ŞURA SURESİ 3

Surenin İsmi: 3

Önceki Sureyle İlişkisi: 3

Surenin Muhtevası: 3

Vahyin İndirilişi, Allah'ın Azameti Ve Müşriklerin Durumlarını Gözetmesi: 4

Belagat: 4

Kelime ve İbareler: 4

Açıklaması: 4

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 5

İlâhi Vahyin Hedefleri: 6

Belagat: 6

Kelime ve ibareler: 6

Ayetler Arası İlişki: 7

Açıklaması: 7

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 8

Aslı İtibarıyla Dinlerin Birliği: 9

Kelime ve İbareler: 9

Ayetler Arası İlişki: 9

Açıklaması: 10

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 11

Allah Yolunda Davetin Ve İttifak Edilen Esaslarüzerinde Dosdoğru Yürümenin Emredilmesi Ve Muarızların Delillerinin Çürütülmesi: 11

Belagat: 11

Kelime ve İbareler: 11

Nüzul Sebebi: 12

Ayetler Arası İlişki: 12

Açıklaması: 12

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 14

Mümîn Ve Zalimlere, Yaptıklarının Karşılığının Mutlaka Verileceği Ve Tevbenin Kabulü: 14

Belagat: 15

Kelime Ve İbareler: 15

Nüzul Sebebi: 15

Ayetler Arası İlişki: 15

Açıklaması: 16

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 18

Mahlûkatta Allah'ın Kudretini Gösteren Deliller: 20

Belagat: 20

Kelime Ve İbareler: 20

Nüzul Sebebi: 21

Ayetler Arası İlişki: 21

Açıklaması: 21

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 23

Cennet Ehli Olan Kâmil Müminlerin Vasıfları: 24

Belagat: 24

Kelime Ve İbareler: 24

Nüzul Sebebi: 25

Ayetler Arası İlişki: 25

Açıklaması: 25

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 27

Cehennem Karşısında Kâfirlerin Durumu: 30

Kelime Ve İbareler: 30

Ayetler Arası İlişki: 30

Açıklaması: 30

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 31

Göklerin Ve Yerin Hakimi Allah'ın Çağrısına Kulak Vermek: 31

Belagat: 32

Kelime ve İbareler: 32

Ayetler Arası İlişki: 32

Açıklaması: 32

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 33

Vahyin Çeşitleri: 34

Belagat: 34

Kelime ve İbareler: 34

Nüzul Sebebi: 34

Ayetler Arası İlişki: 35

Açıklaması: 35

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 36


 

 

ŞURA SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

Müminler bu surenin "Onların işleri aralarında danışma iledir." mealindeki 38. ayetiyle, işlerinde birbirleriyle istişare etmekle vasıflandı-rıldıkları için bu sureye "Şura" suresi adı verilmiştir. Şura İslama göre top­lum düzeninin esasıdır. Zira halkın menfaatine olanı gerçekleştirmede şu­ranın çok önemli bir yeri vardır. Zira istibdat daima korkunç akibetlere se­bep olur.

Şiir: "Topluluğun görüşüyle ülkeler sürekli bedbaht olmaz, ama tek bir insanın görüşü ülkeyi mutsuz kılar"[1]

 

Önceki Sureyle İlişkisi:

 

Bir önceki sureyle münasebeti aşağıdaki şekildedir:

1- Kur'an-ı Kerim'in nitelenmesi, Peygamber (s.a.)'in kalbine  vahyin nüzulü ve saatin (yani kıyamet gününün) olacağının ispatı.

2- Kâfirlerin akidelerinin münakaşası ve bu akidelerinden dolayı onla­rın tehdit edilmesi, Allah'ın varlığının birliğinin, hikmet ve kudretinin, mü­şahede edilen kevni delillerle ve yeryüzündeki mahlûkat ile ispat edilmesi.

3- Cennete ve nimetlerine götürecek istikamete (dürüstlüğe) müminle­ri teşvik etmek, kâfirleri cehenneme ve felâketlerine sevkedecek olan Al­lah'ın hidayetinden yüz çevirmekten sakındırmak.

4- Peygamber (s.a.)'i, kavminin eziyetlerine ve kınamalarına karşı te­selli etmek. [2]

 

Surenin Muhtevası:

 

Bu surenin konusu, diğer Mekkî sureler gibi akideye yöneliktir ki, bu inanç da şu esaslar üzerine oturur: Allah'ın birliğine ve peygamberin risa-letinin doğru olduğuna inanmak, öldükten sonra dirilmeyi ve cezayı tasdik etmektir. Bu surenin esas mihveri, vahiy olayından söz etmektir.

Bu sebeple sure, risaletini insanlara tebliğ için Allah'ın seçtiği tüm peygamberlere indirdiği vahiyden sözederek başlamıştır.

Göklerin neredeyse parçalanacağı Allah'ın celâl ve heybetini, melekle­rin onu teşbih ve temcidde kendilerinden geçtiklerini ve Allah'ın, müşriklerin yaptıklarını görüp gözetici olduğunu beyan ettikten sonra, sure, Kur'an-ı Kerim'in Arapça olduğunu ve Allah'a imanın da insanın -cüz'î ira­desiyle- kendisine bırakıldığını ortaya koymuştur.

Sonra müslüman milletler arasında ihtilâf sebeplerini ve tedavi yolu­nun Allah'ın kitabı Kur'an'ın hakemliğine baş vurmak olduğunu açıklamış­tır. Vahyedilen ilâhi kanunların inanç ve beşeri ıslah etme esaslarında, iba­detlerde ve beşerin faydasına olan şeylerde ittifak etmekle birlikte, cüz'î bazı meselelerde farklı oluşlarının zaruriliğini ortaya koymuş ve bunların bu ayrılığını haset, düşmanlık ve zulüm saymıştır. Çünkü dinler aslında aynıdır. Peygamberlerin risaletleri birbirlerini tamamlamaktadır. Arala­rında müşterek bir ölçü vardır, o da İslâm, yani Yüce Allah'a tamamıyla boyun eğmektir. Bu surenin 13. ayeti bunu açıklamaktadır.

Doğruluğu ve sıhhati apaçık ortaya çıktıktan sonra Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (s.a.) risaletini inkâr edenlerin delillerini çürütmüş ve müşriklerin hemen acilen istediği, müminlerin ise ürperdiği kıyametin yaklaşmasıyla onları tehdit etmiştir. İnkâr edenlerin delillerini çürütmeyi ve kıyamet günü beklenen şiddetli azabın korkunçluğunu zikretmekle bir­likte güzel işler yapan müminleri müjdelemek için cennet nimetlerini de vasfetmiştir.

Sure, dünyada herkes için bilinmesi zaruri iki prensipden söz etmiştir. Bunlar da, rızkın Allah'ın elinde oluşu, onu ihtiyaca göre indireceği, sadece dünya için çalışanın ahiret hayatından mahrum olacağı; ahiret için çalışa­na ise ahiretle birlikte dünyadan da nasibinin verileceğidir. Sonra Allah'ın varlığına, göklerin ve yerin ve ikisindeki varlıkların yaratılışı, bu varlık­larda Allah'ın tasarrufu ve kudreti, delil getirilmiştir. Bunun peşinden de ahiret için çalışanı, çirkinliklerden kaçınanı, güçlü iken affedeni, rableri-nin davetine icabet edip namaz kılanı, ilim sahipleriyle istişare edeni, za­lim düşmanlarla mücadele edenleri, affı ve bağışlamayı tercih edenleri, ce­zalandırmakta misliyle yetinenleri ve nihayet zor ve meşakkatli zamanlar­da sabredenleri yüceltmiştir. Bunun arkasından da 47. ayette cehennem korkularının beyanı, cehennem ehlinin hüsrana uğrayışlarını Allah'ın yar­dımından mahrum oluşlarını, azabı gördükleri zamanda zelil ve perişan olarak tekrar dünyaya dönme arzularını ifade etmiştir. Engellenmesi im­kânsız olan kıyamet hadisesiyle karşılaşmadan tüm insanları Allah'ın da­vetini kabul etmeye, hükmüne boyun eğmeye çağırmıştır. Allah'ın davetine icabet insanlara bırakılmıştır, mecburi değildir. Peygamberin de tebliğden başka bir görevi yoktur.

Nihayet sure sona ererken ilk olarak göklerin ve yerin Allah'ın mülkü olduğunu pekiştirmektedir. Allah'ın insanlara evlâtlar bahşetmesi veya on­ları evlâtsız bırakması iradesi gereğidir. İkinci olarak da vahyin kısımları­nı, semavi kitapların sonuncusu ve sıratı müstakime ileten Allah'ın nuru olan Kuranın azametini beyan etmektedir. Böylece de surenin sonu ile baş tarafı aynı konudan yani yüce kitap Kur'an-ı Kerim'den söz etmesi sebebiy­le bir uyum arzetmektedir. (52. ayet). [3]

 

Vahyin İndirilişi, Allah'ın Azameti Ve Müşriklerin Durumlarını Gözetmesi:

 

1, 2- Hâ, mîm, ayn, sîn, kâf.

3- Aziz ve hakim olan Allah, sana ve

senden öncekilere işte böyle vahye-

4- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi  Onundur. O yücedir, uludur.

5- Neredeyse yukarılarından gökler  çatlayacak! Melekler de Rablerini  namd üe teşbih ediyorlar ve yerde- kiler için mağfiret diliyorlar. İyi bilİn kİ' Allah ǰk bağışayan. ǰk  esirgeyendir.

6- Allah'tan başka dost edinenleri  Allah daima gözetlemektedir. Sen onlara vekil değilsin.

 

Belagat:

 

"iyi bilin ki Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." Bu cümlede tekid edici (inana^ pekiştirici) edatlar arka arkaya gelmiştir. Bunlar: "elâ, inne, ve zamiru'l-fasl"dır. "el-azizu'1-hakim, el-aliyyu'1-azim, el-gafurur-rahim": Bu kelimeler mübalağa ifade eden sigalardır. Herbirinin sonlarındaki "mîm" harfi dolayısıyla güzel bir seci vardır.

"...İşte böyle vahyeder." ifadesinde fiil kipi, Kur'an-ı Kerim'den nazil olacak sure ve ayetlere nispeten hakiki manada, daha önce inzal edilen ki­taplara ve Kur'an'dan inen sure ve ayetlere nisbeten de mecazi manada kullanılmıştır. Buradaki teşbihin müşebbehi, yani benzeyen unsur ise bu surenin kendisidir. [4]

 

Kelime ve İbareler:

 

Bu sure Hâ, mîm, ayn, sîn, kâf diye harflerin isimleriyle ve sinin kafa idgamiyle başlar. Bu sure harflerden müteşekkil iki ayetle diğer surelerden ayrılmıştır. Belki de bu iki ayet surenin iki ismidir. Daha önce de geçtiği gi­bi bu hurufu mukattaa (kesik harfler) Kur'an'm mucize oluşuna tenbih ve surenin ihtiva ettiği büyük meselelere dikkati çekmek içindir. "Aziz ve ha­kim olan Allah, sana ve senden öncekileri işte böyle vahyeder." Yani ey Ra-

sul! Allah senden önceki peygamberlere vahyettiği gibi aynen benzerini sa­na da vahyedecektir.

"el-Aziz" Mülkünde galip, güçlü olan Allah demektir. "el-Hakim" yaptı­ğı ve yarattığı şeylerde hikmet sahibi demektir.

"Göklerde ve yerde ne varsa" sahip olma, yaratma ve kulları olma bakı­mından "hepsi O'nundur. O yücedir" yarattıklarının fevkinde yücedir. "O uludur" kibriya ve azametiyle tektir.

"Neredeyse yukarılarından gökler çatlayacak." Yani neredeyse gökler Allah'ın heybet, azamet ve celâlinden dolayı çatlayacaktı. Allah, uluhiyyet ve kudretiyle onların fevkindedir. Veya mana şöyledir: Arş'ın, Kürsi'nin ve meleklerin tuttuğu saflar bulunması sebebiyle, çatlama onların üst tara­fından başlayarak meydana gelecektir. "Melekler de Rablerini hamd ile teş­bih ediyorlar" yani Melekler Allah'ın azametine boyun eğerek, O'na kullu­ğuna, lâyık olmayan şeylerden Onu tenzih etmeye ve nimetlerine karşılık O'na hamdedip şükretmeye devam etmektedirler, "ve yerdekiler için mağfi­ret diliyorlar." Yerdekiler'den maksat müminlerdir. Çünkü bir başka ayette "Melekler, müminlerin de bağışlanmasını isterler..." (Mü'min, 40/7) yine aynı ayetin davamında "...O halde tevbe eden ve senin yoluna gidenleri ba­ğışla" buyurulmaktadır. "İyi bilin ki Allah" mümin dostlarını "çok bağışla­yan" onları "çok esirgeyendir."

"Allah'tan başka dost edinenleri" yani ona ortak koşulan putlara tapı-nanlan "Allah daima gözetlemektedir." Yani onların hallerini ve davranış­larını mürakebe etmekte, amel defterlerine kaydetmekte ve buna göre on­ları cezalandırmaktadır. "Sen onlara vekil değilsin" Yani sen onların hida­yetini sağlamakla görevli değilsin. Senin tebliğ etmekten başka bir görevin yoktur. [5]

 

Açıklaması:

 

Hâ, mîm, ayn, sîn, kâf; birbirlerinden iki kesişme noktasıyla veya iki ayetle ayrılan bu beş hece harfi, bu surenin özelliklerindendir. Meşhur olan, bu harflerin birbirinden ayrılmamasıdır. Nitekim Meryem suresinin baş tarafındaki "Kaf, hâ, yâ, ayn, sâd" ve Ra'd suresinin evvelindeki "Elif, lâm, mîm, râ"daki bu hurufu mukattaa birbirinden ayrılmamıştır. Bu sure­nin harflerle başlaması, Kur'an'm Arap dilinin meydana geldiği harflerin benzerleriyle oluştuğunu göstermek, dolayısıyla Kur'an'ın mucize oluşunu ifade etmek ve suredeki meselelerin önemine dikkat çekmek içindir.

"Aziz ve hakim olan Allah, sana ve senden öncekilere işte böyle vahye-der" Yani diğer peygamberlere indirilen kitapları Allah onlara vahyettiği gibi, sana da bu surede tevhide daveti, peygamberliğin ispatı, öldükten sonra dirilmeye imanı, ahiret gününü, sevabı ve azabı doğrulmayı, değerli huylarla amel etmeyi, kötülüklerden uzak durmayı, ferdi ve toplumu mut­lu kılmayı vahyetmektedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur : "Şüp­hesiz bu anlatılanlar önceki kitaplarda, İbrahim ve Musa'nın kitaplarında da vardır." (Ala, 88/18-19). Bu mana surenin içerdiği tevhit prensibine, peygamberleri ve ahiret hayatını kabullenmeye işeret etmektedir. Çünkü ilâhi kitapların tümünün indirilmesindeki hedef bu üç esasa imandan baş­ka bir şey değildir.

Ya Muhammedi Sana vahyeden Allah; O, mülkünde aziz, hakimiyetiy­le üstün, sanatında hikmet sahibi her şeyi yerli yerine koyan bir Allah'tır.

Bu ayetin hedeflediği mana, peygamberlerin tevhide, adalete, nübüv­vete, ahiret hayatına davetlerindeki benzerliği ortaya koymak, dünya ile mağrur olmaktan sakındırmak ve ahirete yönelmeye teşviktir.

Vahyi gerçekleştiren Allah'ın vasıflarından biri de aşağıdaki söyledik­leridir: "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O, yücedir, uludur." Ya­ni göklerde ve yerdekilerin tümü, mülk olarak, halk etme ve kul olma açı­sından Allah'ındır. Onlar Allah'ın mülküdür. Onun yarattıklarıdır. Onlar­da var etme, yok etme açısından dilediği gibi tasarruf eder. O, tüm yarat­tıklarının üstünde ve yücedir. Kibriya ve azamet sahibidir. O'nun benzeri yoktur.

Bu ayetten kastedilen mana, Allah'ın kudretinin kemalini ve tüm mahlûkatında tasarrufunun geçerli olduğunu göstermektedir.

"Neredeyse yukarılarından gökler çatlayacak." Yani gökler ilâhlığı, sal­tanatı ve kudreti sebebiyle onların fevkinde olan Allah'ın azameti, celâli ve heybetinden dolayı parçalanacaktır. Zahir olan mana budur. Daha derin mana, göklerin bulunduğu yukarı taraflarından parçalanacağıdır.

Maksadın üzerinde bulunan meleklerin çokluğundan dolayı gökler ne­redeyse çatlayacak şeklindeki bir manaya da ihtimali vardır. Nitekim Ah-med b. Hanbel ve Tirmizi'nin rivayet ettiği hadis şöyledir: "Sema gıcırdar; gıcırdaması da gerekli. Çünkü gökte bir ayak basacak yer yok ki, orada rü­kû ve secde eden bir melek bulunmasın." Bir görüşe göre de şöyle denilmiş­tir: Müşriklerin "Allah çocuk edindi demelerinden dolayı gökler çatlayacak­tır. Nitekim bu konuda şöyle buyurulmuştur: "Rahman çocuk edindi dedi­ler. Hakikaten siz, pek çirkin bir şey ortaya attınız. Bundan dolayı, neredey­se gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp düşecektir." (Meryem, 19/88-91).

"Melekler de Rablerini hamd ile teşbih ediyorlar..." Yani Melekler; Al­lah'a yakışmayan ve Onun için caiz olmayan şeylerden Onu tenzih etmeye devam ediyorlar. Ona hamd ve sayılamayacak kadar pek çok nimetlerine şükretmeyi de teşbih ile birlikte ifade ediyorlar. Nitekim bir ayette "O Me­lekler, bıkıp usanmaksızın gece gündüz Allah'ı teşbih ederler." (Enbiya, 21/20) buyurulmaktadır. "...Ve yerdekiler için mağfiret diliyorlar, iyi bilin ki Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." Yani Melekler, Allah'tan mümin kullarının affını istemektedirler. Sonra Allah kendisinin çok bağışlayıcı ve merhamet edici olduğunu zikretmiştir. Burada Allah'ın, rahmet ve mağfi­reti bir arada zikretmesinde meleklerin af taleplerini kabul edeceğine işa­ret olduğu gibi ayrıca mağfiret ve rahmetin Allah'a mahsus olduğuna da işaret vardır. Bazı alimler: "Allah baştan heybet ve azametini göstermiş, sonunda da lütuf ve müjdesini ifade etmiştir." demiştir.

Bu ayetin bir benzeri de: "Arş'ı yüklenen ve bir de onun çevresinde bu­lunanlar (Melekler) Rablerini hamd ile teşbih ederler. Müminlerin de bağış­lanmasını isterler. Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmış­tır. O halde tevbe eden ve senin yoluna gidenleri bağışla, onları cehennem azabından koru." (Mümin, 40/7) ayetidir.

Sonra Allah şöyle diyerek insanları uyarmaktadır: "Allah'tan başka dost edinenleri Allah daima gözetlemektedir. Sen, onlara vekil değilsin." Ya­ni putları ilâhlar edinip de, Allah'ı bırakarak onlara tapınan müşriklerin hallerini ve davranışlarını Allah daima görüp-gözetmekte ve neticede onla­rı cezalandırmaktadır. Ey Rasul! Sen onların hidayetinden ve günahların­dan dolayı cezalandırılmalarından sorumlu değilsin. Çünkü onları inanma­ya zorlamakla mükellef değilsin. Sana sadece tebliğ görevi vardır. [6]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

1- Peygamberlerin mesajları arasında, inanç, ahlâk ve fazilet esasları bakımından tam bir benzerlik vardır. Onlara vahyedilen temelde aynı şey­dir ki, o da tevhid, (Allah'ın tek olduğu inancı) nübüvvet (peygamberlik) ve ahiretin ispatı (öte dünyanın varlığına inanma) etrafında cereyan eder.

Sahih hadislerde vahyin çeşitlerinin izahı vardır: Buhari ve Müslim'in Sa/uMerinde rivayet edilen bir hadis-i şerifte Hz. Aişe şöyle demiştir: Ha­ris b Hişam Allah'ın Rasul'üne (s.a.), "Ey Allah'ın Rasulü! Sana vahiy nasıl gelir?" diye sordu. Allah Rasulü (s.a.)'de: "Bazı zamanlar çıngırak sesine benzer gelir ki, bu bana en zor gelenidir. Cibril'in dediğini bellediğimde o benden ayrılır gider. Bazı zamanlar da Melek bana bir erkek şeklinde gelir, konuşur ve söylediklerini bellerim." Aişe (r.a.) dedi ki: Çok soğuk bir günde meleğin O'na vahiy getirdiğini gördüm. Melek ondan ayrıldığında onun al­nı buram buram terliyordu.

2- Göklerin ve yerin ve ikisinin içindekilerin hakimiyeti Allah'ındır. O, kudreti tam olandır. Tüm mahlûkatına tasarruf eder. Ayetler Allah Tealâ'-mn sekiz sıfatını kapsamaktadır ki, onlar da şunlardır: Aziz, hakim, sema-vatın ve yerin maliki, yüce, ulu, affedici, merhametli, herkesin amelini gö­ren ve gözetleyen.

3- Gökler, tepelerinden Allah'ın azamet ve celâlinden dolayı neredeyse çatlayacaktır.

4- Melekler teşbihe (yani Allah'ın vasıflanmasında caiz olmayan ve ce­laline lâyık bulunmayan şeylerden O'nu tenzih etmeye) ve O'nu durmadan hamde devam ederler. Allah'ın büyüklüğünü görüp O'na boyun eğerler ve günahları ve hatalarından dolayı müminlerin bağışlanmasını isterler. Rah­met ve mağfiret kayıtsız ve şartsız ancak Allah'ındır.

5- Allah, kendisini bırakıp da putları ilâh edinen ve onlara tapan müş­riklerin amellerini kaydetmekte ve bu amelleri sebebiyle onları cezalandır­maktadır. Peygamber (s.a.) hiç kimsenin hidayetine ve zorla imana sokul­masıyla görevli değildir. İman, son aşamada insanın kendi seçimine bırakı­lan bir konudur. Rasul (s.a.) sadece nasihat eden bir tebliğcidir. İnsanları imana sevketmek onun kudreti dahilinde değildir. [7]

 

İlâhi Vahyin Hedefleri:

 

7- Şehirlerin anası (olan Mekke'de) ve onun çevresinde bulunanları uyarman ve asla şüphe olmayan toplanma günüyle onları korkut­man için sana böyle Arapça bir  Kur'an vahyettik. (İnsanların) bir  bölümü cennette, bir bölümü de cehennemdedir.

8- Allah dileseydi, onları tek bir mil- let. Fakat O. dilediğini rah- metine kavuşturur. Zalimlerin ise  hiçbir dostu ve yardımcısı yoktur.

9- Yoksa onlar Allah'tan başka dostlar mı edindiler? Halbuki dost, yalnız Allah'tır. O, ölüleri diriltir, herşeye kadirdir.

10- Ayrılığa düştüğünüz herhangi

 bir şeyde hükum vermek) Allah'a mahsustur. İşte bu Allah benim Rabbimdir. O'na dayandım ve O'na  yöneldim.

11- Gökleri ve yeri yoktan yaratanSize kendinizden e?ler hayvanlardan da (kendilerine) eşler yarat- mıstar. Bu suretle çoğalmanızı sağlamıştır. O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir.

12- Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. Dilediğine rızkı bol ve­rir, dilediğinden de kısar. O, her şe­yi bilendir.

 

Belagat:

 

"Şehirlerin anası olan (Mekke'de)... korkutman için" bu terkipte me-caz-ı mürsel vardır. Yani "Mekke halkını korkutman için" demektir. Bura­da "ehil" kelimesi hazfedildiği gibi, kendisiyle korkutulan azap da hazfedil-miştir ki, belâgatte buna "ihtibak" denilir. İhtibak, terkipte birinde ispat

ettiğinin benzerini diğerinden hazfetmek demektir.

"Cennet" ve "cehennem" ile "dilediğine rızkı bol verir", "dilediğinden de kısar" ibareleri arasında tezat vardır. [8]

 

Kelime ve ibareler:

 

"Ümme'l-Kura", yani şehirlerin anası olan Mekke'yi, yani Mekke hal­kını, Mekke sanki çevresindeki şehirlerin aslıdır. "...ve onun çevresindekile­ri" Arapları ve diğerlerini "uyarman ve asla şüphe olmayan toplanma gü­nüyle" mahlûkatın toplanacağı kıyamet günüyle "onları korkutman için..."

"Allah dileseydi onları, tek bir millet yapardı." Ya hidayette ya da dalâ­lette olarak onları bir din üzerinde kılardı. "Fakat O, dilediğini rahmetine kavuşturur" hidayet ve itaate muvaffak kılar. "Zalimlerin" yani kâfirlerin, "ise hiçbir dostu ve yardımcısı yoktur." Yani onların işlerini üzerine alıp, destekleyen bir dostları, onları azaptan koruyacak yardımcıları yoktur.

"Yoksa onlar Allah'tan başka dostlar mı edindiler?" Yani o dost edini­lenler aslında dostlar değildir. "Halbuki dost yalnız Allah 'tır." Müminlerin yardımcısı Allah'tır. Yani gerçek bir dost isterlerse hakkıyla dost olan yal­nız Allah'tır. Ondan başka da dost yoktur. "Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde" siz ve kâfirlerin din veya dünya işlerinden herhangi birinde ihti­lâfa düşmeniz halinde "hüküm vermek Allah'a mahsustur." Yani kıyamet gününde onun hükmü Allah'a bırakılacaktır. O, mükâfatlandırarak ve ce­zalandırarak aranızı ayıracaktır. Veya mana şöyledir: Haklıya dünyada za­fer nasip ederek haksızdan ayıracaktır.

"Gökleri ve yeri yoktan yaratandır." Yani daha önce geçmiş bir örneği olmadan gökleri ve yeri yaratan Allah'tır, "hayvanlardan da (kendilerine)" onların cinsinden "eşler yaratmıştır. O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." Zatın­da ve sıfatlarında hiçbir şey O'na benzemez. "O, işitendir, görendir." duyu­lan, görülen veya söylenen, yapılan her şeyi işitir, görür. "Göklerin ve yerin anahtarları..." Göklerin ve yerin, yağmur-bitki ve diğer hazinelerinin anahtarları "O'nundur. Dilediğine rızkı bol verir, dilediğinden de kısar." Her ikisi de imtihan içindir. [9]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah müşriklerin hallerini ve amellerini gözetici olduğunu beyan et­tikten sonra, peygamberine ve müminlere birtakım öğütler vermektedir: Bunlar da: Mekkelilerin ve çevresindekilerin anlaması için Kur'an'm Arap diliyle indirilmesi, insanların ahirette iki gruba ayrılıp, bir grubun cennet­te, diğerinin cehennemde olması, insanları imana zorlamayıp onların se­çimlerine bırakması, ihtilâf edilen konuların Allah'a havale edilmesi, gök­lerin ve yerin yaratılışı, O'nun bunlardaki tasarrufu, gök ve yer hazineleri­nin sadece O'nun hakimiyetinde oluşu, insanları, hayvanları ve diğerlerini erkekli-dişili olarak yaratmasında Allah'ın kudretini ifade vardır. [10]

 

Açıklaması:

 

"Şehirlerin anası (olan Mekke'de) ve onun çevresinde bulunanları uyarman... için sana böyle Arapça bir Kur'an vahyettik." Yani önceki pey­gamberlere kavimlerinin dilleriyle böyle vahyettiğimiz gibi sana da Mekke halkını, çevresindeki Arapları ve diğer insanları, Allah'ın azabından, dün­ya ve ahiret işlerinden korkutman için, Arapça bir Kur'an vahyettik. Çün­kü senin peygamberliğin tüm beşeriyeti kapsamaktadır. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: "Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik." (Sebe, 34/28). Burada özellikle Mekke halkı ve civarın-dakiler zikredilmiştir. Çünkü Peygamber'in (s.a.) risaletine ilk muhatap olanlar bunlar olup, bu risaleti tüm insanlara taşıyıp götürecek ilk nesil de onlardır. Kavimlerin ve ümmetlerin konuştukları dillere uygun olarak me­sajların çeşitli oluşlarında bu ayetin teyidine gelince o, Allah'ın şu sözüdür: "(Allah'ın emirlerini) onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız ken­di kavminin diliyle gönderdik." (İbrahim, 14/4).

