Vahyin İndirilişi, Allah'ın Azameti Ve Müşriklerin Durumlarını Gözetmesi: |
Mümîn Ve Zalimlere, Yaptıklarının Karşılığının Mutlaka Verileceği Ve Tevbenin Kabulü: |
Müminler bu surenin "Onların işleri aralarında danışma
iledir." mealindeki 38. ayetiyle, işlerinde birbirleriyle istişare etmekle
vasıflandı-rıldıkları için bu sureye "Şura" suresi adı verilmiştir.
Şura İslama göre toplum düzeninin esasıdır. Zira halkın menfaatine olanı
gerçekleştirmede şuranın çok önemli bir yeri vardır. Zira istibdat daima
korkunç akibetlere sebep olur.
Şiir: "Topluluğun görüşüyle ülkeler sürekli bedbaht olmaz, ama tek
bir insanın görüşü ülkeyi mutsuz kılar"[1]
Bir önceki sureyle münasebeti aşağıdaki şekildedir:
1-
Kur'an-ı Kerim'in
nitelenmesi, Peygamber (s.a.)'in kalbine
vahyin nüzulü ve saatin (yani kıyamet gününün) olacağının ispatı.
2-
Kâfirlerin akidelerinin
münakaşası ve bu akidelerinden dolayı onların tehdit edilmesi, Allah'ın
varlığının birliğinin, hikmet ve kudretinin, müşahede edilen kevni delillerle
ve yeryüzündeki mahlûkat ile ispat edilmesi.
3-
Cennete ve nimetlerine
götürecek istikamete (dürüstlüğe) müminleri teşvik etmek, kâfirleri cehenneme
ve felâketlerine sevkedecek olan Allah'ın hidayetinden yüz çevirmekten
sakındırmak.
4-
Peygamber (s.a.)'i, kavminin
eziyetlerine ve kınamalarına karşı teselli etmek.
[2]
Bu surenin konusu, diğer Mekkî sureler gibi akideye yöneliktir ki, bu
inanç da şu esaslar üzerine oturur: Allah'ın birliğine ve peygamberin
risa-letinin doğru olduğuna inanmak, öldükten sonra dirilmeyi ve cezayı tasdik
etmektir. Bu surenin esas mihveri, vahiy olayından söz etmektir.
Bu sebeple sure, risaletini insanlara tebliğ için Allah'ın seçtiği tüm
peygamberlere indirdiği vahiyden sözederek başlamıştır.
Göklerin neredeyse parçalanacağı Allah'ın celâl ve heybetini, meleklerin
onu teşbih ve temcidde kendilerinden geçtiklerini ve Allah'ın, müşriklerin
yaptıklarını görüp gözetici olduğunu beyan ettikten sonra, sure, Kur'an-ı
Kerim'in Arapça olduğunu ve Allah'a imanın da insanın -cüz'î iradesiyle-
kendisine bırakıldığını ortaya koymuştur.
Sonra müslüman milletler arasında ihtilâf sebeplerini ve tedavi yolunun
Allah'ın kitabı Kur'an'ın hakemliğine baş vurmak olduğunu açıklamıştır.
Vahyedilen ilâhi kanunların inanç ve beşeri ıslah etme esaslarında, ibadetlerde
ve beşerin faydasına olan şeylerde ittifak etmekle birlikte, cüz'î bazı
meselelerde farklı oluşlarının zaruriliğini ortaya koymuş ve bunların bu
ayrılığını haset, düşmanlık ve zulüm saymıştır. Çünkü dinler aslında aynıdır.
Peygamberlerin risaletleri birbirlerini tamamlamaktadır. Aralarında müşterek
bir ölçü vardır, o da İslâm, yani Yüce Allah'a tamamıyla boyun eğmektir. Bu
surenin 13. ayeti bunu açıklamaktadır.
Doğruluğu ve sıhhati apaçık ortaya çıktıktan sonra Peygamberimiz Hz.
Muhammed'in (s.a.) risaletini inkâr edenlerin delillerini çürütmüş ve
müşriklerin hemen acilen istediği, müminlerin ise ürperdiği kıyametin
yaklaşmasıyla onları tehdit etmiştir. İnkâr edenlerin delillerini çürütmeyi ve
kıyamet günü beklenen şiddetli azabın korkunçluğunu zikretmekle birlikte güzel
işler yapan müminleri müjdelemek için cennet nimetlerini de vasfetmiştir.
Sure, dünyada herkes için bilinmesi zaruri iki prensipden söz etmiştir.
Bunlar da, rızkın Allah'ın elinde oluşu, onu ihtiyaca göre indireceği, sadece
dünya için çalışanın ahiret hayatından mahrum olacağı; ahiret için çalışana
ise ahiretle birlikte dünyadan da nasibinin verileceğidir. Sonra Allah'ın
varlığına, göklerin ve yerin ve ikisindeki varlıkların yaratılışı, bu varlıklarda
Allah'ın tasarrufu ve kudreti, delil getirilmiştir. Bunun peşinden de ahiret
için çalışanı, çirkinliklerden kaçınanı, güçlü iken affedeni, rableri-nin
davetine icabet edip namaz kılanı, ilim sahipleriyle istişare edeni, zalim
düşmanlarla mücadele edenleri, affı ve bağışlamayı tercih edenleri, cezalandırmakta
misliyle yetinenleri ve nihayet zor ve meşakkatli zamanlarda sabredenleri
yüceltmiştir. Bunun arkasından da 47. ayette cehennem korkularının beyanı,
cehennem ehlinin hüsrana uğrayışlarını Allah'ın yardımından mahrum oluşlarını,
azabı gördükleri zamanda zelil ve perişan olarak tekrar dünyaya dönme
arzularını ifade etmiştir. Engellenmesi imkânsız olan kıyamet hadisesiyle
karşılaşmadan tüm insanları Allah'ın davetini kabul etmeye, hükmüne boyun
eğmeye çağırmıştır. Allah'ın davetine icabet insanlara bırakılmıştır, mecburi
değildir. Peygamberin de tebliğden başka bir görevi yoktur.
Nihayet sure sona ererken ilk olarak göklerin ve yerin Allah'ın mülkü
olduğunu pekiştirmektedir. Allah'ın insanlara evlâtlar bahşetmesi veya onları
evlâtsız bırakması iradesi gereğidir. İkinci olarak da vahyin kısımlarını,
semavi kitapların sonuncusu ve sıratı müstakime ileten Allah'ın nuru olan
Kuranın azametini beyan etmektedir. Böylece de surenin sonu ile baş tarafı aynı
konudan yani yüce kitap Kur'an-ı Kerim'den söz etmesi sebebiyle bir uyum
arzetmektedir. (52. ayet).
[3]
1, 2- Hâ, mîm, ayn, sîn, kâf.
3- Aziz ve hakim olan Allah, sana ve
senden öncekilere işte böyle vahye-
4- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi
Onundur. O yücedir, uludur.
5- Neredeyse yukarılarından gökler
çatlayacak! Melekler de Rablerini
namd üe teşbih ediyorlar ve yerde- kiler için mağfiret diliyorlar. İyi
bilİn kİ' Allah ǰk bağışayan. ǰk
esirgeyendir.
6- Allah'tan başka dost edinenleri
Allah daima gözetlemektedir. Sen onlara vekil değilsin.
"iyi bilin ki Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." Bu
cümlede tekid edici (inana^ pekiştirici) edatlar arka arkaya gelmiştir. Bunlar:
"elâ, inne, ve zamiru'l-fasl"dır. "el-azizu'1-hakim,
el-aliyyu'1-azim, el-gafurur-rahim": Bu kelimeler mübalağa ifade eden
sigalardır. Herbirinin sonlarındaki "mîm" harfi dolayısıyla güzel bir
seci vardır.
"...İşte böyle vahyeder." ifadesinde fiil kipi, Kur'an-ı
Kerim'den nazil olacak sure ve ayetlere nispeten hakiki manada, daha önce inzal
edilen kitaplara ve Kur'an'dan inen sure ve ayetlere nisbeten de mecazi manada
kullanılmıştır. Buradaki teşbihin müşebbehi, yani benzeyen unsur ise bu surenin
kendisidir.
[4]
Bu sure Hâ, mîm, ayn, sîn, kâf diye harflerin isimleriyle ve sinin kafa
idgamiyle başlar. Bu sure harflerden müteşekkil iki ayetle diğer surelerden
ayrılmıştır. Belki de bu iki ayet surenin iki ismidir. Daha önce de geçtiği gibi
bu hurufu mukattaa (kesik harfler) Kur'an'm mucize oluşuna tenbih ve surenin
ihtiva ettiği büyük meselelere dikkati çekmek içindir. "Aziz ve hakim
olan Allah, sana ve senden öncekileri işte böyle vahyeder." Yani ey Ra-
sul! Allah senden önceki peygamberlere vahyettiği gibi aynen benzerini
sana da vahyedecektir.
"el-Aziz" Mülkünde galip, güçlü olan Allah demektir.
"el-Hakim" yaptığı ve yarattığı şeylerde hikmet sahibi demektir.
"Göklerde ve yerde ne varsa" sahip olma, yaratma ve kulları
olma bakımından "hepsi O'nundur. O yücedir" yarattıklarının fevkinde
yücedir. "O uludur" kibriya ve azametiyle tektir.
"Neredeyse yukarılarından gökler çatlayacak." Yani neredeyse
gökler Allah'ın heybet, azamet ve celâlinden dolayı çatlayacaktı. Allah,
uluhiyyet ve kudretiyle onların fevkindedir. Veya mana şöyledir: Arş'ın,
Kürsi'nin ve meleklerin tuttuğu saflar bulunması sebebiyle, çatlama onların üst
tarafından başlayarak meydana gelecektir. "Melekler de Rablerini hamd ile
teşbih ediyorlar" yani Melekler Allah'ın azametine boyun eğerek, O'na
kulluğuna, lâyık olmayan şeylerden Onu tenzih etmeye ve nimetlerine karşılık
O'na hamdedip şükretmeye devam etmektedirler, "ve yerdekiler için mağfiret
diliyorlar." Yerdekiler'den maksat müminlerdir. Çünkü bir başka ayette
"Melekler, müminlerin de bağışlanmasını isterler..." (Mü'min, 40/7)
yine aynı ayetin davamında "...O halde tevbe eden ve senin yoluna
gidenleri bağışla" buyurulmaktadır. "İyi bilin ki Allah" mümin
dostlarını "çok bağışlayan" onları "çok esirgeyendir."
"Allah'tan başka dost edinenleri" yani ona ortak koşulan
putlara tapı-nanlan "Allah daima gözetlemektedir." Yani onların
hallerini ve davranışlarını mürakebe etmekte, amel defterlerine kaydetmekte ve
buna göre onları cezalandırmaktadır. "Sen onlara vekil değilsin"
Yani sen onların hidayetini sağlamakla görevli değilsin. Senin tebliğ etmekten
başka bir görevin yoktur.
[5]
Hâ, mîm, ayn, sîn, kâf; birbirlerinden iki kesişme noktasıyla veya iki
ayetle ayrılan bu beş hece harfi, bu surenin özelliklerindendir. Meşhur olan,
bu harflerin birbirinden ayrılmamasıdır. Nitekim Meryem suresinin baş
tarafındaki "Kaf, hâ, yâ, ayn, sâd" ve Ra'd suresinin evvelindeki
"Elif, lâm, mîm, râ"daki bu hurufu mukattaa birbirinden
ayrılmamıştır. Bu surenin harflerle başlaması, Kur'an'm Arap dilinin meydana
geldiği harflerin benzerleriyle oluştuğunu göstermek, dolayısıyla Kur'an'ın
mucize oluşunu ifade etmek ve suredeki meselelerin önemine dikkat çekmek
içindir.
"Aziz ve hakim olan Allah, sana ve senden öncekilere işte böyle
vahye-der" Yani diğer peygamberlere indirilen kitapları Allah onlara
vahyettiği gibi, sana da bu surede tevhide daveti, peygamberliğin ispatı,
öldükten sonra dirilmeye imanı, ahiret gününü, sevabı ve azabı doğrulmayı,
değerli huylarla amel etmeyi, kötülüklerden uzak durmayı, ferdi ve toplumu mutlu
kılmayı vahyetmektedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur : "Şüphesiz
bu anlatılanlar önceki kitaplarda, İbrahim ve Musa'nın kitaplarında da
vardır." (Ala, 88/18-19). Bu mana surenin içerdiği tevhit prensibine,
peygamberleri ve ahiret hayatını kabullenmeye işeret etmektedir. Çünkü ilâhi
kitapların tümünün indirilmesindeki hedef bu üç esasa imandan başka bir şey
değildir.
Ya Muhammedi Sana vahyeden Allah; O, mülkünde aziz, hakimiyetiyle
üstün, sanatında hikmet sahibi her şeyi yerli yerine koyan bir Allah'tır.
Bu ayetin hedeflediği mana, peygamberlerin tevhide, adalete, nübüvvete,
ahiret hayatına davetlerindeki benzerliği ortaya koymak, dünya ile mağrur
olmaktan sakındırmak ve ahirete yönelmeye teşviktir.
Vahyi gerçekleştiren Allah'ın vasıflarından biri de aşağıdaki söyledikleridir:
"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O, yücedir, uludur." Yani
göklerde ve yerdekilerin tümü, mülk olarak, halk etme ve kul olma açısından
Allah'ındır. Onlar Allah'ın mülküdür. Onun yarattıklarıdır. Onlarda var etme, yok
etme açısından dilediği gibi tasarruf eder. O, tüm yarattıklarının üstünde ve
yücedir. Kibriya ve azamet sahibidir. O'nun benzeri yoktur.
Bu ayetten kastedilen mana, Allah'ın kudretinin kemalini ve tüm
mahlûkatında tasarrufunun geçerli olduğunu göstermektedir.
"Neredeyse yukarılarından gökler çatlayacak." Yani gökler
ilâhlığı, saltanatı ve kudreti sebebiyle onların fevkinde olan Allah'ın
azameti, celâli ve heybetinden dolayı parçalanacaktır. Zahir olan mana budur.
Daha derin mana, göklerin bulunduğu yukarı taraflarından parçalanacağıdır.
Maksadın üzerinde bulunan meleklerin çokluğundan dolayı gökler neredeyse
çatlayacak şeklindeki bir manaya da ihtimali vardır. Nitekim Ah-med b. Hanbel
ve Tirmizi'nin rivayet ettiği hadis şöyledir: "Sema gıcırdar; gıcırdaması
da gerekli. Çünkü gökte bir ayak basacak yer yok ki, orada rükû ve secde eden
bir melek bulunmasın." Bir görüşe göre de şöyle denilmiştir: Müşriklerin
"Allah çocuk edindi demelerinden dolayı gökler çatlayacaktır. Nitekim bu
konuda şöyle buyurulmuştur: "Rahman çocuk edindi dediler. Hakikaten siz,
pek çirkin bir şey ortaya attınız. Bundan dolayı, neredeyse gökler çatlayacak,
yer yarılacak, dağlar yıkılıp düşecektir." (Meryem, 19/88-91).
"Melekler de Rablerini hamd ile teşbih ediyorlar..." Yani Melekler;
Allah'a yakışmayan ve Onun için caiz olmayan şeylerden Onu tenzih etmeye devam
ediyorlar. Ona hamd ve sayılamayacak kadar pek çok nimetlerine şükretmeyi de
teşbih ile birlikte ifade ediyorlar. Nitekim bir ayette "O Melekler,
bıkıp usanmaksızın gece gündüz Allah'ı teşbih ederler." (Enbiya, 21/20)
buyurulmaktadır. "...Ve yerdekiler için mağfiret diliyorlar, iyi bilin ki
Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." Yani Melekler, Allah'tan mümin
kullarının affını istemektedirler. Sonra Allah kendisinin çok bağışlayıcı ve
merhamet edici olduğunu zikretmiştir. Burada Allah'ın, rahmet ve mağfireti bir
arada zikretmesinde meleklerin af taleplerini kabul edeceğine işaret olduğu
gibi ayrıca mağfiret ve rahmetin Allah'a mahsus olduğuna da işaret vardır. Bazı
alimler: "Allah baştan heybet ve azametini göstermiş, sonunda da lütuf ve
müjdesini ifade etmiştir." demiştir.
Bu ayetin bir benzeri de: "Arş'ı yüklenen ve bir de onun
çevresinde bulunanlar (Melekler) Rablerini hamd ile teşbih ederler. Müminlerin
de bağışlanmasını isterler. Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi
kuşatmıştır. O halde tevbe eden ve senin yoluna gidenleri bağışla, onları
cehennem azabından koru." (Mümin, 40/7) ayetidir.
Sonra Allah şöyle diyerek insanları uyarmaktadır: "Allah'tan başka
dost edinenleri Allah daima gözetlemektedir. Sen, onlara vekil değilsin."
Yani putları ilâhlar edinip de, Allah'ı bırakarak onlara tapınan müşriklerin
hallerini ve davranışlarını Allah daima görüp-gözetmekte ve neticede onları
cezalandırmaktadır. Ey Rasul! Sen onların hidayetinden ve günahlarından dolayı
cezalandırılmalarından sorumlu değilsin. Çünkü onları inanmaya zorlamakla
mükellef değilsin. Sana sadece tebliğ görevi vardır.
[6]
1-
Peygamberlerin mesajları
arasında, inanç, ahlâk ve fazilet esasları bakımından tam bir benzerlik vardır.
Onlara vahyedilen temelde aynı şeydir ki, o da tevhid, (Allah'ın tek olduğu
inancı) nübüvvet (peygamberlik) ve ahiretin ispatı (öte dünyanın varlığına
inanma) etrafında cereyan eder.
Sahih hadislerde vahyin çeşitlerinin izahı vardır: Buhari ve Müslim'in
Sa/uMerinde rivayet edilen bir hadis-i şerifte Hz. Aişe şöyle demiştir: Haris
b Hişam Allah'ın Rasul'üne (s.a.), "Ey Allah'ın Rasulü! Sana vahiy nasıl
gelir?" diye sordu. Allah Rasulü (s.a.)'de: "Bazı zamanlar çıngırak
sesine benzer gelir ki, bu bana en zor gelenidir. Cibril'in dediğini
bellediğimde o benden ayrılır gider. Bazı zamanlar da Melek bana bir erkek
şeklinde gelir, konuşur ve söylediklerini bellerim." Aişe (r.a.) dedi ki:
Çok soğuk bir günde meleğin O'na vahiy getirdiğini gördüm. Melek ondan
ayrıldığında onun alnı buram buram terliyordu.
2- Göklerin ve yerin ve
ikisinin içindekilerin hakimiyeti Allah'ındır. O, kudreti tam olandır. Tüm
mahlûkatına tasarruf eder. Ayetler Allah Tealâ'-mn sekiz sıfatını kapsamaktadır
ki, onlar da şunlardır: Aziz, hakim, sema-vatın ve yerin maliki, yüce, ulu,
affedici, merhametli, herkesin amelini gören ve gözetleyen.
3-
Gökler, tepelerinden
Allah'ın azamet ve celâlinden dolayı neredeyse çatlayacaktır.
4- Melekler teşbihe (yani
Allah'ın vasıflanmasında caiz olmayan ve celaline lâyık bulunmayan şeylerden
O'nu tenzih etmeye) ve O'nu durmadan hamde devam ederler. Allah'ın büyüklüğünü
görüp O'na boyun eğerler ve günahları ve hatalarından dolayı müminlerin
bağışlanmasını isterler. Rahmet ve mağfiret kayıtsız ve şartsız ancak
Allah'ındır.
5- Allah, kendisini bırakıp da
putları ilâh edinen ve onlara tapan müşriklerin amellerini kaydetmekte ve bu
amelleri sebebiyle onları cezalandırmaktadır. Peygamber (s.a.) hiç kimsenin
hidayetine ve zorla imana sokulmasıyla görevli değildir. İman, son aşamada
insanın kendi seçimine bırakılan bir konudur. Rasul (s.a.) sadece nasihat eden
bir tebliğcidir. İnsanları imana sevketmek onun kudreti dahilinde değildir.
[7]
7- Şehirlerin anası (olan Mekke'de) ve onun çevresinde bulunanları
uyarman ve asla şüphe olmayan toplanma günüyle onları korkutman için sana
böyle Arapça bir Kur'an vahyettik.
(İnsanların) bir bölümü cennette, bir
bölümü de cehennemdedir.
8- Allah dileseydi, onları tek bir mil- let. Fakat O. dilediğini rah-
metine kavuşturur. Zalimlerin ise hiçbir
dostu ve yardımcısı yoktur.
9- Yoksa onlar Allah'tan başka dostlar mı edindiler? Halbuki dost,
yalnız Allah'tır. O, ölüleri diriltir, herşeye kadirdir.
10- Ayrılığa düştüğünüz herhangi
bir şeyde hükum vermek) Allah'a
mahsustur. İşte bu Allah benim Rabbimdir. O'na dayandım ve O'na yöneldim.
11- Gökleri ve yeri yoktan yaratanSize kendinizden e?ler hayvanlardan
da (kendilerine) eşler yarat- mıstar. Bu suretle çoğalmanızı sağlamıştır. O'nun
benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir.
12- Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. Dilediğine rızkı bol verir,
dilediğinden de kısar. O, her şeyi bilendir.
"Şehirlerin anası olan (Mekke'de)... korkutman için" bu
terkipte me-caz-ı mürsel vardır. Yani "Mekke halkını korkutman için"
demektir. Burada "ehil" kelimesi hazfedildiği gibi, kendisiyle
korkutulan azap da hazfedil-miştir ki, belâgatte buna "ihtibak"
denilir. İhtibak, terkipte birinde ispat
ettiğinin benzerini diğerinden hazfetmek demektir.
"Cennet" ve "cehennem" ile "dilediğine rızkı
bol verir", "dilediğinden de kısar" ibareleri arasında tezat
vardır.
[8]
"Ümme'l-Kura", yani şehirlerin anası olan Mekke'yi, yani
Mekke halkını, Mekke sanki çevresindeki şehirlerin aslıdır. "...ve onun
çevresindekileri" Arapları ve diğerlerini "uyarman ve asla şüphe
olmayan toplanma günüyle" mahlûkatın toplanacağı kıyamet günüyle
"onları korkutman için..."
"Allah dileseydi onları, tek bir millet yapardı." Ya
hidayette ya da dalâlette olarak onları bir din üzerinde kılardı. "Fakat
O, dilediğini rahmetine kavuşturur" hidayet ve itaate muvaffak kılar.
"Zalimlerin" yani kâfirlerin, "ise hiçbir dostu ve yardımcısı
yoktur." Yani onların işlerini üzerine alıp, destekleyen bir dostları,
onları azaptan koruyacak yardımcıları yoktur.
"Yoksa onlar Allah'tan başka dostlar mı edindiler?" Yani o
dost edinilenler aslında dostlar değildir. "Halbuki dost yalnız Allah
'tır." Müminlerin yardımcısı Allah'tır. Yani gerçek bir dost isterlerse
hakkıyla dost olan yalnız Allah'tır. Ondan başka da dost yoktur.
"Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde" siz ve kâfirlerin din veya
dünya işlerinden herhangi birinde ihtilâfa düşmeniz halinde "hüküm vermek
Allah'a mahsustur." Yani kıyamet gününde onun hükmü Allah'a
bırakılacaktır. O, mükâfatlandırarak ve cezalandırarak aranızı ayıracaktır.
Veya mana şöyledir: Haklıya dünyada zafer nasip ederek haksızdan ayıracaktır.
"Gökleri ve yeri yoktan yaratandır." Yani daha önce geçmiş
bir örneği olmadan gökleri ve yeri yaratan Allah'tır, "hayvanlardan da
(kendilerine)" onların cinsinden "eşler yaratmıştır. O'nun benzeri
hiçbir şey yoktur." Zatında ve sıfatlarında hiçbir şey O'na benzemez.
"O, işitendir, görendir." duyulan, görülen veya söylenen, yapılan
her şeyi işitir, görür. "Göklerin ve yerin anahtarları..." Göklerin
ve yerin, yağmur-bitki ve diğer hazinelerinin anahtarları "O'nundur.
Dilediğine rızkı bol verir, dilediğinden de kısar." Her ikisi de imtihan
içindir.
[9]
Allah müşriklerin hallerini ve amellerini gözetici olduğunu beyan ettikten
sonra, peygamberine ve müminlere birtakım öğütler vermektedir: Bunlar da:
Mekkelilerin ve çevresindekilerin anlaması için Kur'an'm Arap diliyle indirilmesi,
insanların ahirette iki gruba ayrılıp, bir grubun cennette, diğerinin
cehennemde olması, insanları imana zorlamayıp onların seçimlerine bırakması,
ihtilâf edilen konuların Allah'a havale edilmesi, göklerin ve yerin
yaratılışı, O'nun bunlardaki tasarrufu, gök ve yer hazinelerinin sadece O'nun
hakimiyetinde oluşu, insanları, hayvanları ve diğerlerini erkekli-dişili olarak
yaratmasında Allah'ın kudretini ifade vardır.
[10]
"Şehirlerin anası (olan Mekke'de) ve onun çevresinde bulunanları uyarman...
için sana böyle Arapça bir Kur'an vahyettik." Yani önceki peygamberlere
kavimlerinin dilleriyle böyle vahyettiğimiz gibi sana da Mekke halkını,
çevresindeki Arapları ve diğer insanları, Allah'ın azabından, dünya ve ahiret
işlerinden korkutman için, Arapça bir Kur'an vahyettik. Çünkü senin
peygamberliğin tüm beşeriyeti kapsamaktadır. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur:
"Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak
gönderdik." (Sebe, 34/28). Burada özellikle Mekke halkı ve civarın-dakiler
zikredilmiştir. Çünkü Peygamber'in (s.a.) risaletine ilk muhatap olanlar bunlar
olup, bu risaleti tüm insanlara taşıyıp götürecek ilk nesil de onlardır.
Kavimlerin ve ümmetlerin konuştukları dillere uygun olarak mesajların çeşitli
oluşlarında bu ayetin teyidine gelince o, Allah'ın şu sözüdür: "(Allah'ın
emirlerini) onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız kendi kavminin
diliyle gönderdik." (İbrahim, 14/4).
"...ve asla şüphe olmayan toplanma günüyle onları korkutman için.
(İnsanların) bir bölümü cennette bir bölümü de cehennemdedir." Yani insanların
ve mahlûkatm toplanıp bir araya geleceği, ruhların cesetlerle birleşeceği,
meydana geleceğinden asla şüphe olmayan kıyamet günü ile korkutman için sana
Arapça bir Kur'an vahyettik. İnsanlar, biraraya toplanıp, hesaba çekildikten
sonra iki gruba ayrılacaklar, Allah'a, peygamberine, kitabına inanıp dünyada
düzgün işler yapan insanlar cennete girecek, Allah'ı, Peygamberini ve Kur'an'ı
inkâr edenler ise çılgın alevli cehennem ateşinin içine sürükleneceklerdir.
Yukarıda geçen ayetin bir benzeri de Allah'ın şu sözüdür: "Mahşer
vaktinde sizi toplayacağı gün, işte o zarar günüdür." (Tegabün, 64/9).
Kâfirdeki zarar, imanı terk etmesinden, mümindeki zarar ise güzel işler yapmaktaki
kusurundan dolayıdır. Şu ayet de benzer manayı ifade eder: "İşte bunda,
ahiret azabından korkanlar için elbette bir ibret vardır. O gün bütün
insanların bir araya toplandığı bir gündür. Ve o gün bütün mahlûkatm hazır
bulunduğu bir gündür. Biz onu (kıyamet gününü) sadece sayılı bir müddete kadar
bekletiriz. O geldiği gün Allah'ın izni olmadan hiç kimse konuşamaz. Onlardan
kimi bedbahttır, kimi mutlu." (Hud, 11/103-105).
