- 42 -
Mushaf’taki
sıralamaya göre kitabımızın 42,. nüzûl sıralamasına göre 54., Mesânî kısmı
dördüncü sûreler grubunun ilk sûresi olan Şûrâ
sûresi, Mekke’de nâzil olmuş olup âyetlerinin sayısı 53’dür.
“Rahmân ve
Rahîm olan Allah’ın adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.
Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, onun pâk aile halkına ve ashabına olsun.
Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Sûrenin adı,
38. âyette geçen “Şûrâ” kelimesinden alınmıştır. Mekke’de Fussilet sûresinden
hemen sonra nâzil olmuş, diğer Mekkî sûreler gibi iman, Allah’ın birliği, peygamberlik
müessesesi, öldükten sonra dirilme, hesap, kitap gibi konuları ihtiva etmektedir.
Sûrenin
hemen başında vahiy ve peygamberlik müessesesi anlatılarak bu iki konuda şüphede
olanlara cevap verilmektedir: “Ey insanlar! Sizler âlemlerin Rabbi olan Allah’ın
sizin hayatınıza karışması adına, aranızdan odak nokta olarak seçtiği bir peygamberine
vahiy göndermesine, size arzularını duyurmasına neden karşı çıkıyorsunuz? Niçin
buna karşı çıkıyor, kabule yanaşmıyorsunuz? Halbuki bu yeni bir şey değildir.
Rabbiniz daha önce de aranızdan seçtiği elçilerine vahiy göndermiş, onlar vasıtasıyla
toplumlarına kendi bilgisinden ulaştırmıştır. Bunun acayip karşılanacak yönü
neresidir? Bunun hayret edilecek hiç bir tarafı yoktur. Asıl hayret edilecek şey,
sizin, sizi yaratan Rabbiniz tarafından hayatınıza karışmak üzere gönderilmiş
olan vahyi bırakıp başkalarının dediklerine teslim olmanızdır. Asıl acayip karşılanacak
şey, sizi yaratan Rabbinizin hayat programını bırakıp, başkalarının kanunlarına
tâbi olarak onları Allah yerine koymanızdır. Sizin gibi yaratılmışları, sizin gibi
acizleri Allah’a şirk koşarak onlara kulluk yapmaya kalkışmanız, onların
dediklerini uygulamaya çalışmanız, onlara itaat etmeniz, onlara dua etmeniz,
onları yardımınıza çağırmanız, onlara sığınmaya kalkışmanızdır. Bu o kadar büyük
bir suç, o kadar azîm bir cürümdür ki, neredeyse bu yüzden gökyüzü köpürüp çatlayacak,
melekler, üzüntülerinden, utançlarından dolayı, Allah’ın azametini
bildiklerinden ötürü ve Allah’ın gazabının süratlice üzerinize yağmasından korkarak
istiğfarda bulunuyorlar ve tir tir titriyorlar,” buyurulmaktadır.
Daha sonra
peygamberin konumu belirlenmektedir. Peygamber konusunda yanlış inanışlar düzeltilir.
Peygamberin bir insan olduğu, onun asla Allah’la karıştırılmaması gerektiği,
Allah’tan istenmesi gereken şeylerin peygamberden istenmemesi gerektiği, zaten
tarih boyunca gelmiş hiçbir peygamberin böyle bir iddiada bulunmadığı anlatılır.
İnsanların kaderi Allah’ın elindedir. Peygamberin görevi sadece Allah’tan
gelenleri insanlara ulaştırmak ve doğru yolu onlara göstermektir. Bunun dışında
peygamberin kalplere tesir etmesi, gönüllere hükmetmesi, bir bakışıyla insanları
doğru yola ulaştırması, düşmanlarını bir anda helâk etmesi, onlardan intikam
alması gibi bir gücü ve yetkisi yoktur.
Daha sonra
insanlara Hz. Adem’den bu yana sunulan dinin tek din olduğu, onun adının da İslâm
olduğu, her ne kadar bu peygamberlerin şeriatlarında ufak tefek değişiklikler
olsa da, dinlerinin temelinin bir olduğu, din olarak Nuh’a, İbrahîm’e, Mûsâ’ya,
Îsâ’ya gönderilenlerin hep aynı din olduğu anlatılır.
Sonra
Rabbimiz insanların boyunlarındaki kulluk ipinin ucunu niçin diğer varlıklar
gibi doğuştan eline almadığını, niçin insanlara kendi hür iradeleriyle sapma ya
da doğru yolu tercih etme konusunda izin verdiğini anlatır. Bu özelliğin diğer
varlıklara tanınmadığı halde niçin insanlara tanındığını anlatır. Allah’ın
kendilerine lütfettiği bu iradelerini Allah lehine kullanarak, seçimlerini
Allah adına yaparak Allah’ı kendilerine Velî kabul edenleri velâyeti altına
alarak onlara hak yolu, hidâyet yolunu göstereceğini, onları doğru yola ileteceğini,
onları koruması altına alacağını, ama iradelerini Allah’a değil de Allah’tan başkaları
lehine kullananları ve onları velî kabul edenleri de, rahmetinden mahrum bırakacağını
anlatır.
Daha sonra
tüm varlıkların yaratıcısı, tüm varlıkların asıl sahibi ve Mâliki olarak onların
tümünün Velîsi olmaya lâyık tek varlığın Allah olduğu anlatılır. İnsanların da,
diğer varlıkların da tek Velîleri vardır, o da Allah’tır. Tüm kâinatta tek Velî
Allah’tır. Yâni tüm varlıklar adına onlara danışmadan, onlara sormadan, onlar adına
karar verme makamında olan tek varlık Allah’tır. Tüm varlıklar adına kanun
koymaya, onlara din ve şeriat belirlemeye, onlara hayat programı çizmeye yetkili
tek varlık Allah’tır. Çünkü onları yaratan O’dur, onların sahip oldukları her
şeyi onlara lütfeden O’dur ve sonunda onları öldürecek ve hesaba çekecek olan
da O’dur. O’nun dışında hiçbir kimsenin bu konuda tek kelime bile söz söylemeye
hakkı yoktur.
Allah’tan başka hiçbir kimsenin
kanun yapmaya, Allah’tan başka hiçbir kimsenin din belirlemeye, yâni hayat tarzı
koymaya, hayat programı belirlemeye hakkı yoktur. Din koyucusu sadece Allah’tır.
Hayat programını belirleyici sadece O’dur. Çünkü tüm varlıklar O’nun-dur. Herkes
ve her şey O’nun kuludur, O’nun mülküdür; mülkünde söz hakkı da sadece O’na
aittir buyurularak teşri konusuna dikkat çekilir. Sonra da Allah’ın sizin adınıza
koyduğu bu şeriata, bu hayat programına, bu yaşam biçimine sadece inanmanız
yetmez, onu yeryüzünde uygulamanız diğer dinlerin, diğer sistemlerin, diğer
ideolojilerin, diğer hayat programlarının tümünü kaldırıp bu dini, bu hayat programını
onların üzerine hakim kılmanız gerekmektedir buyurularak, Allah dinine sahip çıkmamız
gerektiği anlatılır.
Şimdi sûrenin âyetleri üzerinde
kısa bir gezinti yaptıktan sonra inşallah tek tek âyetleri tanımaya
geçebiliriz.
Sûrenin
ilk iki âyeti, Kur'an'ın bir mûcize olduğuna işaret eden mukattaa harflerinden
oluşmaktadır. Takip eden âyetlerde, Allah'ın sünneti gereği evvelki
peygamberlere vahyettiği gibi, Hz. Peygamber (s.a.s)'e de vahy edişi ve O'nun
her şey üzerindeki hâkimiyeti vurgulanmaktadır. Kullarıyla irtibat kurup, mesaj
göndermesi O'nun için zor bir şey olmadığı gibi, kullarının maslahatı için gereklidir
de: "Aziz ve Hâkim olan Allah sana da, senden öncekilere de işte böyle vahy
eder” (3). Ayrıca O, bir şeyi yapmayı dilediğinde hiç bir güç engel olamaz:
"Göklerde olanlar da, yerde olanlar da O'nundur. O her şeyden yücedir,
büyüktür" (4).
Allah
kullarından dilediğini r
Bu
risâlet görevinin yeri, tebliğin çevresindeki topluluklara rahatlıkla
ulaştırılabilmesi, dil olarak Arapça'nın seçilişi ise; onun açık ve mükemmel
bir anlatım kabiliyetinin olmasından dolayı idi. Tabii bu seçim hiç kimsenin
dahil olmadan, sadece Allah'ın isteği doğrultusunda gerçekleşmiştir ve buna hiç
kimsenin itiraz etme hakkı da yoktur: "(Ey Muhammed); işte böylece biz
sana Arapça bir Kur'an indirdik ki, şehirlerin anası olan (Mekke) ve
etrafındakileri uyarasın ve insanları, gerçekleşmesinde asla şüphe olmayan ve
onların bir araya toplanacağı kıyamet günü ile korkutasın..." (7).
Bunun
peşinden insanlarım fırka fırka oluşlarının birer imtihan vesilesi olduğu, insanların
cezalandırma ve mükafatlandırma olayına muhatap olabilmeleri için iradeleriyle baş
başa bırakılmalarının buna sebep teşkil ettiği gerçeği vurgulanarak, eğer
dileseydi, Allah'ın, insanları melekler gibi emirlerine boyun eğen tek bir
fırka kılabileceği gerçeğine işaret edilir: "Eğer Allah dileseydi bütün
insanları tek bu ümmet yapardı. Fakat o, dilediğini rahmetine kavuşturur"
(8).
Daha
sonra, Allah'tan başka veliler edinenlerin bu durumları kınanarak, ihtilafa
düşülen konularda yalnızca Allah'ın kitabına başvurulabileceği ve O'nun verdiği
hükme rıza gösterilmesinin zorunluluğu dile getirilmektedir. O'nu Rab olarak
kabul etmenin göstergelerinden biri de budur: "İhtilafa düştüğünüz
hususlarda, hüküm vermek Allah'a aittir. İşte o Allah benim Rabbimdir. Ben
sadece O'na tevekkül ettim ve ancak O'na yönelirim" (10).
Allah,
geçmiş peygamberlerin kavimlerine emrettiği gibi, Muhammed (s.a.s)'in ümmetini
de, dini ayakta tutmaya çalışmaya ve hükümlerini çarpıtıp, ihtilafa düşmeden
ona uymaya çağırmaktadır. Ger-çek kurtuluşa erenler ancak böyle davrananlardır.
Geçmiş kavimlerin helâkleri, dinde ihtilafa düşüp onun aslını tahrif
etmelerinden kaynaklanıyordu: "Önceki peygamberlerin ümmetleri ancak,
kendilerine din hususunda gerçek bilgi geldikten sonra, birbirini çekememe yüzünden
ihtilâfa düştüler..." (14).
Bunun
peşinden Hz. Peygamber (s.a.s)'in şahsında bütün inananlara hitaben:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Müşriklerin heva ve heveslerine
uyma..." (15) emri yer almaktadır. Mü'minler böyle davrandıkları sürece,
hiçbir dinî ve içtimaî tahrifata uğramazlar.
Daha
sonra, inkârcıların ve inananların Kıyamet haberi karşısındaki tavırları dile
getirilmekte ve Kıyamet günü hakkında tartışmaya girenlerin büyük bir sapıklık
içinde oldukları bildirilmektedir: "Kıyamet gününe iman etmeyenler
Kıyamet'in acele olarak kopmasını isterler. İman ederler ise ondan korkarlar ve
onun bir gerçek olduğunu bilirler. Şunu iyi bilin ki, Kıyamet hakkında münakaşa
edenler derin bir sapıklık içindedirler" (18).
Allah,
dünya hayatında, insanlara istekleri doğrultusunda nimetler verir. Ancak
tercihini dünya meta'ı üzerinde yapanlar için ahi-rette hüsrandan başka bir şey
yoktur. "Kim âhiret menfaatini isterse, ona dünyada istediğinin bir kısmını
veririz. Âhirette ise hiç bir nasibi yoktur" (20).
Daha
sonra kâfirlerin, İslâm'ın tebliğine karşı sapık direnişleri anlatılarak, onların
yaptıklarına karşılık cehennem azabını hak ettik-leri, tevbe edenlerin ise
tevbelerinin Allah tarafından kabul edileceği ve onların bağışlanacağı:
"Kullarının tevbelerini kabul eden, günâhlarını affeden ve yaptıklarınızı
bilen O'dur" (25) âyetiyle bildirilmektedir.
Kâfirlerin Allah'a isyan edip,
onunla savaşa girişmelerinin akıl dışılığı ve insanoğlunun Allah'tan başka
sığınabileceği hiç bir dostu ve sığınağı olmadığı, mantık ölçüleri içerisinde
düşüldüğünde, idrak edilmesi hiçte zor olmayan bir gerçektir: "Siz
yeryüzünde hiç bir zaman Allah'ı âciz bırakamazsınız. Sizin Allah'tan başka ne
bir dostunuz, ne de bir yardımcınız var" (31).
Allah'ın
gücünün sınırsızlığına delalet eden sayısız olaylar var-dır. Yeryüzündeki her
şeyi insanın emrine verişi de bunlardan biridir. Allah, bunun idrak
edilebilmesi için, yüzlerce misâl vererek, rahmetinin genişliğini gözler önüne
şöylece sermektedir: "Eğer o dilerse rüzgârı keser de rüzgârla seyreden
gemiler suyun üzerinde kalıverir. Şüphesiz ki bunda, her sabreden ve şükreden
için nice deliller vardır" (33).
Daha
sonra, meselelerin çözümü için istişarenin önemi ve gerekliliği
vurgulanmaktadır. İslâm’ın diğer temel esaslarından bir kıs-mıyla birlikte
zikredilmesi, şûranın ne kadar önemli bir mesele olduğu-nu ortaya koymaktadır:
Rablerine icabet edenler, namazı dosdoğru kılanlar, işlerini kendi aralarında
şûra ile halledenler ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizi infak edenler”
(38).
Resulullah’a
istişare etmesi, "İşlerde onlarla istişare et" (Âl-i İmrân, 3/159)
âyetiyle emir sığasıyla bildirilmiştir. Her hareketiyle Allah tarafından
yönlendiriliyor olmasına rağmen, Hz. Peygamber (a.s) in önemli kararlar
vereceği zaman, yanındakilerle istişarede bulunması, istişarenin önemini her
yönüyle ortaya koymaktadır (Ahmed b. Hanbel, III, 24, 30, 32; İbn Mace, Ezan,
1).
Kötülüğün
cezasının sade kötülük olduğu bildirilerek, zulme uğrayan insanların aynıyla
mukabelede bulunup, haklarını geri almalarının adalete daha uygun olduğu tespit
edildikten sonra, yeryüzünde fesat çıkaranlara, Allah'tan başka kimsenin yardım
edemeyeceği gerçeği hatırlatılarak, bu gibilerin âhirette karşılaşacakları elim
azap ve bu azaba karşı takınacakları zelil tavırlar gözler önüne serilmektedir:
"Göz ucuyla gizli gizli bakarak, zilletten boyunları eğilmiş bir halde
ateşe sunulduklarını görürsün... Onların Allah'tan başka kendilerine yardım
edecek hiç bir dostları yoktur..." (45-46).
Bunun
peşinden, gaflet içerisinde yüzen bütün insanlar, kalp-lere tesir eden bir
üslûpla uyarılarak, Kıyamet'in inkârcılara pişmanlık veren sahneleri
gerçekleşmeden Allah'ın davetine icabet edilmesi istenmektedir: "Allah tarafından
gelecek olan ve kimsenin de karşı çıkamayacağı o gün gelmeden önce Rabbinizin
davetine uyun" (47).
Hz.
Peygamber (s.a.s) davasını, insan aklının inkâr etmesi mümkün olmayan bir
netlikte tebliğ etmesine karşılık, kavminden gör-düğü işkence ve eziyetlere
üzülmekle birlikte onların da evvelki sapık kavimler gibi helâk olmalarından
ebedî cehennem azabına çarptırılmalarından korktuğu için, gördüğü bütün eziyetlere
rağmen, onlar için üzülüyordu. Ayrıca, onların taşkınlıklarına ve sataşmalarına
karşı güç kullanmak için ilâhî bir emir gelmemişti. Bunun için zorluklara sabrederek,
tebliğ işine devam etmekten başka çaresi kalmıyordu. Allah hem resûlünü teskin etmek
ve hem de müşriklerin ruh yapılarını ortaya koymak için, şöyle vahy ediyordu:
"Ey Muhammed! Eğer onlar yüz çevirirlerse, Biz seni onlar için koruyucu
göndermedik. Senin vazifen sadece tebliğ etmektir. Biz insana nezdimizden bir
rahmet tattırdığımız zaman hemen onunla sevinip şımarır. Şayet elleriyle yaptıkları
yüzünden başlarına bir musibet gelirse, Şüphesiz insan, çok nan-kördür"
(48).
Allah'ın
her şeyin mâliki olduğu dolayısıyla dilediğini dilediği gibi yapmasına hiç
kimsenin itiraz edemeyeceği bildirildikten sonra, O'nun kullarıyla irtibat
kurma şekli dile getirilmektedir: "Allah, bir insanla ancak vahiyle veya
perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderir de izniyle ona dilediğini vahy
eder. Şüphesiz O, yüceler yü-cesidir. Hüküm ve hikmet sahibidir" (51).
Kur'an
bir hayat kaynağıdır. Ona tabi olmayanlarsa birer ölü-dürler. Ayrıca vahiy
olmadan iman ve İslâm'ın ne olduğunun bilinmesi imkansızdır. Bu hususlara temas
edildikten sonra, risâletin insanlar için ne kadar büyük bir nimet olduğu
gözler önüne seriliyor. Sûre, uyulması emredilen yolun, her şeyin sahibi olan
Allah'ın yolu oldu-ğunu, dolayısıyla bu yolda yürüyenlere hiç kimsenin zarar vermesinin
mümkün olmadığını bildirip her işin sonunda mutlaka hesap vermek için Allah'a
döneceğini tekit ederek son buluyor: "O yol, göklerin ve yerin sahibi olan
Allah'ın yoludur, iyi bilin ki, bütün işler Allah'a döner" (53).
Bu kısa
mukaddimeden sonra şimdi sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya çalışalım.
1,2. “Hâ,
Mîm, Ayn, Sîn, Kâf”
Sûrenin ilk iki âyeti, huruf-ı
mukatta ile başlamaktadır.
3.
“Ey Muhammed! Güçlü olan, Hakîm olan Allah, sana da, senden öncekilere de şöylece
vahy eder.”
Sûrenin başındaki ifadelerden,
mukatta harflerinden de anlaşılıyor ki, Allah vahyini dilediği şekilde ve
dilediği kimseye ulaştırandır. Bu konuda Allah asla hiç kimsenin etkisi altında
kalacak değildir. Allah’ın kullarının hayatına karışmak üzere kullarından birini
odak nokta olarak seçip ona vahyini sunması, ona kendi bilgisinden bilgiler ulaştırması,
o günün toplumunda en büyük tartışma konusu oluyordu. He-men hemen her evde,
her mecliste, her sokak ve caddede bu konu tartışılıyordu. “Muhammed Allah’ın
kendisine vahiy ulaştırdığını söy-lüyor. Allah’ın kendisiyle konuştuğunu iddia
ediyor. Allah’ın kendisini muhatap aldığını ve kendisine bilgi aktardığını
iddia ediyor. Böyle bir şey mümkün müdür? Böyle bir şeye nasıl inanılır? Eğer o
bu söylediklerini kendisine izafe etseydi, bütün bunları kendisinin söylediğini
iddia etseydi, bu bize daha makul gelirdi.
Değilse Allah’ın içimizden bir
insanla konuştuğunu, onun vasıtasıyla bize mesaj gönderdiğini, böylece Allah’ın
bizim hayatımıza karıştığını, bizim hayatımızla ilgilendiğini kabul etmemiz
kesinlikle mümkün değildir, diyorlardı. Allah’ın bir beşere vahiy göndermesini
redde-diyorlardı. Rabbimiz sûrenin hemen başında onların bu sözlerinin ve vahyi
reddedişlerinin temeline inerek buyurur ki, “O Allah Azîz ve Hakîm olandır. Allah,
Azîz’dir. Kendisine hiçbir konuda karşı gelinmeyen, kendisine asla hesap
sorulmayan, mutlak güç ve kuvvet sahibi, dilediğini yapan, her şeye güç yetiren
bir Allah’tır. Ve yine o Allah Hakîm-dir. Tüm kâinata hakim olan, hayata hakim
olan, tüm varlıklar kendisi-nin hâkimiyeti altında olan ve hikmet sahibi olan,
tüm yaptıklarını bir hikmetle yapan yenilmez ve yanılmaz bir Allah’tır.
Öyleyse bu konuda, kullarından
birine vahiy göndermesi konusunda O’na itiraz edip karşı gelemezsiniz. Değil bu
konuda, hiçbir konuda O’na hesap soramazsınız. Daha önceki elçilerine nasıl vah-yetmiş
arzularını onlara ulaştırmışsa, şimdi de bu elçisine vahy etmektedir. Bunda şaşılacak
hiçbir şey de yoktur. Öncekilere nasıl yol göstermişe, şimdi de içinizden
birisine vahy ederek size yol göstermektedir, buyuruluyor.
Vahy; gizlice
ve süratlice söz iletmek, mesaj aktarmak demektir. Vahiy ancak kendisine vahy
edilenin anlayabileceği, başkalarının anlayamayacağı bir biçimde gizli ve hızlı
olarak, Allah’ın kendi bilgisini peygamberine yol göstermek üzere aktarmasıdır.
4.
“Göklerde
olanlar da, yerde olanlar da O'nundur, O, yücedir ve çok büyüktür.”
Müşrikler
peygambere gelen vahyi inkâr ederlerken, bunu kabule yanaşmamaya çalışırlarken,
esasen onlar Allah’ın hayata karışmasına karşı çıkıyorlardı. Allah’ın insanlardan
birine vahiy göndererek emirlerini, arzularını ulaştırmasına karşı çıkıyorlardı.
“Allah böyle bizim hayatımıza karışmasın, bize arzularını, talimatlarını
bildirmesin, bizim hayatımıza müdahale etmesin de biz istediğimiz gibi keyfimize
göre yaşayalım,” diyorlardı.
“Şimdi
Allah bize kanunlarını ulaştıracak, bize talimatlar gönderecek olursa, dinlesek
olmayacak, dinlemesek olmayacak; iyisi mi O bizim hayatımıza karışmasın”
diyorlardı. Esasen dertleri buydu. “Allah bir insanla konuşur mu? Allah bir beşere
tenezzül edip de ona vahiy gönderir mi,” diyerek bunu reddetmeye çalışıyorlardı.
“Tamam, anladık da, yâni şimdi sadece Allah’ı mı dinleyeceğiz? Sadece onun dediği
gibi mi yaşayacağız? Hayatımızda sadece Allah mı hakim olacak? Bizim
keyiflerimiz, heveslerimiz ne olacak? Eğer durum öyleyse, peki atalarımızın şu âna
kadar takip ettikleri hayat programları, onların gittikleri yolları yanlış mıdır?
Yıllar yılı atalarımızın kutsadığı ve şu anda da bizim onlardan miras alarak
kutsadığımız, hayatımızda söz sahibi kabul ettiğimiz, arzularına itaat ettiğimiz
varlıklar ne olacak? Bizim hukuk tanrılarımız, sağlık tanrılarımız, şifa tanrılarımız,
siyaset tanrılarımız, ekonomik tanrılarımız, sanat tanrılarımız da var. Bizler
onları da dinlemek zorundayız. Onların hatırını da kazanmak, onların emir ve
arzularını da yerine getirmek zorundayız. Onlara da dua etmek, onlara da sığınmak
zorundayız. Hayatımızda onları da etkili ve yetkili kabul etmek zorundayız. Şimdi
ey Muhammed, senin dediğin gibi hayatımızda söz sahibi olarak sadece Allah’ı
kabul edecek olursak, sözünü dinleyeceğimiz, çektiği yere gideceğimiz, hayat
programına uyacağımız, hayatımıza hükmedecek bir tek İlâh kabul edecek olursak,
o zaman öteki İlâhlarımızın fonksiyonu ne olacak? Bunları nereye koyacağız?
Hayatımızda bunlara hiç mi söz hakkı vermeyeceğiz? Halbuki bizler bugüne kadar
bunları da dinlemeye alışmıştık,” diyorlar ve vahyi reddetmeye çalışıyorlardı.
Rabbimiz
buyuruyor ki, “hayır! Bu kâinatın ve mevcudatın yegâne sahibi Allah’tır. Gökler
ve yerler O’nundur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nun kulu ve kölesidir.
Her şey O’nun mülküdür. Mâlik sadece O’dur ve her şey mülktür. O halde mülk O’nunken,
Mâlik O iken nasıl olur da onun mülkünde başkalarını O’na ortak kabul edersiniz?
Mülk O’nunsa, mülkün sahibi Allah ise, o zaman mülk konusunda söz sahibi de
Allah’tır. Nasıl olur da O’nun mülkünde bir kısım varlıkları söz sahibi kabul
ederek O’na ortak koşmaya çalışırsınız? Bu yetkiyi nereden alıyorsunuz? Üstelik
de sözlerini dinleyerek, hayatınızda kendilerini de söz sahibi kabul ederek,
kanunlarına itaat ederek, programlarını uygulayarak ona ortak yapmaya çalıştığınız
varlıklar da O’nun kulları, O’nun mülkü iken. Yâni kendilerine bile sahip
olamayan, kendilerini bile yaratamaya güçleri yetmeyen ve Allah tarafından
yaratılmış olan, ölümlerine bile çare bulamamış, Allah tarafından bir gün öldürülecek
olan bu varlıkları, bu Allah kullarını nasıl olur da Allah’a ortak koşmaya çalışıyorsunuz?
5.
“Melekler ise Rabblerini överek tesbih eder ve yeryüzünde bulunanlar için O’ndan
bağışlanma dilerler. Gökler neredeyse (putperestlerin sözünden) çatlayacak. İyi
bilin, Allah şüphesiz bağışlayandır, merhametli olandır.”
Allah’a
yakışmayan sıfatlar izâfe etmeniz, O’na çocuklar, yardımcılar, ortaklar izâfe
etmeniz, O’nun yarattıklarını O’nunla birlikte yetkililer bilmeniz, yeryüzünde Allah
kullarından kimilerini Allah yerine koyarak onları dinlemeniz, onların kanunlarına
itaat etmeniz, onların helâllerini helâl, haramlarını haram bilmeniz, onların
yasalarını uygulamaya çalışmanız, hayat programlarınızı onlardan almaya kalkışmanız
veya Allah sıfatlarından bazılarını onlara vermeniz, onları hayatınızda rabbler,
kanun koyucular, hayat programı tespit ediciler, hukuk belirleyiciler, yasa
koyucular, şifa dağıtıcılar olarak bilmeniz, onlara sı-ğınmanız ve bütün bunları
onlardan beklemeniz, onlara yalvarıp yakarmanız şirktir. Bu öyle büyük bir suç,
öyle azîm bir cürüm ki, neredeyse sizin bu küstahlığınızdan ötürü gökler üstlerinden
yarılacak, çatlayacak, paramparça olacak.
Melekler Allah’ın
kendisine teslim kulları, Allah’ın kendilerine isyan etme imkânı vermediği
iradesiz ve günâhsız kulları, boyunlarındaki ipin ucu doğuştan Allah’ın elinde
olan ve yaratıldıkları andan beri bir an bile gaflet etmeden Rabblerine kulluk
yapan melekler, bu kendilerini bir şey zanneden insanların Rabblerine karşı
yaptıkları bu küstahlıklar karşısında utançlarından ne yapacaklarını şaşırmış
bir vaziyette, bu küstahlıkları duymamak için kulaklarını tıkarlar ve Rabblerini
hamd ile tesbih ederler. Bu küstahların Rabblerine karşı yaptıkları konusunda
Rabblerinden onlar adına özür dilemek adına tamamen onların yaptıklarının tersini
yaparak Allah’ı tesbih ederler. Allah’ı, Allah’ın sahip olduğu sıfatlarla
muttasıf bilir, O’na yakışmayan noksan sıfatlardan tenzih ederler. Allah’a,
Allah’ın istediği şekilde iman ederler, Allah’a, Allah’ın istediği biçimde
kulluk yaparlar. Allah’a, Allah’ın istediği biçimde yalvarıp yakararak şöyle
derler:
“Allah’ım! Bu
kullarının, bu insanların sana ortak koşmaları, sana senin kullarını şirk koşmaya
kalkışmaları ne büyük küstahlıktır. Oysa onları yaratan, onları yoktan var eden,
şu anda onlara sahip oldukları her şeyi lütfeden sensin ya Rabbi! Sadece sana
kulluk edip sana şükretmeleri gerekirken, seni bırakıp da kendileri gibi kul
olan, kendileri gibi aciz varlıklara kulluk yapmaya çalışan ve farkında olmadan
senin azâbını, senin gazabını hak eden bu akılsızları hemen helâk ediverme ya
Rabbi! Tevbe edip şirk koşmaktan vazgeçmeleri için azabını tehir et ya Rabbi!
Onlara imkân tanı ya Rabbi! Onlar yüzünden bizi de, mü'minleri de helâk etme ya
Rabbi!” diye Cenâb-ı Hakka yalvarıyorlar. Meleklerin, yeryüzündeki mü'min kardeşlerinin
kusurlarının örtülmesi ve onların günâhlarının affı için her an Rablerine istiğfarda
bulunduklarını, Mü'min sûresinde de görmüştük.
“Arşı taşıyan
(Melek)ler ve çevresinde bulunan melekler, Rabblerini hamd ile tesbih ederler
ve O’na inanırlar. Mü’minler için de şöyle istiğfar ederler: “Ey Rabbi,-miz,
senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O tevbe edip senin yoluna uyanları
bağışla, onları cehennem azabından koru.”
İşte bu
âyet-i kerîmede meleklerin iki görevinden söz ediyor Rabbimiz.
Birincisi:
“Rablerini hamd ile tesbih ediyorlar ve
ona iman ediyorlar.”
Bu melekler
Rablerini tesbih ediyorlar. Yâni bu melekler Allah’ın müslümanlardan istediği
bir görevi yerine getiriyorlar. Sübha-nallah, “ya Rabbi seni tesbih ederiz,”
diyorlar. “Ya Rabbi sen seni nasıl tanıttıysan, seni öylece kabul ediyoruz, sen
seni hangi sıfatlarla muttasıf olarak bildirmişsen, hangi sıfatlardan münezzeh
olarak anlatmışsan sana öylece iman ediyoruz,” diyorlar. “Ya Rabbi, seni senin
sıfatlarınla tanıyor, sana lâyık olmayan, sana yakışmayan noksan sıfatlardan
tenzih ederiz,” diyorlar. “Seni, sıfatların konusunda tam ve mükemmel kabul
ediyoruz. Sana ait olan sıfatları asla başkalarına vermeyiz, senin sıfatlarını
parçalamayız” diyorlar. “Senin sıfatlarından bazılarını senden başkalarına
dağıtarak sana şirk koşmayız. Ya Rab-bi, üstünlük sendedir, güç-kuvvet
sendedir, azamet sendedir, kulluk, itaat, ibadet sanadır. Senden başkalarını
dinlemeyiz. Senden başkalarına ibadet ve itaat etmeyiz,” diyorlar.
İşte tesbih
budur. Dikkat ederseniz tesbihin üç boyutunu belirtmeye çalıştım.
Tesbih,
Allah’ı, Allah’ın haber verdiği sıfatlarıyla muttasıf bilmektir. Allah
kendisini Bakara’da, Âl-i İmrân’da, Nisâ’da nasıl anlatmış, hangi sıfatlarla
muttasıf olarak bildirmişse, öylece Allah’a inanmak tesbihtir.
Öyle bir
Allah’a inanacağız ki, O mükemmeldir. O’nda zaaf, unutma, hata, cehalet yoktur.
İşte Allah’a böylece, Allah’ın istediği biçimde iman, tesbih demektir. O’nu
mükemmel tanırken tüm noksan sıfatlardan da tenzih edeceğiz. O’nu bu şekildeki
sıfatlarıyla tanıdıkça da “sübhanallah!” diyeceğiz.
Burada pek
çoğumuzun içine düştüğü bir yanlışa işaret etmek isterim: Allah’ı, kitabında
kendisini bize tanıttığı şekilde tanımadan veya O’nda olmayanları O’nda bilerek
her dakika yüz bin de “sübha-nallah”, desek bunun hiçbir faydası yoktur. Yani,
Allah kitabını, peygamberini, hukukunu, ekonomiyi nasıl tanıtmışsa, Allah’ın
tanıttığı gibi bilecek, sonra da bunları bildikçe “sübhanallah” diyeceğiz. “Süb-hanallah!
Ya Rabbi sen ne büyüksün! Sübhanallah! Ya Rabbi sen ne mükerremsin,” diyeceğiz.
Yoksa
bunları tanımadan sübhanallah demenin bir kıymeti yoktur. Meselâ bakın rızık
konusunda Allah’a tümüyle güvenmeyip de, ikinci, üçüncü derecedeki
rezzâklarının korkusundan ötürü bir kısım görevlerini yapmaktan çekinen
kişinin, günde yüz bin defa da “ya Rezzâk” demesinin hiçbir kıymeti yoktur.
İlimde Allah’a tam olarak gü-venmeyip, yerde O’nun eksikliğini tamamlamak üzere
bir takım gayb biliciler aramaya kalkışan bir adamın, milyon kere “ya Alîm”
demesinin bir kıymeti yoktur.
Rubûbiyette
Allah’a güvenmeyip yerde Allah’ın bu eksiğini tamamlamak üzere bir kısım kanun
koyucular arayan, bir kısım program yapıcılar arayan ve bunların kanunlarını da
kanun bilen bir insan, günde milyon kere de “ya Rab” diye zikretse de boştur.
Şifa konusun-da Allah’a güvenmeyip, Allah’ı şâfî bilmeyip yerde bir kısım şifâ
dağıtıcılar arayan kişinin, “ya Şâfî” diye Allah’ı zikretmesi boştur. Öldürme-de,
diriltmede, ruh vermede Allah’a güvenmeyen birinin “ya Muhyî, ya Mümîd” diyerek
zikretmesi boştur. Veya Allah’ı Azîz bilmeyip, izzeti Allah’ta değil de malda,
mülkte, makamda, mansıpta arayan birinin “ya Azîz” demesi boştur.
Mağfirette,
afta, tevbede Allah’ı ikinci plana atarak bir kısım aracılara sığınmaya çalışan
birinin “ya Tevvab” demesi boştur. Veya kendi kendisini kontrol etmede, murâkabe
etmede, Allah’ı ikinci plana atarak bir kısım aracıları etkin ve yetkin bilen
birisinin “ya Hafız” demesi, “ya Müheymin” demesi boştur.
Öyleyse
Allah’ı, Allah’ın kendisini tanıttığı şekilde tanıyacak ve sonra da
“sübhanallah” diyeceğiz. İşte bu Yahudiler, bu Hıristiyanlar kendilerince bir
Allah’a inanıyorlar, ondan sonra da cennete girmeyi umuyorlar, olacak şey midir
bu?
İşte böyle
bildiğimiz, tanıdığımız bir Allah’ın yeryüzünde oğlu yoktur, hanımı yoktur,
yeryüzünde temsilcileri, yetkilileri yoktur, kimseye de böyle bir yetki
vermemiştir, buna da ihtiyacı yoktur.
“Hükmünde,
mülkünde ortağa da ihtiyacı yoktur O’nun.”
(Kehf 26)
Demek ki
tesbih, Allah’ı Allah’ın kendini bize tanıttığı gibi tanımak, o şekilde Allah’a
inanmak, ya da Allah’ın tanıttıklarını Allah’ın tanıttığı biçimde tanıyıp o şekilde
kabul etmek ve iman ermektir.
Tesbihin
bir üçüncü anlamı da, Allah’a Allah’ın istediği biçimde kulluk yapmaktır. Yâni
bir varlığın yaratılış gâyesi istikâmetinde hareket etmesi de tesbih demektir.
Bir varlığı Allah ne için yaratmışsa, o varlığın yaratılış gâyesi istikâmetinde
hareket etmesi, o varlığın tesbih etmesi demektir. Bu mânâda suyun akışı
tesbihtir, ateşin yakışı, gülün kokuşu, bülbülün ötüşü tesbihtir. Güneşin doğuşu,
yağmurun yağışı, gündüzün geceyi kovuşu hepsi tesbihtir.
Tüm
kâinat, azametini bildikleri, saygıyla önünde eğilip kulluk yaptıkları Rabbleri
karşısında insan denen bu küçük varlığın takındığı sapıklık, sergiledikleri bu
utanç verici hareketlerinden ötürü utançlarından neredeyse çatlayacak hale
geliyorlar ve Rabblerinin gazabından korkup ona yalvarıyorlar.
6.
“Allah'ı bırakıp O’nun berisinde velîler edinenler var ya, onların işlediklerini
Allah gözetlemektedir. Ey Muhammed! Sen, onlara vekil olmaya memur değilsin.”
Allah’ı
bırakıp da Allah dûnunda, Allah berisinde kendilerine velîler edinenler var ya,
halbuki onları görüp gözeten, onları her şeyden koruyan ve yaşatan Allah’tır.
