümmet kılınmadığı üze­rinde durularak ilâhî muradın tecelli yönü hatırlatılıyor. Dünyada Hz. Mu-hammed'e (A.S.) muhalefet edenlere, dönüş yapmadıkları takdirde Âhiret Âlemi'nde Cenâb-i Hakk'ın haklarında en doğru hükmü vereceği bildiriliyor ve arkasından ilâhî kudretin ve büyüklüğün izlerini taşıyan belgelere yer verilerek insan aklı harekete geçirilmek isteniyor. [9]

 

Meali:

 

7—  İşte böylece biz sana Arapça Kur'ân indirdik ki, «Ümmü'l-Kurâ» (Mekke halkını) ve çevresindekileri uyarasın ve meydana geleceğinde hiç şüphe olmayan o toplanma (kıyamet) gününü hatırlatıp korkutasın. (O gün insanların) bir kısmı Cennet'te, bir kısmı da çılgın ateşli Cehennem'dedir.

8—  Allah dileseydi hepsini bir tek ümmet yapardı. Ama O, dilediğini rahmetine sokar. Zâlimlerin ise ne bir dostu, ne de bir yardımcısı vardır.

9— Yoksa onlar, Allah'tan başkasını dostlar ve sahipler mi edindiler?! Halbuki asıl dost ve sahip Allah'tır. Ve O, ölüleri diriltir; O'nun kudreti her şeye yeter.

10—  Hakkında farklı görüşler ortaya koyduğunuz herhangi bir şey'in hükmü Allah'a aittir. İşte bu, Allah benim Rabbımdır; ancak O'na güvenip dayanır ve ancak O'na yönelip gönül veririm.

11—  Gökleri ve yeri misalsiz ve benzersiz yaratandır. Size sizden eş­ler meydana getirdi; davarları çift çift (erkekli dişili) yarattı. Böylece sizi anarahminde üretip çoğaltıyor, O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir.

12—  Göklerin ve yerin hazinelerinin anahtarları O'nundur. Rızkı dile­diğine genişletip yayar ve kısıp daraltır. Şüphesiz ki O her şeyi bilir.

 

İlgili Hadîsler

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Mekke'ye işaret ederek şöyle buyurdu:

«Vallahi sen Allah yanında O'nun en hayırlı ve en sevimli yerisin. Eğer ben senden çıkarıl masaydım, elbette seni bırakıp ayrılmazdım.» [10]

Abdullah b. Amr (R.A.) anlatıyor:

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, iki elinde yazılı iki şey (manevî belge) bulunduğu halde çikageldi: «Bu iki yazılı şeyin ne olduğunu bilir misiniz?» diye sordu. Biz de: «Hayır, bilmiyoruz, meğer ki sen bize bildiresin» diye cevap verdik. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) sağ elindekini kasdederek: «Bu, âlemlerin Rabbından (gönderilen) bir yazıdır; cennetliklerin isimlerini, babalarının ve kabilelerinin isimlerini yazmakta ve sonuna kadar hepsini kapsamaktadır. Artık bunlar ebediyen ne artar, ne de eksilir.» Sonra da sol elindekini kasdederek: «Bu da cehennemliklerin isimlerini, babalarının ve kabilelerinin isimlerini yazmakta ve sonuna kadar kısaca hepsini kapsa­maktadır. Artık bunlar da ne artar, ne eksilir» buyurdu.

Bunun üzerine ashab-ı kiram sordu:

  Ya Resûlellah! Bu, hükme bağlanıp belirlenmiş ise, artık biz ne için amelde bulunuyoruz?

Efendimiz şu cevabı verdi:

  Doğru olunuz, doğruluktan ayrılmayınız. (Hakk'a) yaklaşmaya, ya­kın olmaya çalışınız. Çünkü cennetlik kimse hangi amelde bulunursa bulun­sun mutlaka cennet ehlinin ameliyle (ömrü) sona erer. Cehennemlik kimse de hangi amelde bulunursa bulunsun, mutlaka cehennem ehlinin ameliyle (ömrü) sona erer.»

Ve sonra elini yumarak devamla şöyle buyurdu :

  Aziz ve Ceiîl olan Rabbiniz, kulları hakkında (ezelî ilmiyle tesbitte bulunup gerekeni yazmaktan) fariğ olmuştur. Sonra da sağ elindekini fır­latır gibi yapıp, «bir kısmı Cennet'tedir» buyurdu ve arkasından sol elinde­kini fırlatır gibi yapıp «bir kısmı da cehennemdedir» buyurdu. [11]

 

 

Ümmü'l-Kurâ Ve Arapça Kur'ân

 

«İşte böylece biz sana Arapça Kur'ân indirdik ki, «Ümmü'l-Kurâ» (Mekke halkını) ve çevresin­dekileri uyarasın..»

Ümmü'l-Kurâ, Mekke'nin isimlerinden biridir. Allah'a ibâdet için ilk mabedin bu şehirde kurulması ve kıyâmet'e kadar mü'minlerin tavaf ve ibâdetine tahsîs edilmesi, Mekke'yi «şehirler anası» «kentler merkezi» ha­line getirmiştir.

Böylece Mekke, bütün kasaba ve şehirlere; orada inen Kur'ân-ı Ke­rîm de bütün insanlara hitap etmektedir.

Mekke, Allah'a kulluk doğrultusunda birliğin, beraberliğin, kardeşli­ğin ve güvenin kucağı; Tevhîd İnancı'nın odağıdır. Kur'ân bu birliğin ve kar­deşliğin esas ve prensiplerini belirleyen tek kitaptır.

Onun için Kur'ân yalnız merkez sayılan Mekke'ye ve oradaki halka değil. bu merkezin kutuplara kadar uzanan çevresindeki bütün belde ve ka­sabalara doğru yolun rehberi ve Tevhîd İnancı'nın değişmeyen açıklama­sıdır. [12]

 

Toplanma Gününü Hatırlatmanın Faydaları

 

«Ve meydana geleceğinde hiç şüphe olma­yan o toplanma (Kıyamet) gününü hatırlatıp korkutasın..»

Kıyamet, insanları şaşkına çeviren bir gündür. Özellikle ona inanma­yan inkarcı sapıklar kabirlerinden kaldırılacakları gün, neye uğradıklarını önce anlamıyacaklar, sonra da büyük bir korkuya kapılıp kendilerinden ge­çecekler.

O gün insanlar, görevli melekler marifetiyle Mahşer Alanı'na sürülür de biraraya getirilir ve sonra herkes amel ve niyetine göre kendi grubu ara­sında yerini alıp hesap verir. O bakımdan ona «Yevm-i Cem'» yani «Top­lanma Günü» denilmiştir.

Kur'ân'daki esas ve metottan biri de, bu günü uyarıcı ve yönlendirici safhalarıyla yer yer işlemek ve böylece toplum bünyesinde otokontrol sağ­lamaya yönelip fertlerin içinde sağlam bir disiplin oluşturmaktır..

Sözü edilen o «Toplanma Günü»nde insanlar ikiye ayrılacak: İnanan­lar ve inanmayanlar. Birinciler hesaplarını verip gereken bir cezaları var­sa onu çektikten sonra Cennet'e; ikinciler ise hesaptan sonra alev alev kö­püren Cehennem'e sevkedilirler.

Nitekim yedinci âyetin son kısmında bu husus şöyle açıklanmaktadır: «(O gün insanların) bir kısmı Cennet'te, bir kısmı da çılgın ateşli Cehen­nem'dedir.» [13]

 

Tek Ümmet Veya Tek Din

 

<(Allah dileseVdi hepsini bir tek ümmet ya­pardı..»

Cenâb-ı Hak şüphesiz dileseydi bütün insanları bir tek ümmet yapar, hepsini tek dine bağlardı. Ama böyle dilememiştir. Çünkü hilkatin hikmeti­ne uymamaktadır. Öyle ki, dünya hayatı bütünüyle hareket, çalışma, sürtüş­me, iddialaşma, rekabet, araştırma, inceleme, sonuç çıkarma, gerçeği ara­yıp bulma, Hakk'ın varlığını ve birliğini öğrenip inanma dönemidir. Dİnlerin ve ümmetlerin çokluğu bu hikmeti gerçekleştirmeye yönelik bir düzen­lemenin tabii neticesidir. Tek din veya tek ümmet olsaydı, bunların çoğu kapalı kalır; inanç ve ideailer arasında rekabet olmaz, sosyal gelişme diye bir ortam doğmazdı.

Oysa insanın yaratılışındaki özellikleri ve sıfatları hep hareket, çalış­ma, iddialaşma ve yarışmadan yanadır. Aynı zamanda imân paha biçilmez manevî bir cevherdir; ancak çalışma, mücadele, didinme, ferağat-i nefs gibi birçok külfetler karşılığında elde edilebilir. Tek ümmet veya tek din olsaydı bu külfetin çoğu kaikar, en yüksek nîmet değer ölçüsünü bulmaz­dı. Oysa dünyaya getirilişimizin sebep ve hikmetlerinden biri, hayatın, ni­metin ne olduğunu anlamak; imân denilen o yüksek kıymetin paha biçil-mezliğini idrâk etmektir. Aynı zamanda bu konuda zorlama ve ilâhî müda­hale söz konusu değildir.

Son Peygamber Hz. Muhammed'le (A.S.) gönderilen İslâmiyet bütün milletlerin kıyamete kadar tek dini ve mutluluk anahtarı olarak belirtilme­sine rağmen, Cenâb-ı Hak kullarını buna zorlamamış, kendi kudretini bu konuda izhar edip onları ister istemez Kur'ân'a bağlı kılmamış; hilkatin hik­meti gereği onları oüz'î iradeleriyle başbaşa bırakmıştır.

Böylece putperest müşriklerin; inatçı müîeassıp yahudilerin İslâm'a girmeyişlerine üzülen Resûlüllah (A.S.) Efendimiz teselli edilmektedir. Ak­lını doğru kullanmayanlar, imân saadetine ermek için araştırma külfetine girmeyenler, kendi geleceklerini kendi iradeleriyle karanlığa döndürmek­tedirler. O nedenle bütün kusur, günah ve haksızlıkları kendilerine râci' bu­lunmaktadır. [14]

 

 

Allah'ı Bırakıp Başkasını Güvenilir Dost Seçmek

 

«Yoksa onlar, Allah'tan başka dost­lar ve sahipler mi edindiler?! Halbuki asıl dost ve sahip Allah'tır..»

Güvenilir dost, en sıkıntılı dönemlerde, en çok ihtiyaç duyulan anlar­da imdada koşan; iyiliği en güzel ölçüde değerlendirip karşılık verendir. İkinci bir yorumla, insanı yokluk karanlığından çıkartıp varlık alanına ge­tiren; hayatın hikmet ve anlamını aşılayan ve insanı birtakım yeteneklerle donatan; iyilik ve kötülüğü tanıtan sonsuz kudret sahibi Allah'tır. Görebil­diğimiz her şeyi insan için yaratıp hizmete sevkettiği kesindir. Böylece in­sanı çok şerefli, aziz ve değerli yaratmıştır. Gerçek bu olunca, Allah'ı bıra­kıp fânilerin, canlı-cansız eşyanın peşine takılmanın mâkul hiçbir yanı yok­tur. Üç beş günlük geçim kaygısı için fânilerin önünde eğilmek, onları ilâhlaştırmak suretiyle hilkatin işleyiş tarzına ters düşmek, büyük gaflet, aynı zamanda büyük bir nankörlüktür.

O bakımdan 9. âyetle, dost edinmemizde en sağlam kıstas belirtilmek­te ve en doğru yol gösterilmektedir.

Hakiki dost olan Allah'ın insana hazırladığı üstün lütuf ve ihsanların­dan biri de, onu dünyaya getirdikten ve bir süre sonra öldürüp toprağa karıştırdıktan sonra ikinci hayata kaldırması ve böylece ebediyen onu ya-şatmasıdır. Özellikle O'nun bu lûtfuna atıf yapılmakta ve O'nun kudretinin her şeye yettiği, yeteceği belirtilerek bu konuda hiç şüphe edilmemesi is­tenmektedir. [15]

 

Dinde İhtilaf Çok Tehlikeli Sonuçlar Doğurur

 

 >«Hakkında farklı görüşler ortaya koyduğumuz herhangi bir şeyin hükmü Allah'a aittir. İşte bu, Allah benim Rabbımdir; ancak O'na güvenip dayanır ve an­cak O'na yönelip gönül veririm.»

İslâm'a bağlı bulunanların, dinî bir meselede görüş ayrılığına düştük­leri zaman, ihtilâfı gidermelerinin tek yolu, o meseleyi Allah'ın kitabına ve sonra da o kitabın açıklaması olan Resûlüilah'ın {A.S.) sünnetine çevirip çözüm aramalarıdır; bu, vaciptir.

İslâmiyetle diğer dinler arasında ise, karşı muhalif grupların, Kur'ân'ı hakem kabul etmediklerine göre, durumu kıyamete bırakıp Allah'ın verece­ği hükmü beklemek gerekir.

Her iki durumda da lüzumsuz tartışma, sürtüşme, kavga ve gürültüye meydan verilmemiş olur. Allah ise, haklıyı haksızı en doğru şekilde ayırıp hesabı en çabuk gören yegâne adalet sahibidir.

Artık böyle durumlarda Peygamber'e ve mü'minlere düşen, Allah'a gü­venip dayanmak; O'na gönül bağlayıp teslimiyet göstermektir. [16]

 

Allah Her Hususta Ve Her Konuda Güvenilmeye Çok Daha Lâyıktır

 

Allah'ın hakiki dost olduğu; güvenilip dayanılmağa lâyık bulunduğu öğ­retildikten sonra, O'nun hakiki dost olduğunu ve tek ilâh bulunduğunu is-batlayan yedi kadar delil ve belge sıralanıyor ve böylece insan aklına ışık

tutularak gereken yardımcı bilgiler veriliyor. Şöyle ki:

1—  Gökleri ve yeri örneksiz, misalsiz, benzersiz yaratıp sistemlere ayı­ran; değişmeyen plâna bağlayan Allah'tır.

2—  İnsanları dişi ve erkek olarak çift yaratan; dişiyi Adem (A.S.)ın sol arka kaburgasından var kılan ve sonra da hilkat kanununu biyolojik ola­rak bu çiftten başlatıp sürdüren O'dur.

3—  Davarları da üreyip çoğalmaları ve öylece insanlara en yararlı ürünlerini vermeleri için çift yaratan ve hepsini insanlara musahhar kılan da O'dur.

4—  Ana rahmini üremeye uygun kılan tesadüfler değil, yüksek bir hik­met sahibinin kusursuz düzenlemesidir. O halde Allah'ın benzeri hiçbir şey yoktur ve olamaz da..

5—  Göklerin ve yerin hazineleri, kilitleri O'nundur. Yeryüzünün onda yedisini deniz hazinesiyle kaplayan; denizleri geçim kaynağı, protein ya­tağı yapan; belli ölçüde buharlaşmayı sağlayıp yağmur hazinesini hare­kete geçiren; belli hesaplarla ışık ve enerji hazinesi olan güneşi hizmete sevk eden; dünya çevresinde, yaşamamızı sağlayan atmosfer tabakasını çeşitli gazların bileşimiyle yararlı düzeyde tutan; yeraltı kaynaklarını en ye­terli şekilde hazırlayan O'dur. Bütün bunlar mükemmel plân ve kusursuz programlara göre var kılınıp insanoğlunun istifadesine verilmiştir.

6—  Rızkı dilediğine açıp genişleten ve bir ölçüye göre daraltan da O'dur. Bunda da hayatın devamını, toplumun ahengini, fertlerin birbirle­rine yardımcı olur şekilde iş sahibi olmalarını sağlamaya yönelik hikmet söz konusudur.

Zira Cenâb-ı Hak, rızik konusunu, insanın aklını kullanmasına, çalış­masına, beceri ve gayretine, bilerek enerji sarfetmesine göre takdîr et­miştir. Bu hususta koyduğu kanun şaşmadan hedefine doğru gider; ona uyanlar kendi lehlerine, uymayanlar kendi aleyhlerine bir sonuç hazırla­mış olurlar.