Sonra Allah, kavminin inkârından dolayı çektiği sıkıntıdan peygamberini
teselli etmek için inanma hürriyetinin esasını açıkladı ve şöyle buyurdu:
"Allah dileseydi, onları tek bir millet yapardı. Fakat O, dilediğini rahmetine
kavuşturur, zalimlerin ise hiçbir dostu ve yardımcısı yoktur." Yani Allah
dileseydi tüm insanları hidayet veya dalâlette olmak üzere aynı dine ve inanca
yöneltirdi. Ancak insanlar, Allah'ın ezelî iradesi ve ezelî ilmi gereği kendi
seçenekleriyle farklı dinler üzerinde farklı gruplara ayrılmıştır; kimisi
mümin, kimisi kâfir olmuştur. Allah ise hakimdir, hikmet sahibidir, faydasız
hiçbir şey yapmaz. Bu sebeple kimin hidayeti ve hak din olan İslâm'ı seçeceğini
bilirse onu doğruya iletir ve buna muvaffak kılar, sonunda bu davranışlarıyla
onu cennetine koyar; kimin de delâleti ve küfrü seçeceğini bilirse, onu da
saptırır, netice de bu davranışıyla onu alevli ateşin içine koyar. İşte bunlar,
kendilerinden azabı savacak dostları bulunmayacak hesap ve azap gününde de
kendilerine yardım edecek yardımcıları olmayacak zalimler, kâfirler ve
müşriklerdir.
Bu ayet daha önceki "Allah'tan başka dost edinenleri Allah daima
gözetlemektedir. Sen onlara vekil değilsin." ayetini açıklamaktadır. Yani
onları imana sevketmek senin gücün dahilinde değildir. Buna kadir olan sadece
Allah'tır. Ayet, yine peygamberi, kavminin inkârı ve İslâm'a davetinden yüz
çevirmesinden dolayı çektiği sıkıntılara karşı teselli etmektedir. Sanki yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: Onların imansızlığından dolayı ümitsizliğe kapılıp
üzülme! Çünkü hidayet ve dalâlet ilâhî iradeye tabidir. Kimin ezelde mutlu
olacağı geçmişse o mutlu, bedbaht olacağı geçmişse o da bedbahttır. Bu ayetin
konusu sanki "Bu yeni kitaba inanmazlarsa (ve bu yüzden helak olurlarsa)
arkalarından üzüntüyle neredeyse kendini harap edeceksin." (Kehf, 18/6)
ayetinin konusu gibidir. Bu yüzden Cenabı Allah, peygamberine onların
putperestliği ve müşrik oluşları sebebiyle üzülmemesini emretmiş ve şöyle
buyurmuştur. "Yoksa onlar Allah'tan başka dostlar mı edindiler? Halbuki
dost yalnız Allah'tır. O, ölüleri diriltir, her şeye kadirdir." Yani
yoksa onlar, kendilerine yar ve yardımcı olacak zannıyla, Allah'ı bırakıp da
putlardan tapacakları birtakım ilâhlar mı edindiler?
Eğer onlar hakkıyla yardımcı dost isterlerse, gerçek dost yalnız Allah'tır.
Kulluk ancak O'na lâyıktır. Çünkü dilediğini yaratan, rızık veren, zarara uğratıp
faydalandıran ve yardım eden sadece O'dur. Ölüleri diriltme gücüne sahip olan
da O'dur.
Putlara ve Allah'tan başkalarına gelince onların, gerçekte ne fayda ve
ne de zarar vermeye güçleri vardır. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: "Allah'ı
bırakıp da yalvardıklarınız (taptıklarınız) bunun için bir araya gelseler bile
bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri
alamazlar. İsteyen de aciz, istenen de." (Hac, 22/73).
Allah, kâfirleri böylece bir kenara attıktan sonra, din konusunda onlarla
münakaşa etmekten müslümanları menetmiş ve şöyle demiştir: "İhtilâfa
düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek Allah'a mahsustur." Yani din
ve dünya işlerinden herhangi birinde görüş ayrılığına düşerseniz bunun hüküm
mercii Allah'tır. Çünkü O, kendi kitabı Kur'an-ı Kerim ve Ra-sul'ünün (s.a.)
sünnetiyle dünyada yegâne hüküm verecek hakimdir. Kıyamet gününde de hükmüyle
insanların ihtilâflarını açıklığa kavuşturacak haklıyı haksızdan ayıracaktır.
Ayetten kastedilen mana: Müminlerin, kâfirlerle düşmanlık ve münakaşaya
dalmalarının yasaklanmasıdır. Nitekim Peygamber de (s.a.) kâfirleri zorla imana
sevketmekten menedilmiştir.
Bu ayet Allah'ın şu kavline benzemektedir: "Eğer bir hususta anlaşmazlığa
düşürseniz Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve
Rasulünegötürünüz." (Nisa, 4/59).
Sonra Yüce Allah, Peygamber'ine (s.a.) onlara şöyle demesini emretmiştir.:
"İşte bu Allah, benim Rabbimdir. O'na dayandım ve O'na yöneldim."
Yani bu hükmü veren o hakim, benim Rabbim olan Allahtır. Bütün işlerimi O'na
ısmarladım. Günahlarımdan tevbe ederek sadece O'na dönerim.
İşte bu, onlara gerçek hayrın ve zararı bertaraf etmenin kaynağını
göstermektedir. Bunların kaynağı onların cansız putları değildir. Bunun sebebi
de Allah'ın sonsuz kudretidir. Bu yüzden yüce Allah şöyle buyurmuştur:
1- "Gökleri ve yeri
yoktan yaratandır." Yani, daha önce geçmiş bir örneği olmaksızın,
göklerin ve yerin yaratıcısı ve icat edicisi Allah'tır. O halde ibadete lâyık
olan sadece O'dur.
2- "...size kendinizden
eşler, hayvanlardan da (kendilerine) eşler yaratmıştır. Bu suretle çoğalmanızı
sağlar." Yani Allah, kaynaşıp rahata eresiniz diye, cinsinizden size
kadınlar yaratmıştır. İnsanların üreyip çoğalması ve insan cinsinin bekası
böylece sağlanmış olur. Hayvanlar içinde kendi cinslerinden dişiler
yaratmıştır. Böylece insanoğlunun yaşama kaynakları çoğalmaktadır. Yahut da,
hayvanlardan erkek ve dişi sınıflarını yaratmıştır. Bu yüzden şöyle
buyurmuştur: "Allah sizi erkekli dişili yaratmakla çoğaltmaktadır."
Yani erkekli dişili yaratmayı çoğalmanıza vasıta kılmaktadır. Ayetteki
"fih" sözü, insanları ve hayvanları eşler halinde yaratma düzeninin,
sanki bu varlıkların çoğalma kaynağı olduğunu göstermektedir.
3-4- "O'nun benzeri hiçbir
şey yoktur." Yani hiçbir şey; zatında, sıfatında, hikmetinde, kudret ve
ilminde Allah'ın benzeri değildir ve olamaz da. "O işitendir,
görendir." Tüm sesleri duyan, işleri gören yalnız O'dur. Küçük büyük, açık
gizli her şeyi işitip görür. Bu ayet Allah'ın organlardan ve parçalardan meydana
gelen bir cisim olmadığının, bir yerde ve cihette bulunmadığının delilidir.
Çünkü O, bir cisim olsaydı diğer cisimlere benzerdi.
Yine ayet yüce Allah'ın bir benzeri olmamasının da delilidir. "Ancak göklerde ve yerde (tecelli eden) en yüce mesel O'nundur." (Rum, 30/27) ayeti, O'nun mislinin ve benzerinin bulunduğunu ifade etmez. Çünkü "Misl= benzer "den maksat: hakikat ve mahiyetinin tamamında bir şeye eşit olandır. "Mesel" ise mahiyet itibariyle muhalif bile olsa, mahiyet dışında bazı sıfatlarda bir şeye eşit olana derler.
5-
"Göklerin ve yerin
anahtarları O'nundur. Dilediğine rızkı bol verir. Dilediğinden de kısar. O, her
şeyi bilendir." Yani göklerin ve yerin hazineleri ve bunların anahtarları
O'nundur. O, dilediği kullarına rızkı bol verir, dilediklerine de kısıverir.
O, kâinatta var olan, zenginleştirme, fakir kılma ve bunun, fert ve toplum
üzerindeki tesirleri gibi, her şeyi bilendir. O, bununla ancak hikmet ve
maslahatı yürütmek ister.
[11]
Ayetler aşağıdaki gerçekleri ifade etmektir.
1- Kur'an-ı Kerim, görüldüğü
gibi, Allah'ın Peygamber (s.a.)'e vahyet-tiği apaçık olan Arapça bir kitaptır.
2- Kuranın gayesi, korkutmak
ve müjdelemektir; kâfirleri ateşle korkutmak, müminleri çenetle müjdelemek.
Korkutma, meydana gelmesinde şüphe olmayan, mutlaka gerçekleşecek olan kıyamet
gününün korku ve endişelerini de kapsamaktadır. Fakat bu kıyamet Allah'ın
bilgisindedir.
3- Kıyamet gününde insanlar
iki grup olacaklar: Cennet grubu, cehennem grubu, üçüncüsü yoktur.
4- Şüphesiz ki Mekke-i
Mükerreme. şehirlerin aslı, başşehri ve en şe-reflisidir. Peygamber (s.a.)'in
en sevdiği ülkedir. İmam Ahmed, Tirmizi, Ne-seî ve İbni Mace'nin Abdullah b.
el-Hamra ez-Zühri'den rivayet ettiklerine göre ez-Zühri Mekke çarşısında Hazure
denilen yerde dururken, Allah Rasul'ünün (s.a.) şöyle dediğini duymuştur.
"Ey Mekke! Allah'a and olsun ki, sen Allah 'in en hayırlı toprağısın.
Allah 'm yerlerinin, Allah 'a en sevgili olanısın. Eğer senden çıkarılmamış
olsaydım çıkmazdım."
5-
Allah, insanları tek bir din
ve tek bir millet üzerinde yaratmaya kadirdir. Ya sapıklar olarak, ya da
hidayet üzere bulunanlar. Ancak Allah insanları, iki yoldan dilediklerini
tercih etmekte serbest bırakıyor. Böylece doğruyu bulanlar cennette, sapıklığa
düşenler cehennemde kalacaklar ve onlardan azabı giderecek hiçbir yardımcıları
bulunmayacaktır.
6-
Şüphesiz müşrikler küfrü
hidayete tercih etmişler ve Allah'ı bırakıp, putları kendilerine mabutlar ve
ilâhlar edinmişlerdir. Fakat bu hareketlerinde hata edip güzelliklerden mahrum
olarak, zarara uğramışlardır. Çünkü gerçek mabut sadece Allah'tır. Yardım
edecek dost Odur. Ondan başka dost yoktur. O, her şeye kadir olduğu gibi,
öldükten sonra diriltmeye de kadirdir. Muhammed (s.a.) kâfirlerin gözeticisi ve
koruyucusu değildir. Onlar istemeseler de imana zorlamakla mükellef değildir.
7- Çeşitli din sahipleri
arasında ihtilâf ve münakaşanın hiçbir gerekçesi olamaz. Çünkü bu, neticede
düşmanlığı ortaya çıkarır ve ruhlara kin tohumlan eker ve hakemliği silâha
bırakır. Müminler, kendilerine muhalif olan Ehl-i Kitap ve müşriklere ancak
şunu söylemeliler: Hüküm Allah'ındır; sizin değil. O da din olarak ancak
İslâm'ı kabul etmiştir. Dini hükümler, yalnız Allah'ın beyanından alınır; hüküm mercii ve fikir
farklılığını yok etme makamı Kur'an ve Sünet'tir.
Allah Peygamber (s.a.)'e kavmine şöyle demesini emretmiştir: İşte ölüleri
dirilten ve farklı fikirde olanlar arasında hüküm verecek o Allah benim
Rabbimdir. Ancak Ona itimat ettim, ancak Ona dönüyorum; O'ndan başka mabutlara
değil.
8- Kıyasa karşı çıkanlar şu
ayeti delil getirmişlerdir. "Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm
vermek Allah'a mahsustur." Yani Kur'an ve Sünnet nassına mahsustur. Ancak
ayetten kastedilen mana şudur: İhtilâf edilen konuda Allah'ın beyanına müracaat
edilmelidir. Bu beyan, nass ile de olur, kıyas ile de olur. Dolayısıyla ayete
müracaat etmek, kıyasa muhalif değildir. Hakkında nass bulunan hükümle,
kıyasla elde edilen hüküm aynıdır.
9- Allah yüce kudretine,
gökleri ve yeri yoktan yaratmasını, insanlardan ve hayvanlardan erkeği ve
dişiyi yaratmasını, zatında ve sıfatlarında benzeri olmamasını, azamet ve
kibriyasında, kudret ve saltanatında benzersiz oluşunu delil getirmiştir.
Mahlûkatmdan hiçbir şeye benzemediği gibi hiçbir şey de Ona benzetilemez.
Göklerin ve yerin anahtarlarına sahip olan sadece Odur. Dilediğini hesapsız
rızıklandıran (Rezzak) sadece Odur. O, her şeyi bilir. Netice olarak: Tüm kemal
sıfatlarla sıfatlanan O, bütün eksikliklerden münezzeh olanda O. Bütün
mahlûkatın halikı O. Bütün kâinatta yegâne tasarruf sahibi de O. Allah'a ait
bu sıfatları arka arkaya söylemekten maksat putların bunlardan hiçbiriyle
vasıflanmadığını açıklamaktır. Dolayısıyla onlar tapılmaya lâyık değildir.
[12]
13- "Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" diye Nuh'a
tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e Musa'ya ve İsa'ya tavsiye
ettiğimizi Allah size de din kıldı. Fakat kendilerini çağırdığın bu (din),
müşriklere ağır geldi. Allah, dilediğini kendisine Peygamber seçer ve
kendisine yöneleni de doğru yola iletir.
14- Onlar kendilerine ilim geldikten sonra, sadece aralarındaki
çekeme-mezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer belli bir süreye kadar Rabbinden
bir (erteleme) sözü geçmiş olmasaydı, aralarında hemen hüküm verilirdi.
Onlardan sonra kitaba varis kılınanlar da onun hakkında derin bir şüphe
içerisindedirler.
"Nuh'a tavsiye ettiğini" ona emrettiğini "size de din
kıldı." Nuh: Hüküm getiren peygamberlerin ilkidir. Buradaki
"vassa" kelimesi, emredilenin şanına önem vermek ve pekiştirmek için
"Emere=emretti" manasına kullanılmıştır.
Yani size, Nuh'un (a.s.), Muhammed'in (s.a.) ve bunlar arasındaki hüküm
sahibi peygamberlerin dinini din kıldı. İşte bütün peygamberler arasında ortak
olan nokta "dini ayaka tutun" yani onu koruyun şeklinde açıklanan
husustur. Din Allah'ı bir kabul edip inanılması gerekenlere inanmak, Allah'ın
hükümlerine itaat etmektir. Bu, umumi manasıyla İslâm'dır. "Onda ayrılığa
düşmeyin..." Yani işte bu esasta ihtilâf etmeyin. Ancak hükmün feri
konularına ihtilâf etmek mümkündür.
"Fakat kendilerini çağırdığın bu" tevhit dini onlara
"müşriklere ağır geldi" "Allah kendisine" itaatle
"yöneleni de" doğruyu gösterip, muvaffak kılarak "doğru yola
iletir."
Onlar kendilerine "ilim geldikten sonra" Allah'ın birliği
konusunda kesin bilgi, ya da peygamberler, kitaplar ve diğerlerinden bilgi
vasıtaları geldikten sonra onların bir kısmı Allah'ı tevhit ederek, bir kısmı
da inkâr ederek din konusunda "ayrılığa düştüler. Rabbinden" mühlet
vererek ve azabı erteleyerek "belli bir süreye" kıyamet gününe kadar
erteleme "sözü geçmiş olmasaydı" farklı düşüncelere saptıklarından,
dünyada bozguncu kâfirlerin azaba uğratılmalarıyla "aralarında hemen hüküm
verilirdi. Onlardan sonra" Ehl-i Kitap olan Yahudi ve Hristiyanlardan
sonra, Rasulullah (s.a.) zamanında "kitaba varis kılınanlarda onun
hakkında" o inanmadıkları kitapları ve davranışları hakkında "derin
bir şüphe" ve korkunç bir şaşkınlık "içerisindedirler."
[13]
Allah Tealâ "İşte Allah böylece sana vahyeder..." sözüyle
peygamberi Muhammed (s.a.)'e yapmış olduğu vahyi yücelttikten ve insanlara
vermiş olduğu nimetleri tek tek saydıktan sonra, bu vahiy konusunu detaylarıyla
anlattı ve insanlara ihsan etmiş olduğu umumi nimetini zikretti ki, o da
insanlara din olarak verdiği üzerinde bütün peygamberlerce ittifak edilen,
Allah'ın birliği, Ona itaat edilmesi, peygamberlerine, kitaplarına ve son güne
(yani kıyametin kopacağına) inanmak ve o günde ceza ve mükâfatı tasdik etmek
inancıdır. Yine bu arada Allah, tevhide ve putları terketmeye davet
edilmelerinin müşriklere ağır gelmesini açıkladı.
Zulüm, düşmanlık, çekememezlik sebeplerinden etkilenerek dinde ayrılığa
düşmelerinin de, ancak aleyhlerine birtakım delillerin ortaya konmasından
sonra olduğunu açıkladı. Bu arada kendilerine süre tanıma ve azaplarını
erteleme konusunda eğer geçmiş ilâhi bir hüküm olmasaydı, dünyada hemen cezaya
çarptırılacakları da ifade edildi.
[14]
"Dini ayakta tutun ve ayrılığa düşmeyin" diye Nuh'a tavsiye
ettiğini, sana vahyettiğimiz, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi,
Allah size de din kıldı." Yani ey müslümanlar! Hz. Adem'den (a.s.) sonra
peygamberlerin ilki olan Hz. Nuh'a (a.s.) emredip din kıldığı tevhit ve
peygamberlerin üzerinde ihtilâf etmediği kitapların da ittifak ettiği
hükümlerin esaslarını size apaçık bir din olarak beyan etti. Allah Hz. Nuh'a
(a.s.) vahyettiği bu dini esaslarını son Peygamber Muhammed'e (s.a.) de Kur'an
ve İslâm olarak vahyetmiştir. Hz. İbrahim (a.s.)'e, Musa (a.s.) ve İsa'ya
(a.s.) da tüm kitapların üzerinde ittifak ettiği, "dini koruyunuz"
emrini vermiştir. Bu dinin esası da, Allah'ın birliği ve O'na iman etmek;
Peygamberlerine itaat ve getirmiş oldukları hükümleri kabullenmekten ibarettir.
Özetle; tüm gerçek ilâhî dinlerin inanç ve ibadet esaslarında üzerinde
ittifak ettikleri; Allah'a, peygamberlerine, ahiret günü ve meleklerine
inanmak, namaz kılmak, zekât vermek ve Allah'a itaat konularını size de din
olarak emrettik. Mücahid şöyle demiştir: Allah, hiçbir Peygamber göndermedi
ki, ona, namaz kılmayı, zekât vermeyi ve Allah'a itaati kabullenmeyi emretmiş
olmasın. İşte bu Allah'ın insanlara meşru kıldığı dinidir. Doğruluk, ahde
vefa, emaneti yerine vermek, akrabayı ziyaret (sıla-ı rahim), zinanın,
hırsızlığın ve insanların mallarına ve canlarına saldırmanın haram oluşu gibi,
ahlâk ve fazilet esasları da yine tüm dinlerin ittifak ettiği hususlardır.
Allah Tealâ tüm peygamberlere, insanlarla kaynaşmayı ve birlik olmayı emretmiş;
ayrılıktan ve ihtilâfa düşmekten nehyetmiştir.
Bütün peygamberlerin getirdiği dinin esası, ancak Allah'a kulluk etmektir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Senden önce hiçbir Rasul
göndermedik ki, onlar "Benden başka ilâh yoktur; şu halde bana kulluk
edin." diye vahyetmiş olmayalım." (Enbiya, 21/25). Ahmed b. Hanbel,
Bu-hari, Müslim ve Ebu Davud'un Ebu Hüreyre'den rivayet ettikleri hadiste şu
hususa yer verilmiştir "Peygamberler bir babanın evlâtlarıdır. Anaları
farklı, dinleri birdir." Yani Peygamberlerin arasındaki müşterek ölçü,
şeriki (ortağı) olmayan tek Allah'a kulluk etmektir. Ancak dinlerin, fer'î
konularda, ibadet çeşitlerinde detaylarında ve hükümden hüküme değişen metotlarında
farklı oluşuna gelince, bu önemli değildir. Bu farklılığı gerektiren husus,
toplumların gelişmesi, ihtiyaç ve menfaatlerinin gözetilmesidir. Nitekim yüce
Allah şöyle buyurmuştur: "Her birinize bir şeriat ve yol verdik."
(Maide, 5/48).
Bu ayet, ulü'1-azm beş Peygamberin zikrini arka arkaya sıralamıştır.
Onlar Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed (s.a.)'dir. Özellikle Allah'ın bu
peygamberleri arka arkaya zikretmesi ise, peygamberlerin büyüklerinden
oluşları, hüküm sahibi ve ümmetlerinin çok olmasındandır.
"Fakat kendilerini çağırdığın bu (din), Allah'a ortak koşanlara
ağır geldi." Yani Allah'ın birliği ve putların terkedilmesi daveti,
Allah'a ortak koşanlara (müşriklere) çok ağır geldi, bunu yadırgadılar ve
"Allah'tan başka ilâh yoktur" fikrini bir türlü hazmedemediler.
Halbuki Allah, bu daveti zafere ulaştıracaktır.
"Allah dilediğini kendine (Peygamber) seçer ve kendisine yöneleni
de doğru yola iletir." Yani Allah, kendisini birlemek ve dinine girmek
için kullarından dilediğini seçer, dinine sarılmaya, kulluğuna bağlanmaya
kendisine itaate niyet edenleri ve kulluğuna yönelenleri, muvaffak kılar. Bu,
bütün peygamberlerin üzerinde ittifak ettiği kadim dine kullarının sarılmasını
onlara emrettikten sonra Allah'ın kulları üzerindeki lütfunu, yani onları
dinine bağlanmaya muvaffak kıldığını göstermektedir.
Allah'ın birliğine rağmen, insanların dinde farklı düşünmelerinin sebebi
Yüce Allah'ın aşağıdaki ayette belirttiği husustur: "Onlar, kendilerine
ilim geldikten sonra sadece aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa
düştüler." Yani din sahipleri, hakka tabi olma konusunda ancak aleyhlerine
deliller ortaya çıktıktan sonra tefrikaya düştüler. Buna sebep de sadece inat,
cedelleşme, liderlik ihtirası ile aralarındaki haset, şiddetli taassup ve nüfuz
merkezlerini ve maddi kazanç noktalarını elde tutma arzusudur.
"Rabbin tarafından bir erteleme sözü geçmiş olmasaydı, aralarında
hemen hüküm verilirdi." Yani azabın ve hesabın kıyamet gününe kadar ertelenmesi
hususunda Rabbin tarafından verilmiş bir hüküm olmasaydı, büyük günahlar
sebebiyle onlara daha dünyada derhal işledikleri cezaları verilirdi.
"Onlardan sonra kitaba varis kılınanlar da onun hakkında derin bir
şüphe içerisindedirler." Yani Tevrat ve İncil'i daha öncekilerden tevarüs
yoluyla alan Ehl-i Kitabın son nesli, kendi kitapları, dinleri ve imanları hakkında
korkunç bir şüphe içerisindedirler. Çünkü bunlar hakka tabi olmayıp
kendilerine dini, aslına uygun olmayan bir şekilde tasvir eden sonraki din
büyüklerini taklit etmişler ve şaşkın bir şekilde delilsiz olarak babalarına
ve dedelerine tabi olmuşlardır. Bu sebeple de peygamberlerin sonuncusu Hz.
Muhammed (s.a.)'in risaletine inanmamışlar ve kendi kitaplarının ilk aslını
tasdik eden Kur'an-ı ve Muhammed (s.a.)'i tekzip etmişlerdir.
[15]
Geçen ayetlerden aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:
1- Fer'î konularda farklı da
olsa tüm semavi dinler temelde birdir.
2- Allah Hz. Nuh'un,
İbrahim'in, Musa ve İsa'nın kavmine göndermiş olduğu dini, Hz. Muhammed'in
ümmetine de din olarak göndermiştir ki, o da Allah'ı bir kabul edip itaat
etmek, peygamberlerine, kitaplarına, ahiret gününe, belli inanç, ibadet ve
ahlâk esaslarına inanmaktan ibarettir.
Ümmetlerin durumları ve toplumların ihtiyaçlarına göre değişen dinî
hükümlere gelince, bunlar birbirinden farklı şeylerdir. Bu değişiklik duruma,
çevreye ve şartlara göredir. Çünkü dinin sahibi olan Allah'ın ilmi tam ve
hikmeti yerindedir. İslâm ise, bütün peygamberlerin üzerinde ittifak ettiği
kadim bir dindir. Dinin temel esasları iki kısımdır. Birincisinde asla değişme
olmayıp, bütün dinlerde devam etmesi gereklidir ki bunlar da doğruluk, adalet
ve iyiliğin güzelliği; yalan, zulüm ve başkalarına eza etmenin çirkinliğidir.
Bir diğeri de şeriat ve dinlere göre değişiklik arzeder. Dini, işin özü kabul
ederek, ikincisinden çok birincisine dikkat eder.
3-
Dinler şüphesiz tevhit üzere
kaimdir. Şirki ve putperestliği reddeder, müşriklerin inançlarını çirkin kabul
eder. Bu yüzden müşriklere, tevhit ve şehadet kelimelerini duymak ağır gelir.
4-
Allah, kendisine dönen
kulunu, dininde samimi kılar ve onu hayır göreceği yöne iletir.
5- Milletler dinlerinde, ancak
hak ve hakikati görüp tanıdıktan sonra, tefrikaya düştüler. Zulüm, azgınlık ve
dünyaya bağlılık yüzünden ayrılık ve ihtilâfı birliğe ve topluca birarada
yaşamaya tercih ettiler. Dolayısıyla müslümanların ayrılıktan, dağılmaktan
kaçınması, birliğe beraberliğe özen göstermeleri ve zarar verici mezhep
taassubunu körükleyecek münakaşaları terketmeleri gerekir.
6- İlâhi hikmet, kıyamete
kadar azabın gecikmesini gerektirdiği gibi, farklı fikirlerde olan insanların
arasını ayırıp haklıyı haksızı ortaya çıkarmayı da kıyamet ve hesap gününe
kadar erteler.
7- Tevrat ve İncil'i
öncekilerden tevarüs yoluyla alan Yahudi ve Hristi-yanlar, kitapları hakkında
şüphe içerisinde bulundukları gibi, peygamberlerinin kendilerine öğütledikleri
konularda da kuşku içerisindedirler.
[16]
15- İşte onun için sen (tehvide) davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru
ol, onların isteklerine uyma ve de ki: Ben Allah'ın indirdiği kitaba inandım
ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz,
sizin de Rabbi-nizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de
sizedir. Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur. Allah hepimizi bir araya
toplar, dönüş de O'nadır.
16- Kabul edilen şeyin ardından, Allah hakkında tartışmaya girenlerin
delilleri, Rableri katında boştur. Onlar için bir gazap, yine onlar için çetin
bir azap vardır.
17- Kitabı ve mizanı hak olarak
indiren Allah'tır. Ne biliyorsun, belki de kıyamet saati yakındır.
18- Ona inanmayanlar, onun çabuk kopmasını isterler. İnanlar ise ondan
korkarlar ve onun gerçek olduğunu bilirler. İyi bilin ki, kıyamet günü
hakkında tartışanlar derin bir sapıklık içindedirler.
19- Allah kullarına lütufkârdır, dilediğini rızıklandırır. O
kuvvetlidir, güçlüdür.
"Ona inanmayanlar onun çabuk kopmasını isterler." ifadesiyle
"İnananlar ise ondan korkarlar." cümlesi arasında fiilde tezat
vardır.
[17]
"İşte onun için (tevhide) davet et ve emrolunduğu gibi dosdoğru
ol." Yani hanif dini üzere kaynaşıp, biraraya gelmek için insanları davet
et! Bunun üzerinde dosdoğru ol, devam edip sebat et. "Ben aranızda
adaleti gerçekleştirmekle" yani aranızda hüküm verirken, zulmetmemek ve
bir tarafa meyletmemekle "emrolundum. Allah bizim de sizin de Rabbinizdir,
bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz sizedir." Allah herkese
kendi amelinin karşılığını verecektir. "Aramızda tartışılabilecek bir
konu yoktur." Çünkü gerçek apaçık ortaya çıkmıştır. "Allah"
kıyamet gününde haklıyı haksızı ayıran hükmünü vermek için "hepimizi bir
araya toplar."
