Elliüç ayet olup,
Mekkî'dir.
"Hamîm. Ayn, Sîn,
Kâf... O, mutlak gâlib, O hüküm ve hikmet sahibi Allah,
sana da, senden evvelkilere de, işte böyle vahyediyor.
Göklerde ne var,
yerde ne varsa
O'nundur, O, çok yüce, çok büyüktür. Gökler nerdeyse,
tepelerinden çatlayacaklar. Melekler Rablerine, hamd
ile teşbih ederler.
Yerdeki kimselerin de
bağışlanmalarını isterler. Gözünüzü açm, Allah, af ve
merhamet sahibi, Gafur ve Rahimdir. O'ndan başka
hamiler edinenlere
gelince, Allah
onların üzerinde daima görüp gözetieyicidîr. Sen, onlann
üzerinde bir vekîl değilsin..."
(Şûra. 1-6).
[1]
Bil ki, bu gibi fevâtihussuver
(hurûf-i mukatta'a) hakkındaki söz, malumdur. Ancak ne var ki, burada, şöyle
iki ilâve soru sorulabilir:
a) Bu yedi
sûre, hep hâ, mîm ile başlamaktadır. Bu sûrenin başına JiJ (ayn, sîn, kâf)
ifadesinin ilave edilmesinin sebebi ne olabilir?
b) Alimler,
(Meryem, 1) ifâdesinin birleşik yazılacağı hususunda ittifak etmişlerdir.
Halbuki burada, j^ ifadesi ile, ifâdesi,
birbirinden ayrıdır. Acaba bunun sebebi nedir?
Bil ki, bu gibi
ifadeler hakkında söz söylemek bir hayli zordur. Bu konuda tahmini konuşma
kapısını açmanın ise, imkânı yoktur. Dolayısıyla, evlâ olan, bu konudaki ilmin,
Allah'a havale edilmesidir. İbn Abbas ve İbn Mes'ûd, işte bu şekilde, (ayrı
oldukları halde) okumuşlardır.
[2]
Cenâb-ı Hakk'ın,
Aİlah, sana da, ... işte böyle vahyediyor..." beyanına gelince, bu
ifadenin başındaki kâf, misi anlamındadır. Zâ ise, daha önce bahsi geçmiş olan
bir şeye işarettir. Buna göre kelâmın takdiri
"Hâ, mîm, ayn,
sîn, kâf gibi olanları, Allah, sana da, (...) işte böyle vahyediyor.." şeklinde
olur. İşte bu noktada, şöyle iki görüş ortaya çıkmaktadır:
1) İbn Abbas
(r.a)'ın, "Kitab sahibi her peygambere, hâ, mîm, ayn, sîn, kâf ifadesi
vahyolunmuştur" dediği nakledilmiştir ki, bu, bence uzak bir ihtimaldir.
2) Manânın,
"hâ, mîm, ayn, sîn, kâf diye adlandırılan kitap kitaptan, Allah sana ve
senden öncekilere vahyetmiştir" şeklinde olması. Buradan kastedilen,
"gibilik, benze-lik" Allah'ın birliğine, adaletine, nübüvvet
müessesesinin haklığına, âhirete, dünyanın hallerini takbîhe ve âhirete yönelmeyi
teşvik etmeye davet hususundaki benzerliktir. Bu hususu, bizim, A'lâ
SÛresi'nde, bu sûrenin başının, tevhidin; ortasının, nübüvvet müessesesinin
sonunun da ahiretin izahı hakkında olduğunu beyan etmiş olmamız da tekîd eder.
Cenâb-ı Hak o sûrede, bu üç gayeyi iyice anlatınca, "Bunlar elbette,
evvelki sahifelerde, İbrahim ile Musa'nın sahifelerinde de vardır"(*«
ıe-19) buyurmuştur ki, bu, "Bütün ilahî kitapların indirilmesinin maksadı,
sadece ve sadece bu üç gayedir" demektir. Burada da böyledir. Yani,
"Hâ, mîm, ayn, sîn, kâf adını alan, her kitabı Allah sana ve senden önceki
peygamberlere vahyetmiştir" demek olup, bu "gibilik, benzerlikle
kastedilen ise, bu yüce gayelere ve ilahî mukaddes mevzulara davettir. Keşşaf
sahibi, "Bu tür şeyleri vahyetmenin, O'nun kanunu ve örfü olduğuna delâlet
etsin diye, mazî sigasıyla "sana variyetti" dememiş, tam aksine,
muzari sigasıyla "sana vahyediyor" buyurmuştur. İbn Kesîr, meçhul
sigasıyla "sana vahyolunuyor" şeklinde okumuştur ki, EbÛ Amr'dan
gelen iki rivayetten birisi de böyledir. Bazıları da, nûn ile, "vahyediyoruz.." şeklinde
okurlarken, geriye kalan kıraat imamları, hâ'nın kesresiyle (malûm
sigastyta), "vahyediyor"
şeklinde okumuşlardır.
[3]
Buna göre şayet,
"Birinci kıraate, (bu fiilin meçhul okunmasına) göre, ayette geçen
lafzatullahı ne ref etmiştir?" denilirse, biz deriz ki: yy. fiilinin
delâlet ettiği şey...
Sanki birisi,
"Vahyeden kimdir?" diye sormuş da, bunun üzerine, ...4Jt
"Allah,.." denilmiştir. Bu kıraatin bir benzeri de, Sülemî'nin
(En'âm, 137) ayetini,
fiili meçhul ifâdesinin de merfû
okuyuşudur.
"Ayeti nûn ile,
şeklinde okuyanlara göre, lafzatullahı ref eden şey nedir?" diye sorulacak
olursa, biz deriz ki, Lafzatullah, mübtedâ olarak merfû, kelimesiyle ondan
sonra gelenler de haberleridir. Yahut, ifadeleri, lafza-tullahın sıfatı, zarf,
yani ifadesi ise, haberidir.
Cenâb-ı Hakk, bu
kitabın vahiy ile husule geldiğini belirtince, bunu vahyedenin kim olduğunu da
beyan ederek, "O, mutlak galib, O, hüküm ve hikmet sahibi..."buyurmuştur.
Biz, Mü'min Sûresi'ninbaşında, Allah'ınazîzolmasının,O'nun sonsuz şeylere kadir
olmasına; hakîm oluşunun da, O'nun, bütün malûmatı bildiğine, her türlü
ihtiyaçtan azade ve müstağni olduğuna delâlet ettiğini açıklamıştık.. Böylece
(burada), bizim için, O'nun azîz ve hakîm olmasından, O'nun, "Bütün
makdûrâta kadir, bütün malûmatı bilen ve her türlü ihtiyaçtan müstağnî olan bir
zât olması hakikati tahakkuk etmiş olur. Böyle olan kimsenin fiilleri ve
sözleri, bir hikmet, salt doğru; kusurlardan, anlamsız şeylerden uzak ve berî
olmuş olur. Bu kitabın musannifi (ben), bir kasîdede sövie dedim:
"Sayısız
nimetleri, inamları, lutfu, cömertliği, ihsan ve kereminden ötürü, (en kâmil
anlamda) hamd Allah'a mahsustur. O'nun işleri, kusur ve anlamsızlıktan münezzeh
olup, mülkü de, zeval ve yok bulmaktan bert ve müteâldir."
Bu ayetlerde
bahsedilen sıfatlardan bir üçüncüsü de, >/>j'tf| J> Uj olyLJ\ Ji U Ü
"Göklerde ne var, yerde ne varsa O'nundur" ayetinin ifade ettiği
husus olup, bu, Celâlin zirvesinde, şu iki gayeye delâlet eder:
1) O'nun,
onca büyüklüklerine ve genişliklerine rağmen, göklerin ve yerin bütün
cüzlerinde, var etme, yok etme, tekvin ve iptal etme yoluyla tâm ve geçerli,
nüfuzlu bir kudret ile vasfedilmiş olması..
2) Hak
Teâlâ, "Göklerde ne var, yerde ne varsa O'nundur" ifadesiyle,
göklerde ve yerde olan her şeyin, kendisinin mülkü ve mülki olduğunu beyân
edince, kendisinin, göklerde ve yerde olmaktan, (orada mekân tutmaktan)
münezzeh olması gerekmiştir. Aksis halde,Kendisinin mâliki olması gerekir.O'nun,
göklerin hiçbirinin şeyinde olmadığı sabit olunca da, O'nun, Arş'da olması da
imkânsız olur. Çünkü senin üzerinde olan herşeye, "semâ" denilir.
Binâenaleyh Arş, göklerin en üzerinde bulunduğuna göre, gerçek anlamda yegâne
"semâ" o olmuş olur. Bu sebeple de, Arş'da bulunan her şeyin, O'nun
mülkü ve milki olması gerekir. Böyle olunca da,
b) lafzı da, bu gibi sûrelerde gelmiştir.
Nitekim Cenâb-ı Hak, (Meryem. S3) buyurmuştur, kelimesinin,
O'nun Arş'da bulunmaktan münezzeh olması gerekir. Eğer
karşı taraf, "Cenâb-ı Hak, bu ayette,
buyurmuştur. Mâ lafzı ise, akıllı olanları kapsamaz" derlerse, biz
deriz ki: Bu da, şu iki bakımdan kabul edilmez..
a) Mâ lafzı,
Cenâb-ı Hak için kullanılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Göğe ve onu bina
edene, yere ve onu yayıp döşeyene.." (şama,5-6) buyurmuştur. Ve yine,
"Ben, sizin taptıklarınıza
tapmam..
Siz de, benim ibadet ettiğime tapıcı değilsiniz.." (Kâfirûn, z-3)
buyurmuştur.kelimesinin
Allah
hakkında kullanıldığı hususunda ise, hiçbir şüphe
yoktur. Binâenaleyh bu ayet {Meryem. 93), göklerde ve yerde olan her şeyin
Allah'ın kulu olduğunu göstermektedir. Bu sebeple Allah, şayet göklerde, yerde
ve Arş'da olan bir zât olmuş olsaydı, o zaman O, göklerdekiler zümresinden
olmuş olurdu ve böylece de, kendi kendinin kulu olmuş olması gerekirdi. Bu
ayetle, göklerde, Arş'da mevcut olan her şeyin Allah'ın kulu olduğu sabit
olduğuna göre, kibriyâsı, kulluk töhmetinden münezzeh olanların, bir mekânda,
bir cihette, Arş'da ve kürsîde olmaktan münezzeh olmaları gerekir.
Dördüncü ve beşinci sıfatlar
da, ,i-İi«Jl Ji&\ jij "O, çok yüce, çok büyüktür" ayetinin ifade
ettiği husustur. Buradaki yüce olma (ulüv) ile yanlış olduğu delil ile sabit
olduğu için, cihet ve mekân açısından bir yüceliğin; "büyük olma" ile
de, cüsse bakımından, kütlesinin büyüklüğünün kastedilmiş olması caiz değildir.
Çünkü bu, O'nun, cüzlerden ve parçalardan meydana gelmiş olmasını gerektirir
ki, bu da, "Allah, tektir., "(iutfts, i) ifadesinin zıddı bir mana
olmuş olur. Binâenaleyh, buradaki "yüce olma" ile, O'nun, mümkinata
benzemekten ve muhdes varlıklarla (cins) münasebetinden münezzeh olması;
el-Azîm ifadesinden de, kudret bakımından büyüklüğü ile, hükümranlık bakımından
eziciliği ve ulûhiyyetinin mükemmel oluşunun kastedilmiş olması gerekir.
[4]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Gökler nerdeyse, tepelerinden çatlayacaklar..." buyurmuştur. Bu
ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:
[5]
Ebû Amr ile Ebû
Bekr'in rivayetine göre Asım, tâ ile yâ ve nün ile öjki. şeklinde okurlarken;
İbn Kesir,
İbn Âmir, Asım'ın ravisi Hafs ve Hamza,
tâ ile şeklinde okumuşlardır. Nfifî ve
Kisâî, şeklinde okumuşlardır. Keşşaf sahibi şöyle der: "Yûnus, Ebû Amr'ın,
İki tâ ve nûn İle birlikte, şeklinde okuduğunu söyleyen, garip bir rivayette
bulunmuştur. Böyle bir kıraat, pek duyulmamış bir kıraattir (harf).
İbnu'l-Arâbf'nin, "Nevâdlr" adlı eserinde, "develer
güneşleniyorlar" şeklinde bir ifadenin bulunduğu rivayet edilmiştir.
[6]
Ayetteki kelimesinin
ne demek olduğu hususunda, şu izahlar yapılmıştır:
1) İlerime,
Ibn Abbas'ın, bu ifadenin manasının, "Gökler, Allah'ın, onların
üzerlerindeki (manevî) ağırlığından dolayı, neredeyse çatlayacak..."
şeklinde olduğunu söylediğini rivayet etmiştir. Bil ki, bu görüş, cılız bir
görüştür. İbn Abbas'ın, bundan, kesinkes uzak ve berî olduğuna hükmetmek
gerekir. Bunun yanlış olduğunun delilleri şunlardır:
a) ifadesinden, "o göklerin üstünde
olanlardan" şeklinde bir mana anlaşılmaz.
b)
Farzedelim ki, bu ifade buna hamledilebiliyor. Ne var ki, siz niçin, bu durumun
ancak, Allah'ın o gökler üzerindeki (manevî) ağırlığından ötürü meydana
geldiğini söylediniz?. Bu durumun, meleklerin o gökler üzerindeki ağırlığından
ötürü meydana gelmiş olduğu niçin söylenilmez? Nitekim, hadis-i şerifte, Hz.
Peygamber (s.a.s)
"Gökler
gıcırdadı. Gıcırdaması hakkıdır. Çünkü orada, her karış yerde mutlaka, kıyamda
veya rükuda veya secdede bulunan bir melek bulunur" buyurmuştur.
c) Bu ifade
ile, göklerin üzerindekinin, ulûhiyyet, kahr ve kudret açısından olan
üstünlüğünün heybetinden dolayı, bu göklerin neredeyse çatlamış olmalarının
kastedilmiş olması niçin söylenemesin? Yaptığımız bu izahlarla, onların ileri
sürdüğü görüşün, son derece bozuk ve çarpık olduğu sabit olmuş olur.
2) Keşşaf
sahibinin ileri sürmüş olduğu şu husus. "İnkâr, göklerin altındakiler
tarafından yapılmıştır. Buna göre normalde,
"Neredeyse o gökler, altlarında bulunanlardan, yani inkârın geldiği
taraftan Ötürü neredeyse çatlayacaktı" denilmeli. Fakat bu hususta iyice
mübalağa edilmiş, ifade ters çevrilmiş, böylece İnkâr sözü üst taraftan tesir
etmiş gibi söylenmiş ve sanki, "Gökler alt yanlarını bir tarafa bırak,
neredeyse üst taraflarından çatlayacaklardı" denilmiştir ki bunun mübalağa
olarak bir benzeri de, "Başlarının üzerinden kaynar su dökülecek onların.
Bununla karınlarının içinde ne varsa hepsi ve derileri eritilecektir"
(Hac, i*») ayetidir. Böylece burada da, ateş, karın parçalarında müessir kabul
edilmiştir.
3) Ayetteki
"bu" bu ifadesi, "yerlerin üstünden" manasına alınabilir.
Çünkü Hak Teâlâ bu ayetten önce, "Göklerde ne var, yerde ne varsa
O'nundur" buyurmuştur. Daha sonra da "Gökler neredeyse tepelerinden,
yerlerin üstünden çatlayacaklar" buyurmuştur.
4) Bu
ifadenin manası, "göklerin bulunduğu taraflar cihetinden
çatlayacaklar" demek olup, o taraf da üst taraftır. O halde bu ifadelerin
manası, "göklerin kendisinde bulunduğu şeyin üst tarafından.."
şeklindedir.
[7]
Âlimler, bunun niçin
olduğu hususunda değişik izahlar yapmışlardır. Bu hususta şu iki görüş ileri
sürülmüştür:
a) Allah
Teâlâ bu kitabı vahyedenin, azîz ve hakîm zâtı olduğunu bildirince, celâl ve
kibriyasını da anlatarak, "Gökler neredeyse üstlerinden, yani Allah'ın
heybet ve celâlinden Ötürü çatlayacaktı" buyurmuştur.
b) Bunun
sebebi, insanların Allah'ın çocuğu bulunduğunu söylemeleridir. Çünkü Allah
Teâlâ, "Gökler neredeyse, bundan ötürü çatlayacaktı" (Meryem, w»
buyurmuştur. O halde bu ayettekinin sebebi de, onların Allah'a şirk
koşmalarıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak bu ifadenin hemen peşinden, "O'ndan başka
hâmîler edinenler" buyurmuştur. Doğru olan, birinci izahtır.
[8]
Allah Teâlâ daha sonra
"Melekler Rablehne hamdile teşbih eder ve yerdeki kimselerin de
bağışlanmalarını isterler" buyurmuştur. Bil ki Allah'ın mahlûkatı iki
çeşittir:
a) Maddeler âlemi ki, bunların en büyüğü
göklerdir.
b)
Manalar (ruhlar) âlemi ki bunların en büyüğü
de meleklerdir. O halde Allah Teâlâ, kudret ve heybetinin, maddeler alemindeki
tesirinden ötürü azametinin mükemmelliğini ifade etmiş. Bunun peşinden de
manevî âlemler üzerindeki kudretinin nüfuzunun ve heybetinin hükümranlığını
ifade eden sözü getirmiştir. Bunun delili, Hak Teâlâ'nın, "Biribirlerine
hangi şeyi soruyorlar?" (Mete, 1) ayetidir. Hak Teâlâ, azamet ve
kibriyasını anlatmak isteyince, işe maddeler âlemini zikrederek "Göklerin,
yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin Rabbi, Rahman (Allah)'a hitab etmeye
kadir olamazlar" (Nebe, 37) buyurmuş, daha sonra da manalar âlemini
anlatmaya geçerek, "O gün rûh (Cebrail)
ve melekler saf halinde ayakta duracaklar Rahmân'm izin verdiği
kimselerden başkası konuşamaz. Onlar ancak doğruyu söyleyecekler" (Nebe,
36) buyurmuştur. Binâenaleyh tefsir ettiğimiz ayetlerdeki durum da aynıdır.
Cenâb-ı Hak, heybetinin maddeler âlemine hükümran oluşu ile, azametinin
mükemmelliğini anlatarak, "Gökler
neredeyse tepelerinden çatlayacaklar" buyurmuş; daha sonra da
manalar âlemine geçerek, "Melekler Rablerine, hamd İle teşbih
ediyorlar" buyurmuştur. Binâenaleyh bu, güzel bir tertip, net bir
açıklamadır.
[9]
Bil ki mevcudat
(varlıklar) üç kısımdır:
1) Tesir
eder, ama tesir almaz. Bu, sadece Allah Teâlâ'dır. Binâenaleyh o, bu kısımların
en kıymetlisidir.
2) Tesir altında kalır, ama kendisi tesir edemez
ki bu, maddedir. Bu da, bu kısımların en değersizidir.
3) Birincisinden tesir alır, ikincisine tesir
eder ki bunlar da mukaddes ruh cevherleridir. Bu kısım, orta dereceyi İşgal
eder.
Bunu iyice kavradığına
göre diyoruz ki, ruh cevherlerinin iki tür alaka ve münasebeti vardır:
a) Celâl ve
kibriyâ alemiyle ilgili olan münâsebet. Bu, kabullenme ilgi ve münasebetidir.
Çünkü kudsî cilalar ve samediyyet ışıkları, ruhanî cevherlere doğduğunda,
onların cevherleri aydınlanır, mahiyetleri nurlanır. Sonra bu ruh
cevherleri, bu manevî kuvvetten istifâde ettiği zaman,
bu sayede maddeler âlemine hükümran olma kuvvetini kazanırlar. Durum böyle
olunca, bu ruh cevherlerinin, birisi kibriyamn tarafına ve celâlin huzuruna
yönelik, diğeri de maddeler âlemine yönelik, iki yönü vardır ki bunlardan
birincisi, ikincisinden daha kıymetlidir.
Bunu da iyice
kavradığına göre diyoruz ki: Hak Teâlâ'nın, "Melekler Rablerine hamd ile
teşbih ediyorlar" ifadesi, meleklerin celâl ve kibriyâ âlemine yönelik
tarafına, "Yerdeki kimselerin de bağışlanmalarını istiyorlar" ifadesi
de onların, maddeler âlemine yönelik yüzlerine bir işarettir. Bu ne güzel
incelik, bu ne kadar kıymetli bir şey?! Bu ruhların, beşer ruhlarını mahlûkat
(madde) çukurundan, marifetullah'ın zirvesine çekip çıkarmadaki ne müthiş
tesiri.. .
Bunu da iyice
kavradığın zaman, biz diyoruz ki: Birinci yöne, yani Allah'ın celâline yönelik
ulvî taraf, iki şeyi, tesbihî ve tahmîdi (hamdı) ihtiva etmektedir. Çünkü Hak
Teâlâ'nın "Melekler Rablerine, hamd ile teşbih ediyorlar" ifadesi,
işte bu iki şeyi anlatır. Teşbih, tahmidden öncedir. Çünkü teşbih, Allah'ı, O'na
yakışmayan şeylerden tenzih etmek; tahmîd (hamd) ise, O'nu bütün hayırları
veren olarak nitelemek demektir. Hak Teâlâ'nın zâtı hususunda, yakışmayan
şeylerden münezzeh olması, önem bakımından, bütün hayırların ve saadetlerin
kaynağı olmasından önce gelir. Çünkü birşeyin var oluşu, başkasını varetmeden
önce gelir. O halde O'nun aslında var oluşu, başkasını meydana getirmeye
tesirli oluşundan öncedir. İşte bundan ötürü teşbih, tahmidden önce gelir ve
bundan Ötürü, "Melekler Rablerine hamd ile teşbih ediyorlar" buyurulmuştur.
İkinci yöne, yani o kudsî ruhların, madde âlemine yönelik tarafına da,
"Yerdeki kimselerin de bağışlanmalarını isterler" cümlesiyle işaret
edilmiştir ki bundan maksad da, o ruhların bu âlemin hallerinin nizamındaki ve
âlemdeki en uygun, en doğru yol ve yöntemlerin meydana gelmesindeki
tesirleridir. Bu, bu yüce ayetlerde yer almış, ilahî-ulvî konulara bir bakıştı.
[10]
Şimdi yine, tefsir
ilmine uygun şeylere dönelim: Eğer, "O meleklerin, yerdekilerin içinde
kâfirler de bulunduğu halde, bütün "yerdeki kimselere" istiğfar
etmeleri nasıl doğru o'ur? Üstelik Cenâb-ı Hak, onlar için, "Allah'ın ve
meleklerin laneti onlar üzerinedir"(Bakara, isi) buyurmuştur. Şu halde,
melekler, nasıl olur da onlar için hem istiğfar, hem lanet ederler?"
denilirse, biz deriz ki buna şu birkaç açıdan cevap verebiliriz:
1) Ayetteki,
"yerdeki kimseler.." ifadesi, umûmî değildir. Çünkü hem "Onlar
yerdekilerin hepsine istiğfar ederler" denilebilir, hem de, "O
melekler, yerdekilerin bir kısmına istiğfar ederler" denilebilir. Eğer
ayetteki, "yerdeki kimseler" ifadesi, açık ve kesin olarak umumiliği
anlatmış olsaydı, o zaman böyle bir tahkimat yapılamaz, oöyle bir ihtimalden
bahsedilemezdi.
2) Farzedelim ki bu nass umûmî manadadır. Fakat
Cenâb-ı Hak, Mü'min Sûresi'nde, "Meleklermüminlerin bağışlanmasını
(şöylece) isterler: "Ey Rabbimiz, Senin rahmetin ve ilmin herşeyi
kuşatmıştır..." (Mü'min, 7) buyurmuştur.
3) Buradaki
istiğfardan murad, Allah Teâiâ'dan, onlara hemen ceza vermemesini istemektir.
Nitekim Hak Teâtâ, "AHah gökleri ve yeri, yıkılmasın diye
tutar..."<FttH, 41) buyurmuştur.
4) O
meleklerin, yeryüzünde bulunan herkes için mağfiret talebinde bulundukları da
söylenebilir: Kâfirler hakkında, imân etmelerine vâsıta olsun diye; mü'minler
hakkında ise, günahlarının bağışlanması için... Çünkü, "Allah'ım,
kâfirlere hidayet ver. Kalblerîni iman nuruyla süsle, gönüllerinden küfür
vahşetini kaldır" diye duâ ediyoruz ki bu da gerçekte bir istiğfardır.
Bil ki, "Yerdeki
kimselerin de bağışlanmalarını istiyorlar (onlar için istiğfar ediyorlar)"
ifadesi, meleklerin, kendileri için mağfiret talebinde bulunmadıklarını
gösterir. Eğer melekler, günahta ısrar etmiş, yani günah işlemiş olsalardı,
onların yerdekilerden önce, kendileri için mağfiret talebinde (istiğfarda)
bulunmaları gerekirdi. Allah Teâlâ, meleklerin kendileri için istiğfar
ettiklerinden bahsetmeyince, meleklerin bütün günahlardan berî olduklarını
anlıyoruz. Peygamberlerin ise zedeleri (küçük hata ve kusurları) olabilir. Hiç
günahı olmayan, mutlaka günahı olandan daha üstündür. Binâenaleyh ayetteki,
"(Melekler) yerdeki kimselerin de bağışlanmalarını istiyorlar"
ifadesi, o meleklerin, peygamberler için de istiğfar ettiklerine delâlet eder.
Çünkü peygamberler de, "yerdeki kimseler" ifadesine dahildirler.
Onlar, peygamberler için de bağışlanma (mağfiret) talebinde bulunduklarına
göre, meleklerin, peygamberlerden üstün oldukları açıkça ortaya çıkar.
Allah Teâlâ,
meleklerin tesbîh, hamd ve istiğfarda bulunduklarını nakledince, "Gözünüzü açm, şüphesiz Allah gafurdur,
rahimdir" buyurmuştur. Bu ifadenin anlatmak istediği, şu hususa dikkat
çekmektir: Melekler her ne kadar insanlar için istiğfar ediyor iseler de,
esasında mutlak bağışlama ve rahmet, Allah Sübhânehû ve Teâlâ'ya aittir. Bunu şöyle
birkaç yönden izah ederiz:
a)
Meleklerin, insanlar için, mağfiret istemeleri de ancak Allah Teâlâ'nın,
onların kalblerinde jstiğfar etme duygusunu yaratmış olmasından ötürüdür. Eğer
Hak Teâlâ, meleklerin kalbinde bu duyguyu yaratmamış olsaydı, onlar böylesi bir
istiğfara yönelemezlerdi. Durum böyle olunca da, mutlak manada yani esas rahîm
ve gafur, Hak Teâlâ olmuş olur.
b) Melekler
işin başında, "Yeryüzünde fesad çıkarıp kan dökecek kimseler mi
yaratacaksın. Halbuki biz sana hamdile teşbih ediyor ve seni takdis
ediyoruz" (Bakan, 30) demişler, ama işin sonunda, yerdekiler için istiğfar
etmişlerdir. Ama Hak Teâlâ'nın rahmeti ve ihsanı başlangıçta ve sonuçta hep
mevcud olunca, mutlak gafur ve rahîm olanın Allah Teâlâ olduğu sabit olur.
c) Cenâb-ı
Allah, o meleklerin, yeryüzündeki bütün insanlar için istiğfar talebinde
bulunduklarını bildirmiş, ama onların yerdekiler için, rahmet talebinde
bulunduklarını söylememiş, ama, "Gözünüzü açm, şüphesiz Allah gafurdur,
rahîmdir" buyurmuştur ki bu, "Allah, meleklerin yeryüzûndekiler için
istedikleri mağfireti verecek, buna da tam ve mükemmel rahmetini
ekleyecektir" demektir.
Cenâb-ı Allah daha
sonra "O'ndan başka hamiler edinenlere gelince..." buyurmuştur. Bu
"Allah'a ortaklar ve eşler koşanlara gelince, " Allah onların üzerinde
dâima görüp gözetleyiddir"; yani onlann hallerini ve amellerini
gözetlemektedir, amellerinin hiçbiri Allah'ın gözünden kaçmaz ve Allah onları
amellerinden ötürü hesaba çeker. İnsanlar üzerindeki gerçek murakıb
(gözetleyici), bir Allah'dır. Ey Muhammed, onlann işi ve onları imana zorlama
sana havale edilmemiştir. Sen sadece ve sadece bir inzarcısın (uyarıcı-tebliğ
edicisin)" demektir.
[11]
"Böylece
"Anakente ve oranm etrafında bulunanlara, gelecek tehlikeleri
haber vermen için ve hakkında hiçbir şüphe bulunmayan
o toplanma
gününün dehşetiyie korkutman İçin, (sana)
Arapça bir Kur'Sn vahyettik.
(İnananlann)
birtakımı cennette, birtakımı cehennemdedir. Eğer Allah
dileseydi, onlan elbet bir tek ümmet yapardı. Fakat O,
dilediğini rahmetine
sokar. Zâlimlere
gelince, onların ne bir dostu, ne bir yardımcısı vardır. Yoksa
onlar Allah'dan başkasını dostlar mı edindiler? işte
Allah, asıl dost O'dur. Ölüleri O diriltir. O, her şeye kadirdir, ihtilaf
ettiğiniz her şey hakkında hüküm
verme
işi Allah'a aittir, işte benim Rabbim, O hâkim olan Ahah'dur. Ancak
O'na güvenip dayanırım. Yalnız O'na dönerim. O,
gökleri ve yeri yaratandır.
Size, hem kendi
cinsinizden eşler, hem davarlardan çiftler verdi. Sizi bu
suretle üretiyor. O'nun, benzeri gibisi bile yoktur.
O, semt ve basîrdir.
Göklerin ve yerin
anahtarları O'nundur. Dilediğinin rızkım genişletir,
dilediğininkini de kısar. Çünkü O, herşeyi hakkıyla
bilendir"
(ŞÛrâ. 7-12).
Bil ki ayetteki zâlike
kelimesi, bahsi geçen birşeye işarettir. O halde ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın
Kur'ân'ı vahyetmesinin, burada bahsi geçen bir şeye benzetilmesini gerektirir.
Halbuki burada, "O'ndan başka hamSer edinenlere gelince..."(şur^s)
ifadesinden başka, Allah'ın Kur'ân'ı vahyedişinin benzetebileceği, daha önce bahsi
geçmiş bir şey yoktur. Buna göre mana, "Sana, "onların üzerinde daima
görüp gözeten değilsin. Sen, onların üstünde bir vekil değilsin" diye
vahyettiğimiz gibi, onlar için bir nezîr (uyarıcı) olasın diye, aynı şekilde
sana Arapça Kur'ân'ı vahyettik." demektir.
[12]
Ayetteki "Anakent
ahalisini ve etrafındaki kimseleri uyarman için" ifadesi, "Anakentin
ahâlisine, tehlikeleri haber vermen için" manasındadır. Çünkü şehrin
kendisi, inzâr edilebilecek akıl sahibi bir mantık değildir. Bu tıpkı, "O
köye sor" (Yusui, 82} ayeti gibidir. Bu ayet de, "O köyün halkına
sor" manasındadır. "Ümmü'l-Kura" (Anakent) tabiri, şehirlerin
aslı, temeli manasına olup, bununla Mekke kastedilmiştir. Bu ad Mekke'ye, ona
duyulan saygıdan ötürü verilmiştir. Çünkü Mekke'de Beytullah ve Makam-ı İbrahim
vardır. Araplar herşeyin temelini, aslını ve en önemlisini, "o şeyin
anası" olarak adlandırırlar. Meselâ, "Bu kasîde, falancanın
kasidelerinin ümmühâtından (analarındandır), yani en önemlilerindendir"
denilir. Ayetteki I4Jy- jij "ve etrafında bulunanlar" tabiriyle de,
Mekke etrafında bulunan bedeviler, mukîmler ve çadırda değil de evlerde
kalanlar kastedilmiştir. "İnzâr" korkutmak demektir.
[13]
İmdi eğer,
"Ayetin lafzı, Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Muhammed (s.a.s)'e Mekkelileri ve
Mekke'yi çepeçevre kuşatan diğer kentleri inzâr için vahyettiğini gösterir. Bu
da, Hz. Muhammed (s.a.s)'in bütün âlemlere değil de, sadece onlara gönderilmiş
bir peygamber olmasını gerektirir" denilirse, buna şu şekilde cevap
verebiliriz. Birşeyin özellikle zikredilmesi, bahsedilen hususun, o şeyin
dışında kalanlar için söz konusu olmadığını göstermez. Binâenaleyh bu ayet, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in sadece bunlara gönderilmiş bir peygamber; "Seni ancak
bütün insanlara peygamber gönderdik" (Set», 28) ayeti de onun, bütün âlemu
peygamber olarak gönderildiğine delâlet eder. Hem sonra onun, Mekkelilere
gönderilmiş bir peygamber olduğu sabit olduğuna göre, doğru sözlü olmuş olması
gerekir. Daha sonra bize onun, kendisinin bütün âleme peygamber olarak
gönderildiğini iddia ettiği tevatüren nakledilmiştir. Doğru söyleyen birisi
birşeyi haber verdiğinde, onun o şey hakkında da doğru söylediğini kabul etmek
gerekir. Böylece de onun (s.a.s) bütün âlemlere gönderilmiş bir peygamber
olduğu sabit olur.
Cenâb-ı Allah daha sonra "O toplanma gününün (dehşetiyle)
korkutman için..." buyurmuştur. Normalde Arapçada inzâr (uyarma) fiili, bâ
harf-i cerriyle kullanılır. Dolayısıyla burada da , denilmeliydi.
[14]
Hem sonra burada,
"Ümmü'I-Kurâ ahalisini, o toplanma gününün azabtyla korkutman
için..." şeklinde bir takdir var. O güne "toplanma (cem) günü"
denmesi hususunda şu izahlar yapılabilir:
1) İnsanlar o gün toplanacaklar. Nitekim Hak
Teâlâ, "(Allah) sizi o toplanma günü İçin toplar, biraraya getirir" n«0ibOn, 9) buyurmuştur.
