Bu sureye
"Zuhruf' adının verilmesi, dünya hayatının bazı süsleri ve geçici
nimetlerin (zuhruf) vasfını ve bunların ebedî olan ahiret nimetiyle
mukayesesini yapması dolayısıyladır. Zuhruf = Altın ve süslü zinet eşyası
demektir. Bu suredeki bir ayette yüce Allah şöyle buyurmuştur: "...evlerinin
kapılarını ve üzerine yaslanacakları koltuklarını da hep gümüşten yapardık ve
onları zinetlere (zuhruf) boğardık. Bütün bunlar sadece dünya hayatının geçici
metaldir. Ahiret ise Rabbinin katında, Allah'ın azabından sakınıp rahmetine
sığınanlara mahsustur." (34-35. ayet).
[1]
Bu surenin,
"Ha,mim' ile başlayan önceki sureyle münasebeti iki şekildedir.
1- Bu
surenin baş tarafıyla, önceki surenin baş tarafı ve son tarafı Kur'an'ı
anlatmakta ve Kur'an'ın kaynağının ilâhî vahiy olduğunu beyan etmektedir.
2- Her iki
sure de Allah'ın varlığına ve birliğine delâlet eden kesin deliller
getirmekte, ahiret hallerini, korkunçluklarını ve kâfirlerin maruz kalacağı
cehennem korkularını sergilemekte, bunları cennet nimetiyle mukayese etmekte
ve bu cennet nimetinin muttaki müminler için hazırlandığını ifade etmektedir.
[2]
Diğer Mekki surelerde
olduğu gibi bu surenin mevzuu da, gönüllere İslâm'ın inanç esaslarını
yerleştirmekle ilgilidir. Bu da bir olan ve ortağı olmayan Allah'a,
peygamberliğe, vahye ve öldükten sonra dirilme ve cezaya imandır. Bu sure,
Kur'an-ı Kerimin kaynağının ilâhî vahiy olduğunu beyan ile başlamış onun Arapça
olduğunu vurgulayarak devam etmiş, ayrıca onu, kıyamete kadar, İslâm'ın ve
Peygamber'in ebedî mucizesi kılmış, dünya hayatında aşırı giden ve daha önceki
ümmetlerin yalanladığı gibi Peygamberlerini yalanlayan Kureyş'i ve Arap
kabilelerini akibetten korkutan bir vasıta kılmıştır.
Sonra da, göklerin ve
yerin yaratılması, hazırlanıp emre amade kılın-
ması, gerek yeryüzünde
ve gerekse göklerde yollar yapılması, insanlara faydalı olan yağmurun
indirilmesi, eşyanın çift yaratılması, insanlar için gemilerin, büyük ve küçük
baş hayvanların yaratılışı ve müşriklerin açıkça yaratıcının ancak Allah
olduğunu itiraf etmeleri vb. bütün bu delillerle Allah'ın varlığını, kudretini
ve birliğini açıklamıştır.
Ancak müşrikler bu
itirafı, putperestlik ve hurafeyle kirletmişler, putlara tapmışlar,
meleklerin, Allah'ın kızları olduğunu iddia etmişler ve bu bozuk inançlarını
da, ancak atalarını ve dedelerini taklit etmekle geçerli kılmaya
çalışmışlardır. Kur'an ayetleri de onların yoldan çıkışlarını doğrulamış, bu
batıl tapınma konusunda cehalet ve budalalıklarını ve delili olmayan
iddialarını ayıplamış ve onlara benzeyen kendilerinden önceki milletleri helak
eden azabın onlara da indirilmesinden kendilerini sakmdırmıştır.
İnsanlar ibret
alsınlar, hadiseler ve neticelerinden ders alsınlar diye sure, İbrahim
Halilullah, Musa ve İsa (a.s.) gibi bazı ulü'1-azm peygamberlerin kıssalarını
ifade etmiş, peşinden de, müşriklerin Peygamber (s.a.)'in risaleti etrafındaki
şüphelerini ortadan kaldırma konusunda Hz. İbrahim'in (a.s.) kıssasını
getirmiştir. Çünkü müşrikler peygamberliğin yetim ve fakir olan Muhammed'e
değil de; Mekke ve Taif te makam ve mal sahibi olan iki adamdan birine
verilmesi gerektiğini iddia etmişlerdi. Allah da, onların bu iddialarını,
peygamberliğe seçilme ölçüsünün ancak edebî, ahlâkî ve insanî değerler olduğunu
yoksa basit maddi değerler olmadığını belirterek reddetmiştir. Çünkü bu dünya
Allah katında hiçbir değer ifade etmez.
Eğer, insanlar tek bir
millet, küfür milleti olmayacak olsaydı Allah dünyanın tüm güzelliklerini,
zinetlerini ve diğer eşyalarını kâfirlere verir, müminleri mahrum ederdi.
Bunun peşinden sure,
insanları Allah'ın zikrinden yüz çevirmekten sakındırmış; ahiretteki ebedî
nimete rağbet ettirmiş ve onlara Kur'an, Peygamber (s.a.)'in de, onların da
eşit şekilde şerefidir, diye minnette bulunmuştur: "Doğrusu Kur'an sana
ve kavmine bir şereftir. İleride ondan sorumlu tutulacaksınız." (44.
ayet)
[3]
1- Ha, Mim.
2, 3- Apaçık Kitab'a
and olsun ki biz, anlayıp düşünmeniz için onu Arapça bir Kur'an kıldık.
4- O katımızda bulunan
ana kitapta (levh-i mahfuzda) mevcut yüce ve hikmetle dolu bir kitaptır.
5- Siz, haddi aşan
kimseler oldunuz diye, sizi Kur'an'la uyarmaktan vaz mı geçelim?
6- Daha önceki
milletlere nice peygamberler göndermiştik.
7- Onlar, kendilerine
gelen her peygamberi mutlaka alaya alırlardı.
8- Biz bunlardan daha
zorba olanları da helak ettik. Nitekim öncekilerin misali geçmiştir.
"...Sizi
Kur'an'la uyarmaktan vaz mı geçelim?" ayetinde inkâr ve tenbih anlamında
soru vardır. Yani siz haddi aştınız diye, biz hatırlatmak ve korkutmaktan
vazgeçmeyiz.
[4]
"Ha, Mim."
Bu huruf-ı mukattaa, alfabe harfleri Kur'an'ın mucize oluşuna ve surede beyan
edilen hükümlerin önemine dikkat çekmek içindir. "Apaçık Kitab'a and olsun
ki..." Burada hidayet yolunu ve şer'î hükümleri açıklayan Kur'an'ın Arapça
olduğuna yemin edilmektedir. "Apaçık Kitab'a andolsun ki" Kur'an'ın
Arapça kılınışını Allah, yine Kur'an'a yemin ederek belirtiyor, "biz
anlayıp, düşünmeniz için" Ey Araplar! manalarını düşünüp anlamanız için
"onu Arapça bir Kur'an yaptık."
"Siz haddi aşan
kimseler oldunuz diye", Allah'a ortak koşarak israfta haddi aşan kimseler
oldunuz diye... Bu ifade, gerçekte onları kendi hallerine bırakmamayı
gerektiren bir sebeptir. Yani müşriksiniz (Allah'a ortaklar koşuyorsunuz) diye
sizin yakanızı bırakamayız, "sizi Kur'an'la uyarmaktan vaz mı geçelim?"
Yani sizi ihmal edip, bırakalım mı? Kur'an'ı size söylemeyelim mi? O zaman
belli bir süre size ne emir verilecek, ne de yasaklar bildirilecek, öyle mi?
"Onlar
kendilerine gelen her peygamberi mutlaka alaya alırlardı." Yani onlara
herhangi bir peygamber gelmedi ki, onu alaya almış olmasınlar. Bu ifade, kavmi
tarafından alaya alınmasından dolayı, Peygamber (s.a.)'e bir tesellidir.
"Biz, bunlardan
daha zorba olanları da helak ettik." Yani senin kavminden daha güçlü
olanları kahrettik. "Nitekim öncekilerin misali geçmiştir." Yani
Allah'ın ayetlerinde, onların hayret verici hikayeleri ve helak edilişlerinin
izahı geçmiştir. Senin kavmin de onlara benzemektedir. Ayet, Allah Rasulün'e
(s.a.) bir müjde; öncekilerin başına gelenlerin benzerinin, onun kavmine de
geleceği konusunda kavmine yönelik bir tehdittir.
[5]
Allah Tealâ Kur'an'm
Arap diliyle olmasını vurgulayarak tüm Arapların ona inanması gerektiğini
ifade ediyor. Çünkü onlar, Kur'an'ı anlamaya ve manalarını idrak etmeye herkesten
daha hazırlıklıdırlar. Yine Allah, Kuranın Allah kelâmı olduğunu ve kendi
nezdinden indirildiğine dikkat çekmektedir. O, levh-i mahfuz'da korunup,
muhafaza edilmiştir. Ey müşrikler! Sizin iddia ettiğiniz gibi Kur'an, Muhammed
(s.a.)'den değildir. Onların Kurandan yüz çevirmeleri, onlara bu Kur'an'la
Allah'ın lütfunu, nimet ve rahmetini hatırlatmamaya sebep oluşturmaz. Kaldı ki,
onlar Allah'ın helak ettiği benzer milletlerin akıbetlerinden böylece ibret
alabilirler.
[6]
"Ha, mim. Apaçık kitaba andolsun
ki..." "Ha, mim"den maksadın ne olduğu yukarıda geçmiştir. Allah
Tealâ mana ve lafızları apaçık, hidayet yolunu ve insanların dünya ve ahirette
muhtaç oldukları her şeyi gösteren Kur'an'ın bizzat kendisine yemin etmektedir,
"...anlayıp, düşünmeniz için onu Arapça bir Kur'an kıldık." Yani
şüphesiz biz, bu Kur'an'ı, insanların aralarında anlaşmaları için dillerin en
fasihi olan, Arap lisanıyla, Arap diliyle indirdik. Ey Araplar! Anlamanız ve
manalarını düşünmeniz için, onu apaçık fasih Arap diliyle indirdik. Nitekim
diğer bir ayette şöyle buyurul-muştur: "Apaçık Arap diliyle." (Şuara,
26/195). Ayetteki "lealle" Arap dilinde temenni ve terecci (ummak)
ifade eder ki işlerin neticelerini bilen Allah hakkında bu manada kullanılması
uygun olmaz. Razî ve başkalarının da zikrettiği gibi buradaki murat şudur:
Manalarını düşünesiniz ve hükümlerini kavrayasınız diye bu kitabı Arapça bir
Kur'an olarak indirdik. Bu, Kuranın yer yüzündeki durumudur. Gökteki durumuna
gelince; yüce Allah şöyle buyurdu: "O, katımızda bulunan ana Kitapta
(levh-i mahfuz'da) mevcut, yüce ve hikmetle dolu bir kitaptır." Yani bizim
yanımızda levh-i mahfuzdaki bu Kuranın kadri üstün, belagat, irşat ve diğer
hususlarda şanı yüce, şeref ve mertebesi büyüktür. Üstün hikmet içerir. Lafzı
ve nazmı muhkemdir. Kuranda asla bir karışıklık, ihtilâf ve tenakuz (çelişki)
yoktur. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz bu, korunmuş bir
kitapta bulunan değerli bir Kur'an dır. Ona ancak temizlenenler dokunabilir.
O, alemlerin Rabbinden indirilmiştir." (Vakıa, 56/77-80), "Hayır!
Şüphesiz bunlar (ayetler), değerli ve güvenilir katiplerin elleriyle (yazılıp)
tertemiz kılınmış, yüce makamlara kaldırılmış mukaddes sahifelerde (yazılı) bir
öğüttür. Dileyen ondan öğüt alır." (Abese, 80/11-16).
"Siz, haddi aşan
kimseler oldunuz diye, sizi Kur'anla uyarmaktan vaz mı geçelim?" Siz,
israfa dalmış, Allah'a eş koşmakta ısrar eden bir topluluk oldunuz diye sizi
korkutmayalım; size hatırlatma yapmadan, nasihat etmeden emir ve yasak
koymadan Kur'an'ı sizden saklayalım mı? Bizim lütufkârlığımız ve size olan
merhametimiz bunu yapmamıza manidir. Dolayısıyla aşın da gitseniz, yüz de
çevirseniz, sizi hayra ve hikmetli zikir olan Kur'an'a davet etmeyi
terkedemeyiz. Bilakis, Allah'ın kader ve ilminde doğruyu bulacak olanlar
hidayete ersinler; bedbahtların da aleyhine delil olsun diye biz bu Kur'an ile
emretmeye devam ederiz.
Sonra Allah,
Rasul'ünün (s.a.) kavminin yüz çevirmesinden dolayı mahzun olması üzerine, onu
teselli edip şöyle buyurmuştur: "Daha önceki milletlere nice peygamberler
göndermiştik." Yani daha önceki ümmetlere ne kadar çok peygamber
gönderdik, fakat bu ümmetler o peygamberleri yalanladılar. Nitekim Allah Tealâ
şöyle buyurdu: "Onlar, kendilerine gelen her peygamberi mutlaka alaya
alırlardı." Yani onlara gelen tüm peygamberleri yalanlayıp alaya
almışlardır. İşte aynı şekilde senin kavmin de, seni yalanlayıp seninle alay
etmektedirler. "Biz bunlardan daha zorba olanları da helak ettik. Nitekim
öncekilerin misali geçmiştir." Ya Muhammedi Biz, seni yalanlayan bu
kavimden daha güçlü ve daha çetin bir kavmi helak edip yok ettik. Kur'an-ı
Kerimde bunların zikri birçok defa geçti ve sen, onlar hakkında Allah'ın
kanununu öğrendin. Ey insanlar! Siz de, peygamberlerini yalanlamaları
sebebiyle onların akıbetini öğrenince, onlar gibi kötü durumlara düşmekten
sakının. Ayette geçen "meselü'l-evvelin" terkibi "onların tavır
ve tutumları veya onların cezası" anlamındadır. Nitekim bir başka ayette
Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı
ki, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuştur, görsünler. Öncekiler
bunlardan daha çoktu, kuvvetçe ve yeryüzündeki eserleri bakımından da daha
sağlam idiler. Fakat kazandıkları şeyler onlara asla fayda vermemiştir."
(Gafir, 40/82). Veya ayette geçen "meselü" kelimesi "ibret"
manasındadır. Yani biz, öncekilerin başlarına gelen felâketler, sonraki yalancıların
başlarına da gelmesin diye öncekileri sonrakilere ibret yaptık Nitekim Allah
Tealâ şöyle buyurmuştur: "Onları, sonradan gelenlerin geçmisi ve bir ibret
örneği kıldık." (Zuhruf, 43/56), "Allah'ın kulları hakkında süregelen
adeti budur." (Gafir, 40/85).[7]
Ayetler aşağıdaki
hüküm ve prensipleri göstermektedir:
1- Kur'an-ı
Kerim'i Allah, Arap lisanıyla indirmiştir. Çünkü her Peygamberin kitabı kendi
kavminin diliyle indirilmiştir. Kur'an-ı Kerim lafız ve mana olarak Arapçadır.
