Bu sûre Mekki olup,
seksendokuz ayettir.
"Hâ Mîm. (Hidayet
yolunu) apâşikâr gösteren bu kitaba yemin ederim ki
gerçekten biz onu, anlayasmız diye Arapça bir Kur'ân
yaptık. Şüphesiz o
Kur'ân, katımızdaki
ömmü'l-kitâp (anakitapta) sabit, yüce ve çok kıymetli bir
kitaptır. Siz, haddi aşan bir topluluksunuz diye, o
dersi (Kur'ân'ı) sizden
uzaklaştırıp, vaz mı
geçeceğiz? Halbuki biz, evvelki ümmetlere de nice
peygamberler gönderdik. Onlar da kendilerine bir peygamber geldiğinde
mutlaka onunla istihza ederlerdi. Bundan dolayı biz,
kuvvet bakımından
bunlardan daha çetin
(ümmetleri)r helak ettik. Nitekim o evvelki ümmetlerin
misalleri geçmiştir"
(2u h ruf, 1-6).
Bil ki ayetteki
ifadesi şu iki takdirdedir:
1) Takdiri, "Bu, Hâ Mîm'dir. Kitab-ı
Mübîn'e yemin
ederim ki..." şeklindedir. Bu
takdire göre kasem (yemin), bu sûrenin "Hâ Mîm" Sûresi oluşuna
yapılmıştır. Bu durumda da, bundan sonraki İfade, yeni bir cümle olur.
2)
Bunun takdiri, "Bu Hâ Mîm (Sûresi'dir).
Kitab-ı Mübîn'e yemin ederim ki Biz onu, Arapça bir Kur'ân yaptık" şeklindedir.
Bu durumda yemin edilen husus, bu kitabın Arapça bir Kur'ân yapılışıdır.
[1]
Ayetteki kitab ile ne
kastedildiği hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür:
a) Bununla
Kur'ân-ı Kerîm kastedilmiştir. Buna göre, Allah Teâlâ Kur'ân'ı Arapça kıldığına
yemin etmiştir.
b)
Bununla, kitabet (yazı) kastedilmiştir. Buna
göre Cenâb-ı Hak, çok büyük faydalarından
ötürü "yazı"ya yemin etmiştir.
Çünkü ilimler, yazı sayesinde gelişir-yükselir. Zira önceden
geçen bir ilmi ortaya koyup onu yazar, kitab haline getirir; sonra gelenler de
ona vâkıf otursa, bu sonrakilerin o ilmi daha iteri götürmesi. mümkün olur.
İşte bu sayede de, faydalar çoğalır ve doruğa ulaşır.
[2]
Cenâb-ı Allah'ın bu
kitabı, "mübîn" (açık ve açıklayıcı) olarak vasfet meşin in sebepleri
şunlardır:
1) Bu kitap,
kendilerine indirildiği kimseler için mübîndir, açık ve açıklayıcıdır. Çünkü
bu, onların dilleri ve lehçeleri ile inmiştir.
2) Mübîn,
hidayet yolunu, dalâlet yolundan ayıran ve her konuyu, o konu dışındakilerden
ayırıp, herbirini apaçık ve mufassal hale getiren demektir. Bil ki Hak
Teâlâ'nın, Kur'ân'ı "mübîn" (açıklayıcı) olarak nitelemesi, mecazdır.
Çünkü gerçekte bu açıklayıcı, Allah Teâlâ'nın kendisidir. Kur'ân bu adı,
kendinde bulunan beyanlardan (açıklamalardan) dolayı, mecazî olarak almıştır.
[3]
Ayetteki
"Gerçekten Biz onu, anlayasmız diye Arapça bir Kur'ân yaptık"
ifadesiyle ilgili birkaç mesele vardır:
Kur'ân'ın muhdes
(mahluk) olduğunu ileri sürenler, bu ayeti şu bakımlardan delil getirmişlerdir:
1)
"Ayet, Kur'ân'ın "kılınmış" olduğunu göstermektedir.
"Kılınmış" ise, yaratılmış ve yapılmış manasınadır. Eğer bu görüşe
muhalif olanlar, "kılma" ile, "Allah Teâlâ'nın Kur'ân'a
"Arapça" adını vermesi" manası niçin kastedilmiş olmasın?"
derlerse, biz deriz ki: "Bu, şu iki bakımdan kabul edilmez:
a) Eğer buradaki "kılma" ile, "bu
ismi verme" manası kastedilmiş olsaydı, o zaman, hor ne kadar Arapça olsa
da, Kur'ân'a "a'cemî" (yabancı dilde bir kitap) diyene göre,
Kur'ân'ın "a'cemî" olması gerekirdi. Bunun olamayacağı malumdur.
b) Eğer
buradaki "kılma" işi, isim verme manasına olsaydı, o zaman "isim
verme" işi de "kılınmış" birşey olurdu. Halbuki "isim
verme" işi de Allah'ın kelâmıdır. Bu ise, Allah Teâlâ'nın kelâmının bir
kısmını, "kılmış" olmasını gerektirir. Kılmak-yapmak, Allah'ın
kelâmının bir kısmı için söz konusu olunca, bütünü hakkında da doğru olur.
2) Cenâb-ı Allah, bu kitabı "Kur'ân"
diye isimlendirmiştir. Buna, bir kısmı bir kısmına yaklaştırılıp bir araya
getirildiği için, "Kur'ân" adı verilmiştir. Böyle olan herşey ise,
"yapılmış", "işlenmiş" ve "kılınmış" olur.
3) Allah Teâlâ bu kitabı, "Arapça"
olarak tavsif etmiştir. Kur'ân, bu lafızlar Arapların koyup kullanmalarına
göre, manalarına ve ıstılahlarına tahsis edildikleri için "Arapça"
olmuştur. Bu da, yine o Kur'ân'm, "yapılmış", "kılınmış" ve
"mahlûk" (yaratılmış) olduğuna delâlet eder.
4) Bilindiği
gibi, Allah'dan başkasına yemin etmek caiz değildir. Buna göre bu ayetin
takdiri, "Hâ Mîm, bu Kitab-ı Mübîn'in Rabbine yemin olsun ki..."
şeklindedir. Bunu, Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet edilen, "Ey Tâhâ ve
Yâsfn (sûrelerinin) Rabbi; Ey Kur'ân-ı Azîm'in Rabbi..." şeklindeki dua da
delâlet eder."
Bütün bunlara şöylece
cevap veririz: Söylediğiniz şeyler doğrudur. Çünkü sizler, bütün bu deliller
ile, (Kur'ân okuduğunuzda) birbirini takibeden bu harf ve kelimelerin muhdes ve
mahluk olduğuna istidlal ettiniz. Bu ise, zaten açıkça bilinen birşeydir.
Sizinle bu konuda münakaşa eden kim ki?.. Sizin yaptığınız, olsa olsa,
sözlerinizin neticesi, kesinlikle böyle olduğu bilinen bir hususta, delil
getirip durmaktan ibarettir. Buna lüzum yok.
[4]
Ayetteki (umulur ki)
kelimesi, temennî ve ümid ifade
eder.
Bu ise, işlerin neticesinin nereye varıp dayanacağını
bilen bir zata uygun
düşmez. Binâenaleyh bununla burada,
(için ... diye) manası kastedilmiştir, yani,
"Biz onu,
manasını akledesiniz,
muhtevasını kavrayasınız diye, biz onu Arapça bir Kur'ân olarak
indirdik" demektir. Mu'tezile şöyle der:
"Binâenaleyh bu ifadenin özü, "Biz onu,
manasını iyice anlayasınız diye Arapça olarak indirdik" şeklinde
olur ki, bu da şu
iki şeyi ifade eder:
a) Allah'ın
fiillerinin, birtakım maksat ve gayelere bağlı olduğunu gösterir.
b) Allah
Teâlâ bu Kur'ân'ı, insanlar onunla hidayet bulsun diye indirmiştir. Bu ise,
Allah Teâlâ'nın, her insanın hidayete ermesini ve kendisini tanımasını
istediğine delâlet eder. Böylece de bu husus, Allah Teâlâ'nın birtakım
kimselerden, kendisini inkârı ve Allah'ı tanımamalarını irade ettiğini
söyleyenlerin görüşünün aksine bir görüş olur."
Bil ki Mu'tezlle'nin
bu tür istidlalleri meşhurdur. Biz ehl-i sünnetin bunlara cevapları da
meşhurdur. Binâenaleyh bu cevapları tekrarlamaya gerek yok. Allah en iyi
bilendir.
[5]
Ayetteki,
"(Kur'ân'ı) anlayasınız diye" ifadesi, Kur'ân'ın anlaşılacağına; "Bazısı
anlaşılır, bazısı anlaşılamaz" diyenlerin aksine,
Kur'ân'da kapalı, ne manaya olduğu anlaşılmayan ayetlerin bulunmadığına delâlet
eder
Cenâb-ı Allah daha
sonra, "Şüphesiz o Kur'ân, katjmızdaki ümmü'I-kitabta sabit, yüce ve çok
kıymetli bir kitabtır" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birçok mesele var:
[6]
Hanna ve Kisâ'î, "ümmü'l-kltâb" ifadesini, elifin kesresiyle immü'l-kitab; diğerleri, zammesiyle ümmü'l-kitab seklinde okumuşlardır. [7]
deki "hû"
(o) zamiri, ümmü'l-kitâb" (kitabın anası) ifâdesindeki kitaba; râcîdir.
Alimler,
"ümmü'l-kitâb" ile ne kastedildiği hususunda şu
iki değişik görüşü ileri sürmüşlerdir.
[8]
Birinci Görüş: Hak
Teâlâ'nın, "Aksine o Kur'ân-ı Mecîd'dir. Levh-i Mahfûz'dadır" {Buroc,
21-22) ayetinden ötürü, bu, Levh-i Mahfuz'dur. Bil ki bu görüşe göre, ayette
geçen şu sıfatların hepsi de, Levh-i Mahfuz'un sıfatları olur.
Birinci Sıfat:
"Ümmü'l-kitâb" (kitabın anası)... Onun böyle adlandırılmasının sebibi
şudur: Herşeyin temeline ve esasına, o şeyin anası denir. Kur'ân da, Allah
katında, Levh-i Mahfûz'da sabit olup, daha sonra en yakın semâ'ya (göğe)
indirilmiş, oradan da insanların ihtiyaçlarına uygun olarak, parça parça
(dünyaya) indirilmiştir.
Ibn Abbas (r.a)'dan şu
rivayet edilmiştir: "Allah önce (kader) kalemini yaratmıştır. Allah
Kalem'e, yaratmak istediği bütün şeyleri yazmasını emretmiştir. O halde bu
kitap, Allah'ın katındadır."
[9]
İmdi eğer "Allah,
"allamü'l-guyûb" (gaybleri en iyi şekilde bilen) iken ve
unutması-yanılması imkânsızken, Levh-i Mahfûz'u yaratmasındaki hikmet
nedir?" denilirse biz deriz ki: Allah Teâlâ, Levh-i Mahfûz'da, mahlûkatla
ilgili hadiselerin hükümlerini kaydedip, melekler de o hâdiselerin, oradaki
yazılı şekillerine uygun olarak meydana geldiğini görünce, Allah'ın hikmetinin
ve ilminin mükemmelliğini böylece anlarlar.
İkinci Sıfat: Bu, ayetteki
vJâi "katımızda bulunan" kelimesidir. Bunu İbn Abbas (r.a)
zikretmiştir. Buna, bu payenin verilmesi, onun bütün mahlûkatm hallerini ihtiva
eden bir i»tap oluşundan ötürüdür. Buna göre sanki o, Allah'ın mülkü ve
melekûtunda meydana gelecek, bütün herşeyi ihtiva eden bir kitaptır. İşte
bundan ötürü, ona böyle bir paye verilmiştir. Vahidî, bu kelimenin, Kur'ân'a
sıfat olduğunu ve takdirinin, "O, Kur'ân katımızdadır,
ümmü'l-kitaptadır" şeklinde olmasının muhtemel olduğunu söylemiştir,
Üçüncü Sıfat: Onun "
'aliyy" (yüce) oluşudur. Bu, onun bütün yanlışlardan ve batıllardan yüce
ve uzak olmasıdır. Bunun, "her zaman bir mucize olarak kaldığı için, bütün
kitaplardan yüce olan" manasında olduğu da söylenmiştir.
Dördüncü Sıfat: Onun
"hakîm" yani, "belagat ve fesahat bakımından muhkem (sapasağlam)
olmasıdır. Bu "hakînV'in,'"üstün hikmetli" manasına olduğu da
ileri sürülmüştür.
Bütün bu sıfatların,
bu manalarda, Levh-i Mahfuz'un değil de, Kur'ân'ın sıfatları olduğu da
söylenmiştir.
"Ümmü'l-Kitâb"
ile ilgili ikinci görüş, bununla, "O (AMah), sana o kitabı indirendir. O
kitabta, muhkem ayetler vardır ve bunlar ümmül-kitabtır, yani kitabın
esasıdır" (Ah Imrân. 7) ayetinden hareketle, muhkem ayetlerin kastedilmiş
olmasıdır. Buna göre ifadenin manası, "Hâ Mîm Sûresi, Kur'ân'ın esası
olan, muhkem ayetler ihtiva eder" şeklindedir.
[10]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Siz, haddi aşan bir topluluksunuz diye, o zikri (Kur'ân'ı) sizden
uzaklaştırıp, vaz mı geçeceğiz?" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç
mesele vardır:
[11]
Nâfî, Hamza ve Kisâî,
elifin kesresiyle, şeklinde
okumuşlardır. Buna
göre mana, "Eğer siz haddi aşanlar
olursanız,
zikri (Kur'ân'ı) sizden uzaklaştırıp, inzalinden
vazgeçmeyiz" şeklinde olur.
Bu edatının, tıpkı
"Faizden
artakalanları bırakın, çünkü siz mü'minsiniz" (Bakara. 278) ayetinde
olduğu gibi II (çünkü) manasına olduğu da söylenmiştir. Binâenaleyh bu ayette
ceza (cevap) kısmı, şart cümleciğinden önce gelmiştir. Diğer kıraat imamları,
(için) takdirinde olarak, bir illet (sebep) manasıyla, fethalt olarak, şeklinde
okumuşlardır.
[12]
Ferrâ ve Zeccâc,
"Onu terkettim, ondan vazgeçtim, onu bıraktım" manasında olmak üzere,
Arapça'da, fiilinin kullanıldığını ve kelimesinin, "yüz çevirerek,
uzaklaşarak" manasında olduğunu söylemişlerdir.
Bu
kelimenin aslı,
"Sen boynunu yana çevirdin" ifadesine dayanır. Binâenaleyh bu
ifadenin takdiri, ya
şeklinde olur (ve bu kelime
mef'ûl-ü
mutlak olur).
Alimler, ayette geçen
"zlkr"in ne demek olduğu hususunda da ihtilaf etmişlerdir. Bu
cümleden olarak, bu ifadenin manasının, "Biz sizden, Allah'ın azabının
zikrini çevirir miyiz?" şeklinde olduğu ileri sürüldüğü gibi, bunun
manasının, "Biz, sizden nasihat ve öğütlerimizi geri çevirir miyiz?"
şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür. Yine bunun manasının, "Biz sizden
Kur'ân'ı geri çevirip, (çeker miyiz?)" şeklinde olduğu da ileri
sürülmüştür. Binâenaleyh, ifadedeki istifham, istifhâm-ı inkarîolup, "Biz,
haddi aşan kimseler olmanız sebebiyle, mazeretleri ortadan kaldırmayı ve
uyarmayı ihmal etmeyiz" demektir.
Katâde şöyle demiştir:
"Şayet bu Kur'ân, bu ümmetin evvelkileri kabul etmediği zaman kaldırılmış
olsaydı, o zaman onlar helak olurlardı. Ancak ne var ki Allah, rahmeti
sebebiyle, bu Kur'ân'ı onlara indirmeyi sürdürmüş ve onları, bu Kur'ân'a, yirmi
sene boyunca sürekli davet etmiştir."
[13]
Bunu iyice kavradığına
göre, şimdi biz diyoruz ki, ayetin bu ifadesi, şu iki manaya gelebilir:
1) Rahmet...
Buna göre mana, "Biz, sizin kötü tercihinizden dolayı, sizi ihmal
etmeyeceğiz. Tam aksine, hak yola dönmenize değin, size
hatırlatmalarda bulunacağız ve size öğüt vereceğiz" şeklinde olur.
2)
Bu, olabildiğince bir tehdit ifade eder.
Yani, "Siz, istediğinizle başbaşa bırakılacağınızı mı
sanıyorsunuz?! Hayır, hayır..
Biz size, amelde bulunma mecburiyetini getiriyor, sizi dine
çağırıyoruz; görevinizi ihmal edip kötü şeylere yöneldiğinizde de, sizi muaheze
edeceğiz.." demektir.
[14]
Keşşaf sahibi,
ifadesindeki fâ'nın, bu ifâdeyi, takdiri takdiri "Biz sizi ihmal edip de, böylece sizden zikri kaldırır
mıyız?" şeklinde olan, bir mahzûfa atfetmek için olduğunu söylemiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Halbuki biz, evvelki ümmetlere de nice peygamberler gönderdik. Onlar
da kendilerine bir peygamber geldiğinde muhakkak onunla istihza
ederlerdi.." buyurmuştur ki bu, "Geçmiş ümmetlerin, kendilerini hak
dine davet eden peygamberlerine karşı takındıkları tavır, hep yalanlama ve atay
etmek olmuştur. Binâenaleyh, kavminin, yalanlama ve istihzaya yönelmeleri
sebebiyle, üzülmemen gerekir. Çünkü musibet genelleştikçe, kişiler üzerindeki
tesiri ve baskısı hafifler" demektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Bundan dolayı biz, kuvvet bakımından bunlardan daha çetin ümmetleri
helak ettik" buyurmuştur. Bu, "Allah'ın, kendilerine peygamberler
gönderdiği o önceki kavimler, Kureyş'ten daha çetin, yani sayıca ve kuvvetçe
daha ileri idiler.." demektir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"O evvelki ümmetlerin misalleri geçmiştir..." buyurmuştur. Bu,
"Mekke kafirleri, küfür ve yalanlama hususunda, kendilerinden öncekilerin
yoluna girmiş, o yolu takib etmekteler. Binâenaleyh, onların başına gelen şeyin
zillet ve rüsvaylığın kendilerinin de başına geleceğinden sakınsınlar. Çünkü
biz onlar gibi olanların halini kendilerine anlattık... Nitekim Cenâb-ı Hak
"Biz (onlardan) her birine misaller trâd ettik..." (Furkan, M)ve
"Siz, nefislerine zulmedenlerin diyarlarına da yerleştiniz. Onlara neler
yaptığımız sizi için apaçık meydana çkt... Size bir çok misaller de gösterdik..."(ibrahim,45)
buyurmuştur. Allah en iyisini bilendir.
[15]
"Celalim hakkı
için, eğer onlara, ''Gökleri, yeri kim yarattı?" (diye) sorarsan,
"Elbette, onları, o mutlak galib, o her şeyi
hakkıyla bilen yarattı" derler. (O
Allah
ki), yeri sizin için bir beşik yaratmış, onda, sizin için, doğru gidesiniz
diye yollar açmıştır. Gökten, bir ölçü ile su
indirmiştir, işte biz bu su ile, ölü
bir
memlekete can verdik. Siz de böylece, çıkarılacaksınız! Bütün
(mahlûkları), sınıf sınıf yaratmış, sizin için
gemilerden, hayvanlardan
bineceğiniz şeyleri
halketmiştir. Ta ki, sırtlarında karar kıtasınız, sonra
üzerlerine yerleşince, Rabbinizin nimetini iyice
düşünesiniz ve "Bunları bize
râm
eden Allah'ın sânı ne yücedir, münezzehtir, yoksa biz bunlara güç yetiremezdik.
Biz mutlaka, neticede ancak Rabbimize döneceğiz" diyesiniz"
(Zuhrırf, 9-14).
Bil ki, biraz önce,
hem müsriflerden, yani müşriklerden, hem de peygamberlerden bahsedilmişti..
Dolayısıyla, "şayet onlara sorsan.." ifadesindeki,
"onlara"zamirinin, hem peygamberlere hem de kâfirlere râci olması
ihtimal dahilindedir. Ancak ne var ki, doğruya en yanın oıan, bu zamirin
kafirlere râci olmasıdır. Böylece Allah Tealâ bu kâfirlerin, göklerin, yerin ve
ikisi arasında olanların yaratıcısının, Aziz ve Hakîm olan Allah olduğunu ikrar
ve kabul ettiklerini beyan buyurmuştur ki, bundan da maksadı, onların buna
rağmen, yine de, Allah'ın yanısıra başkasına ibadet edip, O'nun öldükten sonra
diriltmeye kadir olacağını inkâr ettiklerini belirtmektir. Onlar hakkındaki
haber ve açıklama, daha Önce de geçmişti. Cenâb-ı Hak şimdi, yarattığı şeyleri
tekrar zikretmek suretiyle, kendisine delâlet eden delilleri ortaya koymaya
başlayarak, "(O Allah ki), yeri sizin için bir beşik yaratmış..."
buyurmuştur. Şayet bu İfade, kâfirlerin sözünün devamı olan bir ifâde olmuş
olsaydı, o zaman, onların, "Yeri bizim için bir beşik kılan.."
demeleri gerekirdi. Bir de, bu sözün arasındaki, "İşte biz bu su ile, ölü
bir memlekete can verdik" ifadesi, ancak Allah'ın kelâmı olmaya uygun
düşer. Bu ifâdenin, halk dilindeki bir benzeri de, bir kimsenin birisinin,
"Bu mescidi yapan alim falancadır" dediğini duyup, bu sözü duyan bu
kimsenin de, "Zahit ve kerim olan..." demesidir. Buna göre sanki, bu
sözü duyan
kimse, "Ben onu, senin onu tarif
ettiğin sıfatın ötesinde, daha güzel sıfatlarla tanıyor ve biliyorum.. Böylece
de, onun vasfı hususunda ilâvede bulunuyorum.." demiş olur. Böylece de, o
iki adam tarafından ifade edilen bu iki sıfat, tek bir şahıs için olmuş olur.
[16]
Bu ayetteki nazmın
keyfiyyetini anladığına göre, şimdi biz diyoruz ki: Bu ayet, Allah'ın şu
çeşitti sıfatlarına delâlet eder:
Birinci Sıfat:
Allah'ın, göklerin ve yerin yaratıcısı olması.. Kelâmcılar, Allah'ı bilmenin
başında, O'nun, bu âlemin yaratıcısı ve faili olduğunu bilmenin geldiğini
söylemişlerdir. İşte bundan dolayı da, bu ayette, Cenâb-ı Hakk'ın hâlık
(yaratıcı) olmasıyla, söze ve kelâma başlanmıştır. Ki bu mana ancak biz,
ayetteki "halk-yaratma" kelimesini "yaratma, yoktan var etme,
îcad etme" manasına aldığımızda tam ve uygun otur.
İkinci Sıfat: Ayette
geçen el-Azîz kelimesinin ifade ettiği husustur. "el-Azîz" gâlib,
anlamındadır. Sayesinde üstünlük ve galebenin elde edildiği şey ise, kudrettir.
O halde, buradaki el-Azîz kelimesi, Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin mükemmel oluşuna
bir işarettir.
Üçüncü Sıfat: Ayetteki
el-Alîm kelimesinin ifade ettiği husus olup, bu da Allah'ın, ilminin mükemmel
olduğuna bir işarettir. Bil ki, ilim ve kudretin en mükemmel hali bir zatta
mevcut olduğunda, o zât, bütün mümkinâtı yaratmaya kadir olur. İşte bu
incelikten dolayı Cenâb-ı Hak, bu iki sıfatın kendisinde mevcut olduğunu önce
belirtmiş, daha sonra diğer ayrıntıları buna dayandırmıştır.
Dördüncü Sıfat:
"Yeri sizin için bir beşik yaratmış.." ayetinin ifade ettiği husus..
Biz, bu kitabımızda, yerin bir "mehd-beşik" oluşunun ancak onun
durgun, hareketsiz olduğu; ziraatçılık ve bina yapmanın ancak onlara riâyetle
mümkün olabileceği birtakım hususî sıfatlarla muttasıf olduğu ve onun,
ölülerin ve dirilerin kusur ve ayıplarını örtücü ve gizleyici olduğu için
olduğunu belirtmiştik. Beşik, çocuk için bir istirahat mahalli olunca, yer de,
kendisindeki pekçok rahatlık sebebiyle, "beşik" olarak nitelenmiştir.
[17]
Beşinci Sıfat: Cenâb-ı
Hakk'ın, "Orada, sizin için, yollar
açmıştır.." ayetinin ifade ettiği husustur. Ki bu ifadenin maksadı,
insanların mükemmel anlamda istifade edebilmelerini, ancak herkesin bir
beldeden diğer bir beldeye, bir mıntıkadan diğer bir mıntıkaya geçmeye kadir
olduğunda söz konusu olacağını; Allah'ın eğer, bu geçitleri, işte bu şekilde
hazırlamamış ve üzerlerine birtakım hususî alamet ve ipuçları koymamış olması
halinde bu yararlanmanın mümkün olamayacağını
bildirmektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak
"... doğru gidesiniz diye..." buyurmuştur ki, bu ifâdenin
manası:
a) Bu yolları koymanın maksadı, sizin yol
bulabilmeniz içindir;
b) Dinde,
hakka ulaşasınız diye.." şeklindedir.
[18]
Altıncı Sıfat: ölçü
ile su indirmiştir. îşte biz, bu su ile, ölü bir memlekete can verdik"
ayetinin beyan ettiği husustur. Burada, şöyle birkaç bahis vardır:
1) Bu ifadenin zahiri, suyun (yağmurun) gökten indiğini
göstermektedir. Binâenaleyh durum, gerçekten böyle midir, yoksa, o yağmurun
buluttan indiğini; zira, insanın üzerinde bulunan her şeye "semâ"
dendiği için, "semâdan inen" şeklinde adlandırıldığı da söylenebilir
mi?
Cevap: Bu konu,
tafsilatlı bir biçimde daha önceleri ele alınmıştı.
2) Ayetteki,
tabirinin manası, "o bölgenin halkının, ihtiyaç duyduğu kadar; ne fazla,
ne de noksan olmaksızın gökten iner.." demektir. Yoksa bu ifade,
"Nuh'un kavmine ölçüsüz bir biçimde indirilip, onları boğması"
anlamında değildir.. Tam aksine, "sizin ve hayvanlarınızın geçimini temin
edecek kadarıyla indirmiştir" demektir.
3) Ayetteki,
"ölü bir memleket" ifadesi, "bitki bulunmayan belde" demek
olup, enşernâ fiili de, "Biz, onu dirilttik" anlamındadır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Siz de böylece çıkarılacaksınız" buyurmuştur ki bu, "Bu
delil, Allah'ın kudret ve hikmetine delâlet ettiği gibi, O'nun öldükten sonra
diriltmeye ve Kıyameti gerçekleştirmeye de kadir olacağına delâlet eder.
Buradaki, vech-i şebeh (benzetme yönü) Cenâb-ı Hakk'ın, ölü halde iken bir
beldeye can vermesi gibi, insanları da ölümlerinden sonra, onları canlılar ve
hayat sahibi varlıklar haline getirmesidir. Bazıları, "Hayır, buradaki
"vech-i şebeh" Allah'ın yağmur suyuyla yeryüzünde bitki bitirmesi
gibi, tıpkı, menî gibi bir su ile, onları, yani insanları yerden çıkarması ve
onları yeniden yaratmasıdır" demişlerdir. Ama, bu izah zayıftır. Çünkü
lafzın zahirinde, bu ilâve açıklamalar değil, sadece yeniden yaratmanın isbâtı
yer almıştır.[19]
Yedinci Sıfat: Cenâb-ı
Hakk'm, "Bütün (mahlûkları) sınıf
sınıf yaratmış..." ayetinin ifade ettiği husus.. İbn Abbas,
"Ayetteki, "ezvac" kelimesiyle, tıpkı, tatlı-ekşi, beyaz-siyah
ve erkek-dişi gibi çeşitler, türler kastedilmiştir" derken, bazı muhakkik
alimler, "üst-alt, sağ-sol, Ön-arka, mazi-müstakbel, zât-sıfat, yaz-kış ve
ilkbahar-sonbahar gibi, Allah'ın dışında her şey çifttir" demişlerdir.