Dolayısıyla o gün, göktekiler ile yerdekiler bir araya gelmiş olur.
2) O gün, ruhlar bedenleriyle birleştirilir.
3) O gün,
her amel eden, amelleriyle biraraya gelir.
4) O günde,
zalimle mazlum biraraya toplanır.
Ayetteki,
"Hakkında hiçbir şüphe bulunmayan" kaydı, "toplanma
günü"nün sıfatı olup, "Meydana geleceği hususunda hiçbir şüphe
olmayan o toplanma günü..." manasındadır.
Cenâb-ı Allah,
"(insanların) birtakımı cennette, birtakımı cehennemdedir"
buyurmuştur. Bunun takdiri, "Niteliği, kendisinde bütün kavimlerin ikiye
ayrılıp, bir grubu cennete, bir grubu cehenneme girecek olmaları olan o
toplanma günü..." şeklindedir.
[15]
Eğer, "Ayetteki
"toplanma günü" tabiri, insanların biraraya geldiklerini, "birtakımı
cennette, birtakımı cehennemdedir" ifadesi de, insanların bölük bölük
olacaklarını gösterir. Binâenaleyh bu iki özelliğin bir arada bulunması
imkânsızdır" denilirse, biz deriz ki: İnsanlar önce hep bir araya
toplanacak, daha sonra böyle iki guruba ayrılacaklar.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Eğer Allah dileseydi, onlan elbet bir tek ümmet yapardı"
buyurmuştur. Bundan maksad, Hak Teâlâ'nın "Onlardan (Allah '1 bırakıp)
başka veliler edinenlere gelince, Allah onların üzerinde dâima görüp
gözetendir... "<şorâ, 6) ayetini takrir etmektir. Yani: "Onları
imana sevk, senin kudretin dahilinde değildi. Eğer Allah, isteseydi bunu
yapardı. Çünkü O, senden daha kudretlidir. Fakat O, kimilerini mü'min,
kimilerini de kâfir yapmıştır. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah
dilediğini rahmetine sokar" ifadesi mü 'mirileri iman ve taata sokanın
Allah Teâlâ olduğuna; "Zalimlere gelince onların ne bîr dostu, ne bir
yardımcısı vardır" ifadesi de, Allah Teâlâ'nın kâfirleri rahmetine
uğratmadığına delâlet eder ki, bu da, evvelkilerin, kendilerini o rahmete sokan
bir dostları ve bir yardımcıları olduğu için o rahmete girebildiklerine;
berikilerin de, kendilerini o rahmete sokan bir yardımcıları ve dostları
olmadığı için giremediklerine delâlet eder.
Allah Teâlâ sonra,
"Yoksa onlar Aüah'dan başkasını hâmî mi edindiler?" buyurmuştur. Bu,
"Allah Teâlâ önce onların, kendisinin dışında dostlar
edindiklerini nakletmiş; sonra da Hz. Muhammed
(s.a.s)'e, "Sen onlar üzerinde bekçi değilsin. Yine onlar üzerinde bir
kontrolcü de değilsin. İsteseler de, istemeseler de, onları imana sevketmen
gerekmez. Çünkü eğer bu bir görev olmuş olsaydı, Allah onu yapardı. Çünkü O,
senden daha kudretlidir" demiş" manasınadır. Daha sonra da, bu
hususu, inkârı bir soru üslubuyla tekrarlamıştır. Çünkü, "Yoksa onlar
Alîah'dan başkasını dostlar mı edindiler" suâli bir istifham-ı inkârîdir.
[16]
Cenâb-ı Allah sonra,
'İşte Allah, asıl hâmî O'dur" buyurmuştur. Bunun başındaki fâ edatı,
bunun, mukadder şart cümlesinin cevabı olduğunu gösteren fâ edatıdır. Buna göre
Allah Teâlâ sanki, "Eğer onlar gerçek manada bir hâmî edinmek
istiyorlarsa, bilsinler ki gerçek hâmî Allah'dır. O'nun dışında gerçek dost
yoktur. Çünkü O, ölüleri diriltir ve O herşeye kadirdir. Binâenaleyh hâmî
edinilmeye layık ve uygun olan O'dur, yoksa hiçbirşeye kadir olmayanlar
değil..." demek istemiştir.
[17]
Daha sonra da,
'İhtilaf ettiğiniz herşey hakkında hüküm verme işi Allah'a aittir"
buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele var:
[18]
Ayetin, önceki kısımla
münasebeti şöyledir: "Allah Teâlâ,
Hz. Muhammed
(s.a.s)'i, kâfirleri imana
zorla
sevketmekten menettiği gibi, mü'minleri de kâfirlerle
münakaşa ve mücâdeleye girişmekten menetmiş ve
'İhtilaf
ettiğiniz herşey
hakkında hüküm verme işi Allah'a aittir" buyurmuştur. Bu hüküm de, o
hususta hakka isabet edenlere mükâfaat verme, bâtılı savunanları ise
cezalandırma hükmüdür. Bu ifadenin manasının, "Hakkında münakaşa edip
ihtilafa düştüğünüz şeylerde, Hz. Muhammed (s.a.s)'in hükmüne başvurun. Başkalarının
hükmünü onun hükmüne tercih etmeyiniz" şeklinde olduğu söylendiği gibi,
"Ruhun hakikatini bitme gibi, mükellef olmadığınız ve bilemeyeceğiniz
şeyler hususunda, aranızda bir ihtilaf meydana gelirse, "Bunu en iyi Allah
bilir" deyiniz" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Nitekim Hak Teâlâ,
"Sana "Rûh"u sorarlar. De ki: "Rûh, Rabbime (âit)
emirlerden (işlerden)dir" <lw«, 85) buyurmuştur.
[19]
Ayetin takdiri,
"Allah .-.anki "Ey Muhammed de ki: "İhtilaf ettiğiniz şeylerin
hükmü Allah'a aittir" demektedir" şeklindedir. Ayetin bu manada
oluşunun delili ise, 'İşte benim
Rabbim.
O, hakîm olan Allah'dır. Ancak O'na güvenip dayanırım. Yalnız O'na
dönerim" ifadesidir.
[20]
"Kryas"ı
kabul etmeyenler, bu ayeti delil getirerek şöyle
derler: "Ayetteki bu ifâde ile, ya "onun hükmü, Allah'ın
o husustaki nassından
elde edilir" manası, ya da, "Onun
hükmü, hakkında Allah'ın nassı bulunan şeye kıyasla
elde edilir" manası kastedilmiştir. Bu ikinci
mananın kastedilmiş olması batıldır. Çünkü bu bütün ahkâmın, bâtıl olan birşeye
kıyasla elde edilmiş olmasına yol açar. Dolayısıyla birinci mananın kastedilmiş
olması gerekir. Böylece de bütün ahkâmın nass ile elde edilmiş olmasını
gerektirir ki, bu da, kıyas ile hüküm çıkarmayı ortadan kaldırır." Birisi,
"Bu ifade ile, "Onun hükmü, ister bu açıklaması nass ile, ister kıyas
ile olsun, Allah'ın açıklamasıyla bilinir" manasının kastedilmiş olması
niçin caiz olmasın?" diyebilir? Buna da şu şekilde cevap verilir: Allah'ın
hükmüne başvurmaktan maksad, ihtilafı sona erdirmektir. Kıyasa başvurmak ise,
ihtilâfı artırır, ihtilafı çözmez. Dolayısıyla Allah'ın nasslarına başvurmak
gerekir."
Cenâb-ı Allah sonra
da, Nebisinin dilinden "aranızda hükmedecek olan O yüce zat, benim
Rabbimdir. Ben, düşmanlarımın fenalıklarını bertaraf etme ve hertüriü hayrı
elde etme hususunda O'na güvenip dayanırım ve ben, bütün işlerimde O'na
yönelirim" buyurmuştur. Buradaki, "O'na güvenip dayanırım"
(tevekkül ederim) ifadesi, "hasr" (sadece) manasına olup, "Ben
ancak ve ancak O'na güvenirim" demektir ki bu da, Allah'dan başkasını dost
edinenlerin yolunun yanlışlığını ortaya koymaya bir işarettir.
Allah Teâlâ sonra,
"O, gökleri ve yeri yaratandır" buyurmuştur. "Patır"
kelimesi hem merfû, hem mecrûr okunmuştur. MerfÛ (ötüreli) okuyuşu, ya zâlikum
ifadesinin haberi; yahut mahzûf bir "hüve (o)" mübtedâsının haberi
oluşundan Ötürüdür. Mecrûr (kesreli) okunuşu ise, kelâmın takdirinin,
"Göklerin ve yerin yaratıcısı Allah'a aittir..." şeklinde olmasından
ötürüdür. Bu durumda, ifadesi ise, sıfat ile mevsûf arasına girmiş bir ara
cümledir.
Cenâb-ı Allah yani
"Allah size hem kendinizden, yani kendi cinsinizden eşler, hem de
davarlardan çiftler verdi. Sizi bu suretle üretip çoğaltıyor" buyurmuştur.
"Davarlardan çiftler..." ifadesi, "davarlara, davarların kendi
cinsinden eşler.." manasınadır. Arapça'da, "Allah mahlûkatı
çoğalttı" manasında, JWi Ji)i iji ifadesi kullanılır. Ayetteki, ^i ifadesi
"bu tedbir (düzen) ile.." demek olup, buradaki tedbir de, çiftler
halinde yaratma olup, bu da, Allah Teâlâ'nın, insanları ve davarları,
erkekleriyle-dişileri arasında bir üreme meydana gelsin diye, çiftler halinde
(erkekli-dişili) yaratmasıdır.
Ayetteki,
"sizi" kelimesi, muhataplara râcîdir ki burada insanların şu iki
yönden "lağlîb" edilmiş (hitapta esas alınmıştır):
a) Burada akıllılar tarafı, akıllı olmayanlar
tarafına tağlib edilmiş,
b) Yine
muhatablar tarafı, gâib olanlar tarafına tağlib edilmiştir. Buna göre eğer, ne
demektir? Cenâb-ı Hak niçin, bunun yerine dememiştir?" denilirse, biz
deriz ki: "Allah Teâlâ bu tedbiri (düzeni), bu çoğalmanın kaynağı,
merkezi, madeni kılmıştır.
(Bundan dolayı zarf manasındaki
fî harf-i cerrini kutlanmıştır.) Baksana, "canlılar için eşler
yaratılmasında, çoğaltma yatmaktadır" denilir ki, bu tıpkı, "Kısasta
sizin için hayat vardır" pattan, 17e) denilmesi gibidir;
[21]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "O'nun benzeri gibisi bile yoktur. O, semî ve basîrdir"
buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[22]
Eski ve yeni kelâm
alimleri, Allah'ın, uzuvlardan, cüzlerden meydana gelmediği ne bir mekânda ne
bir cihette bulunmadığı hususunda bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir:
"Şayet O, bir cisim olsaydı, diğer cisimlerin misli ve benzeri olurdu.
Böylece de, O'nun için birtakım misil ve benzerlerin bulunmuş olması gerekirdi
ki, bu husus, Cenâb-ı Hakk'ın, "O'nun benzeri gibisi bile yoktur"
ayetinin sarih beyanıyla bâtıldır. Bu delili şu şekilde ifade etmek de
mümkündür: Bu ayetle ya Cenâb-ı Hakk'ın, zâtların mahiyetleri açısından hiçbir
şeyin misli olmadığı manası kastedilmiştir; veyahut da, sıfatları açısından,
O'nun benzeri gibisi olmadığı manası kastedilmiştir.
İkincisi bâtıldır;
çünkü kulları da, âlim ve kadir olmakla nitelenebiliyorlar. Ki, Cenâb-ı Hak da,
bu sıfatlarla mevsûftur. Yine kullar, Allah'ın da bu şekilde tavsif edilmesinin
yanısıra, malûm ve mezkûr olmakla da nitelenebiliyorlar. Böylece, ayetteki
"misillik, benzerlik" ile, zâtın hakikati açısından eşitliğin
nefyeditmesinin kastedilmiş olduğu sabit olmuş olur. Buna göre de mana,
"Zâtlardan hiçbiri, zâtı bakımından, Allah'a denk olamaz..." şeklinde
olur. Binâenaleyh, Allah şayet bir cisim olmuş olsaydı, O'nun cisim olması,
sıfat değil, zât olmuş olurdu. Diğer alimler, cisim olma bakımından, yani, bir
mekân tutma, uzunluğa, derinliğe ve bir eve sahib olma açısından, O'na eşit
olacak olursa, bu durumda, diğer cisimler, bir zât olması açısından Allah'ın
zâtına denk olmuş olurlardı. Halbuki, ayetin nassı bunu nefyetmektedir. Bu
sebeple, Cenâb-ı Hakk'ın cisim olmaması gerekir.
[23]
Bil ki, Muhammed İbn
İshak İbn Huzeyme, "et-Tevhîd" adını verdiği, halbuki, gerçekte bir
şirk kitabı olan eserinde, âlimlerimizin, bu ayetle istidlal etmelerini ele
almış ve bu hususta itirazlarda bulunmuştur. Ben, birtakım uzun uzadtya
açıklamalarını bir kenara bıraktıktan sonra, -çünkü bu kimse, ifadesi son
derece bozuk, anlayışı kıt, aklı da noksan bir kişidir!-, onun sözlerinin
özetini vermeye çalışacağım. Bu cümleden olarak o, şöyle demiştir: "Biz,
Allah'ın bir vechi olduğunu kabul ediyor ve şöyle diyoruz: Rabbimizin vechinde,
nûr, ziya ve aydınlık vardır. Şayet O, yüzündeki hicabı, perdeyi kaldıracak
olsaydı, O'nun yüzünün celâl ve azameti, gözü kendisine ulaşan herşeyi,
muhakkak ki yakıp kül ederdi. Helak olma, yok olma gibi şeyler, O'nun vechinden
kaldırılmıştır." Biz diyoruz ki: Allah'ın insanoğlunda, helak olacaklarını
ve son bulacaklarını takdir ettiği; kendilerinden, celâl ve kerem vasıflarını
kaldırdığı; hür, ziya ve parlaklıkla tavsif etmediği yüzler vardır. Şayet, sırf
Allah'ın yüzünün olduğunu kabul etmek bir teşbihi ve benzetmeyi gerektirmiş
olsaydı, o zaman "İnsanoğlunun, domuzların, maymunların ve köpeklerin
yüzleri vardır"diyen herkes, şüphesiz ki, insanoğlunun yüzünü,
maymunların, domuzların ve köpeklerin yüzüne benzetmiş olurdu!..
Daha sonra, bu kimse,
"Bunun, Cehmiyye'nin inancı olduğu hususunda şüphe yoktur"
demektedir. Şayet bu kimseye, "senin yüzün, domuzların, maymunların yüzüne
benziyor" denilecek olsaydı, son derece öfkelenir ve kötü bir ağızla buna
mukabelede bulunurdu. Böylece biz, vechin (yüzün) mevcudiyetini kabul etmekten,
Allah ile mahlûkatı arasında bir benzetmenin kabul edilmesi gerekmediğini
anlamış bulunuyoruz.
Bu zât, kitabın bir
başka bölümünde de şunları söylemektedir: "Kur'ân-ı Kerim, pekçok sıfat hususunda,
Cenâb-ı Hakk'ın zâtı ile mahlûkatı arasında bir eşitlik ve müsavatın
bulunduğuna delâlet etmektedir. Bundan, bunu söyleyenin Müşebblhe olması
gerekmediğine göre, burada da, (bizim söylememiz halinde de) böyledir."
[24]
Biz, onun ele aldığı
bu misalleri tafsilatlı biçimde ele alacağız. O şöyle demiştir:
1)
"Allah Teâlâ bu ayette, (kendisi hakkında), "O, semîve
basîrdir"demiş, insan hakkında da, aynı şekilde, "Ve onu, semt ve
basîr kıldık" (Dehr, 2) buyurmuştur.
2) Cenâb-ı
Hak, "De ki: "Yapın. Çünkü hareketinizi Allah da, Resulü de (...)
görecektir" (Tevt». 105) buyurmuş, mahlûkatı hakkında da, "Yerle gök
arasında râm (ve) müsahhar olan kuşları görmediler mi?.." (Nam, 79)
buyurmuştur.
3) Cenâb-ı
Hak, "Bizim nezâretimiz ... ile gemi yap"(Hûd,37) ve "Sen
Rabbinin hükmüne sabret. Çünkü muhakkak sen bizim gözlerimiz
(önün)desin,." çror, 46) buyurmuş, mahlûkatı hakkında da, ",,. hakh
tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün onların..."(Matde,
83} demiştir.
4) İblise,
"Ey îblis, iki elimle yarattığıma secde etmenden seni hangi şey men
etti?.. "(Sâd, 75) ve "Hayır, (Allah'ın) iki eli de
açıktır"[Maid*. 64) buyururken, mahlûkatı hakkında da, "Bu, sizin ellerinizin yapıp önden gönderdikleri
yüzündendir" (Entâi, 51), "Su, iki elinin yaptığı şey
yüzündendir.." (Hac, 10) ve "Gerçek, sana biat edenler, aslında
Allah'a biat etmiş olurlar. Allah'ın eli onların elleri üstündedir"
{Fetih, 10) buyurmuştur.
5) Cenâb-ı Hak, "Rahman, Arş'a istiva
etti" (Tahâ, 5) buyurmuş, hayvanlara binenler hakkında da, "Ta ki
sırtlarında karar kıtasınız... diye.. "(Zuhruf, 13) ve yine Nûh (a.s)'un
gemisi hakkında, "Cûdî üzerinde istiva etti, karar kıldı..." (hm, 44) buyurmuştur.
6) Cenâb-ı
Hak, kendisini "azız" olarak adlandırmış ve "O, azizdir,
cebbardır" (Haşr.23) buyurmuştur. Daha sonra bu ismi, mahlûkatı hakkında
da, "Ey aztz, dediler, doğrusu bunun ihtiyar bir babası var.."fyu*ut,
78) ve "Ey azîz, bizi de ailemizi de kıtlık sardı..." (Yusuf, 88) demiştir.
7) Cenâb-ı
Hak, kendisini "Melîk" diye adlandırmıştır. Bazı kullarını da,
"melik" diye adlandırarak, meselâ, "Melik dedi ki: "Onu
bana getirin"<Yusuf,50) buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak, kendisini,
"Azîm" diye adlandırmış, daha sonra bu ismi mahlûkatı hakkında da
kullanarak, "Büyük arşın Rabbidir.." (Mü'minûn, 86) buyurmuştur.
Yine Cenâb-ı Hak,
kendisini Cebbar ve Mütekebbir diye adlandırmış, bu ismi mahlûkatı için de
kullanarak, "Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte böyle
mühürler" [uvmm. 35) buyurmuştur."
Bu zât, bu tür
misalleri uzun uzadıya sıraladıktan sonra, "Kim, bizim bahsettiğimiz bu
misallere vâkıf olur, onları iyice anlarsa, bu kimse, bu misalleri dilerse
çoğaltabilir" demiştir! Bu, bu kimsenin bu kitabında ele aldığı
hususlardır.
Ben derim ki: Bu cahil
ve miskin, bu tür hurafelere, "misC'İn ne demek olduğunu bilmediği için
düşmüştür. Kelâm alimleri, "misC'in ne demek olduğu hususunu İyice
incelemiş, daha sonra bu ayetle istidlali, buna dayandırmışlardır.
[25]
Şimdi biz diyoruz ki:
"Misi" olan iki şey, hakikati ve mahiyeti hususunda, her birinin
diğerinin yerini alıp tuttuğu iki şey demektir.
Bu konudaki sözün
özünden önce, söyleşi diğer bir mukaddimeyi ele alıyor ve şöyle diyoruz: Her
şey hususunda nazar-ı dikkate alınan, ya o şeyin mahiyetinin tamamı, ya
mahiyetinin parçalarından bir parçası, yahut mahiyetinin dışında, ama o
mahiyetin vasıflarından ayrılmaz bir şey, veyahut da mahiyetinin dışında, ama o
mahiyetin ayrılmaz vasıflarından olmayandır. Bu taksimat, bir şeyin zâtı ile, o
şey ile kaim olan sıfatlar arasındaki farka dayandırılmış olup, bu, bedahetle
bilinen bir husustur. Çünkü biz, olmamış ve olgunlaşmamış olan üzüm tanelerinin
son derece yeşil ve ekşi olduğunu, daha sonra alabildiğine siyah ve tatlı hale
geldiğini görmekteyiz. Şimdi burada, bu şeyin zâtı bakî, değişen şey ise,
sıfatlarıdır. Bakî olan zâtlar ise, değişen sıfatlarından başkadır..
Yine biz, saçları,
alabildiğine simsiyah görmekteyiz.. Derken daha sonra, onların, alabildiğine
aklaştıkiarını görmekteyiz. O halde bu demektir ki, zât devam ediyor, sıfatlar
İse devamlı değişiyor. Devam eden ise, değişenden başka. Böylece,
anlattıklarımızla, zâtların sıfatlardan başka olduğu ortaya çıkmış oldu..
Bunu iyice
kavradığında şimdi biz diyoruz ki: Sıfatların değişmesi, asla zâtların değişmesini
de gerektirmez. Çünkü biz, tek bir cismi, önce sakin, daha sonra hareket
halinde, en nihayet de yine hareketsiz olarak görmekteyiz. O halde bu demektir
ki, zâtlar, bütün hallerinde aynı minval ve aynı tarz üzere devam etmekte;
sıfatlar ise, birbirini izlemek suretiyle kaybolup gitmektedir. Yaptığımız bu
izahla da, sıfatların ve arazların değişmesinin, zâtların değişmesini
gerektirmediği sabit olmuş olur.
Bunu da iyice
anladıysan, şimdi biz diyoruz ki: Nesnelerden, hem köpeğin, hem maymunun yüzü,
insanın ve atın yüzünün meydana geldiği maddelere eş ve müsavidir. Farklılık
ise, o maddelerle kaim olan arazlar, yani renkler, şekiller;
sertljk-yumuşaklık, kendisinde kılların bulunup bulunmaması vb. sebebiyle olur.
O halde farklılık, sıfat ve arazlardaki farklılık ve sebebiyle meydana
gelmiştir. Maddelerin zâtlan (cevherleri) ise, (et, kemik, kan, sinir, vs.
olmak üzere) birbirlerine müsavidirler. Ancak ne var ki, avam, zâtlarla
sıfatlar arasındaki farkı göremezler. İşte bu sebeple, insanın sebeb olması hiç
şüphesiz, "İnsanın yüzü eşeğin yüzünden farklıdır" derler.
Andotsun ki onlar,
doğru söylemişlerdir, çünkü bu farklılık şekil, renk ve diğer sıfatlar
sayesinde olmuştur. Ama, maddelere gelince, madde olmaları açısından, birbirine
eşit ve denktirler. Böylece, bu adamın zikrettiği bu sözleri, o ancak, avamdan
olduğu; eşitlikte ve farklılıkta nazar-ı dikkate alınan şeyin, zâtlarla kaim
olan arazlar ve sıfatlar değil de, eşyanın hakikati ve mahiyeti olduğunu
bilmediği için söylediği sabit olmuş olur. Burada geriye şöyle denilmesi durumu
kalmıştır: Peki, maddelerin hepsinin, eşit ve denk olduklarına dair delil
nedir? Şimdi biz diyoruz ki, burada iki makam vardır:
Birinci Makam: Bu
mukaddime, ya müsellemdir (kabul edilmiştir) ya da müsellem değildir. Eğer
müsellem ise, maksadımız hasıl olmuş demektir. Yok eğer müsellem değil ise,
şimdi biz diyoruz ki: "Alemin ilâhı, güneştir veya aydır, veya felektir,
veya arşdır, veya kürsîdir" denilmesi niçin caiz olmasın?.. Böylece (ilah
olan) bu cisim, diğer cisimlerin mahiyetinden başka olur, böylece de, kadîm,
ezelî ve vâcibü'l-vücûd olmuş olur. Diğer maddeler ise, muhdes ve mahlûk olmuş
olurlar. Şayet, evvelkiler ve sonrakiler böyle bir ilzamı, Mücessımeden
kaldırmak için bir araya gelseler, buna güçleri yetmez. Şayet onlar,
"Olmaz böyle şey! Çünkü Kur'ân, güneşin, ayın ve feleklerin tamamının
muhdes ve mahlûk olduklarına delâlet etmektedir" derlerse, (buna mukabil),
"Bu, ileri derecede ahmaklık türünden bir şeydir" denilir. Çünkü,
Kur'ân'ın ve peygamberlerin nübüvvetinin sıhhati, Allah'ın bilinip tanınmasına
bağlı bir şeydir. Binâenaleyh, ilahtn tanınmasını Kur'ân ile peygamberlerin
sözü vasıtasıyla ispat etmeyi, ne söylediğini bilen hiçbir kimse söylemez.
[26]
İkinci Makam: Kelâm
alimleri, maddelerin, zâtları ve hakikatleri bakımından eşit ve denk olduğuna
dair kesin aklî deliller getirmişlerdir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, şayet
bu âlemin ilâhının bir cisim olması halinde, onun zâtının, maddelerin zâtlarına
eşit olacağı ortaya çıkmış olur. Ancak ne var ki bu husus, hem aklen hem de
naklen geçersizdir. Aklen geçersiz olmasına gelince, şayet âlemin ilâhının
zâtı, diğer maddelerin zâtlarına eşit olsaydı, bu durumda diğer maddeler için
söz konusu olan her şeyin onun için de söz konusu olması gerekirdi. Bu durumda
da, âlemin ilâhının muhdes, mahlûk, yok olmayı, dağılıp parçalanmayı kabul eden
olması gerekirdi.
Naklî delile gelince,
bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onun benzeri gibisi bile yoktur" ifadesidir.
Bu delilin izahı hususundaki sözümüzün tamamı bundan ibarettir. İşte bu noktada
bizim, "Sıfat açısından her ne zaman bir denklik meydana gelirse,
mahiyetin tamamı hususunda da bir eşitliğin bulunması gerekir"
demediğimiz, ancak ne var ki, "Cisimlerin, mahiyetlerinin tamamı
bakımından birbirlerine denk oldukları sabit olup, şayet O'nun zâtı bir cisim
olsaydı, bu cisim, mahiyetinin tamamı bakımından diğer cisimlere eşit olurdu.
Bu durumda da, her cisim, O'nun bir misli ve dengi olması gerekirdi."
Çünkü biz, eşitliğin tahakkukunda nazar-ı dikkate alınanın, zâtlarla kaim olan
sıfatlar değil, bizzat hakikatler olması açısından, "hakîkatler, yani
cevherler" olduğunu beyan etmiştik. Böylece, yaptığımız bu izahlarla,
ehl-i tevhidin, (ehl-i sünnetin) delilinin son derece kuvvetli olduğu; bu
şahsın ileri sürdüğü bu sözlerin
ise, o bunları
hakikatleri bilmekten uzak olduğu söylendiği ve böylece de, avamın metoduna
göre hareket ettiği, derken bahsettiği bu sözlere aldandığı ortaya çıkmış olur.
Biz, Allah'dan hüsn-i hatimeler dileriz.
[27]
Bu ayetin zahiri
itibariyle, burada bir problem vardır. Çünkü
şöyle denilebilir: Bu ayetin maksadı, Allah'ın eşi ve benzeri
olmadığını belirtmektir. Zahiri ise, Allah için bir
"misl"in
mevcudiyetini
gerektirir. Çünkü ayetin zahiri, Cenâb-ı Hakk'ın kendisinden değil, O'nun
mislinden misli nefyetmeyi gerektirmektedir. Ki bu da, Allah'ın bir
"misl"inin olmasını gerektirir. Ulemâ buna şöyle diyerek cevap
vermişlerdir: "Araplar, "Sen cimri olamazsın" anlamında,
"Senin gibiler cimri olmaz" der, böylece, aslında, cimriliği o
şahıstan nefyetmeyi kastettikleri halde, cimriliği onun mislinden nefyetmiş
olurlar. Yine birisi, "Benim için böyle söylenemez" manasında,
"Böylesi sözler, benim gibi birisi için söylenmez" der. Nitekim şair
de,
"Benim mislim ve
benzerim, hurma ağacı dallarının benzeri ve misli gibidir" demiştir ve
bununla, mübalağayı kastetmiştir. Çünkü bu hüküm, ona benzediği için,
benzeyenden nefyedildiğine göre, o şeyin kendisinden haydi haydi nefyedilmiş
olur. Bunun bir benzeri de, Arapların, "Selâm, yüce meclise olsun!"
şeklindeki sözleridir ki, bu sözün maksadı, "Allah'ın selâmı, selâmın
verildiği meclislerde yerini bulduğuna göre, burada yerini bulması haydi haydi
evlâ olur" demektir. Binâenaleyh, burada da, *Ji *&£ jj ifadesinin
manası, bahsettiğimiz biçimde mübalağa kastedilerek, "O'nun gibi hiçbir
şey yoktur" demektir. Takdir böyle olduğuna göre, bu lafız, yani kâf
(teşbih edatı), gereksiz ve anlamsız olmamıştır. Tam aksine, bahsettiğimiz
tarzda bir mübalağa manasını ifâde etmiştir.
Cehm ve Safvftn, bu
ayetin maksadının, Allah hakkında "şey" den ilemeyeceğin i beyan
etmek olduğunu iddia ederek şöyle demiştir: "Çünkü her şey, kendi zâtının
mislinin bir mislidir. O halde, ifadesinin manası, "O'nun mislinin misli,
"şey" değildir" şeklindedir. Ki bu da, Cenâb-ı Hakk'a,
"şey" denilmemesini gerektirir."
Buna göre burada, bir
başka izah şekli de şudur: "Bu iki teşbih harfi (kâf ile "misi"
kelimesinin, bir arada getirilmesinin gayesi, Allah'ın "misl"den
münezzeh olduğuna delâlet etmek olup izahı şöyle yapılabilir: Şayet O'nun bir misli
olsaydı, o "misi", O'nun zâtının "misl"i olurdu. Halbuki
bu, imkânsızdır. O halde O'nun "misi"inin olduğunu söylemek
imkânsızdır. "O'nun bir "misl"inin olması halinde, o
"misi" O'nun zâtının aynı olur" ifadesinin açıklamasına gelince,
bu gayet açıktır. Bu işin imkânsız olduğunun beyânı ise, şöyledir: Şayet, O'nun
zâtının misli gibi bir başka "misi" olsaydı, o zaman bu
"misi", mahiyeti açısından O'nun "misl"ine denk, bizzat
kendisi açısından ise, O'na muhaliftir. Halbuki, sayesinde müşareket ve
ortaklığın meydana geldiği şey, sayesinde farklılığın meydana geldiği şeyden
farklıdır.
Binâenaleyh, bunların herbirinin zâtı,
mürekkeb olmuş olur. Her mürekkeb ise, "mümkin" varlıktır. Böylece,
Vâcibü'l-VücÛd için bir "misl"in bulunması halinde, o
"misi" aslında, Vâcibü'l-Vücûd olamaz.
Bunu iyice kavradığına
göre, ayetteki, "O'nun mısl'inin misl'i, "şey" değildir"
ifadesi, "Şayet O'nun hakkında, "O, kendi zâtının misl'inin,
misl'idir" denilmesinin doğru olması halinde, yukardaki beyanımıza binâen,
O'nun şey olmayacağına bir işaret olmuş olur. Çünkü, şayet Vâcibü'l-Vücûd'un
bir "misi"! olmuş olsaydı, o zaman, O, Vâcibü'l-Vücûd olmazdı"
diye açıklamıştık. İşte bu, bu lafzın muhtemel olduğu manadır.
[28]
Bu ayet,
Cenâb-ı Hakk'ın ''misl"inin olmadığını göstermektedir. Halbuki,
"Göklerde ve
yerde en yüce sıfat
(mesel) lar O'nun. O, Aztz (mutlak
galib) ve
Hakimdir" (Rum, 27) ayeti, Allah'ın bir meselinin olduğunu gösterir. Şu
halde, bu iki tabir arasında mutlaka bir farkın bulunması gerekir. Biz diyoruz
ki, "misi", bir şeye, onun mahiyetinin tamamı açısından denk olandır.
"Mesel" ise, her ne kadar mahiyetin tamamı açısından o şeye muhalif
ise de, mahiyetinin dışındaki bazı sıfatlar açısından, o şeye denk olan şeydir.
[29]
Ayetteki, "O,
semidir, bastrdir" ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın,
duyulabilen her şeyi, duyan; görülebilen her şeyi de gören
bir zât
olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh, buna göre
şayet, "Bu lafzı, zahirî manasında almak imkânsızdır. Çünkü, bir
vuruş ve bir kabarma meydana geldiğinde, bu iki nesnenin arasındaki hava,
basınç neticesinde, şiddetli bir biçimde dönüşüme uğrar, bu sayede bu hava,
dalgalanır ve bu dalgalanmayı, kulak deliğinin sathına (yani kulak zarına)
götürür. İşte, işitme ve duyma budur. Görme ise, gözbebeğinin görülen şeyin
şeklinden müteessir olmasından ibarettir. Böylece, duyma ve görmenin, duyu
organlarının etkilenmesinden ibaret olduğu sabit olmuş olur ki, bu, Allah
hakkında imkânsızdır. O halde, duyma ve işitme işlemlerini, Allah Teâlâ'nın,
duyulabilen ve görülebilen şeyleri bilme manasına almanın caiz olamayacağı
sabit olmuş olur" denilirse, buna şu şekilde cevap verebiliriz:
Duymanın, duyu
organlarının etkilenmesinden başka olduğunun delili şudur: Biz, o sesi
duyduğumuzda, onun hangi taraftan geldiğini anlarız. Böylece de biz, o sesi,
0 ses aslında nasıl
ise öylece idrâk ettiğimizi anlamış olduk. Ki bu, o sesi anlamanın, «ulak
deliği (zarı)nın, o havanın dalgalanmasından müteessir olmasından başka bir -al
olduğuna delâlet eder. Görmeye gelince, bunun da, gözbebeğinin müteessir
imasından başka bir hal oluşunun delili şudur: Bakan kimsenin bakan bu
gözbebeği, cücük bir cisimdir. Binâenaleyh, büyük bir şeklin küçük bir cisimde
şekillenmesi, -kansızdır. O halde biz diyoruz ki, şekillenen bu şekil küçük,
âlemin bizzat f ndisinde görülen o biçim ve şekil ise büyüktür. Binâenaleyh,
işte bu da, görmenin,
1 şekillenmenin bizzat kendisinden başka bir
durum olduğuna dalâlet eder.