Çünkü Allah, Kuranı Arapça kıldığına dair yine Kur'an-ı Kerim'in kendisine
yemin etmiştir. Ayrıca Kur'an'ı apaçık ve her şeyi açıklayıcı kıldığına dair de
yemin etmiştir. Kur'an-ı Kerim, Arap dili ve lehçesiyle nazil olduğundan,
özellikle indirildiği bu kimselere her şeyi apaçık bir şekilde ortaya koyar.
Hidayet yolunu dalâlet yolundan kesin çizgilerle ayırır, İslâmî hükümleri ve
farzları açıklar.
2- Kur'an-ı
Kerim'in Arap diliyle indirilişi, onun sadece Araplara ait olduğunun delili
değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in nasları, onun tüm dünya insanlarına
geldiğine kesin olarak işaret eder. Bu sebeple İbn Zeyd'in "...akledesiniz
diye..." ayetini "...düşünesiniz diye..." şeklinde tefsir etmesi
daha uygundur. Bu yoruma göre Kur'an Araplara ve Arap olmayanlara umumi
hitaptır. Fakat İbni İsa'nın "Hükümleri ve manalarını anlamanız
için..." şeklindeki tefsirine göre Kur'an (lafzı ile) sadece Araplara
hastır.[8]
Zahir olan, her iki
mananın birlikte murat edilmesidir. Böylece Kur'an'ın Araplara has kılınması da
gerekmez. Çünkü İslâm mesajının umumiliği İslâm'ın bilinen büyük
prensiplerindendir.
Razi'nin de ifade
ettiği gibi, "...düşünesiniz diye..." kavli, Kur'an'ın tam anlamıyla
anlaşılıp bilinebileceğini gösterir. Onda, kapalı, meçhul hiçbir şey yoktur.
Ancak bir kısım alimler bunun aksini savunarak Kur'an'ın bir kısmı malum
(bilinir), bir kısmı da meçhuldür, demişlerdir.[9]
3- Allah
"Hakikatte o (yalanladıkları, aslı) levh-i mahfuzda bulunan şerefli Kur'an
dır." (Buruc, 85/21-22) sözüyle Kur'an'ı semada, levh-i mahfuzda olmakla
nitelemiştir. Sonra da levh-i mahfuzu dört sıfatla vasıflan-dırmıştır ki, onlar
şunlardır:
Birinci vasfı:
Allah O, "ana kitapta..." diyerek, levh-i mahfuzu, Kur'an'ın aslı
diye ifade buyurmuştur. Her şeyin aslı onun anası sayılır. Yani Kur'an, levh-i
mahfuz'da Allah katında sabittir.
İkinci vasfı:
"...katımızda..." diyerek Allah, onu bu şekilde şereflendirmiş ve
kendine has kılmıştır. Çünkü levh-i mahfuz, Allah'ın mülkünde, azamet ve
saltanatı içerisinde vukua gelecek her şeyi kapsayan kitaptır.
Üçüncü vasfı:
Levh-i mahfuzun bütün fesat ve bozukluk noktalarından uzak olmasıdır.
Dördüncü vasfı:
Hikmet sahibi (hakim) oluşu. Yani belagat ve fesahat konularında muhkem olup
üstün bir hikmete sahip olmasıdır. Bazı müfes-sirler, bu dört vasfın tamamını
Kur'an'ın vasıfları olarak kabul ederler.
Bu açıklama,
"ümmü'l-kitab'ın, levhi mahfuz diye tefsir edilmesine göredir. Bir başka
yorumda ise, "ümmü'l-kitap" muhkem ayetlerdir. Çünkü Allah Tealâ
şöyle buyurmuştur: "Sana kitabı indiren Odur. Onun ( o Kur'an'ın) bazı
ayetleri muhkemdir ki, bunlar kitabın esasıdır..." (Ali İm-ran, 3/7).
Manası şöyledir: Ha, Mim suresi, ana esas olan muhkem ayetler içerisinde
bulunmaktadır.
4-
Müşriklerin şirk dinini tercih etmeleri, onlara Kuranla nasihat etmeye,
emirler verip, yasaklar koymaya mani değildir. Çünkü Allah Te-alâ'mn onlara
lütuf ve merhameti bunu gerektirir. Kaldı ki böylece Allah Tealâ kıyamet
gününde onların dinî yükümlülüklerin kendilerine açıklanmadığı gibi
mazeretlerini ortadan kaldırmak istemektedir.
5- Kendilerini
hak dine davet eden peygamberlere karşı, milletlerin genel tavrı yalanlamak ve
alayla mukabele etmekten başka birşey değildir. O halde ey Rasul ve tabileri!
Yalanlayıp, alay ettikleri için birtakım insanlardan bizar olmaya gerek
yoktur. Çünkü felâket umumi olduğunda hafifler.
6- Beşer
içerisinde peygamberlerin sayısı çoktur. Ancak Allah, o peygamberleri
yalanlayıp, onlarla alay eden kavimlerini helak edip yok etmiştir. Halbuki bu
helak edilen kavimler, gerek bedenen ve gerekse tabileri açısından, Hz.
Muhammed (s.a.) zamanındaki müşriklerden daha güçlü idiler. Bunların
benzerleri önceki ümmetlerde geçmiştir. Ayette geçen "mesel" ceza,
adet, vasıf ve haber anlamlarında kullanılır. Yani onların cezası geçmiştir.
Ya da küfürlerine karşılık helak edilmeleri sebebiyle öncekilerin niteliği
geçmiştir. Veyahut da onlar hakkında Allah'ın adeti gerçekleşmiştir.
Mekke kâfirleri ve
diğerleri inkâr ve yalanlama hususunda daha öncekilerin yoluna girerlerse,
onlara gelen azabın benzerinin kendilerine de gelmesinden ve kendilerini
rezil, rüsvay etmesinden sakınsınlar. Çünkü Allah, eskileri onlara misal
getirmiştir. Bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Onların her birine (uymaları
için) misaller getirdik..." (Furkan, 25/39). Bir başka ayette ise:
"...ve size misaller de verdik." (İbrahim, 14/45) denilmektedir.
[10]
9- Andolsun ki, onlara
gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorsanız: "Onları şüphesiz güçlü olan,
her şeyi bilen Allah yarattı" derler.
10- O, size yeri beşik
kılmış ve doğru gidesiniz diye yeryüzünde size yollar yaratmıştır.
11- Gökten bir ölçüye
göre suyu indiren O'dur. Biz onunla (kupkuru), ölü memlekete hayat veririz.
İşte siz de böylece (mezarlarınızdan) çıkarılacaksınız."
12, 13, 14- Bütün
çiftleri O yaratmıştır. Ve size bineceğiniz gemiler ve hayvanlar var etmiştir
ki, böylece onların sırtına binip üzerlerine yerleşince Rabbinizin nimetini
anarak: "Bunu bizim hizmetimize vereni teşbih ve takdis ederiz, yoksa biz
bunlara güç yetiremezdik. Biz şüphesiz Rabbimize döneceğiz." diyesiniz.
"O, size yeri
beşik kılmış..." ifadesinde beliğ teşbih vardır. Benzetme edatı ve vech-i
şebeh (benzeme yönü) hazfedilmiştir. "Biz onunla (kupkuru) ölü memlekete
hayat veririz." cümlesinde de istiare vardır. Yağmur yağmadan önceki
yeryüzünün hali ölüye benzetilmiştir. Sonra Allah, bu kupkuru yeri yağmurla
diriltmiştir. "İşte siz de böylece (mezarlarınızdan) çıkarılacaksınız:
tuhrecûn", "bineceğiniz: terkebûn" ve "döneceğiz:
le-munkalibûn" kelimelerinde de seci vardır.
[11]
"...Onları
şüphesiz güçlü olan, her şeyi bilen Allah yarattı, derler." Bu,
müşriklerin sözüdür. Yani o gökleri ve yeri izzet ve ilim sahibi olan Allah
yarattı. "O, size yeri beşik kılmış..." Bu cümle başlangıç
cümlesidir. Allah'ın sözüdür. Ayetteki mehd, döşek anlamındadır. Yani çocuk
için beşik ne ise, yeryüzü de insanlar için öyle rahat bir yerdir. Böylece siz
yeryüzünde mekân tutarsınız.
"Gökten bir
ölçüye göre su", gökten suyu bir ölçü ve bir planla, fayda verip, tufan
gibi zarar vermeyecek bir şekilde ihtiyaca göre "indiren O'dur."
"Biz şüphesiz
Rabbimize döneceğiz." Herkesin, yaptığının karşılığını görmesi için, en
büyük yolculuk Allah'a dönüş yolculuğudur.[12]
Bu ayetler,
davranışlarında ve Kur'an-ı Kerim'den yüz çevirmekte aşırı giden müşriklere,
aslında bir yaratıcının varlığını kabul ettiklerini hatırlatmakta, aynı
zamanda Allah'ın nimetleri, mahlûkatı ve burada saymış olduğu sekiz sıfatını
yine onlara sayıp dökmektedir. Peşinden de kullarına, kalplerinde ve dillerinde
kendisinin nasıl anılacağını öğretmektedir. Peygamberimiz (s.a.)'den bir
rivayete göre, o, ayağını özengiye koyduğu zaman, "Bismillah = Allah'ın
adıyla derdi, tam bineğin üzerine çıktığında, "Elhamdülillah ola külli hal
= her halükarda Allah'a hamd olsun. Bunu bizim hizumıze vereni teşbih ve
takdis ederiz. Yoksa biz buna güç yetire-
mezdik, diyesiniz. Biz
şüphesiz Rabbimize döneceğiz" derdi.(Bir vasıtaya binildiğinde okunacak
dua: Sübhanellezi sahhara lenâ hâze vemâ künnâ le-hu mükrinîn ve innâ ilâ
rabbinâ le-munkalibûn.)
[13]
Yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi Allah Tealâ bu ayetlerde sekiz sıfatını zikretmiştir ki, onlar
da şunlardır:
1-3-
Göklerin ve yerin yaratıcısı olması, izzet ve ilim sahibi bulunması.
"Andolsun ki, onlara gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorsan; onları şüphesiz
güçlü olan, her şeyi bilen Allah yarattı derler." Yani Allah'a yemin olsun
ki, sen o müşriklere, Allah'tan başkasına tapan o kavmine, gökleri ve yeri kim
yarattı, diye sorsan, bunların yaratıcısının ortağı olmayan ve bir olan Allah
olduğunu kabul ederek cevap verirler. Ayette geçen "Aziz" Allah'ın
kudretinin sonsuzluğunu gösterdiği gibi, "Alîm"de O'nun ilminin genişliğini
ve eksiksizliğini gösterir. Allah'ın kudret ve ilminin sonsuzluğu, O'nun tüm
mümkinatı (yaratılmış varlıkları) yaratmaya kadir olduğunu gösterir. Buna
rağmen müşrikler, Allah ile birlikte başka putlara tapmaktadırlar.
4- Yeryüzünü döşek gibi beşik yapan Allah'tır "O,
size yeri beşik kılmış..." Yani yeryüzünü size oturulabilir,
yerleşüebilir halde döşek ve yaygı gibi yaratan Allah'tır. Yeryüzü dönüp
hareket etmesine rağmen sabittir. Allah onu dağlarla sabitleştirmiştir.
Böylece sizi rahatsız etmez.
5- Allah,
yeryüzünde yolları yaratmıştır, "...ve doğru gidesiniz diye yer-
yüzünde size yollar yaratmıştır."
Gaye ve menfaatlerinize ulaşabilirsiniz; ticaret, rızık talebi, seyahat vs.
için ülkenin çeşitli yerlerine intikal edebile-siniz diye dağlar ve vadiler
arasında yollar ve geçitler yaratan Allah'tır.
6- Faydalı
yağmuru indirip insanlara gönderen Allah'tır. "Gökten bir ölçüye göre suyu
indiren O'dur. Biz onunla (kupkuru), ölü bir memlekete hayat veririz. İşte siz
de böylece (mezarlarınızdan) çıkarılacaksınız." Yani ihtiyaca göre,
ekinler, meyveler ve içme ihtiyacı için ölçülü bir şekilde gökten yağmuru
indiren Allah'tır. Fırtınalar olup boğulmalar olmasın, evler yıkılıp ekin
tarlaları zarar görmesin diye Allah, suyu size ihtiyacınızdan fazla indirmedi.
Bitkilere, ziraate ve insanlara yetmez diye ihtiyacın altında da indirmedi.
Biz bu su ile bitkisiz
olan kupkuru ölmüş ülkeyi diriltiriz. Böyle bir yer su ile karşılaştığında
harekete geçer, hayat bulur ve her çeşitten (veya çiftten) iç açıcı bitkiler
verir. Biz kupkuru ölü toprağı böylece dirilttiğimiz gibi, öldükten sonra
kıyamet gününde bedenleri de dirilteceğiz. Ve siz de kabirlerinden diri olarak
mahşer alemine gönderileceksiniz. Bu ayetin benzeri aşağıdaki ayettir:
"Rüzgârları gönderip de bulutu harekete geçiren Allah'tır. Biz onu ölü
bir bölgeye göndeririz de ölümünden sonra toprağa onunla hayat veririz.
Ölülerin yeniden dirilmesi de böyle olacaktır." (Fatır, 35/9).
Burada ayetin zahiri,
yağmurun gökten indiğini ifade eder. Halbuki gerçek, yağmurun buluttan
inmesidir. Yağmura gökten inen diye isim verilmesinin sebebi insanın üzerinde
yükselen her şeye Arapçada sema = gök adı verilmesidir.
"İşte siz de
böylece (mezarlarınızdan) çıkarılacaksınız." ifadesi, Allah'ın kudret ve
hikmetini gösterdiği gibi, öldükten sonra diriltmeye ve kıyamete de kadir
olduğunu göstermektedir. Buradaki teşbihin izahı şöyledir: Allah, nasıl
kupkuru olan bu yeryüzünü yeşil bitki ve olgunlaşmış meyvelerle diriltti ise, öldükten
sonra insanları da öyle diriltecektir.
7- Allah'ın
çeşitli eşyayı yaratması: "Bütün çiftleri o yaratmıştır." Yani bitki,
ekin, ağaç, meyve, insan, hayvan ve bildiğimiz bilmediğimiz tüm çeşitleri
yaratan Allah'tır.