Buna rağmen onlar kendilerini koruyan, kendilerini görüp gözeten Rablerinin
velâyetini bırakmışlar ve- kendilerine Allah berisinde bir kısım velîler bulmuşlar
ve onların koruması altına girmeye çalışmaktadırlar. Velî konusunda bakın Bakara
sûresinde Rabbimiz şöyle buyurur:
“Allah mü’minlerin
Velîsidir. Onları küfrün karanlığından imanın aydınlığına çıkarır. Kâfirlerin
velîleri ise tâğutlardır. Tâğutlar onları aydınlıktan karanlığa çıkarır. İşte
onlar ateşin sohbetçisidirler ve orada ebedî kalıcıdırlar.”
(Bakara
257)
Allah, mü'minlerin
Velîsidir. Kimileri bu kelimeye farklı anlamlar yüklemişlerse de, velî, velâyet
hakkına sahip olan varlık demektir. Bir varlık adına ona danışmadan tek taraflı
karar verme makamında olan varlığa, velî denir. Meselâ ben çocuğumun velîsiyim.
Onun adına ona danışmadan karar verme makamındayım. Velîsi olduğum ve ona sormadan
karar verme makamında olan ben, ona istediğim şeyleri emreder, istediğim şeyleri
yasaklarım. İstediğim okulda okutur, istediğim kişilerle arkadaşlık kurmasını
sağlar, istediğim kişilerle ilişkisini yasaklarım. Allah da bizim velimizdir.
Yâni bize sormadan bizim adımıza tek taraflı karar alma makamındadır. İstediğini
emreder, istediğini de yasaklar. Öyle değil mi? Meselâ namazı emrederken bize danıştı
mı Allah? Zinayı yasaklarken, “ey kullarım, ben bunu yasak kılacağım, ne
dersiniz, nasıl düşünürsünüz? Fikriniz nedir bu konuda?” diye bize sordu mu?
Hayır, Allah bizim Velîmizdir, velâyetimiz elinde olandır ve bizim adımıza aldığı
kararlar konusunda velâyeti altında olan bizlere asla danışmaz.
İşte
velînin anlamı budur. Vali, vilâyet ifadeleri de buradan gel-mektedir. Vali,
vilâyette, velâyeti altında bulunan insanlar konusunda onlara danışmadan karar
verme makamında olan kişi demektir. Valinin anlamı budur. “Kâfirlerin
Müslümanlar üzerine velâyet hakkı yoktur,” âyeti de bunu anlatır. Yâni
vilâyette vali olarak, Müslümanlara sormadan onlar adına karar verme makamına
kâfirler oturtulmamalıdır.
“Mü’minler
mü'minleri bırakıp ta kâfirleri velî edinmesinler.”
(Âl-i İmrân
28)
Yâni mü'minler
mü'minleri bırakıp ta kâfirleri velâyet makamına, kendileri adına karar verme
makamına oturtmasınlar. Kâfirler karar verip, kâfirler kanun yapıp Müslümanlar
da kendilerinden olmayan bu kâfirlerin yaptıkları kanunları uygulamaya kalkmasınlar.
Âyetin sonunda da eğer mü'minler bunu yaparlarsa, onların Allah katında en ufak
bir değerleri kalmamış, Allah’ın yardımını da kaybetmişlerdir, buyurulmaktadır.
Evet velî,
vali budur. Çünkü vali karar verecek ve Müslümanlar da kendi adlarına bu
valinin verdiği kararı uygulayacaktır. Öyleyse mü'minlere velî olacak, vali
olacak, idareci olacak insanların mutlaka mü’minlerden olması emrediliyor. Bu
mânâları unutturmak için mi? Yâni mü'minlerin başına kâfirlerin de idareci olmasını
sağlamak ve böylece mü'minleri köleleştirmek için mi bilmiyorum, insanlar bu
velî kelimesini çok çarpıtmışlar. Velî deyince, bugün insanlar hiç te bunu düşünmüyorlar.
Şimdi Velî’den anlaşılan, işte gökten
alan, yerde yiyen, gaybı bilen, eteğine yapışılan, cennetle müjdeleyen,
cehennemi sınırlayandır. Hep böyle anlattılar çünkü. Bu anlamı şeytana nasıl yükleyecekler,
bunu merak ediyorum. Yâni eğer velî deyince bunlar anlaşılacaksa, Allah bir
âyet-i kerîmesinde şeytanın velî olduğunu haber verir:
“... Muhakkak ki şeytanı
inanmayanların velîsi kıldık.”
(A’râf 27)
Evet,
şeytan kâfirlerin velîsidir. Kâfirler kendilerine velî olarak şeytanı
kabullenmişlerdir. Yâni onların karar mercileri şeytanlardır. Yasa
belirleyicileri şeytanlardır. Şeytan emreder, onlar yaparlar. Şeytan fısıldar
onlar uygularlar. Değilse öte anlama şeytana nasıl veli diyebileceğiz? Yine aynı
sûrede:
“Onlar
Allah’ı bırakıp da şeytanı kendilerine velî edindiler.”
(A’râf 30)
Buyurulmakta
ve şeytanın velî olduğu anlatılmaktadır. Eğer velî kelimesini az önceki mânâda
anlayacaksak, şeytana nasıl velî diyeceğiz. Ama Allah’ın anlattığı son derece açıktır
ki, şeytan kâfirlerin velîsidir. Yâni şeytan, onların hayatında onlara danışmadan
karar alma makamındadır. Ya da onlar, şeytanı kendi hayatlarında kendileri adına
karar verme makamına oturtmuşlar, şeytan karar vermiş, onlar uygulamıştır.
Bakın bu
âyet-i kerîmenin devamında da yine tâğutların kâfirlerin velîsi olduğu anlatılıyor.
Eğer velî kelimesine az evvelki anlamı yükleyecek olursak, acaba tâğutlara nasıl
velî diyeceğiz? Allah tâğut-lar için velî diyor. Yâni bu tâğutların gaybı
bilen, gökte uçan, denizde yürüyen, Allah’ın ermiş kulları olduklarını nasıl söyleyebileceğiz?
Velîyi Kur’an’ın ifade buyurduğu biçimde velâyet anlamında anladığımız zaman,
bu tâğutların kâfirler adına karar verme makamında kişiler olduğunu anlamakta
zorluk çekmeyeceğiz, demektir. Yâni kâfirler tâ-ğutları kendilerine velî edinmişlerdir.
Bu tâğutlar, velâyeti altında olan bu kâfirler adına karar alırlar ve bu
kâfirler de kendileri adına karar alan bu tâğutların kararlarını uygularlar.
Allah
buyurur ki: Allah, mü'minlerin Velîsidir. Yâni mü'minler adına onlara danışmadan
tek taraflı karar verendir. Velîmiz olan Rab-bimiz bizim adımıza, kulları adına
onlara danışmadan aldığı kararlarla onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.
A’râf sûresinin 196. âyetinde ifade edildiği gibi:
Arşından, kürsisinden
kopmayan, sapasağlam bir ip uzatarak, bir kitap göndererek, bizim adımıza aldığı
kararlarını o kitabında bize bildirerek bizi karanlıklardan aydınlığa çıkarır.
Rabbimiz,
kendisinin velâyetini kabul eden, gönderdiği kitapla ilgilenen, aldığı kararlar
istikâmetinde bir hayat yaşamaya karar veren kullarını küfür karanlıklarından, şirk
karanlıklarından iman aydınlığına, İslâm aydınlığına çıkarır. Zulümat küfürdür,
nûr da İslâm’dır. Dikkat ederseniz burada zulümat kelimesinin çoğul olarak
zikredildiğini, nûr kelimesinin ise tekil olarak zikredildiğini görüyoruz. Bu
gerçekten çok dikkat edilmesi gereken bir husustur. Çünkü zulümat, küfür, bâtıl,
sayılamayacak kadar çoktur, ama o bâtılı yok edecek nûr tektir, o da İslam’dır.
Allah’ın
nûruyla ilgi kuramamış, Allah’ın kitabıyla tanışamamış, Allah’ın dinini kabul
edememiş kişi, karanlıklar içindedir. Allah’ın nûruyla aydınlanmayan yerler, gökler,
gece ve gündüzler zifiri karanlıktır. Allah’ın nûruyla aydınlanmayan gözler kör,
kulaklar sağır, kalpler bin türlü şüphe ve tereddütler içinde, bin türlü ıstırap
ve buhranlar içinde çırpınır durur.
Allah’ın
kitabıyla aydınlanmayan gönüller vesveselerle, kuruntularla, cinler ve şeytanlarla
dolar. Allah’ın nûruyla aydınlanmayan ha-yat, var olmanın tadını alamaz. Hayatının
tadını almak isteyen, varlığının farkında olmak isteyen akıllı kimseler,
Allah’ın kendilerine sunduğu bu kulpa tutunmak zorundadırlar.
Mü'minlerin
Velîsi olan Allah, onlar adına aldığı kararlarla, onlara gönderdiği kulluk
kitabıyla, onları karanlıklardan, küfür, şirk, cehalet, hevâ ve heves,
terbiyesizlik, ahlâksızlık ve nankörlük karanlıklarından, şüphelerden, tereddütlerden,
vesveselerden aydınlığa çıkarır.
Allah,
kendisini velî kabul eden, velâyetini Allah’a teslim eden, Allah’ın seçimini
kendisi için seçim kabul eden, yâni iradesini Allah’a teslim eden, Allah’ın
kendisi adına aldığı kararlara teslim olup, hayatını onun kulluk maddelerine göre
düzenleyen mü'minlerin elinden tutar. Onları zulmetlerden, karanlıklardan çıkarır,
dosdoğru yolda, hem dünyada hem de ukbâda onları sonsuz mutluluğa erdirir.
“Kâfirlerin
velîleri de tâğutlardır. O Tâğutlar da onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar.
İşte onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî olarak kalırlar.”
Kâfirlerin
velîleri de tâğutlardır. Kâfirlerin karar alma mercileri tâğutlardır. Onlar da
hayatlarında tâğutları karar verme makamına oturturlar ve bu tâğutların
kendileri adına aldığı kararları uygulamaya başlarlar. Bunlar aslında kendilerini
yaratan ve gerçek velîleri olan Allah’ın sapasağlam kulpuna, dinine, kitabına
ve kendileri adına aldığı kararlara sımsıkı sarılarak tüm tâğutları inkâr
etmeleri gerekirken, ta-mamen aksini yapmışlar, tâğutları velî bilmişler, onların
arzularına, onların kanunlarına boyun bükmüşler ve onlara kulluk yapmaya karar
vermişlerdir.
İşte bu
kâfirlerin velîsi olan tâğutlar da, velâyetleri altında bulunan kulları adına
onlara danışmadan, aldıkları kararlarla onları nûrdan, hidâyetten, aydınlıktan,
İslâm’dan, huzurdan, sükûndan koparıp, türlü türlü karanlıkların kucağına götürüp
atmışlardır.
Allah’a
kulluktan kaçan, Allah’ın velâyetini kabul etmeyen insanların başına kuzgun
gibi tâğutlar çöker ve zorlamayla, dayatmayla hile ve aldatmalarla onları her
taraflarından kıskıvrak bağlar, ağlarına düşürürler. Yularlarını ellerine alırlar
ve onların velîleri olurlar. Onları nûrdan, imandan, İslâm’dan, Allah’a
kulluktan, yaratılışlarından, fıtratlarından, insanlıklarından, doğru yoldan çıkarıp
karanlıklara, küfre, inkâra, ilhada ve karanlıklara sürüklerler. Gidilmeyecek
yollara sürüklerler onları.
Çünkü tâğutlar aydınlık yolları
sevmezler. Aklı, ilmi, düşünceyi fesada verirler. Ahlâkı ve fıtratı bozarlar.
Peşlerine taktıkları kullarını belâların kucağına taşırlar. Boyunlarındaki ipin
ucunu, o ipin de, kendilerinin de sahibi olan Allah’a vermeyerek kendi
ellerinde tutmak isteyen, ya da onu boşlukta tutmak isteyen herkesin iplerini
ellerine alırlar ve onları kendilerine kul-köle edinirler.
İnsanlar güya
Allah’a kulluktan kaçarken, bu defa tâğutların kulu-kölesi olurlar. Allah’ı
inkâr eden, velâyetini Allah’a vermeyen kişi, binlerce tâğutun kulu olur. Bir
tek Allah’a kulluktan kaçarken pek çok tâğuta kulluk yapmaya razı olur. Meselâ
Allah’a kulluktan kaçan kişi, evvela kendisini Allah’a kulluktan koparıp
ayaklarını kaydırmak için fırsat kollayan şeytanın kulu durumuna düşer. Sonra
onu Allah’ın arzularından koparıp, kendi arzu ve şehvetlerinin kulu, kölesi
durumuna düşürmek isteyen nefsinin kulu durumuna düşer. Daha sonra başkaları,
karısı, babası, anası, çocukları, akrabaları, kavmi, kabilesi, milleti,
devleti, politik ve dini liderleri, ağası, patronu, çevresi, âdetleri, töreleri,
modası ve daha yüzlerce tâğutun kulu-kölesi durumuna düşecektir.
Görüyoruz işte
Allah’ın velâyetini kabul etmeyen insanlar bir tek Allah’a kulluktan kaçarken,
yığınlarla tâğutun kulu, kölesi olmuşlar. Kimisi Şeytanın, kimisi nefsin,
kimisi modanın, kimisi şehvetlerinin, kadının, âdetlerin, törelerin, kanun
koyucuların, çevrenin, ağalarının, patronlarının kulu, kimisi bu âlemde
sebepler nizamı üzerinde galip ve müessir zannettikleri, zarar ve felâketler anında
kendilerinden medet bekledikleri, kendilerine sığındıkları, kendilerini kurtarıcı
olarak bildikleri kimselerin kulu. Yâni güya bir tek Allah’a kulluktan kurtulup
özgürlüğe kavuşacaklarını zanneden bu insanlar, boyunlarına pek çok varlığın
kulluk iplerini takmışlar ve onların çektikleri yere gitmek zorunda kalmışlardır.
Hepsini aynı anda razı etmek zorunda kalmışlar, kalpleri parça parça olmuş,
burunlarına vurulmadık zincir kalmamış, zillet ve meskenetin esfeline düşmek
zorunda kalmışlardır.
Öyleyse
Allah dışındaki tüm tâğutları inkâr edip, hayatımızda onlara karışma alanı bırakmayıp,
boyunlarımızdaki kulluk ipinin ucunu sadece Allah’ın eline verip, sadece
Rabbimizi Velî kabul etmek zorundayız. Sadece Allah’ı Velî kabul edip, kulluğumuzu
sadece Allah’a yapıp, Allah’ın bizim adımıza aldığı kulluk maddelerine sımsıkı
sarılıp bu karanlıklardan kurtulmak zorundayız. Bundan başka çaremiz de yoktur.
Bu âyet-i
kerîmesinde Rabblerinin velâyetinden çıkıp kendilerine Allah berisinde bir takım
velîler bulup onların himayesine girmeye çalışan insanlara deniyor ki, “onların
hesaplarını Allah tutmaktadır.” Onların sicillerini, amel defterlerini tutan
Allah’tır. Onların yaptıklarının hesabını soracak olan Allah’tır. Bu nedenle, “ey
Peygamberim! Sen onların üzerlerine vekil değilsin. Yâni bu insanların
kaderleri senin elinde değildir. Bu insanların kalplerine hükmeden sen değilsin
ki onları hemen bu dine kazandırasın. Bu insanların kaderleri senin elinde değil
ki, sana karşı gelen bu insanların hemen defterlerini dürüp onların işlerini
bitiriveresin.”
Rabbimiz
burada peygamberin konumunu ve fonksiyonunu belirlemektedir. Ama bu hitabın
peygamberden çok onun muhataplarına olduğunu anlıyoruz. Yâni bilesiniz ki, “ey
insanlar, Allah’ın elçisinin elinde bile bir şey yoktur. Hal böyleyken sizin
hayatınızda etkili zannettikleriniz, Allah berisinde kendilerini velîler edindiğiniz,
hayatınıza karışma yetkisi verdiğiniz bu varlıklara da ne oluyor? Sizin Allah berisinde
keramet sahibi zannettikleriniz, Allah yanında kendilerinde güç ve kuvvet var
zannedip kendilerine dua edip imdadınıza çağırdığınız, kendilerine sığınmaya çalıştığınız
bu varlıklar da ne oluyor?” denmektedir.
Cahiliye
toplumlarında ruhanîlerin, ruhanî liderlerin kendilerine karşı çıkan,
kendilerine isyan eden insanları bir anda mahvedecekleri şeklinde yaygın bir
inanış vardı. Öyle ki, bu kişilerin öldükleri zaman bile kendilerine saygısızlık
eden kimseleri mahvedeceklerine inanılırdı. Hattâ hayatlarında pek fazla etkili
olmayan bu insanların, öldükten sonra kınından sıyrılmış bir kılıç kesildiğine
inanılırdı. Nitekim bugün de hayatları boyunca bu tür sapıklıklara asla iltifat
etmeyen nice sâlih kişileri, ölümlerinden hemen sonra bazı kurnaz müritleri,
onların isimleri ve kemikleri üzerinde çok kârlı bir ticaret kurmuşlardır. Yok şöyle
uçarlardı, böyle asar keserlerdi filan. İşte tüm bu bâtıl inanışları kökünden
kazımak için, yeryüzünde en üstün yaratığı peygamberi hakkında bile Rabbimiz
buyurur ki:
“Ey Resûlüm! Muhakkak ki sen
benim elçimsin. Seni insanların hayatına karışma, onlara vahiy gönderme konusunda
odak nokta seçtim. Seni vahiyle şereflendirdim. Ama senin görevin sadece
insanları doğru yola eriştirmektir. Onların kaderleri ve kısmetleri senin elinde
değildir. İnsanların geleceklerini sen belirlemiyorsun. İnsanların amellerinin
karşılığını vermek senin elinde değil, sadece Allah’a aittir. Onları koruyan
Allah’tır, sen değilsin. Onları doyuran Allah’tır, sen de-ğilsin. Onları
hidâyete ulaştırmak sana değil, Allah’a aittir. Onların kalplerine etkili olan
Allah’tır, sen değilsin. Kalplerine hükmedip onları doğru yola getirecek olan
Allah’tır, sen değilsin.” İşte peygamberin fonksiyonu budur. Bakın En’âm sûresinde
Rabbimiz bu hususu şöyle anlatır:
“De ki: “Sizin
acele istediğiniz şey benim elimde olsaydı, benimle aranızdaki iş bitmiş olurdu.”
Allah zulmedenleri en iyi bilendir.”
(En’âm 58)
Evet, sizin
acele istediğiniz azap da benim elimde değildir. Eğer sizin acele istediğiniz şey
benim elimde olsaydı, çoktan sizin işinizi bitirmiş olurdum. Burada Rabbimiz, r
Bir
peygamber bile böyle derken, adam diyor ki, “eğer bizim efendi elinin tersiyle
bir iterse onların işi bitiverir. Onun gazabına uğrayanın, onun gözünden ve gönlünden
düşenin parçası bile bulun-maz.” Garip şeyler bunlar. İşte görüyoruz birilerini
yok etmeye, birilerine azap göndermeye Allah’ın peygamberinin bile gücü yetmiyor.
7.
“Ey Muhammed! Böylece şehirlerin anası olan Mekke’de ve çevresinde bulunanları,
şüphe götürmeyen toplanma günü ile uyarman için, sana Arapça okunan bir kitab vahy
ettik. İnsanların bir takımı cennete, bir takımı da çılgın alevli cehenneme girer.”
Rabbinizden
size hayat programı olarak, hayatınıza karışmak üzere indirilen bu Kur’an, Arapça
olarak indirilmiştir. Yâni sizin anlayabileceğiniz bir dilde, ana dilinizde bu
kitabını göndermiştir. Onda anlaşılmayacak bir kapalılık asla yoktur. Zira bu
kitabı kendisine indirdiğimiz peygamber, onunla şehirlerin anasının ve diğerlerinin,
yâni onun çocuklarının halkını ve onun çevresindeki beldelerin halkını uyarsın
diye bu kitabı, onun da, onların da anlayabilecekleri bir dilde gönderdik. Yâni
nerede bir şehir oluşmuşsa, nerede insanlar toplanıp bir şehir oluşturmuşlarsa,
hem oradaki insanları, hem de onun çevresindeki beldelerin insanlarını uyarması için bu kitabı gönderdik. Demek ki insanlar
bu kitapla uyarılacaktır.
Bir
başka anlayışa göre, Ümm’ül Kurâ, Mekke şehridir. Şehirlerin en şereflisi ve
anasıdır. Çünkü orada Allah’ın evi Beytullah vardır. Çünkü orada makam-ı İbrahîm
vardır, yeryüzünün en şerefli insanı Allah’ın Resûlü orada zuhur etmiştir. İşte
böyle şerefli bir beldenin halkı ve onun civarındaki tüm şehirler, tüm beldeler
onunla uyarasın diye bu kitabı Arapça bir kitap olarak indirdik. Uyarılacaklar
anlatıldıktan sonra, uyarının konusu da anlatılıyor. İnsanları, geleceği konusunda
hiçbir şüphe olmayan ve kesin gelecek olan o korkunç günden, hesapları kitapları
görülmek üzere tüm insanlığın, tüm mahlukâtın Rabblerinin huzurunda toplanacakları
o hesap gününden insanları korkutsun, o gün konusunda dikkatli davranmaya sevk
etsin diye bu kitabı gönderdik, diyor Rabbimiz.
O gün insanlardan
kimileri cehenneme akarken, kimileri de cennete uçacaktır. Kimileri yaptıklarının
cezasını çekmek üzere cehenneme yuvarlanırken, kimileri de yaptıkları güzel
amellerinin mükâfatını dermek üzere cennete uçacaktır. O gün insanlardan kimileri
mutlu, kimileri de bedbahttır. Kâfirler cehennemde, mü'minler de cennettedirler.
Yâni bu kitabın uyarısı, bu peygamberin uyarısı iki sonuç verecek. Kimileri
onun uyarısına müspet cevap verecek ve sonunda cennete gidecek; kimileri de bu
kitabın ve peygamberin uyarısına aldırış etmeyerek, kitapla ve peygamberle
diyalog kurmayarak, cehenneme yuvarlanacaktır.
8.
“Eğer Allah dilemiş olsaydı hepsini bir tek ümmet yapardı. Ama, O, rahmetine
dilediğini kavuşturur. Zalimlerin ise bir dost ve yardımcısı olmaz.”
Allah
dileseydi herkesi peygamber yapardı, herkesi peygamber gibi yapardı. Burada iki
konuya dikkat çekiliyor: Birincisi Rabbimiz burada peygamberini teselli ediyor.
Rasûlullah’ın bunca çabasına rağmen, Mekke müşriklerinin küfürlerinde, şirklerinde,
cehalet ve sapıklıklarında direnmeleri, hakkı kabule yanaşmamaları karşısında
peygamberinin üzülmemesi gerektiğini anlatıyor. “Peygamberim! Ol-muyor, olmadılar
diye, bu adamlar bunca çabalarıma rağmen istenilen noktaya gelmiyorlar diye
niye üzülüp kendi kendini harap ediyorsun? Eğer senin Rabbin dileseydi, bu
insanların hepsini bir tek ümmet yapardı. Bunların tamamını hak din üzerinde
toplar, tamamını Müslüman yapar, mü'min yaratırdı. O zaman kitap ve peygamber göndermeye
de gerek kalmazdı.” Bu hususun Bakara’da şöyle anlatıldığını görüyoruz:
“Dinde
zorlama yoktur. Çünkü hak bâtıldan ayrılmıştır.”
(Bakara
256)
1. Dinde
zorlama yoktur, yâni insanların bu dine girmeleri konusunda zor kullanmak
yoktur.
2. Dinden çıkma
konusunda zorlama yoktur. Zor kullanarak, bu dine girmiş insanları dinden çıkarmak,
mürted yapmak da yoktur. ehl-i kitap ve kâfirler, şu anda insanları dinlerinden
çıkarmak için zorlamaktadırlar. Allah bu âyetiyle onların bundan vazgeçmelerini,
insanları din eğitiminden mahrum bırakarak, ya da İslâm’ı yanlış tanıtarak, ya
da İslâm’la insanların arasına barikatlar koyarak insanların bu dinle tanışmasını
engellemekten vazgeçmelerini emretmektedir.
3. Dinde,
dinin ruhunda zorlama yoktur. Yâni sadece dine gir-me çıkma konusunda değil, bu
dinin esasında hiçbir zorlama yoktur. Zira bu dinin konusu zorunlu fiiller değil,
gönle ve isteğe bağlı fiiller ve davranışlardır. "İslâm dininde zorlamanın
sonucunda yapılan amellere sevap verilmez," hadisi bunu anlatır. Zorlama
ile iman da, itikat da caiz değildir. Zorlamanın sonucunda gerçekleşecek imana,
iman den-mez. Zorlamanın sonucu kabul edilen bir iman, Allah’ın istediği bir
iman değildir. Aynen bunun gibi, zoraki kılınan namaz, namaz değildir, zoraki
tutulan oruç, oruç değildir. Çünkü zorlanma, bir kişinin hoşlanmadığı halde,
kalben inanmadığı halde bir şeyi tehditle ve zorla yamasıdır.
Halbuki bu din, hoşlanılmayacak
bir din değildir. Bu din insanlara anlatıldığı zaman herkesin gönül rahatlığıyla
kabullenebileceği bir dindir. Bu konuda insanları zorlama hakkı sadece Allah’a
aittir. Yâni yaratıklarını, kullarını bu konuda zorlama hakkı sadece Allah’a
aittir. Nitekim Allah kimi kullarını da buna zorlamıştır. Semâvât, arz, ay, güneş,
yıldızlar, bitkiler, hayvanlar, melekler, hepsinin boyunlarındaki ipin ucu doğuştan
Allah’ın elindedir. Zoraki kulluk yapmaktadırlar, Allah’a karşı isyan etme imkânları
yoktur. Allah’a kafa tutma imkânları yoktur. Bunlar zoraki kuldurlar, başka şansları
yoktur.
Ama
insanlar için Allah bunu murad etmemiştir. İnsanların imanlarını zorunlu kılmamıştır
Rabbimiz. Bakınız bu hususu Rabbimiz başka bir âyetinde şöyle anlatır:
“Eğer
Rabbin dileseydi yeryüzünde kim varsa hepsi toptan iman ederdi. O halde sen mü'min
olsunlar diye insanları zorlayacak mısın?”
(Yunus 99)
O halde din,
dine girme konusunda hiç kimse zorlanmamalıdır. Çünkü zorlanan bir kimsenin açığa
vuracağı iman, Allah katında makbul bir iman değildir. Ama şurası da unutulmamalıdır
ki, böyle bir zorlamanın sonucu da olsa “ben iman ettim” diyen kişiye: “Sen
bunu korktuğun için söylüyorsun! Sen aslında kâfirsin!” demek caiz değildir. Böyle
bir iman iddiasında bulunan kişi için şüphe ortadan kalkacak kadar beklenir,
ona kâfir muamelesi yapılmaz; imanını açığa vurup amellerle ispatlayacak kadar
beklenir. Eğer bu süre içinde amellerle imanını ispatlarsa mü'min, değilse
kâfir kabul edilir.
Anlayabildiğimiz
kadarıyla bu ve benzeri âyetlerde, Rabbimiz peygamberini ve onun yolunun
yolcuları olan bizleri teselli ediyor ve bizlere yol gösteriyor. Diyor ki, “ey
peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları! Sakın bu insanlar yola
gelmiyorlar, hakkı kabule yanaşmıyorlar diye kendi kendinizi yiyip bitirmeyin!
Bu, Allah için zor bir şey değildir. Eğer Allah dileseydi onların tamamını hak üzere
toplayıverirdi. Diğer varlıklar gibi onların da boyunlarındaki ipin ucunu eline
alıverirdi de, hiçbirisi Allah’a kafa tutamazdı. Ama Allah böyle mu-rad etmiş,
onlara irade vermiştir. İradelerini iyiye kullananları rahmetine sokacak,
zalimleri de rahmetinden ve hidâyetinden mahrum bırakacaktır.”
Bazı
insanlar, dün de, bugün de bu konuda yanlış bir mantık yürüterek dini reddetme
cüretinde bulunmuşlardır. Şöyle diyorlar: “Efendim eğer Allah gerçekten bu
kâfirlerin iman etmelerini, hidâyet üzere olmalarını istemiş olsaydı, yâni bizi
kendi başımıza bırakmayıp da gerçekten bizim hayatımıza, insan hayatına karışmış
olsaydı, gerçekten kitap, vahiy, peygamberler göndererek bizim hayatımıza karışmayı
murad etmiş, bizden bir şeyler istemiş, bize emirlerini gönder-miş olsaydı,
Allah böyle kitaplar ve peygamberler göndererek dolambaçlı yolları seçmezdi.
Herkesi Müslüman olarak yaratır, diğer mahlukât gibi bizim de boyunlarımızdaki
ipin ucunu doğuştan eline alıverir veya semâvât ve arza dediği gibi "Müslüman
olun!" "Teslim olun!" der, işi bitirirdi. Böyle demediğine, böyle
yapmadığına göre, Allah bizden bir şey istemiyor. Allah bize vahiy göndermiyor
da, kendilerinin peygamber olduklarını iddia eden kimi insanlar bizi aldatıyor,”
diyor-lar. “Allah vahiy göndermez, Allah hayata karışmaz, O bizi kendi hali-mize
bırakmış ve nasıl bilirseniz öylece yaşayın demiştir,” diyorlar.
“Eğer şu anda bizim yaptıklarımızdan,
bizim yaşadığımız hayattan Allah razı olmasaydı, bize böyle razı olmadığı bir
hayatı yaşama imkânı vermezdi. Bize bu hayatı yaşama imkânı verdiğine, bizi
yaptıklarımız konusunda durdurmadığına, böyle bir hayatı yaşayan bizleri hemen
cezalandırmadığına, bu hayatımızdan dolayı bizleri helâk etmediğine göre, demek
ki Allah bu yaptıklarımızdan razıdır,” di-yorlar ve böyle bâtıl bir mantıkla İslâm’ı,
vahyi ve peygamberi reddet-meye çalışıyorlar.
Rabbimiz, onların bu sapık mantıklarını reddetmek üzere buyurur ki, “eğer Allah
dilemiş olsaydı hepsini tek bir ümmet yapardı. Yâni hepsini zoraki mü'min yapardı.”
Ancak Allah öyle murad etmemiş, insanlara irade vermiş ve bu iradelerini İslâm’dan
yana, imandan yana kullananları rahmetine ulaştırmış, aksini yapanları da
dostsuz ve velîsiz bırakmıştır. İşte bu âyetiyle Rabbimiz bu hususu anlatır.
Bir de bu
âyetiyle Rabbimiz, mü'minlere İslâm’ı tebliğ ederken karşılarındaki muhataplarının
hemen etkilenip Müslüman olmayışları, hemen istenilen noktaya gelmeyişleri karşısında
ümitsizliğe düşmemeleri konusunda uyarıda bulunur.
9.
“Demek onlar Allah’tan başka velîler edindiler? Oysa velî, Ancak Allah'tır. O, ölüleri
diriltir. Her şeye kâdirdir.”
Tüm
kâinatta velî sadece Allah iken, onlar Allah’ı bırakıp onun dışında kendilerine
velîler bulup, onların koruması altına girdiler. Halbuki yaşatan, hayat veren,
dirilten ve öldüren Allah’tır. Tüm bu konularda yetkili başka varlık yoktur.
Velî kavramıyla alâkalı sûrenin 6. âyetinde yeterince bilgi vermiştik, burada
bu kadarla iktifâ edeceğiz.
10.
“Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah’a aittir. İşte bu
Allah, benim Rabbimdir. O’na güvenirim ve O’na yönelirim.”
İşte
bu, Allah’ın kâinatta yegâne velî oluşunun ispatıdır. Zira velî olanın hakim, hükmedici,
ilim ve hikmet sahibi olması gerekmektedir. Kulları adına onlara danışmadan tek
taraflı aldığı kararların tamamında, mutlak
Velî,
Allah olduğuna göre, elbette velâyeti altındaki kullarının aralarında ihtilâf
ettikleri tüm konuları karara bağlayan da, sadece O olmalıdır. Velî, Allah olduğuna
göre, ihtilâfları O çözmelidir. O’nun söylediği, her şeyi bitirmeli, her
ihtilâfı sonuca erdirmelidir. Velîniz Allah ise, o zaman ihtilâf konularınızın
tümünü ona havale etmelisiniz. “Bu konuda ne dersin ya Rabbi? Bu konuda nasıl buyurursun
ya Rab-bi?” demeli ve her konuda onun hükmüne müracaat etmelisiniz. O’-nun
tarif ettiği konularda da kalplerinizden en ufak bir tereddüt geçirmeden hemen
teslim olmalısınız. Değilse, problemlerinizin çözümünde kime müracaat ediyor,
kime başvuruyor ve kimin çözüm önerilerini öne alıyorsanız, bilesiniz ki, sizin
velîniz Allah değil, o müracaat ettiklerinizdir.
Kimileri, insanların
yeryüzünde ihtilâf ettikleri konularda Rab-bimizin en son sözü söyleyip bu
ihtilâfları bitirmesinin, kıyamette olacağını söylemeye çalışmışlardır. Bunu
doğrulayan âyetler vardır ama bu âyetler, bu işin dünyada da olmaması anlamına
gelmeyecektir. Çünkü Kur’an, hem dünyada, hem de âhirette ihtilâflar konusunda
karar vermeye yetkili, müracaat edilecek tek mercinin Allah olduğunu söyler.
Binaenaleyh Allah
nasıl din gününün sahibi, din gününün mâli-kiyse, dünya gününün de sahibi ve mâlikidir.
Dünyada da Rabbimiz ahsenü’l-hâkimîndir. Âhirette son sözü söyleyip, nasıl ki insanlardan
hangilerinin hak yolda, hangilerinin de sapık yolda olduklarını, kimlerin
cehenneme yuvarlanması, kimlerin de cennete uçması gerektiği konusunda hükmedecekse,
aynen bunun gibi dünyada da hangi yolun hak, hangi yolun bâtıl olacağına O
karar verecektir. İnsanlar için neler helâldir, neler haramdır? Hangi hukuk doğru,
hangisi bâtıldır? Hangi kıyafet doğru, hangisi yanlıştır? Hangi ekonomi anlayışı
doğru, hangisi bâtıldır? Hangi hayat programı cennete, hangisi cehenneme götürür?
Bu konularda da hüküm verecek olan Allah’tır.
İhtilâf
ettiğiniz her konuda hüküm verecek, onu hükme bağlayacak olan Allah’tır ve işte
bu Allah benim Rabbimdir. Ben sadece O’na güvenir ve tüm hayatımda O’na dayanırım.
Tüm problemlerinde, tüm kararlarımda, tüm hareketlerimde, tüm programlarımda, tüm
güçlük ve sıkıntılarımda Rabbime güvenir ve O’na dayanırım. Her konuda O’na müracaat
ederim. Tüm hayatımı O’na arz eder, O’nun yap dediklerini yapar, yapma
dediklerinden de yüz çeviririm. Tüm hayatımda O’na yönelir, sadece O’na sığınır,
tüm işlerimde yardımı O’ndan beklerim. Hidâyeti O’ndan bekler, ihtilâf ve münakaşa
konularında O’nun karar vermesini arzu eder, verdiği kararlara da tartışmasız
teslim olurum. Tüm problemlerimin çözümünde velîm olarak O’na başvururum. O’na
sığınır ve O’na yalvarırım. İşte bu, Allah’ı velî kabul etmektir. Böyle yapan
kişi, Allah’ı velî kabul etmiştir.
Velâyetinin
bir başka ispatını, velî oluşuna bir başka delili de Rabbimiz şöyle anlatır:
11.
“Göklerin ve yerin yaratanı, size içinizden eşler, çift çift hayvanlar var etmiştir.
Bu sûretle, çoğalmanızı sağlamıştır. O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir,
görendir.”
O
Allah ki, gökleri ve yeri daha önce onların örnekleri, benzerleri yokken
yaratandır. Sonra kendi cinsinizden yâni Adem oğullarından, insan cinsinden
size eşler yaratan, kadın için erkek, erkek için de kadın yaratan, aynı şekilde
deve, sığır, koyun, ve keçiden istifade edebilesiniz diye erkek ve dişi türler
yaratandır. Onların sizin için çoğalıp üremelerini sağlayan ve aynen onlar gibi
sizi de doğum yoluyla çoğaltıp üreten Allah’tır.
Eğer Rabbiniz erkek
ve dişiyi aynı anda yaratmasaydı, ne doğum, ne üreme, ne de çoğalma olurdu. İşte
bütün bunları yaratan Allah’ın benzeri hiçbir şey yoktur. Allah’ın zatında, sıfatlarında
ve fiillerinde benzeri yoktur. Zatı, sıfatları ve fiilleri konusunda hiçbir şey
Allah gibi değildir. Âyet-i kerîmedeki “misl” kelimesinden anlıyoruz ki, mânâ,
Allah’ın değil aynısını düşünmek, benzeri bile yoktur demektir. Zâtı konusunda
bu böyle olduğu gibi, sıfatları konusunda da böyledir. O’nun sıfatlarına sahip
hiç kimse yoktur. Fiilleri konusunda da kimse O’na benzer olamaz. Yâni O’nun
yaptıklarını yapacak yoktur. O’nun sıfatlarına sahip olan yoktur. O işitendir,
görendir. İşitmek, işittiğine icabet etmek demektir. Allah, çağıranın çağrısını
işiten, dua edenin duasını işiten ve onun imdadına yetişen, ona anında icabet
edendir. İbadet edenin ibadetini gören ve kulluğunun karşılığını verendir. İşte
velî olmanın bir başka şartı da budur. Peki var mı yeryüzünde böyle birileri? Eğer
varsa, tamam onları da velî kabul edelim ve onların da koruması altına girmeye,
onlara da kulluk yapmaya çalışalım. Böyle birileri yoksa, o zaman sadece
Rabbimizi velî bilip onun velîmiz olarak bizim adımıza aldığı kulluk
maddelerinin dışına çıkmayalım.