Durum böyle olduğu
sabit olduğuna göre şimdi biz diyoruz ki: Allah'ın, etkilenmesi - «ansız
olduğundan, O'nun hakkında, görme ve işitmenin imkânsız olduğu neticesi çıkmaz.
İmdi, şayet onlar,
"Farzedelim ki, duyma ve işitme, duyu organlarının müteessir olmalarından
başka olan, iki durumdur. Ancak ne var ki, duyma ve işitmenin tahakkuk etmesi,
bu etkilenmenin meydana gelmesine bağlıdır. Binâenaleyh, böyle bir etkilenmenin
tahakkuku Allah hakkında imkânsız olduğuna göre, O'nun hakkında duyma ve
görmenin tahakkuk etmesinin de, imkânsız olması gerekir" derlerse, biz
deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesinin zahiri, Hak Teâlâ'nın duyan ve gören bir
zât olduğuna delâlet etmektedir. Dolayısıyla bizim, ayetin zahirinden kaçmamız
caiz olmaz. Ancak ne var ki, "duyma ve görme" diye isimlendirilen
istidat ve hassenin tahakkuku, etkilenmenin gerçekleşmesine bağlı olduğuna ve
Allah hakkında da böylesi bir etkilenmenin imkânsızlığına dair delil bulununca,
duyma ve görme diye isimlendirilen hassenin tahakkuku imkânsız olur. Halbuki
siz, böyle bir şartı öne sürüp duruyorsunuz. Binâenaleyh, sizin, onun tahakkuk
ettiğine dair delil getirmeniz gerekir. Siz, ayetin zahirinden sapmayı
gerektiren şeyi bulup getirinceye kadar, biz, ayetin lafzının zahirine
tutunacağız.
Buna göre şayet
birisi, "Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi hasr
ifade eder. Kullar da, "duyanlar, görenler" diye tavsif
edildiğine göre, bu hasrın manası nedir?" derse, biz deriz ki: "Semi
ve basîr", bu iki sıfatın tastamam ve mükemmel anlamda (O'nda) tahakkuk
edip bulunduğunu iş'âr eden iki lafızdır. Bütün sıfatlar hususundaki mükemmellik
ise, sadece ve sadece Cenâb-ı Hakk için söz konusudur. Binâenaleyh, işte bu
"hasr"ın manası işte budur.
[30]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur" ifadesine gelince, bil ki,
bu ifadenin maksadı, Allah Teâlâ'nın, göklerin ve yerin yaratıcısı olduğunu;
putların ise, böyle olmadıklarını ve yine Allah Teâlâ'nın, bizim ve eşlerimizin
yaratıcısı, çocuklarımızın, bizden ve eşlerimizden halkedicisi olduğunu, ama
putların ise böyle olmadığını anlatmaktır. Hem, "Göklerin ve yerin
anahtarları O'nundur. Putlar İse böyle değildir. O halde, bütün bu ifadelerin
maksadı, kadir, in'âmda bulunan, kerîm ve rahîm bir zâtın bulunduğunu
açıklamaktır. Binâenaleyh, birer cansız varlıklar olan o putları, "mabûd
olma" hususunda, O'na eş ve denk tutmak, nasıl caiz olur?" Cenâb-ı
Hak, bu ifadesiyle, göklerdeki ve yerdeki nzık anahtarlarını kastetmiştir.
Binâenaleyh, "göklerin anahtarları" yağmurlardır; "yerin
anahtarları" İse bitkilerdir. Biz makâlîdin ne demek olduğunu, Zümer
Sûresi'ndeki, (Zümer, 52) ayetini tefsir ederken anlatmıştık. Çünkü, nzkın
anahtarları O'nun elindedir ve O, bol ve kıt vermek gibi, her şeyi hakkıyla
bilendir.
[31]
"O, "Dini
doğru tutun, onda ayrılığa düşmeyin" diye, din(in aslmjdan, hem
Nuh'a tavsiye ettiğini, hem sana vahyedegeldiğimizi,
hem ibrahim'e, Musa'ya
ve İsa'ya tavsiye
ettiğimizi, sizin için de şeriat yaptı. Senin, kendilerini davet
etmekte olduğun bu şey, müşriklerin gözlerinde büyüdü
(ağır geldi). Allah,
kimi dilerse, buna
onu seçer. (Ancak kendisine itaatia) dönmekte olanları
buna
muvaffak eder. Onlar, ancak kendilerine ilim geldikten sonradır ki,
aralarındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer
Habbinden, belirlenmiş
bir vadeye kadar bir
söz geçmiş olmasaydı, aralarında muhakkak ki hüküm
verilmişti bile.. Onlardan sonra kitaba mirasçı
yapılanlar da, ondan mutlaka
şüphe edici bir
tereddüt içindedirler. İşte bunun için sen, onları (tevhide)
davet et. Emrolunduğun veçhile, dosdoğru harekette
sebat kıl. Onların,hevâlanna uyma ve de ki: "Ben, Allah'ın indirdiği her
kitaba iman ettim.
Aranızda adalet
etmekle emrolundum. Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de
Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz
de size aittir. Bizimle sizin
aranızda hiçbir
husûmet yoktur. Allah hepimizi biraraya toplayacak. Dönüş
ancak O'nadır. Allah hakkında, kendisine icabet edilen
şeyin ardından,
münakaşa edenlerin
hüccetleri, Rableri indinde boştur. Onların üzerlerine,
hem bir gazâb, hem kendilerine çetin bir azâb vardır.
Allah, hakkm ikamesine
sebep olmak üzere,
kitab ve mizanı indirendir. Ne biliyorsun, belki o saat,
yakındır!? Buna inanmayanlar, onun çabucak gelmesini
ister. İnananlar ise,
ondan, korku içinde
titrerler. Bilirler ki o, şüphesiz haktır. Gözünüzü açm ki,
o saat hakkında mücadele edenler, muhakkak kî,
hakikatten uzak bir sapıklık
içindedirler. Allah,
kullarına çok lütufkârdır. Kimi dilerse, onu rızıklandmr. O,
kavidir, yegâne galibtir"
(Şûra, 13-19).
[32]
Bit ki Allah Teâlâ,
Hz. Muhammed (s.a.s)'e olan vahyini, "O mutlak galib, o hüküm ve hikmet
sahibi Allah sana da, senden evvelkilere de işte böyle vahyeder" (sora,
3> beyanıyla yüceltince, bu ayetlerde de, bunu detaylıca anlatarak,
"Din(in aslm)dan, hem NÛh'a tavsiye ettiğini... sizin için de şeriat
yaptı..." buyurmuştur. Bu, "Ey Muhammed ashabı, Allah size, Nuh'a,
Muhammed'e, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiği (emrettiği) dini, bir
şeriat kıldı" demek olup, ayetin lafzından kastedilen mana budur. Cenâb-ı
Allah burada özellikle bu beş peygamberden bahsetmiştir. Çünkü bunlar
peygamberlerden, ulu olan, büyük şeriat sahibi ve çokça tâbîleri bulunanlardır.
Geriye ayetin lafzıyla ilgili şöyle birkaç müşkil var:
a) Allah Teâlâ ayetin başında, "(Allah)
Nuh'a tavsiye etti" buyurmuş,
sonunda "ibrahim'e tavsiye
ettiğimizi" buyurmuş; ortasında da,"Sana
vahyedegeldiğimizi" buyurmuştur. Bu farklılığın hikmeti nedir?
b) Allah
Teâlâ, Hz. Nûh (a.s)'dan bahsederken, gayb (üçüncü şahıs) sîgasıyla ifâde
ederek, "Nuh'a tavsiye etti" buyurmuş; diğer ikisinde ise, mütekellim
(bizzat konuşan) sîgasıyla ifade
ederek, "tavsiye ettiğimiz!", "vahyedegeldiğimiz!" buyurmuştur.
c) Ayetin
manası, "Allah size, bizim (Allah'ın) sana (Muhammed'e) vahyettiğimiz dini
şeriat yaptı" şeklindedir. "sizin için şeriat kıldı" ifadesi,
gayba (orada olmayan insanlara); "sana vahyettiğimiz..." ifadesi ise,
hâzıra (orada bulunana) bir hitabtır. Binâenaleyh ayetin bu ifadesi, aynı söz
ve manada, gaibe olan .
hitab ile hâzıra olan
hitabın birlikte yapılabileceğini göstermektedir. Bu bir işkâldir. Dolayısıyla
bu müşkili çözmek gerekir. Müfessirler, bu konuyla ilgilenmemişlerdir. Velhasıl
ayetin maksadı şudur: "Allah size doğruluğu hususunda peygamberlerin
İttifak ettiği bir dini şeriat yapmıştır." Ben derim ki bu din ile kastedilenin,
mükellefiyet ve ahkâmdan başka bir şey olması gerekir. Çünkü (her peygamberin)
şeriatında mükellefiyet ve ahkâm farklı farklıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Sizden herbiriniz için bir yol ve şeriat verdik" (Maide, 48)
buyurmuştur. Binâenaleyh bu ayetten, şeriatların farklılığı ile değişmeyen,
bazı şeylerin kastedilmiş olması gerekir ki bunlar da, Allah'a, meleklerine,
kitaplarına, âhirete yönelmeyi, güzel ahlâk için gayret göstermeyi ve kötü
ahlâktan sakınmayı gerektirir.
Bana göre Hak
Teâlâ'nın, "Onda (o dinde) ayrılığa düşmeyin" emri ile, "çok
tanrılar edinerek ayrılığa düşmeyin" manası kastedilmiş olabilir. Nitekim
Hz. Yûsuf (a.s), "Ayrı ayrı tanrılar mı, yoksa bir ve kahhar olan (Allah)
mı iyi" {Ytuuf, 39) demiştir. Keza Cenâb-ı Hak: "Senden önce
gönderdiğimiz her peygambere, "Benden başka ilah yoktur. Öyleyse bana
kulluk edin" diye vahyettik"(tntya, 25) buyurmuştur. Bazıları,
"... Nuh'a tavsiye ettiğimiz (dini) sizin için de şeriat yaptı"
İfadesiyle, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, işin başlangıcında, Nûh (a.s)'un şeriatı
ile gönderilmiş olduğuna istidlal etmişlerdir. Ama buna, bizim şu izanımız
cevap teşkfl eder: Allah Teâlâ, "Nûh" ismine, diğer peygamber
isimlerini atfetmiştir ki bu, bu ayetle anlatılmak istenen şeyin, bütün
peygamberlerin üzerinde ittifak ettiği (yani şeriatlarının müşterek
noktalarına) yapışma manası olduğuna delalet eder. Ayetteki, "Dini ikâme
edin (doğru tutun)" emri, ya ^ji (şeriat yaptı) fiilinin mef'ûlünden ve
mef'ûle atfedilen şeylerden bedel olarak mahallen mansubtur, yahut da müste'nef
bir cümle olarak merfûdur. Bu ikinci ihtimâle göre, sanki, "Bu şeriat
yapılan şey nedir?" diye sorulmuş da, buna cevaben, "Bu, dinin doğru
tutulması işidir" denilmiştir.
Cenâb-ı Hak
buyurmuştur ki bu, "Senin müşrikleri, Allah'ın dininin, peygamberlerce
üzerinde ittifak ve icma edildiği şekliyle dosdoğru tutup muhafaza etmeye
davetin, onların gözlerinde büyüdü, onlara ağır geldi" demektir. Mananın
bu şekilde oluşunun delili, kâfirlerin, "(O Muhammed), ilahları teke
indiriyor Öyle mi? Bu, çok şaşılacak bir iş!"(s&ö, s) demeleridir.
Burada şöyle birkaç mesele var:
[33]
"Kıyas"ı
kabul etmeyenler, bu ayetle istidlal ederek şöyle
demişlerdir:" Allah Teâlâ, büyük peygamberlerin, dini,
ihtilafa ve pek'şmuvfl götürmeyecek bir biçimde ikâme
etmek gerektiği hususunda İttifak etliklerini haber
vermiştir.
Allah Teâlâ, insanları, bölünüp
parçalanmaktan ve muhalefetten uzak bir dine
götürdüğü için, bu hususu, onlara bir minnet sadedinde zikretmiştir.
Kıyas kapısını
açmanın ise, bölünmenin ve münakaşanın en
büyük çeşitlerine götüreceği malumdur.
Çünkü
hisler (duyular), dinlerini kıyasa bina eden kimselerin Kıyamete kadar,
aralarında bir ittifak için hiçbir ümid olmaksızın,
bölünüp-parçalanmış olduklarına
şâhidlik
ediyor. Binâenaleyh kıyasın haram ve yasak olması gerekir."
[34]
Bu ayet, dinin
esaslarının şu iki kısma ayrıldığını gösterir:
a) Neshin ve
değişikliğin söz konusu olmadığı, bütün
şeriat
ve dinlerde aynı kalan şeyler.. Meselâ, doğru
söylemenin, adaletli
olmanın, iyilikte bulunmanın güzel;
yalan
söylemenin, zulmün, işkencenin ve eziyetin kötü olması bu gibi şeylerdendir.
b)
Şeriatların ve dinlerin değişmesiyle değişen şeyler. Bu ayet, birinci kısmı
anlatma hususunda, şeriatın İhtimamının, ikinci kısmı anlatma ve ortaya
koymadan daha ilerf olduğuna deiâlet eder. Çünkü birinci kısmı sürdürmek ve onu
korumak, âhiret yurdunda mutluluğun elde edilmesini sağlayacak hallerin ve
huyların kazanılma» için çok mühimdir.
[35]
Ayetteki, "Dinî doğru
tutun. Onda ayrılığa düşmeyin" emri, gerçek dinler arasında bir muvafakat
ve uyumun, şer'an ve aklen matlub olan bir şey olduğunu hissettirmek-
tedir. Böyle bir
uyumun sağlayacağı faydaları şu şekillerde izah edebiliriz:
1) İnsanların nefislerinin tesirleri vardır.
Binâenaleyh birçok insan birşey hususunda ittifak edip, görüş birliğine
vardığında, bunun başkaları üzerinde tesiri fazla olur.
2) Bu
nefisler (yani birçok insan) İttifak edince, herbiri o belli maksad hususunda
diğerine destek vermiş olur. Yardımcıların çokluğu, maksadın tahakkukunu
gerektirir. Fakat insanlar ayrılığa düşüp, birbiriyle çekiştiklerinde,
tesirleri azalır. Dolayısıyla da maksadiarı hâsıl olmaz.
3) Ortada
bir mücâdele ve münakaşanın bulunması, âlemin faydasına olan şeyin ztddınadır.
Çünkü bu, birtakım karışıklıklara, Öldürmelere ve yağmalara (anarşiye)
sebebiyet verir. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ bu ayette, dinin ayrılığa,
bölünüp parçalanmaya götürmeyecek bir
şekilde ikâme edilmesini, dosdoğru
ortaya konulmasını emretmiştir. Bir başka ayetinde de,
"Nizalaşmaym, yoksa kuvvetiniz zayıflar (gevşersiniz)"(Eniâi, 46)
buyurmuştur.
[36]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Allah kimi dilerse, buna onu seçer, (Ancak kendisine itaatîa)
dönmekte olanları buna muvaffak eder" buyurmuştur. Bu hususta şu iki izah
yapılabilir:
a) Allah
Teâtâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'i, üzerinde ittifak edilen dine tutunmaya iışâd
edince, onları, bu hayra kendisinin irşâd ettiğini; o peygamberleri bizzat
kendisinin seçtiğini ve onlara bol bol rahmeti İle ikramını verdiğini
bildirmiştir.
b)
Müşriklere, peygamberlerin bu çağrısı ağır gelmiştir. Çünkü bu çağrıda, onların
ister istemez ve kibirlerine rağmen, o peygamberlere boyun eğmeleri söz
konusudur. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, peygamberliği, seçtiği kimselere
verdiği ve insanların onlara boyun eğmeleri gerektiğini, bu hususta, soy, sop
ve zenginlik gibi şeylerin nazar-ı dikkate alınmayacağını; aksine herkesin,
Allah'ın seçtiği o peygamberlere
boyun
eğmeleri gerektiği hususunda aynı olduklarını beyan etmiştir.
"İctlbA" (seçme) kelimesi, "bir araya gelme, eklenme,
birleşme" manasından iştikak eder (türer). "O, haracı
topladı""Onu tapladı"Suyu havuzda topladı" ifadeleri de bu
köktendir. Binâenaleyh ayetteki bu tabirin manası, "Allah peygamberi
kendisine çeker ve onu kendisine, ikram ve rahmet yaklaştırmastyla yaklaştırır.
Ayetteki, "kimi dilerse" ifadesi, tıpkı, "AJlah dilediğine azab
eder, dilediğine ise rahmet eder" {Ankabot. 21) ayeti gibidir.
Allah Teâlâ sonra da,
"(Allah, ancak Kendisine itaatla) dönmekte olanları buna muvaffak
eder" buyurmuştur ki, bu tıpkı şu hadis-i kudsîde ifade edildiği gibidir:
"Kim bana bir karış yaklaşırsa, ben de ona bir kulaç yakiaşmm. Kim bana
yürüyerek gelirse, ben de ona koşarak giderim.[37] Bu,
"Kim bana (Allah'a) taat ve ibadetler yaparak yönelirse, ben de ona
göğsünü açmak ve bu işini kolaylaştırmak suretiyle hidayet ve irşâd ederek
yönelirim" demektir.
[38]
Bil ki Allah Teâlâ
bütün peygamberlere ve ümmetlere, üzerinde ittifak edilen o dine sarılmalarını
emrettiğini bildirince, sanki birisi, "O halde daha niçin biz İnananları
bölük pörçük görüyoruz?" demiş gibi, Allah Teâlâ şu cevabı vermiştir:
"Onlar, ancak kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki ihtiras
yüzünden ayrılığa düştüler." Bu, "Onlar, ayrılığın bir sapıklık
(dalalet) olduğunu bile bite ayrıldılar ve onlar bunu, hased ile ihtirastan ve
reislik elde etmek için yaptılar. Böylece onları, nefsânî hamiyyetleri,
tabiatlarında bulunan aassub, herbir grubu ayrı bir yola girmeye, insanları o yola
davet etmeye ve nâm elde etmek, reis olmak uğruna, kendi yolu dışında
kalanların hepsini kötülemeye sevketmiştir. Dolayısıyla bu, böylesi bir
ihtilafın (ayrılığın) doğmasına sebeb olmuştur.
Cenâb-ı Allah daha
sonra, onların bu hareketleri sebebiyle bu azabı hakettiklerini, s<at bunu
bir müddet tehir ettiğini, çünkü katında her azabın belli bir zamanı olduğunu
haber vermiştir. Bu belli zamanın bulunması ise, ya biz ehi-i sünnetin canana
göre, sırf Allah'ın meşietinden (iradesinden) ötürüdür, yahut da Mu'tezile'ye
:e. Cenâb-ı Hakk'ın, aslah (uygun) olanın böyle bir zaman belirlemek olduğunu
ilmesinden ötürüdür. İşte bu, ayetteki, "Eğer Rabbinden belirlenmiş bir
vâdeye zamana) kadar, bir söz (hüküm) geçmemiş olsaydı, aralarında muhakkak ki
hüküm *>erilirdi (iş hemen bitirilirdi)" buyruğunun anlattığı manadır.
"Ecel-i
müsemmâ" (belirlenmiş o zaman) ise, bazan Kıyamette, bazan dünyada »ur.
Alimler, "ayrılığa düşenler" ifadesiyle kimlerin kastedildiği
hususunda ihtilaf «mislerdir. Alimlerin çoğu, bunların yahudî ve hristiyanlar
olduğunu, bunun delilinin ae. "Kendilerine kitap verilmiş olanlar, onlara
ilim (gerçek) geldikten sonra ndaki hasedden ötürü ihtilafa düştüler" (Ah
Imrân, 1») ayeti ile, "Ehl-i kitap, *e-:dûerine beyyine (delil-açıklama)
geldikten sonra, ayrılığa düştüler" (Bcyyin*. 4) ayali olduğunu, bir de
buradaki, "Kendilerine ilim geldikten sonra..." ifadesinin,
ehl-i kitaba uygun düştüğünü söylemişlerdir. Diğer
âlimler ise, bu ifadeyle kastedilenlerin Araplar olduğunu söylemişlerdir. Ama
bu görüş, daha önce geçen izahlardan anlaşılacağı gibi, yanlıştır. Çünkü hemen
bunun peşisıra gelen, "Onlardan sonra kitaba mirasa yapılanlar da.."
ifadesi, Arapların durumuna uygun düşmemektedir. Çünkü "onlardan
sonra'kitaba vâris olanlar", Hz. Peygamber (s.a.s) zamanındaki ehl-i
kitaptır.
Daha sonra Allah
Teâlâ, "(O kitaba mirasa olanlar), ondan (yani kitapları hususunda, kesin
bir şüphe edici bir tereddüt içindedir." Onlar kitaplarına gerçek olarak
inanmıyorlar" buyurmuştur.
[39]
Hak Teâlâ sonra,
"işte bunun için sen, onları (tevhide) davet et Emrolunduğun şekilde
dosdoğru harekette sebat kıl" buyurmuştur. Bu, "Bu ayrılık (tefrika)
ve dindeki ihtilaflardan ötürü hanif (tevhid) dini üzere ittifaka, onda ve ona
davette, tıpkı Allah'ın sana emrettiği bir biçimde dosdoğru ol, onların bâtıl
ve farklı arzularına uyma" demektir. Cenâb-ı Allah "ve de ki:
"Ben, Allah'ın indirdiği her kitaba iman ettim" yani "Allah'ın
indirdiği kesin olarak bilinen her kitaba inanırım" buyurmuştur. Bu da,
indirilmiş ilahî kitaplara bütün olarak iman demektir. Çünkü ayrılığa düşenler,
kitabın bir kısmına iman etmiş, bir kısmını ise inkâr etmişlerdir. Bunun bir
benzeri de Hak Teâlâ'nın, "(Onlar), "Biz bazısına İnanır, bazısını
inkâr ederiz" (derler) ve böylece bu ikisi arası (kendilerince) orta bir
yol tutmak isterler. İşte bunlar gerçek kâfirlerin tâ kendileridir.."
(Nisa, 150-ısi).
Daha sonra,
"Aranızda adalet etmekle emrolundum" (de)" buyu rul m ustur. Bu,
"Münakaşa edip, benim hükmüme başvurduğunuzda, adaletle hükmetmem
emrolundu" demektir. Kaffâl bunun, "Rabbim bana, yapmadığım şeyleri
size emretme, sizi nehyettiğim şeylerde size muhalefet etme (aksini yapma)
suretiyle kendim ile sizin aranızda fark gözetmememi emretti. Ben, sizinle
aramda bir eşitlik gördüğüm gibi, Allah'ın hükmünü ilgilendiren hususlarda,
sizin büyükleriniz ile küçükleriniz, soylu ve avam olanınız arasında da eşit
davranırım" manasında olduğunu söylemiştir.
[40]
Daha sonra Cenâtn
Allah, "Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz
bize, sizin amelleriniz size aittir. Bizimle sizin aranızda hiçbir husumet
(hüccet) yoktur. Allah hepimizi toplayacak. Dönüş ancak O'nadır"
buyurmuştur. Bu, "Herkesin ilahı birdir ve herkes kendi ameliyle
başbaşadır. Binâenaleyh herkesin dünyada.kendısiyle uğraşması gerekir. Çünkü
Allah Teâlâ, Kıyamet günü herkesi biraraya getirecek ve herkese yaptığına göre
karşılık verecektir" demektir. Bu ayetin maksadı, herkesin başkalarıyla
uğraşmayı bırakıp, kendi derdi ve mesüliyetiyle meşgul olmasıdır.
Eğer "Onlara
karşı işlenen, öldürme, evlerini harab etme, hurmalarını (ağaçlarını) kesme ve
yurtlarından sürme gibi cürümlere karşı, böyle şeyleri bırakıp, uğraşmama nasıl
uygun düşer?" denilirse, biz deriz ki, bu bırakma (aldırmama) işi, onların,
bütün peygamberlerce doğruluğu hususunda ittifak edilmiş dini kabul etmeleri,
tevhide girmeleri, putperestliği bırakmaları, peygamberlerin nübüvvetini,
diriliş ve Kıyametin doğruluğunu ikrar etmiş olmaları şartına bağlıdır.
Binâenaleyh o kâfirler, bu dini kabul etmediklerinde, bu şart tahakkuk etmemiş
olur, şart bulunmayınca da, buna bağlı olan şey de söz konusu olmaz.
[41]
Bil ki, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Si2inle bizim aramızda hiçbir husumet (hüccet) yoktur.."
ifadesinden, onlarla mücadele etmenin haram oluşu kastedilmemiş olup, bunun
delilleri şunlardır:
1) Bu söz, karşılıklı delil getirme sadedinde
zikredilmiş olan bir ifadedir. Binâenaleyh, şayet bu ayetten, karşılıklı olarak
delil getirmenin haram olduğu kastedilmiş olsaydı, o zaman bu karşılıklı delil
getirmenin, linefsihi (bizzat) haram olması gerekirdi. Halbuki bu, bir
çelişkidir,
2) Şayet deliller olmasaydı, (mükelleflere)
teklîf yönelmezdi.
3) Delil,
ilim ifade eder. Bunun ise, haram kılınmış olması mümkün değildir. Tam aksine,
bu ayetten kastedilen, o müşriklerin, Hz. Muhammed (s.a.s)'in doğruluğunu delil
ve hüccet ile bilmiş olmalarıdır. Onlar onu, sırf haset ve inatlarından dolayı
tasdik etmemişlerdir. Böylece de Allah Teâlâ, onlarla mücadele edip delil
getirmeye lüzum kalmadığını; zira onların, delil ile Hz. Muhammed (s.a.s)'in
doğruluğunu bildiklerini, işte bu yüzden, onlarla hüccetleşmeye asla bir
ihtiyaç olmadığını beyan buyurmuştur. Bizim, "Bu ifade ile, hüccet
getirmenin haram kılınmasının kastedilmesi caiz değildir" şeklindeki
sözümüzü, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlarla mücadelem en güzel (yol) hangisi ise
onunla yap.."(Nahi, 125); "Rabbimin yoluna hikmetle... davet
et..."(Uaim. 12S); ",,ehl-i kitab ile en güzel (tarzdan) başka bir
suretle mücadele etmeyin.." (Antcebût. 4«),; "Dediler: "Ey Nûh,
bizimle cidden uğraştın. Bizimle olan bu mücadelende ileri de gittin.."
(hûö, 32) ve "îşte bunlar kavmine karşı ibrahim'e verdiğimiz
hüccetlerdi.."(£n-im,&) ayetleri de destekler.
[42]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Allah hakkında, yani O'nun dini hakkında, kendisine icabet edilen
şeyin ardından, yani, insanların o dine icabet etmesinden sonra, münakaşa
edenlerin hüccetleri, Rableri indinde boştur, yani batıldır" buyurmuştur.
Bu hüccetleşme, yahudilerin şöyle demeleridir: "Sizler, ittifak edilen
şeyi almanın, ihtilâf edileni almaktan daha evlâ olduğunu söylemiyor musunuz?
Bu sebeple, Musa (a.s)'nın nübüvveti, Tevrat'ın hak oluşu, bilittifak malumdur.
Halbuki, Muhammed (s.a.s)'in nübüvveti ise, sizce üzerinde ittifak edilmiş olan
bir husus değildir. Binâenaleyh siz, bu ayet hakkındaki sözünüzü "üzerinde
ittifak edileni almanın, ona sarılmanın evlâ olduğu.." esasına
bina ettiğinize göre, VahuöTVığe sarrtmanın evla
otması gerekir.." B&y\ece Cenatn Hak, bu hüccetin, boş ve bâtıl olduğunu
beyan etmiştir. Bu böyledir, zira yahudiler, Hz. Musa (a.s)'nın getirdiği
mucizeler, söylediği söze uygun olarak zuhur ettiği için, Hz. Musa (a.s)'ya
iman etmenin vacib olduğu hususunda mutabıktırlar. Burada da, getirdiği
mucizeler onun, yani Muhammed (s.a.s)'in söylediğine uygun olarak zuhur etmiş,
yahudiler, bu mucizeleri görüp müşahede etmişlerdir. Binâenaleyh, mucizelerin
zuhuru, getiren şahsın sıdkına ve doğruluğuna delâlet ediyorsa, Hz. Muhammed
(s.a.s)'in nübüvvetini de kabul ve itiraf etmek gerekir. Yok eğer, doğruluğuna
delâlet etmiyorsa, onların, Hz. Musa (a.s) hakkında da, onun nübüvvetini kabul
ve ikrar etmemeleri gerekir. Ama, mucizelerin zuhuru hususunda, her ikisinin de
eşit ve denk olmalarına rağmen, Hz. Musa (a.s)'nın nübüvvetini kabul, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetini inkârda ısrar etmek bir çelişki olur.
[43]
Cenâb-ı Hak, bu
delillerini izah edince, münkirleri kıyamet azâbıyla korkutmak
üzere; "Allah, hakkın ikamesine sebep olmak
üzere, kitap ve mizanı İndirendir. Ne biliyorsun, belki Kıyamet saati
yakındır" buyurmuştur. Ki bu, "Allah, çeşitli deliller ve Deyyineleri
ihtiva eden kitabı, mizanı, yani en doğru kıstas olan "fasP't indirmiş ve
onların, Kıyametin ne zaman geleceğini bilmediklerini de beyan etmiştir. Durum,
her ne zaman böyle olursa, aklı başında olan kimseye düşen, tefekkür ve
istidlal hususunda, ciddiyet götürmesi, gayret sarfetmesi, cehalet ve taklid
ehlinin yolunu terketmesidir" demektir.
Hz. Muhammed (s.a.s),
yahudileri Kıyametin geleceği hususuyla tehdit edip, bu hususta çokça durup,
onlar da, buna dair herhangi bir emare ve işaret görmeyince, istihza yollu,
"Kıyamet ne zaman kopacak?! Ah, keşke bir kopsa da, böylece biz, hak olan
şeyin, bizim tuttuğumuz yol mu, yoksa, Muhammed ve ashabının üzerinde olduğu
şey mi olduğunu görüversek.." dediler, işte onların bu şekildeki
şüphelerini bertaraf etmek için, Cenâb-ı Hak, "Buna inanmayanlar, onun
çabucak gelmesini ister, inananlar ise, ondan, korku içinde titrerler"
buyurmuştur. Ki bunun manası açıktır. Mü'minler, Kıyamet koptuğu zaman tevbe
etmenin imkânsız olduğunu bildikleri için, ondan dolayı tir tir titremiş ve
korkmuşlardı. Ama, öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlere gelince, onlar için
böyle bir korku söz konusu değildir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Gözünüzü açın ki, o saat hakhnda mücadele edenler, m uhakkak ki,
(hakdan) uzak bir sapıklık içindedirler" buyurmuştur. Mümarat, mücadeleye
dalmak anlamındadır. Zeccac, bu hususta şöyle demiştir: "Kıyametin vukuu
hususunda, içlerine şek ve şüphe girmiş olan, böylece de bu hususta mücadele
edip inkâra düşenler, gerçekten uzak bir sapıklık içindedirler. Çünkü, mazlumun
hakkını zalimden tastamam almak, adaletin {Cenâb-ı Hakk'ın adalet vasfının)
gereğidir. Binâenaleyh, şayet Kıyamet tahakkuk etmeyecek olsaydı, Allah'a zulüm
isnat edilmesi gerekirdi ki bu, muhal olan şeylerin en muhal olanlarındandır!
Şu halde, hiç şüphesiz, Kıyameti İnkâr etmek, uzak ve derin bir sapıklık
olmuştur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Allah, kullarına çok lütufkâr" olan, yani ihsanı bol olandır"
buyurmuştur. Bu ifadenin burada yer alması güzel ve yerindedir. Zira, Allah
Teâlâ onlara, bu latif ve güzel delilleri kapsayan bir kitap indirmiştir.
Dolayısıyla bu, Allah'ın kullarına olan lütuflarından biri olmuştur. Hem,
ayrılığa düşenler, şiddetti bir azabı hak etmişlerdir. Ama Cenâb-ı Hak,
onlardan bu azabı tehîr etmiştir. Binâenaleyh bu da, Allah'ın lütuflarındandır.
Bu sebeple, daha önce onlara menfaatlerin en büyüğünün ulaştırılmasından ve
zararların da en büyüğünün onlardan savuştur utmasından bahsedilince, hiç
şüphesiz ki burada bu ifâdenin zikredilmesi, yerinde ve güzel olmuştur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "O, kavi, yani dilediği herşeye kadir; buyurmuştur. Bu, "Temel
iyilik ve lütuflar, bütün kullar hakkında, genel (herkes için söz konusu) olup,
bu da insana hayatı, aklı, anlayışı gerekli olan rızkı vermek ve afet ve
belaların ekserisini onlardan savuşturmaktır. Ama, ihsanın ve saadetin derece
ve oranlarına gelince, bunlar farklı farklıdır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "O, kavi, yani dilediği herşeye kadir; yani mağlub olmayan ve karşı
konulmayandır" buyurmuştur.