8- Gemiler
ve hayvanlardan binek vasıtalarını yaratan Allah'tır. "Ve size bineceğiniz
gemiler ve hayvanlar var etmiştir." Allah Tealâ size ilham edip öğreterek
denizde binek vasıtası gemileri, karada da binek vasıtası olarak hayvanları,
develeri yaratmıştır. Çünkü "en'am" ismiyle zikredilen hayvanlardan
binilen sadece develerdir. Bunları sizlerin emrine amade eden ve sırtlarına
binmeyi kolaylaştıran Allah'tır. Aynı şekilde etlerini yemeyi, sütlerini
içmeyi ve gübrelerinden faydalanmayı da kolaylaştıran Allah'tır. Ahmed b. Hanbel, Buhari, Müslim ve Nesei'nin
Ebu Hüreyre'den rivayetine göre Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Adamın biri bir sığırın üzerine bindiğinde, sığır ona şöyle demiştir: Ben
bunun için yaratılmadım. Ancak tarla sürmek için yaratıldım. Bunun üzerine
Nebi (s.a.) şöyle demiştir: Buna ben de inandım, Ebu Bekir de, Ömer de.[14]
Binek vasıtaları
elbette sadece gemiler ve develer değildir. Kur'an-ı Kerimde bir başka ayet,
binek vasıtası olan hayvanları anlatmakta, ama diğer binek araçlarına da işaret
etmektedir ki, o da şu ayettir: "Atları, katırları ve eşekleri binmeniz
için ve (gözlere) zinet olsun diye (yarattı.) Allah şu anda bilemeyeceğiniz
daha nice (nakil vasıtaları) yaratır." (Nahl, 16/8). "Böylece atların
sırtına binip üzerlerine yerleşince, Rabbinizin nimetini anarak: Bunu bizim
hizmetimize vereni teşbih ve takdis ederiz, yoksa biz bunlara güç yetiremezdik,
diyesiniz." Yani böylece nakil vasıtası olarak üzerlerine bindiğiniz bu
cins gemiler ve hayvanları kullanıp sonra gönüllerinizde ve dillerinizde size
karada ve denizde bu binek vasıtalarını musah-har kılan Allah'ın nimetini saygı
ile hatırlayasınız, denizi denizciliğe uygun yaratanın, rüzgârları itici
kuvvet olarak yaratanın ve istediği yerde istediği gibi gemicilik yapacak
şekilde gemi yapma sanatını insana öğretenin Allah olduğunu bilesiniz.
İster hayvan ister
herhangi bir taşıta, vasıtaya binince şöyle denilmelidir. "...Bunu bizim
hizmetimeze vereni teşbih ve takdis ederiz, yoksa biz bunlara güç
yetiremezdik." Yani bu binekleri bizim emrimize veren Allah'ı kendisine
yakışmayan her türlü acizlik ve eksiklikten tenzih ederiz. Eğer Allah, bunu
bizim emrimize amade etmeseydi bizim buna sahip olmamız mümkün değildi.
"Biz şüphesiz
Rabbimize döneceğiz." Yani ölümümüzden sonra Ona dönüp varacağız. Allah
Tealâ da herkese hayır olsun, şer olsun yaptığının karşılığını verecektir. Bu
sözün öncesiyle irtibatı şöyledir: Gemiler ve hayvanlar üzerinde yolculuk
yapmak, helak olma tehlikesine maruz olmak demektir. Bu sebeple, bu vasıtalara
binip yolculuk yapan kimsenin, ölüm olayını hatırlaması, şüphesiz bir gün yok
olacağına ve neticede Allah'a döneceğine inanması gerekir.
Müslim, Ebu Davud,
Nesei ve Tirmizi'nin Abdullah b. Ömer (r.a.)'den rivayetine göre o şöyle
demiştir: "Şüphesiz Peygamber (s.a.) bineğine bindiğinde üç defa tekbir
getirir sonra şöyle derdi: "Bunu bizim hizmetimize vereni teşbih ve
takdis ederiz, yoksa biz bunlara güç yetiremezdik." Sonra: "Allah'ım
bu yolculuğumda senden iyilik ve takvayı, razı olduğun ameli bana nasip etmeni
isterim. Allah'ım, yolculuğun zorluklarını bize kolay eyle, uzağı yakın et,
Allah'ım, yolculukta dost ancak sensin, ailem hakkında vekilim yalnız sensin.
Allah'ım, yolculuğumuzda bizimle beraber ol, ailem hakkında vekilim ol."
Yolculuk bitip ailesine döndüğünde de şöyle derdi: "İnşâallah, seferden
döndüğümüz gibi günahlardan da dönüyoruz. Rabbimize kulluk edip
hamdediyoruz."
[15]
1-
Müşriklere gökleri ve yeri yaratanın kim olduğu sorulduğunda, onları
yaratanın, ilmi tam, güçlü ve galip olan Allah olduğunu söyleyeceklerdir.
Allah'ın yaratıp, icat ettiğini kabul edip, sonra da cahilce, Allah ile birlikte
başka putlara tapmaktadırlar.
2- Allah'ın
kudreti tamdır. Kudreti tam ve noksan sıfatlardan uzak olan Allah, yeryüzünü
bize beşik gibi yapmış, huzur ve istikrar ile yaşamaya uygun kılmıştır.
İstediğimiz yere gidebilmemiz, yolculuklarda yolumuzu bulabilmemiz ve Allah'ın
yaratıkları vasıtasıyla kudretine delil getirebilmemiz için yeryüzünde
geçinecek yerler ve yollar yaratmıştır.
3- Allah, kullarına
son derece lütufkâr, onlara oldukça merhametlidir. Bu sebeple Allah Tealâ
faydalı yağmuru ihtiyaç ölçüsünde ve hikmetine uygun olarak indirir. Onu boğan
bir tufan yapmadığı gibi, ihtiyaca yetmeyecek şekilde az da indirmemiştir.
Böylece bu yağmur, insanlara ve hayvanlara uygun bir geçim sahası ortaya
çıkarır. Bu yağmurla Allah, ekinleri ve ağaçları büyütür, ürünleri ve meyveleri
çıkarır.
Kupkuru olduktan sonra
yeryüzünü canlandırıp diriltmeye kadir olan Allah, kabirlerinden insanları
çıkarıp diriltmeye de kadirdir.
4- Allah
Tealâ güzeldir, güzelliği sever. Bu sebeple Allah, tüm eşyayı çeşit çeşit
yaratmış ve bu eşya içerisinde farklı cinsler icat etmiştir. Hayatın mutluluk
ve sevinç verici yanlarını sanatkârane bir şekilde ortaya koymuş, karada, denizde
ve havada çeşitli nakil vasıtaları ile, dünyanın dört bir yanına gidip
gelmesiyle yeryüzünde bir canlılık ve hareketlilik sağlamıştır.
5- Müfessir
Kurtubî şöyle demiştir: "Binek hayvanlarına bindiğimizde ne
söyleyeceğimizi Allah Tealâ bize böylece öğretmiştir. Bir başka ayette de, Hz.
Nuh (a.s.)'un lisanıyla, gemilere bindiğimizde ne diyeceğimizi bize
öğretmiştir; O da Allah'ın şu sözüdür: "(Nuh) dedi ki: Gemiye binin, onun
yüzüp gitmesi de, durması da Allah'ın adıyladır, şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayan,
pek esirgeyendir." (Hud, 11/41). Çünkü birçok insan vardır ki, bir hayvana
biner, o hayvan ya tökezler, ya da ona binme imkânı vermez veyahut onu
sırtından yüzüstü yere atar. Veya adam sırtından düşer, ölür. Bir gemiye binen
nice yolcular da vardır ki, gemi batar, böylece o yolcular boğulurlar.[16]
Özetle: Söylenmesi
vacip değilse de, hiçbir kulun terketmesi uygun olmayan üç zikir vardır.
Bunlar denizde yolculuk duası: "O geminin yüzüp gitmesi de, durması da
Allah'ın adıyladır. Şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir."
(Hud, 11/41). Karada yolculuk duası: "Bunu bizim hizmetimize vereni teşbih
ve takdis ederiz..." (Zuhruf, 43/13). Evlere giriş duası: "Rabbim!
beni bereketli bir yere indir. Sen iskan edenlerin en hayırlısısın."
(Müminun, 23/29).
[17]
15- Ama onlar, kullarından bir kısnını, O'nun bir
cüzü kıldılar. Gerçekten insan apaçık bir nankördür.
16- Yoksa Allah, yarattıklarından kızları
kendisine aldı da oğulları size mi ayırdı?
17- Onlardan biri Rahman'a isnat ettiği kız
çocuğuyla müjdelenince, hiddetlenerek yüzü simsiyah kesilir.
18- Süs içinde yetiştirilip mücadele edemeyecek
olanı mı (Allah'a isnat ediyorlar?)
19- Onlar, Rahman'ın kulları olan melekleri de
dişi saydılar. Acaba meleklerin yaratılışlarını mı görmüşler? Onların bu
şahitlikleri yazılacak ve sorguya çekileceklerdir.
20- Ve dediler ki:
"Rahman dileseydi biz onlara tapmazdık." Onların bu hususta hiç
bilgileri yoktur. Onlar sadece yalan söylüyorlar.
21- Yoksa bundan önce
onlara bir kitap verdik de ona mı tutunuyorlar?
22- Hayır! Sadece "Biz babalarımızı bir din
üzerinde bulduk, biz de onların izleri üstünden hidayete erdirilmişleriz."
derler.
23- Senden önce de
hangi memlekete bir uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları: "Babalarımızı
bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız." demişlerdir.
24- Ben size,
babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu ge-tirmişsem (yine mi
ona uyarsınız)? deyince, dediler ki: "Doğrusu biz sizinle gönderilen şeyi
inkâr ediyoruz."
25- Biz de onlardan
intikam aldık, bak yalanlayanların sonu nasıl oldu?
"Yoksa Allah,
yarattıklarından kızları kendisine aldı da, oğulları size mi ayırdı? cümlesinde
de kınama ve ayıplama ile birlikte alaylı bir üslûp vardır, "el-benat: kız
çocukları" ve "el-benin: erkek çocukları" lafızları arasında da
tezat sanatı vardır.
[18]
"Ama onlar
kullarından bir kısmını, O'nun bir cüzü kıldılar." Yani müşrikler,
Allah'ın yegâne yaratıcı olduğunu kabul ettikten sonra kullarından bir kısmını
Onun çocuğu saydılar. Çocuk, babanın bir parçası olması itibariyle, onlar da,
melekleri Allah'ın kızları ve O'nun bir parçası kabul ettiler. Halbuki
melekler, Allah'ın kullarmdandır. "Gerçekten insan" bu sözü söyleyen
insan "apaçık bir nankördür.", inkârı ve nankörlüğü apaçık olup
zirveye ulaşmıştır.
"Süs içinde
yetiştirileni mi..." kendileri için istemeyip Allah'a isnat ediyorlar?
"...mücadele edemeyecek olanı mı..." zaafından ve mücadeledeki
aczinden dolayı delilini ortaya koyamayacak olan, beden gücü bakımından
erkeklere göre aciz bulunanları mı Allah'a nispet ediyorlar? Bu ifadede, onların
söylediklerinin fasit olduğuna delil vardır.
"Acaba meleklerin
yaratılışlarını mı görmüşler?" Yani Allah'ın onları, dişi olarak
yarattığını mı görmüşler? "...Onlar sorguya çekilecekler." Yani bu
şahitlikten dolayı onlar ahirette sorguya çekilecekler ve yalancı şahitlikleri
sebebiyle ceza göreceklerdir. Bu bir tehdittir.
"Ve dediler ki:
Rahman dileseydi biz onlara" meleklere "tapmazdık." Bizim tapmamız,
Allah'ın iradesiyledir. O, buna razıdır. Yani onlar, meleklere tapınmayı
dilemelerini, onu yasaklamadığına veya onun doğruluğuna delil getirdiler.
Halbuki bu düşünce batıldır. Çünkü meşiet (dileme), ister emredilen, ister
yasaklanan, ister güzel, ister çirkin olsun, mümkün olan bazı şeyleri diğerine,
tercih etmedir. Bu yüzden yüce Allah: "Onların bu konuda hiçbir bilgileri
yoktur," sözüyle onların cahilliğine hükmetmiştir. Yani onların meleklere
tapınmasından Allah'ın razı olduğunu söylemeleri, onların Allah'ın muradını
hiç bilmediklerini göstermektedir. "Onlar, sadece yalan
söylüyorlar." Yani onlar, bu söylediklerinde tahminde bulunup, yalan
söylemekten başka bir şey yapmıyorlar. Cezalarını da görecekler. "Yoksa
bundan önce onlara bir kitap verdik de" yoksa Kur'an'dan önce, söylediklerinin
doğruluğunu ifade eden ve Allah'tan başkasına tapınmalarını tasvip eden bir
kitap verdik de, onlar o kitaba mı "tutunuyorlar." Böyle bir şey olmadı.
"O memleketin varlıklıları..." nimet içinde yüzen zenginleri.
"Babalarımızı bir din üzerinde" veya bir tarikat ve mezhep üzerinde
"bulduk. Biz de onlara uyarız, demişlerdir." Müfessir Beyzavi, bu
ayetin Allah Rasulü (s.a.)'nü teselli ettiğini ve bu gibi konularda taklidin
çok eski bir sapıklık olduğunu ifade etmektedir.
"Ben size,
babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişssem..."
Onları, işin akıbetinden korkutan peygamberleri onlara şöyle dedi: Ben size
atalarınızın dininden daha doğrusunu getirsem de, siz yine ona mı uyarsınız? Bu
peygambere vahyedilen geçmiş bir olayın hikayesidir. "...Onlar dediler
ki: Doğrusu biz sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz." Yani o toplumlar
peygamberlerine şöyle dedi: Biz, seninle gönderilenlere de, senden önceki
peygamberlere gönderilenlere de inanmıyoruz. "Biz de, onlardan intikam
aldık." Biz de, senden önceki peygamberleri yalanlayanlardan intikam
aldık. O halde kavminin seni tekzip etmesine aldırma Ya Muhammed!
[19]
"Onlar Rahmanın
kulları olan melekleri de dişi saydılar..." ayetinin (19. ayet) nüzul
sebeyle ilgili olara İbnu'l-Münzir'in Katadeden rivayetine göre Katade şöyle
demiştir: Münafıklardan bazıları, Allah'ın cinlerle akrabalık kurduğunu, bu
akrabalıktan da meleklerin olduğunu, ileri sürmüşler; yukarıdaki ayet de,
onlar hakkında nazil olmuştur.
"Hayır! Sadece,
biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk..." ayetinin (22. ayet) nüzul
sebebiyle ilgili olarak müfessir Mukatıl, bu ayetin, Ku-reyş'ten Velid b.
Muğire, Ebu Süfyan, Ebu Cehil ve Rebia'nın iki oğlu Utbe ve Şeybe hakkında nazil
olduğunu ifade etmiştir. Yani bunlar böyle söylediği gibi, öncekiler de böyle
söylemiştir. Böylece ayet, Peygamber (s.a.)'i teselli etmektedir.
[20]
Yüce Allah
müşriklerin, göklerin ve yerin yaratıcısının Allah olduğunu itiraf etmelerini
açıkladıktan sonra buna ters düşecek bir durumu, yani onların meleklerin
Allah'ın kızları olduğunu iddia ettiklerini de haber vermektedir. Onlar,
Allah'a bir çocuk nispet etmekle yetinmeyip, onu dişilerden ve meleklerden
kabul etmişlerdir. Yüce Allah, bunu üç cevapla reddetmiştir:
a) Onların
dişilerden nefret etmeleri.
b) Dişilerin
zayıflığı.
c)
Meleklerin gerçeğini bilmemeleri.