Bunlann çift oluşu, mümkinü'l-vücûd olduklarına, yoktan var edildiklerine
delâlet eder. Hak SÜbhânehû ve Teâlâ ise, zıddan, eşten, mukabil ve ona destek
veren minhden (nevâdıd) münezzeh olan tek bir varlıktır. İşte bundan dolayı O,
"Bütün (mahlukları), sınıf sınıf yaratmış.." buyurmuştur ki,
"Çift olan her şey, yaratılmış, mahlûktur" demektir. Böylece bu,
bunları yaratanın, çift olmaktan münezzeh olan mutlak, tek ve vâhid (Allah)
olduğuna delâlet eder.
[20]
Ben de şunu ekliyor ve
diyorum ki: Hesap ilmini bilenler, şu bakımlardan, "tek" olanın
"çift"'den daha üstün olduğunu söylemişlerdir:
1) Çift'in
en azı, ikidir. Ki "iki" de ancak, iki tane bir bulunduğunda meydana
gelir. O halde bu demektir ki, çift, tek'e muhtaçtır. Tek ise, çift olmaktan
müstağni olan, "birlik, bir" demektir. Halbuki, müstağni olan, muhtaç
olandan daha üstündür.
2) Çift,
eşit olarak, ikiye bölünebilir. Tek ise, bölünmeyen demektir. Bölünmeyi kabul
etmek, (bolünebiImek), bir etkilenmedir, teessürdür. Halbuki, bölünmeyi kabul
etmemek, kuvvettir, çetin oluştur ve karşı koymadır. Dolayısıyla tek, çiftten
daha üstündür.
3) Tek olan
sayının mutlaka, iki kısmından birisi çift, diğeri ise, tekdir. O halde, bu
demektir ki tek sayıda, aynı hem çift, hem de tek vardır. Halbuki, çift olan
sayıda, iki kısımdan her biri, mutlaka çifttir. (İki değişik kısmı) ihtiva eden
ise, böyle olmayandan daha üstündür.
4) Çift
olma, iki kısmından her birinin, diğerine, zât, sıfat ve mikdar bakımından denk
olması demektir. Bütün mükemmellikler bunun için bulunmakta olup, aynısı,
başkası için de söz konusu olunca, bu mutlak anlamda mükemmellik olmuş olmaz.
Ama, tek olana gelince, tek oluş sadece ona ait olup, ondan başkasında ve
benzerinde söz konusu değildir. O halde bu demektir ki, bu anlamdaki mükemmellik,
başkasına değil, sadece ona aittir. Dolayısıyla da, tek oluş, daha üstün olmuş
olur.
5) Çift
sayıda, mutlaka iki kısımdan her biri, diğerine, bazı bakımlardan denk, bazı
bakımlardan ise ayrıdır. Sayesinde denkliğin, ortaklığın meydana geldiği şey, sayesinde
farklılık ve başkalığın meydana geldiği şeyden başkadır. O halde, bu demektir
ki, her çift, zâtları gereği, mümkinü'l-vücutturlar (var olmaları başkasına
bağlıdır). Her mümkin varlık ise, muhtaçtır. Böylece, çift olmanın, muhtaç
oluşun kaynağı olduğu sabit olmuş olur. Tek oluş ise, müstağni ve müstakil
olmanın kaynağıdır. Çünkü çift sayı, bu teklerden her birine muhtaçtır. Ama, bu
tek sayılardan her birisi, çift sayılardan müstağnidir. Böylece, çift
sayıların, mümkin, muhdes ve mahlûk oldukları, tek'in ise, kendi başına,
müstakil olarak kaim olabilen, kendisi dışındaki her şeyden müstağni olduğu
ortaya çıkar. İşte bundan dolayıdır ki, Cenâb-ı Hak, "Bütün (mahlûkları),
sınıf sınıf yaratmış.." buyurmuştur.
[21]
Sekizinci Srfat:
Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizin için gemilerden, hayvanlardan bineceğiniz şeyleri
halketmiştir.." ayetinin beyan ettiği husustur. Çünkü yolculuk, ya deniz
ya da kara yolculuğu şeklinde olur. Deniz yolculuğunda taşıyan, gemidir, kara
yolculuğunda taşıyan ise, hayvanlardır. Burada, şöyle iki soru sorutabilir:
[22]
Birinci Soru: Cenâb-ı
Hak ayetteki, yerine, niçin dememiştir? Alimler buna birkaç bakımdan cevap
vermişlerdir:
a) Ebû Ubeyde, "Ayetteki zamirin müzekker
getirilişi, Cenâb-ı Hakk'ın, U lafzından
dolayı olup, ifadenin takdiri, şeklindedir" demiştir.
b) Ferrâ şöyle der: "Cenâb-ı Hak, buradaki
kelimesini, tıpkı ceyş, cünd kelimeleri gibi, kendisinde, çoğulluk anlamı
bulunan müfred'e muzaf kılmıştır. İşte bundan dolayı zamir, müzekker kılınmış;
"zuhur" kelimesi de çoğul getirilmiştir.
c) Buradaki
müenneslik, hakiki müenneslik değildir. İşte bundan dolayı buradaki lafız,
farklı olabilmiştir. Ki bu tıpkı, "Benim yanımda, sana muvafakat eden
kadınlar vardır" denilmesi gibidir.
İkinci Soru:
Arapça'da, "hayvanlara bindiler" ve "gemilere bindiler"
denilir. Halbuki, ayette Cenâb-ı Hak, her iki cinsi de zikretmiştir. O halde
daha nasıl, sadece buyurmuştur?
Cevap: Kuvvetinden
dolayı, vasıtasız, yani harf-i cersiz müteaddi olan taraf, vasıta ile (harf-i
cer ile) müteaddi olan tarafa üstün tutulmuştur.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
sonra üzerlerine yerleşince, Rabbinizin nimetini iyice düşünesiniz...
diye.." buyurmuştur. Allah'ın nimetlerini anmak demek, o kimselerin o
nimetleri kalblerinden çıkarmamaları demek olup, bu zikir, anış, kişinin, Allah
Teâlâ'nm denizin sathını, rüzgârları ve geminin kütlesini, insanın, o gemiyi
istediği ve dilediği tarafa evirip çevirebileceği bir biçimde yaratmış olduğunu
bilmesi demektir. Binâenaleyh, insanlar, denizin, rüzgârların ve geminin,
insanın istediği tarafa evirip çevireceği bir biçimde yaratılmasının, insanın
tedbirinden değil, tam aksine Hakîm, Alîm ve Kadir olan Allah'ın yönetimi ite
olduğunu bildiğinde, bunun Allah'tan kaynaklanan yüce bir nimet olduğunu anlar
da, işte bu durum, insanı, Allah'a boyun eğmeye, O'na itaata ve O'nun sonsuz
nimetlerine şükretmeye sevkeder.
[23]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Bunları, bize râm eden Allah'ın sânı ne yücedir, münezzehtir! Yoksa biz
bunlara güç yetiremezdik.." diyesiniz.." buyurmuştur. Bil ki, Cenâb-ı
Hak, gemiye binmek için, muayyen, belli bir zikir tayin etmiştir ki, bu,
"Onun akması da, durması da Allah'ın adıyladır"(Hûd, 41) ifadesidir.
Hayvanlara binmek için
de, bir başka zikir belirlemiştir ki, bu da, "Bunları bize musahhar,
hizmetçi eden Allah'ın sânı ne yücedir, münezzehtir!" ifadesidir. Evlere,
konak yerlerine girerken de, bir başka ifadeyi belirlemiştir ki, bu da, Cenâb-ı
Hakk'tn "Rabbim, beni bereketli bir menzile kondur.. Sen konaklatanların en
hayırlısısın..."
(Mü'mln, 29)
İfadesidir.
Bu husustaki sözün özü
şudur: İnsanın üzerine bindiği o hayvan, mutlaka ve mutlaka, insandan çok çok
kuvvetlidir. Üstelik, kendisinin insana boyun eğmeye sevkeden bir aklı da
yoktur. Ancak ne var ki, Cenâb-ı Hak, o hayvandan böylesi bir yararlanmanın
olabilmesi için, hem dış yaratılışı, hem de iç yaratılışı açısından o hayvanı,
hususî birtakım özelliklerle donanmış olarak yaratmıştır. Onun dış yaratılışına
gelince, o, dört ayağı üzerinde yürür. Böylece de onun dışı, insanın üzerinde
durmasının çok güzel ve uygun olan bir yer gibi olur. İç yaratılmasına gelince,
o hayvan, onca kuvvetine rağmen, Allah Teâlâ onu, insanın emrine amade kılıp
inkiyad eder bir biçimde yaratmıştır. İnsan işte bu enteresanlıklar hususunda iyice
düşünüp, aklıyla, bu sırlar denizine dalınca, işte bu sonsuz ve ezici kudret ve
hikmetinden ötürü duyduğu hayret büyür de, işte o zaman mutlaka, "Bunları
bize râm eden Allah'ın sânı ne yücedir, münezzehtir! Yoksa, biz bunlara güç
yetiremezdik.." der. Ebû Ubeyde, "O, onu hakimiyeti altına
almıştır" anlamında, Arapça'da ifadesinin kullanıldığını söylerken,
Vahidî, bu ifadenin iştikakının, Arapların deyimlerinden olduğunu söyler. Yine,
"Güç kuvvet bakımından onun dengiyim" anlamında, deyimi kullanılır.
Buna göre, ayetin anlamı, "Biz insanlarda, bu hayvanı ve bu gemiyi, zapt
ve rabt altına alabilecek kudret ve kuvvet yoktur. Binâenaleyh, ilmi, hikmeti
ve mükemmel kudretiyle bunları bizim emrimize amade kılan Allah'ı takdis
ederiz.." şeklindedir. Keşşaf sahibi, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, ayaklarını
özengiye koyduğunda, "Bismillah" dediğini, hayvanın üzerine dimdik
oturduğunda da, "el-Hamdu lillâhi alâ külli hâlin; sübhâneliezî sehhara
lenâ hazâ... Ve mâ künnâ lehû mukrinîn ve Innâ İlâ Rabbinâ le
munkalfbûn.." dediğini rivayet etmiştir. Kadî, tefsirinde, Ebû Muhled'den,
Hz. Hasan İbn Ali (r.a)'nin, şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hz. Hasan,
hayvana binip de, "Sübhâneliezî sehhara lenâ hazâ..." diyen birisini
gördü, bunun üzerine ona, "Bununla emrolunmadın, sen "el-Hamdüiillâhi'Hezî
hedânâ li'l-İslâmi, el-Hamdüllllahi'llezî menne aleynâ bi Muhammedin (s.a.s),
ve'l-hamdu lillflhillezîcealena mln hayrl ümmetin uhricet linnâsi.."
demek, dıaha sonra da, "Sübhâneliezî sehhara lenâ hazâ.." söylemekle
emrolundun..." dedi.
Yine Hz. Peygamber
(s.a.s)'den şu rivayet edilmiştir: O yolculuğa çıkmak isteyip de, binitine
bindiğinde, üç defa tekbir alır, sonra "Sübhâneliezî sehhara lenâ
hazâ..." der, daha sonra dat "Allah'ım, bu yolculuğumda senden,
iyiliği, takvayı ve razı olacağın amelleri yapmaya beni muvaffak kılmanı
istiyorum! Allah'ım, bu yolculuğu bize kolaylaştır; yerin uzaklığını bize
yakınlaştor!Allah'ım, bu yolculuğumda sen yoldaşım ve ehlime bıraktığım
halifemsin. Allah'ım, yolculuğumuzda bize yoldaş ol ve ehlimiz hususunda da
bize halef ol!" derdi. Evine döndüğünde de, "Bizler, Rabbimize, tevbe
ediciler, dönücüler ve hamdedicileriz.." derdi.
[24]
Keşşaf sahibi şöyle
der: "Bu ayet, şu bakımlardan, Cebriyye (ehl-i sünnet)nin görüşünün aksine
delâlet eder:
1) Allah
Teâlâ, , buyurmuş, bu ifadenin başına,
"için" anlamına gelen lâm'ı getirmiştir ki, bu Allah
Teâlâ'nın, bizden, bu fiili yapmamızı istediğine delâlet eder. Ki bu da,
Cebriyye (ehl-i sünnet)'nin, Allah Teâlâ, insanlardan küfrü de, inkârı da
ısrarı da,murad etmiştir" şeklindeki görüşlerinin bâtıl olduğuna delâlet
eder.
2) ifadesi, Allah Teâlâ'nın, fiillerinin,
birtakım maksat ve gayelere bağlı olduğuna delâlet eder.
3) Allah
Teâlâ'nın bu hayvanları bu vasıflarda yaratmasının sebebi, sırf kullarından
şükür sâdır olması içindir. Binâenaleyh, şayet kulun fiilini Allah Teâlâ
yaratmış olsaydı, o zaman ayetin
manası, "Ben bu
hayvanları, kulumun lisânında,
dilinde. "Sübhanellezî sahhara lenâ..." ifadelerini yaratmam
için halkettim.." şeklinde olurdu. Halbuki bu, bâtıldır. Çünkü Allah
Teâlâ, bu vasıtalar olmadan da bu lafızlar kulunun dilinde yaratmaya kadirdir.
Bil ki, bu izahlara
karşı verilecek cevap malumdur, bunları tekrar etmenin bir anlamı yoktur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Biz mutlaka neticede Rabbimize dönüp gidicileriz..."
(diyesiniz)" buyurmuştur. Bil ki bu sözün, daha Öncekilerle ilgisj şudur:
Gemiye binmek tehlikelidir. Bazan gemi parçalanıp yolcuları helak olabilir.
Hayvana binmek de böyledir. Çünkü hayvan için de, binicisinin helakine sebep
olacak umulmadık şeyler olabilir. Durum böyle olunca da, gemiye binmek de,
hayvana binmek de insanın kendini tehlikeye atmasını gerektirir. Binâenaleyh
binenin, ölümü hatırlaması ve şüphesiz (bir gün) yok olacağını, Allah'a
döneceğini ve Allah'ın kaza ve kaderinden bir kurtuluşun olmadığını hatırlaması
gerekir. Öyle ki bu sakıncalar onun başına tesadüfen gelecek olsa, ölüme
hazırlanmış ve ölümü gönlüne yerleştirmiş olur.
[25]
"Böyle iken
kullarından kiminin, O'ndan bir parça olduğunu iddia ettiler. Gerçekten insan
açıkça "keför"dur. Yoksa O, yaratmakta olduklarından,
kızlar edindi de, oğulları size mi ayırıp seçti?
Onlardan biri, benzerini
Rahman'a isnâd ettiği
şeyle müjde verildiği zaman, o insan, gamla dolar ve
âdeta dilsiz halde, yüzü kapkara kesilir. (Onlar) süs
içinde yetiştirilmekte olup
da, mücâdeledeki
(hüccetini) açıklayamayan kişiyi mi (Allah'a nisbet
ediyorlar?) Onlar, O Rahman'm bizzat kullan olan
meleklerin de dişi
olduğunu söylediler.
Onlann yaratılışında hazır mı idiler?! Onların, (bu yalan)
şâhidlikleri kaydedilecek ve onlar (bu hususta)
sorguya çekileceklerdt"
(Zuftnıf, 15-19).
[26]
Bil ki Allah Teâlâ,
"Eğer onlara, "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorarsan,
elbette ... "Allah yarattı" derler"(Zuhruf,9) buyururca, onların
bunu kabul etmelerine rağmen, Allah'ın kimi kullarını onun bir parçası
saydıkların anlatmıştır. Bundan maksadı da, onların akıllarının azlığına ve
tutarsızlığına dikkat çekmektir. Ayetle ilgili birkaç mesele var:
[27]
Ebû Bekr'in rivayetine
göre Âsim, Kur'ân'ın her yerinde, zâ'nın ve hemzenin zammesiyle jj? şeklinde
okumuştur.
Kelimenin her iki
şekli de kullanılan lehçelerdir. Hamza ise, vakf yaptığında (bu kelimede
durduğunda), hemzesiz olarak, (cüzfi) şeklinde durur.
[28]
"Kullarından
kimini O'na bir cüz (parça) isnâd ettiler" ifadesiyle ne kastedildiği
hususunda şu iki görüş ileri
sürülmüştür:
1) Meşhur
olan görüşe göre, bu ifade ile, müşriklerin, Cenâb-ı Hakk'ın çacuğu olduğunu
söylemeleri kastedilmiştir ki, bunu şu şekilde izah edebiliriz: İnsanın çocuğu,
onun bir parçasıdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s), "Fatıma benden bir parçadır"
buyurmuştur. Aklen de böyledir. Çünkü babadan bir parça (nutfe) ayrılır, sonra
bu parça ana rahminde büyür ve bundan, aynen asıl olan, baba gibi olan bir
insan meydana gelir. Durum böyle olunca da, kişinin çocuğu, kendisinin bir
parçası demektir. Binâenaleyh ayetteki ijU? "kıldılar" ifadesi,
"isnâd ettiler, böyle olduğunu söylediler" demektir. Buna göre mana,
"Onlar, Allah'ın bir parçası olduğunu söylediler. Bu parça da, O'nun
kullarından bir kuldur" şeklindedir.
Bil ki eğer Allah
Teâlâ, "Kullan için, O (Allah'dan)
bir parça kıldılar, isnâd ettiler" demiş olsaydı, bu, onların, bazı
insanlarda, Allah'ın bir parçasının bulunduğunu soytediklerini ifade ederdi ve
bu paıça da, çocuk olmuş olurdu. O halde ayetteki bu ifadenin manası,
"Onlar, Allah'a bir parça isnad ettiler
ve bu parça O'nun kullarından bir kuldur" şeklindedir. Velhasıl, o
müşrikler, Allah'ın çocukları bulunduğunu söylediler. Bunu izah için alimler
birtakım izahlar yapıp şöyle dediler: "Arapça'da "cüz",
"dişi" demektir." Bunu söyleyenler, görüşlerini isbat için, şu
iki beyti delil getirdiler.[29]
"Eğer, bir hür
kadın bir gün, kız çocuğu doğurmuşsa, buna şaşmamalı.. (Zira), zeki bir hür
kadın da bazen kız çocuğu doğurur"
"Evs kabilesi
kızlarından, hep kız doğuran biriyle evlendirildim.. Ki, o kızlar evlerinde
hep, yumuşak böğürtlen ağacından yapılmış eğerceklerle ip bükerler.."
Zeccac, Ezherî ve
Keşşaf sahibi (Zemahşerî), bu kelimenin bu manada olduğunu söylemenin yanlış ve
bu beyitlerin uydurma olduğunu iddia etmişlerdir.
2)
"Ayetteki bu ifade ite, Allah'a ortak koşma (şirk) kastedilmiştir. Çünkü o
müşrikler, Allah'ın ortakları bulunduğunu söylerlerken, bütün kızların Allah'ın
değil, bazısının da başka (tanrıların) kızları olduğunu iddia etmişlerdir.
Binâenaleyh bu müşriklerin, kulların hepsinin Allah'a ait olmadığını, bir
kısmının Allah'ın, bir kısmının başkalarının olduğunu söylemişlerdir."
Ayetin bu manada olduğunu söyleyenler, "Bu görüşün birincisinden daha evlâ
oluşunun delili şudur: Eğer bu ayeti, Allah'ın ortakları olmadığı manasına
alır, bundan sonraki ayeti de, Allah'ın çocukları olmadığı manasına alırsak,
ayet, bütün bâtıllara karşı toptan bir reddiye olmuş olur" dediler.
[30]
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, "O, yaratmakta olduklarından, kızlar edindi de, oğullan size mi
ayinp seçti?!" buyurmuştur. Bil ki Allah Teâlâ bu münazarayı, en güzel bir
şekilde sıralamıştır. Çünkü o, kendisinin çocuğu bulunamayacağını anlatmış,
çocuğunun olmasının farzedilmesi halinde bu çocuklarının kız olmasının
imkânsızlığını beyân etmiştir. Çocuğunun bulunamayacağının izahı şöyle
yapılabilir: Çocuk, hiç şüphe yok ki babadan bir parçadır. Parçası bulunan şey
ise, "mürekkeb" varlıktır. Her mürekkeb ise, "mümkin"
varlıktır. Hem sonra, böyle olan şey, birleşmeyi, ayrılmayı, biraraya gelmeyi
ve dağılmayı kabul eder demektir. Bunları kabul eden şey ise, sonradan var
olmuş ve yaratılmış bir (kuldur). Dolayısıyla böyle olan, kadîm ve ezelî bir
ilah olamaz.
İkinci hususa, yani
Allah'ın çocuğu olduğu farzedilmesi durumunda, bu çocuğun kız olmasının
imkânsızlığının izahı da şöyledir: Çünkü oğlan, kızdan daha üstündür.
Binâenaleyh kalkıp, Allah'ın, kendisi için kız çocuklar edinip, erkek çocukları
kullarına nasip ettiğini söylersek, kulların durumunun, Allah'ın durumundan
daha mükemmel ve üstün olması gerekir ki bu, aklın bedaheti ile reddedilen bir
durumdur. Arapça'da,
"Onun için, bu, o
hususta bir ortağı bulunmaksızın tahakkuk etmiştir", "Falanca için
şunu seçtim" manasına: denilir ki
bu tıpkı, "Rabbiniz oğulları size mi seçip verdi" (km, 40) ayetinde
olduğu gibidir.
Daha sonra Hak Teâlâ,
kızların noksan olduklarını şöylece beyan etmiştir:
1)
"Onlardan birine, Rahman'a isnâd ettiği şeyin bir benzen müjde verildiği
zaman, o insan gamla dolar ve (adetâ) dilsiz halde, yüzü kapkara kesilir."
Bu, "Noksanlıkta bu derece Olan bir şeyi, aklı olan insanın Allah'a nisbet
etmesi nasıl uygun olabilir?" demektir.
[31]
Anlatıldığına göre bir
Arabın hanımı kız doğurmuş. Bunun üzerine adam, hanımının bulunduğu evi
terkedince hanımı şu beyti söylemiş:
" Ebû Hamza'ya da
ne oluyor, oğlan doğurmadık diye öfkelenerek, yan i başımızdaki evde yatıp
kalkıyor da yanımıza uğramiyor. Dilediğimizi yapmak (elde etmek) elimizde
değil. Biz ancak, bize verileni alıyoruz."
Ayetteki Jfc kelimesi,
ef'âl-İ nakısamn (noksan fiillerin) pek çoğunun da aynı manaya geldiği gibi,
jU* (oldu) manasındadır. Keşşaf sahibi, mübtedâ-ı mahzûfun haberi olarak ijU ve
3<j^-* şeklinde okunuşu da söylemiştir. Buna göre bu cümle, haber mevkiinde
olur.
2)
"(Onlar) süs içinde yetiştirilmekte
olup
da, duruşmada (hüccetini) açıklayamayan kişiyi mi (Allah'a nisbet
ediyorlar)" ayetinin ifade ettiği husus... Bu ifadeyle ilgili birkaç
mesele var:
[32]
Hamza, Kİsâîve Asımın
ravisi Hafs, fiili, yâ'nın zammesi, nûn'un fethası ve sının şeddesiyle, meçhul
olarak
şeklinde okurlarken;
diğerleri, yâ'nın zammesi, nûn'un sükûnu ve şın'ın fethasıyla şeklinde okumuşlardır. Keşşaf sahibi bunun,
U.b' şeklinde de okunduğunu söyleyerek, "inşâ" manasına olarak
"münaşe'e" şeklinde kullanılması tıpkı, "mugalât" fiilinin,
"iglâ" manasında kullanılması gibidir" demiştir.
[33]
Ayetteki bu ifade ile,
yine kızların eksikliğine dikkat çekilmek istenmiştir. Şöyle ki
birtakım süsler içinde büyütülen, aslında noksandır. Çünkü eğer onun
kendinde böyle bir noksanlık olmasaydı, süsle-püsle tezyine ihtiyaç duymazdı.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, onun durumunun eksikliğini, 'Vuruşmada (hüccetini) açıklayamadan"
iadesiyle belirtmiştir. Bu, "Kız-kadın, mücâdele ve çekişme ihtiyaç
duyduğu zaman bunu hakkıyla yapamaz ve delilini ortaya koyamaz. Çünkü dili
tutuk, aklı kıt ve tabiatan biraz ahmaktır. Nitekim, "Kadın, hüccetini
ortaya koymak isteğiyle konuştuğunda, çoğu zaman aleyhine hüccet olacak şeyleri
söyler" denilir. İşte bütün bu izahlar, kadının ileri derecede eksik
olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh bunların, Allah'ın çocukları olduğunu
söylemek nasıl uygun düşer.
[34]
Bu ayet, süslenmenin
kadınlar için mubah, erkekler için
haram
olduğuna delâlet eder. Çünkü Allah Teâlâ, bunu ayıp
ve noksanlığın gerekçelerinden kabul etmiştir.
Binâenaleyh
erkeğin buna yönelmesi, kendisini zillete
düşürmesi demektir ki bu, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in
"Mü'minin kendisini rezil-rüsvay etmesi caiz değildir"
hadisinden ötürü haramdır. Erkeğe uygun olan süs,
Allah'a taat yolunda sabır ve
takva zineti ile
süslenmektir. Sflflî söyle der:
"Bir gün,
koruyucu olarak kanaatkârlık zırhını giydim. Onunla hem şeref ve haysiyetimi
korurum, hem de onu, azık edinirim. Vefasız felekten, (onun musibetlerinden)
hiç çekinmedim. Onun en fazla yapacağı şey, benim üzerime ölümü ve fakirliği
fırlatması olabilecektir. Binâenaleyh ben, ölüm için, Allah (a olan imanımı) ve
O'nun affını, fakirlik içinse, sabır ve katlanmayı hazırladım."
[35]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Onlar, O Rahman 'm bizzat kullan olan meleklerin de dişi olduğunu
söylediler" buyurmuştur. Bununla ilgili birkaç mesele vardır:
[36]
Buradaki
"kıldılar" fiili ile de, "hükmettiler, öyle olduğuna karar
verdiler, söylediler" manası kastedilmiştir
ki bunun peşisıra Cenâb-ı Hak, "Onların yaratılışında hazır mı
idiler?" buyurmuştur. Bu ifadedeki soru, istifham-ı inkârî olup,
"Onlar, melekler yaratılırken orada değillerdi, dolayısıyla bunun aklî
deliller ile bilinmesine imkân yoktur. Naklî delillerin hepsi de, nübüvvet
müessesesinin kabul edilmesine varıp dayanır. Halbuki bu kâfirler nübüvveti de
kabul etmemektedirler. Dolayısıyla böyle bir netice ve hükme, nakfî delillerle
de varmak mümkün değildir" manasındadır. Böylece o kâfirlerin bu iddiayı,
ne kesin, ne zarurî bir delil ile ileri sürmedikleri ortaya çıkar.
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, onları tehdit ederek, "Onların (bu yalan) şâhidlikleri kaydedilecek
ve onlar (bu hususta) sorguya çekileceklerdir" buyurmuştur ki bu, delilsiz
iddianın kötü bir şey olduğuna, taklidin de büyük bir kınama ile çetin bir
azabı gerektireceğine delâlet eder. Muhakkik âlimler şöyle demişlerdir:
"Kâfirler, böyle söylemekle, şu üç bakımdan kâfir olmuşlardır:
a) Allah'a
çocuk isnâd etmek suretiyle,
b) Bu çocuğun kız olduğunu söylemek suretiyle,
c)
Meleklerin dişi olduğunu iddia etmek
suretiyle..."
[37]
Nafî, İbn Kesîr ve İbn
Âmir, nûn ile, kelimesini (Rahman'ın yanındadırlar) şeklinde okumuşlardır. Bu,
Ebû Hatîm'in tercih ettiği kıraattir. Ebû Hatim, bunun
tercih delillerini
şöyle sıralar:
a) Böyle okuma,
(Arai, 206) ve «.& jij (Rad, 43) ayetlerine uygun düşer.
b) Bütün
mahlûkat, zaten Cenab-ı Hakk'ın ibâdı (kulları)dır. Binâenaleyh bunun
"ibâdu'r-rahmân" şeklinde okunuşunda, melekler İçin bir medih söz
konusu olmaz.
c) İfadenin takdiri, "melekler, o
kâfirlerin yanında değil, Rahman'ın yanında (katında)dıriar. Binâenaleyh bu
kâfirler, o meleklerin dişi olduklarını nasıl bilebilirler?" şeklindedir.