"...ve asla şüphe olmayan toplanma günüyle onları korkutman için. (İnsanların) bir bölümü cennette bir bölümü de cehennemdedir." Yani in­sanların ve mahlûkatm toplanıp bir araya geleceği, ruhların cesetlerle bir­leşeceği, meydana geleceğinden asla şüphe olmayan kıyamet günü ile kor­kutman için sana Arapça bir Kur'an vahyettik. İnsanlar, biraraya toplanıp, hesaba çekildikten sonra iki gruba ayrılacaklar, Allah'a, peygamberine, ki­tabına inanıp dünyada düzgün işler yapan insanlar cennete girecek, Al­lah'ı, Peygamberini ve Kur'an'ı inkâr edenler ise çılgın alevli cehennem ateşinin içine sürükleneceklerdir.

Yukarıda geçen ayetin bir benzeri de Allah'ın şu sözüdür: "Mahşer vaktinde sizi toplayacağı gün, işte o zarar günüdür." (Tegabün, 64/9). Kâfir­deki zarar, imanı terk etmesinden, mümindeki zarar ise güzel işler yap­maktaki kusurundan dolayıdır. Şu ayet de benzer manayı ifade eder: "İşte bunda, ahiret azabından korkanlar için elbette bir ibret vardır. O gün bü­tün insanların bir araya toplandığı bir gündür. Ve o gün bütün mahlûkatm hazır bulunduğu bir gündür. Biz onu (kıyamet gününü) sadece sayılı bir müddete kadar bekletiriz. O geldiği gün Allah'ın izni olmadan hiç kimse konuşamaz. Onlardan kimi bedbahttır, kimi mutlu." (Hud, 11/103-105).

Sonra Allah, kavminin inkârından dolayı çektiği sıkıntıdan peygambe­rini teselli etmek için inanma hürriyetinin esasını açıkladı ve şöyle buyur­du: "Allah dileseydi, onları tek bir millet yapardı. Fakat O, dilediğini rah­metine kavuşturur, zalimlerin ise hiçbir dostu ve yardımcısı yoktur." Yani Allah dileseydi tüm insanları hidayet veya dalâlette olmak üzere aynı dine ve inanca yöneltirdi. Ancak insanlar, Allah'ın ezelî iradesi ve ezelî ilmi gereği kendi seçenekleriyle farklı dinler üzerinde farklı gruplara ayrılmıştır; kimisi mümin, kimisi kâfir olmuştur. Allah ise hakimdir, hikmet sahibidir, faydasız hiçbir şey yapmaz. Bu sebeple kimin hidayeti ve hak din olan İslâm'ı seçeceğini bilirse onu doğruya iletir ve buna muvaffak kılar, sonun­da bu davranışlarıyla onu cennetine koyar; kimin de delâleti ve küfrü seçe­ceğini bilirse, onu da saptırır, netice de bu davranışıyla onu alevli ateşin içine koyar. İşte bunlar, kendilerinden azabı savacak dostları bulunmaya­cak hesap ve azap gününde de kendilerine yardım edecek yardımcıları ol­mayacak zalimler, kâfirler ve müşriklerdir.

Bu ayet daha önceki "Allah'tan başka dost edinenleri Allah daima gö­zetlemektedir. Sen onlara vekil değilsin." ayetini açıklamaktadır. Yani onla­rı imana sevketmek senin gücün dahilinde değildir. Buna kadir olan sadece Allah'tır. Ayet, yine peygamberi, kavminin inkârı ve İslâm'a davetinden yüz çevirmesinden dolayı çektiği sıkıntılara karşı teselli etmektedir. Sanki yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Onların imansızlığından dolayı ümitsizli­ğe kapılıp üzülme! Çünkü hidayet ve dalâlet ilâhî iradeye tabidir. Kimin ezelde mutlu olacağı geçmişse o mutlu, bedbaht olacağı geçmişse o da bed­bahttır. Bu ayetin konusu sanki "Bu yeni kitaba inanmazlarsa (ve bu yüz­den helak olurlarsa) arkalarından üzüntüyle neredeyse kendini harap ede­ceksin." (Kehf, 18/6) ayetinin konusu gibidir. Bu yüzden Cenabı Allah, pey­gamberine onların putperestliği ve müşrik oluşları sebebiyle üzülmemesini emretmiş ve şöyle buyurmuştur. "Yoksa onlar Allah'tan başka dostlar mı edindiler? Halbuki dost yalnız Allah'tır. O, ölüleri diriltir, her şeye kadir­dir." Yani yoksa onlar, kendilerine yar ve yardımcı olacak zannıyla, Allah'ı bırakıp da putlardan tapacakları birtakım ilâhlar mı edindiler?

Eğer onlar hakkıyla yardımcı dost isterlerse, gerçek dost yalnız Al­lah'tır. Kulluk ancak O'na lâyıktır. Çünkü dilediğini yaratan, rızık veren, zarara uğratıp faydalandıran ve yardım eden sadece O'dur. Ölüleri diriltme gücüne sahip olan da O'dur.

Putlara ve Allah'tan başkalarına gelince onların, gerçekte ne fayda ve ne de zarar vermeye güçleri vardır. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: "Al­lah'ı bırakıp da yalvardıklarınız (taptıklarınız) bunun için bir araya gelse­ler bile bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri alamazlar. İsteyen de aciz, istenen de." (Hac, 22/73).

Allah, kâfirleri böylece bir kenara attıktan sonra, din konusunda on­larla münakaşa etmekten müslümanları menetmiş ve şöyle demiştir: "İhti­lâfa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek Allah'a mahsustur." Ya­ni din ve dünya işlerinden herhangi birinde görüş ayrılığına düşerseniz bu­nun hüküm mercii Allah'tır. Çünkü O, kendi kitabı Kur'an-ı Kerim ve Ra-sul'ünün (s.a.) sünnetiyle dünyada yegâne hüküm verecek hakimdir. Kıya­met gününde de hükmüyle insanların ihtilâflarını açıklığa kavuşturacak haklıyı haksızdan ayıracaktır. Ayetten kastedilen mana: Müminlerin, kâ­firlerle düşmanlık ve münakaşaya dalmalarının yasaklanmasıdır. Nitekim Peygamber de (s.a.) kâfirleri zorla imana sevketmekten menedilmiştir.

Bu ayet Allah'ın şu kavline benzemektedir: "Eğer bir hususta anlaş­mazlığa düşürseniz Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve Rasulünegötürünüz." (Nisa, 4/59).

Sonra Yüce Allah, Peygamber'ine (s.a.) onlara şöyle demesini emret­miştir.: "İşte bu Allah, benim Rabbimdir. O'na dayandım ve O'na yönel­dim." Yani bu hükmü veren o hakim, benim Rabbim olan Allahtır. Bütün iş­lerimi O'na ısmarladım. Günahlarımdan tevbe ederek sadece O'na dönerim.

İşte bu, onlara gerçek hayrın ve zararı bertaraf etmenin kaynağını göstermektedir. Bunların kaynağı onların cansız putları değildir. Bunun sebebi de Allah'ın sonsuz kudretidir. Bu yüzden yüce Allah şöyle buyur­muştur:

1- "Gökleri ve yeri yoktan yaratandır." Yani, daha önce geçmiş bir örne­ği olmaksızın, göklerin ve yerin yaratıcısı ve icat edicisi Allah'tır. O halde ibadete lâyık olan sadece O'dur.

2- "...size kendinizden eşler, hayvanlardan da (kendilerine) eşler yarat­mıştır. Bu suretle çoğalmanızı sağlar." Yani Allah, kaynaşıp rahata eresiniz diye, cinsinizden size kadınlar yaratmıştır. İnsanların üreyip çoğalması ve insan cinsinin bekası böylece sağlanmış olur. Hayvanlar içinde kendi cins­lerinden dişiler yaratmıştır. Böylece insanoğlunun yaşama kaynakları ço­ğalmaktadır. Yahut da, hayvanlardan erkek ve dişi sınıflarını yaratmıştır. Bu yüzden şöyle buyurmuştur: "Allah sizi erkekli dişili yaratmakla çoğalt­maktadır." Yani erkekli dişili yaratmayı çoğalmanıza vasıta kılmaktadır. Ayetteki "fih" sözü, insanları ve hayvanları eşler halinde yaratma düzeni­nin, sanki bu varlıkların çoğalma kaynağı olduğunu göstermektedir.

3-4- "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." Yani hiçbir şey; zatında, sıfatın­da, hikmetinde, kudret ve ilminde Allah'ın benzeri değildir ve olamaz da. "O işitendir, görendir." Tüm sesleri duyan, işleri gören yalnız O'dur. Küçük büyük, açık gizli her şeyi işitip görür. Bu ayet Allah'ın organlardan ve par­çalardan meydana gelen bir cisim olmadığının, bir yerde ve cihette bulun­madığının delilidir. Çünkü O, bir cisim olsaydı diğer cisimlere benzerdi.

Yine ayet yüce Allah'ın bir benzeri olmamasının da delilidir. "Ancak göklerde ve yerde (tecelli eden) en yüce mesel O'nundur." (Rum, 30/27) ayeti, O'nun mislinin ve benzerinin bulunduğunu ifade etmez. Çünkü "Misl= ben­zer "den maksat: hakikat ve mahiyetinin tamamında bir şeye eşit olandır. "Mesel" ise mahiyet itibariyle muhalif bile olsa, mahiyet dışında bazı sıfat­larda bir şeye eşit olana derler.

5- "Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. Dilediğine rızkı bol verir. Dilediğinden de kısar. O, her şeyi bilendir." Yani göklerin ve yerin hazinele­ri ve bunların anahtarları O'nundur. O, dilediği kullarına rızkı bol verir, di­lediklerine de kısıverir. O, kâinatta var olan, zenginleştirme, fakir kılma ve bunun, fert ve toplum üzerindeki tesirleri gibi, her şeyi bilendir. O, bunun­la ancak hikmet ve maslahatı yürütmek ister. [11]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Ayetler aşağıdaki gerçekleri ifade etmektir.

1- Kur'an-ı Kerim, görüldüğü gibi, Allah'ın Peygamber (s.a.)'e vahyet-tiği apaçık olan Arapça bir kitaptır.

2- Kuranın gayesi, korkutmak ve müjdelemektir; kâfirleri ateşle kor­kutmak, müminleri çenetle müjdelemek. Korkutma, meydana gelmesinde şüphe olmayan, mutlaka gerçekleşecek olan kıyamet gününün korku ve endişelerini de kapsamaktadır. Fakat bu kıyamet Allah'ın bilgisindedir.

3- Kıyamet gününde insanlar iki grup olacaklar: Cennet grubu, cehen­nem grubu, üçüncüsü yoktur.

4- Şüphesiz ki Mekke-i Mükerreme. şehirlerin aslı, başşehri ve en şe-reflisidir. Peygamber (s.a.)'in en sevdiği ülkedir. İmam Ahmed, Tirmizi, Ne-seî ve İbni Mace'nin Abdullah b. el-Hamra ez-Zühri'den rivayet ettiklerine göre ez-Zühri Mekke çarşısında Hazure denilen yerde dururken, Allah Rasul'ünün (s.a.) şöyle dediğini duymuştur. "Ey Mekke! Allah'a and olsun ki, sen Allah 'in en hayırlı toprağısın. Allah 'm yerlerinin, Allah 'a en sevgili olanısın. Eğer senden çıkarılmamış olsaydım çıkmazdım."

5- Allah, insanları tek bir din ve tek bir millet üzerinde yaratmaya ka­dirdir. Ya sapıklar olarak, ya da hidayet üzere bulunanlar. Ancak Allah in­sanları, iki yoldan dilediklerini tercih etmekte serbest bırakıyor. Böylece doğruyu bulanlar cennette, sapıklığa düşenler cehennemde kalacaklar ve onlardan azabı giderecek hiçbir yardımcıları bulunmayacaktır.

6- Şüphesiz müşrikler küfrü hidayete tercih etmişler ve Allah'ı bıra­kıp, putları kendilerine mabutlar ve ilâhlar edinmişlerdir. Fakat bu hare­ketlerinde hata edip güzelliklerden mahrum olarak, zarara uğramışlardır. Çünkü gerçek mabut sadece Allah'tır. Yardım edecek dost Odur. Ondan başka dost yoktur. O, her şeye kadir olduğu gibi, öldükten sonra diriltmeye de kadirdir. Muhammed (s.a.) kâfirlerin gözeticisi ve koruyucusu değildir. Onlar istemeseler de imana zorlamakla mükellef değildir.

7- Çeşitli din sahipleri arasında ihtilâf ve münakaşanın hiçbir gerek­çesi olamaz. Çünkü bu, neticede düşmanlığı ortaya çıkarır ve ruhlara kin tohumlan eker ve hakemliği silâha bırakır. Müminler, kendilerine muhalif olan Ehl-i Kitap ve müşriklere ancak şunu söylemeliler: Hüküm Allah'ın­dır; sizin değil. O da din olarak ancak İslâm'ı kabul etmiştir. Dini hükümler, yalnız Allah'ın   beyanından alınır; hüküm mercii ve fikir farklılığını yok etme makamı Kur'an ve Sünet'tir.

Allah Peygamber (s.a.)'e kavmine şöyle demesini emretmiştir: İşte ölü­leri dirilten ve farklı fikirde olanlar arasında hüküm verecek o Allah benim Rabbimdir. Ancak Ona itimat ettim, ancak Ona dönüyorum; O'ndan başka mabutlara değil.

8- Kıyasa karşı çıkanlar şu ayeti delil getirmişlerdir. "Ayrılığa düştü­ğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek Allah'a mahsustur." Yani Kur'an ve Sünnet nassına mahsustur. Ancak ayetten kastedilen mana şudur: İhti­lâf edilen konuda Allah'ın beyanına müracaat edilmelidir. Bu beyan, nass ile de olur, kıyas ile de olur. Dolayısıyla ayete müracaat etmek, kıyasa mu­halif değildir. Hakkında nass bulunan hükümle, kıyasla elde edilen hüküm aynıdır.

9- Allah yüce kudretine, gökleri ve yeri yoktan yaratmasını, insanlar­dan ve hayvanlardan erkeği ve dişiyi yaratmasını, zatında ve sıfatlarında benzeri olmamasını, azamet ve kibriyasında, kudret ve saltanatında ben­zersiz oluşunu delil getirmiştir. Mahlûkatmdan hiçbir şeye benzemediği gi­bi hiçbir şey de Ona benzetilemez. Göklerin ve yerin anahtarlarına sahip olan sadece Odur. Dilediğini hesapsız rızıklandıran (Rezzak) sadece Odur. O, her şeyi bilir. Netice olarak: Tüm kemal sıfatlarla sıfatlanan O, bütün eksikliklerden münezzeh olanda O. Bütün mahlûkatın halikı O. Bütün kâ­inatta yegâne tasarruf sahibi de O. Allah'a ait bu sıfatları arka arkaya söy­lemekten maksat putların bunlardan hiçbiriyle vasıflanmadığını açıkla­maktır. Dolayısıyla onlar tapılmaya lâyık değildir. [12]

 

Aslı İtibarıyla Dinlerin Birliği:

 

13- "Dini ayakta tutun ve onda ayrı­lığa düşmeyin" diye Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbra­him'e Musa'ya ve İsa'ya tavsiye etti­ğimizi Allah size de din kıldı. Fakat kendilerini çağırdığın bu (din), müşriklere ağır geldi. Allah, diledi­ğini kendisine Peygamber seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir.

14- Onlar kendilerine ilim geldikten sonra, sadece aralarındaki çekeme-mezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer belli bir süreye kadar Rabbinden bir (erteleme) sözü geçmiş ol­masaydı, aralarında hemen hüküm verilirdi. Onlardan sonra kitaba va­ris kılınanlar da onun hakkında de­rin bir şüphe içerisindedirler.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Nuh'a tavsiye ettiğini" ona emrettiğini "size de din kıldı." Nuh: Hü­küm getiren peygamberlerin ilkidir. Buradaki "vassa" kelimesi, emredile­nin şanına önem vermek ve pekiştirmek için "Emere=emretti" manasına kullanılmıştır.

Yani size, Nuh'un (a.s.), Muhammed'in (s.a.) ve bunlar arasındaki hü­küm sahibi peygamberlerin dinini din kıldı. İşte bütün peygamberler ara­sında ortak olan nokta "dini ayaka tutun" yani onu koruyun şeklinde açık­lanan husustur. Din Allah'ı bir kabul edip inanılması gerekenlere inan­mak, Allah'ın hükümlerine itaat etmektir. Bu, umumi manasıyla İslâm'dır. "Onda ayrılığa düşmeyin..." Yani işte bu esasta ihtilâf etmeyin. Ancak hük­mün feri konularına ihtilâf etmek mümkündür.

"Fakat kendilerini çağırdığın bu" tevhit dini onlara "müşriklere ağır geldi" "Allah kendisine" itaatle "yöneleni de" doğruyu gösterip, muvaffak kılarak "doğru yola iletir."

Onlar kendilerine "ilim geldikten sonra" Allah'ın birliği konusunda kesin bilgi, ya da peygamberler, kitaplar ve diğerlerinden bilgi vasıtaları gel­dikten sonra onların bir kısmı Allah'ı tevhit ederek, bir kısmı da inkâr ede­rek din konusunda "ayrılığa düştüler. Rabbinden" mühlet vererek ve azabı erteleyerek "belli bir süreye" kıyamet gününe kadar erteleme "sözü geçmiş olmasaydı" farklı düşüncelere saptıklarından, dünyada bozguncu kâfirlerin azaba uğratılmalarıyla "aralarında hemen hüküm verilirdi. Onlardan son­ra" Ehl-i Kitap olan Yahudi ve Hristiyanlardan sonra, Rasulullah (s.a.) za­manında "kitaba varis kılınanlarda onun hakkında" o inanmadıkları ki­tapları ve davranışları hakkında "derin bir şüphe" ve korkunç bir şaşkınlık "içerisindedirler." [13]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ "İşte Allah böylece sana vahyeder..." sözüyle peygamberi Muhammed (s.a.)'e yapmış olduğu vahyi yücelttikten ve insanlara vermiş olduğu nimetleri tek tek saydıktan sonra, bu vahiy konusunu detaylarıyla anlattı ve insanlara ihsan etmiş olduğu umumi nimetini zikretti ki, o da insanlara din olarak verdiği üzerinde bütün peygamberlerce ittifak edilen, Allah'ın birliği, Ona itaat edilmesi, peygamberlerine, kitaplarına ve son güne (yani kıyametin kopacağına) inanmak ve o günde ceza ve mükâfatı tasdik etmek inancıdır. Yine bu arada Allah, tevhide ve putları terketmeye davet edilmelerinin müşriklere ağır gelmesini açıkladı.

Zulüm, düşmanlık, çekememezlik sebeplerinden etkilenerek dinde ay­rılığa düşmelerinin de, ancak aleyhlerine birtakım delillerin ortaya konma­sından sonra olduğunu açıkladı. Bu arada kendilerine süre tanıma ve azaplarını erteleme konusunda eğer geçmiş ilâhi bir hüküm olmasaydı, dünyada hemen cezaya çarptırılacakları da ifade edildi. [14]

 

Açıklaması:

 

"Dini ayakta tutun ve ayrılığa düşmeyin" diye Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimiz, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi, Allah size de din kıldı." Yani ey müslümanlar! Hz. Adem'den (a.s.) sonra peygam­berlerin ilki olan Hz. Nuh'a (a.s.) emredip din kıldığı tevhit ve peygamber­lerin üzerinde ihtilâf etmediği kitapların da ittifak ettiği hükümlerin esas­larını size apaçık bir din olarak beyan etti. Allah Hz. Nuh'a (a.s.) vahyettiği bu dini esaslarını son Peygamber Muhammed'e (s.a.) de Kur'an ve İslâm olarak vahyetmiştir. Hz. İbrahim (a.s.)'e, Musa (a.s.) ve İsa'ya (a.s.) da tüm kitapların üzerinde ittifak ettiği, "dini koruyunuz" emrini vermiştir. Bu di­nin esası da, Allah'ın birliği ve O'na iman etmek; Peygamberlerine itaat ve getirmiş oldukları hükümleri kabullenmekten ibarettir.

Özetle; tüm gerçek ilâhî dinlerin inanç ve ibadet esaslarında üzerinde ittifak ettikleri; Allah'a, peygamberlerine, ahiret günü ve meleklerine inanmak, namaz kılmak, zekât vermek ve Allah'a itaat konularını size de din olarak emrettik. Mücahid şöyle demiştir: Allah, hiçbir Peygamber gönder­medi ki, ona, namaz kılmayı, zekât vermeyi ve Allah'a itaati kabullenmeyi emretmiş olmasın. İşte bu Allah'ın insanlara meşru kıldığı dinidir. Doğru­luk, ahde vefa, emaneti yerine vermek, akrabayı ziyaret (sıla-ı rahim), zi­nanın, hırsızlığın ve insanların mallarına ve canlarına saldırmanın haram oluşu gibi, ahlâk ve fazilet esasları da yine tüm dinlerin ittifak ettiği hu­suslardır. Allah Tealâ tüm peygamberlere, insanlarla kaynaşmayı ve birlik olmayı emretmiş; ayrılıktan ve ihtilâfa düşmekten nehyetmiştir.

Bütün peygamberlerin getirdiği dinin esası, ancak Allah'a kulluk et­mektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Senden önce hiçbir Rasul göndermedik ki, onlar "Benden başka ilâh yoktur; şu halde bana kulluk edin." diye vahyetmiş olmayalım." (Enbiya, 21/25). Ahmed b. Hanbel, Bu-hari, Müslim ve Ebu Davud'un Ebu Hüreyre'den rivayet ettikleri hadiste şu hususa yer verilmiştir "Peygamberler bir babanın evlâtlarıdır. Anaları farklı, dinleri birdir." Yani Peygamberlerin arasındaki müşterek ölçü, şeri­ki (ortağı) olmayan tek Allah'a kulluk etmektir. Ancak dinlerin, fer'î konu­larda, ibadet çeşitlerinde detaylarında ve hükümden hüküme değişen me­totlarında farklı oluşuna gelince, bu önemli değildir. Bu farklılığı gerekti­ren husus, toplumların gelişmesi, ihtiyaç ve menfaatlerinin gözetilmesidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Her birinize bir şeriat ve yol ver­dik." (Maide, 5/48).

Bu ayet, ulü'1-azm beş Peygamberin zikrini arka arkaya sıralamıştır. Onlar Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed (s.a.)'dir. Özellikle Allah'ın bu peygamberleri arka arkaya zikretmesi ise, peygamberlerin büyüklerin­den oluşları, hüküm sahibi ve ümmetlerinin çok olmasındandır.

"Fakat kendilerini çağırdığın bu (din), Allah'a ortak koşanlara ağır geldi." Yani Allah'ın birliği ve putların terkedilmesi daveti, Allah'a ortak koşanlara (müşriklere) çok ağır geldi, bunu yadırgadılar ve "Allah'tan baş­ka ilâh yoktur" fikrini bir türlü hazmedemediler. Halbuki Allah, bu daveti zafere ulaştıracaktır.

"Allah dilediğini kendine (Peygamber) seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir." Yani Allah, kendisini birlemek ve dinine girmek için kul­larından dilediğini seçer, dinine sarılmaya, kulluğuna bağlanmaya kendisi­ne itaate niyet edenleri ve kulluğuna yönelenleri, muvaffak kılar. Bu, bü­tün peygamberlerin üzerinde ittifak ettiği kadim dine kullarının sarılması­nı onlara emrettikten sonra Allah'ın kulları üzerindeki lütfunu, yani onları dinine bağlanmaya muvaffak kıldığını göstermektedir.

Allah'ın birliğine rağmen, insanların dinde farklı düşünmelerinin se­bebi Yüce Allah'ın aşağıdaki ayette belirttiği husustur: "Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra sadece aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler." Yani din sahipleri, hakka tabi olma konusunda ancak aleyhleri­ne deliller ortaya çıktıktan sonra tefrikaya düştüler. Buna sebep de sadece inat, cedelleşme, liderlik ihtirası ile aralarındaki haset, şiddetli taassup ve nüfuz merkezlerini ve maddi kazanç noktalarını elde tutma arzusudur.

"Rabbin tarafından bir erteleme sözü geçmiş olmasaydı, aralarında he­men hüküm verilirdi." Yani azabın ve hesabın kıyamet gününe kadar erte­lenmesi hususunda Rabbin tarafından verilmiş bir hüküm olmasaydı, büyük günahlar sebebiyle onlara daha dünyada derhal işledikleri cezaları verilirdi.

"Onlardan sonra kitaba varis kılınanlar da onun hakkında derin bir şüphe içerisindedirler." Yani Tevrat ve İncil'i daha öncekilerden tevarüs yo­luyla alan Ehl-i Kitabın son nesli, kendi kitapları, dinleri ve imanları hak­kında korkunç bir şüphe içerisindedirler. Çünkü bunlar hakka tabi olma­yıp kendilerine dini, aslına uygun olmayan bir şekilde tasvir eden sonraki din büyüklerini taklit etmişler ve şaşkın bir şekilde delilsiz olarak babala­rına ve dedelerine tabi olmuşlardır. Bu sebeple de peygamberlerin sonun­cusu Hz. Muhammed (s.a.)'in risaletine inanmamışlar ve kendi kitapları­nın ilk aslını tasdik eden Kur'an-ı ve Muhammed (s.a.)'i tekzip etmişlerdir. [15]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Geçen ayetlerden aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:

1- Fer'î konularda farklı da olsa tüm semavi dinler temelde birdir.

2- Allah Hz. Nuh'un, İbrahim'in, Musa ve İsa'nın kavmine göndermiş olduğu dini, Hz. Muhammed'in ümmetine de din olarak göndermiştir ki, o da Allah'ı bir kabul edip itaat etmek, peygamberlerine, kitaplarına, ahiret gününe, belli inanç, ibadet ve ahlâk esaslarına inanmaktan ibarettir.

Ümmetlerin durumları ve toplumların ihtiyaçlarına göre değişen dinî hükümlere gelince, bunlar birbirinden farklı şeylerdir. Bu değişiklik duru­ma, çevreye ve şartlara göredir. Çünkü dinin sahibi olan Allah'ın ilmi tam ve hikmeti yerindedir. İslâm ise, bütün peygamberlerin üzerinde ittifak et­tiği kadim bir dindir. Dinin temel esasları iki kısımdır. Birincisinde asla değişme olmayıp, bütün dinlerde devam etmesi gereklidir ki bunlar da doğ­ruluk, adalet ve iyiliğin güzelliği; yalan, zulüm ve başkalarına eza etmenin çirkinliğidir. Bir diğeri de şeriat ve dinlere göre değişiklik arzeder. Dini, işin özü kabul ederek, ikincisinden çok birincisine dikkat eder.

3- Dinler şüphesiz tevhit üzere kaimdir. Şirki ve putperestliği redde­der, müşriklerin inançlarını çirkin kabul eder. Bu yüzden müşriklere, tev­hit ve şehadet kelimelerini duymak ağır gelir.

4- Allah, kendisine dönen kulunu, dininde samimi kılar ve onu hayır göreceği yöne iletir.

5- Milletler dinlerinde, ancak hak ve hakikati görüp tanıdıktan sonra, tefrikaya düştüler. Zulüm, azgınlık ve dünyaya bağlılık yüzünden ayrılık ve ihtilâfı birliğe ve topluca birarada yaşamaya tercih ettiler. Dolayısıyla müslümanların ayrılıktan, dağılmaktan kaçınması, birliğe beraberliğe özen göstermeleri ve zarar verici mezhep taassubunu körükleyecek müna­kaşaları terketmeleri gerekir.

6- İlâhi hikmet, kıyamete kadar azabın gecikmesini gerektirdiği gibi, farklı fikirlerde olan insanların arasını ayırıp haklıyı haksızı ortaya çıkar­mayı da kıyamet ve hesap gününe kadar erteler.

