Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:
Peygamberlere Vahiy Edilen Esaslar
Gökler Ve Yer Her Parçasıyla Allah'ın Varlığının Belgesidir
Allah'ı Bırakıp Başkasını Dost Ve Yar Edinenler
Şeyh Kendi Müritleri Üzerinde Vekîl Midir?
Toplanma Gününü Hatırlatmanın Faydaları
Allah'ı Bırakıp Başkasını Güvenilir Dost Seçmek
Dinde İhtilaf Çok Tehlikeli Sonuçlar Doğurur
Allah Her Hususta Ve Her Konuda Güvenilmeye Çok Daha Lâyıktır
Dinî Esasların Çoğu Nuh (A.S.) İle Başlar
Şeriat Burada Genel Esaslar Ve Açık Geniş Yol Demektir
Tevhîd Esası, İnkarcı Maddeciye Ağır Gelir
Kitap Ehli'nin Son Dine Karşı Çıkması
Emredildiğin Gibi Dosdoğru Ol!
Kitap Ehli'nin Öne Sürdüğü Delillerden Bir Kısmı
Kitab'ın Hak, Kıyametin Yakın Olması
İki Ayrı Hayat Birbirini Tamamlar
Hz. Peygamber'e (A.S.) İftira Edenler
Kur'ân Uydurma Bir Kitap Olsaydı Çoktan Silinip Unutulmuş Olurdu
Bâtılı Terkedip Hakka Dönenler
Rızık Kaynaklarının Belli Bir Plâna Göre, Belli Bir Miktarda Yaratılması
Yağmuru Da İhtiyaç Nisbetinde İndirir
Allah'ın Yüksek Kudretinin Belgesi
İlâhî Âyetler Üzerinde Maksatlı Tartışmalar
Mü'minlerin Bazı Vasıfları Ve Onlar İçin Hazırlanan Mükâfatlar
Kötülüğün Cezası, Misliyle
Karşilik Vermektir
Allah Kimi Saptırırsa, Onun Dostu Ve Yardımcısı Bulunmaz
Zâlimler Aleyhine Âhiretten Bir Tablo
Dünyaya Getirilişimizin Hikmeti
Peygamber (A.S.) Koruyup Gözetleyici Değildir
Varlık Âlemi Önceden Programlanmıştır
Vahyin Üc Ayrı Yolu Ve Yöntemi
Peygamber (A.S.) Efendimize Vahyedilen Ruh
Peygamberlik Emaneti Verilmeden Önce Hz. Muhammed'in (A.S.) Durumu
Kitap, Kalpleri Ve Kafaları Aydınlatan Nurdur
23, 24, 25, 26, 27.
âyetleri dışında tamamı Mekke'de inmiştir. el-Hasan, İkrime,
Atâ' ve Câbir'e göre : Tamamı Mekke'de inmiştir. İbn Abbas'a (R.A.) ve Katade'ye göre : Dört âyeti dışında tamamı Mekke'de
inmiştir. [1]
38. âyetle, mü'minierin kendi işlerini ve önemli meselelerini kendi aralarında
istişare ile çözmeleri belirtildiğinden, bu manaya delâlet eden «şûra»
kelimesi, sûreye isim olmuştur.
Âyet sayısı :
53
Kelime» :
860
Harf »
: 3588 [2]
1— Allah'ın yegâne üstün ve yegâne hikmet
sahibi olduğunun her paygembere vahiy
yoluyla bildirildiği açıklanıyor.
2— İnsanların tek bir ümmet haline
getirilmediğinin sebep ve hikmeti üzerinde duruluyor.
3— Allah'ın varlığına ve kudretine delâlet eden
belgeler sıralanıyor.
4— Peygamberlerin hepsinin insanları aynı esasa
davet ettikleri hatırlatılıyor.
5— İnkarcıların heveslerine uyulmaması
emrediliyor.
6— Kıyamet olayının yakın olduğuna dikkatler
çekiliyor. Bu hususta tartışıp durmanın yararlı olmayacağına işaretle, inkarcı sapıkların daha çok kıyamet hakkında
yersiz ve anlamsız tartışmalara yöneldikleri hatırlatılıyor.
7— Hz. Peygamber'in
(A.S.) yakınlarıyla kendi arasında sevgi ve güven kurmayı arzuladığı ve bunun
için ilk önce hısımlarını dine davet ettiği konu ediliyor.
8— Allah'ın varlığına, birliğine delâlet eden
belgeler gösterilerek insan aklına sesleniliyor.
9— Büyük günahlardan kaçınıp Allah'ın çağrısına
olumlu cevap verenler övülüyor.
10— Haksızlık edenleri çok kötü bir sonuoun beklediği haber veriliyor.
11— Hz. Peygamber'in
(A.S.) görevinin sınırları belirleniyor.
12— Peygamber'in (A.S.) insanları en doğru yola
çağırdığı açıklanarak, dönüşün mutlaka Allah'a olacağına değiniliyor ve
böylece hayatımızı İlâhî nizam doğrultusunda tanzim etmemiz isteniliyor. [3]
1 -2-Hâ-Mîm
/Ayn-Sîn-Kaf.
3— O çok üstün, çok güçlü yegâne hikmet sahibi
Allah, böylece hem sana, hem de senden öncekilere vahyeder.
4— Göklerde olan her şey, yerde bulunan her şey
O'nundur. O yücedir, uludur.
5— Gökler neredeyse (ilâhî kudretin azametinden
veya inkarcıların Allah'ı tanımamasından) üstünden yarılacak.. Melekler ise hamd ile tes-bîh
etmekteler ve yeryüzündekîler için bağışlanma dilemekteler. Haberiniz olsun ki,
Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
6— Onlar ki, Allah'ı
bırakıp başka (tanrıları) dost ve sahip edindiler; Allah, onlar üzerinde görüp
gözeticidir ve sen onlar üzerinde (koruyucu, savunucu, gözetleyici) vekîl
değilsin.
Bunlar, diğer sûrelerin
başında olduğu gibi, «hurûf-i mukattaâ»dandır
ve asıl delâlet ettikleri manâ ve maksadı Allah daha iyi bilir. O bakımdan ilim
adamları bu harfleri de «müteşabihat»tan
saymışlardır. Allah ile Peygamberi arasında birer şifre olduğunu
söyleyebiliriz. Ayrıca başında bulunduğu sûrenin özet ve hikmetini yansıtan
birtakım işaret ve semboller olduğu da başka bir yorum olarak ortaya
konabilir. [4]
o çok üstün> çok güçlü yegâne hikmet sahibi
Allah, böylece hem sana, hem de senden öncekilere vahyeder..»
Cenâb-i Hak hemen her peygambere şu esasları da vahiy
yoluyla bildirmiş ve korunmasını; insanlara tebliğ edilmesini emretmiştir:
1— Önce Allah'ın varlığına ve birliğine imâna,
2— Sonra gönderilen peygambere ve onun
gönderilmesinin lüzumuna inanmaya,
3— Âhiret gününe
imâna,
4—
İnsanları, bütün güzellik ve faziletleri kendinde toplayan din ahlâkına
bağlanmaya,
5— İnsanları
kötülüklerden uzaklaştırıp insanlıklarına yakışanı yapmaya,
6— Dünya hayatından amaç ve maksadın ne olduğunu
öğrenmeye,
7— Allah'ın yegâne üstün, yegâne güçlü ve hikmet
sahibi olduğunu anlayıp kavramaya davet edip bu konuda onları eğitip
yetiştirmek..-.
3. ve 4. âyetlerle bu
incelikler Cenâb-ı Hakk'ın
Azîz, Hakîm, Alîy ve Azîm sıfatlarıyla
özetlenmektedir. Çünkü bütün üstünlük ve kuvvet; her türlü hikmet ve ilim;
bütün yücelik ve büyüklük Allah'a ait ve O'na has olunca, insanların bu üstün
ve yüce kudret karşısında kendilerinin ne olduklarım bilmeleri ve yeterince
anlayabilmeleri için mutlaka gönderilen peygamberin teblîğ ve irşadına kulak
vermeleri; onun rahle-i tedrisinde okumaları gereklidir. [5]
<(Göklerde olan her ?ey' yerde bulunan her
şey O'nundur. O yücedir, uludur.»
Kâinat, çok hassas bir
saattan daha dakik ve daha duyarlı çalışmakta ve
kusursuz şekilde düzen ve dengesini sürdürmektedir. Bütün eşya bu düzende
yerini almış, yaratıldığı hikmet ve amaca yönelmiştir. Her hareket ve olay Hakk'ın varlığının ve birliğinin şahidi ve delilidir. Onun
için sapık maddecilerin Hakk'ı inkâr etmesinden
dolayı neredeyse gökler üstlerinde yarılıverecek; kâinatın her parçası
haykıracak, eşya sesini yükseltip «Allah, Allah!.» diyecek.. Ne var ki, Cenâb-ı Hak kurduğu düzeni, sağladığı dengeyi değiştirmeyi
veya bozmayı murad etmemiştir. Çünkü O'nun hazırladığı
plân, vakti gelinceye kadar hükmünü yürütür, düzenini korur. Şunun, bunun inat
ve inkârından dolayı bu değişmez ve değiştirilmez.
Meleklere gelince :
Onlar, övülmeğe lâyık olan Allah'a durmadan hamd
ederler ve O'nun yüceliğinin karşısında eğilirler ve cok
mükerrem yaratılan insanoğlunun bu çizgiden
sapmasından dolayı müteessir olurlar. Zira melekler, Allah'ın rahmet ve
gufranının genişliğini bildikleri gibi, O'nun azabının şiddetini de çok iyi
bilirler. İnsanoğlu, Allah'ın kendisine en büyük lütuf ve ihsanından biri olan
akıl ve idrâk yeteneğini neden dosdoğru kullanmaz?! Kendi varlığına bile
bütünüyle hâkim ve sahip olamayan, kendi iç organlarına kumanda edemîyen insan, neye güvenip dayanmaktadır?
Eğer insan kendi kendini
yaratmış olsaydı, daha başka türlü yaratır, en azından iç organlarına da kumanda
etme yeteneğini kendinde bulundururdu. Oysa beyni ve kalbi başta olmak üzere
hiçbir iç organına emir verememekte ve onları istediği gibi sevk ve idare
edememektedir. [6]
«Onlar ki, Allah'ı bırakip başka (tanrıları) dost ve sahip edindiler; Allah,
onlar üzerinde görüp gözeticidir ve sen onlar üzerinde (koruyucu, savunucu,
gözetleyici) vekîl değilsin.»
Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz aldığı büyük emâneti
kusursuz koruyup gereğini yerine getirmek için bütün gayret ve azmini ortaya
koymuştur. Terbiye, nezaket, hoşgörü ve tevazuuna rağmen inkarcıların azgınlık
göstermesi, saldırıda bulunması O büyük peygamberi için için
üzüyor; önlerinde doğru yol apaçık dururken eğri yolu seçmelerine hayret
ediyor ve o yüzden kalbi damlıyordu. Oysa Hz.
Peygamber'in (A.S.) görevi, Allah'ın emirlerini ve nehiylerini
kusursuz şekilde teblîğ edip kullarla Allah'ı başba-şa bırakmak ve günlük hayatında teblîğ ettiklerinin
örneklerini sergilemekti. İçindeki şefkat, risâleti tebiîğdeki dikkat bazan Onu bu
sının aşmaya iter gibi oluyor; insanları kurtaramamonın
sıkıntısını çekiyordu. O bakımdan 6. âyetle Ona asıl görevi hatırlatılıyor;
insanlar üzerine koruyucu ve savunucu vekîl olmadığı bildiriliyor. [7]
İslâm kültürünü, Kur'ân ilimlerini yeterince almamış bazı tarikat erbabı,
Peygamber'e (A.S.) verilmeyen payelerin kendilerine verildiğini sanmakta veya
iddia etmekte ve böylece kendilerine kayıtsız şartsız uyulmadıkça Cennet'e girilemiyeceğini söylemekte; hattâ son nefeslerinde müritlerinin
imdadına yetişip imân üzere ölmelerini sağlayacaklarına dair teminat
vermekteler. Bu sebeple de günah çıkartan papazlara benzerlik gösterdiklerinin
farkında mıdırlar? Aynı zamanda bu gibi tasarrufların Hz.
Mu-hammed'e (A.S.) bile verilmediğini ve öz amcası Ebû Tâlib'i olsun son demlerinde
kurtaramadığım bilmiyorlar mı?
Kur'ân-ı Kerîm birçok yerde Hz.
Muhammed'in (A.S.) «vekîl», «musay-îır», «hafîz» olmadığını
açıklayarak Ondan sonra din adına ortaya çıkanların yanlış bir yola
sapmalarını önlemektedir. Tabii Kur'ân'ı iyi bilen mür-şidler, teblîgatçılar ve
onlara uyanlar hiçbir zaman Resûlüllah'ın (A.S.) sünnetini
aşmazlar ve kendilerini Ondan daha yetkili görmezler. [8]
Yukarıdaki âyetlerle,
peygamberlere vahiy edilen esaslardan bir kısmı üzerinde duruldu. Melekler
dahil kâinatın her parçasıyla Cenâb-ı Hakk'a hamd ettiği, O'nun
yüceliği önünde eğildiği belirtildi. Sonra da Hz.
Muhammed'in (A.S.) görev sının belirlenerek mü'minler
bu konuda aydınlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle, Mekkeli'leri ve o merkezin dışında kalan diğer ülke
halklarını uyarıp doğru yola çağırmak için Hz.
Peygambere (A.S.) Arapça Kur'ân indirildiği
belirtiliyor. İnsanların tek bir ümmet kılınmadığı üzerinde durularak ilâhî
muradın tecelli yönü hatırlatılıyor. Dünyada Hz. Mu-hammed'e (A.S.) muhalefet edenlere, dönüş yapmadıkları
takdirde Âhiret Âlemi'nde Cenâb-i
Hakk'ın haklarında en doğru hükmü vereceği
bildiriliyor ve arkasından ilâhî kudretin ve büyüklüğün izlerini taşıyan
belgelere yer verilerek insan aklı harekete geçirilmek isteniyor. [9]
7— İşte böylece biz sana Arapça Kur'ân indirdik ki, «Ümmü'l-Kurâ»yı (Mekke halkını) ve çevresindekileri uyarasın ve meydana
geleceğinde hiç şüphe olmayan o toplanma (kıyamet) gününü hatırlatıp
korkutasın. (O gün insanların) bir kısmı Cennet'te, bir kısmı da çılgın ateşli
Cehennem'dedir.
8— Allah dileseydi hepsini bir tek ümmet
yapardı. Ama O, dilediğini rahmetine sokar. Zâlimlerin ise ne bir dostu, ne de bir
yardımcısı vardır.
9— Yoksa
onlar, Allah'tan başkasını dostlar ve sahipler mi edindiler?! Halbuki asıl dost
ve sahip Allah'tır. Ve O, ölüleri diriltir; O'nun kudreti her şeye yeter.
10— Hakkında farklı görüşler ortaya koyduğunuz
herhangi bir şey'in hükmü Allah'a aittir. İşte bu, Allah benim Rabbımdır; ancak O'na güvenip dayanır ve ancak O'na yönelip
gönül veririm.
11— Gökleri ve yeri misalsiz ve benzersiz
yaratandır. Size sizden eşler meydana getirdi; davarları çift çift (erkekli dişili) yarattı. Böylece sizi anarahminde üretip çoğaltıyor, O'nun benzeri hiçbir şey
yoktur. O işitendir, görendir.
12— Göklerin ve yerin hazinelerinin anahtarları
O'nundur. Rızkı dilediğine genişletip yayar ve kısıp daraltır. Şüphesiz ki O
her şeyi bilir.
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Mekke'ye işaret ederek şöyle
buyurdu:
«Vallahi sen Allah
yanında O'nun en hayırlı ve en sevimli yerisin. Eğer ben senden çıkarıl
masaydım, elbette seni bırakıp ayrılmazdım.» [10]
Abdullah b. Amr (R.A.) anlatıyor:
— Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz, iki elinde yazılı iki şey (manevî belge) bulunduğu halde çikageldi: «Bu iki yazılı şeyin ne olduğunu bilir misiniz?»
diye sordu. Biz de: «Hayır, bilmiyoruz, meğer ki sen bize bildiresin» diye
cevap verdik. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) sağ
elindekini kasdederek: «Bu, âlemlerin Rabbından (gönderilen) bir yazıdır; cennetliklerin
isimlerini, babalarının ve kabilelerinin isimlerini yazmakta ve sonuna kadar
hepsini kapsamaktadır. Artık bunlar ebediyen ne artar, ne de eksilir.» Sonra da
sol elindekini kasdederek: «Bu da cehennemliklerin
isimlerini, babalarının ve kabilelerinin isimlerini yazmakta ve sonuna kadar
kısaca hepsini kapsamaktadır. Artık bunlar da ne artar, ne eksilir» buyurdu.
Bunun üzerine ashab-ı kiram sordu:
— Ya Resûlellah! Bu, hükme bağlanıp belirlenmiş ise, artık biz
ne için amelde bulunuyoruz?
Efendimiz şu cevabı
verdi:
— Doğru olunuz, doğruluktan ayrılmayınız. (Hakk'a) yaklaşmaya, yakın olmaya çalışınız. Çünkü
cennetlik kimse hangi amelde bulunursa bulunsun mutlaka cennet ehlinin
ameliyle (ömrü) sona erer. Cehennemlik kimse de hangi amelde bulunursa
bulunsun, mutlaka cehennem ehlinin ameliyle (ömrü) sona erer.»