Diğer kıraat imamları
ise, bunu iÜ (kullar) şeklinde okumuşlardır ki bu, ya abd veya flbld'in çoğulu
olup, tıpkı kâim, kıyam: ayakta duran, sâlm, slyflm: oruç tutanlar ve
nâim-niyâm (uyuyanlar) kelimeleri gibidir. Bu kıraat da, İbn Abbas (r.a)'ın
kıraat olup, Ebû Ubeyd'in tercihidir. Ebû Ubeyd bu tercihin gerekçesini şöyle
açıklamıştır: "Çünkü Cenâb-ı Hak o kâfirlerin "Melekler Allah'ın
kızlarıdır" şeklindeki sözlerini reddetmiş ve meleklerin kendisinin ancak
kulları olduğunu haber vermiştir. Bu kıraati de "Aksine o (melekler)
şereflendirilmiş kullardır" (Enbiya, 26) ayeti destekler.
[38]
Sadece Nfifî, bundan
sonra şeddesiz, yumuşak ve zammeli hemze ve med ile "eüşhldü şeklinde
okumuştur ki
bu, "Onlar, meleklerin yaratılışında
rjazır mı edildiler?" demektir. Yine Nflfî'nin bunu medsiz ve meçhul
olarak, (e üşhldû) diye okuduğu rivayet
edilmiştir. Diğer kıraat imamları ise, elifin fethasıyla şeklinde okumuşlardır
ki bu, "Onlar orada mıydılar?" demektir.
[39]
Meleklerin insanlardan
üstün olduğunu söyleyenler bu ayeti
delil
getirerek şöyle demişlerdir: "Ayetteki "İbâd" (kullar)
kelimesini
"Ind" (yanında)
şeklinde okuduğumuzda,
bu yanında oluşla,
şüphe yok ki, taatları sebebi ile Allah'a
olan
yakınlıkları ve faziletleri kastedilmiş olur. Üstelik ayetteki hüm (onlar)
lafzı da, nasr (sadece) manasını ifade edip, "Bu yanında oluş, sadece
meleklere hastır" demek olur. Binâenaleyh "hasr" manasına
delâlet eden bu lafız nazar-ı dikkate alındığında, meleklerin, kendileri
dışındaki mahlûkattan daha üstün olmaları gerekir. Bu kelimeyi abd (kul)
kelimesinin çoğulu olarak "ibâd" şeklinde okuyanların kıraatine
gelince, daha evvel, Kur'ân'da geçen "İbâd" kelimelerinin, hep
mü'minler için kullanılan bir lafız olduğunu belirtmiştik. Binâenaleyh bu
ayette geçen, "Onlar Rahman'ın kullarıdır*' ifadesi, kutluğun sadece o
meleklerin ait olduğunu ifade eder. Dolayısıyla, kulluğa delâlet eden bu lafız,
aynı zamanda üstünlük ve şerefe de delâlet edince, kulluğun meleklere hasr
edildiğini gösteren bu ifade, aynı zamanda, fazilet ve şerefin de o meleklerin
hasrına delâlet eder. Bu da meleklerin, diğer mahlûkattan daha üstün olmalarını
gerektirir. Allah en iyi bilendir.
[40]
"Dediler ki:
"Eğer Rahman dileseydi, biz bunlara tapmazdık." Onların bu hususta
hiçbir bilgileri yok. Onlar, yalandan başka hiçbirşey söylemiyorlar.
Yoksa biz, onlara bundan evvel bir kitap verdik de,
şimdi ona mı
tutunuyorlar. (Buna karşı şöyle) dediler:
"Biz, atalarımızı bir ümmet (din)
üzerinde
bulduk ve biz, onların izleri üzerinde doğru yolda bulunmaktayız."
Senden Önce, herhangi bir memlekette, fena akıbetleri
haber verici bir peygamber gönderdiğimizde, oranın refah erbabı mutlaka,
"Biz atalarımızı bir
(din) üzerinde
bulduk. Biz de onların izlerine uyduk" demişlerdir. O peygamberlerden
herbiri şöyle dediler: "Ben atalarınızı üstünde bulduğunuz
dinden daha doğrusunu size getirdimse, (o zamanda mı)
atalarınızın dinine
uyacaksınız."
Onlar da, "Biz, o sizin gönderildiğiniz şeyleri inkâr ediyoruz"
dediler. Bunun üzerine biz de onlardan intikam aldık.
İşte bak,
yalanlayanlann akıbeti nice oldu!"
(Zuhruf, 20-25)
Bil ki Allah Teâlâ o
kâfirlerin küfür ve şüphelerinden bir başka çeşidini de nakletmiştir. Bu, o
kâfirlerin, "Eğer Rahman dileseydi, biz bunlara tapmazdık"
deyişleridir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var:
[41]
Mutezile şöyle der:
"Bu ayet, Cebrlyye'nin (yani ehl-i sünnet'in), "kâfirin küfrü de
Allah'ın iradesiyle meydana
gelir" şeklindeki
görüşlerinin yanlışlığına şu iki bakımdan
delâlet etmektedir:
1) Allah
Teâlâ müşriklerin "Eğer Rahman dileseydi, biz bunlara tapmazdık"
dediklerini nakletmiştir ki bu Cebrlyye'nin görüşünün açıkça aynısıdır. Fakat
Cenâb-ı Hak, kâfirlerin bu sözlerini, "Onlann bu hususta hiçbir bilgileri
yok. Onlar, yalandan başka hiçbirşey söylemiyorlar" buyurarak yanlış
olduğunu söylemiştir. Böylece Cebriyye nin görüşünü sanki önce nakletmiş,
peşisıra da bu görüşün fasit ve bâtıl olduğunu beyan etmiştir. Binâenaleyh
Cebrlyye'nin görüşünün bâtıliığı sabit otur. Bunun bir benzeri de, En'âm
Sûresi'ndeki, "Müşrikler diyecekler ki: "Eğer Allah dileseydi, nebiz,
ne de babalarımız müşrik olmazdık." De ki: "Yanında (buhususta) bir
bilgi (ve delil) var mı? (Varsa), haydi onu bize getirin. Siz/er sadece
zannınıza tâbi ohvor ve sadece yalan söylüyorsunuz" (En'âm, 148) ayetidir.
2) Allah
Teâlâ, bu ayetten Önce, o müşriklerin, küfür ifade eden şu söz ve işlerini de
nakletmiştir:
a) "Kullarından kimini, O (Allah'a) bir
parça isnâd ettiler..."(Zuhrut, ıs).
b) "O Rahman'm bizzat kulları olan
meleklerin de dişi olduğunu söylediler"
{Zuhrırt, 19).
c) "Eğer Rahman dileseydi,
biz bunlara tapmazdık"
{Zuhruf, 20) dediler. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, bu üç hususu ard arda nakledip,
ilk iki sözün kesin küfür olduğu sabit olduğuna göre, bu üçüncü sözün de küfür
olması gerekir."
Bil ki Vahidî,
el-Basît'inde bunlara şu iki şekilde cevap vermiştir:
1) Zeccâc'ın
ifadesine göre, Hak Teâlâ'nın, "Onların bu hususta hiçbir bilgileri
yok" sözü, müşriklerin, "melekler dişidirler" ve "melekler
Allah'ın kızlarıdır" şeklindeki sözleriyle ilgilidir.
2) Kâfirler,
"Eğer Rahman dileseydi, biz bunlara tapmazdık" şeklindeki sözleri
ile, "Biz böyle emrolunduk, Allah buna razı oldu, bizim böyle yapmamızı
emretti, aksini yapmamızı hoş görmedi" manasını kastetmişlerdir."
Bunlar, Vahldî'nin, Mu'tezile'ye karşı verdiği cevaptır.
Bence bu iki izah
zayıftır. Birincisinin zayıflığı şöyledir: Allah Teâlâ, önce müşriklerin iki
bâtıl iddialarını nakletmiş, bunların bâtıt oluşlarının sebebini izah etmiş,
daha sonra da ilk ikisinden tamamen ayrı bir meselede, üçüncü bir görüşü
nakletmiş ve bunun da bâtıl olduğunu beyan edip, bu husustaki tehdidini
(va'îdini) bildirmiştir. Binâenaleyh ilk iki görüşün hemen akabinden gelen bu
bâtıllık hükmünü, daha önce geçmiş ve bununla ilgisi olmayan bir söze vermek,
son derece uzak bir şeydir.
İkinci izah da
zayıftır. Çünkü, "Eğer Rahman dileseydi, biz bunlara tapmazdik"
ifadesindeki bu dilemenin ne ile ilgili olduğu açıkça bildirilmemiştir.
Mücmellik delilin hilafınadır. Binâenaleyh ayetin takdirinin, "Eğer
Rahman, bizim onlara tapmamızı
dileseydi, biz bunlara
tapmazdık" şeklinde olması gerekir. Halbuki j) (eğer) kelimesi, bir şeyin
(hususun) bulunmayışından ötürü, bir diğer şeyin yokluğunu anlatır. O halde
ayetteki bu ifade, Allah Teâlâ'nın, onların putlara ibadet etmelerine dâir bir
meşîetinin (dilemesinin) olmadığına delâlet eder ki, bu Cebriyye'nin görüşünün
aynısıdır. Binâenaleyh Allah'ın fasit ve batıl olduğunu bildirdiği husus, bu
husustur.
Bazı kimseler,
Mu'tezile'nin bu istidlaline şu şekilde de cevap vermişlerdir: Kâfirler bu
sözü, istihza ve alay yollu söylemişlerdir. Dolayısıyla ayetteki tenkid ve
kınamayı haketmişlerdir.
(Mu'tezilî olan)
Keşşaf sahibi, bu istidlale karşı şu iki şekilde cevap vermiştir:
a) Ayetin lafzında,
kâfirlerin bunu istihzâvâri söylediklerini gösteren birşey yoktur. Hakkında
delil bulunmayan şeyi iddia etmek, bâtıldır.
b) Allah
Teâlâ, o müşriklerin şu üç şeyi iddia ettiklerini nakletmiştir:
1) Kullarından kimini, Allah'ın bir parçası
(çocuğu) olduğunu iddia ettiklerini,
2) Meleklerin dişi olduğunu söylediklerini,
3)
"Eğer Rahman dileseydi, biz bunlara tapmazdık" dediklerini...
Binâenaleyh kalkar da, "Ayetteki kınama sadece üçüncü söz ile ilgilidir.
Çünkü onlar bunu iştihzâvârî 'değil de, ciddî olarak söylemişlerdir"
dersek, o zaman aynı kınamanın, ilk iki husus hakkında da söz konusu olması
gerekir. Bu durumda da, onların bu şeyleri ciddî olarak söylemiş olmaları
halinde, haklı olduklarına inanarak söylemiş olmaları gerekir. Halbuki bunun
küfür olduğu malumdur. Ama ilk iki husustaki tenkidin, bizzat sözün kendisine,
üçüncü görüşte ise, sözün kendisine değil de, iştihzâvârî söylenmiş oluşuna
yöneltildiğini söylemek, İfâdenin, karışık olması demek olur ki, böyle birşey
Allah'ın kelâmı hakkında caiz olmaz."
Bil ki bu söze karşı,
bence verilecek gerçek cevap, En'âm Sûresi'nde de ifade ettiğimiz şu husustur:
O müşrikler, Allah'ın insanların küfrünü dilemesiyle, iman etmeyi emretmenin
doğru olmayışına istidlalde bulunup, böylece de "emir" ile
"irade" (dileme)nin aynı şey olması gerektiğine inandıkları için, bu
sözü söylemişlerdir. Biz (ehl-i sünnete) göre bu bâtıldır. Binâenaleyh, o
müşrikler bu kınamayı, sırf "Allah kâfirin küfrünü de irade eder"
şeklindeki inançlarından ötürü değil, aksine, "kâfirin
küfrünü Allah irade ettiğine göre, kâfire imanı
emretmesinin kabîh olması gerekir" diye inandıkları için müstahak
olmuşlardır. İşte biz, bu ayetlerde söz konusu olan kınama ve tenkidi bu manada
alırsak, Mu'tezile'nin bu ayetle istidlali düşer. Bu izahın tamamı En'âm
Sûresi'nde geçmiştir. Allah en iyi bilendir.
[42]
Allah Teâlâ,
müşriklerin bâtıl inançlarını nakledince, "Onların bu hususta hiç bir
bilgileri yok. Onlar, yalandan
başka hiçbir şey
söylemiyorlar" buyurmuştur. Bunu şöyle izah ederiz: Sanki şöyle denilmek
İstenmiştir: "Müşrikler, "Allah kâfirin küfrünü murad edip, kâfirde,
buna sebep olan şeyleri yaratınca, kâfire imanı emretmesinin çirkin olması gerekir.
Çünkü böylesi bir emir ve tehdit, şu görünür âlemde (dünyada, insanlar
arasında) bile çirkin kabul edilir. Binâenaleyh bunun, gayb âleminde de kabîh
(çirkin) olması gerekir" demektedirler. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak,
"Onların bu hususta hiçbir bilgileri yok" buyurmuştur ki bu şu
manayadır: "Onların, bu kıyasın doğruluğuna dair bir bilgileri yok. Çünkü
insanlardan birisinin fiil ve hükümleri, Allah'ın dışında kalan herşeyin
maslahatların (iyiliklerin, faydaların) bulunmasından istifade ettiği, fasit
(kötü) şeylerin bulunmasından zarar gördüğü için, maslahatların ve
mefsedetlerin nazar-ı dikkate alınmasına bağlıdır. Binâenaleyh insanın tabiatı
ve aklı, hüküm ve fiillerini, maslahatların gözetilmesine dayamaya sevkeder.
Fakat Allah Sübhanehû ve Teâlâ, hiçbirşeyden istifade etmez ve hiçbirşey O'na
zarar veremez. Arada böylesine büyük bir farkın bulunuşu aşikâr iken, Allah'ın,
hüküm ve fiillerini maslahatların (menfaatlerin) gözetilmesine dayandırdığı
nasıl söylenebilir? O halde, "Onların bv hususta hiçbir bilgileri
yok" ayeti, "Onların, gayb âleminin, dünyaya kıyasının doğruluğu
hususunda bir bilgileri yok (yani bu iki âlem, birbirine kıyas edilemez)"
manasınadır
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Onlar yalandan başka hiçbirşey söylemiyorlar" buyurmuştur ki bu,
"Bu kıyasın doğru olup olmadığını kesin bilmediklerine göre, kesin aklî
delil ile, onların bu kıyasta yalancı ve uydurmacı oldukları anlaşılır. Çünkü
her bakımdan menfaat ve zarardan münezzeh olan zatı, bazı şeylerden istifade
eden ve bazı şeylerden zarar gören muhtaç bir varlığa kıyas etmek, aktın açıkça
bâtıl olduğunu gösterdiği yanlış bir kıyastır" demektir.
[43]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Yoksa biz, onlara bundan evvel bt kitap verdik de, şimdi ona mı
tutunuyorlar?" buyurmuştur. Bu, "Cenâb-ı Hakk'ın, onlardan naklettiği
bu bâtıl görüşün doğruluğunu, onlar akıl ile ya da nakil ile anladılar"
demektir. Bu işin akıl ile isbat edilmesine gelince, bu bâtıldır; zira, Cenâb-ı
Hak, "Onların bu hususta hiçbir bilgileri yok. Onlar, yalandan başka
hiçbir şey söylemiyorlar" buyurmuştur. Bunu nakil ile isbat etmek de,
batıldır. Zira Cenab-ı Hak, "Yoksa biz, onlara bundan önce bir kitap
verdik de, şimdi ona mı tutunuyorlar?" buyurmuştur. ifadesindeki -hû
zamiri, ya Kur'ân'a ya da
peygambere râcî olup,
buna göre mana, "Onlar, bu batıl şeyi, Kur'ân'dan önce indirilmiş olan
kitapta buldular mı ki, böylece onların buna dayanmaları, buna tutunmaları caiz
olabilsin?!" şeklinde olup, bundan maksat da, bunun, bir inkâr ve
yadırgama sadedinde zikredilmesidir. Buna ne aklî delilin, ne de naklî delilin
delâlet etmediği sabit olunca, bu hükmün, böyle bir şeyin bâtıl olması gerekir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "(Buna karşı şöyle) dediler: "Biz, atalarımızı bir ümmet (din)
üzerinde bulduk. Ve biz, onların izleri üzerinde doğru yolu bulmuşuzdur"
buyurmuştur. Ki bu, "Allah Teâlâ, onların, bu görüşlerinin doğruluğuna
dair asla bir delillerinin bulunmadığını beyan edince, onları buna sevkeden
sebebin, sadece katıksız taklid olduğunu da beyan buyurmuştur" demektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, cahillerin, taklid yoluna tutunmalarının ta eskilerden beri sürüp gelen
bir iş olduğunu beyân etmek üzere: "Senden evvel herhangi bir memlekete,
fena akıbetleri haber verici bir peygamber gönderdiğimizde, oranm refah erbabı
mutlaka, "Biz atalarımızı bir ümmet (din) üzerinde bulduk. Biz de onların
izlerine uyduk...'1 demişlerdir" buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[44]
Keşşaf sahibi şöyle
der: "Ayetteki y! kelimesi, kesre ile (immetin) şeklinde de, okunmuştur ki,
her ikisi de,
kastetmek anlamında
olan umum kökündendir. O halde ümmet, tıpkı "kendisine doğru seyahat
edilen şey" hakkında kullanılan rihle gibi, "kastedilen yol"
anlamındadır. İmme kelimesi ise, kastedilen kimsenin üzerinde bulunduğu hâl,
durum demektir.
[45]
Allah'ın kitabında,
taklidin yanlış olduğu hususunda sadece
bu
ayet bulunmuş olsaydı bile, yeterdi. Çünkü Allah Teâlâ,
bu
kâfirlerin benimsedikleri görüşü
ortaya koymaları
hususunda, ne aklî ne
de naklî herhangi bir delile tutunma-dıklannı beyan etmiş, bunun peşinden de,
bunların bu görüşü, geçmişlerini ve atalarını taklid etmek suretiyle
benimsediklerini belirtmiştir. Allah bütün bu hususları kınamak için
zikretmiştir ki, işte bu, taklide tutunmanın bâtıl olduğuna delâlet eder. Aklî
bakımdan da, taklidin kötü bir şey oluşunun delili şudur: Taklid, bâtılı
savunan ile haktan yana olan arasında ortak bir noktadır. Çünkü, bâtılı
savunanlar içinde mukallitler bulunabileceği gibi, hakkı savunanlar içinde de
mukallitler bulunabilir... Binâenaleyh, taklit hakka İleten bir yol olmuş
olsaydı, bir şeyin hem kendisinin hem de o şeyin zıddımn hak olması gerekirdi..
Halbuki bunun bâtıl olduğu malumdur.
[46]
Allah Teâlâ,
kişiyi taklide yöneltenin,
dünyadaki lezzetlerden yararlanma, tenbellik ve çalışmama tutkusu
ile, İstidlalde bulunma, tefekkür
etmenin zorluklarına
katlanma konusunda
duyulan öfke olduğunu beyan buyurmuştur. Zira Cenâb-ı Hak, "... oranın
refah erbabı mutlaka, "Biz atalarımızı bir ümmet (din) üzerinde
bulduk.." demişlerdir" buyurmuştur. Mutrefün, nimet ve refahın,
kendilerini şımarttığı kimseler, demektir. Binâenaleyh, bunlar ancak şehevî ve
eğlendirici şeyleri severler; hakkı talep etme yolundaki sıkıntılara
katlanmadan da hiç hoşlanmazlar.
Bunu iyice kavradığına
göre, şimdi sen, bütün belâların başının, dünyayı ve maddî lezzetleri sevmek
olduğunu; bütün hayır ve güzel şeylerin başının da, Allah ve ahiret yurdunu
sevmek olduğunu anlamış oldun.. İşte bundan doıayıdır ki, Hz. Peygamber (s.a.s)
"Dünya sevgisi, her günahın başıdır"[47]buyurmuştur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, peygamberine, "Ben atalarınızı üstünde bulduğunuz dinden daha
doğrusunu size getirdimse (o zamanda mı) atalarınızın dinine
uyacaksınız.." demesini emretmiştir. Ki bu, "Sizin atalarınızın dininden
daha güzelini de mi getirsem?!.." demektir. İşte bu noktada, Cenâb-ı Hak
onların, "Biz, atalarımızın dini üzere kalacağız. Ondan ayrılmayacağız.
Sen bize, ondan daha doğru olanını getirsen bile, "biz, seninle gönderilen
şeyleri inkâr ediyoruz.." Bu, her ne kadar, bizim üzerinde bulunduğumuzdan
daha doğru olsa bile..." dediklerini beyan buyurmuştur. İşte bu noktada,
artık onlar için, herhangi bir mazeret, tutunacakları herhangi bir delil
kalmadığı için, Cenâb-ı Hak, "Bunun üzerine biz
de, onlardan intikam aldık. İşte hak, yalanlayanlarının akıbeti nice
oldu!" buyurmuştur ki, bununla, kâfirleri tehdit kastedilmiştir. Allah en
iyisini bilendir.
[48]
"Bir zaman da
ibrahim, babasına ve kavmine, "Ben, gerçekten sizin
tapmakta olduklarınızdan uzağım, yalnız beni yaratan
müstesna. Şüphe yok
ki O, beni doğru yola
muvaffak edecektir" demişti. (İbrahim) bunu, rücû
etsinler diye, zürriyeti arasında bakî bir kelime
yaptı. Daha doğrusu ben,
onları da, atalarını
da, kendilerine hakkı açıklayan bir peygamber gelinceye
kadar faydalandırdım. (Fakat) kendilerine o hak
gelince onlar, "Bu, sihirdir.
Biz
onu inkâr ediyoruz..." demişlerdir"
(Zubrul, 26-30).
Bil ki, Allah Teâlâ
bir önceki ayette, o kâfirleri, bu bâtıl sözleri söylemeye davet eden şeyin,
sırf atalarını, geçmişlerini taklit etmek duygusu olduğunu, bu yolun bâtıl bir
yol, yanlış bir metod olduğunu ve delile müracaat etmenin taklide tutunmaktan
daha evlâ olduğunu beyan Duyurunca, bunun peşinden işte bu ayetleri de
getirmiştir ki, bundan maksat, taklid görüşünün yanlışlığına delâlet eden diğer
bir hususu belirtmektir. Bu hususu şu iki bakımdan izah edebiliriz:
1) Allah
Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s)'in, delile istinaden, müdellel olarak, atalarının
dininden kendisini tebrie edip uzak gördüğünü anlatmıştır. Şimdi biz diyoruz
ki, dinler hususunda ataları taklid etmek, ya haram olur, ya da caiz. Eğer bu
haram ise, taklid görüşü bâtıl olmuş olur. Eğer caiz ve mümkün ise, Arapların
atalarının en şereflisinin İbrahim (a.s) olduğu malûmdur. Çünkü Arapların,
İbrahim (a.s)'in zürriyetinden olmaları dışında, başka herhangi bir övgü ve
şeref vesileleri yoktur.
Durum böyle olunca da,
ataların en şereflisi olan bu atayı, Hz. İbrahim (a.s)'i taklit etmek,
diğerlerini taklit etmekten daha yerinde ve uygun olur. Hz. İbrahim (a.s)'i
taklit etmenin, başkalarını taklit etmekten daha evlâ olduğu sabit olduğuna
göre şimdi biz diyoruz ki, Hz. İbrahim (a.s), babalarının dinini terkedip,
delile tutunmanın, atalara uymaktan daha evlâ olduğunu söylemiştir. Durum böyle
olduğuna göre, hem ataları taklit etmeyi terketme, hem de delili taklide tercih
etme hususunda, Hz. ibrahim (a.s)'i taklit etmek gerekir.
Bunun da böyle olduğu
sabit olunca, şimdi biz diyoruz ki: Taklidin vücûbiyyetine dair olan görüş,
(Hz. İbrahim (a.s)'in dışındakiler!) taklitten men etmeyi gerektirir. Varlığı,
yokluğuna götüren şey ise, bâtıldır. Binâenaleyh (mutlak anlamda), taklid
görüşünün bâtıl olması gerekir. İşte bu anlattığımız, taklidin bâtıl olduğunu
gösterme hususunda, ince bir yoldur ki, bu ayetle kastedilen de budur.
2) Gerek
dinî gerekse dünyevî hususlarda taklidi bırakıp delile tutunmaya .: ?eimenin
daha evlâ olduğu hususundaki ikinci delilimiz de şudur: Allah Teâlâ, Hz.
ibrahim (a.s), atalarının yolunu bırakıp delile uyduğu için, hiç şüphesiz Hz. İbrahim
a.s)'in dinini ve yolunu, zürriyeti arasında, Kıyamete değin baki bırakacağını
beyân Duyurmuştur. Atalarının dinleri ise, sona ermiş ve bâtıl olmuştur.
Böylece, delile tâbi : -aya yönelmenin, Kıyamete değin, eseri ve izi
medholunmuş olarak kalacağı; taklid •* taklîdde ısrarın eserinin ise, son
bulacağı, dünyada ondan hayır namına, eser ve
iz namına hiçbir şeyin kalmayacağı sabit olmuş olur. Böylece de, bu iki
izah sayesinde, delile tabi olmanın ve taklidi terketmenin daha evlâ olduğu
ortaya çıkmış olur ki, işte bu ayetin asıl maksadı da budur. Şimdi biz, ayetin
lafızlarının tefsirine geçelim.
Ayetteki, "Ben,
gerçekten, sizin tapmakta olduklarınızdan uzağım" cümlesine gelince,
Kisâî, Ferrfl, Müberred ve Zeccâc. bu ayetteki berâ kelimesinin, tıpkıve kelimeleri
gibi, tesniye ve çoğul olmayan bir masdar olduğunu, zira Arapların "Ben,
senden berî ve uzağım; biz senden beri ve uzağız.." dediklerini, ama,
O'«tjJi (ikil, tesniye olarak) ve (çoğul olarak) demediklerini, zira bu
durumda, mananın (uzaklık sahibi iki kişi) ve (uzaklık sahibi ikiden fazla
kimse) şeklinde olacağını, ama ve demen
halinde ise, bu kelimeleri tesniye ve çoğul yapabileceğini söylemişlerdir.
Daha sonra Hz. İbrahim
(a.s), kendisini yaratanı bu uzak kalıştan İstisna ederek, "Beni yaratan
müstesna" demiştir ki bu, "Ben, Allah'tan değil, sizin
taptıklarınızdan beriyim, uzağım.." demektir. Buradaki illâ edatının,
(lâkin) manasında olması ve mananın da, "Ancak ne var ki, beni yaratan
müstesna. Çünkü O, beni dinine iletmiş, kendisine itaata muvaffak
kılmıştır.." şeklinde olması da caizdir.
Bil ki, Allah Teâlâ,
Hz. İbrahim (a.s)'in bir başka ayette, "Beni yaratan alemlerin Rabbi
müstesna... O halde O, beni hidayete iletir..." (Suarâ, 77-78» şeklinde
söylediğini, burada ise, Hz. İbrahim (a.s)'in, "Beni, hidâyete
iletecek..." dediğini nakletmiş, böylece bu iki şeyi cem ettiğini ve
kelamın takdirinin adeta "O. beni hidâyete iletir ve o, beni hidayete
iletecek" şeklinde olduğunu belirtmiştir ki, böylece bu ifade, bu
hidayetin hem o anda, hem de ilerde devam edeceğine delâlet eder. üfer) Yani,
İbrahim, konuştuğu o tevhîd kelimesini, yani, "Ben, gerçekten sizin
tapmakta olduklarınızdan uzağım.." ifadesini,
"Tanrıyoktur"yerine; "Beniyaratan müstesna..."ifadesini de
"Ancak Allah vardır" yerine koymuştur. Böylece,
ifadesi,
adeta "La ilahe iltâllâhu..." "Allah'tan başka tanrı
yoktur" cümlesi yerine kullanılmış olur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Hz. İbrahim (a.s)'in, bu kelimeyi, kendi zürriyeti arasında bakî olan ve
devam eden birşey kıldığını ve zürriyeti arasında her zaman, mutlaka, Allah'ın
bir olduğuna inanan ve O'nun birliğine çağıranların bulunacağını, böylece,
umulur ki, onlardan müşrik olanların, Allah'ın; birliğini savunanlann çağrısı
ile dönebileceklerini, beyan buyurmuştur. Ceale fiilinin failinin Allah olduğu
da ileri sürülmüştür. İfadesi tahfif ile (kelmeten) ve kelimesini de şeklinde
okunmuştur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Daha doğrusu ben. onları da, atalarını da, ... faydalandırdım"
buyurmuştur. Yani, "Hz. İbrahim'in torunları olan Mekkelüeri uzun ömürlü
kılmak ve nimetlere gark etmek suretiyle, faydalandırdım da, böylece onlar
benim mühlet verişime aldandılar; nimetlere dalmak, şehevî arzulara tâbi olmak
ve şeytana boyun eğmek suretiyle de, tevhîd kelimesini ihmâl ettiler.."
demektir.. Ta ki, onlara "hak", yani Kur'ân ve "açıklayıcı bir
resul" geldi.. Bu resul, risâletini açıkladı, yanındaki ayetleri,
mucizeleri ve delilleri izah etti, ama. onlar o Resulü yalanladılar, ona
sihirbaz; getirdiğine de sihir adını taktılar ve böylece onu İnkâr ettiler.