Yüce Allah,
müşriklerin bir başka şüphelerini zikretmiştir ki, o da, meleklere
tapınmalarının Allah'ın dilemesiyle olduğunu iddia etmeleridir. Bu da, meşiet
(dileme) eşyanın bir kısmını olup olmama konusunda diğerine tercih etmektir,
denilerek reddedilmiştir. Dolayısıyla bu meşiette; rızaya, öfkeye veya hüsn ve
kubha (güzellik ve çirkinliğe) herhangi bir işaret yoktur. O halde bu iddiayı
ileri süren müşrikler cahil yalancılardır. Onların makul
bir delili yoktur, sadece atalarını
taklit etmektedirler. Onların küfürdeki durumları, peygamberlerini yalanlayan
geçmiş ümmetlerin durumu gibidir. Bu sebeple Allah onlardan intikam almış ve
onları helak etmiştir.
[21]
"Ama onlar
kullarından bir kısmını, O'nun bir cüzü kıldılar." Yani müşrikler,
Allah'ın ulûhiyyetini ve göklerin ve yerin yaratıcısı olduğunu itiraf
etmelerine rağmen O'na çocuk nispet ederek, meleklerin Allah'ın kızları
olduğunu ileri sürdüler. Bu düşünceye de evlâdın babanın bir parçası olduğunu
kabul ederek vardılar. Ahmed b. Hanbel ve el - Hakim'in Mis-ver'den rivayetine
göre Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Fatıma benden bir
parçadır." Şüphesiz ki, insanoğlu nimetin açıkça ortada bulunuşuna ters
bir şekilde Allah'ın nimetlerini inkâr etmektedir. Nimetlerin inkârı en açık
yalandır. Bu ayet Allah'ın: "Andolsun ki, insanlara gökleri ve yeri kim
yarattı? diye sorsan..." ayetiyle ilişkilidir.
Müşriklerin bu tavrı,
Allah'ı ve sıfatlarını bilmemekten ve meleklere dişilik isnat ederek, onları
Allah'a insan cinsinin en zayıfını nispet ederek küçümsemeleri sebebiyledir.
Halbuki hiçbir şey Allah'ın benzeri olamaz, mahlûkatından hiçbir şey Ona
benzemez. Ona çocuk nispet etmek, Allah'ın sonradan yaratılanlara benzemesini
gerektirir. Bu durumda da O'nun ilâh olması uygun olmaz. Kaldı ki Allah'ın
kullarından bir kısmının O'nun cüzü olduğunu iddia etmek, Allah'ı birtakım
cüzlerden mürekkeb kabul etmek demektir. Böyle bir ilâh da, hadistir, (sonradan
ortaya çıkmıştır. Bu ise Allah'ın kadim oluşuna terstir.)
Sonra Yüce Allah,
onları şiddetle reddedip şöyle buyurmuştur: "Yoksa Allah, yarattıklarından
kızları kendisine aldı da, oğulları size mi, ayırdı?" Yani siz, Allah'a
çocuk isnadında bulununca bundan Allah'ın iki cinsten en zayıfını kendisine
çocuk edindiği, daha değerlisini de sizin için tercih ettiği düşüncesi ortaya
çıkar. Yani iki cinsten zayıf olanı kendisine, daha güçlü ve sizin daha değerli
kabul ettiğinizi de size ayırdı, anlamı çıkar. Yegâne yardımcı Allah olduğuna
göre böyle bir şey nasıl caiz olur? Bu ayetteki mana Yüce Allah'ın şu sözüne
benzemektedir: "Demek erkek size, dişi O'na öyle mi? O zaman bu
insafsızca bir taksim!" (Necm, 53/21-22).
"E-ittehaze"
fiilin başındaki istifham hemzesi (soru edatı) inkâr için olup onları cehalete
nispet etmek ve davranışlarının hayret verici olduğunu anlatmak içindir. Çünkü
onlar, Allah'a isnat ettikleri bu cüzü, iki cüzün en zayıfı olarak kabul
etmişlerdir. Bu en zayıf cüz de, erkekler değil, dişilerdir.
Sonra yüce Allah, bu
reddetme, kınama ve hayret ifadesinin ardından şöyle buyurmuştur:
"Onlardan biri Rahman'a isnat ettiği kız çocuğuyla müjdelenince,
hiddetlenerek yüzü simsiyah kesilir." Bu müşriklerden biri,
Allah'a isnat ettiği
kız çocuğuyla müjdelenince, buna burun kıvırır, kederlenir ve müjdelendiği
şeyin kötülüğünden dolayı kendisini üzüntü kaplar, böylece yüzünün rengi
değişir. Son derece hüzünlü ve kederli, bir şekilde öfkeyle dolar. Nasıl oluyor
da kendiniz kız çocuğu istemezken onu yüce Allah'a nispet ediyorsunuz?
Bu ayetin tam bir
benzeri vardır ki o da Allah'ın şu kavlidir: "Onlardan birine kız
müjdelendiği zaman öfkelenmiş olarak yüzü kapkara kesilir. Kendisine
verilen.müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir." (Nahl,
16/58-59).
Sonra yüce Allah şöyle
buyurdu: "Süs içinde yetiştirilip mücadele edemeyecek olanı mı
istemiyorlar." (Allah'a isnat ediyorlar). Yani zinet ve nimet içerisinde
yetiştirilme özelliğine sahip olan çocuk mu Allah'a nispet ediliyor? Halbuki o,
başkalarıyla mücadele etme mecburiyetinde kalsa, erkek kadar başarılı olamaz.
Ayet, kadının zaaf ve
rikkatine, genelde duygularının mağlûbu olduğuna, süslenmeye, rahat yaşama
arzusuna işaret, ayrıca altın ve ipekle süslenmenin kadınlar için mubah,
erkekler için haram olduğuna delildir. Müfessir Razî'nin de dediği gibi,
erkeğin süsü, Allah'a itaata sabretmek ve takva zineti ile süslenmektir.
Müşriklerin, dişileri
Allah'a nispetlerinden başka bir iftiraları da, meleklerin dişi olduğunu iddia
etmeleridir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Onlar Rahmanın
kulları olan melekleri de dişi saydılar." Yani meleklerin dişi olduğuna
hükmettiler. Bu söz, onların daha önceki "Melekler Allah'ın
kızlarıdır" sözü üzerine söylenmiştir. "Acaba meleklerin yaratılışlarını
mı görmüşler? Onların bu şahitlikleri yazılacak ve sorguya çekileceklerdir.
" Yani onlar melekleri yaratılırken hazır olup görmüşler mi ki dişi
olduklarına şehadet ediyorlar? Bir ayette yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Yoksa biz melekleri onların gözü önünde kız olarak mı yarattık ?"
(Saffat, 37/150). Onların bu konudaki şahitlikleri amel defterlerine yazılacak,
buna göre cezalandırılacaklar ve kıyamet günününde bu şahitlikten sorguya çekileceklerdir.
Çünkü bu şahitlik, yalancı şahitliktir. Allah'ın bu ifadesi, şiddetli azap
tehdidini gösterdiği gibi, delilsiz ispatsız iddianın da günah olduğunu
anlatmaktadır.
Sonra Allah Tealâ
müşriklerin başka bir şüphesini ve iftiralarının başka bir yönünü anlatarak ve
şöyle buyurdu: "Ve dediler ki: Rahman dilesey-di biz onlara
tapmazdık..." Yani kâfir ve müşrikler şöyle dediler: Allah dile-seydi biz
bu meleklere tapmazdık. Çünkü O, Allah'ın kızları olan melekler suretindeki bu
putlara tapmamıza engel olmaya kadirdir. Bu sözleriyle onlar, kendilerinin bu
putlara tapınmalarından Allah'ın razı olduğunu ifade etmek istiyorlar. Bu
istidlal yolu kaderiyeciliktir. Hak söz ile batıl murat edilmiştir. Çünkü
meşiet (dileme) bir olayı gerekli kılmaz. Kaldı ki meşiet (dileme), Allah'ın
ilmi gereğince, mümkün olan bazı şeyleri diğerlerine tercih etmektir. Halbuki
Allah hayrı ve imam emreder. Biz ise, Allah'ın meşi-et ve iradesini, ancak fiil
bizden sadır olduktan sonra bilebiliriz.
İbni Kesir'in
zikrettiği gibi onlar bu sözle birçok hata ve küfrü bir araya getirmişlerdir.
1- Allah'a
çocuk nispet etmeleri, Allah bundan münezzehtir.
2- Allah'ın kız evlâtları erkek evlâtlara tercih ettiği
iddiaları. Çünkü onlar, meleklerin Allah'ın kızları olduğu iddiasındadırlar.
3- Allah'ın
izni olmadan sadece heva-hevesleri, atalarını taklit ve cahiliyye şaşkmlığıyla
delilsiz, bürhansız onların meleklere tapmaları.
4- İçinde
bulundukları bu hali Allah'ın takdir ettiğini savunmaları ve bu konuda kendi
mezhep ve meşreplerine değer vermeleri ki, bu korkunç bir cehallettir. Çünkü
Allah, peygamberleri gönderip, kitapları indirdiğinden beri, ortağı olmaksızın
sadece kendisine kulluk etmeyi emrediyor ve başkalarına tapınmayı yasaklıyor.[22]
Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki biz (Allah'a kulluk edin ve
tağuttan sakının) diye (emretmeleri için) her ümmete bir peygamber gönderdik.
Allah, onlardan bir kısmını doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı da sapıklığı
hak ettiler. Yeryüzünde gezin de görün, inkâr edenlerin sonu nasıl
olmuştur!" (Nahl, 16/36). Bir başka ayette: "Senden evvel
gönderdiğimiz elçilerimize (ümmetlerine) sor! Rahman'dan başka tapılacak
tanrılar (edinin diye) emretmiş miyiz?" (Zuhruf, 43/45).
Mana bakımından,
açıklamaya çalıştığımız ayete benzer ayetler: "Putperestler diyecekler
ki: Allah dileseydi ne biz ortak koşardık ne de atalarımız" (En'am,
6/148), "Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden hayra sarfe-diniz,
denildiğinde, kâfirler müminlere dediler ki: Allah'ın dilediği takdirde
doyuracağı kimseleri biz mi doyuracağız?" (Yasin, 36/47).
Yüce Allah şu sözüyle
onlara cevap vermiştir: "Onların bu hususta bir bilgileri yoktur. Onlar
sadece yalan söylüyorlar." Yani söylediklerinin doğru olduğuna dair ne bir
bilgileri, ne de bir delilleri var. Onlar söylediklerinde yalan ve uydurmadan
başka bir şey yapmıyorlar. Çünkü yüce Allah, hakkı, imam ve hayrı emreder,
kulları için küfre ve çirkinliğe razı olmaz. Ayet, onların rezil edici
cehaletlerine, yalanlarına ve batılı uydurduklarına delildir.
Sonra Allah Tealâ
şöyle diyerek onların iddialarını çürütmüştür: "Yoksa bundan önce onlara
bir kitap verdik de ona mı tutunuyorlar?" Yoksa bu Kurandan önce onlara
iddialarını doğrulayan ve içinde "Allah'tan başkasına tapın" diye
yazılmış bulunan bir kitap mı verdi ki, onlar o kitaba yapışıyorlar ve onunla
delil ileri sürüyorlar? Yani durum böyle değildir. Nitekim Allah şöyle
buyurmuştur: "Yoksa onlara bir kesin delil indirdik de, o delil,
müşrik olmalarını mı söylüyor?"
(Rum, 30/35) yani böyle bir şey asla olmamıştır.
Sonra da Cenabı Allah,
onların taklitten başka delilleri olmadığından söz ederek şöyle buyurmuştur:
"Hayır! sadece biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların
izinde gidiyoruz, derler." Yani bilakis onlar şöyle dediler: Andolsun ki
biz, putlara tapma konusunda atalarımızı devam edegeldikleri bir yolda bulduk,
şimdi biz de onların yolunda yürüyoruz. İşte bu söz, onların şirk konusunda
atalarını taklit ve sapıklıkta onlara tabi olmaktan başka hiçbir delilleri
olmadığına ve herhangi bir dayanakları bulunmadığına dair açık itiraflarıdır.
Onların: "...biz de onların izinde gidiyoruz." sözleri delilsiz,
mücerret iddiadan başka bir şey değildir.
Daha sonra da yüce
Allah, şöyle buyurmuştur: "Senden önce de hangi memlekete uyarıcı
göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları: Babalarımızı bir din üzerinde bulduk,
biz de onların izlerine uyarız, derlerdi." Yani bu müşriklerin sözlerini,
daha önce peygamber gönderilip de yalanlayan ümmetler de söylemiştir. Bu gibi
sözlerin her milletin nimet içinde yüzen varlıklıları, idarecileri, liderleri
ve zorbaları, Allah'ın azabından sakındırmak için kendilerine gönderilen
peygamberlerine söylemişlerdir: Biz babalarımızı bir din ve mezhep üzerinde
bulduk, biz de onların yoluna tabi olup yürüyoruz. Burada özellikle
varlıklıların zikredilmesi nimet içinde yüzmenin, karşı gelme, düşünmeyi ihmal
ve ilâhî risaletin manasını tefekkür etmemeye sebep olması yüzündendir. Bu
ayetin benzeri Allah'ın şu kavlidir: "İşte böylece, onlardan öncekilere
her hangi bir peygamber geldiğinde hemen: O bir büyücüdür veya delidir,
dediler. Bunu (nesilden nesile) birbirlerine vasiyet mi ettiler? Doğrusu onlar
azgın bir topluluktur." (Zariyat, 51/52-53).
Onlar da babaları gibi
hidayette olduklarını iddia ettikleri için yüce Allah onlardan hikâye ederek
önce "Onların izi üzerinde hidayete erdirilmişleriz." ifadesini
kullandı, ikinci olarak da hidayet iddiasında bulunmadan davranışlarında
atalarına tabi olan topluluktan bahsederken "onların izlerine uyarız"
tabirini kullandı. Yaklaşık olarak mana aynıdır.
Bu, Allah Rasulü
(s.a.)'nü bir teselli olduğu gibi, itikat ve ibadette taklidin, ötedenberi
gelen eski bir sapıklık türü olduğuna dair uyandır.
Sonra Allah Tealâ,
peygamberlerin kavimlerinin taklidine verdikleri cevabı şöyle diyerek
zikretmiştir: "Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din) den daha
doğrusunu getirmişsem (yine mi onlara uyarsınız?) deyince..."
Onlar Allah Tealâ'nın
şu kavlinde, inkârlarını açıkça ilân ederek peygambere cevap verdiler:
"Ve doğrusu biz sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz." dediler.