7- Tevrat ve İncil'i öncekilerden tevarüs yoluyla alan Yahudi ve Hristi-yanlar, kitapları hakkında şüphe içerisinde bulundukları gibi, peygamber­lerinin kendilerine öğütledikleri konularda da kuşku içerisindedirler. [16]

 

Allah Yolunda Davetin Ve İttifak Edilen Esaslarüzerinde Dosdoğru Yürümenin Emredilmesi Ve Muarızların Delillerinin Çürütülmesi:

 

15- İşte onun için sen (tehvide) da­vet et ve emrolunduğun gibi dos­doğru ol, onların isteklerine uyma ve de ki: Ben Allah'ın indirdiği kita­ba inandım ve aranızda adaleti ger­çekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbi-nizdir. Bizim işlediklerimiz bize, si­zin işledikleriniz de sizedir. Ara­mızda tartışılabilecek bir konu yok­tur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O'nadır.

16- Kabul edilen şeyin ardından, Al­lah hakkında tartışmaya girenlerin delilleri, Rableri katında boştur. Onlar için bir gazap, yine onlar için çetin bir azap vardır.

17-  Kitabı ve mizanı hak olarak in­diren Allah'tır. Ne biliyorsun, belki de kıyamet saati yakındır.

18- Ona inanmayanlar, onun çabuk kopmasını isterler. İnanlar ise on­dan korkarlar ve onun gerçek oldu­ğunu bilirler. İyi bilin ki, kıyamet günü hakkında tartışanlar derin bir sapıklık içindedirler.

19- Allah kullarına lütufkârdır, dile­diğini rızıklandırır. O kuvvetlidir, güçlüdür.

 

Belagat:

 

"Ona inanmayanlar onun çabuk kopmasını isterler." ifadesiyle "İna­nanlar ise ondan korkarlar." cümlesi arasında fiilde tezat vardır. [17]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İşte onun için (tevhide) davet et ve emrolunduğu gibi dosdoğru ol." Ya­ni hanif dini üzere kaynaşıp, biraraya gelmek için insanları davet et! Bu­nun üzerinde dosdoğru ol, devam edip sebat et. "Ben aranızda adaleti ger­çekleştirmekle" yani aranızda hüküm verirken, zulmetmemek ve bir tarafa meyletmemekle "emrolundum. Allah bizim de sizin de Rabbinizdir, bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz sizedir." Allah herkese kendi ameli­nin karşılığını verecektir. "Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur." Çün­kü gerçek apaçık ortaya çıkmıştır. "Allah" kıyamet gününde haklıyı haksızı ayıran hükmünü vermek için "hepimizi bir araya toplar."

"Kabul edilen şeyin ardından" yani insanlar O'nun dinini kabul edip, mucizeleriyle, delilleriyle apaçık ortaya çıktığı için, bu dine girdikten sonra "Allah hakkında tartışmaya girenlerin" yani Allah'ın dini hakkında tartış­ma yapanların "delilleri boştur."

"Kitabı" Kur'an'ı veya herhangi bir semavi kitabı, "ve mizanı" insanlar arasında adalet ve eşitliği "indiren Allah 'tır. Kıyamet saati yakındır." Kıya­metin gelişi yakındır. "Ona inanmayanlar, onun çabuk kopmasını isterler." alay ederek ve gelmeyeceğini düşünerek, ne zaman gelecek, diye birbirleri­ne sorarlar. "Kıyamet günü hakkında tartışanlar, haktan uzak bir sapıklık içindedirler." Çünkü öldükten sonra dirilmek, gayb aleminin maddi âleme en fazla benzeyenidir. Buna inanmak için pek çok amillerin bulunması se­bebiyle, bunu kabul etmeyenler, diğerlerini hiç kabul etmezler.

"Allah, kullarına lütufkârdır." Allah ister iyi, ister kötü olsun bütün kullarına lütufta bulunur. Kötülüklerinden dolayı onları cezalandırmaz, hepsini nzıklandırır. [18]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Kabul edilen şeyin ardından, Allah hakkında tartışmaya girenlerin delilleri Rableri katında boştur." ayetinin (16. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Münzir, İkrime'den şöyle rivayet etmiştir: "Allah 'm yardımı ve zaferi gelince..." (Nasr, 110/1) ayeti nazil olunca, Mekke müşrikleri, arala­rında bulunan müminlere "İnsanlar grup grup Allah'ın dinine madem gir­diler, o halde aramızdan çıkın, ne diye hala aramızda duruyorsunuz!" dedi­ler. Bunun üzerine "kabul edilen şeyin ardından, Allah hakkında tartışma­ya girenlerin..." ayeti nazil oldu.

Ayet hakkında Abdürrezzak'ın Katade'den rivayeti ise şöyledir: Allah hakkında münakaşa edenler, Yahudi ve Hristiyanlardır. Onlar şöyle demiş­lerdir: Bizim kitabımız sizin kitabınızdan öncedir. Peygamberimiz de sizin Peygamberinizden öncedir. O halde biz sizden daha hayırlıyız. [19]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Yüce Allah, dinlerin, temelde bir olduğunu açık bir şekilde ortaya koy­duktan sonra, peygamberine, insanları hanif dini üzerinde ittifak etmeye, dosdoğru yürümeye ve hükümlerinde sebata davet etmeyi emretmiştir. Al­lah'ın varlığına, birliğine apaçık delil bulunduğu için de, müminlerle müş­rikler arasındaki münakaşayı sona erdirmiş, Sonra da, insanlar arasında kabul gördükten sonra Allah'ın dini hakkında tartışanların delillerinin içi boş batıl şeyler olduğunu zikretmiş, bunun peşinden de müşriklerin alay ve inkâr ile kıyamet gününün hemen gelmesini istediklerini, müminlerin de ona kesin olarak inanıp hazırlandıklarını, kıyametin vukuu için pek çok delil bulunduğundan bu konuda şüpheye düşüp, mücadele etmenin açık bir sapıklık olduğunu beyan etmiştir. [20]

 

Açıklaması:

 

"İşte onun için sen (tevhide) davet et..." ayeti emir ve nehiy olmak üze­re on meseleyi içermektedir. Bunlardan her biri müstakildir. Ayetel-Kür-si'nin dışında bu ayetin benzeri de yoktur. Çünkü Ayetel-Kürsi de on konu­yu kapsamaktadır. Bu emir ve nehiyler (yasaklar) her ne kadar Peygamber (s.a.)'e yöneltilse de, hem ona hem de ümmetinedir.

1, 2- "İşte onun için sen (tevhide) davet et ve emrolunduğun gibi dos­doğru ol." Yani ey Allah'ın Rasulü! Sen insanları bütün peygamberlerce itti­fak edilen bu dine davet et, bunda sebat et ve emrolunduğun gibi, Allah'a kulluğa ve risalet vazifesini tebliğe devam et. "felizâlike" buradaki "lâm" harfi "ilâ" manasına da gelir, o takdirde '...Ona davet et" demektir, "Rabbi-nin o yere vahyetmesiyle..." (Zilzal, 99/5) ayetinde de "ilâ" manasınadır. Bu lam'da ta'lil (sebebiyet) manası da kastedilmiş olabilir. Yani dinde meydana gelen bu dağınıklık, bu şüphe ve etrafa yayılan bu ihtilâflar sebebiyle sen insanları, ötedenberi gelen hanif dini üzere birleşmeye, kaynaşmaya davet et, Allah'ın sana emrettiği gibi bu dinde ve bu dine davette dosdoğru ol. Bu durumda "lâm" kendi manasında ta'lil için kullanılmış oluyor. Özet olarak mana şöyle olur: Zikri geçen bu sebeplerle insanları Allah'a davet et ve dos­doğru ol. Veya bir başka yorum şöyledir: Allah'ın aynı dini insanlara din olarak emretmesinden dolayı, Allah'a ve Allah'ın tevhidine davet et, davet ettiğin şeyde de dosdoğru ol ve emrolunduğun gibi risaleti tebliğe devam et.

3- "Onların heveslerine uyma!" Ey Allah'ın Rasulü! Putlara tapınma konusunda uydurup iftira ettikleri şeylerde müşriklerin istek ve arzuları­na uyma. Dedelerinden Tevrat ve İncili miras olarak alan Yahudi ve Hristi-yanlarm içerisine düştüğü şüphe, şaşkınlık, tahrif ve tebdil konusunda da onların heva ve heveslerine tabi olma.

4- "Ben, Allah 'm indirdiği kitaba inandım de!" Ey Allah'ın Rasulü! Al­lah'ın peygamberlerine indirmiş olduğu, Tevrat, İncil, Zebur, İbrahim ve Musa'nın sahifelerine, tüm kitaplarına inandım, ben hiçbirinin arasını ayırmam, bazı kitaplara inanıp da, bazılarını inkâr edenlerden değilim, de. Bu, kitapların bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr eden Yahudi ve Hristiyanlara bir tariz (üstü kapalı bir kınama) dır.

5- "Ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum." Allah bana meselelerinizi getirdiğinizde aranızda adaletle hükmetmemi emretti. Size ne artırarak, ne de eksilterek zulmetmeyeceğim.

6- "Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz." O Allah gerçek ma­buttur. Ondan başka bir ilâh yoktur. Biz bunu, kendi bilinçli tercihimizle kabul ediyoruz. O, bizim de ilâhımız, sizin de; bizim de yaratıcımız, sizin de.

7- "Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir." Yani bizim amellerimizin mükâfat ve cezası bize, sizin amellerinizin mükâfat ve cezası da size aittir. Biz, sizden de amellerinizden de uzağız. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Bizim işlediğimiz suçtan siz sorumlu değilsiniz, sizin işlediğinizden de biz sorumlu değiliz." (Sebe, 34/25). Bir başka ayette şöyle buyurulmuştur: "(Rasulüm) onlar seni yalanlarsa de ki: Benim işim bana, sizin işiniz de size aittir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım." (Yunus, 10/41).

8- "Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur." Hak, güneş gibi apaçık ortada olduğu için aramızda tartışılacak, münakaşa edilecek hiçbir konu yoktur.

9, 10- "Allah, hepimizi bir araya toplar, dönüş de O'nadir." Allah, kıya­met günü mahşerde hepimizi bir araya toplayacak, farklılıklarımız konu­sunda, aramızda adaletle hükmedecektir. Nitekim Yüce Allah, şöyle buyur­muştur: "Be ki: Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak ile hükmedecektir. O en adil hüküm veren, (her şeyi) hakkıyla bilendir." (Sebe, 34/26). Hesap ve kıyamet gününde dönüş ve sığınma sadece O'nadır. O, herkese yaptığının karşılığını verecektir. Bu ayetin, Velid b. Muğire ve Şeybe b. Rabia hakkında nazil olduğu söylenmiştir: Onlar, Allah Rasul'ünün, Velid'in malının yarısını vermek, Şeybe'nin de kızıyla evlen­dirmesi şartıyla, davetini ve dinini bırakıp Kureyş'in dinine dönmesini is­temişlerdir.

Sonra Allah Tealâ, dini konusunda tartışanların delilinin batıl olduğu­nu beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Daveti kabul edildikten sonra, Allah hakkında tartışmaya girenlerin delilleri Rableri katında boştur. Üzerlerine bir gazap ve onlara şiddetli bir azap vardır." Yani, kabul ettikten sonra Al­lah'ın dini hakkında tartışmaya girenlerin delilleri Rableri katında batıl­dır. Batıl ile mücadele ettikleri için, onlar üzerine Allah'ın büyük bir gazabı vardır, kıyamet gününde de onlara büyük bir azap vardır. Onların sahte ve batıl davalarına hüccet ve delil denilmesi, inançlarına uygun olarak söy­lenmiştir.

Mücahid şöyle demiştir: "Allah'ın dini hakkında tartışma yapan bu in­sanlar, cahiliyye çağının tekrar geleceğini düşünen bir topluluktur. Bunlar, İslâm'ı kabul edenleri tekrar cahiliyye dönemine çeviririz diye, müslüman-larla mücadele etmişlerdir.

Katade de şöyle demiştir: Bunlar, Yahudiler ve Hristiyanlardır. Tartış­maları da şöyle demeleridir: Bizim peygamberimiz sizin peygamberinizden, kitabımız sizin kitabınızdan öncedir. Açık olan görüş de budur. Rivayete göre Yahudiler, müminlere "Siz, ittifak edilenin kabul edilmesinin, ihtilâf edilenden daha uygun olduğunu söylemediniz mi? Hz. Musa'nın Peygam­berliği ve Tevrat'ın gerçekliği ittifakla bilinmektedir, halbuki Muham-med'in (s.a.) peygamberliği ise ittifakla sabit değildir. O halde Yahudiliğe sarılmak, İslâmiyete bağlanmaktan daha uygundur." demişlerdir. Allah, Yahudiler tarafından ileri sürülen bu delilin batıl olduğunu ifade etmiştir. Çünkü, Musa (a.s.)'ya iman, doğruluğunu gösteren ve elinde meydana ge­len mucizeler sebebiyle vacip olduğu gibi, Hz. Muhammed'e (s.a.) de yine gösterdiği mucizeler sebebiyle iman etmek gereklidir. O halde Hz. Muham-med'in (s.a.) nübüvvetini de kabul etmek gereklidir. Sonra Allah Tealâ şu sözüyle onlara cevap vermiştir: "Kitabı ve mizanı hak olarak indiren Al­lah'tır." Şüphesiz ki Allah, Rasullere indirilen bütün kitapları, hakla, deği­şik delil ve mucizelerle indirmiştir. İndirilen kitaplarda, insanlar arasında adaletle, eşitlik ve insaf ile hükmedilsin diye, mizanı, ölçüyü de indirmiş­tir. Ayette, adalete mizan adı verilmiştir. Çünkü mizan; insanlar arasında, alış verişlerinde insaf ve eşitlik aletidir. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: "Andolsun, biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve mizanı indirdik." (Hadid, 57/25).

Bu delilleri tespit ettikten sonra yüce Allah inkarcıları kıyamet aza-bıyla korkutarak şöyle buyurmuştur: "Ne biliyorsunuz? Belki de kıyamet saati yakındır." Ey Rasul ve ey muhatap! Ne biliyorsun? Belki de kıyame­tin gelişi yakındır. Burada, Allah'ın dinine tabi olmaya teşvik ve kıyamet­ten korkutma vardır. Ayrıca kıyamet için hazırlanmaya da teşvik vardır.

"Ona inanmayanlar, onun çabuk kopmasını isterler." Alay, inkâr, ya­lanlama ve inatla, "Eğer kıyametin kopacağında samimi iseniz bu tehdit ne zaman!" diyerek kıyametin kopacağını kabul etmeyen kimseler, kıyame­tin hemen gelmesini isterler.

"İnananlar ise ondan korkarlar ve onun gerçek olduğunu bilirler." Mü­minler, kıyametin kopmasından titreyip korkarlar ve onun olacağını kesin­likle bilirler, onun için çalışıp hazırlanırlar. Nitekim ayette şöyle buyurul-muştur: "Ve Rablerine dönecekleri için yapmakta oldukları işleri kalpleri çarparak yaparlar." (Müminun, 23/60).

Mütavatir bir hadiste, şöyle geçmektedir: Paygamberimiz (s.a.) bir yolculukta iken adamın biri onu yüksek bir sesle çağırmış, Peygamberimiz de onun sesine benzer bir sesle: "Söyle" demiş. Adam Peygamberimiz (s.a.)'e "Kıyamet ne zamandır" diye sormuş, bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) "Allah iyiliğini versin kıyamet mutlaka olacaktır, onun için ne hazırladın?" diye cevap vermiştir. Adam, "Allah ve Rasul'ünün (s.a.) sevgisini" diye kar­şılık verince, Peygamberimiz (s.a.s)'de "Sen sevdiklerinle berabersin." veya "Kişi sevdikleriyle beraberdir." şeklinde cevap vermiştir.

"İyi bilin ki, kıyamet günü hakkında tartışanlar, derin bir sapıklık içindedirler." Ey insanlar, iyi bilin ki kıyametin varlığı hakkında münakaşa edip şüpheci bir şekilde tartışmada bulunanlar açık bir cehalet ve haktan uzak düşen şiddetli bir sapkınlık içerisindedirler. Halbuki biraz düşünse-lerdi, kendilerini ilk defa yaratan Allah'ın onları tekrar diriltmeye de kadir olduğunu anlarlardı. Gökleri ve yeri yaratan Allah, ölüleri diriltmeye ka­dirdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "İlkin mahlûkunu yaratıp (ölümden) sonra bunu (yaratmayı) tekrarlayan O'dur ki bu, O'nun için pek kolaydır." (Rum, 30/27).

"Allah kullarına lütufkardır, dilediğini rızıklandırır. O, kuvvetlidir, güçlüdür." Yüce Allah'ın kullarına lütfü çok, şefkat ve rahmeti sonsuzdur. En faydalı şeyleri onlara verir. Bunlardan biri de, sadece gerçeği ifade eden Kur'an'ı onlara indirmesidir. Büyük zararları ve belâları onlardan defeder. Yine bunlardan biri de, geçen ayetlerde olduğu gibi, insanların azabını er­telemesidir. Allah'ın lütuf ve bağışlarından bir diğeri de, kullarından iyi -kötü herkesi rızıklandırmasıdır. İstediğini istediği gibi rızıklandırır, kimisi­ne bolluk, kimisine darlık verir. O, çok güçlüdür. Kudret ve kuvveti apaçık­tır. O, her şeyi mağlup eder, hiçbir şey O'nu mağlup edemez ve O'nu hiçbir şey acze düşüremez.

Mahlûkatına rızık vermesi konusunda benzer bir ayet yüce Allah'ın şu sözüdür: "Yer yüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah'ın üzeri­nedir. Allah o canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekânı bilir. (Bunların) hepsi apaçık bir kitapta (levhi-mahfuz'da) dır." (Hud, 11/6). Bu konuda benzer pek çok ayet vardır. [21]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

1- Peygamberimiz (s.a.) ve ondan sonraki tüm müminler, Allah'ın pey­gamberlere din olarak seçtiği ve onlara tavsiye ettiği bu dine davetle mü­kelleftirler. Peygamberimiz (s.a.) aynı zamanda dosdoğru olmak, risaletini insanlara ulaştırmada sebat etmek ve onunla amel etmekle de mükelleftir. Müşriklerin arzularına uymaktan nehyedildiği gibi, karşı koyanların karşı koymasına da aldırmaması gerekmektedir.

Peygamberimiz (s.a.) Allah'ın emri gereği, hükümlerinde adaleti gözetmekle memur olduğu gibi, şu hususları da tüm insanlara ilân etmekle mükelleftir: Allah, sadece müslümanların ve belli bazı grupların değil, bü­tün insanların Rabbidir. Herkesin ameli kendinedir, herkes kendi amelin­den sorumludur. Bizim dinimiz bize, sizin dininiz size, aramızda tartışma­ya sebep olacak hiçbir konu yoktur. Çünkü Allah'ın varlığını, birliğini gös­teren deliller apaçık ortadadır. O halde inattan başka ortada bir şey kal­mamıştır. İnattan sonra da, ne delilin kıymeti, ne de tartışmanın önemi vardır.

Allah kıyamet günü bütün mahlûkatı bir araya toplayacaktır. Dönüş ancak Onadır. İnsanların ihtilâf ettikleri konularda hükmünü verecektir. Herkesi yaptığı amelle cezalandıracak veya mükâfatlandıracaktır.

2- Doğusuyla-batısıyla dünyanın her tarafında yayıldıktan sonra Al­lah'ın dini hakkında münakaşa eden müşriklerin, Yahudi ve Hristiyanların delilleri batıl, içi boş ve istikrarsızdır. Dünyada onlar üzerine Allah'ın bü­yük bir gazabı vardır. Ahirette de devamlı ve şiddetli azap onlar içindir.

3- Kur'an'ı ve diğer kitapları hak ve gerçekle birlikte indiren şüphesiz ki Allah'tır. Kitaplarında adaleti indiren de Odur. Daha önce de geçtiği gibi ada­lete mizan denilmesi, onun insaf ve adalet aleti ve simgesi olmasındandır.

4- Kur'an-ı Kerim'de, kıyametin yaklaştığını ve mutlaka gerçekleşece­ğini gösteren, müjdeleyici ve korkutucu pek çok ayet vardır.

5- Kâfirler, mülhidler, materyalistler kıyametin kopacağını istihza, küfür, inat ve yalanlama ile inkâr ederler. Kıyametin gelmeyeceğini zanne­derler veya imanı zayıf olanlara kıyametin kopmayağı düşüncesini verirler.

Müminin inancı ise kıyametin geleceğine kesin imandır. O şüphesiz bir gerçektir. Müminler, o kıyametin korkularını ve oradaki şiddetli hesabı dikkate alarak, onun için çalışırlar ve ona hazırlanırlar. Kıyametin kopma­sı hakkında şüphe edip tartışanlar haktan ve doğru düşünceden uzak bir sapıklık içerisindedirler. Çünkü biraz düşünselerdi, kendilerini ilk önce topraktan, sonra bir damla sudan yaratan Allah'ın onları öldükten sonra diriltmeye kadir olduğunu anlarlardı.

6- Allah Tealâ, kullarına lütufkârdır. Hepsine ihsan ve ikramda bulu­nur. Mümin ve kâfiri, iyi ve kötüyü nasıl dilerse öylece nzıklandırır. Diledi­ğini de mahrum eder. O, çok güçlüdür. Mağlup olmayan bir saltanata sa­hiptir. [22]

 

Mümîn Ve Zalimlere, Yaptıklarının Karşılığının Mutlaka Verileceği Ve Tevbenin Kabulü:

 

20- Kim ahiret ekinini (kazancını) istiyorsa, onun kazancını artırırız. Kim de dünya kârını istiyorsa ona da bundan bir şeyler veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi olmaz.

21- Yoksa onların, Allah'ın izin ver­mediği bir dini getiren ortakları mı var? Eğer erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz zalimlere can yakıcı bir azap vardır.

22- Yaptıkları şeyler başlarına ge­lirken zalimlerin, korkudan titre­diklerini göreceksin. İman edip iyi işler yapanlar da cennet bahçele-rindedirler. Rablerinin yanında on­lar için diledikleri her şey vardır. İşte büyük lütuf budur.

23- İşte Allah'ın iman eden ve iyi iş­ler yapan kullarına müjdelediği ni­met budur. De ki: Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum. Kim bir iyilik işlerse onun sevabını fazlasıyla ıesiz Allah bağışlayan, ığını verendir.

24- Yoksa onlar, (senin için) Allah'a karşı yalan uydurdu mu derler? Al­lah dilerse senin kalbini de mühür­ler. Allah, batılı yok eder, sözleriyle hakkı ortaya koyar. Şüphesiz O, kalplerde olanları bilendir.

25- O kullarının tevbesini kabul eden, günahları bağışlayan ve yaptıklarını bi­lendir.

26- Allah, iman edip iyi işler yapanların tevbesini kabul eder, lütfundan onla­ra fazlasını verir. Kâfirlere gelince, onlara da çetin bir azap vardır.

 

Belagat:

 

"Kim ahiret ekinini istiyorsa" ifadesinde istiare-i temsiliyye vardır. Ahiret için çalışan kimse, meyvesini devşirmek için yeryüzüne ekin eken kimseye benzetilmiştir. "Ahiret" kelimesiyle "Dünya" kelimesi arasında te­zat vardır. "Allah, batılı yok eder," "sözleriyle hakkı ortaya koyar" cümleleri arasında da mukabele vardır. [23]

 

Kelime Ve İbareler:

 

"Kim" ameliyle "ahiret ekinini istiyorsa" yani ahiret sevabını istiyor­sa... Aslında "Hars" kelimesi, tohumu yere atmaktır. Bazen meyve içinde kullanılır. Çalışmanın semeresi ve neticesi, ekilen ekinin meyvesine benze­tilmiştir. Bu, amellerin tohumlara teşbihini de kapsamaktadır, "onun ka­zancını artırırız." Onun sevabını on katına ve daha fazlasına kadar artırı­rız. "Kim de dünya kârını istiyorsa" dünya lezzetleri ve güzellikleri istiyor­sa "ona da bundan" dünyadan "veririz." kendisi için ne taksim edilmişse onu veririz, daha fazlasını da vermeyiz.

"Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği bir dini getiren" Allah'ın izin vermediği dini getiren şeytan ve putlardan "ortakları mı var?" Bunlar, şirk, öldükten sonra dirilmeyi inkâr ve sadece dünya için çalışmak gibi, bozuk bir düzeni kâfirlere allayıp-pullayıp din diye takdim etmekteler. "Eğer erte­leme sözü olmasaydı" yani cezanın kıyamet gününe kadar erteleneceğine dair levh-i mahfuz'da geçmiş bir hüküm olmasaydı "derhal aralarında hü­küm verilirdi." Kâfirlerle müminler arasında, birincilerin daha dünyada iken cezalandırılacağına dair hüküm verilirdi.

"Zalimlerin titrediklerini görürsün." Dünyada yaptıkları kötülükler dolayısıyla kıyamet gününde ceza göreceklerinden dolayı titrerler. "İman edip, iyi işler yapanlar da cennet bahçelerindedirler." O cennet bahçelerin en güzel ve en nezih yerlerindedirler.

"İşte büyük lütuf müminlerin mükâfatı "budur" yani bu öyle bir bü­yük ilâhi lütuftur ki, dünyadaki bütün lütuflar onun karşısında küçük ka­lır. "Ben, buna karşılık" yani bu tebliğ ve müjdeye karşılık "hiçbir ücret" maddi menfaat "istemiyorum. Ancak akrabalık sevgisi hariç." Ancak sizden sizinle olan yakınlığımı gözetmenizi istiyorum. Çünkü Muhammed (s.a.)'in, Kureyş'in her kolu ile bir yakınlığı vardır. Veya mana şöyledir: Sizden ya­kınlarınıza dostça davranmanızı istiyorum. Zayıf bir senetle rivayet edildi­ğine göre bu ayet inince peygamberimize: "Allah'ın Rasulü! Bu akrabaların kimlerdir? denildi. O da: Ali, Fatıma ve oğullarıdır buyurdu. Peygamberi­miz (s.a.) sanki burada şöyle demek istemektedir: "Bana peygamberlikten dolayı tabi olmazsanız hiç olmazsa akrabalıktan dolayı tabi olunuz."

"Kim bir iyilik işlerse" itaatte bulunur ve peygamberin ehl-i beytini se­verse "onun sevabını fazlasıyla veririz." Onun mükâfatını kat kat veririz "Allah" günahları "bağışlayan şükrün karşılığını verendir." Aza, çok karşılık verendir. İtaat edene de sevabı eksiksiz verdiği gibi, fazlasını da ihsan eder.

"Yoksa onlar (senin için) yalan uydurdu mu diyorlar?" Peygamberliği veya Kur'an'ı, Muhammed'in uydurduğunu mu söylüyorlar? "Allah dilerse senin kalbini de" iftiraya cüret etmemen için "mühürler." Maksat böyle bi­rinin iftiraya yeltenmemesidir. Çünkü buna yeltenen kalbi mühürlü ve Rabbini tanımaz bir kimsedir. [24]

 

Nüzul Sebebi:

 

"İşte Allah'ın iman eden ve iyi işler yapan kullarına..." ayetinin (23. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak Katade şöyle rivayet etmiştir: Müşrikler "Peygamber belki de yaptığı işlerden dolayı karşılık beklemektedir." diyor­lardı. Bunun üzerine onları, onu ve yakınlarını sevmeye teşvik için "Ben buna karşılık sizden, akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum" ayeti nazil olmuştur. Sa'lebi: "Sure Mekki olduğu için, ayete en uygun nü­zul sebebi budur." demiştir. [25]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ, kullarına son derece lütufkâr olduğunu ve onlara ne ka­dar ihsanda bulunduğunu beyan ettikten sonra, onları hayır işlemeye ve ahiret için çalışmak suretiyle çirkin şeylerden kaçınmaya teşvik etmiştir. Ayrıca ahiret ve dünya için çalışma kanununu açıklamış, peşinden de, müşriklerin sapıklığa düşme sebebini ve ezeli hükümde, ahirete erteleme olmasaydı onlara, Allah'a ortak koşmaları ve öldükten sonra dirilmeyi in­kâr etmelerinden dolayı derhal azabın ineceğini beyan etmiştir. Yine ahi-rette kâfirlere azap olacağını ve müminlerin ise cennet bahçelerinde mükâ­fat göreceğini belirtmiştir.