"Kabul edilen şeyin ardından" yani insanlar O'nun dinini
kabul edip, mucizeleriyle, delilleriyle apaçık ortaya çıktığı için, bu dine
girdikten sonra "Allah hakkında tartışmaya girenlerin" yani Allah'ın
dini hakkında tartışma yapanların "delilleri boştur."
"Kitabı" Kur'an'ı veya herhangi bir semavi kitabı, "ve
mizanı" insanlar arasında adalet ve eşitliği "indiren Allah 'tır.
Kıyamet saati yakındır." Kıyametin gelişi yakındır. "Ona
inanmayanlar, onun çabuk kopmasını isterler." alay ederek ve gelmeyeceğini
düşünerek, ne zaman gelecek, diye birbirlerine sorarlar. "Kıyamet günü
hakkında tartışanlar, haktan uzak bir sapıklık içindedirler." Çünkü
öldükten sonra dirilmek, gayb aleminin maddi âleme en fazla benzeyenidir. Buna
inanmak için pek çok amillerin bulunması sebebiyle, bunu kabul etmeyenler,
diğerlerini hiç kabul etmezler.
"Allah, kullarına lütufkârdır." Allah ister iyi, ister kötü
olsun bütün kullarına lütufta bulunur. Kötülüklerinden dolayı onları
cezalandırmaz, hepsini nzıklandırır.
[18]
"Kabul edilen şeyin ardından, Allah hakkında tartışmaya girenlerin
delilleri Rableri katında boştur." ayetinin (16. ayet) nüzul sebebiyle
ilgili olarak İbni Münzir, İkrime'den şöyle rivayet etmiştir: "Allah 'm
yardımı ve zaferi gelince..." (Nasr, 110/1) ayeti nazil olunca, Mekke
müşrikleri, aralarında bulunan müminlere "İnsanlar grup grup Allah'ın
dinine madem girdiler, o halde aramızdan çıkın, ne diye hala aramızda
duruyorsunuz!" dediler. Bunun üzerine "kabul edilen şeyin ardından,
Allah hakkında tartışmaya girenlerin..." ayeti nazil oldu.
Ayet hakkında Abdürrezzak'ın Katade'den rivayeti ise şöyledir: Allah
hakkında münakaşa edenler, Yahudi ve Hristiyanlardır. Onlar şöyle demişlerdir:
Bizim kitabımız sizin kitabınızdan öncedir. Peygamberimiz de sizin
Peygamberinizden öncedir. O halde biz sizden daha hayırlıyız.
[19]
Yüce Allah, dinlerin, temelde bir olduğunu açık bir şekilde ortaya koyduktan
sonra, peygamberine, insanları hanif dini üzerinde ittifak etmeye, dosdoğru
yürümeye ve hükümlerinde sebata davet etmeyi emretmiştir. Allah'ın varlığına,
birliğine apaçık delil bulunduğu için de, müminlerle müşrikler arasındaki
münakaşayı sona erdirmiş, Sonra da, insanlar arasında kabul gördükten sonra
Allah'ın dini hakkında tartışanların delillerinin içi boş batıl şeyler olduğunu
zikretmiş, bunun peşinden de müşriklerin alay ve inkâr ile kıyamet gününün
hemen gelmesini istediklerini, müminlerin de ona kesin olarak inanıp
hazırlandıklarını, kıyametin vukuu için pek çok delil bulunduğundan bu konuda
şüpheye düşüp, mücadele etmenin açık bir sapıklık olduğunu beyan etmiştir.
[20]
"İşte onun için sen (tevhide) davet et..." ayeti emir ve
nehiy olmak üzere on meseleyi içermektedir. Bunlardan her biri müstakildir.
Ayetel-Kür-si'nin dışında bu ayetin benzeri de yoktur. Çünkü Ayetel-Kürsi de on
konuyu kapsamaktadır. Bu emir ve nehiyler (yasaklar) her ne kadar Peygamber
(s.a.)'e yöneltilse de, hem ona hem de ümmetinedir.
1, 2- "İşte onun için sen
(tevhide) davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol." Yani ey Allah'ın
Rasulü! Sen insanları bütün peygamberlerce ittifak edilen bu dine davet et,
bunda sebat et ve emrolunduğun gibi, Allah'a kulluğa ve risalet vazifesini
tebliğe devam et. "felizâlike" buradaki "lâm" harfi
"ilâ" manasına da gelir, o takdirde '...Ona davet et" demektir,
"Rabbi-nin o yere vahyetmesiyle..." (Zilzal, 99/5) ayetinde de
"ilâ" manasınadır. Bu lam'da ta'lil (sebebiyet) manası da kastedilmiş
olabilir. Yani dinde meydana gelen bu dağınıklık, bu şüphe ve etrafa yayılan bu
ihtilâflar sebebiyle sen insanları, ötedenberi gelen hanif dini üzere
birleşmeye, kaynaşmaya davet et, Allah'ın sana emrettiği gibi bu dinde ve bu
dine davette dosdoğru ol. Bu durumda "lâm" kendi manasında ta'lil
için kullanılmış oluyor. Özet olarak mana şöyle olur: Zikri geçen bu sebeplerle
insanları Allah'a davet et ve dosdoğru ol. Veya bir başka yorum şöyledir:
Allah'ın aynı dini insanlara din olarak emretmesinden dolayı, Allah'a ve
Allah'ın tevhidine davet et, davet ettiğin şeyde de dosdoğru ol ve emrolunduğun
gibi risaleti tebliğe devam et.
3- "Onların heveslerine
uyma!" Ey Allah'ın Rasulü! Putlara tapınma konusunda uydurup iftira
ettikleri şeylerde müşriklerin istek ve arzularına uyma. Dedelerinden Tevrat
ve İncili miras olarak alan Yahudi ve Hristi-yanlarm içerisine düştüğü şüphe,
şaşkınlık, tahrif ve tebdil konusunda da onların heva ve heveslerine tabi olma.
4-
"Ben, Allah 'm
indirdiği kitaba inandım de!" Ey Allah'ın Rasulü! Allah'ın
peygamberlerine indirmiş olduğu, Tevrat, İncil, Zebur, İbrahim ve Musa'nın
sahifelerine, tüm kitaplarına inandım, ben hiçbirinin arasını ayırmam, bazı
kitaplara inanıp da, bazılarını inkâr edenlerden değilim, de. Bu, kitapların
bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr eden Yahudi ve Hristiyanlara bir tariz
(üstü kapalı bir kınama) dır.
5-
"Ve aranızda adaleti
gerçekleştirmekle emrolundum." Allah bana meselelerinizi getirdiğinizde
aranızda adaletle hükmetmemi emretti. Size ne artırarak, ne de eksilterek
zulmetmeyeceğim.
6-
"Allah, bizim de
Rabbimiz, sizin de Rabbiniz." O Allah gerçek mabuttur. Ondan başka bir
ilâh yoktur. Biz bunu, kendi bilinçli tercihimizle kabul ediyoruz. O, bizim de
ilâhımız, sizin de; bizim de yaratıcımız, sizin de.
7- "Bizim işlediklerimiz
bize, sizin işledikleriniz de sizedir." Yani bizim amellerimizin mükâfat
ve cezası bize, sizin amellerinizin mükâfat ve cezası da size aittir. Biz,
sizden de amellerinizden de uzağız. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Bizim işlediğimiz suçtan siz sorumlu değilsiniz, sizin işlediğinizden de
biz sorumlu değiliz." (Sebe, 34/25). Bir başka ayette şöyle buyurulmuştur:
"(Rasulüm) onlar seni yalanlarsa de ki: Benim işim bana, sizin işiniz de
size aittir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan
uzağım." (Yunus, 10/41).
8- "Aramızda
tartışılabilecek bir konu yoktur." Hak, güneş gibi apaçık ortada olduğu
için aramızda tartışılacak, münakaşa edilecek hiçbir konu yoktur.
9, 10-
"Allah, hepimizi bir
araya toplar, dönüş de O'nadir." Allah, kıyamet günü mahşerde hepimizi
bir araya toplayacak, farklılıklarımız konusunda, aramızda adaletle
hükmedecektir. Nitekim Yüce Allah, şöyle buyurmuştur: "Be ki: Rabbimiz
hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak ile hükmedecektir. O en adil
hüküm veren, (her şeyi) hakkıyla bilendir." (Sebe, 34/26). Hesap ve
kıyamet gününde dönüş ve sığınma sadece O'nadır. O, herkese yaptığının
karşılığını verecektir. Bu ayetin, Velid b. Muğire ve Şeybe b. Rabia hakkında
nazil olduğu söylenmiştir: Onlar, Allah Rasul'ünün, Velid'in malının yarısını
vermek, Şeybe'nin de kızıyla evlendirmesi şartıyla, davetini ve dinini bırakıp
Kureyş'in dinine dönmesini istemişlerdir.
Sonra Allah Tealâ, dini konusunda tartışanların delilinin batıl olduğunu
beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Daveti kabul edildikten sonra, Allah
hakkında tartışmaya girenlerin delilleri Rableri katında boştur. Üzerlerine bir
gazap ve onlara şiddetli bir azap vardır." Yani, kabul ettikten sonra Allah'ın
dini hakkında tartışmaya girenlerin delilleri Rableri katında batıldır. Batıl
ile mücadele ettikleri için, onlar üzerine Allah'ın büyük bir gazabı vardır,
kıyamet gününde de onlara büyük bir azap vardır. Onların sahte ve batıl
davalarına hüccet ve delil denilmesi, inançlarına uygun olarak söylenmiştir.
Mücahid şöyle demiştir: "Allah'ın dini hakkında tartışma yapan bu insanlar, cahiliyye çağının tekrar geleceğini düşünen bir topluluktur. Bunlar, İslâm'ı kabul edenleri tekrar cahiliyye dönemine çeviririz diye, müslüman-larla mücadele etmişlerdir.
Katade de şöyle demiştir: Bunlar, Yahudiler ve Hristiyanlardır. Tartışmaları
da şöyle demeleridir: Bizim peygamberimiz sizin peygamberinizden, kitabımız
sizin kitabınızdan öncedir. Açık olan görüş de budur. Rivayete göre Yahudiler,
müminlere "Siz, ittifak edilenin kabul edilmesinin, ihtilâf edilenden daha
uygun olduğunu söylemediniz mi? Hz. Musa'nın Peygamberliği ve Tevrat'ın
gerçekliği ittifakla bilinmektedir, halbuki Muham-med'in (s.a.) peygamberliği
ise ittifakla sabit değildir. O halde Yahudiliğe sarılmak, İslâmiyete
bağlanmaktan daha uygundur." demişlerdir. Allah, Yahudiler tarafından
ileri sürülen bu delilin batıl olduğunu ifade etmiştir. Çünkü, Musa (a.s.)'ya iman,
doğruluğunu gösteren ve elinde meydana gelen mucizeler sebebiyle vacip olduğu
gibi, Hz. Muhammed'e (s.a.) de yine gösterdiği mucizeler sebebiyle iman etmek
gereklidir. O halde Hz. Muham-med'in (s.a.) nübüvvetini de kabul etmek
gereklidir. Sonra Allah Tealâ şu sözüyle onlara cevap vermiştir: "Kitabı
ve mizanı hak olarak indiren Allah'tır." Şüphesiz ki Allah, Rasullere
indirilen bütün kitapları, hakla, değişik delil ve mucizelerle indirmiştir.
İndirilen kitaplarda, insanlar arasında adaletle, eşitlik ve insaf ile
hükmedilsin diye, mizanı, ölçüyü de indirmiştir. Ayette, adalete mizan adı
verilmiştir. Çünkü mizan; insanlar arasında, alış verişlerinde insaf ve eşitlik
aletidir. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: "Andolsun, biz
peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine
getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve mizanı indirdik." (Hadid,
57/25).
Bu delilleri tespit ettikten sonra yüce Allah inkarcıları kıyamet
aza-bıyla korkutarak şöyle buyurmuştur: "Ne biliyorsunuz? Belki de kıyamet
saati yakındır." Ey Rasul ve ey muhatap! Ne biliyorsun? Belki de kıyametin
gelişi yakındır. Burada, Allah'ın dinine tabi olmaya teşvik ve kıyametten
korkutma vardır. Ayrıca kıyamet için hazırlanmaya da teşvik vardır.
"Ona inanmayanlar, onun çabuk kopmasını isterler." Alay,
inkâr, yalanlama ve inatla, "Eğer kıyametin kopacağında samimi iseniz bu
tehdit ne zaman!" diyerek kıyametin kopacağını kabul etmeyen kimseler,
kıyametin hemen gelmesini isterler.
"İnananlar ise ondan korkarlar ve onun gerçek olduğunu bilirler."
Müminler, kıyametin kopmasından titreyip korkarlar ve onun olacağını kesinlikle
bilirler, onun için çalışıp hazırlanırlar. Nitekim ayette şöyle buyurul-muştur:
"Ve Rablerine dönecekleri için yapmakta oldukları işleri kalpleri çarparak
yaparlar." (Müminun, 23/60).
Mütavatir bir hadiste, şöyle geçmektedir: Paygamberimiz (s.a.) bir
yolculukta iken adamın biri onu yüksek bir sesle çağırmış, Peygamberimiz de
onun sesine benzer bir sesle: "Söyle" demiş. Adam Peygamberimiz
(s.a.)'e "Kıyamet ne zamandır" diye sormuş, bunun üzerine
Peygamberimiz (s.a.) "Allah iyiliğini versin kıyamet mutlaka olacaktır,
onun için ne hazırladın?" diye cevap vermiştir. Adam, "Allah ve
Rasul'ünün (s.a.) sevgisini" diye karşılık verince, Peygamberimiz
(s.a.s)'de "Sen sevdiklerinle berabersin." veya "Kişi
sevdikleriyle beraberdir." şeklinde cevap vermiştir.
"İyi bilin ki, kıyamet günü hakkında tartışanlar, derin bir
sapıklık içindedirler." Ey insanlar, iyi bilin ki kıyametin varlığı
hakkında münakaşa edip şüpheci bir şekilde tartışmada bulunanlar açık bir
cehalet ve haktan uzak düşen şiddetli bir sapkınlık içerisindedirler. Halbuki
biraz düşünse-lerdi, kendilerini ilk defa yaratan Allah'ın onları tekrar
diriltmeye de kadir olduğunu anlarlardı. Gökleri ve yeri yaratan Allah, ölüleri
diriltmeye kadirdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "İlkin
mahlûkunu yaratıp (ölümden) sonra bunu (yaratmayı) tekrarlayan O'dur ki bu,
O'nun için pek kolaydır." (Rum, 30/27).
"Allah kullarına lütufkardır, dilediğini rızıklandırır. O,
kuvvetlidir, güçlüdür." Yüce Allah'ın kullarına lütfü çok, şefkat ve
rahmeti sonsuzdur. En faydalı şeyleri onlara verir. Bunlardan biri de, sadece
gerçeği ifade eden Kur'an'ı onlara indirmesidir. Büyük zararları ve belâları
onlardan defeder. Yine bunlardan biri de, geçen ayetlerde olduğu gibi,
insanların azabını ertelemesidir. Allah'ın lütuf ve bağışlarından bir diğeri
de, kullarından iyi -kötü herkesi rızıklandırmasıdır. İstediğini istediği gibi
rızıklandırır, kimisine bolluk, kimisine darlık verir. O, çok güçlüdür. Kudret
ve kuvveti apaçıktır. O, her şeyi mağlup eder, hiçbir şey O'nu mağlup edemez
ve O'nu hiçbir şey acze düşüremez.
Mahlûkatına rızık vermesi konusunda benzer bir ayet yüce Allah'ın şu
sözüdür: "Yer yüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah'ın üzerinedir.
Allah o canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekânı bilir. (Bunların)
hepsi apaçık bir kitapta (levhi-mahfuz'da) dır." (Hud, 11/6). Bu konuda
benzer pek çok ayet vardır.
[21]
1- Peygamberimiz (s.a.) ve
ondan sonraki tüm müminler, Allah'ın peygamberlere din olarak seçtiği ve
onlara tavsiye ettiği bu dine davetle mükelleftirler. Peygamberimiz (s.a.)
aynı zamanda dosdoğru olmak, risaletini insanlara ulaştırmada sebat etmek ve
onunla amel etmekle de mükelleftir. Müşriklerin arzularına uymaktan
nehyedildiği gibi, karşı koyanların karşı koymasına da aldırmaması
gerekmektedir.
Peygamberimiz (s.a.) Allah'ın emri gereği, hükümlerinde adaleti gözetmekle memur olduğu gibi, şu hususları da tüm insanlara ilân etmekle mükelleftir: Allah, sadece müslümanların ve belli bazı grupların değil, bütün insanların Rabbidir. Herkesin ameli kendinedir, herkes kendi amelinden sorumludur. Bizim dinimiz bize, sizin dininiz size, aramızda tartışmaya sebep olacak hiçbir konu yoktur. Çünkü Allah'ın varlığını, birliğini gösteren deliller apaçık ortadadır. O halde inattan başka ortada bir şey kalmamıştır. İnattan sonra da, ne delilin kıymeti, ne de tartışmanın önemi vardır.
Allah kıyamet günü bütün mahlûkatı bir araya toplayacaktır. Dönüş ancak
Onadır. İnsanların ihtilâf ettikleri konularda hükmünü verecektir. Herkesi
yaptığı amelle cezalandıracak veya mükâfatlandıracaktır.
2- Doğusuyla-batısıyla
dünyanın her tarafında yayıldıktan sonra Allah'ın dini hakkında münakaşa eden
müşriklerin, Yahudi ve Hristiyanların delilleri batıl, içi boş ve
istikrarsızdır. Dünyada onlar üzerine Allah'ın büyük bir gazabı vardır.
Ahirette de devamlı ve şiddetli azap onlar içindir.
3- Kur'an'ı ve diğer kitapları
hak ve gerçekle birlikte indiren şüphesiz ki Allah'tır. Kitaplarında adaleti
indiren de Odur. Daha önce de geçtiği gibi adalete mizan denilmesi, onun insaf
ve adalet aleti ve simgesi olmasındandır.
4- Kur'an-ı Kerim'de,
kıyametin yaklaştığını ve mutlaka gerçekleşeceğini gösteren, müjdeleyici ve
korkutucu pek çok ayet vardır.
5- Kâfirler, mülhidler,
materyalistler kıyametin kopacağını istihza, küfür, inat ve yalanlama ile inkâr
ederler. Kıyametin gelmeyeceğini zannederler veya imanı zayıf olanlara
kıyametin kopmayağı düşüncesini verirler.
Müminin inancı ise kıyametin geleceğine kesin imandır. O şüphesiz bir
gerçektir. Müminler, o kıyametin korkularını ve oradaki şiddetli hesabı dikkate
alarak, onun için çalışırlar ve ona hazırlanırlar. Kıyametin kopması hakkında
şüphe edip tartışanlar haktan ve doğru düşünceden uzak bir sapıklık
içerisindedirler. Çünkü biraz düşünselerdi, kendilerini ilk önce topraktan,
sonra bir damla sudan yaratan Allah'ın onları öldükten sonra diriltmeye kadir
olduğunu anlarlardı.
6- Allah Tealâ, kullarına
lütufkârdır. Hepsine ihsan ve ikramda bulunur. Mümin ve kâfiri, iyi ve kötüyü
nasıl dilerse öylece nzıklandırır. Dilediğini de mahrum eder. O, çok güçlüdür.
Mağlup olmayan bir saltanata sahiptir.
[22]
20- Kim ahiret ekinini (kazancını) istiyorsa, onun kazancını artırırız.
Kim de dünya kârını istiyorsa ona da bundan bir şeyler veririz. Fakat onun
ahirette bir nasibi olmaz.
21- Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği bir dini getiren ortakları
mı var? Eğer erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi.
Şüphesiz zalimlere can yakıcı bir azap vardır.
22- Yaptıkları şeyler başlarına gelirken zalimlerin, korkudan titrediklerini
göreceksin. İman edip iyi işler yapanlar da cennet bahçele-rindedirler.
Rablerinin yanında onlar için diledikleri her şey vardır. İşte büyük lütuf
budur.
23- İşte Allah'ın iman eden ve iyi işler yapan kullarına müjdelediği
nimet budur. De ki: Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir
ücret istemiyorum. Kim bir iyilik işlerse onun sevabını fazlasıyla ıesiz Allah
bağışlayan, ığını verendir.
24- Yoksa onlar, (senin için) Allah'a karşı yalan uydurdu mu derler? Allah
dilerse senin kalbini de mühürler. Allah, batılı yok eder, sözleriyle hakkı
ortaya koyar. Şüphesiz O, kalplerde olanları bilendir.
25- O kullarının tevbesini kabul eden, günahları bağışlayan ve
yaptıklarını bilendir.
26- Allah, iman edip iyi işler yapanların tevbesini kabul eder,
lütfundan onlara fazlasını verir. Kâfirlere gelince, onlara da çetin bir azap
vardır.
"Kim ahiret ekinini istiyorsa" ifadesinde istiare-i
temsiliyye vardır. Ahiret için çalışan kimse, meyvesini devşirmek için
yeryüzüne ekin eken kimseye benzetilmiştir. "Ahiret" kelimesiyle
"Dünya" kelimesi arasında tezat vardır. "Allah, batılı yok
eder," "sözleriyle hakkı ortaya koyar" cümleleri arasında da
mukabele vardır.
[23]
"Kim" ameliyle "ahiret ekinini istiyorsa" yani
ahiret sevabını istiyorsa... Aslında "Hars" kelimesi, tohumu yere
atmaktır. Bazen meyve içinde kullanılır. Çalışmanın semeresi ve neticesi,
ekilen ekinin meyvesine benzetilmiştir. Bu, amellerin tohumlara teşbihini de
kapsamaktadır, "onun kazancını artırırız." Onun sevabını on katına
ve daha fazlasına kadar artırırız. "Kim de dünya kârını istiyorsa"
dünya lezzetleri ve güzellikleri istiyorsa "ona da bundan" dünyadan
"veririz." kendisi için ne taksim edilmişse onu veririz, daha
fazlasını da vermeyiz.
"Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği bir dini getiren"
Allah'ın izin vermediği dini getiren şeytan ve putlardan "ortakları mı
var?" Bunlar, şirk, öldükten sonra dirilmeyi inkâr ve sadece dünya için
çalışmak gibi, bozuk bir düzeni kâfirlere allayıp-pullayıp din diye takdim
etmekteler. "Eğer erteleme sözü olmasaydı" yani cezanın kıyamet
gününe kadar erteleneceğine dair levh-i mahfuz'da geçmiş bir hüküm olmasaydı
"derhal aralarında hüküm verilirdi." Kâfirlerle müminler arasında,
birincilerin daha dünyada iken cezalandırılacağına dair hüküm verilirdi.
"Zalimlerin titrediklerini görürsün." Dünyada yaptıkları
kötülükler dolayısıyla kıyamet gününde ceza göreceklerinden dolayı titrerler.
"İman edip, iyi işler yapanlar da cennet bahçelerindedirler." O
cennet bahçelerin en güzel ve en nezih yerlerindedirler.
"İşte büyük lütuf müminlerin mükâfatı "budur" yani bu
öyle bir büyük ilâhi lütuftur ki, dünyadaki bütün lütuflar onun karşısında
küçük kalır. "Ben, buna karşılık" yani bu tebliğ ve müjdeye karşılık
"hiçbir ücret" maddi menfaat "istemiyorum. Ancak akrabalık
sevgisi hariç." Ancak sizden sizinle olan yakınlığımı gözetmenizi
istiyorum. Çünkü Muhammed (s.a.)'in, Kureyş'in her kolu ile bir yakınlığı
vardır. Veya mana şöyledir: Sizden yakınlarınıza dostça davranmanızı
istiyorum. Zayıf bir senetle rivayet edildiğine göre bu ayet inince
peygamberimize: "Allah'ın Rasulü! Bu akrabaların kimlerdir? denildi. O da:
Ali, Fatıma ve oğullarıdır buyurdu. Peygamberimiz (s.a.) sanki burada şöyle
demek istemektedir: "Bana peygamberlikten dolayı tabi olmazsanız hiç
olmazsa akrabalıktan dolayı tabi olunuz."
"Kim bir iyilik işlerse" itaatte bulunur ve peygamberin ehl-i
beytini severse "onun sevabını fazlasıyla veririz." Onun mükâfatını
kat kat veririz "Allah" günahları "bağışlayan şükrün karşılığını
verendir." Aza, çok karşılık verendir. İtaat edene de sevabı eksiksiz
verdiği gibi, fazlasını da ihsan eder.
"Yoksa onlar (senin için) yalan uydurdu mu diyorlar?"
Peygamberliği veya Kur'an'ı, Muhammed'in uydurduğunu mu söylüyorlar?
"Allah dilerse senin kalbini de" iftiraya cüret etmemen için
"mühürler." Maksat böyle birinin iftiraya yeltenmemesidir. Çünkü
buna yeltenen kalbi mühürlü ve Rabbini tanımaz bir kimsedir.
[24]
"İşte Allah'ın iman eden ve iyi işler yapan kullarına..."
ayetinin (23. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak Katade şöyle rivayet
etmiştir: Müşrikler "Peygamber belki de yaptığı işlerden dolayı karşılık
beklemektedir." diyorlardı. Bunun üzerine onları, onu ve yakınlarını
sevmeye teşvik için "Ben buna karşılık sizden, akrabalık sevgisinden başka
bir ücret istemiyorum" ayeti nazil olmuştur. Sa'lebi: "Sure Mekki
olduğu için, ayete en uygun nüzul sebebi budur." demiştir.
[25]
Allah Tealâ, kullarına son derece lütufkâr olduğunu ve onlara ne kadar
ihsanda bulunduğunu beyan ettikten sonra, onları hayır işlemeye ve ahiret için
çalışmak suretiyle çirkin şeylerden kaçınmaya teşvik etmiştir. Ayrıca ahiret ve
dünya için çalışma kanununu açıklamış, peşinden de, müşriklerin sapıklığa düşme
sebebini ve ezeli hükümde, ahirete erteleme olmasaydı onlara, Allah'a ortak koşmaları
ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmelerinden dolayı derhal azabın ineceğini
beyan etmiştir. Yine ahi-rette kâfirlere azap olacağını ve müminlerin ise
cennet bahçelerinde mükâfat göreceğini belirtmiştir.
Sonra yüce Allah, müminlere vereceği mükâfatın ne kadar büyük olduğunu
belirtmiş ve peygamberine, risaletin tebliğine karşılık onlardan herhangi
dünyevi bir menfaat istemediğini, onlardan ancak akrabayı
koru-yup-gözetmelerini istediğini kendilerine haber vermesini emretmiştir. Zaten
bu durum Kureyş'in de önemli bir özelliğidir. Ve işte bu, peygamberliğin
delilidir. Sonra yüce Allah, onların "Kur'an uydurulmuştur" sözünü
reddetmiştir. Çünkü Allah'a iftira eden ancak kalbi mühürlü kimsedir. Şayet
Muhammed (s.a.) böyle biri olsaydı, Allah onun haksızlığını ortaya koyardı.
Sonra insanları, tevbeye teşvik etti ve salih müminlerin duasını kabul
edeceğini vadetti, kâfirleri de şiddetli azap ile korkuttu.
[26]
"Kim ahiret ekinini (kazancını) istiyorsa, onun kazancını
artırırız" Yani kim, amelleri ve kazandıklarıyla ahiret mükâfatını
istiyorsa onu güçlendirir ve zenginleştiririz. Bir iyiliğine karşılık on kat,
hatta yedi yüz kata kadar onu mükâfatlandırırız. Bu mükâfatlandırma, Allah'ın
dilediği derecede olur. "Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan
bir şey veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi olmaz." Yani kimin
çalışması ve gayreti dünya nimetlerinden ve lezzetlerinden bir şeyi elde etmek
için olur, ahiret amellerini ihmal ederse, ona irademizin gereğini ve kaderde
onun için ne pay ayırmışsak onu veririz. Ancak ahiret için çalışmadığından,
ahirette onun hiçbir nasibi olmaz.