[44]
"Kim, âhiret
mahsûlünü dilerse, onun mahsûlünü arttırırız. Kim de, (sadece)
dünya ekinini isterse, ona da, (yalnız) bundan
veririz. Ahirette ise, onun hiçbir nasibi yoktur. Yoksa onların, Allah'ın izin
vermediği şeyleri din olarak
kendilerine yasa
yapan ortakları mı var? Eğer, o "fasl" kelimesi (karar)
olmasaydı, aralarında mutlaka (dünyada icra) edilmiş,
(işleri bitirilmişti) bile...
Şüphesiz ki, o
zalimler için, elim bir azâb vardır. Sen, o zalimlerin, (dünyada)
işleyip kazandıkları kötülükler yüzünden, (Kıyamet
gününde nasıl) korkulara
duçar olacaklarını
-ki, bu onların başına gelecektir- göreceksin, iman edip de,
salih amellerde bulunanlar ise, cennetlerin (has) bahçelerindedirler.
Rableri
huzurunda, ne dilerlerse, (hepsi)
onlarındır, işte bu, büyük fazlın ta
kendisidir,
işte bu, Allah'ın, -iman edip iyi amellerde bulunan- kullarına
müjdelemekte olduğudur. De ki: "Ben, bu
(tebliğime) karşı akrabalıkta
sevgiden başka hiçbir
mükâfaat istemiyorum." De ki: "Kim bir iyilik kazanırsa,
biz onun bu husustaki iyiliğini arttırırız. Çünkü
Allah, çok affedicidir, mükâfaat ile mukabele edicidir. Yoksa o, Allah'a karşı
bir yalan düzdü mü?"
derler. Fakat, eğer
Allah dilerse, senin kalbini mühürler. Allah, bâtılı mahveder. Sözleriyle hakkı
yerine getirir. Şüphesiz ki O, kalblerde olanları
dahi bilendir. O, kullarının tevbesini kabul eden, kötü hareketlerini
bağışlayan, ne işlerseniz bilendir, iman edip de, iyi
iyi amellerde bulunanlara
icabet eder. Onlara,
fazlından artırır da. Kâfirlere gelince, onlar için de çok
çetin bir azâb vardır"
(Şûrfi, 20-26).
Bil Ki Allah Teâlâ,
kendisinin kullarına lütufkâr olduğunu, onlara çokça ihsanda bulunduğunu beyân
edince, onların da, hayırları isteme, kötülüklerden sakınma hususunda mutlaka
sa'y ü gayret göstermeleri gerektiğini beyân buyurarak, "Kim. ahiret
mahsûlünü dilerse, onun mahsûlünü arttırırız..." buyurmuştur. Keşşaf
sahibi, "Allah Teâlâ, çalışan kimsenin, kendisiyle bir fayda elde ettiği
şeyi, mecazî olarak, "hars-mahsûl" diye adlandırmıştır"
demiştir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[45]
Allah Teâlâ, bu
ayette, ahireti isteyen ile dünyayı isteyen
arasında, şu bakımlardan fark olduğunu ortaya koymuştur
a) Cenâb-ı
Hak, ahiret ekinini isteyeni, bu ayette dünya
ekinini isteyenden
önce zikretmiştir ki bu, bir üstün kılma (ve iltifatın) emâresidir Çünkü,
Cenâb-ı Hak ahiret ekinini ahiret diye tavsif etmiş, daha sonra da, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in û>^Ui O^J^-V* j*j "Biz, öne geçmiş olan
sonrakileriz... (sonradan gelip de herkesi geçmiş olan, ahireti kazanmış olan
kimseleriz)" şeklindeki sözüne dikkat çekmek için, ayette önce
zikretmiştir.
b) Cenâb-ı
Hak, ahiret ekinini isteyen kimse hakkında, "onun ekinini arttırırız"
buyurmuş, dünya ekinini murad eden hakkında da, "ona da, (yalnız) bundan veririz.." buyurmuştur.
Bu ifadedeki "bundan" ifadesi, kısmilik ifade eder. Buna göre mana,
"Ona, onun istediği şeylerin hepsini değil, bir kısmını verir"
şeklinde olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, İsrâ Sûresi'nde, "Kim bu çarçabuk
geçen (dünyayı) dilerse biz de burada ona, (evet) kimi dilersek ona,
dileyeceğimiz şeyi çarçabuk veririz" M, 18) buyurmuştur.
Ben derim ki: Aklî
delil ile bu iki hususu açıklamak mümkündür: Çünkü âhiret için çalışıp, bu işe
devam eden herkesin, bu hususta yaptığı amellerin çokluğu, o kimsede birtakım
melekelerin meydana gelmesine sebeb otur. Binâenaleyh bu amellere çokça devam
eden her insanın, ahireti İstemeye kalbinin meyli daha fazla olur. Durum böyle olunca
da mutluluklar ve sevinçler o nisbette büyük ve çok olur. İşte ayetteki,
"Onun mahsûlünü arttırırız'1 ifadesiyle bu kastedilmiştir. Ama dünyayı
isteyen kişi, bu isteğinde ne kadar ısrarlı ve devamlı olursa, dünyayı elde
etme hususundaki arzusu da o nisbette çoğalır ve dünyaya meyli o nisbette
kuvvetlenir. Meyil, hep artmakta olup, elde edilmek istenen şey de aynı halde
kalınca, mahrumiyyet de şüphesiz o nisbette gerekli ve elzem otur.
c) Allah
Teâlâ, âhiret ekinini isteyenler hakkında, "onun mahsûlünü
arttırırız" buyurmuş. Bu kimseye,
dünyayı (dünya hayır ve
menfaatlerini) nasib edip etmeyeceğinden bahsetmemiş, bu konuda ne
müsbet ne menfî bir şey bildirmeyip meskût bırakmıştır. Fakat dünya ekinini
isteyen kimseye, Allah Teâlâ çok açık ve net bir biçimde âhiret payından
hiçbirşey vermeyeceğini beyan buyurmuştur. Ki işte bu, bu hususta büyük bir
farkın bulunduğuna delâlet eder. Cenâb-ı Hak sanki, "Ahiret asıl, dünya
ise ona tabidir, ikinci derecededir. Binâenaleyh aslı elde eden, ihtiyacı kadarıyla
ikinciyi de elde etmiş olur" demek istemiştir. Fakat Hak Teâlâ, dünyadan
bahsedilen yerde ahiretin adının anılmayacak derecede değerli olduğuna dikkat
çekmek için, bu hususu zekretmemiştir.
d) Allah Teâlâ, âhtreti isteyenin, istediği
şeyin fazla fazla verileceğini beyan buyurmuş; dünyayı isteyenin isteklerinin
ise ancak bir kısmının verilip, artık ahirette onun için hiçbir pay olmadığını
bildirmiştir. Böylece Cenâb-ı Hak ilk cümle ile, âhtreti isteyenin halinin hep
terakki ve artışa doğru tırmandığını; ikinci cümleyle de, dünyayı isteyenin
durumunun, birinci makamda (dünyada), noksanlıkta; ikinci makamda (ahirette) de
tam bir butlan (yokluk) içinde olduğunu beyân etmiştir.
e) Ahiret
veresiye, dünya ise peşindir. Peşin olan, veresiye olana tercih edilir. Çünkü
insanlar, "peşin, veresiyeden daha iyidir" demektedirler. Binâenaleyh
Cenâb-ı Hakk işte bu kaziyyenin (mantıkî hükmün), âhiret ve dünya halleri
bakımından, tam tersi olduğunu beyân buyurmuştur. Ahiret her ne kadar veresiye
(sonradan elde edilecek) ise de, hep artmaya ve sürekliliğe yöneliktir.
Binâenaleyh daha efdal ve mükemmeldir. Dünya ise, her ne kadar peşinse de, Önce
noksanlığa ve sonra tamamen yok olmaya mahkûmdur. Dolayısıyla daha değersiz ve
düşük olmuş olur. Binâenaleyh bu, ahiretin durumunun, dünyanın durumuna asla
uymadığına; Ibn Abbas (r.a)'dan da rivayet edildiği gibi, dünyada âhiret
hallerinin sadece isimlerinin (kelimelerle anlatımının) bulunduğuna delâlet
eder.
f) Ayet,
gerek âhiret ve gerekse menfaatlerinin hemencecik hazır (çantada keklik)
olmayıp, aksine her iki konuda da mutlaka bir "ekim" (ön hazırlık)
yapmanın gerekli olduğuna delalet etmektedir. Ekim ise, ancak ekme ile ilgili
birtakım güçlüklere katlanma, sonra sulama, sonra büyütme, hasad etme, daha
sonra da temizleme ve seçme ile elde edilir. Cenâb-ı Hak, bu ikisine de
"ekin" adını verince, herbirinin, birtakım zorluklara ve güçlüklere
göğüs germe ile elde edileceğini anlıyoruz. Hak Teâlâ sonra, âhiretin artmaya
ve hep kemâle doğru yükselmeye, dünyanın ise, önce noksanlaşmaya, sonra da yok
olmaya mahkûm olduğunu beyan buyurmuştur. Binâenaleyh âdeta, "Bu iki
kısmın herbirinde de ekimin, sulamanın, büyütmenin, hasadın ve ayıklamanın
yorgunluk ve sıkıntılarına her halükârda göğüs gerildiğine göre, bu yorgunluk
ve argınlıkları, hep artışa ve sürekliliğe doğru gidene yöneltmek; noksanlığa
ve yokluğa gidene yöneltmekten daha evlâdır" denilmek istenmiştir.
[46]
Hak Teâlâ'nın,
"Onun ekinini arttırırız" ifadesinin tefsiri hususunda şu iki görüş
ileri sürülmüştür: 1) Mana, "Biz onu, ona muvaffak kılma, yardım etme ve
bütün hayır ve taat yollarını ona kolaylaştırma hususunda artırmada
bulunuruz" şeklindedir.
2) Mukâtil
buna, "Onun, mükâfaatını kat kat vererek, ekinini (âhiret gayretini)
arttırırız" manasını vermiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah onların
ücretlerini eksiksiz öder. Onlara, fazlından ziyâdesini de verir"
(Fâtır,3O) buyurmuştur. Hz. Peygamber
(s.a.s)
de,
"Kim, aklı-h'kri dünya olduğu halde
sabahlarsa, Allah onun akJım-fikrini dağıtır, fakirliğini onun iki gözü
arasında kılar (iyice yaklaştırır). Bunca çabasına rağmen dünyalık olarak ona
yine sadece, mukadder olan kadar şey verilir. Kim de aklı-fikri âhiret olduğu
halde sabahlarsa, Allah onun aklını fikrini derli toplu kılar, kalbine bir
zenginlik verir, dünya(hk)da o kimseye, ister istemez gelir"[47]
buyurmuştur. Yahut da bu manada buna yakın lafızlarla bunu anlatmıştır.
[48]
Ayetin lafzının
zahiri, mükâfaat elde etmek, yahut da
cezayı,
yani cehennem azabını defetmek için namaz kılan
kimsenin namazının
sahih olacağına delâlet etmektedir.
Ama
âlimler, bu namazın sahih olmayacağı hususunda
ittifak etmişler,
(buna ne dersiniz)?
Cevap: Allah Teâlâ,
"Kim âhiret ekinini dilerse..." buyurmuştur. "Hare'' (ekin) ise
ancak sağlam bir tohumun ekilmesiyle olur. Bütün hayırlar ve mutluluklar için
sağlam tohum da ancak Allah'a kulluktur.
[49]
Âlimlerimiz (Şafii
fakîhleri), bir kimsenin, niyet etmeksizin
abdest
alması durumunda, bu abdestin sahih olmayacağını ileri sürerek şöyle
demişlerdir: "Çünkü bu insan, bunu
yaparken,
âhiret ekinini kastetmemiştir. Zira ayet, kişinin,
Allah'ı ve ahireti hatırlamaktan gafil olmasından
bahsetmektedir. Böyle olunca, niyetten gafil olanın, âhiretle ilgili
mükâfaatlardan bir payının olmaması gerekir. Namazın sorumluluğundan, edâ edip
kurtulmak da âhiret menfaatlerindendir. Binâenaleyh bu menfaatin, niyetten uzak
olarak alınan bir abdestte bulunmaması gerekir."
[50]
Bil ki Allah Teâlâ
âhiret ve dünya amelleri hususunda en büyük kanunu ve en sağlam kıstası beyan
edince, bunun peşinden dalâlet ve şekavet konusunda asıl ve temel olan şeye
dikkat çekerek, "Yoksa onlann, Allah'ın ian vermediği
şeyleri din olarak kendilerine yasa yapan ortaklan mı
var?" buyurmuştur. Ayetin başındaki (fi) lafzının hemzesi, takrir (iyice
anlatma) ve tefrî içindir. "Ortaklan" ifadesiyle, onların,
kendilerine şirki, ba'si (dirilişi) inkârı ve dünyadan başkasını bilmedikleri
için, ancak dünya için çalışmayı onlara süslü gösteren şeytanları
kastedilmiştir. "Ortaklar" kelimesiyle, onların putlarının
kastedildiği de ileri sürülmüştür. Çünkü müşrikler, putlarını Allah'ın ortaklan
olarak kabul ettikleri için, "ortaklan" denilmiştir. Bu iş, onlann
sapmalarına sebeb olduğu için, sapıklık dinini meşru kılan (yasa haline
getiren) şey kabul edilmiştir. Nitekim Hz. İbrahim (a.s) da "Rabbim onlar,
insanlardan çoğunu saptırdılar"(\brah\m, 36) demiştir. Cenâb-ı Hak,
"Allah'ın izin vermediği şeyleri din olarak kendilerine yasa yapan"
yani "Bu sahte dinlerin ve yasaların hepsi de Allah'ın istemediği
şeylerdir" denip, sonra da "Eğer o "fasi" kelimesi
olmasaydı..." yani "Hakedilen bu cezanın ertelenmesine dâir önceden
verilmiş bir karar olmasaydı", yahut da, "Fasılın (ayırımın-hükmün)
Kıyamet gününde olacağına dâir vaadimiz olmasaydı",
"On/ann"yani, "Kâfirler ile mü'minlerin, yahut da
"müşriklerle ortaklarının (ortak koştukları) şeylerin" arasında hüküm
verilirdi" buyurmuştur.
Sonra da,
"Şüphesiz ki o zâlimler için elim bir azab vardır" buyurmuştur. Bazıları
bunu, ayetteki "kelimetü'l-fasr'a atfederek, şeklinde, fethayla
okumuşlardır. Buna göre mana,"Eğer o fasıl" kelimesi, yani âhirette
zâlimlere azab söz konusu olmasaydı, onların arasında, şimdiden dünyada iken
hüküm verilirdi" şeklinde olur.
[51]
Daha sonra Allah
Teâlâ, cehennemliklerle cennetliklerin hallerini şu şekillerde anlatmıştır:
1)
"Zalimleri, kazandıkları o günahlardan ötürü, alabildiğine korkmuş bir
vaziyette görürsün. Halbuki, onlar korksalar da, korkmasalar da, yaptıklarının
vebal ve günahı onlan gelip bulacaktır."
[52]
2) Allah
Teâlâ, cennetliklerin halini de, "iman edip de salih amellerde bulunanlaı
ise, cennetlerin (has) bahçelerindedirler" ifadesiyle anlatmıştır. Çünkü
cennel "ravza"si, cennetin en güzel yerleridir. Ayette, günahkâr
müslümanların hepsinir neticede cennete gireceklerine bir işaret vardır. Fakat
Cenâb-ı Hak, iman edip sâlih amellerde bulunanlara, cennetin
"ravza"lannı, yani has bahçelerini verecektir, Binâenaleyh o has
bahçelerin dışında kalan mıntıkaların da, mutlaka ve mutlaka, iman edip, salih
amellerde bulunanların dışındakilere verilmiş olması gerekir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Rahlen huzurunda ne
dilerlerse, hepsi onlarındır" buyurmuştur. Bu, bütün herşeyin, onlar için
mevcud ve hazır olduğunu gösterir. Hak Teâiâ daha sonra, bunun yüce bir derece
olduğunu belirterek, 'İşte bu büyük fazlın tâ kendisidir" buyurmuştur.
Alimlerimiz bu ayetle,
kullara mükâfaat vermenin, Allah üzerinde bir borç ve vazife olmadığına, bunun
ancak Allah'ın lütfü neticesi olduğuna istidlal ederek şöyle demişlerdir:
"Çünkü Allah Teâlâ, "İman edip de sâlih amellerde bulunanlar ise,
cennetlerin (has) bahçelerindedirler. Rableri huzurunda ne dilerlerse, hepsi
onlanndır" buyurmuştur. Binâenaleyh bu, cennetin has bahçelerini ve arzu
ettikleri herşeyi yanlarında hazır bulmalarının, ancak iman ve salih amellerine
karşılık bir mükâfaat olduğuna delâlet eder. Daha sonra Hak Teâlâ, "İşte
bu büyük fazlın tâ kendisidir" buyurmuştur ki bu da, yapılan amellere karşılık
verilen bu mükâfaatm, hakedilme ile değil, lütuf yoluyla verildiği hususunda
açık bir ifadedir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak "İşte bu, Allah'ın iman edip, iyi amellerde bulunan kullarına müjdelemekte olduğu mükâfaattır" buyurmuştur. Keşşaf sahibi şöyle der: Bu kelime yebsuru, yubşiru ve yubeşşiru şeklinde okunur. [53]
Bil ki bu ayetler şu
bakımlardan mükâfaatm kıymetinin büyüklüğüne delâlet etmektedir:
a) Allah Sübhânehû ve Teâlâ, iman edip, sâlih
amelde bulunmaya karşılık cennetin has bahçelerini vermiştir. Mevcudatın en
büyüğü ve en kerimi olan Sultan (c.c), zor işlere mukabil bir mükâfaat
verdiğinde bu, o mükâfaatm, künhünü ancak Allah'ın bilebileceği bir dereceye
çıktığını gösterir.
b) Allah
Teâlâ, "Rableri huzurunda, ne dilerlerse hepsi onlanndtr"
buyurmuştur. Hak Teâlâ'nın bu beyanı sınırsızlığı ifade eder. Çünkü hiçbir
derece yoktur ki, insan ondan daha yücesini istemesin.
c) Allah Teâlâ, "İşte bu büyük lütfün tâ
kendisidir" buyurmuştur. Kibriya ve azamet vasfı bulunan Zat'ın, mutlak
(kayıtsız şartsız) büyüklüğüne hükmettiği şey, son derece büyük demektir.
d)
Hak Teâlâ, ta'zim yoluyla müjde işini
tekrarlayarak, "İşte bu, Allah'ın ... müjdelemekte olduğu ödüldür"
buyurmuştur ki bu ifade de, son derece büyüklüğü gösterir. Allah'tan, bizi bunlara
ulaştırmasını ve bunları elde etmemizi niyaz ederiz.
[54]
Bit ki Allah Teâlâ,
Hz. Muhammed (s.a.s)'e, bu yüce ve kıymetli kitabı vahyedip, bu kitapta üç
çeşid delil yerleştirip, mükellefiyetin çeşitlerini anlatıp, taata ödül verip,
masiyete karşılık da ceza vereceğini bildirince, bir câhil, Muhammed
(s.a.s)'in, bu tebliğden gayesinin mal ve makam olduğunu zannetmesin diye,
"Ben bu tebliğim ile sizden peşin (dünyevî) bir menfaati ve mevcud bir
şeyi istemiyorum" demesini emrederek, "De ki: "Ben bu
(tebliğime) karşı akrabalıkta sevgiden başka hiçbir mükâfaat istemiyorum"
buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[55]
Alimler bu ayet
hakkında şu üç görüşü ileri sürmüşlerdir: Birinci Görüş: Şa'b! şöyle der:
"İnsanlar bu ayet hakkında
bize
çok sordular. Biz de bunun üzerine, bunun manasını sormak için İbn Abbas
(r.a)'a yazdık. İbn Abbas (r.a) da, "Allah'ın Resulü Hz. Muhammed (s.a.s),
Kureyş'in nesebinin merkezini teşkil eder. Kureyş'in her batını (her boyu)
mutlaka ona dayanır. İşte ondan dolayı Cenâb-ı Hakk, "De ki: Sizi davet
ettiğim şeye karşılık, size olan yakınlığımdan ötürü, beni sevmenizden ve bana
sempati duymanızdan başka herhangibir ücret istemiyorum" buyurdu ki bu,
"Siz, benim kavmimsiniz. Sözlerimi dinlemeye ve bana itaat etmeye daha
layıksınız. Dolayısıyla eğer siz bundan imtina ederseniz, hiç olmazsa akrabalık
hakkını gözetin, bana eziyet etmeyin ve bana karşı çıkmayın"
demektir" diye cevap vermiştir.
İkinci Görüş: Kelbf,
İbn Abbas (r.a)'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Hz. Peygamber (s.a.s),
Medine'ye gelince, başına birtakım görevler, mesuliyetler ve haklar ânz oldu.
Eli de dar idi. Bunun üzerine ensâr, "Allah sizi işte bu peygamber
sayesinde hidayete kavuşturdu. Bu sizin kızkardeşinizin oğludur ve şimdi şehrinizde
komşunuzdur. Dolayısıyla malınızdan onun için birşeyler toplayın" dediler.
Onlar da bunu yaptılar ve sonra topladıkları malı Hz. Peygamber (s.a.s)'e
getirdiler. Ama o bunu kabul etmedi. İşte bunun üzerine, bu ayet nazil oldu.
Bu, "Ben, sizin iman etmenize karşılık, akrabalarımı sevmenizden başka bir
ücret istemiyorum" demektir. Binâenaleyh Hz. Muhammed (s.a.s) onları
akrabalarını sevmeye teşvik etmiştir.
Üçüncü Görüş: Bu,
Hasan el-Basri'ye âit olup, o şöyle demiştir: "Ben, sizden ücret
istemiyor, sadece sizi Allah'a yaklaştıracak şeyleri yani amel-i salih işleme
arzusunu taşımanızı istiyorum."
Birinci görüşe göre
ayetteki, "kurbâ" ifadesinden, "rahm" manasındaki
akrabalık; ikinci görüşe göre, "akrabalar" manasındaki yakınlık
kastedilmiştir. Üçüncü görüşe göre ise bu kelime, "kurb" ve
"takrîb" köklerinden olarak, "fu'lâ" vezninde :r kelime
kabul edilmiştir.
[56]
İmdi, eğer, "Ayet
bir müşkillik arzeder. Çünkü vahyin tebliğine karşılık ücret talebinde bulunmak
caiz değildir. Delilleri ise, şunlardır:
1) Allah
Teâlâ, peygamberlerin ekserisinin ücret talebinde bulunmadıklarını açıkça
söylediklerini nakletmiştir. Meselâ, Hz. Nûh (a.s) kıssasında, onun,
"Bundan dolayı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, ancak
Âlemlerin Rabbine aittir" (Şuarâ, 109) dediğini bildirmiştir. Yine Hz.
Hûd, Hz. Sâllh, Hz. Şuayb ve Hz. Lût (a.s) kıssalarında da, onların aynı şeyi
söylediklerini haber vermiştir. Bizim peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s), diğer
peygamberlerden daha üstündür. Binâenaleyh nübüvvet ve risâletine karşılık
ücret isteğinde bulunmamış olması daha uygundur.
2) Hz.
Peygamber (s.a.s), diğer ayetlerde, böyle bir ücret talebinde bulunmadığını
açıkça ifade etmiş ve "Sizden istediğim ücret, sizin içindir"(Sete,
47) ve "Sizden hiçbir ücret istemiyorum
ve ben işi zorlaştıranlardan değilim" <s*d, 86) demekle
emrolunmuştur.
3) Akıl da
bunun böyle olması gerektiğini gösterir. Zira bu tebliğ, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in üzerinde bir farz ve bir vâcib (görev)di. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Sana Rabbinden indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, peygamberlik
(vazifesini) yerine getirmemiş olursun"(Maide, 67) buyurmuştur. Vazifeyi
yerine getirmeye karşılık bir ücret istemek, âlimler âlimi (peygamber) şöyle
dursun, insanların en düşüğüne bile uygun düşmez.
4) Nübüvvet, hikmetten daha üstündür. Nitekim
Hak Teâlâ hikmeti anlatırken,
"Kime hikmet
verilmiş ise, şüphesiz ki ona çok hayır verilmiş demektir" (Bakara, 269)
buyurmuş; dünyadan bahsederken de, "De ki: "Dünya metâı, azdır"
(Nisa, 77) buyurmuştur. Binâenaleyh eşyanın en kıymetlisine, yine eşyanın en
değersizi ile karşılık (ücret-fiat) vermek nasıl uygun ve yerinde olabilir.
5) Ücret istemek, bir töhmet sebebi olur ki, bu
da nübüvvetin doğruluğunun kesinliğine gölge düşürür, ters düşer. Binâenaleyh yapılan bu izahlarla, Hz.
Peygamber (s.a.s)'İn, tebliğ ve risâletine karşılık, herhangi bir ücret
talebinde bulunmasının kesinkes caiz olmayacağı sabit olmuş olur. Halbuki
ayetin zahiri, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, tebliğ ve risâletine (peygamberliğine)
karşılık, insanlardan bir ücret talebinde bulunduğu manasını vermektedir. Bu
ücret de, "akrabalıkta sevgi" isteğidir. İşte soru budur"
denilirse, buna şöyle cevap veririz: Hz. Peygamber (s.a.s)'in, tebliğ ve
risâletine karşılık herhangi bir ücret istemesinin caiz olmadığı hususunda bir
münakaşa yok. Geriye ayetteki, "akrabalıkta sevgiden başka hiçbir
mükâfaat" ifadesi kalmaktadır. Bunu şu iki açıdan izah ederek cevap
veririz:
a) Bu,
şâirin "Onların, kılıçlarında, zırhlara çarpmadan ötürü meydana gelen
kırıklardan başka bir kusuru yoktur" (Bu ise, aslında kusur değil
şereftir)" şeklindeki ifadesi kabilindendir. Bu, "Ben sizden bunun
dışında birşey istemiyorum. Bu ise gerçekte bir ücret değildir. Çünkü
müslümanlar arasında bir sevgi ve sempatinin meydana gelmesi, zaten mecburî
btrşeydir" demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Mü'minler ve mü'mineler,
biribirİerinin dosttandırlar"frevt», 7i) buyururken, Hz. Peygamber (s.a.s)
de, "Mü'minler, tıpkı (taşlan) birbiriyle kenetlenmiş bir duvar gibidirler[57]
demiştir. Bu konuda ayet ve haberler (hadisler) çoktur.
Müslümanların ekserisi
arasında böyle bir sevgi ve sempatinin bulunması mecburî olunca, bunun
müslümanların en kıymetlisi ve büyüğüne karşı bulunması, daha lüzumlu ve uygun
olur. Binâenaleyh ayetteki, "Ben bu (tebliğime) karşı, akrabalıkta
sevgiden başka hiçbir mökâfaat istemiyorum" ifadesi, "Akrabalıktaki
sevgi ise bir ücret sayılmaz" demektir. Dolayısıyla netice, ortada istenen
bir ücretin olmadığına varıp dayanır.
b) Ayetteki
bu ifade, "istisnâ-ı munkatı" olup, söz "ecr" ifadesinde
tamamlanmış ve illâ ile yeni bir söz başlamıştır ki bu, "Ancak ben size,
size olan akrabalığımı hatırlatınm. Sözümde bir "ücret" lafzı
geçmektedir. Ama bu aslında bir ücret değildir" demektir.
[58]
Keşşaf sahibi, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in,"Kim, Muhammed ailesinin sevgisi üzere {yani onları
severek) ölürse, şehid olarak ölmüş olur. Dikkat edin;
kim Muhammed ailesinin (soyunun) sevgisi üzere ölürse, bağışlanmış olarak ölür.
Dikkat edin; kim Muhammed ailesinin sevgisi üzere ölürse, tevbe eden birisi
olarak ölmüş olur. Dikkat edin; kim Muhammed ailesinin sevgisi üzere ölürse,
imanı kemâle ermiş bir mü'min olarak ölür. Dikkatedin; kim Muhammed ailesinin
sevgisi üzere ölürse, önce ölüm meleği, sonra da münker ve nekir onu cennet ile
müjdeler. Dikkat edin; kim Muhammed ailesinin sevgisi üzere ölürse, cennete
tıpkı bir gelinin, kocasının evine göçtüğü gibi göçer. Dikkat edin; kim
Muhammed Şilesinin sevgisi üzere Ölürse, kabrinde cennete doğru iki kapı
açılır. Dikkat edin; kim Muhammed ailesinin sevgisi üzere ölürse, Allah onun
kabrini, rahmet meleklerinin ziyâretgâhı kılar. Dikkat edin; kim Muhammed
ailesinin sevgisi üzere ölürse, ehl-i sünnet ve'l-cemâat üzere ölür. Dikkat
edin; kim Muhammed ailesine buğzederek ölürse, Kıyamet günü iki başı arasına,
"Allah'ın rahmetinden ümitsiz" diye yazılmış olarak gelir. Dikkat
edin; kim, Muhammed ailesine buğzederek ölürse, kâfir olarak ölür. Dikkat edin;
kim Muhammed ailesine buğzederek ölürse, cennet kokularından mahrum kalır"
dediğini rivayet etmiştir. İşte bu, Keşşaf sahibinin rivayet ettiği şeydir.
[59]
Ben de şöyle diyorum:
Muhammed (s.a.s)'in âli (ailesi), işleri, idaresi ve geçimi Hz. Muhammed
(s.a.s)'e varıp dayanan kimselerdir. Binâenaleyh işleri, en mükemmel ve ileri
derecede ona varıp dayanan herkes, O'nun âli (âilesi)dir. Hz. Fatıma, Hz. Ali,
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ile, Hz. Peygamber (s.a.s) arasındaki ilgi ve
yakınlığın, son derece ileri olduğunda bir şüphe olmayıp, bu âdeta, tıpkı
mütevatir bir haber ile bilinen bir husustur. Binâenaleyh Hz. Muhammed
(s.a.s)'in "âl"inin öncelikle onlar olması gerekir.
[60]
Hem sonra, insanlar bu
"âl" (âile)nin kimler olduğu hususunda, ihtilâf etmişlerdir: 3u
cümleden olarak, bunların Hz. Peygamber (s.a.s)'in akrabaları olduğu söylendiği
gibi, bunların, onun ümmeti olduğu da ileri
sürülmüştür. Dolayısıyla biz, bu kelimeyi, "yakınlık" (akrabalık)
manasına alırsak, "âl" bunlar olur. Eğer bu kelimeyi, Hz. Muhammed
(s.a.s)'m davetini kabul eden insanlar manasına alırsak, bu sayılan Hz. AH,
Fatıma, Hasan ve Hüseyin (r.a), yine O'nun âli olur. Böylece her iki takdire
göre de, bunlar onun Âli'dirler. Onların dışında kalanlara gelince onlar,
"âl" lafzının muhtevasına girip girmedikleri hususu ihtilaflıdır.
Keşşaf sahibi, şunu rivayet etmiştir: Bu ayet nazil olunca, "Ya
Resûlellah, sevmemiz vâcib olan bu akrabaların (âlin) da kimlerdir?" diye
soruldu, Hz. Peygamber (s.a.s), "Ali, Fatıma ve iki oğludur" cevabını
verdi. Böylece bu dört şahsın, Hz. Peygamber (s.a.s)'in akrabası oldukları sabit
olur. Bu sabit olunca da, bunlara alabildiğine saygı göstermek gerekir. Ki
bunun böyle oluşunun delilleri şunlardır:
1) Bu ayetteki, "Akrabalıkta sevgiden başka
hiçbir mükâfaat..." ifadesi... Bu ifade ile nasıl istidlal edildiği biraz
önce anlatıldı.
2) Hz.
Peygamber (s.a.s)'in, Hz. Fatıma (r.aha)'yı sevdiğinde şüphe yoktur. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.s) "Fatıma benden bir parçadır. Onu üzüp, ona eziyet veren
herşey, bana da eziyet eder ve beni üzer"[61]
buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s)'in, Hz. AH, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i
sevdiği de, ondan mütevatir bir nakil (hadis) ile sabittir. Bu sabit olduğuna
göre, "O (peygambere) uyun ki, hidayet bulaşınız." (AVat, ıssj)
"Onun emrine muhalefet edenler sakınsınlar.." (Nur, 63»; "De ki:"
Eğer Allah 'ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin..."(Aı-i
Imrân,31) ve "Andolsun ki Allah'ın Resulünde sizin için güzel bir örnek
vardır" (Ahz*t>, 21) ayetlerinden ötürü, bütün ümmete aynısı vâcibtir.
3) Hz.
Peygamber (s.a.s)'in "âl"ine duâ etmek, yüce bir makamdır. Bundan
ötürü, bu dua, namazda tahiyyatın sonunda yapılmaktadır ve "Allahümme
salli alâ Muhammedln ve alâ
âli Muhammedin verham
Muhammeden ve âle Muhammedin" "Allah'ım,
Muhammed'e ve âline salât (rahmet) et. Muhammed'e ve âline merhamet et"
şeklindedir. Böyle bir saygı, Hz. Peygamber (s.a.s)'in "afinden başkası
için söz konusu değildir. Binâenaleyh işte bütün bunlar, Hz. Muhammed
(s.a.s)'in "âl"ini sevmenin vâcib olduğunu gösterir. Şafii (r.a) de
şöyle demiştir:
"Ey binitli kişi,
Minâ'daki o taşlıkiı yerde dur ve oranın taşlı yerlerinde oturanlar ile, kalkıp
gidenlere kulak ver. Seher vaktinde, tıpkı taşan Fırat ırmağının ahengiyle,
hacılar Minâ'ya doğru dolup taştığında, bil ki eğer Muhammed (s.a.s)'in ailesini
sevmek bir Rafızîlik (taşkınlık ve sapıklık) ise, ins ve cin âlemi şehâdet
etsin ki, (o halde ben) bir raf iziyim."