Sonra yüce Allah, müminlere vereceği mükâfatın ne kadar büyük ol­duğunu belirtmiş ve peygamberine, risaletin tebliğine karşılık onlardan herhangi dünyevi bir menfaat istemediğini, onlardan ancak akrabayı koru-yup-gözetmelerini istediğini kendilerine haber vermesini emretmiştir. Za­ten bu durum Kureyş'in de önemli bir özelliğidir. Ve işte bu, peygamberli­ğin delilidir. Sonra yüce Allah, onların "Kur'an uydurulmuştur" sözünü reddetmiştir. Çünkü Allah'a iftira eden ancak kalbi mühürlü kimsedir. Şa­yet Muhammed (s.a.) böyle biri olsaydı, Allah onun haksızlığını ortaya ko­yardı. Sonra insanları, tevbeye teşvik etti ve salih müminlerin duasını ka­bul edeceğini vadetti, kâfirleri de şiddetli azap ile korkuttu. [26]

 

Açıklaması:

 

"Kim ahiret ekinini (kazancını) istiyorsa, onun kazancını artırırız" Yani kim, amelleri ve kazandıklarıyla ahiret mükâfatını istiyorsa onu güçlen­dirir ve zenginleştiririz. Bir iyiliğine karşılık on kat, hatta yedi yüz kata kadar onu mükâfatlandırırız. Bu mükâfatlandırma, Allah'ın dilediği dere­cede olur. "Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şey veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi olmaz." Yani kimin çalışması ve gayreti dün­ya nimetlerinden ve lezzetlerinden bir şeyi elde etmek için olur, ahiret amellerini ihmal ederse, ona irademizin gereğini ve kaderde onun için ne pay ayırmışsak onu veririz. Ancak ahiret için çalışmadığından, ahirette onun hiçbir nasibi olmaz.

Ayetin genel ifadesi, İsra süresindeki ayetle kayıtlandınlmıştır. "Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dile­diğimiz kadarını dünyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovul­muş olarak gireceği cehenneme sokarız. Kim de ahireti diler ve bir mümin olarak ona yaraşır bir çaba ile çalışırsa, işte bunlar çalışmalarının karşılı­ğını görecektir." (İsra, 17/18-19).

İmam Ahmed b. Hanbel, Hakim (Hakim bu hadisin sahih olduğunu söylemiştir) ve diğerlerinin Ubeyy b. Ka'b'dan rivayet ettiklerine göre Al­lah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bu ümmeti, yücelik, zafer ve yeryüzü­ne hakim olmakla müjdele. Ancak onlardan kim, ahiret amelini dünya için yaparsa, ahirette onun hiçbir nasibi olmaz."

Hakim'in sahih kaydıyla ve Beyhaki'nin Ebu Hüreyre'den rivayet et­tikleri hadiste Ebu Hüreyre şöyle demiştir: "Allah Rasulü (s.a.) "Kim ahiret kârını isterse..." ayetini okudu, sonra şöyle buyurdu: "Allah buyuruyor ki: Ey Ademoğlu! Kendini tamamen bana kulluğa ver ki, gönlünü zenginlikle doldurayım ve fakirlik kapını kapatayım. Eğer böyle yapmazsan gönlünü değişik meşgalelerle doldurur, fakirlik kapını da kapatmam."

Allah insanlara indirdiği dine sarılmalarını emrettikten sonra (13. ayet) din adına başkalarının ortaya koyduğunu reddetmektedir. Çünkü bu, müşriklerin sapıtmalarının esas sebebidir. Bu konuda şöyle buyurmuştur: "Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği bir dini getiren ortakları mı var?" Yoksa müşriklerin şeytanlardan yardımcıları var da, Allah'ın din olarak ka­bul etmediği bir dini mi ortaya koydular? Bu sebeple sana Allah'ın din ola­rak emrettiği gerçek dine uymadılar da, cin ve ins şeytanlarının, kendileri­ne emrettiği dine mi uydular? Onların şeytanlara uymalarının delilleri şun­lardır: Şeytanlarının kendilerine haram kılıp yasakladığı; bahire, şaibe, va­sile ve ham denilen develeri haram kabul etmeleri, murdarı, kanı ve ku­mardan elde edilen parayı yemeyi ve buna benzer, cahiliyye döneminde uy­durdukları putlara tapınma ve benzeri nice sapıklık ve cahillikleri benim­semeleridir. Ayette geçen "Şürekâ = ortaklar," cin ve insan şeytanlarıdır.

Buhari ve Müslim'in Sa/u/ı'lerinde sabit olduğuna göre Peygamberi­miz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Amr b Luhayy b. Kam'a'yı cehennemde bağırsaklarını sürüklerken gördüm." Çünkü, şaibe denilen develeri ilk şerbet bırakan ve Araplara putlara tapınmayı emreden odur. Amr b. Luhayy, Hu-za'a krallarından biri idi. Bu yüzden Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Eğer erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz, za­limlere can yakıcı bir azap vardır." Eğer bu ümmet hakkında kıyamete ka­dar Allah'ın azabı erteleyeceğine dair ezeli hükmü olmasaydı, müminlerle müşrikler arasındaki hüküm derhal kesinleşir ve şirk önderlerinin cezası dünyada hemen verilirdi. Zalimler için cehennemde acı ve elem verici, şid­detli bir azap vardır. O cehennem ne kötü bir yerdir.

Azabın geciktirilmesi, yüce Allah'ın şu sözü gereğidir: "Bilakis kıyamet onlara vadedilen asıl saattir ve o saat daha belâlı ve daha acıdır." (Kamer, 54/46). Sonra yüce Allah, zalimler için uhrevi cezanın hallerini zikrederek şöyle buyurmuştur: "Yaptıkları şeyler başlarına gelirken zalimlerin korku­dan titrediklerini göreceksin." Yani gözlerinle göreceksin ki, kıyamet gü­nünde kâfirler, dünyada yaptıkları çirkin şeyler yüzünden korkar ve titrer halde bulunacaklardır. Yaptıkları kötülüklerin cezası da mutlaka başlarına gelecektir, ister korksunlar, ister korkmasınlar.

"İman edip, iyi işler yapanlar da cennet bahçelerindedirler. Rablerinin yanında onlara diledikleri her şey vardır. İşte büyük lütuf budur." Yani Al­lah'ı ve O'nun peygamberlerini tasdik edenler, emir ve nehiylerinde Rable-rine itaat edenler, cennet bahçelerindedirler. Cennetin en güzel ve en nezih yerlerindedirler. Rableri yanında arzu ettikleri her türlü nimet ve lezzet onlar için mevcuttur. İşte kendilerine verilen, tam gerçeği bilinmeyen bu mükâfat, dünyadaki bütün lütufların üzerinde olan bir ihsandır.

O, tam ve kapsayıcı bir nimettir. "Rablerinin yanında..." ifadesi, değer ve şerefi anlatır, yoksa mekânı değil. Sonra Allah Tealâ bu mükâfatın mut­laka gerçekleşeceğini haber vererek şöyle demiştir. "İşte Allah'ın iman eden ve iyi işler yapan kullarına müjdelediği nimet budur." Yani cennet bahçelerindeki ve kuşatıcı olan bu mükâfat, yüce Allah'ın onlara müjdesiyle mutlaka olacaktır. Bu müjde iman ile amel arasını birleştiren, yani hem inanıp hem de Allah'ın emir ve yasaklarına riayet ederek hayatını düzene sokan bu kimseler içindir. "İşte bu..." sözüyle müminlere hazırlanan nimete işeret edilmiştir.

Sonra yüce Allah, Peygamberine (s.a.) dünya nimet ve menfaatlerin­den uzak olduğunu açıklamasını emretmiş ve şöyle buyurmuştur: "De ki: Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyo­rum." Yani ey Allah'ın Rasulü! Kavmine: "Ey kavmim! İlahi mesajı tebliğ etmeye karşılık sizden, ne bir ödül, ne bir mükâfat ve ne de herhangi bir maddi menfaat istiyorum. Ancak aramızdaki akrabalık ve yakınlığın tak­dir edilmesini, ehl-i beytime ve yakınlarıma saygı gösterilmesini istiyorum. Böylece bana yapacağınız kötülüğe mani olmuş ve Rabbimin mesajlarını tebliğ etmeme müsade etmiş olursunuz."

Ebu'l-Kasım et-Taberani'nin İbn Abbas (r.a.)'dan rivayetine göre, Al­lah Rasulü (s.a.) onlara şöyle demiştir: "İlahi mesajı tebliğ edişime karşılık sizden hiçbir mükâfat istemiyorum. Ancak size yakınlığımdan dolayı beni sevmenizi ve aramızdaki akrabalığı korumanızı istiyorum."

İmam Ahmed b. Hanbel'in yine İbn Abbas'tan rivayetine göre Nebi s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Size getirmiş olduğum açık ayetler ve hidayete mukabil, sizden bir ücret istemiyorum. Ancak Allah'ı sevmenizi ve itaat ederek O'na yakın olmanızı istiyorum." İşte bu Hasan-ı Basri'nin görüşü olup, yakınlık sevgisinin ikinci yorumudur. Yani sizi Allah'a yaklaştıracak ve Onun yakınında bulunduracak iyilik ve taatleri yapmanızı istiyorum. Bana göre açık olan mana birinci yorumdur, akrabalık sevgisi ayetin için­dedir. Yani bu sevgi akrabalıkta bulunup orada yerini almıştır. Ebu Hay-yan da bu manayı yerinde bularak tercih etmiştir.

İkrime "Kureyş, yakınlarını ziyaret ederdi, Muhammed (s.a.) peygam­ber olarak gönderilince onlar, onunla akrabalık ziyaretini kesmişlerdir." dedi. Peygamber (s.a.)'de "Daha önce yaptığınız gibi beni ziyaret edin" bu­yurmuştur.

Buhari'nin Sahih'inde sabit olduğuna göre Allah Rasulü (s.a.) Gadiri Hum denilen yerdeki hutbesinde şöyle buyurmuştur: "Size, aranızda ağır­lığı ve önemi olan iki şey bırakıyorum. Allah'ın Kitabı Kur'an-ı Kerim ve -:hl-i beytim. Bu ikisi Havz-ı Kevser'de yanıma gelinceye kadar birbirlerin­den ayrılmayacaklardır." Tirmizi'nin Cabir (r.a.)'den rivayetine göre, hadis­te geçen "ıtretî" sözünü Peygamberimiz (s.a.) "ıtretim ehl-i beytimdir" diye :efsir etmiştir.

Sonra yüce Allah insanları iyilik yapmaya ve iman etmeye teşvik et­miş ve şöyle buyurmuştur: "Kim bir iyilik işlerse onun sevabını fazlasıyla .eririz. Şüphesiz Allah bağışlayan, şükrün karşılığını verendir." Yani kim, ;yı bir davranışta bulunursa, o davranış sebebiyle onun mükâfat ve sevabı--ı kat kat veririz. Allah Tealâ birçok günahı bağışlar; az olan iyilikleri de :oğaltır ve güzel davranan insana şükrünün karşılığını verir. Benzeri ayet şöyledir: "Şüphe yok ki Allah, zerre kadar haksızlık etmez. (Kulun yaptığı ..ş eğer iyilik olursa onu katlar (kat kat artırır) kendinden de büyük mükâ--zî verir." (Nisa, 4/40).

Sonra Allah, Rasulüne iftiralarından dolayı müşrikleri kınamış ve söyle buyurmuştur: "Yoksa onlar (senin için) Allah'a karşı yalan uydurdu ~-.u derler?" "Muhammed, peygamberlik ve Kur'an'ın kendisine inişi iddi­asıyla Allah'a yalan mı isnat etti" diyorlar. Bu iddia kendilerine din olarak iabul ettikleri şirkten çok daha çirkindir. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.) gibi r irisine Allah'a iftira isnadı yapılamaz. Halbuki ey müşrikler, size peygam-rerlikten önce onun dürüstlüğüne ve güvenilir olduğuna şahitsiniz.

Daha sonra yüce Allah onların isnatlarını reddetti ve şöyle buyurdu: "Allah dilerse senin kalbini mühürler ve Allah batılı yok eder, sözleriyle hak­kı ortaya koyar. Şüphesiz O, kalplerde olanları bilendir." Yani, sen Allah'a yalan iftira edecek olsaydın, senin kalbini mühürler ve sana vermiş olduğu Kur'an'ı senden çekip alırdı. Böyle bir şeye ancak kalpleri, kulakları ve göz­leri Allah tarafından mühürlenmiş kimseler cüret edebilir. Basiret ve bilgi sahibi kimseler ise buna cesaret edemez. Peygamberimiz (s.a.) Allah'a hiçbir yalan isnadında bulunmamıştır. Allah Tealâ da bunu teyit etmiştir.

Bu ayetin manası, aşağıdaki ayete benzemektedir: "Eğer (Peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık. Sonra onun can damarını koparırdık (onu yaşatmazdık). Hiçbiriniz buna mani de olamazdınız." (Hakka, 69/44-47).

Ebussuud demiştir ki: "Ayet, müşriklerin söylediklerinin batıl olduğu­nu göstermektedir. Çünkü Allah Rasulü (s.a.), Allah'a iftira edecek olsaydı, Allah, onun kalbini mühürleyerek, kesinlikle buna mani olacaktı; böylece o peygamberin kalbine Kuranın hiçbir manası gelmeyecek ve hiçbir harfini söyleyemeyecekti."[27]

Sonra yüce Allah batılı ortadan kaldırıp hakkı gerçekleştirdiğini açık­ladı. Çünkü Allah Tealâ batılın devamına müsade etmez. Eğer Nebi (s.a.)'in söyledikleri de batıl olsaydı, onları mahvederdi. Nitekim müfteriler hakkında Allah'ın adeti hep böyle cereyan etmiştir. Allah ancak hakkı, İslâm'ı yerleştirir ve indirdiği Kur'an ayetleriyle, peygamberini teyit ettiği mucizeler ve delillerle onu açıklar. Çünkü Allah Tealâ kullarının kalplerin­de olanları derinlemesine bilir.

Sonra Allah Tealâ önlerine ümit ve tevbe kapısın açarak şöyle buyur­du: "O, kullarının tevbesini kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıkla­rınızı bilendir." Yani Cenabı Hak günahkâr kullarının, geçmişte işlemiş ol­dukları suçlardan dolayı tevbelerini kabul eder ve geçmişteki hataları ba­ğışlar. Yaptığınız hayır, şer ne varsa hepsini bilir ve herkese lâyık olduğu mükâfat ve cazayı verir.

Ayetin benzeri: "Kim bir kötülük yapar, yahut nefsine zulmeder de, sonra Allah'tan mağfiret dilerse, Allah'ı çok yargılayıcı ve esirgeyici bula­caktır." (Nisa, 4/110).

Müslim'in Sahihinde Enes b. Malik (r.a.)'ten rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kulunun tevbesinden do­layı Allah 'm sevinci, sizden birinizin ıssız çölde devesiyle giderken, onu üze­rindeki yiyecek ve içecekle birlikte elinden kaçırması üzerine bir ağaç altına gelerek ümitsiz bir halde yaslanıp yattığında, devesini yanıbaşında görü-vermesi üzerine devenin dizginini tutarak, sonsuz sevincinden "Ey Allah'ım! Sen Rabbimsin, ben de senin kulunum." diyecek yerde yanlışlıkla "Allah'ım! Sen benim kulumsun, ben de senin Rabbinim." dediğindeki se­vincinden daha çoktur."

Allah tevbenin kabulünü duanın kabulüyle pekiştirerek şöyle buyur­muştur: "Allah, iman edip iyi işler yapanların duasını kabul eder, lütfun-dan onlara fazlasını da verir." Allah, iman edenlerin ve Rablerine itaat edenlerin tevbelerini kabul eder, onlara istediklerini verir, hatta istedikle­rinden fazlasını da verir. Allah kendisinin bir ihsanı ve nimeti olarak onla­rın hak ettikleri mükâfattan daha fazlasını da verir. Veya müminler dua ettiğinde, Allah onlara icabet eder, dualarını kabul eder. Kelimenin yapı­sından kaynaklanan diğer bir mana da şöyledir. Müminler, Rablerinin da­vetine icabet ederler. Nitekim "Ey inananlar! Hayat verecek şeylere sizi ça­ğırdığı zaman, Allah ve Rasulüne uyun." (Enfal, 8/24) buyurulmuştur.

Yüce Allah, müminleri mükâfatla müjdeledikten sonra, kâfirleri de azap ile tehdit ederek şöyle demiştir: "Kâfirlere gelince, onlara da çetin bir azap vardır." Allah'a ve Rasul'üne inanmayanlara kıyamet gününde elem verici bir azap vardır. [28]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

1- İslâm'ın prensibi, hem dünya, hem de ahiret için birlikte çalışmak­tır. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Ama dünyadan da nasibini unutma." (Kasas, 28/77). Abdullah b. Ömer şöyle demiştir: "Dünyan için ebedi yaşa-yacakmış gibi çalış kazan; ahiretin için de yarın ölecekmişsin gibi amel et."

2- Allah Tealâ, ayette ahireti dünyaya tercih edeni altı açıdan üstün kılmıştır:

a) Ayette, ahiret nasibini isteyeni dünya nasibi isteyenden önce zikret­miştir.

b) Ahiret nasibi isteyen hakkında "...onun kazancını artırırız" buyu­rurken; dünya kârını isteyen hakkında ise "ona da bundan bir şey veririz" demiştir. Yani istediğinin bir kısmını veririz, tamamını vermeyiz.

c) Ahiret kazancını talep eden hakkında yüce Allah sükût eyleyip ona dünyayı verip  vermeyeceğini zikretmemiş; dünyayı isteyene ise ahiretten hiçbir nasip vermeyeceğini kesinlikle beyan etmiştir. Bu durum gösteriyor ki ahiret asıl, dünya ise ona tabidir.

d) Allah Tealâ ahireti isteyenin isteğinde artırma olacağını, dünyayı isteyene ise, istediğinin bir kısmının verileceğini, ama ahiret nasibinden mahrum olacağını açıklamıştır.

e) Şüphesiz ahiret veresiye, dünya ise peşindir. Veresiye, peşine nisbe-ten tercih edilmez. Çünkü insanlar, peşin veresiyeden daha hayırlıdır, der­ler. İşte yüce Allah, bu hükmün ahiret ve dünya ahvaline oranla tersine döndüğünü beyan etmiştir. Çünkü birincisi yani ahiret artmaya, gelişmeye yönelik, ikincisi ise netice de eksilip noksanlaşacaktır.

f) Ahiret ve dünya menfaatleri, uğraşmaya, gayret etmeye ihtiyaç du­yar. Yorgunluk ve gayretleri, artmaya ve baki kalmaya sebep olacak şeyle­re sarfetmek, eksilecek, bitecek ve yok olacak şeylere sarfetmekten daha faziletlidir.[29]

3- İbnu'l-Arabi "Kim, ahiret ekinini (kazancını) ister..." ayetinden dün­ya kazancı olan serinlemek için abdest almanın, ahiret kazancı olan abdest vecibesinin yerine geçmeyeceği hükmünü çıkarmıştır. Ebu Hanife (r.a.) bu­nun aksini düşünmektedir.[30]

4- Allah'ın öteden beri gelen hükümleri, ulü'1-azm peygamberlere in­dirmiş olduğu hükümlerdir. Allah şirki hüküm olarak meşru kılmamıştır. O halde bu şirke din olarak nereden bağlanıyorlar!

5- Azaplarını kıyamete kadar ertelemesi, yüce Allah'ın müşriklere acı­masından dolayıdır. Böylece onlara, kendilerini şirk ve küfür bataklığın­dan çekip çıkarma ve iman sahasına girerek ilâhi rızayı kazanma fırsatı tam olarak verilmiş oluyor. Yine de eğer müşrik olarak ölürlerse ahirette onlar için elem verici bir azap vardır.

6- İnsanlar, zalimleri dünyada yaptıkları kötülükten dolayı kıyamet gününde korkar halde göreceklerdir. Ceza da mutlaka başlarına gelecektir. Ayetteki "zalimlerden" maksat kâfirlerdir. Çünkü ayette zalimin karşıtı olarak müminlerden bahsedilmektedir.

Ancak Rablerine itaat eden müminlere gelince, onlar cennet bahçele-rindedir. Arzu ettikleri nimet ve bol mükâfat onlar içindir. Bu, Allah'ın an­latılamayacak ve akılların, gerçeğine ulaşamayacağı bir lütuftur. Çünkü Allah, bu lütfü "kebir=büyük" diye belirtmiştir. Bunun değerini kim takdir edebilir?

7- Allah, mümin kullarını itaata teşvik etmek, sevinci hemen yakala­maları ve ziyadesiyle ondan yararlanmaları için, onlara büyük bir mükâfa­tı müjdelemektedir. Yalnız bu mükâfat ve müjde ancak imana ve güzel işle­re bağlıdır.

8- Allah, mümin kullarının mükâfatını dört açıdan büyütmüştür.

a) Allah Tealâ, iman ve amel-i saliha karşılık cennet bahçelerini vere­ceğini ifade buyurmuştur. Yüce saltanat sahibi Allah'ın bu mükâfatı bu şe­kilde düzenlemesi, bu mükâfatın, gerçeğini yalnızca Allah'ın bileceği en son noktaya ulaştığını göstermektedir.

b) Yüce Allah "Rableri yanında onlar için diledikleri vardır." buyur­muştur. Bu, sona ermeyen mükâfatlar konusuna girer.

c) Yüce Allah "İşte büyük lütuf budur." buyurdu. Bu ihsan, her şeyden daha büyük olan Allah'tan olunca çok daha büyük olur.

d) Allah, müjdenin büyük olduğunu göstermek için, tekrar etmiş ve şöyle buyurmuştur: "İşte Allah'ın iman eden ve iyi işler yapan kullarına müjdelediği nimet budur." Bu verilecek nimetlerin büyüklüğünün derecesi­ni gösterir.

9- Peygamber (s.a.) risaleti tebliğ etmeye karşılık, kavminden herhan­gi bir maddi menfaat istememiştir. Bu, onun doğruluğuna ve ihlâsma delil­dir. İstediği en basit şey, Kureyş'in yakınlık ve akrabalık bağına riayet et­mesidir. İbni Abbas demiştir ki: "Allah Rasulü (s.a.), Kureyş arasında in­sanların tam orta noktasındadır. Kureyş batınlarından (oymaklarından -kollarından) hiçbir batın yok ki, Peygamberin nesli oradan da gelmesin. Bu sebeple Allah ona, şöyle demiştir: "De ki: Ben buna karşılık sizden akraba­lık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum." yani, size olan yakınlığımı si­ze hatırlatıyorum.

Peygamberlerin pek çoğu, ilâhi mesajı insanlara ulaştırmaya mukabil ücret talep etmediklerini açıkça belirtmişlerdir. Nuh (a.s.) şöyle demiştir: "Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak alemlerin Rabbidir." (Şuara, 26/209) Hud, Salih, Lût ve Şuayb (a.s.)'da böyle demişlerdir.[31]

10- Allah'ın "...ancak akrabalık sevgisi..." sözü, Peygamber (s.a.)'in Ku­reyş ile olan yakınlığını ve yakın ehl-i beytini kapsamaktadır. Bazı hadis­lerde zikredüdiği gibi bunlar da: Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'dir. Hz. Peygamberin akrabalarını gözetmek, sevmek ve onlara hürmet etmek, zik­redilen Kur'an nassıyla vaciptir. Bu sebeple namazdaki teşehhüd sonunda onlara dua etmek dinen emredilmiştir. Bu da büyük bir makamdır. Bu dua cenabı Peygamber'in (s.a.) şu sözüdür: "Allah'ım! Muhammed'e ve Muham-med'in ehl-i beytine rahmet eyle, onları affet." Peygamberin ehl-i beyti ol­mayanlar hakkında böyle bir tazim yok. Bu da gösteriyor ki; Hz. Muham-med (s.a.)'in ehl-i beytine sevgi vaciptir.

Müfessir ez-Zemahşeri, ehl-i beyt sevgisine dair uzun bir hadis zikret­miştir. O hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Kim Muhammed'in ehl-i beyti­nin sevgisi üzere ölürse, şehit olarak ölmüş olur. Şunu iyi bilin ki: Kim Mu­hammed'in ehl-i beytini severek ölürse imanı tam bir mümin olarak ölmüş olur. Dikkat ediniz! Kim Muhammed'in ehl-i beytine nefret ederek ölürse, kıyamet gününde iki kaşı arasına: Allah'ın rahmetinden ümidini kesmiştir, diye yazılı olarak gelecektir.[32]

İmam Şafii (r.a.) bir şiirinde şöyle demiştir:

"Ey bineğine binip, yola revan olan kişi! Mina'mn el-Muhassab deni­len mevkiinde vakfe yap, Seher vakti hacılar, coşan Fırat'ın dalgalanması gibi Mina'ya doğru akarken Oranın sakinine de, hareket halinde olanına da seslen!"

"Muhammed'in ehl-i beytini sevmek eğer Rafizilikse, bütün insanlar ve cinler şahit olsun ki, ben Rafızi'yim."

11- Kim bir iyilik yapar veya hayırlı işlerden birini işlerse -ki akraba sevgisi de bu güzel işlerden biridir- Allah Tealâ onun mükâfatını on kat ve daha fazla verir. Yine yüce Allah, lütfü ve merhametiyle, günahları bağış­lar, iyi işlerin karşılığını verir. Ayette Allah hakkında kullanılan "şe-kûr=çok şükreden" kelimesi mecazdır. Mana şöyledir: Allah Tealâ, kendine itaat edenlere mükâfat vermekle, hatta fazlasını da lütfetmekle ihsanını göstermektedir.

12- Kur'an-ı Kerim, müşriklerin: "Bu Kur'an Allah'ın vahyi değildir" sözlerini reddetmektedir. Sözü edilen ayet şudur: "Yoksa onlar (senin için) Allah'a karşı yalan uydurdu mu derler?" Bu ayet surenin baş tarafında zikredilen "Aziz ve hakim olan Allah, sana ve senden öncekilere işte böyle vahyeder." (Şura, 42/3) ayetine bağlı olarak değerlendirilmelidir. Bu ayette Allah'ın müşrikleri reddi tekrar tekrar geçmektedir:

a) Önce onları: "Yoksa onlar derler mi?" sözüyle kınamıştır.

b) İkinci olarak: "Allah dilerse senin kalbini de mühürler." sözüyle on­ları ayıplamıştır. Müfessirlerden Katade bu ayetin tefsirinde şöyle demiş­tir. "Allah, kalbini mühürler, sana Kur'an'ı unutturur." Cenabı Allah onla­ra şunu haber vermiştir: Eğer Peygamber Ona iftira etseydi kendinden vahye bir şeyler katsaydı bu ayette ifade ettiği cezayı Allah Hz. Muham-med (s.a.)'e verirdi.

c) Üçüncü olarak: "...ve Allah batılı yok eder." sözleriyle yani indirdiği Kur'an ayetleriyle hakkı ortaya koyar.

d) Dördüncüsü de: "O, kalplerde olanları bilendir." ayetleriyle onları kınamaktadır.

13- Allah Tealâ tüm kullarına, hatalarını telâfi edip Rablerine inana­rak, itaat etmeleri için, ümit ve tevbe kapılarını açmıştır. Allah, kullarının gelecekte tevbelerini kabul edeceğini, geçmiş günahlarını bağışlayacağını, insanların yapmış olduğu iyi kötü ne varsa bunların hepsini bildiğini ve iyiliklere karşılık mükâfat, kötülüklere karşılık olarak da ceza vereceğini belirtmiştir.

Cabir (r.a.)'in rivayetine göre bir bedevi Allah Rasul'ünün (s.a.) mesci­dine girip dua etmiş ve "Allah'ım senden affını istiyor, sana tevbe ediyo­rum." diyerek tekbir getirmiştir. Namazını bitirince Hz. Ali (k.v.) ona şöyle demiştir: "Ey fülan! Sadece lisanla alelacele istiğfar etmek, yalancıların tevbesidir. Senin tevben de bir başka tevbeye muhtaçtır." Bunun üzerine adam: "Ey müminlerin emiri! O halde tevbe nedir?" diye sormuş, Hz. Ali'de cevaben: "Tevbe altı şartla olur: Geçmiş günahlara pişmanlık, zayi edilen farzların kazası, hakları hak sahiplerine geri vermek, nefsi isyanda yetiştir­diğin gibi Allah'a itaatte eritmek, nefse masiyet tadını tattırdığın gibi, itaat acılığını da tattırmak. Ve her gülmeye bedel bir ağlama." buyurmuştur.