7—  Şüphesiz ki Allah, bütün bu saydıklarımızı en iyi bilendir. O ba­kımdan O'nun hatâ yapması asla söz konusu değildir. Haksızlık yapması ise, hiç düşünülemez.

«O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir,»

Bu cümle, teşbihi olumsuz kılarken «tevhîd» ve «tenzîhste muhkem belîğ bir nass sergilemektedir.

Misline benzemeyi olumsuz kılarken kendisine hiçbir şeyin benzemediğini, benziyemiyeceğini en yüksek mana ve ifade kudretinde belirtmek­tedir. [17]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, hem Mekkeli'leri, hem de o merkezin dışında ka­lıp kutuplara kadar bütün ülke halklarını uyarmak için Arapça Kur'ân in­dirildiği açıklandı. Sonra da dinî konularda ihtilâf zuhur ettiği takdirde onu Allah'ın kitabına, Peygamberin sünnetine çevirmemiz; dinler arasında ihti­lâf ortaya çıktığında ise, onu âhirete bırakmamız emredildi.

Aşağıdaki âyetlerle, hak dinlerin esasta birleştikleri belirtiliyor. Kitap Ehli'nin kendilerine ilâhî beyân geldikten, yani Kur'ân inip ilâhî haberi ve bilgiyi getirdikten sonra taassuba kapılıp ihtilâf çıkardıklarına dikkatler çe­kiliyor ve böylece 10. âyet açıklanarak mü'minler yeterince aydınlatılıyor; inkarcı müşrikler, inatçı Kitap Ehli uyarılıyor. [18]

 

Meali:

 

13—  O, Nuh'a vasiyyet ettiği şeyleri, sana vahyettiklerimizi, İbrahim'©, Musa'ya ve İsa'ya vasiyyet ettiklerimizi size şeriat yaptı da «dinî dosdoğru ayakta tutun, onda ayrılığa düşmeyin!» (buyurdu). Allah'a ortak koşanlara, kendilerini davet ettiğin şey çok ağır gelmektedir. Allah dilediğini ona {o çağrıya veya kendine) seçer ve kendine yönelip gönül vereni doğru yola eriştirir.

14—  Onlar ancak kendilerine (Allah, Kitap, Peygamber ve Âhîret'le il­gili) bilgi geldikten sonra -sırf aralarındaki kin ve ihtiras yüzünden- tefri­kaya düştüler. Eğer Rabbından belirlenmiş vakte kadar verilmiş bir söz geçmeseydi, elbette aralarında hükmedilerek iş bitirilmiş olurdu. Onlardan sonra Kitab'a vâris kılınanlar da kitaptan yana tam bir şüphe içindedirler.

15—  İşte (ey Peygamber!) Bunun için çağrına devam et, emredildiğin gibi dosdoğru ol; onların heveslerine uyma ve de ki: «Allah'ın indirdiği her kitaba imân ettim ve ben aranızda adaleti yerine getirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbımız, sizin de Rabbınızdır. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz sîze aittir. Aramızda sürtüşme, tartışma ve iddialaşma diye bir şey yoktur. Allah bizi biraraya getirip toplar ve dönüş de ancak O'nadır..»

 

İlgili Hadîs

 

«Biz peygamberler topluluğu, bababir kardeşleriz; dinimiz(in  esası) birdir.» [19]

 

Dinî Esasların Çoğu Nuh (A.S.) İle Başlar

 

«o Nuh'a vasiyyet ettiği şeyleri, sana vahyettiklerimizi; İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya vasiyyet ettiklerimizi si­ze şeriat yaptı da «dini dosdoğru ayakta tutun, onda ayrılığa düşmeyin!» (buyurdu).»

İlk insan Adem (A.S.) ilk peygamber olarak sahneye çıkmış bulunu­yordu. Dinin bütün esasları ona farz kılınmıştı; haramların o gün mevcut olanı ona açıklanmıştı. Çünkü henüz ne içki ve uyuşturucu madde vardı, ne de zina ve hırsızlık biliniyordu. Ona sadece günlük hayatını düzene koyacak, sünnetullah doğrultusunda aile yuvası kurup çocuklarını yetiştirecek ve ge­çimini sağlayacak kadar yollar ve yöntemler gösterilmişti. Şeriatı değişikti; yani fer'î meselelerde ayrı hükümler verilmişti. Meselâ o dönemde neslin ço­ğalması, ailenin genişleyip gelişmesi için ayrı batında doğan kardeşlerin birbiriyle evlenmesi meşru kılınmıştı.

Nesil çoğalıp aile hayatı yaygınlaşınca bu gibi hükümler kaldırılmıştır. Ancak hangi peygamber zamanında kaldırıldığını kesin bilemiyoruz. İmam Kurtubî 14. âyeti tefsir ederken, Nuh (A.S.) zamanında kaldırıldığını ve dinî esaslar çerçevesinde hükümlerin Onun zamanında konulduğunu kaydet­miştir.

Dinî esasların tamamının Nuh (A.S.) zamanında konulduğu doğrudur. Çünkü âyetin açık delâleti bu konuya ışık tutmaktadır. Ama diğer fer'î me­selelerle ilgili hükümlerin Onun zamanında kaldırıldığı ise, bir tahminden öteye geçmemektedir. Zira Adem (A.S.) ile Nuh (A.S.) arasında uzun bir dönem geçmiş; birçok peygamberler gönderilmiş ve nesil de çoğalıp kar­deşlerle değil, yakın-uzak hısımlarla evlenme imkânları doğmuştur. [20]

 

Şeriat Burada Genel Esaslar Ve Açık Geniş Yol Demektir

 

Kur'ân belli bir dönemden sonra bütün peygamberlere emredilen dinî esasların Nuh'a, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya (salât-ü selâm hepsine olsun) emredildiğinî belirterek kendilerine kitap ve sahife indirilen mursellerin bü­yüklerini misâl vermektedir.

Bu peygamberlere emredilen dinî esasları ve açık geniş yolu iki mad­dede özetlemek mümkündür. Şöyle ki:

 dosdoğru ayakta tutmak.

2— Dinî esaslarda ayrılığa düşmemek..

Birinci madde, dini, hayat nizamı olarak takdim etmektir. Zira din, in­san hayatıyla içiçedir ve onun günlük hayatının her safhasıyia alâkadardır.

İkinci madde ile, dinin bölünmeye, başka sistemlere uydurulmaya, ta­vize, kişisel çıkarlara hiç tahammülü olmadığı açıklanmaktadır.

İşte Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, kitaplarına, âhirete ve ka­dere imân ile farz ibâdetler; helâl ve haramla ilgili hükümler ve dünya ile âhiret düzenini korumakla ilgili buyruklar bu iki emrin kapsamına girmek­tedir.

Âyette geçen «vassa» fiili, bilindiği gibi, «tavsiye» kökünden türetil­miştir. «Tavsiye», burada öğütle emretmektir. Nitekim Kur'ân'ın uyguladığı metotlardan biri de budur. Osmanlıca'da olduğu gibi, «sipariş ve deruhte etmek» manasına alındığı takdirde, çok hatalı sonuç ortaya çıkar. O halde Kur'ân ve hadîste geçen «tavsiye» sözü, bulunduğu yerin siyak ve sibakına göre mana alır. Her yerde aynı manaya delâlet etmez. Meselâ mîras bah­sinde, «evsâ-yûsî» fiillerinin aynı kökten gelmelerine rağmen, ölmek üzere bulunan kimsenin bazı şeyleri vasiyet etmesi anlamına geldiği bilinmek­tedir.

Hadîs-i Şerîfte de açıklandığı gibi, bütün peygamberler dinî esaslarda birleşirler. Şeriatlerde ise ayrılırlar. Çünkü şeriâtler, peygamberlerin bulun­dukları çağın sosyal, ekonomik ve aile durumuna göre hüküm ve tavsiyeleri kapsamıştır.

Esasta ise, hiçbir ayrılık, başkalık olmadığını, ama şeriâtlerin ayrı ayrı olduğunu açıklayan âyetler vardır. [21]

 

Tevhîd Esası, İnkarcı Maddeciye Ağır Gelir

 

«Allah'a ortak koşanlara, ken­dilerini davet ettiğin şey çok ağır gelmektedir..»

«Müşrik», Allah'a ortak koşan anlamına gelen bir sıfattır. Daha çok putperest Araplar hakkında kullanılmıştır. Zira onlar putlarını kendileriyle Allah arasında tek vasıta ve tek şefaatçi olarak görüyor, birçok konular­da onları Allah'a ortak ve yardımcı olarak biliyor ve inanıyorlardı.

Bununla beraber birçok inkarcı sapıklar hakkında kullanılabilir. Çünkü materyalist maddeyi, Hıristiyan İsa'yı (A.S.) ve Meryem'i; Yahudiler parayı ilâh edinip Allah'a ortak koşacak kadar bu hususta ileri gitmektedirler.

Tevhîd esasları neden müşriklere ağır gelir? Zira «şirk»te, nefse ser­besti tanıma söz konusudur. İlâhlaştırılan canlı-cansız eşya, nefsin Önüne engel koymamakta, sınırsız hürriyete kapı açıp insanları bir bakıma başı­boş bırakmaktadır, yani onları birtakım manevî müeyyidelerle çerçeve içine almamakta, arzularının önüne sed koymamaktadır. Tevhîd esası ise, iç disiplini, nefis terbiyesi sağlar; hayatın her bölümünü meşru sınırlar içine alır ve böylece her zaman düzenli, dengeli bir hayat nizamı emreder.

Artık kimin ruhundaki «fıtrat cevheri» veya «fıtrat mayası» hidâyete yat­kın, tevhide uygun bir gelişme sağlarsa, Allah ona hidâyet kapısını açıp hak din ile şereflendirir, [22]

 

Kitap Ehli'nin Son Dine Karşı Çıkması

 

«Onlar ancak kendilerine (Allah, kitap, peygamber ve âhiretle ilgili) bilgi geldikten sonra -sırf ara­larındaki kin ve ihtiras yüzünden- tefrikaya düştüler..»

Son Peygamber Hz. Muhammed (A.S.) gönderilmeden önce Yahudiler de, Hıristiyanlar da geleeek olan «Hakikat nurunu» sabırsızlıkla bekliyor­lardı. Bununla beraber Yahudiler İsa'yı (A.S.) Kurtarıcı Mesîh ve İsrail oğul-lan'na gönderilen bir peygamber kabul etmiyorlardı. Aralarındaki tek ortak bağ, son peygamberin geleceğini bilmeleri ve Onu sabırsızlıkla bekleme­leri idi.

Son Peygamber Hz. Muhammed (A.S.) gönderilince, Onun Araplardan seçilmesi hoşlarına gitmedi. Çünkü Yahudiler onun Harun Peygamber'in soyundan geleceğini sanıyorlardı. Hıristiyanlar ise, İsa'nın (A.S.) dünya için tek kurtarıcı olduğunu ve Allah'ın biricik oğlu bulunduğunu iddia edip baş­ka bir peygamberin gelip de İsa'nın dinini yürürlükten kaldırmıyacağını dü­şünüyorlardı. Böylece dinî taassup onların akıl ve idrâkini, insaf ve vicda­nını işlemez hale soktu. Düne kadar kendi dinlerine dosdoğru sahip çık­mayan ve onun birçok hükümlerini kendi arzuları doğrultusunda değiştiren Kitap Ehli, İslâm'a karşı çıkmayı, kendi dinlerini savunup korumayı bir ve­cîbe saydılar.

Böylece Allah'ın varlığı ve birliği; kitap ve peygamberi; âhiret ve hesa­bı hakkında semavî bilgi iyice sarsıntı geçirdi ve Kitap Ehli 180 derecelik dönüş yapıp, hakka karşı aşın hasım kesildiler. Eğer ilâhî takdîr plânını de­ğiştirmek âdet-i ilâhiyyeden olsaydı, elbette aralarında hemen hükmedip haklı ile haksızı belirler ve işi bitirmiş olurdu. Ama takdîr plânı değişmez; ezelden ebede kadar kusursuz şekilde sürüp gider.

Kitap Ehli'nin kin ve taassubu, dinî esasları bozup değiştirdi. Kendile­rinden sonraki nesle bozuk bir itikad; tahrife uğramış kitap bıraktılar. O yüzden sonraki nesilleri Tevrat ve İncil hakkında şüpheye düştüler. Hz. Muhammed (A.S.) ile alâkalı haber ve müjdelerin Ona işaret olup olma­dığında farklı görüşler ortaya koydular. [23] Zira Bernaba İncil'i dışında ka­lan mevcut İnciller'de ve Tevrat'ta son peygamber Hz. Muhammed'e (A.S.) acık şekilde delâlet eden âyet ve belgeler yer yer değiştirilmiş ve tahrîf edilmiş bulunuyordu.

Bu tarz farklı görüşler ve aşırı taassup kılıfına sokulmuş duygu ve dü­şünceler günümüze kadar sürüp gelmiş; kanaatimce manaca tahrîfe uğra­mayan Bernaba İncil'i ise kilise tarafından reddedilip uydurma olduğu iddia edilmiştir. Oysa bu İncil'de son din ve son peygamber hakkında en az yir­mi yerde çok açık ve net beyânlar bulunmaktadır. Diğer bölümleri de Kur'-ân ile uyum halinde olup ilâhî kaynaktan indirilme olduğunu bütün açıklık ve berraklığıyla göstermektedir.

Cenâb-ı Hak, Kitap Ehli'nin bu yanlış ve tehlikeli tutumunu ve kuşak­tan kuşağa aktarılmak suretiyle semavî dinlerin aslından nasıl uzaklaştırıl­dığını belirterek şu bilgiyi vermektedir: «Onlardan sonra kitaba vâris kılı­nanlar da kitaptan yana tam bir şüphe içindedirler.» [24]

 

Emredildiğin Gibi Dosdoğru Ol!

 

«İşte (ey Peygamber!) bunun için çağrına devam et, emredildiğin gibi dosdoğru ol; onların heves­lerine uyma..»

Müşriklerle Kitap Ehli'nin kin ve İhtirası, inkâr ve inadı çözümü zor bir noktaya gelince, Müslümanlara, onları kendi taassuplarıyla başbaşa bırakıp insanları son dinin açtığı kurtuluş ve mutluluk yoluna dâveî etmek düşer. Ancak bu davetin bazı şartları vardır ki, her mürşidin ve teblîğcinin dikkat etmesi gerekir. Onları şöyle maddeleştirip sıralayabiliriz :

1— İlâhî emir doğrultusunda dosdoğru olmak.

2—  Bu doğruluk düzeyinde sâlih amellerde bulunmak,

3—  Gayr-i müslimlerin heveslerine uymamak; onların kültürüne kapı açmamak,

4—  Allah'ın indirdiği kutsal kitapların hepsine inanmak ve bunu ilân etmek,

5—  İslâm ile diğer semavî dinlerin yürürlükten kaldırıldığını bildirmek ve İslâm adaletini yaygınlaştırmak; din ve ırk farkı gözetmeksizin herkese âdil davranmak,

6—  Millî ilâh bulunmadığını açıklayıp bir olan Allah'ın hepimizin Rab- olduğunu açıklamak,

7—  Kitap Ehli'yle iddialaşma ve sürtüşmeye girmemek,

8—  İhtilâf ettikleri konular hakkında hükmü Allah'a bırakıp yumuşak ve yaklaştırıcı havayı devam ettirmek..