12.
“Göklerin ve yerin kilitleri O’nundur. Dilediğine rızkı yayar ve isterse kısar,
bir ölçüye göre verir. Doğrusu O her şeyi bilendir.”
Göklerin ve yerin hazinelerinin
anahtarları Rabbimizin elindedir. Hazine adına, rızık adına gökte olanların da,
yerde olanların da anahtarları sadece O’nun elindedir. Hiç kimsenin elinin değmediği,
değemeyeceği, elinin erişemeyeceği, yâni kimsenin müdahale edemeyeceği tüm rızıklar,
tüm servetler O’nun elindedir. Şu anda ve yarın kim neye sahip olmuşsa,
olacaksa, her şeyi veren O’dur. Dilediklerine rızkı genişletir, bol bol verir,
dilediklerine de kısıverir. Çünkü O, her şeyi bilendir. Kime ne kadar vereceğini,
kime ne kadar kısacağını bilendir. Rızkı takdir eden O’dur. Hikmet sahibidir O.
Hikmeti gereği yapar bu taksimi. O’nun ilmi her şeyi kuşattığı için, bir kulu için
zenginliğin mi, yoksa fakirliğin mi hayırlı olduğunu en iyi bilen O’dur. Bol
vermesinde de, az vermesinde de mutlaka bir hikmet ve hayır vardır.
Öyleyse bu konuda O’na akıl
vermeye, ona yol göstermeye gerek yoktur. “Ya Rabbi bana şu kadar vermeliydin!
Beni şununla imtihan etmeliydin! Ben buna lâyıktım! Beni şununla imtihan etseydin,
ben mutlaka imtihanı kazanırdım!” diyerek O’na karşı gelmenin anlamı yoktur. Çünkü
Rabbimiz, kime ne kadar vereceğini çok iyi bilendir.
Bu konuda
endişeye de gerek yoktur. Rabbimiz, tüm varlıkların rızkını veren ve bunu
teminat altına alandır. Bana ayırdığını yanlışlıkla hiçbir zaman başkalarına
vermeyecek kadar bilgi ve hikmet sahibi, başkalarına ayırdığını da çatlasam patlasam
da, sadece gündüz değil, geceleri de çalışıp çabalasam da asla bana vermeyecek
kadar âdil bir Allah’tır.
Madem ki tüm
rızıklar O’nun elindedir, madem ki herkesin rızkını veren ve teminat altına
alan O’dur, madem ki rızık konusunda tüm insanlar O’na muhtaçtır, o halde bu
insanlar neden Rabblerini bırakır da onun berisinde kendilerine velîler bulmaya
çalışırlar? Neden Rabblerinin kendileri adına gönderdiği hayat programından yüz
çevirirler de, kendileri gibi rızka muhtaç insanların kanunlarına itaatten ya-na
olmaya çalışırlar? Neden ihtilâf ettikleri konularda Rabblerinin hük-müne müracaat
etmezler? Neden Rabblerinin kitabına başvurmazlar da başkalarının hükümlerine
başvururlar. Rızık konusunda O’na yönelen, O’nun arzında yaşayan, O’nun havasını
tüketen, O’nun suyundan istifade eden, O’nun arzında yaşayan, O’nun verdiği âzâları
kullanan bu insanlar, hayat programı konusunda neden O’nunkinden ya-na
olmuyorlar?! Neden O’nun kitabından habersiz yaşamaya çalışıyorlar?! Neden O’nun
peygamberiyle diyaloga yanaşmıyorlar?!
13.
“O size dinden Nuh’a tavsiye ettiğini, sana vah-yettiğimizi, İbrahîm’e, Mûsâ’ya
ve Îsâ’ya tavsiye ettiğimizi şeriat yaptı. Şöyle ki: Dini doğru tutun ve onda ayrılığa
düşmeyin. Fakat
kendilerini çağırdığın bu şey, Allah’a şirk koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini
kendine seçer ve O’na yöneleni kendisine iletir.”
İşte
Rabbimiz, bu bilgisi ve hikmeti, bu hâkimiyeti gereği sizin için bir şeriat
koymuş, sizin için bir yol tayin etmiştir. Sizden önceki peygamberlere, Nuh’a, İbrahîm’e,
Mûsâ’ya ve Îsâ’ya din olarak, şeriat olarak emrettiği şeyleri, size de açıklayıp
kanun yapmıştır. Peygamberlere ve onların toplumlarına yasa olarak belirlediğimiz,
yapın ve yapmayın diye buyurduğumuz şeyleri, sizin için de kanun yaptık, diyor
Rabbimiz. Burada zikredilen bu peygamberler, ulü’l-azîm peygamberlerdir; Rabbimiz
her birisine yeni bir şeriat vermişti. Öteki peygamberler ise, bunların şeriatlarını
tebliğle görevlendirilmiş peygamberlerdir.
“O
peygamberlere, hak dinin, İslâm dininin emir ve yasaklarını yerine getirin! Bu
hususlarda ayrılığa düşmeyin,” diye emrettik. Yâni Hz. Adem’den bu yana tüm peygamberlere
gönderilen bu dinin asılları, Allah’ın varlığı ve birliği, sadece Allah’a
ibadet, kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret gününe iman konusunda tefrikaya
düşmeyin ve onu koruyup yaşatın, diye emrettik.
Rabbimiz, “öncekilere
yaptığımız gibi sizin için de bir şeriat koyduk,” buyuruyor. Şeriat, takip
edilen yol, üzerinde yürünülen hayat programı, uyulması gereken anayasa
demektir. "Teşrî" anayasa, "şâ-rî" de yasa koyucu demektir.
Şârî, yâni yasayı koyan Allah’tır ve Allah’ın koyduğu bu yasanın adı da şeriattır.
Bundan önceki âyetlerde, kâinatta yegâne velînin Allah olduğu, kulları adına
karar verme, ihtilâfları halletmesi ve hükmetmesi konusunda tek mercinin
kendisi olduğu anlatılmıştı. İşte burada da Rabb, İlâh, velî ve hakim olarak
koyduğu anayasadan söz ediyor. Sonra da diyor ki, “dini ikâme edin, dini ayağa
kaldırın.”
Din, bir hayat programı, bir yaşam
biçimidir. Din, bir toplumun uymak zorunda olduğu kanunlar manzûmesidir. Bu mânâda
komünizm de, kapitalizm de, sosyalizm de, demokrasi de bir dindir. Bunlar,
insanların ortaya attıkları bâtıl dinler ve sistemlerdir. Kâfirun sûresindeki,
"De ki: Ey kâfirler! Sizin dininiz sizin benim ki de benim olsun!" âyeti
bunu anlatır. Rabbimiz önce, “ey kâfirler” dedi, sonra da “sizin dininiz sizin
olsun,” dedi. Kâfirin dini olur mu ki Rabbimiz böyle dedi? Elbette dinsiz, yâni
kanunsuz, yolsuz sistemsiz bir toplum düşünmek mümkün değildir. Bunun mânâsı, sizin
kanunlarınız, sizin sisteminiz sizin olsun, benimki de benim olsun demektir.
Yine Yusuf sûresinde: "Kralın
dinine göre kardeşini alıkoyması Yusuf’a yakışmazdı" âyet-i Kerîmesinde
anlatılan kralın dininden maksat da, kralın sitemi ve o toplumda yürürlükte
bulunan kralın ceza kanunlarıdır. Öyleyse Allah kanunlarını, Allah yasasını,
Allah’ın ceza kanunlarını uygulayan toplum, Allah’ın dinindedir; başkalarının
kanunlarını, başkalarının ceza yasalarını uygulayan toplum da, kanunlarını
uyguladığı kimselerin dininde ve onların kulu olmuştur.
Kur’an’ın
başka bir sûresindeki,
“Dikkat edin hâlis (katışıksız)
din Allah’ın dinidir.”
âyeti de bunu anlatır. Başkalarının
dini de vardır ama onlarınki katışıklı bir dindir. Yâni hayatın bazı bölümlerine
Allah karışır ama öteki bölümlerine de başkalarının kanunları karışır.
“Allah katında gerçek din,
Allah’ın dinidir.”
âyetinde de ifade edildiği gibi,
hayatın tümüne karışan din Allah’ın dinidir.
Allah diyor
ki, “dini ayağa kaldırın, dini ikâme edin.” Yâni toplum hayatının her bir
biriminde Allah’ın dini hakim olsun. Hukukta, ekonomide, siyasette, kılık-kıyafette,
eğitimde ve hayatın her bir kade-mesinde Allah’ın arzuları hakim olsun. Bundan
anlıyoruz ki, Allah’ın dinini, Allah’ın bu şeriatını sadece yaşamak, onu başkalarına
tebliğ etmek yetmemektedir. Ayrıca onu ayağa kaldırmak, toplumda o kuralları
uygulamaya koymak zorundayız.
Bir adam için,
o devletini kurmuştur, hükümetini ikâme etmiştir demek, o kişinin sadece kafasındaki
devlet modelini çevresine anlattığı ve halkın da onun kafasındaki bu hükümet
modelini beğendiği anlamına gelmez. Ya ne anlama gelir bu? O kişi, bulunduğu
ortamda, kafasındaki hükümet modelini bütün kurumlarıyla işletmeye başlamış, o ülkedeki
toplum, onun yasalarına tâbi olmuş, mahkemeler kurulmuş, idarî kurumlar onun
emrine bağlı olarak işlemeye başlamış demektir. İşte ikâme bu anlamdadır.
Nitekim Rabbimiz, "namazı ikâme edin" buyurur. Bu emirden sadece
namaza çağrıda bulunmak ve onu insanlara tebliğ etmek anlaşılmaz. Bu emirden,
namaz ortamı hazırlamak, namazın önündeki barikatları kaldırmak ve tüm mü'minlerin,
bütün şartlarına uygun bir biçimde namazı kılmaları ve toplumda uygulamaya başlamaları
anlaşılır. Öyleyse dinin ayağa kaldırılması da dinin tam anlamıyla toplumda
uygulanmasını, toplumun her alanında dinin emirlerinin geçerli olmasını, dinin
bütün kurumlarıyla birlikte yaşanmasını, hayatın her kademesinde hakim olmasını
ve toplumun karşılaştığı her problemin dinin emirleri istikâmetinde çözümlenmesini
sağlamak anlamına gelecektir.
Bu âyet-i
kerîmeden peygamberlerin şu iki vazifeyle görevlendirildiklerini anlıyoruz:
1. Allah’ın
dininin hakim olmadığı toplumlarda Allah’ın dinini hakim kılıp ayağa kaldırmak,
2. Eğer
toplumda Allah’ın dini hakimse, onu ayakta tutmaya devam etmektir. Peygamber
yolunun yolcusu olan bizler de işte bu iki görevle görevliyiz, demektir.
Âyet-i
kerîmeden anlıyoruz ki, mutlak sûrette hayata hakim kılınsın, toplumun hayatında
uygulanarak ayağa kaldırılsın diye Rab-bimizin elçilerine ve onlar vasıtasıyla
bize gönderdiği din, tüm peygamberlerde aynı dindir. Bu peygamberlerin şeriatlerinde
farklılıklar olsa da, temelde dinleri aynı dindir. Bu dinin adı İslâm’dır,
hepsinin adı Müslümandır ve hepsinin dini temelde aynı dindir. Rabbimiz, hepsine
de bu dini hakim kılıp ayağa kaldırmayı emretmektedir.
Eğer bu dinin şeriatı, bu dinin
yasaları, bu dinin emirleri hayata hakim kılınıp toplumun tüm problemleri
onunla çözümlenecek hale getirilmezse, ya da insanlar bu dine inanır, ama o
dinin şeriatı reddedilecek olur, yâni dine inanılır ama onun hükümlerinin uygulanması
reddedilecek olursa, o zaman Allah korusun St. Paul’un şeriatsız bir din ortaya
koyarak Hz. Îsâ’nın dinini ortadan kaldırdığı ve de Hz. Îsâ-nın ümmetini
sonunda dinsiz bıraktığı gibi, bu din de, bu dinin mensupları da yok olup
gidecektir. Şeriat, dinin hayatta uygulanma şeklidir. Hayatta uygulanmayan bir
din de, yok olmaya mahkum olacaktır. Bu dinin mensupları olduklarını iddia eden
Müslümanlar da, sonunda bu dinin sadece vicdanlara hapsedilen, hayatta uygulanırlılığı
olmayan bir takım kuru ahlâkî kurallar manzumesi olduğunu zannederek, hayatta
uygulanan başka dinler, başka şeriatlar, başka sistemlerin varlığını kabul
ederek dinleriyle ilgileri kalmayacaktır.
İşin acısı, Müslümanlar olarak
kendilerini izâfe ettikleri din de Allah’ın dini olmaktan çıkacaktır. Zira
Allah, âyet-i kerîmesinde son derece açık bir biçimde, “benim dinimi ikâme
edin, benim dinimi uygulayarak ayakta tutun,” diye buyurur. Uyguladığınız,
hayatınıza hakim olan din benim dinimdir. Değilse sizler benim dinimde değil,
başkalarının dinindesiniz demektir.
Dinin
ikâmesini emrettikten sonra, Rabbimiz hemen arkasından, “Dinde ayrılığa düşmeyin”
veya “dini
parçalamayın” buyurmaktadır. Dinde ayrılığa düşmek, birkaç şekilde
olabilir: Din içinde yeni bir takım görüşler ortaya atarak, kendi görüşlerinizi
din kabul ederek, o konuda sizden farklı düşünenleri tekfir ederek dinde ayrılığa
düşmeyin. Ya da dinde olmayan bir şeyi dine izâfe ederek, bid-atı dinmiş gibi
algılayarak, dine ondan olmayan bir şeyleri ilave ederek veya bunun tamamen
aksine dinde olan, dinin aslından olan bir hükmü, bir bölümü dinden çıkararak,
ya da dinin açık bir hükmünü, açık bir nassını dinin ruhuna uygun olmayan bir şekilde
tevil ederek ya da dinin herhangi bir bölümünü bayraklaştırıp, o bolümü gündeme
getirip, o bölüme sarılıp öteki bölümlerini görmezden gelerek Müslümanlar arasında
fırkalaşmaya sebebiyet vermeyin.
Veya dinde çok önemli bir bölümü,
bir hükmü, bir emri önemsemeyerek, ama mübah derecesindeki bazı hükümleri de
bunun aksine farz veya vacip telakki ederek, hattâ onları İslâm’ın en büyük
esasları kabul ederek ümmet arasında ayrılık çıkarmayın. İşte dinde ayrılık böyle
olur ve bu tür dine bozuk yaklaşımlardan dolayı, geçmiş ümmetler arasında
tefrikalar çıkmış, insanlar arasında çok çeşitli fırkalar oluşmuş ve
birbirleriyle amansız mücâdelelere tutuşan bu fırkalar, zamanla birbirlerinden
tamamen ayrılarak her biri müstakil birer din halini almıştır. Ne acıdır ki, bu
dinlere inanan insanlar bir zamanlar aynı dinin mensupları iken, ayrı ayrı din
mensupları olmuşlar ve tek bir dinden çıkan insanlar olduklarını zamanla
tasavvur bile edemeyecek hale gelmişlerdir.
Dinde ayrılığa
düşmeyi yasaklayan Rabbimiz, âyetin sonunda şöyle buyurmaktadır:
"Peygamberim! Senin o müşrikleri kendisine ça-ğırdığın şey onlara ağır
geldi." Senin onları kendisine çağırdığın tev-hid, onlara zor geldi. Senin
onları dâvet ettiğin şirki terk ederek tevhide yönelme, Allah’tan başkalarının
dinlerini, Allah’tan başkalarının şeriatlarını ve sistemlerini, kanunlarını
uygulamaktan vazgeçerek sadece Allah’ın kanunlarını ve dinini uygulama, yaşama
ve doğrultma emri onlara ağır geldi. Sadece Allah’a iman ve hayatın her kademesinde
sadece O’na kulluk, sadece O’nu dinlemek, sadece O’nu razı etmeye çalışmak,
sadece O’nun hayat programını uygulamak o müşriklere zor geldi. Ey peygamberim,
senin bu dini açık ve net bir şekilde ortaya koyarak hayatlarında Allah’a
kulluk yapanlarla Allah’tan başkalarına kulluk yapanları, Allah’ın dinini
uygulamaya çalışanlarla Allah’tan başkalarının dinlerini, Allah’tan başkalarının
sitemlerini uygulamaya çalışanları açığa çıkardığın için, bu müşrikler sana kızmaktadırlar.
Onlar diyorlar ki, “ne olacaktı
da böyle bizim hayatımızdaki bo-zuklukları netleştiriverdin? Niye şirkimizi açığa
çıkarıverdin? Bir toplumun hayatında hayat programı olarak sadece Allah’ın dini
olmalıdır, her konuda Allah’ın dini söz sahibi olmalıdır, hayatın her bir kademesinde
Allah’ın dini geçerli olmalıdır, katışıksız din sahibi olunmalıdır, diyerek
bizim bozuk düzen din anlayışımızı niye açığa çıkardın? Halbuki rahatımız
yerindeydi. Hem Allah’a kulluk ediyorduk hem de Allah berisinde hayatımızda söz
sahibi kabul ettiğimiz bir kısım varlıkları, bir kısım insanları dinliyorduk.
Hem Allah’ı hem de öteki Rabblerimizi razı etmeye çalışıyorduk. Hayatımızın bazı
bölümlerine Allah’ı karıştırıyor, geri kalan bölümlerinde de öteki İlâhlarımızı
söz sahibi kabul ediyorduk. Namaz, oruç, abdest gibi konularda Allah’ı söz
sahibi biliyor, Allah’ın dediklerini uyguluyor, hukuk, eğitim, miras, kılık-kıyafet,
ekono-mi, siyaset, ceza kanunları gibi konularda da öteki Rablerimizi söz sa-hibi
kabul ediyorduk.
Yâni hayatımızın din, âhiret içerikli
bölümünde Allah’ın sistemini, Allah’ın dinini, Allah’ın şeriatini uyguluyor, dünya
içerikli bölümünde de başkalarının dinlerini, başkalarının şeriatlerini, başkalarının
sistemlerini uyguluyorduk. Tamam yine anlaşalım, yine aynısını kabul edelim.
Hayatımızın bir bölümünü düzenlemesi konusunda yine Allah’ı söz sahibi kabul
edelim. Ama hayatımızın öteki bölümlerini düzenlemek üzere öteki İlâhlarımıza
da söz hakkı verelim. Bu konuda seninle anlaşabileceğimizi beklerken ey
Muhammed, şimdi sen tuttun hayatın tümünde Allah’ın dinini uygulamamız gerektiğinden
bahsediyorsun. Hayatın tümünde sadece Allah’ın söz sahibi olduğundan ve
Allah’tan başkalarını dinlemememiz gerektiğinden bahsediyorsun. Katışıksız din
sahibi olmamız gerektiğini söylüyorsun. Bu kesinlikle mümkün değil! Biz alıştığımız
hayattan vazgeçemeyiz! Biz öteki İlâhlarımızdan vazgeçemeyiz,” diyerek bu müşrikler
sana öfke duyuyorlar. Aynı toplumda dini sadece Allah’a halis kılarak, hayatın
her bir kademesinde Allah’ın dininin hakim olmasını isteyen ve bu uğurda canlarını
bile fedâ edecek kadar mücâdele veren muvahhidler de var-dır. İşte Allah onları
da kendi tarafına çekmekte, kendisine seçmekte ve hidâyete ulaştırmaktadır. Böylece
kendisine yönelen kullarına imanı ve hidâyeti nasip etmekte, onlara doğru yolu
lütfetmektedir.
14.
“Kendisine ilim geldikten sonra ayrılığa düşmeleri, ancak birbirini çekememekten
oldu. Eğer belirli bir süre için Rabbinin verilmiş bir sözü olmasaydı, aralarında
hemen hükmedilirdi. Arkalarından kitaba varis kılınanlar da ondan şüphe ve endişe
içindedirler.”
Tefrika ve
ihtilâflar kitabın ve peygamberin olmadığı dönemin işidir. Herhangi bir konuda
kesin bilgi olmadığı zaman insanlar o konuda ihtilâf edebilirler. Halbuki
bunlar, kendilerine kitap geldikten, her konuda kesin bilgi ihtiva eden vahiy
kendilerine ulaştıktan sonra fırkalaşmışlar, tefrikaya düşmüşlerdir. Halbuki
Allah tüm peygamberlerine ve onların ümmetlerine bir önceki âyette gördüğümüz
gibi:
“Dinde
tefrikaya düşmeyin”
buyurmuştu.
Bunlar, bu bilgi kendilerine geldikten sonra tefrikaya düşmüşlerdi. Halbuki
kitap, tefrikaları bitirmek için vardı. Kitabın varlık gâyesi, insanların birliğini
sağlamak ve toplumda tefrikaları sona erdirmektir. Kitap, birleşme unsurudur.
Kendilerine her konuda kesin bilgi sunan kitap ellerindeyken, bunlar tefrikaya
düşmüşler, fırkalaşmışlardır.
Bunların fırkalaşmalarının,
ayrı ayrı yol edinmelerinin, mezhep edinmelerinin altında yatan sebep, kitabın
farklı anlaşılması yâni kitabın âyetlerinin farklı yorumlanması değil, birbirlerine
karşı duydukları kin, haset, düşmanlık, kıskançlık, dünya hırsı, önderlik,
liderlik sevdası, kişisel çıkarlar ve menfaat hesaplarıdır. Halkın kendilerine
teslim olup, onların ceplerindekileri kendi ceplerine aktarma arzusu yatmaktadır.
Ehl-i kitabın din bilenleri, kitap, peygamber bilgisine sahip olanlar, yanlarındaki
bu bilgiyi halka anlatmıyorlardı. Böylece din, kitap ko-nusunda bilgisiz bıraktıkları
yığınları, icat ettikleri yeni yeni dinler, yollar, inanışlar, felsefeler ve
dinî merasimlerin peşine takmayı becerebilmişlerdir.
Evet ehl-i
kitap arasında böyle bilenler, bilginler, bildikleriyle Müslümanları sapıtmaya çalışanlar
olduğu gibi, bir de hiçbir şey bilmeyip de o bilenlerin, o din adamları sınıfının
elinde oyuncak olan, kalplerini, kafalarını, düşüncelerini o bilenlerin
ceplerine sokmuş insanlar da vardır. Bunların adı “ümmîyyûndu.” Gerek Yahudilerde
ve gerekse Hıristiyanlarda din adamları diye oluşan bu sınıf, diğer insanların
bilgilenmelerini istemiyorlardı. Bildikleri dini bilgilerin diğer insanlar
tarafından da bilinmesini istemiyorlardı. Bunlar, bildikleri bu bilgiler
sayesinde yığınların kendilerine pervane olmalarını istiyorlardı. Bilgi
kendilerinde olduğu için, cahil bıraktıkları yığınlara hükmetmek, onları kul, köle
edinmek istiyorlardı. Bu yüzden bunu insanlara anlatmıyor-lardı. Böylece
insanları parça parça edip ihtilâflara sürüklüyorlardı.
Yine o
bilenler, din adamları, bilgilerini halka anlatmaktan sakınan, yâni bilgilerini
Allah’la çatışmada, Allah’a kafa tutma yolunda kullanan bu insanlar bakın ne
yapmışlar:
“Bu veyl’e
gidesiceler kendi elleriyle kitap yazdılar, sonra da dediler ki, işte bu
Allah’tandır!”
(Bakara 79)
Bunlar, bu
cehennemin veyline gidecek olanlar, bu Allah’ın lânetine uğrayacaklar, kendi
elleriyle kitap yazdılar. Kendi elleriyle yazdılar ama sonra da dediler ki:
“Bu
Allah’tandır!”
“Bu Allah’tan
gelendir! Allah tarafındandır bu! Bunu Allah buyuruyor! Bunu Allah emrediyor!”
dediler. Veyl olsun bunların bu yaptıklarına! Onların kendilerine de, bu yaptıklarına
da yazıklar olsun!
Bu âyetlerin bir açıklayıcısı da Âl-i
İmrân 78. âyettir:
“Bir
gruptur onlar. Dillerini eğer bükerler, kitabı dillerine dolarlar.”
Dillerini
kitaba doğru böyle eğip bükerler. Sanki ağızlarına almış gibi, sanki kitapla
ilgi kurmuş gibi görünmeye çalışırlar. Sanki kitaptan konuşuyormuş gibi davranmaya
çalışırlar. Aslında başka şeyler söylerler de arada bir bunu da ağızlarına alırlar.
Meselâ adam miting alanına çıkıyor, bazen tanrı böyle buyuruyor, diyor. Veya
kitabımızda da bu böyledir, diyor. İşte bu, kitabı diline dolamak, eğip bükmektir.
Peki neden böyle yapıyorlar?
“Siz onu
kitaptan sanasınız diye.”
Yâni ortaya
koyduğu konunun kitaptan olduğu zannedilsin diye. Aslında kitapla filan ilgisi
yok adamın. Kitaptan filan konuşmuyor, ama konuştuklarının İslâm’dan zannedilmesini
istiyor. Yâni bir dizi fikir sıralıyor, araya da böyle âyetler serpiştiriyor.
Meselâ İslâm’da
aile, İslâm’da takva, İslâm’da kahramanlık, İslâm’da edep, İslâm’da kazanmak, İslâm’da
harcamak diyor, kuralını kendisi koyuyor, iskeletini kendisi belirliyor.
Kendisi bir paragraf, iki paragraf bilgi sunuyor ve araya bir âyet koyuyor ki,
sanki az evvel de-diklerini âyet dedi! Onun aslında planı şu: Örneğin yüz cümlelik
bir konuşması var, bu konuşmanın paragraflarını, iskeletini kendisi belir-liyor,
iki paragraftan sonra: “Ya Rabbi bunları destekleyecek bir âyet lütfeder misin
buraya?” diyor, ayıp olmasın, sözlerim böyle sırıtıp kal-masın diyor ve bir
âyet ekliyor. Bir paragraf sonra da: “Ya Rasulallah bunu destekleyecek bir
hadis,” diyor, ondan sonra Voltair'e, Montes-que'ye, Puşkin’e müracaat ediyor.
Böyle bir karışım yapıyor yâni. Bunun da din olduğunu söylemeye çalışıyor. Bakın
ben bir şeyler söy-lüyorum, beni destekleyin demeye getiriyor.
İnsanlar,
bunu dinleyenler, bu kitaptandır zannetsinler diye böyle yapıyor adam, oysa:
“Halbuki o
kitaptan değildir.”
Halbuki bu
kitabın kendisi de değil, kitaptan da değil, yansıması da değil, anlatılması da
değil. Bu Allah’tan değildir.
“Allah’a
yalan iftira yapıyor, bunu da bile bile yapıyor.”
Evet,
elleriyle kitap yazdılar, sonra da dediler ki, “bu Allah-tandır. Bu Allah katındandır.
Bunu bize Allah bildirmiştir. Din budur! İman budur! Kitap budur! İslâm budur
başka değildir.” Peki niye yaptılar bunu? Allah’tan gelmeyen, Allah’ın demediği
şeyleri niye İslâm etiketiyle sundular insanlara? Kitapta olmayan şeyleri niye
Allah böyle buyuruyor diye sundular?
“Bunu az bir pahaya satıyorlar.”
Ya da
bununla az bir değer elde etmek istiyorlar. Ya da bununla değer kazanmak, değerlenmek
için yapıyorlar bunu. Semen, aslında “eder” demektir. “Bir şeyin ederi”, “bunun
ederi ne?” cümlelerinde kullandığımız gibi. Eğer bunun karşılığında iş yaparsa,
meselâ bir günlük yevmiyedir bunun değeri. Veya bir tamir karşılığıdır, ya da
bunun ederi yüz bin liradır, üç marktır, beş dolardır. Bunun ederi, bunun karşılığı
demektir. Meselâ biri arkadaşından bir kalem alsa ve “vermeyeceğim bunu arkadaş!”
dese, ederi nedir? Nâzdır, değil mi? Yâni semen bu demektir. Bir şeyin karşılığı
demektir. İşte az bir değer. Yâni adamlar bu Allah’tandır derken ne değer kazanıyorlar?
Neye değiyor bu iş? Ne kazanıyorlar karşılığında? Eh, ne kazansınlar? Azıcık bir şey tabii.
Yâni tümüyle dünyayı kazansalar az, makam-mevki kazansalar az, ev bark
bulsalar, arabalar elde etseler az, dükkanlar tezgahlar elde etseler az, az,
az...
Âyetleri satıp da, yâni âyet
konumundan sıyrılıp, âyet atmosferinden uzaklaşıp, farklı bir hayat yaşayınca
elde edecekleri ne olabilir ki bunların? Ne bulabilecekler yâni? En fazla
bulsalar bulsalar, tüm dünyayı bulabilirler. Ne kadar süreyle sahip olabilirler
bu dünyaya? Ölünceye kadar değil mi? Ölünce her şey bitecektir. Ama bunun karşılığında
ne kaybedecekler? Allah’ın rızasını, cenneti kaybedecekler değil mi? Halbuki
cennete en son girecek kişi bile olsa, bunlar tam dokuz dünya kaybedecekler. Tüm
dünyayı dünyada kazansalar bile, nihâyet on sene, elli sene, ölünceye kadar
sahip olabilirler; ama cennet öyle değildir, değil mi?
Az bir paha
karşılığında satmak için yaptılar bunu. Az bir paha, dünya ile sınırlı
demektir. Az bir paha, ölümle biten, âhirete intikal etmeyen demektir. Peki
bunu yapıyorlar da, ne alıyorlar karşılığında? Ne alırsa alsınlar, tüm dünyayı
alsalar bile ne kadar süreyle alabilirler bunu? Ölünceye kadar değil mi? Müdürlük,
ölünce biter. Bakanlık, dekanlık ölünce bitecektir. Şan, şöhret, diploma,
doktora, para, mal, mülk hepsi ölümle bitecek ve yarına intikal etmeyecektir.
Bu yaptıkları şey, kendilerine sağlayacak çok küçük dünya menfaatleri yanında
ne büyük bir âhiret azabı doğuracaktır, bunu bir bilebilseler!
Tevrat ve İncil’i
bozup, sonra da, “işte bu Allah kelâmıdır” diyenlere ve böylece insanları fırkalaşmaya
itenlere yazıklar olsun! Kur’an’ı tahrif edip, Kur’an’ı gizleyip, insanlara
anlatmayıp, ya da Kur’-an’da olmayan bir şeyi ondanmış gibi insanlara sunanlara
yazıklar olsun!
Kitap,
Tevrat, İncil, Kur’an bilgisine sahip olan ve bu bilgiyi Allah’ın kullarına
anlatmaları, bu bilgiyle yeryüzünde Allah’a kulluk yapmaları, bu kitabın yeryüzünde
hâkimiyeti konusunda çırpınmaları gerekirken, dünya karşılığında bunu satanlara
yazıklar olsun! Makam, diploma, doktora, maaş, sosyal statüler karşılığında
satanlara, Allah-ın kullarını kitap bilgisinden mahrum bırakanlara yazıklar
olsun.
Şu anda
yeryüzünde yaşayan insanlar içinde de dini, siyaseti, dünyayı, bilgiyi kendi
tekellerine alıp, diğer yığınlara: “Sizler hiçbir şey bilmezsiniz! Sizler bu işleri
anlamazsınız. Bilmek ve anlamak zorunda da değilsiniz zaten. Biz varız ya!
Bizler sizin için her şeyi biliriz. Sizin adınıza, sizin hayrınız için her şeyi
düşünürüz. Sizin adınıza biz karar veririz. Siz yeter ki bize bağlı olun, bizi
dinleyin, bizim size sunduğumuz hayattan razı olun, artık gerisini siz düşünmeyin.
Sizin için her şeyi biz ayarlarız. Dünyanızı da, cennetinizi de biz ayarlarız,”
diyen pek çok insan görüyoruz. Bugün, bildikleri halde hak bilgisini insanlara
anlatmayan ve böylece cahil bıraktıkları insanları bölerek, tefrikalara düşürerek,
onları peşlerine takarak, inançları üzerinde kârlı bir ticaret pazarı kuran birçok
kimse vardır.
Rabbimiz
buyurur ki, “eğer Allah dileseydi, bu sapık dinleri, bu sapık yolları icad
eden, onları bu sapık anlayışlarının peşine takarak kitlelerin inançlarına
ipotekler koyan, dini, bir kazanç yolu haline getiren bu sapıkları da, kitapları,
dinleri ve peygamberleriyle tanışma imkânları olduğu halde kitaplarıyla tanışmaktan
kaçan, kitaplarıyla diyalog kurmayan ve böylece dinlerinin aslından habersiz
kaldıkları için, akıllarını bu sapıkların ceplerine koyan, bile bile bu sapıkların
peşine takılanların tamamını da yerin dibine batırır ve hak yolda gidenleri de
sağ bırakarak kimin haklı kimin haksız olduğunu, kimin hak, yolda ki-min bâtıl
yollarda olduğunu dünyada ortaya koyuverirdi.
Eğer belli bir süreye kadar
Rabbinden verilmiş bir süre olmasaydı, her sapmanın sonunda hemen aralarında sapanların
cezası verilir ve işleri bitirilir, defterleri dürülüverirdi. Böylece şu kısa dünya
hayatında hak yerini bulur, bâtıl da yok olup giderdi. Ama önceki âyetlerde de
gördüğümüz gibi, Rabbimiz bunu kıyamet gününe ertelemiştir. Kimin hak, kimin
bâtıl yolda olduğu, kimin haklı, kimin haksız oldu-ğu konusundaki kesin hükmünü
kıyamet günü verecek ve ihtilâfları kesin çözüme o gün ulaştıracaktır. Eğer böyle
yapmayıp da dünyada bunu gerçekleştirseydi, o zaman imtihanın mânâsı da
kalmayacaktı.
Onlardan
sonra kitaba varis olanlar ise, kitap konusunda bir şüphe içinde kararsız
olarak kıvranıp durmaktadırlar. Buradaki “onlardan sonra kitaba varis olanlar”
ifadesindeki onlardan kasıt, o peygamberlerin ve kitapların arkasından gelenlerdir.
Ya da geçmiş seleflerinden arkaya kalıp, şu andaki peygamber Hz. Muhammed’in (a.s)
muasırı olan ehl-i kitap’tır. Yâni önceki peygamberlerden, kitaplardan ve
seleflerinden arkaya kalıp da, şu anda Kur’an’a varis olan, Kur’-an’a muhatap
olan, Kur’an’ın mesajıyla karşı karşıya gelmiş bulunan ehl-i kitap demektir.
Buradaki kitaptan kastedilenin de Kur’an olduğu söylenmiştir.
O zaman mânâ şöyle olacaktır: Şu
andaki ehl-i kitap Kur’an konusunda şüphe içinde kıvranmaktadır. Peygamber
(a.s) dönemi Yahudi ve Hıristiyanları, Kur’an konusunda tereddüt içindeydi.
Allah-ın, insanlar içinden bir insanı odak nokta, sözcü seçerek, onun vası-tasıyla
insan hayatına karışmak üzere vahiy göndermesi konusunda tereddüt içindeydiler.
Reddetmeye kalksalar, kendi dinlerinin de vahiy yoluyla gelmesinden ötürü,
kendi dinlerini de inkâr etmiş olacaklardı. Böylelikle dinlerini ve
saltanatlarını kaybedeceklerdi. Reddetmemeleri halinde, ortaya somut bir şey koyamayacaklardı.
Onun için tümüyle kabul de edemiyor, inkâr da edemiyor, şaşkınlık içinde bocalıyorlardı.
Ya da
buradaki şüphe içinde oldukları kitaptan kasıt, bu adamların kendi kitaplarıdır.
Mânâ, seleflerinden arkaya kalmış peygamber dönemi Yahudileri, kendi kitapları
olan Tevrat’tan, Hıristiyanlar da kendi kitapları olan İncil’den şüphe
etmektedirler demektir. Peki acaba bu seleflerinden arkaya kalan ehl-i kitap,
neden kendi kitaplarından şüphe ediyor? Âyetin muhtevasından anladığımıza göre
bunun iki sebebi var.
1. Bu
adamlar kitap bilgisine sahip değiller. Kitaplarını tanımı-yorlar, kitaplarıyla
tanışmamışlar; bilenlerin, tanıyanların beyanlarına tâbi olmuşlardır. İşte bu
yüzden şüphe içindedirler. Ya da Kur’an’ın ifadesiyle ümniyelere tabi olmuşlardır.
“Onlardan
(o ehl-i kitaptan) kimileri de vardır ki ümmîdirler. Okuma yazma bilmezler.
Kitabı da anlamazlar. Ancak ümniyelere tabi olurlar ve sadece zannederler.”