Ayetin genel ifadesi, İsra süresindeki ayetle kayıtlandınlmıştır.
"Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye
dilediğimiz kadarını dünyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş
olarak gireceği cehenneme sokarız. Kim de ahireti diler ve bir mümin olarak ona
yaraşır bir çaba ile çalışırsa, işte bunlar çalışmalarının karşılığını
görecektir." (İsra, 17/18-19).
İmam Ahmed b. Hanbel, Hakim (Hakim bu hadisin sahih olduğunu
söylemiştir) ve diğerlerinin Ubeyy b. Ka'b'dan rivayet ettiklerine göre Allah
Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bu ümmeti, yücelik, zafer ve yeryüzüne
hakim olmakla müjdele. Ancak onlardan kim, ahiret amelini dünya için yaparsa,
ahirette onun hiçbir nasibi olmaz."
Hakim'in sahih kaydıyla ve Beyhaki'nin Ebu Hüreyre'den rivayet ettikleri
hadiste Ebu Hüreyre şöyle demiştir: "Allah Rasulü (s.a.) "Kim ahiret
kârını isterse..." ayetini okudu, sonra şöyle buyurdu: "Allah
buyuruyor ki: Ey Ademoğlu! Kendini tamamen bana kulluğa ver ki, gönlünü
zenginlikle doldurayım ve fakirlik kapını kapatayım. Eğer böyle yapmazsan
gönlünü değişik meşgalelerle doldurur, fakirlik kapını da kapatmam."
Allah insanlara indirdiği dine sarılmalarını emrettikten sonra (13.
ayet) din adına başkalarının ortaya koyduğunu reddetmektedir. Çünkü bu,
müşriklerin sapıtmalarının esas sebebidir. Bu konuda şöyle buyurmuştur:
"Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği bir dini getiren ortakları mı
var?" Yoksa müşriklerin şeytanlardan yardımcıları var da, Allah'ın din
olarak kabul etmediği bir dini mi ortaya koydular? Bu sebeple sana Allah'ın
din olarak emrettiği gerçek dine uymadılar da, cin ve ins şeytanlarının,
kendilerine emrettiği dine mi uydular? Onların şeytanlara uymalarının
delilleri şunlardır: Şeytanlarının kendilerine haram kılıp yasakladığı;
bahire, şaibe, vasile ve ham denilen develeri haram kabul etmeleri, murdarı,
kanı ve kumardan elde edilen parayı yemeyi ve buna benzer, cahiliyye döneminde
uydurdukları putlara tapınma ve benzeri nice sapıklık ve cahillikleri benimsemeleridir.
Ayette geçen "Şürekâ = ortaklar," cin ve insan şeytanlarıdır.
Buhari ve Müslim'in Sa/u/ı'lerinde sabit olduğuna göre Peygamberimiz
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Amr b Luhayy b. Kam'a'yı cehennemde
bağırsaklarını sürüklerken gördüm." Çünkü, şaibe denilen develeri ilk
şerbet bırakan ve Araplara putlara tapınmayı emreden odur. Amr b. Luhayy,
Hu-za'a krallarından biri idi. Bu yüzden Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:
"Eğer erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi.
Şüphesiz, zalimlere can yakıcı bir azap vardır." Eğer bu ümmet hakkında
kıyamete kadar Allah'ın azabı erteleyeceğine dair ezeli hükmü olmasaydı,
müminlerle müşrikler arasındaki hüküm derhal kesinleşir ve şirk önderlerinin
cezası dünyada hemen verilirdi. Zalimler için cehennemde acı ve elem verici,
şiddetli bir azap vardır. O cehennem ne kötü bir yerdir.
Azabın geciktirilmesi, yüce Allah'ın şu sözü gereğidir: "Bilakis
kıyamet onlara vadedilen asıl saattir ve o saat daha belâlı ve daha
acıdır." (Kamer, 54/46). Sonra yüce Allah, zalimler için uhrevi cezanın
hallerini zikrederek şöyle buyurmuştur: "Yaptıkları şeyler başlarına
gelirken zalimlerin korkudan titrediklerini göreceksin." Yani gözlerinle göreceksin
ki, kıyamet gününde kâfirler, dünyada yaptıkları çirkin şeyler yüzünden korkar
ve titrer halde bulunacaklardır. Yaptıkları kötülüklerin cezası da mutlaka
başlarına gelecektir, ister korksunlar, ister korkmasınlar.
"İman edip, iyi işler yapanlar da cennet bahçelerindedirler.
Rablerinin yanında onlara diledikleri her şey vardır. İşte büyük lütuf
budur." Yani Allah'ı ve O'nun peygamberlerini tasdik edenler, emir ve
nehiylerinde Rable-rine itaat edenler, cennet bahçelerindedirler. Cennetin en
güzel ve en nezih yerlerindedirler. Rableri yanında arzu ettikleri her türlü
nimet ve lezzet onlar için mevcuttur. İşte kendilerine verilen, tam gerçeği
bilinmeyen bu mükâfat, dünyadaki bütün lütufların üzerinde olan bir ihsandır.
O, tam ve kapsayıcı bir nimettir. "Rablerinin yanında..."
ifadesi, değer ve şerefi anlatır, yoksa mekânı değil. Sonra Allah Tealâ bu
mükâfatın mutlaka gerçekleşeceğini haber vererek şöyle demiştir. "İşte
Allah'ın iman eden ve iyi işler yapan kullarına müjdelediği nimet budur."
Yani cennet bahçelerindeki ve kuşatıcı olan bu mükâfat, yüce Allah'ın onlara
müjdesiyle mutlaka olacaktır. Bu müjde iman ile amel arasını birleştiren, yani
hem inanıp hem de Allah'ın emir ve yasaklarına riayet ederek hayatını düzene
sokan bu kimseler içindir. "İşte bu..." sözüyle müminlere hazırlanan
nimete işeret edilmiştir.
Sonra yüce Allah, Peygamberine (s.a.) dünya nimet ve menfaatlerinden
uzak olduğunu açıklamasını emretmiş ve şöyle buyurmuştur: "De ki: Ben buna
karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum." Yani
ey Allah'ın Rasulü! Kavmine: "Ey kavmim! İlahi mesajı tebliğ etmeye
karşılık sizden, ne bir ödül, ne bir mükâfat ve ne de herhangi bir maddi
menfaat istiyorum. Ancak aramızdaki akrabalık ve yakınlığın takdir edilmesini,
ehl-i beytime ve yakınlarıma saygı gösterilmesini istiyorum. Böylece bana
yapacağınız kötülüğe mani olmuş ve Rabbimin mesajlarını tebliğ etmeme müsade
etmiş olursunuz."
Ebu'l-Kasım et-Taberani'nin İbn Abbas (r.a.)'dan rivayetine göre, Allah
Rasulü (s.a.) onlara şöyle demiştir: "İlahi mesajı tebliğ edişime karşılık
sizden hiçbir mükâfat istemiyorum. Ancak size yakınlığımdan dolayı beni
sevmenizi ve aramızdaki akrabalığı korumanızı istiyorum."
İmam Ahmed b. Hanbel'in yine İbn Abbas'tan rivayetine göre Nebi s.a.)
şöyle buyurmuşlardır: "Size getirmiş olduğum açık ayetler ve hidayete
mukabil, sizden bir ücret istemiyorum. Ancak Allah'ı sevmenizi ve itaat ederek
O'na yakın olmanızı istiyorum." İşte bu Hasan-ı Basri'nin görüşü olup,
yakınlık sevgisinin ikinci yorumudur. Yani sizi Allah'a yaklaştıracak ve Onun
yakınında bulunduracak iyilik ve taatleri yapmanızı istiyorum. Bana göre açık
olan mana birinci yorumdur, akrabalık sevgisi ayetin içindedir. Yani bu sevgi
akrabalıkta bulunup orada yerini almıştır. Ebu Hay-yan da bu manayı yerinde
bularak tercih etmiştir.
İkrime "Kureyş, yakınlarını ziyaret ederdi, Muhammed (s.a.) peygamber
olarak gönderilince onlar, onunla akrabalık ziyaretini kesmişlerdir."
dedi. Peygamber (s.a.)'de "Daha önce yaptığınız gibi beni ziyaret
edin" buyurmuştur.
Buhari'nin Sahih'inde sabit olduğuna göre Allah Rasulü (s.a.) Gadiri
Hum denilen yerdeki hutbesinde şöyle buyurmuştur: "Size, aranızda ağırlığı
ve önemi olan iki şey bırakıyorum. Allah'ın Kitabı Kur'an-ı Kerim ve -:hl-i
beytim. Bu ikisi Havz-ı Kevser'de yanıma gelinceye kadar birbirlerinden
ayrılmayacaklardır." Tirmizi'nin Cabir (r.a.)'den rivayetine göre, hadiste
geçen "ıtretî" sözünü Peygamberimiz (s.a.) "ıtretim ehl-i
beytimdir" diye :efsir etmiştir.
Sonra yüce Allah insanları iyilik yapmaya ve iman etmeye teşvik etmiş
ve şöyle buyurmuştur: "Kim bir iyilik işlerse onun sevabını fazlasıyla
.eririz. Şüphesiz Allah bağışlayan, şükrün karşılığını verendir." Yani
kim, ;yı bir davranışta bulunursa, o davranış sebebiyle onun mükâfat ve
sevabı--ı kat kat veririz. Allah Tealâ birçok günahı bağışlar; az olan
iyilikleri de :oğaltır ve güzel davranan insana şükrünün karşılığını verir.
Benzeri ayet şöyledir: "Şüphe yok ki Allah, zerre kadar haksızlık etmez.
(Kulun yaptığı ..ş eğer iyilik olursa onu katlar (kat kat artırır) kendinden de
büyük mükâ--zî verir." (Nisa, 4/40).
Sonra Allah, Rasulüne iftiralarından dolayı müşrikleri kınamış ve söyle
buyurmuştur: "Yoksa onlar (senin için) Allah'a karşı yalan uydurdu ~-.u
derler?" "Muhammed, peygamberlik ve Kur'an'ın kendisine inişi iddiasıyla
Allah'a yalan mı isnat etti" diyorlar. Bu iddia kendilerine din olarak
iabul ettikleri şirkten çok daha çirkindir. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.) gibi r
irisine Allah'a iftira isnadı yapılamaz. Halbuki ey müşrikler, size peygam-rerlikten
önce onun dürüstlüğüne ve güvenilir olduğuna şahitsiniz.
Daha sonra yüce Allah onların isnatlarını reddetti ve şöyle buyurdu:
"Allah dilerse senin kalbini mühürler ve Allah batılı yok eder, sözleriyle
hakkı ortaya koyar. Şüphesiz O, kalplerde olanları bilendir." Yani, sen
Allah'a yalan iftira edecek olsaydın, senin kalbini mühürler ve sana vermiş
olduğu Kur'an'ı senden çekip alırdı. Böyle bir şeye ancak kalpleri, kulakları
ve gözleri Allah tarafından mühürlenmiş kimseler cüret edebilir. Basiret ve
bilgi sahibi kimseler ise buna cesaret edemez. Peygamberimiz (s.a.) Allah'a
hiçbir yalan isnadında bulunmamıştır. Allah Tealâ da bunu teyit etmiştir.
Bu ayetin manası, aşağıdaki ayete benzemektedir: "Eğer (Peygamber)
bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık.
Sonra onun can damarını koparırdık (onu yaşatmazdık). Hiçbiriniz buna mani de
olamazdınız." (Hakka, 69/44-47).
Ebussuud demiştir ki: "Ayet, müşriklerin söylediklerinin batıl
olduğunu göstermektedir. Çünkü Allah Rasulü (s.a.), Allah'a iftira edecek
olsaydı, Allah, onun kalbini mühürleyerek, kesinlikle buna mani olacaktı;
böylece o peygamberin kalbine Kuranın hiçbir manası gelmeyecek ve hiçbir
harfini söyleyemeyecekti."[27]
Sonra yüce Allah batılı ortadan kaldırıp hakkı gerçekleştirdiğini açıkladı.
Çünkü Allah Tealâ batılın devamına müsade etmez. Eğer Nebi (s.a.)'in
söyledikleri de batıl olsaydı, onları mahvederdi. Nitekim müfteriler hakkında
Allah'ın adeti hep böyle cereyan etmiştir. Allah ancak hakkı, İslâm'ı
yerleştirir ve indirdiği Kur'an ayetleriyle, peygamberini teyit ettiği
mucizeler ve delillerle onu açıklar. Çünkü Allah Tealâ kullarının kalplerinde
olanları derinlemesine bilir.
Sonra Allah Tealâ önlerine ümit ve tevbe kapısın açarak şöyle buyurdu:
"O, kullarının tevbesini kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı
bilendir." Yani Cenabı Hak günahkâr kullarının, geçmişte işlemiş oldukları
suçlardan dolayı tevbelerini kabul eder ve geçmişteki hataları bağışlar.
Yaptığınız hayır, şer ne varsa hepsini bilir ve herkese lâyık olduğu mükâfat ve
cazayı verir.
Ayetin benzeri: "Kim bir kötülük yapar, yahut nefsine zulmeder de,
sonra Allah'tan mağfiret dilerse, Allah'ı çok yargılayıcı ve esirgeyici bulacaktır."
(Nisa, 4/110).
Müslim'in Sahihinde Enes b. Malik (r.a.)'ten rivayet edilen bir hadis-i
şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kulunun tevbesinden dolayı
Allah 'm sevinci, sizden birinizin ıssız çölde devesiyle giderken, onu üzerindeki
yiyecek ve içecekle birlikte elinden kaçırması üzerine bir ağaç altına gelerek
ümitsiz bir halde yaslanıp yattığında, devesini yanıbaşında görü-vermesi
üzerine devenin dizginini tutarak, sonsuz sevincinden "Ey Allah'ım! Sen
Rabbimsin, ben de senin kulunum." diyecek yerde yanlışlıkla
"Allah'ım! Sen benim kulumsun, ben de senin Rabbinim." dediğindeki sevincinden
daha çoktur."
Allah tevbenin kabulünü duanın kabulüyle pekiştirerek şöyle buyurmuştur:
"Allah, iman edip iyi işler yapanların duasını kabul eder, lütfun-dan
onlara fazlasını da verir." Allah, iman edenlerin ve Rablerine itaat
edenlerin tevbelerini kabul eder, onlara istediklerini verir, hatta istediklerinden
fazlasını da verir. Allah kendisinin bir ihsanı ve nimeti olarak onların hak
ettikleri mükâfattan daha fazlasını da verir. Veya müminler dua ettiğinde,
Allah onlara icabet eder, dualarını kabul eder. Kelimenin yapısından
kaynaklanan diğer bir mana da şöyledir. Müminler, Rablerinin davetine icabet
ederler. Nitekim "Ey inananlar! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı
zaman, Allah ve Rasulüne uyun." (Enfal, 8/24) buyurulmuştur.
Yüce Allah, müminleri mükâfatla müjdeledikten sonra, kâfirleri de azap
ile tehdit ederek şöyle demiştir: "Kâfirlere gelince, onlara da çetin bir
azap vardır." Allah'a ve Rasul'üne inanmayanlara kıyamet gününde elem
verici bir azap vardır.
[28]
1- İslâm'ın prensibi, hem
dünya, hem de ahiret için birlikte çalışmaktır. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:
"Ama dünyadan da nasibini unutma." (Kasas, 28/77). Abdullah b. Ömer
şöyle demiştir: "Dünyan için ebedi yaşa-yacakmış gibi çalış kazan;
ahiretin için de yarın ölecekmişsin gibi amel et."
2-
Allah Tealâ, ayette ahireti
dünyaya tercih edeni altı açıdan üstün kılmıştır:
a) Ayette, ahiret nasibini
isteyeni dünya nasibi isteyenden önce zikretmiştir.
b)
Ahiret nasibi isteyen
hakkında "...onun kazancını artırırız" buyururken; dünya kârını
isteyen hakkında ise "ona da bundan bir şey veririz" demiştir. Yani
istediğinin bir kısmını veririz, tamamını vermeyiz.
c) Ahiret kazancını talep eden
hakkında yüce Allah sükût eyleyip ona dünyayı verip vermeyeceğini zikretmemiş; dünyayı isteyene
ise ahiretten hiçbir nasip vermeyeceğini kesinlikle beyan etmiştir. Bu durum
gösteriyor ki ahiret asıl, dünya ise ona tabidir.
d) Allah Tealâ ahireti
isteyenin isteğinde artırma olacağını, dünyayı isteyene ise, istediğinin bir
kısmının verileceğini, ama ahiret nasibinden mahrum olacağını açıklamıştır.
e) Şüphesiz ahiret veresiye, dünya ise peşindir. Veresiye, peşine
nisbe-ten tercih edilmez. Çünkü insanlar, peşin veresiyeden daha hayırlıdır,
derler. İşte yüce Allah, bu hükmün ahiret ve dünya ahvaline oranla tersine
döndüğünü beyan etmiştir. Çünkü birincisi yani ahiret artmaya, gelişmeye
yönelik, ikincisi ise netice de eksilip noksanlaşacaktır.
f)
Ahiret ve dünya menfaatleri,
uğraşmaya, gayret etmeye ihtiyaç duyar. Yorgunluk ve gayretleri, artmaya ve
baki kalmaya sebep olacak şeylere sarfetmek, eksilecek, bitecek ve yok olacak
şeylere sarfetmekten daha faziletlidir.[29]
3-
İbnu'l-Arabi "Kim,
ahiret ekinini (kazancını) ister..." ayetinden dünya kazancı olan
serinlemek için abdest almanın, ahiret kazancı olan abdest vecibesinin yerine
geçmeyeceği hükmünü çıkarmıştır. Ebu Hanife (r.a.) bunun aksini düşünmektedir.[30]
4-
Allah'ın öteden beri gelen
hükümleri, ulü'1-azm peygamberlere indirmiş olduğu hükümlerdir. Allah şirki
hüküm olarak meşru kılmamıştır. O halde bu şirke din olarak nereden
bağlanıyorlar!
5-
Azaplarını kıyamete kadar
ertelemesi, yüce Allah'ın müşriklere acımasından dolayıdır. Böylece onlara,
kendilerini şirk ve küfür bataklığından çekip çıkarma ve iman sahasına girerek
ilâhi rızayı kazanma fırsatı tam olarak verilmiş oluyor. Yine de eğer müşrik
olarak ölürlerse ahirette onlar için elem verici bir azap vardır.
6-
İnsanlar, zalimleri dünyada
yaptıkları kötülükten dolayı kıyamet gününde korkar halde göreceklerdir. Ceza
da mutlaka başlarına gelecektir. Ayetteki "zalimlerden" maksat
kâfirlerdir. Çünkü ayette zalimin karşıtı olarak müminlerden bahsedilmektedir.
Ancak Rablerine itaat eden müminlere gelince, onlar cennet
bahçele-rindedir. Arzu ettikleri nimet ve bol mükâfat onlar içindir. Bu,
Allah'ın anlatılamayacak ve akılların, gerçeğine ulaşamayacağı bir lütuftur.
Çünkü Allah, bu lütfü "kebir=büyük" diye belirtmiştir. Bunun değerini
kim takdir edebilir?
7- Allah, mümin kullarını
itaata teşvik etmek, sevinci hemen yakalamaları ve ziyadesiyle ondan
yararlanmaları için, onlara büyük bir mükâfatı müjdelemektedir. Yalnız bu
mükâfat ve müjde ancak imana ve güzel işlere bağlıdır.
8-
Allah, mümin kullarının
mükâfatını dört açıdan büyütmüştür.
a) Allah Tealâ, iman ve amel-i
saliha karşılık cennet bahçelerini vereceğini ifade buyurmuştur. Yüce saltanat
sahibi Allah'ın bu mükâfatı bu şekilde düzenlemesi, bu mükâfatın, gerçeğini
yalnızca Allah'ın bileceği en son noktaya ulaştığını göstermektedir.
b)
Yüce Allah "Rableri
yanında onlar için diledikleri vardır." buyurmuştur. Bu, sona ermeyen
mükâfatlar konusuna girer.
c) Yüce Allah "İşte büyük
lütuf budur." buyurdu. Bu ihsan, her şeyden daha büyük olan Allah'tan
olunca çok daha büyük olur.
d) Allah, müjdenin büyük
olduğunu göstermek için, tekrar etmiş ve şöyle buyurmuştur: "İşte Allah'ın
iman eden ve iyi işler yapan kullarına müjdelediği nimet budur." Bu
verilecek nimetlerin büyüklüğünün derecesini gösterir.
9- Peygamber (s.a.) risaleti
tebliğ etmeye karşılık, kavminden herhangi bir maddi menfaat istememiştir. Bu,
onun doğruluğuna ve ihlâsma delildir. İstediği en basit şey, Kureyş'in
yakınlık ve akrabalık bağına riayet etmesidir. İbni Abbas demiştir ki:
"Allah Rasulü (s.a.), Kureyş arasında insanların tam orta noktasındadır.
Kureyş batınlarından (oymaklarından -kollarından) hiçbir batın yok ki,
Peygamberin nesli oradan da gelmesin. Bu sebeple Allah ona, şöyle demiştir:
"De ki: Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret
istemiyorum." yani, size olan yakınlığımı size hatırlatıyorum.
Peygamberlerin pek çoğu, ilâhi mesajı insanlara ulaştırmaya mukabil
ücret talep etmediklerini açıkça belirtmişlerdir. Nuh (a.s.) şöyle demiştir:
"Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan,
ancak alemlerin Rabbidir." (Şuara, 26/209) Hud, Salih, Lût ve Şuayb
(a.s.)'da böyle demişlerdir.[31]
10-
Allah'ın "...ancak
akrabalık sevgisi..." sözü, Peygamber (s.a.)'in Kureyş ile olan
yakınlığını ve yakın ehl-i beytini kapsamaktadır. Bazı hadislerde zikredüdiği
gibi bunlar da: Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'dir. Hz. Peygamberin akrabalarını
gözetmek, sevmek ve onlara hürmet etmek, zikredilen Kur'an nassıyla vaciptir.
Bu sebeple namazdaki teşehhüd sonunda onlara dua etmek dinen emredilmiştir. Bu
da büyük bir makamdır. Bu dua cenabı Peygamber'in (s.a.) şu sözüdür:
"Allah'ım! Muhammed'e ve Muham-med'in ehl-i beytine rahmet eyle, onları
affet." Peygamberin ehl-i beyti olmayanlar hakkında böyle bir tazim yok.
Bu da gösteriyor ki; Hz. Muham-med (s.a.)'in ehl-i beytine sevgi vaciptir.
Müfessir ez-Zemahşeri, ehl-i beyt sevgisine dair uzun bir hadis zikretmiştir.
O hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Kim Muhammed'in ehl-i beytinin sevgisi
üzere ölürse, şehit olarak ölmüş olur. Şunu iyi bilin ki: Kim Muhammed'in
ehl-i beytini severek ölürse imanı tam bir mümin olarak ölmüş olur. Dikkat
ediniz! Kim Muhammed'in ehl-i beytine nefret ederek ölürse, kıyamet gününde iki
kaşı arasına: Allah'ın rahmetinden ümidini kesmiştir, diye yazılı olarak
gelecektir.[32]
İmam Şafii (r.a.) bir şiirinde şöyle demiştir:
"Ey bineğine binip, yola revan olan kişi! Mina'mn el-Muhassab denilen
mevkiinde vakfe yap, Seher vakti hacılar, coşan Fırat'ın dalgalanması gibi
Mina'ya doğru akarken Oranın sakinine de, hareket halinde olanına da
seslen!"
"Muhammed'in ehl-i beytini sevmek eğer Rafizilikse, bütün insanlar
ve cinler şahit olsun ki, ben Rafızi'yim."
11-
Kim bir iyilik yapar veya
hayırlı işlerden birini işlerse -ki akraba sevgisi de bu güzel işlerden
biridir- Allah Tealâ onun mükâfatını on kat ve daha fazla verir. Yine yüce
Allah, lütfü ve merhametiyle, günahları bağışlar, iyi işlerin karşılığını
verir. Ayette Allah hakkında kullanılan "şe-kûr=çok şükreden"
kelimesi mecazdır. Mana şöyledir: Allah Tealâ, kendine itaat edenlere mükâfat
vermekle, hatta fazlasını da lütfetmekle ihsanını göstermektedir.
12-
Kur'an-ı Kerim, müşriklerin:
"Bu Kur'an Allah'ın vahyi değildir" sözlerini reddetmektedir. Sözü
edilen ayet şudur: "Yoksa onlar (senin için) Allah'a karşı yalan uydurdu
mu derler?" Bu ayet surenin baş tarafında zikredilen "Aziz ve hakim
olan Allah, sana ve senden öncekilere işte böyle vahyeder." (Şura, 42/3)
ayetine bağlı olarak değerlendirilmelidir. Bu ayette Allah'ın müşrikleri reddi
tekrar tekrar geçmektedir:
a) Önce onları: "Yoksa
onlar derler mi?" sözüyle kınamıştır.
b) İkinci olarak: "Allah
dilerse senin kalbini de mühürler." sözüyle onları ayıplamıştır.
Müfessirlerden Katade bu ayetin tefsirinde şöyle demiştir. "Allah,
kalbini mühürler, sana Kur'an'ı unutturur." Cenabı Allah onlara şunu
haber vermiştir: Eğer Peygamber Ona iftira etseydi kendinden vahye bir şeyler
katsaydı bu ayette ifade ettiği cezayı Allah Hz. Muham-med (s.a.)'e verirdi.
c)
Üçüncü olarak: "...ve
Allah batılı yok eder." sözleriyle yani indirdiği Kur'an ayetleriyle hakkı
ortaya koyar.
d)
Dördüncüsü de: "O,
kalplerde olanları bilendir." ayetleriyle onları kınamaktadır.
13-
Allah Tealâ tüm kullarına,
hatalarını telâfi edip Rablerine inanarak, itaat etmeleri için, ümit ve tevbe
kapılarını açmıştır. Allah, kullarının gelecekte tevbelerini kabul edeceğini,
geçmiş günahlarını bağışlayacağını, insanların yapmış olduğu iyi kötü ne varsa
bunların hepsini bildiğini ve iyiliklere karşılık mükâfat, kötülüklere karşılık
olarak da ceza vereceğini belirtmiştir.
Cabir (r.a.)'in rivayetine göre bir bedevi Allah Rasul'ünün (s.a.) mescidine girip dua etmiş ve "Allah'ım senden affını istiyor, sana tevbe ediyorum." diyerek tekbir getirmiştir. Namazını bitirince Hz. Ali (k.v.) ona şöyle demiştir: "Ey fülan! Sadece lisanla alelacele istiğfar etmek, yalancıların tevbesidir. Senin tevben de bir başka tevbeye muhtaçtır." Bunun üzerine adam: "Ey müminlerin emiri! O halde tevbe nedir?" diye sormuş, Hz. Ali'de cevaben: "Tevbe altı şartla olur: Geçmiş günahlara pişmanlık, zayi edilen farzların kazası, hakları hak sahiplerine geri vermek, nefsi isyanda yetiştirdiğin gibi Allah'a itaatte eritmek, nefse masiyet tadını tattırdığın gibi, itaat acılığını da tattırmak. Ve her gülmeye bedel bir ağlama." buyurmuştur.
14-
Allah, kendisine kalben
samimi davranan ve bedenen itaat eden kullarının kulluğunu kabul ederek,
onların tevbelerini kabul edeceğini de teyit etmiştir. Ayrıca onlara
istediklerinden veya hakettiklerinden daha fazlasını da verecektir.
15-
Allah'ın adeti müjde ile
tehditi bir arada getirmesidir. Bu sebeple müminleri sevapla müjdeledikten
sonra kâfirleri de şiddetli azap ile tehdit etmiştir.
[33]
27- Allah kullarına rızkı bol bol ver- şeydi, yeryüzünde azarlardı.
Fakat diledi ölüde indirir. Çünkü O,
kullarının haberini alandır onları görendir
28- O (insanlar) umutlarını kestikten sonra, yağmuru indiren, rahmen
ner tarafa yayandır. O, hakiki dosttur,
övülmeye lâyık olandır.