Yani müşrikler peygamberlerine: "Biz senin mesajınla (risale-tinle) amel
etmeyiz, seni ne dinler ne itaat ederiz, biz peygamberlerle gönderilen her
şeyi inkâr ediyoruz ve atalarımızın dini üzere sabit kalıp devam
ediyoruz." dediler. Kastedilen mana şudur: Ey Rasul! Onlar, senin ge-
tirdiğin risaletin
doğruluğunu yakınen bilip anlasalar da; maksatları kötü olduğu ve hakka ve hak
ehline karşı gururlandıkları için, buna boyun eğmezlerdi. Ayette geçen:
"...sizinle gönderilen şeyi..." ifadesinden maksat, bütün
peygamberlerle gönderilen risaletlerdir. Hitap, peygamberimiz (s.a.)'e dir.
Fakat kelime çoğul olarak gelmiştir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.)'i yalanlamak,
diğer tüm peygamberleri de yalanlamak demektir.
Küfürde ısrarın
neticesi azap ve helakten başka bir şey değildir. Bu yüzden Allah şöyle
buyurmuştur: "Biz de onlardan intikam aldık. Bak yalanlayanların sonu
nasıl oldu?" Yani biz, Nuh, Ad ve Semud kavmine azap ettiğimiz gibi,
peygamberlerini yalanlayan ümmetlerden de, çeşit çeşit azaplarla intikam aldık.
Ey muhatap! İyi düşün o ümmetlerden peygamberlerini yalanlayan ümmetlerin
durumu nice oldu, nasıl helak olup yok oldular? Şüphesiz ki onların eserleri,
bakıp gören için bir ibret olarak, hala mevcuttur. Bu, Mekke halkına bir
tehdit, Allah Rasulü (s.a.)'ne bir teselli ve risaleti karşısında kavminin
tutumuna aldırış etmemesi konusunda bir uyarıdır.
[23]
Ayet-i kerimeler
aşağıdaki hususlara işaret etmiştir:
1-
Müşriklerin pek çok iftiraları vardır. Bunlardan birisi burada zikredilen kızların
Allah'a nispetidir. Onlar melekler Allah'ın kızlarıdır, demişler ve onları
Allah'ın bir cüz'ü, bir parçası saymışlardır. Nitekim çocuk, babasının bir
parçasıdır. Allah, müminleri onların cehaleti konusunda hayrete sevketmiştir,
çünkü önce göklerin ve yerin yegâne yaratıcısının Allah olduğunu kabul
etmişler sonra da Allah'a ortak ve çocuk isnat etmişler de gökleri ve yeri
yaratmaya kadir olan Allah'ın başka bir varlığa muhtaç olmadığını
bilememişlerdir. Çünkü, Kurtubî'nin de ifade ettiği gibi, bunlar eksiklik
alâmetleridir.
Bir başka surede
zikredilen iftiralarında biri de onların, bazı hayvanları putlarına,
bazılarını da Allah Tealâ'ya ayırmalarıdır. Nitekim şöyle diyerek Allah
onların bu durumunu anlatmaktadır: "Allah 'm yarattığı ekinlerle hayvanlardan
Allah'a pay ayırıp, zanlarınca, bu Allah'a bu da ortaklarımıza (putlarımıza)
dediler. Ortakları için ayrılan Allah'a ulaşmıyor, fakat Allah için ayrılan
ortaklarına ulaşıyor. Ne kötü hüküm veriyorlar!" (Enam, 6/136).
2-
Müşriklerin iftiralarından biri de evlâtlardan en zayıfını yani kızları
Allah'a nispet etmeleridir.
3- Allah Tealâ müşrikleri -onların,
melekleri Allah'ın kızlarıdır iddialarına göre- Allah, nasıl kızları kendine
edinir de, erkek evlâtları onlara has kılar diye hatırlatarak, kınamıştır.
4- Müşrikler
kız evlâtları kendisine nispet etmek hususunda Allah'a karşı yapmış oldukları
iftirayı hiç düşünmemişlerdir. Çünkü onlar, kendileri için buna razı
değildirler. Bu sebeple onlardan biri bir kız çocuğunun doğumuyla müjdelendiği
zaman, yüzü üzüntü ve kederinden simsiyah olur, bu kızın, kendisine nispet
edilmesinden uzaklaşmaya çalışır ve mahzun ve mü-kedder olur. Nasıl oluyor da,
kendisinin istemediğini Allah'a nispet ediyor?
Meleklerin Allah'ın
kızları olduğunu kabul edenler, şüphesiz melekleri Allah'a benzer kılmışlardır.
Çünkü çocuk babanın cinsi ve benzeridir.
5-
Süse, zinete erkeğe nazaran daha düşkün olan
kızlar mücadele etmekte erkeğe göre daha zayıftır. Daha önce geçtiği gibi, bu
ayette, altın ve ipekle süslenmenin kadınlar için caiz, erkekler için ise haram
olduğuna işaret vardır. Bu durum, birçok haberle sabit olan, ittifak edilmiş
bir hükümdür.
6- Allah
Tealâ müşriklerin yalanlarını, Allah'a evlât isnat etmedeki cehaletlerini
açıkça ortaya koymuştur. Ayrıca meleklerin dişi olduğuna ve Allah'ın kızları
bulunduğuna dair verdikleri hükümlerde ve delilsiz olarak onların dişi olduğuna
ait ileri sürdükleri iddialarında ne kadar yalancı ve cahil olduklarını
belirtmiştir. Dolayısıyla, Allah melekleri yaratırken hazır olmadıkları halde,
nasıl cüret edip de onların dişi olduklarına hüküm verdiler? Onların bu batıl
şehadetleri, amel defterlerinde aleyhlerine yazılacak ve ahirette bundan
sorguya çekileceklerdir.
7- Müşriklerin
uydurdukları şüphelerinden biri, iddialarını kader-i ilâhî ile
delillendirmeleridir. Bu sebeple istihza ve alay yollu olarak şöyle demişlerdir:
"Ey müminler! Sizin itikadınıza göre, Rahman dileseydi, biz bu meleklere
tapmazdık. Bunu bize emreden veya bizim için bundan razı olan Allah'tır. Bu
yüzden bize azap etmekte acele etmemiştir." Bu, kendisiyle batıl
kastedilen, hak bir sözdür, çünkü her şey Allah'ın iradesiyledir, şüphesiz Onun
ilmi geçerlidir. Ancak irade ve meşiet (dileme), bir şeyin emredilip, ondan
memnun olunmasını gerektirmez. Emir ve irade aynı değildir. Biz, Allah'ın
muradının ne olduğunu bilmeyiz. Bize düşen, emir ve yasağıyla amel etmektir.
Onların: "Melekler Allah 'in kızlarıdır." sözlerinin hiçbir ilmî
delili yoktur. Onlar, tahmin ve yalandan başka bir şey yapmamaktadırlar. O
halde Allah'tan başkasına tapmakta hiçbir mazeretleri olamaz. "...Onlar
Rahmanın kulları..." ifadesi, meleklerde Allah'a kulluktan başka bir şey
olmadığını gösterir. Ayrıca başkalarından daha üstün olduklarını gerektirecek
şekilde, onların fazilet ve şereflerini de ifade etmektedir.
8- Böylece
iddialarını destekleyecek hiçbir delilleri olmadığı gibi, bu Kur'an'dan önce de
iddiaları konusunda bir kitapları yoktur.
9- Müşriklerin
şirkleri konusunda, atalarını körü körüne taklitten başka hiçbir delilleri
yoktur. Delilden aciz kaldıkları zamanda "Biz, babalarımızı bu din veya
bu yol üzerinde bulduk, onları taklit ettik ve izlerinden gittik."
diyerek, mutlak surette atalarını taklide dayanmaktadırlar. Bu, inanç
esaslarında taklidin batıl olduğunun delilidir. Çünkü yüce Allah onları
babalarını taklit edip, Allah Rasulünün (s.a.) kendilerini davet ettiği
konularda düşünmeyi terk etmeleri sebebiyle kınamıştır.
10-
Müşriklerin bu sözleri, daha önce peygamberlerini yalanlayan kimselerin
sözlerine benzemektedir. Zira onlar arasında da varlıklılar ve idareciler,
delilsiz olarak atalarına uymuşlardır.
11- Onlar
şirkte ve körü körüne taklitte ısrarlıdırlar. Hatta onlara, Allah Rasulü
(s.a.), Allah nezdinden, kendi batıl dinlerinden daha doğru, daha sağlam din
de getirse, onlar ısrarlarından vazgeçmezler.
12- Bu küfür
üzerinde ısrar karşısında artık beklenen, Allah Tealâ'mn zikrettiği şiddetli
intikamdır. Allah Tealâ kâfirleri yok ederek intikamını alacaktır. Onların
eserleri, ibret alanlara uyarı olsun diye, gözler önünde durmaktadır. O halde
Ey Mekke halkı ve benzerleri! Sizi bekleyen akıbetinizi bir düşünün!
[24]
26- Bir zaman İbrahim,
babasına ve kavmine demişti ki: Ben
sizin tap- tıklarınızdan uzağım.
27- Ben yalnız beni
yaratana tapa rım. Çünkü O beni doğru yola ilete- çektir.
28- Bu sözu ardından
geleceklere devamlı kalacak bir miras
olarak bıraktı ki, insanlar (onun
dinine) dönsünier.
29- Doğrusu ben
bunları da, atalarım da kendilerine hak ve onu açıklayan (veya apaçık) bir
peygamber gelinceye kadar yaşattım.
30- Fakat kendilerine
hak eelince:Bu bir büyüdür, biz onu tanımiyoruz dediler.
31- Ve dediler ki:
"Bu Kur'an iki şehirden bir büyük adama indirilse
olmazmıydır
32- Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıy°rlar? Dünya hayatında onların bile maişetlerini aralarında
biz Paylaştırdık-
Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine dereçelerle üstün kıldık.
Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.
33, 34- Şayet insanlar
(küfürde birleşmiş) bir tek ümmet haline gelmeyecek olsaydı Rahman'ı inkâr
edenlerin evlerinin tavanlarını ve çıkacakları merdivenleri, evlerinin
kapılarını ve üzerine yaslanacakları koltukları da hep gümüşten yapardık.
35- Ve onları zinetlere
boğardık. Bütün bunlar sadece dünya hayatının geçici metaldir. Ahiret ise,
Rabbinin katında, Allah'ın azabından korunup rahmetine sığınanlara mahsustur.
"Bu sözü,
ardından geleceklere devamlı kılacak bir miras olarak bıraktık..."
"Bu sözü" anlamına gelen "kelimeten" de mecaz-ı mürsel
vardır. Bu kelimeden maksat, Hz. İbrahim'in (a.s.) söylediği şu cümledir:
"Ben sizin taptıklarınızdan uzağım." Bu mecaz zikrü'1-cüz,
iradetü'1-küll, yani parçanın söylenip bütünün kastedilmesi şeklindedir.
[25]
"Bir zaman
İbrahim... demişti ki:" Ya Muhammedi Hz. İbrahim'in bu sözü söylediği
vakti insanlara hatırlat ki, onlar İbrahim'in (a.s.) taklitten nasıl
uzaklaştığını ve delile nasıl yapıştığını görsünler. "...Babasına..."
Azer'e... "berîun = uzağım" yani sizin tapınmanızdan da,
taptıklarınızdan da uzağım. Bu "berîun" kelimesi masdar olup sıfat
manasında kullanılmıştır, "berîun" şeklinde okunduğu gibi
"kerimun" kelimesinin çoğulu olan "ku-rema" vezninde
"Bureâu" şeklinde de okunmuştur.
"Ben yalnız beni
yaratana taparım." Buradaki istisna istisna-yı mun-katidir. Yani ancak,
ben beni yaratana kulluk ederim demektir. İstisna-i muttasıl olması da caizdir.
"Fi ma ta'budûn" daki "ma" insanların taptığı her türlü
şeyi kapsar. Sanki Allah şöyle demiştir: "Ben beni yaratan Allah hariç
sizin taptıklarınızdan uzağım." Hz. İbrahim'in Şuara suresi 78. ayette
söylediği "Ve bana doğru yolu gösteren Odur." ifadesiyle burada
söylediği "Çünkü O, beni doğru yola iletecektir." ifadeleri (yani bu
iki kelimenin de muzari şeklinde gelişi) şimdiki zamanda da, gelecek zamanda da
bu hidayetin devamlı olduğunu göstermektedir. "Bu sözü..." Yani bu
kelime-i tevhidi Hz. İbrahim "Ben sizin taptıklarınızdan uzağım, ben
yalnız beni yaratana taparım" şeklinde ifadesini bulan bu sözünü,
ardından geleceklere, zür-riyetine "devamlı kalacak bir miras
bıraktı." Bu sebeple Hz. İbrahim'in zürriyeti arasında daima Allah'ın
birliğine inanacak ve buna davet edecek kişiler bulunacaktır. "... ki
insanlar" Yani onlardan şirke sapmış olanlar, bir ehl-i tevhidin
davetiyle, bulunduğu şirk ortamından ayrılıp, peygamberlerin ve müslümanlarm
atası olan Hz. İbrahim'in (a.s.) dinine "dönsünler. " Bu mana, hem
Mekkelileri hem de diğerlerini kapsar. "Doğrusu bunları da, atalarını
da... " Haktan maksat, Kur'an ve tevhide davettir, "ve rasu-lün
mübin," mucizeleriyle risaleti apaçık Rasul, -ya da delilleriyle ve dini
hükümleri kapsayan ayetlerle Allah'ın birliğini açık seçik ortaya koyan Rasul
demektir ki, o da Muhammed (s.a.)'dir- "gelinceye kadar yaşattım." Yani,
peygambere muasır olan bu Kureyş'i de, atalarını da nimetlerimden
faydalandırdım. Fakat onlar bu nimetlere aldandılar, şehvetlere daldılar, ama
ben onların cezasını acele olarak vermedim. "Fakat kendilerine hak
gelince" yani Kur'an gelince "iki şehirden bir büyük adama" iki
şehirden maksat Mekke ve Taif, iki adamdan biri Mekke'den Velid b. Muğire ki
Ku-reyş'in reyhanesi (fesleğen çiçeği) diye isimlendirilirdi, diğeri Taif ten
Urve b. Mesud es-Sekafi'dir. "...bir büyük adam..." mal ve mevkii
sahibi lider demektir. Çünkü onlara göre risalet = peygamberlik, ancak büyük
bir insana yakışan önemli bir mevkidir. Onlar, peygamber seçilmesinin
ölçüsünün, dünyevi itibar olmayıp, faziletlerle ve yüce ahlâkla donanmış olmak
olduğunun farkında olamadılar.
"Rabbinin
rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar?." Buradaki istifham = soru,
inkâridir. Yani onlar paylaştırmıyorlar, demektir. Bu istifham onların
cehaletini gösterdiği gibi, verdikleri hükümlerin de hayret verici olduğunu
ifade etmektedir. Ayette geçen "Rahmet" nübüvvet = peygamberlik demektir.