(Bakara 78)
Onlar kitabı
da bilmezler. Bunların işi gücü kuruntudur ve de sadece zannederler. Onlardan
kitap konusunda ümmî olanlar vardır. Kitabı tanımayan, kitabı anlamayan,
kitapta ne var ne yok bu konuda hiç bilgisi olmayan insanlardır ümmîler. Ümmî,
kelime mânâsı olarak “anadan doğma” demektir. Yâni kitap konusunda, okuma konusunda
anadan doğma. İşte ehl-i kitap içinde kitabı bilmeyen ümmîler vardı. Bunlar,
kitaptan haberleri olmadığı, kitabı tanımadıkları için, ancak ümniyelerin peşinde
giden insanlardır.
Ümniye, kişinin kendi içinde,
kendi kafasında şekillendirip biçimlendirdiği, hayal ettiği şeydir. Yâni
kuruntu, hayal, boş şeydir. Ya da insanın böyle diline dolayıp durduğu şeylerdir.
“Efendim yapmak lazım! Etmek lazım! Kurmak lazım!” gibi diline dolayıp, bir türlü
amele dönüştürmediği ve zaten amele dönüştürülmesi de mümkün olmayan idealler,
mefkûreler, hayaller gibi saplanıp kaldığı şeylerdir. Veya peşine takıldığı, hiçbir
delile dayanmayan ham hayaller, boş kuruntulardır. İşte kitap ehlinden böyle
kitaba dayanmayan, kitapla ilgisi olmayan, boş şeyler peşinde koşanlar vardır.
Bunlar yalnız zannederler, zan peşinde koşarlar, zan içinde koşarlar.
Amelleri,
bilgileri, kitabî değildir, kitaba dayanmaz. “Zannediyorum bu böyledir!” derler
ve böylece zan üzerine yürürler. Zanla amel ederler, işleri sadece boş bir
taklittir bunların. Bunlar kitabı bilmezler, ancak ümniyelere, zanlara,
hayallere dayanırlar. Başkalarından duyduklarını, hacıdan, hocadan duyduklarını
din zannederler. Din diye, zanla amel ederler. Başkalarından aldıklarını hayat
zannederler. Bu tür insanlar ekonomi, ticaret, sosyal hayatlarında, meslek
hayatlarında her şeyi bilebilme, herkesten daha iyi bunu sağlama çabasındalar.
Bu konularda kimseye teslim olmuyor, kimseyi dinlemiyorlar. Ne din adamlarını,
ne de başkalarını hayatlarının bu bölümlerine karıştır-mamadan yanalar.
Hayatlarının bu bölümlerini kendilerinin bildiklerine inanırlar ama mesele dine,
kitabı tanımaya, peygamberden söz etme-ye gelince: “Biz bu işi bilmeyiz! Biz bu
işi anlamayız! Bunu biz din adamları sınıfına bıraktık. Artık bu konuda onlar
ne derlerse biz ona uyarız. Onlar bunu bilsinler, kitabı onlar okusunlar, onlar
anlasınlar, peygamberi onlar tanısınlar. Biz ticaretimizi, dünyamızı yaşarız ve
de yarın onların rehberliğiyle kolayca cennete gideriz” derler...
Allah’ın
kendilerine gönderdiği kitapla ilgiyi, alâkayı kesmiş, bilmediği, bilemediği için
de bilenlerin kulu, kölesi durumuna düşmüş olan bu insanların, din adına
bildikleri sadece zandan ibarettir. Dinlerini zan üzerine bina edip geçerler.
Tabi onların gözünde din o kadar önemli olmadığı için, bu kadar ilgilenme idare
edecektir.
İşte bu
insanlar, bu ehl-i kitap, dinlerini tanımadıklarından, kitaplarından habersiz
yaşadıklarından, bilmedikleri, tanımadıkları kitapları konusunda şüphe içindedirler.
2. Bunların
kitaplarından şüphe içinde olmalarının ikinci sebebi de, selefleri kitaplarının
işini bitirmiştir. Öncekiler kitaplarının defterini dürmüş de onun için bunlar şüphe
içindedirler. Selefleri kitaplarını o kadar bozmuş, kitabı o kadar tahrif etmiş,
onun içine o kadar başka şeyler sokmuş ki, onun Allah’tan gelme bir kitap olduğuna
bin şahit ister. Bunun farkında olan sonradan gelenler, ondan şüphe içinde
bulunmaktadırlar. Yâni öncekilerin yamukluğu, sonrakileri kitap konusunda şüpheye
düşürmüştür. Halbuki iman, şüpheye imkân bırak-maz. İtikat kesinlikle şüphe kabul
etmez. İtikatta, imanda şüphe varsa, o iman, iman değildir.
Bizde de böyle
kitap konusunda şüphede olan insanlar vardır: “Kur’an’ı selef, geçmiş
âlimlerimiz, İmam Ebu Hanife, İmam-ı Şâfiî, sahâbe anlamış, onu fıkha dökmüşlerdir.
Artık bugün bizim onu anlamamıza gerek kalmamıştır,” diyerek biz haleflerden de,
kitabı tanımadıkları, kitaplarından habersiz bir hayat yaşamayı yeğledikleri için,
habersiz bulundukları kitapları konusunda şüphe içinde bocalayan pek çok kimse
vardır. Kitaplarını tanımayan bu insanların ne imanları kitaba dayanmaktadır,
ne amelleri, ne de hayatları. İmanları da, amelleri de, “rahmetlik hocamdan böyle
duymuştum” varsayımına dayanmaktadır.
İman ve amel, rahmetlik hocadan
duyduğuna dayanınca, hayattaki hoca da farklı şeyler söyleyince, elbette o da
rahmetlinin dediğini bozuverecektir. Ama kişinin imanı ve ameli rahmetlik
hocaya değil de, yaşayan kitaba dayansaydı, onu hiç kimse bozamayacaktı. İşte
böyle kitaplarını tanımayan insanlar, hayatları boyunca kitapları, amelleri
konusunda hep şüphede olmaya devam edecektir. Şüphe, bir konuda bilgi eksikliğinden
kaynaklanır. Kitap konusunda şüpheden kurtulmanın tek yolu da, kitapla tanışmaktır.
Kitabını tanıyan kişinin, kitap konusunda en küçük bir şüphesi kalmayacaktır.
15.
“Ey Muhammed! Bundan ötürü sen birliğe çağır ve emrolunduğun gibi doğru ol;
onların heveslerine uyma ve şöyle söyle: “Allah'ın indirdiği Kitaba inandım,
aranızda adâletle hükmetmek ile emr olundum; Allah bizim de Rabbimiz, sizin de
Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz kendinizedir.
Bizimle sizin aranızda tartışılacak bir şey yoktur. Allah hepimizi bir araya
toplar; dönüş O’nadır.”
Yâni, “ey
peygamberim! Şu anda bu ehl-i kitap, kendi yolları, kendi dinleri, kendi
kitapları konusunda da şüphe içindedir. Onun için sana emredilen kitabın
âyetlerini tebliğ et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Sen onların hevâ ve heveslerine
uyma! Onlarla kesinlikle uzlaşma masasına oturma! Kendi dinlerinden, kendi
hayatlarından bile mutmain olmayan bu adamlar karşısında sakın sen yamulma! Ne
kendi heveslerine, ne de onların heveslerine uyma! Çünkü ben bunu sana daha önce
anlattım; tarihte dinin eğilmesi ve tefrikaların çıkışı, o dine inananların
yamukluk yapıp kendi heveslerine ve insanların heveslerine mağlup olmasından
kaynaklanmaktadır. Sen emrolunduğun gibi dosdoğru ol, dininden, yolundan asla şüphelenmeyip
dosdoğru ol ki, onlar kendi yamukluklarını anlasınlar. Sen, hak bildiğin yolda
dosdoğru ve emin adımlarla yürü ki, onlar kendilerinin yollarının bozukluğunu
anlasınlar. Sen Allah’ın senden istediği dini tam yaşa ki, onlar da gerçeği
anlasınlar. Sen sapma ki onlar tarih boyunca sapıklık noktalarını iyi anlasınlar.
Eğer sen birazcık yamulur da onlara tavizler verirsen, bu defa onlar kendi
hayatlarına, kendi hayat anlayışlarına, hem Allah’a hem de başkalarına kulluk
etmek biçiminde geliştirdikleri şirk anlayışlarına, kendi günâhlarına kılıf
bulurlar. Kendi bozuk düzen hayatlarına dinden destek bulurlar. Kendi yollarının
da haklı olduğu zehabına kapılıp, bozuk dinlerinde ısrar edip kemikleşme cesaretini
bulabilirler.”
Bu âyetler,
peygamber ve peygamber yolunun yolcularının, kâfirler, müşrikler ve
münâfıklarla ilişkilerini belirleyen âyetlerdir. Mü'-minler kâfirlerin İslâm’a
girmesini isteyebilirler, bu tabii bir şeydir. Ama mü’minlere, kâfirlerin
dolambaçlı sözleri, cıvık tavırlarına bakarak, onları razı etmek adına tavizler
verme izni verilmemiştir. Zira onların yola gelmeyişlerinin sebebi bu konudaki
delillerin azlığından veya senin onlara İslâm’ı açıkça anlatmayı becerememen değildir.
Aksine, hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde senin açıkça İslâm’ı ortaya
koyman ve onlara kendi istek ve arzularına göre dini değiştirebilmeleri için boşluk
bırakmamandır. Bu nedenle onlara taviz vermek çok tehlikelidir.
Eğer
Müslümanlar onlara tavizler vermeye başlarsa, bu onların kendi dinlerinde,
kendi bâtıl akideleri üzerinde sebat etmelerine vesile olacaktır. Tavizkâr bir
tutum, kesinlikle onlara destek vermek anlamına gelecektir. Müslümanların
onlara tavizler verip, onların davranış ve inanışlarını tasvip edercesine bir
tavır takınmaları, onların kendi dinlerinde kemikleşmelerini sağlayacaktır. “Bunlar
bize böyle baktıklarına göre, demek ki bizim yolumuz da doğruymuş,” diyecekler
ve yanlış dinlerine, bozuk inanışlarına daha sağlam bir şekilde sarılmaya başlayacaklardır.
Her bir
tavizi gördükçe cesaretlenip, yeni yeni tavizler istemeye kalkışacaklardır. Böylece
seni son tavize kadar götüreceklerdir. En son isteyecekleri taviz de, senin
onların dinlerine girmendir.
Bozukların,
yamukların bulunduğu bir toplumda mü'minler ya-mulmaya başladı mı, bu, yamukların
yamukluklarına delil verme olacaktır. Biz dosdoğru olduğumuz zaman karşımızdaki
kendi yamukluğunu, kendi sapıklığını anlayacak ve belki de düzelme imkânı bulacaktır.
Öyleyse hangi konumda, hangi makamda olursak olalım, Allah’ın emrettiği biçimde
dosdoğru olmaya, dosdoğru konuşmaya ve dosdoğru hareket etmeye çalışalım inşallah.
“Peygamberim
sen dosdoğru ol ve de ki: “Ben Allah’ın indirdiği kitaba inandım. Benim hareket
noktam, benim tüm eylemlerimde istinatgâhım Allah’ın indirdiği kitaptır,
vahiydir. Ben Allah’tan gelmiş tüm kitaplara inandım.” Daha önceki âyette,
Rabbimiz ehl-i kitabın Allah’ın indirdiği kitapların bazısına iman edip bazısını
reddederek tefrikaya düştüğünü anlatmıştı. Biz, “Allah’tan gelen kitapların
tamamına iman ettik. Bizler sizin gibi kitapların kimine inanıp kimini
reddederek ihtilâfa düşmeyiz. Kitaplar konusunda şüpheye düşmeyiz,” diyeceğiz.
Öyleyse
bugün ihtilâfa düşerek birbirleriyle amansız bir boğuşma içine girmiş olan
gerek ehl-i kitaba karşı, gerekse kendi gruplarına, hiziplerine, cemaatlerine,
metotlarına mutmain olmuş, her biri kendi efendilerinin kitaplarına sarılmış ve
aralarındaki ufak-tefek farklılıkları temelde farklılıklarmış gibi görerek
birbirlerini tekfir noktasına varmış ve bu halleriyle de dünkü ehl-i kitabın
yerini almış, Allah’ın kitabına karşı ilgisiz kalmış ehl-i kitap karşısında
elimize Allah’ın kitabını alıp, “işte biz buna iman ettik, biz buna dayandık,
bizim hareket noktamız, bizim istinat noktamız bu kitaptır,” demek zorundayız.
Sen
kitapların tamamına inandığını söyle ve, “Ben sizin aranızda adâletle hükmetmekle
emr olundum,” de. Bundan, dini doğrult-manın, dini ayağa kaldırmanın bir yolunun
da toplumda zulmü kaldırıp onun yerine adâleti ikâme etmekten geçtiği
anlaşılmaktadır. Bu da ancak Allah’ın istediği bir konumda olmaktan ve Allah’ın
istediği bir hayatı yaşamaktan geçmektedir.
Peygamberim,
de ki, “ben adâletten yanayım. Ben hakkın ve haklının yanındayım. Hak sahibi
yabancı da olsa, haksız olan benim yakınım da bulunsa, ben hakkın ve haklının
yanında olmak zorundayım, çünkü Rabbim bana bunu emretmektedir. Allah bizim de
Rabbi-miz, sizin de Rabbinizdir. Allah, âlemlerin Rabbidir. Bizim amellerimiz
bize, sizin işledikleriniz de sizedir. Siz, sizin amellerinizden sorumlusunuz,
biz de bizimkilerden. Siz, sizin amellerinizin sonucuna katlanmak, biz de
bizimkilerin neticesine razı olmak zorundayız. Sizin amelleriniz, dininiz, inanışınız,
hayat programınız, kulluk anlayışınız sizin olsun, bizimki de bizim olsun. Öldüğünüz
zaman siz kendi amellerinizle, biz de bizim amellerimizle karşılaşalım. Siz,
sizin amellerinizin karşılığı olan cehennemden, biz de bizim amellerimizin sonucu
olan cennetten razı olalım. Kâfirun sûresinde müşriklere ne demişti Rabbi-miz?
“Sizin
dininiz sizin olsun, bizim dinimiz de bizim olsun.”
(Kâfirûn 6)
Yâni sizler
hem Allah’a hem de putlara, hem Allah’a hem de Allah’tan başkalarına kulluk
yaparak bir din, bir yol, bir hayat tarzı sergileyebilirsiniz. Hayatınızın bazı
bölümlerine Allah’ı, bazı bölümlerine de başkalarını karıştırabilirsiniz. Hayatınızın
bazı bölümlerinde Allah’ı dinleyip, bazı bölümlerinde ise Allah’tan başkalarının
kanunlarını uygulayarak müşrikçe bir yol tutabilirsiniz. Hem Allah’ı, hem de başkalarını
razı etmeye çalışabilir, hem Allah’a, hem de başkalarına kulluk edebilirsiniz.
Ama bize gelince, bizler taviz vermeden ihlasla, katışıksız bir şekilde Allah’a
ibadet edicileriz. Biz sadece Allah’ı Rabb bilip, sadece O’nu dinler ve sadece O’na
kulluk ederiz. Hem Allah’a kulluk edip hem de bin de bir de olsa başkalarını da
dinlemeden yana olmayız. Binde bir de olsa başkalarına da kulluktan yana olmayız.
Bin gramlık bir temiz suya bir gramlık da zehir katarak onu içmeden yana olmayız.
Biz şirk koşmadan, hayatı parçalamadan Allah’a ibadet ederiz. Sizler gibi hayatın
bazı bölümlerinde Allah’ı, bazı bölümlerinde de başkalarını memnun etmeden yana
olmayız. Bizimle sizin aranızda tartışılacak bir şeyde yoktur. Allah hepimizi
bir araya toplar; dönüş O’-nadır.
“Ey
peygamberim! Onlara de ki, “sizinle bizim aramızda bir tartışma konusu yoktur. Çünkü
artık hak beyan edilmiştir. Hak güneş kadar açık ve nettir. Oysa siz inatlarınız
ve kibirleriniz, kıskançlığınız yüzünden, bildiğiniz halde hakkı kabule yanaşmıyorsunuz.
Hak bu ka-dar belli iken, Rabbim kitabıyla hakkı bu kadar açıklamışken, ben de
size onu Rabbimin istediği biçimde tebliğ etmiş, duyurmuş iken, artık onun karşısında
inattan başka bir şey yoktur. İnatçı karşısında da delile ihtiyaç yoktur. Delil,
hakkı bilmeyen ve hak kendisine beyan edildiği zaman onu kabule hazır olan
kimseler için söz konusudur. Öyley-se aramızda tartışmaya ve birbirlerimize
deliller getirmeye gerek kalmamıştır.”
16.
“Allah'ın çağrısına icabet eden bulunduktan sonra, O’nun hakkında tartışmaya
girişenlerin delilleri Rabbleri katında hükümsüzdür. Onlara bir gazap vardır, çetin
bir azab da onlar içindir.”
Anlayabildiğimiz
kadarıyla âyet-i kerîme iki hususu anlatır.
1. Din
yerleşmiş, yeryüzünde hüsnü kabul görmüş, Mekke’de yerleşmiş ve hattâ Medine’ye
kadar ulaşmaya ve yayılmaya başlamışken, bugün için söylersek, din yeryüzünün
tamamına yayılıp milyarlarca insan bu dine iman edip, hüsnü kabul göstermişken,
artık insanların kalkıp da bu din konusunda, Allah konusunda tartışmaları, “din
var mıdır, yok mudur? Allah var mıdır, yok mudur?” tartışmalarına girmesinin
anlamı kalmamıştır. Meselâ oruç diyorsunuz, adam bunu tartışmaya kalkışıyor. “Efendim
bu devirde kesinlikle sabahtan akşama kadar bir şey yenip içilmeden durulamaz,”
demeye çalışıyor. Ya işte milyarlarca insan tutuyor bu orucu. Veya içkisiz bir
sofra, televizyonsuz bir hayat diyorsunuz, adam kesinlikle bunu kabul edemiyor.
Ya işte milyarlarca insan var bu şekilde yaşayan. Bunun varlığı kesin bir gerçek
olduktan sonra artık bu konular üzerinde tartışanların tartışmaları,
getirdikleri delilleri, Rabbleri katında hükümsüzdür.
2. Bir de o
dönemde, iman etmiş kimselerin peşine takılarak onları imanlarından sonra
dinlerinden döndürmek için çalışanlar vardı. Allah’ın dâvetine icabet edip çağrısına
uyan, Allah’ın dinine giren müslümanları dinlerinden çıkarmak, inandıkları
Allah’ın kendilerinden istediği bir hayatı yaşamaktan onları engellemek, onların
Rabblerine kulluk yollarının üzerine barikatlar koyarak onların kulluklarını
engellemek için Allah konusunda, Allah’ın dini konusunda tartışamaya girenler,
mücâdeleye tutuşanlar var ya, işte onların bu konuda ki delilleri Allah katında
bâtıldır.
17. “Gerçekten kitabı ve ölçüyü indiren
Allah’tır. Ne bilirsin, belki de kıyamet saati yakındır.”
Allah ki,
kitabı hak ile indirmiştir. Her konuda hak odur. Hakkın ortaya çıkması, hakkın
bâtıla galip gelmesi için indirmiştir. İnsanların üzerinde ihtilâf ettikleri, çözüme
kavuşturamadıkları, karar verip son sözü söyleyemedikleri her konuda son sözü söyleyecek
olan, son hükmü verecek olan, hak olan, hukuk olan bir kitaptır bu. Hak
kelimesi, kitabımızda çok geçer. Rabbimiz hak, kitabı hak, peygamberi hak,
cennet hak, cehennem hak, sırat hak, terazi hak, mizan hak, hepsi haktır. Ama
bakıyorsunuz, Müslümanlar hak problemini gündeme getirmelerine rağmen, problemi
bu hakka göre çözme konusunda kimse doğru dürüst iki kelime bile söylemiyor.
Meselâ insan haklarını gündeme getiren Müslümanlar, öncelikle Allah’ın haklarını
gündeme getirmek zorundadırlar. Öncelikle Allah’ın hakkını gündeme getiremeyen
Müslümanlar, kesinlikle hiçbir zaman kulların hakkını gündeme getiremeyeceklerdir.
Kaldı ki, kulların hakkını da değerlendirebilmek için hak bir kitaba, hak bir
mizana muhtaç olacak, hak bir peygambere kulak vermek zorunda olacaklardır. İşte
tüm problemlerin çözümü buradadır. Yâni bu kitaba göre bizim hakkımız nedir, bunu
bilmek zorundayız. Bulunduğunuz her ortamda, kadın, erkek, işçi, işveren, öğretmen,
öğrenci, ana, baba, Allah, kulların hakkı konusundaki her problemi ancak bu
kitap çözecektir. Bunun dışında bunları çözeceğine inandığımız başka bir kaynak
bilmiyoruz.
“Haktan başka
sadece dalâlet vardır.”
(Yunus 32)
Problemlerinizin
çözümünü bu kitabın dışında, başka yerlerde ararsanız, mutlaka bâtıla düşmek
zorunda kalacaksınız. Hak, sadece Rabbinden gelendir. Kâbe konusu da olsa, kıble
konusu da olsa, hukuk konusunda, kadın-erkek hakları konusunda, ekonomi, kılık-kıya-fet,
siyasal yapılanma, eğitim konusunda da olsa, hak, Allah’tan gelendir. Hangi
konu olursa olsun, hak Rabbinden gelendir. Hak Avrupa’dan gelen değil, hak
A.B.D.’nin dediği değil, hak babamın, hocamın dediği, bizim cemaatin dediği değil,
Allah’tan gelendir. Hukuk Allah’ın hukuku, yasa Allah’ın yasasıdır.
Allah,
kitabını hak olarak, hukuk olarak indiren ve mizanı da hak olarak indirendir.
Bu kitapla birlikte ince bir adâlet terazisi de indirmiştir Allah ki, o her
şeyi ölçer, her konuda ölçüyü va’zeder, tüm hakları belirler, tüm amel ve
hareketleri o mizana vurur, her şeyi dengeye getirir. Kitap kıstastır ya da
tasdik makamıdır. Kendisine arze-dilen şeylerin doğruluğunu, bâtıllığını tasdik
etme makamındadır Kur’-an. Allah’ın rızasına uygun ameldir, Allah’ın razı olduğu
sistemdir, Allah’ın emrettiği eğitim sitemi budur, Allah’ın razı olduğu kıyafet
budur, Allah’ın istediği kazanma ve harcama budur diye önüne tasdik için
sunulan şeyi tasdik etme veya reddetme makamındadır Kur’an. Kur’-an’ın böyle
bir dinamizmi vardır. Düğün modelini, kazanç modelini, terbiye programını, çocuk
eğitimini, tapınma biçimini kitaba arz eder-siniz.
“Ey Kur’an! Ey yüce Kur’an! Biz düşündük,
taşındık, bunu münasip gördük! Biz bunu Tevrat’tan aldık! Biz bunu İncil’den
bulduk! Allah demişti bunu, Mûsâ demişti, Îsâ demişti bunu! Filanların falanların
hatırı içindi!” Müslüman Kur’an’a bakar, eğer Kur’an tasdik eder, tamamdır, doğrudur,
münasiptir derse, o doğrudur. Yok tasdik etmezse işi bitmiştir. Kitabın doğru
demediği, kitabın tasdik etmediği hiçbir amel, hiçbir düşünce, hiçbir eylem
Allah katında makbul değildir. İşte buradaki mizandan kasıt, kitabın bu kıstas
oluşu, terazi oluşu özelliğidir.
Yine bu
mizan ile kastedilen şeyin, bu kitabın sosyal hayatta uygulanan ve terazi gibi
her şeyi yerli yerine oturtan, her şeyi en güzel ve en doğru biçimde tartarak
hak ve bâtılın, doğru ve yanlışın, zulüm ve adâletin farkını ortaya koyan, her
şeyi ortaya çıkaran şeriat olduğu söylenmiştir. Yâni bu kitabın pratiği anlamına
gelen şeriat hayata bir hakim oldu mu, her şey dengeye gelecek, her inanç, her
düşün-ce, her anlayış, her amel tartılarak sonucunun ve değerinin ne olduğu açıkça
ortaya dökülecektir.
Kendi
kanunlarının, ideolojilerinin, ekonomik sistemlerinin, hukuk anlayışlarının,
sosyal yapılanmalarının değersizliğinin, beş para etmediğinin ortaya çıkmasını
istemeyenler, Kur’an’ın ortaya koyduğu bu mizanın, yâni onun öngördüğü, onun
ortaya koyduğu şeriatın uygulanmasına izin vermiyorlar. Bu mizanın, bu
terazinin açığa konmasına tahammül edemiyorlar. Bu terazinin açıkça uygulanmaya
konmasından korkuyorlar.
Zira Allah’ın koyduğu ve milim şaşmayan
bu terazide, gerek kendileri, gerekse kendi yaptıkları sosyal kanunlar tartıldıkları,
onunla mukayese edildiği zaman, kendilerinin de yaptıkları kanunların beş para
etmediği açığa çıkacaktır. İşte bundan korkanlar, bu terazinin ikâmesine izin
vermiyor, Allah’ın sisteminin uygulanmasına imkân ta-nımıyorlar. Bunlar
kesinlikle biliyorlar ki, yeryüzünün en küçük bir köyünde bile bu şeriat
uygulanmaya başladığı zaman, tüm dünyanın ekonomistleri, tüm dünyanın hukukçuları,
sosyal bilimcileri bu köye gelerek uygulanan bu sistemin eşsizliğini, mükemmelliğini,
diğer sistemlerin ve anlayışlarınsa onun yanında hiçbir değer ifade etmediklerini
görecek ve anlayacaklardır.
İşte tüm dünya kâfirleri, tüm dünya
müstekbirleri bundan korktukları için, Kur’an’ın pratiği diyebileceğimiz bu şeriatın,
bu terazinin, bu mizanın hayata hakim olmasını istemiyorlar. Dünyanın en küçük
bir köyünde, en ufak bir kasabasında bile bunun uygulanmaya başlamasına izin
vermiyorlar. Anlatılmasına izin veriyorlar belki, tebliğine müsaade ediyorlar
ama uygulanmasına asla. Çünkü uygulanmayan bir sistemin anlatılması ve insanlar
tarafından kabullenmesi de mümkün olmayacaktır.
Şu anda bu mizanın, bu İslâm şeriatının
tümüyle uygulandığı örnek olarak gösterebileceğimiz bir karış toprak yoktur
yeryüzünde. Sadece teorik olarak anlatılanlar vardır ve bir zamanlar bu sistem
yaşanmıştır demenin dışında yapabileceğimiz bir şey de yoktur.
18.
“Ona inanmayanlar, acele olmasını beklerler; inananlar ise korku ile titrerler
ve onun gerçek olduğunu bilirler. İyi bilin ki kıyamet günü hakkında tartışanlar
derin bir sapıklık içindedirler.”
Ona inanmayanlar,
âhiret günü konusunda şüphe içinde olanlar, “hani nerede kaldı bu ya? Niye
gelmiyor bu âhiret? Bu sözünü ettiğiniz hesap kitap günü ne zaman olacak?” diye
alay ederek onun çabucak gelmesini arzu ederler. Âhirete inanmayan kâfirlerin,
âhireti acele istemeleri söz ve tavırlarıyla oluyordu. Dilleriyle inanmadıkları
âhiret günü konusunda diyorlardı ki, “bu dediğiniz şey gerçekse, gerçekten bir
hesap kitap günü varsa, o halde hadi ne zaman gelecekse gelsin de görelim.”
Yâsîn sûresinde de bu kâfirlerin bu tür alayları ve onu acele istedikleri anlatılır:
“Doğru sözlü iseniz söyleyin bu vaat ne zamandır?” derler.”
(Yâsîn
29)
Haydi sadıklarsanız söyleyin o
vaad ne zaman? Eğer iddialarınızı eyleme dönüştürme imkânınız varsa söyleyin bakalım
kıyamet ne zaman? Ne zaman bu kıyamet, ne zaman bu hesap kitap? Ne za-man bu
sorgulama, ne zaman bu azap? Ey Muhammed, şu bize vaad edip durduğun, bizi
kendisiyle korkutup durduğun kıyamet ne zaman? Ne zaman olacak bu iş? Ne zaman
toplayacak Rabbin bizi huzurunda? Ne zaman hükmedecek aramızda? Yıllardır vaat
ettiğin halde ha-ni niye başımıza bir şeyler gelmiyor, niye aleyhimize hüküm
verilmi-yor? Diyerek alay ediyorlar.
İşte böyle
dilleriyle alay ederek onu acilen istemeye çalıştıkları gibi, yaşantılarıyla,
hayatlarıyla onu acele istediklerini ortaya koyuyorlardı. İşledikleri küfürleriyle,
zulümleriyle, haksızlıklarıyla, yeryüzünde işledikleri günâhlarıyla dengeyi,
adâleti, âlemin nizamını bozarak, yer-yüzünde Allah’ın koyduğu yasaları ihlâl
ederek fiilen kıyametin kopmasını ve bir an evvel tıraşlarının önlerine inmesini,
hak ettikleri azabı boylamayı istemekteydiler.
Onlar
inanmadıkları kıyametin bir an evvel gelmesini beklerlerken, onların tamamen
aksine kıyamet gününe ve o günün dehşetine iman eden mü'minler ise, o kıyamet gününden
korku içinde tir tir titremekte, ondan korkup sakınmaktadırlar. Kıyamet gününün
dehşetinden ve o günde rezil ve perişan bir duruma düşmekten Rabblerine sığınmaktadırlar.
Çünkü onlar yakînen biliyorlar ki, kıyamet günü mutlaka gelecektir. Kıyamet
mutlak bir haktır. Kıyamet günü, hak olan Allah’ın, hak olan kitabında bildirdiği
inkârı mümkün olmayan bir haktır. Mü'minler onun geleceğine kesin bir biçimde
inanır ve o konuda korku içinde yaşarlar. Kıyamet gününü iki kaşlarının arasında
bilir ve hayat programlarını o günün inancına bina ederler. Bir adım atarken, “yarın
ben bundan hesaba çekileceğim”, bir söz söylerlerken, “yarın bu konuda benim
karşıma bir dosya çıkacak” diye düşünecek, bir eylemde bulunurken, birini
severken, birisine küserken, alırken, verirken, yatarken kalkarken hep onun
bilinci içinde yaşayacaklardır. Tüm amellerinin, tüm sözlerinin ve tüm tavırlarının
üzerine âhiretin mührünü basarlar. Her an o gün konusunda haşyet içindedirler.
O gün amellerinin hafif
gelmesinden korkarlar. “Ya Rabbim bu amellerimi beğenmez de gazabına maruz kalırsam…
Ya cenneti kaybeder, cehenneme yuvarlanırsam…” diye sürekli bir korku içinde yaşarlar
ve o gün için hazırlık yapmaya çalışırlar. İmanlarını ve amellerini güzelleştirmeye
çalışırlar. O gün gelmeden sâlih amellerini çoğaltmaya çalışırlar. Razı olacağı
sâlih amellerin peşinde koşarak, Rabblerini kendilerinden razı etmeye ve O’nun
razı olacağı bir hayatı yaşamaya çalışırlar.
Ama kıyamet
saati konusunda şüphede olanlar ve o konuda şüphe uyandırmaya çalışanlar uzak
bir sapıklık içindedirler. Onun içindir ki onların hayat programlarında âhiret,
cehennem endişesi yoktur. Uzak bir sapıklık içinde haktan uzaklaşmışlar ve
Allah’ın rahmetini kaybetmişlerdir.
19.
“Allah, kullarına lütufta bulunandır. Dilediğini rızıklandırır. Kuvvetli olan
da güçlü olan da O’dur.”
Ama ister
âhirete iman edip hayat programlarını bu inanca bina ederek yaşayan mü'minler
olsun isterse âhireti inkâr ederek kendilerince bir hayat yaşayan kâfirler
olsun, Allah kullarına, mahlukatının tamamına latîf olandır. Allah kullarının tümüne
iyi davranan, onlara merhametiyle muamele eden ve onlara bolca ikram edendir. Allah,
kendisine karşı isyan ederek kulluktan çıkan, belirtmiş olduğu hayat programını
bırakarak kendi bildiklerince bir hayat yaşamaya kalkışsa bile, hayır ve
bereketlerini, rızıklarını onların üzerlerine yağdırandır. İsyanları, inkârları
sebebiyle onları aç ve açıkta bırakmayandır. Kâfirler yeryüzünde kendilerini
yaratan Rabblerini inkâr etseler de, suyunu, havasını, güneşini, muhtaç
oldukları şeyi onlardan esirgemez. Çünkü Allah kullarına latîftir.
Latîf kelimesinin iki mânâsı vardır:
1. Allah
kullarına karşı çok merhametlidir.
2. Allah
kullarının ihtiyaçlarını öylesine dikkatle ele alıp onları karşılar ki, neredeyse
kullar kendi ihtiyaçları konusunda bu kadar dikkatli değildir. Yâni kullar
kendi ihtiyaçlarını nasıl karşılayacakları konusunda O’nun kadar düşünceye
sahip değillerdir.
İster kâfir
olsun, isterse mü'min, fark etmez; tüm kullarına karşı O’nun lütuf ve keremi işlemektedir.
Ama O’nun kullarına karşı bu kadar lütufkar oluşu herkese aynı ölçüde rızık
vereceği, ya da herkese aynı rızıktan vereceği anlamına gelmemektedir. O dilediğini
rızık-landırır. Kimilerine mal, mülk türünde rızıklar verirken, kimilerine de
başka rızıklar vermektedir. İman, hidâyet, ilim, takva, ihlas gibi...
Unutmayın
ki, bu konuda Kâhir olan da, Azîz olan da O’dur. Yâni rızık O’nun elindedir. Tüm
rızıkların sahibi O’dur. Kulları adına gerçekleşen bu rızık taksiminde söz
sahibi sadece Allah’tır. O’nun takdir buyurduğu bu taksimatı hiç kimse bozamaz.
Allah bir kuluna bir şeyler vermeyi murad etti mi, bunu kimse bozamaz, kimse
engelleye-mez. Vermediğine de kimse bir şey ayıramaz. Rızık konusunda tek
yetkili Allah’tır.
20.
“Âhiret kazancı isteyenin kazancını artırırız; dünya kazancını isteyene de
ondan veririz; ama âhirette bir payı bulunmaz.”
Dünyada
âhiret için ekenler, dünyada Allah için amel işleyip Rabblerinin hatırını
kazanmak için çalışıp çabalayan kimselere bu ekimlerinin karşılığı olarak,
Allah dünyada bir şeyler verdiği gibi, âhi-rette de onun mükâfatını kat kat artıracağını
vaat ediyor. Rabbimiz, “Kim de sadece dünya için eker, dünya için amel işler,
âhireti ve Allah’ın rızasını hiç hesaba katmayarak, hayat programını dünya adına
yapar ve karşılığını sadece dünyada görecek biçimde ameller işlerse, ona da bu
yaptıklarının karşılığı olarak dünyada bir şeyler veririz ama âhirette onun hiç
bir nasibi yoktur,” buyuruyor. Âhirete inanmayan, tarlasını dünya için ekip
diken, dünya adına plan-program yaparak hareket eden kimsenin elde edeceği
mükâfat, sadece dünya ile sınırlıdır. Dünyada ne kadar bulmuşsa onunla yetinmek
zorundadır. Öbür tarafa intikal edecek bir mükâfatı yoktur onun.
Burada
Rabbimiz çok hoş bir husus arzediyor. Sadece dünyalık isteyen, planını programını
dünyalık elde etmek için yapan ve âhi-reti hesaba katmayan kimselerin ne kadar
akılsız ve aptal olduklarını anlatıyor. Yukarıdaki âyetle birlikte düşünelim...
Ne demişti Rabbi-miz, “dünya rızkı mü'min-kâfir ayırımı yapılmaksızın Allah’ın
bir lütfu-dur.” Yâni dünyayı isteyenlere de âhireti isteyenlere de dünya rızkı
verilmektedir. Bu konuda ikisi arasında bir fark gözetilmemektedir. Bu zaten
ezelde takdir edilip hükme bağlanmıştır. Onun için tüm hesaplarını dünyalık için
yapanlar aptaldırlar. Neden? Zaten verilecek de ondan. Zaten Allah onu onlara verecek.
Allah zaten herkese dünyada bir şeyler ayırmışken, âhiretini ayaklarının altına
alırcasına dünyanın ve dünyalıkların peşine takılanlar aptal değil de nedir? Öyle
değil mi? Bana ayırdığını zaten bana ulaştıracak dünyada. Bana ayırdığını
kesinlikle başkalarına vermeyecek, başkalarına ayırdığını da çatlasam patlasam
da kesinlikle bana vermeyecek. Ben gecemi gündüzüme katarak çırpınsam da,
Allah’ın bana takdir ettiğinden fazlası da bana gelmeyecek. Bunu Allah zaten vaadediyor.
Hal böyleyken ben tutmuşum, zaten bana ayrılan dünyalık rızık konusunda, tüm
zamanımı harcayarak âhiret konusunda plan-program yapmıyorum. İşte bu, aptallıktır,
ahmaklıktır. Ama kim de bunu anlar, planını-programını âhi-reti kazanmak üzere
yapar, âhireti kazanmak adına sâlih amellerin peşinde koşarsa, Allah ona dünyadaki
takdir buyurduğunu ulaştıracağı gibi, âhirette de bu yaptıklarının karşılığında
kat kat ona mükâfatlar verecektir. Amellerini bazan onla, bazan yedi yüzle,
bazan sonsuzla katlayarak karşılığını verecektir. İsrâ sûresindeki âyet-i
kerîme-sinde de bu hususu Rabbimiz şöyle anlatır:
“Dünyayı
isteyene, istediğimiz kimseye, dilediğimiz kadar hemen veririz. Sonra ona
cehennemi hazırlarız; yerilmiş ve kovulmuş olarak oraya girer. Âhireti isteyip,
inanmış olarak onun için gerekli çalışmada bulunan kimselerin, işte onların çalışmaları
şükre değer. Onların ve bunların her birine Rabbinin nimetinden ulaştırırız. Esasen
Rabbinin nimeti kimseye yasak kılınmış değildir.