[49]
Ayetin kendinden
Öncekilerle münasebeti de şudur: Bu Mekke müşrikleri babalarını taklide
yönelip, hüccet ve deliller hakkında tefekkürde bulunmayınca, Cenâb-ı Makk'ın
kendilerine uzun süre mühlet verişi ve onları dünya nimetleriyle faydalandırmasına
aldandılar da, haktan ve hakikatten yüz çevirdiler.
Keşşaf sahibi şöyle
der: "Şayet, bu ifadeyi tâ'nın fethasıyla (metta'te) şeklinde okuyanların
bu okuyuşlarının sebebi nedir?" denilecek olsa, biz deriz ki, Cenâb-ı Hak
adeta, "... bunu, dönsünler diye, zürriyeti arasında baki bir kelime
yaptı" ayetinin ifade ettiği mana hususunda kendi zâtına âdeta itirazda
bulunarak, "Evet, sen onları uzun ömür ve bol rızkla faydalandırırsan,
onlara bunu verirsen, bu onları işte kelime-i tevhidden alıkor" demek
istemiş ve bununla onları iyice ayıplamak istemiştir. Çünkü, Allah onları
böylesine bol nimetlerden yararlandırınca, onlara düşen, onlara yapması
gereken, bunu, O'na şirk koşmaya ve eşler tanımaya değil de, daha fazla
şükretmeye ve tevhid inancında sebata vesile edinmeleri idi.. Bunun misâli,
kendisine iyilik ettiği kimsenin kötülüğünden yakman kimsenin, kendisine
dönerek, "Yaptığın iyilik ve ihsanlarla, buna sebep olan sensin!"
demesidir ki, bu kimsenin bu sözünden maksadı, kendisinin yaptığını kötülemek
değil, iyiliğe kötülükle mukabele eden kimseyi kötülemektir.
[50]
"Bir de (şunu)
söylediler: "Şu Kuran, iki şehirden birindeki büyük bir adama indirilmeli
değil miydi?'" Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya
hayatında onların maişetlerini bile aralarında, (onlar
değil), biz taksim ettik Kimini, derece derece kiminin üstüne çıkardık ki, bir
kısmı bir kısmını
çalıştırsın. Rabbinin
rahmeti, onların toplayageldiklerinden daha hayırlıdır"
(Zuhruf, 31-32).
[51]
Bil ki bu, Cenâb-ı
Hakk'ın bu sûrede, o müşriklerden naklettiği küfürlerinin dördüncüsüdür. Bu
miskinler şöyle demişlerdir: "Allah'ın risâlet makamı, kıymetli bir
makamdır. Binâenaleyh bu makam ancak, şerefli bir kimseye yakışır."
Onların bu sözü doğrudur, ancak ne var ki onlar bu sözle, söyleşi yanlış bir
mukaddime eklemektedirler: "Şerefli, kıymetli kimse, malı ve makamı çok
olan kimsedir. Halbuki Muhammed, böyle değildir. Dolayısıyla, Allah'ın
risaleti, ona uygun düşmez. Bu makam ancak, şu iki şehrin birinde, yani Mekke
ve Taif'te malı çok ve makamı büyük olan birisine uygun düşer."
Müfessirler,
Mekke'dekinden maksadın Velid ibn Muğfre; Taif tekinden maksadın ise Urve İbn
Mesûd es-Sekafî olduğunu söylemişlerdir.
[52]
Cenâb-ı Mak, onların
bu şüphelerini, şu iki bakımdan çürütmüştür:
a)
"Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar?! ayetinin ifade ettiği
husus.. Cenâb-ı Hakk'ın bu cevabını şu bakımlardan açabiliriz:
1) "Biz dünyadaki makamları da farklı
farklı kıldık.. Ve hiç kimse, onları değiştiremedi.. Böyle olunca, din ve
nübüvvet makam lan ndaki farklılığı, onlar, haydi haydi değiştiremezler."
2) "Bu zenginliğin, falancaya tahsis
edilmesi, bizim hükmümüz ve o kimseye olan lütfumuz ve ihsanımızdan dolayıdır.
Peki, bu serveti ihsan ettik diye nübüvveti de ihsan etmemiz gerektiği nereden
çıkarılıyor? Hiç akıl bunu gerektirir mi?"
3)
"Biz, daha önce geçmiş herhangi bir sebep olmaksızın, insanlara farklı
farklı derecelerde dünya makamlarını ihsan edince, aynı şekilde daha önce
geçmiş bir sebep bulunmaksızın dînî makamları vermede de, farklı farklı
ihsanlarda bulunmamız niçin caiz olmasın?.." İşte, verilen cevabın izahı
bundan ibarettir.
Şimdi biz, ayetin
lafızlarını tefsire yöneliyor ve şöyle diyoruz.
ifadesindeki hemze, istifham; karşı tarafı cehalete nisbet etmeye ve
onların hak'dan yüz çevirişlerinden, tahakküm sevdalarından ve nübüvvet gibi en
ciddi bir işi çekip çevirme iddialarından dolayı taaccüb etmeye delâlet eden
inkarî (red ifade eden) bir hemzedir.
[53]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bu hususa bir misal getirerek, "Dünya hayatında onların maişetlerini
bile aralarında, (onlar değil), biz taksim ettik. Kimini, derece derece kiminin
üstüne çıkardık ki (...)" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele
vardır:
[54]
"Biz kullar
arasındaki bu farklılığı, kuvvetlilik-zayıflık, ilim cehalet,
maharetlılik-aptallıkveşöhretlilik-şöhretsizlik... gibi
hususlarda meydana getirdik. Biz, böyle yaptık, zira
bütün
bu hususlarda herkesi müsavi kılsaydık,
hiç kimse hiç kimseye çalışmaz ve hiç kimse bir başkasının emri altına
girmezdi. Böyle olması halinde ise bu durum, dünyanın harab olmasına, onun
nizamının bozulmasına müncer olurdu. Böyle olmamıza rağmen, hiç kimse bizim
hükmümüzü değiştirmeye ve yargımızın sınırlarının dışına çıkmaya kadir
olamamıştır. Binâenaleyh insanlar, az ve değersiz olmasına rağmen dünya halleri
hususunda hükmümüzden kaçamadığına göre, nübüvvet ve risâlet makamını belli
kimselere tahsis etmemiz hususunda, onların hüküm ve yargımıza itiraz etmeleri
nasıl mümkün olabilir?!" demektir.
[55]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Dünya hayatında onların maişetlerini
bile
aralarında, (onlar değil), biz taksim ettik" buyruğu,
onların hertürlü
maişetlerinin, ancak Allah'ın hükmü ve
takdiri
ile meydana gelmiş olmasını iktiza eder ki, bu, haram ve helâl rızkın hepsinin
Allah'tan olmasını gerektirir.
b) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Rabbinin rahmeti, onların toplayageldiklerinden daha
hayırlıdır.." ifadesinden ne kastedilmiştir? Bu şu şekilde izah
edilebilir: Allah Teâlâ, dini bakımdan bazı lütuf ve rahmetini kullarından
bazısına tahsis edince, işte bu rahmet, o insanların toplayıp bir araya
getirdikleri mallarından daha hayırlı olur. Çünkü dünya, son bulma ve sona erme
ile yüzyüzedir.. Halbuki, Allah'ın lütuf ve rahmeti ise, ebediyen ve daima
kalıcıdır.
[56]
"Eğer (bütün)
insanlar, (küfre imrenecek) bir tek ümmet haline gelmeyecek olsaydı, Rahman'ı
inkâr eden kimselerin evlerinin tavanlarını, üstünden çıkacakları
merdivenlerini, odalarının kapılarını, üzerine yaslanacakları tahtlarını hep
gümüşten yapardık!.. (Onları) altın zinetlerfe boğardık).Bunlann hepsi, dünya
hayatının geçici metâmdan başka şeyler değildir. Ahiret (saadeti) ise, Rabbiniz
katında, (ancak küfür ve günahlardan)
kaçınanlara
mahsustur. Kim Rahman'm zikrinden yüz çevirirse, biz ona, şeytanı musallat
ederiz. Artık bu, onun bir arkadaşıdır.. Şüphesiz ki bunlar, onları yoldan
çıkarırlar. Onlar da, kendilerinin hidâyete erdirilmiş olduklarını
zannederler.. Nihayet o bize geldiği zaman der ki: "Keşke seninle benim
aramda, gün doğusu ile gün batısı arası kadar uzaklık olsaydı.. (Sen) ne kötü
arkadaşmışsm!. (Bütün temenni ve pişmanlığınız) bugün size asla fayda vermez.
Çünkü zulmettiniz. Muhakkak siz de, azâbta ortaklarsınız.."
{Zuhruf, 33-39).
[57]
Bu ifadelerle ilgili
birkaç mesele vardır:
Bil ki Allah Teâlâ,
onların, zenginin fakire tercih edilmesi gerektiği fikrine binâen, ileri
sürdükleri o şüphelerine bir
üçüncü şeyle de cevap
vermiştir ki, o da şudur: Allah Teâlâ, dünya menfaatlerinin ve lezzetlerinin,
kendisi katında önemsiz ve değersiz olduklarını beyan etmiş ve bunların
değersizliğini, ityj iii ^Ûi Ojft JÎ *i jij "Eğer, (bütün) insanlar,
(küfre imrenecek) bir tek ümmet haline gelmeyecek olsaydı..." diye beyan
etmiştir ki bu, "Şayet insanlar, kâfir kimseyi bol rızık ve refah içinde
gördüklerinde, küfre arzu duymayacak olsalardı, hiç şüphesiz nimetlenmeyi
sağlayan pekcok şeyi onlara verirdim. Bu nimetler de:
a) Onların evlerinin tavanlarının gümüşten
olması,
b) Üzerine basıp çıktıkları merdivenlerin
gümüşten olması,
c) Evlerinin
kapılarının ve üzerine yaslanıp oturdukları divanlarının da gümüşten olması.,
dır.." demektir.
[58]
Daha sonra
Cenâb-ı Hak, "(Onları) altm zinetlerfe boğardık)..."
buyurmuştur. Bu kelime iki manaya gelir:
a) Altın.
b) (Genel
anlamda) zinet.. Ki, bunun böyle oluşunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın 'Tam yer,
zinet ve ihtişamını takıp süslendiği zaman.."rvunus,24) ayetidir. Birinci
takdire göre mana, "Biz onlara, bunun yanısıra pekçok altın da
verirdik..."; İkinci takdire göre ise mana, "Biz onlara her konuda
çok ve büyük zinetler verirdik.." şeklinde olur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bütün bunların, dünya hayatının metâı olduğunu beyan etmiştir. Allah
bunlara, "meta" adını vermiştir; zira insan, bunlardan kısa bir
müddet istifade eder, sonra da bu şeyler yok olur giderler.. Ahiret ise,
devamlı ve sürekli olup, o, Allah katında ve O'nun hükmünde, dünyaya
muhabbetten kaçınıp da Mevlâ'yı sevmeye yönelenler içindir. Sözün özü şudur: O
cahil kimseler, peygamberlik makamının, fakirliğinden dolayı Hz. Muhammed
(s.a.s)'e verilmeyip, zengin kimseye verilmesinin daha uygun olacağını
sanmışlardır. İşte böylece de Allah Teâlâ, mal ve makamın kendisi katında önemsiz
olduğunu ve bunların, daima son bulmakla karşı karşıya bulunduğunu; bu iki
şeyin bulunmasının, bir şeref ve kıymet ifâde etmeyeceğini beyan buyurmuştur.
Allah en iyi bilendir.
[59]
îbn Kesir ve Ebû Amr,
cins manasını murad ederek, müfret olarak, sin'in fethası ve kâfin sükûnu ile
sakfen şeklinde okumuşlardır ki, Cenâb-ı Hakk'ın, (Nahi. 26) ayetinde de
böyledir. Diğer kıraat imamları isa, çoğul sîgasıyla sukufen şeklinde
okumuşlardır. Bunun neyin çoğulu olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu
cümleden olarak bu kelimenin, tıpkı (rehin bırakılan şey) kelimelerinde olduğu
gibi, sakf kelimesinin çoğulu olduğu ileri sürülmüştür. Ebû Ubeyd, "Bu
ikisinin bir üçüncü örneği yoktur" derken, bunun, tıpkı j»j kelimesinin
çoğulunun
kelimesinin
çoğulunu da jyj olmaları gibi, kelimesinin çoğulu olduğu
da ileri sürülmüştür. Bu durumda bu kelime, çoğulun
çoğulu olmuş olur.
[60]
Cenâb-ı Hak, "Rahman'ı inkâr eden kimselerin
evlerinin tavanlarını (,..)" buyurmuştur.
Ayetteki, . kelimesi, den bir "bedel-i istimal" dir. Keşşaf
sahibi, kelimesinin şeklinde okunduğunu da söylemiştir. kelimesinin çoğuludur;
yahut da, 'ün çoğuludur ki, £;lw tıpkı, merdiven, iskele vb. şeyler gibi,
yüksek yerlere çıkma aleti, demektir, Yani, "Onlar, o merdivenler üzerine
çıkarlar, yükselirler.." demektir. Ayette kelimesinin mansûb oluşu
hakkında şu iki görüş ileri sürülmüştür:
a) Bu
kelimenin manası, "Biz onların evleri için, gümüşten tavanlar ve onlar
için de zinetler yapardık.." şeklindedir.
b) Kelamın
takdiri, "Gümüşten ve zinetlerden, yani şeklindedir. Harf-i cer
hazfedilince, mecrûr mansûb kılınmıştır.
[61]
Cenâb-ı Hakk'ın, "Bunların hepsi, dünya hayatının geçici metâından başka şeyler
değildir" ayetine gelince, Asım ve Hamza,
mîm'in şeddesi ile, lemmâ şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları
şeddesiz olarak lemâ diye okumuşlardır. Hamza'nın bu ifadeyi şeddeli olarak
lemma okumasına gelince, bu kelimeyi, bu okuyuşuyla illâ anlamına almaktadır.
Nitekim Sîbeveyh, "yapsana!" manasında olmak üzere Arapların,
"Allah aşkına senden, mutlaka yapmanı isterdim.." dediklerini
nakletmiştir. Ki bu kıraati, Übeyy (r.a)'in, şeklindeki kıraati de destekler.
Bu kıraat, bu ayetteki UJ'nın, 1f| anlamında olduğunu göstermektedir.
Bu kelimeyi şeddesiz
olarak okuyanların kıraatine gelince, Vahidî, "Bu kıraata göre, mâ
zâiddir; kelamın takdiri, şeklindedir" demiştir. Ebu'l-Hasen de
"Uygun olan, bunun şeddesiz kıraatidir. Çünkü, 'nın, anlamına geldiği, pek bilinen birşey değildir"
demiştir. Kİsâî'nin de, "Ben, bunun şeddeli olmasının izahını
bilemiyorum.." dediği nakledilmiştir.
[62]
Mu'tezile şöyle
demektedir: "Bu ayet, onlara böyle davranması halinde, bu davranışın
onları küfre sevkedeceği
için, Allah Teâlâ'nın
insanlara dünya nimetlerini vermediğine delâlet eder. Öyleyse bu demektir ki
Allah Teâlâ'nın onlara bunu vermeyişinin sebebi, onları küfre götürmemektir.
Yaptığımız bu izah şöyle birtakım hükümlerin çıkarılabileceğine delâlet eder:
1) Atlah
Teâlâ, o insanlara, kendilerini küfre sevkedecek şeyleri vermediğine göre,
insanlarda küfrü de yaratmamıştır.
2) Lütuf fiillerinin, birtakım mazeretlerin ve
bahanelerin kaldırılmasının yerine geçtiği sabittir. Binâenaleyh Allah Teâlâ,
onların mazeret ve bahanelerini ortadan kaldırmak için bunu yapmadığına göre,
bu, Cenâb-ı Hakk'ın, o insanlara verip lütfettiği o şeylerin, onları imana
sevkedici olmasını gerektirir. Binâenaleyh ayet işte bu bakımdan, Allah
Teâlâ'nın lütuf fiillerini yaratmasının vâcib olduğuna delâlet eder.
3) Bu ayet ile, Allah Teâlâ'nın yaptığı ve yapmadığı
her şeyin, bir hikmet ve maslahattan ötürü olduğu anlaşılır. Bu ise, Allah'ın
hüküm ve tüllerinin birtakım
maslahat, maksad ve
gayelere bağlı olduğuna delâlet eder.
İmdi eğer,
"Cenâb-ı Hakk, kâfirlere nimet kapılarını açması halinde, bunun insanların
küfürde toplanmalarına sebep olacağını; bu yüzden de, insanların imanda
toplanmalarına sebep olması için, müslümanlara bunu vermediğini
bildirmiştir" denilirse, biz (Mu'tezile) buna karşı deriz ki: Böyle olması
halinde insanlar, dünyalık elde etmek maksadıyla İslâm ve imanda birleşmiş
olurlardı. Böyle iman ise, münafıklara yakışır. Dolayısıyla en doğru olan, işin
müslümanlara zorlaştınlmasıdır. Ki böylece İslâm'a giren herkes, İslâm'a,
delillere dayandığı ve Allah'ın rızasını elde etmeye vesile olduğu için girmiş
olur. Dolayısıyla da işte bundan ötürü mükâfaatı büyük olur.
[63]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Kim Rahman'm zikrinden yüz çevirirse biz ona, şeytanı musallat
ederiz." Artık bu, onun bir arkadaşıdır" buyurmuştur. Bununla Cenâb-ı
Hak, dünya âfetlerine dikkatimizi çekmek istemiştir. Çünkü mal ve makam elde
eden kimse, Allah'ın zikrine karşı kör gibi olmuş olur. Böyle olan kimse ise,
sapan ve saptıran şeytanların arkadaşlarından, onlarla oturup kalkanlardan
olmuş olur. İşte bu ayetin, kendisinden önceki ayetlerle münasebetinin izahı
böyledir.
Keşşaf sahibi şöyle
der: Ayetteki, fiili, şîn'ın fethasıyla da okunmuştur. Bu iki okuyuş arasındaki
mana farkı şudur: İnsanın gözünde bir hastalık bulunduğunda, babı kullanılır.
İnsan, gözünde bir hastalık olmadığı halde, sanki kör imiş gibi baktığında,
babı kullanılır. Bunun bir benzeri de, topaJ olan kimsenin yürüyüşünün fiilinin; aslında topal olmadığı halde, topal
gibi yürüyen kimsenin yürüyüşünün fiilinin kullanılmasıdır. Nitekim Hutay'e:
"Sen ne zaman ona
gelirsen, onun ateşinin ışığına kör bakarsın" yani o ateşin büyüklüğünden
ve ışığının yayıldığı alanın genişliğinden ötürü, gözün zayıfladığı için,
kör gibi bakarsın" demiştir. Ayetteki bu fiil, £h
şeklinde de okunmuştur. Buna göre, ayetin başındaki men edatı, şart manasını
ifade etmeyen bir ism-i mevsûl olmuş olur. Böyle okuyan kimse, ayetteki
nukayyıd fiilini de, nukayyidu şeklinde ref ile okuyabilir. Şîn'tn fetha ile
okunması halinde, ayetin manası, "Kim Rahman'm zikrine, yani Kur'ân'a
karşı kör olursa..." şeklinde olur.
Buradaki
"zikir" kelimesine "Kur'ân" manasını verişimiz, "O
(münafıklar) sağırlar, dilsizler ve körlerdir..." (Bakara, ts) ayetinden
ötürüdür. Şîn'ın zammeyle okunması halinde ise, ayetin manası, "Kim
Kur'ân'a karşı körlük taslarsa, yani "Bu Kur'ân'ın gerçek olduğunu bile
bile, cahilce ve körce davranırsa..." şeklinde olur. Bu da,
"Vicdanları buna tam bir kanaat hası! ettiği halde zulm ve kibir ile yine
bunları inkâr ettiler" (Nemi, 14) ayetinin anlattığı manaya işaret
etmektedir. Mukâtil: "Ayetteki, ifadesi, "Biz ona şeytanı ekleriz,
böylece bunlar biribir-lerinin ayrılmaz arkadaşları olurlar"
manasındadır" demiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Şüphesiz ki bunlar, onları yoldan çıkarırlar" yani
"şeytanlar o kimseleri, hak ve hidayet yolundan çıkarırlar"
buyurmuştur. Buradaki "bunlar" ve "onlar" zamirleri,
insanlar ve şeytanlar manasında olduğu için, cemî (çoğul) getirilmişlerdir.
Çünkü "Kim Rahman'm zikrinden yüz çevirirse..." ayetindeki lafızlar
her nekadar müfred ise de, cemî manasındadırlar. "Onlar da kendilerinin
hidayete erdirilmiş olduklarını zannederler" yani, "Şeytanlar
kâfirleri yoldan çıkarırlar; kâfirler de kendilerinin hidayete ermiş
olduklarını sanırlar." demektir.
Cenâb-ı Hak, yine
müfred ifade ile, "Nihayet o bize geldiğinde..." buyurmuştur ki bu,
"O kâfir bizim huzurumuza geldiğinde..." demektir. Fiil, ifil*
(câflnâ) şeklinde de okunmuştur ki bu, "Kâfir ve onu yoldan çıkaran şeytan
bize geldiklerinde..." demektir. Rivayete göre kâfir, Kıyamet günü, kabrinden
dirilip kalktığında, şeytanı onun elinden tutar, ondan ayrılmaz, böylece
Cenâb-ı Hak ikisini birlikte cehenneme atar. İşte bu kâfirin, "Keşke
seninle benim aramda, gün doğuşu ile gün batışı arası kadar uzaklık
olsaydı" deyişinden anlaşılmaktadır. Bu, "Keşke benimle senin aranda,
mümkün olan en büyük uzaklık bulunsaydı" demektir.
[64]
Alimler, ifadesinin
tefsirini şu değişik şekillerde yapmışlardır:
1) Ekser? âlimler, bu ifade ile, "doğu ile
batı arasındaki uzaklık" manasının kastedildiğini; Arapların bir gelenek
olarak, iki zıt şeyden birinin ismini diğeri yerine de kullandıklarını; nitekim
Ferezdak'ın da, "güneş ve ay" manasında, "Onun iki kameri (ayı)
ve doğan yıldızları bizimdir" dediğini; Arapların, "Küfe ve
Basra" manasında Basratân (iki Basra); kuşluk ve ikindi vakti için,
el-Asrân (iki ikindi); Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer için, el-Ömerân ve su ile
hurma için, el-Esvedân (iki siyah şey) dediklerini söylemişlerdir.
2) Astronomi
bilginleri şöyle demişlerdir: "Doğudan batıya doğu olan hareket, Felek-i
A'zamîn (en büyük feleğin) hareketidir. Batıdan doğuya doğru olan hareket ise,
hem sabit yıldızların, hem de ay dışındaki gezegen yıldızlara eş olan
feleklerin hareketleridir. Durum böyle olunca da, "doğu" ve "batı"
ifadelerinden herbiri, izafî olarak (başka şeylere nisbetle), "doğu"
ve "batı" ofmuş olur. Böylece bu iki yönden herbiri için
"doğru" (meşrık) kelimesinin kullanılmasının, mecaz değil hakikat
olduğu anlaşılır."
3) Bu ifade, yaz mevsiminin doğusu ile, kış
mevsiminin doğusu (yani güneşin doğuş noktası) manasına da alınmıştır. Bu iki
nokta arasında da büyük bir uzaklık vardır. Bence bu, uzak bir ihtimaldir.
Çünkü ayetteki bu ifadeden, mümkün olan en büyük uzaklık kastedilmiştir ki bu,
ancak dahası bulunamayan bir uzaklıkta söz konusu olur. Halbuki güneşin yaz
doğum noktası ile kış doğum noktası arasındaki uzaklık böyle değildir.
Dolayısıyla ayeti bu manaya almak, doğru olmaz.
4) Biz, güneşin günlük hareketinin doğudan doğup, batıdan batması şeklinde olduğunu gözümüzle görüyoruz. Hilâl ise, aybaşında, batı tarafında gözükür ve sonra yavaş yavaş doğuya kayar ki bu da, ayın hareketinin doğusunun (yani doğuş yerinin) batı tarafı olduğunu gösterir. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, "doğu" denen taraf, güneşin doğusu, fakat ayın batısı; "batı" da, ayın doğusu, fakat güneşin batısı olmuş olur. Bu durumda da, "doğu" ve "batı" için, meşrikayn (iki doğu) denmesi doğru olur. Yaptığım bu izah belki de, ayetin lafzına uygun ve maksadına mutabık olma açısından, doğruya diğerlerinden daha yakındır. Allah en iyi bilendir. [65]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"(Sen) ne kötü arkadaşmışsın" (der)"
buyurmuştur. Yani kâfir o şeytana, "Keşke seninle
benim aramda, gün doğuşu ile, gün batışı arası kadar (iki doğu arası kadar)
uzaklık olsaydı. Sen ne kötü arkadaşmışsın meğer" der. Bu, ayetin
lafızlarının tefsiriyle ilgili husustur. Ama bu sözün maksadı, dünyanın
önemsizliğini ve mal ile makamdaki büyük zararları anlatmaktadır. Bu böyledir.
Çünkü mal çokluğu ve makam büyüklüğü, insanı Rahman'ı zikretmekten, Allah'ın
Kur'ân'ını mütalaa etmekten kör gibi yapar. Böyle olan ise şeytanlarla oturup
kalkan kimse olmuş olur. Şeytanlarla oturup kalkan da, hak ve hidayet yolunu
şaşırmış ve kaybeder. Böylece de hem dünyada, hem âhirette şeytanların yâr ve
yaranı olmuş olur. Şeytanlarla oturup kalkmak ise, kâfirin "Keşke seninle
benim aramda, gün doğuşu ile, gün batışı arası kadar (iki doğu arası kadar)
uzaklık olsaydı. Sen ne kötü arkadaşmışsın!" şeklindeki sözünden ötürü
Kıyamet gününde, alabildiğine büyük bir zarar sebebidir. Anlattıklarımız ile,
mal ve makam çokluğunun, hem dinî hem de dünyevî bakımdan, büyük bir noksanlık
ve mahrumiyete sebep olduğu sabit olur. Bu sabit olunca da, "Bu Kur'ân,
iki şehrin birindeki büyük (ve zengin) bir adama indirilmeli değil miydi?"
(Zuhruf, 31) diyenlerin, fasit bir söz söyleyip, bâtıl bir şüphe ortaya attıkları
ortaya çıkar.
[66]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"(Bütün temenni ve pişmanlığınız) bugün size asla fayda vermez. Çünkü
zulmettiniz. Muhakkak siz de, azabta ortaklarsınız" buyurmuştur. Ayetteki
fö ve cümlesi, fail olarak mahallen merfû olup, "Size o gün, azabta ortak
olmanız da fayda vermeyecektir" manasındadır. Bunun bu şekilde ifade
edilmesinin sebebi, insanların, "Musibet (belâ) herkese geldiğinde, normal
olur (yani insana fazla ağır gelmez)" demelerinden ötürüdür. Nitekim,
Hansa bu manada şöyle der:
"Şayet, etrafımda
kardeşlerine ağlayanların o kalabalık ve çoklukları olmasaydı, derdimden dolayı
kendimi öldürecektim. Fakat ne var ki, ben de herkese uyarak, ondan yana nefse
taziyede bulunuyorum". Binâenaleyh Allah Teâlâ, bu azabta müşterek
oluşlarının, dünyada olduğu gibi, bir rahatlama (bir kolay geliş) sebebi
olamayacağını ve bunun şundan dolayı olduğunu beyan buyurmuştur:
a) Bu azab,
çok çetindir. Dolayısıyla onların herbirinin kendi derdine düşmesi, diğerinin
durumunu görmelerine fırsat vermez. Dolayısıyla da bu azabta ortak oluş, bir
hafifleme ve rahatlama (teselli) sebebi olamaz.
b) Başlarına
aynı belâ ve musibet gelen kimselerden herbiri (dünyada), biribirine ellerinden
geldiğince yardımda bulunur. Böylece de bir tür rahatlama meydana gelir. Bu
husus, Kıyamet günü imkânsızdır.
c) İnsanın,
eş ve ahbabı ile oturup kalkması, pek çok yönden teselliyi ifade eder. İşte
bundan dolayı Allah Teâlâ, şeytan her nekadar kâfir için de bir eş ve dost ise
de, onunla oturup kalkmanın Kıyamette bir teselli ve
cezayı hafifletme vasıtası olmayacağını beyân buyurmuştur. İbn Mücâhid'in
kitabında, İbn Âmir'in, elifin kesresi ile inneküm; diğer kıraat imamlarının
ise, elifin fethasıyla enneküm şeklinde okudukları yazılmıştır. Allah en iyi
bilendir.