14- Allah, kendisine kalben samimi davranan ve bedenen itaat eden kullarının kulluğunu kabul ederek, onların tevbelerini kabul edeceğini de teyit etmiştir. Ayrıca onlara istediklerinden veya hakettiklerinden daha fazlasını da verecektir.

15- Allah'ın adeti müjde ile tehditi bir arada getirmesidir. Bu sebeple müminleri sevapla müjdeledikten sonra kâfirleri de şiddetli azap ile tehdit etmiştir. [33]

 

Mahlûkatta Allah'ın Kudretini Gösteren Deliller:

 

27- Allah kullarına rızkı bol bol ver- şeydi, yeryüzünde azarlardı. Fakat diledi ölüde indirir.  Çünkü O, kullarının haberini alandır onları görendir

28- O (insanlar) umutlarını kestikten sonra, yağmuru indiren, rahmen ner tarafa yayandır. O, hakiki  dosttur, övülmeye lâyık olandır.

29- Gökleri, yeri ve bunların içine  yayıp ürettiği canlıları yaratması  da O'nun delillerindendir. O diledi- ği zaman bunları bir araya toplamaya da kadirdir. 

30- Başımza gelen herhangi bir musibet'kendi ellerinizle işledikleriniz  yüzündendir. Allah çoğunu affeder.

31- Yeryüzünde (O'nu) aciz bıraka- cazsınız. Allah'tan başka bir dostu- nuz ve bir yardımcınız da yoktur.

32- Denizde dağlar gibi akıP giden- ler (gemiler) de O'nun (varlığının)  delillerindendir.

33- Düerse O, rüzgâr, durdurur da  onun (denizin) üstünde kalakalırlar. Elbette bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır.

34- Yahut yaptıkları yüzünden onları helak eder. Bir çoğunu da affeder (kur­tarır).

35- Böylece ayetlerimiz üzerinde tartışanlar kendilerine kaçacak bir yer olma­dığını bilsinler.

36- Size verilen şey, yalnızca dünya hayatının (geçici) faydasıdır. Allah'ın ya­nında bulunanlar ise, daha iyi ve daha süreklidir. Bu mükâfat iman edenler ve Rablerine dayanıp güvenenler içindir.

 

Belagat:

 

"O, (insanlar) umutlarını kestikten sonra, yağmuru indiren, rahmetini her tarafa yayandır." ayetinde âmm'ın hassa atfı vardır. Yağmur has, (özel) rahmet âmm'dır (geneldir).

"Denizde dağlar gibi akıp gidenler (gemiler) de O'nun (varlığının) delillerindendir." ayetindeki teşbihte vech-i şebeh, yeni benzetme yönü hazfe-dilmiştir. "Büyüklük ve irilikte dağlar gibi gemiler" demektir. [34]

 

Kelime Ve İbareler:

 

"...yeryüzünde azarlardı..." ayetindeki "bağy" zulüm ve haddi aşmak­tır. "Fakat o rızkı dilediği ölçüde indirir." Yani, Allah rızkı, iradesi gereği belli bir miktarda indirir. "Çünkü O, kullarının haberini alandır, onları gö­rendir." Onların gizli işlerini de bilir, açık hallerini de.

"O, insanlar umutlarını kestikten sonra yağmuru indirendir." kıtlıktan kurtaran yağmuru indiren O'dur. "Rahmetini her tarafa yayandır." Ova, dağ, nebatat, insan ve diğer canlılara rahmetini umumi olarak gönderen Allah'tır. "O, hakiki dosttur." kullarına ihsan ve lütufda bulunmayı üzerine almış gerçek bir dosttur.

"Özellikleri ile övülmeye lâyık olandır." nimetlerine karşılık hamde lâ­yık olan sadece O'dur.

"Gökleri ve yeri yaratması... O'nun deliller indendir..." Çünkü gökler ve yer hem bizzat kendi varlığı hem de özellikleri ile hakim olan bir kudret sahibi yaratıcının varlığına delâlet etmektedir.

"Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizle işledikleriniz yü­zündendir..." Yani isyanlarınız sebebiyledir. Burada "...ellerinizle işledikle­riniz..." ifadesi, birçok işlerin ellerle yapılması sebebiyledir. (Yoksa diğer organlarla yapılan günahlara ceza yok manasına değildir.) "Allah çoğunu affeder." Yani Allah birçok günahı affeder, ceza vermez. Çünkü Allah, ahi-rette cezayı iki katına çıkarmaktan münezzehtir. Ancak ahirette günahsız­lara vereceği fazlalığa gelince bu, onların derecelerini yükseltmek onları büyük mükâfata nail kılmak içindir.

"Yeryüzünde (O'nu) aciz bırakamazsınız" Yani yeryüzünde Allah'tan kaçıp kurtulamazsınız. "Allah'tan başka" sizi koruyacak "bir dostunuz" ve O'nun azabını sizden uzaklaştıracak "bir yardımcınız da yoktur. Denizde" büyüklükte "dağlar gibi akıp giden gemiler..." Ayette "el-cevari" akıp giden gemiler demek olup, "cariye" kelimesinin çoğuludur, "cariye" su üzerinde akıp giden gemi demektir. "Şüphesiz, su bastığı vakit sizi gemide biz taşı­dık." (Hakka, 69/11) buyurulmaktadır. Burada gemi "el-cariye" kelimesiyle ifade edilmektedir.

"Çok sabreden çok şükreden" bu iki ifade kâmil müminin iki özelliğidir. Çünkü iman ikiye bölünmüş olup yarısı sabır, yansı da şükürdür. İnanan insan, zor zamanlarda sabreder, rahat zamanlarda ise şükreder. "Yahut yaptık­ları yüzünden onları helak eder." Yani suya garkeden şiddetli fırtınalar gön­dererek onları boğar. "Bir çoğunu da affeder (kurtarır)" Yani çoklarının yap­tıklarını görmezlikten gelir ve onları affederek helak olmaktan kurtarır.

Ey insanlar! Gerek mümin ve gerekse kâfir olsun "Size verilen şey, yalnızca dünya hayatının (geçici) faydasıdır." Yani o, belli bir vakitle sınır­lıdır. Siz, bu dünyada ondan yararlanıyorsunuz, sonra o yok olup gidiyor. "Meta" dünyada faydalanılan eşya ve diğerleri için kullanılan bir kelime­dir. "Allah'ın yanında bulunan" uhrevi mükâfat ise "daha iyi ve daha sü­reklidir." "Bu mükâfat iman edenler ve Rablerine dayanıp güvenenler" se­beplere yapıştıktan sonra işlerini Allah'a havale edenler "içindir." [35]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Allah kullarına rızkı bol bol verseydi..." ayetinin (27. ayet) nüzul se­bebiyle ilgili olarak Hakim'in Hz. Ali (k.v.)'den rivayet edip, sahih kabul et­tiği bu hadiste Hz. Ali (k.v.) şöyle demiştir: "Allah kullarına rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde azarlardı..." bu ayet, Ashab-ı Suffe hakkında nazil ol­muştur. Zira onlar: "Bizim de olsa" deyip dünyayı ve zenginliği temenni et­mişlerdi. Habbab b. Eret "Bu ayet, biz Ashab-ı Suffe hakkında nazil olmuş­tur, çünkü biz, Yahudilerden Kurayza, Nadir ve Kaynuka oğullarının mal­larına baktık, imrendik, bizim de onlar gibi mallarımız olsun diye temenni ettik." demiştir.

"Size verilen şey ..." ayetinin (36. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Hz. Ali'den şöyle bir rivayet gelmiştir: "Ebu Bekir (r.a.) tüm malını tasadduk etti, bunun üzerine bir topluluk onu kınadı ve bu ayet nazil oldu." Hadiste onun seksen bin dinar infak ettiğine dair bilgi gelmiştir. [36]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Yüce Allah, geçen ayette müminlerin duasını kabul edeceğini söyle­miş, burada da onlara rızkı, ancak belli bir ölçü -ve onların menfaatine ola­nı bilmesi itibariyle- bir hikmetle vereceğini zikretmiştir. Aksi takdirde in­sanlar azar, isyana kalkışırlar. Eğer rızka ihtiyaç duyarlarsa Allah, onlara ihsanda bulunur. Çünkü, lütuf ve keremiyle onların işlerini üstlenen sade­ce Allah'tır, nimetlerine karşılık hamde lâyık olan da sadece Odur.

Sonra yüce Allah, gökleri, yeri ve bu ikisinin içindekileri yaratmak, bir süre sonra da, ahirette hesap için onları bir araya getirmek suretiyle, ulûhiyyetine dair bir takım deliller getirmiştir. Sonra insanların başlarına gelen musibetler ve elem, hastalık, kıtlık, suda boğulma, yıldırımlar, fırtı­nalar, fakirlik ve benzeri istenmeyen durumların, günahkârların günahla­rına karşılık ceza veya imtihan için olduğunu (enbiyanın ve elviyanm başına gelenler gibi), açıklamıştır. Daha sonra da, ilâhlığına bir başka delil ge­tirmiştir ki, o da muazzam gemileri deniz üzerinde yürütmesi ve rüzgârla­rın gemileri yürütmek veya batırmaktaki etkisidir.

Özetle: Yüce Allah birliğini gösteren bir takım delilleri zikrettikten sonra, gökler ve yer gibi büyük alemi ve canlılar gibi küçük alemi zikret­miştir. Bunun peşinden de, kudretinin büyüklüğüne bir takım deliller bu­lunduğu için ahireti ve denizde yüzen gemileri hatırlatmıştır. [37]

 

Açıklaması:

 

"Allah kullarına rızkı, bol bol verseydi, yeryüzünde azarlardı. Fakat o rızkı, dilediği ölçüde indirir. Çünkü O, kullarının haberini alandır, onları görendir." Yani Allah, kullarına rızkı genişletip, ihtiyaçlarından fazlasını verseydi, bu durum onları zulme ve azgınlığa sevkeder, yeryüzünde isyan ederler, nimete nankörlük edip, kibirlenirler, Karun ve Firavun gibi, kendi­leri için istenmesi uygun olmayan şeyleri isterlerdi. Fakat Allah, kullarına rızkı; iradesi ve yüce hikmeti gereği, belli bir ölçüde indirip vermektedir. Onlar için faydalı olanı seçmekte; zenginliğe lâyık olanı zenginleştirmekte, fakirliğe müstahak olanı da fakirleştirmektedir. Çünkü O, kullarının halle­rini pek iyi bilir; rızkın genişletilmesi mi, yoksa daraltılması mı, hangisi onlar için yararlıdır, onu görür. Nitekim Enes (r.a.)'ten rivayet edilen bir hadis-i kudsi'de şöyle denilmiştir: "Kullarımdan öyleleri var ki, onu ancak zenginlik düzeltir, onu fakirliğe düşürsem, dinini bozmuş olurum. Kulla­rımdan öyleri de var ki, onu ancak fakirlik düzeltir, onu zengin kılsam dini­ni bozmuş olurum."

Katade de: "En iyi geçim, seni Allah'tan uzaklaştırmayan ve azdırma­yan geçimdir, denilir." demektedir.

Sonra Allah, insanlar eğer yardıma ihtiyaç duyarlarsa onlara yardım edeceğini belirterek şöyle buyurmuştur: "O (insanlar) umutlarını kestikten sonra, yağmuru indiren, rahmetini her tarafa yayandır. O, hakiki dosttur. Övülmeye lâyık olan O'dur." Yani yüce Allah, insanlar ümitsiz bir halde iken, ihtiyaçlı ve fakir bulundukları bir zamanda gökten yağmuru indiren­dir. Çünkü yağmur, rızık çeşitlerinin en faydalısı, faydası ve menfaati en çok olanıdır. Bütün varlığı Allah, rahmetiyle kuşatır, o bölge, o ülke halkı­na Allah bereketini akıtır. Allah, kendilerine ihsan eder. Bu ihsan ve ikra­mına karşılık da kulları tarafındanhamd edilmeye lâyık olan sadece Odur.

Ümit kesildikten sonra yağmurun indirilmesi hususunda ayetin ben­zeri Allah Tealâ'nın şu kavlidir: "Oysa onlar daha önce, üzerlerine yağmur yağdırılmasından iyice ümitlerini kesmişlerdi." (Rum, 30/49).

Müfessir Katade şöyle demiştir: "Bize, bir adamın Ömer b. Hattab (r.a.)'a şöyle söylediği anlatılmıştır:" "Yağmur yağmamış ve kıtlık olmuş, insanlar ümitsizliğe düşmüştür. Hz. Ömer de, "Size yağmur yağdırıldı" demiş ve "O (insanlar) ümitlerini kestikten sonra, yağmuru indiren rahmetini her tarafa yayandır. O hakiki dosttur, övülmeye lâyık olan O'dur." ayetini okumuştur.

Bundan sonra Cenab-ı Hak ulûhiyyetinin delillerini zikrederek şöyle demiştir: "Gökleri, yeri ve bunların içine yayıp ürettiği canlıları yaratması da O'nun delillerindendir." Yani bu harikulade şekilde gökleri ve yeri ya­ratması ve ikisi içerisinde hareket eden canlıları yayıp dağıtması O'nun büyüklüğünün, kudretinin ve hakimiyetinin delillerindendir. Bu göklere ve yere yayıp dağıttığı yaratıklar, farklı şekilleri, farklı renkleri ve farklı tabi-atlarıyla; melekleri, insanları, cinleri ve diğer canlıları içine almaktadır. Diğer seyyarelerde başka canlılar da olabilir, ayet bunları ifade etmektedir. Ayette ikisinin içine yaydığı ifadesi ile Allah ikisinden birinin içine, yeryü­züne yaydığı (gökyüzüne değil) anlamını murat etmiştir, denilmiştir. Bu ayetin bir benzeri de şu ayettir: "O, gökleri görebildiğiniz bir direk olmaksı­zın yarattı, sizi sarsmasın diye yere de ulu dağlar koydu ve orada her çeşit canlıyı yaydı." (Lokman, 31/10).

"O, dilediği zaman bunları bir araya toplamaya da kadirdir." Allah, dilerse kıyamet gününde bir arazide göklerin ve yerin bütün varlıklarını bir araya toplamaya gerçekten gücü yeter. Bura da onlar arasında adil ve gerçek hükmüyle kararını verir.

Bu ayet Allah'ın kâinatı ve varlığı parça parça yaratmasının, acizliğin­den dolayı değil de bir hikmetten dolayı olduğu anlatılmak istenmiştir. Bu sebeple şöyle buyurmuştur: "O, dilediği zaman bunları bir araya toplama­ya da kadirdir." Yani onları toplayıp, hesaba çekmeye kadirdir. Ayette "alâ cem'ihim" şeklinde söylendi, "alâ cem'ihâ" denilmedi; bu ifadelerin birincisi akıl sahiplerini, ikincisi ise akıllı olmayanları anlatmaktadır. Çünkü bu toplamaktan maksat, muhasebedir. Hesaba çekilecekler de, ancak Allah'ın akıllı kıldığı varlıklarıdır. Yani Allah dilediği zaman akıl verdiği kimseleri hesaba çekmek için bir araya getirmeye kadirdir.

Sonra yüce Allah günah ve isyanların sebeplerini zikretti ve şöyle bu­yurdu: "Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder." Ey insanlar! Başını­za gelen musibetler, acılar, hastalıklar, kıtlık, sel felâketleri, fırtınalar, depremler ve benzeri istenmeyen haller bütün bunlar ancak işlediğiniz gü­nahlar ve daldığınız masiyetler sebebiyledir. Bunlar günahlarınızın cezala­rı ve keffaretleridir. Allah, kullarının masiyetlerinden bir çoğunu da affe­der, cezalandırmaz. Bazen kişi günahsız olarak da felâkete uğrayabilir. Bu da, sevabının artması, derecesinin yükselmesi içindir.

Ayetin ilk kısmının benzeri Allah'ın şu sözüdür: "Yahudilerin zulmü sebebiyle, kendilerine (daha önce) helâl kılınmış bulunan temiz ve iyi şeyleri onlara haram kıldık." (Nisa, 4/160). Ayetin baş tarafının bir benzeri de şu ayettir: "Kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görür." (Nisa, 4/123). Aye­tin son kısmının benzeri ise: "Eğer Allah, yaptıkları yüzünden insanları (hemen) cezalandırsaydı, yer yüzünde hiçbir canlı varlık bırakmazdı." (Fa-tır, 35/45). Ebu Said el-Hudri ve Ebu Hüreyre'den, Buhari, Müslim ve İmam Malik'in rivayet ettiği sahih bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Ca­nım kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki, herhangi bir müminin başı­na yorgunluk, hastalık, düşünce, keder, acı ve kaygıdan, diken batmasına varıncaya kadar, her ne musibet gelirse, Allah bunları o müminin hataları­na keffaret kılar." İmam Ahmed b. Hanbel'in, Hz. Aişe'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Allah Rasul'ünün (s.a.) şöyle buyurduğu belirtilmiştir: "Ku­lun günahları çoğaldığında, o günahlara keffaret olarak bir şeyi de yoksa, Allah o kulu günahlarını örtmek için, üzüntüye mübtelâ eder."

Bu ayet indiği zamanda Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Mu-hammed'in canı kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki, günahsız olarak kimsenin eline diken batmaz, damar titremez ve ayak kaymaz. Allah'ın af­fettikleri ise daha çoktur."

Müfessir el-Vahidi, el-Basit adlı tefsirinde şu hadisi rivayet etmiştir: "Allah, dünyada affettiklerine, ahirette bir daha dönmeyecek kadar izzet ve kerem sahibidir. Dünyada verdiği cazayı da ahirette tekrar etmekten mü­nezzehtir. "

"Yeryüzünde (O'nu) aciz barakamazsınız. Allah'tan başka bir dostunuz ve bir yardımcınız da yoktur." Ey günahkâr kâfirler! Siz nerede olursanız olun, Allah'ı aciz bırakamaz ve yeryüzünde Ondan kaçıp kurtulamazsınız. Bilakis Allah'ın size takdir ettiği musibetler başınıza gelecektir. Allah'tan başka, işlerinizi düze çıkaracak ve O'nun takdir ettiğinden sizi kurtaracak bir dostunuz olmadığı gibi, Allah'ın azabından sizi koruyacak bir yardımcı­nız da olmayacaktır.

Daha sonra yüce Allah, kudret ve azametini gösteren diğer delilleri zikrederek şöyle buyurmuştur: "Denizde dağlar gibi akıp gidenler (gemiler) de O'nun (varlığının) delillerindendir." Yani denizde giden dağlar gibi ge­mileri yürütmesi de, Allah'ın açık kudretine ve hakimiyetine delâlet eden delillerdendir.

"Dilerse O, rüzgârı durdurur da gemiler onun (denizin) üstünde kala­kalırlar." Yani Allah, giden gemileri durdurmak isterse, rüzgârların hare­ketini keser böylece gemiler de, deniz üzerinde sakin ve sabit bir hale gelir­ler, hareketsiz olarak su üzerinde kalakalırlar.                       

"Elbette bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır." Yani, gemilerin zikredilen özelliklerinde ve denizlerde akıp gitmesinde, zorluklara, belâlara ve Allah'a itaata çok sabreden, nimetlerine karşı çok şükredenler için, Allah Tealâ'nın kudretini gösteren büyük deliller vardır.

"Yahut yaptıkları yüzünden onları helak eder. Bir çoğunu da affeder (kurtarır)." Yani Cenab-ı Allah dilerse, insanların istedikleri günahları yü­zünden o gemileri batırarak helak eder, ama onların günahlarından bir ço­ğunu da affeder, yahut o insanlardan çoğunu affedip, onları boğulmaktan kurtarır. Eğer onların bütün günahlarıyla onlara ceza verecek olsaydı, ge­miye binip yolculuk yapan herkesi helak ederdi.

"Böylece ayetlerimiz üzerinde tartışanlar, kendilerine kaçacak bir yer olmadığını bilsinler." Yani yüce Allah, onlardan intikamını alacak; Allah'ın ayetlerini yalanlayarak onlar hakkında münakaşa edenler de, o zaman Al­lah'ın azabından kaçıp kurtulacak, sığınacakları bir yer olmadığını göre­ceklerdir. Çünkü onlar Allah'ın kudret ve saltanatıyla kahr olacaklardır.

Yüce Allah, birliğini gösteren delilleri beyan ettikten sonra, dünyaya aldanmaktan sakındırdı ve şöyle buyurdu: "Size verilen şey yalnızca dünya hayatının (geçici) faydasıdır." Yani size verilen tüm zenginlikler, rızık bol­luğu, makam mevki ve saltanat, bunlar ancak dünyanın basit bir eşyasıdır, bunlardan kısa bir süre faydalanılır, sonra onlar çabucak yok olup gider. Çünkü dünya fanidir, şüphesiz yok olacaktır. Allah'ın birliğinin delillerini kabul etmeye engel olan şeyin dünyaya rağbet olduğu düşünülür. Makam mevki arzusu Allah'ın birliğine inanmayı engeller. Bu sebeple yüce Allah dünyaya aldanmaktan sakındırdı, ahirete teşvik ederek şöyle buyurdu: "Allah'ın yanında bulunanlar ise, daha iyi ve daha süreklidir. Bu mükâfat iman edenler ve Rablerine dayanıp güvenenler içindir." Yani Allah'ın yanın­da bulunan itaat sevabı ve cennet mükâfatı dünya metaından daha hayırlı, daha süreklidir. Çünkü o asla kesilmeyecektir. Halbuki dünya nimeti çabu­cak kesilecektir. O halde fani olan dünyayı baki olan ahiretin önüne geçir­meyin. Baki olan ahiret nimetleri Allah ve Rasul'ünü tasdik eden, tüm işle­rinde Rablerine güvenen, işlerini Ona havale edenler için daha hayırlı ve daha devamlıdır. [38]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Ayetler aşağıdaki hususları ifade etmektedir:

1- Şüphesiz ki, insanlara rızkı ihsan etmek, Allah'ın hikmeti ve irade­sine bağlıdır. O, ihtiyaç ölçüsünde ve maslahata uygun olarak verir. Eğer kullarına rızkı bol bol verseydi, onlar isyan bataklıklarına düşerler, birbir­lerine saldırırlardı. Çünkü zenginlik şımarıklığa ve gururlanmaya sebep olur. İbret olarak Karun ve Firavun yeter! Bu sebeple yüce Allah şöyle bu­yurmuştur: "Gerçek şu ki, insan kendini kendine yeterli görerek azar." (Alâk, 96/6-7). Efendimiz (s.a.) de şöyle buyurmuştur: "Ümmetim adına en çok korktuğum şey dünya süsü, zineti ve zenginliktir."

2- Malikiler şöyle demektedir: "Allah'ın filleri birtakım maslahatlar­dan (faydalı şeyler) uzak değildir. En yararlısını yaratmak Allah'a vacip değilse de, yine de Allah kuluna bol rızık verdiğinde onun bozulmasına sebep olacağını bilir, onun faydasına olarak dünyayı ondan saklar." Dolayısıyla, dünyada rızık darlığı zillet olmadığı gibi, rızık bolluğu da fazilet değildir. Allah, fesatta kullanacaklarını bilerek bazı topluluklara imkânlar vermiş­tir. Netice olarak tüm işler Allah'ın iradesine bırakılmıştır. Allah'ın fiilleri­nin hiçbirinde, daha yararlısını beklemeyi düşünmek mümkün değildir.

3- Allah, kullarına ihsan ve lütufta bulunarak, onların işlerini üstlen­miştir. Eğer ihtiyaç halinde olurlarsa, onları ihtiyaçları ölçüsünde zengin­leştirir. Bol bereket ürün ve meyvelerin yetişmesine sebep olan yağmuru yağdırır onların üzerine rahmetiyle kuşatır. Yüce Allah, kullarının tüm iş­lerini üstlenen ve iman eden dostalarına yardımcı olan gerçek dosttur. Her lisanda övülmeye lâyık olan da Odur.

4- Gökleri, yeri ve ikisi içerisinde, sayısını ancak Allah'ın bildiği mah-lûkatı yaratması, kıyamat günü onları bir araya getirip hesaba çekmeye gücü olması Allah'ın varlığının birliğinin ve kudretinin delillerindendir.

Bazı alimler, "Ve bunların içerisinde yayıp ürettiği canlıları..." ayetiyle yıldızlarda ve ulvi alemlerde meleklerden başka mahluklar bulunduğunu uzak görmemektedirler. Yine de Allah'ın bu kavlinde, bu konuya kesin bir delil yoktur. Çünkü yukarıda da geçtiği gibi bu ayetin tefsirinde başka bir yorum da vardır.

5- İnsanların başlarına gelen musibetler, çoğu kez günahları ve isyan­ları sebebiyledir, günahlara kaşılık cezalardır. Bazen bu felâketler imtihan için de olabilir. Nitekim, Ahmed b. Hanbel, Buhari, Tirmizi ve İbni Ma-ce'nin Sa'd'dan rivayet ettikleri hadis-i şerifte Allah Rasulü (s.a.) şöyle bu­yurmuştur: "En çetin imtihanlara tabi tutulanlar peygamberler, sonra sıra­sıyla onlara en yakın olanlardır." İmtihandan maksat, imtihan edilenlerin derecelerinin yükseltilmesidir. Çünkü peygamberler, günah ve isyandan masum (korunmuş) dur. Peygamberler ve Allah dostlarına gelen musibet­ler, Allah'ın emirleri konusunda imtihan mahiyetindedir, yoksa cezalandır­mak için değildir.

Dünyada mümine işlediği suçtan dolayı verilen ceza, onun için ahiret-te keffarettir. Kâfirin cezası ise ahirete ertelenmiştir.

Ali b. Ebi Talip (r.a.): "Başınıza gelen herhangi bir musibet..." ayeti hakkında şöyle demiştir. "Allah azze ve celle'nin kitabı Kur'an-ı Kerim'de en ümit verici ayet budur." Allah Tealâ uğrattığı felâketler sebebiyle in­sanların günahlarını örtecek, bir çoğunu da affedecek olduktan sonra, geri­ye ne kalır?

6- Şüphesiz ki, Allah'ın gücü ve kudreti her şeyi kapsar ve hakimiyeti altına alır. Kâfir ve müşrikler O'nu aciz bırakıp, O'nun hakimiyetinden ka­çıp kurtulamazlar. Ahirette de, kendilerine işlerini üzerine alan, menfaat­lerini gözeten bir dost; Allah'ın azabını ve intikamını kendilerinden uzaklaştıracak bir yardımcı bulamayacaklar. Dolayısıyla onlar, dünyada da, ahirette de ilâhi kudretin avucu içindedirler.

7- Yine Allah Tealânm kudretine ve kulları üzerine ihsanda bulundu­ğuna dair delillerden biri de deniz üzerinde yürüyen gemilerdir. Bunlar, ya rüzgârın esmesiyle veya rüzgârın yerine geçecek, motorla elde edilen itici bir enerjiyle çalışmakta olup Allah'ın ilhamı, öğretisi ve keşfetme gücü ver­mesiyle insan oğlunun bir sanatıdır. Halbuki böyle yoğun ve ağır cisimlerin özelliği suda batmaktır. Fakat Allah suya gemileri taşıma ve batmalarına engel olma gücü vermiş, sonra rüzgârları onların seyretmesine bir sebep kılmıştır.

Allah, rüzgârları durdurmaya ve sakinleştirmeye kadirdir. O takdirde gemiler deniz üzerinde kalırlar. Allah, gemilerin tüm aletlerini bozmaya ve en basit şeyle motorlarını durdurmaya da kadirdir. Yine Allah, rüzgârları tayfunlar haline getirmeye, gemileri, yolcularının günahları sebebiyle ba­tırmaya da kadirdir. Dilerse gemide bulunanlardan birçoklarını affeder, on­ları o gemiyle birlikte batırmaz. İşte o zaman kâfirler, denizin ortasına gel­dikleri ve rüzgârlar her taraftan kendilerini kuşattığı zaman veya gemiler denizin ortasında kaldıkları vakit Allah'tan başka bir sığınakları olmadığı­nı göreceklerdir. Allah onları, helak etmek isterse onları kurtaracak kimse olmaz. İşte o zaman kulluğu sadece Allah'a yapanlar, belâlara sabreden, nimetlere şükreden herkes için bu gemiler de birçok deliller ve alâmetler vardır. Kurtubî şöyle demiştir: "Kendisine verildiğinde şükreden, belâya uğradığında sabreden, sabredici şükredici kul ne güzeldir." Avn b. Abdul­lah da şöyle demiştir: "Kendisine ihsan edilen nice şükürsüz, belâya uğra­yan nice sabırsız kimseler vardır."