(İsrâ 18,19,20)
Dünyayı
isteyenlere dünyalık verecektir Allah. Ama sonucuna kendileri katlanmak
zorundadırlar. Sadece dünyayı istediklerinden, âhirette onlar için cehennem hazırlanmıştır.
Âhireti isteyenler de, zaten dünyadan mahrum olacak değillerdir. Nitekim bir
hadislerinde Allah’ın Resûlü buyurur ki: “Kimin hemmi, hedefi, kıblesi âhiret
olursa, yâni kim âhireti kazanma derdini kendisine birinci dert edinir, plan-programını
buna bina ederse, dünya, boynunu kösmüş olarak o kişiye teslim olacaktır.” Yâni
böyle âhireti ve Allah’ın rızasını kazanmak adına, dünyayla haddinden fazla
ilgilenmeyen kişiye dünya küsüp onu terk etmez. “Ne halin varsa gör. Sen madem
ki benimle ilgilenmedin ben de seni terk ediyorum, haydi sen de bundan böyle
fakir kal” de-mez, aksine boynunu kösmüş olarak o kimseye teslim olur.
21.
“Yoksa, Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşru kılacak ortakları mı
vardır? Eğer kesin yargı bulunmayacak olsaydı aralarında hemen hükmedilirdi. Doğrusu,
zalimlere can yakıcı azab vardır.”
İnsanlar
kendilerine Allah’la beraber ya da Allah berisinde, Allah’ın kendilerine izin
vermediği konularda onlara din koyacak, şeriat belirleyecek ortaklar mı bulmuşlar?
Onların Allah berisinde, Allah’ın dışında hüküm koymada, kanun koymada, din
belirlemede, şeriat vaz etmede, hayat programı belirlemede Allah’a ortak kabul
ettikleri bir kı-sım varlıklar mı vardır ki, onların koydukları kanunlara itaat
etmeye çalışıyor, onların belirlediği yasaları uygulamaya çalışıyorlar? Allah-tan
başka onların Allah’a ortak koştukları bir kısım şerikleri, şürekâları mı vardır
ki onların ortaya attıkları akidelere, nazariyelere iman ederek onlara riâyet
etmeye çalışıyorlar?
İnsanların böyle din koyan, yasa
belirleyen şerikleri mi var ki kişisel ve toplumsal hayatlarını düzenlemede onların
dinlerine, şeriatlarına, yasalarına müracaat ediyorlar? Hukukta, eğitimde,
siyasette, yönetimde, mahkemelerde hep onların kanunlarını esas almaya çalışıyorlar.
Bakın âyet-i kerîmede bunların ortaya atıp insanlara empoze ettikleri kanunlarına,
yasalarına, sistemlerine ve hayat programlarına da Rabbimiz din diyor. Onlar
Allah dini dururken size din mi koyuyorlar?
Dikkat
ederseniz önceki âyetlerde Rabbimiz kulları için şeriat belirlediğini anlatmıştı.
Kur’an’daki emir ve yasaklarının pratik hayatta uygulanması adına, kullarına şeriat
belirlediğini ve bu konuda sadece kendisinin yetkili olduğunu, kendisinden başka
hiç kimsenin şeriat belirlemeye, din belirlemeye ve yasa koymaya hak sahibi
olmadığını anlatmıştı. Burada da kendisinden başka şeriat belirleyen, kanun
koyan, yasa koyan kimseleri ve bunların koydukları dinlerine, bunların ortaya
attıkları şeriatlerine tabi olan müşrikleri anlatıyor Rabbimiz.
Yâni bu insanların Allah’tan başka
Rableri mi var ki onlara din belirlemeye kalkışıyorlar? Onlar adına hayat
programı tespit etmeye kalkışıyorlar. Allah’ın izin vermediği şeyleri onlara meşru
mu kılmaya çalışıyorlar? Allah’ın kulları adına tanzim buyurduğu kanunları bırakarak,
diledikleri gibi insanlara, Allah kullarına kanun yapmaya kalkışıyorlar öyle
mi? Allah’ın haram kıldığı şeyleri helâl kılarak, Allah’ın helâllerini de haram
kılarak şeriat koyuyorlar öyle mi? Kendilerini şâri görüyor, teşrî hakkının
kendilerinde olduğunu mu iddia etmeye kalkışıyorlar? Hâkimiyet bizdedir
diyorlar, öyle mi?
“Ey kullarım!
Şunu hiç bir zaman hatırınızdan çıkarmayın ki, böyle yaparak, Allah’ın izni
olmadığı halde Allah’ın kanunlarını, Allah’ın şeriatını görmezden gelerek
yeryüzünde şeriat belirlemeye, kanun koymaya çalışan bu tür tâğutların şeriatlerini,
onların kanunlarını uygulamaya çalışanlar, gerçek Rabbleri olan beni bırakıp,
benim dinimden çıkıp, bu şeraitleri ortaya koyanları Rabb ve sanki benim ortaklarımmış
gibi kabul edip bunlara kulluk etmeye çalışan kimselerdir.” Evet, insanların ortaya
attığı tüm sistemler, kanunlar, şeriatler, hayat programları, bilesiniz ki
Allah’ın dininin karşısında ortaya atılmış birer yeni dindir. Onlar nasıl ki
Allah’ın izni olmadan, Allah’ın dinine rağmen bu dinleri ortaya koyarak küfretmişlerse,
Allah’ın izni olmadan onlara uyanlar da, onların bu hayat programlarını
uygulayanlar da, aynen onların dinlerine uymuş ve şirke düşmüş kimselerdir.
Âyet çok açık ve net bir biçimde bize bunu anlatır.
Kanun
koyanlar, şeriat belirleyenler, Allah dinini, Allah şeriatını bırakıp da
insanların belirledikleri bu şeriatleri uygulamaya çalışanlar için de bu öyle büyük
bir suç ki, eğer fasıl kelimesi olmasaydı, onların tamamının defterini dürerdi
Allah. Fasıl kelimesi; yâni azabın belli bir süreye kadar ertelenmesi sözü.
Allah tarafından bu söz ezelde verilmeseydi, onların işi bitikti.
Yani eğer Allah sevap ve cezanın
âhiret günü açıklanacağına, her şeyi kıyamet günü açıklayıp ortaya dökeceğine,
haklıyı ve haksızı, hak yolda olanı ve bâtıl yolda gideni kıyamet günü açıklayıp
ara-larında kesin hükmünü o gün vereceğine dair söz vermemiş olsaydı, bu
kâfirlerin defterlerini dünyada dürüp, mü'minlerin de haklılığını dünyada ilân
edip mükâfatlarını dünyada verseydi, o zaman araları kesinlikle ayrılacaktı.
Hakla bâtılın arası, haklıyla haksızın arası ayrılacak, her şey ortaya dökülecekti.
Ama Allah böyle murad etmemiştir. Bu dünyada
değil, öbür tarafta olacağı için, bu müşrikler şu anda bu şirklerine rağmen yaşama
imkânı bulabilmektedirler. Şimdi yaşasınlar bakalım, pek yakında:
22.
“Yaptıkları şeyler başlarına gelirken, zalimlerin korkudan titrediklerini görürsün:
İnanıp yararlı iş işleyenler cennet bahçelerindedirler. Rabblerinin katında, onlara
diledikleri verilir. İşte büyük lütuf budur.”
Peygamberim,
sen bu zalimlerin dünyada işledikleri bu günâhlardan dolayı başlarına gelecek
azaptan dolayı tir tir titrediklerini görürsün. Gerek yeryüzünde kendilerini Allah
makamında görerek, Allah’ın şeriatını beğenmeyerek, Allah kullarına şeriat
belirlemeye, din, kanun koymaya kalkışanları, gerekse Rabblerini unutarak bu
kimselerin koyduğu bu kanunları uygulamaya çalışanları görürsün ki, o gün
korkudan tir tir titremektedirler. Kış sineği gibi başlarına gelecek felâketi
beklemektedirler. Çünkü artık gerçeği anlamışlardır. Allah yerine koyup, Rabb
makamına oturtup kanunlarını uygulamak için çırpındıkları, hatırlarını kazanmak
için koşturdukları tâğutların, modanın, çevrenin, âdetlerin ve tüm yapay tanrıların
ve tanrıçaların Allah’ın ortakları olmadığını, onların hiçbir güç ve kuvvete,
hiçbir yetki ve selahiyete sahip olmadıklarını, onların da kendileri gibi aciz
birer varlık olduklarını, Rabb olmaya, İlâh olmaya, kanun koymaya, din
belirlemeye, hayat programı tespit etmeye, hatırı kazanılmaya lâyık olanın da
sadece Allah olduğunu anlamışlardır artık. Anlamışlardır ama zaten inkârı, reddedilmesi
mümkün olmayan bir ortamda anlamışlardır. Ne kıymeti var ki burada anlamanın?
Anlamışlar ve dünyada işledikleri bu günâhlardan ötürü korkudan tir tir
titremektedirler. Oysa korksalar da, korkmasalar da artık fark etmez. Yaptıklarının
cezası mutlaka başlarına gele-cektir, bundan kurtulma imkânları asla yoktur.
Zillet ve horluk içinde kalacaklardır.
Bunlar böyle
zillet ve azap içindeyken, inanan ve inancını a-mele dönüştürme çabası içine
girenler, inanan ve inancını yaşama savaşı veren mü'minler de cennet bahçelerindedirler.
Rabbleri katında diledikleri her şey onlara sunulacak, bir dedikleri asla iki
edilmeyecek, ne arzu ederlerse onlara ikram edilecektir. Zillet ve horluk içinde
cehenneme yuvarlananlar nerede, böyle nimet içinde yüzenler nerede? İşte bu
nimet ve mükâfat en büyük kazançtır. Bundan daha büyük mutluluk, bundan daha büyük
kazanç mümkün değildir. Allah bir şeye büyük demişse, varın onun büyüklüğünü
artık siz düşünün. Kim kime kulluk ediyorsa, mükâfatını ondan isteyecektir.
Elbette kendisine kulluk edenleri Rabbimiz böyle büyük mükâfatlarla karşılayacaktır.
23.
“Allah, iman edip sâlih ameller işleyen kullarını bununla müjdeler. Ey
Muhammed! De ki: “Ben sizden buna karşı yakınlara sevgiden başka ücret istemem.”
Kim güzel bir iş işlerse onun güzelliğini artırırız. Doğrusu Allah
bağışlayandır, şükrün karşılığını verendir."
İşte bu müjde,
bu ikram Allah’ın yeryüzünde inanmış ve imanlarını amele dönüştürme gayreti içine
girmiş, inanmış ve imanlarını yaşama savaşı vermiş, böylece hayatları iman ve
cihadla geçmiş olan kullarına verdiği bir müjdedir. Rabbimiz bu kullarının yarın
mutlaka karşı karşıya gelecekleri bu güzel hayatın müjdesini, onlar bununla
sevinip coşsunlar, bununla daha güzel ameller işlemeye koşsunlar diye bugünden
veriyor. Tüm bu gözlerin görmediği, kulakların duymadığı nimetleri bize vadeden
ve bize bunlara ulaşma yollarını da gösteren Rabbimize hamd olsun.
Mü'min
kullarına bu müjdeyi verdikten sonra Rabbimiz buyurur ki: “Peygamberim! Sen
onlara de ki: “Ben Allah’ın âyetlerini size tebliğ etmeme, Rabbimin emirlerini
size duyurmama karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Yaptığım bu
hizmet karşılığında sizden bana bir şeyler, mal, mülk vermenizi, saraylar, köşkler
ikram etmenizi, beni atlarınıza, develerinize bindirmenizi, beni sırtınızda taşımanızı,
elimi, ayağımı öpmenizi, bana çaylar, kahveler ikram etmenizi istemi-yorum.
Yaptığım bu görev karşılığında bana minnet duymanızı, bana bir teşekkür bile
etmenizi istemiyorum. Sizden bana yapmanız gereken hiçbir şey istemiyorum. Ben
sizden sadece yakınlarıma (kurba-ma) meveddet ya da yakınlığıma (kurbama) sevgi
istiyorum.” Bunun birkaç mânâsı üzerinde durulmuştur:
1. “Bu
tebliğime karşılık ben sizden başka değil, sadece sizinle benim aramdaki
akrabalık bağına saygı duyup, aramızdaki akrabalık bağını gözetip bana düşmanlık
yapmamanızı istiyorum. Sizinle benim aramdaki akrabalık hatırına, Rabbim tarafından
görevli bulunduğum bu dini tebliğ etmeme engel olmamanızı, bu konuda bana
eziyet etmemenizi istiyorum. Aramızdaki bu akrabalık bağı hatırına, benim bu
dâvetimi kabul etmezseniz bile, onu Allah kullarına duyurmama engel olmayın.
Aramızdaki bu akrabalık bağından ötürü hiç olmazsa bana yabancılardan daha
fazla düşman kesilmeyin. Sizden tek istediğim benim önüme barikatlar koymamanız
ve bu dini tebliğime imkân vermek sûretiyle kötülüğünüzü benden uzak tutmanızdır.”
2. “ Ben
sizden hiç bir şey istemiyorum. Sadece yakınıma, yakınlığıma sevgi istiyorum.
Yâni sizden benim yakın olduğuma yakınlık, sevdiğime sevgi, saydığıma saygı
istiyorum. Sizden sadece sevdiğim Allah’ı sevmenizi, saydığım Rabbime saygı
duymanızı, inandığım Rabbime inanmanızı istiyorum. Sizden başka hiçbir şey
istemiyorum, sadece sizi çağırdığım dâvete icabet etmeniz, iman ve sâlih a-meller
işleyerek yakınıma yaklaşmaya çalışmanız benim için yeterli olacaktır. Benim tüm
derdim ve sizden tek istediğim işte budur. Ne para-pul, ne mal-mülk, ne rütbe,
ne makam, ne teşekkür, ne minnet hiçbir şey istemiyorum. Sadece dâvetimi dinleyin
ve benim sevip i-nandığım gibi bu dâvetin sahibine siz de iman edin. Sevdiğim
Allah’ı sevmenizden ve sâlih amellerle ona yaklaşmaya çalışmanızdan başka bir şey
istemiyorum.”
3. Âyetin
bir üçüncü mânâsı olarak, kimileri de bunu, “ben sizden akrabalarıma sevgi göstermenizi
istiyorum, başka bir şey iste-miyorum,” şeklinde anlamaya çalışmışlar, sonra da
Rasûlullah’ın akrabaları konusunda ihtilâflara düşmüşlerdir. Kimileri Allah’ın
Resûlünün kendilerine sevgi istediği bu akrabalarının Abdulmuttalip oğulları
olduğunu, kimileri de Hz. Ali, Hz. Fatıma ve onların oğulları Hz. Hasan ve Hz.
Hüseyin efendilerimiz olduğunu söylemişlerdir. Halbuki bu âyetin indiği dönemde
Abdulmuttalip oğullarının pek çoğu Müslüman bile değildi. Hattâ Rasûlullah’ın
en baş düşmanlarıydı onlar. Şimdi bu-na göre Allah’ın Resulü kâfir akrabaları için
kâfirlerden sevgi istiyor-du mu diyeceğiz? Bu kesinlikle mümkün değildir. Öteki
anlayışa gelince, yine bu âyetlerin geldiği dönemde Hz. Ali efendimizle Hz. Fa-tıma
anamız evli bile değildi.
Tarihen sabittir ki, Hz. Ali
efendimizle Hz. Fatıma annemizin evlenmeleri hicretin ikinci yılında, Bedir savaşından
sonradır. Halbuki bu âyetler Mekke’de geliyordu. Sonra tüm insanlığı Allah’a ve
Allah’ın dinine çağırmak için gelmiş, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bir
peygamberin, şirk içinde yüzen bir toplumdan ilk olarak isteyeceği bu olmamalıydı
herhalde.
Öyleyse en
güzeli ve Allah elçisine en çok yakışanı, yakınlığa sevgi istemesiydi. Allah’a,
İslâm’a sevgi ve iman istiyordu, sevdiği Allah’a o Allah’ın istediği biçimde
iman ederek, o Allah’ın istediği biçimde kulluk yaparak onların da yaklaşmalarını
istiyordu. Âyetin bundan sonraki bölümü de bu mânâyı doğruluyor.
“Kim güzel
bir amel işlerse, kim bir iyilik kazanırsa, biz onun iyiliğini artıracağız.”
buyuruyor Rabbimiz. İyilik yapanların iyiliklerini artıracağını müjdeliyor
Rabbimiz. Yâni kullarım ne kadar sâlih ameller işlemeye koşarlarsa, ben onlara
hedefledikleri, niyet ettikleri amellerden daha fazlasıyla onlara mukabelede
bulunacağım. Onlar Allah’ın huzuruna ne kadar sâlih amel getirirlerse, Allah
onun mükâfatını kat kat fazlasıyla onlara ödeyecektir. Bazan bire on, bazan
bire yedi yüz, bazan da bire hesapsız ücret ödeyecektir Rabbimiz. Biliyoruz ki
iyiliklerin kat sayısı farklıdır. Günâhların, kötülüklerin kat sayıları da
farklıdır tabii. Hattâ Fussilet sûresinin 27. âyetinde Rabbimiz buyurur ki:
“Onlara
yaptıklarının en kötüsü ile ceza vereceğiz.”
(Fussilet 27)
Amellerinin
en kötüsü ile cezalandıracağız onları. Nasıl anlayacağız bunu? Allah en iyisini
bilir, bu kâfirlerin, bu zalimlerin hayatlarında bazen işledikleri güzel ve
faydalı işler de olabilir. Ama onların yaptıkları amellerin en kötüsüyle en çirkiniyle
tüm amellerini çarpıvereceğiz, diyor Rabbimiz. Müminler için de böyle bir rahmetin
olduğunu biliyoruz. Mü'minlerin de tüm amelleri, en iyi, en güzel, en ihlaslı
yaptıkları bir amelle çarpılıverilecektir. Yâni bütün amelleri o en güzel
amelle çarpılıverecek ve tüm amelleri o en güzel amel gibi kabul ediliverecektir.
Ne büyük bir rahmet değil mi? Yâni kâfirler için de, müminler için de kat sayı,
en iyi amelleri ve en kötü amelleri olacaktır. Mü'minler en güzel amelleri karşılığında
mükâfat alırken, kâfirler de en kötü amelleriyle cezalandırılacaklardır. Düşünün,
tüm ömrünüzde en iyi kıldığınız, en ihlaslı kıldığınız bir namazla tüm namazlarınız
çarpılıverecek ve tüm namazlarınız bu en güzel namazınız gibi kabul ediliverecek.
Âyetin
sonunda buyurur ki Rabbimiz: “Muhakkak
ki Allah Ğa-fûr ve Şekûrdur.” Yâni sizler iyi amellere koşarken, sâlih
ameller peşinde Rabbinizi razı etmeye çırpınırken bir takım kusurlarınız, eksiklikleriniz,
hatalarınız, sürçmeleriniz, falsolarınız olsa da, unutmayın ki Allah Ğafûr’dur.
Allah onları siler, yok farz eder, üzerlerini örtüverir, sizi bağışlayıverir.
Bir de Allah Şekûrdur. Şükredendir Allah. Yâni teşekkür edendir, yaptıklarınızı
karşılıksız bırakmayan, amellerinizi asla zayi etmeyendir.
Hal böyleyken
onlar böyle bir Allah’la karşı karşıyayken:
24.
“Yoksa ey Muhammed! Senin için Allah'a karşı yalan yere iftira etti mi derler?
Allah dilerse senin kalbini mühürler, bâtılı da yok eder, hakkı sözleriyle gerçekleştirir.
Doğrusu O, kalplerde olanı bilendir.”
Yoksa
onlar, o müşrikler peygamberin yalan uydurup kendi uydurduğu bu sözleri Allah’a
izâfe ederek, “O’na karşı yalan uydurdu,” mu diyorlar. Yâni onlar Allah hiç bir
şey indirmemiştir, Allah zaten bir şey indirmez, Allah hayata karışmaz, Allah
bize vahiy gönderip bizden bir şeyler istemez, Allah bu dünyayı yaratmış, bizleri
yaratmış ve sonra da bizi kendi halimize bırakmış, “bildiğiniz gibi keyfinize göre
yaşayın” dediğini mi söylüyorlar?
Hal böyleyken, seni yalancılıkla
ve Allah’a iftira etmekle mi suçluyorlar? “Peygamberim! Eğer gerçekten bu
kâfirlerin iddia ettikleri gibi sen böyle bir konuda Allah’a yalan iftirada
bulunmuş olsaydın, mutlaka senin o kalbini mühürler, dilini koparır, beynini
damgalar ve bu Kur’an’ı sana unuttururduk. Onu senin kalbinden söküp alırdık. Senin
vahiy kaynağını kesip kuruturduk.” Tehdidi görüyor musunuz? Peki kime yapılıyordu
bu tehdit? Allah’ın yeryüzünde en çok sevdiği kuluna ve peygamberine değil mi? Öyleyse
Allah’a yalan uyduranların vay haline. Allah demediği halde Allah böyle diyor
demek sûretiyle ya da dediklerini demedi biçiminde gizlemek sûretiyle Allah’a
yalan iftirada bulunanların vay haline!
Allah’ın
dediklerini demedi, demediklerini de dedi şeklinde Allah’a yalan iftirada
bulunmak… “Efendim, zaten Allah da bundan yanadır, Allah da bunu istemektedir,”
diyerek Allah’ın istemediklerini Allah istiyormuş pozisyonunda insanlara sunmak,
Allah’a yalan iftirada bulunmak demektir.
“Efendim, Allah da demokrasiden
yanadır, İslâm da laikliği önermektedir. Kur’an’da kesinlikle cihad emri yoktur.
Allah böyle bir şeyi emretmemiştir. Bu çağda, bu devirde kesinlikle böyle çağdışı
bir şeyi Kur’an emretmez! El kesme, göz çıkarma kesinlikle Kur’an’a yakışan şeyler
değildir. Baş örtme de yoktur efendim! Nerden çıkarıyorlar bunu? Kur’an’da
kesinlikle böyle bir emir yoktur. Kur’an’da yaşadığımız hayatı düzenleyen prensipler
yoktur. Kur’an bu dünyaya karış-maz. Kur’an sadece bir ahlâk kitabıdır! Kur’an
da demokratik bir sistem öneriyor efendim! Kur’an bundan başka bir şey demiyor
ki!” diyerek, kimileri de bugün Allah’ın dediklerini demedi demediklerini de de-di
demeye çalışıyorlar.
İşte bu da Allah’a yalan
iftiradır. “Efendim ben Kur’an’ı başından sonuna kadar taradım, orada baş örtmeye
dair bir tek emir bile bulamadım,” diyen veya; “ben bu insanların kurtuluşu için
bir tek yol biliyorum, o da demokrasidir, bunun dışında başka sıhhatli bir çıkış
yolu bilmiyorum,” diyen adamın iftirası, bütün bunlar Allah adına beyan ve
Allah adına Allah’a yalan iftiralardır.
Yahudiler,
Hıristiyanlar ve müşrikler baştan sona İslâm’dan uzak bir hayat yaşıyor ve
diyorlardı ki, “işte bu yaşadığımız hayat Allah’ın istediği hayattır. İşte
Allah’ın razı olduğu hayat budur, Allah kullarından böyle bir hayat ister.
Bizler şu anda Allah’ın razı olduğu hayatı yaşıyoruz. Bizler Allah’ın elçisi Mûsâ’nın yolundayız, Îsâ’nın
yolundayız. Bizler hanifleriz, yâni İbrahîm’in yolundayız.” Bu sözleriyle
Allah’a yalan iftirada bulunuyorlardı. Halbuki yaşadıkları bu hayat ne Allah’ın
istediği, ne de sözünü ettikleri peygamberlerle ilgisi olan bir hayattı. İşte
bu da Allah’a yalan iftirada bulunmaktır.
Tıpkı bugün yaşadıkları hayat İslâm
olmayan Müslümanların, “biz İslâm’ı yaşıyoruz, bu yaşadığımız hayat Allah’ın
istediği hayattır,” demeleri gibi. Halbuki namazımızdan tesettürümüze kadar,
siyasal yapılanmamızdan ekonomik sistemlerimize, hukuk tarzımızdan kılık-kıyafet
biçimimize, mücâdele metodumuzun meşruluğundan düğün-dernek anlayışlarımıza,
beşerî ilişkilerimizden soframıza, çocuklarımızın eğitimine kadar yaşadığımız
hayat bellidir.
Kur’an’da
Allah’ın dediklerinin pek çoğunu insanlar değiştirmişler ve böylece Allah karşı
yalan iftirada bulunmuşlardır. Meselâ Kur’an’daki zikir, takva, kıraat, ihsan,
dua, lânet, şehit, velî, zikir, iman, kabul ve red, cennet ve cehennem
kavramları, hattâ namaz kavramı bile değiştirilmiştir. Bu kavramlara Allah’ın yüklediği
anlamlar unutulmuş ve farklı farklı anlamlar verilmiştir. Allah’ın âyetlerini,
Allah’ın kelimelerini tahrif etmişler, dediklerine sanki demedi demediklerine
de sanki dedi diyerek iftiralarda bulunmuşlardır.
Yâni bu
Yahudi ve Hıristiyanlar veya bugünün ehl-i kitabı olan Müslümanlar eğer kitapla
yaşamıyor, kitaplarıyla beraber değil, kitaplarından habersiz biz hayat yaşıyorlarsa,
muhtemelen bu noktaya düşmüş olacaklardır. Çünkü bu kaçınılmaz bir sonuçtur.
Yâni eğer adamın hem bağrına bastığı kitabı var, “ben kitapsız değilim,” diyor,
hem de kitabından, kitabının içeriğinden habersiz ve hattâ kitabına ilgisiz bir
hayat yaşıyorsa, elbette kelâmı va’z olunduğu mânânın ötesine taşıracak,
tahrifat yapmak zorunda kalacaktır.
Allah o âyetten ne kastederse etsin,
o kendi kastını, kendi anlayışını o kelâma yüklemeye çalışacak ve aynen
Yahudi’nin yaptığını yapacaktır. Adam, “kitabım var,” diyor, okuyor kitabını,
aklediyor, mânâyı anlıyor, ama düzenini bozmasın, hayatını değiştirmesin diye dön-dürüp
dolaştırıp farklı mânâlara çekebileceği bir yol arıyor. “Efendim, işte burada tarikat
anlatılıyor. Burada parti, şurada bilimsel çalışma, örgütsel anlatım, zengin
olmak, şu âyetlerde filan makamlara oturmak, doktor olmak, mühendis olmak anlatılıyor,”
diyerek âyetleri hep anlamak istediği gibi anlamaya çalışıyorlar.
Ya da, “işte burada bizim şeyhimiz,
bizim kavmimiz, bizim ırkımız, bizim haberimiz, bizim liderimiz anlatılıyor. Kısaca
bu âyetler beni, bizi, kesinlikle hak olduğumuzu, hak yolda olduğumuzu, yanılmadığımızı
anlatıyor,” diyerek âyetleri hep kendi anlayışlarına, kendi düzenlerine uygulamaya
çalışıyorlar. Meselâ birisi yüz âyet okuyor ama işin garibi hepsini yanlış
okuyor. Âyeti okuyor adam ama âyetin ne anlama geldiğini hemen değiştiriyor.
Âyetleri gerçek anlamlarından uzaklaştırıp, kendi anlamak istediği gibi anlatmaya
çalışıyor:
“Kim tâğutu küfreder ve Allah’a inanırsa
böyle sapasağlam bir kulpa tutunmuştur ki, asla kopması yoktur. Allah işiten ve
bilendir.”
(Bakara 256)
Âyeti var
ya, âyet-i kerîmede geçen bu sapasağlam kulp, şeyhin eliymiş, öyle diyor adam. Bu,
tarihte hiç iddia edilmemiştir. Resul-i Ekrem efendimizden bu yana ümmetin tümü
ittifak içindedir ki, bu sapa sağlam kulp Kur’andır. Herkes böyle söylüyor ama
adam inadına böyle diyor. Allah korusun, adam kendi kendine mânâlandırıyor âyetleri.
İşte bu, Allah korusun tıpkı Yahudi’nin yaptığını yapmak yâni âyetleri tahrif
etmektir.
Burada
Rabbimiz peygamberine bile böyle bir tehditte bulunuyorsa, Allah’a karşı yalan
iftirada bulunanların vay haline! Allah bir şey demediği halde, bunu Allah söylüyor
diyerek veya Allah’ın buyruklarını sanki Allah dememiş gibi gizleyerek Allah
kullarına duyurmayanların, gizleyenlerin vay haline! Burada esasen peygamberine
ve peygamber yolunun yolcusu olan bizlere bir yol gösteriyle birlikte, müşriklerle
ince bir istihza söz konusudur. Yâni, “ey peygamberim, şu anda senin muhatapların
Allah’a karşı böyle yalan iftirada bulundukları için biz onların kalplerini mühürleyiverdik.
Sen de onlar gibi Allah’a karşı bir yalan uydurmaya kalkışsaydın, o zaman senin
de kalbini mü-hürlerdik. Ama sen onlar gibi yalan uydurmadığın için, şu anda
seni Rabbin desteklemekte ve onlara karşı kuvvetlendirmektedir.” Sanki, “ey
kâfirler! Siz hiç akletmez misiniz? Kalbi mühürlenmiş, dili koparılmış birinin
sözüne benziyor mu bu Kur’an? Birisi bunu söyleyebilir mi?” denilmektedir.
Allah,
bâtılı yok eder; indirdiği sözleriyle, âyetleriyle de hakkı gerçekleştirip bâtılın
yerine hakim kılar. Yâni, ey peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları! Siz
yolunuza devam edin. Bâtıl taraftarlarının yaptıklarına ve söylediklerine aldırış
etmeyin. Allah onları da, temsil ettikleri bâtılları da, bâtıl sistemlerini
de yok edecek ve kesinlikle sizi onlara
galip getirecektir. O’nun kelâmı nâzil olmaya devam ettikçe gönüllerde
ameliyatlar gerçekleştirecek, oradaki küfür hücrelerini öldürecek ve sonunda
hak mutlaka galip gelecektir. Muhakkak ki Allah kalplerde olanları bilendir.
Sizin yolunuzu kesmeye çalışan kâfirlerin kalplerinden geçirdiklerini de bilir,
sizin için gizli gizli kurdukları tuzaklarını, komplolarını da bilir. Siz hiç
onu düşünmeyin ve yolunuza devam edin. Allah’a hiç bir şey gizli kalmaz,
kalamaz. Eğer peygamber kalbinden Allah’a gizlice yalan uydurmayı düşünmüş ama
bunu dışardan gizlemiş olsa bile, Allah onun kalbine muttalidir ve kesinlikle
bu konuda ona imkân vermeyecektir. Öyleyse bu konuda şüphe edenlerin ve
peygamberi reddetme konusunda bunu kendilerine mesnet yapmaya çalışanların hiçbir
haklılık yönleri yoktur, deniliyor. Sonra da Rabbimiz böyle davranan insanları
tevbeye dâvet ediyor:
25,26.
“Kullarının tevbesini kabul eden, kötülükleri affeden, yaptıklarınızı bilen,
inanıp yararlı işler işleyenlerin duasını kabul eden, lütfuyla onların ecrini
artıran O’dur. Ama, inkârcılar için çetin azap vardır.”
Rabbimiz
bundan sonra kullarını tevbeye dâvet ediyor. “Ey kullarım! Ey benim kitabıma
karşı ilgisiz davranan, benim elçime karşı düşmanca tavır alan kullarım! Gelin
bu anlayışlarınızdan, bu tutumlarınızdan vazgeçin! Benim elçime karşı
gelişlerinizden, benim kitabıma karşı takındığınız bozuk düzen tavırlarınızdan
vazgeçin. Hayatınızın yönünü değiştirin.”
Tevbe budur zaten. Tevbe dönüş
demektir. Günâha, isyana doğru giderken, bir anda kişinin Rabbine dönmesinin
adına tavbe denir. Hz. Âdem de ağaca, Allah’ın yasakladığı bir eylemi
gerçekleştirmeye, şeytanın adımları istikâmetinde giderken, bir anda Rabbine yö-neliverip
O’nun razı olduğu hayata dönmüştü. Allah buyurur ki, “ey kullarım! Eğer hayat
programlarınızı değiştirir, kitabıma, peygamberime karşı takındığınız bu
tutumlarınızdan vazgeçer ve bana kulluğa yönelirseniz, ben sizin dönüşünüzü
kabul edeceğim.”
Tevbe,
kişinin yaptığı kötülüklerden vazgeçmesi, Allah’tan ve O’nun hayat programından
habersiz bir biçimde yaşadığı hayattan vazgeçip, böyle bir hayattan pişmanlık
duyup bir daha o hayata dönmemek üzere karar vermesidir.
Tevbeyi ve
Allah’a dönüşü hayatında sembolleştiren Hz. Adem hatasını anladı ve hemen
pişman oldu. Allah da onu affetti. Demek ki tevbe, kişinin Allah’la ilişkisini
düzeltmesinin adıdır. Bir insan için Allah’la yakın ilgiden mahrum olmaktan
daha büyük bir hüsran olamaz. Günâh psikozu içinde yaşayıp, Allah’la diyalogunun
kesilmesi kadar insanı kahreden başka bir şey düşünmek mümkün değildir. İnsanlar
hata içinde olabilirler. Cehaletleri sebebiyle Allah’tan ve Allah-ın kendileri
için gönderdiği hayat programından habersiz, kitabından ve elçisinden habersiz
bir hayat yaşamış olabilirler. Bu yüzden de günâhların en büyüklerini işlemiş
olabilirler.
Hattâ Allah’ı bırakıp,
kendilerine başka tanrılar edinip onlara tapınacak hale bile gelebilirler. Ama
bilelim ki, ne yaparlarsa yapsınlar, onlar için tevbe kapısı her zaman için
açıktır. Yeniden Allah’a, Allah’ın kitabına dönebilme imkânları her zaman
mevcuttur. Böylece ye-niden Allah’ın affına, Allah’ın merhametine ve
nimetlerine ulaşma imkânları olabilecektir.
Bu durumda
kişi, hemen kendisini yaratan ve imtihan için bu dünyaya getiren Rabbini
hatırlayacak, O’nun kendisi için hayat programı olarak gönderdiği kitabıyla
ilgi kuracak, Allah’ın kendisinden istediği kulluğun pratiği dediğimiz
peygamberiyle tanışacak ve bir daha eski hayatına dönmemek üzere Allah’a söz
verecektir.
Nisâ sûresi,
bu dönüşün günâhın hemen akabinde olması gerektiğini anlatır:
“Allah bilmeden kötülük işleyip de
hemen arkasından tevbe edenlerin tevbesini kabul etmeyi üzerine almıştır. Allah,
onların tevbesini kabul eder. Allah bilendir, Hakîm olandır.”
(Nisâ 17)
Dikkat ederseniz,
âyet-i kerîmede “min gariyb” ifadesi kullanılmaktadır. Yâni işlenen günâhın
hemen arkasından tevbe edilmelidir. Meselâ kişi günâh işler işler de, artık o
kötülüğü işleyemeyecek bir çağa geldikten sonra tevbe ederse elbette bu
tevbenin Allah katında bir önemi olmayacaktır. Çünkü o kişi aslında o
günahlardan isteyerek, gönlüyle vazgeçmemiş de onları işleyecek gücü, kuvveti
kalmadığı için vazgeçmiştir. Zina edebilecek gücü kalmadığı için, içki
içebilecek sıhhati kalmadığı için bunları bırakmıştır. Öyleyse kişi o günahları
yapabilecek bir durumda iken Allah rızası için onları terk edecektir. O
günahları işleyemeyecek bir yaşa kadar tevbesini geciktirmemelidir. Zaten dikkat
ederseniz âyetin bundan sonraki bölümü o hususu anlatır.
“Kötülükleri işleyip dururken ölüm
kendisine geldiği zaman: “İşte şimdi tevbe ettim!” diyen kimselerle kâfir
olarak ölenlerin tevbeleri makbul değildir. İşte onlara elem verici bir azap
hazırlanmıştır.”
(Nisâ 18)
Öyleyse
tevbelerimizi geciktirmemeli, Rabbimizle aramızı açmamalı ve her an Rabbimizle
diyalog halinde olmalıyız.
Allah, tüm
dönüşleri kabul eden, yaptıklarımızın tümünü bilen, kendisine yönelen, iman
edip sâlih ameller işleyen kullarının dualarını kabul etmekte ve her an onların
çağrılarına icabet etmektedir. Ama unutmayalım ki, kâfirler için şiddetli bir
azap vardır.
27.
“Eğer Allah rızkı kullarının hepsine bol bol verseydi, yeryüzünde azgınlık
ederlerdi. Ama O, dilediğini bir ölçüye göre indirir. Doğrusu O, kullarından
haberdardır, onları görendir.”