Böylece Kur'ân, 15. âyetle Peygamber'e (A.S.) hitap ederek ilâhî buy­ruğu bütün ümmetine teşmîl düzeyinde, özellikle Kitap Ehli'ne karşı nasıl bir metot uygulamamızın; tevhîd esasına ve İslâm şeriatına davet ederken neleri dikkate almamızın gerektiğini çok açık ve net biçimde belirtmiş olu­yor. [25]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, semavî dinlerin hepsinin esasta birleştikleri be­lirtildi. Kur'ân indirildikten sonra Kitap Ehli'nin nasıl yan çizdiği konu edi­lerek, onlarla tartışmaya gerek olmadığına işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Kitap Ehli'nin sözü edilen konudaki iddia ve de­lillerinin boş ve anlamsız olduğu belirtiliyor. Kitab'ın hak ve dengede indiril­diği açıklanarak Kıyamet olayını acele görmek isteyenlerin ona inanmadı­ğına dikkatler çekiliyor. Âhiret ürünü arzu edenlerle, sadece dünya ürünü peşinde koşanlar konu edilerek bu hususta geniş ve yönlendirici bilgiler veriliyor. [26]

 

Meali:

 

16—  Allah'a olan çağrıya olumlu cevap verdikten sonra O'nun hak­kında tartışıp duranların iddia ve delilleri Rabları yanında boş ve anlam­sızdır. Üzerlerine gazap ve onlar için şiddetli azap vardır.

17—  O Allah, Kitab'ı hak ile ve teraziyi (denge ve düzeni) indirmiş­tir. Ne bilirsin, belki o Kıyâmet'in kopuş saati yakındır.

18—  Kiyâmet'e inanmayanlar, onun hemen gelmesini isterler. İmân edenler ise, o olaydan korkup çekinirler ve onun mutlaka hak olduğunu bi­lirler. Haberiniz olsun ki, Kıyâmet'in kopuş saati hakkında tartışıp duranlar, gerçekten uzak bir sapıklık içindedirler.

19—  Allah, kullarına çok lûtufkâr, çok şefkatli, bol insanlıdır. Dilediğini rıziklandırır. O çok kuvvetli ve kudretlidir, çok üstün ve çok güçlüdür.

20—  Kim, Ahiret ekinini arzu ederse, onun arzuladığı ekini artırırız. Kim de Dünya ekini isterse, ona da ondan veririz; Âhîret'te ise ona bir na­sıp yoktur.

21—  Yoksa Allah'ın izin vermediği dini, onlara meşru' kılıp ortaya ko­yan ortaklar mı var? Eğer kesin bir söz geçmemiş olsaydı, aralarında hük-medilirdi de iş olup biterdi. Zâlimlere elbette elem verici bir azap vardır.

22—  Zâlimleri o gün, kazanıp elde ettikleri şeyden dolayı korku ve kuşku içinde görürsün. Oysa korktukları başlarına gelmiştir. İmân edip iyi-yararlı amellerde bulunanlar ise Cennet bahçelerindedirler. Onların di­lediği her şey Rabları yanındadır, İşte bu, büyük lütuf, büyük ihsandır.

 

İniş Sebebi

 

İbn Abbas (R.A.), Mücahid ve Katade'ye göre : İslâm Dini teblîğ edilip Allah'ın hidâyet nasîp buyurduğu kişiler imân edince, gerek putperest müş­rikler, gerekse Yahudi ve Hıristiyanlar, imân edenlerin yanlış bir din seç­tiklerini ileri sürerek kendi inançlarının ve dinlerinin hak olduğunu, başka dine gerek bulunmadığını isbata çalıştılar ve kendilerine göre birtakım uy­durma deliller getirdiler. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler İndi. [27]

 

Kitap Ehli'nin Öne Sürdüğü Delillerden Bir Kısmı

 

a)  Bizim peygamberimiz daha önce gönderilmiştir. Artık başka bir pey­gambere gerek yoktur.

b)  Kitabımız da daha önce indirilmiştir. Bizim için lüzumlu bütün hü­kümleri kapsayarak önümüzü aydınlatmaktadır.

c)  Hem biz peygamber soyundanız. Bu bakımdan diğer kavim ve mil­letlerden üstün tutulmuşuzdur.

Kur'ân-i Kerîm onların öne sürdüğü bu delillerin köksüz ve anlamsız olduğunu açıklamakta ve dinler zincirindeki tekâmüle işarette bulunarak gelip geçen binlerce peygamberin gönderilme hikmetini hem belirtmekte, hem de iddiacılara hatırlatmaktadır.

Kitap Ehii'nin böylesine tutarsız, temelsiz inada dayalı iddialarından dolayı ilâhî gazaba çarpılacaklarını ve şiddetli bir azap ile ta'zîb edilecek­lerini de Kur'ân haber vermekte ve böylece yaşamakta olan Kitap Ehli'ne ilâhî adaletin sesini duyurmaktadır. [28]

 

Kitab'ın Hak, Kıyametin Yakın Olması

 

«O Allah, Ki-tab'ı hak ile ve teraziyi (denge ve düzeni) indirmiştir. Ne bilirsin, belki o Kı­vam et'in kopuş saati yakındır.»

Kıyamet olayı, diğer bir anlatımla «Âhiret hayatı» hakkında şüphesiz en sağlıklı bilgiyi Kur'ân vermektedir. Tevrat ve İncil'de bu kavram üzerin­de geniş ve sağlıklı bir açıklamaya rastlamak mümkün değildir. Zira her ikisinin de orijinali kaybolmuş ve o sebeple insan sözü karıştırılarak birçok kısımları aslından uzaklaştırılmıştır.

Kur'ân, yukarıdaki 17. âyetle üç konu üzerinde durmakta ve indirilen son kitap ile kâinat nizamı ve dengesi arasında kopmaz bağların bulundu­ğuna işaret etmektedir. Şöyle ki: İndirilen kitapta uyumsuzluk, çelişki, yan­lış haber, lüzumsuz konu yoktur. O, bütünüyle insan hayatına yönelen ve onun her dakikasıyla içice olan;, fert, aile, toplum ve milletin maddî ve ma­nevî kalkınma, gelişme ve mutlu neticeye erişme yollarını ve çarelerini gös­teren; insan ruhuyla da uyum halinde oiup onun ilk safiyetini ve temizliğini korumaya yönelen kusursuz bir rehberdir. Kâinat düzen ve dengesini en sağlam bilgilerle tanıtıp öğreten son mesajdır.

Böylece kitabın hak olarak indirildiği belirtildikten sonra «mizansın da indirildiği konu edilmektedir. Müfessirler bunu «adâlet»le, kutsal kitaplar-daki «ilâhî hüküm!er»le yorumlamtşlarsa da, aslında bu kavram çok yönlü­dür. Rahman Sûresi: 7 ve 8. âyetlerin tefsîrinde de açıklandığı üzere, Ce-nâb-ı Hak bu anlatımla, kâinatta hâkim olan denge ve düzene dikkatleri çekmekte ve bu denge ve düzeni en doğru şekilde temel bilgi olarak Kur'-ân'ın haber verdiğine işarette bulunmaktadır. Zira varlık âleminde yer alan eşya ve sistemler hem kendi ölçüleri içinde, hem de diğerleriyle olan bağ­lantılarında tam uyum, ahenk ve dengededirler. Hepsinin hareket ve hizme­tinde mutlak anlamda adalet ölçüsü hâkimdir.

Bu açıklamanın arkasından hemen kıyamet olayına geçilmesi çok an­lamlı ve hikmetlidir. Öyle ki, belli plâna göre kurulan bu kusursuz düzen ve dengenin vakti saati gelince bozulacağı, alt-üst olacağı ve yerine yepyeni kalıcı bir düzenin kurulacağı söz konusudur. Dünya'nın ömrüne baktığımız zaman, kıyametin yakın olduğu kendiliğinden anlaşılır. Kaldı ki, onun alâ­metleri hakkında birçok bilgiler verilmiştir ki, onların önemli bir kısmı orta­ya çıkmış durumdadır.

Unutmamak gerekir ki, her hareketin bir başlangıcı ve bir de hareke­ti sağlayan sebebi vardır ve her başlangıcın bir de sonu söz konusudur.

Ayrıca «mîzan» tartı aleti olarak da hak ve hukuka titizlikle riâyetin sembolü sayılabilir.

Böylece dünyada da, âhirette de düzenli, faziletli bir hayat sürebilmek için hak olan Kur'ân'a göre yaşamamız ve kâinat mîzanıyla günlük işleri­miz arasında adalet terazisini bulundurmamız gerekmektedir.

İnkarcı maddeciler, putperest müşrikler sırf alay ve eğlence olsun diye kıyametin hemen kopmasını isterler. Mü'minler ise, kıyamet olayının neler meydana getireceğine hem inanır, hem de onun dehşetinden korktukları için CenâbHakk'a sığınırlar. [29]

 

İki Ayrı Hayat Birbirini Tamamlar

 

«Kim, Ahiret ekinini arzu ederse, onun arzuladığı ekini artırırız. Kim de Dünya ekini isterse, ona da ondan veririz; Âhiret'te ise, ona bir nasip yoktur»

Dünya hayatı olmasaydı, Âhiret'in anlamı, hikmeti ve taşıdığı yüksek nîmetleri anlaşılmazdı. Değeri bilinmeden o nîmetler hikmetsiz kalırdı. Âhi­ret hayatı olmasaydı Dünya hayatı anlamsız, amaçsız ve hikmetsiz kalır; kısa bir sürelik mide ve şehvet otlağı olmaktan öteye geçmezdi.

Dinler, özellikle son din İslâmiyet bu iki hayat arasında köprü kurul­masını telkîn eder ve bu köprünün bütün malzemesini verir. Buna rağmen köprü kurmayıp sadece dünya hayatına yönelenlere bir şeyler verilir; Âhi-ret'te ise öylelerine bir nasîp yoktur.

Her iki hayata birden yönelip ikisi için düzenli şekilde hazırlananlar ise, hayatın amaç ve hikmetini idrak edenlerdir. Onlara Âhiret Âlemi'nde kat kat mükâfatlar vardır.

Böylece Cenâb-ı Hak 20. âyetle, mü'minlerin Âhiret hayatına aşk ve şevklerini artırmakta, inkarcı sapıkları, gafil azgınları uyarmaktadır.

Sonra da mü'minlerle kâfirlere hazırlanan karşılık ceza ve mükâfatla­ra değinilerek ölmeden önce bu gerçeği anlayıp inanmanın sayılmıyacak kadar faydalan olduğuna işaret edilmekte ve ilâhî rahmet gereği bu kabil hatırlatma ve uyarılara sık sık yer verilmektedir. 21, 22. âyetlerle Âhiret'te her iki grup için hazırlanan şeyler yönlendirici bir anlatımla işlenmekte; duy­gu ve düşüncelere seslenilerek küfürle kilitlenmiş ön yargıdan sıyrılma­ları dolaylı şekilde istenmektedir. [30]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı        

 

Yukarıdaki âyetlerle. Kitap Ehli'nin yersiz ve haksız iddialarına deği­nilerek aydınlatıcı biigiler verildi. Kur'ân'ın insan hayatını düzene sokacak hükümlerle hak üzere indirildiği bildirildi ve Allah'a inananların den­geli, düzenli bir hayat sürmeleri dolaylı şekilde emredildi. Yalnız dünya ha­yatını arzu edenlere âhirette bir nasip olmayacağı bildirilerek, iki hayatın birbirini tamamlayıp birinin diğerine anlam ve hikmet kazandırdığına işa­rette bulunuldu.

Aşağıdaki âyetlerle, hak ve denge ölçüleri doğrultusunda Allah'ın kul­ları müjdeleniyor; Hz, Muhammed'in (A.S.) görevinin Allah'tan aldığını oldu­ğu gibi Allah'ın kullarına teblîğ etmek olduğu konu edilerek etraflı bilgi ve­riliyor. Hakk'a dönenleri Allah'ın bağışlayacağı haber verilerek, inkârın rah­mete vesîle olmayacağı dolaylı şekilde belirtiliyor. Sonra da kâinatta rızık konusunda mutlak bir plâna göre takdirde bulunulduğuna değinilerek, aşı­rı derecede rızık kaynaklarına imkân verilmediğinin sebep ve hikmeti açık­lanıyor[31]

 

Meali:

 

23— İşte bununla Allah, imân edip iyi-yararh amellerde bulunan kul­larını müjdeliyor. De ki: «Ben, (Allah'ın buyruklarını tebliğ hususunda) ya­kınlıkta, hısımlıkta sevgiden başka sizden bir ücret istemiyorum. Kim çalışıp iyilik kazanırsa, ona, ondaki iyiliği artırırız. Çünkü Allah, gerçekten çok bağışlayandır ve şükredene nimetini artırandır.»

24—  Yoksa (senin için) Allah'a karşı yalan uydurdu mu diyorlar? Al­lah dilerse senin kalbini mühürler. Allah kendi sözleriyle bâtılı yok eder; hakkı isbât edip ortaya koyar. Şüphesiz ki O, gönüllerde dönüp dolaşanı bilir.

25—  O ki, kullarının tevbesini kabul eder, kötülüklerini affeder ve ne­ler işlediklerini bilir.

26—  İmân edip iyi-yararlı amellerde bulunanların (dilek ve dualarını) kabul eder de kendi bol nimetinden, geniş ihsanından onlara artırır. Kâfir­lere gelince: Onlar için çok çetin bir azap vardır.

27—  Eğer Allah, rızkı kullarına iyice genişletip bol bol verseydi, elbet­te azıp tuğyan ederlerdi. Fakat onu dilediği ölçüye göre indirir. Şüphesiz ki O, kullarından haberlidir, görendir.

28—  O ki, (kulları) umutlarını kestikten sonra yağmur indirir de rah­metini yayar. (Gerçek) dost ve yardımcı O'dur, övül ineğe de lâyık O'dur.

 

İlgili Hadîsler

 

«Ben Allah'ın buyruklarını tebliğde, size olan hısımlığımdan dolayı be­ni sevmenizden ve aramızdaki yakınlığı korumanızdan başka (sizden) hiç­bir ücret istemiyorum.» [32]

«Getirip size tebliğ ettiğimiz açık belgeler ve doğru yolu gösteren be­yânlar karşılığında, Allah ile sevgi bağı kurmanızdan ve ibâdetinizle O'na yakınlık sağlamanızdan başka bir ücret istemiyorum.» [33]

Ansar'dan bir topluluk bir gün geçmiş hizmetlerinden söz ederek, «Biz (İslâm'a ve Peygamber'e) hizmette bulunup şöyle şöyle yaptık» dediler ve övünür gibi bir tavır ortaya koydular. Bunun üzerine ya Hz. Abbas (R.A.), ya da onun oğlu Abdullah (R.A.), «Öyle de olsa bizim size karşı üstünlüğü­müz var» diyerek karşılık verdi. Haber Hz. Peygamber'e (A.S.) ulaşınca, kalkıp onların bulunduğu meclise geldi ve şöyle buyurdu : «Ey Ansar top­luluğu! Sizler zillet içindeydiniz; Allah sizi aziz ve şerefli kılmadı mı?» Onlar da: «Evet,Ya Resûlellah!» diye cevap verdiler. Peygamber (A.S.) devamla: «Sizler dalâlette idiniz, Allah sizi doğru yola kavuşturmadı mı?» diye sordu. Onlar da: «Evet, Ya Resûlellah!» diye tasdik ettiler. Bunun üzerine Hz. Pey-gamber (A.S.) onlara «Sizler benden sormayacak mısınız?» buyurdu. Onr lar da: «Ne söyleyelim ya Resûlellah? .» dediler. Peygamber (A.S.) Efendi­miz şöyle buyurdu: «Diyemez misiniz, biz seni barındırdık. Onlar (Mekkeli'-ler) seni yalancılıkla suçladılar; biz ise seni tasdik ettik. Onlar (Mekkeli'ler) seni zelil ve hakir etmek istediler, biz sana yardımda bulunduk!»

Râvî devamla diyor ki:

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz durmadan Ansar'ın yaptığı iyilikleri sayıp sıraladı; o kadar ki Ansar fazlasıyla duygulanıp dizüstü çöktüler ve nemli gözleriyle O'na bakıp şöyle dediler: «Ellerimizdeki mallarımız Allah ve Pey­gamberi içindir!» [34]

Yapılan tesbitlere göre, sözü edilen olay üzerine yukarıdaki 23. âyet inmiştir. [35]

 

Akrabalık Hukuku

 

<<De ki: Ben' fAIIah'ın buyruklarını tebliğ hususunda) yakınlıkta, hısımlıkta sevgiden başka sizden bir ücret istemiyorum..»