"Dünya hayatında onların maişetlerini bile aralarında biz paylaştırdık..."
Yani onların maişetlerini aralarında taksim ettik. Onların bir kısmı zengin,
bir kısmı fakirdir. Zenginlik ve fakirlik konusunda onlar farklıdırlar.
"Kimini ötekine derecelerle üstün kıldık." gerek rızık, gerek akıl,
zeka ve diğer konularda onların aralarında farklılık meydana getirdik.
"Rabbinin rahmeti" yani peygamberlik ve onunla ilgili hususlar, ya
da cennet, "onların biriktirdiklerinden" yani dünya malından
"daha hayırlıdır. Şayet insanlar, küfürde birleşmiş "bir tek ümmet
haline gelmeyecek olsaydı." yani zikredilen zenginliklerin kâfirlere
verilmesinden dolayı, müminlerin küfre düşme ihtimali olmasaydı, dünyanın bizim
yanımızda değeri olmadığı için biz onu kâfire verirdik.
[26]
"Bu Kur'an iki
şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?" ayetinin (31. ayet)
nüzul sebebi Yunus suresinin ikinci ayetinde geçmiştir. Bu konuda İbni Cerir'in
İbni Abbas'tan rivayeti şöyledir: " Araplar şöyle dediler: Peygamber bir
insan olacaksa, Muhammed'den başkası bu risalete = peygamberliğe daha
lâyıktır." Yani Muhammed'den daha şerefli olan "İki şehirden bir
büyük adama indirilse olmaz mıydı?" demek istemişlerdir. Bu iki büyük adamla
Mekke'den Velid b. Muğire, Taif ten Mesud b. Amr es-Sa-kafi'yi kastetmişlerdir.
Allah da onları ret için: "Rabbinin rahmetini onlar mı
paylaştırıyorlar?" ayetini indirmiştir.
İbnu'l - Münzir'in
Katade'den rivayet ettiğine göre; Kureyş'in Reyha-nesi (fesleğen çiçeği) diye
adlandırılan Velid b. Muğire şöyle diyordu: "Mu-hammed'in söylediği bu
Kur'an hak ise, ya bana, ya da Ebu Mesud'a nazil olurdu." bunun üzerine
Allah Tealâ "Rabbinin rahmetini (peygamberliği) onlar mı paylaştırıyorlar?"
buyurdu.
[27]
Allah Tealâ
müşriklerin, inanç esasları konusunda taklide dayanmalarının temelsizliğini
beyan ettikten sonra, bunu bizzat müşriklerin kendi
üsluplarıyla da
belirtmiştir ki, o da şudur: Arapların atası ve atalarının en şereflisi bulunan
İbrahim (a.s.) delil ortaya koyarak kendi atalarının dininden uzaklaşmış ve
delile tabi olmanın, atalara tabi olmaktan daha iyi olacağına hükmetmiştir. O
halde ataları taklit etmeyi terketmek ve delili taklide tercih etmekte Hz.
İbrahim (a.s.)'in izinden gitmek gerekir.
Sonra yüce Allah,
Kureyş'in taklide dayanmasının ve delille düşünmeyi terketmesinin bozuk
noktalarını açıkça ortaya koymuştur ki o noktalar da şunlardır:
Birincisi: Kureyş
müşriklerinin kendilerine verilen mühlet, ömürlerinin uzaması, nimet
içerisinde yüzmeleri vb. sebebiyle gururlanmaları ve şehvetlerinin peşinden
gidip şeytana itaat ederek kelime-i tevhidden uzak kalmaları.
İkincisi: Allah
Rasulü (s.a.)'nü yalanlayıp, onu yalancı bir sihirbaz olarak nitelemeleri.
Üçüncüsü:
Mal ve makam sahibi şerefli bir insanın peygamberliğe, fakir ve yetim olan
Muhammed'den daha lâyık olacağını söylemeleridir.
Allah Tealâ onlara
şöyle cevap vermiştir:
Kulları arasında
rızıkları ve maddi, manevi makamları paylaştıran ancak Allah'tır. Dünya
işlerinde insanların farklı noktalarda bulunması, toplum düzeni için daha
uygundur. Peygamberliğe seçilme ölçüsü ancak edebî, ruhî ve ahlâkî kıymetlere
dayanır. Dünya nimetlerinin, servet ve süslerinin hiçbir kıymeti yoktur. Eğer
insanlar arasında küfrün yayılma endişesi olmasaydı, Allah, kâfirlere büyük
servetler verir; tavanları, kapıları, koltukları, tahtları hatta merdivenleri
gümüşten saraylar nasip eder, her şeyde süs ve zineti öne çıkarırdı. Ahiret
nimeti ise, ancak küfür ve isyanlardan korkan, sakınan muttaki kullar içindir.
[28]
Allah Tealâ, haniflerin imamı,
peygamberlerin atası ve Arapların en şerefli babası olan İbrahim Halilullah'ın
(a.s.) deliller ortaya koyarak atalarının sapık dininden uzaklaştığını ve
şöyle dediğini haber veriyor: "Bir zaman İbrahim, babasına ve kavmine
demişti ki: Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana
taparım. Çünkü O beni doğru yola iletecektir." Yani Ey Rasul! Putlara
tapınmakta atalarını taklide dayanan kavmin Kureyş'e; İbrahim (a.s.)'in babası
Azer'in ve kavminin taptığı putlardan uzaklaştığını, ancak kendisinin ve tüm
insanların yaratıcısı olan ve kendisini geçmişte doğruya yönelttiği gibi
gelecekte de dinine yöneltecek ve hak üzere sabit kılacağını söylediği
yaratıcıya kulluk ettiği zamanı hatırlat!
"Ben yalnız beni
yaratana kulluk ederim..." Sözü, ya istisna-ı muttasıldır, (çünkü onlar
kendi ilanlarıyla birlikte Allah'a da kulluk etmişlerdir.) ya da istisna-i
munkatidir. O takdirde mana şöyledir: Ancak beni yaratan beni doğru yola
ulaştırır. Hz. İbrahim (a.s.) bu sözü Allah'a güvenerek ve hidayetin de
Rabbinden olduğu hususunda kavmini uyarmak için söylemiştir.
"Bu sözü,
ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki, insanlar
(onun dinine) dönsünler." Yani ibrahim (a.s.), ortağı olmayan bir Allah'a
kulluk ve Ondan başka tapınılan putları reddetme anlamına gelen kelime-i
tevhidi, zürriyetinde devam edecek bir kelime söz yaptı. Onun zürriyetinden
Allah'ın hidayetini dilediği kimseler, bu kelime-i tevhit konusunda Hz. İbrahim
(a.s.)'e uyacaktır. Bu sebeple onlar arasında -Allah'a hamd olsun- daima tevhit
ehli bulunacaktır. Yüce Allah bu sözü, Mekke halkından ve benzerlerinden müşrik
olanların bu şirklerinden vazgeçip, tevhide dönmeleri için söylemiştir. Çünkü
onlar, Hz. İbrahim (a.s.)'i hatırladıklarında Hanif dininde ona tabi olacaklar
ve gerçekte atalarını taklit etme iddiasında bulunuyorlarsa onun atalığının
etkisi altında kalacaklardır. Müfessir Katade şöyle demiştir: "Hz.
İbrahim (a.s.)'in zürriyetinden kıyamet gününe kadar Allah'a kulluk edecek
olanlar bulunmaya devam edecektir."
Sonra Allah Tealâ, hak
ve peygamber karşısında Mekke halkının tavrını, ayrıca nimete, uzun ömre,
hakimiyet ve nüfuzun devam etmesine aldanmalarından dolayı onları kınayarak
şöyle buyurmuştur. "Doğrusu bunları da, atalarını da kendilerine hak ve
onu açıklayan bir peygamber gelinceye kadar geçindirdim." Yani, Hz.
İbrahim (a.s.)'in zürriyetinden olan bu Mekke halkı müşriklerini ve babalarını,
uzun ömür, bol rızık vererek dünya nimetlerinden faydalandırdım, inkârlarına
rağmen onlara nimetlerde ve ihsanda bulundum. Fakat onlar bu süre vermeye
aldandılar, şehvetlere ve şeytana itaate daldılar ve dünya nimetleri içerisinde
yüzerken kelime-i tevhid'den uzaklaştılar. Şimdi onlara, Allah'ın hak olarak
indirdiği Kur'an-ı Kerim ve tevhit prensibini açık delillerle ortaya koyan,
Allah'ın kesin hükümlerini açıklayan peygamber Muhammed (s.a.) geldi.
Allah Tealâ onları, Muhammed (s.a.)'in
risaletinden yüzçevirmeleri sebebiyle daha da kınamış, şöyle buyurmuştur:
"Fakat kendilerine hak gelince: Bu bir büyüdür, biz onu tanımıyoruz,
dediler." Yani Kuran ve doğruluğuna delil olarak mucizelerle teyit
edilmiş Rasul onlara gelince, onlar peygamberin kendilerine getirdiği Kur'an'ı
Allah'ın katından bir vahiy değil, sihir ve batıl söz olarak nitelediler,
gururlanarak, inat, haset ve zulümle biz peygamberle gönderilenleri inkâr
ediyoruz, dediler. Şirk ve sapıklıklarına bir de hakkı yalanlayıp, terketmeyi,
onunla alayı açıkça peygamberin risaletini ve nübüvvetini inkâr etmeyi
eklediler.
Daha sonra da Allah
Tealâ bu surede zikredilen dördüncü çeşit küfür-
lerini zikrederek[29]
şöyle buyurmuştur: "Ve dediler ki: Bu Kur'an iki şehirden bir büyük adama
indirilse olmaz mıydı?" Kureyş kâfirleri ve benzerleri dediler ki: Bu
Kur'an Mekke ve Taif ten iki büyük adamdan birine indiril-seydi olmaz mıydı? Bu
iki adam: Velid b. Muğire ile, Mesud b. Urve es-Sa-kafi'dir. Her ikisi de mal
ve makamca büyük ve kavimleri arasında hatırı sayılır kişilerdi. Müşriklerin
itiraz etmelerinin nedeni, Kuranın Hz. Mu-hammed'e indirilmesinden dolayıdır.
Allah da bu şüpheyi üç
noktadan çürütmüştür.
Birincisi:
"Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar?"[30]
"Dünya hayatından onların maişetlerini bile aralarında biz paylaştırdık.
Birbirlerine iş gördürmeleri için, kimini ötekine derecelerle üstün
kıldık." Yani şüphesiz ki, bu müşrikler, hadlerini aşmışlar, Allah'a ait
olan bir meseleye karışmışlardır. Halbuki bu mesele onlara bırakılmış değil,
bilakis Allah'a aittir. Allah ise, peygamberliği nereye, kime vereceğini
bilir. Allah peygamberliği ancak kalben ve ruhen en pak insana, aslı
itibariyle en şerefli ve en temiz kişiye verir. Halbuki kullar arasında
nzıkları ve maddi, manevi makamları paylaştıran biziz. İnsanların bir kısmını
diğerine kuvvet ve zayıflık, ilim ve cehalet, şöhret ve unutulmuşluk,
zenginlik ve fakirlik noktasiii1 da üstün kılan yine biziz. Eğer bu konularda
onları birbirine eşit yapâay^ dik, onlar aralarında birbirleriyle
yardımlaşmazlar bir kısmı diğerini istihdam imkânı bulamazdı. Çünkü insanlar
birbirlerinin geçimine vesile olmaktadır. Aksi takdirde dünyanın nizamı
bozulurdu. Ücretle çalışıp birine hizmet etmekte her hangi bir zillet ve
hakaret söz konusu değildir. Ayrıca işçinin haklan İslâm'da korunmuştur.
İşverenin de, başkalarım aldatmayı, onlara zulüm, eza ve kötü davranmasını
ortadan kaldıracak birtakım ahlâkî ve maddî yükümlülükleri vardır. İnsanlar
dünyanın nizamını değiştirmekten aciz kalınca, nasıl oluyor da, bizim
peygamberliği ve risaleti bazı kullarımıza tahsis etme hükmümüze itiraz
ediyorlar? Yani, rızkı veren onlar olmadığına göre, nübüvvet (peygamberlik)
nasıl onlardan olur?
İkincisi:
"Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.
" Yani Allah'ın ahiret yurdunda salih kulları için hazırladığı nimetler
onların topladıkları mallardan ve dünyanın diğer nimetlerinden daha hayırlıdır.
Allah Tealâ, kullarından bir kısmını dinde birtakım lütuf ve rahmetine has
kılarsa, işte bu rahmet tüm dünya mallarından daha hayırlıdır. Çünkü dünya
nimeti bir gün yok olacak, halbuki Allah'ın rahmeti ve ihsanı devam edecektir.
Sonra Allah Tealâ
dünyanın temelde değersizliğini açıkça belirtti ve şöyle buyurdu:
Üçüncüsü:
"Şayet insanlar (küfürde birleşmiş) bir tek ümmet haline gelmeyecek
olsaydı Rahman'ı inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını ve çıkacakları
merdivenleri evlerinin kapılarını ve üzerine yaslanacakları koltukları hep
gümüşten yapardık." Yani dünya ve zinetlerine meylederek bütün insanlann
küfre meyletme durumu olmasaydı, dünyanın yanımızda hiçbir değeri olmadığı için
biz kâfirlere sonsuz servetler verirdik.
"Bütün bunlar
sadece dünya hayatının geçici metaıdır. Ahiret ise, Rab-binin katında, Allah
'in azabından sakınıp, rahmetine sığınanlara mahsustur." Yani bütün
bunlar, dünyada ancak bir süre faydalanılacak şeylerden ibarettir. Çünkü bunlar
kısa zamanda yok olup gidecektir. Ahiret ise, içinde bulunan nimet ve
cennetleriyle ancak şirkten ve isyanlardan kendisini koruyan, Allah'ın
birliğine inanan ve Ona itaat ederek hayatını sürdüren kimselere aittir. Ahiret
yok olmayacak, devam edecektir. Nimeti de sürekli olacaktır. İşte bu
özellikleriyle ahiret yalnız yukarıda özellikleri geçen müminlere has
olacaktır.
Tirmizi, İbni Mace,
Begavi, Taberani'nin Sehl b Sa'd (r.a.)'dan onun da Peygamber (s.a.)'imizden
rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Eğer dünyanın
Allah katında bir sivrisineğin kanadı kadar değeri olsaydı^ (Allah) bu dünyadan
kâfire bir yudum su içirmezdi."
Taberani'nin
rivayetinde ise şöyledir: "Peygamberimiz (s.a.) hammla-nyla bir araya
gelmemek üzere yemin edince, ona Ömer b. Hattab (r.a.) geldi ve Peygamberimizi
(s.a.), yan tarafına iz yapmış bir hasır üzerinde buldu, bu sebeple derhal
gözleri doldu ağladı. Ve ey Allah'ın Rasulü! İşte İran Kisrası ve Rum Kayseri!