29- Gökleri, yeri ve bunların içine
yayıp ürettiği canlıları yaratması
da O'nun delillerindendir. O diledi- ği zaman bunları bir araya
toplamaya da kadirdir.
30- Başımza gelen herhangi bir musibet'kendi ellerinizle
işledikleriniz yüzündendir. Allah çoğunu
affeder.
31- Yeryüzünde (O'nu) aciz bıraka- cazsınız. Allah'tan başka bir dostu-
nuz ve bir yardımcınız da yoktur.
32- Denizde dağlar gibi akıP giden- ler (gemiler) de O'nun
(varlığının) delillerindendir.
33- Düerse O, rüzgâr, durdurur da
onun (denizin) üstünde kalakalırlar. Elbette bunda çok sabreden, çok
şükreden herkes için ibretler vardır.
34- Yahut yaptıkları yüzünden onları helak eder. Bir çoğunu da affeder
(kurtarır).
35- Böylece ayetlerimiz üzerinde tartışanlar kendilerine kaçacak bir
yer olmadığını bilsinler.
36- Size verilen şey, yalnızca dünya hayatının (geçici) faydasıdır.
Allah'ın yanında bulunanlar ise, daha iyi ve daha süreklidir. Bu mükâfat iman
edenler ve Rablerine dayanıp güvenenler içindir.
"O, (insanlar) umutlarını kestikten sonra, yağmuru indiren,
rahmetini her tarafa yayandır." ayetinde âmm'ın hassa atfı vardır. Yağmur
has, (özel) rahmet âmm'dır (geneldir).
"Denizde dağlar gibi akıp gidenler (gemiler) de O'nun (varlığının)
delillerindendir." ayetindeki teşbihte vech-i şebeh, yeni benzetme yönü
hazfe-dilmiştir. "Büyüklük ve irilikte dağlar gibi gemiler" demektir.
[34]
"...yeryüzünde azarlardı..." ayetindeki "bağy"
zulüm ve haddi aşmaktır. "Fakat o rızkı dilediği ölçüde indirir."
Yani, Allah rızkı, iradesi gereği belli bir miktarda indirir. "Çünkü O,
kullarının haberini alandır, onları görendir." Onların gizli işlerini de
bilir, açık hallerini de.
"O, insanlar umutlarını kestikten sonra yağmuru indirendir."
kıtlıktan kurtaran yağmuru indiren O'dur. "Rahmetini her tarafa
yayandır." Ova, dağ, nebatat, insan ve diğer canlılara rahmetini umumi olarak
gönderen Allah'tır. "O, hakiki dosttur." kullarına ihsan ve lütufda
bulunmayı üzerine almış gerçek bir dosttur.
"Özellikleri ile övülmeye lâyık olandır." nimetlerine
karşılık hamde lâyık olan sadece O'dur.
"Gökleri ve yeri yaratması... O'nun deliller indendir..."
Çünkü gökler ve yer hem bizzat kendi varlığı hem de özellikleri ile hakim olan
bir kudret sahibi yaratıcının varlığına delâlet etmektedir.
"Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizle
işledikleriniz yüzündendir..." Yani isyanlarınız sebebiyledir. Burada
"...ellerinizle işledikleriniz..." ifadesi, birçok işlerin ellerle
yapılması sebebiyledir. (Yoksa diğer organlarla yapılan günahlara ceza yok
manasına değildir.) "Allah çoğunu affeder." Yani Allah birçok günahı
affeder, ceza vermez. Çünkü Allah, ahi-rette cezayı iki katına çıkarmaktan
münezzehtir. Ancak ahirette günahsızlara vereceği fazlalığa gelince bu,
onların derecelerini yükseltmek onları büyük mükâfata nail kılmak içindir.
"Yeryüzünde (O'nu) aciz bırakamazsınız" Yani yeryüzünde
Allah'tan kaçıp kurtulamazsınız. "Allah'tan başka" sizi koruyacak
"bir dostunuz" ve O'nun azabını sizden uzaklaştıracak "bir
yardımcınız da yoktur. Denizde" büyüklükte "dağlar gibi akıp giden
gemiler..." Ayette "el-cevari" akıp giden gemiler demek olup,
"cariye" kelimesinin çoğuludur, "cariye" su üzerinde akıp
giden gemi demektir. "Şüphesiz, su bastığı vakit sizi gemide biz taşıdık."
(Hakka, 69/11) buyurulmaktadır. Burada gemi "el-cariye" kelimesiyle
ifade edilmektedir.
"Çok sabreden çok şükreden" bu iki ifade kâmil müminin iki
özelliğidir. Çünkü iman ikiye bölünmüş olup yarısı sabır, yansı da şükürdür.
İnanan insan, zor zamanlarda sabreder, rahat zamanlarda ise şükreder.
"Yahut yaptıkları yüzünden onları helak eder." Yani suya garkeden
şiddetli fırtınalar göndererek onları boğar. "Bir çoğunu da affeder
(kurtarır)" Yani çoklarının yaptıklarını görmezlikten gelir ve onları
affederek helak olmaktan kurtarır.
Ey insanlar! Gerek mümin ve gerekse kâfir olsun "Size verilen şey,
yalnızca dünya hayatının (geçici) faydasıdır." Yani o, belli bir vakitle
sınırlıdır. Siz, bu dünyada ondan yararlanıyorsunuz, sonra o yok olup gidiyor.
"Meta" dünyada faydalanılan eşya ve diğerleri için kullanılan bir
kelimedir. "Allah'ın yanında bulunan" uhrevi mükâfat ise "daha
iyi ve daha süreklidir." "Bu mükâfat iman edenler ve Rablerine
dayanıp güvenenler" sebeplere yapıştıktan sonra işlerini Allah'a havale
edenler "içindir."
[35]
"Allah kullarına rızkı bol bol verseydi..." ayetinin (27.
ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Hakim'in Hz. Ali (k.v.)'den rivayet edip,
sahih kabul ettiği bu hadiste Hz. Ali (k.v.) şöyle demiştir: "Allah
kullarına rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde azarlardı..." bu ayet,
Ashab-ı Suffe hakkında nazil olmuştur. Zira onlar: "Bizim de olsa"
deyip dünyayı ve zenginliği temenni etmişlerdi. Habbab b. Eret "Bu ayet,
biz Ashab-ı Suffe hakkında nazil olmuştur, çünkü biz, Yahudilerden Kurayza,
Nadir ve Kaynuka oğullarının mallarına baktık, imrendik, bizim de onlar gibi
mallarımız olsun diye temenni ettik." demiştir.
"Size verilen şey ..." ayetinin (36. ayet) nüzul sebebiyle
ilgili olarak Hz. Ali'den şöyle bir rivayet gelmiştir: "Ebu Bekir (r.a.)
tüm malını tasadduk etti, bunun üzerine bir topluluk onu kınadı ve bu ayet
nazil oldu." Hadiste onun seksen bin dinar infak ettiğine dair bilgi
gelmiştir.
[36]
Yüce Allah, geçen ayette müminlerin duasını kabul edeceğini söylemiş,
burada da onlara rızkı, ancak belli bir ölçü -ve onların menfaatine olanı
bilmesi itibariyle- bir hikmetle vereceğini zikretmiştir. Aksi takdirde insanlar
azar, isyana kalkışırlar. Eğer rızka ihtiyaç duyarlarsa Allah, onlara ihsanda
bulunur. Çünkü, lütuf ve keremiyle onların işlerini üstlenen sadece Allah'tır,
nimetlerine karşılık hamde lâyık olan da sadece Odur.
Sonra yüce Allah, gökleri, yeri ve bu ikisinin içindekileri yaratmak,
bir süre sonra da, ahirette hesap için onları bir araya getirmek suretiyle,
ulûhiyyetine dair bir takım deliller getirmiştir. Sonra insanların başlarına
gelen musibetler ve elem, hastalık, kıtlık, suda boğulma, yıldırımlar, fırtınalar,
fakirlik ve benzeri istenmeyen durumların, günahkârların günahlarına karşılık
ceza veya imtihan için olduğunu (enbiyanın ve elviyanm başına gelenler gibi),
açıklamıştır. Daha sonra da, ilâhlığına bir başka delil getirmiştir ki, o da
muazzam gemileri deniz üzerinde yürütmesi ve rüzgârların gemileri yürütmek
veya batırmaktaki etkisidir.
Özetle: Yüce Allah birliğini gösteren bir takım delilleri zikrettikten
sonra, gökler ve yer gibi büyük alemi ve canlılar gibi küçük alemi zikretmiştir.
Bunun peşinden de, kudretinin büyüklüğüne bir takım deliller bulunduğu için
ahireti ve denizde yüzen gemileri hatırlatmıştır.
[37]
"Allah kullarına rızkı, bol bol verseydi, yeryüzünde azarlardı.
Fakat o rızkı, dilediği ölçüde indirir. Çünkü O, kullarının haberini alandır,
onları görendir." Yani Allah, kullarına rızkı genişletip, ihtiyaçlarından
fazlasını verseydi, bu durum onları zulme ve azgınlığa sevkeder, yeryüzünde
isyan ederler, nimete nankörlük edip, kibirlenirler, Karun ve Firavun gibi,
kendileri için istenmesi uygun olmayan şeyleri isterlerdi. Fakat Allah,
kullarına rızkı; iradesi ve yüce hikmeti gereği, belli bir ölçüde indirip
vermektedir. Onlar için faydalı olanı seçmekte; zenginliğe lâyık olanı zenginleştirmekte,
fakirliğe müstahak olanı da fakirleştirmektedir. Çünkü O, kullarının hallerini
pek iyi bilir; rızkın genişletilmesi mi, yoksa daraltılması mı, hangisi onlar
için yararlıdır, onu görür. Nitekim Enes (r.a.)'ten rivayet edilen bir hadis-i kudsi'de
şöyle denilmiştir: "Kullarımdan öyleleri var ki, onu ancak zenginlik
düzeltir, onu fakirliğe düşürsem, dinini bozmuş olurum. Kullarımdan öyleri de
var ki, onu ancak fakirlik düzeltir, onu zengin kılsam dinini bozmuş
olurum."
Katade de: "En iyi geçim, seni Allah'tan uzaklaştırmayan ve
azdırmayan geçimdir, denilir." demektedir.
Sonra Allah, insanlar eğer yardıma ihtiyaç duyarlarsa onlara yardım
edeceğini belirterek şöyle buyurmuştur: "O (insanlar) umutlarını kestikten
sonra, yağmuru indiren, rahmetini her tarafa yayandır. O, hakiki dosttur.
Övülmeye lâyık olan O'dur." Yani yüce Allah, insanlar ümitsiz bir halde
iken, ihtiyaçlı ve fakir bulundukları bir zamanda gökten yağmuru indirendir.
Çünkü yağmur, rızık çeşitlerinin en faydalısı, faydası ve menfaati en çok
olanıdır. Bütün varlığı Allah, rahmetiyle kuşatır, o bölge, o ülke halkına
Allah bereketini akıtır. Allah, kendilerine ihsan eder. Bu ihsan ve ikramına
karşılık da kulları tarafındanhamd edilmeye lâyık olan sadece Odur.
Ümit kesildikten sonra yağmurun indirilmesi hususunda ayetin benzeri
Allah Tealâ'nın şu kavlidir: "Oysa onlar daha önce, üzerlerine yağmur
yağdırılmasından iyice ümitlerini kesmişlerdi." (Rum, 30/49).
Müfessir Katade şöyle demiştir: "Bize, bir adamın Ömer b. Hattab
(r.a.)'a şöyle söylediği anlatılmıştır:" "Yağmur yağmamış ve kıtlık
olmuş, insanlar ümitsizliğe düşmüştür. Hz. Ömer de, "Size yağmur
yağdırıldı" demiş ve "O (insanlar) ümitlerini kestikten sonra,
yağmuru indiren rahmetini her tarafa yayandır. O hakiki dosttur, övülmeye lâyık
olan O'dur." ayetini okumuştur.
Bundan sonra Cenab-ı Hak ulûhiyyetinin delillerini zikrederek şöyle
demiştir: "Gökleri, yeri ve bunların içine yayıp ürettiği canlıları
yaratması da O'nun delillerindendir." Yani bu harikulade şekilde gökleri
ve yeri yaratması ve ikisi içerisinde hareket eden canlıları yayıp dağıtması
O'nun büyüklüğünün, kudretinin ve hakimiyetinin delillerindendir. Bu göklere ve
yere yayıp dağıttığı yaratıklar, farklı şekilleri, farklı renkleri ve farklı
tabi-atlarıyla; melekleri, insanları, cinleri ve diğer canlıları içine
almaktadır. Diğer seyyarelerde başka canlılar da olabilir, ayet bunları ifade
etmektedir. Ayette ikisinin içine yaydığı ifadesi ile Allah ikisinden birinin
içine, yeryüzüne yaydığı (gökyüzüne değil) anlamını murat etmiştir,
denilmiştir. Bu ayetin bir benzeri de şu ayettir: "O, gökleri
görebildiğiniz bir direk olmaksızın yarattı, sizi sarsmasın diye yere de ulu
dağlar koydu ve orada her çeşit canlıyı yaydı." (Lokman, 31/10).
"O, dilediği zaman bunları bir araya toplamaya da kadirdir."
Allah, dilerse kıyamet gününde bir arazide göklerin ve yerin bütün varlıklarını
bir araya toplamaya gerçekten gücü yeter. Bura da onlar arasında adil ve gerçek
hükmüyle kararını verir.
Bu ayet Allah'ın kâinatı ve varlığı parça parça yaratmasının, acizliğinden
dolayı değil de bir hikmetten dolayı olduğu anlatılmak istenmiştir. Bu sebeple
şöyle buyurmuştur: "O, dilediği zaman bunları bir araya toplamaya da
kadirdir." Yani onları toplayıp, hesaba çekmeye kadirdir. Ayette "alâ
cem'ihim" şeklinde söylendi, "alâ cem'ihâ" denilmedi; bu
ifadelerin birincisi akıl sahiplerini, ikincisi ise akıllı olmayanları
anlatmaktadır. Çünkü bu toplamaktan maksat, muhasebedir. Hesaba çekilecekler
de, ancak Allah'ın akıllı kıldığı varlıklarıdır. Yani Allah dilediği zaman akıl
verdiği kimseleri hesaba çekmek için bir araya getirmeye kadirdir.
Sonra yüce Allah günah ve isyanların sebeplerini zikretti ve şöyle buyurdu:
"Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz
yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder." Ey insanlar! Başınıza
gelen musibetler, acılar, hastalıklar, kıtlık, sel felâketleri, fırtınalar,
depremler ve benzeri istenmeyen haller bütün bunlar ancak işlediğiniz günahlar
ve daldığınız masiyetler sebebiyledir. Bunlar günahlarınızın cezaları ve
keffaretleridir. Allah, kullarının masiyetlerinden bir çoğunu da affeder,
cezalandırmaz. Bazen kişi günahsız olarak da felâkete uğrayabilir. Bu da,
sevabının artması, derecesinin yükselmesi içindir.
Ayetin ilk kısmının benzeri Allah'ın şu sözüdür: "Yahudilerin
zulmü sebebiyle, kendilerine (daha önce) helâl kılınmış bulunan temiz ve iyi
şeyleri onlara haram kıldık." (Nisa, 4/160). Ayetin baş tarafının bir
benzeri de şu ayettir: "Kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görür."
(Nisa, 4/123). Ayetin son kısmının benzeri ise: "Eğer Allah, yaptıkları
yüzünden insanları (hemen) cezalandırsaydı, yer yüzünde hiçbir canlı varlık
bırakmazdı." (Fa-tır, 35/45). Ebu Said el-Hudri ve Ebu Hüreyre'den,
Buhari, Müslim ve İmam Malik'in rivayet ettiği sahih bir hadiste şöyle
buyurulmaktadır: "Canım kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki,
herhangi bir müminin başına yorgunluk, hastalık, düşünce, keder, acı ve
kaygıdan, diken batmasına varıncaya kadar, her ne musibet gelirse, Allah
bunları o müminin hatalarına keffaret kılar." İmam Ahmed b. Hanbel'in,
Hz. Aişe'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Allah Rasul'ünün (s.a.) şöyle
buyurduğu belirtilmiştir: "Kulun günahları çoğaldığında, o günahlara
keffaret olarak bir şeyi de yoksa, Allah o kulu günahlarını örtmek için,
üzüntüye mübtelâ eder."
Bu ayet indiği zamanda Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Mu-hammed'in canı kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki, günahsız
olarak kimsenin eline diken batmaz, damar titremez ve ayak kaymaz. Allah'ın affettikleri
ise daha çoktur."
Müfessir el-Vahidi, el-Basit adlı tefsirinde şu hadisi rivayet
etmiştir: "Allah, dünyada affettiklerine, ahirette bir daha dönmeyecek
kadar izzet ve kerem sahibidir. Dünyada verdiği cazayı da ahirette tekrar
etmekten münezzehtir. "
"Yeryüzünde (O'nu) aciz barakamazsınız. Allah'tan başka bir
dostunuz ve bir yardımcınız da yoktur." Ey günahkâr kâfirler! Siz nerede
olursanız olun, Allah'ı aciz bırakamaz ve yeryüzünde Ondan kaçıp
kurtulamazsınız. Bilakis Allah'ın size takdir ettiği musibetler başınıza
gelecektir. Allah'tan başka, işlerinizi düze çıkaracak ve O'nun takdir
ettiğinden sizi kurtaracak bir dostunuz olmadığı gibi, Allah'ın azabından sizi
koruyacak bir yardımcınız da olmayacaktır.
Daha sonra yüce Allah, kudret ve azametini gösteren diğer delilleri
zikrederek şöyle buyurmuştur: "Denizde dağlar gibi akıp gidenler (gemiler)
de O'nun (varlığının) delillerindendir." Yani denizde giden dağlar gibi gemileri
yürütmesi de, Allah'ın açık kudretine ve hakimiyetine delâlet eden delillerdendir.
"Dilerse O, rüzgârı durdurur da gemiler onun (denizin) üstünde
kalakalırlar." Yani Allah, giden gemileri durdurmak isterse, rüzgârların
hareketini keser böylece gemiler de, deniz üzerinde sakin ve sabit bir hale
gelirler, hareketsiz olarak su üzerinde kalakalırlar.
"Elbette bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler
vardır." Yani, gemilerin zikredilen özelliklerinde ve denizlerde akıp
gitmesinde, zorluklara, belâlara ve Allah'a itaata çok sabreden, nimetlerine
karşı çok şükredenler için, Allah Tealâ'nın kudretini gösteren büyük deliller
vardır.
"Yahut yaptıkları yüzünden onları helak eder. Bir çoğunu da
affeder (kurtarır)." Yani Cenab-ı Allah dilerse, insanların istedikleri
günahları yüzünden o gemileri batırarak helak eder, ama onların günahlarından
bir çoğunu da affeder, yahut o insanlardan çoğunu affedip, onları boğulmaktan
kurtarır. Eğer onların bütün günahlarıyla onlara ceza verecek olsaydı, gemiye
binip yolculuk yapan herkesi helak ederdi.
"Böylece ayetlerimiz üzerinde tartışanlar, kendilerine kaçacak bir
yer olmadığını bilsinler." Yani yüce Allah, onlardan intikamını alacak;
Allah'ın ayetlerini yalanlayarak onlar hakkında münakaşa edenler de, o zaman Allah'ın
azabından kaçıp kurtulacak, sığınacakları bir yer olmadığını göreceklerdir.
Çünkü onlar Allah'ın kudret ve saltanatıyla kahr olacaklardır.
Yüce Allah, birliğini gösteren delilleri beyan ettikten sonra, dünyaya
aldanmaktan sakındırdı ve şöyle buyurdu: "Size verilen şey yalnızca dünya
hayatının (geçici) faydasıdır." Yani size verilen tüm zenginlikler, rızık
bolluğu, makam mevki ve saltanat, bunlar ancak dünyanın basit bir eşyasıdır,
bunlardan kısa bir süre faydalanılır, sonra onlar çabucak yok olup gider. Çünkü
dünya fanidir, şüphesiz yok olacaktır. Allah'ın birliğinin delillerini kabul
etmeye engel olan şeyin dünyaya rağbet olduğu düşünülür. Makam mevki arzusu
Allah'ın birliğine inanmayı engeller. Bu sebeple yüce Allah dünyaya aldanmaktan
sakındırdı, ahirete teşvik ederek şöyle buyurdu: "Allah'ın yanında
bulunanlar ise, daha iyi ve daha süreklidir. Bu mükâfat iman edenler ve
Rablerine dayanıp güvenenler içindir." Yani Allah'ın yanında bulunan
itaat sevabı ve cennet mükâfatı dünya metaından daha hayırlı, daha süreklidir.
Çünkü o asla kesilmeyecektir. Halbuki dünya nimeti çabucak kesilecektir. O
halde fani olan dünyayı baki olan ahiretin önüne geçirmeyin. Baki olan ahiret
nimetleri Allah ve Rasul'ünü tasdik eden, tüm işlerinde Rablerine güvenen,
işlerini Ona havale edenler için daha hayırlı ve daha devamlıdır.
[38]
Ayetler aşağıdaki hususları ifade etmektedir:
1- Şüphesiz ki, insanlara
rızkı ihsan etmek, Allah'ın hikmeti ve iradesine bağlıdır. O, ihtiyaç
ölçüsünde ve maslahata uygun olarak verir. Eğer kullarına rızkı bol bol
verseydi, onlar isyan bataklıklarına düşerler, birbirlerine saldırırlardı.
Çünkü zenginlik şımarıklığa ve gururlanmaya sebep olur. İbret olarak Karun ve
Firavun yeter! Bu sebeple yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Gerçek şu ki,
insan kendini kendine yeterli görerek azar." (Alâk, 96/6-7). Efendimiz
(s.a.) de şöyle buyurmuştur: "Ümmetim adına en çok korktuğum şey dünya
süsü, zineti ve zenginliktir."
2-
Malikiler şöyle demektedir:
"Allah'ın filleri birtakım maslahatlardan (faydalı şeyler) uzak değildir.
En yararlısını yaratmak Allah'a vacip değilse de, yine de Allah kuluna bol
rızık verdiğinde onun bozulmasına sebep olacağını bilir, onun faydasına olarak
dünyayı ondan saklar." Dolayısıyla, dünyada rızık darlığı zillet olmadığı
gibi, rızık bolluğu da fazilet değildir. Allah, fesatta kullanacaklarını
bilerek bazı topluluklara imkânlar vermiştir. Netice olarak tüm işler Allah'ın
iradesine bırakılmıştır. Allah'ın fiillerinin hiçbirinde, daha yararlısını
beklemeyi düşünmek mümkün değildir.
3- Allah, kullarına ihsan ve
lütufta bulunarak, onların işlerini üstlenmiştir. Eğer ihtiyaç halinde
olurlarsa, onları ihtiyaçları ölçüsünde zenginleştirir. Bol bereket ürün ve
meyvelerin yetişmesine sebep olan yağmuru yağdırır onların üzerine rahmetiyle
kuşatır. Yüce Allah, kullarının tüm işlerini üstlenen ve iman eden dostalarına
yardımcı olan gerçek dosttur. Her lisanda övülmeye lâyık olan da Odur.
4- Gökleri, yeri ve ikisi
içerisinde, sayısını ancak Allah'ın bildiği mah-lûkatı yaratması, kıyamat günü
onları bir araya getirip hesaba çekmeye gücü olması Allah'ın varlığının
birliğinin ve kudretinin delillerindendir.
Bazı alimler, "Ve bunların içerisinde yayıp ürettiği
canlıları..." ayetiyle yıldızlarda ve ulvi alemlerde meleklerden başka
mahluklar bulunduğunu uzak görmemektedirler. Yine de Allah'ın bu kavlinde, bu
konuya kesin bir delil yoktur. Çünkü yukarıda da geçtiği gibi bu ayetin
tefsirinde başka bir yorum da vardır.
5-
İnsanların başlarına gelen
musibetler, çoğu kez günahları ve isyanları sebebiyledir, günahlara kaşılık
cezalardır. Bazen bu felâketler imtihan için de olabilir. Nitekim, Ahmed b.
Hanbel, Buhari, Tirmizi ve İbni Ma-ce'nin Sa'd'dan rivayet ettikleri hadis-i
şerifte Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur: "En çetin imtihanlara tabi
tutulanlar peygamberler, sonra sırasıyla onlara en yakın olanlardır."
İmtihandan maksat, imtihan edilenlerin derecelerinin yükseltilmesidir. Çünkü
peygamberler, günah ve isyandan masum (korunmuş) dur. Peygamberler ve Allah
dostlarına gelen musibetler, Allah'ın emirleri konusunda imtihan
mahiyetindedir, yoksa cezalandırmak için değildir.
Dünyada mümine işlediği suçtan dolayı verilen ceza, onun için ahiret-te
keffarettir. Kâfirin cezası ise ahirete ertelenmiştir.
Ali b. Ebi Talip (r.a.): "Başınıza gelen herhangi bir musibet..."
ayeti hakkında şöyle demiştir. "Allah azze ve celle'nin kitabı Kur'an-ı
Kerim'de en ümit verici ayet budur." Allah Tealâ uğrattığı felâketler
sebebiyle insanların günahlarını örtecek, bir çoğunu da affedecek olduktan
sonra, geriye ne kalır?
6- Şüphesiz ki, Allah'ın gücü ve kudreti her şeyi kapsar ve hakimiyeti altına alır. Kâfir ve müşrikler O'nu aciz bırakıp, O'nun hakimiyetinden kaçıp kurtulamazlar. Ahirette de, kendilerine işlerini üzerine alan, menfaatlerini gözeten bir dost; Allah'ın azabını ve intikamını kendilerinden uzaklaştıracak bir yardımcı bulamayacaklar. Dolayısıyla onlar, dünyada da, ahirette de ilâhi kudretin avucu içindedirler.
7- Yine Allah Tealânm
kudretine ve kulları üzerine ihsanda bulunduğuna dair delillerden biri de
deniz üzerinde yürüyen gemilerdir. Bunlar, ya rüzgârın esmesiyle veya rüzgârın
yerine geçecek, motorla elde edilen itici bir enerjiyle çalışmakta olup
Allah'ın ilhamı, öğretisi ve keşfetme gücü vermesiyle insan oğlunun bir
sanatıdır. Halbuki böyle yoğun ve ağır cisimlerin özelliği suda batmaktır.
Fakat Allah suya gemileri taşıma ve batmalarına engel olma gücü vermiş, sonra
rüzgârları onların seyretmesine bir sebep kılmıştır.
Allah, rüzgârları durdurmaya ve sakinleştirmeye kadirdir. O takdirde gemiler deniz üzerinde kalırlar. Allah, gemilerin tüm aletlerini bozmaya ve en basit şeyle motorlarını durdurmaya da kadirdir. Yine Allah, rüzgârları tayfunlar haline getirmeye, gemileri, yolcularının günahları sebebiyle batırmaya da kadirdir. Dilerse gemide bulunanlardan birçoklarını affeder, onları o gemiyle birlikte batırmaz. İşte o zaman kâfirler, denizin ortasına geldikleri ve rüzgârlar her taraftan kendilerini kuşattığı zaman veya gemiler denizin ortasında kaldıkları vakit Allah'tan başka bir sığınakları olmadığını göreceklerdir. Allah onları, helak etmek isterse onları kurtaracak kimse olmaz. İşte o zaman kulluğu sadece Allah'a yapanlar, belâlara sabreden, nimetlere şükreden herkes için bu gemiler de birçok deliller ve alâmetler vardır. Kurtubî şöyle demiştir: "Kendisine verildiğinde şükreden, belâya uğradığında sabreden, sabredici şükredici kul ne güzeldir." Avn b. Abdullah da şöyle demiştir: "Kendisine ihsan edilen nice şükürsüz, belâya uğrayan nice sabırsız kimseler vardır."
8- Dünyanın debdebe ve
şaşaasıyla öğünmek uygun değildir. Çünkü dünyadaki servetler, saraylar, binalar
tüm bunlar birkaç gün istifade edilip sonra da yok olup gidecek eşyadan başka
bir şey değildir. Halbuki Allah'ı tasdik edip, Onu bir kabul eden, Rablerine
güvenen ve işlerini Ona havale eden müminler için, Allah'ın yanındaki mükâfat
ve sevap daha hayırlı ve daha devamlıdır.