[62]
Ayetteki
"Akrabalıkta sevgiden başka hiçbir mükâfaat" ifadesinde, sahabe için
de büyük bir değer vardır. Çünkü
Hak Teâlâ,
"Yarışlarında öne geçip kazananlara gelince, onlar öncüdürler, işte onlar
(Allah 'a) en çok yaklaştırılmış olanlardır" o/ma, 10-11) buyurmuştur.
Binâenaleyh Allah'a itaat eden herkes, Allah katında mukarreb (yakın
olanlar)lerden olmuş olur. Böylece de JJİH j «>Jı H\ istisnasının
muhtevasına girmiş olur. Velhasıl bu ayet, Hz. Peygamber (s.a.s)'in âlini ve
ashabını sevmenin vücûbiyyetine delâlet eder. Böyle bir makam ve şeref ise,
ancak, Hz. Peygamber (s.a.s)'in nesli ile sahabesini sevmeyi birleştiren ehl-i
sünnet ve'l-cemâatin görüşüne göre kabul edilebilir. Bir vaizden, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in şöyte demiş olduğunu dinlemiştim: "Benim ehl-i beytimin misâli,
tıpkı, Nûh (a.s)'un gemisinin misali gibidir. Kim o gemiye binerse, kurtulur."
Yine Hz. Peygamber (s.a.s) "Ashabım, yıldızlar gibidir. Onların hangisine
uyarsanız, hidâyete erersiniz..."[63]
buyurmuştur. Şu anda biz, mükellefiyetler deryası içindeyiz. Şüphe ve şehvet
dalgalan, bize zarar verebilir. Denizde hareket eden ise, şu iki şeye muhtaçtır:
a) Bütün
kusurlardan ve çatlaklardan uzak ve berî oian bir gemi;
b)
Aydınlatıcı, parlak ve apaçık görünen yıldızlar.. Binâenaleyh, bir kimse böyle
bir gemiye biner ve bakışları da, o apaçık yıldızlar üzerine düşer, onları
izlerse kurtuluş sahiline kavuşma ümidi, o nisbette çok ve baskın olur. İşte
aynen bunun gibi, ehl-i sünnet alimlerimiz de, Hz. Muhammed (s.a.s)'in âlinin,
soyunun sevgisinin gemisine binmiş, gözlerini ve bakışlarını, sahabe
yıldızlarına dikmiş, böylece de, Allah'dan hem dünya hem de âhiret hususunda
selâmet ve saadeti elde etmeyi ummuşlardır.
Biz yine tefsire
dönelim: Keşşaf sahibi, kondi kendine bir soru sorarak "Ayette, ya
denilmeli
değil miydi? Öyleyse,
, denilmesinin hikmeti nedir?" der ve buna yine şöyle diyerek cevap
verir: "Tıpkı bir kimsenin, "Ben onları seviyorum. Onlar, benim
sevgimin odak noktası ve mahallidir" manasını kastederek, "Benim,
falancanın âline karşı bir muhabbetim ve sevgim vardır..""Benim,
onlar hususunda bir tutkum ve aşırı bir sevgi ve muhabbetim vardır" demesi
gibi, Dunlar, bu sevginin odak noktası ve merkezi, mahalli kabul
edilmişlerdir."
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Kim bir iyilik kazanırsa, bizonun bu husustaki iyiliğini
arttırırız"buyurmuştur. Bu ayetin Hz. Ebû Bekir (r.a) hakkında nazil
olduğu ileri sürülmüştür ama, zahir olan, bunun hangi güzellik olursa olsun,
umumîliği ifade etmesidir. Ancak ne var ki bu ifade, "akrabalıkta
sevgi" ifadesinin peşinden zikredilince bu maksadın o sevgiyi tekîd etmek
olduğuna reiâlet etmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Çünkü Allah, çok affedici, mükâfaat ile mukabele edicidir"
buyurmuştur. Allah hakkında, "şekûr" kelimesinin kullanılması mecazî
olup, mana, "Allah Teâlâ, kendilerine mükâfaat verme ve pekçok lütfunu
arttırma hususunda, kendisine itaat edenlere ihsanda bulunur" şeklindedir.
[64]
Cenâb-ı Hak,
"Yoksa, "O, Allah adına bir yalan düzdü mü derler?" buyurmuştur.
Bil ki, bu sûrenin başında söz, bu kitabın, ancak Allah'ın vahyi ile meydana
geldiğini anlatma hususu ile başlamıştır -ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "O
mutlak gâlib, O hüküm ve hikmet sahibi Allah sana da, senden evvelkilere de
İşte böyle vahyeder"'<şûrâ.3) ayetinden anlaşılan husustur-, ilgili
söz, bu noktaya gelinceye kadar, aynı hususu izah sadedinde devam etmiş ve
birbiriyle münasebet örgüsü içinde gelmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, burada,
bu müşriklerin, "Bu, Allah'dan olan bir vahiy değildir" şeklindeki
şüphelerini naklederek, "Yoksa, "O, Allah 'a karşı bir yalan düzdü
" mü derler?!" buyurmuştur. Keşşaf sahibi şöyle der: "Bu
ifadenin başındaki em edatı, munkatıa olan em'dlr. Hemzenin manası ise tenbîh
ve kınamanın bizzat kendisidir. Buna göre adeta sanki, "Böylesi bir
kimseyi, yalanların en çirkini ve en aşınsı olan Aflah'a iftirada bulunmaya
nisbet etmeyi, onların kalblerlnde bulunur, dillerine de bunu alabilirler mi?!
(Bu, mümkün müdür? Asla!.)" denilmek istenmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak
buna, i 'Takat, eğer Allah dilerse, senin kalbini mühürler" diyerek cevap
vermiştir ki, bu hususta şu izahlar yapılmıştır:
a) Mücâhld,
"Allah, senin kalbine, onların eziyyetlerine karşı sabretme gücü verir;
kalbini sabitleştirir. Böylece de sana, onların, "O, yalancı bir
iftiracıdır" şeklindeki sözleri, zor gelmez" şeklinde açıklamıştır.
b) Yani
Cenâb-ı Hak bu söz İle, "Eğer Allah dileseydi, seni, kalblerine mühür
basılmış kimselerden kılardı. Böylece de O'na yalanlar uydururdun.. Çünkü,
Allah'a yalanlar düzmeye, ancak böylesi kimseler cüret edebilir" manasını
kastetmiştir ki, bu sözün zikrediliş gayesi, bunun uzak bir şey olduğunu tam
anlamıyla ifade etmektir. Bunun bir misali, bir kimsenin, emîn, güvenilir
birisini hıyanet etmekle itham ettiğinde, o emîn, güvenilir kimsenin, hîzlânı
(ilahî yardımcısı bulunmayışını) ve kalbinin kör olduğunu kastetmeyip, sadece,
kendisinden böyle bir hiyanetin sudur etmesinin imkânsız bir şey olduğunu
kastederek, "Belki de Allah, beni kendi başıma bıraktı, (benden yardımı
kesti), belki de Allah, benim kalbimi köreltti!., (öyle mi?!) Bu mümkün
mü?" demesidir.
[65]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Allah, bâtılı mahveder... hakkı yerine getirir" buyurmuştur. Ki bu,
"Allah'ın sünneti ve yasası, bâtılı çürütmek, hakkı ise iyice
sağlamlaştırmaktır. Demek ki, şayet Hz. Muhammed (s.a.s), bâtılı savunan bir
yalancı olsaydı, Allah onu rezil rüsvay eder, onun savunduğu o bâtılın içyüzünü
ortaya döker ve onu, maddî-manevî bakımlardan desteklemezdi. Durum
böyle olmadığına göre, biz, Hz. Muhammed (s.a.s)'in,
Allah'a karşı yalanlar uyduran yalancılardan olmadığını anlamış
bulunuyoruz" demektir. Bu ifadenin, Allah'ın, peygamberine, onların
üzerinde bulundukları o iftira, yalan ve yalanlama... gibi bâtıl hallerini
mahvedeceğine; Hz. Muhammed (s.a.s)'in üzerinde bulunduğu o hakikati
sağlamlaştıracağına dair bir vaadi olması da
mümkündür.
Daha sonra Cenâb-t
Hak, "Şüphesiz ki O, kalblerde olanları dahi bilendir" buyurmuştur.
Ki bu, "Allah, senin ve onların sinelerindeki şeyleri bihakkın bilendir ve
bu iş de, işte bu şekilde cereyan etmektedir" demektir. Katâde den, bu
ayetin manasının, "Şayet, Hz. Muhammed (s.a.s), Allah'a karşı yalan
uydurmuş olsaydı, Allah mutlaka ona karşı bu tehdidini yerine getirirdi"
manasında olmak üzere, "Senin kalbini mühürler, sana Kur'ân'ı unutturur ve
senden vahyini keser..." şeklinde olduğu rivayet edilmiştir.
Bil ki Allah Teâlâ,
"Yoksa, "O, Allah'a karşı bir yalan düzdü" mü derler?!"
buyurup, sonra da, peygamberlerini o müşriklerin kendisine isnad ettikleri bu
şeyden tebrie edip, aklayıp ve onların da bu yalan ve iftiraları sebebiyle
büyük bir cezayı hakettikleri malûm olunca, hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak onları
tevbe etmeye teşvik etmiş ve onlara, kötülükleri her ne kadar büyük olsa da,
her kötülük yapanın tevbesini kabul edeceğini bildirmiş ve "O, kullarının
tevbesini kabul eden, kötü hareketlerini bağışlayan...dır.." buyurmuştur.
Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[66]
Keşşaf sahibi şöyle
der: "Arapça'da, hem hem de "Ondan o,şeyi kabul ettim" deyimleri
kullanılır. Binâenaleyh, deyiminin manası, "Onu
ondan aldım ve onu, kabulün başlangıcı ve kaynağı
kıldım"; & ÜU ifadesinin manası
ise,
"Onu ondan aldım, bunu onun namına kaydettim..." şeklindedir."
Tevbe'nin ne demek olduğuna dair genişçe incelememiz,
Bakara Sûresi'nde geçmişti. Tevbede, en az mutlaka bulunması gereken şey, geçen
günahtan dolayı pişmanlık duymak; bulunduğu anda günah işlememek; işlediği o
günahlara, ilende bir daha dönmemeye kararlı ve azimli olmaktır.
Cablr şunu rivayet
etmiştir: "Bir bedevi, Hz. Pevciamber (s.a.sVin mescidine girdi ve
"Allah'ım, ben senden affım istiyor ve sana tevbe edip iltica
ediyorum" dedi ve tekbir aldı. Namazını bitirince, Hz. Ali (r. a) ona,
"Ey adam, lisânın yaptığı istiğfar yalancıların tevbesidir. Senin tevben
de ayrıca bir tevbeye muhtaçtır" deyince, o bedevi, "Ey mü'minlerin
emîri, o halde tevbe nedir ve nasıl yapılır?" dedi; bunun üzerine Hz. Ali
(r.a), "Tevbe, şu altı şeyi kapsar: Geçmiş günahlara pişman olmak;
yapılmayan, ifa edilmeyen farzları iade etmek; haksız yere alman şeyleri geri
vermek; nefsi, canı, Allah'a isyan hususunda terbiye edip eğittiğin gibi, O'na
tâat hususunda da eritmek; nefse, günah lezzetini taddırdığm gibi, nefse,
:âatın acılarını da taddırmak; güldüğün her gülüşe bedel olarak,
ağlamaktır" dedi.
[67]
Mu'tezile,
"Tevbeleri kabul etmek, aklen Allah'a vaciptir"
derken, ehl-i sünnet alimlerimiz, "Allah'a hiçbir
şey zorunluve vacip değildir. Yaptığı herşeyi O, kerem ve lütfü gereği
yapar" demişlerdir. Ehl-i sünnet, görüşlerinin
doğruluğuna
dair, bu ayetle istidlalde bulunarak
şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ, tevbeleri kabul
etmekle övünmüştür. Binâenaleyh, tevbeleri kabul etmek
şayet vacib olsaydı, bu denli
bir övünme (anlamlı)
olmazdı. Baksana, bir kimse kendisini, insanları haksız yere
dövmemek ve onları, öfkesinden dolayı öldürmemek ile
medhederse, bu pek güçlü
bir medih olamaz.. (Çünkü,
zaten yapmaması gereken budur..) Ama, "Aslında benim
görevim olmadığı halde, ben onlara iyilik ve ihsanda
bulunuyorum" dediğinde, bu
bir medh ve övgü olmuş olur.
[68]
Cenâb-ı Hakk'ın,
ifadesiyle, ya Cenâb-ı Hakk'ın,
tevbesi yapıldıktan sonra,
büyük günahları
affetmesi, yahut küçük günahları affetmesi, veyahut
da, tevbesi yapılmadan önce, büyük günahları affetmesi kastedilmiştir.
Birincisi bâtıldır, aksi halde, cümlesi, tıpkı
cümlesinin aynısı olur.
Halbuki tekrar,
aslolanın hilâfına bir harekettir. İkincisi de olamaz, çünkü bu, zaten olması
gerekendir, bir görevdir. Görev) ifâ ile de övünme olmaz. Geriye üçüncü ştk
kalmıştır. Buna göre mana, "O, bazan, tevbeyi kabul etmeyi vasıta kılarak;
bazan da, tevbesiz, doğrudan doğruya affeder" şeklinde olur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, ne işlerseniz bilendir" buyurmuştur. Hamza, Klsâî ve Asımın ravisl
Hafs, tâ ile, muhatap sîgasında jjİmî şeklinde okurlarken, diğer kıraat
imamları, yâ ile, gâib sığasında olarak, O^U* şeklinde okumuşlardır ki, buna
göre mana, "Allah onların yaptıklarını bilir; onların, hasenatlarına
mukabil onlara mükâfaat verir, seyyiâtlarına karşı da, onları
cezalandırır" şeklinde olur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "îman edipde, iyi iyi
amellerde bulunanlara icabet eder.. Onlara, fazlından arttırır da..."
buyurmuştur ki, bu ifadeyle ilgili olarak şu iki görüş vardır:
a)
"İman edip saîih ameller işleyenler.." ifadesi, fail durumunda,
mahallen merfü olup, buna göre mana, "Mü'minler, Allah'ın onları kendisine
davet ettiği şey hususunda, Allah'a icabet ederler" şeklinde
b)
Bu ifâde, mahallen mansub olup, fiilin faili ise, mukadder olup, Cenâb-ı
Hak'tır. Buna göre ifadenin takdiri, şeklinde olur. Ancak ne var ki lâm
tıpkı (i-i^İö bjj (MutaHifrn 3) ayetinde hazfedildiği gibi, (yani ifadenin
aslı, 'deki lâm, düşürülmüştür),
hazfedilmiştir. Bu ikinci takdir, daha evlâdır; çünkü, bu ifadenin hem
öncesindeki hem de sonrasındaki sözler, Allah'a ait olan sözlerdir. Çünkü bu
ifadeden önce, "O, kullarının tevbesins kabul eden, kötü hareketlerini
bağışlayandır.." ifadesi; sonrasında da, "onlara, fazlından arttırır da.." cümlesi yer
alır. Böylece, "arttırır..." fiiline atfedilmiş olur. Halbuki,
birinci takdire göre, icabet eden kul olurken, fazlı arttıran da Allah olmuş
olur.
[69]
Bu icabet işinin, iman
edenlerin işi olduğunu söyleyenlere gelince, bu hususta şu iki izah
yapılabilir:
a) Mü'minler
Rabierine, Rablerinin, onları kendisine davet ettiği şey hususunda icabet
ederler.
b)
Mü'minler, Rabierine, Rablerinin kendilerine emrettiği şeyler hususunda itaat
ederler. İkinci izaha göre, fiili, itaat etmek anlamına alınmıştır.
[70]
Fiilin Allah'a ait
olduğunu söyleyenlere gelince, onlar bu hususta ihtilaf etmişlerdir. Bu
cümleden olarak mana, "Allah, mü'minlerin duasına icabet eder ve onlara,
onların istemiş olduğu şeyi, lütfü gereği arttırır" şeklinde otur,
denilmiştir.
[71]
Buna göre şayet
insanlar, "Duaya icabet etme halinin mü'minlere tahsis edilmesi, Cenâb-ı
Hakk'ın, kâfirlerin duasına icabet etmeyeceğini gösterir mi?" derlerse,
biz deriz ki: Bazı kimseler, kâfirlerin duasına icabetin caiz olmayacağını;
zira, duaya icabet etmede, bir tazim anlamı bulunduğunu; bunun ise, kâfirlere
uygun düşmeyeceğini söylemişlerdir. Bazı şeyler hususunda, kâfirlerin duasına
da icabet etmenin caiz olacağı da ileri sürülmüştür. Buna göre ayetteki
tahsisin faydası şu olmuş olur: Mü'minlerin duasına icabet etmek, bir
şereflendirme manasında olurken, kâfirlerin duasına icabet etmek ise, bir
istidrâc (kâfirin, küfründe ilerlemesine mühlet tanıma) manasında olmuş olur.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, âjJttÜlj *£ti j* j£ii£j ijJi viJ£ ^İ "Onlara,
fazlından arttırır; yani, onlara, o duaları sebebiyle talep ettikleri şeyi
verir ve arttırır. Kâfirlere gelince, onlar için de çok çetin bir azab
vardır" buyurmuştur ki, bu ifadenin maksadı, bir tehdittir.
[72]
"Eğer Allah,
kullarına (eşit bir şekilde) bol bol nzık verseydi, yeryüzünde muhakkak ki
taşkınlık ederler, azarlardı. Fakat O, ne mikdar dilerse, (rızkı o
kadar) indirir. Şüphe yok ki O, kullarının her
(halinden) hakkıyla
haberdardır, (her
şeyi) kemâliyle görendir. O, (insanlar) ümitlerini kestikten
sonra, yağmuru İndirmekte, rahmetini yapmakta olandır.
O, hakiki yâr ve
her hamde lâyık
olandır. Göklerin, yerin ve bunların içinde yayıp ürettiği
canlıların yaratılışı, O'nun ayetlerindendir. O, bütün
bunları toplamaya da,
dileyeceği zaman
hakkıyla kadirdir. Sizi çarpan her musibet, kendi ellerinizin
işleyip kazandığı (günahlar) yüzündendir. (Bununla
beraber Allah), birçoğunu
da affeder. Siz,
yerde (Allah'ı) aciz bırakabilecekler değilsiniz. Sizin, Allah'tan
başka ne bir hamîniz, ne de bir yardımcınız
vardır.."(Şûra, 27-31)
[73]
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
Bil ki, Allah Teâlâ,
önceki ayette, kendisinin, mü'minlerin duasına icabet ettiğini söyleyince, bu
hususta şöyle bir soru
varid oldu: Mü'min,
bazan bir sıkıntı, belâ ve fakirlik İçinde bulunabiliyor, sonra da dua ediyor,
ama duasının kabul olunduğuna dair herhangi bir emare ve iz göremiyor. Şu halde
Cenâb-ı Hakk'ın, "İman edenlere ... icabet eder..." ifadesiyle bu
durum nasıl bağdaştırabilir? Cenâb-ı Hak, işte bu soruya, "Eğer Allah,
kullarına (eşit bir şekilde) bol bol rızık verseydi, yeryüzünde muhakkak ki
taşkınlık ederler, azarlardı. Yani, masiyetlere yönelir ve yeltenirlerdi"
diyerek cevap vermiştir. Bu bir mahzur olunca, Allah'ın onlara, talep ettikleri
şeyi vermemesi gerekir. Cübbfll şöyle der: "Bu ayet, şu iki bakımdan,
Cebriyye'nin (Ehl-i sünnetin) görüşünün bâtıl olduğuna delâlet eder:
1) Hasılı kelâm, Allah Teâlâ, şayet, kullarına
bolca nzık vermiş olsaydı, onlar yeryüzünde taşkınlık yapar, azarlardı.
Halbuki, yeryüzünde taşkınlık yapma, asla istenen bir şey değildir. O halde bu
demektir ki, bol bol nzık verilmesi de, mevcut değildir, murad
edilmemiştir. Binâenaleyh bu söz, ancak
biz, "Allah Teâlâ, yeryüzünde
taşkınlık yapılmasını murad etmiştir" dediğimizde tam ve anlamlı otur. Kİ,
işte bu, Cebriyye'nin görüşünün bozuk olmasını gerektirir.
2) Allah
Teâlâ, rızkı bol bol vermeyi murad etmediğini; zira bunun, fesat ve fitnelere
yol açtığını beyan buyurmuştur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, fasit şeylere götüren
şeyi murad etmediğini beyân ettiğine göre, mefsededn bizzat kendisini murad
etmemesi öncelikle gerekir."
Ehl-i sünnet alimlerimiz,
buna şu şekilde cevap vermişlerdir: "Azmaya, katı kalpliliğe ve kahredip
ezip geçmeye karşı duyulan aşırı meyil, o yok iken meydana gelmiştir.
Binâenaleyh, bunun mutlaka bir failinin bulunması gerekir. Bu gibi hallerin
faili, ya kuldur, yahut Allah'tır. Birincisi batıldır, çünkü kişi, bu şeyleri
ancak tabiatı ve karakteri bunlara meylettiği zaman yapar ve işler. Böylece de,
aynı soru, bu ikinci meyli kimin meydana getirdiği hususunda da sorulabilir. Bu
ise, teselsülü gerektirir. Hem zulme, katı kalpliliğe ve acımasızlığa karşı
duyulan aşırı meyil, bir kusurdur,
noksanlıktır.
Aklı olan kimse, kendisinde bu tür noksanlıkları gerektirecek şeylerin
bulunmasına razı olmaz. Bu bâtıl olunca, bu meyil ve arzuyu icad edip var
edenin, Allah olduğu sabit olmuş otur."
[74]
Daha sonra Cübbâî,
tefsirinde, kendi aleyhine bir soru irad ederek, şöyle der: Şayet, "Allah,
bir taşkınlık olmasına rağmen, kullarından bazılarına rızkını bol bol vermemiş
midir?" denilirse, (ne dersin bakalım?)." Cübbâî sorduğu bu soruya da
şu şekilde cevap verir: Kendisinde rızkın ve taşkınlığın bulunduğu kimsenin,
kendisine o rızık verilse de verilmese de, her halükârda taşkınlık yapacağı
onun hal ve durumundan anlaşılmaktadır."
Ben derim ki: Bu cevap
bozuktur. Bunun delili ise, hem Kur'ân, hem de akıldır. Kur'ân'a gelince.bu,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Sakın! Çünkü insan, kendisini ihtiyaçtan vareste gördü
diye, muhakkak azar.."(Aiak,6-7) ayetidir. Cenâb-ı Hak bu ayetinde,
zenginliğin, tuğyanın ve taşkınlığın tahakkukuna sebep olacağına, mutlak ve
kayıtsız şartsız olarak hükmetmiştir. Akıldan delile gelince, kişinin nefsi,
kötülüklere meyleder de, ancak ne var ki, o kötülükleri işlemek için gerekli
alet ve vasıtaları bulamazsa, yapacağı kötülük ve şer, o nisbette azalır. Ama,
onları ifa etmek için, gerekli alet ve vasıtaları elde eder ise, işleyeceği o
kötülük de o nisbette çoğalır. Böylece, mal elde etmenin, tuğyan ve azgınlığa
sebebiyet vereceği sabit olmuştur.
[75]
Bu mesele, malî imkânın,
bir taşkınlığı hangi sebepten dolayı gerektirdiğinin beyânı ve izahı
hakkındadır. Alimler bu hususta da, şu izahları yapmışlardır:
1) Aliah
Teâlâ, rızık bakımından herkesi eşit tutmuş olsaydı, bir kısmının bir kısmına
hizmet etmesi imkânsız olurdu. Eğer durum da böyle olsaydı, o zaman alem harap
olur, beşerî maslahat ve işler atâlete uğrardı.
2) Bu ayet,
özellikle Araplara hastır. Çünkü onlar, her ne zaman, malî bir imkâna kavuşur,
iyice ekinlerini kandırıp doyuran yağmuru ve onları doyuran (yaş kuru) sebze ve
meyveleri bulduklarında, talan ve yağmalama gibi fiillere yönelir, azarlardı.
3) İnsan
karakteri gereği, büyüklenir, büyüklük taslar. Binâenaleyh o, bir zenginlik ve
bir iktidar elde ettiğinde, asıl yaratılışının gereği olan şeye dönmüş olur. Ama,
oir sıkıntı, bir belâ ve istenmeyen bir durumun İçine düştüğünde, inkisarı
kalbe düşer -nahzunlaşır da, böylece itaate ve tevazu haline döner..
[76]
Habbâb Ibnu'l-Eret,
"Bu ayet, bizim hakkımızda nazil oldu. Çünkü biz, Kurayza, Nadîr ve
Kaynukaoğullarının
mallarına gözümüzü
diktik ve o malların, bizim olmasını
arzuladık"
derken, bu ayetin, rızıklarının geniş, bol ve zenginliğini temenni eden ehl-i
suffe hakkında nazil olduğu da iteri sürülmüştür.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Fakat o ne mîkdar dilerse,
rızkı
o kadar) indirir" buyurmuştur. İbn Kesir ve Ebû Amr, fiili şeddesiz olarak
(yunzilu),
diğerleri şeddeli olarak, şeklinde okumuşlardır. Biz diyoruz
tâ: "Ayette geçen jii kelimesi, "takdir
ile" manasınadır. Nitekim Arapça'da
denilir.
Hak Teâlâ,
"Şüphe yok ki O, kullarının her halinden hakkıyla haberdârdır
(herşeyi) kemâliyle görendir" buyurmuştur ki bu, "O, insanların
hallerini, karakterlerini ve işlerinin akıbetini bilir, buna göre de,
maslahatlarına uygun olarak nztklarını takdir eder" demektir.
[77]
Cenâb-ı Allah, fazla
fazla vermenin, dinleri açısından zarar vereceğini bildiği için, onlara
ihtiyaçlarından fazlasını vermeyeceğini beyan buyurunca, onların rızka
ihtiyaçları olduğunu, kendisinin bu rızkı onlara vermemezlik etmeyeceğini beyan
ederek "O, (insanlar) ümitlerini kestikten sonra, yağmuru
indirmekte olandır" buyurmuştur. Nâfî, İbn Âmir
ve Âsim, fiili, şeddeli olarak yunezzilu; diğerleri, şeddesiz olarak yunzilu
şeklinde okumuşlardır. Keşşaf sahibi, diğer fiilin, nûnun fethası ve
kesresiyle, veşekillerinde okunduğunu söylemiştir. Ümid kesildikten sonra
yağmuru yağdırmak, insanları daha fazla şükre sevkedicidir. Çünkü bir belaya
uğradıktan sonra, ilgili nimeti elde etmekten duyulacak sevinç, daha tam ve
mükemmel olur. Böylece o nimete ulaşanın, buna şükretmesi daha fazla olur.
Allah Teâlâ, "O,
rahmetini yayar" buyurmuştur ki bu, "Allah rahmetini, yani, bereketli
yağmurları, onun sağladığı menfaatleri ve sayesinde bolluk ile bereketin olduğu
şeyleri yayar, bolca verir" demektir.
Hz. Ömer (r.a)'den
rivayet edildiğine göre, kendisine, "Kıtlık had safhaya vardı. İnsanlar
artık ümitsizliğe düştü" denildiğinde o, bu ayeti kastederek, "İşte
şimdi yağmura kavuşurlar" demiştir. Allah Teâlâ'nın, bu beyanı ile, bütün
herşey hakkındaki o bol rahmetini murad etmiş olması da mümkündür. Buna göre
sanki "O, yağmur demek olan rahmetini indirir ve diğer rahmet çeşitlerini
yaygın olarak verir."
Cenâb-ı Allah "O
hakîkî yârdır ve her hamde lâyık olandır" buyurmuştur. "Velî",
kullarına lutfetmeyi üstlenen; "hamtd" ise, mahlûkatına her türlü
rahrrfetini ulaştırdığı için, hamde layık olan demektir.
[78]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, ulûhiyyetine delâlet eden bir başka ayetini getirerek, "Göklerin, yerin
ve bunların içinde yayıp ürettiği canlıların yaratılışı da O'nun
ayetlerindendir" buyurmuştur. Şimdi diyoruz ki: Göklerin ve yerin
yaratılışının, hikmetli bir tanrının varlığına delil oluşunu daha önce
anlatmıştık. Canlıların varlığının, hikmetli bir ilahın varlığına delil oluşu
da böyledir. Buna göre eğer, dâbbe (canlı) lafzı, melekler hakkında nasıl
kullanılabilir?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta şu izahlar
yapılabilir:
1) Fiil, her
nekadar onu onlardan birisi yapsa bile, bazan bir topluluğa nisbet edilir.
Nitekim Arapça'da mesela, bu fiili içlerinden sadece biri yaptığı halde,
"Falancaoğulları şöyle şöyle yaptı" denilir ki "O iki (denizden)
inci ve mercan çıkar" (Rahman. 22) ayeti de böyledir.
2) "Debîb" hareket demektir. Melekler
için de hareket söz konusudur.
3) Şöyle de
denebilir: Allah Teâlâ, göklerde, tıpkı insanların yeryüzünde yürüyüp
gezdikleri gibi yürüyen çeşitli canlılar yaratmıştır.
[79]
Daha sonra Hak Teâlâ,
"O, bütün bunları toplamaya da dileyeceği zaman hakkıyla kadirdir"
buyurmuştur. Keşşaf sahibi şöyle der: İzâ edatı mazi fiilin başına geldiği
gibi, muzarî fiilin de başına gelir. Nitekim Cenâb-ı Hak, (Leyi, 1)
buyurmuştur. Bu ayetteki ifadesi de böyledir. Bu ifadenin anlatmak istediği
şey, Cenâb-ı Hakk'ın, bütün bunları ayrı ayrı yaratmasının, bir acziyyetten
ötürü değil, (maslahattan (hikmetten) ötürü oluşunu beyân etmektir. İşte bundan
dolayı, "O, bütün bunları toplamaya da, dileyeceği zaman hakkıyla
kadirdir.." Yani, "haşri ve hesabı birlikte yapmaya kadirdir"
buyurmuştur. Bu toplamanın maksadı, hesaba çekmek olduğu için, dememiş,
(bunları toplamaya) buyurmuştur. Buna göre sanki, "dilediğimde akıllı
varlıkları biraraya getirmeye kadirim" demek istemiştir.
[80]
Cübbâi, Hak Teâlâ'nın
meşîetinin (iradesinin) muhdes (sonradan meydana gelme) olduğuna, ayetteki
''dileyeceği zaman" ifadesini delil getirerek şöyle der: "İzâ
kelimesi, zarf-ı zamandır. "Dileyeceği..." kelimesi ise, muzarî
(gelecek zaman) kalıbıdır. Binâenaleyh eğer, Allah'ın meşîeti kadîm (ezeli)
olsaydı, bu meşieti, gelecek zaman ile ilgili belli bir vakte nisbet etmesinin
bir manası olmazdı. Ayetteki bu ifade, böyle bir nisbete delâlet edince, Hak
Teâlâ'nın meşîetinin muhdes olduğunu anlıyoruz." Buna şu şekilde cevap
verebiliriz: "Bu iki kelime, meşîete (Allah'ın meşietine) dahil oldukları
gibi, "kadir" lafzına yani, Allah'ın kudretine de dâhil olmuş
olurlar. O zaman buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin de muhdes (sonradan)
olması gerekir. Bu söz konusu olamayacağına göre, aynı durum Cübbflî'nin ileri
sürdüğü husus için de geçerli olur.
Daha sonra Hak Teâlâ,
"Size çarpan her musibet, kendi ellerinizin işleyip kazandığı günahlar
yüzündendir" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[81]
Nâfî ve İbn Âmir,
"fâ"sız olarak .. şeklinde okumuşlardır ki bu, Şâm ve Medine
mushaflarında da böyledir.
Diğer kıraat imamları
da fâ ile okumuşlardır ve bu onların
mushaflarında
böyle fâ iledir. Birinci okuyuşa göre ifadenin başındaki mâ, jâfi
manasında mübteda, ifadesi ise onun haberidir. Buna
göre mana,
"Sizin başınıza gelen şeyler,
ellerinizin kazandığı (günahlar) yüzünden olmuştur"
şeklindedir. İkinci kıraata göre ise, baştaki mâ, şart
manası taşımıştır.
[82]
Bu musibetler ile,
ağrılar, acılar, hastalıklar, kıtlıklar,
boğulmalar, yıldırım çarpması ve benzeri hoşa gitmeyen
herşey kastedilmiştir.
Alimler, ağrı, sızı ve benzeri, bu
şeylerin,
daha önce işlenmiş birtakım günahlara karşılık
verilmiş bir ceza olup, olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir:
Bazıları, şu
sebeplerden ötürü bunun böyle olduğunu kabul etmemişlerdir:
a) Cenâb-ı
Hak, "Bugün, her nefis, kazandığına (yaptığına) göre cezalandırılır"
(Mu'min, i?) buyurmuş ve bu cezanın Kıyamet gününde olacağını beyan buyurmuştur.
Yine, Fatiha Sûresi'nde "O, din gününün (Kıyametin) sahibidir"
buyurmuştur. Âlimler bununla, Kıyamet gününün kastedildiği hususunda
müttefiktirler.
b)
Dünyadaki musibetler konusunda, zındık da,
sıddîk da ortaktırlar. Böyle olan şeyin ise, daha önce işlenmiş günahlara bir
ceza olarak verildiğini kabul etmek imansızdır. Aksine istikra (derinlemesine
araştırma), bu musibetlerin, günahkârlardan daha ziyade, sâlih ve muttakilerin
başına geldiğini göstermektedir. İşte bundan ötürü, Hz. Peygamber (s.a.s)
"Bela ve musibetler öncelikle peygamberlere, sonra velilere, sonra derece
derece daha aşağı olanlara verilmiştir''[83]buyurmuştur.
c)
Dünya, mükellefiyet yurdudur. Binâenaleyh
eğer işlenen günahlara burada karşılık verilmiş olsaydı, o zaman dünya aynt
anda, hem mükellefiyet, hem de ceza yurdu olmuş olurdu.