Ve sonra elini yumarak
devamla şöyle buyurdu :
— Aziz ve Ceiîl olan
Rabbiniz, kulları hakkında (ezelî ilmiyle tesbitte
bulunup gerekeni yazmaktan) fariğ olmuştur. Sonra da sağ elindekini fırlatır
gibi yapıp, «bir kısmı Cennet'tedir» buyurdu ve arkasından sol elindekini
fırlatır gibi yapıp «bir kısmı da cehennemdedir» buyurdu. [11]
«İşte böylece biz sana
Arapça Kur'ân indirdik ki, «Ümmü'l-Kurâ»yı (Mekke halkını) ve çevresindekileri uyarasın..»
Ümmü'l-Kurâ, Mekke'nin isimlerinden biridir. Allah'a ibâdet
için ilk mabedin bu şehirde kurulması ve kıyâmet'e kadar mü'minlerin
tavaf ve ibâdetine tahsîs edilmesi, Mekke'yi «şehirler anası» «kentler merkezi»
haline getirmiştir.
Böylece Mekke, bütün
kasaba ve şehirlere; orada inen Kur'ân-ı Kerîm de
bütün insanlara hitap etmektedir.
Mekke, Allah'a kulluk
doğrultusunda birliğin, beraberliğin, kardeşliğin ve güvenin kucağı; Tevhîd İnancı'nın odağıdır. Kur'ân
bu birliğin ve kardeşliğin esas ve prensiplerini belirleyen tek kitaptır.
Onun için Kur'ân
yalnız merkez sayılan Mekke'ye ve oradaki halka değil. bu merkezin kutuplara
kadar uzanan çevresindeki bütün belde ve kasabalara doğru yolun rehberi ve Tevhîd İnancı'nın değişmeyen açıklamasıdır. [12]
«Ve meydana
geleceğinde hiç şüphe olmayan o toplanma (Kıyamet) gününü hatırlatıp
korkutasın..»
Kıyamet, insanları şaşkına
çeviren bir gündür. Özellikle ona inanmayan inkarcı sapıklar kabirlerinden
kaldırılacakları gün, neye uğradıklarını önce anlamıyacaklar,
sonra da büyük bir korkuya kapılıp kendilerinden geçecekler.
O gün insanlar,
görevli melekler marifetiyle Mahşer Alanı'na sürülür de biraraya
getirilir ve sonra herkes amel ve niyetine göre kendi grubu arasında yerini
alıp hesap verir. O bakımdan ona «Yevm-i Cem'» yani
«Toplanma Günü» denilmiştir.
Kur'ân'daki esas ve metottan biri de, bu günü uyarıcı ve yönlendirici
safhalarıyla yer yer işlemek ve böylece toplum
bünyesinde otokontrol sağlamaya yönelip fertlerin
içinde sağlam bir disiplin oluşturmaktır..
Sözü edilen o
«Toplanma Günü»nde insanlar ikiye ayrılacak: İnananlar
ve inanmayanlar. Birinciler hesaplarını verip gereken bir cezaları varsa onu
çektikten sonra Cennet'e; ikinciler ise hesaptan sonra alev alev
köpüren Cehennem'e sevkedilirler.
Nitekim yedinci âyetin son
kısmında bu husus şöyle açıklanmaktadır: «(O gün insanların) bir kısmı
Cennet'te, bir kısmı da çılgın ateşli Cehennem'dedir.» [13]
<(Allah dileseVdi hepsini bir tek ümmet yapardı..»
Cenâb-ı Hak şüphesiz dileseydi bütün insanları bir tek
ümmet yapar, hepsini tek dine bağlardı. Ama böyle dilememiştir. Çünkü hilkatin
hikmetine uymamaktadır. Öyle ki, dünya hayatı bütünüyle hareket, çalışma,
sürtüşme, iddialaşma, rekabet, araştırma, inceleme, sonuç çıkarma, gerçeği arayıp
bulma, Hakk'ın varlığını ve birliğini öğrenip inanma
dönemidir. Dİnlerin ve ümmetlerin çokluğu bu hikmeti
gerçekleştirmeye yönelik bir düzenlemenin tabii neticesidir. Tek din veya tek
ümmet olsaydı, bunların çoğu kapalı kalır; inanç ve ideailer
arasında rekabet olmaz, sosyal gelişme diye bir ortam doğmazdı.
Oysa insanın
yaratılışındaki özellikleri ve sıfatları hep hareket, çalışma, iddialaşma ve
yarışmadan yanadır. Aynı zamanda imân paha biçilmez manevî bir cevherdir; ancak
çalışma, mücadele, didinme, ferağat-i nefs gibi birçok külfetler karşılığında elde edilebilir.
Tek ümmet veya tek din olsaydı bu külfetin çoğu kaikar,
en yüksek nîmet değer ölçüsünü bulmazdı. Oysa dünyaya getirilişimizin sebep ve
hikmetlerinden biri, hayatın, nimetin ne olduğunu anlamak; imân denilen o
yüksek kıymetin paha biçil-mezliğini idrâk etmektir.
Aynı zamanda bu konuda zorlama ve ilâhî müdahale söz konusu değildir.
Son Peygamber Hz. Muhammed'le (A.S.) gönderilen İslâmiyet bütün
milletlerin kıyamete kadar tek dini ve mutluluk anahtarı olarak belirtilmesine
rağmen, Cenâb-ı Hak kullarını buna zorlamamış, kendi
kudretini bu konuda izhar edip onları ister istemez Kur'ân'a
bağlı kılmamış; hilkatin hikmeti gereği onları oüz'î
iradeleriyle başbaşa bırakmıştır.
Böylece putperest
müşriklerin; inatçı müîeassıp yahudilerin
İslâm'a girmeyişlerine üzülen Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz teselli edilmektedir. Aklını doğru kullanmayanlar, imân saadetine
ermek için araştırma külfetine girmeyenler, kendi geleceklerini kendi
iradeleriyle karanlığa döndürmektedirler. O nedenle bütün kusur, günah ve
haksızlıkları kendilerine râci' bulunmaktadır. [14]
«Yoksa onlar,
Allah'tan başka dostlar ve sahipler mi edindiler?! Halbuki asıl dost ve sahip
Allah'tır..»
Güvenilir dost, en
sıkıntılı dönemlerde, en çok ihtiyaç duyulan anlarda imdada koşan; iyiliği en
güzel ölçüde değerlendirip karşılık verendir. İkinci bir yorumla, insanı yokluk
karanlığından çıkartıp varlık alanına getiren; hayatın hikmet ve anlamını
aşılayan ve insanı birtakım yeteneklerle donatan; iyilik ve kötülüğü tanıtan
sonsuz kudret sahibi Allah'tır. Görebildiğimiz her şeyi insan için yaratıp
hizmete sevkettiği kesindir. Böylece insanı çok
şerefli, aziz ve değerli yaratmıştır. Gerçek bu olunca, Allah'ı bırakıp
fânilerin, canlı-cansız eşyanın peşine takılmanın mâkul hiçbir yanı yoktur. Üç
beş günlük geçim kaygısı için fânilerin önünde eğilmek, onları ilâhlaştırmak
suretiyle hilkatin işleyiş tarzına ters düşmek, büyük gaflet, aynı zamanda
büyük bir nankörlüktür.
O bakımdan 9. âyetle,
dost edinmemizde en sağlam kıstas belirtilmekte ve en doğru yol
gösterilmektedir.
Hakiki dost olan Allah'ın
insana hazırladığı üstün lütuf ve ihsanlarından biri de, onu dünyaya
getirdikten ve bir süre sonra öldürüp toprağa karıştırdıktan sonra ikinci
hayata kaldırması ve böylece ebediyen onu ya-şatmasıdır. Özellikle O'nun bu lûtfuna
atıf yapılmakta ve O'nun kudretinin her şeye yettiği, yeteceği belirtilerek bu
konuda hiç şüphe edilmemesi istenmektedir. [15]
>«Hakkında farklı görüşler ortaya
koyduğumuz herhangi bir şeyin hükmü Allah'a aittir. İşte bu, Allah benim Rabbımdir; ancak O'na güvenip dayanır ve ancak O'na
yönelip gönül veririm.»
İslâm'a bağlı
bulunanların, dinî bir meselede görüş ayrılığına düştükleri zaman, ihtilâfı
gidermelerinin tek yolu, o meseleyi Allah'ın kitabına ve sonra da o kitabın
açıklaması olan Resûlüilah'ın {A.S.) sünnetine
çevirip çözüm aramalarıdır; bu, vaciptir.
İslâmiyetle diğer dinler arasında ise, karşı muhalif grupların, Kur'ân'ı hakem kabul etmediklerine göre, durumu kıyamete
bırakıp Allah'ın vereceği hükmü beklemek gerekir.
Her iki durumda da
lüzumsuz tartışma, sürtüşme, kavga ve gürültüye meydan verilmemiş olur. Allah
ise, haklıyı haksızı en doğru şekilde ayırıp hesabı
en çabuk gören yegâne adalet sahibidir.
Artık böyle durumlarda
Peygamber'e ve mü'minlere düşen, Allah'a güvenip
dayanmak; O'na gönül bağlayıp teslimiyet göstermektir. [16]
Allah'ın hakiki dost
olduğu; güvenilip dayanılmağa lâyık bulunduğu öğretildikten sonra, O'nun
hakiki dost olduğunu ve tek ilâh bulunduğunu is-batlayan
yedi kadar delil ve belge sıralanıyor ve böylece insan aklına ışık
tutularak gereken
yardımcı bilgiler veriliyor. Şöyle ki:
1— Gökleri ve yeri örneksiz, misalsiz, benzersiz
yaratıp sistemlere ayıran; değişmeyen plâna bağlayan
Allah'tır.
2— İnsanları dişi ve erkek olarak çift yaratan;
dişiyi Adem (A.S.)ın sol arka kaburgasından var kılan
ve sonra da hilkat kanununu biyolojik olarak bu çiftten başlatıp sürdüren
O'dur.
3— Davarları da üreyip çoğalmaları ve öylece
insanlara en yararlı ürünlerini vermeleri için çift yaratan ve hepsini
insanlara musahhar kılan da O'dur.
4— Ana rahmini üremeye uygun kılan tesadüfler
değil, yüksek bir hikmet sahibinin kusursuz düzenlemesidir. O halde Allah'ın
benzeri hiçbir şey yoktur ve olamaz da..
5— Göklerin ve yerin hazineleri, kilitleri
O'nundur. Yeryüzünün onda yedisini deniz hazinesiyle kaplayan; denizleri geçim
kaynağı, protein yatağı yapan; belli ölçüde buharlaşmayı sağlayıp yağmur
hazinesini harekete geçiren; belli hesaplarla ışık ve enerji hazinesi olan
güneşi hizmete sevk eden; dünya çevresinde, yaşamamızı sağlayan atmosfer
tabakasını çeşitli gazların bileşimiyle yararlı düzeyde tutan; yeraltı
kaynaklarını en yeterli şekilde hazırlayan O'dur. Bütün bunlar mükemmel plân
ve kusursuz programlara göre var kılınıp insanoğlunun istifadesine verilmiştir.
6— Rızkı dilediğine açıp genişleten ve bir
ölçüye göre daraltan da O'dur. Bunda da hayatın devamını, toplumun ahengini,
fertlerin birbirlerine yardımcı olur şekilde iş sahibi olmalarını sağlamaya
yönelik hikmet söz konusudur.
Zira Cenâb-ı Hak, rızik konusunu,
insanın aklını kullanmasına, çalışmasına, beceri ve gayretine, bilerek enerji sarfetmesine göre takdîr etmiştir. Bu hususta koyduğu
kanun şaşmadan hedefine doğru gider; ona uyanlar kendi lehlerine, uymayanlar
kendi aleyhlerine bir sonuç hazırlamış olurlar.
7— Şüphesiz ki Allah, bütün bu saydıklarımızı en
iyi bilendir. O bakımdan O'nun hatâ yapması asla söz konusu değildir.
Haksızlık yapması ise, hiç düşünülemez.
«O'nun benzeri hiçbir
şey yoktur. O işitendir, görendir,»
Bu cümle, teşbihi
olumsuz kılarken «tevhîd» ve «tenzîhste
muhkem belîğ bir nass sergilemektedir.
Misline benzemeyi olumsuz
kılarken kendisine hiçbir şeyin benzemediğini, benziyemiyeceğini
en yüksek mana ve ifade kudretinde belirtmektedir. [17]
Yukarıdaki âyetlerle,
hem Mekkeli'leri, hem de o merkezin dışında kalıp
kutuplara kadar bütün ülke halklarını uyarmak için Arapça Kur'ân
indirildiği açıklandı. Sonra da dinî konularda ihtilâf zuhur ettiği takdirde
onu Allah'ın kitabına, Peygamberin sünnetine çevirmemiz; dinler arasında ihtilâf
ortaya çıktığında ise, onu âhirete bırakmamız
emredildi.
Aşağıdaki âyetlerle, hak
dinlerin esasta birleştikleri belirtiliyor. Kitap Ehli'nin kendilerine ilâhî
beyân geldikten, yani Kur'ân inip ilâhî haberi ve
bilgiyi getirdikten sonra taassuba kapılıp ihtilâf çıkardıklarına dikkatler çekiliyor
ve böylece 10. âyet açıklanarak mü'minler yeterince
aydınlatılıyor; inkarcı müşrikler, inatçı Kitap Ehli uyarılıyor. [18]
13— O, Nuh'a vasiyyet
ettiği şeyleri, sana vahyettiklerimizi, İbrahim'©,
Musa'ya ve İsa'ya vasiyyet ettiklerimizi size şeriat
yaptı da «dinî dosdoğru ayakta tutun, onda ayrılığa düşmeyin!» (buyurdu).
Allah'a ortak koşanlara, kendilerini davet ettiğin şey çok ağır gelmektedir.
Allah dilediğini ona {o çağrıya veya kendine) seçer ve kendine yönelip gönül
vereni doğru yola eriştirir.
14— Onlar ancak kendilerine (Allah, Kitap,
Peygamber ve Âhîret'le ilgili) bilgi geldikten sonra
-sırf aralarındaki kin ve ihtiras yüzünden- tefrikaya düştüler. Eğer Rabbından belirlenmiş vakte kadar verilmiş bir söz geçmeseydi, elbette aralarında hükmedilerek iş bitirilmiş
olurdu. Onlardan sonra Kitab'a vâris kılınanlar da
kitaptan yana tam bir şüphe içindedirler.
15— İşte (ey Peygamber!) Bunun için çağrına devam
et, emredildiğin gibi dosdoğru ol; onların heveslerine uyma ve de ki: «Allah'ın
indirdiği her kitaba imân ettim ve ben aranızda adaleti yerine getirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbımız,
sizin de Rabbınızdır. Bizim amellerimiz bize, sizin
amelleriniz sîze aittir. Aramızda sürtüşme, tartışma ve iddialaşma diye bir şey
yoktur. Allah bizi biraraya getirip toplar ve dönüş
de ancak O'nadır..»
«Biz peygamberler topluluğu, bababir kardeşleriz; dinimiz(in esası) birdir.» [19]
«o Nuh'a vasiyyet ettiği şeyleri, sana vahyettiklerimizi;
İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya vasiyyet ettiklerimizi
size şeriat yaptı da «dini dosdoğru ayakta tutun, onda ayrılığa düşmeyin!»
(buyurdu).»
İlk insan Adem (A.S.)
ilk peygamber olarak sahneye çıkmış bulunuyordu. Dinin bütün esasları ona farz
kılınmıştı; haramların o gün mevcut olanı ona açıklanmıştı. Çünkü henüz ne içki
ve uyuşturucu madde vardı, ne de zina ve hırsızlık biliniyordu. Ona sadece
günlük hayatını düzene koyacak, sünnetullah
doğrultusunda aile yuvası kurup çocuklarını yetiştirecek ve geçimini
sağlayacak kadar yollar ve yöntemler gösterilmişti. Şeriatı değişikti; yani
fer'î meselelerde ayrı hükümler verilmişti. Meselâ o dönemde neslin çoğalması,
ailenin genişleyip gelişmesi için ayrı batında doğan kardeşlerin birbiriyle
evlenmesi meşru kılınmıştı.
Nesil çoğalıp aile
hayatı yaygınlaşınca bu gibi hükümler kaldırılmıştır. Ancak hangi peygamber
zamanında kaldırıldığını kesin bilemiyoruz. İmam Kurtubî
14. âyeti tefsir ederken, Nuh (A.S.) zamanında kaldırıldığını ve dinî esaslar
çerçevesinde hükümlerin Onun zamanında konulduğunu kaydetmiştir.
Dinî esasların tamamının Nuh
(A.S.) zamanında konulduğu doğrudur. Çünkü âyetin açık delâleti bu konuya ışık
tutmaktadır. Ama diğer fer'î meselelerle ilgili hükümlerin Onun zamanında
kaldırıldığı ise, bir tahminden öteye geçmemektedir.
Zira Adem (A.S.) ile Nuh (A.S.) arasında uzun bir dönem geçmiş; birçok peygamberler
gönderilmiş ve nesil de çoğalıp kardeşlerle değil, yakın-uzak hısımlarla
evlenme imkânları doğmuştur. [20]
Kur'ân belli bir dönemden sonra bütün peygamberlere
emredilen dinî esasların Nuh'a, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya (salât-ü selâm hepsine olsun) emredildiğinî belirterek
kendilerine kitap ve sahife indirilen mursellerin büyüklerini misâl vermektedir.