Eğer Allah
yeryüzünde kullarına bol bol rızıklar verip onların istedikleri her şeyi bol
bol onlara ulaştırıverseydi, o kullar yeryüzünde şımarır, azar, isyan içine
girer, fesat çıkarır, yeryüzünde dengeyi bozacak duruma gelirlerdi. Âyet-i
kerîmeden anlıyoruz ki, zenginlik, taşkınlık, şımarıklık sebebidir. Eğer Allah
yerdeki kullarına her şeyi bol bol verseydi, istedikleri her şeyi bulabilecek,
dilediklerini elde edebilecek ve istedikleri her şeyi yapabilecek bir duruma
gelselerdi, şımaracak ve azgınlık içine gireceklerdi.
Yeryüzünde en çok şımaranlar,
yeryüzünde Allah’a en çok isyan içine girip de yeryüzünde düzeni bozanlar da
zenginlerdir. Yâni bu insanlar yeryüzünde kendilerine verilen azıcık zenginlik,
azıcık güç ve kuvvet sonucunda bile Allah’a kafa tutmaya kalkışıyorlar da,
Allah bunlara biraz daha fazlasını verseydi acaba bunlar ne yapacaklardı? Meselâ
biraz daha fazla ömür verseydi, biraz daha fazla güç ve kuvvet verseydi, biraz
daha fazla imkân ve saltanat verseydi acaba bu in-sanlar ne yapacak, nasıl
davranacaklardı?
Lâkin Allah
rızkı dilediği ölçüde indirir. Rızkı dilediği şekilde indirir ve kullarının her
birine dilediği şekilde rızık takdir eder. Çünkü Allah kullarına Habîr ve
Basîrdir. Şüphesiz ki Allah kullarının durumlarını, karakterlerini, onlara
yarayan şeylerin neler olduğunu, herkese ne kadar vereceğini en iyi bilendir.
Kulları hakkında en hayırlı şeyin ne olduğunu en iyi bilendir. İşte bu bilgisi
ve hikmeti gereği kime ne vere-ceğini, ne kadar vereceğini, kimi neyle ve nasıl
imtihan edeceğini en güzel bir şekilde takdir eder. Bu bilgisi ve hikmeti
gereği, çok verilmesi gerekenlere çok verir, az verilmesi gerekenlere de az
verir. Kimsenin O’na hesap sormaya, yol göstermeye, akıl vermeye hakkı da yetkisi
de yoktur.
Nitekim bir hadis-i kutside Rabbimiz
bu hususu şöyle anlatır:
“Kullarımdan
öyleleri vardır ki zenginlikten başkası ona yaramaz. Eğer onu fakirleştirseydim
bu fakirlik onun dinini bozardı. Yine kullarımdan öyleleri de vardır ki, onlara
fakirlikten başkası yaramaz. Eğer onu zengin kılsaydım, bu zenginlik mutlaka
onun dinini bozardı.”
(İbni kesir 3/277)
Kimi
insanlara neden fazla zenginlik verildiğinin hikmetini bu hadis-i kutsiden
anlıyoruz. O kadar çok istiyor ki vermese dini gidecek adamın da, onun için
veriyor Rabbimiz. Eğer insanlar dünyada Allah’ın takdirine razı olup onunla
yetinmeye çalışsalar, en güzelini Allah’ın takdir ettiğini göreceklerdir. Ama
insanlar Allah’ın takdirine razı olmuyorlar. Kimi insanların mallarını zekat dahi
temizleyemiyor. Meselâ adam başkasının hakkına uzanmış, dükkanında
çalıştırdıklarının haklarını vermemiştir. Sanki Allah belirlemiş gibi
birilerinin belirlediği asgari ücreti vererek işçilerinin alın terini yemiştir.
Çünkü infak âyeti, zekat
âyetinden önce gelmiştir. Adam infak etmediği, sadece zekatı hesap edip infakı
göz ardı ettiği, yıllardır infakı ihmal ettiği için mal birikimi söz konusu
olmuştur. Zira bugüne ka-dar infak etseydi, belki bu kadar malı birikmeyecekti.
Şimdi bu adam zekat değil, malının tümünü verse bile sorumluluktan kurtulamaz.
Çünkü o mal zaten kendisinin değildir. Veya kendisinin olmayan malı artırdıkça
artırmıştır. Ne bu malın aslı kendinindir, ne de artan kısım kendisinindir. Onu
hak sahiplerine ulaştırmak zorundadır. Bu gerçeği anladıktan sonra hemen tevbe
edip, meşru yoldan kazanıp, meşru yolda harcamaya başlayacak, elindeki
birikiminin değerlendirmesini bu şekilde yapacaktır.
Rabbimiz
bazen vererek imtihan eder, bazen de alarak imtihan eder. Bazen çok vererek,
bazen de az vererek imtihan eder. Ancak şurasını asla unutmayalım ki, O’nun
vermesi ayrı bir imtihan, alması ayrı bir imtihandır. Rabbimizin vererek
imtihan etmesi, alarak imtihan etmesinden çok daha tehlikeli ve kaybetme şansı
çok daha fazla olan bir imtihandır. Ama bunu bilmeyenler hep vererek imtihanından
yanalar. Bu husus, En’âm sûresinde çok hoş anlatılır:
“Şüphesiz ki senden önce ümmetlere
peygamberler göndermiştik; onları yalvarsınlar diye darlık ve sıkıntılara
sokmuştuk. Hiç değilse onlara şiddetimiz geldiği zaman yalvarıp yakarmalı değil
miydiler? Lâkin kalpleri katılaştı, şeytan da yaptıklarını onlara güzel
gösterdi.”
(En’âm 42,43)
Evet,
önceki toplumlara da peygamberler gönderdik. Onlar kendilerine gönderilen bu
peygamberlere değer vermediler, bu peygamberler ve onların kendilerine
getirdiği mesajlarla ilgilenmediler. Hayat programlarını Allah’tan ve Allah’ın
elçilerinden almaya yanaşmadılar. Allah’ı da, Allah’ın elçilerini de
hayatlarına karıştırmamaya çalıştılar. “Allah hayata karışmaz, Allah âyet
göndermez, Allah elçi göndermez,” dediler. Onlar, Allah’ı ve elçilerini inkâr
ettiler de, onlara merhametimizden dolayı akılları başlarına gelsin de bize
dönmeyi anlasınlar diye onları fakirlik, kıtlık, açlık, geçim darlığı,
hastalıklar, çeşitli afetler ve zaruretlerle yakalayıverdik. Onları, tevhid
açığa çıksın, ka-bukları yırtılsın, küfürden, şirkten vazgeçsinler de iman etsinler,
sığınacak kapıları kalmasın da bize sığınsınlar, yalvaracak, başvuracak,
dövecek kapıları kalmasın da bize yalvarıp yakarsınlar diye türlü türlü
sıkıntılara sokuverdik. Ama beri tarafta şeytan onlara sürekli amellerini süslü
gösterdi, hayrı şer, şerri hayır, iyiliği kötülük kötülüğü, kötülüğü iyilik
gösterdi de, adam olma ve uyanma istidatlarını kaybettiler. Biraz önce
zikrettiğim o imtihanlar, kıtlıklar, yokluklar ve belâlar, onlarda sığınma,
kulluk ve kurtuluş hissini, Allah’a yalvarıp yakarma hissini uyandıracak İlâhî
uyarılardı.
Rabbimiz
A’râf sûresinde bu hususu şöyle anlatır:
“Andolsun ki, biz de Firavun ailesini,
ders alsınlar diye yıllarca kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık.”
(A’râf 130)
Bilelim ki
bunların ilâhî uyarıcılığı devamlı değildir. Onun içindir ki, böyle bir durumla
karşı karşıya gelen kişi hemen onu bir nimet bilmeli ve süratli bir şekilde
uyanıp tevbe ve yalvarışlarla Allah’a yönelmeli ve durumunu düzeltmesini
bilmelidir. Zira bu durum kısa bir süre sonra
kaldırılıverir. Ya da esasen kısa bir süre sonra bu uyarının tesiri
gittikçe azalır ve nihâyet o sınırlı müddet bitiverir. O sıkıntının uyarıcı
özelliği kaybolur, bir alışkanlık ve tabii bir hal oluverir. Yâni kısa bir
dönem sonra bu belâların, bu sıkıntıların terbiye edici hiçbir tesiri kalmaz.
Allah, tevbe
etsinler, kendilerine gelsinler de Allah’a yalvarsınlar diye onlara belâlar,
sıkıntılar gönderdi. Hiç değilse böyle bir du-rumdalarken yalvarıp yakarmalı
değiller miydi? Ama gelin görün ki, bunların taşlaşmış kalplerini bu kıtlıklar,
yokluklar, belâlar ve musîbetler bile Allah’a döndüremedi. Kalpleri taş gibi
kaskatı kesildi de, şeytan amellerini kendilerine süslü göster ya da şeytan onlara bu gelenleri farklı
biçimde yorumlattı. Meselâ Âd, Hûd, Lût kavmi, Eyke’liler, Allah’ın kendilerine
ibret alsınlar diye gönderdiği bu belâları tabiat kanunları olarak yorumladılar.
“Bunlar olağan şeylerdir. Daha önceki toplumlara da böyle şeyler gönderilmiştir,”
dediler.
Tıpkı şu anda bizim toplumun bu
depremleri, bu felâketleri farklı yönde yorumlayıp onlardan ibret almaya yanaşmadıkları
gibi. Şeytan ibret almalarını engelledi, amellerini, yaptıklarını onlara süslü
gösterdi. Hayatlarından, durumlarından, amellerinden razı oldular. “Ne var
bizim hayatımızda? İşte kulluk budur! İşte İslâm budur! İşte şu anda bizler
Allah’ın bizden istediği hayatın içindeyiz. Bizler Allah’ın razı olduğu hayatı
yaşıyoruz!” dediler.
“Onlar ne zaman ki kendilerine
hatırlatılanları unuttular, biz de onlara her şeyin kapısını açıverdik. Onlar
kendilerine verilenlerle sevinip coşmaya başlayınca da ansızın onları yakaladık
da umutsuz kalıverdiler.”
(En’âm 44)
Allah önce
birbiri ardından uyarıcılar, açlıklar, kıtlıklar, belâlar ve musîbetler
gönderir, fırsatlar yaratır, tembihlerde bulunur. Eğer onlar kendilerine gelen
bu uyarılara aldırış etmez, tüm bu şiddetler onların kalplerini yumuşatmazsa, o
sıkıntılardan ibret alıp Rabblerine dön-mezlerse, o zaman da Allah onlara her
şeyin kapılarını açıverir. Allah diyor ki, onlara her şeyin kapılarını
açıveririz. Öyle bir bolluk, öyle bir refah, öyle bir hürriyet veririz ki, tüm
engelleri, tüm sıkıntıları kaldırıveririz. Paralar, mallar, mülkler, servetler,
altınlar, gümüşler, atlar, arabalar, marklar, dolarlar, her taraftan üzerlerine
rızıklar, nimetler yağmaya başlayıverir. Ne ararlarsa bulabilecek, ne isteseler
de yapabilecek hale gelirler. Hastalık, dert, sıkıntı, açlık, fakirlik, hiçbir
dertleri, hiç bir sıkıntıları kalmayıverir. İşleri açılır, ev alırlar, dükkan
alırlar, şansları yaver gider, milletvekili, bakan, dekan olurlar. Dünya
nimetleri adına Cenâb-ı Hak bütün kapıları açıverir. Ferahlar, ne oldum delisi
olurlar, bütün bunları kendilerinin yaptığını iddia ederek takdiri unutuverirler.
Bolluk da
ayrı bir imtihandır. Adam, seyyar satıcı olarak başlar, üç tekerlekliyle işe
başlar, sonunda Vehbi Koç, Sakıp Sabancı oluverir. Cenâb-ı Haktan hayırlısını
istemek zorundayız. Çünkü Allah verir, ama bazen bu verdikleriyle kendisini
unutturuverir. Bu da ayrı bir imtihandır; bunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız.
Açılan her kapı, verilen her imkân eğer bize Allah’ı unutturuyorsa, o zaman çok
korkmak zorundayız. Kur’an’da anlatılan bağ sahiplerini, bahçe sahiplerini unutmamalıyız.
Şunu hiç
bir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız: Şiddet ve sıkıntılarla yapılan imtihan
ayrı, bollukla yapılan imtihan ayrıdır. Bu bollukla yapılan imtihan,
ötekisinden çok daha tehlikeli, çok daha zor bir imtihandır. Rabbimizin darlıkla,
sıkıntıyla yaptığı imtihan, kalpleri yumuşatıp insanı Allah’a çevirmesi
açısından onu başarmak belki kolaydır ama bu bollukla yaptığı imtihan
insanların şımarıklılığını, müs-tekbirliğini artırdığı, insanı eyvallahsız hale
getirdiği için bunu başarmak gerçekten çok zordur. Birinde sabır, diğerinde
şükür gerekir. Sıkıntıya sabır, bolluk karşısında da verilen nimetler cinsinden
şükür ister Allah.
Müslim’deki
bir hadislerinde Allah’ın Resûlü:
“Mü’minin
işlerine şaşılır. Zira mü’minin bütün işleri hayırdır. Bu hayır mü’minden
başkası için yoktur. Başına musîbet cinsinden bir şeyler gelir, ona sabreder,
mükâfat kazanır; yine kendisine nimet cinsinden bir şeyler gelir, onun için de
Rabbine şükreder, yine mükâfat kazanır.”
buyurur.
İbni
Cerir’in rivâyetinde Allah’ın Resûlü başka bir hadislerinde de şöyle buyurur:
“Allah’ın,
bir kulunun isyanına rağmen, ona onun sevdiği dünya nimetlerinden bolca
verdiğini görürseniz, biliniz ki bu, onu cehenneme yaklaştırmak içindir.”
Onlara her
şeyin kapılarını açıveririz de hiç bir kayıt, hiç bir kaygı duymaz olurlar. Her
türlü nimetlerin, refahın, bolluğun içine gömülürler. Bütün bu nimetleri
kendilerine lütfeden Allah’a şükretmeyi akıllarının ucundan bile geçirmeden,
kalpleri nimet vereni anmadan, nimet vericiden korkmadan sanki her şey
kendilerininmiş gibi keyif çatmaya başlarlar. Gel keyfim gel! demeye başlarlar.
Zevklere dalarlar, şehvetlerinin peşinde solucanlar gibi kıvranmaya başlarlar.
Sanki tüm bu nimetler kendilerininmiş, sanki ölüm gelmeyecekmiş, âhiret, hesap,
kitap yokmuş gibi coşarlar taşarlar da:
“Kendilerine verilenlerle sevinip
coşmaya başlayınca da ansızın onları yakalayıveririz de iblis gibi oluverirler.”
Allah
korusun, tüm ümitlerini yitirmiş, ümitsizlik ve mahrumiyet içinde donakalırlar.
Sonsuz bir acı, onulmaz bir hasret içine gömülüverirler. İşte Nuh, Hûd, Lût
kavmi, işte Sâlih’in (a.s) toplumu, işte Roma, işte Firavunlar, işte Nemrutlar
ve işte Amerika, Almanya, Fransa…
Cenâb-ı Hak
her ne kadar da Rasûlullah’ın zuhurundan sonra, böyle önceki toplumlar gibi
toptan helâk etmiyorsa da, görüyoruz ki bugün bu toplumlar ruhî azaplar, ruhsal
hastalıklar, psikolojik huzursuzluklar, ailevi yıkımlar, cinsel sapıklıklar, AIDS
gibi sari mikroplarla helâk olmaktadırlar.
Allah
buyurur ki, eğer kullarımıza böyle bol bol verseydik, onlar şımarıp kulluktan
çıkıverirlerdi. Onun için biz ilmimiz ve hikmetimiz gereği rızkı ölçülü bir
biçimde indirmekteyiz. Bu konuyla alâkalı sahâbenin bir sözünü nakil ederek
cümlelerimizi noktalayalım. Sahâbeden ve tâbiînden pek çoğunun söylediği çok
hoş bir söz vardır:
“Geçimin en
hayırlısı sana yetecek kadar olup, seni meşgul etmeyen ve seni azgınlığa sevk
etmeyendir.”
Ne kadar
hoş bir söz değil mi? Rabbimiz, bize yetecek, bizi meşgul etmeyecek, bizi
kulluktan ve bizden istediği diğer emirleri icradan alıkoymayacak kadar versin
inşallah. Allah korusun, kimi Müslümanlar malın, mülkün, dükkanın, tezgahın
kölesi olmuşlar, akşama kadar satılmışlar. Ne ilim öğrenebilecek, ne Kur’an ve
sünneti tanıyabilecek, ne çoluk çocuğunun dinî hayatıyla ilgilenebilecek, ne hanımlarını
eğitebilecek, ne hasta ziyareti yapabilecek, ne birilerine âyet ve hadis
götürebilecek, ne tebliğ edebilecek vakitleri kalmamış. Üstelik bu insanlar
için bir durak noktası da yoktur. Yedi sülalesini besleyecek kadar parası da olduğu
halde, hâlâ köleliği sürdürebilmektedir. Allah korusun, bu çok tehlikeli bir durumdur.
Böyle bir kişinin malı da, mülkü de kendisinin helâkini hazırlayan bir belâdır;
bunu hiç bir zaman hatırımızdan çıkarmayalım.
28.
“Umutsuzluğa düşmelerinin ardından yağmuru indiren, rahmetini yayan O’dur. O,
övülmeye lâyık olan dosttur.”
Rabbimiz,
kullarına ihsan buyurduğu nimetlerinden birini de bakın şöyle anlatıyor:
Allah,
insanlara, ümitlerini kesip ümit ink
Dikkat
ederseniz, âyet-i kerîmede yağmur kelimesi "matar" olarak değil de
"ğays" kelimesiyle ifade edilmiştir. Halbuki Arapça’da yağmur ğays
değil, "matar"dır. Ama burada Rabbimiz "matar" yerine
"ğays" ifadesini kullanmıştır. "Ğays" ifadesi, darda kalmış
birisinin imdadına ve yardımına koşmak demektir. Allah, darda kalmış,
ümitsizlikten çatlayacak hale gelmiş kullarının imdadına yetişiyor, kullarının
imdadına rahmetini gönderiyor.
İşte bunu
yapan Allah, övülmeye lâyık olan, hamd edilmeye lâyık olan velîdir. Sizin tüm
işlerinizi üzerine alan, sizi sizden daha çok düşünen ve sizin adınıza, size
danışmadan aldığı kararlarla sizi dünya ve âhirette mutlu etmeyi murad eden
velînizdir. Var mı bunu becerebilecek başka birileri? Eğer sizin muhtaç
olduğunuz, yağmuru yağdıracak Allah’tan başka birileri varsa, tamam onları da
kendinize velî kabul edebilirsiniz. Onların da sizin adınıza aldığı kararlara
uyabilir, onların arzularını da yerine getirebilirsiniz. Ama böyle birileri yoksa,
o zaman sizin velîniz sadece Allah’tır. Velâyetinizi sadece Allah’a vermek
zorundasınız. Sadece Allah’ın kararlarını uygulamak ve sadece O’nun çektiği
yere gitmek zorundasınız.
İşte velînin anlamı budur. Velî,
velâyeti altındaki kulları adına tek taraflı program yapan varlıktır. Bakın
En’âm sûresinde Rabbimiz peygamberine ve onun şahsında bizlere şöyle buyurur:
“Gökleri ve
yeri yaratan, doyurulmayıp doyuran Allah’tan başka bir velî mi edinirim?” de. “Doğrusu
ben ilk Müslümanlardan olmakla emrolundum!” de. Asla şirk koşanlardan olma!”
En’âm 14)
Allah
peygamberine emrediyor ve diyor ki: “Peygamberim, de ki, “ben Allah’tan başka
bir velî mi bulayım kendime? Allah’tan başka bir velî mi edineyim? Yâni Allah’tan
başka birinin rubûbiyetini kabul edip, onun hâkimiyetine boyun mu eğeyim?
Allah’tan başka birilerini velî kabul edip de ona kulluk mu edeyim? Boynumdaki
ipin ucunu onun eline mi vereyim? Allah’tan başka birisini velî kabul edip de
irademi ona mı teslim edeyim? Hayatıma kulluk maddesi alacak, bana hayat
programı belirleyecek Allah’tan başka kendime bir velî mi bulayım? Aile hayatım
nasıl olsun diye sormaya ona mı gideyim? Hukuk düzenim, ekonomik anlayışım,
siyasal yapılanmam, ticaretim, işim, aşım, mesleğim, kılık-kıyafetim, yemem-içmem,
çocuklarıma karşı eğitimim, hanımımla münâsebetim nasıl olsun diye ona mı
sorayım? Allah’tan başka kendime bir velî mi bulayım? Ya da hayatımda Allah-la
beraber başkalarına da karışma alanı bırakıp, hayatıma Allah’tan başkalarına da
karar verme hakkını vererek müşrik mi olayım? O Allah ki, göklerin ve yerin
yaratıcısıdır. Göklerde ve yerde ne varsa hep-sinin var edicisi, göklerin ve
yerlerin tek Rabbi, mutlak hakimi ve mutlak otoritesidir. O, rızık verendir,
yağmur yağdıran, doyuran ve kendisi doyurulmak istemeyendir. O, doyurandır,
besleyendir. Rızık, para, dükkan, at, araba, apartman, arsa, hava, su, güneş,
yağmur, elma, armut, portakal verendir ama O bunların hiç birisine muhtaç
olmayandır. Yâni O, doyurulmak istenmeyendir. Paramıza, pulumuza, yemeğimize,
atımıza, arabamıza muhtaç olmayandır.
İşte velî
budur. Velî, kişinin boynundaki ipin ucu elinde bulunan ve onun adına karar
verme makamında olan varlık demektir. Velî, bir varlık adına ona danışmadan
onun adına tek taraflı karar verme makamında olan varlık demektir.
Allah,
mü'minlerin velîsidir. Kimileri bu kelimeye farklı anlamlar yüklemişlerse de
velî, velâyet hakkına sahip olan varlık demektir. Meselâ ben çocuğumun
velîsiyim. Onun adına ona danışmadan karar verme makamındayım. Velîsi olduğum
ve adına ona sormadan karar verme makamında olan ben, ona istediğim şeyleri
emreder, istediğim şeyleri yasaklarım. İstediğim okulda okutur, istediğim kişilerle
arkadaşlık kurmasını sağlar, istediğim kişilerle ilişkisini yasaklarım. Allah
da bizim Velîmizdir. Yâni bize sormadan bizim adımıza tek taraflı karar alma
makamındadır. İstediğini emreder, istediklerini de yasaklar.
Öyle değil
mi? Meselâ namazı emrederken bize danıştı mı Allah? Zinayı yasaklarken, “ey
kullarım! Ben bunu yasak kılacağım! Ne dersiniz? Nasıl düşünürsünüz? Fikriniz
nedir bu konuda?” diye bize sordu mu Allah? Hayır, Allah bizim Velîmizdir,
velâyetimiz elinde olandır ve bizim adımıza aldığı kararlar konusunda bizlere
asla danış-maz.
İşte
velînin anlamı budur. Vali, vilâyet ifadeleri de buradan gelmektedir. Vali,
vilâyette, velâyeti altında bulunan insanlar konusunda onlara danışmadan karar
verme makamında olan kişi demektir. Ve:
“Kâfirlerin Müslümanlar üzerine
velâyet hakkı yoktur.”
âyeti de bunu anlatır. Yâni
vilâyette vali olarak Müslümanlara sormadan, onlar adına karar verme makamına kâfirler
oturtulmamalıdır.
“Mü'minler mü’minleri bırakıp ta
kâfirleri velî edinmesinler...”
(Âl-i İmrân 28)
Yâni
mü'minler mü'minleri bırakıp ta kâfirleri velâyet makamına, yâni kendilerine
danışmadan kendileri adına karar verme makamına oturtmasınlar. Kâfirler karar
verip, kâfirler kanun yapıp Müslümanlar da kendilerinden olmayan bu kâfirlerin
yaptıkları kanunları uygulamaya kalkmasınlar. Âyetin sonunda da, eğer mü'minler
bunu yaparlarsa, onların Allah katında en ufak bir değerlerinin kalmayacağı, Allah’ın
yardımını da kaybedecekleri ifade edilmektedir.
Velî, vali
budur. Vali karar verecek ve Müslümanlar da kendi adlarına bu valinin verdiği
kararı uygulayacaktır. Öyleyse mü'minlere velî olacak, vali olacak, idareci
olacak insanların mutlaka mü'minler-den olması emrediliyor.
Bu mânâları
unutturmak için mi? Yâni mü'minlerin başına kâfirlerin de idareci olmasını sağlamak
ve böylece mü'minleri köleleştirmek için mi bilmiyorum, insanlar bu velî
kelimesini çok çarpıtmışlar. Velî deyince bugün insanlar hiç de bunu
düşünmüyorlar. Velî, işte gökte alan, yerde yiyen, kaybı bilen, eteğine
yapışılan, cennet olurla-yan, cehennem sınırlayan birileri olarak anlaşılıyor
şimdi. Hep böyle anlattılar çünkü. Bu anlamı şeytana nasıl yükleyecekler, bunu
merak ediyorum. Yâni eğer şimdi velî deyince bunlar anlaşılacaksa, Allah bir
âyet-i kerîmesinde şeytanın velî olduğunu haber verir:
“Muhakkak ki, şeytanı inanmayanların
velîsi kıldık.”
(A’râf 27)
Yine aynı sûrede:
“Onlar Allah’ı bırakıp da şeytanı
kendilerine velî edindiler.”
(A’râf 30)
buyurulmakta
ve şeytanın velî olduğu anlatılmaktadır. Eğer velî kelimesini az önceki mânâda
anlayacaksak, şeytana nasıl velî diyeceğiz? Ama Allah’ın anlattığı son derece açıktır
ki, şeytan kâfirlerin velîsidir. Yâni şeytan, onların hayatında, onlara
danışmadan karar al-ma makamındadır. Ya da onlar, şeytanı kendi hayatlarında
kendileri adına karar verme makamına oturtmuşlar, şeytan karar vermiş ve onlar
uygulamışlardır.
Bu âyet-i
kerîmenin devamında da, yine tâğutların
kâfirlerin velîsi olduğu anlatılıyor. Eğer velî kelimesine az evvel ki anlamı
yükleyecek olursak, acaba tâğutlara nasıl velî diyeceğiz? Allah, tâğutlar için
velî diyor. Bu tâğutların kaybı bilen, gökte uçan, denizde yürüyen, yeryüzünde
Allah’ın ermiş kulları olduklarını nasıl söyleyebileceğiz? Ama velîyi Kur’an’ın
ifade buyurduğu biçimde velâyet anlamında anladığımız zaman, bu tâğutların
kâfirler adına karar verme makamında kişiler olduğunu anlamakta zorluk çekmeyeceğiz.
Yâni bu kâfirler, tâ-ğutları kendilerine velî edinmişlerdir. Bu tâğutlar,
velâyetleri altında o-lan bu kâfirler adına karar alır, bu kâfirler de
kendileri adına karar alan bu tâğutların kararlarını uygularlar.
Allah
peygamberine ve peygamber yolunun yolcusu olan bizlere şöyle dememizi
emretmektedir: “De ki, ben Allah’tan başka birilerini kendime velî mi
edineceğim? Ki o Allah doyuran, kendisi de doyurulmaya muhtaç olmayandır.”
Bakıyoruz, dünyada insanların velî kabul edip, aldıkları kararlara boyun büktükleri,
kanunlarını uygulamaya, arzularını yerine getirmeye çalıştıkları insanlar,
kendilerine bel bağladıkları varlıkları, velâyetleri altındaki kullarını,
kölelerini, vatandaşlarını doyurmak ve beslemek şöyle dursun, kendileri bizzat
onlardan beslenmek durumundadırlar. Kullarını korumak şöyle dursun, kendileri
bizzat kullarının korumasına sığınmaktadırlar. Kullarından, “aman beni koruyun!
Beni yıkmak isteyenlere karşı aman beni koruyun!” diye korunma talep etmektedirler.
Öyle değil mi? Hiçbir Firavun
kullarından vergi almadıkça, destek almadıkça hayatta kalamaz. Hiçbir put,
kendisine tapanlardan kendisine bir mozole istemedikçe tapınılmaya değer görülemez.
Hiçbir sistem, bağlılarından oy istemedikçe, kullarından kabul istemedikçe
yaşayamaz. Hiçbir âdet, hiçbir töre, hiçbir moda, bağlılarından talep görmedikçe
yaşayamaz. Tüm yapay tanrılar, tüm sahte velîler, hayatlarını sürdürebilmek
için hizmetçilerine, kullarına muhtaçtırlar. Kullarına ihtiyacı olmayan, tüm
kullarının kendisine muhtaç olduğu velî sadece Allah’tır. O Allah ki, kimsenin
yardımına, kimsenin desteğine muhtaç değildir.
“De ki peygamberim,
“benim Allah’tan başka velîm yoktur.” Ey Müslümanlar, siz de, “bizim,
boyunlarımızdaki iplerin ucunu eline teslim edeceğimiz Allah’tan başka velîmiz
yoktur. Velîmiz olan Allah Ha-mîd’dir. Gökte ve yerde övülendir. Hiç kimse
kendisini övmese de, O kendi kendini övendir. Biz de sadece Allah’ı övecek,
Allah’a hamde-deceğiz. Allah’a hamd etmek demek, onun istediği hayatı övmek, onun
istediği hayatı kabullenmek demektir. Allah, bizi, sadece O’nu velî kabul eden,
sadece O’nu razı etmeye çalışan ve sadece O’nun övdüğü hayatı yaşayan
kullarından eylesin. Âmin.
29.
“Gökleri, yeri ve ikisinde yaydığı canlıları yaratması varlığının
delillerindendir. O dileyince, bunları bir araya toplamaya da kâdirdir.”
Rabbimiz
gökleri, yeri ve bu ikisindeki tüm varlıkları yaratmış ve yarattığı bu
varlıkları göklerin ve yerin muhtelif yerlerine yayıvermiştir. Onları yaratan,
onları yaşatıp koruyan, onların tümünü doyurup besleyen, onların tümünden
haberdar olan, onların hepsinin hayat programlarını belirleyen, hareketlerine
yön veren Allah, dilediği zaman onları toplamaya da kadirdir. Tüm bu varlıkları
yaratmaya nasıl güç yetirmişse, onları öldükten sonra tekrar diriltip huzurunda
toplamaya da güç yetirendir. Kıyamet günü ilkleri ve sonuncuları hesap, kitap
için huzurunda toplayacaktır. Tıpkı sabahleyin kovanlarından yayılan arı
ordusunun, akşamleyin kovanlarına toplanması veya yuvalarından ayrılan milyonlarca
karıncanın akşam yuvalarında toplanmaları gibi. Önce yayan, sonra toplayacak
olandır Allah. Yayan da O’dur, toplayacak olan da. Öyleyse hayat Allah’a aittir.
Hayatın başlangıcı Allah’a ait olduğu gibi, sonucunu belirleme de O’na ait olacaktır.
Yeryüzünde
her bir varlığı, her tür hayvanı, sınıf sınıf, cins cins, çeşit çeşit
yaymasında da büyük âyetler vardır. Çeşit çeşit varlıklar, denizlerde ayrı,
karalarda ayrı varlıklar yarattı Allah. Bilelim ki bütün bunlar âyettir. Tüm bu
varlıklar Allah’ın âyetleridir. Haydi bakalım, bu insanlar bu varlıklardan bir
tanesini yaratsınlar da görelim! Uzay, bilg
Ama
bakıyoruz ki, tüm bu âyetleri kapatıyorlar, gündeme ge-tirmiyorlar, örtüyorlar,
kamufle ediyorlar ve kendi âyetlerini gündeme getirmek için ellerinden gelen
her şeyi yapmaya çalışıyorlar. “Korkunç bir gelişme, müthiş bir gelişme, gökyüzüne
çıkıyoruz, yeryüzüne iniyoruz” sihirbazlık numaralarıyla, insanlığın gözlerini
büyülemeye çalışıyorlar. Böylece gerçek âyetler gündemden düşürülmüş, şeytan âyetleri
her tarafı kaplamış ve sonunda da insanlar kendi kendilerine ibadet eder
olmuşlar. Kutsiyet insana ait, üstünlük insana izâfe edilir olmuş. Halbuki bu insanların
hiçbir konuda tek yetkisi dahi yoktur.
30,31. “Başınıza
gelen herhangi bir musîbet ellerimizle işlediklerinizden ötürüdür. O, yine de
çoğunu affeder. “Yeryüzünde O’nu âciz bırakamazsınız. Allah’tan başka bir
dostunuz da, yardımcınız da yoktur.”
Canınıza,
malınıza gelen herhangi bir musîbet, sadece sizlerin ellerinizle işlemiş
olduğunuz günâhlar yüzündendir. Günâhlar sadece ellerle işlenmez. Ama
genellikle fiiller, elle işlendiği için burada eller ifadesi kullanılmıştır.
Evet, mallarınız ve canlarınız konusunda size ulaşan musîbetler, ellerinizle
işledikleriniz yüzündendir. Ama sizin ellerinizle işlediklerinizden pek çoğunu
Allah affetmektedir. Ellerinizle işlediklerinizden pek çoğunu Allah görmezden
geldiği, ciddiye almayıp affettiği için bunların cezasını size tattırmıyor.
Eğer Rabbiniz size bu kadar merhametiyle muamele etmeyip de, yaptığınız her bir
günâh yüzünden hemen cezalandırılsaydınız, mutlaka hepiniz helâk olup giderdiniz.
Kur’an’ın başka yerlerinde bu hususu anlatan âyetler vardır.
“Eğer Allah kazandıklarıyla insanları
muâheze etmiş olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı kalmazdı. Lâkin Allah onları
belli bir vakte kadar erteliyor.”
(Fâtır 45)
“Eğer Allah zulümleri yüzünden
yerdekileri hesaba çekecek olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı mahluk kalmaz-dı.”
(Nahl 61)
Rabbimiz
bizim işlediklerimizden pek çoğunu affetmekle birlikte, bazıları yüzünden
mallarımıza ve canlarımıza bir şeyler göndermektedir. Bileceğiz ki, başımıza ne
gelmişse kendi işlediklerimizden dolayı gelmektedir. Yine mü'minlere gelen
musîbet ve sıkıntıların, onların günâhlarına kefaret olduğunu Resul-i Ekrem Efendimizin
hadislerinden öğreniyoruz. Müslümanın başına, malına ve canına gelen dert,
sıkıntı, hastalık, hattâ onun ayağına batan bir diken bile onun işlemiş olduğu
bir günâha kefarettir. Bunlar sadece mü'minin günâhlarının silinmesine sebep
olmakla kalmayıp, aynı zamanda onun Allah katında bir derece daha yükselmesine
sebep olmaktadır. Allah’ın Resûlü, Hz. Ayşe’nin rivâyet ettiği bir hadislerinde
şöyle buyurur:
“Kulun
yeryüzünde günâhları çoğalıp onlara kefa-ret olacak bir şeyler bulunmadığı
zaman, Allah onun günâhlarına kefaret olmak üzere onu bir üzüntüye uğratır.
Böylece onun günâhlarını döküverir.”
Kur’an-ı Kerimde pek çok âyet-i kerimesinde Rabbimiz kulları
adına, mahlukatı adına rahmeti kendi nefsine yazdığını, farz kıldığını anlatır.
"O Allah rahmet etmeyi nefsine yazmıştır."
(En’âm 12)
Allah rahmeti
nefsine yazmıştır. Zira mülkün sahibi odur. Bu konuda onu kimse zorlayamaz.
Kimse onu minnet altında tutamaz. Mülkün sahibi olarak kendisi öyle dilemiş
dünya ve âhirette mahlukatına rahmet etmeyi kendisine yazmıştır. Rabbimizin
dünya ve âhirette kullarına muamelesinin temeli işte bu rahmettir.
Evet rahmet İslâm’ın ana umdesidir. Yaşadığımız bir tek
saniye yoktur ki bizler Rabbimizin rahmeti altında olmayalım. Rabbimizin bizim
adımıza rahmeti kendi üzerine yazdığını bildirmesi bile bir rahmet eseridir.
Rabbimizin rahmeti önce insanın varlığında tecelli eder. İnsanın yoktan var
edilişi, kendini bile bilmez bir varlık iken kendisine Allah bilgisinin
ulaştırılması, kitap gönderilmesi ve halife yapılması, tevbe ettiği takdirde günâhlarının
affedilmesi, günâhlarına misliyle ce-za verilirken sevaplarına on misliyle
bazen daha fazlasıyla mukabele edilmesi, günâhlarının iyiliklerle silinmesi,
rahmetiyle cennete konulması evet bunların hepsi rahmet eseridir.
Sizler
yeryüzünde kesinlikle Allah’ı aciz bırakamazsınız. Ne kadar tedbir alırsanız
alın, kesinlikle Allah’ın size ulaştırmayı murad ettiği şeyleri kendinizden
uzaklaştıramazsınız. O size ne ulaştırmayı kararlaştırmışsa, o mutlaka sizin
başınıza gelecektir. Siz bu konuda Rabbinize teslim olmak zorundasınız. O’na
itiraz edemez, O’na karşı gelemezsiniz. Başınıza ne gelmişse bilesiniz ki bu
Allah’tandır. O’n-dan gelebilecek şeylere karşı sizi koruyacak Allah’tan başka
ne bir velîniz ne de yardımcınız yoktur. O’na sığınmak, O’na teslim olmak ve O’nun
takdirine razı olmak zorundasınız. Sadece O’nu velî bilmek, sadece O’nun koruması
altına girmek ve sadece O’nun kararlarını uy-gulamak zorundasınız. Sadece O’nu
razı etmeye çalışmak, sadece O’nun hatırını kazanmaya çalışmak, sadece O’nun
razı olduğu hayat programını yaşamak zorundasınız. Çünkü göklerde ve yerde ne
varsa hepsinin velîsi Allah’tır. Göklerde ve yerde O’ndan başka velî olmaya, O’ndan
başka Rabb ve İlâh olmaya lâyık yoktur. İşte O’nun ye-gâne velî oluşuna, yegâne
Rabb ve İlâh oluşuna bir-iki m
32,33,34. “Denizde
yüce dağlar gibi gemilerin yürümesi O’nun varlığının delillerindendir. O,
dilerse rüzgarı durdurur, yelkenle giden gemiler o zaman denizin yü-zünde
durakalır. Bunlarda, sabırlı olan ve çok şükreden kimseler için deliller
vardır. Yahut yaptıklarına karşılık onları ortadan kaldırır, bir çoğunu da bağışlar.”