[84]
Bu tür belâ ve
musibetlerin işlenmiş günahlara karşılık birer ceza olduğunu söyleyenler de,
Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet edilen şu hadis-i şerife tutunmuşlardır:
"İnsanoğluna bir ağaç çi2iği (diken batması) veya benzeri (küçük) bir şey
(bile), ancak onun günahı sebebiyle isabet eder."[85]
Hadis, bu manada bir başka lafızla da rivayet edilmiştir. Bu görüşte olanlar,
hem tefsir ettiğimiz ayete, hem de, "Yahudilerden kaynaklanan bir zulüm
sebebiyledir ki, helâl ve hoş şeyleri onlara haram kıldık" (Nisa, ıeoj
ayetine tutunmuşlardır. Bu görüşte olanlar yine, tefsir ettiğimiz ayetin
peşisıra gelen, "Kazandıkları (günahlar) yüzünden, onları helak eder"
<şûn 34) ayetini de delil getirirler. Bu ayet, o helakin, insanların
yaptıkları şeyler yüzünden olduğu hususunda açık bir ifadedir. Birinci görüşü
benimseyenler, bunların bu ayeti delil getirmelerine karşılık şöyle derler:
"Bu tür musibetlerin meydana gelmesi, peygamberler ve veliler hakkında
olduğu gibi, bir ceza kabilinden olmayıp, mükellefiyette imtihan etme
kabilindendir. Buna göre, "kendi ellerinin işleyip kazandığı (günahlar)
yüzünden..." ifadesi, "Sizler bunları işlediğinizde, en uygun düşen,
bu musibetlerin size verilmesidir" manasına gelmiş olur. Diğer delillere
verilecek cevab da böyledir. Allah en iyi bilendir.
[86]
Hem tenâsühcüler
(ruhların bir bedenden başka bir bedene geçtiğini savunanlar), hem de,
"Çocuklar ve hayvanlar acı duymazlar (ceza görmezler)" diyenler,
"Bu ayet, musibet
ve belaların ancak
daha önce işlenmiş suçlardan ötürü insanların başına geldiğine delâlet
etmektedir" diyerek istidlal ederler. Daha sonra tenâsühcüler, "Fakat
bu musibet ve belalar çocuklar ve hayvanlar için de söz konusudur. Binâenaleyh
bunların, eskiden işlenmiş günahlardan ötürü meydana gelmiş olması
gerekir" demişlerdir. Çocuklar ve hayvanlar için acı duymanın söz konusu
olmadığını savunanlar ise şöyle demişlerdir: "Bu çocuk ve hayvanların, başka
bir bedende olmadıkları sabittir. Çünkü tenasüh görüşü yanlıştır. Binâenaleyh
çocukların ve hayvanların acı duymayacaklarına kesin olarak hükmetmek gerekir.
Çünkü elem ve acı bir musibettir." Buna şu şekilde cevap verebiliriz:
Ayetteki, "Size çarpan her musibet, kendi ellerinizin işleyip kazandığı
(günahlar) yüzündendir" cümlesi, anlayan ve akledebilenler için bir
hitabtır. Binâenaleyh bu ifadeye, hayvanlar İle çocuklar girmez. Üstelik Allah
Teâlâ da, "Canlılara isabet eden her musibet, daha önceden işlenmiş bir günahtan
Ötürüdür" buyurmamıştır. Allah en iyi bilendir.
[87]
Ayetteki,
"ellerinizin işleyip kazandığı (günahlar) yüzün-
dendir" ifadesi, kesbin (kazanılan şeyin),
"el"e nisbet edilmesini
gerektirir. Halbuki "kesb", el ile değil, elde
bulunan kudret sayesinde olur. Halbuki burada
"el" kelimesiyle kastedilen, kudret olup ve böyle bir mecaz da
yaygın olarak kullanıldığı için, Cenâb-ı Hak için kullanılmış olan
"el" lafzını, Allah'ı uzuvlardan ve parçalardan tenzih edebilmek
için, "kudret" manasına hamletmek gerekir. Allah en iyi bilendir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Birçoğunu da affeder" buyurmuştur ki bu, "Allah, pek çok
musibet ve belayı, kendi fazlı ve rahmeti ile yürürlüğe koymaz" demektir.
Hasan el-Basrî'nin
şöyle dediği rivayet edilmiştir: Şiddetli ağrı içinde kıvranan İmran b.
Husayn'ın yanına gittik. Ona, "Senin bu haline üzülüyoruz" denildi.
O, "Böyle yapmayın. Çünkü Allah'a yemin olsun ki, onun sevip verdiği
şeyleri ben de severim" ve bu ayeti okuyup, "İşte bu (acı), benim
ellerimin kazandığı şeyler yüzündendir. Bana, Rabbimin affı ulaşacaktır"
dedi."
Ebû Sahle, Hz. Ali
(r.a)'den, Hz. Peygamber (s.a.s)'in bu ayeti okuyarak şöyle dediğini rivayet
etmiştir: "Allah, bir kere affettiği bir şeyi ahirette yeniden söz konusu
etmeyecek kadar yüce ve kerîmdir. Yine Allah dünyada iken cezalandırdığı bir
suça karşı, ahirette tekrar azab etmeyecek kadar kerimdir."[88] Bunu
Vahidî, el-Bâsît'inde zikrederek, "Durum böyle olduğuna göre, Allah'ın
kitabındaki en ümit verici ayet budur. Çünkü Allah Teâlâ, mü'minin günahlarını
ikiye ayırmış. Onların bir kısmını, dünyada iken insana verdiği belâ ve
musibetlerle affedip silmiş, bir kısmını da yine dünyada iken, belâ bile
vermeden atfetmiştir. Allah Teâlâ
ise,
affından dönmeyen bir kerimdir. Bu, Allah'ın mü'minlere karşı davranış metodu
(sünnetullahı)dır. Kâfirlere gelince, onlar Kıyamet günü, Rableri ile yüz yüze
gelinceye kadar, Allah onların günahlarının cezasını vermez, bu hususta acele
etmez.
Daha sonra Allah
Teâlâ, "Siz yeryüzünde Allah'ı âciz bırakabilecekler değilsiniz"
buyurmuştur ki bu, "Ey müşrikler topluluğu sizler, yeryüzünde beni âciz
bırakamazsınız. Nerede olursanız olunuz, beni âciz bırakamaz ve yerde, kaçıp
saklanarak, beni aşıp elimden kurtulamazsınız" demektir. "Sizin,
Allah'dan başka ne bir haminiz, ne de bir yardımcınız vardır." Bununla da
putlara ibadet edenler kastedilmiştir. Cenâb-ı Hak, böylece, putlara ibadette
asla bir fayda bulunmadığını beyân etmiştir. Gerçek nasîr (yardımcı), Allah
Teâlâ'dır. Binâenaleyh hiç şüphesiz O, kendisine ibadet edilmesi güzel ve
yerinde olan bir zattır.
"Denizde, dağlar
gibi akıp giden gemiler de O'nun "ayetlerindendir. Eğer O dilerse, rüzgârı
durdurur da, (o gemiler) denizin üstünde kahverirler. Şüphesiz
bunda, çok sabreden ve şükreden herkes için kesin
ayetler vardır. Yahut kazandıkları (işledikleri) şeyler yüzünden insanları
helak eder, bir çoğunu da
bağışlar. Ayetlerimiz
hakkında mücadele etmekte olanlar, kendileri için
kaçacakları hiçbir yer olmadığını bilsinler. Size verilen şey, dünya
hayatının
(geçici) birer faydasıdır. Allah katında
olan ise, daha hayırlı ve daha
devamlıdır. İman
edip, ancak Rablerine tevekkül etmekte, büyük
günahlardan ve fahiş kötülüklerden kaçınmakta, öfkelendikleri zaman
bağışlamakta olanlara,
Rablerine icabet edenlere, namazlarını dosdoğru
kılanlara ~ki bunlar işlerini aralarındaki müşavere ile yaparlar-, nzık
olarak
verdiğimiz şeylerden infak edenlere ve
kendilerine karşı bir zulüm ve taşkınlık
yapıldığı
zaman, biribirine destek ve yardımcı olanlara mahsustur (bu
sevaplar)"
(Şûra. 32-38).
[89]
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
Nâfî ve Ebû Amr, hem
vasıl hem de vaktf halinde, yâ ile, şeklinde okumuşlardır. Binâenaleyh okuyuşta yâ'nın gösterilmesi,
kelimenin aslı üzere okunuşundan Ötürüdür, hazfı ise, kolaylık olsun içindir.
[90]
Cevâr kelimesi
"Akıp giden gemiler" takdirindedir. Anlaşılmasında bir karışıklık
olmadığı için, mevsûf durumunda olan "sütün"
(gemiler) kelimesi hazfedil m iştir.
[91]
Bil ki Allah Teâiâ,
rüzgâr estiğinde, suyun yüzünde hareket eden o koca koca gemiler) de,
ayetlerinden (delillerinden) biri olarak zikretmiştir. Yine bil ki bundan
bahsedişinin maksadı şu iki şeydir:
a) Bununla,
kadir ve hakim bir zatın varlığına istidlal edilmesi,
b) Allah'ın,
kulları üzerindeki büyük nimetlerinin farkedilmesi...
Birincisi: Alimler,
ayetteki "a'lâm" kelimesi ile dağların kastedildiğinde ittifak
etmişlerdir. Şâire Hansa, kardeşine yaktığı ağıtta, ""Kardeşim Sahr,
Öncülerin kendisine uydukları bir öncü İdi. Âdeta o, başında ateş bulunan bir
dağ idi."
Rivayet olunduğuna
göre, Hz. Peygamber (s.a.s) bu kasidenin okunmasını istemiş, râvî bu beyte
gelince, Hz. Peygamber (s.a.s) "Bakın şu kadındaki belagata: Kardeşini dağa
benzetmekle yetinmedi de bir de da onun tepesine ışık yerleştirdi!"
buyurmuştur. Bunu iyice anladığına göre, şimdi diyoruz ki: Dağ gibi olan bu
koca koca gemiler, rüzgâr estiğinde, en hızlı bir şekilde denizin yüzünde
gidiyor; rüzgâr dindiğinde ise, kalıverlyorlar. Nahl SÛresi'nde, rüzgârları
hareket ettiren ve durduranın Allah Teâlâ olduğunu delillerle açıklamıştık.
Çünkü hiçbir insan, onları ne harekete, ne durdurmaya kadir değildir. Bu durum
ise, kadir bir ilâhın varlığına delâlet eder. Hem sonra bu gemiler alabildiğine
ağırdırlar. Buna rağmen suyun üstünde batmadan durmaktadırlar. Bu da ayrı bir
delildir.
İkincisi: Bu,
bunlardaki büyük faydaların farkedilip anlaşılmalıdır. Allah Teâlâ, yeryüzünün
herbir mıntıkasına, faydalanılacak değişik şeyler vermiştir, işte bu gemiler
sayesinde, bir mıntıkada bulunan fayda ve
hususiyetler, diğer bir mıntıkaya; o mıntıkadakiler de bu mıntıkaya taşınınca,
ticaret yoluyla büyük faydalar sağlanmış olur. İşte bu sebeplerden ötürü,
Cenâb-ı Hak, gemilerin bu özelliğine de işaret etmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, "Eğer O dilerse, rüzgârı durdurur da, (o gemiler) denizin üstünde
kahverirler" buyurmuştur. Ebû Amr ve birçok kıraat imamı, hemze ile fiili
U^' şeklinde okumuşlardır. Çünkü hemzenin sükûnu, fiilin meczûm oluşunun
alâmetidir. Vers'in rivayetine göre Nâfî bunu hemzesiz olarak okumuştur. Yine
sadece Nâfî, rîh'i cemî olarak riyâh okumuştur. Diğerleri müfred olarak
okumuşlardır. Keşşaf sahibi, hem yazıllu hem de yazallu tarzında, bu fiilin
lâm'ın fethası ve kesresiyle okunduğunu söyler.
Ayetteki,
"revâkld" kelimesi "revâtib" (durgun ve hareketsiz olan
şeyler) manasında olup, "o gemiler, suyun üstünde hareketsiz öylece
dururlar" demektir.
[92]
Cenâb-ı Allah, yani,
"Bütün bunlarda, Allah'ın belâlarına sabredip, nimetlerine şükredenler
için ayetler (deliller) vardır" buyurmuştur. Bunun anlatmak istediği,
mü'minin Allah'ı bildiren delillerden asla ve kat'â gafil olmaması gerektiğine
dikkat çekmektir. Çünkü mü'min olan, mutlaka yâ belâ ve musibetler içinde,
yahut da nimetler içindedir. Eğer bir belâya dûçâr ise, sabreder; nimet içinde
ise şükreder. Böyle olunca da o, asla gafillerden olmamış olur.
Daha sonra Allah
Teâlâ, "Yahut kazandıkları (işler)
şeyler yüzünden (Allah), insanları helak eder" buyurmuştur. Arapça'da,
"helak etti" manasında fiili kullanılır. Yine, "Günahları onu
helak etti, mahvetti" manasında, günahkâr kimse hakkında, denilir. Buna
göre mana, "Allah isterse, denizde yolculuk edenleri şu iki belaya dûçâr
kılabilir. Ya rüzgârları dindirir, böylece gemiler, denizin üstünde
durgun-hareketsiz kalıverir. Yahut da rüzgârları, kasırga ve fırtınaya çevirir.
Böylece gemiler batar, yolcuları boğulurlar" şeklinde olur. Bu durumda,
ayetteki ifadesi, fiiline atfedilmiş
olur. Çünkü ayetin takdirî manası, "Eğer Allah dilerse rüzgârları
dindirir, böylece gemiler kalıverir. Yahut da o rüzgârları kasırga biçiminde
estirir, böylece de gemiler batar" şeklinde olur.
Hak Teâlâ,
"Birçoğunu da bağışlar" buyurmuştur ki bu da, "Allah isterse,
bir kısmını helak eder; bir kısmını da affetmek suretiyle kurtuluşa
erdirir" demektir. Buna göre eğer, "Aynen kendisi gibi meczûm
kılınarak, fiilinin, fiili hükmünde
sayılmasının sebebi nedir?" denilirse biz deriz ki: Bu, "Eğer Allah
isterse, bir kısmını helak eder, bir kısmını da affetmek suretiyle
kurtarır" demektir. Ama bu kelimeyi, vâv ile şeklinde okuyanlara göre, bu
kelime ile yeni bir cümle başlamaktadır.
[93]
Daha sonra Cenâb-ı
Allah "Ayetlerimiz hakkında mücâdele etmekte olanlar, kendileri için
kaçacakları hiçbir yer olmadığını
bilsinler"
buyurmuştur. NAfl ve İbn Âmir, müste'nef (yeni başlayan) bir cümle olarak,
fiili ref ite (ötüreti) okurlarken; diğer kıraat imamları nasb İle şeklinde
okumuşlardır. Binâenaleyh ref ile okunması müste'nef oluşundan ötürüdür. Nasb
ite okunması ise, mahzûf bir illete (sebebe) affedilmesinden ötürüdür ve
takdiri, "Allah onlardan intikam alsın ve onlar da şunu bilsinler
için..." şeklindedir. Mahzuf bir illete atıfta bulunmak ise, Kur'ân'da,
nadir olan şeylerden değildir.
Meselâ, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Çünkü biz onu insanlara bir ayet ve bizden bir rahmet
kılacağız" (Meryem, 21) ve "Allah, gökleri ve yeri adaletle ve gerçek
bir gaye ile ve herkesin kazandığı ne ise, ... onunla mukabele edilmesi için
yaratmıştır"(Ca^ye,22) ayetleri böyledir. Keşşaf sahibi şöyle der:
"Kim, meczum olarak şeklinde okursa, bu kimse adeta, "Eğer Allah
dilerse, şu üç şeyi, yani, birtakım kimseleri helak etmeyi, birtakım kimseleri
kurtarmayı) ve birtakım kimseleri de sakındırmayı birlikte yapar.." demiş
olur.
Bunu iyice kavradığına
göre şimdi biz diyoruz ki: Ayetin manası, "o yalanlamaya dalarak çekişen
kimseler, gemiler durduğunda ve rüzgârlar kasırga biçiminde estiğinde,
kendileri için bir kurtuluş ve çarenin olmadığını bilmeleri ve böylece de bu,
onların Allah'tan başka, fayda ve zararı dokunan bir ilâhın olmadığını itiraf
etmelerine sebep ve vesile olması içindir.." şeklinde olur.
[94]
Bil ki Allah Teâlâ,
kendisinin birliğinin delillerini getirince bunun peşinden, dünya hayatının
mahiyeti ve Önemsizliğini beyan eden ifadelere yer vermiştir. Çünkü bu
delilleri kabulden alıkoyan şey, riyaset ve makam elde etme duygusu sebebiyle,
dünyaya duyulan arzu ve istektir. Binâenaleyh dünya, kişinin gözünde
önemsizteştiğinde, kişi dünyaya iltifat etmeyecek ve böylece de, delillerden
yararlanmış olacaktır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Size verilen şey,
dünya hayatının (geçici) birer taydaşıdır" buyurmuştur. Allah Teâlâ,
dünyanın değersizliğine ve önemsizliğine dikkat çekmek için, onu,
"metâ-bir geçimlik" olarak isimlendirmiştir. Nitekim duyular da,
dünya ile İlgili olan her şeyin, çok çabuk ve hızlı bir biçimde sona erip son
bulduğunu görüp müşahede etmektedir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Allah katında olan ise, daha hayırlı ve daha devamhdır"
buyurmuştur ki, bu, "Dünyevî arzu ve istekler, sonlu olan kıymetsiz
şeylerdir.." demektir. Allah bu tür şeylerin değersizliğine, onlara
"metâ-geçimlik" adını vermekle; sona erdiklerine de, onları
"dünya"dan addetmek suretiyle dikkat çekmiştir. Ahiret ise, daha
hayırlı ve daha süreklidir. Halbuki, aklın sarîh delâleti, hayırlı ve sürekli
olanı, fanî ve kıymetsiz olana tercih etmeyi gerektirir.
[95]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bu hayırlı olan şeyin, kendisinde şu nitelikler bulunan kimseler için
tahakkuk edeceğini beyân buyurmuştur.
[96]
Birinci Sıfat: Bu
kimsenin, mü'minlerden olması.. Bunun böyle olduğunun delili Cenâb-ı Hakk'ın
\p> ^J 'iman edip..." ifadesidir.
[97]
İkinci Sıfat: Bu
kimsenin, Allah'ın tütfuna ve fadlına tevekkül edip güvenenlerden olması..
Bunun böyle oluşunun delili ancak Rablerine tevekkül
de
etmekte..."
ifadesidir. Ama, "Taaf'tn, mükâfaatı gerektirdiğini, dolayısıyla kişinin
Allah'a değil, bizzat yaptığı amele tevekkül ettiğini, güvendiğini" iddia
edenlere gelince, böyle olan kimse, bu ayetin muhtevasına girmez.
[98]
Üçüncü Sıfat: Bu
kimselerin, büyük günahlar ile hayasızlıklardan uzak olmuş olmaları.. Ibn
Abbas'tan, ayetteki jfp jfuT ifadesinin manasının, "Allah'a ortak koşma,
şirk" olduğu rivayet edilmiştir. Ki bunu, Keşşaf sahibi nakletmiştir. Ama,
bu bence akıldan uzak bir görüştür. Çünkü imanın şartı, daha Önce
zikredilmişti... Ki bu zaten müşrik olmamayı gerektirir.. Ayetteki bu ifadeyle
bid'atler ve şüpheler ortaya atma ile ilgili olan şeylerin; "fevahlş"
ifadesiyle, şehevî kuvvetlere alâkalı olan şeylerin
ve "öfketendikierizaman bağışlamakta
olanlar..."ifadesiyle de, gazabla alâkalı olan şeylerin kastedildiği de
ileri sürülmüştür. Cenâb-ı Hak, "9ufrtn" lafzryla beraber, özellikle
"gadab" kelimesini zikretmiştir. Çünkü "gazab", ateş
karatterindedir. Ona galib gelmek İse, zor, çetin ve ona karşı durmak da
meşakkatlidir.İşte bundan dolayı, gufran kelimesini zikretmiştir. Allah en
iyisini bilendir.
[99]
Dördüncü Sıfat:
"Rablerine icabet edenlere..." ayetinin İfâde ettiği husus olup,
bununla, tam ve mükemmel manada teslimiyet kastedilmiştir. Buna göre şayet
karşı taraf, "Allah bu hususta imanı şart koşunca, iman'ın içine Allah'a
icabet etme de girmiş olmaz mı?" derlerse, biz deriz ki: Bence doğruya en
yakın olan, bu ifâdenin, samimi bir kalble Allah'ın kaderine razı olunması ve
kişinin kalbinde, herhangi bir şey hakkında herhangi bir mücadele duygusunun
yer almaması, manasına alınmasıdır.
Cenâb-ı Hak bu şartı
da beyan edince, "Namazlarını dosdoğru kılanlara..." buyurmuştur ki,
bununla da, farz namazlar kastedilmiştir. Çünkü mükâfaatın tahakkuk etmesinin
şartı budur.
Ayet-i kerimedeki
"ki bunlar İşlerini aralarındaki müşavere ile yaparlar" cümlesine
gelince, bu, "onların arasında bir hâdise meydana geldiğinde, bir araya
gelir ve karşılıklı meşverette bulunurlar" demektir ki, Allah, böyle
davrananları övmüştür. Yani, "Onlar kendi başlanna hareket
etmez. Hatta,
anlaşamadıkları sürece, o işi yapmazlar" demektir.
Hasan el-Basri'nin, "Müşavere eden her topluluk, yapacakları işin en
doğrusuna ulaşırlar" dediği rivayet edilmiştir. eş-Şûra, tıpkı
"el-fütya" kelimesi gibi, "karşılıklı müşavere etmek"
anlamında bir masdardır. Cenâb-ı Hakk'ın,
ifadesinin manası, "işleri, müşavereli, meşveretidir"
şeklindedir.
[100]
Beşinci Sıfat: Cenâb-ı
Hakk'ın, "ve kendilerine zulüm ve taşkınlık yapıldığı zaman, biribirine
destek ve yardımcı olanlara..." ayetinin ifade ettiği husus olup bu,
"onlar, zalimin zulmüne, birlikte karşı koyma hususunda, Allah Teâlâ'nın
kendilerine tanıdığı çizgide hareket eder, onun dışına çıkmazlar"
demektir. Nahaf'nin bu ayeti okuduğunda şöyle deyip açıkladığı nakledilir:
"Sahabe-i kiram, kendini bilmezlerin yüz bulup da kendilerine hücuma
fırsat verecek şekilde kendi nefislerini zelil kılmalarını kerîh
görürlerdi."
[101]
İmdi, şayet "Bu
ayet, şu iki sebepten dolayı bir işkâl arzeder:
1)
Cenâb-ı Hak daha önce, "öfkelendikleri zaman
bağışlamakta olanlar.." Duyurunca, daha nasıl bununla beraber, buna adeta
zıt gibi olan, "ve kendilerine karşı bir zulüm ve tecavüz yapıldığı zaman,
biribirine destek ve yardıma olanlara..." ifadesini zikretmesi uygun
düşer?
2)
(İlgili) bütün ayetler, affetmenin daha güzel olduğuna
delâlet etmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "ve affetmeniz takvaya daha
yakındır" (Bakan. 237), "boş ve kötü lakırdıya rastladıkları vakit,
şerefli (insanlar) olarak geçerler.." (Furf«n. 72), "Sen kolaylığı
tut, iyiliği emret. Cahillerden yüz çevir.." (atm, 199) ve "Eğer
herhangi bir ceza ile mukabele edecek olursanız, ancak size reva görülen
ukubetin misillemesiyle ceza yapın. Sabrederseniz, andolsun ki bu, tahammül
edenler için elbet daha hayırlıdır" (Nam, 126) buyurmuştur ki, işte bütün
bu ayetler, mevzûbahs ayetin manasına zıt olurlar.
Buna şu şekilde cevap
verebiliriz: Affetmek iki şekilde olur:
a)
Affın,
fitnenin, suçlunun, suçunun
yatışmasına ve onun
suçundan vazgeçmesine bir vesile olması..
b) Yapılacak
affın, suçlunun suçunun artmasına; öfke ve kininin kuvvetlenmesine sebep
olması.. İşte, af konusunda varid olan mezkûr ayetler, birinci kısımdandır. Bu
ayet ise, İkinci kısım affı ifâde etmektedir. (Kötülüğü artıracak affa yer
yoktur.) Böylece, var gibi görünen böyle bir tezat, ortadan kalkmış olur. Allah
en iyisini bilendir
Baksana, suçunda ısrar
edeni affetmek, hem onu hem de başkalarını suça teşvik gibi olmuş olur.
Binâenaleyh bir kimse, kölesini cariyesi ile ısrarlı bir biçimde zina ettiğini
bitse de, şayet onu affetse, bu mazmûm olur, kınanır. Rivayet olunduğuna göre,
Zeyneb Hz. Aİşe'ye yöneldi de, ona hakaret etti. Hz. Peygamber (s.a.s) de, Hz.
Zeynebi bundan men etti, ama o bundan vazgeçmedi. Bunun Üzerine Hz.
Peygamber (s.a.s), Hz. Alşe'ye: 'İşte sana fırsat,
hakkım almaya çalış?" buyurdu. Hem Allah Teâlâ, intikam almaya teşvik
etmemiş, tam aksine bunun, sadece meşru olduğunu beyan buyurmuş, daha sonra
bunun meşru oluşunun, mümasele (misli ile mukabele) şartına bağlı olduğunu
açıklamış, daha sonra da,"... Fakat kim affeder, barışı sağlarsa mükâfaatı
Allah'a aittir" (Şûr*. 40) ifadesiyle, afvetmenin daha evlâ olduğunu beyan
buyurmuştur. Binâenaleyh, mezkûr soru, böylece zail olmuş olur. Allah en
iyisini bilendir.
[102]
"Kötülüğün
karşılığı, ona denk bir kötülüktür. Fakat kim affeder ve
durumunu düzeltirse onun ecri Allah'a aittir. Şüphe
yok ki O, zalimleri asla
sevmez. Kim
kendisine, (yapılan) zulmün ardından hakkını alırsa, bunlar
aleyhinde bir yol yoktur. O yol ancak, insanlara
zulmetmekte, yeryüzünde
haksız olarak
teğaüübe kalkışmakta olanlara karşıdır. İşte bunlar (yok mu),
bunların hakkı, pek acıklı bir azâbtır Bununla beraber
kim sabreder, bağışlarsa, işte bu, şüphesiz ve elbet azmolunacak işler
cümlesindendir. Allah,
kimi şaşırtırsa,
bundan sonra onun hiçbir hâmîsi yoktur. O zalimleri
göreceksin ki, onlar azabı gördükleri zaman,
"(Dünyaya) geri dönmenin bir
yolu
var mı?" diyeceklerdir. Onların, (ateşe) arzolunurlarken, zilletten
boyunlarını büke büke göz ucuyla (nasıl) bakacaklarını
göreceksin. Îman
etmiş olanlar şöyle
diyeceklerdir: "Gerçekten hüsrana düşenler, Kıyamet
günü kendilerini de,
taraftarlarını da hüsrana uğratanlardır." Gözünüzü açın
ki, zalimler, muhakkak sürekli bir azâb içindedirler.
Onların Allah'tan başka,
kendilerine yardım
edecek hiçbir dostları yoktur. Allah, kimi sapıklıkta
bırakırsa, ona hiçbir yol bulunamaz!"
(Şûrâ, 4<M6).
Bil ki Allah Teâlâ,
"Ve kendilerine karşı bir zulüm ve taşkınlık yapıldığı zaman, birbirine
destek ve yardımcı olanlar..." (şort, »> buyurunca, bunun peşinden, bu
intikam almanın, misli ve dengi bir biçimde olması şartı ile kayıtlı olması
gerektiğine delâlet eden şeyi getirmiştir. Çünkü, noksan yapma da, fazla yapma
da, bu konuda bir zulüm; ama misli ile karşılık ise, adalettir. Ki, işte bu
adalet sayesinde, yerler ve gökler ayakta durmaktadır. İşte bu sebeple Cenâb-ı
Hak, "Kötülüğün karsağı, ona denk bir kötülüktür" buyurmuştur. Bu
ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[103]
Bir kimse,
"Yapılan kötülüğe karşılık vermek meşrudur ve
müsaade
edilmiştir. Binâenaleyh, buna
daha nasıl,
"seyyie-kötülük" adı verilmiştir"
diyebilir. Keşşaf sahibi
buna şu şekilde cevap
vermiştir: "Her İki fiil de, yani ilk
fiil
ve ona verilen karşılık da, kötülüktür. Zira isabet ettiği kimseyi üzmüştür.
Nitekim
Cenâb-ı Hak, "Eğer onlara bir
"seyyie" isabet ederse, "Bu, sendendir" derler"
(Nisa, 78) ayetinde, onları sıkan musibet ve belaları
kastetmiştir.
Başkaları da bu hususu şöyle
cevaplamıştır: Cenâb-ı Hak, bu iki şeyden birini mecazî manada; diğerini
mukabilinde getirince, bunlardan birinin ismini diğeri için de kullanmıştır.
Ama doğru olan, Keşşaf sahibinin yaptığı açıklamadır.
[104]
Bu ayet, fıkıh
İlminde, büyük bir temel teşkil eden bir ayettir. Çünkü bu ayetin muktezâsı,
her suça dengi ile mukabelede bulunmayı gerektirir. Bu böyledir, zira hakları
zayi etmek, şer ve düşmanlık kapılarının açılmasına müncer olur. Çünkü,
herkesin tabiatında ve yapısında, zulmetme, taşkınlık yapma ve düşman olma
duyguları vardır. İnsan, bunlardan men olunmazsa, bunları yapmaya yellenir ve
bunların peşini bırakmaz. İşlenen suçun miktarından fazla bir mukabelede
bulunmak da zulümdür. Halbuki, seri hükümler ve şeriat, zulmetmekten münezzeh
ve beridirler. Binaenaleyh, geriye ancak, işlenen suça, misliyle mukabelede
bulunmak kalır. Hem sonra bu nass, diğer şu ve benzeri nassiarla da
desteklenir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Eğer herhangi bir ceza ile mukabele
edecek olursanız, ancak size reva görülen ukubetin misillemesiyle ceza
yapın..." (Naw, 120), "Kim bir kötülük işlerse, ona, bunun benzerinden
başkasıyla karşılık verilmez"(Mû'min, 40), "... Maktuller hakkında
size kısas yazıldı... "(Bakara, 178) -halbuki kısas, eşitlik ve denklikten
ibarettir-, "... Yaralar birbirine kısastır..." {Maide, 45) ve
"Kısasta sizin için bir hayat vardır" (Bakara, 17B) buyurmuştur.
Binâenaleyh, bütün bu nasslar, bir şeye misliyle mukabele etmeyi
gerektirmektedir.
Burada şöyle bir
incelik de vardır: Hakkı tam olarak almak, ancak, fazlayı tam yapmakla mümkün
olunca, burada, suçluya fazla zarar verme ile, kendisine karşı suç işlenilen
kimseyi, hakkını tam almaktan men etme arasında bir tearuz ve çelişki meydana
gelir. Binâenaleyh, bu ikisinden hangisi daha evlâdır? İşte burası,
müstenitlerin içtihatlarının mahalli olup, bu, durumlarının değişmesine göre
değişir.
Bu temel kaideye,
geriye kalanlara dikkat çekme bakımından, bazı meseleler dayanır:
[105]
Birinci Misâl: Şafiî
(r.h), müslüman kimsenin, zimmîye mukabil; hür kimsenin de, köleye mukabil
(Öldürülemeyeceğine-kısas edilemeyeceğine) dair istidlalde bulunarak şöyle der:
"Kısasın olabilmesi için, "mümâsetet-denklik" şarttır. Halbuki
bu denklik, bu iki meselede söz konusu değildir, bulunmaz. Binâenaleyh, bu
ikisi arasında kısasın olmaması gerekir. Kısasın olabilmesi için, denkliğin şart
oluşunun izahına gelince, bu, bahsedilen bu nasslar sebebiyledir.
Bu nasslardan nasıl
istidlal edildiğine gelince, biz şöyle diyoruz: Biz, bu nasslarda bahsedilen
"denklik, mümaselet" ifadesini, delilin tahsis ettiği durumlar hariç,
ya her bakımdan denkliğe, yahut da, belli bir konudaki denkliğe hamlederiz..
Tercihe şayan olan, birincisidir. Çünkü, belli ve muayyen husus, ayet-i
kerimede yer almamıştır. Binâenaleyh, biz, ayeti bu belli hususa hamledersek, o
zaman ayet mücmellesin Ama, birinci kısma hamledersek. bu durumda da, tahsisi
üstlenmek gerekir. Halbuki mücmelliği bertaraf etmenin, tahsili bertaraf
etmekten daha evlâ olduğu malûmdur. Böylece ayetin, aklî ve ayrı bir naklî
delilin tahsis etmiş olduğu durumlar hariç, bütün hususlarda bir denkliğin gözetilmesini
gerektirdiği sabit olmuş olur.
Bunun böyle olduğu da
sabit olduğuna göre, şimdi biz diyoruz ki: Müslümanı zimmîye; hürrü de köleye
mukabil öldürmede (kısas etmede) denkliği gözetmek mümkün değildir. Çünkü
şeriat, katlin, kısasın farz olmasında İslâmiyet'e, müslüman oluşa, -ya bizzat
kâfir hakkında olduğu gibi-, bulunmadığı durumda onu, yani İslâmiyet'i
gerçekleştirmek için; yahut da, -mürted hakkında olduğu gibi- İslâmiyet'i
sürdürmek için itibar etmiştir. Ayrıca, hürriyet de, şeriatın, yargı, imamet ve
şehâdet hususlarında nazar-ı dikkate aldığı bir sıfattır. Böylece, kısasın
olabilmesi için, denkliğin şart olduğu sabit olmuş olur ki bu denklik burada
bulunmamıştır. Binâenaleyh kısasın yapılmaması gerekir.