Bu peygamberlere
emredilen dinî esasları ve açık geniş yolu iki maddede özetlemek mümkündür.
Şöyle ki:
dosdoğru ayakta tutmak.
2— Dinî
esaslarda ayrılığa düşmemek..
Birinci madde, dini,
hayat nizamı olarak takdim etmektir. Zira din, insan hayatıyla içiçedir ve onun günlük hayatının her safhasıyia
alâkadardır.
İkinci madde ile,
dinin bölünmeye, başka sistemlere uydurulmaya, tavize, kişisel çıkarlara hiç
tahammülü olmadığı açıklanmaktadır.
İşte Allah'a,
meleklerine, peygamberlerine, kitaplarına, âhirete ve
kadere imân ile farz ibâdetler; helâl ve haramla ilgili hükümler ve dünya ile âhiret düzenini korumakla ilgili buyruklar bu iki emrin
kapsamına girmektedir.
Âyette geçen «vassa» fiili, bilindiği gibi, «tavsiye» kökünden türetilmiştir.
«Tavsiye», burada öğütle emretmektir. Nitekim Kur'ân'ın
uyguladığı metotlardan biri de budur. Osmanlıca'da olduğu gibi, «sipariş ve
deruhte etmek» manasına alındığı takdirde, çok hatalı sonuç ortaya çıkar. O
halde Kur'ân ve hadîste geçen «tavsiye» sözü,
bulunduğu yerin siyak ve sibakına göre mana alır. Her yerde aynı manaya delâlet
etmez. Meselâ mîras bahsinde, «evsâ-yûsî» fiillerinin aynı kökten gelmelerine rağmen, ölmek
üzere bulunan kimsenin bazı şeyleri vasiyet etmesi anlamına geldiği bilinmektedir.
Hadîs-i Şerîfte de
açıklandığı gibi, bütün peygamberler dinî esaslarda birleşirler. Şeriatlerde ise ayrılırlar. Çünkü şeriâtler,
peygamberlerin bulundukları çağın sosyal, ekonomik ve aile durumuna göre hüküm
ve tavsiyeleri kapsamıştır.
Esasta ise, hiçbir ayrılık,
başkalık olmadığını, ama şeriâtlerin ayrı ayrı olduğunu açıklayan âyetler vardır. [21]
«Allah'a ortak
koşanlara, kendilerini davet ettiğin şey çok ağır gelmektedir..»
«Müşrik», Allah'a
ortak koşan anlamına gelen bir sıfattır. Daha çok putperest Araplar hakkında
kullanılmıştır. Zira onlar putlarını kendileriyle Allah arasında tek vasıta ve
tek şefaatçi olarak görüyor, birçok konularda onları Allah'a ortak ve yardımcı
olarak biliyor ve inanıyorlardı.
Bununla beraber birçok
inkarcı sapıklar hakkında kullanılabilir. Çünkü materyalist maddeyi, Hıristiyan
İsa'yı (A.S.) ve Meryem'i; Yahudiler parayı ilâh edinip Allah'a ortak koşacak
kadar bu hususta ileri gitmektedirler.
Tevhîd esasları neden müşriklere ağır gelir? Zira «şirk»te, nefse serbesti tanıma söz konusudur. İlâhlaştırılan
canlı-cansız eşya, nefsin Önüne engel koymamakta, sınırsız hürriyete kapı açıp
insanları bir bakıma başıboş bırakmaktadır, yani onları birtakım manevî
müeyyidelerle çerçeve içine almamakta, arzularının önüne sed
koymamaktadır. Tevhîd esası ise, iç disiplini, nefis
terbiyesi sağlar; hayatın her bölümünü meşru sınırlar içine alır ve böylece her
zaman düzenli, dengeli bir hayat nizamı emreder.
Artık kimin ruhundaki «fıtrat
cevheri» veya «fıtrat mayası» hidâyete yatkın, tevhide uygun bir gelişme
sağlarsa, Allah ona hidâyet kapısını açıp hak din ile şereflendirir, [22]
«Onlar ancak
kendilerine (Allah, kitap, peygamber ve âhiretle
ilgili) bilgi geldikten sonra -sırf aralarındaki kin ve ihtiras yüzünden-
tefrikaya düştüler..»
Son Peygamber Hz. Muhammed (A.S.) gönderilmeden önce Yahudiler de,
Hıristiyanlar da geleeek olan «Hakikat nurunu»
sabırsızlıkla bekliyorlardı. Bununla beraber Yahudiler İsa'yı (A.S.) Kurtarıcı
Mesîh ve İsrail oğul-lan'na gönderilen bir peygamber
kabul etmiyorlardı. Aralarındaki tek ortak bağ, son peygamberin geleceğini
bilmeleri ve Onu sabırsızlıkla beklemeleri idi.
Son Peygamber Hz. Muhammed (A.S.) gönderilince, Onun Araplardan seçilmesi
hoşlarına gitmedi. Çünkü Yahudiler onun Harun Peygamber'in soyundan geleceğini
sanıyorlardı. Hıristiyanlar ise, İsa'nın (A.S.) dünya için tek kurtarıcı
olduğunu ve Allah'ın biricik oğlu bulunduğunu iddia edip başka bir peygamberin
gelip de İsa'nın dinini yürürlükten kaldırmıyacağını
düşünüyorlardı. Böylece dinî taassup onların akıl ve idrâkini, insaf ve vicdanını
işlemez hale soktu. Düne kadar kendi dinlerine dosdoğru sahip çıkmayan ve onun
birçok hükümlerini kendi arzuları doğrultusunda değiştiren Kitap Ehli, İslâm'a
karşı çıkmayı, kendi dinlerini savunup korumayı bir vecîbe saydılar.
Böylece Allah'ın
varlığı ve birliği; kitap ve peygamberi; âhiret ve
hesabı hakkında semavî bilgi iyice sarsıntı geçirdi ve Kitap Ehli 180
derecelik dönüş yapıp, hakka karşı aşın hasım kesildiler. Eğer ilâhî takdîr
plânını değiştirmek âdet-i ilâhiyyeden olsaydı,
elbette aralarında hemen hükmedip haklı ile haksızı belirler ve işi bitirmiş
olurdu. Ama takdîr plânı değişmez; ezelden ebede kadar kusursuz şekilde sürüp
gider.
Kitap Ehli'nin kin ve
taassubu, dinî esasları bozup değiştirdi. Kendilerinden sonraki nesle bozuk bir
itikad; tahrife uğramış kitap bıraktılar. O yüzden
sonraki nesilleri Tevrat ve İncil hakkında şüpheye düştüler. Hz. Muhammed (A.S.) ile alâkalı haber ve müjdelerin Ona
işaret olup olmadığında farklı görüşler ortaya koydular. [23] Zira
Bernaba İncil'i dışında kalan mevcut İnciller'de ve Tevrat'ta son peygamber Hz.
Muhammed'e (A.S.) acık şekilde delâlet eden âyet ve belgeler yer yer değiştirilmiş ve tahrîf edilmiş bulunuyordu.
Bu tarz farklı
görüşler ve aşırı taassup kılıfına sokulmuş duygu ve düşünceler günümüze kadar
sürüp gelmiş; kanaatimce manaca tahrîfe uğramayan Bernaba
İncil'i ise kilise tarafından reddedilip uydurma olduğu iddia edilmiştir. Oysa
bu İncil'de son din ve son peygamber hakkında en az yirmi yerde çok açık ve
net beyânlar bulunmaktadır. Diğer bölümleri de Kur'-ân ile uyum halinde olup
ilâhî kaynaktan indirilme olduğunu bütün açıklık ve berraklığıyla
göstermektedir.
Cenâb-ı Hak, Kitap Ehli'nin bu yanlış ve tehlikeli tutumunu
ve kuşaktan kuşağa aktarılmak suretiyle semavî dinlerin aslından nasıl
uzaklaştırıldığını belirterek şu bilgiyi vermektedir: «Onlardan sonra kitaba
vâris kılınanlar da kitaptan yana tam bir şüphe içindedirler.» [24]
«İşte (ey Peygamber!) bunun
için çağrına devam et, emredildiğin gibi dosdoğru ol; onların heveslerine
uyma..»
Müşriklerle Kitap
Ehli'nin kin ve İhtirası, inkâr ve inadı çözümü zor bir noktaya gelince,
Müslümanlara, onları kendi taassuplarıyla başbaşa
bırakıp insanları son dinin açtığı kurtuluş ve mutluluk yoluna dâveî etmek düşer. Ancak bu davetin bazı şartları vardır
ki, her mürşidin ve teblîğcinin dikkat etmesi gerekir. Onları şöyle
maddeleştirip sıralayabiliriz :
1— İlâhî
emir doğrultusunda dosdoğru olmak.
2— Bu doğruluk düzeyinde sâlih
amellerde bulunmak,
3— Gayr-i müslimlerin
heveslerine uymamak; onların kültürüne kapı açmamak,
4— Allah'ın indirdiği kutsal kitapların hepsine
inanmak ve bunu ilân etmek,
5— İslâm ile diğer semavî dinlerin yürürlükten
kaldırıldığını bildirmek ve İslâm adaletini yaygınlaştırmak; din ve ırk farkı
gözetmeksizin herkese âdil davranmak,
6— Millî ilâh bulunmadığını açıklayıp bir olan
Allah'ın hepimizin Rab-bı olduğunu açıklamak,
7— Kitap Ehli'yle iddialaşma ve sürtüşmeye
girmemek,
8— İhtilâf ettikleri konular hakkında hükmü
Allah'a bırakıp yumuşak ve yaklaştırıcı havayı devam ettirmek..
Böylece Kur'ân,
15. âyetle Peygamber'e (A.S.) hitap ederek ilâhî buyruğu bütün ümmetine teşmîl
düzeyinde, özellikle Kitap Ehli'ne karşı nasıl bir metot uygulamamızın; tevhîd esasına ve İslâm şeriatına davet ederken neleri
dikkate almamızın gerektiğini çok açık ve net biçimde belirtmiş oluyor. [25]
Yukarıdaki âyetlerle,
semavî dinlerin hepsinin esasta birleştikleri belirtildi. Kur'ân
indirildikten sonra Kitap Ehli'nin nasıl yan çizdiği konu edilerek, onlarla
tartışmaya gerek olmadığına işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle, Kitap
Ehli'nin sözü edilen konudaki iddia ve delillerinin boş ve anlamsız olduğu
belirtiliyor. Kitab'ın hak ve dengede indirildiği
açıklanarak Kıyamet olayını acele görmek isteyenlerin ona inanmadığına
dikkatler çekiliyor. Âhiret ürünü arzu edenlerle,
sadece dünya ürünü peşinde koşanlar konu edilerek bu hususta geniş ve
yönlendirici bilgiler veriliyor. [26]
16— Allah'a olan çağrıya olumlu cevap verdikten sonra
O'nun hakkında tartışıp duranların iddia ve delilleri Rabları
yanında boş ve anlamsızdır. Üzerlerine gazap ve onlar için şiddetli azap
vardır.
17— O Allah, Kitab'ı
hak ile ve teraziyi (denge ve düzeni) indirmiştir. Ne bilirsin, belki o
Kıyâmet'in kopuş saati yakındır.
18— Kiyâmet'e
inanmayanlar, onun hemen gelmesini isterler. İmân edenler ise, o olaydan korkup
çekinirler ve onun mutlaka hak olduğunu bilirler. Haberiniz olsun ki,
Kıyâmet'in kopuş saati hakkında tartışıp duranlar, gerçekten uzak bir sapıklık
içindedirler.
19— Allah, kullarına çok lûtufkâr,
çok şefkatli, bol insanlıdır. Dilediğini rıziklandırır.
O çok kuvvetli ve kudretlidir, çok üstün ve çok güçlüdür.
20— Kim, Ahiret ekinini
arzu ederse, onun arzuladığı ekini artırırız. Kim de Dünya ekini isterse, ona
da ondan veririz; Âhîret'te ise ona bir nasıp
yoktur.
21— Yoksa Allah'ın izin vermediği dini, onlara
meşru' kılıp ortaya koyan ortaklar mı var? Eğer kesin bir söz geçmemiş olsaydı, aralarında hük-medilirdi de iş olup biterdi. Zâlimlere elbette elem verici
bir azap vardır.
22— Zâlimleri o gün, kazanıp elde ettikleri
şeyden dolayı korku ve kuşku içinde görürsün. Oysa korktukları başlarına
gelmiştir. İmân edip iyi-yararlı amellerde bulunanlar ise Cennet
bahçelerindedirler. Onların dilediği her şey Rabları
yanındadır, İşte bu, büyük lütuf, büyük ihsandır.
İbn Abbas (R.A.), Mücahid ve Katade'ye göre : İslâm
Dini teblîğ edilip Allah'ın hidâyet nasîp buyurduğu kişiler imân edince, gerek
putperest müşrikler, gerekse Yahudi ve Hıristiyanlar, imân edenlerin yanlış
bir din seçtiklerini ileri sürerek kendi inançlarının ve dinlerinin hak
olduğunu, başka dine gerek bulunmadığını isbata
çalıştılar ve kendilerine göre birtakım uydurma deliller getirdiler. Bunun
üzerine yukarıdaki âyetler İndi. [27]
a) Bizim peygamberimiz daha önce gönderilmiştir.
Artık başka bir peygambere gerek yoktur.
b) Kitabımız da daha önce indirilmiştir. Bizim
için lüzumlu bütün hükümleri kapsayarak önümüzü aydınlatmaktadır.
c) Hem biz peygamber soyundanız. Bu bakımdan
diğer kavim ve milletlerden üstün tutulmuşuzdur.
Kur'ân-i Kerîm onların öne sürdüğü bu delillerin köksüz ve
anlamsız olduğunu açıklamakta ve dinler zincirindeki tekâmüle işarette
bulunarak gelip geçen binlerce peygamberin gönderilme hikmetini hem
belirtmekte, hem de iddiacılara hatırlatmaktadır.
Kitap Ehii'nin
böylesine tutarsız, temelsiz inada dayalı iddialarından dolayı ilâhî gazaba
çarpılacaklarını ve şiddetli bir azap ile ta'zîb
edileceklerini de Kur'ân haber vermekte ve böylece
yaşamakta olan Kitap Ehli'ne ilâhî adaletin sesini duyurmaktadır. [28]
«O Allah, Ki-tab'ı hak ile ve teraziyi (denge ve düzeni) indirmiştir. Ne
bilirsin, belki o Kıvam et'in kopuş saati yakındır.»
Kıyamet olayı, diğer
bir anlatımla «Âhiret hayatı» hakkında şüphesiz en
sağlıklı bilgiyi Kur'ân vermektedir. Tevrat ve
İncil'de bu kavram üzerinde geniş ve sağlıklı bir açıklamaya rastlamak mümkün
değildir. Zira her ikisinin de orijinali kaybolmuş ve o sebeple insan sözü
karıştırılarak birçok kısımları aslından uzaklaştırılmıştır.
Kur'ân, yukarıdaki 17. âyetle üç konu üzerinde durmakta ve
indirilen son kitap ile kâinat nizamı ve dengesi arasında kopmaz bağların
bulunduğuna işaret etmektedir. Şöyle ki: İndirilen kitapta uyumsuzluk,
çelişki, yanlış haber, lüzumsuz konu yoktur. O, bütünüyle insan hayatına
yönelen ve onun her dakikasıyla içice olan;, fert, aile, toplum ve milletin
maddî ve manevî kalkınma, gelişme ve mutlu neticeye erişme yollarını ve
çarelerini gösteren; insan ruhuyla da uyum halinde oiup
onun ilk safiyetini ve temizliğini korumaya yönelen kusursuz bir rehberdir.
Kâinat düzen ve dengesini en sağlam bilgilerle tanıtıp öğreten son mesajdır.
Böylece kitabın hak
olarak indirildiği belirtildikten sonra «mizansın da indirildiği konu
edilmektedir. Müfessirler bunu «adâlet»le, kutsal
kitaplar-daki «ilâhî hüküm!er»le
yorumlamtşlarsa da, aslında bu kavram çok yönlüdür.
Rahman Sûresi: 7 ve 8. âyetlerin tefsîrinde de açıklandığı üzere, Ce-nâb-ı Hak bu anlatımla,
kâinatta hâkim olan denge ve düzene dikkatleri çekmekte ve bu denge ve düzeni
en doğru şekilde temel bilgi olarak Kur'-ân'ın haber verdiğine işarette
bulunmaktadır. Zira varlık âleminde yer alan eşya ve sistemler hem kendi ölçüleri
içinde, hem de diğerleriyle olan bağlantılarında tam uyum, ahenk ve
dengededirler. Hepsinin hareket ve hizmetinde mutlak anlamda adalet ölçüsü
hâkimdir.
Bu açıklamanın
arkasından hemen kıyamet olayına geçilmesi çok anlamlı
ve hikmetlidir. Öyle ki, belli plâna göre kurulan bu kusursuz düzen ve dengenin
vakti saati gelince bozulacağı, alt-üst olacağı ve yerine yepyeni kalıcı bir
düzenin kurulacağı söz konusudur. Dünya'nın ömrüne baktığımız zaman, kıyametin
yakın olduğu kendiliğinden anlaşılır. Kaldı ki, onun alâmetleri hakkında
birçok bilgiler verilmiştir ki, onların önemli bir kısmı ortaya çıkmış
durumdadır.