8- Dünyanın debdebe ve şaşaasıyla öğünmek uygun değildir. Çünkü dünyadaki servetler, saraylar, binalar tüm bunlar birkaç gün istifade edilip sonra da yok olup gidecek eşyadan başka bir şey değildir. Halbuki Allah'ı tasdik edip, Onu bir kabul eden, Rablerine güvenen ve işlerini Ona havale eden müminler için, Allah'ın yanındaki mükâfat ve sevap daha hayırlı ve daha devamlıdır. [39]

 

Cennet Ehli Olan Kâmil Müminlerin Vasıfları:

 

37- Onlar, büyük günahlardan ve hayasızlıktan kaçınırlar; kızdıkları zaman da kusurları bağışlarlar.

38- Yine onlar, Rablerinin davetine icabet ederler ve namazı kılarlar. Onların işleri, aralarında danışma iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da harcarlar.

39- Bir haksızlığa uğradıkları zaman yardımlaşırlar.

40- Bir kötülüğün cezası, ona denk  bir kötülüktür. Kim bağışlar ve basağlarsa, onun mükâfatı Allah'a  aittir. Doğrusu O, zalimleri sevmez.

41- Kim zulme uğradıktan sonra  hakkını alırsa, artık onlara yapılacak bir şeyyoktur.

42- Ancak insanlara zulmedenlere  ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere ceza vardır. İşte acıklı azap bunlaradır.

43- Kim sabreder ve affederse şüp­hesiz bu hareketi, yapılmaya değer işlerdendir.

 

Belagat:

 

"Onlar, büyük günahlardan ve hayasızlıktan..." ifadesinde parçanın bütüne atfı vardır. Yani "hayasızlık", "büyük günahlara..." bağlanmıştır.

"Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür..." ifadesinde müşakele vardır. Aralarında şeklen benzerlik olduğu için, kötü davranışa verilecek ceza, karşılık da "kötülük" olarak adlandırılmıştır. [40]

 

Kelime Ve İbareler:

 

"Büyük günahlardan..." Yalancı şahitlik, ana-babaya asi olmak veya kasıtlı olarak adam öldürmek, namuslu insanlara iftira etmek, hırsızlık, zina ve benzeri had cezasını gerektiren tüm fiiller büyük günahlar kapsamına girer ve şiddetli bir tehdit gerektirir. "Hayasızlık" sözü ise zina, adam öldürmek ve benzeri pek çok çirkin şeyleri ifade eder.

"Yine onlar, Rablerinin davetine icabet ederler..." Rablerinin davet etti­ği tevhit, kulluk, farzların edası ve yasakların terki konusunda O'na icabet ederler "ve namazı kılarlar. Onların işleri, aralarında danışma iledir." Yani ayette methedilen müminler, başkalarıyla istişare etmedikçe tek başlarına toplumu ilgilendiren kararlar almazlar. Bu, onların meselelere çok dikkatli bakmaları, planlan sağlam yapmaları ve isteneni elde etmeleri sebebiyle­dir. Şura doğruyu bulabilmek için fikir alışverişinde bulunmaktır.

"Bir haksızlığa uğradıkları zaman yardımlaşırlar." Kendilerine zulme­denlere karşı elbirliği ile mücadele ederler. Allah gerçek müminleri en mü­kemmel faziletlerle vasfettikten sonra, onları yiğitlikle de niteledi. Çünkü acize karşı gösterilen yumuşaklık övülmüş, zalime karşı yumuşaklık ise kı­nanmıştır. Bu durum onu zulme teşvikten alıkoymak içindir. "Kim" kendi­ne zulmedeni "bağışlar" ve aralarındaki düşmanlığı dostluğa dönüştürerek "barışı sağlarsa, onun mükâfatı" kesinlikle "Allah'a aittir." "Doğrusu Allah zalimleri sevmez" yani zulmü başlatanları sevmez onları cezalandırır.

"Kim zulme uğradıktan sonra hakkını alırsa" yani zalimin zulmüne benzer karşılık verirse, "artık onlara yapılacak bir şey yoktur." Yani onlar kınanıp, cezalandırılmaz. "Kim" kendisine yapılan eza ve cefaya "sabreder ve affederse" kendine yapılan kötülüğe göz yumarsa. "Şüphesiz bu yapılma­ya değer işlerdendir." [41]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Onlar büyük günahlardan ve ..." ayetinin (37. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak denilmiştir ki; bu ayet bir görüşe göre Hz. Ömer hakkında na­zil olmuştur. Mekke'de kendisine sövülmüş, o kendisine şovenleri atfetmiş­tir. Bir görüşe göre de Ebu Bekir hakkında nazil olmuştur. Malını Allah yo­lunda harcadığı zaman insanlar kendisini kınamış ve sövmüşler, ama o bü­tün bunları bilimle (yumuşaklıkla) karşılamıştır.

"Rablerinin davetine icabet edenler..." ayeti (38. ayet), Ensar (Medineli müslümanlar) hakkında inmiştir: Allah Rasulü (s.a.) onları imana davet etmiş, onlar bunu kabul edip, namazlarını da kılmışlardır.

Müfessirlerden Kelbi ve Ferra'nın zirkettiğine göre 41 ve 43. ayetler de Ebu Bekir Sıddık (r.a.) hakkında nazil olmuştur. Ensar'dan biri ona kö­tü sözler sarfetmiş, Ebu Bekir de ona karşılık vermiş, sonra da susmuştur. [42]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah, birliğini ve ilâhi kudretinin delillerini belirttikten ve dünyaya insanları rağbetsiz hale getirdikten sonra, onları ahirete teşvik etmiştir.

Çünkü ahiret daha iyi ve daha devamlıdır. Sonra bu hayırlı oluşun belli özellikleri taşıyan kimseler için olacağını beyan etmiştir. Önce bu özellik­lerden ikisini zikretmiştir ki, onlar Allah'a iman ve sadece O'na güvenip dayanmaktır (tevekkül). Bunun peşinden müminlerin diğer vasıflarını sı­ralamıştır: Büyük günahlardan ve hayasızlıklardan kaçınmaları, Allah'a itaat edip, yasaklarını terketmeleri, namazı kılıp zekâtı vermeleri, genel ve özel işlerde birbirlerine danışmaları ve gaspedilen haklarını geri almak için yiğitlik ve güç göstermeleri. [43]

 

Açıklaması:

 

Allah Tealâ cennet ehlini, kendisine iman ve tevekkül (kendisine daya­nıp, güvenme) ile nitelemiş ve onların aşağıdaki özelliklerini sıralamıştır:

1- Büyük günahlardan sakınmak: "Onlar büyük günahlardan ve haya­sızlıktan kaçınırlar." Yani şirk, kasten adam öldürmek ve ana babaya isyan gibi Allah'ın şiddetle tehdit ettiği büyük günahlara düşmekten sakındıkla­rı gibi dinin, aklın ve fıtratın çirkin gördüğü, gıybet, yalancalık, zina, hır­sızlık ve yeryüzünde bozgunculuk etmek gibi söz ve davranışlardan da uzak dururlar.

2- Gücü yettiğinde affetmek: "... kızdıkları zaman da kusurları bağış­larlar." Kendilerini öfkelendiren suçu görmezlikten gelip öfkelerini yutar­lar ve kendilerine zulmedenlere yumuşak davranırlar. Çünkü onların se-ciyyesi insanları affedip bağışlamaktır, onlardan intikam almak değildir. İşte bunlar, güzel ahlâktır. Bu ahlâka sahip olanlar, kendilerine zulmeden­lere şefkat gösterirler, kaba davrananları bağışlarlar ve bu davranışlarıyla da Allah'ın mükâfatını ve affını isterler. Sahih bir hadis-i şerifte şöyle söy­lenmiştir: "Peygamber (s.a.) nefsi için asla intikam almamıştır. Ancak Al­lah'ın saygı değer mukaddesatı çiğnenirse, işte o zaman gerekli karşılığı vermiştir."

3- Allah Tealâ'ya tam bağlılık ve itaat: "Yine onlar, Rablerinin davetine icabet ederler." Yani Rablerinin kendilerini davet ettiği, Allah'ın birliği ve şirkten uzak kalma gibi konularda Onun emrine uyarlar; Allah'ın emretti­ği ve yasakladığı konularda peygamberlere itaat ederler.

4- Namaz kılmak: "...ve namazı kılarlar..." Üzerlerine farz kılman na­mazı rükünlerini ve şartlarını yerine getirerek vaktinde, huşu ile tam ola­rak eda ederler. Burada diğer fazilet esaslarıyla birlikte sadece namazın adı geçmiştir. Çünkü namaz, Allah'a yapılan ibadetlerin en büyüğüdür, Al­lah'a ulaşma miracıdır. Kul ile Allah arasında rabıtadır.

5- Şura nizamına bağlı kalmak: "...onların işleri, aralarında danışma iledir." Özel olsun, genel olsun, aralarındaki tüm işlerinde birbirlerine da­nışırlar. Ammeyi-kamuyu ilgilendiren hiçbir meselede kendi başlarına tek olarak karar vermezler. İdarî görev, halifelik, devleti düzenleme ve faydasına olacak şeyleri planlama, harp ilânı, valileri, hakim ve savcıları görev­lendirme işleri, bütün bunları danışarak yaparlar. Nebi (s.a.), ashabına (arkadaşlarına) insanların en çok danışanı idi. Sahabe de halife tayini, din­den dönenlerle harp, yeni olaylar ve meseleler için şer'î hükümler istinbat etmek (çıkarmak) gibi önemli meselelerde peygamberimizin yolunu tut­muşlardır. Hz. Ömer (r.a.) de Hürmüzan müslüman olarak kendisine geldi­ğinde ona danışmıştır. Hz. Ömer yaralandığında, kendisinden sonra hilâfet meselesinin çözümünü altı kişiye bırakmıştır. Onlar Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Sa'd ve Abdurrahman b. Avftır. Bunlarda hilâfet için Osman (r.a.)'ın öne geçmesinde ittifak etmişlerdir.

Burada ayet müminlerin sabit bir özelliğini tespit etmiş, bir başka ayet de istişareyi emretmiş ve şöyle buyurmuştur: "İş hakkında onlara da­nış." (Ali İmran, 3/159). Hasan-ı Basri şöyle demiştir: "İstişare eden bir topluluk, mutlaka işlerinde en iye çözüm şekline kavuşur." İbnu'l-Arabi de: "İstişare, topluluğun birbiriyle ülfeti, kaynaşmasıdır. Akılların derecesini ölçen bir alettir ve doğruya ulaşma vasıtasıdır. Bir topluluk istişare ederse, mutlaka doğru görüş kendisine gösterilir." demiştir. .

6- İnfak: "...kendilerine verdiğimiz rızıktan da harcarlar." Allah yolun­da ve O'na itaat noktasında, kendilerine verdiğimiz mal ve diğer nimetler­den harcarlar. Çünkü zenginlerin infakı (harcaması) milletin güçlenmesine sebep olur, ümmetin zayıf noktalarının tedavisine sebep olur. Ayrıca infak devletin heybet ve vakarını, fertlerinin şanını ve şerefini korumanın yolu­dur. Bu da, önce en yakınlardan başlayarak, muhtaçların ihtiyacını gider­mek ve düşmanlarla savaşmak için harp alet ve edavatını hazırlamak gibi kamu menfaatine olan hayırları yapmakla gerçekleşir.

7- Şecaat (yiğitlik): "Bir haksızlığa uğradıkları zaman yardımlaşırlar." Zulme ve saldırıya maruz kaldıkları zaman, kendilerine zulmedenlere kar­şı elbirliği ile mücadele ederek karşılığını verirler. Çünkü zulme maruz ka­lınınca karşılık vermek vacip ve aynı zamanda fazilettir. Zalime boyun eğip karşısında eğilmek müminlerin şerefiyle bağdaşmaz. Çünkü acz ve zaaf göstermek, düşmanı daha başka düşmanlıklar yapmaya sevkeder. Mümin­ler izzet sahibi, asil kimselerdir, haklarını mukaddes değerlerini ve şerefle­rini korurlar, aciz ve zelil olamazlar, bilakis kendilerine zulmedenlerden intikam alma kudretine sahiptirler. Bu kudrete kavuştukları zamanda af­federler.

Bu ayetle önceki ayet arasında her hangi bir çelişki yoktur: "...kızdık­ları zamanda kusurları bağışlarlar." Çünkü her bir ayetin kendine göre bir yeri vardır. Önceki ayetin söyleniş yeriyle, sonraki ayetin söyleniş yeri fak­lıdır. Çünkü kusurları affetmek iki kısımdır.[44]

a) Fitnenin teskinine, gönüllerin rahatlamasına ve kötülük yapanın kötülüğünden dönmesine sebep olan bağışlama övülmüştür. Bu tarzdaki affetmeye ilgili ayetler teşvik etmektedir. Mesela, karı koca arasındaki me-hir meselesinde: "Sizin affetmeniz (mehirden vazgeçmeniz) takvaya daha uygundur." (Bakara, 2/237) buyurulmuştur.

b) Zalimin cüretine, azgınlığının devamına ve milleti ezmesine sebep olan afdır ki, bu kınanmıştır. Dış düşmana mukavemet ederken ve haklar gaspedildiğinde bu karşı koyma, karşılık verme vaciptir. Bu da, İslâm niza­mında istenen gücün ve denk kuvvetin eksiksiz olmasına bağlıdır ki, güçlü bir müminin iki düşman karşısında sebat etmesiyle mümkün olur.

Açıklayıcı misaller çoktur: Yusuf (a.s.), kardeşlerini affetmiştir. Kuranın hikâye ettiği gibi şöyle demiştir: "(Yusuf) dedi ki: Bugün size kı­nama yok, Allah sizi affetsin." (Yusuf, 12/92) Hz. Yusuf, onları cezalandıra­bilecek kudrete ve kendisine yaptıklarına karşılık verebilecek güce sahip olduğu halde onları affetmiştir. Allah Rasulü (s.a.) de Mekke fethi sırasın­da, Mekke halkını bağışlamıştır. Hudeybiye yılında Tenim tepesinden ine­rek kendisine suikast düzenleyen o seksen kişiyi de affetmiştir, onları kıs­kıvrak yakaladığı halde, intikam alma gücüne sahipken onlara ihsanda bu­lunmuştur. Peygamberimiz (s.a.) uyurken kılıcını kınından çıkarıp kendisi­ni öldürmek isteyen Gavres b. el-Haris'i de affetmiştir. Peygamber (s.a.) uyandığında kılıç, kınından sıyrılmış olarak, Gavres'in elindeydi. Peygam­berimiz (s.a.) ona sert çıkmış bunun üzerine kılıç elinden düşmüş, bu sefer kılıcı Peygamberimiz (s.a.) almış, ashabını çağırıp bu adamla aralarında meydana gelen olayı onlara bildirmiş ve bu adamı affetmiştir. Hayber sava­şı sırasında kızarmış kuzunun budunu zehirleyen ve müslümanlara ikram eden Yahudi kadını Zeyneb'i de affetmiştir. Bu Zeynep, Muhammed b. Mes-leme'nin öldürdüğü Hayberli Yahudi Merhab'ın kız kardeşidir. Bir mucize olarak, zehirlenen bu but durumu peygambere haber vermiş, Peygamberi­miz (s.a.) de kadını çağırtmış, kadın yaptığını itiraf etmiştir. Peygamberi­miz (s.a.): "Seni buna sevkeden nedir?" diye sorduğunda kadın: "Düşündüm ki, eğer peygamber isen sana zehir zarar vermeyecekti, değilsen senden kurtulacaktık." diye cevap vermiş, Peygamberimiz (s.a.) de onu salıvermiş­tir. Ancak Bişr b. el-Bera zehirden ölünce o kadını kısasen öldürtmüştür.

Rivayete göre Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarından Zeynep, Aişe'ye gelip ona kötü söz söylemiş, Peygamberimiz (s.a.) kendisini ikaz etmişse de o vazgeçmemiş, bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) Hz. Aişe'ye "Kalk, karşığını ver." demiştir.[45] Bu, şu ayetin tatbikidir: "Allah kötü sözün açık­ça söylenmesini sevmez; ancak haksızlığa uğrayan başka." (Nisa, 4/148).

Ahmed b. Hanbel, Müslim, Ebu Davud ve Tirmizi'nin Ebu Hürey-re'den rivayet ettiklerine göre Allah Rasulü (s.a.) "Birbirine söven iki kişi­nin söylediği sözün günahı, mazlum haddi aşmadıkça, ilk başlayanadır." buyurdu, sonra: "Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür." ayetini okudu.

Yüce Allah, devamlı olarak intikam almaya, karşılık vermeye teşvik etmemiş, bilakis onun sadece meşru müdafaa sınırında kalması gerektiğini beyan etmiş, sonra da onun meşru oluşunu denkliğe riayet şartına bağla­mış ve nihayet: "Kim bağışlar ve barışı sağlarsa onun mükâfatı Allah'a ait­tir. " ayetiyle affetmenin daha uygun olacağını açıklamıştır.

Allah Tealâ: "Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür." sözüyle, suç ve ceza arasında denkliği şart koşmuştur. Yani kötü davranışa verile­cek ceza, o suça denk bir cezadır. İntikam almakta yani karşılık vermekte dengeli olmak (adil davranmak) eşitlikle iktifa etmektir. Kötü davranan kimse: "Allah, seni rezil etsin" dediğinde, karşısında ki de haddi aşmadan: "Allah, seni rezil etsin" diye cevap verir. Karşı tarafı rahatsız edeceği için kötü davranışın karşılığına da kötü davranış ismi verilmiştir.

Bu ayetin benzerleri şu ayetlerdir: "Kim size saldırırsa, siz de ona mi­silleme olarak saldırın." (Bakara, 2/194), "Eğer ceza verecekseniz, size yapı­lan cezanın misliyle ceza verin." (Nahl, 16/126), "Kim de kötülükle gelirse, o sadece getirdiğinin dengiyle cezalandırılır." (En'am, 6/160).

İşte böylece, İslâm'da medenî ve ceza hukuku ile ilgili tüm cezalarda denklik geçerlidir. Mesela kasten adam öldüren veya yaralayana kısas uy­gulamak gereklidir. "Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır." (Ba­kara, 2/179), "Hürmetler (dokunulmazlıklar) kısastır (karşılıklıdır)." (Ba­kara, 2/194), "yaralar da kısastır. (Her yaralama misliyle cezalandırılır)." (Maide, 5/45). Ancak yüce Allah, bu son ayetin devamında: "Kim bunu (kı­sası) bağışlarsa, kendisi için o keffaret olur." diyerek bağışlamaya teşvik et­miştir. Burada ise şöyle buyurmuştur: "Kim bağışlar ve barışı sağlarsa onun mükâfatı Allah'a aittir." Yani, kendine kötülük yapan zalimi bağışlar, kendisiyle düşmanının arasını sevgi ve bağış ile düzeltirse, onun mükâfatı Allah'a aittir. Allah ona çok büyük bir mükâfat verecektir. Nitekim, Ahmed b. Hanbel, Müslim ve Tirmizi'nin Ebu Hüreyre'den rivayet ettiği bir hadis­te Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah, affedip, bağışlayan in­sanın ancak şerefini artırır." Allah Tealâ takva sahibi kullarını şöyle anlat­mıştır: "O takva sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar. Öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulu­nanları sever." (Ali İmran, 3/134) "Doğrusu O zalimleri sevmez." (Ali İmran, 3/140). Yani zulme ilk başlayanları sevmediği gibi kısasta aşırı gidip haddi aşanları da sevmez. Çünkü haddi aşmak zulümdür. Haddini aşanları Allah cezalandırır. Ayetin bu kısmı, cins ve miktar olarak benzerliği şart koşmakta ayetin baş tarafını teyit etmektedir.

Sonra yüce Allah, zulmü ve haksızlığı bertaraf etmenin meşru olduğu­nu teyit ederek şöyle buyurmuştur: "Kim, zulme uğradıktan sonra hakkını alırsa, artık ona yapılacak bir şey yoktur." Allah'a yemin olsun ki, zulme uğrayan kimse, zalimden intikamını alırsa, onu cezalandırma imkânı yok­tur. Çünkü bu intikam bir haktır. Kasten yapılan cinayetlerde kısas, hata ile yapılan cinayet ve telef etmelerde de tazminat (diyet) meşrudur. Haddi aşıp, sınırı geçmeden misliyle karşı tarafa sözlü cevap vermek caizdir.

"Ancak insanlara zulmedenlere ve yer yüzünde haksız yere taşkınlık edenlere ceza vardır." Yani, ceza ve muaheze ancak insanlara zulme ilk baş­layanların veya denklik prensibini aşanların, intikam almakta haddi aşan­ların, haksız yere insanlara ve insanların mallarına tecavüz edenlerin, in­sanlara zulmedip hakları gaspederek gurur ve tekebbürde bulunanların başına gelecektir. "İşte acıklı azap bunlaradır." İşte o zulme ilk başlayanlar ve haddi tecavüz edenler için elem verici şiddetli bir azap vardır. Daha son­ra Allah, insanı güç ve kuvveti elinde iken, affedip, bağışlamaya teşvik ederek şöyle buyurmuştur: "Kim sabreder ve affederse, şüphesiz bu hareketi yapılmaya değer işlerdendir."

Allah Tealâ, zulmü ve zalimleri kınayıp, kısası meşru kıldıktan sonra, affa ve bağışlamaya teşvik etmiş ve şöyle buyurmuştur: Kendisine karşı yapılan ezaya sabreden, kötülüğü örten, kendisine zulmedenin hatasını ba­ğışlayan kimsenin bu sabır ve bağışlaması; karşılığında bol sevap ve güzel övgü ile mukabele edilecek, teşekküre lâyık değerli işlerdendir. [46]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

1- Allah Tealâ müminleri cennete ve cennet ehline varis olmaları için, ayetlerde zikredilen yedi fazilet ile nitelenmeye teşvik etmiştir.

a) Büyük günahlardan ve çirkin şeylerden kaçınmak, Çirkin şeyler Al­lah'ın azapla tehdit ettiği veya işlenmesi halinde dinen belirlenmiş hadler-den (cezalardan) birini gerekli kılan her türlü kötülüklerdir.

b) Suçları bağışlayıp, kendilerine zulmedenlere yumuşak davranmak.

c) Allah'ın emirlerine boyun eğip, itaaat etmek.

d) Namaz kılmak.

e) Aralarındaki işlerinde birbirlerine danışmak.

f) Allah'a itaat uğrunda, mal ve imkânları harcamak,

g) Haksızlığı ve zulmü bertaraf etmek için cesaretli olup yiğitlik gös­termek.

2- İbnu'l-Arabi şöyle demiştir: "Allah, işlerde danışmayı övmüş ve bu­na uyan kimseleri de methetmiştir. Peygamber (s.a.) harplere ilişkin meşelelerde ashabına danışırdı. Bu konu, kaynaklarda çokça zikredilmektedir. Allah Rasulü (s.a.) ahkam konusunda ashabına danışmıyordu. Çünkü ah­kam (dinî hükümler), - farz, mendup, mekrup, mubah ve haram - bütün kı-sımlarıyla Allah tarafından indiriliyordu. Ancak Allah Tealâ peygamberini kendi yanma alınca, yani peygamber vefat edince ashab-ı kiram dinî hü­kümler konusunda birbirlerine danışıyorlar ve onları Kitap ve sünnetten istinbat ediyorlar, çıkarıyorlardı. Sahabenin istişare ettiği ilk konu hilâfet meselesidir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.) bu konuda açık bir nas ortaya koymamıştı. Hatta hilâfet konusunda Ebu Bekir'le Ensar arasında malûm olaylar meydana gelmiştir. Hz. Ömer "Allah Rasul'ünün dinimiz için razı olduğu kimseye, biz de dünyamız için razıyız." demiş, hilâfet için Ebu Be­kir'in uygun olduğunu ifade etmiştir. Ashab-ı Kiram, irtidat (dinden dön­me) konusunda da birbirleriyle istişare etmiş, Ebu Bekir'in görüşü savaş üzerine yoğunlaşmıştır. Dedenin mirası konusunda, şarap içmenin haddi (cezası) ve bu cezanın sayısı hususunda da birbirlerine danışmışlardır. Al­lah Rasul'ünün vefatından sonra harpler konusunda istişare etmişler, hat­ta Hz. Ömer, Hürmüzan kendisine müslüman olarak geldiğinde harp konu­sunda onunla istişare etmiş o da: "Müslümanlara emir ver, Kisra'nın üzeri­ne gitsinler."[47] diyerek ona cevap vermiştir.

Tirmizi'nin Ebu Hüreyre'den (r.a.) rivayet ettiğine göre Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İdarecileriniz hayırlı, zenginleriniz cömert oldu­ğunda ve işlerinizi aranızda istişareyle yaptığınızda yerin üstü sizin için yerin altından daha hayırlıdır. İdarecileriniz zalim, zengileriniz cimri olur ve işlerinizi kadınlara bırakırsanız, yerin altı sizin için yerin üstünden da­ha iyidir."

3- "Bir haksızlığa uğradıkları zaman yardımlaşırlar" Bu durum çoğu zaman, müslümanlarla gayri müslimler arasındaki dış ilişkiler konusunda olur. Çünkü geçmişte müslümanlara, müşriklerin çok zararı olmuştur. İbni Abbas şöyle demiştir: "Müşrikler, Allah Rasul'üne (s.a.) ve ashabına zulüm ve eza edip onları Mekke'den çıkartmışlardı. Bu sebeple Allah onlara Mek­ke'den çıkma izni vermiş, yeryüzünde onları güçlendirmiş, kendilerine zul­medenlere karşı onlara zafer nasip etmiştir. Bu durum Hac suresinde şöyle anlatılmaktadır: "Kendileriyle savaşılanlara (müminlere), zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, on­lara yardıma mutlak surette kadirdir. Onlar başka değil, sırf Rabbimiz Al­lah'tır dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah bir kısım insanları (kötülüklerini) diğer bir kısmı ile defedip önleme-seydi, mutlak surette, içlerinde Allah 'in ismi bol bol anılan manastırlar, ki­liseler, havralar ve mescitler yıkılır giderdi. Allah kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir. Onlar (o müminler) ki, eğer kendilerine yer yüzünde iktidar ve­rirsek, namazı kılar, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyeder-ler. İşlerin sonu Allah'a varır." (Hac, 22/39-41).

Ayet sadece geçmişte yapılanlara has değildir. Kâfir olsun, müslüman olsun her zaman, her zalimin zulmünü kapsamaktadır. Yani müminlere her hangi bir zalimden zulüm gelirse, bu haksızlığa boyun eğmezler. Bu, emr-i bi'1-ma'ruf (iyiliği emretmek), nehy-i ani'l-münker (kötülükten sakın­dırmak) ve hadlerin (Kitap ve Sünnet'te belirtilen cezaların) yerine getiril­mesine işarettir. Aynı zamanda müninlerin şu özellikleri taşıdığına da işa­rettir: Müminler, izzet ve şeref sahibidirler. Zilleti ve düşmanların tekeb­bürünü kabul edemezler, Allah'ın kuvveti ve gücüyle gururlanır ve onun yardımına güvenirler.

4- Ancak zulüm sadece müslümanlar arasında veya müslümanlarla gayri müslimler arasında olur, asi kimse de fasıkhğım açıkça ilân eden ve küçük-büyük herkese eza veren bir hayasız olursa, işte o zaman ondan in­tikam almak daha faziletlidir. İbrahim en-Nehai şöyle demiştir: "İnsanlar, kendilerini zalimlerin seviyesine düşürmek istemiyorlardı. Bu sebeple fa-sıklar onlara karşı cüretkâr davranıyorlardı." Netice olarak eza ve cefa umumi bir hal alınca bunun önüne geçmek için intikam alarak karşılık vermek gereklidir.