[67]
"Artık (Resulüm),
o sağırlara sen mi duyuracaksın, yahut o körlere, o apaçık bir q'Jilette
bulunan kimselere sen mi yol göstereceksin! Eğer seni kesin
olarak vefat ettirsek, şüphe yok ki onlardan biz
intikam alırız, yahut vaadettiğimiz (azabı), behemehal onlara gösteririz. Çünkü
biz, onların üstünde
iktidar sahipleriyiz.
Binâenaleyh sen, sana vahyolunana kuvvetle sarıl.
Muhakkak ki sen, dosdoğru bir yol üzerindesin. Şüphesiz o Kur'ân senin
için
de, kavmin için de bir zikir
(hatırlatma)dır. Siz ondan sorumlu olacaksınız.
Senden evvel gönderdiğimiz peygamberlere, biz o Rahmân'dan başka
tapılacak tanrılar yapmış mıyız bir sor"
(Zuhruf, 40-45).
[68]
Bil ki Allah Teâlâ,
önceki ayette onları kör gibi davranan kimseler olarak niteleyince, bu ayette
de sağırlar ve körler olarak nitelemiştir. Bu ne güzel bir sıralamadır. Çünkü
insan, ilk defa dünyayı elde etme çabasına girdiğinde, ttpkı gözünde hafif bir
pus meydana gelmiş gibi olur. Sonra her nezaman bu işlerle iştigali artarsa,
maddeye olan meyli de o nisbette çoğalır, manevî şeylerden yüz çevirişi doruk
noktasına ulaşır. Çünkü aklî ilimlerde şöyle bir kural vardır: Birşeyi çokça
yapmak, insanda o hususta köksalmış birtakım melekelerin oluşmasına sebep olur.
Böylece bu İnsan, o hafif pustan, kör gibi bakmaya geçer. Aynı hali günlerce
devam ettirdiğinde de, kör gibi olma durumundan, bizzat körlüğe geçer.
Binâenaleyh ayetteki tertib, yakinî ve aklî delillerle sabit olan şeye uygun ne
güzel bir sıralamadır.
Rivayet olunduğuna göre,
Hz. Peygamber (s.a.s), kavmini dine çağırmaya gayret gösteriyor, ama onlar
bundan dolayı küfürde ısrara kesin olarak karar veriyor ve azgınlıklarını
sonuna kadar sürdürme niyeti içine giriyorlardı. İşte bunun üzerine Cenâb-ı
Hak, "Artık (Resulüm), o sağırlara sen mi duyuracaksın, yahut o körlere
sen mi yo! göstereceksin?" buyurmuştur. Bu, "Onlar senden ve senin
dininden öylesine nefret etmişlerdir ki, sen onlara Kur'ân'ı duyurmaya
çatıştığında âdeta sağır gibi, mucizelerini gösterdiğinde de sanki kör gibi olu
verdiler" demektir. Cenâb-ı Allah, bunun peşisıra, onların sağırlıklarının
ve körlüklerinin, ancak apaçık bir sapıklık içinde bulunmalarından ötürü
olduğunu bildirmiştir.
[69]
Allah Teâlâ, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in davetinin, onların kalplerine müessir olmadığını
anlatınca, "Eğer seni kesin olarak alıp götürürsek, yani onların başına o
belâ gelmezden önce seni öldürür, içlerinden alırsak, "şüphe yok ki
(senden sonra) onlardan biz intikam alırız" buyurmuştur. Yahut da bu ifade,
"Sana senin hayatında, onlara vaadettiğimiz zillet ve öldürülmeyi
göstereceğiz. Çünkü biz bunu yapmaya muktediriz" demektir. Bil ki, bu söz,
Hak Teâlâ'nın, Hz. Peygamber (s.a.s)'i alabildiğine teselli ettiğini
göstermektedir. Çünkü Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.s)'in davetinin onlarda
tesirli olmadığını beyân buyurmuştur. Ümit kesmek, iki rahatlıktan biridir. Hak
Teâlâ bunun peşisıra da, onlardan, Hz. Peygamber (s.a.s)'in intikamını, o
hayatta iken veya öldükten sonra olacağını belirtmiştir ki, bu da bir teselli
vesilesidir.
Cenâb-ı Allah daha
sonra, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, emirlerine sımsıkı sarılmasını ferman buyurarak,
"Haydi sen, bunun hak olduğuna inanarak ve gereğince amel ederek, sana
vahyolunana kuvvetle sarıl." Çünkü bu, ancak dinde sapanların saptığı
dosdoğru bir yoldur" demiştir.
Cenâb-ı Hak, dinî
menfaatler hususunda dine sarılmanın tesirini beyan edince, dünyevî menfaatler
hususunda bunun tesirini de anlatarak, "Şüphesiz o Kur'ân, senin için de
kavmin için de bir zikirdir" yani "Bu, hem senin için, hem de,
"Allah'ın bu büyük kitabı indirdiği kişi, falan soy ve kabiledendir"
denileceği için, kavmin için büyük bir şereftir" buyurmuştur. Bil ki bu
ayet, insanın mutlaka güzel övgü ve iyi nam bırakmaya rağbet göstermesi gerektiğine
delâlet eder. Eğer iyi nâm, teşvik edilen bir husus olmasaydı, Cenâb-ı Hak,
"Şüphesiz bu Kur'ân, senin için de kavmin için de bir zikirdir
(şereftir)" demek suretiyle, bunu Hz. Muhammed (s.a.s)'e bir nimet olarak
zikretmezdi; Hz. İbrahim (a.s) de, "Benden sonraki (insanlar) arasında,
benim için güzel bir nâm bırak" (Şuara, m) diye duâ ederek bunu istemezdi.
Bir de güzel nâm, şerefle geçirilmiş bir hayatın yerini tutar, hatta böylesi
bir hayattan daha üstündür. Çünkü hayatın tesiri, ancak o insanın bulunduğu yerde
olur. Ama güzel nâmın iz ve tesirleri, her yerde ve her zamanda görülür.
[70]
Altah Teâlâ sonra da
"Siz ondan sorumlu olacaksınız" buyurmuştur. Bu hususta şu izahlar
yapılmıştır:
1) Kelbî,
"Bu, "Bizim size, bu
gûzet nâmı in'âmımızın şükrünü yerine getirip-getirmediğiniz sorulacak"
manasındadır.." derken,
2) Mukatil,
"Bununla, "Kim yalan söylerse, niçin yalan söylediği sorulacak ve bu
soru, onu azarlamak ve utandırmak için sorutacak" manası kastedilmiştir.
3) Bu,
"Sizler, mükellef olduğunuz şeyleri yerine getirip-getirmediğinizden
hesaba çekileceksiniz" demektir.
Bit ki kâfirlerin, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğini inkâr edip, ona buğzetmeleri hususundaki en
kuvvetli sebep, onun putperestliği yadırgaması ve kabullenmemesidir. Bundan
dolayı Cenâb-ı Hak, putlara ibadeti yadırgamanın, sadece onun dininin
özelliklerinden olmayıp, bütün peygamberlerin de, putperestliği yadırgamada
müttefik olduklarını beyân ederek, "Senden evvel gönderdiğimiz
peygamberlere, biz o Rahman 'dan başka tapılacak tanrılar yapmış mıyız bir
sor?" buyurmuştur. Bu İfadeyle ilgili şu görüşler ileri sürülmüştür:
Birinci Görüş: Bu,
"Ehli kitabîn, Tevrat ve İncil'e mensup olmuşlardan mü'minlerine sor,
onlar sana, hiçbir peygamberin dininde putlara tapmanın yer almadığını
söyleyeceklerdir. Binâenaleyh bu husus bütün peygamberlerin ittifak ettiği bir
husus olduğuna göre, müşriklerin bunu, Hz. Muhammed (s.a.s)'e bir buğz sebebi
kılmamaları gerekir" demektir.
İkinci Görüş: Atâ, İbn
Abbas (r.a)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s)
Miraç için Mescid-i Aksâ'ya götürülünce, Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)
için, Hz. Adem (a.s)'i ve zürriyetinden gelen bütün peygamberleri diriltti.
Cebrail (a.s) ezan okudu, sonra da kamet getirdi, "Ey Muhammed, öne geç ve
onlara namaz kıldır.." dedi. Hz. Peygamber (s.a.s) namazı bitirince,
Cebrail (a.s) ona, "Ey Muhammed, "Senden evvel gönderilen
peygamberlere, o Rahman'dan başka tapılacak tanrılar yapılmış mı sor?"
dedi. Hz. Peygamber (s.a.s) de, "Hiçbirşey sormuyorum, çünkü bunda şüphem
yok" cevabını verdi.
[71]
Üçüncü Görüş: Sorma
mümkün olmayan bir hususta, "sor" demek ile, "Bak, araştır,
istidlalde bulun" manası kastedilir ki, bu tıpkı bir kimsenin,
"Yeryüzüne, "nehirlerini kimin kazdığını, ağaçlarını kimin diktiğini
ve meyvelerini kimin topladığını sor. Eğer o sana diliyle cevap vermezse bile,
lisan-ı haliyle cevap verir" demesi gibidir. İşte burada, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, kendinden önce geçmiş peygamberlere birseyler sorması (aklen) imkânsızdır.
Dolayısıyla bu ifade, "Bu meseleyi aklınla araştır, anlayışınla
İncele.." manasınadır. Allah en iyi bilendir.
[72]
"Andolsun ki biz,
Musa'yı da ayetlerimizle, Firavun'a ve idare kadrosuna
peygamber olarak gönderdik de, o, "Ben âlemlerin
Rabbinin elçisiyim" dedi.
Fakat onlara
ayetlerimiz gelince, bir de ne görsünler; onlar bunlara
gülüyorlar. Biz onlara
herhangi bir ayet gösterdiğimizde bu mutlaka
öbürlerinden daha büyük olurdu. Onlar belki dönerler diye azab ile
yakaladık. Dediler ki: "Ey sihir yapan, bizim
için, Rabbine, sana vaat ettiği
şekilde
dua et. Muhakkak ki (o zaman) doğru yola kavuşturuluruz". Fakat biz
onlardan azabı giderince, bir de bakarsın ki,
verdikleri sözü bozmuşlar!
Firavun, kavmi içinde
haykırdı ve "Ey kavmim, Mısır mülkü ve altımda akan
şu ırmaklar benim
değil mi? Hâlâ gözünüzü açmayacak mısınız? Yoksa ben,
o (Musa'dan) hayırlı değil miyim? O, değersizdir.
Neredeyse meramını bile
ifade edemiyor, öyle
ya onun üstüne altın bilezikler atılmalı, yahut beraberinde, peşpeşe gelen ve
(onu tasdik eden) melekler bulunmalı değil
miydi?"
dedi. Böylece kavmini küçümsedi. Onlar da ona itaat ettiler.
Doğrusu, onlar fâşıklar güruhu idiler. Nihayet onlar
bizi gazablandınnca,
onlardan intikam
aldık ve hepsini suda boğduk. Onları, bu halleriyle
sonradan gelen ümmetler için ibret verici bir selef ve
bir misal yaptık"
(Zuhruf, ift-56).
Bu ayetlerle ilgili
birkaç mesele var:
[73]
Bil ki burada, Hz.
Musa (a.s) ile Firavun kıssasının yeniden ele alınmasının maksadı, daha önce
geçen o sözü anlatmaktır. Çünkü Kureyş kâfirleri, Hz. Muhammed (s.a.s)'in
peygamberliğini, fakir olması ve malı-makamı olmaması sebebiyle tenkid
etmişlerdi. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, doğru oluşunda hiçbir akıllının
şüphe etmeyeceği o net ve kesin mucizeleri Hz. Musa (a.s)'ya verdikten sonra,
tıpkı Kureyş kâfirlerinin ileri sürdüğü şüpheleri Flravun'un da ona karşı ileri
sürdüğünü ve "Ben malı çok ve makamı yüksek bir zenginim. Baksanıza,
Mısır'ın padişahı benim. Şu çaylar ve nehirler, ayaklarımın altından akıyor.
Musa (a.s) ise, fakirdir, önemsiz kişidir. Üstelik dili kekemedir, meramını
ifade edemez. Fakir olan, nasıl Allah tarafından, zengin ve büyük bir hükümdara
elçi olarak gönderilmiş olabilir?" dediğini belirtmiştir. Böylece Firavun'un
ileri sürdüğü bu şüphenin, Mekke kâfirlerinin ileri sürdüğü, "Bu Kur'ân,
iki şehrin (Mekke ve Tâifin) birindeki büyük bir adama indirilmeli değil
miydi?" (Zuhruf. 31) şeklindeki iddialarının aynısı olduğu görülür. Bu
şüpheyi Firavun, Hz. Musa (a.s)'ya karşı ileri sürmüştür.
[74]
Cenâb-ı Hak,
"Daha sonra onlardan intikam aldık ve hepsini suda boğduk"
buyurmuştur. Allah Teâlâ'nın burada da kıssayı anlatmasının maksadı, şu iki
hususu ortaya koymaktır:
1) Kâfir ve
câhil kimseler, hep bu tutarsız iddia ve çarpık şüphe ile peygamberlere karşı
çıkmışlardır. Dolayısıyla buna iltifat edilmez ve buna aldırış edilmez.
2) Firavun, dünyada eriştiği bunca güce ve kudrete rağmen, ezilmiş ve yerle bir edilmiştir. Binâenaleyh senin düşmanlarının durumu da böyle olacaktır. Böylece, bu kıssanın burada yeniden anlatılışının maksadının, daha evvel geçtiği yerdeki maksadın aynısı olmadığı; aksine burada, bununla müşriklerin o şüphelerine cevap verme maksadı güdüldüğü anlaşılır. Demek ki kıssa burada tekrar edilmiş değildir. Bu, güzel inceliklerden birisidir. Allah en iyi bilendir. [75]
Bu, ayetin
lafızlarının tefsiriyle ilgilidir. Allah Teâlâ, Hz. Musa'yı ayetleriyle, yani
ona verdiği mucizelerle, Firavuna
ve
Flravun'un idare kadrosuna gönderdiğini; böylece Hz. Musa (a.s)'nın, "Ben,
âlemlerin Rabbinin elçisiyim" dediğini, onlara bu mucizeleri getirince,
onların bu mucizelere güldüklerini bildirmiştir.
Denildiğine göre, Hz.
Musa (a.s) asasını atınca, o bir ejderhâ oluverip, onu eline alınca da, yine
asâ olunca, onlar güldüler. Yine Hz. Musa (a.s) onlara elini, yed-i beyzâ
(parıl parıl parlayan bir el) olarak gösterip, sonra eski haline çevirince,
gülü verdiler.
Eğer edatına,
"sürpriz durum, ansızın olma" manasını ifade eden , ile nasıl cevap
verilebilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bu müfâcee (sürpriz) bildiren
fiil ile birlikte, mukadder (mahzûf) bir şey vardır. Buna göre sanki, "o,
ayetlerimizi onlara getirdiğinde, tam güldükleri sırada susup kaldılar"
denilmektedir.
[76]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "S/z on/ara herhangi bir ayet getirdiğimizde, bu mutlaka öbürlerinden
daha büyük olurdu..." buyurmuştur. Buna göre şayet, "Bu ifadenin
zahiri, bunlardan herbirinin diğerinden daha üstün olduğunu göstermektedir;
oysa ki bu, imkânsızdır" denilirse biz deriz ki, bu şeylerden her birinin,
fazilet bakımından doruk noktada bulunduklarını ifade etme hususunu iyice
anlatmak kastedildiğinde, insanlar arasında o mucizelere bakıp da, "Bu,
berikinden daha üstündür" denildiğinde, ikinci şahsın, "Hayır,
ikincisi daha üstündür"; üçüncüsünün, "Hayır, üçüncüsü daha
üstündür!" diyebileceklerin bulunması anlamında olmak üzere, bu söz
zikredilmiş olabilir. Bu durumda bu şeylerden her biri hakkında, "Bu,
berikisinden daha üstündür" ifadesi kullanılmış olur.
[77]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Onları, belki dönerler yani küfürden imana dönerler diye, azab ile
yakaladık" buyurmuştur. Mu'tezile şöyle der: "Bu ayet, Allah
Teâlâ'nın, herkesin iman etmesini istediğine ve bu kesin mucizeleri, küfürden
imana dönmelerini istediği için göstermiş olduğuna delâlet eder."
Müfessirler, ayetteki, "azâb" kelimesine, Allah Teâlâ'nın, tufan,
çekirge, bit, kurbağa istilâsı, kan ve biçim değiştirme... gibi, onlara
musallat kıldığı şeyler kastedilmiştir, demişlerdir.
[78]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Dediler ki: "Ey büyücü, bizim için Rabbine sana vaadettiği
şekilde dua et. Muhakkak biz (o zaman) doğru yola kavuşturuluruz"
buyurmuştur. Buna göre şayet, "Onlar bir yandan, "Muhakkak biz (o
zaman) doğru yola kavuşturuluruz./' derlerken, daha nasıl, Hz. Musa (a.s)'ya,
"Ey büyücü.,." diyebilmişlerdir?" denilirse, biz deriz ki: Bu
hususta şu izahlar yapılabilir:
a) Onlar,
mahir, alim ve bilgin bir kimseye, sihirbaz diyebiliyorlardı. Çünkü onlar,
sihiri, gözlerinde çok büyütmüşlerdi. Ki bu tıpkı, zamanımızda, kâmil ve ileri
derecedeki bir âlim hakkında, "O, adeta büyüledi..." denilmesi
gibidir.
b) Bu ifâde, insanların iddiasına ve Firavun'un
kavmince inanıldığı şekilde söylenmiş bir ifade olup, tıpkı başka bir ayetteki
"(kendi iddian ve inancına göre), kendisine zikrin indirildiği şahıs!
"Muhakkak ki sen, mecnûnsun" ifadesi gibidir.
c)
Onların,
şeklindeki sözleri, aksine karar vermiş ve inanmış oldukları halde
söylenmiş bir sözdür. Baksana, Cenâb-ı Hak, "Fakat biz onlardan azabı
giderince, bir de bakarsın ki, verdikleri sözü bozmuşlar..." buyurmuştur.
Binâenaleyh, onların, o kelamı sihir diye nitelemeleri, "Onların, biz
hidayete erdirilmişleriz..." şeklindeki sözlerine ters düşmez. Daha sonra
Cenâb-ı Hak, onlardan o azabı giderince, onların o ahdi bozduklarını da beyân
etmiştir.
[79]
Cenâb-ı Hak,
Firavun'un, Musa (a.s)'ya olan davranışını nakledince, kavmine karşı olan
davranışını da naklederek, "Firavun, kavmi içinde haykırdı..."
buyurmuştur. Ki bu, Firavun bu şekilde haykırdı ve "Ey kavmim, Mısır mülkü
ve altımdan akan şu ırmaklar, yani Nil'den, kollar halinde akıttığımız şu
çaylar benim değil mi?" dedi. Bu nehirlerin büyükleri dört tane olup,
bunlar Melik Nehri, Tolon Nehri, Dimyat ve Tınnîs nehirleridir. Bu nehirlerin,
onun köşkünün altından aktığı söylenmiştir. Sözün özü şudur: Firavun, malının
çokluğu ve makamının kuvvetli oluşu ile, kendisinin üstünlüğüne istidlalde
bulunmuş ve "... Yoksa ben, o
(Musa'dan) hayırlı değil miyim? O, değersizdir. Neredeyse meramım bile ifâde
edemiyor.." Firavun, Cay "değersiz" sözü ile, Hz. Musa (a.s)'nın
fakir oluşunu, durumunun ve hâlinin zayıflığını; ifadesiyle de, dilindeki
peltekliği kastetmiştir.
Alimler, bu ifadenin başındaki
fi edatının hangi manaya geldiği hususunda ihtilaf etmişlerdir: Bu cümleden
olarak Ebû Ubeyde, bu ifadenin mecazî manasının, "Hayır, doğrusu ben daha
hayırlıyım.." şeklinde olduğunu söylemiştir. Buna göre önceki söz,
"Halâ gözünüzü açmayacak mısınız?" spzpnün sonunda tamamlanmış; daha
sonra da, söze yeniden başlanarak anlamında denilmiştir. Diğerleri ise,
buradaki edatının
"muttasıl"olduğunu, çünkü takdirin, "gözünüzü açmayacak mısınız,
yoksa açacak mısınız?" şeklinde olduğunu; ancak ne var ki, ifadesinin
yerinde getirildiğini; zira, Arapların bir kimseye, "Sen hayırlısın"
dediklerinde, bundan, o kimsenin yanında basiretli kimselerin bulunduğunun
anlaşıldığını söylerlerken, bir üçüncü grup da, ilgili sözün, sözünün sonunda
tamamlandığını, ifadesiyle ise, yeni bir söze başlandığını; zira ifâdenin
takdirinin, "Gözünüzü açmayacak mısınız, yoksa açacak mısınız?" şeklinde
olduğunu; ancak ne var
ki, sadece lafzının
zikreditmesiyle
yetinildiğini ve bunun, senin tıpkı bir başkasına, "bilecek misin, yoksa
yemeyecek misin?" anlamında olmak üzere, "Yiyecek misin,
yoksa?!.." demen gibi
olduğunu, kısaltma
yapmak için, sadece kelimesini zikretmekle yetindiğini; ayette de, işte böyle
olduğunu söylemişlerdir.
[80]
Buna göre şayet,
"Hz. Musa (a.s), "Dilimden de düğümü çöz ki, sözümü İyi anlasınlar..
"(taha,27-28) diyerek, Cenâb-ı Hakk'tan, dilindeki o peltekliği
gidermesini istememiş midir? Allah bunu ona verdiğini, "Ey Musa, istediğin
sana verilmiştir.." crahâ, 36) sözüyle belirtmemiş midir? Dolayısıyla,
Firavun daha ne hakla, bu pelteklikten dolayı onu ayıplayıp kınıyor?!."
denilirse, buna şu İki bakımdan cevap verebiliriz:
a) Firavun,
sözüyle, "O, iddia ettiği şeyde doğru olduğuna dair delilini bile,
neredeyse açıklayamıyor..." manasını kastetmiştir; yoksa, "o,
konuşamıyor, söz söyleyemiyor.." manasını kastetmemiştir.
b) Firavun,
Hz. Musa (a.s)'yı Önceki haline bakarak ayıplamıştır. Çünkü, Hz. Musa (a.s),
dilinde böyle bir tutukluk olduğu halde, Firavunun yanında uzun zaman
kalmıştır. Firavun, Hz. Musa (a.s)'yı, daha Önce bildiği peltekliğe müsbet
etmiştir. Zira Firavun, Allah'ın, bu kusuru ondan izâle ettiğini bilmiyordu..
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Öyle ya, onun üstüne altın bilezikler atılmalı.,. değil miydi?"
buyurmuştur. Bu ifadeyle, şu kastedilmiştir: O kavmin örfü şu idi: Onlar
birisini lider ve reis yaptıklarında, onu altın bilezikler ve gümüş halkalarla
süslerlerdi. Firavun da, Musa (a.s)'dan, işte böylesi bir durum talep etmiş ve
bunu görmeyi arzulamıştır.
Kıraat imamları,
ayetteki kelimesinin okunuşu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bir kısmı esvlre,
diğerleri esâvire şeklinde okumuşlardır. O halde esvire, sivflr kelimesinin
çoğulu olup, "cem-i kıllet" veznidir. Bu tıpkı, senin (eşekler)
(kargalar) demen gibidir. Bunu, esâvire okuyanlara gelince, bu, esâvlr
kelimesinin, isvar kelimesinin çoğulu olmasından dolayıdır. Bu da, bilezik
anlamına gelmektedir. O halde, kelimesindeki tâ, kelimesindeki yâ'dan bedel
tutulmuş olup, bu tıpkı, jo-u (c. *»jü»ö, (lider, papaz - liderler.,) (zındıklar) ve kelimeleri gibidir. Böylece,
kelimesi, kelimesinin çoğulu olmuş olur..
Sözün özü şu tek
noktaya varıp dayanır: Bu da, Firavunun, "Ben mal ve makamca daha
ileriyim; binâenaleyh, benim ondan daha üstün olmam gerekir. Dolayısıyla,
Musa'nın Allah'ın elçisi olması imkânsızdır. Zira, nübüvvet makamı, hizmet
edilmeyi gerektirir. Şerefli olansa, bayağı olana nasıl hizmet edebilir?!"
demiş olmasıdır. Sonra, bu yanlış mukaddime, yani, "mal ve makamca ileri
olan daha üstün olur.." şeklindeki söz, Mekke müşriklerinin, "Şu
Kur'ân, iki memleketin birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?"
(Zuhmf. 31) şeklindeki sözlerinde kendisine tutundukları mukaddimenin bizzat
aynısıdır.
Daha sonra Firavun,
"... yahut beraberinde, peşpeşe gelen (ve onu tasdik eden) melekler
bulunmalı değil miydi?" demiştir. Ayetteki kelimesiyle manasının kastedilmiş olması ve bu ifadenin
senin, v "Onu ona yaklaştırdım, o
da yaklaştı" şeklindeki sözünden iştikak etmiş olması muhtemel olduğu
gibi, Arapların "Birbirlerine
yaklaştılar" şeklindeki sözlerinden de iştikak etmiş olması mümkündür.
Zeccâc, bu ifadenin de, anun nübüvvetinin doğruluğunu teyit etmiş
olurlar.." şeklinde olduğunu söylemiştir.
[81]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Böylece kavmini küçümsedi. Onlar da ona İtaat etti.."
buyurmuştur ki, bu, "Firavun, kavminden Hz. Musa'nın «endilerine emrettiği
şeyleri hafife almalarını ona aldırmamalarını istedi de, onlar da : uydular,
Firavuna itaat ettiler. Zira onlar, "fâsık bir topluluk idiler." Çünkü
onlar, bu fâsık câhile itaat etmiş, onun sözünü dinlemişlerdi.
[82]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Nihayet onlar bizi gazablan-dmnca, onlardan intikam aldık.."
buyurmuştur. Anlatıldığına göre İbn Cüreyc, bir şeye kızmış ve kendisine,
"Ey Ebû Hâlld, sen de öfkelenir misin?.." denildiğinde, o,
"Sabırları, vakarı ve ağırbaşlılığı yaratan (Allah) da öfkelenmiştir. Zira
Allah, "Nihayet onlar bizi gazaplandırmca.." buyurmuştur" dedi.
Bil ki, gerek
"öfkelenme" gerekse "intikam alma" ifadelerinin Allah
hakkında kullanılması imkânsız olan şeylerdendir. Bu demektir ki, bu iki
ifadeden herbiri, kendileri hakkında te'vîle başvurulması gerekli olan
müteşabih lafızlardandır. Allah hakkında "öfke"nin kullanılması,
"cezalandırmayı dilemesi"; "intikam" ise, geçmiş bir suçtan
dolayı, cezalandırmayı istemesi anlamındadır.
[83]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Onları, bu halleriyle sonradan gelen ümmetler için, ibret verici bir
selef ve bir misal yaptık.." buyurmuştur. Selef, amel-i salih, ya da güzel
borç gibi, daha önce yapmış olduğun her şeye denilir. Yine "selef",
"gelmiş geçmiş atalar, akrabalar" demek olup, müfredi
"sâlifun"dur. Tufeylin, kavmine ağıt yakarken söylediği şu beyit de
bu anlamdadır:
"Onlar, en doğru
ve müstakim yol üzere oldukları inancı üzere, atalarımız olarak gelip
geçtiler.. Zamanın, insanların başına getirdiği musibetler ise, (bazan) her
şeyi altüst eder."