[39]
37- Onlar, büyük günahlardan ve hayasızlıktan kaçınırlar; kızdıkları
zaman da kusurları bağışlarlar.
38- Yine onlar, Rablerinin davetine icabet ederler ve namazı kılarlar.
Onların işleri, aralarında danışma iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da
harcarlar.
39- Bir haksızlığa uğradıkları zaman yardımlaşırlar.
40- Bir kötülüğün cezası, ona denk
bir kötülüktür. Kim bağışlar ve basağlarsa, onun mükâfatı Allah'a aittir. Doğrusu O, zalimleri sevmez.
41- Kim zulme uğradıktan sonra
hakkını alırsa, artık onlara yapılacak bir şeyyoktur.
42- Ancak insanlara zulmedenlere
ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere ceza vardır. İşte acıklı
azap bunlaradır.
43- Kim sabreder ve affederse şüphesiz bu hareketi, yapılmaya değer
işlerdendir.
"Onlar, büyük günahlardan ve hayasızlıktan..." ifadesinde
parçanın bütüne atfı vardır. Yani "hayasızlık", "büyük
günahlara..." bağlanmıştır.
"Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür..." ifadesinde
müşakele vardır. Aralarında şeklen benzerlik olduğu için, kötü davranışa
verilecek ceza, karşılık da "kötülük" olarak adlandırılmıştır.
[40]
"Büyük günahlardan..." Yalancı şahitlik, ana-babaya asi olmak
veya kasıtlı olarak adam öldürmek, namuslu insanlara iftira etmek, hırsızlık,
zina ve benzeri had cezasını gerektiren tüm fiiller büyük günahlar kapsamına
girer ve şiddetli bir tehdit gerektirir. "Hayasızlık" sözü ise zina,
adam öldürmek ve benzeri pek çok çirkin şeyleri ifade eder.
"Yine onlar, Rablerinin davetine icabet ederler..."
Rablerinin davet ettiği tevhit, kulluk, farzların edası ve yasakların terki
konusunda O'na icabet ederler "ve namazı kılarlar. Onların işleri,
aralarında danışma iledir." Yani ayette methedilen müminler, başkalarıyla
istişare etmedikçe tek başlarına toplumu ilgilendiren kararlar almazlar. Bu,
onların meselelere çok dikkatli bakmaları, planlan sağlam yapmaları ve isteneni
elde etmeleri sebebiyledir. Şura doğruyu bulabilmek için fikir alışverişinde
bulunmaktır.
"Bir haksızlığa uğradıkları zaman yardımlaşırlar."
Kendilerine zulmedenlere karşı elbirliği ile mücadele ederler. Allah gerçek
müminleri en mükemmel faziletlerle vasfettikten sonra, onları yiğitlikle de
niteledi. Çünkü acize karşı gösterilen yumuşaklık övülmüş, zalime karşı
yumuşaklık ise kınanmıştır. Bu durum onu zulme teşvikten alıkoymak içindir.
"Kim" kendine zulmedeni "bağışlar" ve aralarındaki
düşmanlığı dostluğa dönüştürerek "barışı sağlarsa, onun mükâfatı"
kesinlikle "Allah'a aittir." "Doğrusu Allah zalimleri
sevmez" yani zulmü başlatanları sevmez onları cezalandırır.
"Kim zulme uğradıktan sonra hakkını alırsa" yani zalimin
zulmüne benzer karşılık verirse, "artık onlara yapılacak bir şey
yoktur." Yani onlar kınanıp, cezalandırılmaz. "Kim" kendisine
yapılan eza ve cefaya "sabreder ve affederse" kendine yapılan
kötülüğe göz yumarsa. "Şüphesiz bu yapılmaya değer işlerdendir."
[41]
"Onlar büyük günahlardan ve ..." ayetinin (37. ayet) nüzul
sebebi ile ilgili olarak denilmiştir ki; bu ayet bir görüşe göre Hz. Ömer
hakkında nazil olmuştur. Mekke'de kendisine sövülmüş, o kendisine şovenleri
atfetmiştir. Bir görüşe göre de Ebu Bekir hakkında nazil olmuştur. Malını
Allah yolunda harcadığı zaman insanlar kendisini kınamış ve sövmüşler, ama o
bütün bunları bilimle (yumuşaklıkla) karşılamıştır.
"Rablerinin davetine icabet edenler..." ayeti (38. ayet),
Ensar (Medineli müslümanlar) hakkında inmiştir: Allah Rasulü (s.a.) onları imana
davet etmiş, onlar bunu kabul edip, namazlarını da kılmışlardır.
Müfessirlerden Kelbi ve Ferra'nın zirkettiğine göre 41 ve 43. ayetler
de Ebu Bekir Sıddık (r.a.) hakkında nazil olmuştur. Ensar'dan biri ona kötü
sözler sarfetmiş, Ebu Bekir de ona karşılık vermiş, sonra da susmuştur.
[42]
Allah, birliğini ve ilâhi kudretinin delillerini belirttikten ve
dünyaya insanları rağbetsiz hale getirdikten sonra, onları ahirete teşvik
etmiştir.
Çünkü ahiret daha iyi ve daha devamlıdır. Sonra bu hayırlı oluşun belli
özellikleri taşıyan kimseler için olacağını beyan etmiştir. Önce bu özelliklerden
ikisini zikretmiştir ki, onlar Allah'a iman ve sadece O'na güvenip dayanmaktır
(tevekkül). Bunun peşinden müminlerin diğer vasıflarını sıralamıştır: Büyük
günahlardan ve hayasızlıklardan kaçınmaları, Allah'a itaat edip, yasaklarını
terketmeleri, namazı kılıp zekâtı vermeleri, genel ve özel işlerde birbirlerine
danışmaları ve gaspedilen haklarını geri almak için yiğitlik ve güç
göstermeleri.
[43]
Allah Tealâ cennet ehlini, kendisine iman ve tevekkül (kendisine dayanıp,
güvenme) ile nitelemiş ve onların aşağıdaki özelliklerini sıralamıştır:
1-
Büyük günahlardan sakınmak:
"Onlar büyük günahlardan ve hayasızlıktan kaçınırlar." Yani şirk,
kasten adam öldürmek ve ana babaya isyan gibi Allah'ın şiddetle tehdit ettiği
büyük günahlara düşmekten sakındıkları gibi dinin, aklın ve fıtratın çirkin
gördüğü, gıybet, yalancalık, zina, hırsızlık ve yeryüzünde bozgunculuk etmek
gibi söz ve davranışlardan da uzak dururlar.
2-
Gücü yettiğinde affetmek:
"... kızdıkları zaman da kusurları bağışlarlar." Kendilerini
öfkelendiren suçu görmezlikten gelip öfkelerini yutarlar ve kendilerine
zulmedenlere yumuşak davranırlar. Çünkü onların se-ciyyesi insanları affedip bağışlamaktır,
onlardan intikam almak değildir. İşte bunlar, güzel ahlâktır. Bu ahlâka sahip
olanlar, kendilerine zulmedenlere şefkat gösterirler, kaba davrananları
bağışlarlar ve bu davranışlarıyla da Allah'ın mükâfatını ve affını isterler.
Sahih bir hadis-i şerifte şöyle söylenmiştir: "Peygamber (s.a.) nefsi
için asla intikam almamıştır. Ancak Allah'ın saygı değer mukaddesatı
çiğnenirse, işte o zaman gerekli karşılığı vermiştir."
3- Allah Tealâ'ya tam bağlılık
ve itaat: "Yine onlar, Rablerinin davetine icabet ederler." Yani
Rablerinin kendilerini davet ettiği, Allah'ın birliği ve şirkten uzak kalma
gibi konularda Onun emrine uyarlar; Allah'ın emrettiği ve yasakladığı
konularda peygamberlere itaat ederler.
4- Namaz kılmak: "...ve
namazı kılarlar..." Üzerlerine farz kılman namazı rükünlerini ve
şartlarını yerine getirerek vaktinde, huşu ile tam olarak eda ederler. Burada
diğer fazilet esaslarıyla birlikte sadece namazın adı geçmiştir. Çünkü namaz,
Allah'a yapılan ibadetlerin en büyüğüdür, Allah'a ulaşma miracıdır. Kul ile
Allah arasında rabıtadır.
5-
Şura nizamına bağlı kalmak:
"...onların işleri, aralarında danışma iledir." Özel olsun, genel
olsun, aralarındaki tüm işlerinde birbirlerine danışırlar. Ammeyi-kamuyu
ilgilendiren hiçbir meselede kendi başlarına tek olarak karar vermezler. İdarî
görev, halifelik, devleti düzenleme ve faydasına olacak şeyleri planlama, harp
ilânı, valileri, hakim ve savcıları görevlendirme işleri, bütün bunları
danışarak yaparlar. Nebi (s.a.), ashabına (arkadaşlarına) insanların en çok
danışanı idi. Sahabe de halife tayini, dinden dönenlerle harp, yeni olaylar ve
meseleler için şer'î hükümler istinbat etmek (çıkarmak) gibi önemli meselelerde
peygamberimizin yolunu tutmuşlardır. Hz. Ömer (r.a.) de Hürmüzan müslüman
olarak kendisine geldiğinde ona danışmıştır. Hz. Ömer yaralandığında,
kendisinden sonra hilâfet meselesinin çözümünü altı kişiye bırakmıştır. Onlar
Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Sa'd ve Abdurrahman b. Avftır. Bunlarda hilâfet için
Osman (r.a.)'ın öne geçmesinde ittifak etmişlerdir.
Burada ayet müminlerin sabit bir özelliğini tespit etmiş, bir başka
ayet de istişareyi emretmiş ve şöyle buyurmuştur: "İş hakkında onlara danış."
(Ali İmran, 3/159). Hasan-ı Basri şöyle demiştir: "İstişare eden bir
topluluk, mutlaka işlerinde en iye çözüm şekline kavuşur." İbnu'l-Arabi
de: "İstişare, topluluğun birbiriyle ülfeti, kaynaşmasıdır. Akılların
derecesini ölçen bir alettir ve doğruya ulaşma vasıtasıdır. Bir topluluk
istişare ederse, mutlaka doğru görüş kendisine gösterilir." demiştir. .
6- İnfak: "...kendilerine
verdiğimiz rızıktan da harcarlar." Allah yolunda ve O'na itaat
noktasında, kendilerine verdiğimiz mal ve diğer nimetlerden harcarlar. Çünkü
zenginlerin infakı (harcaması) milletin güçlenmesine sebep olur, ümmetin zayıf
noktalarının tedavisine sebep olur. Ayrıca infak devletin heybet ve vakarını,
fertlerinin şanını ve şerefini korumanın yoludur. Bu da, önce en yakınlardan
başlayarak, muhtaçların ihtiyacını gidermek ve düşmanlarla savaşmak için harp
alet ve edavatını hazırlamak gibi kamu menfaatine olan hayırları yapmakla
gerçekleşir.
7- Şecaat (yiğitlik):
"Bir haksızlığa uğradıkları zaman yardımlaşırlar." Zulme ve saldırıya
maruz kaldıkları zaman, kendilerine zulmedenlere karşı elbirliği ile mücadele
ederek karşılığını verirler. Çünkü zulme maruz kalınınca karşılık vermek vacip
ve aynı zamanda fazilettir. Zalime boyun eğip karşısında eğilmek müminlerin
şerefiyle bağdaşmaz. Çünkü acz ve zaaf göstermek, düşmanı daha başka
düşmanlıklar yapmaya sevkeder. Müminler izzet sahibi, asil kimselerdir,
haklarını mukaddes değerlerini ve şereflerini korurlar, aciz ve zelil
olamazlar, bilakis kendilerine zulmedenlerden intikam alma kudretine
sahiptirler. Bu kudrete kavuştukları zamanda affederler.
Bu ayetle önceki ayet arasında her hangi bir çelişki yoktur:
"...kızdıkları zamanda kusurları bağışlarlar." Çünkü her bir ayetin
kendine göre bir yeri vardır. Önceki ayetin söyleniş yeriyle, sonraki ayetin
söyleniş yeri faklıdır. Çünkü kusurları affetmek iki kısımdır.[44]
a) Fitnenin teskinine,
gönüllerin rahatlamasına ve kötülük yapanın kötülüğünden dönmesine sebep olan
bağışlama övülmüştür. Bu tarzdaki affetmeye ilgili ayetler teşvik etmektedir.
Mesela, karı koca arasındaki me-hir meselesinde: "Sizin affetmeniz
(mehirden vazgeçmeniz) takvaya daha uygundur." (Bakara, 2/237)
buyurulmuştur.
b) Zalimin cüretine,
azgınlığının devamına ve milleti ezmesine sebep olan afdır ki, bu kınanmıştır.
Dış düşmana mukavemet ederken ve haklar gaspedildiğinde bu karşı koyma,
karşılık verme vaciptir. Bu da, İslâm nizamında istenen gücün ve denk kuvvetin
eksiksiz olmasına bağlıdır ki, güçlü bir müminin iki düşman karşısında sebat
etmesiyle mümkün olur.
Açıklayıcı misaller çoktur: Yusuf (a.s.), kardeşlerini affetmiştir.
Kuranın hikâye ettiği gibi şöyle demiştir: "(Yusuf) dedi ki: Bugün size kınama
yok, Allah sizi affetsin." (Yusuf, 12/92) Hz. Yusuf, onları cezalandırabilecek
kudrete ve kendisine yaptıklarına karşılık verebilecek güce sahip olduğu halde
onları affetmiştir. Allah Rasulü (s.a.) de Mekke fethi sırasında, Mekke
halkını bağışlamıştır. Hudeybiye yılında Tenim tepesinden inerek kendisine
suikast düzenleyen o seksen kişiyi de affetmiştir, onları kıskıvrak yakaladığı
halde, intikam alma gücüne sahipken onlara ihsanda bulunmuştur. Peygamberimiz
(s.a.) uyurken kılıcını kınından çıkarıp kendisini öldürmek isteyen Gavres b.
el-Haris'i de affetmiştir. Peygamber (s.a.) uyandığında kılıç, kınından
sıyrılmış olarak, Gavres'in elindeydi. Peygamberimiz (s.a.) ona sert çıkmış
bunun üzerine kılıç elinden düşmüş, bu sefer kılıcı Peygamberimiz (s.a.) almış,
ashabını çağırıp bu adamla aralarında meydana gelen olayı onlara bildirmiş ve
bu adamı affetmiştir. Hayber savaşı sırasında kızarmış kuzunun budunu
zehirleyen ve müslümanlara ikram eden Yahudi kadını Zeyneb'i de affetmiştir. Bu
Zeynep, Muhammed b. Mes-leme'nin öldürdüğü Hayberli Yahudi Merhab'ın kız
kardeşidir. Bir mucize olarak, zehirlenen bu but durumu peygambere haber
vermiş, Peygamberimiz (s.a.) de kadını çağırtmış, kadın yaptığını itiraf
etmiştir. Peygamberimiz (s.a.): "Seni buna sevkeden nedir?" diye
sorduğunda kadın: "Düşündüm ki, eğer peygamber isen sana zehir zarar
vermeyecekti, değilsen senden kurtulacaktık." diye cevap vermiş,
Peygamberimiz (s.a.) de onu salıvermiştir. Ancak Bişr b. el-Bera zehirden ölünce
o kadını kısasen öldürtmüştür.
Rivayete göre Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarından Zeynep, Aişe'ye
gelip ona kötü söz söylemiş, Peygamberimiz (s.a.) kendisini ikaz etmişse de o
vazgeçmemiş, bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) Hz. Aişe'ye "Kalk, karşığını
ver." demiştir.[45]
Bu, şu ayetin tatbikidir: "Allah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez;
ancak haksızlığa uğrayan başka." (Nisa, 4/148).
Ahmed b. Hanbel, Müslim, Ebu Davud ve Tirmizi'nin Ebu Hürey-re'den
rivayet ettiklerine göre Allah Rasulü (s.a.) "Birbirine söven iki kişinin
söylediği sözün günahı, mazlum haddi aşmadıkça, ilk başlayanadır."
buyurdu, sonra: "Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür."
ayetini okudu.
Yüce Allah, devamlı olarak intikam almaya, karşılık vermeye teşvik
etmemiş, bilakis onun sadece meşru müdafaa sınırında kalması gerektiğini beyan
etmiş, sonra da onun meşru oluşunu denkliğe riayet şartına bağlamış ve
nihayet: "Kim bağışlar ve barışı sağlarsa onun mükâfatı Allah'a aittir.
" ayetiyle affetmenin daha uygun olacağını açıklamıştır.
Allah Tealâ: "Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür."
sözüyle, suç ve ceza arasında denkliği şart koşmuştur. Yani kötü davranışa
verilecek ceza, o suça denk bir cezadır. İntikam almakta yani karşılık
vermekte dengeli olmak (adil davranmak) eşitlikle iktifa etmektir. Kötü
davranan kimse: "Allah, seni rezil etsin" dediğinde, karşısında ki de
haddi aşmadan: "Allah, seni rezil etsin" diye cevap verir. Karşı
tarafı rahatsız edeceği için kötü davranışın karşılığına da kötü davranış ismi
verilmiştir.
Bu ayetin benzerleri şu ayetlerdir: "Kim size saldırırsa, siz de
ona misilleme olarak saldırın." (Bakara, 2/194), "Eğer ceza
verecekseniz, size yapılan cezanın misliyle ceza verin." (Nahl, 16/126),
"Kim de kötülükle gelirse, o sadece getirdiğinin dengiyle
cezalandırılır." (En'am, 6/160).
İşte böylece, İslâm'da medenî ve ceza hukuku ile ilgili tüm cezalarda
denklik geçerlidir. Mesela kasten adam öldüren veya yaralayana kısas uygulamak
gereklidir. "Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır." (Bakara,
2/179), "Hürmetler (dokunulmazlıklar) kısastır (karşılıklıdır)." (Bakara,
2/194), "yaralar da kısastır. (Her yaralama misliyle
cezalandırılır)." (Maide, 5/45). Ancak yüce Allah, bu son ayetin
devamında: "Kim bunu (kısası) bağışlarsa, kendisi için o keffaret
olur." diyerek bağışlamaya teşvik etmiştir. Burada ise şöyle buyurmuştur:
"Kim bağışlar ve barışı sağlarsa onun mükâfatı Allah'a aittir." Yani,
kendine kötülük yapan zalimi bağışlar, kendisiyle düşmanının arasını sevgi ve
bağış ile düzeltirse, onun mükâfatı Allah'a aittir. Allah ona çok büyük bir
mükâfat verecektir. Nitekim, Ahmed b. Hanbel, Müslim ve Tirmizi'nin Ebu
Hüreyre'den rivayet ettiği bir hadiste Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah, affedip, bağışlayan insanın ancak şerefini artırır." Allah
Tealâ takva sahibi kullarını şöyle anlatmıştır: "O takva sahipleri ki,
bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar. Öfkelerini yutarlar ve insanları
affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever." (Ali İmran,
3/134) "Doğrusu O zalimleri sevmez." (Ali İmran, 3/140). Yani zulme
ilk başlayanları sevmediği gibi kısasta aşırı gidip haddi aşanları da sevmez.
Çünkü haddi aşmak zulümdür. Haddini aşanları Allah cezalandırır. Ayetin bu
kısmı, cins ve miktar olarak benzerliği şart koşmakta ayetin baş tarafını teyit
etmektedir.
Sonra yüce Allah, zulmü ve haksızlığı bertaraf etmenin meşru olduğunu
teyit ederek şöyle buyurmuştur: "Kim, zulme uğradıktan sonra hakkını
alırsa, artık ona yapılacak bir şey yoktur." Allah'a yemin olsun ki, zulme
uğrayan kimse, zalimden intikamını alırsa, onu cezalandırma imkânı yoktur.
Çünkü bu intikam bir haktır. Kasten yapılan cinayetlerde kısas, hata ile
yapılan cinayet ve telef etmelerde de tazminat (diyet) meşrudur. Haddi aşıp,
sınırı geçmeden misliyle karşı tarafa sözlü cevap vermek caizdir.
"Ancak insanlara zulmedenlere ve yer yüzünde haksız yere taşkınlık
edenlere ceza vardır." Yani, ceza ve muaheze ancak insanlara zulme ilk başlayanların
veya denklik prensibini aşanların, intikam almakta haddi aşanların, haksız
yere insanlara ve insanların mallarına tecavüz edenlerin, insanlara zulmedip
hakları gaspederek gurur ve tekebbürde bulunanların başına gelecektir.
"İşte acıklı azap bunlaradır." İşte o zulme ilk başlayanlar ve haddi
tecavüz edenler için elem verici şiddetli bir azap vardır. Daha sonra Allah,
insanı güç ve kuvveti elinde iken, affedip, bağışlamaya teşvik ederek şöyle
buyurmuştur: "Kim sabreder ve affederse, şüphesiz bu hareketi yapılmaya
değer işlerdendir."
Allah Tealâ, zulmü ve zalimleri kınayıp, kısası meşru kıldıktan sonra,
affa ve bağışlamaya teşvik etmiş ve şöyle buyurmuştur: Kendisine karşı yapılan
ezaya sabreden, kötülüğü örten, kendisine zulmedenin hatasını bağışlayan
kimsenin bu sabır ve bağışlaması; karşılığında bol sevap ve güzel övgü ile
mukabele edilecek, teşekküre lâyık değerli işlerdendir.
[46]
1- Allah Tealâ müminleri
cennete ve cennet ehline varis olmaları için, ayetlerde zikredilen yedi fazilet
ile nitelenmeye teşvik etmiştir.
a) Büyük günahlardan ve çirkin
şeylerden kaçınmak, Çirkin şeyler Allah'ın azapla tehdit ettiği veya işlenmesi
halinde dinen belirlenmiş hadler-den (cezalardan) birini gerekli kılan her
türlü kötülüklerdir.
b) Suçları bağışlayıp,
kendilerine zulmedenlere yumuşak davranmak.
c) Allah'ın emirlerine boyun
eğip, itaaat etmek.
d) Namaz kılmak.
e) Aralarındaki işlerinde
birbirlerine danışmak.
f) Allah'a itaat uğrunda, mal
ve imkânları harcamak,
g)
Haksızlığı ve zulmü bertaraf
etmek için cesaretli olup yiğitlik göstermek.
2-
İbnu'l-Arabi şöyle demiştir:
"Allah, işlerde danışmayı övmüş ve buna uyan kimseleri de methetmiştir.
Peygamber (s.a.) harplere ilişkin meşelelerde ashabına danışırdı. Bu konu,
kaynaklarda çokça zikredilmektedir. Allah Rasulü (s.a.) ahkam konusunda
ashabına danışmıyordu. Çünkü ahkam (dinî hükümler), - farz, mendup, mekrup,
mubah ve haram - bütün kı-sımlarıyla Allah tarafından indiriliyordu. Ancak
Allah Tealâ peygamberini kendi yanma alınca, yani peygamber vefat edince
ashab-ı kiram dinî hükümler konusunda birbirlerine danışıyorlar ve onları
Kitap ve sünnetten istinbat ediyorlar, çıkarıyorlardı. Sahabenin istişare
ettiği ilk konu hilâfet meselesidir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.) bu konuda açık
bir nas ortaya koymamıştı. Hatta hilâfet konusunda Ebu Bekir'le Ensar arasında
malûm olaylar meydana gelmiştir. Hz. Ömer "Allah Rasul'ünün dinimiz için
razı olduğu kimseye, biz de dünyamız için razıyız." demiş, hilâfet için
Ebu Bekir'in uygun olduğunu ifade etmiştir. Ashab-ı Kiram, irtidat (dinden dönme)
konusunda da birbirleriyle istişare etmiş, Ebu Bekir'in görüşü savaş üzerine
yoğunlaşmıştır. Dedenin mirası konusunda, şarap içmenin haddi (cezası) ve bu
cezanın sayısı hususunda da birbirlerine danışmışlardır. Allah Rasul'ünün
vefatından sonra harpler konusunda istişare etmişler, hatta Hz. Ömer, Hürmüzan
kendisine müslüman olarak geldiğinde harp konusunda onunla istişare etmiş o
da: "Müslümanlara emir ver, Kisra'nın üzerine gitsinler."[47]
diyerek ona cevap vermiştir.
Tirmizi'nin Ebu Hüreyre'den (r.a.) rivayet ettiğine göre Allah Rasulü
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "İdarecileriniz hayırlı, zenginleriniz cömert
olduğunda ve işlerinizi aranızda istişareyle yaptığınızda yerin üstü sizin
için yerin altından daha hayırlıdır. İdarecileriniz zalim, zengileriniz cimri
olur ve işlerinizi kadınlara bırakırsanız, yerin altı sizin için yerin üstünden
daha iyidir."
3-
"Bir haksızlığa
uğradıkları zaman yardımlaşırlar" Bu durum çoğu zaman, müslümanlarla gayri
müslimler arasındaki dış ilişkiler konusunda olur. Çünkü geçmişte müslümanlara,
müşriklerin çok zararı olmuştur. İbni Abbas şöyle demiştir: "Müşrikler,
Allah Rasul'üne (s.a.) ve ashabına zulüm ve eza edip onları Mekke'den
çıkartmışlardı. Bu sebeple Allah onlara Mekke'den çıkma izni vermiş,
yeryüzünde onları güçlendirmiş, kendilerine zulmedenlere karşı onlara zafer
nasip etmiştir. Bu durum Hac suresinde şöyle anlatılmaktadır:
"Kendileriyle savaşılanlara (müminlere), zulme uğramış olmaları sebebiyle,
(savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak
surette kadirdir. Onlar başka değil, sırf Rabbimiz Allah'tır dedikleri için
haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah bir kısım insanları
(kötülüklerini) diğer bir kısmı ile defedip önleme-seydi, mutlak surette,
içlerinde Allah 'in ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve
mescitler yıkılır giderdi. Allah kendisine (kendi dinine) yardım edenlere
muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir. Onlar (o
müminler) ki, eğer kendilerine yer yüzünde iktidar verirsek, namazı kılar,
zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyeder-ler. İşlerin sonu
Allah'a varır." (Hac, 22/39-41).
Ayet sadece geçmişte yapılanlara has değildir. Kâfir olsun, müslüman
olsun her zaman, her zalimin zulmünü kapsamaktadır. Yani müminlere her hangi
bir zalimden zulüm gelirse, bu haksızlığa boyun eğmezler. Bu, emr-i bi'1-ma'ruf
(iyiliği emretmek), nehy-i ani'l-münker (kötülükten sakındırmak) ve hadlerin
(Kitap ve Sünnet'te belirtilen cezaların) yerine getirilmesine işarettir. Aynı
zamanda müninlerin şu özellikleri taşıdığına da işarettir: Müminler, izzet ve
şeref sahibidirler. Zilleti ve düşmanların tekebbürünü kabul edemezler,
Allah'ın kuvveti ve gücüyle gururlanır ve onun yardımına güvenirler.
4- Ancak zulüm sadece
müslümanlar arasında veya müslümanlarla gayri müslimler arasında olur, asi
kimse de fasıkhğım açıkça ilân eden ve küçük-büyük herkese eza veren bir
hayasız olursa, işte o zaman ondan intikam almak daha faziletlidir. İbrahim
en-Nehai şöyle demiştir: "İnsanlar, kendilerini zalimlerin seviyesine
düşürmek istemiyorlardı. Bu sebeple fa-sıklar onlara karşı cüretkâr
davranıyorlardı." Netice olarak eza ve cefa umumi bir hal alınca bunun
önüne geçmek için intikam alarak karşılık vermek gereklidir.
Yapılan kötülük hata ile veya kasıtsız olursa veya kasıtlı olup da, sonradan
bu hatayı işleyen kimse affedilmesini isterse işte o zaman bağışlamak daha
faziletlidir. Bu konuda şu ayet nazil olmuştur: "Affetmeniz (me-hirden
vazgeçmeniz) takvaya daha uygundur." (Bakara, 2/237), "... kim bunu
(kısası) bağışlarsa kendisi için o keffaret olur." (Maide, 5/45),"...
bağışlasınlar, feragat göstersinler. Allah'ın sizi bağışlamasını arzulamaz
mısınız?" (Nur, 24/22).
5- "Bir kötülüğün cezası
ona denk bir kötülüktür." ayeti fıkıh ilminde çok önemli bir esastır.