[106]
İkinci Misal: Şafiî
(r.h), tek bir elin kesilmesine mukabil, ellerin (birçok elin) kesileceği
hususunda istidlal ederek şöyle der: Kesmenin tamamının veya bir kısmının, bu
kesenlerin tamamından veya bir kısmından kaynaklanmış olduğunda şüphe yoktur.
Binâenaleyh, İşte bu nasslardan dolayı, aynı şeyin, bu kesenlerin tamamı
hakkında meşru ve yasal olması gerekir. Hepsini veya bir kısmını kesmenin,
hepsi veya bir ktsmı hakkında meşru olduğunu söyleyen
herkes, bu kesmenin hepsi hakkında da meşru olduğunu söylemiş olur. Geriye,
"Bu durumda bu meseleden, suçludan daha fazlasının alınması neticesi
çıkar. Halbuki, yasaktır" denilmesi kalır. Ancak ne var ki, biz diyoruz
ki: Suçlu ile, kendisine karşı suç işlenilen kimse arasında bir çatışma meydana
geldiğinde, kendisine karşı suç işlenilenin tarafını gözetmek daha evlâ olur.
Üçüncü Misal: Babanın
ortağı (evlâdını öldürmesi halinde ona yardım eden) hakkında kısas meşrudur
Bunun delili, bu kimseden, yaralamanın sudur etmiş olmasıdır. Binâenaleyh,
Cenâb-ı Hakk'ın, yaralamalar birbirine kısastır..." (m.**. 45) ayetinden
dolayı, misliyle mukabele edilmesi gerekir. Bu sabit olunca, kısasın tamamı da
sabit olmuş olur. Çünkü, aralarında fark olduğunu söyleyen kimse yoktur.
[107]
Dördüncü Misâl: Şafiî
(r.h) şöyle der: "Yakanı yakarız, boğanı boğarız. Bunun delili, her şeye
misliyle mukabele etmek gerektiğine delâlet eden bu nasslardır".[108]
Besinci Misâl: Kısas
(yapılması gerektiğine dair) şahitlik edenler, bu şahadetlerinden geri dönüp
de, "kasten yalan söyledik" dediklerinde, bunlara kısas gerekir.
Çünkü bunlar, bu şehâdetleriyte, o kimsenin kanının akıtılmasına sebep
olmuşlardır. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kötülüğün karşılığı, ona denk
bir kötülüktür" ifâdesinden dolayı, bunların da kanlarının akıtılması
gerekir.
[109]
Altıncı Misâl: Şafiî
(r.h) şöyle der: Mükrehe (zor altında bir işi yapana) kısasın uygulanması
gerekir. Çünkü bu kimseden, o öldürme işi, zulmen sudur etmiştir. Binâenaleyh,
aynısının bu kimseye de farz olması gerekir. Bu kimseden, Öldürmenin sâdır
olduğu duyularla sabittir. Bu kimsenin zulmen öldürdüğüne gelince, müslümanlar,
bu kimsenin, Allah tarafından adam öldürmemekle mükellef kılındığı ve yine bu
kimsenin buna mukabil, büyük bir günaha ve çetin bir azaba müstehak olacağı
hususunda müttefiktirler. Bu sabit olunca, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kötülüğün
karşılığı, ona denk bir kötülüktür" hükmünden dolayt, bu kötülüğe,
misliyle mukabelede bulunulması gerekir".
Yedinci Misâl: Şaffî
(r.h) şöyle der: "Ağır bir şeyle öldürmek, kısası gerektirir. Bunun
delili, şudur: Suçlu, o kimsenin hayatına son vermiştir. Dolayısıyla, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Kötülüğün karşılığı, ona denk bir kötülüktür" hükmünden
dolayı maktulün velisinin, katilin hayatını sona erdirme imkânını elde etmesi
gerekir".[110]
Sekizinci Misâl: Hür
kimse, köleye mukabil kısâsen öldürülmez. Biz bu meseleyi, her ne kadar birinci
misâlimizde ele aJdıysak da, ancak ne var ki burada biz, bir başka açıdan bunu
İzah ediyor ve şöyle diyoruz: Katil, kölenin sahibine ait, meselâ on dinara
denk bir şeyi telef etse, bu durumda katilin, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kötülüğün
karşılığı,
ona denk bir kötülüktür" ayetinden
dolayı, on dinar ödemesi gerekir. Tazmîn vacib olunca, kısasın vâcib olmaması
gerekir. Çünkü, bu ikisi arasında bir fark olduğunu söyleyen yoktur.
Dokuzuncu Misâl:
Gasbdan elde edilen menfaatlar, Şafiî (r.h)'ye göre, tazmin edilir. Bunun
delili şudur: Gasbeden kimse, örfte, meselâ bir dinara eş değerdeki
menfaatleri, mâlikin elden kaçırmasına, yitirmesine sebep olmuştur. Dolayısıyla
Cenâb-ı Hakk'ın, "Kötülüğün karşılığı, ona denk bir kötülüktür"
hükmünden dolayı, gasb edenin de, dengi bir malı, elden çıkarması gerekir.
Gasbeden kimseye, bu kadar şeyin elden çıkarmasını gerekli gören herkes, bunun
malı gasbedilen kimseye verilmesi gerektiğine hükmetmiş olur.
[111]
Onuncu Misâl: Hür
kimse, köleye mukabil kısas edilemez. Çünkü eğer hür kimse köleye mukabil kısas
edilmiş olsaydı, o zaman bu hür kimse, hem "Kim bir kötülük işlerse, ona
bunun benzerinden başkasıyla karşılık yapûmaz.." (wnn,4ty) ayetinden, hem
de, yukarda yazmış olduğumuz diğer nasslardan dolayı, kısası gerektiren
durumlar hususunda, köleye denk olmuş olurdu. Sonra hür kimsenin kölesi bizzat
kendisinin kölesine mukabil olarak kısasen öldürülür. Binaenaleyh, başkasının
kölesinin bizzat bahsettiğimiz bu nasslardan dolayı, kısası gerektiren durumlar
hususunda kendisinin kölesine denk olması gerekir. Böyle olması halinde,
kendisinin kölesi, kısası gerektiren durumlar hususunda başkasının kölesine
denk olmuş olur. Böylece de, kendisinin kölesi, kendisinin misli için, (yan!
öldürülen köle için) bir misil olmuş olur. Mislin misli de, misildir.
Binâenaleyh, kendisinin kölesinin kısası gerektiren durumlar hususunda, kendisi
için bir misil olması gerekir. Şimdi hür bir kimse, başkasının kölesine karşı
(kısasen) öldürülecek olsaydı, o zaman bu hür kimse, yaptığımız bu izahlardan
anlaşıldığı üzere, bizzat kendisi kölesine mukabil öldürülmüş olurdu. Halbuki,
hür bir kimse kendi kölesine mukabil öldürülemez. Binâenaleyh, başkasının
kölesine mukabil de öldürülmemesi gerekir.
Böylece biz, bu on
misâli, bu ayete dayanarak zikrettik. Zekası elinden tutan herkese, işte bu
temel esasa dayanarak, pekçok şer'î meseleler çıkarması kolaydır. Allah en
İyisini bilendir.
Ayrıca burada şöyle
bir bahis daha vardır: Ebû Hanlfe (r.h), (bir ele mukabil), ellerin kesilmesi
hususunda şöyle der: "Kesmenin tamamının veya bir kısmının, kesenlerin
hepsinden veya bir kısmından sudur tnimş olduğunda şüphe yoktur. Ancak ne var
ki, bu hakkı tastamam alabilmek, ancak bu ziyadeyi yerine getirmekle mümkün
olur. Çünkü, (meselâ), on eli elden çıkarmak, telef etmek, tek bir eli telef
etmekten daha fazladır. Binâenaleyh bunun, aslolan haram oluş hali üzere kalması
gerekir."
Buna mukabil Şafii
(r.h) de şöyle der: "Şayet tek bir ele mukabil, on eli telef etmek haram
olmuş olsaydı, tek bir cana mukabil on canı telef etmek de haram olmuş olurdu.
Çünkü, canı telef etmek, eli telef etmeyi de kapsar.. Binâenaleyh, bir tek cana
mukabil on canı telef etmek, tek bir ele mukabil on eli telef etmeyi
gerektirir. Bu
sebeple, tek bir ele mukabil on eli telef
etmek haram olmuş olsaydı, o zaman, tek bir candan dolayı on canı telef etmek
de haramı kapsamış olurdu. Haramı kapsayan her şey ise, haramdır. Bu durumda,
tek bir cana mukabil on can öldürmenin haram olması gerekirdi.. Halbuki biz,
bunun haram olmayacağı hususunda ittifak edince, ziyade durum hakkında, ileri
sürdüğümüz hususun, (ey Hanefi'ler) şer'an sakıncalı olmadığını anlamış
bulunuyoruz.. Allah, en iyisini bilendir.
[112]
Biz, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Kötülüğün karşılığı, ona denk bir kötülüktür" ifadesinin, delilin
tahsis etmiş olduğu durumlar hariç, bütün hallerde mutlak manada denkliğin gözetilmesinin
vücûbiyyetini gerektirdiğini açıklamıştık. Halbuki fukaha, bu hususa, pekçok
misallerde tahsisi sokmuş, bu hususu tahsis etmiştir. Bu bazan, daha düşük bir
nassa, bazan da kıyasa binâen böyle yapılmıştır. Tahsisi iddia edenin, bu
hususta açıklamada bulunması gerektiğinde hiçbir şüphe yoktur. Mükellefe, bütün
meselelerde, bu nassa tutunması kâfidir. (Bu manada) MücAhld ve Süddî şöyle
demişlerdir: "Birisi birisine, "Allah onu rezil rüsvay etsin!"
dediğinde, o da ona aynısıyla mukabelede bulunsun. Ama, birisi birisine haddi
gerektiren bir iftira attığında, iftira atılana, aynı şeyi söylemek değil, tam
aksine, iftira atan kimseye, Allah'ın emrettiği had cezası gerekir".
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Kim affetmek ve göz yummak suretiyle, kendisiyle hasmı arasını ıslah eder
de bağışlarsa, -ki, nitekim Cenâb-ı Hak da, böyle yapılması halinde-, "O
zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse bile sanki yakın dosttur"
(Pussiiet, 34) ayetinde belirttiği gibi dost olacağını buyurmuştur. "Mükâfaatı
Allah'a aittir." Bu, yücelik ve ululukta, bir başkasının kendisine
kıyaslanamayacağı derecede kapalı ve dopdolu bir vaaddir.
[113]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Şüphe yok ki o, zalimleri asla sevmez../' buyurmuştur. Bu hususta şu
İki görüş ileri sürülmüştür:
a) Bu
cümlenin maksadı, suça maruz kalan kimsenin, zalimden fazlasını talep etmesinin
caiz olamayacağına dikkat çekmektir. Çünkü zalim kimse, zulmünün dışında,
masumdur. Zalimin zulmüne birlikte karşı koymada (intişâr) ise, özellikle harb
esnasında ve izzeti nefsi korumanın doruk noktaya çıktığı durumlarda, denkliği
muhafaza etme ve aşın gitmeme hususunda, hemen hemen, emin olunamaz, bu Konuda
güvence verilemez. Böylece, mazlum olan kimse çoğu kez, kısasa (hakkını
tastamam almaya) yöneldiğinde, zalim durumuna düşmüş olur. Hz. Peygamber
(s.a.s)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Kıyamet günü olduğunda, bir
münadî şöyle nida eder: "Allah Teâlâ'dan alacağı olanlar, ayağa
kalksın.."Bunun üzerine, birtakım kimseler ayağa kalkar da, bunun üzerine
onlara, "Sizin, Allah'ta olan alacağınız nedir?" denilir. Onlar,
"Biz, bize zulmeden kimseleri bağışlayan kimseleriz..." derler de,
onlara, "Allah'ın izniyle cennete giriniz" denilir."
b) Allah
Teâlâ, zalimi affetmeye teşvik edince, buna rağmen, zalimleri sevmediğini de
haber vermiştir. Bu, Cenâb-ı Hak zalimleri sevmediği halde buna rağmen, o,
zalimleri affetmeye teşvik edince, imanı sebebiyle Allah'ın sevgilisi olan
mü'mini haydi haydi affedeceğine dikkat çekmektir...
[114]
Daha sonra Cenâb-ı Hak,
"Kim kendisine, (yapılan) zulmün ardından hakkını alırsa..."
buyurmuştur. Ki bu, "zâlimin ona zulmetmesinden sonra.." demek olup,
bu, masdarın, (yani "zulm" kelimesinin) mef'ûlüne muzâf kılınması
kabîlindendir. "İşte bunlara, yani zalimin zulmüne birlikte karşı
koyanlara ceza vermek ve sorumlu tutmak gibi, herhangi bt yol yoktur. Çünkü
bunlar, zalimin zulmüne birlikte karşı koyma gibi, kendilerine mubah kılmanı
yapmışlardır".
Şafiî (r.h), kısasta
aşırı gitmenin, ziyan edilmiş, heder edilmiş bir şey olduğunu beyan hususunda
bu ayete tutunarak şöyle der: "Şeriat bu kimseye, hakime, kesmek
hususunda, ya mutlak manada müsaade etmiştir, yahut da, ileri geçmeme, aşırı
gitmeme şartıyla müsaade etmiştir. Bu ikfncisisi batıldır. Çünkü, kesmede asi
olan, haramlıktır. Binâenaleyh, kesebilmek ileri gitmeme şartına bağlanıp, ve
bu şart da belirsiz olunca, kesmenin asıl haramhk üzere kalması gerekir. Çünkü
bu hususta asi olan, haramlıktır. Helâl oluş ise, meçhul bir şarta bağlı olarak
tahakkuk etmektedir. Binâenaleyh, bu asıl haremliğin sürmesi gerekir. Bu böyle
olmadığına göre, şeriatın bu kimseye, ister ileri gitsin ister gitmesin kesme
hususunda müsaade etmiş olduğunu anlamış oluyoruz. Durum böyle olunca da, bu
ileri gitmenin tazmini gerektirmemesi gerekir. Çünkü, bu kimse, zâlimin
kendisine zulmünden sonra hakkını almıştır. Binâenaleyh, bu konuda o kimsenin
hiç mesul tutulmaması, (bu konuda hiç kimsenin yol bulamaması) gerekir.
Daha sonra Çenâb-ı Hak
"O yol ancak, insanlara zulmedenlere, yani zulmü başlatanlara, yeryüzünde
haksız olarak teğallübe kalkışmakta olanlara karşıdır. İşte bunlar (yok mu),
bunların hakkı, pek acıklı bir azabür" buyurmuştur. Daha sonra da,
buyurmuştur ki bu, "Kısas talebinde bulunmayıp sabreden ve affedenlere
şelince, onların bu sabrı ve affedişleri, azmolunacak işler
cümlesindendir."
Zâlimden intikam almamaya azmetmek, Özenilecek güzel işlerdendir"
demektir. Burada "azm" kelimesinin muzaf olduğu huve zamiri, tıpkı
Arapların, "Yağın iki batmanı bir dirheme" şeklindeki sözlerinde, (bu
yağın) ifadesinin hazfi gibi, manadan anlaşıldığı için, hazfedilmiştir.
Nakledildiğine göre, Hasan el-Basrf'nin meclisinde, birisi birisine hakaret
etmiş, hakarete uğrayan kimse ise, öfkesini içinde tutup sabretmiş, terlemiş,
terini silmiş ve meclisden kalkıp bu ayeti okumuştur. Bunun üzerine Hasan
el-Basrî, "Vallahi cahillerin anlamadığını, bu adam anlamış ve içine
sindirmiş" dedi.
Cenâb-ı Allah daha
sonra, "Allah kimi şaşırtırsa, bundan sonra onun, hiçbir hâmisi
yoktur" buyurmuştur. Bu, "Hızlarımdan yani Allah'ın onu
saptırmasından sonra, artık ona yardım işini üstlenecek hiçbir yardımcısı
yoktur" demektir ki bu, dalâletin Allah'dan olduğu ve hidayetin, Allah'ın
dışında hiçbir kimsenin kudreti dâhilinde olmadığı hususunda çok açık bir
ifadedir.
Kâdî "Bunun
manası, "Allah kimi cennet yolundan idlâl eder (saptırırsa), artık o
kimseye yardım edebilecek bir dost yoktur" şeklindedir" der. Buna
söyle cevap veririz: Ayette bahsedilen saptırma işini, belli bir misâl (iş) İle
yani cennet yolundan saptırma manası ile sınırlandırmak, delilin aksine bir
harekettir. Hem üstelik sizi (Mu'tezile'nin) görüşüne göre, o kimseyi cennetten
saptıran da Allah değil, aksine o kimsenin bizzat kendisidir.
[115]
Cenâb-ı Allah sonra,
"O zâlimleri göreceksin ki, onlar azabı gördükleri zaman, "(Dünyaya)
geri dönmenin bir yolu var mı?" buyurmuştur. Bu, "Onlar görüp
müşahede ettikleri o azabın dehşetinden Ötürü, dünyaya geri dönme talebinde
bulunacaklardır" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Allah, onların, cehennem
üzerlerine salındığındaki durumlarını da beyan buyurarak, "Onların (ateşe)
arzolunurlarken, zilletten boyunlarını büke büke göz ucuyla (nasıl)
bakacaklarını göreceksin" demiştir. Yani başlarına gelen o zilletten
ötürü, onları hakir, zelîl ve perişan bir halde görürsün. Onların bakışları,
göz kapaklarını, karşı tarafın dalgın ve gafil vaktini gözeterek, çok sinsi ve
belli belirsiz bir şekilde hareket ettirirler. Bu tıpkı, kendisinin
öldürüleceğini yakînen bilen kimsenin o kılıca göz ucuyla bakışı gibidir. Böyle
olan kimse sanki göz kapaklarım açamıyor ve gözlerini, tıpkı sevdiği şeylere
dolu dolu bakışı gibi dikemiyor.
[116]
Eğer, Allah TeaJâ
kâfirlerden bahsederken, onların kör olarak haşrolunacaklannı söylememiştir.
Binâenaleyh burada, onlann göz ucuyla baktıklarını nasıl belirtebilir?"
denilirse, biz deriz ki: Belki de kâfirler, başlangıçta bu şekilde
bakabiliyorlardı, daha sonra kör kılındılar. Belki de bakabilenler bir
topluluk, kör olarak hasredilenler de başka bir kâfir grubudur.
Cenâb-ı Allah, kâfirlerin
durumundan bahsedince, mü'minlerin kâfirler için söyleyecekleri sözleri de
haber vererek, "İman etmiş olanlar şöyle diyeceklerdir: "Gerçekten
hüsrana düşenler Kıyamet günü kendilerini de, taraftarlarım da hüsrana
uğratanlardır" buyurmuştur. Keşşaf sahibi şöyle der: "Ayetteki
"Kıyamet günü" kelimesi, ya "hüsrana uğratma"ya taalluk
eder, onunla ilgilidir, ki bu durumda mü'minlerin bu sözü dünyada söylenmiş bir
söz olur, yahut da, "diyeceklerdir" fiiline taalluk eder, yani
"mü'minler, kâfirleri bu hatde görünce, Kıyamet günü böyle söylerler"
demektir.
[117]
Daha sonra Allah
Teâlâ, "Gözünüzü açın ki, zâlimler, muhakkak sürekli bir azab
içindedirler" buyurmuştur. Kâdî, "İşte bu ayet, kâfir ve fasıklarm
(günahkârların) azabının ebedî olacağına delâlet eder" der. Buna şu
şekilde cevap veririz: Kur'ân'da mutlak (sıfatsız) olarak geçen zâlim kelimesi,
kâfir manasındadır Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kâfirler, zâlimlerin tâ
kendileridir"(Bıkara, 254) buyurmuştur. Bu hususu, Hak Teâlâ'nın bu ayetten
sonraki, "Onların Allah'tan başka kendilerine yardim edecek hiçbir
dostları yoktur" ifadesi de te'kid eder ki bu, "Allah yanında onlara
şefaatçi olacakları kuruntusuyfa taptıkları o putlar, bu şefaati
yapamayacaklardır" demektir. Bu mananın ise, ancak kâfirler için söz
konusu olabileceği malumdur. Hak Teâlâ bundan sonra da, "Allah kimi
sapıklıkta bırakırsa, ona hiçbir yol bulunamaz" buyurmuştur ki, bu
dalâlete sevkedenin de, hidayet edenin de, biz ehli sünnetin görüşünde olduğu
gibi, Allah Teâlâ olduğuna delâlet eder. Allah en iyi bilendir.
[118]
"Allah'dan, geri
çevrilmesi asla mümkün olmayacak bir gün gelmezden
evvel, Rabbinize icabet edin. O gün, sizin için ne bir
sığınak, ne de bir inkâr
imkânı vardır. Eğer
onlar, (imandan) yine yüz çevirirlerse, biz seni, onların
üzerine (zaten) bir bekçi olarak göndermedik. Sana
düşen, tebliğden başka
birşey değil.
Gerçekten biz insana, katımızdan bir nimet tattırdığımız vakit o,
bununla ferahlanır. Eğer onlara, kendi ellerinin öne
sürdükleri şeyler yüzünden bir fenalık isabet ederse, o zaman, insan gerçekten
bir nankör olur.
Göklerin ve yerin
mülkü Allah'ındır. O, dilediğini yaratır. Dilediğine kız
(çocuklar), dilediğine erkek (çocuklar) lütfeder.
Yahut erkekler ve kızlar
olarak, çift (cinsten
de) verir. Dilediğini de kısır bırakır. Şüphesiz O, hakkıyla
bilendir ve herşeye kadirdir"
(ŞÛrâ, 47-50).
[119]
Bil ki Allah Teâlâ,
vaad ve va'idinden uzun uzun bahsettikten sonra, esas maksaddan bahsetmek
üzere: "Allah'dan geri çevrilmesi asla mümkün olmayacak bir gün gelmezden
evvel, Rabbinize icabet edin" buyurmuştur. Ayetteki, "Allah'dan"
ifadesinin, "geri çevrilmesi asla mümkün olmayacak" ifadesinin
sılası, yani onunla ilgili olması, dolayısıyla da, "Allah o hususta karar
verdikten sonra, engellenmesine çâre olmayan" manasında olması mümkün
olduğu gibi; yine "Allah'dan" ifadesinin, "gelme" fiilinin
sılası, yani onunla ilgili olması ve "Reddine hiç kimsenin kadir
olamayacağı bir gün, Allah'dan gelmezden önce" manasında olması da mümkündür.
Alimler, bu "gün" ile, hangi günün kastedildiği hususunda değişik
izahlarda bulunmuşlar: Bunun, insanın ölümünün geldiği gün veya Kıyamet günü
olduğu ileri sürülmüştür. Çünkü Cenâb-ı Hak bunu, "engellenemez" bir
gün olarak nitelemiştir. Böyle bir sıfat İse, her iki gün için de söz
konusudur. "Geri çevrilmesi asla mümkün olmayan" ifadesinin,
"Öne alınamaz ve geri bırakılamaz" manasında olması ve "O günde,
telafi yapılabilsin diye, mükellefiyete döndürülme söz konusu olamaz"
manasında olması mümkündür.
Daha sonra, Cenâb-ı
Hak, bu günü nitelerken, "O gün ne sizin için, o azabtan kurtulmanızda
faydalı olacak bir sığınak, ne de herhangi bir kimsenin reddetmesi sebebiyle
değişecek bir durum yoktur" buyurmuştur. Ayetteki "nekîr"
kelimesi ile, "inkâr" manası da kastedilmiş olabilir. Buna göre
ifade, "istediğiniz o amellerden hiçbirini İnkâr edemeyeceksiniz"
manasında olur: Eğer onlar, yani "kendilerine imânı icabeti emrettiğim bu
kimseler, yine yüz çevirir, yani bu emri kabullenmezlerse, biz seni, onların
üzerine, işlerini kontrol etmen için, amellerini zabt-u rabt altına alman için,
bir bekçi olarak göndermedik. (Ey Peygamber), sana düşen sadece
tebliğdir." Bu, Allah'ın, Hz. Peygamber (s.a.s) İçin bir tesellisidir.
[120]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, onların bu bâtıl inançlarında ısrarlarının sebebini de beyan etmiştir.
Çünkü onlar dünyada bir saadet ve ikrama nail olmuşlardır. Dünyalık elde etmek
ise, aldanmaya, azmaya, kibirlenmeye ve hakka boyun eğmemeye sebep olur. İşte
bundan dolayı Cenâb-ı Allah, "Gerçekten biz insana, katımızdan bir nimet
tattırdığımız vakit o, bununla ferahlanır" buyurmuştur. Allah'ın dünyadaki
nimetleri ne kadar büyük olursa olsun, yine de, âhirette hazırlanan
mutlulukların yanında, denize nisbetle bir katre gibidirler. İşte bundan ötürü
Hak Teâlâ bu nimetleri, "tadma" ile ifade etmiş ve böylece
"insanoğlu,
dünyada bulunan,
aslında önemsiz olan bu nimetleri elde ettiğinde alabildiğine sevinip
gururlanır, ucbe ve kibre kapılır; bütün arzuları elde ettiğini, en yüce
mutluluklara ulaştığını sanır ki bu, âhiret saadetleri hususundaki inancı zayıf
olanların düşecekleri bir hal, takib ettikleri bir yol olup, bu yol, dünya
nimetlerini adetâ ahiret nimetlerine ulaştıran bir vasıta kabul eden,
mü'minlerin yoluna ters olan bir yol ve tutumdur.
[121]
Allah Teâlâ, daha
sonra, hastalık ve fakirlik gibi, hoşlanmadıkları ve üzüldükleri şeyler isabet
ettiğinde, onların hemen nankörlüğü ortaya koyacaklarını beyan buyurmuştur ki
bu, "insan gerçekten bir nankör olur" cümlesinin anlattığı husustur.
"Kefûr", nankörlükte zirvede olan demektir. Cenâb-ı Hak, insanın
tabiatının, tabiatı, Allah'ın gösterdiği terbiye metodlarıyla terbiye etmediği
müddetçe, bu nankörlüğü gerektireceğini anlatmak İçin, "O nankördür" dememiş
de, "insan nankördür" demiştir.
Allah, insana,
rahmetini tattıracağını ve onun başına rahmetinin zıddını da getirebileceğini
beyân edince, bunun peşisıra, "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır"
buyurmuştur. Bu ifadenin anlatmak istediği şey, insanın, elde ettiği mal ve makam
ile aJdanmaması ve herşeyin, Allah'ın mülkü ve milki olduğunu, elde ettiği bu
kadarcık malın, Allah'ın kudret elinde olduğunu; çünkü bunu ona Allah'ın
verdiğini bilmesini sağlamaktır. İşte böyle bir inanç, insanı daha fazla İbadet
ve itaata sevkeder. Ama insan, bu nimetlerin, kendi aklı, gayreti ve çalışması
sayesinde olduğuna inandığında, kendi kendini beğenir ve Allah'a itaatten yüz
çevirir.
Daha sonra Allah
Teâlâ, Kendisinin bu alemdeki çeşitli tasarruflarından da bahsetmiştir. Çünkü
O, kimine kız; kimine erkek; kimine kız-erkek karışık çocuklar verir, kimini de
hepsinden mahrum eder ki işte bu mahrum edişi, "Dilediğini de kısır
bırakır" cümlesiyle anlatmıştır. Bil ki tabiatcılar, çocuğun doğmasının
babanın nutfesinin ve ana rahminin, bu ise elverişli olmasına bağlı olduğunu;
çocukların erkek olmasının sebebinin hararetin; kız olmasının sebebinin de
soğukluğun hâkim olması olduğunu söylemişlerdir. Biz bu hususu, tam ve uzun bir
şekilde, Nahl Sûresi'nde ele aldık ve tabiatcıların bu görüşünü yakînî delillerle
çürüttük. Böylece, bütün bunların, tabiattan, yıldızlardan ve feleklerden
değil, ancak Allah'dan olduğu ortaya çıkar.
Bu ayetle ilgili söyle
birkaç soru söz konusudur.
[122]
Birinci Soru: Allah
Teâlâ bu ayette, kızı, erkekten Önce zikrederek, "Dilediğine kızlar,
dilediğine erkek (çocuklar) verir" buyurmuştur. Bundan sonraki ifadede
ise, erkeği kızdan önce zikrederek, "Yahut erkekler ve kızlar olarak, çift
(cinsten) de verir" buyurmuştur. Bu önce ve sonra zikretmenin sebebi
nedir?
İkinci Soru: Allah
Teâlâ, "kız" (dişi) kelimesini nekire "Inâsen";
"erkek" kelimesini de mahfe olarak getirerek, "ez-Zükûr"
buyurmuştur. Bu farkın sebebi nedir?
Üçüncü Soru: Cenâb-ı
Hak, sırf kızları verişinden ve sırf erkek (çocuklar) verişini belirtirken niçin
hibe (lütfetme) lafzını kullanmış; ikisini birlikte verişinden bahsederken, bu
lafzı kullanmayarak, "Yahut erkekler ve kızlar olarak, çift (cinsten de)
verir" buyurmuştur?
Dördüncü Soru: Çocuğun
meydana gelişi, Allah'tan bir hibe olduğuna göre, meydana gelmemesi hususunda
hibe etmeyişi yeter sebebtir. Binâenaleyh çocuğun meydana gelmeyişini anlatmak
için, Cenâb-ı Hakk'ın, "Dilediğini de kısır bırakır" demesine ne
tuzum vardı?
Beşinci Soru: Ayetin
ifade ettiği bu hükümlerle, belli kimseler mi kastedilmiştir, yoksa mutlak
olarak herkes mi kastedilmiştir?
[123]
Birinci soruya, birkaç
şekilde cevap verebiliriz:
1) Kerîm
olan zat, neticenin hayır, rahat, sürür ve neş'e üzere son bulması için gayret
eder. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, önce kız çocuğu verip, sonra da o kimseye erkek
çocuk verince, sanki o kimseyi gamdan sürura geçirmiş olur ki bu, son derece
keremli bir istir. Ama önce erkek çocuk, sonra kız çocuk verince, sanki o
kimseyi, sürûrdan kedere geçirmiş olur. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, kız çocuğu
vermeyi önce zikretmiş, ikinci olarak da erkek çocuğun hibe edilişinden
bahsetmiştir. İşte böylece Allah, o kimseyi kederden sevince geçirmiş olur.
İşte kereme uygun düşen de budur.
2) Cenâb-ı
Hak, önce kız çocuğu verdiğinde, insan Allah'a itiraz edilemeyeceğini anlar,
böylece de buna razı olur. Daha sonra bu kimseye erkek çocuk verdiğinde, o, bu
yeni çocuğun Allah'ın kendisine bir lütfü ve İhsanı olduğunu anlar. Böylece
daha fazla şükür ve itaatta bulunur, bunun sırf Allah'ın lütfü ve keremi ile
olduğunu anlar.
3) Bir vâlz
şöyle demişti: "Kız çocuğu zayıftır, noksandır, âcizdir. Binâenaleyh her
ne zaman ihtiyaç ve acziyet fazta olursa, Allah'ın ona inayat ve dikkati de o
nisbette çok olduğu hususuna dikkat çekmek için, Cenâb-ı Hak burada önce kız
çocuğunu zikretmiştir."
4) Bununla
sanki "Ey zayıf ve âciz kız, baban ve annen, dünyaya gelmenden
hoşlanmadılar. Her ne kadar onlar senin varlığından rahatsız oldularsa da, sen,
ihsan eden ve lutfedenin Allah olduğunu bilesin diye, önce seni zikrettim"
denilmek istenmiştir. Binâenaleyh bu kız, durumun böyle olduğunu anlayınca,
taat ve ibadetini artırır, tenkid ve kınamayı gerektiren şeylerden daha çok
uzak durur. Kızın, erkekten Önce zikredilmesinin sebebleri işte bunlardır.
Ayetteki ikinci
cümlede ise Allah, erkekleri önce zikretmiştir. Çünkü erkekler, kadınlardan
daha kâmil ve efdaldirler. Kâmil ve efdal olanlar ise, daha ez değerli olandan
önce zikredilirler. Velhasıl çocuğun kız veya erkek oluşuna bakıldığında, bu
durum, erkeğin kızdan önce zikredilmesini gerektirir. Ama yukarıda
bahsettiğimiz gibi, haricî ve sonradan olma bazı sebepler nazar-ı dikkate
alındığında bu durum,
kızın erkekten önce
zikredilmesini gerektirir. Dolayısıyla her iki hususta da, Önce zikredilmesi,
sonra zikredilmeyi gerektiren sebepler bulunduğu için, Cenâb-ı Hak bir
defasında şunu, diğer defasında ötekini önce zikretmiştir. Allah en İyi
bilendir.
[124]
İkinci soruya, yani
Cenâb-ı Hakk'ın niçin kızları nekire, erkekleri marife olarak zikrettiği
sorusunun cevabı da şöyledir: Bundan murad, erkeğin kadından daha efdal
olduğuna dikkat çekmektir.
[125]
Üçüncü soruya, yani
Cenâb-ı Hakk'ın her iki cinsten evfacT verrşrhT; 'TaâaC erkekler ve kızlar
olarak, çift (cinsden) de verir" diye ifade edişi hususuna da şöyle cevap
verilir: Biri diğeriyle birlikte zikredilen her iki şey çifttirler ve bunlardan
herbirine
"çift"
denir, ifadesindeki zamiri, birinci
ifadede geçen, kızlara ve erkeklere râcîdir. Buna göre mana, "Allah, kız
ve erkeği birlikte verir ve böylece onlan çift kılar" şeklinde olur.
[126]
Dördüncü sorunun
cevabı da şöyledir: Akîm, çocuğu olmayan demektir. Nitekim Arapça'da,
"Doğurmayan (çocuğu olmayan) akîm erkek ve doğurmayan akîm kadın"
denilir. " 'Ukm" kelimesi, kesmek-sona erdirmek demektir. "Mülk
(krallık) akîmdir" darb-ı meseli de bu kabildendir; zira saltanatta bazan
öldürme veya hukuku çiğneme gibi durumlarla akrabalık bağlan kesilir.