Bilindiği gibi, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Kureyş Kabilesine mensup Hâşim Oğulları'ndan idi. O bakımdan Mekkeli'lerin çoğuyla uzaktan ve ya­kından bir hısımlık bağı bulunuyordu. İlâhî buyrukları teblîğ ile görevlendi­rilince, önce akrabasını Hakk'a davetle işe başladı. Ne yazık ki akrabasın­dan çoğu akrabalık hukukunu çiğneyerek O'na karşı geldiler. Oysa Pey­gamber (A.S.) onlardan sevgi dolu bir ilgiden, Hakk'in birliğine böyle bir sevgi ve yakınlık havası içinde gelmelerinden ve hısımlık hukukuna riâ­yetten başka hiçbir karşılık istemiyor ve düşünmüyordu. Çünkü Onun şah­sî dâvası veya makam ihtirası yoktu. Sadece insanları küfrün ve ahlâksız­lığın karanlığından kurtarıp imân ve irfanın nuranî havasına kavuşturmayı istiyordu. O bakımdan İslâm şerefiyle herkesten önce hısım ve yakınlarının şereflenmesini arzu ediyordu.

İlgili 23 ve 24. âyetler, Hz. Peygamber'in Mekke'de yakınlarından çoğu­nun ilgisini bile kaybettiğini, hattâ bir kısmının kendisine azılı düşman ke­sildiğini ifade etmekte ve Allah yolunda Onun birçok fedakârlıklara katlan­dığına, omuzlarına yükletilen mukaddes hizmeti yerine getirmek için birçok tehlikelerle yüzyüze geldiğine işarette bulunulmaktadır. Ama her şeye rağmen bir an olsun ümidini yitirmediği, görünüşte uğradığı her başarısızlığın aslında başarıya erişmenin müjdesi olduğu da bu âyetlerle kapalı bir an­latımla haber verilmekte ve yaşamakta olan mü'minlerin cesareti artırıl­maktadır.

«Kurbâ» kelimesi masdardır. Daha çok hısımlarla olan sıcak yakınlık mânasında kullanılır. Bazan da iyi yararlı amellerle Allah'a yakınlık sağla­mak anlamına gelir. [36]

 

İyiliğin Asıl Değeri

 

«Kim çalışıp İyilik kazanır­sa, ona, ondaki iyiliği artırırız. Çünkü Allah, gerçekten çok bağışlayandır ve şükredene nimetini artırandır.»

İyilik, güzellik, fazilet ve yararlı işin temelinde Allah'a dosdoğru imân varsa ve Hakk'ın rızası amaç olarak bulunuyorsa, gerçek ölçü ve değerini bulmuş olur. Hz. Peygamber'in (A.S.) akrabalık sevgisini korumaya çalışır­ken, önce onun temelini oluşturmaya çalışması kadar tabii ne olabilir. Çün­kü onlara yapılacak en büyük iyilik bu idi. Ne war ki Mekkeii'ler bu iyiliği takdir duygusundan yoksun bulunuyorlardı. O kadar ki Hakk'a davet edil­diklerinden dolayı Hz. Peygamber'le (A.S.) her türlü akrabalık ilgisini ke­sip Ona hasım olarak, baş düşmanları arasında yerlerini almışlardı. İl­gili âyetle iyiliğin gerçek değeri üzerinde durularak, akrabayı doğru yola çağırmanın buna misal teşkil ettiğine işaret ediliyor.

Buna karşılık Hz. Peygamber'e (A.S.) inanıp İslâm'a giren hısımları ise. Peygamberin (A.S.) şu hadîsleriyle övülrnektedir: «Canımı kudret elinde tu­tan Allah'a and olsun ki, adam sizi Allah ve Resulü için sevmedikçe kalbine imân girmez.» [37]

«Ey insanlar! Ben de ancak bir beşerim. Çok sürmez Rabbımın elçisi (ölüm meleği) gelir, ben de onun dâvetine icabet ederim. Doğrusu size (ma­nevî feyiz ve) ağırlığı olan iki önemli şey bırakıyorum: Birincisi, Allah'ın ki­tabıdır ki onda doğruluk ve nur vardır. Artık siz Allah'ın kitabına sımsıkı sa­rılın. Diğeri ise, Ehl-i Beytim'dir. Ehl-i Beytim hakkında size Allah'ı hatırla­tırım.» [38][39]

 

Hz. Peygamber'e (A.S.) İftira Edenler

 

«Yoksa (senin için) Allah'a karşı yalan uydur­du mu diyorlar?..»

Kur'ân'ın yüksek ifadesi, derin ve kapsamlı mânası, edebî kudreti kar­şısında şaşkına dönen inkarcı müşrikler, «Kur'ân Muhammed'in uydurup Allah'a nisbet ettiği düzme bir kitaptır» diyecek kadar akıl ve vicdanlarını yitirdiler. Çünkü kalpleri küfürle kılıflanmış, gerçeği anlayabilecek yetenek­leri dumura uğramıştır. Bu duruma bakarak onların yakışıksız sözlerine üzülmenin bir yararı yoktur; ama onları düştükleri cehalet çukurundan kur­tarmanın çarelerini düşünmenin ve ona göre hakkı tebliğ metoduyla hiz­mete koyulmanın sayılmayacak kadar faydaları vardır.

O bakımdan konumuzu oluşturan âyet teselli mahiyetinde indirilerek hakkın mutlaka başarıya erişeceği ve o günler gelinceye kadar mü'minlerin sabr-u sebat göstermeleri haber veriliyor..

«Allah dilerse senin kalbini mühürler. Allah kendi sözleriyle bâtılı yok eder; hakkı isbat edip ortaya koyar.» Ama O'nun muradı seni ortadan kal­dırmak veya onlara benzetmek, ya da kendi sözünü vasıtasız işlek duru­ma getirip üstün kılmak değildir. Böyle olsaydı peygamber göndermeye, ki­tap indirmeye gerek kalmaz, insanlara verilen cüz'ı irâde diye bir kavram ve kanun olmazdı. O bakımdan Cenâb-ı Hak, insanı belli bir plâna göre yaratmayı murad edince, onda iyilik ve kötülüğe eğilimli birtakım duygu­lar var kıldı; önünü aydınlatacak, gerçeği anlayabilecek bir de akıl ve idrâk yeteneği verdi. Sonra da aklına yol gösterecek veya ona ışık tutacak kitap indirdi ve peygamber göndererek bu konuda ona kendi irâdesini kullanma serbestisini tanıdı.

O halde insanoğlu mevcut yeteneklerini kitap ve sünnetle birleştirip sünnetullaha göre yolunu seçerse, Cenâb-ı Hak kendi kudretini izhar edip hakkı isbat ederek bâtılı ortadan giderir. [40]

 

Kur'ân Uydurma Bir Kitap Olsaydı Çoktan Silinip Unutulmuş Olurdu

 

Şüphesiz CenâbHakk'ın değişmeyen sünnetinden bîri de, geç de ol­sa bâtılı silip yok etmek, hakkı bütün açıklık ve berraklığıyla gün ışığına çı­kartıp üstün kılmaktır. Eğer Kur'ân bir insan tarafından hazırlanıp ortaya konmuş olsaydı, çoktan eskiyip bütün özelliğini ve tazeliğini kaybeder, sıradan kitaplar gibi bir köşeye atılıp unutulmaya mahkûm olurdu. Zira insan kaleminin ve kafasının mahsulü olan her eser, insan kadar kusurlu ve fâ­nidir; eskimeye ve unutulmaya mahkûmdur. Kur'ân ise bu genellemenin dışında her geçen asır özelliğini bütün tazeliğiyle korumakta; gerçeği bu­lup tesbit eden ilimle ters düşmemekte ve her konuda tasdîk edilegelmek-tedir. Çünkü CenâbHakk'in kudret kaleminin eseri olan bu kitap, kusur­suz ve hatasızdır. Mutlak surette hakkı yansıtmakta ve bâtılın elîm netice­lerini haber vermektedir. O bakımdan her geçen yıl onun cilâsı artmakta, kudreti daha iyi anlaşılmakta ve kapsadığı bütün konularıyla insan kudre­tini aşmaktadır.

Kur'ân'a nazire yazanlar, kitap te'lîf edip Allah'a nisbet edenler ve bu açıdan hareketle kendilerini peygamber olarak tanıtmaya çalışanlar çok geçmeden hüsrana uğramışlardır. Yazdıkları kitabın bir sürü tutarsız söz­ler, konular ve uydurma rivayetler yığını olduğu ortaya çıkmış ve paçav-ralaşıp bir kenara itilmeye mahkûm olmuştur.

Bu konuda kim ne düşünürse düşünsün, ne derse desin, sonuç Hakk'ın sözlerinin üstünlüğüyle noktalanır. Cenâb-i Hak kalp ve kafalarda dönüp dolaşan düşünce ve duygulan çok iyi bilir. O halde bilerek Hakk'a hizmet edip bâtılın şarlatanlığına fazla üzülmemek gerekir. Çünkü mutlu sonuç hakkındır. [41]

 

Bâtılı Terkedip Hakka Dönenler

 

«o  ki,  kulları­nın tevbesini kabul eder, kötülüklerini affeder ve neler işlediklerini bilir.»

Önceleri Peygamber'e (A.S.) ve Kur'ân'a karşı çıkanlardan ve Hz. Mu-hammed'e (A.S.) yalancı, iftiracı damgası vurmaya çalışanlardan bir kıs­mına hidâyet nasip olunca, hakka yönelip gönülden teslimiyet gösterdiler. İlâhî beyân gereği, onların dönüş ve tevbesi kabul edildi; daha önce inkâr ve zulümlerinden dolayı biriken günahları bağışlandı.

Şüphesiz böylesine bir kabul ve açık kapı, insanlardan yana rahmetin en parlak yanlarından biridir. Aynı zamanda onların doğru yolu seçip hidâ­yete erişmesi için bütün imkânların ortaya konduğunun bir başka şahidi­dir. Öyle ki, kırk elli yılını inkâr ve madde cenderesinde silik hale getirip verimsiz kılan kimse, gafletten uyanır da hakka yönelir ye son din İslâmi-yeti kendine din olarak seçerse, geçmiş bütün günahları temizlenir, anasından doğduğu gündeki gibi tertemiz olarak İslâmiyetin nuranî havasında yepyeni bir hayata başlamış olur.

İşte inkarcı her insan için bundan daha büyük müjde ve mutluluk dü­şünülebilir mi? İmân ve sâlih amel sonsuzluk gıdası, ebediyen mutlu yaşa­manın iksiridir. O bakımdan Cenâb-ı Hak kendini bu düzeye getiren mü'-min kullarının meşru isteklerini kabul buyurmakta ve kendi fazl-ü keremi­ni onlardan yana artırmaktadır. Yirmi altıncı âyetle bu müjde verilirken, mü'minlere büyük ümit kapılarının açık tutulduğuna işaret edilmekte ve in­san hayatının ancak imân ve sâlih amelle değer kazanabileceği kapalı şe­kilde anlatılmaktadır. [42]

 

Rızık Kaynaklarının Belli Bir Plâna Göre, Belli Bir Miktarda Yaratılması

 

«Eğer Allah, rızkı kullarına iyice genişletip bol bol verseydi, elbette azıp tuğyan ederlerdi. Fakat onu dilediği ölçüye göre indirir. Şüphesiz ki O, kul­larından haberlidir, görendir.»

Yirmi yedinci âyetle, çok önemli bir noktaya parmak basılmaktadır; öy­le ki ilim adamlarına ışık tutulmakta, temel bilgi verilmektedir.

CenâbHakk'ın ezelde hazırladığı plâna göre, insan sayısı önceden belirlenmiş ve dünyanın ömrü takdir edilip rızık kaynakları ona göre ayar­lanmıştır. Sonsuz, sınırsız tükenmez kaynaklar var kılınmamıştır. Zira dün­yanın ömrü sonsuz ve sınırsız değildir. Aynı zamanda bunun iki dikkate de­ğer hikmeti söz konusudur: Birincisi, ihtiyaç fazlası nîmetin azgınlık, sa­vurganlık ve ahlâksızlığa yol açmasıdır. İkincisi, çalışma, didinme ve reka­bet azminin ortadan kalkması, hayatın canlılığını bir bakıma yitirmesidir.

Kur'ân bütün bu sakıneah sonuçları «bağıy» kavramıyla özetlemekte ve konu üzerinde iyice düşünmemizi ilham etmektedir. Bağıy: Azgınlık, ah­lâksızlık, haksızlık, haddini bilmezlik, meşru sınırlan aşmak, zulmetmek, gi­bi mânalara delâlet eder. Şüphesiz, azgınlık düzensizlik doğurur. Ahlâksız­lık fitne ve bozgunculuğa neden olur. Haksızlık, güvensizlik ve huzursuzlu­ğa yol açar; güçlü güçsüzü ezip dengesizlik ve düzensizliği doğurur. Aşırı­lık, sınırsız hürriyet arzusuna sebep olur ve böylece hürriyetlere tecavüz revaç bulur.

O nedenle insanı yaratan Cenâb-ı Hak, onun hangi ortamda neler ya­pacağını çok iyi bildiğinden, hayat plânını ona göre hazırlamıştır. Denizlerdeki nimetler de dahil, bütün kaynaklar sınırlıdır. İnsanlar yaşayabilmek için hem bu kaynaklan işlemek ve işletmek, hem de bilerek ölçülü şekilde kullanmak zorundadır.

Böylece «neden bol ve tükenmez nimetler verilmemiştir?» sorusu ce­vaplanmış oluyor. Başka ülkelerin kaynaklarını sömürüp ekonomik yönden çok güçlü duruma gelen İngiltere, Fransa ve Almanya'da azgınlık ve ah­lâksızlık her geçen gün artmakta, maddî refah genç kuşakları tatmin ede­memektedir. Bu sebeple intihar olayları artmakta, homoseksüeller çoğal­makta, uyuşturucu ibtilâsı yaygınlaşmakta, aile yuvası ciddi sarsıntılara maruz kalmaktadır. O kadar ki devlet lûtiliği yasallaştırmakta ve ahlâksız­lığın önünde dize gelmektedir. [43]

 

Yağmuru Da İhtiyaç Nisbetinde İndirir

 

(kulları) umutlarını kestikten sonra yağmur indirir de rahmetini yayar. (Ger­çek) dost ve yardımcı O'dur, övülmeğe de lâyık O'd ur.»

İlk bakışta konuyla alâkalı başlık kapalı gibi gelir. Zira aşırı kuraklığa maruz kalan bölgeler ve kesimler vardır. Oysa Cenâb-ı Hak bu rahmetini de dengeli, düzenli ve ihtiyaç oranında indirmeyi plânlamış ve öylece uygu­lamaya koymuştur. Zaten yağmuru oluşturan faktörler incelendiğinde bu plân rahatlıkla anlaşılır. Ne var ki insanların bilgisizce müdahalesiyle, fak­törlerden bir kısmını mefluç hale sokması dengeyi bozmaktadır.

İlâhî denge ve düzen kanunu gereği, yağmuru daha çok ormanı, ağacı çok olan bölgeler kendine doğru çeker. O sebeple yeryüzü insanların ya­şamasına elverişli duruma getirildiğinde dağlar, denizler, ırmaklar ve or­manlar ona göre yaratılıp düzenlenmiş; yerleşim yerlerini seçme işi ve kay­naklardan yararlanma becerisi insanların irâdesine bırakılmıştır. Resûfül-lah (A.S.) Efendimiz bu inceliği dikkate alarak ümmetine şöyle tavsiyede bulunarak yol göstermiştir: «Elinizde bîr fidan bulunur ve kıyamet de kop­mak üzere ise, hemen dikme imkânınız varsa, dikiniz.» [44]

Denizleri kirletip ölü deniz haline getiren; ormanları yok edip bölgeyi çöl haline sokan biz insanlar değil miyiz? Bilgisizce yararlanmaya yönel­memiz birtakım dengesizlikler doğurmakta, kaynakları kısırlaştırıp açlığa, kuraklığa, sefalete neden olmaktayız. Şüphesiz kusur, ilâhî plânda değil, bi­zim tutum ve aniaytşımızdadır.