Unutmamak gerekir ki,
her hareketin bir başlangıcı ve bir de hareketi sağlayan sebebi vardır ve her
başlangıcın bir de sonu söz konusudur.
Ayrıca «mîzan» tartı
aleti olarak da hak ve hukuka titizlikle riâyetin sembolü sayılabilir.
Böylece dünyada da, âhirette de düzenli, faziletli bir hayat sürebilmek için
hak olan Kur'ân'a göre yaşamamız ve kâinat mîzanıyla
günlük işlerimiz arasında adalet terazisini bulundurmamız gerekmektedir.
İnkarcı maddeciler, putperest
müşrikler sırf alay ve eğlence olsun diye kıyametin hemen kopmasını isterler. Mü'minler ise, kıyamet olayının neler meydana getireceğine
hem inanır, hem de onun dehşetinden korktukları için Cenâb-ı
Hakk'a sığınırlar. [29]
«Kim, Ahiret ekinini arzu ederse, onun arzuladığı ekini
artırırız. Kim de Dünya ekini isterse, ona da ondan veririz; Âhiret'te ise, ona bir nasip yoktur»
Dünya hayatı
olmasaydı, Âhiret'in anlamı, hikmeti ve taşıdığı
yüksek nîmetleri anlaşılmazdı. Değeri bilinmeden o nîmetler hikmetsiz kalırdı. Âhiret hayatı olmasaydı Dünya hayatı anlamsız, amaçsız ve
hikmetsiz kalır; kısa bir sürelik mide ve şehvet otlağı olmaktan öteye geçmezdi.
Dinler, özellikle son
din İslâmiyet bu iki hayat arasında köprü kurulmasını telkîn eder ve bu
köprünün bütün malzemesini verir. Buna rağmen köprü kurmayıp sadece dünya
hayatına yönelenlere bir şeyler verilir; Âhi-ret'te ise öylelerine bir nasîp
yoktur.
Her iki hayata birden
yönelip ikisi için düzenli şekilde hazırlananlar ise, hayatın amaç ve hikmetini
idrak edenlerdir. Onlara Âhiret Âlemi'nde kat kat mükâfatlar vardır.
Böylece Cenâb-ı Hak 20. âyetle, mü'minlerin
Âhiret hayatına aşk ve şevklerini artırmakta, inkarcı
sapıkları, gafil azgınları uyarmaktadır.
Sonra da mü'minlerle
kâfirlere hazırlanan karşılık ceza ve mükâfatlara değinilerek ölmeden önce bu
gerçeği anlayıp inanmanın sayılmıyacak kadar faydalan
olduğuna işaret edilmekte ve ilâhî rahmet gereği bu kabil hatırlatma ve
uyarılara sık sık yer verilmektedir. 21, 22.
âyetlerle Âhiret'te her iki grup için hazırlanan
şeyler yönlendirici bir anlatımla işlenmekte; duygu ve düşüncelere
seslenilerek küfürle kilitlenmiş ön yargıdan sıyrılmaları dolaylı şekilde istenmektedir. [30]
Yukarıdaki âyetlerle.
Kitap Ehli'nin yersiz ve haksız iddialarına değinilerek aydınlatıcı biigiler verildi. Kur'ân'ın insan
hayatını düzene sokacak hükümlerle hak üzere indirildiği bildirildi ve Allah'a inananların
dengeli, düzenli bir hayat sürmeleri dolaylı şekilde emredildi. Yalnız dünya
hayatını arzu edenlere âhirette bir nasip olmayacağı
bildirilerek, iki hayatın birbirini tamamlayıp birinin diğerine anlam ve hikmet
kazandırdığına işarette bulunuldu.
Aşağıdaki âyetlerle, hak ve
denge ölçüleri doğrultusunda Allah'ın kulları müjdeleniyor; Hz, Muhammed'in (A.S.) görevinin Allah'tan aldığını olduğu
gibi Allah'ın kullarına teblîğ etmek olduğu konu edilerek etraflı bilgi veriliyor.
Hakk'a dönenleri Allah'ın bağışlayacağı haber
verilerek, inkârın rahmete vesîle olmayacağı dolaylı şekilde belirtiliyor.
Sonra da kâinatta rızık konusunda mutlak bir plâna
göre takdirde bulunulduğuna değinilerek, aşırı derecede rızık
kaynaklarına imkân verilmediğinin sebep ve hikmeti açıklanıyor[31]
23— İşte
bununla Allah, imân edip iyi-yararh amellerde bulunan
kullarını müjdeliyor. De ki: «Ben, (Allah'ın buyruklarını tebliğ hususunda) yakınlıkta,
hısımlıkta sevgiden başka sizden bir ücret istemiyorum. Kim çalışıp iyilik
kazanırsa, ona, ondaki iyiliği artırırız. Çünkü Allah, gerçekten çok
bağışlayandır ve şükredene nimetini artırandır.»
24— Yoksa (senin için) Allah'a karşı yalan
uydurdu mu diyorlar? Allah dilerse senin kalbini mühürler. Allah kendi
sözleriyle bâtılı yok eder; hakkı isbât edip ortaya
koyar. Şüphesiz ki O, gönüllerde dönüp dolaşanı bilir.
25— O ki, kullarının tevbesini
kabul eder, kötülüklerini affeder ve neler işlediklerini bilir.
26— İmân edip iyi-yararlı amellerde bulunanların
(dilek ve dualarını) kabul eder de kendi bol nimetinden, geniş ihsanından
onlara artırır. Kâfirlere gelince: Onlar için çok çetin bir azap vardır.
27— Eğer Allah, rızkı kullarına iyice genişletip
bol bol verseydi, elbette azıp tuğyan ederlerdi.
Fakat onu dilediği ölçüye göre indirir. Şüphesiz ki O, kullarından haberlidir,
görendir.
28— O ki, (kulları) umutlarını kestikten sonra
yağmur indirir de rahmetini yayar. (Gerçek) dost ve yardımcı O'dur, övül ineğe
de lâyık O'dur.
«Ben Allah'ın
buyruklarını tebliğde, size olan hısımlığımdan dolayı beni sevmenizden ve
aramızdaki yakınlığı korumanızdan başka (sizden) hiçbir ücret istemiyorum.» [32]
«Getirip size tebliğ
ettiğimiz açık belgeler ve doğru yolu gösteren beyânlar karşılığında, Allah
ile sevgi bağı kurmanızdan ve ibâdetinizle O'na yakınlık sağlamanızdan başka
bir ücret istemiyorum.» [33]
Ansar'dan bir topluluk bir gün geçmiş hizmetlerinden söz
ederek, «Biz (İslâm'a ve Peygamber'e) hizmette bulunup şöyle şöyle yaptık» dediler ve övünür gibi bir tavır ortaya koydular.
Bunun üzerine ya Hz. Abbas (R.A.), ya da onun oğlu
Abdullah (R.A.), «Öyle de olsa bizim size karşı üstünlüğümüz var» diyerek
karşılık verdi. Haber Hz. Peygamber'e (A.S.)
ulaşınca, kalkıp onların bulunduğu meclise geldi ve şöyle buyurdu : «Ey Ansar topluluğu! Sizler zillet içindeydiniz; Allah sizi
aziz ve şerefli kılmadı mı?» Onlar da: «Evet,Ya Resûlellah!» diye cevap verdiler. Peygamber (A.S.) devamla:
«Sizler dalâlette idiniz, Allah sizi doğru yola kavuşturmadı mı?» diye sordu.
Onlar da: «Evet, Ya Resûlellah!»
diye tasdik ettiler. Bunun üzerine Hz. Pey-gamber (A.S.) onlara «Sizler benden sormayacak mısınız?»
buyurdu. Onr lar da: «Ne
söyleyelim ya Resûlellah?
.» dediler. Peygamber (A.S.) Efendimiz şöyle buyurdu: «Diyemez misiniz, biz
seni barındırdık. Onlar (Mekkeli'-ler) seni
yalancılıkla suçladılar; biz ise seni tasdik ettik. Onlar (Mekkeli'ler)
seni zelil ve hakir etmek istediler, biz sana yardımda bulunduk!»
Râvî devamla diyor ki:
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz durmadan Ansar'ın
yaptığı iyilikleri sayıp sıraladı; o kadar ki Ansar
fazlasıyla duygulanıp dizüstü çöktüler ve nemli
gözleriyle O'na bakıp şöyle dediler: «Ellerimizdeki mallarımız Allah ve Peygamberi
içindir!» [34]
Yapılan tesbitlere
göre, sözü edilen olay üzerine yukarıdaki 23. âyet inmiştir. [35]
<<De ki: Ben' fAIIah'ın buyruklarını tebliğ hususunda) yakınlıkta,
hısımlıkta sevgiden başka sizden bir ücret istemiyorum..»
Bilindiği gibi, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Kureyş
Kabilesine mensup Hâşim Oğulları'ndan idi. O bakımdan
Mekkeli'lerin çoğuyla uzaktan ve yakından bir
hısımlık bağı bulunuyordu. İlâhî buyrukları teblîğ ile görevlendirilince, önce
akrabasını Hakk'a davetle işe başladı. Ne yazık ki
akrabasından çoğu akrabalık hukukunu çiğneyerek O'na karşı geldiler. Oysa Peygamber
(A.S.) onlardan sevgi dolu bir ilgiden, Hakk'in
birliğine böyle bir sevgi ve yakınlık havası içinde gelmelerinden ve hısımlık
hukukuna riâyetten başka hiçbir karşılık istemiyor ve düşünmüyordu. Çünkü Onun
şahsî dâvası veya makam ihtirası yoktu. Sadece insanları küfrün ve ahlâksızlığın
karanlığından kurtarıp imân ve irfanın nuranî havasına kavuşturmayı istiyordu.
O bakımdan İslâm şerefiyle herkesten önce hısım ve yakınlarının şereflenmesini
arzu ediyordu.
İlgili 23 ve 24.
âyetler, Hz. Peygamber'in Mekke'de yakınlarından çoğunun
ilgisini bile kaybettiğini, hattâ bir kısmının kendisine azılı düşman kesildiğini
ifade etmekte ve Allah yolunda Onun birçok fedakârlıklara katlandığına,
omuzlarına yükletilen mukaddes hizmeti yerine getirmek için birçok tehlikelerle
yüzyüze geldiğine işarette bulunulmaktadır. Ama her
şeye rağmen bir an olsun ümidini yitirmediği, görünüşte uğradığı her
başarısızlığın aslında başarıya erişmenin müjdesi olduğu da bu âyetlerle kapalı
bir anlatımla haber verilmekte ve yaşamakta olan mü'minlerin
cesareti artırılmaktadır.
«Kurbâ»
kelimesi masdardır. Daha çok hısımlarla olan sıcak
yakınlık mânasında kullanılır. Bazan da iyi yararlı
amellerle Allah'a yakınlık sağlamak anlamına gelir. [36]
«Kim çalışıp İyilik
kazanırsa, ona, ondaki iyiliği artırırız. Çünkü Allah, gerçekten çok
bağışlayandır ve şükredene nimetini artırandır.»
İyilik, güzellik,
fazilet ve yararlı işin temelinde Allah'a dosdoğru imân varsa ve Hakk'ın rızası amaç olarak bulunuyorsa, gerçek ölçü ve
değerini bulmuş olur. Hz. Peygamber'in (A.S.)
akrabalık sevgisini korumaya çalışırken, önce onun temelini oluşturmaya
çalışması kadar tabii ne olabilir. Çünkü onlara yapılacak en büyük iyilik bu
idi. Ne war ki Mekkeii'ler
bu iyiliği takdir duygusundan yoksun bulunuyorlardı. O kadar ki Hakk'a davet edildiklerinden dolayı Hz.
Peygamber'le (A.S.) her türlü akrabalık ilgisini kesip Ona hasım olarak, baş
düşmanları arasında yerlerini almışlardı. İlgili âyetle iyiliğin gerçek değeri
üzerinde durularak, akrabayı doğru yola çağırmanın buna misal teşkil ettiğine
işaret ediliyor.
Buna karşılık Hz. Peygamber'e (A.S.) inanıp İslâm'a giren hısımları ise.
Peygamberin (A.S.) şu hadîsleriyle övülrnektedir:
«Canımı kudret elinde tutan Allah'a and olsun ki,
adam sizi Allah ve Resulü için sevmedikçe kalbine imân girmez.» [37]
«Ey insanlar! Ben de ancak
bir beşerim. Çok sürmez Rabbımın elçisi (ölüm meleği)
gelir, ben de onun dâvetine icabet ederim. Doğrusu size (manevî feyiz ve)
ağırlığı olan iki önemli şey bırakıyorum: Birincisi, Allah'ın kitabıdır ki
onda doğruluk ve nur vardır. Artık siz Allah'ın kitabına sımsıkı sarılın.
Diğeri ise, Ehl-i Beytim'dir.
Ehl-i Beytim hakkında size Allah'ı hatırlatırım.» [38][39]
«Yoksa (senin için)
Allah'a karşı yalan uydurdu mu diyorlar?..»
Kur'ân'ın yüksek ifadesi, derin ve kapsamlı mânası, edebî
kudreti karşısında şaşkına dönen inkarcı müşrikler, «Kur'ân
Muhammed'in uydurup Allah'a nisbet ettiği düzme bir
kitaptır» diyecek kadar akıl ve vicdanlarını yitirdiler. Çünkü kalpleri küfürle
kılıflanmış, gerçeği anlayabilecek yetenekleri
dumura uğramıştır. Bu duruma bakarak onların yakışıksız sözlerine üzülmenin bir
yararı yoktur; ama onları düştükleri cehalet çukurundan kurtarmanın çarelerini
düşünmenin ve ona göre hakkı tebliğ metoduyla hizmete koyulmanın sayılmayacak
kadar faydaları vardır.
O bakımdan konumuzu
oluşturan âyet teselli mahiyetinde indirilerek hakkın mutlaka başarıya
erişeceği ve o günler gelinceye kadar mü'minlerin sabr-u sebat göstermeleri haber veriliyor..
«Allah dilerse senin
kalbini mühürler. Allah kendi sözleriyle bâtılı yok eder; hakkı isbat edip ortaya koyar.» Ama O'nun muradı seni ortadan kaldırmak
veya onlara benzetmek, ya da kendi sözünü vasıtasız
işlek duruma getirip üstün kılmak değildir. Böyle olsaydı peygamber
göndermeye, kitap indirmeye gerek kalmaz, insanlara verilen cüz'ı irâde diye bir kavram ve kanun olmazdı. O bakımdan Cenâb-ı Hak, insanı belli bir plâna göre yaratmayı murad edince, onda iyilik ve kötülüğe eğilimli birtakım
duygular var kıldı; önünü aydınlatacak, gerçeği anlayabilecek bir de akıl ve
idrâk yeteneği verdi. Sonra da aklına yol gösterecek veya ona ışık tutacak
kitap indirdi ve peygamber göndererek bu konuda ona kendi irâdesini kullanma
serbestisini tanıdı.
O halde insanoğlu mevcut
yeteneklerini kitap ve sünnetle birleştirip sünnetullaha
göre yolunu seçerse, Cenâb-ı Hak kendi kudretini
izhar edip hakkı isbat ederek bâtılı ortadan giderir. [40]
Şüphesiz Cenâb-ı Hakk'ın değişmeyen
sünnetinden bîri de, geç de olsa bâtılı silip yok etmek, hakkı bütün açıklık
ve berraklığıyla gün ışığına çıkartıp üstün kılmaktır. Eğer Kur'ân bir insan tarafından hazırlanıp ortaya konmuş
olsaydı, çoktan eskiyip bütün özelliğini ve tazeliğini kaybeder, sıradan
kitaplar gibi bir köşeye atılıp unutulmaya mahkûm olurdu. Zira insan kaleminin
ve kafasının mahsulü olan her eser, insan kadar kusurlu ve fânidir; eskimeye
ve unutulmaya mahkûmdur. Kur'ân ise bu genellemenin
dışında her geçen asır özelliğini bütün tazeliğiyle korumakta; gerçeği bulup tesbit eden ilimle ters düşmemekte ve her konuda tasdîk edilegelmek-tedir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'in kudret kaleminin
eseri olan bu kitap, kusursuz ve hatasızdır. Mutlak surette hakkı yansıtmakta
ve bâtılın elîm neticelerini haber vermektedir. O bakımdan her geçen yıl onun
cilâsı artmakta, kudreti daha iyi anlaşılmakta ve kapsadığı bütün konularıyla
insan kudretini aşmaktadır.
Kur'ân'a nazire yazanlar, kitap te'lîf
edip Allah'a nisbet edenler ve bu açıdan hareketle
kendilerini peygamber olarak tanıtmaya çalışanlar çok geçmeden
hüsrana uğramışlardır. Yazdıkları kitabın bir sürü tutarsız sözler, konular ve
uydurma rivayetler yığını olduğu ortaya çıkmış ve paçav-ralaşıp bir kenara itilmeye mahkûm olmuştur.
Bu konuda kim ne düşünürse
düşünsün, ne derse desin, sonuç Hakk'ın sözlerinin
üstünlüğüyle noktalanır. Cenâb-i Hak kalp ve
kafalarda dönüp dolaşan düşünce ve duygulan çok iyi bilir. O halde bilerek Hakk'a hizmet edip bâtılın şarlatanlığına fazla üzülmemek
gerekir. Çünkü mutlu sonuç hakkındır. [41]
«o ki,
kullarının tevbesini kabul eder,
kötülüklerini affeder ve neler işlediklerini bilir.»