[127]
Besinci sorunun
cevabına gelince, İbn Abbas, "Cenâb-ı Hak, "dilediğine kız çocuklar
lütfeder" cümlesiyle, LÛt ve Şuayb (a.s)'ı kastetmiştir. Çünkü bunların
sadece kız çocukları vardı. "Dilediğine erkek çocuklar lütfeder"
cümlesiyle, Hz. İbrahim (a.s)'i kastetmiştir. Çünkü bunun sadece erkek
çocukları vardı. "Yahut erkekler ve kızlar olarak, çift (cinsten de)
verir" cümlesi ile, Hz. Muhammed (s.a.s)'i kastetmiştir. Çünkü O'nun
(a.s), Kasım, Tâhir, Abdullah ve İbrahim adlarında dört oğlu, Zeyneb, Rukiyye,
Ümmü Gülsüm ve Fatıma adlarında da dört kızı vardı. "Dilediğini de kısır
bırakır" ifadesiyle de Hz. İsâ ve Hz. Yahya (a.s)'y kastetmiştir"
demiştir. Fakat müfesalrterin çoğu bu hükümlerin, bütün insanlar hakkında genel
olduğunu, çünkü bu ayetlerin maksadının, Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin eşyanın
yaratılışında, istediği ve dilediği gibi nüfuz ettiğini anlatmak olduğu,
dolayısıyla da ayetleri tahsis etmenin (sınırlandırmanın) bir manası olmadığını
söylemişlerdir. Allah en iyi bilendir.
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, bu ayeti, "Şüphesiz O, hakkıyla bilendir ve herşeye kadirdir"
buyurarak sona erdirmiştir. İbn Abbas (r.a) buna, "O, yarattıklarım
hakkıyla bilen, yaratmak istediğine de bihakkın kadir olandır" manasını
vermiştir. Allah en iyi bilendir.
[128]
"Bir vahy ile
veya bir perde arkasından, yahut bir elçi gönderip de, izni ile
dilediğini vahyetmesi dışında, Allah'ın hiçbir insana
konuşması söz konusu
değildir. Şüphesiz O,
çok yücedir ve hakimdir. İşte biz, sana da böylece
emrimizden bir rûh vahyettik. Önce sen, kitab nedir,
iman nedir bilmezdin.
Fakat biz o (kitabı)
bir nûr yaptık ve bununla, kullarımızdan dilediğimize
hidayet ederiz. Şüphesiz ki sen, mutlaka doğru bir
yolun rehberliğini
yapıyorsun. Göklerde
ne var, yerde ne varsa, hepsi kendisinin olan Allah
yolunu gösteriyorsun. Gözünüzü açın (bütün) işler
ancak Allah'a dönüp
dayanır"
(Şûra. 51-53).
Bil ki Allah Teâlâ
kudretinin, ilminin ve hikmetinin mükemmelliğini bildirince, bunun peşinden
peygamberlere nasıl konuşup vahyettiğini anlatmıştır. Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[129]
Bu ayetin manası
şöyledir: "Allah, insanlar ile ancak şu üç şekilde konuşur:
a) Vahy
yoluyla, ki bu vahyden maksad, kalbe atılan ilham, yahut da rüyadır. Nitekim
Cenâb-ı Hak, Hz. Musa (a.s)'nın annesine ve oğlunu kesmesi için Hz. İbrahim
(a.s)'e bu şekilde vahiyde bulunmuştur." Mücahidin şöyle dediği rivayet
edilmiştir: "Allah Teâlâ Zebur'u, Dâvud (a.s)'a, kalbine vahyederek
indirmiştir."
b) Allah,
kelâmını herhangibir elçiyi vasıta kılmaksızın, peygambere doğrudan doğruya
duyurur ki bu da vahiydir. Bunun delili, Hak Teâlâ'nın Hz. Musa (a.s)'ya
vasıtasız olarak duyurduğu kelamına "vahiy" demiş olmasıdır. Çünkü
Allah Teâlâ, "Vahyolunana kulak ver, dinle" (tahi, 13) buyurmuştur.
c) Allah'ın,
peygambere, melek bir elçi gönderir ve bu melek, Allah'ın vahyini, insan olan
peygambere tebliğ eder, ulaştırır. Bu hususu hasr yoluyla ifade edersek
şöyle
denilebilir: "Allah'dan olan vahyin insana ulaşması, ya bir tebliğ edici
vasıta kılınmaksızın, yahut böyle bir tebliğ edici, vasıta kılınarak olur.
Birincisi, yani
Allah'ın vahyinin bir aracı vasıta kılınmaksızın peygambere ulaşması hakkında
şu denebilir: O duymayışına gelince, bu, vahy ile" ifadesinden;
ikincisine, yani ilahî vahyin peygambere bir şahıs (melek) vasıta kılınmaksızın
ulaşıp, ama peygamberin Allah'ın kelâmının bizzat kendisini duymasına gelince,
bu da, "bir perde arkasından..." İfadesinden; üçüncüsüne, yani
peygambere ilahî vahyin bir aracı vasıtasıyla ulaşmasına gelince, bu da,
"Yahut bir elçi gönderip de, izni ile dilediğini vahyetmesi..." ifadesinden
anlaşılmaktadır.
Bil ki bu üç kısımdan
her biri vahiydir. Fakat Cenâb-ı Hak, birincisine "vahiy" ismini
vermiştir. Çünkü kalbte ilham yoluyla meydana gelen şey, bir anda meydana
gelir. Dolayısıyla vahiy lafzını bunun için kullanmak daha evlâdır. İşte bu
kısımları biribirinden ayırıp ortaya koyma hususundaki sözümüz bundan
ibarettir.
[130]
Allah Teâlâ'ntn bir
mekânda bulunduğunu söyleyenler, bu İKİNCİ MESELE ayetteki, "Birperde
arkasından..."ifadesini delil getirmiş- lerdir. Çünkü ayetin takdirî
manası, "Allah, insan ile,
ancak şu üç şekilde
konuşur:
a) Bir perde
arkasında olarak... şeklindedir. Bu söz, Allah Teâlâ'nın, ancak belli bir yer
ve yönde bulunması halinde doğru olur. Buna şu şekilde cevap verilir: Ayetin
zahiri, her ne kadar siz (mücessimenin) ileri sürdüğü manayı akla getirse bile,
aklî ve naktî deliller, Allah Teâlâ'nın bir yer ve yönde bulunmasının
imkânsızlığına delâlet etmektedir. Binâenaleyh ayetin bu ifadesini, buna göre
te'vil etmek gerekir. Bu şu manadadır: Bir kimse, konuşanı görmediği halde,
sözünü duyup dinlediğinde, bu durum o kimsenin sanki bir perde arkasından
konuşmasına benzer. İşte bu mecazî mananın söz konusus olmasının sebebi, böyle
bir benzerliktir.
[131]
Mu'tezile şöyle
der: "Bu ayet,
Allah Teâlâ'nın
görü lem iveceği ne delâlet eder. Çünkü Allah Teâlâ,
vahyinin
işte bu üç şekilde olduğunu bildirmiştir.
Binâenaleyh eğer
Allah,
görülebilseydi, kulu O'nu gördüğü halde, Allah'ın
kullarıyla konuşması mümkün
olurdu. Böylece de
bu, üç çeşide
ilave,
dördüncü bir (vahiy) çeşidi olmuş olurdu.
Halbuki Allah Teâlâ, böyle bir dördüncü
kısmın,
"Ben, insanlar ile ancak şu üç şekilde konuşurum..." demek suretiyle,
bulunmadığını bildirmiştir."
Buna şu şekilde cevap
verilir: Biz (ehl-i sünnet), ayetin lafzına bir kayıt koyuyoruz. Bu durumda
ayetin manası, "Allah dünyada insanlarla ancak şu üç tarzda konuşur"
şeklinde olur. Buna göre de, sizin ileri sürdüğünüz şeye mahal kalmaz. Böyle
bir kayıt koyma, her ne kadar ayetin ifade ettiği mananın aksine ise de, bu
ayetler ile Cenâb-ı Hakk'ın Kıyamet günü görülebileceğini ifade eden ayetlerin
arasını te'lif edip, uyuşturmak için, gereklidir. Allah en iyi bilendir.
[132]
Ümmet-i Muhammed,
Allah Teâlâ'nın kelâm (konuşma)
sıfatı
bulunduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Eş'ârî ve
taraftarlarının
dışındakiler, Allah'ın kelâmının, işte bu
duyulan
harfler ve birleştirilmiş sesler olduğu hususunda müttefiktirler. Ama İmam-ı
Eş'ârî ve taraftarları, Allah'ın kelâmının, işte bu (bildiğimiz) harfler ve
sesler ile ifade edilen, kadîm bir sıfat olduğunu söylemişlerdir.Birinciler,
yani Allah'ın kelâmının bu harfler, kelimeler ve seslerden ibaret olduğunu
söyleyenler de, kendi içlerinde iki grupturlar:
a) Bu
harflerin ve seslerin de kadîm olduğunu söyleyen Hanbelî'ler, ki bunları
akıllılardan saymaya değmez. Bir gün onlardan birine tesadüf ettim ve şöyle
dedim: "Allah Teâlâ'nın bu harfleri, ya tek bir defada, yahut da ard arda
konuşmuş olduğunu farzedelim. Birinci ihtimal söz konusu olamaz. Çünkü bütün
bunları tek bir defada konuşmak, terkib edilmiş-dizilmiş olan nazmı ifade
etmez. Binâenaleyh işte ard arda olan harf ve seslerden mürekkeb (meydana
gelmiş) bu nazmın, Allah'ın kelâmı olmaması gerekir. İkinci ihtimal de
bâtıldır. Çünkü Cenâb-ı Hak eğer bu harfleri ard arda konuşmuş olsaydı, bunlar
muhdes (mahluk) olmuş olurlardı." O (Hanbelı) bu sözü duyunca, "Bize
düşen, inanıp geçmektir, yani Kur'ân'ın kadîm olduğunu kabul edip, duyduğumuza
uygun olarak inanıp, bu söz üzerinde durmamaktır" dedi. Böylece bunu
söyleyen kimsenin, kalbinin teslimiyetine hayran kaldım.
Bu işin ehli olan
kimselere gelince, onlar, bu harflerin ve seslerin, mevcut değilken, yok iken
meydana geldikleri hususunda mutabıktırlar. Onların, "Bu harfler mahluk
mudur, yoksa böyle denilmeytp de, tam aksine, bunlar hadistir mi, denilir.
Yahut, bunlar, başka bir ifâdeyle mi ifâde edilebilir?" şeklinde, bu
hususta farklı farklı ifadeler kullanmışlardır. Yine bunlar, "Bu harfler,
Cenâb-ı Hakk'ın zâtıyla kâim midir? Yoksa, Allah bu harfleri, başka bir cisimde
mi yaratmıştır?" şeklinde de ihtilaf etmişlerdir. Birincisi, Kerrâmiye
nin, ikincisi, Mu'tezlle'nin görüşüdür. Allah'ın kelâmının, bu lafız ve
ibarelerin kendisine delâlet ettiği kadîm bir sıfat olduğunu iddia eden
Eşârîler, Cenâb-ı Hakk'ın, "Birperde arkasından..." ifadesinden,
melek ile peygamberin, harflerden ve seslerden münezzeh olan o kelâmı, bir
perde arkasından duyduğu hususunda ittifak ederek şöyle demişlerdir:
"Cenâb-ı Hakk'ın zâtının bir cisim olmadığı ve bir mekânda bulunmadığı
halde, zâtının görülmesi imkânsız bir şey olmadığına göre, harf ve ses olmadığı
hatde, kelâmullahın duyulup işitilmesinde, hangi İmkânsızlık söz konusu
olabilir?
Ebû Mansûr el-Matûrîdî
es-Semarkandî de, Cenâb-ı Hakk'ın zâtıyla kaim olan bu sıfatın duyulmasının
imkânsız olduğunu; duyulan şeyin, Cenâb-ı Hakk'ın o ağaçta yarattığı harfler ve
sesler olduğunu iddia etmiştir ki, bu görüş, Mu'tezile'nin görüşüne yakın bir
görüştür. Allah en iyisini bilendir.
[133]
Kadı. bu ayetin,
şu bakımlardan kelâmullahın hadis
olduğuna delâlet ettiğini söylemektedir:
a) Ayetteki
fiili buna delâlet etmektedir. Çünkü,
ile
kullanılan muzarî fiil, istikbâl ifâde eder.
b)Cenâb-ı
Hak, kelâmını, "vahiy" olarak vasfetmiştir. Çünkü "vahiy"
sözü, bu işin, en hızlı bir biçimde meydana geldiğini ifade eder.
c)
"Yahut bir elçi gönderip de, izni ile dilediğini vahyetmesi..."
ifadesi, meleğin, beşer olan peygambere tebliğ ettiği bu kelâmın, tıpkı, o
peygamberin, doğrudan doğruya Allah'tan duyduğu kelâm gibi olmasını gerektirir.
Meleğin, beşer olan peygambere tebliğ ettiği şey ise, hâdis'tir. Binâenaleyh, o
peygamberin doğrudan doğruya Allah'tan duyduğu o kelâm, meleğin beşer olan
peygambere tebliğ ettiğine denk bir kelâm olup, meleğin, beşer olan peygambere
tebliğ ettiği kelâm hadis olup, hâdise denk olan da yine hadis olunca, o zaman,
"Peygamberin doğrudan doğruya Allah'tan dinlediği o kelâmın da, hadis
olduğunun söylenilmesi gerekir.
d) Ayetteki,
"Yahut bir elçi gönderip de (...) vahyetmesi" cümlesi, bu vahyin,
"irsâl-peygamber olarak gönderme"den sonra olmasını gerektirir.
Mevcudiyeti, bir başkasının mevcudiyetinden sonra olan ise, hadis olur.
Kadî'nin bu
görüşlerine şu şekilde cevap veririz: "Biz ehl-i sünnet, sizin öne
sürdüğünüz bu izahların tamamını, harfler ve sesler manasına alıyor, biz de,
bunların, yok iken meydana gelerek hadis olduklarını kabul ediyoruz. Aklın
bedaheti de, durumun böyle olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh, doğruluğu, aklın
bedaheti ve Kur'ân'ın zahiri ile bilinen bir neticeyi ispat etmeye ne gerek
var? Allah en iyisini bilendir.
[134]
(Doğrudan) Allah'tan
olan vahyin, bir başka şahsın vasıtasıyla olmadığı sabit olup, her vahyin bir
başka şahıs
vasıtasıyla meydana
gelmiş olması da imkânsızdır. Aksi halde, ya "teselsül" ya da,
"devr-i fasit" gerekir ki her ikisi de muhaldir. Binâenaleyh, bir
başka şahıs vasıta olmaksızın da, vahyin meydana gelebileceğini mutlaka kabul
etmek gerekir. Şimdi burada, söyleşi birkaç bahis ortaya çıkmaktadır:
[135]
Birinci Bahis: Bir
başka şahis vasıta olmaksızın, Allah'ın vahyini dinleyen bu peygamber,
dinlediği o kelâmın, "Kelâmullah" olduğunu nasıl ayırdedecektir? İmdi
eğer biz, "O, harf ve sesten münezzeh olan o kadîm sıfatı duymuştur"
dersek, o peygamber bu kelâmı dinlediğinde, onun Kelâmullah olduğunu zarurî
olarak bilmiş olması imkânsız olmaz. Yine, "O, bundan sonra bir başka
delile muhtaçtır.." da denilebilir. Ama biz, duyulanın harfler ve sesler
olduğunu söylersek, bu duyulanın Kelâmullah olduğuna delâlet eden bir delilin
bulunması durumu hariç, onun Kelâmullah olduğu hususunda kesin bir karar vermek
imkânsız olur.
[136]
İkinci Bahis: İlgili
peygamber bu vahyi melekten dinlediğinde, bu sözü tebliğ edenin, saptıran
şeytan değil de, mâsûm olan melek olduğunu nasıl bilir? Gerçek şudur ki, o
peygamber, bunu, kesin bir biçimde ancak, ona vahyi tebliğ edenin habîs şeytan
değil de, mâsûm bir melek olduğuna delâlet eden bir mucizeye binâen bilebilir.
Böyle olması durumunda ise, Allah'tan olan ilahî vahiy, ancak, mucize
zuhûrundaki şu üç mertebe İle tamamlanır:
Birinci Mertebe:
Melek, o Kelâmı Allah'dan aldığında, melekler için bu kelâmın,
"Kelâmullah" olduğuna delâlet eden bir mucizenin tahakkuk etmesi
gerekir.
İkinci Mertebe: Bu
melek peygambere vâsıl olduğunda, yine peygamber için, mutlaka bir mucizenin
bulunması gerekir.
Üçüncü Mertebe: İlgili
peygamber o vahyi, ümmetine ulaştırdığında, yine o peygamber için bir mucizenin
olması gerekir. Böylece, mükellefiyetin, insanlara, ancak mucizelerdeki bu üç
mertebeden sonra teveccüh ettiği sabit olmuş olur.
[137]
Üçüncü Bahis:
Meleklerden herhangi birisinin, bu vahyi, doğrudan doğruya Allah'tan aldığında
şüphe yoktur. O halde bu melek, Cebrail (a.s)'dir. Cebrail (a.s)'in bu vahyi,
bir başka melekten aldığı da söylenebilir. Velev ki, arada bir vasıta butunsun,
bütün bunlar ihtimal dahilindedir. Bunlardan herhangi birisinin kesin olduğuna
delâlet eden herhangi bir şey yoktur.
[138]
Dördüncü Bahis: Beşer
arasında, herhangi bir vâsıta olmaksızın, doğrudan doğruya Allah'tan vahiy alan
var mıdır? Meşhur olan Musa (a.s)'nın, Kelâmullah'ı, arada herhangi bir vasıta
olmaksızın dinlemiş ve duymuş olmasıdır. Bunun delili, "Vahyoiunana kulak ver./'rrahâ,
13) ayetidir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Derken, kuluna, vahyettiğini
vahyetti..."(Necm, 10) ayetine dayanılarak, Hz. Muhammed (s.a.s)'in de.
doğrudan doğruya vahiy aldığı ileri sürülmüştür.
Beşinci Bahis:
Melekler, kendilerini, farklı farklı şekillere sokup öyle gösterebiliyorlar.
Peygamberin, her seferinde, o meleği gördüğünün kabul edilmesi halinde, bu
defada gördüğünün, ilk defada gördüğünün aynısı olduğunu bilebilmesi için, bir
mucizeye ihtiyaç duyulur. Eğer, peygamber onun şahsını görmezse, seste bir
benzerliğin meydana gelmiş olması ihtimalinden dolayı, bu durumda, mu'cizeye
duyulan ihtiyaç, daha fazla olur. Ancak ne var ki, her defasında mu'cizenin
izhâr edilmesine duyulan ihtiyaç konusunda bir problem olduğunu da hiç kimse
söylememiştir.
[139]
Kur'ân'da, Allah
ile İblis arasında geçtiği zikredilen
münazara, Allah Teâlâ'nın, herhangi bir vasıta
olmaksızın
İblis ile konuştuğuna
delâlet etmektedir. O halde bu durum,
Allah'dan
İblise bir vahiy olarak isimlendirilebilir mi,
isimlendirilemez mi? Görünen odur ki, buna vahiy denilemeyeceğidir. Bu
konuda
mutlaka, derin ve mükemmel bir araştırma
yapmak kaçınılmazdır.
[140]
Nail, lâm hafinin
reî'i ile, yursilu ve takdirinde olmak üzere, mahallen merfû olarak yâ'nın
sükûnu ile, fe yûhî
şeklinde okurken, diğer kıraat imamları, masdar te'vîlinde (manasında) olmak
üzere, nasb ile fe yûhiye şeklinde okumuşlardır. Buna göre sanki, "Allah
Teâlâ beşer ile ancak, vahiy veya kelâmını bir perde
arkasından duyurmak yahut da elçi gönderme ile.,,
konuşur" denilmek istenmiştir. Ancak ne var ki, bu konuda bir problem söz
konusudur. Çünkü, kelimeleri isim, yursıle ise fiildir. Halbuki, fiilin isme
atfı ise, hoş değildir... Buna şu şekilde cevap verilir: Kelâmın takdiri, "Cenâb-ı
Hak, beşer ile ancak, ona vahyetmek, yahut, perde arkasından ona vahyi duyurmak
(.. .&*$), yahut da elçi göndermek
suretiyle konuşur" şeklindedir.
[141]
Ehl-i hakka (ehl-i
sünnete) göre, doğru olan şudur: "Melek, ilgili vahyi ilgili peygambere
tebliğ ettiğinde, şeytan, bu vahiy arasına bâtıl şeyler sokmaya muktedir
olamaz."
Bazıları, "Biz,
senden evvel hiçbir resul, hiçbir nebî
göndermedik ki, o, arzu ettiği zaman şeytan onun
dileği hakkında ille (bir fitne ortaya) atmış olmasın"{Hacc.sz) ayetine
dayanarak, bunun olabileceğini ileri sürmüş ve "Şeytan, Necm Sûresi'nin
ayetleri arasına, "Bunlar (putlar) yüce kuğulardır. Onlardan şefaat
beklenir" ibaresini soktuğunu söylemişlerdir. Dostumuz Melik Sam İbn Muhammed,
-ki, saltanat erbabından kendileriyle karşılaştıklarımın en efdalidir-şöyle
derdi: "Çok güçlü delillerin mevcudiyetinden sonra, böylesi bir söz, şu
iki bakımdan batıldır:
a)
Hz. Peygamber (s.a.s) "Kim rüyasında beni görürse, o gerçekte
beni görmüştür. Çünkü şeytan, benim suretime giremez... "[142]
buyurmuştur. Binâenaleyh şeytan, rüyada, peygamberin kılığına girmeye muktedir
olamadığına göre, daha nasıl, Allah'ın vahyini tebliğle meşgul olduğu bir
sırada Cebraîl (a.s)'e benzemeye muktedir olabilecektir?
b)
Hz.
Peygamber (s.a.s), "Ömer bir yola girmeye dursun; şeytan,
mutlaka yolunu değiştirir, başka bir yola girerdi"[143]
buyurmuştur. Binâenaleyh şeytan, aynı yolda Hz. Ömer (r.a)'le birlikte
bulunmaya muktedir olmadığına göre, daha nasıl, Allah'ın vahyini tebliğ ettiği
bir yerde, Cebrail (a.s) ile bulunabilir, buna güç yetirebilir?!"
[144]
Ayetteki "Bu
melek, Allah'ın izni ile, Allah'ın dilediklerini vahyeder" demektir, ki bu
ifade,
güzelin kendi zatında
(lizatihi) güzel; çirkinin ise kendi zatında çirkin olmayıp tam aksine,
herhangi bir tahsis yapmaksızın, Allah'ın, dilediği şeyleri emretme; yine
herhangi bir tahsis söz konusu olmaksızın istediği şeylerden de nehyetme
yetkisine sahip olmasını iktizâ eder. Çünkü, eğer durum böyle olmasaydı, o
zaman, Cenâb-ı Hakk'ın "dilediğinizi" ifadesi yerinde ve doğru
olmazdı. Allah en iyisini bilendir.
Daha sonra Cenâb-i
Hak, ayetin sonunda, buyurmuştur ki bu, "O, mahlûkatın sıfatlarından
münezzeh; fiillerini, hikmetinin gereğine göre icra eden böylece de, bazan
arada bir vasıta olmaksızın ilham yoluyla; bazan sözünü duyurmak suretiyle;
bazan da, kerîm meleğini vasıta kılmak suretiyle konuşan bir hakimdir"
demektir.
[145]
Cenâb-ı Hak,
peygamberlerine olan vahyinin kısım ve keyfiyetlerini beyan edince, "îşte biz, sana da böylece emrimizden
birrûh vahyettik.." buyurmuştur ki, buradaki "rûh" kelimesiyle,
Kur'ân kastedilmiştir. Kur'ân'a "rûh" vasfı, o, cehalet veya küfür
Ölümlerine karşı hayatı sağladığı için verilmiştir.
[146]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Önce sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin" buyurmuştur.
Ulemâ, "Peygamberler, kendilerine vahiy gelmezden önce küfür üzere
idiler" demlemeyeceği hususunda icmâ etmelerinin yanısıra, bu ayetin ne
demek istediği hususunda ihtilaf etmiş ve buna cevap olmak üzere, şu izahları
yapmışlardır:
a)
"Kitap, yani Kur'ân nedir? İman, yani namaz nedir bilmezdin"
demektir. Bu görüşe göre, buradaki "İman" kelimesi, "Allah
imanınızı, yani namazlarınızı zayi
edici değildir"
(Bakara, 143} ayetinden dolayı namaz manasına alınmıştır.
b) Burada
bir muzaf hazfedilmiş olup, kelamın takdiri, "sen, kitap nedir, iman ehli
kimlerdir; yani, iman edecekler ve etmeyecekler kimlerdir, bilmezdin"
şeklindedir.
c) Sen,
beşikte bir çocuk iken, "kitap nedir, iman nedir bilmezdin."
d) İman,
Allah Teîâ'nın, kendisiyle mükellef tuttuğu bütün şeyleri İkrar etmekten
ibarettir. Halbuki Hz. Muhammed (s.a.s), peygamberliğinden önce, Allah'ın
mükellef tuttuğu şeylerin tamamını bilmiyor, tam aksine o, (sadece) Allah'ı
tanıyıp biliyordu. Bu, bizim bahsettiğimiz şeye aykırı değildir.
e) Allah'ın sıfatları ikiye ayrılır:
1) Sırf aklî
delillerle bilinebilenler;
2)
Sadece,
nakil delillerle bilinebilenler..
Binâenaleyh, bu ikinci
kısmın, peygamberlikten önce bilinmesi mümkün değildir.
[147]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Fakat biz, o (kitabı) bir nûr yaptık ve bununla, kullarımızdan
dilediğimize hidâyet ederiz..." buyurmuştur. Alimler, ayetteki "onu
... yaptık" kelimesindeki "onu" zamirinin neye râcî olduğu
hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, kimileri bunun, ayetteki
"iman" lafzına değil de, "kltab"a, yani "Kur'ân'a râcî
olduğunu; zira, sayesinde ahkâmın bilindiği şeyin Kur'ân olduğunu; dolayısıyla
da, hiç şüphesiz
böylece, sayesinde
hidâyete eriten, yol bulunan nûr'a benzeti İd iğin i söylerlerken, kimileri de,
bu zamirin, hem "kitap" hem "İman" lafzına ikisine birden
raci olduğunu söylemişlerdir. Bu güzeldir, zira bunların ikisi de aynı şey
demek olup, tek zamirin, aynı anda iki şeye raci olması, tıpkı, "Onlar bir
ticaret, yahut bir oyun, bir eğlence gördükleri zaman dağılıp oraya
yöneldiler" (Cum'a. 11) -(ki burada, buyurulmamış da, buyuru İm ustur)-
ayetinde olduğu gibidir.
[148]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "ve bununla, kullarımızdan dilediğimize hidayet ederiz..."
buyurmuştur. Bu, Allah Teâlâ'nın, Kur'ân'ın bizzat kendisini, hidâyetin ta
kendisi kıldıktan sonra -nitekim bir ayette, "O, müttakiier için hidâyet
rehberidir" (Bakara, 2) buyurmuştur- O'nun, bu Kur'ân sayesinde bazılarını
hidayete erdirip bazılarını erdirmediğine delâlet eder. Bu ayette ele alınan
hidâyet, ancak davetten ve ilgili delillerin izahından ibarettir. Çünkü Allah
Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'i vasfederken, "Şüphesiz sen, sırat-ı
müstaktm'e hidayet edersin.." (şûra. 52) buyurmuştur. Ki bu, herkes ve
herşeye nisbetle, umumîliği ifade eder. Halbuki, "Bununla, kullarımızdan
dilediğimize hiyadet ederiz" cümlesi ise, hususîliği ifade eder. Böylece
"davet" manasında olan hidâyetin, umumîliği; "ve bununla, kullarımızdan
dilediğimize hidayet ederiz.." cümlesindeki hidâyetin ise, hususîliği
ifade ettiği sabit olur. Hususî olan hidayet ise, umumî olan hidayetten
başkadır. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, "Bununla, kullarımızdan
dilediğimize hidayet ederiz.." cümlesinden kastedilen şeyin, delillerin
ortaya konulması ve özürlerin izâle edilmesi (manasına gelen) hidayetten başka
bir şey anlamına gelmesi gerekir. Bu hidayetin, cennet yoluna iletme manasında
olması da mümkündür. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Fakat biz onu bir nûr yaptık ve
bununla, kullarımızdan dilediğimize hidayet ederiz..." buyurmuştur ki bu,
"Biz, Kur'ân'ı, sayesinde dilediğimiz kimseleri hidayete erdirdiğimiz bir
nûr yaptık" demek olup, bu ancak, dünyada tahakkuk eden hidayete uygun
düşer. Hem size (Mu'tezile'ye) göre, bazıları hakkında cennete hidayet etmek
vacib, diğer bazıları hakkında ise yasaktır. Her iki duruma göre de artık,
ayetteki "kullarımızdan dilediğimize" ifadesinin bir mana ve anlamı
kalmaz. Böylece bu ayetle, Cenâb-t Hakk'ın, dilediği kimseleri hidâyete erdirdiği
ve dilediği kimseleri de saptırdığı, bu hususta kendisine İtiraz
edilemeyeceğinin kastedildiği sabit olmuş olur.
[149]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
Hz. Muhammed (s.a.s)'e, "Şüphesiz ki sen, mutlaka doğru bir yolun
rehberliğini yapıyorsun" buyurmuş, böylece Allah Teâlâ, Kur'ân'tn hidayete
erdirmesi gibi, Hz. Peygamber (s.a.s)'ın de hidayete erdireceğini; Peygamberin
dosdoğru vola sevkedeceğini ve bu dosdoğru yolun da "Göklerde ne var,
yerde ne varsa, hepsi kendisinin olan Allah'ın yolu..." olduğunu beyan
etmiş ve böylece
de, kendisine ibadet
edilebilecek olan zâtn, göklerin ve yerin mâliki olan zât olduğuna dikkat
çekmiştir ki, bundan maksadı da, Allah'tan başkasına ibadet edenlerin görüşünü
iptal etmektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Gözünüzü açın, (bütün) işler ancak Allah 'a dönüp dayanır..."
buyurmuştur ki, bu, bir tehdit ve caydırıcılık özelliği taşımaktadır. Böylece
Cenâb-ı Hak, bu mükellefiyetleri kabul etmeyenlerin işlerinin, Allah'a, yani
kendisinden başka bir hâkimin olmadığı o yüce makama varıp dayanacağı, böylece
de o hâkimin bütün insanlığı, hak ettikleri mükâfaat ya da ceza ile,
mükâfdallandıracağını ya da cezalandıracağını açıklamıştır.
Müellif (r.h) şöyle
der: "Bu sûrenin tefsiri, Hicrî 603 senesinin Zilhicce ayının sekizinci
cuma gününün sonunda tamamlanmıştır. Ey işleri idare eden! Ey, zamanları evirip
çeviren! Ey, hertürlü hayrı, sürürü ve neş'eyi veren! Ve, ey, belâları, serleri
savuşturan, def eden! Ey, Erhamerrahimîn! Fazlın ve rahmetinle, bizi kabirlerin
karanlıklarında, nurlu mekânlara ulaştır!.."
(Amin).
[150]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/413
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/413-414
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/414
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/414-416
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/416
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/416
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/417
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/417-418
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/418
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/418-419
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/419-421
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/421-422
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/422
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/422
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/423
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/423-424
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/424
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/424
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/424
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/424
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/424-425
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/426
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/426
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/426-427
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/427-428
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/428-429
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/429-430
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/430-431
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/431
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/431-432
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/432
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/433-434
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/434-435
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/435
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/436
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/436
[37] Buhari, tevhid, 50; Müslim, zikr, 2-3 (4/2061).
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/436-437
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/437-438
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/438
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/438-439
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/439
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/439-440
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/440-441
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/441-442
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/442-444
[47] Benzeri hadis Tirmizi, kıyame 30 (4/632).
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/444
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/444
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/444-445
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/445
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/445
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/446
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/446
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/447
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/447
[57] Buhari, Salât, 88.
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/447-449
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/449
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/449
[61] Buhari, fezailü's-Sahâbe, 12.
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/449-450
[63] Keştu'l-Hafa, 1/132.
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/51-452
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/452
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/452-453
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/453
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/454
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/454
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/455
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 19/455
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/455
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/455-456
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/456-457
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/457
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/457
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/457-458
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/458
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/458-459
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/459
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/459
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/459
[83] Benzeri hadis; Buharı, Marda ve Tıb, 3.
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/460
[85] Müsned, 6/261 (Benzeri Hadis).
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/460
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/461
[88] Aynı manada başka hadis için bkz. Tirmizi, İman 11
(5/16).
Fahruddin Er-Râzi,
Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 19/461-462
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/462-463
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/463
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/463
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/463-464
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/464
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/464-465
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/465
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/465
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/466
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/466
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/466
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/466-467
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/467
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/467-468
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/468-469
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/469
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/469-470
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/470
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/470-471
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/471
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/471
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/471
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/471-472
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/472-473
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/473
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/473-474
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/474-475
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/475
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/475
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/476
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/476-477
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/477
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/477-478
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/478
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/478-479
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/479-480
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/480
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/480
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/480
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/480
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/481
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 19/481-482
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/482
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/482
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/483
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/483-484
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/484
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/484
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/484-485
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/485
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/485
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/485
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/485-486
[142] İbn Mace, rûyâ, 2 (2/1284).
[143] Buhari, fezâilüs-sahabe, 6.
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/486
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/486-487
[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/487
[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/487
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/487-488
[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/488
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/488-489