«Yağmur indirir ve rahmetini yayar» sözü, O'nun denge ve düzenle il­gili kanunlarını hatırlatmaktadır. «Gerçek dost ve yardımcı ve övülmeğe lâyık O'dur.» Çünkü kullarının ihtiyacını karşılar ölçüde kaynak vücuda getiren ve bunu denge kanununa bağladıktan sonra insan aklına ışık tut­mak için kitap indiren ve yol göstermek için peygamber gönderen de O'dur. [45]

 

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, sâlih âmellerde bulunan mü'minler müjdelendi; inkarcı maddeciler de uyarıldı. Hz. Muhammed'in (A.S.) görevinin sınırı belirlenerek ümmetine en sağlam kıstas verildi. Sonra da rızık konusuna değinilerek, bu hususta ilâhî denge ve düzen kanununa işarette bulunuldu,

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın varlığına delâlet eden iki önemli belgeye yer veriliyor. Başa gelen musibetin insanın kendisinden kaynaklandığı ha­tırlatılarak, Allah'ın kimseye haksızlık etmiyeceği dolaylı şekilde anlatılıyor. Sonra da Allah'a acizliğin nisbet edilemiyeceğine değiniliyor ve arkasından deniz, gemi ve rüzgâr nîmetine atıfta bulunularak aydınlatıcı bilgiler veri­liyor. [46]

 

Meali:

 

29— O'nun varlığına (delâlet eden) belgelerden biri de, göklerin üe yerin yaratılması ve ikisinde serpiştirip yaydığı canlılardır. O'nun, dilediği zaman onları toplayıp biraraya getirmeğe gücü ve kudreti yeter.               '•''

30— Başınıza gelen her musibet, ellerinizle işleyip kazandığınız (gü­nah ve kötülükler) yüzündendir. (Bununla beraber) çoğunu affeder.

31—  Siz yeryüzünde (Allah'ı) âciz bırakacak (güçte) değilsiniz. Sizin için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.

32—  O'nun (varlığına, birliğine delâlet eden) belgelerden biri de, de­nizde dağlar gibi yüzen gemilerdir.

33—  Dilerse rüzgârı durdurur da (yelkenli olanları) su üstünde dura-kalırlar. Şüphesiz ki bunda, çokça sabreden, çokça şükreden kimse için deliller, belgeler vardır.

34—  Veya o (gemilerdekileri) işledikleri (günah ve vebal) yüzünden (gemiyi batırarak) yok eder; çoğunu da affeder.

35—  Hem âyetlerimiz hakkında tartışıp   idd.ialaşanlar,   kendileri için kaçacak yer bulunmadığını bilsinler,.

 

İlgili Hadîsler

 

Hz. Ali (R.A.) kendi arkadaşlarına şöyle diyor: «Peygamber (A.S.) Efen­dimizin, Allah'ın kitabında en üstün âyet hakkında bize verdiği haberi size anlatayım mı? Allah'ın kitabında en üstün âyet: «Başınıza gelen her mu­sibet, ellerinizin işleyip kazandığınız (günah ve kötülükler) yüzündendir. (Bununla beraber Allah) çoğunu affeder» âyetidir. Peygamberimiz (A.S.) ba­ha: «Ya Ali! Bunu sana açıklamak istiyorum Dünyada başınıza gelen bir hastalık, bir ceza, bir kötü sonuç, bir belâ, ellerinizin işleyip kazandığı se­bebiyledir. Allah ise, bunun ikinci defa cezasını Âhiret'te vermekten daha halîm ve daha şefkatlidir. Allah dünyada bir şeyi (günah ve kusuru) affet-

tikten sonra dönüp onu cezalandırmaktan çok daha kerem sahibidir.» [47]

«Mü'mine dokunup eziyet veren herhangi bir şeye karşılık Allah mut­laka onun günahlarını bağışlayıp temizler.»[48]

«Muhammed'in canını kudret elinde tutan zata and olsun ki, (insana eziyet veren) budağın bir çizintisi, damardan birinin seğrimesi ayağın kay­ması bir günah sebebiyledir, Allah'ın ondan dolayı (kulunu) affetmesi ise daha çoktur.» [49]

«Mü'mine batan bir diken sebebiyle Allah mutlaka onun bir derecesi­ni yükseltir ve bir hatâsını düşürür.» [50][51]

 

Allah'ın Yüksek Kudretinin Belgesi

 

«O'nun varlığına (delâlet eden) belgelerden biri de, gökleri ve yeri yaratması ve ikisinde serpiştirip yaydığı canlılardır. O'nun, dilediği zaman onları toplayıp biraraya getirmeye gücü ve kudreti yeter.»

İnkâr ve imânın; iyi-yararli amellerin, imân ve irfandan uzak işlerin na­sıl bir sonuç vereceği belirtildikten; tevbe kapısının devamlı açık tutulduğu, dönüş yapanların, hakkı seçenlerin bağışlanacağı açıklandıktan sonra, Al­lah'ın kudretine delâlet eden belgeler sıralanıyor:

1—  Göklerin ve yerin yaratılmasında mükemmel bir plânın mevcudi­yeti,

2—  Göklere ve yere serpiştinlen canlı varlıkların dağılımı,

3—  Bu canlı varlıkların, Cenâb-ı Hak dilediği zaman biraraya getiril­me durumu,

4—  Denizde dağlar misali yüzen gemilerin belli kanunlarla su üstün­de hareketi..

Göklerin ve yerin yaratılma olayı, çok mükemmel bir plânın ve şaşma ihtimali olmayan fiziksel kanunların mevcudiyetini; aynı zamanda o plânı hazırlayan mutlak bir kudretin hâkimiyetini hatırlatmaktadır. Gerek kâinat kendi bütünlüğü içinde, gerekse onda yer alan parça ve sistemlerden her biri ayrı ayrı incelendiğinde, kusursuz bir denge ve düzenin var olduğu an­laşılır. Şüphesiz bunlar, kâinatın hem öncesiz olmadığını, hem de tesadüf­lerle oluşmadığını isbatlamaktadır.

Göklere ve yere serpiştirilen canlılar:

«Dabbe» kelimesi, hafif yürüyen, hareket eden, debelenip hayat belir­tisi gösteren her canlı hakkında kullanılan bir kavramdır. Kur'ân'in dört ay­rı yerinde bu kavrama yer verildiğini görüyoruz. Nahl ve Şûra sûrelerinde bu, göklere ve yere serpiştirilen canlılar anlamında yer almaktadır. O ba­kımdan ilim adamları bu iki âyeti farklı şekilde yorumlamışlardır:

a)  Göklerde ve yerde yüzükoyun hareket eden canlılar vardır.

b)  Âyetteki anlatımda «tağlîb kaidesi» söz konusudur. Şöyle ki: Yer­yüzünde insan ve hayvanlar; göklerde ise melekler hareket halinde olup ya­şamaktadırlar. Ancak hepsine birden tağlîb yoluyla  «dabbe» denilmiştir. Zira Araplar arasında bu kaide çok yaygındır. Mesela güneş ile ay'ı bir-arada andıkları zaman çoğu kere «şems ve kamer» demezler de «kame-reyn» veya «kameran» derler.

O halde bilimsel araştırmalar sonucu gezegen veya başka bir sistem­de, ya da yıldızda canlı varlıklara rastlanır veya böyle bir tesbit yapılırsa, birincilerin yorumunun isabetli olduğu; rastlanmadığı takdirde ikincilerin yorumunun isabetli olduğu ortaya çıkmış olur.

Ancak şu hususu belirtelim ki, Allah'ın varlığına, birliğine delâlet eden her belge beraberinde iki yarar taşımaktadır: Birincisi, Allah'ın kudret dam­gasını yansıtması; ikincisi insandan yana bir hizmet vermesi şeklindedir. O bakımdan teknik imkânların gelişmesi ve ilmî araştırmaların hızlanması neticesinde mevcut gezegenlerden birinde veya başka bir sistemde bir­takım canlı varlıklar tesbit edilirse, bu oranın hayat şartlarına göre yara­tılan bir kudret harikası sayılır ve bütünüyle ilâhî varlığın damgasını yan­sıtarak CenâbHakk'ın nelere kadir olduğunu gösterir.

Ne var ki, günümüze kadar güneş .ailesinde yer alan gezegenler üze­rinde Viking I, Viking II, Viking ili ile yapılan araştırmalar, onlarda hayat belirtisi bulunmadığını göstermiştir.

İnsan denilen canlıya gelince : O sadece dünya denilen yerkürede var­dır. Başka bir gezegen veya sistemde olması düşünülemez. Nitekim Rah­man Sûresi 10. âyette bu husus gayet acık şekilde ifade edilmektedir.

Göklerde ve yerde bulunan canlıların biraraya getirilmesi:

İlgili 29. âyetle, göklerle yere serpiştirilen dabbeyi, Allah'ın dilediği zaman biraraya getireceği belirtilmektedir. Bu da iki ayrı yorum istemekte­dir. Şöyle ki :

a)  Kıyamet gününde Cenâb-ı Hak bütün canlıları diriltip  biraraya ge­tirecek ve böylece melekler, insanlar, cinler ve hayvanlar mahşer alanın­da yerlerini alacaklar.

b)  Göklerde, yani bazı gezegen veya sistemlerde «dabbe» denilen can­lı varlıklar bulunuyorsa, o gezegen veya sisteme ulaşılması ve orada yaşa­yan canlılardan birkaç tane alınıp dünyaya getirilmesi veya dünyadan bazı hayvanların o gezegen veya sisteme gönderilmek suretiyle onların birara­ya getirilmesi söz konusudur. Ancak birinci yorum, siyak ve sibak itibariyle daha isabetlidir.

Denizlerde dağlar misali yüzen gemiler:

Bu anlatım, üc önemli hususu yansıtmaktadır;

1—  İslâm'dan önceki asırlarda da çok büyük yelkenli gemiler inşa edilmiştir. O bakımdan bu, araştırmaya, değer bir konu olarak önümüzde bulunuyor. Zira eski çağlarda vücut bulan sanat ve medeniyetin ölçüsünü, gemilerin kalıntılarında da görmek mümkün olur. O halde batık gemileri araştırıp tesbit etmekte birtakım yararlar vardır.

2—  Daha büyük gemilerin, doğ misali araçların imal edildiğine işaret ediliyor. Nitekim Nuh Peygamber'in ilâhî gözetim altında yaptığı geminin hayli büyük olduğu kesindir. Ayrıca M,Ö. X.^yy'da Süleyman Peygamber'in (A.S.) büyük çapta yelkenli gemiler inşa ettirip deniz filoları meydana ge­tirdiğini hem Tevrat, hem de Kur'ân-ı Kerîm haber vermektedir.

3— Ayrıca suyun cisimleri kaldırma özelliğine atıf yapılarak gemilerin de belli fiziksel kanunlara göre imal edilmesi hatırlatılmakta ve insana böy­le yeteneklerin verildiğine dikkatler çekilmektedir.

İşte bütün bu akla ışık tutan belgelerde çok sabreden, çok şükreden kimseler için deliller ve öğütler vardır.

Anlaşıldığı gibi, Kur'ân, belgeler üzerinde başarılı araştırma ve ince­leme yapılabilmesi için özellikle iki şeye ihtiyaç bulunduğunu belirtmekte­dir: Cokca sabır, çokça şükür.. Zira sabırlı çalışma, ilmin desteği, başarının anahtarıdır. Şükür ise, iaad edilen, keşfedilen her şeyde ilâhî damgayı gö­rüp kuvvet ve kudreti O'na çevirmektir. O halde bilimsel araştırmayı sabır­la sürdürmeyen ilim adamı başarılı olamaz. Elde ettiği başarılı sonucu ken­di nefsine irca' eden ilim adamı ise nankörlükten kurtulamaz. [52]

 

İlâhî Âyetler Üzerinde Maksatlı Tartışmalar

 

«Hem âyetlerimiz hakkında tartı­şıp iddialaşanlar, kendileri için kaçacak yer bulunmadığını bilsinler.»

Bilindiği gibi, ilmin yolu ve hareket çizgisi ikidir: Gözlem ve deney. Ne var ki, gerçeği bulmakta, hakkı dosdoğru anlamakta bu iki yol yeterli de­ğildir. Buna bir misal verelim : Canlıların kimyasal yapısı incelenirken göz­lem ve deneyle, organizmaların altı esas bileşimden meydana geldiği görü­lür: Su, karbon hidratlar, yağlar, adenosin fosfatlar, proteinler ve asitler. İlim, bu altı esası biraraya getirdiğinde ona canlılık vasfı veremiyor ve bu noktada birtakım varsayımlarla konuyu geçiştirmek istiyor. Oysa sözünü ettiğimiz altı esas bileşimi farklı biçimlerde oluşturup ona canlılık veren çok yüksek bir kimyacı söz konusudur. Bunu kabul etmiyenlere gelince ; Bir elektronik cihazı meydana getiren unsurları inceleyip tesbit ettikten sonra, onun plân ve projesini hazırlayıp imaiata geçen teknik elemanı in­kâra benzer. Aynı zamanda o cihazı harekete geçiren bir de elektrik akımı söz konusudur.

İlgili âyetle bu hususa parmak basılıp, «Âyetlerimiz hakkında tartışıp iddialaşanlar, kendileri için kaçacak yer bulunmadığını bilsinler» buyurula­ra k gereken uyarı yapılıyor.

Evet, inkâr ister kevnî âyetlere, isterse Kur'ân âyetlerine yönelik bu­lunsun; inkarcı, gözlem ve deneyleriyle unsurların (elementlerin) bileşimini ortaya çıkartmış, ama ona canlılık vasfı verememiştir. Böylece hem bileşim­leri oluşturup onlara canlılık vasfı veren kudreti bilememiş, hem de kendi kafasında meydana gelen sorulara doğru bir cevap bulamamıştır. [53]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Allah'ın varlığına delâlet eden birkaç belgeye yer verildi. Kişiye dokunan musibet ve kötülüğün kendi nefsinden kaynaklan­dığına değinilerek CenâbHakk'ın mutlak anlamda âdil olduğuna işaret edildi. Sonra da dikkatler gemi ve denize çekilerek yönlendirici bilgi verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, dünyada verilen nimetlerin birer geçimlikten iba­ret olduğu, asıl kalıcı olan nimetlerin Âhiret Âlemi'nde hazırlandığı hatır­latılıyor. Arkasından bu idrâk içinde olan mü'minlerin on kadar sıfatı ko­nu edilerek sağlam kıstas veriliyor. Kötülüğe karşı kötülükten ziyade affe­dici bir davranış içinde olmanın fazîlet olduğu belirtilerek bu konularda sa­bırlı olmanın önemi üzerinde duruluyor. [54]

 

Meali

 

36—  Size verilen herhangi bir şey, dünya hayatının kısa süreli bir ge­çimidir. Allah yanındaki ise, daha hayırlı ve devamlıdır. (Bu da) imân edip Rablarına güvenip dayananlar;

37—  Günahın büyüklerinden ve hayâsızlıklardan kaçınanlar; öfkelen­dikleri zaman bağışlayanlar;

38—  Rablarının çağrısına olumlu cevap verenler; namazı dosdoğru kı­lanlar; işlerini kendi aralarında danışma ile çözenler; kendilerine rızık olarak verdiklerimizden (Allah için) harcayanlar;

39—  Zulme, hakları tecâvüze uğradıkları zaman, yardımlaşıp kendi­lerini savunanlar içindir.

40—  Bir kötülüğün cezası, misliyle kötülüktür. Artık kim affeder de barıştan yana olursa, onun mükâfatı Allah'a aittir. Çünkü Allah elbette zâ­limleri sevmez.