Onlar zevku sefa içindeler. Sen ise Allah'ın yarattıklarının en değerlisisin,
dedi. Allah Rasulü (s.a.) de, yaslanıyorken oturdu ve "Hattab oğlu! Yoksa
senin (hak yol üzerinde olduğumuzdan) şüphen mi var?" dedi ve sonra şöyle
buyurdu: "Onlar, dünya hayatında iken nimetler kendilerine hemen verilmiş
bir topluluktur." Bir rivayette de: "Yoksa sen, dünya onların,
ahiretin ise bizim olmasına razı değil misin!" buyurdu.[31]
Ayetler aşağıdaki
hususları ifade etmektedir:
1- Andolsun
ki İbrahim (a.s.) putlara tapınmaktan uzaklaşmış, delil ve hüccetle süregelen
bozuk düzene karşı çıkmıştır.
2- Akidede
(inançta) taklidi terkedip delile uymaya dönmek, dini meselelerde her bir
insana gereklidir. Taklidi terketmek de bizzat kişiye farzdır. Kişinin yaptığı
işin bilincinde olması için dünya işlerinde de delile tabi olması daha
uygundur. Ancak sınırların muhafazası için harp ve benzeri bir yönetici,
idarecinin bulunmasının gerektiği konularda, delilini bilmese bile, komutanın,
yöneticinin emrini uygulamak ve ona itaat etmek gereklidir.
3- Kelime-i
tevhid ve Hz. İbrahim'in geçen: "Şüphesiz ben sizin taptıklarınızdan
uzağım." sözü onun zürriyetinde baki kılındı. Onun zürriyeti Allah'tan
başkasına tapmamayı Hz. İbrahim'den tevarüs ettiler ve bu konuda birbirlerine
vasiyette bulundular.
4- İbnu'l-Arabi
şöyle demiştir: Hz. İbrahim'in, kendisinden sonra gelecek nesilleri için kabul
olunmuş iki duası vardır.
Birincisi: Allah'ın
şu kavlidir: "Ben seni insanlara önder yapacağım demişti. Soyumdan da
(önderler yap, ya Rabbi) dedi. Allah: Ahdim zalimlere ermez (onlar için söz
vermem), buyurdu." (Bakara, 2/124) Allah Tealâ Hz. İbrahim'in bu isteğine
"evet" demiş, ancak, onlardan zalim olanları dışarda tutmuştur.
İkincisi:
Allah'ın şu sözüdür: "Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut!"
(İbrahim, 14/35). Birincinin yerine şu ayetin söylendiği rivayet edilmiştir:
"Bana, sonra gelecekler içinde, iyilikle anılmayı nasip eyle!"
(Şu-ara, 26/84). Bu sebeple oğulları ve onunla Sam veya Nuh'ta birleşen her
ümmet ona tazim edip saygı göstermektedir.[32]
5- İbnü'l-Arabi yine şöyle demiştir: Burada neslin
zikri, manada senelere bağlı olarak, yani senelerin geçmesiyle devam edecek
bir tarzda geçmiştir. Bu da hükümlerle ilgili bir husus olup, umray akitleri
(bir şeyi ömür boyunca birisine verme, temlik etme akitleri) veya vakıflarla
ilgili konular buna göre düzenlenir. Ebu Davud ve Nesei'nin Cabir (r.a.)'den rivayet
ettiklerine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Herhangi bir kimse
bir şeyi ömür boyu kendisine ve nesline temlik etse (verse) bu şey, verene
dönmez. Çünkü veren, öyle bir ihsanda bulunmuştur ki, bu mirasa konu
olmuştur." Yani hibeler ve vakıflar, erkek olsun kız olsun, birinci derece
evlâtları kapsamına alır; ikinci ve bunu takip eden derecelerde ise lügat ve
ıstılah bakımından, kızların çocuklarını değil, erkeklerin çocuklarını içerisine
alır. İşte bu, Malikilerin mezhebidir. İbni Abdilberr ve diğer bir topluluk da
şöyle demiştir: Evlâtlardan ve nesillerden kız çocuklarının oğulları aile vakıflarına
girerler.
6- Kureyş ve
benzerlerinin durumları hayret vericidir! Çünkü Allah Tealâ onları ve
babalarını dünyada bol nimetlerle nimetlendirmiştir. Fakat, onlara İbrahim
(a.s.)'in dininin aslı olan İslâm ve hak kitap Kur'an ile İbrahim (a.s.) zürriyetinde
devam edecek tevhit kelimesi "Lâ ilahe illallah Muhammedün Rasulullah'
gelince, bunu inkâr ettiler ve bu sihirdir, vahiy değildir, dediler.
7- Yine,
peygamberliğin yüksek mevki sahibi, malı çok, makamı yüksek kişilere ait
olduğunu düşünerek, bu Kur'an, iki şehirden birinden büyük bir adama ya
Mekke'den Ebu Cehü'in amcası Velid b. Muğire Abdullah b. Ömer b. Mahzum'a ya da
Taif ten Ebu Mesud Urve b. Mesud es-Sekafi'ye indirilse olmaz mıydı? dediler.
Onların düşünmedikleri
husus şudur: Peygamberlik için seçilme ölçüsü şüphesiz ruhî, edebî ve ahlâkî
değerlerdir. Ayrıca onlar yine Allah'ın hakimiyeti, saltanatı ve iradesine
müdahele ettiklerinin farkında da değiller. Halbuki bu, Allah'ın hakimiyetine
bir müdahaledir. Çünkü peygamberleri gönderen Allah ancak onları seçer. Onların
yine farkında olmadıkları bir husus da şudur: Allah'ın rahmeti, ahiretteki
nimeti olan cennet ve dünyadaki nimeti olan nübüvvet onların dünyada
biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.
8-
Kulları arasında, hikmeti ve iradesi gereği
rızıkları ve maddi, manevi makamları paylaştıran yalnız ve yalnız Allah'tır.
Bu sebeple insanların bir kısmını fakir kılar, bir kısmını da zengin. Dünya
meseleleri kullardan hiçbirine bırakılmamışken, peygamberlik meselesi nasıl
olur da, onlara bırakılır?
9-
Kuvvetlilik zayıflık, ilim cehalet, kabiliyet yeteneksizlilik vb. dünya değer
ve kıymetleri hususunda kulları arasında farklılık meydana getiren yalnız
Allah'tır. Çünkü bu konularda eşitliğin gerçekleştirilmesi dünya nizamının
bozulmasına sebep olur, insanların faydasına olan şeyleri bozar, böylece hiç
kimse, adil bir ücret karşılığı da olsa, bir başkasını istihdam edip
çalıştıramaz.
10- Dünyada
maddi üstünlük, bu üstünlüğe sahip olanların dürüst ve değerli olduklarına
delil değildir. Çünkü Allah'ın terazisinde dünya ve servetlerinin hiçbir
kıymeti yoktur. Tüm insanların, dünyaya meyledip ahireti terketmeleri sebebiyle
kâfir olacakları endişesi olmasaydı, Allah nezdinde değersiz olduğu için Allah
onlara yukarıda anlattığı dünya zinet ve süslerini verirdi. Allah Tealâ
Arapların, peygamberliğin iki adamdan birine verilmesi teklifini üç açıdan
reddetmiştir:
Birincisi:
"Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar?" tarzındaki inkâr
yollu ifadesi. Yani peygamberliği onlar mı paylaştırıyorlar ki onu diledikleri
kimseye veriyorlar?
İkincisi:
"Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.
" sözü. Çünkü dünya fanidir. Allah'ın dini ise bakidir.
Üçüncüsü: Yakarıda
tefsiri geçen[33] "Şayet insanların
küfürde birleşmiş bir tek ümmet olması (tehlikesi) olmasıydı..."
ayetidir.
11- İbnü'l-Arabi,
Allah'ın "...evlerinin tavanlarını gümüşten yapardık..." ayetinden
aşağıdaki hükümleri çıkarmıştır: Evin tavanı alt katın sahibine aittir. Onda
üst kat sahibinin hakkı yoktur. Çünkü Allah, kapıları evler için belirlediği
gibi, tavanları da evlere has kılmıştır. Bu görüş İmam Malik (r.a.)'e aittir.
Ancak evin altına
gelince bu konuda alimler ihtilâf etmişlerdir. Onlardan bir kısmı, evin altı
da o ev sahibine aittir derken; bir kısmı da, yerin altında hiçbir şey ona ait
değildir demiştir. Tercih edilen görüş, İsrâili'nin rivayet ettiği sahih
hadisin beyan ettiğidir ki, o da şudur: Adamın biri, bir başka adama bir ev
sattı, o adam da evi yaparken içinde bir küp altın buldu ve bu bir küp altını
kendisine evi satan adama getirdi ve ben sizden evi satın aldım; yoksa bu küpü
değil dedi. Evi satan da: Ben evi içindekilerle birlikte sattım dedi. Evi alan
ve satan bu bir küp altın konusunda anlaşamadılar. Bunun üzerine Peygamberimiz
(s.a.) birinin oğlunu diğerinin kızıyla evlendirip, malın aralarında
bölüştürülmesine hükmetmiştir.
İbnu'l-Arabi ve onu
izleyen Kurtubî şöyle demiştir: "Gerçek şudur: Evin üstü de, altı da, o
evin sahibine aittir. Ancak satmak suretiyle her ikisinden uzaklaşmış olur: Ev
sahibi ikisinden birini satsa, satmadığı kısımdan faydalanabilir, geri kalanı
satın alana aittir.[34]
Sonra Kurtubî, ilâve
olarak evin üst ve altının bazı hükümlerine dair görüş beyan etmiştir ki, bu
görüşlerden bir kısmını aşağıdaki şekilde özetliyoruz.[35]
a) Aşağıdaki
katın sahibi, zaruret olmadıkça evini yıkamaz, yıkacak ise de, yukarıdaki katın
yıkılmaması için, gerekli tedbirleri alması lazımdır.
b)
Yukarıdaki katın sahibi de, daha önce olmayan bir bölümü evinin üzerine ilâve
olarak bina edemez, ancak aşağıdaki katın sahibine zarar vermeyecek hafif bir
şey yapabilir.
c)
Yukarıdaki katın tavanından bir ahşap (tahta) kırılsa, onun yerine ondan daha
ağır olmayan bir ahşap çakılır, böylece alt katın sahibine zarar verilmesi
önlenmiş olur.
d) Evin
kapısı alt katın sahibine aittir.
e) Aşağıdaki
kat yıkılsa, sahibi yapmaya mecbur edilir. Yukarıdaki katın sahibinin aşağıyı
yapma zorunluluğu yoktur. Eğer aşağı katın sahibi yapmaktan imtina ederse, ona
yapacak birine satması teklif edilir.
f) Aşağıdaki
katın tamiri sahibine aittir.
g) Aşağıdaki
katın sahibi, yukarıdaki katın sahibine zarar verecek bir şey yapamaz. Eğer ona
zarar verecek bir şey yaparsa tamiri ona aittir. Bu-hari, Tirmizi ve
diğerlerinin Nu'man b. Beşir'den rivayet ettikleri hadise göre, üst kat sahibi,
alt kat sahibinin zarar vermesini önlemelidir. Hadis şöyledir: "Allah'ın
koyduğu sınırları koruyan kimseyle o sınırları aşan kimsenin misali, bir gemi
üzerine kura çeken kimselere benzer: Bir kısmına geminin üst katı, bir kısmına
da alt katı isabet etmiştir. Alt katta bulunanlar su içmek istediklerinde
yukarı kattakilerin yanına uğrar ve derler ki: Biz kendi bölümümüzde bir delik
açsak, size de eza vermeyiz! Eğer üst kattaki-ler aşağıdakilerin istediklerine
müsaade ederlerse hepsi mahvolur, eğer engellerlerse hepsi kurtulur."
Hadisteki son ifade, zararı engellemenin caiz olduğunu gösterir. Hadiste,
emr-i bi'1-maruf (iyiliği emretmek) neyhi ani'l-münkeri (kötülükten menetmek)
terketmenin cezalandırmaya sebep olduğuna delil olduğu gibi, aynı zamanda kura
ile amel etmeye de delil vardır.
12- Dünya
nimetleri az, süresi kısadır. Ahiret ve cennet ise takva sahibi olanlar,
Allah'tan korkanlar içindir. Tirmizi'nin Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayetine göre
Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Dünya müminin zindanı, kâfirin
cennetidir." Daha önce Tirmizi'nin Şehl b. Sa'd (r.a.)'dan rivayet ettiği
şu hadis geçmiştir. "Eğer dünya Allah katında bir sivrisineğin kanadına
denk olsaydı, Allah dünyada kâfire bir yudum su içirmezdi."[36]
36- Kim Rahman'ın
zikrine gözünü kapatırsa, bir şeytanı ona musallat ederiz.
37- Şüphesiz bu
şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar kendilerini doğru yolda
olduklarını sanırlar.
38- O kimse, sonunda
bize gelince arkadaşına: Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar
uzaklık olsaydı, ne kötü arkadaş-mışsm! der.
39- Zulmettiğiniz için
bugün (nedamet) size hiçbir fayda vermeyecektir. Çünkü siz azapta ortaksınız.
40- (Rasulüm!)
sağırlara sen mi işittireceksin; yahut körleri ve apaçık sapıklıkta olanları
doğru yola sen mi ileteceksin!
41- Biz seni alıp
götürsek de yine onlardan intikam
alırız. Yahut onlara vadettiğimiz aza sana gösteririz. Çünkü bizim onlara
gücümüz yeter.
43- Sen, sana vahyedilene
sımsıkı sarıl. Şüphesiz sen, doğru yoldasın.
44- Doğrusu Kur'an,
sana ve kavmine bir öğüttür. İleride ondan sorumlu tutulacaksınız.
45- Senden önce
gönderdiğimiz elçilerimize (ümmetlerine) sor! Rahmandan başka tapılacak
tanrılar (edinin diye) emretmiş miyiz?
"Sağırlara sen mi
işittireceksin, yahut körleri ve apaçık sapıklıkta olanları doğru yola sen mi
ileteceksin?" Bu ifadede istiare vardır. Kâfirler sağırlara ve körlere
benzetilmiştir. "Senden önce gönderdiğimiz elçilerimize (ümmetlerine)
sor!" Bu cümlede ise erselnâ (gönderdiğimiz) ile rusül (gönderilenler,
elçiler) aynı kökten türemişlerdi. Dolayısıyla iştikak cinası vardır.[37]
"Kim Rahmanın
zikrinden göz yumarsa" Yani maddiyatla meşgul olup şehvetlere daldığı için
gafil davranır, gözünü hakikate kapatır, yüzçe-virirse. "yaşe"
şeklinde fetha ile ve başındaki "men" mevsul kabul edilerek
"ya'şû" diye de okunmuştur, "bir şeytanı ona musallat
ederiz." Biz şeytanı ondan ayırmayız, "karîn" (kişinin) daima
kendisiyle beraber olup, ondan ayrılmayan arkadaşı demektir. Onu devamlı olarak
vesveselendirip, yoldan çıkarır.