Bu izaha göre Ferrâ ve
Zeccâc, "Sonrakiler, sayesinde Öğüt alsınlar diye, onları önce geçenler
kıldık. Yani, "Biz onları, ümmet-i Muhammed'in kâfirleri için bir selef
kıldık..." demektir" demişlerdir.
Kıraat imamlarının
ekserisi, fetha ile, (selefen) şeklinde okumuşlardır ki, bu, daha önce
söylediğimiz gibi, sâlif kelimesinin çoğuludur. Hamza ve Kisal ise lâm'ın ve
sîn'in dammesiyle, sülüfen diye okumuşlardır. Bu da, selef kelimesinin
çoğuludur. Leys, Arapların, "önce geçmiş, yaşamış" anlamında olmak
üzere, lâm harfinin dammesiyle kelimesini kullandıklarını söylemişlerdir.
[84]
Cenâb-ı Hak, "ve
bir misal yaptık" buyurmuştur ki, O, bununla, "Onlardan sonra
gelenler için bir öğüt, bir ayet ve bir ibret vesilesi..." manasını murad
etmiştir. Ebû Ali el-Farisî şöyle der: "Buradaki mesel kelimesi,
kendisinden çoğul manasının kastedildiği tekil bir kelimedir. İşte bundan
dolayı, selefen kelimesine atfedilebiliri iştir. Mesel kelimesinden, birden
fazla sayıdaki şeylerin kastedilebileceğinin delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Allah şöyle bir mesel irâd etti: Hiçbir şeye gücü yetmeyen memlûk bir
kul, bir de (hür) bir zSt ki, kendisine tarafımızdan güzel bir nzk nasip etmişizde
(...}"(Naw,75) ayetidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, buradaki "mesel"
kaimesinin muktezasına, iki şeyi sokmuştur. Allah en iyisini bilendir.
[85]
"Meryem oğlu bir
misâl olarak (öne) atılınca, hemen senin kavmin bundan, yüz çevirirler. Dediler
ki: "Bizim tanrılarımız mı iyi, yoksa o mu?" Bunu sana,
bir mücadeleden başka bir (maksatla) irâd etmediler.
Daha doğrusu onlar,
çok düşman bir
topluluktur. O, İsrailoğullarma bir misal yaptığımız bir kuldan
başka bir şey değildi. Eğer biz dileseydik, sizin
yerinize, yeryüzünde yerinizi
alacak melekler
yaratırdık. Şüphe yok ki, o, saatin ilmidir. Artık buna karşı,
sakın şüpheye düşmeyin. Bana tâbi olun. Bu, doğru bir
yoldur. Sakın sizi
şeytan çevirmesin.
Çünkü o, gerçekten sizin apaçık bir düşmanmızdır"
(Zuhruf, 57-62).
Ayetlerle ilgili
birkaç mesele vardır:
[86]
Bil ki Allah Teâlâ bu
sûrede, o müşriklerin pekçok çeşitli küfürlerinden bahsetmiş
ve onlara pekçok
yönden cevap vermiştir. Onların küfürleri şunlardır:
1)
"Kullarından kimi O'na bir cüz isnat ettiler" (Zuhruf, 15) ayetinin
ifade ettiği husus.
2) "Onlar, Rahman'm bizzat kulları olan
melekleri de dişiler yaptılar..." (Zuhmf, 19) ayetinin ifade ettiği
husus..
3)
"Eğer Rahman dileseydi, biz bunlara tapmazdık"(Zuhmt, 20) ayetinin
ifade ettiği husus..
4) "Şu,
Kur'ân, iki şehrin birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?.."
zutmjf, 31) ayetinin ifade ettiği husus.
5)
Tefsirini yapmakta olduğumuz bu ayet
(Zutırut, sr>... Ayetin lafzı, sadece, Meryem oğlu bir misâl olarak
getirilince, o kavmin bağırıp çağırmaya, gürültü yapmaya taşladıklarına delâlet
ediyor. Ama, bu misâlin nasıl olduğu, hangi şey hakkında o+duğuna gelince,
ayetin lafzı buna delâlet etmemektedir.
[87]
Müfessirler bu hususta
şunları ileri sürmüşlerdir ki, hepsi de ihtimâl dahilindedir:
1) Kâfirler, hristiyanların. Hz, İsa (a.s)'ya
taptıklarını duyunca, "Onlar, İsa'ya tapıyorlar; oysa, bizim ilâhlarımız,
İsa'dan daha iyidir" dediler. Onlar bu sözü, kendileri meleklere taptıkları
için söylediler.
2) Rivayet
edildiğine göre, "Siz de, Allah'ı bırakıp tapmakta olduklarınız da hiç
şüphesiz ki cehennem odunusunuz.." {Enbiya, 98) ayeti nazil olunca,
Abdullah İbnu'z-Ziba'râ, "Bu, bize ve İlâhlarımıza mı, yoksa bütün
ümmetlere şamil bir hüküm mü?" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s),
"Hayır, bütün ümmetlere şamil bir hüküm" buyurdu. Bunun üzerine
Abdullah, "Ben seni yendim; Kabe'nin Rabbine yemin ederim ki sen, Meryem
oğlu İsa'nın peygamber olduğunu iddia etmedin mi? İsa ve annesini hayırla yâd
etmiyor muydun? Sen, hristiyanların, İsa ve annesine; yahudilerîn, Uzeyr'e
taptıklarını ve meleklere de tapıldığını biliyorsun.. Binâenaleyh, eğer bunlar
cehennemde olacaklarsa, biz, bizim ve ilâhlarımızın onlarla beraber olmasına
çoktan razıyız..." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) sustu,
kâfirler güruhu sevindiler, güldüler ve çığlıklar attılar. Bunun üzerine
Cenâb-ı Hak, "Şüphe yok ki, kendileri için bizden en güzel (bir saadet)
sebkat etmiş olanlar, işte bunlar oradan (cehennemden)
uzaklaştırılmışlardır"(Enbiyâ, 101) ayetini indirdi. İşte bu ayet de
(Zuhruf, 57) o zaman nazil oldu. Buna göre mana, "Abdullah İbnu'z-Ziba'râ,
Meryem oğlu İsa'yı bir misal getirip, hristiyanların İsa'ya ibadet etmeleri
sebebiyle Hz. Peygamber (s.a.s)'le mücadele edince, "Bir de ne görelim,
senin kavmin Kureyş, bu meselden dolayı Hz. Peygamber (s.a.s)'in susturulmasını
görmeleri sebebiyle sevinçlerinden çığlıklar attılar, büyüktendiler ve gülmeye
başladılar. Çünkü örf, taraflardan birisi, davasını savunamayıp acze
düştüğünde, ikinci tarafın çığlıklar atması ve bundan sevinç duyması şeklinde
cereyan edegelmiştir. Dediler ki: "Bizim tanrılarımız mı iyi, yoksa o
mu?" Yani, "Sence bizim ilâhlarımız (melekler) İsa'dan daha iyi değil
midir? Binâenaleyh İsa cehennem odunu olduğuna göre, bizim ilâhlarımızın durumu
ise, daha hafif ve daha ehven olur!.." demektir.
3) Hz.
Peygamber (s.a.s), hristiyanlartn, Hz.
İsa'ya taptıklarını ve O'mı, kendilerinin İlâhı kabul ettiklerini
anlatınca, Mekke kâfirleri de, "Muhammed, tıpkı hristiyanların, Mesih'i
kendilerinin ilâhı kabul etmeleri gibi, bizim de, kendisini bizim ilâhımız
kabul etmemizi istiyor.." dediler ve işte bu durumda, "Bizim
ilâhlarımız mı yoksa o mu?", yani, "Bizim ilâhlarımız mı yoksa,
Muhammed mi daha hayırlıdır?" dediler ve bu sözü, "Muhammed, bizi,
kendisine tapmaya davet ediyor; halbuki atalarımız ise, bu putlara tapmanın
gerekli olduğunu iddia etmişlerdi. Bu iki şeyden birisinin mutlaka yapılması
gerekli olduğuna göre, bu putlara tapmak daha uygun olur.. Çünkü, atalarımız ve
geçmişlerimiz, putlara tapma hususunda mutabakata varmışlardı. Ama, Muhammed
ise, bizim kendisine tapmamız hususunda ithama maruz bir kişidir. Binâenaleyh,
putlara tapmakla meşgul olmak daha evlâ olur.."
dedikleri için bu sözü söylediler. Cenâb-ı Hak ise,
"Biz, İsa'ya tapmanın güzel bir yol olduğunu söylemedik.. Tam aksine bu,
bâtıl ve yanlış bir yoldur.. Çünkü isa, sadece, bizim kendisine in'âmda
bulunduğumuz bir kuldur. Durum böyle olunca da, onların, "Muhammed, bizim,
kendisine tapmamızı istiyor" şeklindeki sözleriyle ortaya attıkları bu
şüphenin, zail olduğu..." şeklinde beyanatta bulunmuştur. İşte bu üç
açıklama, ayetin lafzının, bunlardan herbirine muhtemel olduğu şeyler
cümlesindendir.
[88]
Nâfî, İbn Âmir, Kisâi ve
Asım'in ravisi Ebû Bekr, sad harfinin dammesi ile, Oj-ûb (yasuddûne) şeklinde
okumuşlardır ki, bu, Ali İbn Ebî Talibin; diğer kıraat imamları ise, sad
harfinin kesesi ile okumuşlardır ki, bu da İbn Abbas'ın kıraatidir. Alimler, bu
kelimenin manası hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak Kisâî, bu
iki okuyuşun, tıpkı ü£yû veya öjbjî (çardak kuruyorlar...) Ojî&î veya
iij&i "kapanıyorlar, devam ediyorlar.." kelimelerinde olduğu
gibi, aynı anlamda olduklarını söylerken, bazıları bu iki kullanış arasında
fark bulunduğunu söylemişlerdir. Binâenaleyh, bu kelimenin sâd'ın dammesi ile
okunması halinde, bu kelime ijjîî masdarından olur ve mana, "İşte bu
meselden dolayı haktan yüz çevirip dönüverdiler.." şeklinde olur. Ama,
kesre ile okunması halinde, kelimenin anlamı "çığlık attılar, sevindiler,
gürültü yaptılar.." şeklinde olur.
[89]
Âsim, Hamza ve Kisâî,
ikincisi uzatılmak suretiyle, iki hemze ile, istifham yaparak, U^ijî (e
flllhetunâ) şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları, tek hemze ve med ile
istifham tarzında £$JJ (âlihetunâ), şeklinde okunmuşlardır.
[90]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Bunu sana, bir mücadeleden başka bir (maksatla) irâd
etmediler.." buyurmuştur ki bu, "Onlar sana bu meseli, hak ile
bâtılın arasındaki farkı öğrenmek maksadıyla değil, sırf cedelleşmek ve sözde,
galip gelmek amacıyla zikretmişlerdir.." demektir. 'Vaha doğrusu onlar,
düşmanlıkta çok ileri gitmiş bir topluluktur.." Bu böyledir, zira Cenâb-ı
Hakk'ın, "Siz de, Allah'ı bırakıp tapmakta olduklarınız da..."
(Enbiyâ, 98) ifâdesi, melekleri ve Hz. İsa'yı şümulüne almaz. Bunun böyle
olduğunu şu birkaç bakımdan izah edebiliriz:
1) kelimesi, kesinlikle, akıllı varlıkları
şümulüne almaz.
2) kelimesi,
çok net bir biçimde, istiğrak ve kapsamlılık anlamını ifade etmez. Bunun böyle
oluşunun delili, ve kelimelerinin başına getirilerek ve meselâ, "Siz ve
Allah'ın dışında taptıklarınızın hepsi..." veyahut, "Siz ve Allah'ı
bırakarak taptıklarınızın bir kısmı..." denilebilmesidir.
3) "Siz ve Allah'ın dışında taptıklarınızın
hepsi..." yahut da, "Siz ve Allah'ın dışında taptıklarınızın bir
kısmı..." şeklindeki sözler, karşı tarafa söylenmiş olan şifahî
sözlerdir.
Binâenaleyh, belki de bu sözlerin kendilerine söylenmiş olduğu kimseler
arasında, meleklere ve Hz. İsa (a.s)'ya tapan kimseler bulunmuyordu..
4)
Farzedelim ki, "Siz de, Allah / bırakıp tapmakta olduklarınız..."
ifadesi, genel (umûm) bir ifâde olsun.. Ancak ne var ki, meleklere ve İsa
(a.s)'ya saygı duyulacağına, onların tazim edileceğine delâiet eden nasslar,
hâs ifâdelerdir. Sınırlı kavrama (husus), genel kavrama (umûm) tercih ve takdim
olunur.
[91]
Mücadele etmenin kötü
olduğunu söyleyenler, bu ayete
tutunmuşlardır. Ancak
ne var ki, biz Cenâb-ı Hakk'ın,
"Allah'ın ayetleri
hakkında, küfredenlerden başkası
mücadele
etmez.."(Mü'min, 4) ayetinin tefsirinde, pekçok ayetin, cedelleşmenin
övgüyü ve medhi gerektirdiğine dalâlet ettiğini söylemiştik. Binâenaleyh, bu
iki ayetin arasını uzlaştırmanın yolu şudur: O ayetleri, hakkı ortaya koyan
cedel anlamına; bu ayeti de, bâtılı ortaya koyan, onu izah eden cedel anlamına
hamletmek...
[92]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "O, bizim kendisine nimet verdiğimiz... bir kuldan başka birisi
değildir" buyurmuştur ki bu, "İsa, ancak diğer kullarımız gibi bir
kuldur. Tıpkı, Hz. Adem'i yaratmamız, ona nübüvvet vermek suretiyle
şereflendirmemiz ve onu, olması gerektiği gibi, hayranlık uyandıran bir İbret
vesilesi kıldığımız gibi, İsa'ya da lütufta bulunduk ve onu, babasız yaratmak
suretiyle, bir ayet ve mucize kıldık" demektir. "Ey erkek, eğer biz
dikseydik, tıpkı evlatlarınızı bize halef yaptığınız gibi, sizden, yeryüzünde
size halef olacak melekler meydana getirir, yaratırdık." Böylece bu husus,
bizim, İsa (a.s)'yı, erkek olmaksızın sadece dişiden halketmemiz gibi olurdu.
Böylece de sizler, bizim ne denli üstün bir kudreti haiz olduğumuzu; üretmenin
ve üremenin, melekler hakkında mümkün şeyler olduğunu; Allah Teâlâ'nın ise,
bundan yüce ve münezzeh olduğunu anlamış olurdunuz..."
[93]
Cenâb-ı Hak,
"Şüphe yok ki o, yani Hz. İsa, saatin ilmidir. Yani, sayesinde kıyametin
bilindiği alametlerden bir alamettir." Böylece, bir şeye defâlet eden
alâmet, sayesinde o şey bilinip anlaşıldığı için, "ilim" adını aldı
(yani,.(Unl buyuruldu). İbn Abbas da, bu ifadeyi (le alemün) şeklinde okumuştur ki, bu,
alâmet, belirti demektir. Yine bu ifade, (lel'ılmu) şeklinde de okunmuştur.
Ubeyy İbn Kâ'b ise, (le zikrun) şeklinde kıraat etmiştir. Konuyla ilgili
hadiste
şu yer almaktadır:
İsa, elinde mızrağı olduğu halde, Arzı Mukaddes'te,
kendisine
Eftk adı verilen bir
tepeye iner. Harbesi ile Deccâli öldürür, peşinden, imamın cemaate namaz
kıldırdığı bir sırada, sabah namazında Beyt-i Makdîs'e gelir. Bunun üzerine
imam, geriye çekilir, fakat Hz. Isa onu yine ileri sürer ve o imamın arkasında,
Hz. Muhammed'in şeriatine göre namaz kılar. Daha sonra, domuzları öldürür,
haç'ı parçalar, havra ve kiliseleri tahrip eder ve kendisine inananlar hariç,
hristiyanları da öldürür."
Cenâb-i Hak,
"Artık buna karşı, sakın şüpheye düşmeyin. Bana, yani benim hidâyet
rehberi ve şer/atime tâbi olun. Bu, doğru bir yoldur, yani, sizi kendisine
davet ettiğim bu şey, dosdoğru bir yoldur.." buyurmuştur. Ayetteki,
ifadesi, şüphe etmek anlamında olan, mlrye kökünden gelmektedir.
Cenâb-ı Hak
"Sakın sizi şeytan yoldan çevirmesin. Çünkü o, gerçekten sizin apaçık bir
düşmanınızdır" buyurmuştur. Ki bu, "Atanızı cennetten çıkararak ve
ondan, nûr elbisesini çekip alan o olduğu için, o şeytanın size olan düşmanlığı
apaçıktır, aşikâr olmuştur.." demektir.
[94]
"Isa, o apaçık
delilleri getirdiği zaman (şöyle) demişti: "Ben size gerçek
hikmeti getirdim. Bir de, hakkında ihtilaf
edegeldiğiniz şeylerden bazısını size
açıklayayım
diye (geldim). Artık, Allah'tan korkun, bana tâbi olun. Şüphesiz
Allah, benim de Rabbimdir, sizin de Rabbiniz. Haydi
(hepiniz) O'na kulluk
edin. Doğru yol
budur. Sonra, aralarından hizipler (çıkıp) ihtilaf ettiler. Artık
pek acıklı bir günün azabından, vay o zulmedenlere!
Onlar, kendileri farkında
olmayarak,
(başlarına) ansızın gelecek o saatten başkasını mı gözetliyorlar?.."
(Zuhruf,
63*6).
Bil ki Allah Teâlâ,
Hz. İsa (a.s)'nın mu'cizeleri ve apaçık vazıh hükümleri ve kanunları getirdiği
zaman *J JjâL*S "Ben size
gerçek hikmeti, yani
Allah'ın zâtının, sıfat ve fiillerinin bilgisini getirdim. Bir de, hakkında
ihtilaf edegeldiğiniz şeylerden bazısını size açıklayayım diye geldim..."
dediğini belirtmiştir. Bu, "Musa'nın kavmi, mükellefiyete dair hükümlerin
bazısı hakkında ihtilaf, bazısı hakkında ittifak halinde idiler. Derken, Hz.
İsa (a.s) onlara, o ihtilaf ettikleri meseleler hakkında doğruyu açıklamak İçin
geldi..." demektir. Velhasıl, ayetteki hikmet kelimesi, usûlü'ddîni, yani,
itikâd esaslarım; "İhtilaf edegeldiğiniz şeylerden bazısı..." ifadesi
de, fürûu'd-dîni, yani, amefî hükümleri ifâde etmektedir.
Şayet, "Hz. İsa,
Musa'nın kavmine, ihtilâf ettikleri her şeyi niçin açıklamamıştır da,
("bazısını" demiştir?)" denilirse, biz deriz ki: Çünkü o
insanlar, bilinmesine ihtiyaç duyulmayan birtakım şeyler hakkında ihtilaf
etmişlerdi. Dolayısıyla peygamberin, bu tür şeyleri de beyan etmesi, ona vacib
değildi.
Hz. Isa, usûl ve fürûu
beyan edince, "O'nu inkâr etme ve Onun dininden yüz çevirme hususunda
Allah'dan korkun; benim size tebliğ ettiğim mükellefiyetler hususunda da, bana
itaat edin. Şüphesiz Allah, benim de Rabbimizdir, sizin de Rabbiniz.."
demiştir.
[95]
Cenâb-ı Hak,
"Sonra, aralarından hizipler (çıkıp) ihtilâf ettiler" buyurmuştur ki,
bu, "Hz. İsa'dan sonra ortaya çıkan hizip ve gruplar, Melkâniyye,
Ya'kûbiyye ve Nestûriyye'dir. Bu hiziplerin, yahuditer ve hristiyanlar olduğu
da ileri sürülmüştür, "Artık pek acıklı bir günün azabından, vay o
zulmedenlere!..." Buradaki, "pek acıklı bir günün azabı" ifadesiyle,
Ahzâb günü (Mü'min.ao) ile ilgili vaîd kastedilmiştir. Buna göre şayet,
ifadesindeki zamir kimlere râcidir?" denilirse, biz deriz ki bu, Hz. Isa
(a.s)'nın, "Ben size gerçek hikmeti getirdim" diye hitapta bulunduğu
kimselere racidir ki, bunlar, onun kavmidir.
Cenâb-ı Hak,
"Onlar, ... (başlarına) ansızın gelecek o saatten başkastntmı
gözetliyorlar?" buyurmuştur. Ayetteki, ifadesi, kelimesinden bedel olup,
mana, "Onlar, sadece Kıyametin gelmesini bekliyorlar, gözetliyorlar"
şeklinde olur. "Ayetteki ifadesi, yine ayetteki, lafzının ifade ettiği
şeyin aynısını ifâde eder. Öyleyse, bunun hikmeti, faydası nedir?" diye
soranlara cevaben deriz ki: "Onlar, onun sebep ve alametlerini bilip
müşahede etmeleri sebebiyle, (bu sayede), onun alâmetlerini bilirlerken... o
Kıyametin onlara ansızın gelmesi..." anlamında olması caizdir.
[96]
"Dostlar o gün,
biribirine düşmandır; takva sahipleri müstesna.. Ey,benim
ayetlerime iman edip de müslüman olan kullarım! Bugün
size hiçbir korku
yoktur. Siz, mahzun
da olmayacaksınız. Sürür ve ikrama gark olmuş olarak
siz de, eşleriniz de girin cennete. Onların çevresinde
ikram için altın tabak ve
kadehler dolaştırılıp
duracak. Canlarının isteyeceği, gözlerinin hoşlanacağı ne
varsa oradadır. Ve siz, burada ebedî kalacaksınız.
İşte bu, yapageldiğiniz iyi
amel ve
hareketleriniz sayesinde, mirasçı kılındığınız cennettir. Burada sizin
için birçok meyveler vardır. Onlardan
yiyeceksiniz..."
[97]
(Zubruf, 67-73).
Bil ki Cenâb-ı Hak,
"Onlar, kendileri farkında olmayarak {başlarına) ansızın gelecek o saatten
başkasını mı gözetliyorlar?" buyurunca, bunun peşinden, Kıyametin
halleriyle ilgili şu gibi hususlar da zikretmiştir:
1)
"Dostlar o gün birbirine düşmandır. Takva sahipleri müstesna..." Bu,
"Bu dünyada dost olanlar, o âhiret gününde biribirine düşman
olacaktır" demektir. Dostluklar, günah ve küfür üzerine kurulunca, Kıyamet
gününde düşmanlığa dönüşür. Müttakiler, yani biribirine karşı dostluklarını
iman ve takva temeli üzerine bina eden muvahhidlere gelince, bunların
dostlukları o günde düşmanlığa dönüşmez.
Hükemâ, bu ayetin
tefsiri hususunda şöyle güzel bir yol İzleyerek demişlerdir ki: "Sevgi,
ancak birtakım hayır ve menfaatların elde edilip, birtakım zararların da
bertaraf edileceğine inanıldığında gerçekleşen bir şeydir. İşte böyle bir inanç
bulununca dostluk olur. Her nezaman bu işin bir zarar getireceğine inanılırsa,
o zaman da buğz ve nefret oluşur." Bunu iyice anladığına göre diyoruz ki:
Gerçekleştiğinde
sevgiyi meydana
getireceğine inanılan o iyi, güzel ve menfaatli şeyler, ya değişebilir
türdendir, yahut böyle değildir. Eğer değişebilir türden olursa, bu sevginin de
nefrete dönüşmesi mümkün olur. Çünkü bu sevgi, ancak birtakım hayır ve
rahatlığa sebep olacağına inanıldığı için tahakkuk etmiştir. Ama böyle bir
inanç zail olup, peşinden meydana gelen şeyin zarar ve elem olacağına
inanıldığında, bu sevginin yerini öfkeye bırakması gerekir. Çünkü illetin
(sebebin) değişmesi, ma'lûlün (neticenin) değişmesini gerektirir. Ama sevgiye
sebep olan iyi, güzel ve menfaatli şeyler, devamlı, ebedî ve değişmez şeyler
olduğunda, bu sevgi de devamlı olur, değişmez ve sürer gider.
Bu prensibi iyice
anladığına göre, şimdi diyoruz ki: Dünyada iken aralarında sevgi ve muhabbet
bulunan kimselere gelince, eğer bu sevgileri, dünyalık ve dünyanın hoşluklarını
elde etmek maksadıyla kurulmuşsa, bu arzu ve neticeler Kıyamette devam etmez,
aksine orada birtakım elem ve belâların meydana gelmesine sebep olur. Böylece
de dünyadaki bu sevgi, Kıyamette öfke ve nefrete dönüşür. Fakat dünyadaki
sevgilerini gerçekleştiren sebep, muhabbetullah, Allah'a hizmet ve Allah'a
itaattaki ortak nokta olursa, işte bu sebep değişmez ve yerini başka bir şeye
bırakmaz. Böylece, Kıyamette de sürüp gider ve hatta dünyadakinden daha güçlü,
daha temiz, daha mükemmel ve daha üstün olur. İşte Hak Teâlâ'nın, "Dostlar
o gün, birbirine düşmandır, takva sahipleri müstesna..." ayetine uygun
tefsir budur.
[98]
2) "Ey
kullarım, bugün size hiçbir korku yoktur. Siz mahzun da olmayacaksınız"
ayetinin ifâde ettiği husus... Biz, Kur'ân örfünde kullanışında, "Ibfld" (kullar)
lafzının, hep "mü'min, itaatkâr ve muttaki" kimseleri tavsif ettiğini
tekrar tekrar anlatmıştık. Dolayısıyla ayetteki "Ey kullarım" sözü
Allah'a aittir. Buna göre Cenâb-ı Hak, sanki bizzat kendisi bu kullara hitab
ederek, "Ey kullarım, bugün size hiç bir korku yoktur. Siz mahzun da
olmayacaksınız" buyurmuştur. Bununla, şu gibi bir takım ferahlatıcı ve
sevince sebep olucu incelikler vardır:
a) Cenâb-ı Hak bu kullarına vasıtasız olarak
doğrudan hitabetmiştir.
b) Bunları,
"kulluk" ile nitelemiştir ki, bu büyük bir şereftir. Bunun delili
şudur: Hak Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'i, Miraç gecesi şereflendirmek
istediğinde, "Kulunu gece yürüten Allah'ın şanı ne yücedir!" fon, i) buyurmuştur.
c) Ayetteki
"Bugün size hiçbir korku yok" ifadesinin taşıdığı incelik... Cenâb-ı
Hak bu ifade ile, Kıyamet günü onlardan korkuyu tamamen giderdiğini
bildirmiştir ki, bu en büyük bir nimettir.
d) Cenâb-ı
Hak, "Siz mahzun da olmayacaksınız" buyurmuş ve onlarda, dünyanın
elden kaçmasıyla meydana gelecek hüznü gidereceğini bildirmiştir.
Allah Teâlâ daha
sonra, "Benim ayetlerime iman edip, müslüman olanlara
(gelince)..."buyurmuştur. Buradaki ifadesinin, mübteda, haberinin mahzuf
olduğu ve takdirinin, bunlara, "Haydi
cennete
girin" denilir"şeklinde olduğu söylenmiştir. Bu ifadenin takdirinin,
"(Kullarım), yani
benim ayetlerime iman edenler..." şeklinde olması da muhtemeldir. Mukâtil
şöyle demiştir: Kıyamet günü ortalığı korku bürüdüğünde, bir ses, "Ey
kullarım, artık bugün size hiçbir korku yok" diye nida eder. Mahşer halkı
bunu duyunca, başlarını kaldırırlar. Bunun üzerine, "yani "Benim
ayetlerime iman edip, müslüman olan kullarım" denilince, bâtıl dinlere
mensub olanlar, başlarını eğerler.
3) Allah Teâlâ
mü'min kullarını korku ve hüzünden emin kılıp, onlara bu hususta teminat
verdiğine göre, onların hesaplarının en kolay ve en güzel bir biçimde geçmesi
gerekir. İşte bu yüzden onlara, "Sürür ve ikrama gark olmuş olarak, siz de
eşleriniz de girin cennete..." denilecektir. Ayetteki fiili, güzel denilebilecek herşey hususunda
ikrama gark olma demektir. Binâenaleyh cennetlikler, dahası olmayan bir şekilde
ikramlara nail olurlar. Bu, Rum Sûresi'nde izahı geçen hususlardandır.