Önceleri Peygamber'e
(A.S.) ve Kur'ân'a karşı çıkanlardan ve Hz. Mu-hammed'e (A.S.) yalancı,
iftiracı damgası vurmaya çalışanlardan bir kısmına hidâyet nasip olunca, hakka
yönelip gönülden teslimiyet gösterdiler. İlâhî beyân gereği, onların dönüş ve tevbesi kabul edildi; daha önce inkâr ve zulümlerinden
dolayı biriken günahları bağışlandı.
Şüphesiz böylesine bir
kabul ve açık kapı, insanlardan yana rahmetin en parlak yanlarından biridir.
Aynı zamanda onların doğru yolu seçip hidâyete erişmesi için bütün imkânların
ortaya konduğunun bir başka şahididir. Öyle ki, kırk elli yılını inkâr ve
madde cenderesinde silik hale getirip verimsiz kılan kimse, gafletten uyanır da
hakka yönelir ye son din İslâmi-yeti kendine din
olarak seçerse, geçmiş bütün günahları temizlenir, anasından doğduğu gündeki
gibi tertemiz olarak İslâmiyetin nuranî havasında
yepyeni bir hayata başlamış olur.
İşte inkarcı her insan için
bundan daha büyük müjde ve mutluluk düşünülebilir mi? İmân ve sâlih amel sonsuzluk gıdası, ebediyen mutlu yaşamanın
iksiridir. O bakımdan Cenâb-ı Hak kendini bu düzeye
getiren mü'-min kullarının meşru isteklerini kabul
buyurmakta ve kendi fazl-ü keremini onlardan yana
artırmaktadır. Yirmi altıncı âyetle bu müjde verilirken, mü'minlere
büyük ümit kapılarının açık tutulduğuna işaret edilmekte ve insan hayatının
ancak imân ve sâlih amelle değer kazanabileceği
kapalı şekilde anlatılmaktadır. [42]
«Eğer Allah, rızkı
kullarına iyice genişletip bol bol verseydi, elbette
azıp tuğyan ederlerdi. Fakat onu dilediği ölçüye göre indirir. Şüphesiz ki O,
kullarından haberlidir, görendir.»
Yirmi yedinci âyetle,
çok önemli bir noktaya parmak basılmaktadır; öyle ki ilim adamlarına ışık
tutulmakta, temel bilgi verilmektedir.
Cenâb-ı Hakk'ın ezelde hazırladığı
plâna göre, insan sayısı önceden belirlenmiş ve dünyanın ömrü takdir edilip rızık kaynakları ona göre ayarlanmıştır. Sonsuz, sınırsız
tükenmez kaynaklar var kılınmamıştır. Zira dünyanın ömrü sonsuz ve sınırsız
değildir. Aynı zamanda bunun iki dikkate değer hikmeti söz konusudur:
Birincisi, ihtiyaç fazlası nîmetin azgınlık, savurganlık ve ahlâksızlığa yol
açmasıdır. İkincisi, çalışma, didinme ve rekabet azminin ortadan kalkması,
hayatın canlılığını bir bakıma yitirmesidir.
Kur'ân bütün bu sakıneah sonuçları
«bağıy» kavramıyla özetlemekte ve konu üzerinde iyice
düşünmemizi ilham etmektedir. Bağıy: Azgınlık, ahlâksızlık,
haksızlık, haddini bilmezlik, meşru sınırlan aşmak, zulmetmek, gibi mânalara
delâlet eder. Şüphesiz, azgınlık düzensizlik doğurur. Ahlâksızlık fitne ve
bozgunculuğa neden olur. Haksızlık, güvensizlik ve huzursuzluğa yol açar;
güçlü güçsüzü ezip dengesizlik ve düzensizliği doğurur. Aşırılık, sınırsız
hürriyet arzusuna sebep olur ve böylece hürriyetlere tecavüz revaç bulur.
O nedenle insanı
yaratan Cenâb-ı Hak, onun hangi ortamda neler yapacağını
çok iyi bildiğinden, hayat plânını ona göre hazırlamıştır. Denizlerdeki
nimetler de dahil, bütün kaynaklar sınırlıdır. İnsanlar yaşayabilmek için hem
bu kaynaklan işlemek ve işletmek, hem de bilerek ölçülü şekilde kullanmak
zorundadır.
Böylece «neden bol ve
tükenmez nimetler verilmemiştir?» sorusu cevaplanmış oluyor. Başka ülkelerin
kaynaklarını sömürüp ekonomik yönden çok güçlü duruma gelen İngiltere, Fransa
ve Almanya'da azgınlık ve ahlâksızlık her geçen gün artmakta, maddî refah genç
kuşakları tatmin edememektedir. Bu sebeple intihar olayları artmakta,
homoseksüeller çoğalmakta, uyuşturucu ibtilâsı
yaygınlaşmakta, aile yuvası ciddi sarsıntılara maruz kalmaktadır. O kadar ki
devlet lûtiliği yasallaştırmakta ve ahlâksızlığın önünde dize gelmektedir. [43]
(kulları) umutlarını
kestikten sonra yağmur indirir de rahmetini yayar. (Gerçek) dost ve yardımcı
O'dur, övülmeğe de lâyık O'd ur.»
İlk bakışta konuyla
alâkalı başlık kapalı gibi gelir. Zira aşırı kuraklığa maruz kalan bölgeler ve
kesimler vardır. Oysa Cenâb-ı Hak bu rahmetini de
dengeli, düzenli ve ihtiyaç oranında indirmeyi plânlamış ve öylece uygulamaya
koymuştur. Zaten yağmuru oluşturan faktörler incelendiğinde bu plân rahatlıkla
anlaşılır. Ne var ki insanların bilgisizce müdahalesiyle, faktörlerden bir
kısmını mefluç hale sokması dengeyi bozmaktadır.
İlâhî denge ve düzen
kanunu gereği, yağmuru daha çok ormanı, ağacı çok olan bölgeler kendine doğru
çeker. O sebeple yeryüzü insanların yaşamasına elverişli duruma getirildiğinde
dağlar, denizler, ırmaklar ve ormanlar ona göre yaratılıp düzenlenmiş;
yerleşim yerlerini seçme işi ve kaynaklardan yararlanma becerisi insanların
irâdesine bırakılmıştır. Resûfül-lah
(A.S.) Efendimiz bu inceliği dikkate alarak ümmetine şöyle tavsiyede bulunarak
yol göstermiştir: «Elinizde bîr fidan bulunur ve kıyamet de kopmak üzere ise,
hemen dikme imkânınız varsa, dikiniz.» [44]
Denizleri kirletip ölü
deniz haline getiren; ormanları yok edip bölgeyi çöl haline sokan biz insanlar
değil miyiz? Bilgisizce yararlanmaya yönelmemiz birtakım dengesizlikler
doğurmakta, kaynakları kısırlaştırıp açlığa, kuraklığa, sefalete neden
olmaktayız. Şüphesiz kusur, ilâhî plânda değil, bizim tutum ve aniaytşımızdadır.
«Yağmur indirir ve rahmetini
yayar» sözü, O'nun denge ve düzenle ilgili kanunlarını hatırlatmaktadır.
«Gerçek dost ve yardımcı ve övülmeğe lâyık O'dur.» Çünkü kullarının ihtiyacını
karşılar ölçüde kaynak vücuda getiren ve bunu denge kanununa bağladıktan sonra
insan aklına ışık tutmak için kitap indiren ve yol göstermek için peygamber
gönderen de O'dur. [45]
Yukarıdaki âyetlerle, sâlih âmellerde bulunan mü'minler
müjdelendi; inkarcı maddeciler de uyarıldı. Hz.
Muhammed'in (A.S.) görevinin sınırı belirlenerek ümmetine en sağlam kıstas
verildi. Sonra da rızık konusuna değinilerek, bu
hususta ilâhî denge ve düzen kanununa işarette bulunuldu,
Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın
varlığına delâlet eden iki önemli belgeye yer veriliyor. Başa gelen musibetin
insanın kendisinden kaynaklandığı hatırlatılarak, Allah'ın kimseye haksızlık etmiyeceği dolaylı şekilde anlatılıyor. Sonra da Allah'a
acizliğin nisbet edilemiyeceğine
değiniliyor ve arkasından deniz, gemi ve rüzgâr nîmetine atıfta bulunularak
aydınlatıcı bilgiler veriliyor. [46]
29— O'nun
varlığına (delâlet eden) belgelerden biri de, göklerin üe
yerin yaratılması ve ikisinde serpiştirip yaydığı canlılardır. O'nun, dilediği
zaman onları toplayıp biraraya getirmeğe gücü ve
kudreti yeter. '•''
30— Başınıza
gelen her musibet, ellerinizle işleyip kazandığınız (günah ve kötülükler)
yüzündendir. (Bununla beraber) çoğunu affeder.
31— Siz yeryüzünde (Allah'ı) âciz bırakacak
(güçte) değilsiniz. Sizin için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı
vardır.
32— O'nun (varlığına, birliğine delâlet eden)
belgelerden biri de, denizde dağlar gibi yüzen gemilerdir.
33— Dilerse rüzgârı durdurur da (yelkenli
olanları) su üstünde dura-kalırlar. Şüphesiz ki bunda, çokça sabreden, çokça
şükreden kimse için deliller, belgeler vardır.
34— Veya o (gemilerdekileri) işledikleri (günah
ve vebal) yüzünden (gemiyi batırarak) yok eder; çoğunu da affeder.
35— Hem âyetlerimiz hakkında tartışıp idd.ialaşanlar, kendileri için kaçacak yer bulunmadığını
bilsinler,.
Hz. Ali (R.A.) kendi arkadaşlarına şöyle diyor:
«Peygamber (A.S.) Efendimizin, Allah'ın kitabında en üstün âyet hakkında bize
verdiği haberi size anlatayım mı? Allah'ın kitabında en üstün âyet: «Başınıza
gelen her musibet, ellerinizin işleyip kazandığınız (günah ve kötülükler)
yüzündendir. (Bununla beraber Allah) çoğunu affeder» âyetidir. Peygamberimiz
(A.S.) baha: «Ya Ali! Bunu sana açıklamak istiyorum
Dünyada başınıza gelen bir hastalık, bir ceza, bir kötü sonuç, bir belâ,
ellerinizin işleyip kazandığı sebebiyledir. Allah ise, bunun ikinci defa
cezasını Âhiret'te vermekten daha halîm ve daha
şefkatlidir. Allah dünyada bir şeyi (günah ve kusuru) affet-
tikten sonra dönüp onu
cezalandırmaktan çok daha kerem sahibidir.» [47]
«Mü'mine
dokunup eziyet veren herhangi bir şeye karşılık Allah mutlaka onun günahlarını
bağışlayıp temizler.»[48]
«Muhammed'in canını
kudret elinde tutan zata and olsun ki, (insana eziyet
veren) budağın bir çizintisi, damardan birinin seğrimesi
ayağın kayması bir günah sebebiyledir, Allah'ın ondan dolayı (kulunu)
affetmesi ise daha çoktur.» [49]
«Mü'mine
batan bir diken sebebiyle Allah mutlaka onun bir derecesini yükseltir ve bir
hatâsını düşürür.» [50][51]
«O'nun varlığına
(delâlet eden) belgelerden biri de, gökleri ve yeri yaratması ve ikisinde
serpiştirip yaydığı canlılardır. O'nun, dilediği zaman onları toplayıp biraraya getirmeye gücü ve kudreti yeter.»
İnkâr ve imânın; iyi-yararli amellerin, imân ve irfandan uzak işlerin nasıl bir
sonuç vereceği belirtildikten; tevbe kapısının
devamlı açık tutulduğu, dönüş yapanların, hakkı seçenlerin bağışlanacağı
açıklandıktan sonra, Allah'ın kudretine delâlet eden belgeler sıralanıyor:
1— Göklerin ve yerin yaratılmasında mükemmel bir
plânın mevcudiyeti,
2— Göklere ve yere serpiştinlen
canlı varlıkların dağılımı,
3— Bu canlı varlıkların, Cenâb-ı
Hak dilediği zaman biraraya getirilme durumu,
4— Denizde dağlar misali yüzen gemilerin belli
kanunlarla su üstünde hareketi..
Göklerin ve yerin
yaratılma olayı, çok mükemmel bir plânın ve şaşma ihtimali olmayan fiziksel
kanunların mevcudiyetini; aynı zamanda o plânı hazırlayan mutlak bir kudretin
hâkimiyetini hatırlatmaktadır. Gerek kâinat kendi bütünlüğü içinde, gerekse
onda yer alan parça ve sistemlerden her biri ayrı ayrı
incelendiğinde, kusursuz bir denge ve düzenin var olduğu anlaşılır. Şüphesiz
bunlar, kâinatın hem öncesiz olmadığını, hem de tesadüflerle oluşmadığını isbatlamaktadır.
Göklere ve yere
serpiştirilen canlılar:
«Dabbe»
kelimesi, hafif yürüyen, hareket eden, debelenip hayat belirtisi gösteren her
canlı hakkında kullanılan bir kavramdır. Kur'ân'in
dört ayrı yerinde bu kavrama yer verildiğini görüyoruz. Nahl
ve Şûra sûrelerinde bu, göklere ve yere serpiştirilen canlılar anlamında yer
almaktadır. O bakımdan ilim adamları bu iki âyeti farklı şekilde
yorumlamışlardır:
a) Göklerde ve yerde yüzükoyun hareket eden
canlılar vardır.
b) Âyetteki anlatımda «tağlîb
kaidesi» söz konusudur. Şöyle ki: Yeryüzünde insan ve hayvanlar; göklerde ise
melekler hareket halinde olup yaşamaktadırlar. Ancak hepsine birden tağlîb yoluyla «dabbe» denilmiştir. Zira Araplar arasında bu kaide çok
yaygındır. Mesela güneş ile ay'ı bir-arada andıkları zaman çoğu kere «şems ve
kamer» demezler de «kame-reyn»
veya «kameran» derler.
O halde bilimsel
araştırmalar sonucu gezegen veya başka bir sistemde, ya
da yıldızda canlı varlıklara rastlanır veya böyle bir tesbit
yapılırsa, birincilerin yorumunun isabetli olduğu; rastlanmadığı takdirde
ikincilerin yorumunun isabetli olduğu ortaya çıkmış olur.
Ancak şu hususu
belirtelim ki, Allah'ın varlığına, birliğine delâlet eden her belge beraberinde
iki yarar taşımaktadır: Birincisi, Allah'ın kudret damgasını yansıtması;
ikincisi insandan yana bir hizmet vermesi şeklindedir. O bakımdan teknik
imkânların gelişmesi ve ilmî araştırmaların hızlanması neticesinde mevcut
gezegenlerden birinde veya başka bir sistemde birtakım canlı varlıklar tesbit edilirse, bu oranın hayat şartlarına göre yaratılan
bir kudret harikası sayılır ve bütünüyle ilâhî varlığın damgasını yansıtarak Cenâb-ı Hakk'ın nelere kadir
olduğunu gösterir.
Ne var ki, günümüze
kadar güneş .ailesinde yer alan gezegenler üzerinde Viking
I, Viking II, Viking ili
ile yapılan araştırmalar, onlarda hayat belirtisi bulunmadığını göstermiştir.
İnsan denilen canlıya
gelince : O sadece dünya denilen yerkürede vardır. Başka bir gezegen veya
sistemde olması düşünülemez. Nitekim Rahman Sûresi 10. âyette bu husus gayet
acık şekilde ifade edilmektedir.
Göklerde ve yerde
bulunan canlıların biraraya getirilmesi:
İlgili 29. âyetle,
göklerle yere serpiştirilen dabbeyi, Allah'ın
dilediği zaman biraraya getireceği belirtilmektedir.
Bu da iki ayrı yorum istemektedir. Şöyle ki :
a) Kıyamet gününde Cenâb-ı
Hak bütün canlıları diriltip biraraya getirecek ve böylece melekler, insanlar, cinler
ve hayvanlar mahşer alanında yerlerini alacaklar.
b) Göklerde, yani bazı gezegen veya sistemlerde
«dabbe» denilen canlı varlıklar bulunuyorsa, o gezegen
veya sisteme ulaşılması ve orada yaşayan canlılardan birkaç tane alınıp
dünyaya getirilmesi veya dünyadan bazı hayvanların o gezegen veya sisteme
gönderilmek suretiyle onların biraraya getirilmesi
söz konusudur. Ancak birinci yorum, siyak ve sibak itibariyle daha isabetlidir.
Denizlerde dağlar
misali yüzen gemiler:
Bu anlatım, üc önemli hususu yansıtmaktadır;
1— İslâm'dan önceki asırlarda da çok büyük
yelkenli gemiler inşa edilmiştir. O bakımdan bu, araştırmaya, değer bir konu
olarak önümüzde bulunuyor. Zira eski çağlarda vücut bulan sanat ve medeniyetin
ölçüsünü, gemilerin kalıntılarında da görmek mümkün olur. O halde batık
gemileri araştırıp tesbit etmekte birtakım yararlar
vardır.