Sizin durumunuz
da Allah’ın yeryüzünde koyduğu yasalarına boyun eğen bu gemilerden farklı
değildir. O gemileri hareket ettiren, yürüten Allah’tır. Suya kaldırma ve
gemileri yürütme yasasını koyan Allah’tır. Onları hareket ettiren rüzgarları
gönderen Allah’tır. Allah dilerse, o gemileri hareket ettiren gücü
durduruverir, yasaları kaldırıverir. O zaman onlar denizin üzerinde kalakalırlar.
Veyahut da o gemileri yürüten rüzgarları fırtınaya çeviriverir de, o geminin
içindekileri, kazandıkları günâhlar yüzünden denizin karına indiriverir. Ya da
o geminin içindekileri kazanıp geldikleri ticaret mallarıyla birlikte denize
gömüverir. Ama bununla birlikte bilesiniz ki, işlediklerinizden pek çoğunu Allah
affetmektedir.
Denizdekilerin
durumu böyle de, karadakilerin durumu faklı mı sanki? Gemileri hareket ettiren
gücü alıverdiği gibi, sizi de hareket ettiren ruhlarınızı alıverdi mi, sizler
de bir kadavra yığını gibi toprağın kahrına yuvarlanıverirsiniz. Veya şu anda
sizin altınızdaki gemiyi de, yâni sizin altınızda, sizin emrinize Allah
tarafından boyun büktürülüp sizin için uysallaştırılmış, zelûl kılınmış şu arz
gemisini sallayıverir de, siz de onun kahrına gömülüverirsiniz. Yâni şu anda
yaşıyorsanız, bunu kendinizden zannetmeyin. Şu anda altınızdaki yeryüzü sizi üzerinden
atmıyorsa, bunu kendinizden sanmayın. Size bunu sağlayan Allah’tır, bunu asla
unutmayın.
Allah’ın bu tür âyetlerini
sürekli gündemimizde tutmak zorundayız. Ama maalesef hiç kimse bu âyeti görmek
istemiyor. Bu âyet üzerinde düşünen kimse kalmamış. İnsanlar gemilerden
haberdardır; gemiler, firkateynler yapmışlar, füzeler, yeni yeni arabalar icat
etmişlerdir. Ama şunu niye kabullenmek istemiyor, niye gündeme getirmek istemiyorlar?
Bunların suyun üzerinde durabilme imkânını, suyun üzerinde batmadan durabilme
yasasını Rabbim takdir etmemiş midir? Eğer onların istifade ettikleri bu yasayı
Rabbim tespit etmese, her şeyi alabora ediverse, bu kanunları tepe taklak
getiriverse, “artık suyun üzerinde hiç bir şey durmayacak!” deyiverse, bu
insanlar ne yapabileceklerdir? Bunu hiç düşünmüyorlar mı? O zaman bu yaptıkları
gemilerle nasıl övünebileceklerdi? Nasıl hava atabileceklerdi? Üstelik bu
gemileri yapma ameliyesinin ilki de Rabbimize aittir. Gemilerin ilk planı, ilk
projesi de Rabbimize aitti.
Rabbimiz,
“bizim gözetimimizde yap bu işi,” diyordu Hz. Nuh’a. Şu anda imal ettikleri
füzeleriyle, arabalarıyla, uçaklarıyla, füzeleriyle, gemileriyle öğünen
insanlar, Rabbimizin bir emriyle bütün yer altındaki petroller su haline gelse,
ne hale gelir yaptıkları şeyler? Bunu hiç düşünmüyorlar mı? Düşünmeyecekler mi?
O zaman bu yaptıkları şerler içinde, tavukların bile yaşayamayacağı şeyler
haline gelecektir. Peki o zaman insanlar niye Allah’ın bu âyetlerinin bilincine
ermek iste-miyorlar? Kendi yaptıklarıyla öğünen bu insanlar, niye bütün bu yaptıklarını
Allah’ın yasalarına bağımlı olarak yaptıklarını anlamaya ya-naşmıyorlar? Demir
olmasaydı, benzin olmasaydı, suya Allah tarafından bu kaldırma yasası, havaya
sesi iletme gücü verilmeseydi ne anlama gelecekti bütün bu yaptıkları? Suyun
üzerinde gemilerin yürüme yasasını, bu konudaki âyetleri zikretmiyorlar,
gündeme getirmiyorlar da, kendi yapmış oldukları putların önünde secdeye kapanıp
onlarla öğünmeye çalışıyorlar.
“Efendim,
insanlık artık bilg
“Ama bütün
bu âyetlerimizde sabreden ve şükreden kullarımız için ibretler vardır. Bütün bu
âyetlerimizden ancak sabreden ve şükreden kullarımız ibret alır,” diyor
Rabb’ımız. Dikkat ederseniz, âyet-i kerîmede sabırla şükür birlikte
zikredilmektedir. Bundan şunu anlıyo-ruz: Kişi kötü gününde sabretmeli, iyi
gününde de şükretmelidir. Yâni yukarda Allah tarafından insanın malına ve
canına bir şeyler gönderileceği anlatılmıştı ya, işte kişinin malına ve canına
bir musîbet geldiği zaman bunun kendi günâhları yüzünden geldiğini bilmeli, sabretmeli,
isyan etmemeli ve Allah’a kulluğuna devam etmelidir. Hasta yatağında yatan bir sahâbenin
yanına gelenler, onun bu haline üzüldüklerini beyan edince o sahâbenin:
"Ben bu halime üzülmüyorum, zira bu benim yaptıklarımın karşılığıdır ve
dünyada böylece beni onların cezasından kurtardığı, onu âhirete bırakmadığı
için Rabbime hamd ediyo-rum" dediğini de biliyoruz.
Öyleyse böyle durumlarda
sabredeceğiz. Bizler bir zafere ulaştığımız veya kendimize Allah tarafından iyi
şeyler gönderildiği zaman da Allah’a şükretmeliyiz. “Bunlar bizden değil,
sendendir ya Rab-bi!” diyerek O’na kulluğumuzu artırmaya ve teşekkür etmeye
çalışacağız.
35.
“Âyetlerimiz üzerinde tartışanlar, kendilerine kaçacak yer olmadığını
bilsinler.”
Evet
bunu ne için yaparmış Allah? Yâni gerek denizde, gerekse karada yaptıklarına
karşılık kimilerini helâk ederken, hemen cezalarını verirken, kimilerini de
bağışladığını affettiğini anlatıyordu Rab-b’ımız. Bunu niye yaparmış:
Âyetlerimiz üzerinde tartışanlar, Allah’la savaşa tutuşanlar, kendilerine O’ndan
kaçıp kurtulacak bir yer olmadığını bilsinler, anlasınlar diye bunu yaptığını
haber veriyor. Allah’la, Allah’ın âyetleriyle, kitabıyla, elçileri ve onların getirdikleri
mesajla mü-câdeleye tutuşan, Allah’a, Allah’ın arzında hayat hakkı tanımak istemeyen,
Allah’ın sistemini kaldırıp onun yerine kendi yasalarını hakim kılmak için
mücâdele verenlerin âkıbetlerinin nasıl olduğunu, nasıl helâk edildiklerini
Rabbimiz Mü’min sûresinde anlatmıştı.
Bundan
sonraki âyetinde, Rabbimiz dünya hayatında insana verilenlerin tamamının birer
imtihan sebebi olduğunu, sadece dünyanın geçici bir geçimlik olduğunu ve Allah
katında olanların daha hayırlı, daha bâkî ve kalıcı olduğunu anlatacak:
36. “Size verilen
herhangi bir şey, sadece dünya hayatının bir geçimliğidir. Allah katında inanıp
Rabblerine güvenenler için olan mükâfat ise daha hayırlı, daha bâkidir.
Bunlar dünya hayatının metaıdır. Dünya,
“denaet”ten türetilmiş bir kelimedir. Denaet de alçaklık demektir. Dünya
kelimesi, bu kelimenin müennesi olunca, kancıkça ve alçakça bir hayatın gereksinimi
anlamına gelmektedir. Bağlanmaya değmez demektir. Bir de o dünyanın süsleridir.
Dünyanın süsünün Şeytan tarafından süslenmiş süsler olduğunu da hatırlarsak,
yâni süsle alâkalı hemen şeytanın gündeme geldiğini düşünürsek, o zaman bunlara
kanmamızın hiçbir anlamının olamadığını çok rahat anlayıvereceğiz demektir.
Bakıyoruz, bir varmış, bir yokmuş.
Hadîd sûresinde de hatırlatıldığı kadarıyla, o dünya süsünün geçici ve aldatıcı
olduğu beyan edilir. İşte bu denî, alçak, yakın, yaşadığınız hayat oyundur,
eğlencedir, ziynettir, övünç vesilesidir, övünme vesilesidir. Paranız, malınız
ve evlâtlarınızın çoğalması konusunda aranızda öğünme zeminidir. Peki ne gibiymiş?
Allah bunu bize bir örnekle anlatıyor, diyor ki: Bir yağmur düşünün ki onun
bitirdiği bitkiler çiftçileri sevindirir, bahçıvanı sevindirir. Ama sonra bir
de bakarsın ki, boyun bükmüş, müsferran olmuş. Yâni görürsün ki sararmış
solmuş. Sonra da bakarsın ki, hutame olmuş. Yâni odun olmuş, çerçöp olmuş.
İşte dünya bu. Hangi zevkiniz yarın da böyle devam ediyorsa, o âhirettir;
hangi zevkiniz de yarına intikal etmiyorsa, işte o da dünyadır. Çocukken
oynadığınız oyunları, attığınız goldeki sevinci, damat olurken giydiğiniz elbisedeki
güzelliği, okula kaydolduğunuz günkü sevincinizi veya okulu bitirdiğiniz günkü
sevincinizi düşünün, bugün hiçte anlamı yok değil mi onların? Yâni o günküler o
günkü anlamını kaybetmişlerse, bunların hepsi dünya hayattır, hep geçici şeylerdir.
Ama Allah’ın yanında hep hayırlı ve bâkî olanlar vardır.
Evet, dünyada size neler verilmişse, ne
kadar verilmişse, dünyalıklardan ne kadarına sahip kılınmışsanız, unutmayın ki
onların tamamı dünyada kalacak ve öbür tarafa intikal etmeyecektir. Bunların
tamamı ölümle bitecek şeylerdir. Ama Allah katında olanlar bitmeyecek, tükenmeyecek,
ölmeyecek, solmayacak, bâkî kalacak cinsten ni-metlerdir. Öyleyse, “sakın
dünyanın ve dünyalıkların peşine takılıp da, âhirettekileri kaybetmeyin,” diyor
Rabbimiz.
Cennet
tariflerinde kâfirler hep böyle kafa tutarmış. Karı kız mı? İstediğimi bulurum.
Bağ bahçe mi? İstemediğim kadar var. Altlarından ırmaklar akan mı? Üstlerinden
de ırmaklar akıtabilirim. Hattâ camdan köşkler içine saraylar da yaptırabilirim
diyorlarmış, ama “Hâlidîne fîhâ ebedâ” olunca, işleri bitiyor onların. Çünkü belki
dünyada bir şeyler bulurlar ama ne kadar bulurlar? Ne kadar bir süreyle
istifade edebilirler o bulduklarından? Ölünceye kadar değil mi? Veya işte bazen
de harp oluyor, darp oluyor, ihtiyarlık, ölüm, bayram, seyran oluyor adamın
elinden alınıveriyor o. Ama âhiretteki, o ebedî yurda gidince her şey sürekli,
sonsuz olacaktır.
Âhirette
Rabbimizin hazırladığı bu gözlerin görmediği, kulakların işitmediği bâkî ve
solmaz nimetler kimler için miş? Bütün bunlara kimler nail olacak mış?
Birincisi,
bu nimetler Allah’a, Allah’ın istediği biçimde iman edip yalnız O’na güvenen ve
tevekkül edenler içindir. Allah’ı vekil bilip, O’nun kendisi adına aldığı kararları
aynen uygulayan, sadece O’na kulluk edip, sadece O’nu dinleyen ve O’na güvenip
bağlanan ve O’nun istediği bir hayatı yaşayan kimseler içindir.
Vekil,
kişinin kendisine vekaletini teslim ettiği varlık demektir. Meselâ inançlarına
ters bir hukukun uygulandığı ülkelerde yaşayan insanlar, eğer mahkeme huzurunda
kendilerini savunamayacakları konusunda
bir endişe duyar, birilerinin kendilerini daha iyi savunabileceğine inandıkları
zaman, hukuku kendilerinden daha iyi bilen bir avukata kendilerini savunmak
üzere vekalet verirler değil mi? Veya meselâ antika bir halı almak istiyorsak
ve bu konuda da bilgimiz olmadığı için birilerinin bu antikadır diye bizi kandırmasından
korkuyorsak, o zaman elbette bu konuda bizden daha fazla bilgi sahibi bir arkadaşımıza,
“benim için şöyle bir antika halı alıver,” diye vekalet veririz. Çünkü o antika
konusunda bilgi sahibidir.
İşte
bizim adımıza, bizim hayat programımız adına aldığı kararlar konusunda
kendisine güvenebileceğimiz, yasalarına teslim olabileceğimiz, boyunlarımızdaki
kulluk ipinin ucunu eline teslim edebileceğimiz ve çektiği yere gözü kapalı
gidebileceğimiz bir tek varlık biliyoruz. O da, bizi bizden daha iyi bilen,
bizim hayatımızı, bizim hayat programımızı herkesten daha iyi bilen, bilgisi
tam olan, bilginin kaynağı olan Rabbimizdir. Çünkü O, bizim için bize en uygun,
en faydalı, en yararlı, en güzel, en münasip ve en mütenasip kararları alandır.
Eğer böyle
Rabb, İlâh olarak Allah’a iman eder, Allah’ı böyle güçlü kuvvetli bilir ve
sadece O’nu hesaba katar, O’nun istediği hayatı yaşar, O’nun dışında her şeyin
hatırını ayaklarınızın altına alabilirseniz, o zaman bilesiniz ki o Allah sizin
her şeyinize vekildir. Bilesiniz ki sizin arkanızda Allah vardır. Sizin
önünüzde Allah vardır. Dayanacağınız, güveneceğiniz Allah’tır. Sizi herkese
karşı ve her şeye karşı koruyacak olan Allah’tır. Size yol gösterecek olan
Allah’tır. Tarih boyunca dostlarını tüm düşmanlarına karşı nasıl korumuş ve galip
getirmişse, sizi de koruyacaktır. Bu konuda en küçük bir şüpheniz olmasın.
37. “Ve büyük günâhlardan
ve hayasızlıklardan çekinen, öfkelendiklerinde bile bağışlayanlar.”
Rabbimizin hazırladığı o cennete
lâyık olarak zikrettiği kullarının özellikleri sayılmaya devam ediliyor. Onlar
kebair’den sakınanlardır. Günâhların büyüklerinden kenar olanlar, kenara çekilenler,
onlara yakın durmayanlardır. İçtinap kelimesinde böyle bir anlam vardır. İşte
mü’minlerin, cennetliklerin özelliklerden birisi de büyük günâhlardan sakınmaktır.
Büyük günâhlar, işleyenlere kitap ve sünnette tehditler söz konusu olan
günâhlar veya şer’i cezalar gerektiren veya Allah ve Resûlü tarafından açıkça
günâh olarak beyan edilip, yasaklanan günâhlardır.
Rabbimiz bu
âyet-i kerîmesinde büyük günâhlardan sakınanların cennete gideceklerini
müjdelemektedir. Yine Nesâi’de İbni Hib-ban’dan Rasulullah Efendimizin şöyle
buyurduğu rivâyet edilmektedir:
“Bir
kul beş vakit namazını kılar, Ramazan orucunu tutar, malının zekatını verir ve yedi büyük haramdan da sakınırsa,
ona cennetin bütün kapıları açılır ve o kul dilediği kapıdan girer.”
Bu yedi büyük günâhla alâkalı
olarak da şunlar sayılır: Zina, içki, sihir, iffetli bir mü’mine zina iftirası,
haksız yere bir Müslümanı öldürmek, fâiz yemek, savaşta düşman karşısından
kaçmak. Tabi büyük günâhlar bunlarla sınırlı değildir, başka hadislerde
başkalarının da sayıldığını biliyoruz. Kimileri buna karşı gelmekte ve itiraz
etmektedir. “Efendim, Allah’a karşı işlenen günâhın büyüğü küçüğü olmaz, günâhın
kime karşı işlendiği önemlidir,” filan demeye çalışıyorlarsa da, hadislerde
geçtiği için böyle diyoruz.
Bakın Nisâ
sûresinde de Rabbimiz büyük günâhları gündeme getirerek şöyle buyurur:
“Eğer sizler size yasak
edilen (kebâir’den) büyük günâhlardan kaçınırsanız, seyyiâtınızı (kusurlarınızı)
örter ve sizi şerefli bir yere yerleştiririz.”
(Nisâ 31)
Günâhların
en büyüğü küfür ve şirktir. Kişinin kendisini
yaratan Rabbine karşı kulluk makamından çıkarıp gerek kendisine, gerek
şeytanlara ve tâğutlara kulluk makamına indirgemesi günâhların en büyüğüdür.
Allah’ın emir ve yasaklarına karşı kafa tutarcasına, Allah’a isyan bayrağı çekercesine
hukukunu çiğneyen, Allah’la ilişkilerini kesen kişi büyük günâh işliyor
demektir. Cennete gidenlerden olmak istiyorsak günâhlardan kaçacağız.
“Bir
de onlar fahşadan, fuhuştan sakınanlardır,” diyor Rabbi-miz. Fahşa; fuhuş,
aşırılık, haddi aşmak demektir. Hangi konuda? Maddî, manevî her konuda. Meselâ
eşya, mal, rızık talebinde aşırılık, bilgi toplama, mesken konusunda aşırılık,
sevgi saygı konusunda insanları putlaştıracak biçimde aşırılık, on kişiyle
devlet kurma hayallerine kapılarak hedefte aşırılık. Babaya, anaya karşı ya
onların meşru isteklerini dinlememe hususunda aşırılıklar, ya da onların
Allah’la çatışan her arzularını yerine getirerek onların putlaşmalarına imkân
hazırlamak türünde çizgiyi aşma aşırılıkları.
Veya rızık konusunda
Allah’a güvenmeyerek çocukları öldürme aşırılıkları ya da kadın-erkek
ilişkilerinde zina dediğimiz aşırılıklar. Rabbimiz, “bu aşırılıkların tümünden
sakınanlar cennetliktirler,” diyor. Bilhassa kadın-erkek ilişkileri konusunda
çok yanlışlarımız var. Meselâ bizim toplumda şu anda bu aşırılıkları kadınlar
yaptığı zaman, onlara “fahişe” denirken, aynı şeyleri erkekler yaptıkları zaman
onlara bir şey denmiyor. Halbuki bunları yapan kadına da erkeğe de fuhuş sahibi,
yâni “fahişe” denir. Bugüne kadar sadece fahşa fuhuş denildiği zaman sadece
kadın-erkek ilişkilerinde aşırılık, haddi aşma anlaşılmaktadır. Halbuki sadece
bu konuda değil, her konuda aşırılıktan men ediyor Rabbimiz.
Gazaplandıkları
zaman gazaplarını yenenler, öfkelendikleri za-man bağışlayanlardır onlar. Kin
peşine düşmezler, Allah kullarının kusurlarına, noksanlıklarına karşı
gazaplanmazlar, gazaplandıkları zaman da öfkelerini yenmesini bilirler.
Gazap;
insanın öfke ile insanlıktan çıkığı andır. İnsanlık önündeki iki hadiseden
birini seçme özelliğidir. Halbuki gazaplanınca seçme özelliği gider insandan.
Dolayısıyla bu durumda insan insanlıktan çıkmıştır. Bundan sonra pek çok
muharremat birbirini takip eder. Harpler, kavgalar, katl olayları, zulümler,
düşmanlıklar, kazf, yalan isnadı, iftira, talak ve tüm fuhşiyyatlar
gazaplanmanın sonunda meydana gelir. İşte böyle gazaplandığı, gazap makamında bulunduğu
bir anda gazabına, kendisine sahip çıkarak gazabının gereğini yapmayan,
Allah’ın kendisinden istediklerinin dışına çıkmayan kimseyi de Allah
cehenneminden ve şeytandan emin kılacaktır.
Taberânî’nin
Hz. Enes’ten rivâyet ettiği bir hadiste Allah Resûlü’nün şöyle buyurduğunu
biliyoruz:
“Şu
üç şey iman ahlâkındandır:
1. Öfkelendiği zaman öfkesine
bâtıl sokmamak,
2. Hoşlandığı zaman sevgisinden
hakkı çıkarmamak,
3. Kendisine ait olan şeyi almaya
gücü yettiği halde almayıp vazgeçmek.”
Muteber
kaynaklarda Hz. Îsâ’nın (a.s) Yahya’ya (a.s) bir tavsiyesinden söz edilir: “Ey
Yahya, ben sana bir şey öğreteyim. Sakın gazaplanma!” Yahya (a.s) da:
“Peki nasıl gazaplan-mayayım?” diye sorunca, Îsâ (a.s) şöyle buyurmuştu:
“Sana sende olan bir hata
söylenince, bu bana hatırlatılan bir eksikliktir deyip Allah’tan bağışlanmanı
dile. Sana sende olmayan bir şey söylenince de, Rabbine ham-det. Zira O, sende
seni ayıpladıkları şeyi yaratmamıştır.”
Yine Buhârî
ve Müslim’de Ebu Hureyre hadisinde Rasulullah bir m
“Gerçek pehlivan, hasmının
sırtını yere vuran değil, gücü yettiği halde gazabına sahip olandır.”
Başka
hadislerinde de Allah’ın Resûlü şöyle buyurur:
“Gücü
yettiği hale öfkesine sahip çıkan kişiye, kıya-met günü cennette Allah’ın onu
mahlukât huzurunda çağıracağı ve istediği hûrinin kendisine verileceği, başka
bir hadiste de gönlünün imanla doldurulacağı haberi verilir.”
(Ebu Dâvût, K. Edep 2/248)
Âl-i İmrân
sûresinde bu hususu anlatırken bakın Rabbimiz şöyle buyurur:
“Onlar, bollukta ve yoklukta sarf
ederler, öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını affederler. Allah iyilik
yapanları sever.
(Âl-i İmrân 134)
Yine Şûrâ
sûresinde de Allah katındaki hayırlı ve bâkî olan cennet nimetlerinin
sahiplerinin sıfatları sayılırken şöyle buyurulur:
Bunlar
günâhlardan, hayasızlıklardan sakınan ve gazaplandık-larında da bağışlayanlardır.
Kindar olmayan, kin ve intikam peşine düşmeyen, Allah kullarının hatalarının,
noksanlıklarının ardına düşmeyen kimselerdir. Öfkelendikleri zaman öfkelerini
yenmesini bilen insanlardır. Suçları örten, hataları bağışlayan kimselerdir.
Bu, hiç
öfkelenmeyeceğiz demek değildir. Öfkelenilmesi gereken yerlerde de mutlaka
öfkelenmek zorundayız. Allah’ın âyetleri çiğnendiği, Allah’ın diniyle, Allah’ın
yasalarıyla, Allah’ın elçisiyle alay söz konusu olduğu, Allah’a düşmanlık söz
konusu olduğu zaman bir Müs-lümanın öfkelenmesi vaciptir.
İşte Rabbimizin
insan fıtratına koyduğu gazap yasası burada geçerlidir. Böyle yerlerde Müslüman
gazaplanmalıdır. Diniyle alay edildiğini, Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın
şeriatıyla alay edildiğini gördüğü yerde bir Müslümanın yerinde duramaz hale
gelip alaycıların beyinlerinde patlayacak bir bomba gibi gazaplanması gerekmektedir.
Allah düşmanlarının suratlarında patlayacak bir şamar gibi gazaplanması
gerekmektedir. Zaten böyle durumlarda gazaplanmayan bir kimsenin
Müslümanlığından da şüphe edilir. Gözlerinin önünde Allah’ın emirlerinin
çiğnenmesi karşısında gazaplanmamak zilletin ta kendisidir.
Hattâ İmam
Şâfiî efendimiz, kızılması gereken bir durum görüp de kızmayan kimsenin eşek
olduğunu söyler.
Allah’ın
gazabının olduğu yerde Müslüman da gazaplanmak zorundadır. Mü’minler, Rabblerinin
gazabıyla gazaplanan, rızası sebebiylede razı olan insanlardır. Bakın A’râf
sûresinin 154. âyetinde, Allah’ın gazabını celbedecek bir konumda toplumunun
kendisinin yokluğunda Allah’ı unutup onun yerine buzağıya tapındıklarını ve
şirke düştüklerini görünce, Hz. Mûsâ’nın
(a.s) son derece gazaplandığı, hattâ Tevrat levhâlârını elinden attığı ve
gazabı dinince onları yeniden eline aldığı anlatılır. Elbette çevresindekilerin
Allah’a kulluğu bırakıp da tâğutların peşine takıldıklarını, Allah yasalarını
terk edip insan yasalarına kul, köle olduklarını, cennet yolunu terk edip
süratlice cehenneme doğru gittiklerini gören bir Müslümanın bu duruma gazaplan-maması
mümkün değildir. Bir Müslümanın böyle bir durumda rahat bir hayat yaşaması
mümkün değildir. Bu durumu değiştirmek ve Allah’ın gazabından korunmak için elinden
ne geliyorsa yapması gerekmektedir.
38.
“Rabblerinin çağrısına cevap verenler ve namaz kılanlar için daha iyi ve daha
süreklidir. Onların işleri aralarında danışma iledir. Kendilerine verdiğimiz
rızıktan da sarf ederler.”
Rabblerine icabet ederler, Rabblerinin
çağrısına koşarlar. Sadece Rabblerinin dâvetine icabet eder, sadece Rabblerini
dinlemeye, sadece Rablerinin çektiği yere gitmeye, sadece O’nun arzularını gerçekleştirmeye,
sadece O’nun yasalarını uygulamaya koşarlar. Rablerinin kendilerini çağırdığı
imana, teslimiyete, kulluğa, Kur’an’a, sünnete icabet ederler.
İşte bu
icabetlerinin gereği olarak da namazı ikâme eder, namazı ayağa kaldırırlar.
Namazın önündeki tüm engelleri kaldırır, çevrelerine namaz eğitimi verir, namaz
konusunda emr-i bi’l ma’ruf yaparlar. Öyleyse bizler de Namazı ikâme edeceğiz.
Namazın ikâmesini şöyle anlıyoruz: Namazı ikâme etmek, namazı ayağa kaldırmak,
namaz ortamı hazırlamak demektir. Namazın önündeki engelleri kaldırmak için
mücâdele vermek, namaz için emr-i bi’l ma’ruf yapmak, insanlara namaz eğitimi
vermek ve namazı hayat programının odak noktası haline getirmek demektir. Hayat
programının içine sıkıştırılmış bir namaz ya da namaza yer bırakmayacak bir
hayat programı değil, namaza göre ayarlanmış bir hayat programını gerçekleştirmenin
uğraşı içine girmek demektir.
Öyleyse
ikâme edeceğimiz bir namazla dinimizin direğini dikmemiz emrediliyor âyet-i
kerîmede. Yâni öyle bir namaz kılacağız ki, kıldığımız bu namaz hayatımıza
hakim bir namaz, tüm hayatımızı düzenleyen bir namaz olacaktır. Değilse başka
hadislerden ve âyetlerden öğreniyoruz ki, hayata etkili olmayan, hayatı
düzenleme konusunda varlığından söz edilemeyen bir namaz, Allah’ın istediği bir
namaz değildir.
Yine Rabblerinin
emirlerine teslim ve icabetleri gereği:
Onların
işleri kendi aralarında şûrâ, danışma iledir. O mü’min-ler kendi işlerini kendi
aralarında hallederler. Problemlerini kendi kendilerine çözerler. İşlerini
başkalarına havale etmezler. Kendileri gibi inanmayanları, kendileri gibi Rabblerine
teslim olmayanları, Rableri-nin dâvetine icabet etmeyenleri asla kendileri
adına karar alacak velâyet makamına getirmezler. Çünkü onlar, kâfir ve
müşriklerin esareti altında bir hayata asla razı olmaz, onların yasalarını
uygulamaya koy-mazlar. Ama gerek şahıslarını, gerekse toplumu ilgilendiren
konularda da bağımsız davranarak kendi başlarına karar vermezler. Çünkü onlar
dağınık ve parça parça değildirler.
Bu
âyette şûrânın mü’minlerin özelliği olduğu vurgulanırken, Âl-i İmrân sûresinde
de emir sığası ile kullanıldığını görüyoruz. Bakın Rabbimiz orada da şöyle
buyurur:
“Allah'ın
rahmetinden dolayı, ey Muhammed, sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba
ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet,
onlara mağfiret dile, iş hakkında onlara danış, fakat karar verdin mi Allah’a
güven. Doğrusu Allah güvenenleri sever.”
(Âl-i İmrân 159)
Âyetin
bu ifadesinden de anlaşılıyor ki şûrâ, istişâre, İslâm toplumunun vazgeçilmez
bir özelliğidir. İslâm toplumunda şûrâsız, istişâresiz iş yapmak, Rabbimizin
emrini çiğnemek anlamına gelmektedir. Allah’ın Resûlü, Rabbimizin bizzat
şahsına hitap eden bu âyet gereği sürekli ashabıyla istişâre ederdi. Çünkü bir
mesele İslâm toplumunu ilgilendiriyorsa, o konuda bir kişinin tek başına karar
vermesi, ümmetin diğer üyelerine karşı işlenmiş bir haksızlıktır. O konuda en
âdil, en doğru karara varabilmenin yolu, o konuda bilgi sahibi kimselerle istişâre
etmektir.
İstişâre
eden kişi en az hata eder. Yaptığı işlerin hiçbirisinde yalnız ve yardımcısız
kalmaz. Ama istişâre etmeyen kişi, hem çok hata eder, hem de yapacağı işlerde
hep yalnız kalır. Çünkü Müslümanların desteğini almadan, onayını almadan bir
işe başlayan kişinin, başladığı işin sorumluluğunu hiç kimse üzerine almayacaktır.
Neden? Çünkü o işe birlikte karar vermemişlerdir. “Bize mi danıştı, yapmasaydı”
diyerek insanlar onu yalnız bırakacaklardır. Öyleyse hiçbir konuda kendimizi
putlaştırmayalım, kendi görüşümüzü, kendi anlayışımızı temel kabul etmeyelim,
bildiğimiz konu bile olsa, çevremizdeki Müslüman kardeşlerimizle istişâre
edelim ki o konuda Müslümanların desteğini hep yanımızda bulalım inşallah.
“Mü’minlerin
işleri kendi aralarında şûra iledir.” İdareleri şûraya dayanır. Ashab-ı kiram Rasûlullah’a,
Rasûlullah’ın uygulamasını bilenlere soruyor, işlerini, problemlerini, kitap ve
sünnete havale ediyorlardı. Kitap ve sünnete bağlı bir hayat yaşıyorlardı.
Öyleyse bizler de problemlerimizi kitaba ve sünnete soracağız, kitap ve sünnete
müracaat edeceğiz, kitap ve sünneti bilenlere danışarak bir hayat yaşayacağız
inşallah. İşte bu, mü’minlerin vazgeçilmez özelliklerindendir.
Mü’minlerin bir başka özelliklerini de,
bakın Rabbimiz bundan sonraki âyetinde şöyle gündeme getiriyor:
39.
“Bir haksızlığa uğradıklarında, üstün gelmek için aralarında yardımlaşırlar.”
O mü’minlerin gerek kendilerine,
gerek mallarına, gerek dinlerine, çoluk-çocuklarına, namuslarına, iffetlerine,
akıllarına, nesillerine yönelik bir haksızlık, zulüm, saldırı söz konusu olduğu
zaman da hemen birleşerek, birbirlerine yardım ederek o tehlikeyi
savuştururlar. Bir zulüm, bir haksızlık karşısında ellerini, dillerini,
kalplerini, kalemlerini, güçlerini, adımlarını, yumruklarını, tükürüklerini
birleştirerek onu defetmeye çalışırlar. Çünkü onlardan birine yapılmış bir
zulüm, birine yapılmış bir haksızlık, hepsine birden yapılmış demektir. Onlar
bir binanın tuğlaları gibi birbirlerine kenetlenmişlerdir. Onlar kâfirler için
kolay yutulacak lokma değillerdir.
Evet, onlar aftan
ve müsamahadan yanadırlar, karıncayı bile haksız yere incitmekten çekinirler
ama dinlerine, inançlarına yapılacak bir saldırı karşısında her biri bir aslan
kesilir ve küfrün beyninde patlayıverirler.
Mü’minler,
zalime de mazluma da yardıma koşan insanlardır. Mazlumların haklarını
alıvermek, zalimlerin de ellerini tutup zulümlerine engel olmak üzere mü’minler
birbirlerine yardıma koşarlar.
40.
“Bir kötülüğün karşılığı, aynı şekilde bir kötülüktür. Ama kim affeder ve
barışırsa, onun ecri Allah’a aittir. Doğrusu O, zulmedenleri sevmez.”
Kötülüğün karşılığı, cezası,
aynen onun mislinden bir kötülüktür. Bir kötülüğe, bir zarara maruz kalan kişinin,
aynen gördüğü zarar nisbetinde karşısındakine zarar verme ve karşılık verme
hakkı vardır. Bu konuda haddi aşarak ileri gitmesi caiz değildir. Bir tokat
atana kar-şılık iki tokat gibi haddi aşması caiz değildir.
Kendilerine
kötülük yapanlara yaptıklarının aynısıyla mukabele izni veriyor Rabb’ımız. Ama
günâh işleyene verilen bir zarar karşısında yine bir günâh işlenerek karşılık
vermek caiz değildir. Yâni oğlunuzu öldüren birisinin bizzat kendisini ya da
onun oğlunu öldürerek veya kızına kötülük yapanın, kızına, yahut yakınlarından
birisine aynen yapılanı yaparak karşılık vermek caiz değildir.
Ama
böyle meşrû bir hakka sahip olduğu halde kendisine kötülük yapanı affeder,
bağışlar ve onu ıslah etmeye yönelirse, artık onun ecri de Allah’a aittir. Yâni
Allah bu tavrının karşılığını ecir olarak ona mutlaka ödeyecektir. Bu
ifadesiyle Rabbimiz bizleri affa ve ıslaha çağırmaktadır. Mü’minler affederler,
bağışlarlar. Günâhkârların kusurlarını affederler, bağışlarlar ve onları ıslah
adına hareket ederler. Günâhkârların günâhlarını bertaraf etmeye, zalimlerin zulümlerine
engel olmaya çalışırlar. Eğer onların bozulmalarına sebep, uygulanan eğitim
sistemiyse, onu mutlaka düzeltmeye çalışırlar. Eğer hukuksa, sosyal yasaların
dengesizliğiyse, onları düzeltme ve değiştirme adına çabalarlar.
Herhangi
bir kimse bizim şahsımıza yönelik bir haksızlıkta, bir kötülükte bulunduğu, bir
hakkımızı gasbettiği zaman, onu affederek ondan tüm haklarımızı alma adına
zaman kaybedeceğimize, onun düzelmesini, onun ıslahını tüm haklarımıza tercih
ederek onu affetmemiz güzeldir. Onu affedebiliriz, ama eğer Allah hakkı çiğnenmişse,
Allah hukuku tecavüz edilmiş yâni Allah’a karşı bir suç işlenmişse, bu-nu
affetme hakkımız ve selahiyetimiz yoktur. Meselâ birisi tüm şartları
gerçekleşecek biçimde bir hırsızlık eylemi gerçekleştirerek Allah yasalarını
çiğnemiş veya tüm şartları bulunan bir zina eylemi gerçekleştirmişse, bizim
bunu affetmemiz ve Hudûdullah’ı uygulamaktan vazgeçmemiz mümkün değildir.
Meselâ Allah’ın
yasasını çiğneyerek hırsızlık yapanın eli kesil-meli, zina eden de recm
edilmelidir. Ama bu hırsızlık eylemini icra eden kişi, eğer tüm şartlarını
gerçekleştirmemişse, o zaman da yine Allah yasaları gereği affedilmelidir.
Rasûlullah Efendimizin:
“Şüphelerle haddi
kaldırın, uygulamayın.”
hadisi bunu
anlatmaktadır. Nitekim Hz. Ömer Efendimiz kıtlık yıllarında gerçekleştirilen
hırsızlık eylemlerine haddi uygulamamıştır. Meselâ İslâm, maktulün ailesine katili
ondan diyet alarak affetmesi konusunda izin vermişse, onların onu affetmeleri
güzel bir şeydir. Ama affederken de onu ıslah düşüncesi olmalıdır. Yâni, “ben
seni senden korktuğum için değil, Allah için affediyorum, gel sen de durumunu
düzeltip Allah’ın istediği bir kul olma yoluna gir,” diyerek onun düzelmesini
istemeliyiz.