Yapılan kötülük hata ile veya kasıtsız olursa veya kasıtlı olup da, son­radan bu hatayı işleyen kimse affedilmesini isterse işte o zaman bağışla­mak daha faziletlidir. Bu konuda şu ayet nazil olmuştur: "Affetmeniz (me-hirden vazgeçmeniz) takvaya daha uygundur." (Bakara, 2/237), "... kim bu­nu (kısası) bağışlarsa kendisi için o keffaret olur." (Maide, 5/45),"... bağışla­sınlar, feragat göstersinler. Allah'ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız?" (Nur, 24/22).

5- "Bir kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür." ayeti fıkıh ilminde çok önemli bir esastır. Gerek bedenî (yani insanın vücut organlarına veri­len zarar ile ilgili) suçlarda ve gerekse malî suçlarda değişmeyen önemli bir esastır.

İmam Şafii bu ayeti şöyle yorumlamıştır: "Bir insan, kendisine hiya-net eden kimsenin malından onun bilgisi olmadan, onun hiyanet ettiği ka­dar alabilir." Buna da, Hz. Aişe'den Buhari ve Müslim'de rivayet edilen bir hadis-i şerifte geçen Peygamberimiz (s.a.)'in Ebu Süfyan'm karısı Hind'e söylediği şu sözü delil getirmiştir: "Onun (Ebu Süfyan'ın) malından sana ve çocuklarına yetecek kadar al." Yani izni olmadan kendi bakımları ile ilgi­lenmeyen kocası Ebu Süfyan'ın malından almayı Hind'e mubah kılmıştır.

6- Hakkın tam olarak alınabilmesinin ancak biraz fazla almakla mümkün olduğu durumlarda, caniye hak ettiğinden fazla zarar vermekle, mazlumun hakkını tam olarak almasına mani olmak arasında bir çelişkibulunduğundan, hangisiyle amel etmenin daha uygun olduğu konusunda İslâm hukukçularının farklı görüşleri olmuştur. Büyük müfessir Fahreddin er-Razi bu farklı görüşe on misal zikretmeştir.[48]

Birinci misal: İmam Şafii, kısasın uygulanması için denklik şarttır, di­yerek, müslümanın zımmiye (gayrimüslime) mukabil; hür insanın da köleye karşılık kısas yoluyla öldürülemeyeceğine delil getirmiştir. Çünkü bu iki me­selede denklik yoktu. Dolayısıyla aralarında kısas uygulanmaması gerekir.

İkinci misal: İmam Şafii, bir elin kesilmesinden dolayı (onun kesilme­sine yardım eden) diğer ellerin de kesileceğine delil getirmiş ve şöyle de­miştir: Hiç şüphesiz, kesme işinin tamamı veya bir kısmı, bu işi gerçekleş­tiren azaların tümünden veya bir kısmından meydana gelmişse, bu naslar-dan (delillerden) dolayı, o kesenler hakkında da benzer cezanın meşru ol­ması gerekir.

Üçüncü misal: Babanın ortağı hakkında kısas meşrudur. Çünkü yara­lama fiili ondan meydana gelmiştir. Dolayısıyla misliyle mukabele görüp, cezalandırılması gerekir. Çünkü yüce Allah "...yaralar da kısastır..." (Ma-ide, 5/45).

Dördüncü misal: Şafii şöyle demiştir: Yakanı, yakarız; boğanı boğarız. Bunun delili, her şeyin benzeriyle mukabele göreceğini gösteren bu naslardır.

Beşinci misal: Kısas şahitleri şahitliklerinden vazgeçip, biz kasten ya­lan söyledik derlerse, onlara da kısas gerekir. Çünkü bu şahitlikleriyle on­lar bir insanın kanını heder etmişlerdir. "Bir kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür." ayeti gereği onların da kanının heder edilmesi gerekir.

Altıncı misal: Mükrehe de (zorlanıp, mecbur edilerek adam öldüren kimseye de) kendisini buna mecbur eden kimseye kısas gerektiği gibi kı­sas gerekir. Çünkü öldürme işi ondan meydana gelmiştir.

Yedinci misal: İmam Şafii'ye göre, taş ve odun gibi ağır bir cisimle öl­dürmek, "Bir kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür..." ayetiyle kısası gerektirir.

Sekizinci misal: Öncede geçtiği gibi, hür kimse kısas yoluyla köleye mukabil öldürülmez. Çünkü katil, kölenin efendisinin bir şeyini telef etmiş olmaktadır. Bunu tazmin etmesi gerekir. Tazmin (ödeme) gerekince de kı­sasın yapılmaması gerekir.

Dokuzuncu misal: Gasp edilen menfaatler, Şafii'ye göre, tazmin edilir. Çünkü gasıp (gaspeden), malikin (mal sahibinin), örfte mal diye karşılanan birtakım menfeatlerini ortadan kaldırmıştır. Bu sebeple benzerinin kendi malına da yapılması gerekir. Çünkü "Bir kötülüğün cezası ona denk bir kölütüktür." ayeti bunu anlatır.

Onuncu misal: Üçüncü bir sebepten dolayı, hür bir kimse köleye karşı­lık kısasen öldürülemez. O sebep de şudur. Eğer hür insan köleye mukabil öldürülecek olsa, kısası gerektiren konularda köleye eşit olmuş olacaktır. Şu ayet ise buna manidir: "Kim bir kötülük işlerse, onun kadar ceza görür." (Gafîr, 40/40).

Özetle: Allah Tealâ'nın: "Bir kötülüğün cezası ona denk bir kötülük­tür." ayeti, istisna edilen ve bir delille tahsis edilenler dışında, bütün hal­lerde kesinkes denkliğe riayet gerekliliğini icap ettirir.

7- Bağışlayan ve kendisiyle zalim arasındaki anlaşmazlığı af ile düzel­ten kişi için Allah Tealâ katında büyük bir ecir vardır. "Doğrusu Allah za­limleri sevmez." ayetinden maksat mazlumun, zalimden daha fazlasını al­masının caiz olmadığına dair bir uyarıdır. Çünkü zalim, zulmünün ötesin­de masumdur (kanunen korunmuştur.) İntikam almak bazan insanı eşitliği çiğnemeye ve haddi aşmaya götürür, özellikle harp halinde ve tassubun alevlendiği zamanlarda. Bazen mazlum, kısas hakkını tam almaya teşeb­büs ettiğinde, zalim durumuna düşer.

8- Mazlum, zalimden intikam alabilir, herhangi bir muaheze, cezalan­dırma ve sıkıntı olmadan. Mazlumun, zalimden hakkını bizzat kendisinin alması caiz midir? Burada üç mesele vardır.[49]

Birincisi: Kısastır. Hakimlerce bu konuda hak sabitse, kan sahibi ta­rafından o hakkın yerine getirilmesi, yani kısas yapılması caizdir. Ancak kan akıtmaya cesaretlendireceği için devlet reisi buna yasak koyabilir. Fa­kat hakimce hak sabit değilse, yine diyaneten Allah ile kendi arasında kal­mak şartıyla kişinin bu cezayı vermesi caizdir, ama kazaen (mahkemece) muaheze edilir ve işlediği fiil sebebiyle cezalandırılır.

İkincisi: İnsanoğlunun hiçbir hakkı olmayan, zina, hırsızlık gibi sade­ce Allah'ın koyduğu, belirlediği had cezalarını gerektiren suçlar bu hakim­ce sabit değilse, bunlara karşı ceza veren kişi cezalandırılır. Suç hakimce sabitse, kişi de cezayı misliyle vermişse had düşer, ama bu cezayı kendi ba­şına veren kişi de haddi aştığı için ta'zir cezasına çarptırılır. Eğer ceza celd, yani dayak cezası ise kişi de bunu yerine getirmiş ise, bununla had cezası düşmez. Bunu uygulayan kişi de muahaze edilir.

Üçüncüsü: Malî haklar. Üzerinde malî haklar bulunan kimse bunu bi­liyorsa ondan bu hakları zorla almak caizdir. Ama bilmiyorsa, mahkeme yoluyla almak mümkünse bu yola gidilmesi gerekir. Bu hakka şahitlik ede­cek kimse bulunmadığından dolayı, eğer mahkeme yoluyla almak mümkün değilse, o zaman İmam Malik ve İmam Şafii'ye göre gizlice almak caizdir, Ebu Hanife'ye göre ise caiz değildir.

9- Zalimler, düşmanlıkları ve aşırılıkları yüzünden muaheze edilir, dünyada cezaya çarptırılır. Ahirette de onlara elem verici bir azap vardır. Bu zulüm ister canlarda, isterse mallarda olsun, değişmez. Suçluları ceza­landırma işini ancak hakim gerçekleştirebilir.

10- İbnu'l-Arabi: "Ancak insanlara zulmedenlere ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere ceza vardır." ayeti hakkında şöyle demiştir: Bu ayet, "Zira iyilik edenlerin aleyhine bir yol (sorumluluk) yoktur." (Tevbe, 11/91) ayetine karşılık olarak gelmiştir. Nasıl ki yüce Allah, iyilik edenlerden ce­zayı kaldırmışsa, zulmedenler için de o sorumluluğu ortaya koymuştur.[50]

11- Alimler, hakimin insanlara haraçlar, vergiler ve çeşitli mali yü­kümlülükler yükleyerek zulmetmesi konusunda ihtilâf etmişlerdir. Gücü yeten kimsenin -eğer haksızca konulmuşsa- bu mükellefiyetlerden kurtul­ması caiz midir? Malikilerden Sahnun, hayır demiştir. Ebu Cafer Ahmed b Nasr ed-Davudi el-Maliki ise, eğer kurtulmaya gücü yetiyorsa evet, demiş­tir. Çünkü zulümde örnek yoktur. Hiç kimsenin de başkalarına yapılacak zulmün artacağı endişesiyle zulme boyun eğmesi gerekmez. Allah şöyle bu­yurmuştur: "Ancak, insanlara zulmedenlere ve yeryüzünde haksız yere taş­kınlık edenlere ceza vardır."

12- Alimler, ırza ve mala yapılan saldırılarda saldırıya uğrayanın kar­şı tarafa hakkını helâl etmesi ve hoşgörü göstermesi hususunda farklı dü­şünmüşlerdir: Süleyman b. Yesar ve Tabiinden Muhammed b. Şirin, gerek ırz ve gerekse mal konusunda bunu caiz görmüşlerdir. İmam Malik, ırzda değil ama malda helâlleşmenin olabileceği görüşündedir. Said b. el-Müsey-yib ise hiçbir halde malına ve ırzına saldırılanın hakkını helâl etmemesi gerektiği görüşündedir.

Birinci görüşün delili şudur: Bu, mazlumun kendi hakkıdır. Canına ve haysiyetine yapılan tecavüzü affedebilir.

İkinci görüşün delili ise şudur: Mal konusunda helâlleşmek rıfka (yu­muşaklığa) sebep olur. Namus ve haysiyet konusunda helâlleşmek ise za­limlerin cüretini artırmasına sebep olur. Bunu yanlış anlayıp aldanırlar ve çirkin işleri yapmaya devam ederler.

Üçüncü görüşün delili: Ne mal, ne de ırz konusunda helâlleşme vardır. Çünkü bu, Allah'ın haram kıldığını helâl saymak demektir. Allah'ın hük­münü değiştirmek gibidir.

Doğrusu ise caiz olmasıdır. Ebu Damdam'ın hikayesi bunun delilidir. O kendisine eza edip kötü söz söyleyen kimseye hakkını helâl edip onu af-fetmiştir. Müslim'in Sahih'inde rivayet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sizden biri Ebu Damdam gibi olmaktan aciz midir?"

13- Zulmen alınan malın sevabı, ölünceye kadar sahibine, sonra varis­lerine aittir. Çünkü mal veraset yoluyla onların olmaktadır.

14- Kendisine yapılan ezaya sabreden ve bu kötülüğü yapan zalim müslüman olduğunda da Allah nzası için intikam almayı terkederek bağış­layan kimsenin sabrı Allah'ın emrettiği farzlardandır. [51]

 

Cehennem Karşısında Kâfirlerin Durumu:

 

44- Allah kimi saptırırsa, bundan sonra artık onun hiçbir dostu yok- tur. Azabı gördüklerinde zalimle- rin: Dönecek bir yol var mı? dediklerini görürsün.

45- Ateşe arz olunurlarken onların, zilletten başlarını öne eğerek göz  ucuyla gizli gizli baktıklarını göre- çeksin. İnananlar da: İşte asıl ziya- na uğrayanlar, kıyamet günü ken- dilerini ve ailelerini ziyana sokanlardır, diyecekler. Kesinlikle biliniz ki, zalimler sürekli bir azap içindedırler.

46- Onların Allah'tan başka kendileri- ne yardım edecek hiçbir dostları yoktur. Allah kimi saptırırsa artık onun

kurtuluşa çıkan bir yolu yoktur.

 

Kelime Ve İbareler:

 

"Allah kimi saptırırsa" kişi küfre razı olduğundan dolayı Allah ona yardım etmez. Onu imana muvaffak kılmayıp sapıklığı içeresinde bırakırsa "bundan sonra artık onun hiçbir dostu yoktur." Onu hidayete kavuşturacak dostu yok.

"...kendilerini ve ailelerini zarara sokanlar..." Kendilerini ve ailelerini ebedi cehennem azabına arzederek zarara sokanlar.

"Onların Allah'tan başka kendilerine yardım edecek hiçbir dostları yoktur." Allah'ın azabını kendilerinden uzaklaştıracak yardımcıları yoktur. "...artık onun kurtuluşa çıkan bir yolu yoktur." Hidayete, kurtuluşa ve ahi-rette cennete giden bir yolu yoktur. [52]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ insanlara zulmedenlere ve yeryüzünde fesat çıkaranlara, bu zulümleri ve aşırıklıkları yüzünden elem verici bir azap olduğunu beyan ettikten sonra; kâfirlerin cehennem ateşini gördükleri zamanki durumları­nı zikretmiştir. Onlar, tekrar dünyaya dönmeyi temenni edecekler ve cehennem ateşi karşısında perişan ve korkmuş bir halde duracaklardır. Ken­dilerini cehennem azabından kurtaracak yardımcılar bulamadan, azapta ebedî kalarak korkunç hüsranları ortaya çıkacaktır. Ayetler, dalâlette bı­rakmanın Allah tarafından olduğunu beyanla başlayıp yine onunla sona ermiştir. Aynı zamanda hidayetin de Allah'tan başka hiç kimsenin kudreti dahilinde olmadığını beyan etmiştir. [53]

 

Açıklaması:

 

"Allah kimi saptınrsa, bundan sonra artık onun hiçbir dostu yoktur." Yani Allah, hayra ve imana kabiliyeti olmaması, masiyet ve günahları işle­mesi sebebiyle bir kimseyi dalâlette bırakarak ondan yardımını esirgerse, ona doğruyu gösterip yardım edecek, elinden tutup kurtuluş yoluna ilete­cek hiçbir dostu olmaz. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Kimi de hidayetten mahrum ederse, artık onu doğruya yöneltecek bir dost bulamaz­sın." (Kehf, 18/17). Bu, kâfirlerin durumunu tahkirdir ve kâinatta hidayet, dalâlet vs. ne varsa hepsinin Allah'ın iradesi ile meydana geldiğini beyan etmekte ve Peygamber (s.a.)'in Allah'a iman davetinden yüzçevirenlerin hallerini ortaya çıkarmaktadır. Böylece Allah acizlikle vasıflanmamış ol­maktadır. Allah'ın dilediği olur, dilemediği olmaz.

Sonra Allah Tealâ ahirette zalimlerin ve Allah'a şirk koşanların halle­rini haber verdi ve şöyle buyurdu:

1- "Azabı gördüklerinde zalimlerin: Dönecek bir yol var mı? dediklerini görürsün." Yani Allah'ı inkâr edip, öldükten sonra dirilmeyi yalanlayan kâ­fir ve müşrikleri, cehenneme bakıp azabı gördüklerinde, tekrar dönüş yolu var mı? diyerek her hangi bir yoldan tekrar dünyaya dönme temennisinde bulunduklarını görürsün. Ayetin benzeri diğer bir ayet şudur: "Onların ate­şin karşısında durdurulup: Ah, keşke dünyaya geri gönderilsek de bir daha Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak ve inanlardan olsak, dediklerini gö­rürsün. Hayır! Daha önce gizlemekte oldukları şeyler (günahlar) kendileri­ne göründü, eğer (dünyaya) geri gönderilseler yine kendileri yasak edilen şeylere döneceklerdir. Zira onlar gerçekten yalancıdırlar." (En'am, 6/27-28).

2- "Ateşe arzolunurlarken onların, zilletten başlarını öne eğerek göz ucuyla gizli gizli baktıklarını göreceksin." Onların korku ve zillet içerisinde cehenneme arzedüdiklerinde korkunun şiddetinden dolayı cehenneme göz ucuyla baktıklarını görürsün. Azaptan korkmanın durumu böyledir.

3- "İnanlar da: İşte asıl ziyana uğrayanlar, kıyamet günü kendilerini ve ailelerini ziyana sokanlardır, diyecekler." Müminler, kıyamet gününde onları bu halde gördüklerinde, büyük ziyana uğrayanlar cehenneme girip orada ebedî kalarak kendilerini ve ailelerini zarara sokanlardır, diyecekler. Bu yoruma göre "kıyamet günü" terkibinin, "diyecekler..." fiiline bağlı olma­sı da doğrudur. Bu durumda müminlerin bu sözü kıyamet gününde değilde, dünyada söylenmiş olur. Ama birinci yorum daha açıktır.

Kendilerini zarara sokmaları, kurtuluş ümidi olmaksızın, cehennemde azap görecek olmaları sebebiyledir. Aileleri açısından zarara uğramaları ise şöyledir: Eğer aileleri kendileriyle beraber cehennemde ise, onlardan yararlanamayacaklar. Çünkü onların ceza görmesine sebep sadece kendile­ridir. Eğer cennette olurlarsa o zaman zaten aralan ayrılmış olacaktır.

4- "Kesinlikle biliniz ki, zalimler sürekli bir azap içindedirler." Yani şu­nu kesinlikle biliniz ki kâfirler, sona ermeyen devamlı bir azap içerisinde­dirler, ondan çıkamayacaklar ve kurtulamayacaklardır. Bu ifade müminle­rin, kâfirler hakkında söylediklerinin bir devamı mahiyetinde veya Al­lah'ın müminleri tasdik ettiğinin bir ifadesi olup Allah'ın bir sözüdür.

5- "Onların Allah'tan başka kendilerine yardım edecek hiçbir dostları yoktur." Yani onların kendilerini bulundukları azaptan kurtaracak Al­lah'tan başka ne bir yardımcıları ne de bir dostları vardır.

6- "Allah, kimi saptırırsa artık onun kurtuluşa çıkan bir yolu yoktur." Allah, onu gelecekteki tercihini ve günahlar işleyeceğini ezelî ilmiyle bildi­ği için bir kimseyi imana muvaffak olmaktan engellerse, onun kurtuluşuna ve cennete gitmesine asla yol yoktur. Bu olayların gerçekleşmesinde de as­la bir gariplik yoktur. Çünkü bizzat onlar iman ve hak yoldan sapmış, inhi­raf etmişlerdir. [54]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

1- Allah'a iman etmekten yüz çevirmesi, akrabalara sevgi göstermeme­si, öldükten sonra dirilmeyi yalanlaması ve dünya malının çok basit birşey olduğunu idrak edememesi yüzünden Allah'ın yardımını esirgediği kimseye yardım edip kurtaracak ve ona doğruyu gösterecek hiç kimse yoktur.

2- Müminler, zalim ve kâfirleri ateş kendilerine gösterildiğinde uğra­yacakları zillet sebebiyle hor ve hakir bir halde Allah'a itaat etmek için tekrar dünyaya döndürülmeyi isterken göreceklerdir. Ama kâfirlerin bu is­teklerine cevap verilmeyecektir.

3- Yine kâfirler zelil ve aşağılık kimseler olarak boyunlarını büke büke göz ucuyla bakar durumda cehenneme arzedilirken müminler tarafından görüleceklerdir.

4- Cennetteki müminler, kâfirlerin başlarına gelen felâketi görünce şöyle diyeceklerdir: Gerçekte hüsran bu kâfirlerin başlarına gelenlerdir. Çünkü bunlar, ebedî azapta kalacakları için, hem kendilerini zarara sok­muşlar hem de aileleri açısından ziyana uğramışlardır. Çünkü aileleri ce-hennemlikse, onlardan yararlanamayacak, cennette olurlarsa zaten arala­rında sürekli bir ayrılık olacaktır. Şu iyice bilinmelidir ki, bu zalimler, ke­sintisiz davamlı bir azap içerisindedir.

5- Bu kâfir ve zalimleri Allah'ın azabından kurtaracak yar ve yardım­cıları yoktur. Allah yanında kendilerine şefaat eder düşüncesiyle tapmakta oldukları putların da her hangi bir yardımı olmayacaktır. "Zalimlerin ne dostu ne de sözü dinlenir şefaatçisi vardır." (Mü'min, 40/18). Allah, kimi da­lâlette bırakır, ona yardım etmezse, dünyada onu hakka, ahirette de cenne­te ulaştıracak hiçbir yol yoktur. Çünkü onun kurtuluş yolu kapanmıştır. [55]

 

Göklerin Ve Yerin Hakimi Allah'ın Çağrısına Kulak Vermek:

 

47- Allah'tan geri çevrilmesi imkân­sız bir gün gelmezden önce Rabbi-nize uyun. Çünkü o gün hiçbiriniz sığınacak bir yer bulamazsınız, iti­raz da edemezsiniz.

48- Eğer onlar yüz çevirirlerse, bile­sin ki biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen sadece duyurmaktır. Biz insana katımız­dan bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinir. Ama elleriyle yaptıkla­rı yüzünden başlarına bir kötülük gelirse, işte o zaman insan pek nan­kördür.

49- Göklerin ve yerin mülkü Al­lah'ındır. Dilediğini yaratır; diledi­ğine kız çocukları, dilediğine de er­kek çocukları bahşeder.

50- Yahut onları, hem erkek hem kız çocukları olmak üzere çift yaratır. Dilediğini de kısır kılar, O her şeyi bilendir, her şeye gücü yetendir.

 

Belagat:

 

"...dilediğine kız çocukları, dilediğine de erkek çocukları bahşeder. Ya­hut onları hem erkek, hem de kız çocukları olmak üzere çift yaratır..." cüm­lelerinde "taksim" diye isimlendirilen bir edebî sanat vardır. [56]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah'tan geri çevrilmesi imkânsız bir gün gelmezden önce" kıyamet günü, Allah bir kere hükmünü verdi mi, onu kimsenin geri çeviremediği kı­yamet günü gelmezden önce "Rabbinize uyun" Rabbinizin, tevhit ve sadece kendisine kulluk konusunda, kurtuluşunuza vesile olacak çağrılarına ku­lak veriniz.

"Eğer onlar" kabul etmekten "yüz çevirirlerse biz seni onların üzerine bekçi göndermedik." onların gözeticisi ve amellerinin denetleyicisi olarak göndermedik. "Sana düşen sadece duyurmaktır." sana düşen sadece risaleti tebliğ etmekti; sen de zaten onu tebliğ ettin. ""Elleriyle yaptıkları yüzün­den" daha önce yaptıkları günahları ve suçları sebebiyle. "Elleriyle yaptık­ları" tabiri bir mecazdır. Fiillerin pek çoğu ellerle işlendiğinden böyle denil­mektedir. "Başlarına bir kötülük gelirse" başlarına hastalık, fakirlik, korku veya bir aziz dostun ölümü gibi musibetler gelirse "insan pek nankördür." Allah'ın verdiği nimeti unutup inkâr eder, daima başına gelen felâketi ha­tırlar, hatırlar da onu büyütür, ama hiç sebebini düşünmez. Bu durum gü­nahkâr kimselere has bir haldir. Bu günahkâr kişiler "insan" kavramının içine girdiği için böyle ifade edilmiştir.

"Dilediğine kız çocukları, dilediğine de erkek çocukları bahşeder. Yahut onları, hem erkek hem de kız çocukları olmak üzere çift yaratır, dilediğini de kısır yaratır." Her şeyin maliki olan Allah, insanların bazısına sadece kız çocukları veya sadece erkek çocukları bahşeder veya onlara hem erkek, hem de kız çocukları nasip eder, ya da dilediklerini kısır yapar onların hiç çocukları olmaz. Allah evlât açısından kullarının durumunu iradesi gereği dört farklı sınıfa ayırmıştır. [57]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ, müminleri müjdeleyip, kâfirleri tehdit ederek cehennem ateşi karşısında kâfirlerin vaziyetini beyan ettikten sonra hedef ve gayeyi de belirtti ki, o da: Allah'ın tevhit ve samimi kulluk davetine icabettir. Al­lah Tealâ bunu yaparken onları kıyametin dehşetinden ve korkularından sakındırdı, davetinden yüz çevirdikleri takdirde kendilerine değer verilme­yeceğini ayrıca nimeti inkâr etmenin insanın tabiatında bulunduğunu açıkladı. Böylece Allah onların gerçeklerden yüz çevirmelerinin ve batıl mezheplerinde ısrar etmelerinin sebeplerini belirlemiş oldu. Daha sonra kâinattaki hakimiyetine delil olması için çocuk ihsan etmesinden bir örnek zikretti. [58]

 

Açıklaması:

 

"Allah'tan geri çevrilmesi imkânsız bir gün gelmeden önce Rabbinize uyun." Rabbinizin kendisine, kitaplarına ve Rasullerine iman davetine uyu1 nuz ve Allah Rasulü (s.a.)'nün size getirdiklerine kıyamet günü gelmeden önce tabi olunuz. O gün geldiğinde, onu engelleyecek ve geri çevirecek kim­se bulunmayacaktır. Yahut, Allah o gün hakkında hükmünü verdikten son­ra bu hükmünden geri dönmeyecektir. O gün kıyamet günüdür. "Çünkü o gün, hiçbiriniz sığınacak bir yer bulamazsınız, itiraz da edemezsiniz." Yani, o gün geldiğinde sizin içinde korunacağınız bir kaleniz veya sığınacağınız bir barınağınız olmayacaktır. O gün başınıza gelen azabı pretosto edecek kimseyi bulamayacasınız ve amel defterlerinizde yazılı bulunduğu ve azala­rınız şahitlik edeceği için, yaptığınız kötülüklerden hiçbir şeyi de inkâr ede­meyeceksiniz. O halde Allah'ın azabından yine ancak Allah'a sığınmak mümkündür. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "O gün insan kaça­cak yer neresi, diyecektir. Hayır, hayır! (kaçıp) sığınacak yer yoktur. O gün varıp durulacak yer, sadece Rabbinizin huzurudur." (Kıyame, 75/10-12).

"Eğer yüz çevirirlerse, bilesin ki biz seni onların üzerine bekçi gönder­medik, sana düşen sadece uyarmaktır." Müşrikler Allah ve Rasul'ünün da­vetini kabul etmek istemezler ve yüz çevirirlerse, ey Rasul! Seni onlara ve­kil olarak göndermedik. Sen onları hesaba çekmek için, amellerini kayde­den, onların murakıbı olan bir insan da değilsin. Sana düşen ancak seninle gönderdiğimiz dini onlara tebliğ etmendir; başka bir şey değil.

Bu ayetin benzerleri çoktur, meselâ: "Sen onların üzerinde bir zorba değilsin." (Gaşiye, 88/22), "(Ya Muhammed) onları doğru yola iletmek sana ait değildir. Lâkin Allah dilediğini doğru yola iletir." (Bakara, 2/272), "Sa­na ancak (Allah'ın emirlerini) tebliğ etmek düşer. Hesap yalnız bize aittir." (Ra'd, 13/40).