Gerek bedenî (yani insanın vücut organlarına verilen zarar ile ilgili)
suçlarda ve gerekse malî suçlarda değişmeyen önemli bir esastır.
İmam Şafii bu ayeti şöyle yorumlamıştır: "Bir insan, kendisine
hiya-net eden kimsenin malından onun bilgisi olmadan, onun hiyanet ettiği kadar
alabilir." Buna da, Hz. Aişe'den Buhari ve Müslim'de rivayet edilen bir
hadis-i şerifte geçen Peygamberimiz (s.a.)'in Ebu Süfyan'm karısı Hind'e
söylediği şu sözü delil getirmiştir: "Onun (Ebu Süfyan'ın) malından sana
ve çocuklarına yetecek kadar al." Yani izni olmadan kendi bakımları ile
ilgilenmeyen kocası Ebu Süfyan'ın malından almayı Hind'e mubah kılmıştır.
6- Hakkın tam olarak
alınabilmesinin ancak biraz fazla almakla mümkün olduğu durumlarda, caniye hak
ettiğinden fazla zarar vermekle, mazlumun hakkını tam olarak almasına mani
olmak arasında bir çelişkibulunduğundan, hangisiyle amel etmenin daha uygun
olduğu konusunda İslâm hukukçularının farklı görüşleri olmuştur. Büyük müfessir
Fahreddin er-Razi bu farklı görüşe on misal zikretmeştir.[48]
Birinci misal: İmam Şafii, kısasın
uygulanması için denklik şarttır, diyerek, müslümanın zımmiye (gayrimüslime)
mukabil; hür insanın da köleye karşılık kısas yoluyla öldürülemeyeceğine delil
getirmiştir. Çünkü bu iki meselede denklik yoktu. Dolayısıyla aralarında kısas
uygulanmaması gerekir.
İkinci misal: İmam Şafii, bir elin
kesilmesinden dolayı (onun kesilmesine yardım eden) diğer ellerin de
kesileceğine delil getirmiş ve şöyle demiştir: Hiç şüphesiz, kesme işinin
tamamı veya bir kısmı, bu işi gerçekleştiren azaların tümünden veya bir
kısmından meydana gelmişse, bu naslar-dan (delillerden) dolayı, o kesenler
hakkında da benzer cezanın meşru olması gerekir.
Üçüncü misal: Babanın ortağı hakkında
kısas meşrudur. Çünkü yaralama fiili ondan meydana gelmiştir. Dolayısıyla
misliyle mukabele görüp, cezalandırılması gerekir. Çünkü yüce Allah
"...yaralar da kısastır..." (Ma-ide, 5/45).
Dördüncü misal: Şafii şöyle demiştir:
Yakanı, yakarız; boğanı boğarız. Bunun delili, her şeyin benzeriyle mukabele
göreceğini gösteren bu naslardır.
Beşinci misal: Kısas şahitleri
şahitliklerinden vazgeçip, biz kasten yalan söyledik derlerse, onlara da kısas
gerekir. Çünkü bu şahitlikleriyle onlar bir insanın kanını heder etmişlerdir.
"Bir kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür." ayeti gereği onların
da kanının heder edilmesi gerekir.
Altıncı misal: Mükrehe de (zorlanıp,
mecbur edilerek adam öldüren kimseye de) kendisini buna mecbur eden kimseye
kısas gerektiği gibi kısas gerekir. Çünkü öldürme işi ondan meydana gelmiştir.
Yedinci misal: İmam Şafii'ye göre, taş ve odun gibi ağır bir cisimle öldürmek, "Bir kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür..." ayetiyle kısası gerektirir.
Sekizinci misal: Öncede geçtiği gibi, hür
kimse kısas yoluyla köleye mukabil öldürülmez. Çünkü katil, kölenin efendisinin
bir şeyini telef etmiş olmaktadır. Bunu tazmin etmesi gerekir. Tazmin (ödeme)
gerekince de kısasın yapılmaması gerekir.
Dokuzuncu misal: Gasp edilen menfaatler,
Şafii'ye göre, tazmin edilir. Çünkü gasıp (gaspeden), malikin (mal sahibinin),
örfte mal diye karşılanan birtakım menfeatlerini ortadan kaldırmıştır. Bu
sebeple benzerinin kendi malına da yapılması gerekir. Çünkü "Bir kötülüğün
cezası ona denk bir kölütüktür." ayeti bunu anlatır.
Onuncu misal: Üçüncü bir sebepten dolayı, hür bir kimse köleye karşılık
kısasen öldürülemez. O sebep de şudur. Eğer hür insan köleye mukabil
öldürülecek olsa, kısası gerektiren konularda köleye eşit olmuş olacaktır. Şu
ayet ise buna manidir: "Kim bir kötülük işlerse, onun kadar ceza
görür." (Gafîr, 40/40).
Özetle: Allah Tealâ'nın: "Bir kötülüğün cezası ona denk bir
kötülüktür." ayeti, istisna edilen ve bir delille tahsis edilenler
dışında, bütün hallerde kesinkes denkliğe riayet gerekliliğini icap ettirir.
7-
Bağışlayan ve kendisiyle
zalim arasındaki anlaşmazlığı af ile düzelten kişi için Allah Tealâ katında
büyük bir ecir vardır. "Doğrusu Allah zalimleri sevmez." ayetinden
maksat mazlumun, zalimden daha fazlasını almasının caiz olmadığına dair bir
uyarıdır. Çünkü zalim, zulmünün ötesinde masumdur (kanunen korunmuştur.)
İntikam almak bazan insanı eşitliği çiğnemeye ve haddi aşmaya götürür,
özellikle harp halinde ve tassubun alevlendiği zamanlarda. Bazen mazlum, kısas
hakkını tam almaya teşebbüs ettiğinde, zalim durumuna düşer.
8-
Mazlum, zalimden intikam
alabilir, herhangi bir muaheze, cezalandırma ve sıkıntı olmadan. Mazlumun,
zalimden hakkını bizzat kendisinin alması caiz midir? Burada üç mesele vardır.[49]
Birincisi: Kısastır. Hakimlerce bu
konuda hak sabitse, kan sahibi tarafından o hakkın yerine getirilmesi, yani
kısas yapılması caizdir. Ancak kan akıtmaya cesaretlendireceği için devlet
reisi buna yasak koyabilir. Fakat hakimce hak sabit değilse, yine diyaneten
Allah ile kendi arasında kalmak şartıyla kişinin bu cezayı vermesi caizdir,
ama kazaen (mahkemece) muaheze edilir ve işlediği fiil sebebiyle
cezalandırılır.
İkincisi: İnsanoğlunun hiçbir hakkı
olmayan, zina, hırsızlık gibi sadece Allah'ın koyduğu, belirlediği had
cezalarını gerektiren suçlar bu hakimce sabit değilse, bunlara karşı ceza
veren kişi cezalandırılır. Suç hakimce sabitse, kişi de cezayı misliyle
vermişse had düşer, ama bu cezayı kendi başına veren kişi de haddi aştığı için
ta'zir cezasına çarptırılır. Eğer ceza celd, yani dayak cezası ise kişi de bunu
yerine getirmiş ise, bununla had cezası düşmez. Bunu uygulayan kişi de muahaze
edilir.
Üçüncüsü: Malî haklar. Üzerinde malî
haklar bulunan kimse bunu biliyorsa ondan bu hakları zorla almak caizdir. Ama
bilmiyorsa, mahkeme yoluyla almak mümkünse bu yola gidilmesi gerekir. Bu hakka
şahitlik edecek kimse bulunmadığından dolayı, eğer mahkeme yoluyla almak
mümkün değilse, o zaman İmam Malik ve İmam Şafii'ye göre gizlice almak caizdir,
Ebu Hanife'ye göre ise caiz değildir.
9-
Zalimler, düşmanlıkları ve
aşırılıkları yüzünden muaheze edilir, dünyada cezaya çarptırılır. Ahirette de
onlara elem verici bir azap vardır. Bu zulüm ister canlarda, isterse mallarda
olsun, değişmez. Suçluları cezalandırma işini ancak hakim gerçekleştirebilir.
10- İbnu'l-Arabi: "Ancak
insanlara zulmedenlere ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere ceza
vardır." ayeti hakkında şöyle demiştir: Bu ayet, "Zira iyilik
edenlerin aleyhine bir yol (sorumluluk) yoktur." (Tevbe, 11/91) ayetine
karşılık olarak gelmiştir. Nasıl ki yüce Allah, iyilik edenlerden cezayı
kaldırmışsa, zulmedenler için de o sorumluluğu ortaya koymuştur.[50]
11-
Alimler, hakimin insanlara
haraçlar, vergiler ve çeşitli mali yükümlülükler yükleyerek zulmetmesi
konusunda ihtilâf etmişlerdir. Gücü yeten kimsenin -eğer haksızca konulmuşsa-
bu mükellefiyetlerden kurtulması caiz midir? Malikilerden Sahnun, hayır
demiştir. Ebu Cafer Ahmed b Nasr ed-Davudi el-Maliki ise, eğer kurtulmaya gücü
yetiyorsa evet, demiştir. Çünkü zulümde örnek yoktur. Hiç kimsenin de
başkalarına yapılacak zulmün artacağı endişesiyle zulme boyun eğmesi gerekmez.
Allah şöyle buyurmuştur: "Ancak, insanlara zulmedenlere ve yeryüzünde
haksız yere taşkınlık edenlere ceza vardır."
12-
Alimler, ırza ve mala
yapılan saldırılarda saldırıya uğrayanın karşı tarafa hakkını helâl etmesi ve
hoşgörü göstermesi hususunda farklı düşünmüşlerdir: Süleyman b. Yesar ve
Tabiinden Muhammed b. Şirin, gerek ırz ve gerekse mal konusunda bunu caiz
görmüşlerdir. İmam Malik, ırzda değil ama malda helâlleşmenin olabileceği
görüşündedir. Said b. el-Müsey-yib ise hiçbir halde malına ve ırzına
saldırılanın hakkını helâl etmemesi gerektiği görüşündedir.
Birinci görüşün delili
şudur: Bu, mazlumun kendi hakkıdır. Canına ve haysiyetine yapılan
tecavüzü affedebilir.
İkinci görüşün delili ise şudur: Mal konusunda helâlleşmek rıfka (yumuşaklığa)
sebep olur. Namus ve haysiyet konusunda helâlleşmek ise zalimlerin cüretini
artırmasına sebep olur. Bunu yanlış anlayıp aldanırlar ve çirkin işleri yapmaya
devam ederler.
Üçüncü görüşün delili: Ne mal, ne de ırz konusunda
helâlleşme vardır. Çünkü bu, Allah'ın haram kıldığını helâl saymak demektir.
Allah'ın hükmünü değiştirmek gibidir.
Doğrusu ise caiz olmasıdır. Ebu Damdam'ın hikayesi bunun delilidir. O
kendisine eza edip kötü söz söyleyen kimseye hakkını helâl edip onu
af-fetmiştir. Müslim'in Sahih'inde rivayet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Sizden biri Ebu Damdam gibi olmaktan aciz midir?"
13- Zulmen alınan malın sevabı,
ölünceye kadar sahibine, sonra varislerine aittir. Çünkü mal veraset yoluyla
onların olmaktadır.
14- Kendisine yapılan ezaya
sabreden ve bu kötülüğü yapan zalim müslüman olduğunda da Allah nzası için
intikam almayı terkederek bağışlayan kimsenin sabrı Allah'ın emrettiği
farzlardandır.
[51]
44- Allah kimi saptırırsa, bundan sonra artık onun hiçbir dostu yok-
tur. Azabı gördüklerinde zalimle- rin: Dönecek bir yol var mı? dediklerini
görürsün.
45- Ateşe arz olunurlarken onların, zilletten başlarını öne eğerek
göz ucuyla gizli gizli baktıklarını
göre- çeksin. İnananlar da: İşte asıl ziya- na uğrayanlar, kıyamet günü ken-
dilerini ve ailelerini ziyana sokanlardır, diyecekler. Kesinlikle biliniz ki,
zalimler sürekli bir azap içindedırler.
46- Onların Allah'tan başka kendileri- ne yardım edecek hiçbir dostları
yoktur. Allah kimi saptırırsa artık onun
kurtuluşa çıkan bir yolu yoktur.
"Allah kimi saptırırsa" kişi küfre razı olduğundan dolayı
Allah ona yardım etmez. Onu imana muvaffak kılmayıp sapıklığı içeresinde
bırakırsa "bundan sonra artık onun hiçbir dostu yoktur." Onu hidayete
kavuşturacak dostu yok.
"...kendilerini ve ailelerini zarara sokanlar..." Kendilerini
ve ailelerini ebedi cehennem azabına arzederek zarara sokanlar.
"Onların Allah'tan başka kendilerine yardım edecek hiçbir dostları
yoktur." Allah'ın azabını kendilerinden uzaklaştıracak yardımcıları
yoktur. "...artık onun kurtuluşa çıkan bir yolu yoktur." Hidayete,
kurtuluşa ve ahi-rette cennete giden bir yolu yoktur.
[52]
Allah Tealâ insanlara zulmedenlere ve yeryüzünde fesat çıkaranlara, bu
zulümleri ve aşırıklıkları yüzünden elem verici bir azap olduğunu beyan
ettikten sonra; kâfirlerin cehennem ateşini gördükleri zamanki durumlarını
zikretmiştir. Onlar, tekrar dünyaya dönmeyi temenni edecekler ve cehennem ateşi
karşısında perişan ve korkmuş bir halde duracaklardır. Kendilerini cehennem
azabından kurtaracak yardımcılar bulamadan, azapta ebedî kalarak korkunç
hüsranları ortaya çıkacaktır. Ayetler, dalâlette bırakmanın Allah tarafından
olduğunu beyanla başlayıp yine onunla sona ermiştir. Aynı zamanda hidayetin de
Allah'tan başka hiç kimsenin kudreti dahilinde olmadığını beyan etmiştir.
[53]
"Allah kimi saptınrsa, bundan sonra artık onun hiçbir dostu
yoktur." Yani Allah, hayra ve imana kabiliyeti olmaması, masiyet ve
günahları işlemesi sebebiyle bir kimseyi dalâlette bırakarak ondan yardımını
esirgerse, ona doğruyu gösterip yardım edecek, elinden tutup kurtuluş yoluna
iletecek hiçbir dostu olmaz. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Kimi
de hidayetten mahrum ederse, artık onu doğruya yöneltecek bir dost bulamazsın."
(Kehf, 18/17). Bu, kâfirlerin durumunu tahkirdir ve kâinatta hidayet, dalâlet
vs. ne varsa hepsinin Allah'ın iradesi ile meydana geldiğini beyan etmekte ve
Peygamber (s.a.)'in Allah'a iman davetinden yüzçevirenlerin hallerini ortaya
çıkarmaktadır. Böylece Allah acizlikle vasıflanmamış olmaktadır. Allah'ın
dilediği olur, dilemediği olmaz.
Sonra Allah Tealâ ahirette zalimlerin ve Allah'a şirk koşanların hallerini
haber verdi ve şöyle buyurdu:
1-
"Azabı gördüklerinde
zalimlerin: Dönecek bir yol var mı? dediklerini görürsün." Yani Allah'ı
inkâr edip, öldükten sonra dirilmeyi yalanlayan kâfir ve müşrikleri, cehenneme
bakıp azabı gördüklerinde, tekrar dönüş yolu var mı? diyerek her hangi bir
yoldan tekrar dünyaya dönme temennisinde bulunduklarını görürsün. Ayetin
benzeri diğer bir ayet şudur: "Onların ateşin karşısında durdurulup: Ah,
keşke dünyaya geri gönderilsek de bir daha Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak
ve inanlardan olsak, dediklerini görürsün. Hayır! Daha önce gizlemekte
oldukları şeyler (günahlar) kendilerine göründü, eğer (dünyaya) geri
gönderilseler yine kendileri yasak edilen şeylere döneceklerdir. Zira onlar
gerçekten yalancıdırlar." (En'am, 6/27-28).
2-
"Ateşe arzolunurlarken
onların, zilletten başlarını öne eğerek göz ucuyla gizli gizli baktıklarını
göreceksin." Onların korku ve zillet içerisinde cehenneme arzedüdiklerinde
korkunun şiddetinden dolayı cehenneme göz ucuyla baktıklarını görürsün. Azaptan
korkmanın durumu böyledir.
3-
"İnanlar da: İşte asıl
ziyana uğrayanlar, kıyamet günü kendilerini ve ailelerini ziyana sokanlardır,
diyecekler." Müminler, kıyamet gününde onları bu halde gördüklerinde,
büyük ziyana uğrayanlar cehenneme girip orada ebedî kalarak kendilerini ve
ailelerini zarara sokanlardır, diyecekler. Bu yoruma göre "kıyamet
günü" terkibinin, "diyecekler..." fiiline bağlı olması da
doğrudur. Bu durumda müminlerin bu sözü kıyamet gününde değilde, dünyada
söylenmiş olur. Ama birinci yorum daha açıktır.
Kendilerini zarara sokmaları, kurtuluş ümidi olmaksızın, cehennemde azap görecek olmaları sebebiyledir. Aileleri açısından zarara uğramaları ise şöyledir: Eğer aileleri kendileriyle beraber cehennemde ise, onlardan yararlanamayacaklar. Çünkü onların ceza görmesine sebep sadece kendileridir. Eğer cennette olurlarsa o zaman zaten aralan ayrılmış olacaktır.
4-
"Kesinlikle biliniz ki,
zalimler sürekli bir azap içindedirler." Yani şunu kesinlikle biliniz ki
kâfirler, sona ermeyen devamlı bir azap içerisindedirler, ondan çıkamayacaklar
ve kurtulamayacaklardır. Bu ifade müminlerin, kâfirler hakkında
söylediklerinin bir devamı mahiyetinde veya Allah'ın müminleri tasdik
ettiğinin bir ifadesi olup Allah'ın bir sözüdür.
5-
"Onların Allah'tan başka
kendilerine yardım edecek hiçbir dostları yoktur." Yani onların
kendilerini bulundukları azaptan kurtaracak Allah'tan başka ne bir
yardımcıları ne de bir dostları vardır.
6-
"Allah, kimi saptırırsa
artık onun kurtuluşa çıkan bir yolu yoktur." Allah, onu gelecekteki
tercihini ve günahlar işleyeceğini ezelî ilmiyle bildiği için bir kimseyi
imana muvaffak olmaktan engellerse, onun kurtuluşuna ve cennete gitmesine asla
yol yoktur. Bu olayların gerçekleşmesinde de asla bir gariplik yoktur. Çünkü
bizzat onlar iman ve hak yoldan sapmış, inhiraf etmişlerdir.
[54]
1- Allah'a iman etmekten yüz
çevirmesi, akrabalara sevgi göstermemesi, öldükten sonra dirilmeyi yalanlaması
ve dünya malının çok basit birşey olduğunu idrak edememesi yüzünden Allah'ın
yardımını esirgediği kimseye yardım edip kurtaracak ve ona doğruyu gösterecek
hiç kimse yoktur.
2- Müminler, zalim ve
kâfirleri ateş kendilerine gösterildiğinde uğrayacakları zillet sebebiyle hor
ve hakir bir halde Allah'a itaat etmek için tekrar dünyaya döndürülmeyi
isterken göreceklerdir. Ama kâfirlerin bu isteklerine cevap verilmeyecektir.
3-
Yine kâfirler zelil ve
aşağılık kimseler olarak boyunlarını büke büke göz ucuyla bakar durumda
cehenneme arzedilirken müminler tarafından görüleceklerdir.
4- Cennetteki müminler,
kâfirlerin başlarına gelen felâketi görünce şöyle diyeceklerdir: Gerçekte
hüsran bu kâfirlerin başlarına gelenlerdir. Çünkü bunlar, ebedî azapta
kalacakları için, hem kendilerini zarara sokmuşlar hem de aileleri açısından
ziyana uğramışlardır. Çünkü aileleri ce-hennemlikse, onlardan yararlanamayacak,
cennette olurlarsa zaten aralarında sürekli bir ayrılık olacaktır. Şu iyice
bilinmelidir ki, bu zalimler, kesintisiz davamlı bir azap içerisindedir.
5-
Bu kâfir ve zalimleri
Allah'ın azabından kurtaracak yar ve yardımcıları yoktur. Allah yanında
kendilerine şefaat eder düşüncesiyle tapmakta oldukları putların da her hangi
bir yardımı olmayacaktır. "Zalimlerin ne dostu ne de sözü dinlenir
şefaatçisi vardır." (Mü'min, 40/18). Allah, kimi dalâlette bırakır, ona
yardım etmezse, dünyada onu hakka, ahirette de cennete ulaştıracak hiçbir yol
yoktur. Çünkü onun kurtuluş yolu kapanmıştır.
[55]
47- Allah'tan geri çevrilmesi imkânsız bir gün gelmezden önce Rabbi-nize uyun. Çünkü o gün hiçbiriniz sığınacak bir yer bulamazsınız, itiraz da edemezsiniz.
48- Eğer onlar yüz çevirirlerse, bilesin ki biz seni onların üzerine
bekçi göndermedik. Sana düşen sadece duyurmaktır. Biz insana katımızdan bir
rahmet tattırdığımız zaman ona sevinir. Ama elleriyle yaptıkları yüzünden
başlarına bir kötülük gelirse, işte o zaman insan pek nankördür.
49- Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Dilediğini yaratır; dilediğine
kız çocukları, dilediğine de erkek çocukları bahşeder.
50- Yahut onları, hem erkek hem kız çocukları olmak üzere çift yaratır.
Dilediğini de kısır kılar, O her şeyi bilendir, her şeye gücü yetendir.
"...dilediğine kız çocukları, dilediğine de erkek çocukları bahşeder.
Yahut onları hem erkek, hem de kız çocukları olmak üzere çift yaratır..."
cümlelerinde "taksim" diye isimlendirilen bir edebî sanat vardır.
[56]
"Allah'tan geri çevrilmesi imkânsız bir gün gelmezden önce"
kıyamet günü, Allah bir kere hükmünü verdi mi, onu kimsenin geri çeviremediği
kıyamet günü gelmezden önce "Rabbinize uyun" Rabbinizin, tevhit ve
sadece kendisine kulluk konusunda, kurtuluşunuza vesile olacak çağrılarına kulak
veriniz.
"Eğer onlar" kabul etmekten "yüz çevirirlerse biz seni
onların üzerine bekçi göndermedik." onların gözeticisi ve amellerinin
denetleyicisi olarak göndermedik. "Sana düşen sadece duyurmaktır."
sana düşen sadece risaleti tebliğ etmekti; sen de zaten onu tebliğ ettin.
""Elleriyle yaptıkları yüzünden" daha önce yaptıkları günahları
ve suçları sebebiyle. "Elleriyle yaptıkları" tabiri bir mecazdır.
Fiillerin pek çoğu ellerle işlendiğinden böyle denilmektedir. "Başlarına
bir kötülük gelirse" başlarına hastalık, fakirlik, korku veya bir aziz
dostun ölümü gibi musibetler gelirse "insan pek nankördür." Allah'ın
verdiği nimeti unutup inkâr eder, daima başına gelen felâketi hatırlar,
hatırlar da onu büyütür, ama hiç sebebini düşünmez. Bu durum günahkâr
kimselere has bir haldir. Bu günahkâr kişiler "insan" kavramının
içine girdiği için böyle ifade edilmiştir.
"Dilediğine kız çocukları, dilediğine de erkek çocukları bahşeder.
Yahut onları, hem erkek hem de kız çocukları olmak üzere çift yaratır,
dilediğini de kısır yaratır." Her şeyin maliki olan Allah, insanların
bazısına sadece kız çocukları veya sadece erkek çocukları bahşeder veya onlara
hem erkek, hem de kız çocukları nasip eder, ya da dilediklerini kısır yapar
onların hiç çocukları olmaz. Allah evlât açısından kullarının durumunu iradesi
gereği dört farklı sınıfa ayırmıştır.
[57]
Allah Tealâ, müminleri müjdeleyip, kâfirleri tehdit ederek cehennem
ateşi karşısında kâfirlerin vaziyetini beyan ettikten sonra hedef ve gayeyi de
belirtti ki, o da: Allah'ın tevhit ve samimi kulluk davetine icabettir. Allah
Tealâ bunu yaparken onları kıyametin dehşetinden ve korkularından sakındırdı,
davetinden yüz çevirdikleri takdirde kendilerine değer verilmeyeceğini ayrıca
nimeti inkâr etmenin insanın tabiatında bulunduğunu açıkladı. Böylece Allah
onların gerçeklerden yüz çevirmelerinin ve batıl mezheplerinde ısrar
etmelerinin sebeplerini belirlemiş oldu. Daha sonra kâinattaki hakimiyetine
delil olması için çocuk ihsan etmesinden bir örnek zikretti.
[58]
"Allah'tan geri çevrilmesi imkânsız bir gün gelmeden önce
Rabbinize uyun." Rabbinizin kendisine, kitaplarına ve Rasullerine iman
davetine uyu1 nuz ve Allah Rasulü (s.a.)'nün size getirdiklerine kıyamet günü
gelmeden önce tabi olunuz. O gün geldiğinde, onu engelleyecek ve geri çevirecek
kimse bulunmayacaktır. Yahut, Allah o gün hakkında hükmünü verdikten sonra bu
hükmünden geri dönmeyecektir. O gün kıyamet günüdür. "Çünkü o gün,
hiçbiriniz sığınacak bir yer bulamazsınız, itiraz da edemezsiniz." Yani, o
gün geldiğinde sizin içinde korunacağınız bir kaleniz veya sığınacağınız bir
barınağınız olmayacaktır. O gün başınıza gelen azabı pretosto edecek kimseyi
bulamayacasınız ve amel defterlerinizde yazılı bulunduğu ve azalarınız
şahitlik edeceği için, yaptığınız kötülüklerden hiçbir şeyi de inkâr edemeyeceksiniz.
O halde Allah'ın azabından yine ancak Allah'a sığınmak mümkündür. Nitekim Allah
Tealâ şöyle buyurmuştur: "O gün insan kaçacak yer neresi, diyecektir.
Hayır, hayır! (kaçıp) sığınacak yer yoktur. O gün varıp durulacak yer, sadece
Rabbinizin huzurudur." (Kıyame, 75/10-12).
"Eğer yüz çevirirlerse, bilesin ki biz seni onların üzerine bekçi
göndermedik, sana düşen sadece uyarmaktır." Müşrikler Allah ve Rasul'ünün
davetini kabul etmek istemezler ve yüz çevirirlerse, ey Rasul! Seni onlara vekil
olarak göndermedik. Sen onları hesaba çekmek için, amellerini kaydeden,
onların murakıbı olan bir insan da değilsin. Sana düşen ancak seninle
gönderdiğimiz dini onlara tebliğ etmendir; başka bir şey değil.
Bu ayetin benzerleri çoktur, meselâ: "Sen onların üzerinde bir
zorba değilsin." (Gaşiye, 88/22), "(Ya Muhammed) onları doğru yola
iletmek sana ait değildir. Lâkin Allah dilediğini doğru yola iletir."
(Bakara, 2/272), "Sana ancak (Allah'ın emirlerini) tebliğ etmek düşer.
Hesap yalnız bize aittir." (Ra'd, 13/40).
Bütün bunlar Allah'tan Rasul'üne (s.a.) bir tesellidir. Sonra yüce
Allah kâfirlerin batıl mezhepleri üzerindeki ısrarlarını beyan etmiştir ki bu
durum bazı insanların tabiatıdır. Allah şöyle buyurdu: "Biz insana
katımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinir. Ama elleriyle
yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse, işte o zaman insan pek
nankördür." Yani biz insana kendimizden bir nimet verdiğimiz ve onu
sağlık, güven, bol rızık vb. rahatlıklara garkettiğimiz zaman buna sevinir. İşlemiş
olduğu kötülük ve günahlar sebebiyle kıtlık, felâket, belâ, şiddet, hastalık
ve fakirlik gibi bir musibete uğradığında insanoğlu daha önceki nimetleri
gerçekten inkâr eder, unutur; başına gelen zarar dolayısıyla o nimeti
hatırlamaz, sadece içerisinde bulunduğu anı bilir. Kendisine bir nimet verilse
şımarır, meşakkat ve zorluğa düşse, ümidini keser. Ayette geçen
"kefûr" nimetleri inkâr etmekte ve nankörlükte aşırı giden kimse
demektir. Bu hüküm kadın erkek herkesi kapsamakla birlikte kadınlarla ilgili
olarak Müslim ve İbni Mace'nin İbni Ömer'den rivayet ettikleri bir hadiste
Peygamberimiz (s.a.) kadınlara şöyle demiştir: "Ey kadınlar cemaati!