41.
“Zulüm gördükten sonra hakkını alan kimselere, işte onların aleyhine bir yol
yoktur.”
Önceki âyette zulme, haksızlığa
maruz kalan kişi ya Allah’tan ya da Müslümanlardan yardım görerek hakkını
çiğneyen zalimden hakkını almışsa, artık hakkını aldığı zalimin üzerine yüklenmesinin
anlamı yoktur. Ya da daha önce kendisine zulmeden kişi hidâyete er-miş, ıslah
olup düzelmişse, artık onun üzerine yüklenerek, geçmişte yaptıklarını gündeme
getirerek, “sen bana şöyle şöyle yapmıştın dün senin durumun şöyle şöyle
şöyleydi, dün sen şöyle bir hayatın adamıydın,” diye önceki hayatını başına
kakmanın anlamı yoktur diyor Rabbimiz. Bu konuda Müslümanlara bir yol yoktur,
diyor.
42.
“İnsanlara zulmedenlere, yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere karşı
durulmalıdır. İşte can yakıcı azap bunlaradır.”
Böyle bir yol ancak zulmedenler
için geçerlidir. Yâni ya doğrudan doğruya Allah kullarına zulmeden veya demin
ifade edildiği gibi haksızlığa, onun misliyle karşılık vermesi gerekirken,
haddi aşarak karşısındakine karşılık verme konusunda ileri giden, haddi aşan kimseler
için böyle bir yol vardır. Yeryüzünde haksızlıkla yürüyüp azgınlık ederek
hırslarını tatmin etmeye çalışanlar hakkında bu yol vardır, di-yor Rabbimiz.
Yeryüzünde
insanlara zulmeden, hak-hukuk, din-diyanet tanımayarak, Allah yasalarını, kitap-sünnet
yasalarını çiğneyerek kendi arzularını, kendi hırslarını tatmin için çırpınan
insanlara karşı mü’min-lere yol vardır, diyor Rabbimiz. Onları durdurmak,
onların zulümlerine engel olmak, onların ellerini kırmak bir izin değil,
emirdir. Zalimlerin zulümlerine engel olmak, mü’minlerin tümüne bir emirdir.
Nerede bir zulüm varsa, yeryüzünün neresinde Allah kullarına yönelik bir hak-sızlık
söz konusuysa, onu defetmek için mü’minler sürekli hareket halinde olmalıdırlar.
Değilse Allah
korusun, mü’minler sadece kendi ülkelerini, sadece kendi durumlarını görüp ben
iyiyim, ben zulme maruz değilim, bizim durumumuz iyidir diyerek yan gelip rahat
yataklarında yatamazlar. Geçtiğimiz dönemlerde ecdadımız, yeryüzünün neresinde
bir zulüm, bir haksızlık söz konusu olmuşsa, ülkelerinin zalimlerinden
şikâyette bulunan insanların feryatlarını duyduklarında hemen onlara yardıma
koşmuş ve onları zalimlerin zulümlerinden kurtarmışlardır. Ecdadımız, hem kendi
toplumlarını ıslah etmiş, hem de çevrelerindeki zalimlerin burunlarını
kırmışlardır. Rabbimiz, Müslümanlara bu görevi yüklemiştir. Hem kendi
toplumlarında Allah kullarına zulmeden, Allah kullarının kulluğuna engel olmaya
çalışan zalimlere, karşı hem de tüm yeryüzünde zulmeden insanlara karşı
savaşmayı, onları düzeltmeyi Müslümanlara bir hak ve görev olarak vermiştir Rabbimiz.
Çünkü Rabbimiz
zulmü kendisine haram kıldığı gibi, kullarına da haram kılmıştır. Zulüm,
Allah’ın gönderdiği dinin zıddıdır. Allah dininin aslı tevhiddir. Allah’ın
dininin temel esası, temel prensibi tevhid-dir. Onun zıddı ise zulümdür. Zulmün
en şiddetlisi de şirktir. Öyleyse zulüm, tevhid inancına dayanan Allah’a
kulluğun zıddıdır, aksidir. Yeryüzünde en büyük zulüm, kişinin kendisini var
eden Rabbine kulluk ortamından çıkarıp başkalarının kulluğu ortamında
bulundurmasıdır.
Yeryüzünde en büyük zulüm,
Kur’an’ın da ifadesiyle şirktir. Allah’a kulluk ortamından çıkmak, Allah’tan başkalarına
kulluk yapmak, Allah’tan başkalarının hayat programlarını uygulamak, Allah’tan
başkalarına yeryüzünde hâkimiyet yetkisi vermek, insanların din özgürlüklerini
yasaklamak, din eğitimine yasaklar koymak, insanların mallarını, kanlarını
sömürmek, insanları Allah’a kulluktan koparıp kendi yasalarına kulluğa zorlamak
zulümdür ve bu tür zalimlerle savaşmak, onların boyunlarını kırmak, egemenliklerine
son vermek, yeryüzünde Allah hâkimiyetini gerçekleştirmek üzere Müslümanların
hareket halinde olmalarını istemektedir Rabbimiz. Zira Müslümanlar asla zulme
boyun bükmezler. Yeryüzünde Allah’a kulluğu engelleyenlerle savaş-maktan asla
vazgeçmez Müslümanlar.
Yeryüzünün
neresinde olursa olsun zulüm varsa, Müslüman hiçbir şey yokmuş gibi yatağında
rahat uyuyamaz. İşte bu âyet-i kerîmeden anlıyoruz ki, Rabbimiz Müslümanları bu
zalimlerin üzerlerine gönderiyor, onlara yol gösteriyor. Dünyada bunların
cezalarının verilmesini, boyunlarının kırılmasını istiyor. Ama bu zalimlerin
cezası sadece bununla da kalmıyor:
Ayrıca onlar için kendisi de
âhirette elem verici dayanılmaz bir azap hazırladığını haber veriyor.
43.
“Ama sabredip bağışlayanın işi, işte bu, azmedilmeye değer işlerdendir.”
Yâni Allah, kendisine kötülük
yapan kimseleri, onları İslâm ahlâkıyla etkileyerek ıslah etmek,
Müslümanlaştırmak maksadıyla büyüklük göstererek affetmek, gerçekten çok büyük,
karar ve müsamaha sahibi kimselerin yapabileceği bir şeydir, diyor. Ecdadımızın
tarihi bununla doludur. Müslümanların sabırlarını, müsamahâlârını gören nice inatçı
kâfirler, İslâm’la şereflenme imkânı bulmuşlardır.
Kötülük
yapanlara karşı iyilik yapmak, İslâm’a kazanma adına onları affetmek gerçekten
zordur. Kötülüğe karşı iyilik yapmak her kişinin kârı değildir. Bu, ancak sabreden
erlerin kârıdır. Ancak sabır erlerine bir vergidir. Yâni kendi nefsinden çok
dâvâsını düşünen, insanların Allah dâvâsına gönül vermelerini şahsından ön
planda tutan, dâvâsının gönüllerde ma’kes bulması ve muzaffer olması uğruna her
şeyini fedâ edecek kadar sabreden kişiler ancak bu duruma ulaşabilir.
Kötülük
yapana kötülükle mukabelede bulunmamak ihsandır. Hattâ kötülük yapanlara karşı
kötülükle mukabelede bulunmadığınız gibi, üstelik onlara iyilikte bulunmanız,
mesajınızın gönüllere nüfuzunu sağlayacaktır. Sizin bu ihsanınız karşısında en
zalim insanlar, en katı kalpliler bile eriyecek ve sonunda size düşmanlık
besleyen insanların size sıcak bir dost olduğunu göreceksiniz. Dün sizi yok
etmek isteyen zalimlerin, yarın sizin dâvânıza gönül verdiğini göreceksiniz.
Meselâ böyle gözü dönmüş, gemi azıya almış, size kötülük yapmak isteyen birine
karşı o anda söylenecek güzel bir söz, tatlı bir tebessüm, sakin bir konuşmanın,
o anda birden bire ortamı değiştiriverdiği, kötülük yapmak isteyenin bile
utanarak bu kötülükten vazgeçtiği çok görülmüştür. Öyleyse daha büyük
kötülüklere fırsat vermemek, daha büyük felâketleri tevlit etmemek ve insanlara
İslâm ahlâkını gösterip onların da Müslümanlaşmalarını sağlamak için kötülük
karşısında kötülüğü değil, kötülük karşısında iyiliği tercih etmeliyiz. Zor da
olsa buna kendimizi alıştırmalıyız, Allah yardımcımız olsun.
44.
“Allah kimi saptırırsa, artık onun bundan sonra bir dostu olmaz. Azabı
gördüklerinde, zalimlerin, “Dönecek bir yol yok mudur?” dediklerini görürsün.”
Kim hür iradesiyle sapıklığı, dalâleti
tercih eder de bu tercihine uygun olarak Allah da onu saptırmışsa, artık onu
hidâyete ulaştıracak ne bir velîsi, ne bir dostu olamaz. Allah’ın saptırdığını
kimse hidâyete ulaştıramaz. Onlar azabın içine girdiklerinde, azabı
tattıklarında değil, daha azabı gördüklerinde korkularından diyecekler ki, “acaba
bizim için bir dönüş var mıdır? Acaba şu azaptan geri dönüş imkânı var mıdır?
Ya da acaba bizim için Rabbimizi razı etmek üzere dünyaya tekrar bir daha dönüş
imkânı var mıdır?” Halbuki dönüş buradaydı. Allah buradaki dönüşleri kabul
ediyordu. Kim olursa olsun, ne olursa olsun, ne kadar da günâh işlemiş olursa
olsun dünyadaki dönüşleri kabul ediyordu Allah. Dünyada akıllarını başlarına
alarak yaptıklarından tev-be ederek Rabblerine dönmeyen insanların, orada dönüş
imkânları kalmamıştır. Şu anda açık olan bu tevbe ve dönüş kapısı, yarın ka-panmış
olacaktır.
45.
“Aşağılıktan başları öne eğilmiş, göz ucuyla gizli gizli etrafa bakarken, ateşe
sunulduklarını görürsün. İnananlar, “Hüsranda olanlar, kıyamet günü kendilerini
de hüsranda bırakanlardır,” derler. İyi bilin ki, zalimler sürekli bir azab
içindedirler.”
Onların
ateşe sürüldüğünü görürsün. Cehenneme sunulmakta, ateşe arz edilmektedirler.
Yaşadıkları dünya hayatında Allah’a kulluğu reddedip, zulmü, dalâleti sapıklığı
tercih etmiş bu insanları cehenneme yuvarlanırlarken görürsün. Aşağılıktan,
zilletten, horluk ve hakirlikten ötürü boyun bükmüşler, suspus olmuşlar,
başları önlerine düşmüş, korkudan göz ucuyla gizli gizli etraflarına bakarlar.
Alçakların
tüm müstekbirlikleri bitmiş, tüm tâğutlukları son bul-muş, tüm zulümleri,
şirretlikleri, azgınlıkları kalmamıştır. Ne Rabblık-ları ne İlâhlıkları, ne krallıkları,
ne egemenlikleri kalmış, ne biz biliriz-leri, ne biz yaparızları kalmıştır. Her
şeyleri bitmiş, suspus olmuşlar ve korku içinde gizli gizli göz ucundan etraflarına
bakmakta ve kendilerine bir yardımcı aramaktadırlar. Görmek istemedikleri bir
âkıbeti, ateşi görmemek için gözlerini kapatmaya çalışıyorlar ama bunun bir
gerçek olduğunu ve asla bundan kurtulamayacaklarını kesinlikle bildikleri için
de bakmazlık da edemiyorlar, göz ucuyla ateşe bakıyorlar. Onları bu vaziyette
perişanlık içinde gören Müslümanlar da şöyle diyecekler:
Hüsranda
olanlar, dünyada da, ukbada da kaybedenler, kendilerini kötüye harcayıp kendi
kendilerini kaybedenler, hem kendilerini, hem de ailelerini, ehillerini
kaybetmiş, hem kendilerine, hem de ellerinin altında olanlara yazık edenlerdir.
Bunlar, yaşadıkları dünya hayatında kendi kendilerine yazık eden insanlardır.
Kendilerini yaratana kulluk makamından indirgeyip boşa götüren insanlardır.
Öyleyse
hem kendimize hem de ehlimize acımak zorundayız. Hem kendimizi, hem de sorumluluğumuz
altında olanları ateşten kurtarmak zorundayız. Kendimize ve ehlimize,
hanımlarımıza, çocuklarımıza zaman ayırmak zorundayız. Böylece hem onları, hem
de kendimizi kaybetmemeliyiz. Ateşe düşürmemeli, ziyan etmemeliyiz. Bunun için
çabalamalı, kendi kendimizi ateşe sunmamalıyız. Aksi takdirde, Allah korusun
bugün kendisini korumasını bilemeyen, kendisini kötüye harcayan kimseleri yarın
hiç kimse koruyamayacak, hiç kimse yardım edemeyecektir. Bakın Allah buyurur
ki:
46.
“Onların, Allah'tan başka kendilerine yardım edecek dostları da yoktur.
Allah'ın saptırdığı kimsenin çıkar yolu olmaz.”
Artık
onları Allah’tan, ya da Allah’a karşı koruyacak, yardım edecek ne bir dostları,
ne de bir velîleri, işbirlikçileri yoktur. Artık o gün Allah berisinde tüm
dostluklar, tüm ilişkiler bitmiştir. Allah kimi saptırmışsa onun için hiçbir
yol yoktur artık. İnsan kendisini bu noktaya getirmemelidir. İnsan kendisini
kendi hür iradesiyle Allah’ın saptıracağı bir noktaya getrdi mi ve Allah da
onun için dalâleti yazdı mı artık onun çaresi yoktur. Bu noktaya gelmeden önce,
kişi tüm imkânları, tüm fırsatları değerlendirecektir. Böyle değil de Allah’ın
kendisini saptıracağı bir noktaya geldi mi, yâni Allah artık bunun adam olması
geçti buyurdu mu, Ebu Leheb gibi artık onun kalbini mühürleyecek ve cehennemi
ona yazıverecektir. Öyleyse ey Müslümanlar:
47. “Allah katından geri çevrilemeyecek günün
gel-mesinden önce Rabbimizin çağrısına cevap verin. O gün hiçbirinize sığınacak
yer bulunmaz, inkâr da edemezsiniz.”
Sizler bu noktaya gelmeden, Allah
katında geri çevrilmeyecek bir gün gelmeden önce Rabbinizin dâvetine icabet edin.
Dönüşü mümkün olmayacak bir gün gelmeden önce Rabbimizin çağrısına kulak verin
de kulluğa yönelin. Rabbinizin kitabına, hayat programına yönelin. Size hayat
verecek Rabbinizin kitabına ve onun elçisinin örnek hayatına yönelin. O gün
geldi mi, artık hiçbir sığınacak yer bulamayacaksınız. Yeryüzünde Rabbine
sığınmayan kişi için o gün bir sığınak yoktur. Rabbine yönelmeyenlerin yönelecekleri
bir melceleri olmayacaktır. O gün inkâr etmek de, reddetmek de asla mümkün olmayacaktır.
Dönüş buradadır.
Buradaki dönüşler kabul edilmektedir. Burada Allah’a dönmeyenler, dönüş
haklarını kaybetmişlerdir. Allah’tan, kitabından, örnek kulları elçilerinin
hayatlarından habersizce bir hayat yaşayarak, hem kendi kendilerine
zulmetmişler, hem kendi kendilerini saptırmışlar, hem de çevrelerine zulmedip
onları da saptırmışlardır. Hem kendilerini, hem de çevrelerini ebediyen bitirmişlerdir.
48.
“Ey Muhammed! Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, Biz seni onlara bekçi
göndermedik; sana düşen sadece tebliğdir. Doğrusu Biz insana katımızdan bir
rahmet tattırırsak ona sevinir; ama elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir
kötülük gelirse işte o zaman görürsün ki, insan gerçekten pek nankördür.”
“Ey peygamberim, eğer onlar yüz
çevirir, senin getirdiğin mesajla, senin getirdiğin hayat programıyla
ilgilenmez ve adam olmaya yanaşmazlarsa, sen onları kendine dert edinme. Onlar
kendi kendilerini dert edinmediklerine göre, sen de kafana takma onları. Biz
seni onlara bekçi kılmadık, muhafız kılmadık. Kendi kendisini korumayanı sen mi
koruyacaksın? Kendi kendine acımayana sen mi acıyacaksın? Hayır hayır, bunlar
adam olmuyorlar, bunlar istenilene gelmiyorlar, bunlar cehenneme doğru
gidiyorlar, kendi kendilerine yazık ediyorlar diye kendi kendini harap etme.
Sen zorla onları inandırmakla mükellef değilsin. Onların kâfirlikleri senden
sorulmayacaktır, senin böyle bir sorumluluğun yoktur. Sana sadece düşen sadece
tebliğdir. Senden istediğimiz biçimde onlara duyur o kadar.
İşte
peygamberin konumu ve vazifesi budur. Tabii inanmayanlar karşısında peygamber
yolunun yolcularının görevi de, bizim görevimiz de budur. Ancak tebliğ sadece
teypçilik yapmak, sadece dille söylemek değildir. Hayatımızla, tavrımızla,
ilgimizle, hediyelerimizle, yardımlarımızla, ziyaretlerimizle,
fedâkârlıklarımızla, her şeyimizle onlara hakkı anlatmak, göstermek, sevdirmek,
teşvik etmek, yönlendirmek zorunda olduğumuzu unutmayacağız.
Onların ıslah olmaları,
üzerlerinde egemen olan Allah’ı anlayıp ona kulluğa ve teslimiyete yönelmeleri
için katımızdan kendilerine hoşlarına gidecek bir iyilik, bir rahmet
tattırdığımız zaman onunla sevinir ama onlara kendi ellerinin takdim edip
kazandıkları sebebiyle, kendi işledikleri günâhlar yüzünden bir kötülük
Hayır hayır, ne
zenginlik ne de fakirlik, ne iyilik ne de kötülük onları adam etmeye yetmiyor.
Onları düşünmeye sevk etmiyor. Dü-şünmüyorlar, anlamıyorlar, anlamaya
yanaşmıyorlar. Nankörlük ediyor, kendilerine sunulan bunca nimetlerin sahibine
teşekküre yanaş-mıyorlar. Kâfirlik ediyorlar. Nimetler ellerine geçtiği zaman
sevinip coşuyorlar da, o nimetler ellerinden alınınca da sanki onların sahibi
ken-dileriymiş gibi feryad-u figanı basıp isyan etmeye, küfran-ı nimette bulunmaya
çalışıyorlar. Tüm nimetlerin sahibinin Allah olduğunu anla-mıyorlar:
49.
“Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır. Dilediğini yaratır, dilediğine kız
çocuk, dilediğine de erkek çocuk verir.”
Göklerin ve yerin mülkü
Allah’ındır. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Mülkün sahibi
Allah’tır. Kendilerinin sahibi de, sahip olduklarının sahibi de Allah’tır.
Allah Mâliktir ve her şey O’nun mülküdür. Onlar ister kabul etsinler ister
reddetsinler fark etmez; göklerde ve yerde ne varsa hepsi üzerinde söz sahibi, egemenlik
sahibi Allah’tır. Tüm varlıkların boyunlarındaki kulluk iplerinin ucu elinde olan,
tüm varlıkların kendisine boyun büktüğü ve yasalarına teslim olduğu varlık
Allah’tır.
Allah
bu egemenliği sebebiyle dilediğini yapan, dilediğini dilediği gibi yaratandır.
Bu konuda kimse ona yardımcı olmadığı gibi, kim-senin etkisi altında da değildir.
Göklerde ve yerde tek İlâh, tek Rabb ve egemen olan Allah, dilediğine kız çocukları,
dilediklerine de erkek çocukları verir. Yeryüzünde hayatın devamı için Allah’ın
koyduğu bir yasadır bu. Göklerde ve yerde egemen olan Allah’ın koyduğu bu yasaya
hiç kimsenin karşı gelme, itiraz etme hakkı ve yetkisi yoktur. Bu kâfirler
zannediyorlar mı ki her şey kendi ellerindedir? Zannediyorlar mı ki erkek
çocuğuna, kız çocuğuna sahip olmak kendi ellerindedir? Hayır hayır, bu konuda
hiç kimsenin bir müdahale gücü yoktur. Erkek ya da kız çocuklarımızı bize
lütfeden Allah’tır. Çocuklarımızı bize veren O olduğu gibi, onları doyuran,
onları rızklarını takdir eden de O’-dur. Ama Rabbimiz hikmeti, bunu belli bir
yasa gereği insanların elinde takdir buyurduğu için, kâfirler rızkın da,
çocukların da ellerinde olduğunu zannediyorlar. Peki biz kiminiz? Bizim elimiz
ayağımız, aklımız fikrimiz, gücümüz kuvvetimiz kimin? Kim verdi bunları bize?
Bunları da bize veren Allah değil mi? Her şeyimiz Allah’tan değil mi?
O
halde göklerde ve yerde egemen olan Allah ne yaratmışsa, nasıl yaratmışsa, neyi
nasıl takdir buyurmuşsa, bunların hiçbirisi rasgele değil, belli bir hikmet
gereğidir. Hikmeti gereği bize kız çocuğu verdiği zaman buna itiraz ederek
burun kıvırmamalıyız. Hiç çocuk vermediği zaman da isyan etmeye
kalkışmamalıyız. Bu yasayı koyan, bunu takdir eden Allah’tır. Mü’mine düşen de
sadece Allah’ın takdirine teslim olmaktır. “Madem ki Rabbim böyle istemiş,
madem ki Rab-bim böyle takdir buyurmuş, hikmeti gereği bana bunu münasip görmüş,
öyleyse en münasip imtihan eden Rabbimdir,” deyip O’nun takdirine teslim olmak
zorundayız. Sebeplerini işlemekle, sebeplerine tevessül etmekle beraber, teslim
olmak zorundayız. Göklerde ve yerde yegâne egemenlik sahibi olan Allah, dilediğine
kız verir, dilediklerine erkek çocuğu, dilediklerine de:
50.
“Yahut hem kız hem erkek çocuk verir, dilediğini de kısır kılar. O, bilendir,
her şeye kâdirdir.”
Dilediklerine de hem kız, hem
erkek çocuklar verir. Dilediklerine ikiz ikiz verir. Dilediklerini de akim
kılar, hiç çocuk vermez. Bu konuda hiç kimsenin O’na hesap sorma hakkı yoktur.
Çünkü her şey mülktür ve mâlik olan da sadece Allah’tır. Mülk olanın, mâlik
olana hesap sorma hakkı yoktur. Allah dilemedikçe hiç kimsenin evlât sahibi
olması mümkün değildir. Şüphesiz ki Allah her şeyi en iyi bilen ve her şeyi en
iyi takdir edendir. Her ne dilerse yapan, yaratan, güç yetirendir.
Allah
kullarına yeryüzünde rızıklar ve çocuklar vermek sûretiyle onları
nîmetlendirmiştir. Bizler de Rabbimizin bu sonsuz ikramlarına karşılık onun
bize sunduğu nimetlerini O’nun yolunda kullukta kullanarak O’na karşı nankörlük
etmeyeceğiz. Çocuklarımızı O’nun bize bir lütfu olarak görüp onları sahibinin
istediği gibi yetiştirerek, sahibinin istediği biçimde eğiterek O’na kulluğa
yatırım yapacağız. Ama bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz bize lütfettiği
bir çocuktan, iki çocuktan daha hayırlı olan, gerek kendimizi, gerek
çocuklarımızı cennete ulaştıracak en büyük bir nimetini gündeme getiriyor.
Vahiy, kitap, hidâyet nimetini ki, bu nimet tüm nimetlerin başıdır. Bu nimet olmadan
hiçbir nimete ulaşmak mümkün değildir. Bakın Allah şöyle buyurur:
51.
“Allah bir insanla ancak vahiy sûretiyle veya perde arkasından konuşur, yahut
bir elçi gönderir; izniyle dilediğini vahy eder. Doğrusu O yücedir, Hakîmdir.”
Kendi bilgisi ve hikmeti, kendi
koyduğu yasası gereği şu üç durumun dışında Allah hiçbir beşerle konuşmaz, hiçbir
beşere söz söylemez. Buradaki Allah’ın konuştuğunu kastettiği elçisi Cebrâil de
olabilir, insanlara insan cinsinden, beşer cinsinden gönderdiği elçileri de
kastedilmiş olabilir.
Rabbimiz
burada vahyin geliş şekillerini anlatıyor. Bu konuyu kitaplarımız uzun uzun
anlatmışlardır. Ben burada çok fazla detaya inmeyeceğim. Allah, hiçbir beşere
şu üç şekilden başka söz söylemez.
1.
Bunlardan birincisi: deniyor.
Ancak vahiy halinde
Allah kullarıyla konuşur buyuruluyor. Yâni elçileriyle doğrudan doğruya
vasıtasız olarak konuşması, vahy etmesidir. Hızlıca ve gizlice kalbine
doğdurması, ilka etmesi veya rüyasında göstermesi gibi. Hz. İbrahîm’e oğlunu
kurban etme vahyinin rüyasında gösterilmesi, Hz. Yusuf’a peygamberliğinin
rüyasında sunulması ve yine Rasulullah Efendimizin İsrâ hadisesi gibi.
buyuruluyor. Yâni
perde arkasından söylemekle. Kulak, sesi, sözü işitir ama o anda sesin kimden
geldiğini, konuşanın kim olduğunu göremez. Hz. Mûsâ’ya (a.s) Tur dağında Rabbimizin
hitabı böyle olmuştu. Burada hitap kalbe değil de bizzat kulağın işitme gücüne
yönelik olmaktadır. Rasûlullah Efendimizin şu beyanı da bunu anlatmaktadır:
“Vahiy
bazen bana çan sesi gibi gelir.”
(Buhârî, Bed’ul vahy 2)
Yahut bir Resul, tebliğ aracı bir
elçi, bir melek göndererek izniyle dilediklerini vahy ettirmek sûretiyle
konuşur ki, çoğu kez peygamberlerine vahyi bu şekilde göndermiştir. Tüm semavî
kitaplar pey-gamberlere bu şekilde ulaştırılmıştır.
52.
“Ey Muhammed! İşte sana da buyruğumuzla bir ruh (kalplere can veren bir kitap)
gönderdik; sen, Kitab nedir, iman nedir önceleri bilmezdin. Fakat Biz onu,
kullarımızdan dilediğimizi onunla doğru yola eriştirdiğimiz bir nûr kıldık.
Şüphesiz sen doğru yola götürüyorsun.”
Rabbimizin katından gönderdiği bu
kitap ruhtur. Kur’an’ın bir adı da ruhtur. Bize bizi canlı tutacak bir ruh
veren Rabbimiz bizi diriltecek, bizi diri tutacak bir ruh olarak bize kitap
göndermiştir. Öyleyse kitap ruhtur, Kur’an ruhtur. Ancak bu kitaptan haberdar
olan kişi diridir, ruh sahibidir, vahiyden nasibi olan kişi diridir, başkaları
ölüdür, ruhsuzdur, diyoruz. Kur’an’ı tanımayan kişi, vahiyle tanışmayan kişi ölüdür.
Bir insan düşünün ki ölü. Bir
insan düşünün ki ruhen ölü, bedenen ölü. Bir insan ki ruhtan, Allah’tan, peygamberden,
kitaptan vahiyden habersiz. Allah diyor ki, böyle ölü iken kendisine hidâyet
vererek biz insanı dirilttik. Yâni kâfirken Müslüman yaptık, diyor. Artık adam
dirilmiştir, canlıdır. Tıpkı kupkuru bir toprağın Rahmân’ın rahmetiyle dirilip
canlandığı gibi. Yağmur da Allah’ın başka bir âyetidir ve o âyetiyle nasıl ölü
toprağa can veriyorsa, vahiyle de ölü insanları diriltiyor Allah. Artık vahyin,
hidâyetin dirilttiği bu adam Allah’ı, kitabı, peygamberi, kendisini, çevresini,
hayatı, ölümü, ölüm ötesi hayatı, varlığı, varlık gâyesini tanıyor.
Rabbimiz,
biz ruh gönderdik, seni, insanı dirilttik diyor. Yâni kitabı ruh, dirilik
yasası kıldık; seni ve senin yoluna tabi olanları onunla dirilttik, diyor.
“Ey
peygamberim, sana bu kitap, bu dirilik yasası gelmeden önce kitap, iman,
hidâyet, din, hayat, memat, hayat programı nedir bilmezdin! Kitap sahibi olmak
şöyle dursun, kitabın nasıl bir şey olduğunu bilmiyordun.” Allah Resûlü, Rabbimiz
kendisine kendi bilgisini aktarana kadar ne din, kitap, r
Burada
hemen şunu söyleyelim, yeryüzünün en âlimi Müslümanlardır. Yeryüzünün en âlim
kimseleri, Allah bilgisine sahip olanlardır. Kâfirler ve müşrikler, yeryüzünün
en cahil, en akılsız insanlarıdırlar. Kur’an’ın başka âyetlerinden öğreniyoruz
ki, gerçek bilgi vahiydir. Gerçek bilgi, Allah’ın bildirdiği bilgidir. Allah bilgisinin
dışında ne varsa hepsi zandan ibarettir. Ancak Allah bilgisine sahip olan,
vahiy bilgisinden haberdar olan kişi âlimdir. Yâni ilim Müslümana aittir. Kur’-an’ı
ve sünneti tanıyan kişi, vahiyden haberdar olan kişi dünyanın en âlim
kişisidir. Vahiyden habersiz yaşayan insanlar, hem dünyalarını, hem de
âhiretlerini berbat etmiş cahil ve sapık insanlardır. Kitap ve sünnetten,
vahiyden habersiz kendilerine hayat programı yapmaya çalışan kimseler, hem
dünyalarını, hem de ukbâlarını mahvetmiş zalimlerdir ve Allah zalimlere asla yol
gösterecek değildir. Onlar dünyada da, âhirette de kaybetmiş kimselerdir.
Allah
böyle vahiy bilgisine, kitap ve sünnete müracaat etmeyen, kendi zanlarıyla, kendi
hevâ ve hevesleriyle bir hayat yaşayan zalim bir toplumu asla kurtuluşa ve
düzlüğe ulaştırmayacaktır. Allah’ı, Allah’ın âyetlerini, Allah’ın hayat
programını reddederek kendi kendilerine bilgisizce yasa belirlemeye kalkışan,
kanun koyma, haram-he-lâl, hayat programı belirleme yetkisini kendilerinde
gören zalim bir toplumu asla Allah kurtuluşa ulaştırmayacaktır. Böyle bir
toplum ne hukukta, ne eğitimde, ne ekonomide, ne amelde, ne düşüncede
kesinlikle doğruya ulaşamayacaktır. İyi şeyler yapmak için çırpınsalar da,
Allah’ın yasalarından habersiz hareket ettiklerinden, istinat noktası olarak
Allah’ın kitabını tanımadıklarından ne yaparlarsa yapsınlar, hep batacaklardır.
Karmaşa içinde bir hayat yaşamaktan asla kurtulamayacaklardır. Hiçbir konuda
doğru ve sıhhatli bir noktaya varama-yaca, hiçbir konuda çözüme
ulaşamayacaklardır. Çözümü bulduk sandıkça batacaklardır. Çünkü o toplum Allah’ın
yasalarını reddetmiş, Allah’ın kendileri için gönderdiği ruhla ilişkiyi kesmiş
ve zalim olmuştur.
Rabbimiz,
biz o kitabı, o ruhu bir nûr, bir ışık kıldık ki kullarımızdan dilediğimizi
onunla hidâyete iletiyoruz, diyor. Ayrıca bir de o kitabı, biz insanlar için
yol gösterici, bir nûr kıldık. Ona rehberlik edecek, yaşadığı hayatta onun
yolunu aydınlatacak, hayatı boyunca onu yalnız bırakmayacak bir nûr kıldık,
diyor Allah. Artık yaşadığı hayatta insanlar
arasında o nûrla, o kitapla, o vahiyle yürüyor ve onu o nûr karanlıklar
arasında bırakmayıp aydınlığa çıkarıyor.
Kur’an
ruhtur ve onu tanımayan kimse de ölüdür. Bir insan düşünün ki, önce ölüdür. Ama
bu ölüm canın bedenden ayrılışı şeklinde bir ölüm değildir. Canları bedenlerindeyken
ölüdür bu kâfirler. Mehmet Akif, bunlar için namaz kıldığı caminin imamına
şöyle diyor-du: “Hoca bunları canlı zannetme sakın. Bunlar meyyit-i müteharriklerdir.”
Yâni kişi eğer vahiyle, Allah’la, peygamberle beraber değil, Kur’an’dan
peygamberden ve onun ashabından örnek alacak kadar onlara yakınlık kurmuş
değilse, Rasûlullah’ın ve sahâbesinin tatbikatını bilmiyorsa, ölüdür o insan.
Kur’an’dan ayrı kalması sebebiyle ölüdür. Rasûlullah’ın hayat veren çağrısına
uymamışsa, hayattan mahrumdur o insan. Çünkü Rabbimiz Enfâl sûresinde şöyle
buyurur:
“Ey
inananlar! Allah ve Peygamber, sizi, hayat verecek şeye çağırdığı zaman icabet
edin.”
(Enfâl 24)
Âyet-i
kerîmeden anlıyoruz ki, Allah ve Resûlünün çağırdığı şey, hayat veren şeydir ve
ondan mahrum olanlar da ölüdür. Yine biliyoruz ki, Kur’an’ın bir adı da ruhtur
ve bu ruhla ilişkisi kesilmiş insan ölüdür. Zaten irtidat eden, Kur’an’dan
irtibatını kesen kişi, ruh hakkını, hayatiyet hakkını kaybettiği için İslâm’da
ölümü hakketmiş insandır. İşte böyle vahiyle, ruhla tanışamamış bir ölüyle,
vahiyle dirilmiş kimse bir olur mu? diyor Rabb’ımız. Nûr sahibi bir Müslümanla
bu nûrdan mahrum olan kâfir bir olur mu? Eline el feneri verilmiş ve onunla yürüyen
bir adamla, karanlıkta el yordamıyla, düşe kalka yürümeye çalışan insan hiç bir
olur mu?
“Şüphesiz ki ey peygamberim, sana
ulaştırdığımız bu ruhla insanlara hidâyeti, sırât-ı müstakîmi gösteriyor, rehberlik
ediyorsun. Sen Hakka, doğru yola, kılavuzluk, mihmandarlık ediyorsun. Hidâyet
sadece Allah’a aittir. Kitap da, peygamber de, Kâbe de sadece hidâyet
vasıtaları, hidâyet rehberleridir.” Allah’ın Resûlü tüm hayatıyla bize hidâyet
yolunu göstermiştir ama onun da hidâyete ulaştırma yetkisi yoktur. “Ey
peygamberim, sen ancak hidâyet yolunu gösterirsin. Bu öyle bir yol ki:
53.
“Göklerde ve yerde bulunan her şey kendisinin olan Allah’ın yoluna. İyi bilin
ki bütün işler sonunda Allah'a döner.”
Bu yol
Allah’ın yoludur. Göklerde ve yerdekilerin tümünün Rabbi olan, herkese ve her
şeye egemen olan Allah’ın yoludur bu yol. Allah’ın seçip kendilerine vahyini aktardığı
bu örnek kullarının yoluna giren, onların izlerinden giden insanlar, Allah
yoluna, cennet yoluna girmiş ve Allah’ın rızasını kazanmışlar demektir.
Bu dünyada
kendisine isyan eden, kitabını ve peygamberini tanımadan yaşamaya kalkışan
Firavunları cezalandırdığı gibi, yarın âhirette de onları cezaların, azapların
en dayanılmazının içine atacaktır.
Unutmayın
ki işlerin tamamı sonunda O’na döndürülecektir. Ne yaparsanız yapın, nasıl
yaşarsanız yaşayın, sonunda O’nun huzuruna gidecek ve yaşadığınız hayatın hesabını
O’na ödeyecek, O’na hesap vereceksiniz. Hiç kimsenin O’nun sorgulamasından
kaçıp kurtulması mümkün değildir.
Bu, dünyada
da böyledir, âhirette de böyle olacaktır. Tüm işler Allah döndürülür. Hukukla
ilgili tüm problemlerin çözümü Allah’tır, Allah’ın kitabıdır. Ekonomiyle ilgili
tüm işler, siyasal ve sosyal yapılanmaların tümü Allah’a döndürülmelidir. Her
şey Allah’ın değerlendirmesine tabi tutulmalıdır. Bugün böyle olduğu gibi,
yarın da böyle olacaktır. Yaptıklarınızın tümünü yarın değerlendirecek ve bu
değerlendirmenin sonucu olarak da yaşadığınız hayata göre ya cennet ya da
cehennem takdiri yine Allah tarafından yapılacaktır. Allah’ın, cennetine lâyık
gördükleri cennete uçarken, cehennemlik görülenler de hor, hakir mahluklar olarak
cehenneme akacak ve dolacaklardır.
Rabbim
bütün bu uyarılarıyla yol bulan, Allah’ın istediği kulluğu ve teslimiyeti
gerçekleştirerek cennetine ve rızasına eren kullarından eylesin. Ve âhiru
dâvana enilhamdü lillâhi Rabbil’âlemîn.