41—  Kim de haksızlığa uğradıktan sonra sadece hakkını alırsa, işte onlar aleyhine bir yol yoktur.

42—  Ancak insanlara zulmedip yeryüzünde haksız yere yolsuzlukta bulunup haklara tecâvüz edenler aleyhine yol vardır. İşte onlara elem ve­rici bir azap vardır.

43—  Ve kim de sabredip bağışlarsa, şüphesiz ki bu, azmedîlmeğe lâ­yık umurdandır.

 

İlgili Hadîsler

 

«Kim kendine haksızlıkta bulunana beddua ederse, (bir bakıma) hak­kını almış olur.» [55]

«Sizin âmirleriniz hayırlılarınız, zenginleriniz cömertleriniz olur; işleri­niz de kendi aranızda meşveret île çözülürse, yerin üstü sizin için yerin al­tından hayırlıdır. Âmirleriniz şerirleriniz, zenginleriniz de cimrileriniz olur; işleriniz kadınların görüşüne havale edilirse, yerin altı sizin için yerin üs­tünden hayırlıdır.» [56]

İbn Abbas (R.A.) diyor ki: «Müşriklerden bir adam, Ebû Bekir Sıddîk'a dil uzatıp sövdü. Ebû Bekir (R.A.) ona hiç karşılık vermeyip sustu. O sebep­le 37. âyet indi.» [57][58]

 

Dünya Geçimliği

 

<{S'ze verilen herhangi bir şey, dünya hayatının kısa süreli bir geçimidir.,»

Kur'ân-i Kerîm'de sık sık dünya geçimliğinin geçici olduğu, asıl kalıcı olan nîmetlerîn Allah'ın yanında, Âhiret Âlemı'nde hazırlandığı haber veri­lerek, dünya ile âhiret arasında sağlam bir köprü kurulması ve iki hayat arasında denge sağlanması tavsiye ediliyor. 36. âyetle bu konu çok kısa, fa­kat anlamlı şekilde açıklanmaktadır. Öyle ki, her insan şu dünyaya çıplak olarak gözlerini açar ve birkaç metrelik kefene sarılıp ayrılır. Doğumla ölüm arasında elde edilen her nîmet, dünya hayatını devam ettirmeye, ya­ni bir süre yaşamamıza medar olmaya yönelik bir anlam taşır. Helâlından elde edilip meşru ölçülere göre harcanır ve Allah rızası doğrultusunda muh­taçlara sarfedilirse, âhiret hayatını mutluluğa çevirmeye yardımcı olur. Ge­risini arkamızda bırakıp gitmek zorundayız. [59]

 

Mü'minlerin Bazı Vasıfları Ve Onlar İçin Hazırlanan Mükâfatlar

 

«AIIah yanındaki ise, daha hayırlı ve devamlıdır. (Bu da) İmân edip Rablarına güvenip dayananlar......

içindir.»

Dünya hayatından amaç ve hikmetin ne olduğunu anlayıp kendini Al­lah'a vermek suretiyle dünya ile âhiret arasında kopmaz bağlar vücuda ge­tiren gerçek mü'minlerin on kadar önemli özelliğinden söz edilmektedir. Şüphesiz bu özellikler hem ferdin, hem de aile ve toplumun günlük yaşa­yışını fazilet ve hakseverlik düzeyinde, ibâdetin ferahlatıcı havası içinde tanzim eder; aynı zamanda ömrü Allah'ın rızası doğrultusunda amacına eriştirir.

İlgili 37, 38, 39. âyetlerle sözü edilen özellikler şöyle sıralanmaktadır:

1—  Dosdoğru imân etmişlerdir.

2—  Tedbirle birlikte şartsız olarak Allah'a güvenip dayanırlar.

3—  Büyük günahlardan sakınırlar.

4—  Hayasızlığın her çeşidinden /uzaklaşırlar.

5—  (Haksızlıkta bulunan birine) öfkelendikleri zaman, bağışlamasını bilirler.

6—  Her hâl-ü kârda Rablarının Kur'ân ile yaptığı çağrıya olumlu ce­vap verirler.

7—  Namazı vaktinde kılarlar..

8—  İşlerini  kendi aralarında  birbirlerine danışarak,  istişarede  bulu­narak cözerler.

9—  Allah'ın verdiği rızıktan yine Allah rızasını umarak harcarlar.

10— Zulme maruz kalıp, hakları tecavüze uğradığı zaman, haklarını al­mak için yardımlaşıp kendilerini hem savunurlar, hem de gerekirse misliyle karşılık verirler.

Sıralanan on sıfat Veya özellik arasında zincirleme bir bağ mevcuttur ki, biri diğerini tamamlamakta, amacına ulaştırıp sağlam esasa dayandır­maktadır. Öyle ki :

f İmân, Allah'a güvenip dayanmanın kaynağı ve en kuvvetli dayanağıdır. Allah'a güvenip dayanmak ise, insanı günahlardan, hayasızlıklardan alı­koyup disiplin altına alır. Nefsine hâkim olan kimse öfkesini yenebilir. Bü­tün bu özelliklere sahip olan kimse günde mutlaka beş defa Allah'ın huzu­runda durup kulluğunu isbat eder; namazı gözünün aydınlığı bilip cemaat­le kaynaşıp bütünleşir, Bu çizgiye gelince de, hem kendi yararlarını, hem de İslâm'ın ve ülkenin menfaatlerini hesaba katarak önemli işlerini, şûra oluşturarak kendi aralarında istişareyle cözerler. Toplum bünyesinde sos­yal adaleti ayakta tutmak için, malî ibâdetlerini de ihmal etmezler. Kendi­lerine bir haksızlık yapılınca, kardeşlik bağlarının gevşememesi için gere­kirse affetme yolunu seçerler ve birbirlerine yardımcı olurlar.

İşte İslâm'ın, mü'minlerden yana her iki hayatlarında başarılı olabil­meleri için çizdiği plânın, hazırladığı programın ana hatlarından bir kısmı bunlardır. Ferdi önce Allah'a ve dine, sonra da Allah'a imân eden topluma bağlamakta; ruhları terbiye edip nefsin aşırılıklarını durdurmakta ve böy­lece insanı olgunlaştırarak ülkeye kazandırmaktadır,

Diyebiliriz ki bütün bu vasıf ve özelliklen sistemleştirip eğitim ve öğre­timin müfredatını ona göre hazırlayan İslâmiyet kadar başarılı başka bir sistem yoktur. [60]

 

İslâm'da Şûrâ

 

«İşlorini kendi aralarında danışma ile çözenler..»

Şûra : Kelime olarak masdardır; daha çok meşveret ve teşavür ma­nasına gelir ki bu, Türkçe'de «danışma» ve «birbirine danışma» şeklinde ifade edilebilir.

Dünya ve âhiretle ilgili önemli işleri bilen söz sahibi kişilerin bir araya gelerek görüşlerini, ictihâd ve bilgilerini ortaya koymaları, bir bakıma da­nışma meclisi oluşturmaları, şûra'nın temelini oluşturur.

Şûra, kök mana olarak, arıdan bal almaya delâlet eder. Böylece kök mânâsı ile ıstılahı mânası arasında nefîs bir bağlantı söz konusudur. Arı­nın birçok çiçeklerden emerek topladığı balda şifâ ve rahmet bulunduğu gibi, umur bilir mü'minlerden sözsâhibi olanların oluşturduğu danışma mec­lisine baş vurup onların görüş ve içtihadını almakta da, önemli konuları çözme babında şifâ ve rahmet mevcuttur.

Kur'ân-ı Kerîm, şûra'nın lüzumuna daha çok şu üç hususu misâl ver­mektedir :

1—  Malî ibâdet, ekonomik meseleler ve toplumun zayıf tabakasını güç­lendirmede;

2—  Aile, toplum ve ülkeye yönelen bir haksızlık ve saldırıyı savma, giderme ve dayanışma ile yardımlaşmanın şekil ve muhtevasını konuşup ortaya çıkarmada;

3—  Bir mesele birden fazla kişiyi ilgilendiriyor veya doğrudan toplum ve ülkenin yüksek menfaatiyle alâkalıysa, âdil ve faydalı bir çözüm arayıp bulmada şûra son derece gereklidir.

Böylece İslâm'da şûra'nın yeri ve önemi ana hatlarıyla ortaya çıkmış oluyor. Cenâb-ı Hak, işlerini meşveret ile çözenleri, meselelerini birbirleri­nin görüşlerini alarak sonuca ve hükme bağlayanları övmekte ve İslâm ümmeti için bunun lüzumuna işarette bulunmaktadır.

İslâm tarihinde şûrâ'nm yeri ve başlangıcı:

İlk şûrâ'yı kurup dünya işlerinde, özellikle savaş ve benzeri konularda istişareye gerek gören, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz olmuştur. Çünkü O, Kur'ân'ın emir ve tavsiyelerinin uygulayıcısı ve ümmetinin en büyük reh­beri idi. Dinî ahkâmla ilgili konularda istişarede bulunmazdı. Zira o hüküm­ler Allah'tan iner ve ona göre amel edilirdi. Kimsenin fikir beyân etmesine mesağ yoktu.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'den sonra hayatta kalan Ashab-ı Kiram da şûrâ'ya lâyık olduğu önemi verilişlerdir. Sadece dünya işlerinde değil, di­nî ahkâm konusunda bir tereddüt ortaya çıkınca birbirleriyle istişarede bu­lunmak suretîyle çözüm aramışlardır. Ashabın ilk kurduğu şûra, hilâfet meselesi hakkında olmuştur. Zira Peygamber (A.S.) bu hususta belli bir şahsın ismi üzerinde durmamış ve kesin bir açıklamada bulunmamış; du­rumu Müslümanların kendi aralarında meşveret ile çözmelerine bırakmış­tır. Nitekim Ebû Bekir Sıddîk (R.A.)ın halîfe seçilmesi bunun ilk adımı sayılir. İkinci adımı ise, Hz. Peygamber'in (A.S.) vefatından sonra irtidad eden Arap kabileleri hakkında nasıl bir hüküm uygulanması gerektiğini belirle­mek için şûrâ'ya ihtiyaç duyulmasıyla ortaya çıkmıştır. Ashabın ileri gelenlerinin görüşleri belirlendikten sonra Ebû Bekir Sıddîk'in  re'yi tasvip görmüş ve ona göre hareket edilmiştir. Üçüncü olarak da dedenin mîrasçı olup olmayacağı hakkında tereddütler ortaya çıkmış ve o bakımdan şûra oluşturulup mesele gözden geçirilerek tereddütler giderilmeye çalışılmış­tır. Dördüncü olarak, içki içene verilecek ceza  (had) hakkında tereddüt edilmiş ve şûraya lüzum görülmüştür. Beşinci olarak da Hz. Ömer'in (R.A.) vefat edeeeği sırada kendi yerine geçecek halîfenin, aşağıda isimleri belir­tilen altı kişilik şûra marifetiyle seçilmesini vasiyet etmesidir ki o zatlar: Osman, Ali, Talha, Zübeyir, Sa'd ve Abdurrahman b. Avf'dır. Allah hepsin­den razı olsun.

Şüphesiz bu misalleri çoğaltmak mümkündür, ama fazlasına gerek görmüyoruz. Çünkü CenâbHakk'ın tavsiyesi ve Resûlüllah {A.S.) Efendi-miz'in sünneti yeterli delil olarak önümüzde bulunuyor. [61]

 

Kötülüğün Cezası,  Misliyle Karşilik Vermektir

 

«Bir kötülüğün cezası, misliyle kötülüktür. Ar­tık kim affeder de barıştan yana olursa, onun mükâfatı Allah'a aittir. Çün­kü Allah elbette zâlimleri sevmez.»

Kötülük, biri şahısla, diğeri kamuyla ilgilidir; yani biri sadeee bir şah­sı, diğeri umumu rencide eder, Cenâb-ı Hak, karşısındaki adamın fiilî veya sözlü tahrikiyle öfkelenen kimsenin karşılık vermeyip onu affetmesini tav­siye ederken; «Kötülüğün cezası misliyle kötülüktür» buyurarak, karşılık vermenin eâiz olduğunu bildirmektedir.

Ancak her konuda kötülüğe misliyle karşılık vermek doğru değildir. Meselâ kendisine zina suçu isnat edilen kimse, suçlayana aynı şeyi isnat edemez, Kendisine iftirada bulunana iftira ile karşılık veremez. Sonuç ola­rak bu mesele İslâm Hukuku'riun bütünlüğü içinde incelenince, hangi kö­tülüğe misliyle karşılık vermenin caiz olup olmadığı rahatlıkla anlaşılır. Âyetteki hükümle, ceza hukukunda genel bir kaide yansıtılmakta ve bunun her zaman istisnaları olabileceğine işaret edilmektedir. Böylece ister fer­de, ister topluma karşı işlenen bir kötülüğü cezalandırmak için şu üç şar­tın söz konusu olduğu neticesi ortaya çıkmaktadır:

1—  Verilecek cezanın işlenen suça eşit bir anlam ve ölçüde olması,

2—  Cezanın yetkili organa bırakılması,

3— Verileoek cezanın suçluyu te'dîp edip etmiyeceğinin dikkate alın­ması.

Bu üçüncü şartı bir misâl ile açıklayalım: Ahlâksızın biri, yoldan geç­mekte olan suçsuz bir adama pişmedik yumurta atarak üstünü başını kir­letir ve bu sebeple kendisine misli yapılınca hoşuna gider de onu bir eğ­lence sayarsa, misli ceza yerini bulmamış olur.

Bununla beraber kim de kendisine yapılan kötülüğe karşılık vermeyip suçluyu affeder de barıştan yana kapıyı açık tutarsa, onun mükâfatı Al­lah'a aittir. Çünkü Cenâb-ı Hak elbette ki zâlimleri sevmez.

Kim de uğradığı haksızlıktan dolayı, yetkili organ vasıtasıyla misliyle karşılık verirse, artık onun aleyhine bir hüküm söz konusu değildir. Mislini aşmadıkça bu böyledir.

Topluma karşı işlenen suça gelince, suçluyu cezalandırmak elbette ki hayırlıdır. Zira ortada fert yok, toplum vardır ve toplumu rahatsız etmek, onu suçlamak, ona karşı kötülükte bulunmak, cezasız kaldığı takdirde, oto-kontrol kalmaz, toplumun güveni sarsılır ve ahlâksız mütecavizler de cesa­ret bulur.

Ferde yapılan kötülük, ona karşı işlenen suç, affedildiği takdirde onu işleyenin ıslâh-ı nefs etmesini sağlar veya başka kötülüklerde bulunması­nı önlerse, elbette affetmek hayırlıdır. Cesaret ve ahlâksızlığını artırırsa, misliyle karşılık vermek daha hayırlıdır. [62][63]

 

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, dünya nîmetiyle âhiretin kalıcı nîmetleri arasın­daki farka değinildi. Her iki hayat için çalışıp ikinci hayatı için ciddi hazır­lık yapan mü'minlerin on kadar sıfatına yer verilerek yönlendirici ölçüler sergilendi. Kötülük yapana, birtakım şartlan dikkate alarak misliyle kar­şılık vermeyip affetmenin hayırlı olacağına işaretle, bunun manevî mükâ­fatına dikkatler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle, ilâhî sünnete ters düşüp sapıtan zâlimlerin duya­cağı pişmanlık konu ediliyor ve öylelerinin hem kendilerini, hem aile fert­lerini ve cevrelerinderfbazı kişileri hüsrana uğrattıkları hatırlatılarak, sa­pıklara uymanın hüsrandan başka bir sonuç doğurmayacağına atıf yapılı­yor. [64]

 

Meali:

 

44—  Allah kimi sapıklıkta bırakırsa, artık onun bundan sonra hiçbir dostu, sahibi bulunmaz. Azabı gördükleri zaman o zâlimleri bir görsen! «Geri dönmeğe bir yol yok mudur?» derler.