Tasaddukta bulununuz (sadaka veriniz.) Çünkü ben, cehennem ehlinin çoğunun
sizler olduğunu gördüm. Bunun üzerine bir kadın: "Niçin ey Allah'ın
Rasulü!" diye sordu. Allah Rasulü (s.a.)'de: "Çünkü siz çok şikâyet
edersiniz ve kocalarınıza nankörlükte bulunursunuz" şeklinde cevap verdi.
Siz, onlardan birine hayatınız boyunca iyilikte bulunsanız da sonra bir gün bu
iyiliği yapmasanız, kadın "Senden zaten hiçbir hayır görmedim ki!
der."
Salih mümin tavrı ise Ahmed b. Hanbel ve Müslim'in Suhayb'den rivayet
ettiği hadiste Peygamberimiz (s.a.)'in söylediği gibidir: "Mümine
sevindirici bir şey gelse, şükreder, bu onun için hayır olur; zararlı bir şey
isabet etse sabreder, bu da onun için hayırlıdır. Bu durum sadece mümine
hastır."
Sonra Allah Tealâ kişiyi dünya, mal ve makam ile gururlanmaktan sakındırdı
ve her şeyin, nimetlerin, Allah'ın mülkü ve nimeti olduğunu beyan ederek şöyle
buyurdu: "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır." Yani göklerin ve
yerin yaratıcısı, maliki (sahibi) ve bu ikisinde dilediği tasarrufu yapacak
olan Allah'tır. Allah'ın dilediği olur, dilemediği olmaz. İstediğine verir,
istediğine vermez. Allah'ın verdiğini engelleyecek, vermediğini de verecek
yoktur. "Dilediğini yaratır, dilediğine kız çocukları, dilediğine de erkek
çocukları bahşeder. Yahut onları hem erkek hem de kız çocukları olmak üzere
çift yaratır. Dilediğini de kısır kılar. O her şeyi bilendir, her şeye gücü
yetendir." Yani Allah Tealâ dilediğini yaratır. Dilediğine sadece kız
çocukları, dilediğine sadece erkek çocukları nasip eder, dilediği insanlara da
her iki sınıftan, hem erkek ve hem de kız evlâtları verir. Dilediğini kısır
kılar, onun çocuğu olmaz. Çünkü mülk Onun mülküdür. O hikmet ve maslahata
uygun olarak verir. İlmine veya hikmetine göre, insanlarda dilediği farklılığı
yapmaya gücü yeter. "Akim" hem erkek, hem de kadın için kullanılır ve
kısır manasmdadır.
Allah Tealâ, erkeklere göre daha zayıf ve narin yaratılmış olmaları sebebiyle
kendilerine itina ve ihtimam gösterilmesi gereken kız çocuklarını önce
zikretti. Ayrıca aynı zamanda erkek çocukları olduğunda sevinen, kız çocukları
olduğunda üzülen ve kızlardan nefret eden Araplara da böylece cevap vermiş
oldu. Bir kısım insanlara sadece kız çocukları bir kısımlarına da yalnızca
erkek çocukları verilmesinde hibe lafzı "Yehebu" (bağışlar) kullanılmış;
her iki cinsten birlikte verilmesi ifade edilirken de bir araya gelmeyi ifade eden
"ev yüzevvicühüm" (onlar çift kılar) kelimesi kullanılmıştır. Yani
Allah Tealâ kız ve erkek çocuklarını birlikte verir ve onları çift kılar. Biri
diğeri ile beraber olan iki şey bir birine eş sayılır.
Kısırlık tabiri, zahiri sebepler eksiksiz olmakla birlikte Allah'ın
çocuk vermemekteki kudretini gösterir.
Müfessirlerin çoğuna göre bu hüküm, tüm insanlar hakkında geçerlidir.
Çünkü bu hali bir kısım insanlara tahsis etmenin anlamı yoktur. Zaten bundan
maksad da, dilediği ve istediği gibi eşyayı yaratmakta Allah'ın kudretinin
geçerli olduğunu, beyan etmektir. Ancak müfessirler, üzülen ve zorda kalan
kimselere teselli olması için her bir hale birtakım misaller vermişlerdir:
Birinci duruma misal Lût ve Şuayb (a.s.)'dir. Her ikisinin de sadece
kızları, Lût (a.s.)'un iki kızı vardı.
İkinci duruma misal İbrahim (a.s.)'dir. Onun sadece erkek evlâtları
vardı. Bunların sayısı sekiz idi.
Üçüncü duruma misal Muhammed (s.a.)'dir. Onun da dört oğlu dört kızı
vardı. Oğulları: Kasım, Tahir, Abdullah ve İbrahim'dir. Kızları: Zeynep,
Rukayye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma'dır. İbrahim hariç çocuklarının
hepsi Hz. Hatice'den, İbrahim ise Mısırlı (kıbti) Mariye'dendir.
Dördüncü duruma misal İsa ve Yahya (a.s.)'dır.
Vasile b. el-Eska şöyle demiştir: Allah'ın bir kadına erkek evlâttan önce
kız evlât vermesi o kadının hayrı ve bereketidir. Çünkü Allah: "... dilediğine
kız çocukları, dilediğine de erkek çocukları bahşeder." diyerek önce kız
çocuklarla başlamıştır.
[59]
1- Allah Tealâ bir defa hüküm
verip kendi nezdinde belli bir süre belirledikten sonra, kimsenin
engelleyemiyeceği kıyamet günü ile
aniden karşılaşmadan önce, tüm insanlara gerekli olan Allah'ın iman ve itaat davetine
kulak verip icabet etmektir. O günde Allah'ın azabından kurtaracak bir merci ve
yardım edecek bir kimse yoktur.
2- İnsan, inanmak istemez yüz
çevirirse, Paygamber (s.a.) onları zorla imana sokabilecek bir görevli
değildir. Ayrıca hesaba çekebilmek için onların amellerini kaydeden biri de
değildir. Ona düşen sadece uyarmaktır.
3- Kâfir insanın tabiatı garip
ve tuhaftır. Allah'ın rahmetine nail olup bolluk, sağlık ve nimete kavuştuğunda
sevinir, şımarır. İşlediği suçlardan dolayı belâ ve musibete duçar olduğunda
ise, nimeti inkâr eder, başına gelen musibetleri sayar döker ve daha önceki
nimetleri unutur.
4-
Allah Tealâ göklerin ve
yerin ve ikisi içinde bulunanların malikidir. Mülkünde mükemmel ilminin ve
üstün hikmetinin gereği olarak dilediğini yapar, istediği tasarrufta bulunur.
İstediğine sadece kız evlâtlar, istediğine yalnızca erkek evlâtlar bahşeder.
İstediğine de her ikisini birden verir, dilediğini kısır yapar, çocuksuz
bırakır.
"Hünsa" ise kendisinde erkeklik ve dişiliği birlikte
bulunduran kimsedir. Cerrahi bir müdahaleyle iki taraftan biri diğerine üstün
kılınır. Eskiden bu tip insan hakkında küçük abdest bozduğu yere göre hüküm
verilirdi. İbni Abbas'm Peygamberimiz (s.a.)'den rivayetine göre Efendimiz'e
hem erkeklik hem de kadınlık (dişilik) uzvu olan bir çocuk hakkında: "Neye
göre kendisine mirasçı olunur." diye sorulmuş; Peygamberimiz (s.a.)'de:
"Küçük abdestini bozduğu yere göre." buyurmuştur. Kur'an-ı Kerim,
mahlûkat arasında çoğunlukta olanı zikretmekle yetinip, nadir olanı
anlatmamıştır. Çünkü bu nadir olan akim=kısır olanın dışında, ilk sözün şümulü
altına girmektedir.
[60]
51- Allah bir insanla ancak
vahiy yoluyla veya perde arkasından ko-
nuşur, yahut bir elçi gönderip iz- niyle ona dilediğini vahyeder. O yü- cedir,
hakimdir.
52- işte böylece sana da emrimizle
ruhu vahyettik. Sen kitap nedir,
iman nedir bilmezdin. Fakat biz
onu, kullarımızdan dilediğimizi
kendisiyle doğru yola eriştirdiğimz nur kıldık. Şüphesiz ki sen doğru bir yolu göstermektesin.
53- (O yol) goklerin ve yerin
sahibi olan Allah'ın yoludur. Dikkat
edin, bütün işler sonunda Allah'a döner.
"Hakim" ve "müstakim" kelimeleri arasında belagatta
"tevafuku'1-fe-vasil" yani ayet sonlarının ses bakımından birbirine
uyması denilen bir sanat vardır.
[61]
"Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla": Vahiy lügatte,
süratle idrak edilen, algılanan gizli bir sözdür. Ya da uyanıklık veya uyku
halinde ilham ile kalbe bir şeyi koymak demektir. Vahiy, miraç hadisinde olduğu
gibi yüz yüze gelerek meydana gelebileceği gibi rü'yet hadisinde (Peygamber'in
(s.a.) Allah'ı gördüğüne dair hadis) vadedilenleri de içerir. Ayrıca Tur
dağında ve mukaddes vadi Tuva'da Hz. Musa (a.s.) ile Allah arasında meydana
gelen konuşmayı da içine alır. "veya perde arkasından konuşur." veya
Hz. Musa (a.s.) için olduğu gibi, peygamber Allah'ı görmeksizin, Allah'ın
sözünü ona duyurması şeklindeki vahiy ve ayet, ahirette Allah'ın
görülmeyeceğine değil, görülebileceğine delildir, "yahut bir elçi
gönderip" veya Cebrail (a.s.) gibi bir melek elçiyi göndererek,
"izniyle ona dilediğini vahyeder." Yani o elçi melek konuşarak
gönderildiği peygambere Allah'ın izniyle Allah'ın dilediğini vahyeder. "O
yücedir, hakimdir." Yarattıklarının özelliklerinden pek yücedir,
hikmetinin gereğini yapar, peygamberleriyle bazen vasıtalı, bazen vasıtasız
konuşur; ya görerek veya bir perde arkasından vahyeder.
"İşte böylece" yani senden önceki peygamberlere vahyettiğimiz
gibi "sana da emrimizle ruhu vahyettik." Vahiy olan Kur'an'a
"Ruh" tabirinin kullanılması, kalplerin onunla hayat bulacak
olmasından dolayıdır. "Sen" Sana vahyedilmeden önce. "kitap
nedir" Kur'an nedir, "iman nedir" yani vahyedilen ahkam ve
hükümleri içeren doğru inancın hakikatini "bilmezdin. Şüphesiz ki sen
doğru bir yolu göstermektesin." Yani sana vahyedilen-lerle sen insanları
İslâm'a davet etmektesin. "Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a
döner." Ayetin bu bölümünde, itaat eden müminlere müjde, günahkârlara da
bir tehdit vardır.
[62]
"Allah bir insanla ancak ..." ayetinin (51. ayet) nüzul
sebebiyle ilgili olarak şöyle bir rivayet bulunmaktadır. Yahudiler,
Peygamberimiz'e (s.a.): "Eğer sen peygambersen Musa'nın konuştuğu gibi,
sen de Allah ile konuşup, O'na baksana!" dediler. Bunun üzerine bu ayet
indi ve Peygamberimiz (s.a.): "Musa (a.s.) Allah'a bakmamıştır." buyurdu.
[63]
Allah Tealâ eksiksiz kudretinin, ilim, hikmet ve gözle görülen maddi
nimetinin delillerini beyan ettikten sonra, insanların bir bölümünü teşkil eden
nebiler ve rasullere has olan ruhî, manevi nimetleri de Peygamberlerine, vahyin
çeşitli şekilleriyle bildirmiştir. Allah Tealâ şunu açakça ortaya koymuştur ki;
beşerin durumunu düzelten, onları gerçeğe ileten şer'î hükümleri içerisinde
bulunduran Kur'an-ı Kerim'in Peygamber (s.a.)'e vahye-dilişi, daha önceki
Peygamberlere vahyedilene benzemektedir. Surenin bu şekilde sona ermesi,
başlangıcıyla uyum arzetmektedir.
[64]
"Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından
konuşur, yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder. O, yücedir,
hakimdir." Yani Allah Tealâ'mn hiçbir beşerle vahiy veya bir perde
gerisinden söylenilen bir sözü duyma dışında konuşması doğru değildir. Allah
Tealâ dünyada herhangi bir beşerle ancak üç şekilden biriyle konuşur:
Birincisi vahiydir. İlham ve kalbe birtakım manaların konması anlamına
da gelen vahiy, çoğu kez uyanık halde, bazen de İbrahim (a.s.)'in rüyada
oğlunu kurban ettiğini görmesi gibi, uykuda olur. Bazen de Hz. Musa'nın (a.s.)
anasına ilham edildiği gibi, sadece ilham anlamına gelir.
İkincisi, bir perde, engel arkasından söylenen sözü işitmektir. Bu vahiy
Allah'ın peygamberine, görülmediği bir yerden vasıtasız olarak sözü duyurması
şeklinde olur ve peygamber kendisine duyurulan bu sözün kesinlikle Allah'ın
kelâmı olduğunu bilir. Nitekim Musa (a.s.) Rabbi ile bu şekilde konuşmuş,
Allah da bunu -bir ayetinde olduğu gibi- vahiy diye isimlendirmiştir: "Ya
Musa! Şimdi vahyedilene kulak ver." (Taha, 20/13). Hz. Musa Allah ile
konuştuktan sonra Onu görmek istemiş Allah Tealâ da bu görmenin Önüne bir perde
çekmiştir.
Üçüncüsü, Meleklerden bir elçinin gönderilmesiyle olur. Bu elçi ya
Cebrail veya bir başkasıdır. O elçi melek, beşer olan peygambere Allah'ın emri
ve kolaylaştırmasıyla, vahyetmek istediği şeyi vahyeder. Nitekim Cebrail (a.s.)
ve diğer melekler peygamberlere vahiy indirirlerdi.
Şüphesiz ki Allah, yaratıkların sıfatlarından yücedir, eksik niteliklerinden
münezzehtir. Hikmetinin gerektirdiğini yapar, bütün hükümlerinde hikmet
sahibidir. Vahyi, vasıtalı da gönderir, vasıtasız da.
Bu üç vahiy şeklinin her birinde peygamber kesinlikle bilir ki, şüphesiz
vahyin kaynağı yalnızca Allah'tır. Nitekim, İbn Hibban'ın Sahih'inde Rasulullah
(s.a.)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Şüphesiz Ruhu'l-Kudüs (Cebrail
a.s.) kalbime şu sözü nefh etti. Hiçbir nefis, rızkını ve ömür süresini
tamamlamadan ölmez. O halde Allah'tan korkunuz, rızkınızı, güzel, meşru ve
insanlığa lâyık yollarda arayınız."
Sünnette Peygamber (s.a.)'e gelen vahiy şekillerinin izahı şüphesiz yerini
almıştır. Daha önce de geçtiği gibi, Buhari Sahih'inde Aişe (r.a.)'den şunu
rivayet etmiştir: "Haris b. Hişam Rasulullah'a ey Allah'ın Rasulü! Sana
vahiy nasıl gelir? diye sordu. Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: Bazı zamanlarda
bana çıngırak sesi gibi gelir ki, bana en ağır geleni de budur. Benden o hal
zail olur olmaz (meleğin) bana söylediğini iyice bellemiş olurum. Bazı
zamanlarda da melek bana bir insan olarak gözükür, benimle konuşur. Ben de
söylediğini iyice bellerim. "Aişe (r.a.) dedi ki: Allah Rasul'ünü (s.a.)
çok soğuk bir günde kendisine vahiy nazil olurken gördüm. İşte böyle soğuk bir
günde bile kendisinden o hal geçtiği vakit şakaklarından terler
boşanırdı."
Sonra yüce Allah, Peygamberimiz (s.a.) ile önceki peygamberler arasındaki
vahiy benzerliğini zikrederek şöyle buyurdu: "İşte böylece sana da emrimizle
Kuranı vahyettik." Yani diğer peygamberlere daha önce vahiyde bulunduğumuz
gibi, sana da Allah'ın emri olan ve insanlara doğruyu gösterdiği için
gönüllere hayat veren bu Kur'an'ı vahyettik. Küfrün yok olmasından sonra bu
Kur'an'da mutlu bir hayat vardır. O Kur'anın inişi iki zaman arasında ayırıcı
bir çizgi olmuştur. Araplar ve Müslümanlar onunla gaflet uykularından
uyanmışlar, yüksek ve şerefli bir medeniyet kurmuşlardır.
"Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu
kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur
kıldık." Yani ey Peygamber! Sen, sana vahiy indirilmeden önce Kur'anı,
imanın manasını, dinî hükümlerin tafsilatını bilmezdin. Burada "...iman
nedir bilmezdin." denilerek özellikle imandan söz edildi. Çünkü iman,
Allah'a ve hükümlerine inanmanın esasıdır.
Fakat sana vahyettiğimiz bu Kuranı, hidayetini dilediğimiz kimseleri
doğruya ulaştıracağımız, cehalet ve sapıklık karanlıklarından hidayet ve bilgi
aydınlığına çıkaracağımız ve hak dine irşat edeceğimiz bir ışık ve nur kıldık.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "De ki: O, inananlar için doğru yolu
gösteren bir kılavuzdur ve şifadır." (Fussilet, 41/44), "Biz, Kur'an
dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müminler için şifa ve rahmettir..."
(İsra, 17/82), "Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir
şifa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir." (Yunus, 10/57).
"Şüphesiz ki, sen doğru bir yolu göstermektesin." "(O
yol) göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın yoludur." Yani ey Muhammedi
Sen, bu çeşit vahiylerle insanları sağlıklı bir yola ve sarsılmaz gerçeğe
iletirsin. Bu gerçek, Allah'ın emrettiği hükümleri, göklerin ve yerin
hakimiyeti ancak kendisinin olan Allah'ın yoludur. Göklerde ve yerde yegâne
tasarruf sahibi onların Rabbi ve hükmünün takipçisi bulunmayan tek hakim olan
Allah'tır. Ayette "sırat" kelimesinin Lafza-ı Celâle (Allah lafzına)
izafeti, o sıratı= yolu yüceltmek içindir.
"...Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner." Yani
dikkat edin, ey yaratılanlar, kıyamet gününde bütün işler, başkasına değil,
ancak Allah'a dönecektir. Allah da o meseleler hakkında adaletle hükmünü
verecektir. Bu ifade, doğruyu bulmuş muttaki müminlere bir müjde, zalim
kâfirlere de bir tehdittir.
[65]
1- Nebilere ve Rasullere
yapılan vahiy şekilleri üçe ayrılır;
Birincisi: Doğrudan ilham etmek,
delâleti umumi olan, şer'î niteliği bulunan ve gönülde yerleşen manaları kalbe
koymaktır.
İkincisi: Allah'ın peygamberine
sözünü vasıtasız duyurmasıdır.
Üçüncüsü: Cebrail'in gönderilişi
gibi, risaleti tebliğ için meleklerden bir elçi gönderilmesidir.
2- Mutezile, vahyin bu üç türe
tahsis edilmesinden, ahirette Allah'ın görülmesinin caiz olmadığını
çıkarmıştır. Çünkü Allah Tealâ'nın gözükmesi caiz olsaydı, kul Onu görür
olduğu halde Onun kulu ile konuşması caiz olurdu. Böylece fazladan dördüncü bir
kısım ortaya çıkacaktı. Halbuki Allah: "Allah bir insanla ancak şu üç
şekilde konuşur..." ayetiyle bunu reddetmiştir.
Cevap ayetteki kayıttadır. O da şudur: "Allah, "dünyada"
bir insanla ancak bu üç şekilde konuşur..." Bu kayıt, ayetin siyakından
(üslûbun gelişinden) anlaşılmaktadır. Kıyamet gününde Allah'ın
görülebileceğini ifade eden ayetlerle bu ayet arasını uzlaştırmak için bu yola
gitmek de gereklidir. Nitekim bir ayette şöyle buyurulmaktadır: "Öyle
yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Rablerine bakacaklardır.
(O'nu göreceklerdir.) (Kıyamet, 75/22-23).
3- İmam Malik ve en-Nehai "Yahut bir elçi gönderip..." ayetiyle şu içtihatlarda bulunmuştur: Bir insanla konuşmamaya yemin eden kimse, ona elçi gönderirse, yemininde hanis olmuş (yeminini bozmuş) olur. Çünkü gönderilen elçi, elçi olarak gittiği kimseyle kendisini gönderenin adına konuşur. Ancak yemin eden kimse yüz yüze gelerek konuşmayı kastetmişse işte o zaman elçi göndermekle yeminini bozmuş olmaz. İbni Abdilberr de şöyle demiştir: "Birisiyle konuşmamaya yemin eden kimse, ona kasten veya sehven selâm verse; ya da konuşmamaya yemin ettiği kimsenin içinde bulunduğu bir topluluğa selâm verse bu durumda yeminini bozmuş olur." Bütün bunlar İmam Malik'e göredir. Aslında ona elçi gönderse, ya da namazda iken selâm verse, yemini bozulmuş olmaz.
4- Ehl-i hakka göre doğru olan
şudur: Melek, peygambere vahyi bildirirken, o esnada şeytanın batıl bir şeyi
peygamberin kalbine atmaya gücü yetmez. Melekler, kendilerini çeşitli
şekillerde gösterebilme gücüne sahiptirler. Allah'ın İblis'le (Şeytanla)
vasıtasız olarak konuşması, Allah Te-alâ'nm ona vahyi diye adlandırılamaz.
5- Vahiy gerçeği, bütün
peygamberlere göre aynıdır, birdir. Ancak görüntüleri ve çeşitleri farklıdır.
Ayet, burada bunlardan sadece üç tanesini zikretmiştir.
6-
"...bilmezdin..."
ayetinin zahiri, (dış, ilk anlamı) peygamberin, vahye mazhar olmadan önce,
imanla muttasıf olmadığını gösterir. Ancak işin doğrusu peygamberlerin,
peygamberlikten önce de Allah ve sıfatlan hakkında bilgisizlikten ve bu konuda
herhangi bir şüpheden masum (korunmuş) olmalarıdır. Peygamberlerle ilgili
çeşitli haberler, doğduklarından itibaren onların bu eksiklikten münezzeh
oluşları, tevhit ve iman üzere yetiştikleri konusunda, birbirlerini teyid
etmektedir. Buradaki imandan maksat ilâhi vahye dayanan şer'î hükümlerdir. Yani
bu şer'î hükümlere iman adı verilmiştir. Nitekim Allah Tealâ'nın şu ayetinde
olduğu gibi: "...Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir."
(Bakara, 2/143). İman, burada namaz yerinde kullanılmıştır.
Ayet, Peygamber (s.a.)'imizin, peygamberlikten önce herhangi bir dinle
mükellef olmadığına delildir. Mutezile o her hangi bir din üzerine olmalıdır,
görüşünü benimsemişler; ancak o dinin bizzat kendisi bizce malum değildir,
demişlerdir. Mutezile'nin bu görüşü aklen caiz ise de buna kesin bir delil
yoktur.
Kurtubî demiştir ki: Kesin olan şudur: Peygamber (s.a.) önceki hiçbir peygambere onun ümmetinden olmasını gerektirecek şekilde bağlı olmadığı gibi, onların diniyle de muhatap ve mükellef değildi. Bilakis onun şeriatı
bizatihi müstakildir, hükümranlık sahibi yüce Allah nezdinde ilk olarak indirilmiştir. Peygamber (s.a.) peygamberlikten önce Allah Tealâ'ya iman etmiştir. Puta secde etmemiş, Allah'a ortak koşmamış, zina fiilini işlememiş, şarap içmemiş, halkın eğlence için toplandığı yerde bulunmamış ve mutayyabin[66] yemininde hazır olmamıştı. Allah Tealâ onu bunlardan korumuştur.[67]
Ancak Peygamber (s.a.) peygamberlikten önce "Hılfu'l-fudul"
erdemliler yeminine katılmış ve "Abdullah b. Cüdanın evinde öyle bir
anlaşmaya şahit oldum ki, İslâm döneminde de benzeri bir anlaşmaya davet
edilsey-dim, kabul ederdim" demiştir.
7- Paygember (s.a.)
peygamberlikten önce Kur'an'ı bilmiyordu. Çünkü o ümmi idi, okuma-yazma
bilmiyordu. İmanı da; yani imanın neticesinde meydana gelecek hükümleri ve iman
prensiplerini de bilmiyordu. Yoksa imanın aslını bilmiyor değildi. Daha önce de
geçtiği gibi, Peygamber (s.a.) yetişme çağından itibaren Allah'a inanıyordu.
8- Allah'ın Peygamber
(s.a.)'ine vahyettiği o Kur'an-ı azimuşşan nur ve hidayetten başka bir şey
değildir. Eğriliği bulunmayan sağlam bir dine davet edip yönlendirmektedir ki o
da İslâm dinidir. Hidayetten maksat, hak dine davet ve delillerini izah
etmektir.
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi o Kur'an'ı indiren Allah'ın mülkü,
kulu ve yarattığıdır. Neticede tüm mahlûkatm varacağı yer O'nun huzurudur. Bu,
öldükten sonra diriltilme ve cezalandırılma konusunda bir tehdit, salih
müminleri mükâfatlandarma hususunda da bir müjde olup kulluğun caiz olduğu
merciin ancak göklerin ve yerin maliki olan Allah olduğuna bir uyarıdır. Bundan
maksad da, Allah'ı bırakıp da putlara tapanların iddiah-rını çürütmek ve
herkese lâyık olduğu sevap veya cezanın Allah tarafından verileceğini ifade
etmektir.
9- Allah Tealâ'nm
"Şüphesiz ki sen doğru bir yolu göstermektesin." ayeti Kur'an'ın
doğruyu gösterdiği gibi, Peygamberin de doğruya yönelttiğini ifade etmektir.
[68]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/21.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/21.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/21-23.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/24.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/24-25.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/25-27.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/27-28.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/29-30.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/30.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/30-31.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/31-34.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/34-35.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/36-37.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/37.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/37-39.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/39-40.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/41.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/42.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/42.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/43.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/43-46.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/46-47.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/49.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/49-50.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/50.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/50.
[27] Ebussuud Tefsiri, VVI/34.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/50-55.
[29] Razî, XXIX/162.
[30] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, IV/1655.
[31] Şuara, 109, 127, 145, 164, 180.
[32] Keşşaf, 111/82.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/55-59.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/61.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/61-62.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/62.
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/62-63.
[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/63-66.
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/66-68.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/69.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/69-70.
[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/70.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/70-71.
[44] Razî, XXVII/177.
[45] Hadisi Müslim rivayet etmiştir. Nesei, İbni Mace ve
İbni Merdüveyh, bu hadisi Aişe'deri başka bir lafızla rivayet etmişlerdir. O
rivayet şöyledir: "Peygamber (s.a.) bana dedi ki: Ona kötü söyle. Ben de
ona kötü söyledim, nihayet onun ağzındaki tükürük kurudu."
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/71-75.
[47] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, IV/1656.
[48] Razî, XXVII/179-180.
[49] Kurtubî, XVI/41.
[50] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, IV/1658.
[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/75-81.
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/82.
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/82-83.
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/83-84.
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/84-85.
[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/86.
[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/86-87.
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/87.
[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/87-90.
[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/90.
[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/91.
[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/91-92.
[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/92.
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/92.
[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/92-94.
[66] "Mutayyabin Yemini:" Cahiliyye döneminde;
Haşim, Zühre ve Teym oğulları İbni Cüdân'm evinde toplandığında meydana gelen
bir olaydır. Bir çanağın içine bir koku koyup ellerini buna daldırmışlar,
yardımlaşmak ve zalimin mazluma yaptığı zulme mani olmak üzere anlaşmışlardı.
Bu sebeple bu adı almışlardır.
[67] Kurtubî, XVI/59.
[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/94-96.