Hak Teâlâ daha sonra,
"onların etrafın da, ikram için altın tabak ve kadehler dolaştırılıp
duracak" buyurmuştur. Ferrâ "kûb", yuvarlak, kulağı olmayan
baş" demektir." Binâenaleyh ayetteki ifadesi yani
"tabaklar" yenilen şeylere; "ekvâb" "kadehler"
ise içilen şeylere işarettir" demiştir.
Cenâb-ı Hak, daha
sonra tafsilatı bırakarak genel bir izahta bulunmuş ve "Canlarının
isteyeceği, gözlerinin hoşlanacağı ne varsa oradadır ve siz orada ebedî
kalacaksınız" buyurmuştur. Sonra da, "İşte bu, yapageldiğiniz iyi
amel ve hareketleriniz sayesinde, mirasçı kılındığınız cennettir" buyurur.
Cennete mirasçı kılınmanın ne demek olduğunu, (Mü'minun, ıo> ayetinin
tefsirinde iki şekilde izah etmiştik.
Cenâb-ı Hak, biraz
önce yeme-içmeden bahsedince, şimdi de meyvelerden bahsederek, "Burada
sizin için birçok meyveler vardır. Onlardan yiyeceksiniz" buyurmuştur.
Bil ki Allah Teâlâ,
Hz. Muhammed (s.a.s)'i öncelikle Araplara, sonra da bütün âleme peygamber
olarak göndermiştir. Araplar, yeme, içme ve meyve bakımından sıkıntı içinde
idiler. İşte bundan ötürü, onların arzularını iyice çekmek ve onları dine
sevkedecek hususları kuvvetlendirmek için, onlara bu gibi nimetleri
lütfedeceğini tekrar tekrar bildirmiştir.
[99]
"Şüphe yok ki
günahkârlar, cehennem azabında ebedî kalıcıdırlar. Bu azab onlardan
hafifletilmeyecek. Onlar bunun içinde, ümitsiz susup kalacaklardır. Onlara biz
zulmetmedik, fakat onların kendileri zâlimdiler. "Ey (cehennemin bekçisi)
Mâlik, Rabbin bizim canımızı alsın" diye seslenirler. O da, "Siz hep
burada kalacaksınız" der. Andolsun ki biz size hakkı getirdik. Fakat
çoğunuz,
hak (ve hakikati) çirkin görüyordunuz.
Yoksa onlar, işlerini sağlam mı
tuttular?
Biz de sağlam tutanlarız. Yahut biz, onların içlerinde gizlediklerini ve
aralarındaki fısıltılarını işitmediğimizi mi sanıyorlar?
Hayır, hayır, onların
yanında bizim
elçilerimiz var, (yaptıklarını) yazıyorlar"
(Zuhruf, 74-80).
Bil ki Allah Teâlâ
vaadinden bahsedince, bunun peşinden Kur'ân'da sürüp gelen (genel) tertip ve
metod üzere, va'îdini de getirmiştir. Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele var:
[100]
Kfidî, ayetteki,
"Şüphe yok ki günahkârlar, cehennem
azabında
ebedî kalıcıdırlar" ayetini delil getirerek, fasıklann
(günahkârların) da ebedî cehennemde kalacaklarını
söyleyerek, şöyle demiştir: "Mücrim" (günahkâr suçlu)
kelimesi, kâfiri de, fasığı da içine alan bir sözdür.
Binâenaleyh bunların ikisinin de
cehennemde
ebedî olması gerekir. Ayetteki "hâlidûn" kelimesi, "hulûd"a
delâlet
eder. Ayetteki, "Bu azab onlardan
hafifletilmeyecek" ifadesi de, yine hulûda
(ebedîliğe) ve devama delâlet eder."
Buna şu şekilde cevap veririz: "Bu ayetin hem öncesi, hem sonrası
"mücrim" (suçlu) lafzı ile, kâfirlerin kastedildiğini göstermektedir.
Çünkü bu ayetten önceki ifadeler, "Ey kullarım, bugün size hiçbir korku
yoktur. Siz mahrum da olmayacaksınız" şeklinde olup, Allah'ın ayetlerine
iman edip, müslüman olan herkesin, bu ifadenin kapsamına girdiğini gösterir.
Ehl-i kıblenin (Kâ'be'yi kıble kabul edenlerin) günahkârları, Allah'a ve
ayetlerine iman edip, müslüman olmuş kimselerdir. Binâenaleyh bunların
hepsinin, bu vaadin muhtevasına girip, sonra gelen va'îdir sınırları dışında
kalmaları gerekir. Bu ayetten sonraki "Andolsun ki biz size hakkı
getirdik. Fakat çoğunuz hak (ve hakikati) çirkin görüyordunuz" ayetindeki
"hak'* sözü ile, ya İslâm, ya Kur'ân kastedilmiştir. Dolayısıyla
mücrimlerden bahseden ayetin, hem öncesinin, hem sonrasının, bu
"mücrimler" ile kâfirlerin kastedilmiş oluşunu gösterdiği anlaşılır.
Allah en iyi bilendir".[101]
Allah Teâlâ,
mücrimlerle ilgili cehennem azabını şu üç sıfatla nitelemiştir:
a) Hulûd
(devamlılık) ile... Birçok yerde, bunun "uzun süre
kalma" demek olduğunu, "ebedîlik"
manasını ifade etmektedir.
b)
"Hafifletilmeme" ile.. Yani "bu, hafifletilmeyen, azaltılmayan
ve eksiltilmeyen bir azabtır." Bu
ateşli hastanın, harareti düştüğünde, "Ateşi düştü" deyişlerinden
alınmadır.
c) Ayetteki,
"Onlar, bunun içinde, ümitsiz susup kalacaklardır" ifadesinin
anlattığı sıfat ile... "Müblls", feraha ermekten ümidini kesen
kimsenin, sesinin soluğunun kesilmesi gibi, sesi soluğu kesilen demektir.
Oahhâk'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Mücrim, ateşten bir tabut
içine konur ve sonra bu tabutun ağzı kapanır, kilitlenir. Mücrim (kâfir) bunun
içinde hiçbir tarafı görmeksizin ebedi kalır." Keşşaf sahibi, ayetteki,
'nin şeklinde de okunduğunu ve
"cehennemde" manasında olduğunu söylemiştir.
[102]
Kâdî, "Onlara Biz
zulmetmedik, fakat onların kendileri
zcüimdirler"
ifadesini delil getirerek şöyle demiştir: "Eğer
Cenâb-ı Hak, kâfirlerin küfrünü onları cehenneme
sokmak
için yaratmış olsaydı, "Onlara biz
zulmetmedik" ifadesiyle
nefyettiği şey ne
olurdu? Yani kendisinden nefyedip, onlara nisbet ettiği bu şey nedir?
Yahut da, Allah'ın onlara zulmettiğini söylersek, o
zaman bu, bu kâfirlerin ileri sürdüğü
şeye
birşey ilave etmemiş olur. Zaten onlar da bunu iddia ediyorlardı?
Eğer muarızlarımız "Bu fiil sadece Allah'ın
kudretiyle meydana gelmemiştir. Aksine hem Allah'ın, hem kulun kudretiyle birlikte
meydana gelmiştir. Binâenaleyh bu, Allah'dan olan bir zülüm olmaz"
derlerse, biz (Mu'tezile) deriz ki: "Size göre zulme kadir olmak zulmü
gerektirir. O kudreti yaratan Allah'dır. Binâenaleyh Allah Teâlâ, sanki küfrü
yaratmasının yanışım, küfre kudreti de verirse, onlara zulmedici olmaktan
çıkar. Bu ise imkânsızdır. Çünkü bir fiilde zâlim olan, bununla birlikte o
fiili gerektiren şeyi de yapınca, "zâlim" denmeye daha müstehak
olur."
Kfidî'ye şöyle cevap
verilebilir: Kuiun kudreti her iki taraf için (yapma ve yapmama için) elverişli
midir, yoksa bu iki taraftan birisi için belirgin (kesin) hale mi gelmiştir?
Eğer kulun kudreti her iki taraf için de elverişli ise ve bu iki taraftan
birinin tercihi, bir müreccih olmadan meydana gelmiş ise, bundan, bir yaratıcının
bulunmadığı neticesi çıkar. Yok eğer bu tercih bir müreccihe muhtaç İse, yine
başa dönülmüş olur ve mutlaka bu iş, Allah'ın kulda yarattığı müreccih (tercih
ettirici) bir sebebe varıp dayanması gerekir. Yok eğer kulun kudreti iki
taraftan birisi için belirlenmiş, sadece o taraf için olmuş olursa, bu durumda
senin bize karşı ileri sürdüğün şey, senin için de söz konusu olur."
Bil ki (âlim) kişi,
sadece istidlal vechini görüp onu zikreden kimse değildir. Kişi o kimsedir ki,
sözün öncesine ve sonrasına bakıp, bu sözün kendi görüşünün aleyhine olacağını
gördüğünde, bunu zikretmeyen kimsedir. Allah en iyi bitendir.
[103]
İbn Mes'ûd (r.a),
kâfi hazfederek, terhîm ile,
şeklinde okumuştur. İbn Abbas (r.a), "İbn Mes'ûd, şeklinde
okuyor" denildiğinde, İbn Abbas, "Cehennem
ehlinin bu kısaltmayı yapmalarına sebep olacak fazla
rneşguliyetleri ne olabilir ki?" demiştir. İbn Abbas'a şöyle cevap
verilebilir: "Böyle bir terhîm (kelimelerin sonunu hazfetmek) güzel ve
yerinde olur. Çünkü bu, zayıflık ve acizlik bakımından cehennem ehlinin,
kelimelerin ancak bir parçasını söyleyebilecek bir durumda olacaklarını
gösterir."
[104]
Alimler,
cehennemliklerin "Ey Mâlik, Rabbin bizim canımızı ahin" diyerek, nasıl bir istekte bulundukları
hususunda değişik izahlar yapmışlardır: Bazıları bunun
bir temenni olduğunu söylerlerken, bazıları da, yardım dilemek maksadıyla
söylendiğini, yoksa o cehennemliklerin bu azabtan kurtuluşlarının olmadığını
zaten bildiklerini söylemişlerdir. Şöyle de denilebileceği ileri sürülmüştür:
Bunlar, içine düştükleri o azabın şiddet ve dehşetinden ötürü, bunun böyle
olduğunu unuttular da, gerçekten istediler.
Cenâb-ı Hak daha
sonra, Mâlik'in onlara "Siz hep (burada) kalacaksınız" dediğini haber
vermiştir. Kur'ân'da, Mâlik'in onlara ne zaman bu cevabı verdiği, o anda mı,
yoksa uzun bir aradan sonra mı bunu söylediğinin açıklaması yoktur. Eğer
onların sözü üzerine İse, onların sözünden az bir müddet sonra mı, yoksa uzun
bir müddet sonra mı verildiği hususunda da bir açıklama yoktur. Binâenaleyh
onları hafife almak ve onların kederlerini artırmak için, bu cevabın
geciktirilmiş olması imkânsız değildir. Abdullah b. Ömer (r.a)'den, bu cevabın,
kırk yıl sonra verileceği rivayet edilirken, başkaları, yüz yıl sonra; İbn
Abbas (r.a) da, bin yıl sonra verileceğini rivayet etmişlerdir. Bu sürenin ne
kadar olduğunu en iyi bilen Allah'dır.
[105]
Cenâb-ı Allah, daha
sonra cehennem bekçisi Mâlik'in onlara, "Siz hep burada kalacaksınız"
diye cevap vermesinin peşisıra, bu cevabın, adetâ sebebi olan hususu da
zikredip, "Andolsun ki biz size hakkı getirdik. Fakat çoğunuz, hak (ve
hakikati) çirkin görüyordunuz" dediğini beyân buyurmuştur. Bundan maksad,
onların Hz. Muhammed (s.a.s)'den ve Kur'ân'dan nefret ettiklerini ve hak dini
kabul hususunda iyice öfke dolu olduklarını anlatmaktır.
İmdi, eğer:
"Allah Teâlâ onları "ümidsiz" olarak niteledikten sonra, onların
artık nasıl, "Ey Mâlik..." diye çağrıda bulunabileceklerini
söylemiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bütün bunlar, uzun zaman ve yıllar
içinde olacak şeylerdir. Dolayısıyla onların halleri, bu uzun zaman zarfında
farklı farklı olacaktır. Dolayısıyla onlar iyice ümitsizliğe düştükleri için
bazan susup kalırlar, zaman zaman da başlarındaki azabın şiddetinden ötürü
yardım talebinde bulunabilirler. Rivayet edildiğine göre cehennemliklere
öylesine bir açlık duygusu gelecektir ki bu, içinde bulundukları azaba denk
olacak. Bunun üzerine onlar, "Mâliki çağırın" diye bağıracaklar,
(Mâlik gelince de) "Ey Mâlik, Rabbin bizim canımızı alsın"
diyecekler.
[106]
Cenâb-ı Hak, onların
âhirette ne şiddetli bir azaba düşeceklerini anlatınca, bunun peşisıra, onların
dünyada iken, kalblerinin bozukluklarını ve nasıl tuzaklar kurup,
hileler yaptıklarını ifade ederek, "Yoksa onlar
işlerini sağlam mı tuttular. Biz de sağlam tutanlarız" buyurmuştur ki bu,
"Mekke müşrikleri. Resûlullah'a hile yapıp tuzak kurmada, işlerini sağlama
aldılarsa, onların tuzaklarını sapasağlam yapmaları gibi biz de tuzağımızı
(cehennem azabımızı) sapasağlam yapıcılarız" demek olup, tıpkı "Yoksa
(o kâfirler) bir tuzak mı kurmak istiyorlar? (Bilin ki) tuzağa düşenler o
kâfirlerin kendileridir..." çtiu.az) ayeti gibidir. Mukâtil, bu ayetin,
Mekke müşriklerinin, Dâru'n-Nedve'de (meclislerinde), Hz. Peygamber (s.a.s)'e
tuzak kurmak için görüşmelerini anlatmak için indiğini söylemiştir ki bu,
"Hani kâfirler sana hile ve tuzak kuruyorlardı..."(Entaı,30) ayetinde
de anlattığı husustur. Bu hadiseyi o ayetin tefsirinde anlatmıştık.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak,"Yahut biz, onların içlerinde gizlediklerini ve aralarındaki
fısıltılarını işitmediğimizi mi sanıyorlar?" buyurmuştur.
"Sırr", kişinin ya kendisine, yahut da hiç kimsenin bulunmadığı bir
yerde bir başkasına söyleyip anlattığı şey; "necvâ" ise, insanların
kendi aralarında fısıltıyla konuştukları şeydir. ûjR ^.'jJ Utl-jj Ji
"Hayır, hayır, onların sandıkları gibi değil! Biz onları duyar,
söylediklerine muttali oluruz ve elçilerimiz, yani hafaza meleklerimiz, onların
aleyhine kullanılmak üzere bütün hallerini ve konuştuklarını yazarlar".
Yahya b. Muâz'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Kim, işlediği günahları
insanlardan saklar da, göklerde kendisine hiçbirşey saklı kalmayan o Zat'a
açıklar, yani O'ndan gizlemeye çalışmazsa, bu kimse O zâtı, kendisini
görenlerin en önemsizi yerine koymuş olur ki bu münafıklık alâmetidir."
[107]
"De ki: "O
Rahman'm bir çocuğu bulunsaydı, ben ona tapanların ilki
olurdum". Hem sonra, göklerin ve yerin Rabbi,
Arş'tn Rabbi, onların
söyledikleri
şeylerden münezzehtir. (Şimdilik) sen onları bırak, (bâtıla)
dalsınlar, oynayadursunlar. Nihayet tehdid edilmekte
oldukları günlerine
kavuşturulacaklardır.
O, gökte de tanrıdır, yerde de tanrı olandır. O, hakîm
ve alimdir. Göklerin, yerin ve ikisi arasındaki
şeylerin mülkü O'nun olan
Allah'ın sânı ne
yücedir. Saatin (Kıyametin) bilgisi O'nun yanındadır. Ancak
O'na döndürüleceksiniz. Allah'tan başka dua edip
yalanladıkları nesnelerin
şefaat yetkileri
yoktur, ancak bilerek hak namına şehadet edenler müstesna.
Andolsun ki kendilerini kimin yarattığını onlara
sorsan, elbette "Allah" derler.
O
halde, nasıl (haktan) çevriliyorlar. Onun, "Ya Rab" demesi hakkı
için,
muhakkak ki onlar iman etmez güruhtur.
Şimdilik sen onlardan yüz çevir.
"Selâm!"
de. Artık pek yakında bilip öğrenecekler"
(Zuhrırf, 81-89).
Bu ayetlerle ilgili
birkaç mesele var:
[108]
Hamza ve Kisflî, kelimesini vâv'ın zammesi ve lâm'ın sükunu
ile vuld, diğer kıraat imamları her ikisinin fethasıyla
veled şeklinde okumuşlardır. Nâfi, kelimesini nûn'un fethasını uzatarak, fe enû,
diğer kıraat imamları, medsiz olarak feene şeklinde okumuşlardır.
[109]
Bil ki âlimler,
"Deki: "0 Rahman'm bir çocuğu bulunsaydı,
ben ona tapanların ilki olurdum" ifadesinin,
zahiri manaya
almamız durumunda, Allah'ın bir çocuğu olabileceği
hususunda bir şüpheyi gerektirdiğini, böyle birşeyin
ise imkânsız olduğunu iddia etmişler, bundan ötürü de ayeti te'vil etme
ihtiyacı hissetmişlerdir. Halbuki bana göre, durum hiç de böyle değildir.
Ayetin lafzında, zahirî manayı bırakmayı (te'vil yapmayı) gerektiren hiçbirşey
yoktur. Bunu şu şekilde izah edebiliriz: "Ayetteki bu ifade, kaziyye-i
şartiyye "şartlı önerme"dir. Şartlı önerme ise, birisine harf-i
şartın (yani (eğer) edatının), diğerine de ceza (cevap) cümlesinin başına gelen
fâ edatının dahil olduğu iki haberi cümleden meydana gelmiştir, Önce bu
ikisinin toplamından, tek bir kaziyye (hükünvcümle) meydana gelmiş olur. Bunun
misâli işte bu ayettir. Çünkü ayetteki M ifadesi, iki kaziyyeden meydana gelmiş
bir kaziyyedir ki, bunlardan biri cümlesi; diğeri ise, ifadesidir. Şart edatt
yani lafzı birinci kaziyyenin başına;
ceza edatı yani lafzı da ikinci kaziyyenin başına getirilmiştir. Böylece bu iki
kaziyyeden, tek bir kaziyye meydana gelmiştir ki, bu da, kaziyye-yi şartiyye
(şartlı önerme)'dir.
Bunu iyice kavradığına
göre, şimdi diyoruz ki: Kaziyye-yi şartiyye, sadece şartın, cezayı yani cevabı
gerektirici olduğunu ifade eder. Yoksa kaziyye-yi şartiyyede, şartın
doğru veya yanlış, yahut da cezanın (cevaptaki hükmün)
doğru veya yanlış olmasını ihsas ettirecek herhangi birşey yoktur. Bundan da
öteye, biz diyoruz ki: Gerçek kaziyye-yi şartiyye, bazan ya doğru iki
kaziyyeden; yahut yanlış iki kaziyyeden; yahut yanlış şart, doğru cevaptan
(cezadan) veyahut da, doğru şart, yanlış cevap cümlesinden meydana gelir.
Dördüncü ktsım, yani doğru (hak) kaziyye-yi şartiyyenin, hak (doğru) şarttan ve
batıl (yanlış) ceza cümlesinden meydana gelmiş olması muhaldir, böyle birşey
imkânsızdır.
[110]
Şimdi bu dört kısmı
misallerle açıklayalım:
1- "Eğer insan hayvan olursa, cisim
olur" dediğimizde, bu kaziyyemiz, iki hak (doğru) kaziyyeden meydana
gelmiş, doğru bir kaziyye-yi şartiyye olmuş olur ki, bunun iki kaziyyesinden
birisini, "insan hayvandır (canlıdır)" hükmümüz, diğeri de,
"insan cisimdir" şeklindeki hükmümüzdür.
2- Ama,
"Eğer beş bir çift sayı ise, bu eşit olarak ikiye bölünür" dersek,
bu, yine doğru şartlı bir önerme olmuş olur. Fakat bu da, "Beş bir çift
sayıdır" şeklindeki sözümüz ile, "Bu, eşit olarak ikiye bölünür"
şeklindeki sözümüzden meydana gelmiş bir şartlı önermedir. Halbuki bu iki husus
da, yani beşin çift olması ve eşit olarak bölünmesi bâtıl (yanlış) şeylerdir.
Bu ikisinin bâtıl (yanlış) olması, bunların diğeri için bir hakkı (bir
doğruluğu) gerektirici olmasına mâni değildir.
Biraz önce, kaziyye-yi
şartiyyenin sadece gerektirici olmayı ifade ettiğini söylemiştik.
3-
"Eğer insan taş olursa, cisim olur" dediğimizde, bu da gerçek bir
önermedir. Fakat bu önerme, bâtıl (yanlış) şart cümlesinden, yani, "İnsan
taştır" şeklindeki cümlemiz ile, hak (doğru) ceza cümlesinden, "insan
cisimdir" şeklindeki sözümüzden meydana gelmiştir. Bu da caizdir. Çünkü
bâtıl bazan farazi olarak vaki olmuş gibi mütalaa edilebilir. Çünkü mesela, insanın
taş olduğunu farzetmemiz durumunda, insanın cisim olması gerekir. Binâenaleyh
bu, doğru cezayı (neticeyi) gerektiren bâtıl bir şarttır.
4- Dördüncü
kısma, yani gerçek şartlı önermenin, gerçek şarttan ve batıl cezadan meydana
gelişine gelince, bu imkânsızdır. Çünkü bu terkibten, hakkın, bâtılı gerektirir
olması neticesi çıkar ki bu, sözkonusu olamaz. Ama üçüncü kısım böyle değildir.
Çünkü üçüncü kısım, bâtılın hakkı gerektirici olması neticesini verir ki, bu
imkânsız değildir.
Bu esasları iyice
kavradığına göre, şimdi ayetin tefsirine dönüyor ve diyoruz ki: "Cenâb-ı
Hakk'ın, "O Rahman'm bir çocuğu bulunsaydı, ben ona tapanların ilki
olurdum " cümlesi, bâtıl şart ve yanlış cezadan meydana gelmiş gerçek bir
"kaziyye-yi şartiyye"dir. Çünkü bizim, "Allah'ın çocuğu
vardır" şeklindeki sözümüz bâtıl ve yanlıştır; ve yine bizim, "Ben,
ona tapanların ilkiyim" şeklindeki sözümüz de yanlıştır. Ancak ne var ki,
daha evvel de, "Beş, çift bir sayı olsaydı, eşit olarak bölünürdü./'
şeklinde misalimizle açıkladığımız gibi, bunlardan birisinin batıl ve yanlış
olmasının,
bunlardan birisinin, diğeri için bir
hakkı gerektirici olmasına mani olmadığını beyan ettik... Böylece bu sözün,
(ayet-i kerimenin) zahirî manasına göre anlamlandırılmasında bir sakınca
olmadığı ve bundan maksadın, "Şayet Rahman olan Allah'ın bir çocuğu
olsaydı, o çocuğa tapanların ilki ben olurdum.." olduğu; zira, hükümdarın,
bir çocuğunun olması durumunda, kölesinin padişaha hizmet etmesi gerektiği
gibi, çocuğuna da hizrnet etmesinin gerekeceği sabit olmuş olur. Biz bu
terkibin, bir çocuğu kabullenmeye veya kabullenmemeye delâlet etmediğini
açıklamıştık.
Ayetin bu ifadesine
yakın olan ifadelerden birisi de, Cenâb-ı Hakk'ın, (Enbiya, 22) ayetidir. Bu söz de, bir
"kaziyye-i şartiyye"dir. Burada şart, cümlesi, ceza da cümlesidir. O
halde, haddi zatında şart yanlıştır. Ceza da yanlıştır. Çünkü, doğru olan, yer
ile gökte başka ilahların bulunmayışıdır. Çünkü lev edatı, "bir başka
şeyin olmayışı sebebiyle, bir şeyin yokluğu"nu ifade eder. Çünkü, yer ile
gök, fesada uğramamışlardır. Hem şartın hem de cezâ'nın yanlış ve batıl
olmasına rağmen, bu şart, bu cezâ'ya bir doğruluk hakkı gerektirmiştir. İşte,
tefsirini yapmakta olduğumuz ayette de durum böyledir.
İmdi, eğer onlar,
"Bu ikisi arasında şöyle bir fark vardır: Zira Allah Teâlâ bu şartı, lev
edatıyla getirmiş ve "Şayet bu ikisinde başka ilâhlar bulunsaydı..."
buyurmuştur. (-lev) edatı ise, bir başka şeyin olmaması sebebiyle, bir şeyin
yokluğunu ifade eder. Ama, Cenâb-ı Hakk, tefsirini yapmakta olduğumuz ayette ise,
(-in) edatını kullanmıştır. Bu edat ise, başkası bulunmadığı için bir şeyin
yokluğunu ifade etmez; tam aksine ii\ edatı, şartın tahakkuk edip etmediği
hususunda bir şüphe bulunduğunu ifade eder. Peygamberde böyle bir şüphenin
bulunması ise, imkânsızdır" derlerse, biz deriz ki: Bahsettiğiniz fark,
doğrudur. Ancak ne var ki bizim maksadımız, şartın, "kaziyye-i
şartiyye"nin doğru olmasından, biraz önce de bahsettiğimiz gibi her iki
tarafın doğru veya yanlış olmaları neticesinin çıkmayacağını beyan etmektir.
Karşı tarafın, "
lafzı, şartın tahakkuk edip etmediği hususunda, bir şüphe ifade eder"
şeklindeki sözüne gelince, biz deriz ki, bu kabul edilemez. Çünkü ü\ edatı,
şart harfidir; şart harfi ise, şartın sadece cezâ'yı gerektirici olmasını
iktizâ eder.
Ama bu şartın meydana
gelmesinin malûm ya da şüpheli olmasının beyanına gelince, lafızda lafzında), bunu ifade edecek bir mana yoktur.
Özetle bahsettiğimiz
bu hususlardan, ayetin bu ifadesini, her bakımdan zahiri manasına almamız
mümkün olduğu ve tefsire gitmeye asla lüzum kalmadığı ortaya çıkmış olur. Buna
göre mana, "Ey Muhammed de ki: "Eğer Rahman olan Allah'ın bir çocuğu
olsaydı, ona tapanların ve ona hizmet edenlerin ilki ben olurdum..."
şeklinde olmuş olur ki, bu s izün maksadı da, şudur: "Ben, inat ve işi
yokuşa sürmek için, O'nun çocuğu olmadığını söylemiyorum... Çünkü, O'nun çocuğu
olduğuna dair bir delilin bulunması halinde, onu kabullenen ve ona hizmet
etmenin gerekli olduğunu itiraf eden ben olurdum!.. Ancak ne var ki, ne böyle
bir çocuk söz konusudur ne de
onun varlığına dair
bir delil vardır. O halde, bunu ben daha nasıl söyleyebilirim? Tam aksine,
çocuk olmadığına dair kesin deliller vardır. O halde, daha nasıl ben, bir çocuk
olduğunu söyler, bunu benimserim?!.." İşte bu sözler, asla te'vîle ve zahirden
sapıtmaya ihtiyaç bırakmayacak mükemmel ve son derece açık sözlerdir.
Binâenaleyh, bu konuda söylenebilecek olan, bence budur. Müfessirlerden
Süddî'nin, onun, "6u ayeti, zahiri manasına almak mümkün olup, te'vîle
gerek yoktur" dediği nakledilmiştir. Yapılan izah da, doğru olanın,
Süddî'nin dediği şey olduğunu göstermektedir.