2— Daha büyük gemilerin, doğ misali araçların
imal edildiğine işaret ediliyor. Nitekim Nuh Peygamber'in ilâhî gözetim altında
yaptığı geminin hayli büyük olduğu kesindir. Ayrıca M,Ö. X.^yy'da
Süleyman Peygamber'in (A.S.) büyük çapta yelkenli gemiler inşa ettirip deniz
filoları meydana getirdiğini hem Tevrat, hem de Kur'ân-ı
Kerîm haber vermektedir.
3— Ayrıca
suyun cisimleri kaldırma özelliğine atıf yapılarak gemilerin de belli fiziksel
kanunlara göre imal edilmesi hatırlatılmakta ve insana böyle yeteneklerin
verildiğine dikkatler çekilmektedir.
İşte bütün bu akla
ışık tutan belgelerde çok sabreden, çok şükreden kimseler için deliller ve
öğütler vardır.
Anlaşıldığı gibi, Kur'ân, belgeler üzerinde başarılı araştırma ve inceleme
yapılabilmesi için özellikle iki şeye ihtiyaç bulunduğunu belirtmektedir: Cokca sabır, çokça şükür.. Zira sabırlı çalışma, ilmin
desteği, başarının anahtarıdır. Şükür ise, iaad
edilen, keşfedilen her şeyde ilâhî damgayı görüp kuvvet ve kudreti O'na
çevirmektir. O halde bilimsel araştırmayı sabırla sürdürmeyen ilim adamı
başarılı olamaz. Elde ettiği başarılı sonucu kendi nefsine irca' eden ilim
adamı ise nankörlükten kurtulamaz. [52]
«Hem âyetlerimiz
hakkında tartışıp iddialaşanlar, kendileri için kaçacak yer bulunmadığını
bilsinler.»
Bilindiği gibi, ilmin
yolu ve hareket çizgisi ikidir: Gözlem ve deney. Ne var ki, gerçeği bulmakta,
hakkı dosdoğru anlamakta bu iki yol yeterli değildir. Buna bir misal verelim :
Canlıların kimyasal yapısı incelenirken gözlem ve deneyle, organizmaların altı
esas bileşimden meydana geldiği görülür: Su, karbon hidratlar, yağlar, adenosin fosfatlar, proteinler ve asitler. İlim, bu altı
esası biraraya getirdiğinde ona canlılık vasfı
veremiyor ve bu noktada birtakım varsayımlarla konuyu geçiştirmek istiyor. Oysa
sözünü ettiğimiz altı esas bileşimi farklı biçimlerde oluşturup ona canlılık
veren çok yüksek bir kimyacı söz konusudur. Bunu kabul etmiyenlere
gelince ; Bir elektronik cihazı meydana getiren unsurları inceleyip tesbit ettikten sonra, onun plân ve projesini hazırlayıp imaiata geçen teknik elemanı inkâra benzer. Aynı zamanda o
cihazı harekete geçiren bir de elektrik akımı söz konusudur.
İlgili âyetle bu
hususa parmak basılıp, «Âyetlerimiz hakkında tartışıp iddialaşanlar, kendileri
için kaçacak yer bulunmadığını bilsinler» buyurulara k gereken uyarı
yapılıyor.
Evet, inkâr ister kevnî âyetlere, isterse Kur'ân
âyetlerine yönelik bulunsun; inkarcı, gözlem ve deneyleriyle unsurların
(elementlerin) bileşimini ortaya çıkartmış, ama ona canlılık vasfı
verememiştir. Böylece hem bileşimleri oluşturup onlara canlılık vasfı veren
kudreti bilememiş, hem de kendi kafasında meydana gelen sorulara doğru bir
cevap bulamamıştır. [53]
Yukarıdaki âyetlerle,
Allah'ın varlığına delâlet eden birkaç belgeye yer verildi. Kişiye dokunan
musibet ve kötülüğün kendi nefsinden kaynaklandığına değinilerek Cenâb-ı Hakk'ın mutlak anlamda
âdil olduğuna işaret edildi. Sonra da dikkatler gemi ve denize çekilerek
yönlendirici bilgi verildi.
Aşağıdaki âyetlerle, dünyada
verilen nimetlerin birer geçimlikten ibaret olduğu, asıl kalıcı olan
nimetlerin Âhiret Âlemi'nde hazırlandığı hatırlatılıyor.
Arkasından bu idrâk içinde olan mü'minlerin on kadar
sıfatı konu edilerek sağlam kıstas veriliyor. Kötülüğe karşı kötülükten ziyade
affedici bir davranış içinde olmanın fazîlet olduğu belirtilerek bu konularda
sabırlı olmanın önemi üzerinde duruluyor. [54]
36— Size verilen herhangi bir şey, dünya
hayatının kısa süreli bir geçimidir. Allah yanındaki ise, daha hayırlı ve
devamlıdır. (Bu da) imân edip Rablarına güvenip
dayananlar;
37— Günahın büyüklerinden ve hayâsızlıklardan
kaçınanlar; öfkelendikleri zaman bağışlayanlar;
38— Rablarının
çağrısına olumlu cevap verenler; namazı dosdoğru kılanlar; işlerini kendi
aralarında danışma ile çözenler; kendilerine rızık
olarak verdiklerimizden (Allah için) harcayanlar;
39— Zulme, hakları tecâvüze uğradıkları zaman,
yardımlaşıp kendilerini savunanlar içindir.
40— Bir kötülüğün cezası, misliyle kötülüktür.
Artık kim affeder de barıştan yana olursa, onun mükâfatı Allah'a aittir. Çünkü
Allah elbette zâlimleri sevmez.
41— Kim de haksızlığa uğradıktan sonra sadece
hakkını alırsa, işte onlar aleyhine bir yol yoktur.
42— Ancak insanlara zulmedip yeryüzünde haksız
yere yolsuzlukta bulunup haklara tecâvüz edenler aleyhine yol vardır. İşte
onlara elem verici bir azap vardır.
43— Ve kim de sabredip bağışlarsa, şüphesiz ki
bu, azmedîlmeğe lâyık umurdandır.
«Kim kendine
haksızlıkta bulunana beddua ederse, (bir bakıma) hakkını almış olur.» [55]
«Sizin âmirleriniz
hayırlılarınız, zenginleriniz cömertleriniz olur; işleriniz de kendi aranızda
meşveret île çözülürse, yerin üstü sizin için yerin altından hayırlıdır.
Âmirleriniz şerirleriniz, zenginleriniz de cimrileriniz olur; işleriniz kadınların
görüşüne havale edilirse, yerin altı sizin için yerin üstünden hayırlıdır.» [56]
İbn Abbas (R.A.) diyor ki:
«Müşriklerden bir adam, Ebû Bekir Sıddîk'a
dil uzatıp sövdü. Ebû Bekir (R.A.) ona hiç karşılık
vermeyip sustu. O sebeple 37. âyet indi.» [57][58]
<{S'ze verilen herhangi bir şey, dünya hayatının kısa süreli
bir geçimidir.,»
Kur'ân-i Kerîm'de sık sık dünya
geçimliğinin geçici olduğu, asıl kalıcı olan nîmetlerîn Allah'ın yanında, Âhiret Âlemı'nde hazırlandığı
haber verilerek, dünya ile âhiret arasında sağlam
bir köprü kurulması ve iki hayat arasında denge sağlanması tavsiye ediliyor.
36. âyetle bu konu çok kısa, fakat anlamlı şekilde açıklanmaktadır. Öyle ki,
her insan şu dünyaya çıplak olarak gözlerini açar ve birkaç metrelik kefene
sarılıp ayrılır. Doğumla ölüm arasında elde edilen her nîmet, dünya hayatını
devam ettirmeye, yani bir süre yaşamamıza medar olmaya yönelik bir anlam
taşır. Helâlından elde edilip meşru ölçülere göre harcanır ve Allah rızası
doğrultusunda muhtaçlara sarfedilirse, âhiret hayatını mutluluğa çevirmeye yardımcı olur. Gerisini
arkamızda bırakıp gitmek zorundayız. [59]
«AIIah
yanındaki ise, daha hayırlı ve devamlıdır. (Bu da) İmân edip Rablarına güvenip dayananlar......
içindir.»
Dünya hayatından amaç
ve hikmetin ne olduğunu anlayıp kendini Allah'a vermek suretiyle dünya ile âhiret arasında kopmaz bağlar vücuda getiren gerçek mü'minlerin on kadar önemli özelliğinden söz edilmektedir.
Şüphesiz bu özellikler hem ferdin, hem de aile ve toplumun günlük yaşayışını
fazilet ve hakseverlik düzeyinde, ibâdetin ferahlatıcı havası içinde tanzim
eder; aynı zamanda ömrü Allah'ın rızası doğrultusunda amacına eriştirir.
İlgili 37, 38, 39.
âyetlerle sözü edilen özellikler şöyle sıralanmaktadır:
1— Dosdoğru imân etmişlerdir.
2— Tedbirle birlikte şartsız olarak Allah'a
güvenip dayanırlar.
3— Büyük günahlardan sakınırlar.
4— Hayasızlığın her çeşidinden /uzaklaşırlar.
5— (Haksızlıkta bulunan birine) öfkelendikleri
zaman, bağışlamasını bilirler.
6— Her hâl-ü kârda Rablarının
Kur'ân ile yaptığı çağrıya olumlu cevap verirler.
7— Namazı vaktinde kılarlar..
8— İşlerini
kendi aralarında birbirlerine
danışarak, istişarede bulunarak cözerler.
9— Allah'ın verdiği rızıktan
yine Allah rızasını umarak harcarlar.
10— Zulme
maruz kalıp, hakları tecavüze uğradığı zaman, haklarını almak için yardımlaşıp
kendilerini hem savunurlar, hem de gerekirse misliyle karşılık verirler.
Sıralanan on sıfat
Veya özellik arasında zincirleme bir bağ mevcuttur ki, biri diğerini
tamamlamakta, amacına ulaştırıp sağlam esasa dayandırmaktadır. Öyle ki :
f İmân, Allah'a
güvenip dayanmanın kaynağı ve en kuvvetli dayanağıdır. Allah'a güvenip dayanmak
ise, insanı günahlardan, hayasızlıklardan alıkoyup disiplin altına alır.
Nefsine hâkim olan kimse öfkesini yenebilir. Bütün bu özelliklere sahip olan
kimse günde mutlaka beş defa Allah'ın huzurunda durup kulluğunu isbat eder; namazı gözünün aydınlığı bilip cemaatle
kaynaşıp bütünleşir, Bu çizgiye gelince de, hem kendi yararlarını, hem de
İslâm'ın ve ülkenin menfaatlerini hesaba katarak önemli işlerini, şûra
oluşturarak kendi aralarında istişareyle cözerler.
Toplum bünyesinde sosyal adaleti ayakta tutmak için, malî ibâdetlerini de
ihmal etmezler. Kendilerine bir haksızlık yapılınca, kardeşlik bağlarının
gevşememesi için gerekirse affetme yolunu seçerler ve birbirlerine yardımcı
olurlar.
İşte İslâm'ın, mü'minlerden yana her iki hayatlarında başarılı olabilmeleri
için çizdiği plânın, hazırladığı programın ana hatlarından bir kısmı bunlardır.
Ferdi önce Allah'a ve dine, sonra da Allah'a imân eden topluma bağlamakta;
ruhları terbiye edip nefsin aşırılıklarını durdurmakta ve böylece insanı
olgunlaştırarak ülkeye kazandırmaktadır,
Diyebiliriz ki bütün bu vasıf
ve özelliklen sistemleştirip eğitim ve öğretimin müfredatını ona göre
hazırlayan İslâmiyet kadar başarılı başka bir sistem yoktur. [60]
«İşlorini
kendi aralarında danışma ile çözenler..»
Şûra : Kelime olarak masdardır; daha çok meşveret ve teşavür
manasına gelir ki bu, Türkçe'de «danışma» ve «birbirine danışma» şeklinde
ifade edilebilir.
Dünya ve âhiretle ilgili önemli işleri bilen söz sahibi kişilerin bir
araya gelerek görüşlerini, ictihâd ve bilgilerini
ortaya koymaları, bir bakıma danışma meclisi oluşturmaları, şûra'nın temelini
oluşturur.
Şûra, kök mana olarak,
arıdan bal almaya delâlet eder. Böylece kök mânâsı ile ıstılahı mânası arasında
nefîs bir bağlantı söz konusudur. Arının birçok çiçeklerden emerek topladığı
balda şifâ ve rahmet bulunduğu gibi, umur bilir mü'minlerden
sözsâhibi olanların oluşturduğu danışma meclisine
baş vurup onların görüş ve içtihadını almakta da, önemli konuları çözme babında
şifâ ve rahmet mevcuttur.
Kur'ân-ı Kerîm, şûra'nın lüzumuna daha çok şu üç hususu
misâl vermektedir :
1— Malî ibâdet, ekonomik meseleler ve toplumun
zayıf tabakasını güçlendirmede;
2— Aile, toplum ve ülkeye yönelen bir haksızlık
ve saldırıyı savma, giderme ve dayanışma ile yardımlaşmanın şekil ve
muhtevasını konuşup ortaya çıkarmada;
3— Bir mesele birden fazla kişiyi ilgilendiriyor
veya doğrudan toplum ve ülkenin yüksek menfaatiyle alâkalıysa, âdil ve faydalı
bir çözüm arayıp bulmada şûra son derece gereklidir.
Böylece İslâm'da
şûra'nın yeri ve önemi ana hatlarıyla ortaya çıkmış oluyor. Cenâb-ı
Hak, işlerini meşveret ile çözenleri, meselelerini birbirlerinin görüşlerini
alarak sonuca ve hükme bağlayanları övmekte ve İslâm ümmeti için bunun lüzumuna
işarette bulunmaktadır.
İslâm tarihinde şûrâ'nm yeri ve başlangıcı:
İlk şûrâ'yı kurup
dünya işlerinde, özellikle savaş ve benzeri konularda istişareye gerek gören, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz olmuştur. Çünkü O, Kur'ân'ın emir ve tavsiyelerinin uygulayıcısı ve ümmetinin
en büyük rehberi idi. Dinî ahkâmla ilgili konularda istişarede bulunmazdı.
Zira o hükümler Allah'tan iner ve ona göre amel edilirdi. Kimsenin fikir beyân
etmesine mesağ yoktu.
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'den sonra
hayatta kalan Ashab-ı Kiram da şûrâ'ya lâyık olduğu
önemi verilişlerdir. Sadece dünya işlerinde değil, dinî ahkâm konusunda bir
tereddüt ortaya çıkınca birbirleriyle istişarede bulunmak suretîyle çözüm
aramışlardır. Ashabın ilk kurduğu şûra, hilâfet meselesi hakkında olmuştur.
Zira Peygamber (A.S.) bu hususta belli bir şahsın ismi üzerinde durmamış ve
kesin bir açıklamada bulunmamış; durumu Müslümanların kendi aralarında
meşveret ile çözmelerine bırakmıştır. Nitekim Ebû
Bekir Sıddîk (R.A.)ın
halîfe seçilmesi bunun ilk adımı sayılir. İkinci
adımı ise, Hz. Peygamber'in (A.S.) vefatından sonra irtidad eden Arap kabileleri hakkında nasıl bir hüküm
uygulanması gerektiğini belirlemek için şûrâ'ya ihtiyaç duyulmasıyla ortaya
çıkmıştır. Ashabın ileri gelenlerinin görüşleri belirlendikten sonra Ebû Bekir Sıddîk'in re'yi tasvip görmüş
ve ona göre hareket edilmiştir. Üçüncü olarak da dedenin mîrasçı olup
olmayacağı hakkında tereddütler ortaya çıkmış ve o bakımdan şûra oluşturulup
mesele gözden geçirilerek tereddütler giderilmeye çalışılmıştır. Dördüncü
olarak, içki içene verilecek ceza (had)
hakkında tereddüt edilmiş ve şûraya lüzum görülmüştür. Beşinci olarak da Hz. Ömer'in (R.A.) vefat edeeeği
sırada kendi yerine geçecek halîfenin, aşağıda
isimleri belirtilen altı kişilik şûra marifetiyle seçilmesini vasiyet
etmesidir ki o zatlar: Osman, Ali, Talha, Zübeyir, Sa'd ve Abdurrahman b. Avf'dır. Allah
hepsinden razı olsun.
Şüphesiz bu misalleri
çoğaltmak mümkündür, ama fazlasına gerek görmüyoruz. Çünkü Cenâb-ı
Hakk'ın tavsiyesi ve Resûlüllah
{A.S.) Efendi-miz'in sünneti yeterli delil olarak
önümüzde bulunuyor. [61]
«Bir kötülüğün cezası,
misliyle kötülüktür. Artık kim affeder de barıştan yana olursa, onun mükâfatı
Allah'a aittir. Çünkü Allah elbette zâlimleri sevmez.»
Kötülük, biri şahısla,
diğeri kamuyla ilgilidir; yani biri sadeee bir şahsı,
diğeri umumu rencide eder, Cenâb-ı Hak, karşısındaki
adamın fiilî veya sözlü tahrikiyle öfkelenen kimsenin karşılık vermeyip onu
affetmesini tavsiye ederken; «Kötülüğün cezası misliyle kötülüktür» buyurarak,
karşılık vermenin eâiz olduğunu bildirmektedir.