45—  Onları, alçaklık ve aşağılıktan korktukları halde Cehennem aza­bına getirildiklerini ve göz ucuyla ona baktıklarını görürsün. İmân edenler ise, şöyle derler: «Şüphesiz ki hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem ken­dilerini, hem ailelerini ziyana sürükleyenlerdir. Haberiniz olsun ki, zâlimler şüphesiz devamlı azap içindedirler.

46— Onlara Allah'tan başka yardım edecek dostlar, sahip çıkanlar da bulunmaz. Allah, kimi saptırırsa, onun için bir yol da yoktur.

 

Allah Kimi Saptırırsa, Onun Dostu Ve Yardımcısı Bulunmaz

 

«Allah kimi sapıklıkta bırakırsa, artık onun bundan sonra hiçbir dostu ve sahibi bulunmaz.»

Allah'ın saptırması, koyduğu sünnete uymamak, gönderdiği peygam­beri tanımamak ve hayat dizginini nefis ve İblîs'in eline teslim etmek sure­tiyle, doğru yoldan ayrılmakla gerçekleşir. Böylece kişinin O'nun koyduğu hayat düzenine arka dönmesiyle bir sonuç meydana gelir de haktan sapmasına sebep olur. O halde sapıtan kulun kendisidir, yani onun cüz'i iradesiyle vücut bulmuş ve öylece ilâhî nizama ters düşmüştür. Sapıtma olayının Allah'a nisbeti, sapıtan kişinin sünnetullaha uymamasıyla yorum­lanır,

İşte kendi iradesiyle kendini sapıklık çizgisine getiren kimse ilk toka- sünnetullahtan yer ve artık onu kurtaran bir kimse bulunmaz. Meğer ki, Cenâb-ı Hak ona hidâyet kapısını aça.. [65]

 

Zâlimler Aleyhine Âhiretten Bir Tablo

 

Zâlimler, üzerlerindeki hakları ödemeden, mazlumlarla helâllaşmadan ölür veya hakkı inkâr etmek suretiyle kendi nefislerine zulmeder ve dö­nüş yapmadan dünya hayatına veda ederlerse, Âhiret hayatında alçaklık ve aşağılık damgasını taşıyarak ateşe sürüklenirler. Sadece kendileri de-ğil, yakın çevrelerini de beraberlerinde hüsrana uğratırlar.

Şüphesiz temelinde küfür bulunan zulmün cezası, ebedî azaptır. Kırk beşinci âyetle bu husus uyarıcı bir tablo halinde tasvir edilmekte ve bu dört madde halinde gözler önüne serilmektedir:

1—  O gün onlar için hiçbir dost ve yardımcı olmayacak,

2—  Azabı, ilâhî adaletin tecellisini görünce, dünyaya dönmek için yol ve çare arayacaklar,

3—  Üzerlerinde alçaklık ve aşağılık damgası bulunduğu halde Cehen-nem'e sevkedilecekler,

4— Onlara Allah'tan başka yardım edecek dostları olmayacak.. [66]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, ilâhî nizama uymayıp doğru yoldan sapıtan zâ­limlerin âhiret alemindeki acıklı durumları tasvîr edildi ve dört madde ha­linde uyarıcı, yönlendirici safha açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle, ikinci hayata adım atmadan, yani ruh denilen emaneti sahibine teslim etmeden önce küfür ve zulümden, ahlâksızlık ve aşırılıktan pişmanlık duyarak Hakk'a dönmenin lüzumu belirtiliyor. Buna rağmen inat edip dönüş yapmayanların kendi aleyhlerine acıklı bir sonuç hazırladıklarına işaret ediliyor. Peygamber'e (A.S.) ve Onun yolunda yürü­yen mürşitlere düşen, acık tebligat olduğuna dikkatler çekilerek, inkarcı zâlimler uyarılıyor. [67]

 

 

Meali:

 

47—  Allah tarafından geri çevirilmesi mümkün olmayan gün gelme­den önce Rabbınızın dâvetine olumlu cevâp verin. O gün sizin için ne bir sığınak, ne de inkâra çare vardır.

48—  Öyle iken yüzçevirirlerse, biz seni onlar üzerine koruyucu, göze­tici (bir bekçi) olarak göndermedik. Sana gereken, sadece tebliğdir. Şüp­hesiz ki biz, insana kendi katımızdan bir rahmet tattırsak onunla sevinir. Kendi ellerinin hazırlayıp öne sürdükleri şey sebebiyle başlarına bir kötü­lük gelirse, o takdirde insan çok nankör olur.

 

Dünyaya Getirilişimizin Hikmeti

 

İlgili âyetlerle, dünyaya getirilişimizin hikmeti açıklanmakta; yüce ya­ratanı bilip, tanımamız; O'na ibâdet edip çağrısına kulak vermemiz ve ha­yatın mana ve hikmetini kavramamız bu hikmete dayalı olarak tavsiye edil­mektedir. Kırk yedinci âyetle de, geriye döndürülmesi mümkün olmayan Âhiret günü gelmeden hilkatin hikmetine; Allah'ın mutlak huzur, güven ve mutluluk va'd eden dâvetine kulak vermemiz emrediliyor.

Şüphesiz ki bu tavsiye ve emir, ilâhî rahmetten kaynaklanmakta ve bü­tünüyle yol gösterip saadet havasını estirmektedir. Artık bu rahmete kal­bini ve kafasını açanlar mutlu oiur ve kendi lehlerine bir gelecek hazırlar­lar; uymayanlar ise, kendi aleyhlerine acıklı bir sonuç hazırlanmasına se-.bep olurlar. Cenâb-ı Hak bu gerçeği en anlamlı bir ifadeyle şöyle hatırlat­maktadır: «Allah tarafından geri çevrilmesi mümkün olmayan gün gelme­den önce Rabbınızın dâvetine olumlu cevap verin..» [68]

 

Peygamber (A.S.) Koruyup Gözetleyici Değildir

 

<<öVie îken vüz cevir'i'lerse, biz seni onlar üzerine koruyucu, gözetici (bir bekçi) olarak göndermedik.»

Peygamber (A.S.) ve Onun yolunda yürüyen mürşitler ve din âlimle­rinin görevi, Allah'ın buyruklarını olduğu gibi teblîğ edip doğru yolu gös­termek, tehlikeli yolun neticesine karşı uyarmaktır. Yoksa onlar, insanların sapıtmasına engel koyan, doğru yoldan çıkanların elinden tutup sapmala­rını önleyen koruyucu ve gözetici bekçiler değillerdir. Çünkü doğru yola eriştirmek, gözetip korumak Allah'a aittir.

Mekke'nin ileri gelen müşriklerinin İslâmiyeti din olarak seçmemele­rine çok üzülen Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz'e zaman zaman asıl gö­revinin sınırı hatırlatılarak teselli bulması ve Ondan sonra gelecek olan mürşitlerin de kendi ölçü, yetki ve sınırlarını aşmamaları arzulanmış ve kırk sekizinci âyetle konuya açıklık getirilmiştir.

Herkes Kendi Kaderini Çizer «Şüphesiz  ki   biz, insana  kendi katımızdan bîr rahmet  tattırsak onunla sevinir. Kendi ellerinin hazırlayıp öne sürdükleri şey sebebiyle başlarına bir kötülük gelirse, o takdirde insan çok nankör olur.»

Şartlar, ortamlar, yetenekler, yardımcı unsurlar, ilâhî âyet ve belgeler hep insanın lehine yönelmiştir. Buna rağmen eğri yolu seçen kendi aley­hine bir sonuç hazırlamış olur. Böylece kişi kendi kaderini çizip belirler.

İlgili âyetlerle, hem insan karakterinin bir yüzüne dikkatler çekilmek­te, hem de kader konusuna kısaca değinilerek mü'minler aydınlatılmak­tadır. Öyle ki, Allah hiç kimseye haksızlık etmez. Kişi kendini ilâhî azap sı­nırına sürükleyip getirmedikçe, ona dünyada ceza vermez. Böylece Allah-tan hep rahmet, lütuf ve ihsan gelmektedir. Kendini O'nun rahmet ve lût-funa lâyık görüp düzeltenlere daha bol ve kalıcı mükâfatlar hazırlanır. Bu­nun aksine kalbini o rahmete kapalı tutup hakka sırt çeviren kimseler, ken­di iradeleriyle kendilerini kötülüğe ve musîbete lâyık görürler. Aynı zaman­da kusuru CenâbHakk'a nisbet ederek nankörlüklerini artırırlar da büs­bütün bedbaht olurlar.

Unutmamak gerekir ki, insanoğlu, doğuştan taşıdığı bazı özelliklerle hayata gözlerini açar. Peygamber, kitap, mürşit ve din âlimleri ondaki özel­likleri, diğer bir anlatımla, ondaki fıtrî cevheri asıl amacına çevirip geliş­tirirler. İnkarcı nankörler ise, o cevheri küfrün ve ahlâksızlığın kiriyle ka­rartıp belirsiz hale sokarlar. [69]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, ölmeden önce pişmanlık duyup dönüş yapma­nın mutluluk va'dettiği konu edilerek, haksızlık yapanlar uyarıldı. Bu ara­da Peygamber'in koruyan bir gözetleyici olmadığı açıklanarak, peygam­ber ve mürşitlerin görevlerinin sınırı belirlendi.

Aşağıdaki âyetlerle, CenâbHakk'ın mutlak tasarruf sahibi olduğu açıklanıyor ve ilâhî emirlerin insanlara üç yoldan biriyle ulaştırıldığı belir­tilerek vahiy konusunda aydınlatıcı bilgi veriliyor. Sonra da Hz. Muham-med'in (A.S,) kendiliğinden değil, aldığı vahiy ile hareket ettiğine ve ancak doğru yolu gösterdiğine değinilerek, o büyük peygamberi yanlış anlama­mamız için şüpheleri giderici bilgi veriliyor. [70]

 

 

Meali;

 

49—  Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Dilediğini yaratır, dilediğine kız çocuğu bağışlar, dilediğine erkek çocuğu bağışlar.

50—  Veya onları erkekli dişili çift (ikiz) olarak verir. Dilediğini de kı­sır bırakır. Şüphesiz ki O, bilendir, kudreti her şeye yetendir.

51—  Allah'a yaraşır ve yakışır olmaz ki, bir insanla konuşsun, ancak ya vahiy ile, ya perde arkasından konuşur, ya da elçi gönderip kendi izniy­le dilediğini vahyeder. Şüphesiz ki O, yücedir, hikmet sahibidir.

52—  Ve böylece kendi emrimizden sana (kalplere canlılık veren) bir ruh (kitap) variyettik. Oysa sen, kitap nedir, imân nedir, bilmezdin. Ama biz onu kullarımızdan dilediğimizi doğru yola iletmek için bir nur kıldık ve sen gerçekten dosdoğru yolu gösterensin!

53—  Göklerde ne varsa, yerde ne varsa kendisine ait olan Allah'ın yolunu gösterirsin. Haberiniz olsun ki, işler (eninde sonunda) Allah'a dö­ner.

 

İniş Sebebi

 

Yahudilerden birkaç kişi, hakkı inkâr ettiklerini dolaylı şekilde ifadeye çalışarak, Hz. Muhammed'e (A.S.) : «Musa Peygamber'in Allah ile konu­şup O'nu gözleriyle gördüğü gibi, sen de Allah'ı görüp kendisiyle konuş-san ya» dediler. Bunun üzerine 51. âyet indi. [71][72]

 

İlgili Hadîs

 

Şüphesiz ki Ruhu'f-kudüs kalbime şöyle fısıldadı: «Hiçbir canlı, rızkını (ve ecelini) tamamlamadan elbette ölmez. O halde Allah'tan korkun da rızkınızı güzel meşru yoldan arayın.» [73][74]

 

Varlık Âlemi Önceden Programlanmıştır

 

«Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Dilediğini yaratır, dilediğine kız çocu­ğu bağışlar, dilediğine erkek çocuğu bağışlar..»

CenâbHakk'ın öncesiz ve sonsuz olan ilmi ve kudreti dünyaya ge­lecek insanların ve diğer hayvanların sayısını belirleyip belli bir sınırda tu­tarken, onların erkek ve dişi nisbetini de belirlemiş; rızık ve ecellerini prog­ramlamıştır. Ancak O'nun bu belirleme ve tesbitinin bir kısmı, insanların dünyada bulunacakları ortam ve şartlara göre, kendi cüz'i iradeleriyle ha­yatlarını değerlendirmeleri dikkate alınarak yazılıp programlanmıştır.

Şüphesiz yer yer belirttiğimiz gibi, bu genel anlamda bir kıstas değil­dir. Bazı hususlarda ortam ve şartların ve cüz'i irâdenin hiçbir tesiri yoktur ve düşünülemez de; onlar bütünüyle ilâhî takdîre bağlı olarak düzen­lenip programlanmıştır. İnsanın dünyaya getirilmesi ve bunun tarihi; var­lığın işleyişi, gelişmesi ve canlıların düzenli yayılması; belli orana göre türlere ayrılması ve türden türe geçişin olmaması hep ezelî takdîre bağlı olaylardır. İnsan irâdesinin bu ve benzeri konular üzerinde rolü yoktur.

Konuyu biraz daha anlaşılır düzeye getirmemiz için bir iki misâl daha vermemizde yarar vardır. Şöyle ki: Kadının erkek veya kız çocuğu doğur­ması, irâdesinin dışında bütünüyle biyolojik bir olaydır ki ezelî programa bağlıdır. Savaşlarda kadın-erkek dengesinin sayısal olarak bozulması, bu iki cins arasındaki dengeyi bozmaktadır. Meselâ Birinci Cihan Harbi'nde birçok ülkelerde bu dengesizlik çok açık şekilde ortaya çıkmış oldu. O ka­dar ki, bazı yerlerde bir erkeğe karşılık yirmi kadın bulunuyordu. Ne var ki, ilâhî denge kanunu hükmünü yürütmeye başladı ve çeyrek asır geçmeden denge kendiliğinden sağlanmış oldu. İşte bu olayda da, yani bozulan den­genin sağlanmasında insan irâdesinin pek rolü yoktur.

Gerek denizde, gerekse karada yaşayan canlıların çoğunun birbirleri­ni yiyerek hayatlarını devam ettirmeleri de sözünü ettiğimiz ilâhî denge ka­nununun ayrı bir tezahürüdür. İnsanların bilgisizce el uzatması yer yer ve zaman zaman bu dengeyi bozmaktadır.

49. âyette, «Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır..» cümlesi ile her şeyde, plânlı ve programlı şekilde yegâne tasarrufun Allah'a ait bulunduğu açık­lanmakta ve insan irâdesinin dar bir alanda rolü bulunduğuna işarette bu­lunulmaktadır.

Cenâb-ı Hak, ilgili âyetle, denge ve düzenleme kanunu hakkında ana fikir, temel bilgi verdikten sonra, konuyu iki sıfatına bağlamak suretiyle düşünce ufkumuzu genişletiyor: Alîm ve Kadîr. Birinci sıfatla, bütün bu dü­zenleme ve dengelemenin; plânlama ve programlamanın ilâhî ilimle be­lirlendiği; ikinci sıfatla, her şeyin O'nun sınırsız kudretiyle vücut bulup var­lık alanına getirildiği vurgulanıyor. [75]

 

Vahyin Üc Ayrı Yolu Ve Yöntemi

 

«Allah'a yaraşır ve yakışır olmaz ki, bir insanla ko­nuşsun, ancak ya vahiy ile, ya perde arkasından konuşur, ya da elçi gön­derip kendi izniyle dilediğini vahyeder..»

Vahiy : Anlatma, ilham, seri işaret gibi manalara gelir. Dinî terim ola­rak bunun üç ayrı iniş ve ilka yolu vardır ki, onlar 51. âyetle açıklanmak­tadır. Şöyle ki :

1—  Seri işaretle bir anda kalbe ilka,                                                    .-

2—  Perde arkasından kalbe sesleniş,

3—  Melek vasıtasıyla kalbe ilka..