[111]
Bu ifâdenin mutlaka
te'vîl edilmesi gerektiğini söyleyenler, şunları zikretmişlerdir:
1) Vahidî
şöyle der: "Bu ayetin tefsiri hususunda pekçok izah vardır. En kuvvetli
olanı ise, mananın şu şekilde olduğunun söylenmesidir: "Sizin iddianıza
göre, şayet Rahman olan Allah'ın bir çocuğu olsaydı, yani, "Allah'ı
birleyenlerin ve sizin O'na çocuk nisbet etmenizi yalanlayanların ilki ben
olurdum..." Bir kimse şöyle diyebilir: "{Bu durumda) ayetin takdiri,
ya, "Eğer aslında, işin önünde Rahman'ın bir çocuğu olmuş olsaydı, onu
inkâr edenlerin ilki ben olurdum!"; yahut da, "Eğer, sizin için,
Rahman'ın bir çocuğu olduğu iddiası sabit olursa, onu inkâr edenlerin ilki ben
olurum..." şeklinde olur. Birinci şık batıldır, olamaz! Çünkü, bir şeyin
haddi zatında olması, bulunması, peygamberin onu inkâr edici olmasını
gerektirmez. Çünkü peygamberin (faraza), "Eğer o şey, aslında var olsaydı
bile, onu inkâr edenlerin ilki ben olurdum..." şeklindeki sözü,
peygamberin yalan ve cehalette ısrar etmesini, diretmesini gerektirir ki, bu,
peygambere yakışmaz. İkincisi de bâtıldır, çünkü onlar, ister Allah'ın bir
çocuğu olduğunu söylesinler isterse söylemesinler, peygamber bir çocuk olmadığını
bilmektedir. Binâenaleyh, onların iddialarının, peygamberin bir çocuk olduğunu
kabul etmeyişinde bir tesiri olamaz. Dolayısıyla da, onların bir çocuk
bulunduğu şeklindeki iddiaların), peygamberin o çocuğu kabul etmeyişinde
müessir kılmak uygun düşmez.
2) Bu ifadenin manasının, "O'nun bir çocuğu
olduğunu kabul etmeyen, buna burun kıvıranlann ilki ben olurdum" şeklinde
olmasıdır. Bu durumda, ayette ifadesi, bir kimsenin taassub ve kendini büyük
görme duygusunun iyice kabardığı zaman kullanılan, ifadesinden alınmış olur ki,
bazıları bu kelimeyi (evvelu'l-abdine) şeklinde okumuşlardır..
Bil ki, yukardaki
soru, burası için de söz konusudur. Çünkü eğer ayetten, "Şayet, Rahman'ın
gerçekten çocuğu olsaydı bile, ben onu kabule yanaşmayanların ilki oturdum, bundan
yüz çevirir, burun kıvırırdım" manası olsaydı, bu, peygamberin cehalet ve
yalanda ısrar ediyor olmasını gerektirirdi. Yok eğer ayetten, "Şayet sizin
iddia ve inancınıza göre, şayet Rahman'ın bir çocuğu olsaydı, onu
kabullenmeyenlerin ilki ben olurdum" manası kastedilmiş ise, böyle bir
ta'lîk (bir şeyi bir şeye bağlamak) fasittir, yanlıştır. Çünkü zaten böyle bir
kabullenmeme, böyle bir inanç ve itikad ister bulunsun isterse bulunmasın,
zaten mevcuttur. Durum böyle olunca da, böyle bir ta'lîk caiz olmaz..
3) Bazıları
da, buradaki edatının olumsuzluk edatı
olduğunu ve ifadenin manasının, "Rahman'ın çocuğu yoktur; O'nun çocuğu
olmadığına dair, Mekkelilerden inanıp O'nu birleyenlerin ilki benim"
şeklinde olduğunu söylemişlerdir.
Bil ki, bu uzak
birtakım izahları yapmak, ancak bir zaruret olduğu zaman söz konusu olabilir.
Halbuki biz, burada böyle bir zaruretin kesin olarak bulunmadığını açıkladık.
Binâenaleyh, buna başvurmak caiz değildir. Allah en iyisini bilendir.
[112]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Hem sonra, göklerin ve yerin Rabbi, Arş'ın Rabbi, onların
söyleyegeldikleri şeylerden münezzehtir" buyurmuştur ki bu, "Alemin
ilâhının, zâtı gereği Vâcibü'l-Vücûd olması gerekir. Böyle olan her şey ise,
hiçbir bakımdan bölünmeyi, tecezziyi kabul etmeyen mutlak tek ve mutlak
ferd'dir. Çocuk ise, bir şeyin parçalarından bir parçanın ayrılması ve o
parçadan, o şey gibi, başka bir şahsın meydana gelmesi, üremesi demektir. Bu
ise ancak, zâtı, bölünmeyi ve parçalanmayı kabul eden şeyler hakkında düşünülebilecek
bir şeydir. Alemin ilâhı hakkında, bu, imkânsız olunca, O'nun çocuğu olduğunu
söylemek de imkânsız olur.
Cenâb-ı Hak bu kesin
ve aklî delili getirince, "(Şimdilik) sen onları bırak, (bâtıla)
dalsınlar, oynayadursunlar. Nihayet, tehdit edilmekte oldukları günlerine
kavuşturulacaklardır" buyurmuştur ki, bundan maksadı, tehdittir. Yani,
"Onların ileri sürdükleri şeyin yanlışlığı hususunda kesin hüccetler
getirdim. Ama onlar, mal, makam ve riyaset elde etme hususuna Öylesine bir dalmışlardır
ki, bu hüccetlere dönüp bakmadılar bile.. Binâenaleyh onları, kendisinde,
kendilerine yapılagelen tehdid ile karşılaşacakları güne ulaşıncaya kadar, o
batıl işleri ve eğlenceleri içinde bırakıver..." demektir ki, bununla
alabildiğine bir tehdit kastedilmiştir.
[113]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "O, gökte de tanrı, yerde de tanrı olandır" buyurmuştur. Bu
ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis: Ebû Ali
şöyle demiştir: "Ayetteki İlâh kelimesinin ne ile merfû olduğu hususunda
düşündüm de, bunun merfû olmasının sebebinin, mahzûf mübtedânın haberi olduğunu
gördüm. Ki, buna göre ifadenin takdiri, "Gökte olan O, ilâh odur..."
şeklindedir.
[114]
İkinci Bahis: Bu ayet,
Cenâb-ı Hakk'ın. göklerde olmadığına delâlet eden delillerin başında gelir.
Çünkü, Allah Teâlâ bu ayeti ile, ulûhiyyet vasfına haiz olarak kendisinin göğe
nisbet edilmesinin, tıpkı yere nisbet edilmesi gibi olduğunu; binâenaleyh,
kendisinin, yerde olmadığı halde, yerin ilahı olduğuna göre, yine, orada olmadığı
halde, göğün de ilâhı olması gerektiğini beyân buyurmuştur.
Buna göre şayet,
"Bu cümlenin, Cenâb-ı Hakk'ın çocuğu olmadığını ifade eden cümle ile ne
alâkası vardır?" diye sorulursa, biz bu alâkanın şu şekilde olduğunu
söyleriz: Allah Teâlâ, Hz. İsa (a.s)'yı sadece "ol!" emriyle
yaratmış, böylece de Hz. İsa (a.s), nutfe ve baba vasıtası bulunmaksızın
oluvermiştir. Böylece, adeta sanki şu denilmek istenmiştir. "Bu kadar şey,
Hz. İsa'nın, Allah'ın çocuğu olmasını gerektirmez. Çünkü bu mana aynı şey,
burada bir babalık oğulluk ilişkisi bulunmamakla birlikte, Cenâb-ı Hakk'ın,
gökleri, yeri ve ikisi arasındaki şeyleri yaratmasında da söz konusudur.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
, "O, hakîm ve altmdir" buyurmuştur
ki, biz, Allah'ın, Hakîm ve Alîm oluşunun, O'nun bir çocuğunun olmasına
aykırı olacağını En'âm Sûresi'nde anlatmıştık.
[115]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Göklerin, yerin ve ikisi arasındaki şeylerin mülkü O'nun olan Allah
)n şanı ne yücedir! Saatin (Kıyametin) bilgisi O'nun yanındadır. Ancak O'na
döndürüleceksiniz" buyurmuştur. Bil ki, ayetteki kelimesi, ya "sebat
ve beka" manasını ifade eden kökten, yahut da, "bol hayır, çok
hayır" manasını ifade eden kökten müştakdır. Her iki takdire göre de, bu
her iki manadan her biri, Hz. İsa (a.s)'mn, "Allah'ın çocuğu"
olmasına ters düşer. Çünkü, eğer bu ifadeden, "sebat, devam, beka,
ebedilik" anlamı kastedilmişse, Hz. İsa (a.s) devamı ve bekası vâcib olan
bir varlık değildir. Çünkü Hz. İsa (a.s), yok iken sonradan meydana gelmiştir.
Hem, hristiyanlara göre o, öldürülmüş ve ölmüştür. Oysa, kim böyle olursa,
böyle olan ile, ezelî, ebedî, bakî olan arasında cins birliği ve bir benzerlik
bulunamaz. Bu sebeple de, Hz. İsa (a.s)'nın, Allah'ın oğlu olması imkânsız
olur.Yok eğer, ayetin bu ifadesiyle, Cenâb-ı Hakk'ın, "Göklerin, yerin ve
ikisi arasında kalanların yaratıcısı olması" gibi, çok lütuf ve
iyiliklerde bulunması manası kastedilmişse, Hz. İsa (a.s), böyle de değildir.
Tam aksine, yemeğe ihtiyaç duyan bir kimsedir. Yine hristiyanlara göre o,
yahudîlerden korkmuş, sonunda da yahudiler onu yakalamış ve öldürmüşlerdir.
Binâenaleyh, vasfı bu olan zât daha nasıl göklerin, yerin ve ikisi arasında
bulunan şeylerin yaratıcısı olan Allah'ın çocuğu olabilir?!.
Ayetteki, "Saafm
bilgisi O'nun yanındadır" ifadesine gelince, bununla da şu kastedilmiştir:
Cenâb-ı Hak, kudretinin mükemmel olduğunu açıklayınca, ilminin de mükemmel
olduğunu açıklamıştır ki, bundan maksad da, bahsettiğimiz nitelikte zât, ilim
ve kudret bakımından mükemmel olan zâtın çocuğunun, hristiyanların nitelediği biçimde,
âciz ve âlemin durmlarına vukûfiyyet sahibi olamayışının imkânsız olduğuna
dikkat çekmektir.
Cenâb-ı Hak,
kendisinin bir çocuğunun olmadığını detaylı biçimde anlatınca, bunun peşinden,
ortaklarının da olmadığını beyân eden ifadeyi getirerek, "Allahtan başka
yalvardıklan nesnelerin şefaat yetkileri yoktur. Ancak bilerek, hak namına
şehadet edenler müstesna" buyurmuştur. Bu ayet hakkında müfessirler şu iki
görüşü ileri sürmüşlerdir:
[116]
Birinci Görüş: Buna
göre bu ifadenin manası, "Allah'tan başka müşriklerin yalvardıklan
melekler, İsâ ve Uzeyr..." demektir. Yani "Melekler, İsa ve Uzeyr,
ancak hakka şehâdet eden kimselere şefaatçi olurlar.." demektir. Rivayet
olunduğuna göre, Nadr İbn el-Haris ile bir grup kimse, şöyle demişlerdir: "Eğer
Muhammed'in dediği doğru ise, biz, meleklere ibadet eden onları dost ediniriz.
Çünkü melekler, şefaat etmeye Muhammed'den daha çok hak sahibidirler."
İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, adeta şöyle dercesine bu ayeti inzal
buyurmuştur: "8u kimseler hiç kimseye şefaat edemezler.. Ancak, hakka
şehâdet edenler müstesna.." Bu görüşe göre ayetin manası, "Bunlar,
ancak hakka şehâdet edenler için
şefaatçi olurlar.." şeklinde olur. Böylece de, bir lâm (men) takdir
edilmiş olur. Veyahut da, ifadenin takdirinin, "Bu kimseler ancak, hakka
şehâdet eden kimselere şehâdet etme yetkisine sahiptirler.." şeklinde
olduğu da söylenebilir. Buna göre, edatının başından, rnuzâfı olan i*Ui
(şefaate..) kelimesi hazfedilmiş olur. Bu, şefaat fiilini, lâm harf-i cerri
olmaksızın müteaddi kılıp da, tıpkı, hem "onunla konuştum""ona
nasihat ettim" demen gibi, "Ona şefaat ettim" takdirinde,
"Falancaya şefaat ettim" diyen kimselerin kullanışına ve lehçesine
göredir.
İkinci Görüş:
"Allah'ın dışında taptıkları her ma'bûd..." demektir. Ayetteki,
"Gerçeğe bizzat bilerek şehâdet edenler müstesna'1 ifadesiyle, melekler,
İsa (a.s) ve Uzeyr (a.s) kastedilmiştir. Buna göre mana, "Kâfirlerin
kendilerine taptığı o şeyler, şefaat hakkına sahip değillerdir. Ancak hakka
şehâdet edenler müstesna.. Bunlar da, melekler, İsâ (a.s) ve Uzeyr (a.s)'dir.
Bunların, Allah'ın katında şefaat etme hakları ve selahiyetleri vardır"
şeklinde olur. Ayetteki, ifadesi, "Allah'tan başka ilâh olmadığına şehâdet
eden kimseler müstesna..." anlamındadır.
[117]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "bizzat bilerek" buyurmuştur ki, bu kayd, (hakkında bilgisi
olmaksızın), sadece dil ile yapılan şehâdetin kesinlikle hiçbir şey ifade
etmeyeceğine delâlet eder. Mukallidin imanının, asla bir faydası olmadığını
söyleyenler, bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ,
şehâdetin, beraberinde o hususta bilgi ve ilim bulunması halinde kabule şayan
olacağını beyan buyurmuştur. İlim ise, o ilme sahip olana şüphe verilmek
istenmesine rağmen onun şüphelenmesini anlayan yakîn, yani kesin bilgidir.
Böyle bir ilim ise, ancak delil ile elde edilir. Böylece mukallit kimsenin
imanının, asla kâfi gelmeyeceği sabit olmuş olur."
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Andoisun ki, kendilerini kimin yarattığını onlara sorsan, elbette
"Allah" derler. O halde, nasıl (haktan) çevriliyorlar?"
buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili iki mesele vardır:
[118]
Bazı kimseler,
Kur'ân'daki bu ve benzeri ayetlerin, o
insanların, âlemin bir yaratıcısının bulunduğunu itiraf
etmeye mecbur
olduklarına delâlet ettiğini sanmışlardır.
Cübbâf
ise şöyle der: "Bu, doğru değildir. Çünkü, Fİravun'un kavmi, Firavun'dan
başka, kendilerinin bir ilâhı olmadığını söylemiş; İbrahim (a.s)'ın kavmi de,
"... biz sizin davet eder olduğunuz (din)den kat'î ve kocundurucu bir şek
ve şüphe İçindeyiz..." (ibrahim, 9) demişlerdi." Onlara (Cübbâî'ye)
şöyle denilir: "Biz, Fİravun'un kavminin, Allah'ın varlığını inkâr
ettiklerini kabul etmiyoruz. Görüşümüzün delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Vicdanları
da bunlara tam bir kanaat hasıl ettiği halde, zulüm ve kibir ile yine bunları
inkâr ettiler" (Nemi, i4) ayetidir.
Musa (a.s) da,
Flravun'a, "Andolsun, bunları, birer ibret olmak üzere göklerin ve yerin
Rabbinden başkasının indirmediğini bilmişsindir" (isrâ, 102) demiştir.
Dolayısıyla ifâdesini, tâ'nın
fethasıyla okumak, Firavun'un, Allah'ı bilip tanıdığına delâlet eder. İbrahim
(a.s)'in kavminin, "... biz sizin davet eder olduğunuz (din)den kat'î ve
kocundurucu bir şek ve şüphe içindeyiz" (ibrahim, 9) demeleri ise. Kıyametin,
mükellef tutulmanın ve nübüvvetin isbâtı meselesine dairdir.
[119]
Bil ki, Allah Teâlâ bu
ifadeyi, bu sûrenin hem başında hem de sonunda zikretmiştir. Bundan maksad, şu
hususa dikkat
çekmektir: "Onlar, âlemin ve bütün
canlıların yaratıcısının Allah olduğuna inandıklarına göre, daha nasıl, bu
inançlarının yanısıra, zarar veremeyen, faydaları dokunmayan; sadece cansız
varlıklar olan bayağı birtakım nesnelere ve habîs putlara tapmaya
yönetebiliyorlar?!.."
Ayetteki cümlesine
gelince, bu, "Niçin Allah adına, yalanlar uydurup da, "Allah bize,
putlara tapmamızı emretti" diyorsunuz?" demektir. Alimlerimizden
bazıları, Cenâb-ı Hakk'ın bu beyanına dayanarak, bunların döndürülüp,
çevirilmelerinin, kendilerinden kaynaklanan bir şey olmadığını, tam aksine
kendileri dışındaki başka şeylerden kaynaklandığını söylemişlerdir. Kadî bu
görüşe şu şekilde cevap vermiştir: "Sözü anlama hususunda, ya da yolu
bulma konusunda şaşıran kimseye, "Nereye gidiyorsun?!" anlamında,
"Nereye götürülüyorsun?.." denilir." Alimlerimiz de,
"Nereye götürülüyorsun?!" ifadesinin zahirinin, bir başka götürücünün
onu götürdüğüne delâlet ettiğini; binâenaleyh, sözü hakiki manasından
uzaklaştırmanın zahir ve aslolanın aksine bir hareket olduğunu; üstelik, onu
götüren şeyin, onun kalbinde, o duyguyu yaratan Zât olduğunu, çok net aklî bir
delille de, o duyguyu yaratanın Allah olduğunun sabit olduğunu söyleyerek cevap
vermişlerdir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Onun, "Ya Rabb" demesi hakkı için muhakkak ki onlar iman
etmez güruhtur" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır:
[120]
Birinci Bahis: Kıraat
imamlarının ekserisi, lâm'ın fethasıyla (ve kîlehû)
"Yedi kıraat imamının dışındaki bazı kimseler, bu
ifadeyi ref' ile, ve kîluhû... şeklinde okumuşlardır" demiştir. Nasb ile
okuyanlara gelince, Ahfeş ve Ferrâ bu hususta şu iki görüşü ileri sürmüşlerdir:
a) Bu ifade, "Hz. Peygamber, sözünü
söyledi, dileğini Rabbine iletti..." takdirinde olmak üzere, mef'ûl-ü
mutlak olarak mansûbtur. Buna göre
kelimesi, mukadder ile mansûb olmuştur.
b) Bu ifade,
daha önce geçmiş olan, (Zuhruf.ao) ayetindeki, ifadelerine matuftur. Buna göre
kelamın takdiri, "Yahut biz onların içlerinde gizlediklerini, aralarındaki
fısıltılarını ve onun, yani peygamberin... sözünü işitmiyoruz mu sanıyorlar?.."
şeklinde olur. Zeccâc, bu hususta bir üçüncü izah yaparak şöyle der: "Bu
ifade, "Saatin bilgisi O'nun yanındadır" (Zuhruf, es) ayetindeki
"saat" kelimesinin mahalline nisbetle mansûbtur. Çünkü bu ifadenin
anlamı, "O Allah, saati bildi" şeklindedir. Buna göre ifadenin
takdiri, "Saati ve onan sözünü
bildi" şeklinde olmuş olur ki, bunun bir benzeri de senin, "Ben,
Zeyd'i ve Amr't dövmesine şaştım" şeklindeki sözüdür. ( kelimesi, kelimesinin mahalline ma'tûftur). Bu
kelimenin mecrûr okunmasına gelince, Ahfeş, Ferrâ ve Zeccâc, bu durumda bu
kelimenin, kelimesindeki kelimesi üzerine atfedildiğini ve kelamın
takdirini, "Kıyamet saatinin ilmi ile. o peygamberin "EyRabbim..."demesinin
ilmi O'nun kalındadır" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Müaberred de şöyle
demiştir: "Her ne kadar matuf ile matufun aleyh arası açılsa, musafe uzasa
bile, mansûb olana atfetmek daha güzeldir. Çünkü mansub olanla onun amilinin
arasını açmak caizdir. Bu husus, mecrûv olan kelâmda ise, hoş olmamakla
beraber, caizdir.
Bu ifadenin merfû
okunması hususunda da şu iki izah yapılabilir:
1) Kelimesi
mübtedâ, ondan sonra gelen ifade ise, haberdir.
2) Bu
kelimenin, muzâfın hazfedilmiş olduğu takdir edilerek. 'deki üzerine atfedilmiş olmasıdır. Buna göre
kelamın takdiri şeklinde olur. (Bu
durumda, ifadesinden, muzâf olan
kelimesi hazfedilmiş, i'râbı ise kelimesine verilerek, Âli şeklinde olmuştur.)
Keşşaf sahibi, bütün
bu izahların, mana bakımından kuvvetli olmadığını -özellikle, cümle-i
itiraziyye olmaları güze) olmayan şeyler ile, mâtut ile matufun ateyYı'ın
arasının fasledildiği yerlerde- söyleyerek, bu hususta bir diğer izah yapar ve
yaptığı bu izahın, öncekilerden daha kuvvetli olduğunu iddia eder. Onun yaptığı
izah şudur: "Bu ifadenin mansûb veya mecrûr olması, kasem harfinin takdir
edilmesifbu durumda mecrûrdur) ve hazfedilmesi (bu durumda nasb okunurjne
göredir. Merfû okunuşu ise, Arapların, şeklindeki kullanışlarına göredir. Bu
izahlara göre, cümlesindeki, kasemin cevâbı olmuş olur. Buna göre sanki,
"Ben (Allah), o peygamberin, "Ya Rabb!" deyişine yemin
ederim" denilmek istenmiş,
veyahut
da "O'nun, "Ya Rabb!" deyişi, benim kasemimdir, buna kasem
derim..." demek istemiştir.
Ben de derim ki:
Keşşaf sahibinin ileri sürdüğü bu izahlar da birtakım zoraki açıklamalardır.
Burada, Kur'ân'da çokça görülen bir takdir bulunmaktadır ki, buda, kelimesinin dakdir edilmesidir. Buna göre
kelamın takdiri, "Onun,
Ya Rabb!" deyişini hatırla" şeklinde olur.
MecrÛr okunmasına
gelince, bu durumda kelamın takdiri "Onun, "Ya Rabb!.." deme
vaktini hatırla.." şeklinde olur. Mutlaka bir takdir yapmak gerekiyorsa,
Kur'ân'da sürüp gelen şeyin takdir edilmesi, başkasının takdir edilmesinden
daha evlâ olur.
İbn Abbas'm, bu
ifadenin tefsiri hususunda, "Bu ifadeyle, "Ya Rabb!"
denildi" manasının kastedildiğini, bu kelamın sonundaki hâ'nın ziyâde
olduğunu söylediği rivayet edilmiştir.
İkinci Bahis: kelimesi de, tıpkı kelimesi gibi masdardır. Hz. Peygamber
(s.a.s)'in "Peygamber, kî! kâl'den, dedikodudan nehyetti" şeklindeki
açıklaması da böyledir. Leys de, şöyle der: "Araplar, "Bu husustaki
kîl u kât çoktur" ifadesini kullanırlar." Şemir, Ebû Zeyd'den, şu
deyimlerin kullanıldığını söylediğini rivayet etmiştir: "Senin kîlün,
kavlin, kâlin ve mekâlin (yani sözün...) ne güzeldir!"
Üçüncü Bahis:
kelimesindeki hâ zamiri, Hz. Peygamber (s.a.s)'e râcidir.
Dördüncü Bahis: Hz.
Peygamber (s.a.s), kavminden dolayı canı sıkılıp, onların küfürde ısrarlarını
anlayınca, onların iman etmeyen bir toplum olduklarını haber vermiştir ki bu,
Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Nûh (a.s)'un söylediğini naklettiği, "Ya Rabbî!
Gerçekten onlar bana isyan ettiler. Malı ve evlâdı, hüsrandan başka bir şey
artırmayan kimselere uydular..." ımkt) demesine yakın bir ifadedir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "Şimdilik sen onlardan yüz çevir, aldırma!"
demiş, böylece peygamberine, (şimdilik) onların yakasını bırakmasını
emretmiştir ki, bu ifadenin zımnında, Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Peygamber (s.a.s)'i,
kavmine azâb ile bedduada bulunmaktan men ettiği hususu bulunur. Safh, yüz
çevirmek, aldırmamak, vazgeçmek anlamındadır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Selam, de" demiştir. Sîbeveyh, bunun manasının
"mütareke" olduğunu söylemiştir ki, bunun bir benzeri de, Hz. İbrahim
(a.s)'in, babasına,
"Selam sana. Senin için Rabbime istiğfar edeceğim " (Meryem, 47)
demesi ve "Size selâm (olsun). Biz câhilleri aramayız"
dediler"(Kasaa, 55) ayetidir.
Cenâb-ı Hak,
"Artık pek yakında bilip öğrenecekler" buyurmuştur ki, bundan maksat,
tehdittir. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[121]
Nâfî ve İbn Âmir, tâ
ile ve muhatap sîgasıyla, "bileceksiniz..." şeklinde okurlarken,
diğerleri, bir önceki ayette geçen, "iman etmeyen kavim..." ifadesine
râci olmak üzere, yâ ile"bilecekler" şeklinde okumuşlardır.
[122]
Bazı kimseler kâfire
selâm verilebileceği hususunda, bu
ayetle
istidlal etmişlerdir. Ben derim ki: Eğer bu istidlal
doğru ise, bu, kâfire
selâm verirken, sadece, "selâm.."
sözüyle yetinilmesini; mü'min
kimseye de, "selâmün
aleyküm" denilmesini gerektirir ki, bundan
maksad, müslüman ve kâfire verilebilecek
selâmların
ayrı olduğuna dikkat çekmektir.
[123]
İbn Abbas, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Sen onlardan yüz çevir, aldırma.
"Selâm"de"ayetinin, Seyf (yani Tevbe 5) ayetiyle
menşûh olduğunu
söylemiştir ki, bana göre, bu gibi yerlerde nesh bulunduğunu söylemek müşkil ve
zordur. Çünkü emir, ilgili fiilin, sadece tek bir defa yapılmasını ifâde eder.
Binâenaleyh, (memur) o emri tek bir defa yerine getirdiğinde lafzın delâleti
sakıt olur. Şu halde, bu gibi yerlerde nesh bulunduğunu söylemeye ne hacet var?
Bunun bir benzeri de,
"Yemînu'l-fevr" (dil alışkanlığıyla, acele yapılan yemin) olup, bu,
fukahâ nezdinde meşhurdur. Bu yemin, lafzın, bazan örf karînesiyle
kayıtlanabileceğine delâlet etmektedir. Durum böyle olunca, bu gibi yerlerde
neshi iltizam etmeye ihtiyaç kalmadığı anlaşılır. Doğruyu en iyi bilen
Allah'tır.
Raiınıet ve rıdvân
bulutları üzerine olsun, efendimiz müellif şöyle der: Bu sûrenin tefsiri, 603
H. senesinin Zilhicce ayının 11. günü olan Pazar günü tamamlanmıştır. Her şeyin
evvelinde ve sonunda, açıktan ve gizlice yapılan hamdler Allah'a; salât ü selâm
da, ebedîyyen ve daima mukarreb meleklerine, nebilerine ve resullerine olsun...
Bahusus, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, O'nun âline, ashabına, onların hepsine
olsun...
[124]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/493
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/493-494
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/494
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/494-495
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/495
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/495
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/495
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/495
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/496
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/496
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/497
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/497
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/497
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/497-498
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/498
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/498-500
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/500
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/500
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/501
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/501
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/502
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/502
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/503
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/503-504
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/504-505
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/505-506
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/506
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/506
[29]
Lisanü-l-Arap 1/47.
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 19/506-507
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/507-508
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/508
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/508
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 19/508-509
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/509
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/509
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/509-510
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/510
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/510
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/510-511
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/511-512
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/512-514
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/514
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/514-515
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/515
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/515
[47] Keşfu’l-Hafa,
1/334
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 19/516
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/516-519
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/519
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/519-520
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/520
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/520
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/521
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/521
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/521
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/521-522
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/522
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/522-523
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/523
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/523
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/523-524
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/524
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/524-526
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/526
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/526-527
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/527-528
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/528
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/528-529
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/529
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/530
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/530
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/531
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/532
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/532
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/532
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/533
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/533
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/533
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/534
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/534-535
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/535
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/536
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/536
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/536
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/537
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/537
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/538-539
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/539
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/539
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/539-540
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/540
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/540
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/540-541
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/541-542
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/542
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/543
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/543-544
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/544-545
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/545-546
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/546
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/546-547
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/547
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/547-548
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/548
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/548
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/548-549
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/549-550
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/550
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/550-551
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/551-553
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/553-554
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/554
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/554
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/554-555
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/555
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/556
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/556
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/557
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/557
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/557-559
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/560
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/560
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/560