Ancak her konuda
kötülüğe misliyle karşılık vermek doğru değildir. Meselâ kendisine zina suçu
isnat edilen kimse, suçlayana aynı şeyi isnat edemez, Kendisine iftirada
bulunana iftira ile karşılık veremez. Sonuç olarak bu mesele İslâm Hukuku'riun bütünlüğü içinde incelenince, hangi kötülüğe
misliyle karşılık vermenin caiz olup olmadığı rahatlıkla anlaşılır. Âyetteki
hükümle, ceza hukukunda genel bir kaide yansıtılmakta ve bunun her zaman
istisnaları olabileceğine işaret edilmektedir. Böylece ister ferde, ister
topluma karşı işlenen bir kötülüğü cezalandırmak için şu üç şartın söz konusu
olduğu neticesi ortaya çıkmaktadır:
1— Verilecek cezanın işlenen suça eşit bir anlam
ve ölçüde olması,
2— Cezanın yetkili organa bırakılması,
3— Verileoek cezanın suçluyu te'dîp
edip etmiyeceğinin dikkate alınması.
Bu üçüncü şartı bir
misâl ile açıklayalım: Ahlâksızın biri, yoldan geçmekte
olan suçsuz bir adama pişmedik yumurta atarak üstünü başını kirletir ve bu
sebeple kendisine misli yapılınca hoşuna gider de onu bir eğlence sayarsa,
misli ceza yerini bulmamış olur.
Bununla beraber kim de
kendisine yapılan kötülüğe karşılık vermeyip suçluyu affeder de barıştan yana
kapıyı açık tutarsa, onun mükâfatı Allah'a aittir. Çünkü Cenâb-ı
Hak elbette ki zâlimleri sevmez.
Kim de uğradığı
haksızlıktan dolayı, yetkili organ vasıtasıyla misliyle karşılık verirse, artık
onun aleyhine bir hüküm söz konusu değildir. Mislini aşmadıkça bu böyledir.
Topluma karşı işlenen
suça gelince, suçluyu cezalandırmak elbette ki hayırlıdır. Zira ortada fert
yok, toplum vardır ve toplumu rahatsız etmek, onu suçlamak, ona karşı kötülükte
bulunmak, cezasız kaldığı takdirde, oto-kontrol kalmaz, toplumun güveni
sarsılır ve ahlâksız mütecavizler de cesaret bulur.
Ferde yapılan kötülük, ona
karşı işlenen suç, affedildiği takdirde onu işleyenin ıslâh-ı nefs etmesini sağlar veya başka kötülüklerde bulunmasını
önlerse, elbette affetmek hayırlıdır. Cesaret ve ahlâksızlığını artırırsa,
misliyle karşılık vermek daha hayırlıdır. [62][63]
Yukarıdaki âyetlerle,
dünya nîmetiyle âhiretin kalıcı nîmetleri arasındaki
farka değinildi. Her iki hayat için çalışıp ikinci hayatı için ciddi hazırlık
yapan mü'minlerin on kadar sıfatına yer verilerek
yönlendirici ölçüler sergilendi. Kötülük yapana, birtakım şartlan dikkate
alarak misliyle karşılık vermeyip affetmenin hayırlı olacağına işaretle, bunun
manevî mükâfatına dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle, ilâhî
sünnete ters düşüp sapıtan zâlimlerin duyacağı pişmanlık konu ediliyor ve
öylelerinin hem kendilerini, hem aile fertlerini ve cevrelerinderfbazı
kişileri hüsrana uğrattıkları hatırlatılarak, sapıklara uymanın hüsrandan
başka bir sonuç doğurmayacağına atıf yapılıyor. [64]
44— Allah kimi sapıklıkta bırakırsa, artık onun
bundan sonra hiçbir dostu, sahibi bulunmaz. Azabı gördükleri zaman o zâlimleri
bir görsen! «Geri dönmeğe bir yol yok mudur?» derler.
45— Onları, alçaklık ve aşağılıktan korktukları
halde Cehennem azabına getirildiklerini ve göz ucuyla ona baktıklarını
görürsün. İmân edenler ise, şöyle derler: «Şüphesiz ki hüsrana uğrayanlar,
kıyamet günü hem kendilerini, hem ailelerini ziyana sürükleyenlerdir.
Haberiniz olsun ki, zâlimler şüphesiz devamlı azap içindedirler.
46— Onlara
Allah'tan başka yardım edecek dostlar, sahip çıkanlar da bulunmaz. Allah, kimi
saptırırsa, onun için bir yol da yoktur.
«Allah kimi sapıklıkta
bırakırsa, artık onun bundan sonra hiçbir dostu ve sahibi bulunmaz.»
Allah'ın saptırması,
koyduğu sünnete uymamak, gönderdiği peygamberi tanımamak ve hayat dizginini
nefis ve İblîs'in eline teslim etmek suretiyle, doğru yoldan ayrılmakla
gerçekleşir. Böylece kişinin O'nun koyduğu hayat düzenine arka dönmesiyle bir
sonuç meydana gelir de haktan sapmasına sebep olur. O halde sapıtan kulun
kendisidir, yani onun cüz'i iradesiyle vücut bulmuş
ve öylece ilâhî nizama ters düşmüştür. Sapıtma olayının Allah'a nisbeti, sapıtan kişinin sünnetullaha
uymamasıyla yorumlanır,
İşte kendi iradesiyle kendini
sapıklık çizgisine getiren kimse ilk toka-tı sünnetullahtan yer ve artık onu kurtaran bir kimse
bulunmaz. Meğer ki, Cenâb-ı Hak ona hidâyet kapısını
aça.. [65]
Zâlimler,
üzerlerindeki hakları ödemeden, mazlumlarla helâllaşmadan
ölür veya hakkı inkâr etmek suretiyle kendi nefislerine zulmeder ve dönüş
yapmadan dünya hayatına veda ederlerse, Âhiret
hayatında alçaklık ve aşağılık damgasını taşıyarak ateşe sürüklenirler. Sadece
kendileri de-ğil, yakın çevrelerini de beraberlerinde
hüsrana uğratırlar.
Şüphesiz temelinde
küfür bulunan zulmün cezası, ebedî azaptır. Kırk beşinci âyetle bu husus
uyarıcı bir tablo halinde tasvir edilmekte ve bu dört madde halinde gözler
önüne serilmektedir:
1— O gün onlar için hiçbir dost ve yardımcı
olmayacak,
2— Azabı, ilâhî adaletin tecellisini görünce,
dünyaya dönmek için yol ve çare arayacaklar,
3— Üzerlerinde alçaklık ve aşağılık damgası
bulunduğu halde Cehen-nem'e sevkedilecekler,
4— Onlara
Allah'tan başka yardım edecek dostları olmayacak.. [66]
Yukarıdaki âyetlerle,
ilâhî nizama uymayıp doğru yoldan sapıtan zâlimlerin âhiret
alemindeki acıklı durumları tasvîr edildi ve dört madde halinde uyarıcı,
yönlendirici safha açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle, ikinci
hayata adım atmadan, yani ruh denilen emaneti sahibine teslim etmeden önce
küfür ve zulümden, ahlâksızlık ve aşırılıktan pişmanlık duyarak Hakk'a dönmenin lüzumu belirtiliyor. Buna rağmen inat edip
dönüş yapmayanların kendi aleyhlerine acıklı bir sonuç hazırladıklarına işaret
ediliyor. Peygamber'e (A.S.) ve Onun yolunda yürüyen mürşitlere düşen, acık
tebligat olduğuna dikkatler çekilerek, inkarcı zâlimler uyarılıyor. [67]
47— Allah tarafından geri çevirilmesi
mümkün olmayan gün gelmeden önce Rabbınızın dâvetine
olumlu cevâp verin. O gün sizin için ne bir sığınak, ne de inkâra çare vardır.
48— Öyle iken yüzçevirirlerse,
biz seni onlar üzerine koruyucu, gözetici (bir bekçi) olarak göndermedik. Sana
gereken, sadece tebliğdir. Şüphesiz ki biz, insana kendi katımızdan bir rahmet
tattırsak onunla sevinir. Kendi ellerinin hazırlayıp öne sürdükleri şey
sebebiyle başlarına bir kötülük gelirse, o takdirde insan çok nankör olur.
İlgili âyetlerle,
dünyaya getirilişimizin hikmeti açıklanmakta; yüce yaratanı bilip, tanımamız;
O'na ibâdet edip çağrısına kulak vermemiz ve hayatın mana ve hikmetini
kavramamız bu hikmete dayalı olarak tavsiye edilmektedir. Kırk yedinci âyetle
de, geriye döndürülmesi mümkün olmayan Âhiret günü
gelmeden hilkatin hikmetine; Allah'ın mutlak huzur, güven ve mutluluk va'd eden dâvetine kulak vermemiz emrediliyor.
Şüphesiz ki bu tavsiye ve
emir, ilâhî rahmetten kaynaklanmakta ve bütünüyle yol gösterip saadet havasını
estirmektedir. Artık bu rahmete kalbini ve kafasını açanlar mutlu oiur ve kendi lehlerine bir gelecek hazırlarlar;
uymayanlar ise, kendi aleyhlerine acıklı bir sonuç hazırlanmasına se-.bep olurlar. Cenâb-ı Hak bu gerçeği en anlamlı bir ifadeyle şöyle
hatırlatmaktadır: «Allah tarafından geri çevrilmesi mümkün olmayan gün gelmeden
önce Rabbınızın dâvetine olumlu cevap verin..» [68]
<<öVie îken vüz cevir'i'lerse,
biz seni onlar üzerine koruyucu, gözetici (bir bekçi) olarak göndermedik.»
Peygamber (A.S.) ve
Onun yolunda yürüyen mürşitler ve din âlimlerinin görevi, Allah'ın
buyruklarını olduğu gibi teblîğ edip doğru yolu göstermek, tehlikeli yolun
neticesine karşı uyarmaktır. Yoksa onlar, insanların sapıtmasına engel koyan,
doğru yoldan çıkanların elinden tutup sapmalarını önleyen koruyucu ve gözetici
bekçiler değillerdir. Çünkü doğru yola eriştirmek, gözetip korumak Allah'a
aittir.
Mekke'nin ileri gelen
müşriklerinin İslâmiyeti din olarak seçmemelerine
çok üzülen Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz'e
zaman zaman asıl görevinin sınırı hatırlatılarak
teselli bulması ve Ondan sonra gelecek olan mürşitlerin de kendi ölçü, yetki ve
sınırlarını aşmamaları arzulanmış ve kırk sekizinci âyetle konuya açıklık
getirilmiştir.
Şartlar, ortamlar,
yetenekler, yardımcı unsurlar, ilâhî âyet ve belgeler hep insanın lehine
yönelmiştir. Buna rağmen eğri yolu seçen kendi aleyhine bir sonuç hazırlamış
olur. Böylece kişi kendi kaderini çizip belirler.
İlgili âyetlerle, hem
insan karakterinin bir yüzüne dikkatler çekilmekte, hem de kader konusuna
kısaca değinilerek mü'minler aydınlatılmaktadır.
Öyle ki, Allah hiç kimseye haksızlık etmez. Kişi kendini ilâhî azap sınırına
sürükleyip getirmedikçe, ona dünyada ceza vermez. Böylece Allah-tan hep rahmet,
lütuf ve ihsan gelmektedir. Kendini O'nun rahmet ve lût-funa lâyık görüp düzeltenlere daha bol ve kalıcı mükâfatlar
hazırlanır. Bunun aksine kalbini o rahmete kapalı tutup hakka sırt çeviren
kimseler, kendi iradeleriyle kendilerini kötülüğe ve musîbete lâyık görürler.
Aynı zamanda kusuru Cenâb-ı Hakk'a
nisbet ederek nankörlüklerini artırırlar da büsbütün
bedbaht olurlar.
Unutmamak gerekir ki,
insanoğlu, doğuştan taşıdığı bazı özelliklerle hayata gözlerini açar.
Peygamber, kitap, mürşit ve din âlimleri ondaki özellikleri, diğer bir anlatımla,
ondaki fıtrî cevheri asıl amacına çevirip geliştirirler. İnkarcı nankörler
ise, o cevheri küfrün ve ahlâksızlığın kiriyle karartıp belirsiz hale
sokarlar. [69]
Yukarıdaki âyetlerle,
ölmeden önce pişmanlık duyup dönüş yapmanın mutluluk va'dettiği
konu edilerek, haksızlık yapanlar uyarıldı. Bu arada Peygamber'in koruyan bir
gözetleyici olmadığı açıklanarak, peygamber ve mürşitlerin görevlerinin sınırı
belirlendi.
Aşağıdaki âyetlerle, Cenâb-ı Hakk'ın mutlak tasarruf
sahibi olduğu açıklanıyor ve ilâhî emirlerin insanlara üç yoldan biriyle
ulaştırıldığı belirtilerek vahiy konusunda aydınlatıcı bilgi veriliyor. Sonra
da Hz. Muham-med'in (A.S,) kendiliğinden değil, aldığı vahiy ile hareket
ettiğine ve ancak doğru yolu gösterdiğine değinilerek, o büyük peygamberi
yanlış anlamamamız için şüpheleri giderici bilgi veriliyor. [70]
49— Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır.
Dilediğini yaratır, dilediğine kız çocuğu bağışlar, dilediğine erkek çocuğu
bağışlar.
50— Veya onları erkekli dişili çift (ikiz) olarak
verir. Dilediğini de kısır bırakır. Şüphesiz ki O, bilendir, kudreti her şeye
yetendir.
51— Allah'a yaraşır ve yakışır olmaz ki, bir
insanla konuşsun, ancak ya vahiy ile, ya perde arkasından konuşur, ya
da elçi gönderip kendi izniyle dilediğini vahyeder.
Şüphesiz ki O, yücedir, hikmet sahibidir.
52— Ve böylece kendi emrimizden sana (kalplere
canlılık veren) bir ruh (kitap) variyettik. Oysa sen, kitap nedir, imân nedir,
bilmezdin. Ama biz onu kullarımızdan dilediğimizi doğru yola iletmek için bir
nur kıldık ve sen gerçekten dosdoğru yolu gösterensin!
53— Göklerde ne varsa, yerde ne varsa kendisine
ait olan Allah'ın yolunu gösterirsin. Haberiniz olsun ki, işler (eninde
sonunda) Allah'a döner.
Yahudilerden birkaç kişi,
hakkı inkâr ettiklerini dolaylı şekilde ifadeye çalışarak, Hz.
Muhammed'e (A.S.) : «Musa Peygamber'in Allah ile konuşup O'nu gözleriyle
gördüğü gibi, sen de Allah'ı görüp kendisiyle konuş-san ya»
dediler. Bunun üzerine 51. âyet indi. [71][72]
Şüphesiz ki Ruhu'f-kudüs kalbime şöyle
fısıldadı: «Hiçbir canlı, rızkını (ve ecelini) tamamlamadan elbette ölmez. O
halde Allah'tan korkun da rızkınızı güzel meşru yoldan arayın.» [73][74]
«Göklerin ve yerin
mülkü Allah'ındır. Dilediğini yaratır, dilediğine kız çocuğu bağışlar,
dilediğine erkek çocuğu bağışlar..»
Cenâb-ı Hakk'ın öncesiz ve sonsuz
olan ilmi ve kudreti dünyaya gelecek insanların ve diğer hayvanların sayısını
belirleyip belli bir sınırda tutarken, onların erkek ve dişi nisbetini de belirlemiş; rızık ve
ecellerini programlamıştır. Ancak O'nun bu belirleme ve tesbitinin
bir kısmı, insanların dünyada bulunacakları ortam ve şartlara göre, kendi cüz'i iradeleriyle hayatlarını değerlendirmeleri dikkate
alınarak yazılıp programlanmıştır.
Şüphesiz yer yer belirttiğimiz gibi, bu genel anlamda bir kıstas değildir.
Bazı hususlarda ortam ve şartların ve cüz'i irâdenin
hiçbir tesiri yoktur ve düşünülemez de; onlar bütünüyle ilâhî takdîre bağlı
olarak düzenlenip programlanmıştır. İnsanın dünyaya getirilmesi ve bunun
tarihi; varlığın işleyişi, gelişmesi ve canlıların düzenli yayılması; belli
orana göre türlere ayrılması ve türden türe geçişin
olmaması hep ezelî takdîre bağlı olaylardır. İnsan irâdesinin bu ve benzeri
konular üzerinde rolü yoktur.
Konuyu biraz daha
anlaşılır düzeye getirmemiz için bir iki misâl daha vermemizde yarar vardır.
Şöyle ki: Kadının erkek veya kız çocuğu doğurması, irâdesinin dışında
bütünüyle biyolojik bir olaydır ki ezelî programa bağlıdır. Savaşlarda
kadın-erkek dengesinin sayısal olarak bozulması, bu iki cins arasındaki dengeyi
bozmaktadır. Meselâ Birinci Cihan Harbi'nde birçok ülkelerde bu dengesizlik çok
açık şekilde ortaya çıkmış oldu. O kadar ki, bazı yerlerde bir erkeğe karşılık
yirmi kadın bulunuyordu. Ne var ki, ilâhî denge kanunu hükmünü yürütmeye
başladı ve çeyrek asır geçmeden denge kendiliğinden
sağlanmış oldu. İşte bu olayda da, yani bozulan dengenin sağlanmasında insan
irâdesinin pek rolü yoktur.
Gerek denizde, gerekse
karada yaşayan canlıların çoğunun birbirlerini yiyerek hayatlarını devam
ettirmeleri de sözünü ettiğimiz ilâhî denge kanununun ayrı bir tezahürüdür.
İnsanların bilgisizce el uzatması yer yer ve zaman zaman bu dengeyi bozmaktadır.