Allah Kelâm'ı bu üç yol ve yöntemle beşer kalbine ilka edilir. Cenâb-ı Hak öncesiz ve sonrasız olduğu; nicelik ve nasıllığı bilinmediği; zaman, mekân ve cisimlikten pâk ve münezzeh bulunduğu için O'nu görmek (dün­yada) mümkün değildir. Çünkü bizim görme yeteneğimiz sınırlıdır ve ışıkla, eşya arasındaki irtibatla ilgilidir. Allah ise, sınırsızdır ve ışıkla irtibatlı veya kayıtlı değildir. Resulüllah  (A.S.)  Efendimizin  Mi'rac Gecesi, baş gözüy­le CenâbHakk'ı gördüğü rivayeti -eğer sıhhatında şüpfıe yoksa- yorum ister bir muhtevadadır. Diyebiliriz ki, Resulüllah (A.S.)  Mi'rac'a çıkarken bedeni bütünüyle ruhuna dönüşmüş ve öylece zaman ve mekân kaydın­dan bir bakıma kurtulmuş ve o ruhanî halde Rabbını görme bahtiyarlığına erişmiştir. Tabii Onun görmesinin nasıl olduğunu kesin çizgileriyle ortaya koymamız mümkün değildir; o hale ve inen tecelliye has bir rü'yettir.

Vahiy, bazan arada melek olmaksızın çok seri şekilde kalbe inmesi ve kalbin onu anlayıp kavramasıyla gerçekleşir. Bazı peygamberlere vahiy böyle tecelli etmiştir. Öyle ki, ilâhî «kelâmsın önce nura, yani surete -nelip ışık görünümünde inmesi ve öylece suretten surete intikali söz ko­nusudur. Medyen'den dönerken Musa Peygamber'e inen vahiy bu cümle­dendir. Yani ilâhî «kelâm», nur görünümünde önce ağaçta tecelli etmiş ve oradan Musa Peygamber'in kalbine seslenmiştir. Bunun hikmetini Şeyh Muhyiddin Arabî (K.S.) şöyle açıklamıştır:

«Vahiy ilâhî kelâmdır, vasıtasız ona muhatap olmaya beşer gücü yet­mez. O bakımdan bazı peygamberlerden yana önce surette nur görünü­münde tecelli eder, sonra da oradan vahiy edilecek peygambere intikal sağlar. Bu durumda insan o tarz hitaba dayanabilir.»

Üçüncüsü, melek vasıtasıyle yapılan ilka ve tefhimdir. Bu da üç kıs­ma ayrılır:

a)  Uyku ile uyanıklık arasında bulunan peygamberin kalbine meleğin ilham ve ilkada bulunması,

b)  Uyanık bir halde iken, bir surete temessül etmeksizin meleğin ge­tirdiği vahyi kalbe İlka etmesi,

c) Meleğin insan suretine girerek konuşması veya kalbe fısıldaması..

Nitekim Resûlüilah (A.S.) Efendimizin: «Şüphesiz ki Ruhu'l-kudüs kal­bime fısıldadı» buyurması, bu cümledendir. İbrahim ve Lût'un (Salât-ü se­lâm ikisine de olsun), insan suretinde temessül eden meleklerle konuşma­sı, bunun ayrı bir tezahürü sayılır.

Meleğin insan suretine girmesine gelince :

Melekler sadece nurdan yaratılmış, «cism-i latîf»tirler. Baş gözüyle on­ları görmemiz mümkün değildir. Ancak Mi'rac Gecesi'nde olduğu gibi, be­denin ruha dönüşmesiyle meleği asıl suretinde görme imkânı Resûlüllah'-tan yana doğmuştur. Vahyin ilk inmeye başladığı dönemde ve bir de Ara­fat'ta Resûlüllah'ın Melek Cebrail'i asıl suretinde görmesi de böyle bir hal içinde gerçekleşmiştir.

Normal hal ve vakitlerde ise, Melek Cebrail'in, daha çok Ashab-ı Ki-râm'dan Dihye el-Kelbî (R.A.) suretine girerek Hz. Peygamber'e (A.S.) gel­mesinin sebebi budur; yani o anlarda Resûlüllah'ın (A,S.) bedeni ya kıs­men, ya da tamamen ruhuna dönüşmüş bulunmuyordu. [76]

 

Allah, Dilediğini Vahyeder

 

«Kendi izniyle dilediğini vahyeder. Şüphesiz ki O, yücedir, hikmet sahibidir.»

Cenâb-ı Hak, insan hayatını denge ve düzende tutmak; dünya ile âhi-ret hayatını amacına uygürrolçü ve anlamda yürütmek için peygamberlere dilediği hüküm ve tavsiyeleri vahyeder. Kişilerin arzusu doğrultusunda hüküm indirmez. Ancak sâlih bir kişinin veya peygamberin arzu ve isteği, ilâhî murada tevafuk ederse, o takdirde onun isteğine uygun peygambere vahiy indirilebilir. Nitekim Hz. Ömer'in (R.A.), ilâhî murada tevafuk eden bazı istek ve arzuları vahiy yoluyla gerçekleşmiştir. Hz. Aişe Vâlidemiz'e (R.A.) atılan iftira ve onun bu konuda konuşmayıp ilâhi vahyin inmesini beklemesi de bu cümledendir.

Ayrıca ilâhî vahye, ilham ve işarete mazhar kılınmak, bütünüyle ilâhî meşiet ve tesbite bağlı bir keyfiyettir. O dilediğini bu yüksek lûtfuna seçip mazhar kılar. Kişilerin bu konuda kendilerini seçtirme veya namzet göster­me hak ve yetkileri yoktur. Aynı zamanda peygamberlik tahsîl ile elde edi­len bir meslek de değildir.

Özellikle peygamberlere inen ilâhî kelâm, aynı zamanda  büyük bir emanettir. Buna ehil ve lâyık olmak hiç kimsenin elinde ve irâdesinde de­ğildir. Cenâb-ı Hak bu emaneti kaldırmaya kimi lâyık görürse, onu seçer.

Konu işlendikten sonra CenâbHakk'm iki sıfatına yer veriliyor: Aliy ve Hakim. Öyle ki, vahiy, madde âleminin ötesinden, yüce âlemden iniyor ve bütünüyle sonsuz ve sınırsız ilme ve yüce hikmete bağlı bulunuyor. [77]

 

Peygamber (A.S.) Efendimize Vahyedilen Ruh

 

<Ve böylece kendi emrimizden sona. (kalplere canlılık veren) bir ruh (kitap) variyettik..»

Ruh: Terim olarak, maddede canlılık ve hareket doğuran, fakat mahi­yeti bilinmeyen bir emr-i ilâhîdir; yani «Alem-i Emr»dendir. 52. âyette Hz. Peygamber'e (A.S.) hitapla : «Ve böylece kendi emrimizden sana bir ruh vabyettik» buyurulmaktadır.

İlim adamlan buradaki «ruhstan neyin murad edildiği hakkında farklı yorumlarda bulunmuşlardır:

1—  İbn Abbas'a (R.A.) ve İmam Kurtubî'ye göre : Peygamberlik,

2—  -Hasan ve Katade'ye göre : Rahmet,

3—  Müfessir es-Süddî'ye göre : Vahiy,

4—  Kelbî'ye göre : Melek Cebrail,

5— Dahhak'e göre : Kur'ân-ı Kerîm..

Âyetin siyak ve sibakına bakılınca, daha çok «ruh» kavramından bu­rada peygamberlik ve kitap kasdedildiği anlaşılıyor. [78]

 

Peygamberlik Emaneti Verilmeden Önce Hz. Muhammed'in (A.S.) Durumu

 

«Oysa sen, kitap nedir, imân nedir, bilmezdin. Ama biz onu kullarımızdan dilediği­mizi doğru yola iletmek için bir nur kıldık,.»

Peygamberler genellikle «Tevhîd İnancı» irfanıyla doğarlar. Onlardaki fıtrî duygu çok daha gelişkindir; yani din ve Allah duygusu onlarda daha parlak bir düzeydedir. Hiçbir peygamberin, nübüvvet döneminden önce de puta taptığı, bâtılı savunduğu görülmemiş ve tesbit edilememiştir. Ezelî ka­lem onları «peygamber» kaydederken, cahiliyet kirlerinden de temiz ve ne-zîh kalacaklarını yazmıştır. İlgili 52. âyetle, Hz. Muhammed'in (A.S.) nübüv­vetten ve kitaptan önceki yılları tasvir edilerek, iki madde halinde özet­leniyor: Kitap ve imân hakkında muhteva ve şartlarına; plân ve esaslarına uygun bir bilgisi bulunmadığı bildirilerek, Onun bilgisinin bütünüyle ilâhî vahye dayandığı belirtiliyor.

Çünkü Allah'a ve Âhiret'e ve diğer esaslara iman ancak kitap ve pey­gamberlik vasıtasıyla öğrenilebilir. İnsan aklı ve fıtrî duygusu tek başına bunları tafsilî olarak anlamaya yeterli değildir. Ama icmali olarak her pey­gamber Allah'ın varlığına, birliğine, daha önce kitap indirdiğine ve peygam­ber gönderdiğine inanır.

Buna birkaç misal verelim ;

a)  Musa Peygamber, küçük yaşta iken Allah'ın varlığını, birliğini bilip putlardan, sahte ilâhlardan nefret ederdi.

b)  İsa Peygamber, henüz kundakta iken Allah'ın varlığından ve ken­disinin peygamber olacağından, kendisine kitap verileceğinden söz etmiş­tir.

c)  Yahya Peygamber çocuk yaşta iken İsa'yı (A.S,) tasdîk etmiştir.

d)  İbrahim (A.S.), kendisine henüz vahiy inmeden putlara düşmanlığını ilân etmişti.

e)  Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz, birçok manevî işaretlere mazhar olmuş ve küçük yaşından beri putlardan nefret edip uzak durmuş, havaî şey­lere ilgi duymamıştır.O nedenle diyebiliriz ki, ilgili âyetle icmalî değil de tafsilî iman kasde-dilmiştir.

Allah daha iyisini bilir. [79]

 

Kitap, Kalpleri Ve Kafaları Aydınlatan Nurdur

 

«Ama DİZ onu kullarımızdan dile-diğimizi doğru yola iletmek için bir nur kıldık.,»

Nur, bilindiği gibi iki manaya gelir: Birincisi, ilâhî feyiz ve rahmetin te­cellisi ve kudretinin remzidir. İkincisi, ışığını başka bir kaynaktan alıp maddî, ya da manevî yönde aydınlatan şeydir. Kur'ân-i Kerîm bu iki nuru bir­den kendinde taşımaktadır. İkinci anlamdaki nuru manevî yöndedir; yani ilâhî feyiz ve rahmeti kaynağından alıp yansıtmaktadır.

Ay'a da «nur» denilmesi, maddî ve zahirî olarak Güneş'ten ışık alıp yansıttığı içindir.

Cenâb-ı Hak Kur'ân nuruyla, kullarından gönül toprağını küfür ve nifak çoraklığından kurtaranlara ışık ve hayat verir de onları doğru yola iletir. [80]

 

 

Doğru Yola Davet

 

«Ve sen gerçekten dosdoğru yolu gös-

Vahyin, nübüvvet ve kitabın aydınlatıcı nurlar olduğu belirtildikten son­ra, bu nurlara yeterince mazhar kılınan Hz. Muhammed'in (A.S.) göklerde ne varsa, yerde ne varsa kendisine ait olan Allah'ın doğru yoluna davet et­tiği insanlara, bu nurlu yolu tarif edip gösterdiği açıklanmakta ve böylece ikinci bir yolun bulunmadığına ve önceki bütün yolların kapalı kılındığına işaret edilmektedir.

Başka yollara sapanlar, Allah'tan ne kadar kaçmak isterlerse istesin­ler, az sonra dönüşleri O'na olacak ve bütün işler eninde sonunda O'na döndürülecektir.

Peygamberin (A.S.) yol göstermede tarif ettiği esas ve prensiplerin dı­şına çıkıp kendilerine göre, başka esas ve prensipler koyan kimseler, ma­kam ve mevkileri, isim ve unvanları ne olursa olsun, mutlak anlamda sapık­lığı seçmişlerdir. Zira haktan sonra ancak dalâlet vardır. Nitekim Yûnus Sûresi 32. âyetle bu husus şöyle belirtilmektedir: «İşte bu Allah, hak (olan) Rabbınızdır. Haktan sonra ancak sapıklık vardır.»

Böylece Şûra Sûresi'ne, Azîz ve Hakîm olan Allah'ın hem Muhammed'e (A.S.), hem de ondan önceki peygamberlere vahyettiği konu edilerek baş­landı ve ilâhî vahyin hayat verici ve aydınlatıcı olduğu belirtilerek, Hz. Mu­hammed'in (A.S.) bu düzeyde insanları Allah'ın dosdoğru yoluna davet et­tiği haber verilerek noktalandı.

Bu sûrenin de tefsirini bize müyesser kılan CenâbHakk'a sonsuz hamd-u senalar ve her konuda olduğu gibi, bu konuda da bize rehber olup önümüzü aydınlatan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e salât-ü selâmlar olsun. [81]

 

 

 



[1] Tefsîr-i Kurtubi: 16/1

[2] Lübabu't-te'vîl: 4/90

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5436.

[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5436-5437.

[4] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5439.

[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5439-5440.

[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5440.

[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5440-5441.

[8] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5441.

[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5441-5442.

[10] Tirmizî/menakıb : 68- îbn Mâce/Menâsik :  103- Dâremî/Siyer: 66

[11] Müsned-i Ahmed : 2/167

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5443-5444.

[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5444-5445.

[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5445.

[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5445-5446.

[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5446-5447.

[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5447.

[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5447-5449.

[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5449.

[19] Buharî/enbiyâ : 48- Müslim/fezâil: 143, 144- Ebû Dâvud/sünnet: 13- Ah-med : 2/406, 437, 463, 541

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5450.

[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5451.

[21] Bilgi için bak : Ahzap Süresi : 7, Enbiya Süresi : 25, Maide Süresi : 48, ayetlerin tefsiri

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5451-5452.

[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5452-5453.

[23] Bilgi için bak : Beyyine Sûresi : 1-5. âyetlerin tefsiri

[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5453-5454.

[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5454-5455.

[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5455.

[27] Bilgi için bak : İbn Kesîr Tefsîri: 4/H0- Tefsîr-i Kurtubî: 16/14

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5457.

[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5458.

[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5458-5459.

[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5459-5460.

[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5460.

[32] Taberânî: İbn Abbas (R.A.)dan ■

[33] Ahmed b. Hanbel: tbn Abbas (R.A.)dan

[34] Câml'u'l-beyân Fi Tefsîri'1-Kur'ân/îbn Cerîr :  24/16

[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/

[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/

[37] Müsned-i Ahmed :  Yezîd b. Harun   tarikıyla   Abbas   b.   Abdulmuttalib (R.A.)dan

[38] Müslim/fezâil: 36, 37 - Dâremî/fezâil : 1- Ahmed: 3/14, 17, 26, 59- 4/367, 371

[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/

[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/

[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/

[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/

[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/

[44] MÜsned-i Ahmed:  3/184, 191

[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/

[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/

[47] Ahmed :  3/30, 37, 41- 5/219- İbn Ebî Hatim

[48] Ahmed:   1/441 -4/56

[49] İbn Ebî Hatim-İbn Kesir: 4/116

[50] Buharî-Müslim :  Hz. Aişe  (R.A.)dan

[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/

[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/

[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/

[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/

[55] Buharî/mezalim : 25- Tirmizî/tefsîr:   15/17, 57, 66, daavat:  16, 66, 118

[56] Tirmizî/fiten :  78

[57] Tefsîr-i Kurtubî : 16/36

[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/

[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/

[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/

[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/

[62] Bilgi için bak :  Nahl Sûresi :   126, Bakara Sûresi:   194, Hac Sûresi :  60. âyetlerin tefsiri

[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/

[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/

[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/

[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/

[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/

[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/

[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/

[70] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/

[71] LübabuVte'vîl : 4/100

[72] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/

[73] Buharî/bed'-i vahiy : 1/3

[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/

[75] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/

[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/

[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/

[78] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/

[79] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/

[80] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/

[81] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/