Bütün bunlar Allah'tan Rasul'üne (s.a.) bir tesellidir. Sonra yüce Allah kâfirlerin batıl mezhepleri üzerindeki ısrarlarını beyan etmiştir ki bu du­rum bazı insanların tabiatıdır. Allah şöyle buyurdu: "Biz insana katımız­dan bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinir. Ama elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse, işte o zaman insan pek nankördür." Yani biz insana kendimizden bir nimet verdiğimiz ve onu sağlık, güven, bol rızık vb. rahatlıklara garkettiğimiz zaman buna sevinir. İşlemiş olduğu kö­tülük ve günahlar sebebiyle kıtlık, felâket, belâ, şiddet, hastalık ve fakirlik gibi bir musibete uğradığında insanoğlu daha önceki nimetleri gerçekten inkâr eder, unutur; başına gelen zarar dolayısıyla o nimeti hatırlamaz, sa­dece içerisinde bulunduğu anı bilir. Kendisine bir nimet verilse şımarır, meşakkat ve zorluğa düşse, ümidini keser. Ayette geçen "kefûr" nimetleri inkâr etmekte ve nankörlükte aşırı giden kimse demektir. Bu hüküm ka­dın erkek herkesi kapsamakla birlikte kadınlarla ilgili olarak Müslim ve İbni Mace'nin İbni Ömer'den rivayet ettikleri bir hadiste Peygamberimiz (s.a.) kadınlara şöyle demiştir: "Ey kadınlar cemaati! Tasaddukta bulunu­nuz (sadaka veriniz.) Çünkü ben, cehennem ehlinin çoğunun sizler olduğu­nu gördüm. Bunun üzerine bir kadın: "Niçin ey Allah'ın Rasulü!" diye sor­du. Allah Rasulü (s.a.)'de: "Çünkü siz çok şikâyet edersiniz ve kocalarınıza nankörlükte bulunursunuz" şeklinde cevap verdi. Siz, onlardan birine ha­yatınız boyunca iyilikte bulunsanız da sonra bir gün bu iyiliği yapmasanız, kadın "Senden zaten hiçbir hayır görmedim ki! der."

Salih mümin tavrı ise Ahmed b. Hanbel ve Müslim'in Suhayb'den riva­yet ettiği hadiste Peygamberimiz (s.a.)'in söylediği gibidir: "Mümine sevindirici bir şey gelse, şükreder, bu onun için hayır olur; zararlı bir şey isabet etse sabreder, bu da onun için hayırlıdır. Bu durum sadece mümine hastır."

Sonra Allah Tealâ kişiyi dünya, mal ve makam ile gururlanmaktan sa­kındırdı ve her şeyin, nimetlerin, Allah'ın mülkü ve nimeti olduğunu beyan ederek şöyle buyurdu: "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır." Yani göklerin ve yerin yaratıcısı, maliki (sahibi) ve bu ikisinde dilediği tasarrufu yapacak olan Allah'tır. Allah'ın dilediği olur, dilemediği olmaz. İstediğine verir, istedi­ğine vermez. Allah'ın verdiğini engelleyecek, vermediğini de verecek yoktur. "Dilediğini yaratır, dilediğine kız çocukları, dilediğine de erkek çocukları bah­şeder. Yahut onları hem erkek hem de kız çocukları olmak üzere çift yaratır. Dilediğini de kısır kılar. O her şeyi bilendir, her şeye gücü yetendir." Yani Al­lah Tealâ dilediğini yaratır. Dilediğine sadece kız çocukları, dilediğine sadece erkek çocukları nasip eder, dilediği insanlara da her iki sınıftan, hem erkek ve hem de kız evlâtları verir. Dilediğini kısır kılar, onun çocuğu olmaz. Çün­kü mülk Onun mülküdür. O hikmet ve maslahata uygun olarak verir. İlmine veya hikmetine göre, insanlarda dilediği farklılığı yapmaya gücü yeter. "Akim" hem erkek, hem de kadın için kullanılır ve kısır manasmdadır.

Allah Tealâ, erkeklere göre daha zayıf ve narin yaratılmış olmaları se­bebiyle kendilerine itina ve ihtimam gösterilmesi gereken kız çocuklarını önce zikretti. Ayrıca aynı zamanda erkek çocukları olduğunda sevinen, kız çocukları olduğunda üzülen ve kızlardan nefret eden Araplara da böylece cevap vermiş oldu. Bir kısım insanlara sadece kız çocukları bir kısımlarına da yalnızca erkek çocukları verilmesinde hibe lafzı "Yehebu" (bağışlar) kul­lanılmış; her iki cinsten birlikte verilmesi ifade edilirken de bir araya gel­meyi ifade eden "ev yüzevvicühüm" (onlar çift kılar) kelimesi kullanılmıştır. Yani Allah Tealâ kız ve erkek çocuklarını birlikte verir ve onları çift kılar. Biri diğeri ile beraber olan iki şey bir birine eş sayılır.

Kısırlık tabiri, zahiri sebepler eksiksiz olmakla birlikte Allah'ın çocuk vermemekteki kudretini gösterir.

Müfessirlerin çoğuna göre bu hüküm, tüm insanlar hakkında geçerlidir. Çünkü bu hali bir kısım insanlara tahsis etmenin anlamı yoktur. Zaten bun­dan maksad da, dilediği ve istediği gibi eşyayı yaratmakta Allah'ın kudreti­nin geçerli olduğunu, beyan etmektir. Ancak müfessirler, üzülen ve zorda ka­lan kimselere teselli olması için her bir hale birtakım misaller vermişlerdir:

Birinci duruma misal Lût ve Şuayb (a.s.)'dir. Her ikisinin de sadece kızları, Lût (a.s.)'un iki kızı vardı.

İkinci duruma misal İbrahim (a.s.)'dir. Onun sadece erkek evlâtları vardı. Bunların sayısı sekiz idi.

Üçüncü duruma misal Muhammed (s.a.)'dir. Onun da dört oğlu dört kızı vardı. Oğulları: Kasım, Tahir, Abdullah ve İbrahim'dir. Kızları: Zey­nep, Rukayye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma'dır. İbrahim hariç çocuklarının

hepsi Hz. Hatice'den, İbrahim ise Mısırlı (kıbti) Mariye'dendir. Dördüncü duruma misal İsa ve Yahya (a.s.)'dır.

Vasile b. el-Eska şöyle demiştir: Allah'ın bir kadına erkek evlâttan ön­ce kız evlât vermesi o kadının hayrı ve bereketidir. Çünkü Allah: "... diledi­ğine kız çocukları, dilediğine de erkek çocukları bahşeder." diyerek önce kız çocuklarla başlamıştır. [59]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

1- Allah Tealâ bir defa hüküm verip kendi nezdinde belli bir süre be­lirledikten sonra, kimsenin engelleyemiyeceği   kıyamet günü ile aniden karşılaşmadan önce, tüm insanlara gerekli olan Allah'ın iman ve itaat da­vetine kulak verip icabet etmektir. O günde Allah'ın azabından kurtaracak bir merci ve yardım edecek bir kimse yoktur.

2- İnsan, inanmak istemez yüz çevirirse, Paygamber (s.a.) onları zorla imana sokabilecek bir görevli değildir. Ayrıca hesaba çekebilmek için onla­rın amellerini kaydeden biri de değildir. Ona düşen sadece uyarmaktır.

3- Kâfir insanın tabiatı garip ve tuhaftır. Allah'ın rahmetine nail olup bolluk, sağlık ve nimete kavuştuğunda sevinir, şımarır. İşlediği suçlardan dolayı belâ ve musibete duçar olduğunda ise, nimeti inkâr eder, başına ge­len musibetleri sayar döker ve daha önceki nimetleri unutur.

4- Allah Tealâ göklerin ve yerin ve ikisi içinde bulunanların malikidir. Mülkünde mükemmel ilminin ve üstün hikmetinin gereği olarak dilediğini yapar, istediği tasarrufta bulunur. İstediğine sadece kız evlâtlar, istediğine yalnızca erkek evlâtlar bahşeder. İstediğine de her ikisini birden verir, dile­diğini kısır yapar, çocuksuz bırakır.

"Hünsa" ise kendisinde erkeklik ve dişiliği birlikte bulunduran kimse­dir. Cerrahi bir müdahaleyle iki taraftan biri diğerine üstün kılınır. Eski­den bu tip insan hakkında küçük abdest bozduğu yere göre hüküm verilir­di. İbni Abbas'm Peygamberimiz (s.a.)'den rivayetine göre Efendimiz'e hem erkeklik hem de kadınlık (dişilik) uzvu olan bir çocuk hakkında: "Neye gö­re kendisine mirasçı olunur." diye sorulmuş; Peygamberimiz (s.a.)'de: "Kü­çük abdestini bozduğu yere göre." buyurmuştur. Kur'an-ı Kerim, mahlûkat arasında çoğunlukta olanı zikretmekle yetinip, nadir olanı anlatmamıştır. Çünkü bu nadir olan akim=kısır olanın dışında, ilk sözün şümulü altına girmektedir. [60]

 

Vahyin Çeşitleri:

 

51-  Allah bir insanla ancak vahiy  yoluyla veya perde arkasından ko- nuşur, yahut bir elçi gönderip iz- niyle ona dilediğini vahyeder. O yü- cedir, hakimdir.

52- işte böylece sana da emrimizle  ruhu vahyettik. Sen kitap nedir,  iman nedir bilmezdin. Fakat biz  onu, kullarımızdan dilediğimizi  kendisiyle doğru yola eriştirdiğimz nur kıldık. Şüphesiz ki sen  doğru bir yolu göstermektesin.

53-  (O yol) goklerin ve yerin sahibi  olan Allah'ın yoludur. Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner.

 

Belagat:

 

"Hakim" ve "müstakim" kelimeleri arasında belagatta "tevafuku'1-fe-vasil" yani ayet sonlarının ses bakımından birbirine uyması denilen bir sa­nat vardır. [61]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla": Vahiy lügatte, süratle idrak edilen, algılanan gizli bir sözdür. Ya da uyanıklık veya uyku halinde ilham ile kalbe bir şeyi koymak demektir. Vahiy, miraç hadisinde olduğu gibi yüz yüze gelerek meydana gelebileceği gibi rü'yet hadisinde (Peygamber'in (s.a.) Allah'ı gördüğüne dair hadis) vadedilenleri de içerir. Ayrıca Tur dağında ve mukaddes vadi Tuva'da Hz. Musa (a.s.) ile Allah arasında meydana gelen konuşmayı da içine alır. "veya perde arkasından konuşur." veya Hz. Musa (a.s.) için olduğu gibi, peygamber Allah'ı görmeksizin, Allah'ın sözünü ona duyurması şeklindeki vahiy ve ayet, ahirette Allah'ın görülmeyeceğine de­ğil, görülebileceğine delildir, "yahut bir elçi gönderip" veya Cebrail (a.s.) gi­bi bir melek elçiyi göndererek, "izniyle ona dilediğini vahyeder." Yani o elçi melek konuşarak gönderildiği peygambere Allah'ın izniyle Allah'ın dilediği­ni vahyeder. "O yücedir, hakimdir." Yarattıklarının özelliklerinden pek yü­cedir, hikmetinin gereğini yapar, peygamberleriyle bazen vasıtalı, bazen va­sıtasız konuşur; ya görerek veya bir perde arkasından vahyeder.

"İşte böylece" yani senden önceki peygamberlere vahyettiğimiz gibi "sana da emrimizle ruhu vahyettik." Vahiy olan Kur'an'a "Ruh" tabirinin kullanılması, kalplerin onunla hayat bulacak olmasından dolayıdır. "Sen" Sana vahyedilmeden önce. "kitap nedir" Kur'an nedir, "iman nedir" yani vahyedilen ahkam ve hükümleri içeren doğru inancın hakikatini "bilmez­din. Şüphesiz ki sen doğru bir yolu göstermektesin." Yani sana vahyedilen-lerle sen insanları İslâm'a davet etmektesin. "Dikkat edin, bütün işler so­nunda Allah'a döner." Ayetin bu bölümünde, itaat eden müminlere müjde, günahkârlara da bir tehdit vardır. [62]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Allah bir insanla ancak ..." ayetinin (51. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak şöyle bir rivayet bulunmaktadır. Yahudiler, Peygamberimiz'e (s.a.): "Eğer sen peygambersen Musa'nın konuştuğu gibi, sen de Allah ile konu­şup, O'na baksana!" dediler. Bunun üzerine bu ayet indi ve Peygamberimiz (s.a.): "Musa (a.s.) Allah'a bakmamıştır." buyurdu. [63]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ eksiksiz kudretinin, ilim, hikmet ve gözle görülen maddi nimetinin delillerini beyan ettikten sonra, insanların bir bölümünü teşkil eden nebiler ve rasullere has olan ruhî, manevi nimetleri de Peygamberle­rine, vahyin çeşitli şekilleriyle bildirmiştir. Allah Tealâ şunu açakça ortaya koymuştur ki; beşerin durumunu düzelten, onları gerçeğe ileten şer'î hü­kümleri içerisinde bulunduran Kur'an-ı Kerim'in Peygamber (s.a.)'e vahye-dilişi, daha önceki Peygamberlere vahyedilene benzemektedir. Surenin bu şekilde sona ermesi, başlangıcıyla uyum arzetmektedir. [64]

 

Açıklaması:

 

"Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder. O, yücedir, hakim­dir." Yani Allah Tealâ'mn hiçbir beşerle vahiy veya bir perde gerisinden söylenilen bir sözü duyma dışında konuşması doğru değildir. Allah Tealâ dünyada herhangi bir beşerle ancak üç şekilden biriyle konuşur:

Birincisi vahiydir. İlham ve kalbe birtakım manaların konması anla­mına da gelen vahiy, çoğu kez uyanık halde, bazen de İbrahim (a.s.)'in rü­yada oğlunu kurban ettiğini görmesi gibi, uykuda olur. Bazen de Hz. Mu­sa'nın (a.s.) anasına ilham edildiği gibi, sadece ilham anlamına gelir.

İkincisi, bir perde, engel arkasından söylenen sözü işitmektir. Bu va­hiy Allah'ın peygamberine, görülmediği bir yerden vasıtasız olarak sözü duyurması şeklinde olur ve peygamber kendisine duyurulan bu sözün kesinlikle Allah'ın kelâmı olduğunu bilir. Nitekim Musa (a.s.) Rabbi ile bu şe­kilde konuşmuş, Allah da bunu -bir ayetinde olduğu gibi- vahiy diye isim­lendirmiştir: "Ya Musa! Şimdi vahyedilene kulak ver." (Taha, 20/13). Hz. Musa Allah ile konuştuktan sonra Onu görmek istemiş Allah Tealâ da bu görmenin Önüne bir perde çekmiştir.

Üçüncüsü, Meleklerden bir elçinin gönderilmesiyle olur. Bu elçi ya Cebrail veya bir başkasıdır. O elçi melek, beşer olan peygambere Allah'ın emri ve kolaylaştırmasıyla, vahyetmek istediği şeyi vahyeder. Nitekim Cebrail (a.s.) ve diğer melekler peygamberlere vahiy indirirlerdi.

Şüphesiz ki Allah, yaratıkların sıfatlarından yücedir, eksik nitelikle­rinden münezzehtir. Hikmetinin gerektirdiğini yapar, bütün hükümlerinde hikmet sahibidir. Vahyi, vasıtalı da gönderir, vasıtasız da.

Bu üç vahiy şeklinin her birinde peygamber kesinlikle bilir ki, şüphe­siz vahyin kaynağı yalnızca Allah'tır. Nitekim, İbn Hibban'ın Sahih'inde Rasulullah (s.a.)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Şüphesiz Ruhu'l-Kudüs (Cebrail a.s.) kalbime şu sözü nefh etti. Hiçbir nefis, rızkını ve ömür süresi­ni tamamlamadan ölmez. O halde Allah'tan korkunuz, rızkınızı, güzel, meşru ve insanlığa lâyık yollarda arayınız."

Sünnette Peygamber (s.a.)'e gelen vahiy şekillerinin izahı şüphesiz ye­rini almıştır. Daha önce de geçtiği gibi, Buhari Sahih'inde Aişe (r.a.)'den şunu rivayet etmiştir: "Haris b. Hişam Rasulullah'a ey Allah'ın Rasulü! Sa­na vahiy nasıl gelir? diye sordu. Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: Bazı zaman­larda bana çıngırak sesi gibi gelir ki, bana en ağır geleni de budur. Benden o hal zail olur olmaz (meleğin) bana söylediğini iyice bellemiş olurum. Bazı zamanlarda da melek bana bir insan olarak gözükür, benimle konuşur. Ben de söylediğini iyice bellerim. "Aişe (r.a.) dedi ki: Allah Rasul'ünü (s.a.) çok soğuk bir günde kendisine vahiy nazil olurken gördüm. İşte böyle soğuk bir günde bile kendisinden o hal geçtiği vakit şakaklarından terler boşanırdı."

Sonra yüce Allah, Peygamberimiz (s.a.) ile önceki peygamberler arasın­daki vahiy benzerliğini zikrederek şöyle buyurdu: "İşte böylece sana da em­rimizle Kuranı vahyettik." Yani diğer peygamberlere daha önce vahiyde bu­lunduğumuz gibi, sana da Allah'ın emri olan ve insanlara doğruyu gösterdi­ği için gönüllere hayat veren bu Kur'an'ı vahyettik. Küfrün yok olmasından sonra bu Kur'an'da mutlu bir hayat vardır. O Kur'anın inişi iki zaman ara­sında ayırıcı bir çizgi olmuştur. Araplar ve Müslümanlar onunla gaflet uy­kularından uyanmışlar, yüksek ve şerefli bir medeniyet kurmuşlardır.

"Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık." Yani ey Peygamber! Sen, sana vahiy indirilmeden önce Kur'anı, imanın manasını, dinî hükümlerin tafsilatını bilmezdin. Burada "...iman nedir bilmezdin." denilerek özellikle imandan söz edildi. Çünkü iman, Allah'a ve hükümlerine inanmanın esasıdır.

Fakat sana vahyettiğimiz bu Kuranı, hidayetini dilediğimiz kimseleri doğruya ulaştıracağımız, cehalet ve sapıklık karanlıklarından hidayet ve bilgi aydınlığına çıkaracağımız ve hak dine irşat edeceğimiz bir ışık ve nur kıldık. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "De ki: O, inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuzdur ve şifadır." (Fussilet, 41/44), "Biz, Kur'an dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müminler için şifa ve rahmettir..." (İsra, 17/82), "Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir şi­fa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir." (Yunus, 10/57).

"Şüphesiz ki, sen doğru bir yolu göstermektesin." "(O yol) göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın yoludur." Yani ey Muhammedi Sen, bu çeşit va­hiylerle insanları sağlıklı bir yola ve sarsılmaz gerçeğe iletirsin. Bu gerçek, Allah'ın emrettiği hükümleri, göklerin ve yerin hakimiyeti ancak kendisi­nin olan Allah'ın yoludur. Göklerde ve yerde yegâne tasarruf sahibi onların Rabbi ve hükmünün takipçisi bulunmayan tek hakim olan Allah'tır. Ayette "sırat" kelimesinin Lafza-ı Celâle (Allah lafzına) izafeti, o sıratı= yolu yü­celtmek içindir.

"...Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner." Yani dikkat edin, ey yaratılanlar, kıyamet gününde bütün işler, başkasına değil, ancak Al­lah'a dönecektir. Allah da o meseleler hakkında adaletle hükmünü verecek­tir. Bu ifade, doğruyu bulmuş muttaki müminlere bir müjde, zalim kâfirle­re de bir tehdittir. [65]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

1- Nebilere ve Rasullere yapılan vahiy şekilleri üçe ayrılır;

Birincisi: Doğrudan ilham etmek, delâleti umumi olan, şer'î niteliği bulunan ve gönülde yerleşen manaları kalbe koymaktır.

İkincisi: Allah'ın peygamberine sözünü vasıtasız duyurmasıdır.

Üçüncüsü: Cebrail'in gönderilişi gibi, risaleti tebliğ için meleklerden bir elçi gönderilmesidir.

2- Mutezile, vahyin bu üç türe tahsis edilmesinden, ahirette Allah'ın görülmesinin caiz olmadığını çıkarmıştır. Çünkü Allah Tealâ'nın gözükme­si caiz olsaydı, kul Onu görür olduğu halde Onun kulu ile konuşması caiz olurdu. Böylece fazladan dördüncü bir kısım ortaya çıkacaktı. Halbuki Al­lah: "Allah bir insanla ancak şu üç şekilde konuşur..." ayetiyle bunu reddet­miştir.

Cevap ayetteki kayıttadır. O da şudur: "Allah, "dünyada" bir insanla ancak bu üç şekilde konuşur..." Bu kayıt, ayetin siyakından (üslûbun geli­şinden) anlaşılmaktadır. Kıyamet gününde Allah'ın görülebileceğini ifade eden ayetlerle bu ayet arasını uzlaştırmak için bu yola gitmek de gereklidir. Nitekim bir ayette şöyle buyurulmaktadır: "Öyle yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Rablerine bakacaklardır. (O'nu göreceklerdir.) (Kı­yamet, 75/22-23).

3- İmam Malik ve en-Nehai "Yahut bir elçi gönderip..." ayetiyle şu içti­hatlarda bulunmuştur: Bir insanla konuşmamaya yemin eden kimse, ona elçi gönderirse, yemininde hanis olmuş (yeminini bozmuş) olur. Çünkü gön­derilen elçi, elçi olarak gittiği kimseyle kendisini gönderenin adına konu­şur. Ancak yemin eden kimse yüz yüze gelerek konuşmayı kastetmişse işte o zaman elçi göndermekle yeminini bozmuş olmaz. İbni Abdilberr de şöyle demiştir: "Birisiyle konuşmamaya yemin eden kimse, ona kasten veya seh­ven selâm verse; ya da konuşmamaya yemin ettiği kimsenin içinde bulun­duğu bir topluluğa selâm verse bu durumda yeminini bozmuş olur." Bütün bunlar İmam Malik'e göredir. Aslında ona elçi gönderse, ya da namazda iken selâm verse, yemini bozulmuş olmaz.

4- Ehl-i hakka göre doğru olan şudur: Melek, peygambere vahyi bildi­rirken, o esnada şeytanın batıl bir şeyi peygamberin kalbine atmaya gücü yetmez. Melekler, kendilerini çeşitli şekillerde gösterebilme gücüne sahip­tirler. Allah'ın İblis'le (Şeytanla) vasıtasız olarak konuşması, Allah Te-alâ'nm ona vahyi diye adlandırılamaz.

5- Vahiy gerçeği, bütün peygamberlere göre aynıdır, birdir. Ancak gö­rüntüleri ve çeşitleri farklıdır. Ayet, burada bunlardan sadece üç tanesini zikretmiştir.

6- "...bilmezdin..." ayetinin zahiri, (dış, ilk anlamı) peygamberin, vah­ye mazhar olmadan önce, imanla muttasıf olmadığını gösterir. Ancak işin doğrusu peygamberlerin, peygamberlikten önce de Allah ve sıfatlan hak­kında bilgisizlikten ve bu konuda herhangi bir şüpheden masum (korun­muş) olmalarıdır. Peygamberlerle ilgili çeşitli haberler, doğduklarından iti­baren onların bu eksiklikten münezzeh oluşları, tevhit ve iman üzere yetiş­tikleri konusunda, birbirlerini teyid etmektedir. Buradaki imandan maksat ilâhi vahye dayanan şer'î hükümlerdir. Yani bu şer'î hükümlere iman adı verilmiştir. Nitekim Allah Tealâ'nın şu ayetinde olduğu gibi: "...Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir." (Bakara, 2/143). İman, burada namaz yerinde kullanılmıştır.

Ayet, Peygamber (s.a.)'imizin, peygamberlikten önce herhangi bir din­le mükellef olmadığına delildir. Mutezile o her hangi bir din üzerine olmalı­dır, görüşünü benimsemişler; ancak o dinin bizzat kendisi bizce malum de­ğildir, demişlerdir. Mutezile'nin bu görüşü aklen caiz ise de buna kesin bir delil yoktur.

Kurtubî demiştir ki: Kesin olan şudur: Peygamber (s.a.) önceki hiçbir peygambere onun ümmetinden olmasını gerektirecek şekilde bağlı olmadı­ğı gibi, onların diniyle de muhatap ve mükellef değildi. Bilakis onun şeriatı

bizatihi müstakildir, hükümranlık sahibi yüce Allah nezdinde ilk olarak in­dirilmiştir. Peygamber (s.a.) peygamberlikten önce Allah Tealâ'ya iman et­miştir. Puta secde etmemiş, Allah'a ortak koşmamış, zina fiilini işlememiş, şarap içmemiş, halkın eğlence için toplandığı yerde bulunmamış ve mutayyabin[66] yemininde hazır olmamıştı. Allah Tealâ onu bunlardan korumuş­tur.[67]

Ancak Peygamber (s.a.) peygamberlikten önce "Hılfu'l-fudul" erdemli­ler yeminine katılmış ve "Abdullah b. Cüdanın evinde öyle bir anlaşmaya şahit oldum ki, İslâm döneminde de benzeri bir anlaşmaya davet edilsey-dim, kabul ederdim" demiştir.

7- Paygember (s.a.) peygamberlikten önce Kur'an'ı bilmiyordu. Çünkü o ümmi idi, okuma-yazma bilmiyordu. İmanı da; yani imanın neticesinde meydana gelecek hükümleri ve iman prensiplerini de bilmiyordu. Yoksa imanın aslını bilmiyor değildi. Daha önce de geçtiği gibi, Peygamber (s.a.) yetişme çağından itibaren Allah'a inanıyordu.

8- Allah'ın Peygamber (s.a.)'ine vahyettiği o Kur'an-ı azimuşşan nur ve hidayetten başka bir şey değildir. Eğriliği bulunmayan sağlam bir dine davet edip yönlendirmektedir ki o da İslâm dinidir. Hidayetten maksat, hak dine davet ve delillerini izah etmektir.

Göklerde ve yerde ne varsa hepsi o Kur'an'ı indiren Allah'ın mülkü, kulu ve yarattığıdır. Neticede tüm mahlûkatm varacağı yer O'nun huzuru­dur. Bu, öldükten sonra diriltilme ve cezalandırılma konusunda bir tehdit, salih müminleri mükâfatlandarma hususunda da bir müjde olup kulluğun caiz olduğu merciin ancak göklerin ve yerin maliki olan Allah olduğuna bir uyarıdır. Bundan maksad da, Allah'ı bırakıp da putlara tapanların iddiah-rını çürütmek ve herkese lâyık olduğu sevap veya cezanın Allah tarafından verileceğini ifade etmektir.

9- Allah Tealâ'nm "Şüphesiz ki sen doğru bir yolu göstermektesin." aye­ti Kur'an'ın doğruyu gösterdiği gibi, Peygamberin de doğruya yönelttiğini ifade etmektir. [68]

 

 

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/21.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/21.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/21-23.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/24.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/24-25.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/25-27.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/27-28.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/29-30.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/30.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/30-31.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/31-34.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/34-35.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/36-37.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/37.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/37-39.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/39-40.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/41.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/42.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/42.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/43.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/43-46.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/46-47.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/49.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/49-50.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/50.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/50.

[27] Ebussuud Tefsiri, VVI/34.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/50-55.

[29] Razî, XXIX/162.

[30] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, IV/1655.

[31] Şuara, 109, 127, 145, 164, 180.

[32] Keşşaf, 111/82.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/55-59.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/61.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/61-62.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/62.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/62-63.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/63-66.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/66-68.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/69.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/69-70.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/70.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/70-71.

[44] Razî, XXVII/177.

[45] Hadisi Müslim rivayet etmiştir. Nesei, İbni Mace ve İbni Merdüveyh, bu hadisi Aişe'deri başka bir lafızla rivayet etmişlerdir. O rivayet şöyledir: "Peygamber (s.a.) bana dedi ki: Ona kötü söyle. Ben de ona kötü söyledim, nihayet onun ağzındaki tükürük kurudu."

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/71-75.

[47] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, IV/1656.

[48] Razî, XXVII/179-180.

[49] Kurtubî, XVI/41.

[50] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, IV/1658.

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/75-81.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/82.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/82-83.

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/83-84.

[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/84-85.

[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/86.

[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/86-87.

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/87.

[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/87-90.

[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/90.

[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/91.

[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/91-92.

[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/92.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/92.

[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/92-94.

[66] "Mutayyabin Yemini:" Cahiliyye döneminde; Haşim, Zühre ve Teym oğulları İbni Cüdân'm evinde toplandığında meydana gelen bir olaydır. Bir çanağın içine bir koku koyup ellerini buna daldırmışlar, yardımlaşmak ve zalimin mazluma yaptığı zulme mani olmak üzere anlaşmışlardı. Bu sebeple bu adı almışlardır.

[67] Kurtubî, XVI/59.

[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/94-96.