49. âyette, «Göklerin
ve yerin mülkü Allah'ındır..» cümlesi ile her şeyde, plânlı ve programlı
şekilde yegâne tasarrufun Allah'a ait bulunduğu açıklanmakta ve insan
irâdesinin dar bir alanda rolü bulunduğuna işarette bulunulmaktadır.
Cenâb-ı Hak, ilgili âyetle, denge ve düzenleme kanunu
hakkında ana fikir, temel bilgi verdikten sonra, konuyu iki sıfatına bağlamak
suretiyle düşünce ufkumuzu genişletiyor: Alîm ve Kadîr. Birinci sıfatla, bütün
bu düzenleme ve dengelemenin; plânlama ve programlamanın ilâhî ilimle belirlendiği;
ikinci sıfatla, her şeyin O'nun sınırsız kudretiyle vücut bulup varlık alanına
getirildiği vurgulanıyor. [75]
«Allah'a yaraşır ve
yakışır olmaz ki, bir insanla konuşsun, ancak ya
vahiy ile, ya perde arkasından konuşur, ya da elçi gönderip kendi izniyle dilediğini vahyeder..»
Vahiy : Anlatma,
ilham, seri işaret gibi manalara gelir. Dinî terim olarak bunun üç ayrı iniş
ve ilka yolu vardır ki, onlar 51. âyetle açıklanmaktadır.
Şöyle ki :
1— Seri işaretle bir anda kalbe ilka,
.-
2— Perde arkasından kalbe sesleniş,
3— Melek vasıtasıyla kalbe ilka..
Allah Kelâm'ı bu üç
yol ve yöntemle beşer kalbine ilka edilir. Cenâb-ı Hak öncesiz ve sonrasız olduğu; nicelik ve
nasıllığı bilinmediği; zaman, mekân ve cisimlikten pâk ve münezzeh bulunduğu
için O'nu görmek (dünyada) mümkün değildir. Çünkü bizim görme yeteneğimiz
sınırlıdır ve ışıkla, eşya arasındaki irtibatla ilgilidir. Allah ise,
sınırsızdır ve ışıkla irtibatlı veya kayıtlı değildir. Resulüllah (A.S.)
Efendimizin Mi'rac
Gecesi, baş gözüyle Cenâb-ı Hakk'ı
gördüğü rivayeti -eğer sıhhatında şüpfıe
yoksa- yorum ister bir muhtevadadır. Diyebiliriz ki, Resulüllah
(A.S.) Mi'rac'a
çıkarken bedeni bütünüyle ruhuna dönüşmüş ve öylece zaman ve mekân kaydından
bir bakıma kurtulmuş ve o ruhanî halde Rabbını görme
bahtiyarlığına erişmiştir. Tabii Onun görmesinin nasıl olduğunu kesin
çizgileriyle ortaya koymamız mümkün değildir; o hale ve inen tecelliye has bir rü'yettir.
Vahiy, bazan arada melek olmaksızın çok seri şekilde kalbe inmesi
ve kalbin onu anlayıp kavramasıyla gerçekleşir. Bazı peygamberlere vahiy böyle
tecelli etmiştir. Öyle ki, ilâhî «kelâmsın önce nura, yani surete yö-nelip ışık görünümünde inmesi
ve öylece suretten surete intikali söz konusudur. Medyen'den
dönerken Musa Peygamber'e inen vahiy bu cümledendir. Yani ilâhî «kelâm», nur
görünümünde önce ağaçta tecelli etmiş ve oradan Musa Peygamber'in kalbine
seslenmiştir. Bunun hikmetini Şeyh Muhyiddin Arabî
(K.S.) şöyle açıklamıştır:
«Vahiy ilâhî kelâmdır,
vasıtasız ona muhatap olmaya beşer gücü yetmez. O bakımdan bazı
peygamberlerden yana önce surette nur görünümünde tecelli eder, sonra da
oradan vahiy edilecek peygambere intikal sağlar. Bu durumda insan o tarz hitaba
dayanabilir.»
Üçüncüsü, melek vasıtasıyle yapılan ilka ve
tefhimdir. Bu da üç kısma ayrılır:
a) Uyku ile uyanıklık arasında bulunan
peygamberin kalbine meleğin ilham ve ilkada
bulunması,
b) Uyanık bir halde iken, bir surete temessül
etmeksizin meleğin getirdiği vahyi kalbe İlka
etmesi,
c) Meleğin
insan suretine girerek konuşması veya kalbe fısıldaması..
Nitekim Resûlüilah (A.S.) Efendimizin: «Şüphesiz ki Ruhu'l-kudüs kalbime fısıldadı»
buyurması, bu cümledendir. İbrahim ve Lût'un (Salât-ü selâm ikisine de olsun), insan suretinde temessül
eden meleklerle konuşması, bunun ayrı bir tezahürü sayılır.
Meleğin insan suretine
girmesine gelince :
Melekler sadece nurdan
yaratılmış, «cism-i latîf»tirler. Baş gözüyle onları
görmemiz mümkün değildir. Ancak Mi'rac Gecesi'nde
olduğu gibi, bedenin ruha dönüşmesiyle meleği asıl suretinde görme imkânı Resûlüllah'-tan yana doğmuştur. Vahyin ilk inmeye başladığı
dönemde ve bir de Arafat'ta Resûlüllah'ın Melek
Cebrail'i asıl suretinde görmesi de böyle bir hal içinde gerçekleşmiştir.
Normal hal ve vakitlerde ise,
Melek Cebrail'in, daha çok Ashab-ı Ki-râm'dan Dihye el-Kelbî (R.A.) suretine
girerek Hz. Peygamber'e (A.S.) gelmesinin sebebi
budur; yani o anlarda Resûlüllah'ın (A,S.) bedeni ya kısmen, ya da tamamen ruhuna
dönüşmüş bulunmuyordu. [76]
«Kendi izniyle
dilediğini vahyeder. Şüphesiz ki O, yücedir, hikmet
sahibidir.»
Cenâb-ı Hak, insan hayatını denge ve düzende tutmak; dünya
ile âhi-ret hayatını amacına uygürrolçü ve anlamda
yürütmek için peygamberlere dilediği hüküm ve tavsiyeleri vahyeder.
Kişilerin arzusu doğrultusunda hüküm indirmez. Ancak sâlih
bir kişinin veya peygamberin arzu ve isteği, ilâhî murada tevafuk ederse, o
takdirde onun isteğine uygun peygambere vahiy indirilebilir. Nitekim Hz. Ömer'in (R.A.), ilâhî murada tevafuk eden bazı istek ve
arzuları vahiy yoluyla gerçekleşmiştir. Hz. Aişe Vâlidemiz'e (R.A.) atılan
iftira ve onun bu konuda konuşmayıp ilâhi vahyin inmesini beklemesi de bu
cümledendir.
Ayrıca ilâhî vahye,
ilham ve işarete mazhar kılınmak, bütünüyle ilâhî meşiet ve tesbite bağlı bir
keyfiyettir. O dilediğini bu yüksek lûtfuna seçip mazhar kılar. Kişilerin bu konuda kendilerini seçtirme veya
namzet gösterme hak ve yetkileri yoktur. Aynı zamanda peygamberlik tahsîl ile
elde edilen bir meslek de değildir.
Özellikle
peygamberlere inen ilâhî kelâm, aynı zamanda
büyük bir emanettir. Buna ehil ve lâyık olmak hiç kimsenin elinde ve
irâdesinde değildir. Cenâb-ı Hak bu emaneti
kaldırmaya kimi lâyık görürse, onu seçer.
Konu işlendikten sonra Cenâb-ı Hakk'm iki sıfatına yer
veriliyor: Aliy ve Hakim. Öyle ki, vahiy, madde
âleminin ötesinden, yüce âlemden iniyor ve bütünüyle sonsuz ve sınırsız ilme ve
yüce hikmete bağlı bulunuyor. [77]
<Ve böylece kendi
emrimizden sona. (kalplere canlılık veren) bir ruh (kitap) variyettik..»
Ruh: Terim olarak,
maddede canlılık ve hareket doğuran, fakat mahiyeti bilinmeyen bir emr-i ilâhîdir; yani «Alem-i Emr»dendir.
52. âyette Hz. Peygamber'e (A.S.) hitapla : «Ve
böylece kendi emrimizden sana bir ruh vabyettik» buyurulmaktadır.
İlim adamlan buradaki «ruhstan neyin murad edildiği hakkında farklı yorumlarda bulunmuşlardır:
1— İbn Abbas'a (R.A.) ve İmam Kurtubî'ye
göre : Peygamberlik,
2— eî-Hasan ve Katade'ye göre : Rahmet,
3— Müfessir es-Süddî'ye
göre : Vahiy,
4— Kelbî'ye göre :
Melek Cebrail,
5— Dahhak'e göre : Kur'ân-ı Kerîm..
Âyetin siyak ve sibakına
bakılınca, daha çok «ruh» kavramından burada peygamberlik ve kitap kasdedildiği anlaşılıyor. [78]
«Oysa sen, kitap
nedir, imân nedir, bilmezdin. Ama biz onu kullarımızdan dilediğimizi doğru
yola iletmek için bir nur kıldık,.»
Peygamberler
genellikle «Tevhîd İnancı» irfanıyla doğarlar.
Onlardaki fıtrî duygu çok daha gelişkindir; yani din ve Allah duygusu onlarda
daha parlak bir düzeydedir. Hiçbir peygamberin, nübüvvet döneminden önce de puta
taptığı, bâtılı savunduğu görülmemiş ve tesbit
edilememiştir. Ezelî kalem onları «peygamber» kaydederken, cahiliyet
kirlerinden de temiz ve ne-zîh kalacaklarını
yazmıştır. İlgili 52. âyetle, Hz. Muhammed'in (A.S.)
nübüvvetten ve kitaptan önceki yılları tasvir edilerek, iki madde halinde özetleniyor:
Kitap ve imân hakkında muhteva ve şartlarına; plân ve esaslarına uygun bir
bilgisi bulunmadığı bildirilerek, Onun bilgisinin bütünüyle ilâhî vahye
dayandığı belirtiliyor.
Çünkü Allah'a ve Âhiret'e ve diğer esaslara iman ancak kitap ve peygamberlik
vasıtasıyla öğrenilebilir. İnsan aklı ve fıtrî duygusu tek başına bunları
tafsilî olarak anlamaya yeterli değildir. Ama icmali olarak her peygamber
Allah'ın varlığına, birliğine, daha önce kitap indirdiğine ve peygamber
gönderdiğine inanır.
Buna birkaç misal
verelim ;
a) Musa Peygamber, küçük yaşta iken Allah'ın varlığını,
birliğini bilip putlardan, sahte ilâhlardan nefret ederdi.
b) İsa Peygamber, henüz kundakta iken Allah'ın
varlığından ve kendisinin peygamber olacağından, kendisine kitap
verileceğinden söz etmiştir.
c) Yahya Peygamber çocuk yaşta iken İsa'yı (A.S,)
tasdîk etmiştir.
d) İbrahim (A.S.), kendisine henüz vahiy inmeden
putlara düşmanlığını ilân etmişti.
e) Hz. Muhammed (A.S.)
Efendimiz, birçok manevî işaretlere mazhar olmuş ve
küçük yaşından beri putlardan nefret edip uzak durmuş, havaî şeylere ilgi
duymamıştır.O nedenle diyebiliriz ki, ilgili âyetle icmalî değil de tafsilî
iman kasde-dilmiştir.
Allah daha iyisini bilir. [79]
«Ama DİZ onu
kullarımızdan dile-diğimizi doğru yola iletmek için
bir nur kıldık.,»
Nur, bilindiği gibi
iki manaya gelir: Birincisi, ilâhî feyiz ve rahmetin tecellisi ve kudretinin
remzidir. İkincisi, ışığını başka bir kaynaktan alıp maddî, ya
da manevî yönde aydınlatan şeydir. Kur'ân-i Kerîm bu
iki nuru birden kendinde taşımaktadır. İkinci anlamdaki nuru manevî yöndedir;
yani ilâhî feyiz ve rahmeti kaynağından alıp yansıtmaktadır.
Ay'a da «nur»
denilmesi, maddî ve zahirî olarak Güneş'ten ışık alıp yansıttığı içindir.
Cenâb-ı Hak Kur'ân nuruyla,
kullarından gönül toprağını küfür ve nifak çoraklığından kurtaranlara ışık ve
hayat verir de onları doğru yola iletir. [80]
«Ve sen gerçekten
dosdoğru yolu gös-
Vahyin, nübüvvet ve
kitabın aydınlatıcı nurlar olduğu belirtildikten sonra, bu nurlara yeterince mazhar kılınan Hz. Muhammed'in
(A.S.) göklerde ne varsa, yerde ne varsa kendisine ait olan Allah'ın doğru
yoluna davet ettiği insanlara, bu nurlu yolu tarif edip gösterdiği
açıklanmakta ve böylece ikinci bir yolun bulunmadığına ve önceki bütün yolların
kapalı kılındığına işaret edilmektedir.
Başka yollara
sapanlar, Allah'tan ne kadar kaçmak isterlerse istesinler, az sonra dönüşleri
O'na olacak ve bütün işler eninde sonunda O'na döndürülecektir.
Peygamberin (A.S.) yol
göstermede tarif ettiği esas ve prensiplerin dışına çıkıp kendilerine göre,
başka esas ve prensipler koyan kimseler, makam ve mevkileri, isim ve unvanları
ne olursa olsun, mutlak anlamda sapıklığı seçmişlerdir. Zira haktan sonra
ancak dalâlet vardır. Nitekim Yûnus Sûresi 32. âyetle bu husus şöyle belirtilmektedir:
«İşte bu Allah, hak (olan) Rabbınızdır. Haktan sonra
ancak sapıklık vardır.»
Böylece Şûra
Sûresi'ne, Azîz ve Hakîm olan Allah'ın hem Muhammed'e (A.S.), hem de ondan
önceki peygamberlere vahyettiği konu edilerek başlandı
ve ilâhî vahyin hayat verici ve aydınlatıcı olduğu belirtilerek, Hz. Muhammed'in (A.S.) bu düzeyde insanları Allah'ın
dosdoğru yoluna davet ettiği haber verilerek noktalandı.
Bu sûrenin de tefsirini bize
müyesser kılan Cenâb-ı Hakk'a
sonsuz hamd-u senalar ve her konuda olduğu gibi, bu
konuda da bize rehber olup önümüzü aydınlatan Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'e salât-ü
selâmlar olsun. [81]
[1] Tefsîr-i Kurtubi: 16/1
[2] Lübabu't-te'vîl:
4/90
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5436.
[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5436-5437.
[4] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5439.
[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5439-5440.
[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5440.
[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5440-5441.
[8] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5441.
[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5441-5442.
[10] Tirmizî/menakıb
: 68- îbn Mâce/Menâsik : 103- Dâremî/Siyer: 66
[11] Müsned-i Ahmed
: 2/167
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5443-5444.
[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5444-5445.
[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5445.
[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5445-5446.
[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5446-5447.
[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5447.
[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5447-5449.
[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5449.
[19] Buharî/enbiyâ : 48- Müslim/fezâil: 143, 144- Ebû Dâvud/sünnet: 13- Ah-med : 2/406,
437, 463, 541
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5450.
[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5451.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5451-5452.
[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5452-5453.
[23] Bilgi için bak : Beyyine
Sûresi : 1-5. âyetlerin tefsiri
[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5453-5454.
[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5454-5455.
[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5455.
[27] Bilgi için bak : İbn Kesîr
Tefsîri: 4/H0- Tefsîr-i Kurtubî: 16/14
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5457.
[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5458.
[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5458-5459.
[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5459-5460.
[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5460.
[32] Taberânî: İbn Abbas (R.A.)dan ■
[33] Ahmed b. Hanbel:
tbn Abbas (R.A.)dan
[34] Câml'u'l-beyân Fi Tefsîri'1-Kur'ân/îbn Cerîr
: 24/16
[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/
[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/
[37] Müsned-i Ahmed
: Yezîd b.
Harun tarikıyla Abbas b. Abdulmuttalib (R.A.)dan
[38] Müslim/fezâil: 36, 37 - Dâremî/fezâil : 1- Ahmed: 3/14, 17, 26, 59- 4/367, 371
[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/
[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/
[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/
[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/
[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/
[44] MÜsned-i Ahmed: 3/184, 191
[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/
[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/
[47] Ahmed : 3/30, 37, 41- 5/219- İbn
Ebî Hatim
[48] Ahmed: 1/441 -4/56
[49] İbn Ebî
Hatim-İbn Kesir: 4/116
[50] Buharî-Müslim : Hz. Aişe (R.A.)dan
[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/
[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/
[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/
[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/
[55] Buharî/mezalim : 25- Tirmizî/tefsîr:
15/17, 57, 66, daavat: 16, 66, 118
[56] Tirmizî/fiten
: 78
[57] Tefsîr-i Kurtubî : 16/36
[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/
[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/
[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/
[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/
[62] Bilgi için bak :
Nahl Sûresi :
126, Bakara Sûresi: 194, Hac
Sûresi : 60. âyetlerin tefsiri
[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/
[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/
[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/
[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/
[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/
[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/
[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/
[70] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/
[71] LübabuVte'vîl : 4/100
[72] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/
[73] Buharî/bed'-i
vahiy : 1/3
[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/
[75] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/
[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/
[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/
[78] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/
[79] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/
[80] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/
[81] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/