"Zulmettiğiniz
için "Allah'a şirk koşmak suretiyle zulmünüz ortaya çıktığı için
"bugün size hiçbir fayda vermeyecek" ey Kur'an'dan yüz çevirenler!
Bugün kıyamet gününde temennileriniz, pişmanlıklarınızın size asla faydası
olmayacaktır.
"Biz seni alıp
götürsek de" yani onlara azap etmeden önce senin ruhunu kabzedip, seni
öldürsek de senden sonra, dünyada veya ahirette "onlardan intikam
alırız."
"Sen sana vahyedilen
Kur'an a sımsıkı sarıl." "ûhiye" kelimesi "evhâ: Allah'ın
vahyettiği" şeklinde de okunmuştur.
"Senden önce
gönderdiğimiz elçilerimize" Yani onların sülâlelerine veya onların din
alimlerine "sor."
[38]
"Kim Rahmanın
zikrine gözünü kapatırsa ... " ayetinin (36. ayet) nüzul sebebi ile
ilgili olarak İbni ebi Hatim'in Muhammed b. Osman el - Mah-zumi'den rivayetine
göre Kureyş şöyle demiştir: Muhammed'in ashabından (arkadaşlarından) herbirine
kendisiyle ilgilenecek bir adam musallat ediniz. Bunun üzerine Ebu Bekir'e
Talha b. Ubeydullah'ı musallat ettiler. O da, Ebu Bekir topluluk içerisinde
bulunduğu sırada ona geldi.
Ebu Bekir: Beni neye
davet ediyorsun? dedi.
Talha: Seni Lat ve
Uzza'ya tapınmaya davet ediyorum, dedi. Ebu Bekir: Lat nedir? diye sordu.
Talha: Rabbimizdir, diye cevap verdi. Ebu Bekir: Uzza nedir? diye sordu. Talha:
Allah'ın kızlarıdır, dedi. Ebu Bekir: O halde onların anaları kimlerdir? dedi.
Talha sustu, cevap veremedi. Arkadaşlarına bu adama cevap verin, dedi, fakat
arkadaşları da susup cevap veremediler. Bunun üzerine Talha: Ayağa kalk ya Ebu
Bekir! Ben Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in de Allah'ın Rasulü
olduğuna şehadet ediyorum, diyerek kelime-i şehadeti getirdi. Böylece Allah bu
ayeti indirdi.
"Sağırlara sen
mi, işittireceksin..." ayetinin (40. ayet) nüzul sebebi: Allah Rasulü
(s.a.) kavmini İslâm'a davette kendini helak edercesine yoruyordu. Onlar ise
daha da azıtıyorlardı. İşte bunun üzerine bu ayet indi.
[39]
Allah Tealâ malın dünya
metaı olduğunu, yok olacağını beyan ettikten sonra, malın afetlerine karşı da
insanları uyardı. Çünkü mal ve makamı elde eden kişi, Allah'ın zikrini,
kitabını göremeyen kör gibi olur ve insanları dünyada hidayet yolundan
alıkoyan sapan ve saptıran şeytanların arkadaşlarından olur. Ahirette ise
kâfir, o şeytan dostundan uzaklaşır, halbuki o ikisi azapta ortaktırlar.
Açık bir sapıklıkta
olmaları sebebiyle, Allah kendi zikrinden yüzçevi-renleri görme bozukluğuyla
niteledikten sonra, onları sağırlık ve körlükle de vasfetti. Allah Tealâ,
Rasul'ünün (s.a.) davetinin böylelerinin kalplerine tesir etmediğini
açıkladıktan sonra peygamberini teselli için, onun adına, o hayatta iken veya
vefatından sonra onlardan mutlaka intikam alacağını da açıkladı. Sonra da verdiği
emirlere sımsıkı yapışmasını kendisinden istedi. Çünkü o peygamber faydalı,
dosdoğru bir yol üzerinde bulunmaktadır ki, o da Kur'an yoludur. Yakında
insanlar, onun hakkını tam verip veremedikleri konusunda sorguya
çekileceklerdir.
Sonra yüce Allah,
putlara tapınmayı yadırgamanın reddetmenin Hz. Peygamberin dinine has bir şey
olmadığını, bilakis bütün peygamberlerin putları inkâr etmede ittifak
ettiklerini açık olarak ifade etmiştir.
[40]
"Kim Rahmanın
zikrine gözünü kapatırsa yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat
ederiz." Kim, Kur'an-ı Kerime bakıp düşünmekten ve onunla amel etmekten
gözünü kapatıp gaflet ile yüz çevirirse, biz ona vesvese verecek ve onu yoldan
çıkaracak bir şeytanı ona musallat ederiz. O kimse o şeytan dostundan asla
ayrılmaz, daima onunla beraber olur, tüm işlerinde ve allayıp pullayıp tezyin
ettiği her konuda şeytana uyar.
Ayette murat edilen
mana şudur: Kur'an'ın hak olduğunu bildiği halde bilmezlikten gelen kimse
şüphesiz bir sapıklık içerisindedir. İnsanın başına gelecek her afet ve
belânın ana sebebi, dünyaya ve dünya ehline meyledip gönül vermektir. Bu, göz
hastalığı gibidir. Sonra tedricen görme bozukluğu gibi, daha sonra da, körlük
gibi olur.
Ayet yüce Allah'ın şu
kavline benzemektedir: "Biz onlara birtakım arkadaşlar musallat ettik de,
onlar önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bunlara süslü
gösterdiler." (Fussilet, 41/25). Müslim'in Sahih'inde ve diğerlerinden
gelen bir rivayet şöyledir: "Her müslümanın beraberinde cinlerden
birarkadaşı vardır. Şeytan ademoğlunun kan damarlarında dolaşmaktadır."
"Şüphesiz bu
şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar kendilerinin doğru yolda
olduklarını sanırlar." Yani Allah'ın kendi zikrinden yüz çeviren herkes
için musallat ettiği bu şeytanlar, musallat edildikleri insanları
vesveseleriyle hak ve hidayet yolundan engellemektedirler. Kâfirler de bu
vesveseye aldanarak kendilerinin gerçeğe ve doğruya iletildiklerini
zannederler.
Nihayet kâfir,
ahirette şeytan arkadaşından uzaklaşacaktır. Bunu beyan eden ayette Allah
Tealâ şöyle buyurmaktadır: "O kimse, en sonunda bize gelince arkadaşına:
Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı, ne kötü
arkadaşmışsın! der." Yani kâfir kıyamet gününde bize geldiğinde,
kendisine musallat edilen şeytandan bizar olup, ondan uzaklaşmaya çabalayacak
ve kendisiyle kendisine dost olan o şeytan arasında doğu ile batı arasındaki
mesafe kadar uzaklık olmasını temenni edecek. İnsandan ayrılmayan o şeytan ne
kötü bir dosttur!
Bazıları "hatta
iza câânâ" şeklinde fiili tesniye olarak okumuştur. Yani o şeytan ve
şeytana arkadaş olan insan gelince...
Allah'ın da haber
verdiğine göre kıyamet gününde onlara şöyle denilecek: "Zulmettiğiniz
için bugün (nedamet) size hiçbir fayda vermeyecektir. Çünkü siz azapta ortaksınız."
Ahirette onları kınamak, ayıplamak ve ümitsizliğe sevketmek için şöyle
denilecektir: Sizin dünyada nefislerinize zulmetmeniz açıkça ortaya çıktığına
göre, bugün burada azaba ortak olmanızın size hiçbir yararı olmayacaktır.
Çünkü hiçbirinizin azabından zerre kadar hafifletilmeyecektir. Halbuki dünya
hali böyle mi? Hayır çünkü dünyada musibet paylaşılınca azalır. İşte bu
gösteriyor ki, azaba ortak olmak, dünyada olduğu gibi her hangi bir hafifliği
getirmiyor. Çünkü herkes şiddetli azap içerisinde kendi nefsi ile meşguldür.
Bu meşguliyet, diğerinin halini kendisine unutturur. Dolayısıyla azaba ortak
olmak azabın hafiflemesi anlamına gelmeyecek ve hiç kimse, musibet, keder ve
acısından diğerine yardım imkânı bulamayacaktır. Herkesin azabtan müşterek bir
nasibi olacaktır.
Sonra Allah Tealâ
Rasul'ünü (s.a.) teselli için, davetinin onların kalplerinde etkili
olmayacağını beyan ederek şöyle buyurdu: "(Rasulüm!) sağırlara sen mi,
işittireceksin, yahut körleri ve apaçık sapıklıkta olanları doğru yola sen mi
ileteceksin?" Ya Muhammed! Sağırlara duyurma, körlere yol gösterme veya
açık bir sapıklığın içinde dalmış kimseleri irşad etme imkânın var mı? Yüce
Allah bu insanları görme zayıflığıyla vasfettikten sonra üç sıfatla daha
niteledi ki onlar da şunlardır: Sağırlık, körlük ve apaçık sapıklık.
Basiretleri (kalp gözleri) zayıf olan bu kâfirler, ey Rasul! Senin getirdiğini
duymayan sağırlar, görmeyen körler gibidir. Onlar, dalâlet, küfür ve cehalette
aşırı gidenlerdir. Allah Rasulü (s.a.) durmadan onları gerçek imana davet
ediyor, onlarsa küfür ve batıldaki inatları sebebiyle Kur'an mucizelerini ve
peygamberlik delillerini görmezlikten gelerek daha da az-gmlaşıyorlar.
Sonra yüce Allah,
Rasul'üne (s.a.) onlardan intikam alacağını bildirdi ve şöyle buyurdu:
"Biz seni onlardan alıp götürsek de yine onlardan intikam alırız."
"Yahut onlara vadettiğimiz azabı, sana gösteririz. Çünkü bizim onlara
gücümüz yeter." Yani onlar dünya veya ahirette azabımızdan kurtulamayacaklardır.
Ey Rasul! Onlara azap gelmeden ruhunu kabzedip seni vefat ettirsek de, onlardan
intikam alacağız. Bu intikam dünyada veya ahirette olabilir. Senin vefatından
evvel, onları tehdit ettiğimiz azabı sana göstermeye de gücümüz yeter. Ne zaman
istersek onlara azap ederiz. Şüphesiz Allah, peygamberinin hayatında onun
gözünü aydın edip sevindirmiştir. Bedir gününde Hz. Muhammed'e (s.a.) karşı
gelen o müşrikleri perişan etmiştir.
Kâfirleri azap ile
tehdit onun mutlaka olacağına delildir. Çünkü Allah Tealâ verdiği sözden
dönmez.
Peygambere yapılan bu
zafer vaadinden sonra Allah ona Kurana ve onun gösterdiği yola sımsıkı
yapışmasını emrederek şöyle buyurmuştur: "Sen sana vahyedilene sımsıkı
sarıl, şüphesiz sen doğru yoldasın." Ey Rasul! Sen, Rabbin tarafından
sana vahyedilen Kur'an'a sarıl. Çünkü sen, dünyada mutluluğa, ahirette ise kurtuluşa
giden sağlam ve dosdoğru bir yoldasın. Seni yalanlayanlar yalanlasa da, bunun
sâna zararı olmayacaktır.
Sonra Allah, Kur'an'ın
mevkiini beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Doğrusu Kur'an, sana ve kavmine
bir şereftir. İleride ondan sorumlu tutulacaksınız." Şüphesiz ki, Kur'an
sana, Kureyş'e ve bütün Araplara bir şereftir. Zira onların lisanıyla nazil
olmuştur. Siz, bu Kur'an'dan sorguya çekileceksiniz. Onunla nasıl amel
ettiğiniz, ona nasıl karşılık verdiğiniz ve sizin üzerinizdeki hakkını nasıl
yerine getirdiğiniz konusunda hesap vereceksiniz.
Bu ayetin benzeri
Allah'ın şu sözüdür: "Andolsun, size içinde sizin için şerefiniz bulunan
bir kitap indirdik." (Enbiya, 21/10).
Buhari ve Tirmizi'nin
ise Muaviye (r.a.)'den rivayet ettiğine göre o şöyle demiştir. Nebi (s.a.)'nin
şöyle dediğini duydum: "Bu konu Kureyş'e aittir. Dini ayakta tuttukları
sürece, Allah'ın yüzüstü süründürdüğü kimseler hariç kimse bu konuda onlarla
mücadele etmez." Allah Rasulü (s.a.) "Bu konu..." tabiriyle
"hilafeti" kastetmiştir. Yani hilafet başkalarına değil, Kureyş'e
aittir. Ahmet b. Hanbel ve Müslim'in Cabir (r.a.)'den rivayetlerine göre,
Allah'ın Nebisi şöyle buyurmuştur: "Bu konuda insanlar Kureyş'e tabidir.
Müslümanlar müslümanlara, kâfirlerde kâfirlere tabidir."
Daha sonra yüce Allah,
tevhide davetin ve şirki terketmenin eskiden beri gelmekte olduğuna dikkat
çekmiş, şöyle buyurmuştur: "Senden önce gönderdiğimiz elçilerimize
(ümmetlerine) sor! Rahman'dan başka tapılacak tanrılar (edinin diye) emretmiş
miyiz?" Sen içlerinde peygamberler ve alimler gönderdiğimiz ümmetlerin
sülâlelerine, zürriyetlerine, "Allah, hiçbir dinde putlara tapılma izni
vermiş midir." diye sor. Ayetin manası şudur: Bütün Peygamberler, ortağı
olmayan bir Allah'a kulluğa davet etmişler, putlara tapınmaktan da
sakındırmışlardır. "Andolsun ki biz, Allah'a kulluk edin ve tağuttan
sakının diye emretmeleri için her ümmete bir Peygamber gönderdik." (Nahl,
16/36).
Bundan maksat
peygamberlerin tevhit hususunda ittifak ettiklerine ve Muhammed (s.a.)'in de
Allah'ın birliğini (tevhidi) emretmekte peygamberler arasında tek olmadığına
dikkat çekmektir. Bu esasları itibariyle hak dinin birliğini gösterdiği gibi,
peygamberlerin vazifelerinin de temelde aynı ve bir olduğuna delâlet
etmektedir.
Bu emrin sebebi,
Yahudi ve müşriklerin Peygamber (s.a.)'e: "Senin getirdiğin senden
öncekilere aykırıdır." demeleridir. Bu sebeple yüce Allah, Peygamberine,
Peygamberi şüphe içinde olduğundan değil de, Allah'ın birliğini tespit ve
teyit için, daha önce geçen peygamberlerin ümmetlerine bu tevhit meselesini
sormasını emretmiştir.
[41]
1- Allah'ın
saptırması ancak, insanların O'nun emirlerinden yüz çevirmesinden sonra olur.
Kim, Allah'ın ayetleri ve hükümlerine karşı gözlerini kapayıp görmezlikten
gelir, bunlardan yüz çevirerek yoldan çıkaran insanların veya cinlerin batıl
sözlerine aldanırsa, Allah küfrüne karşılık olarak, kendisini yoldan çıkaracak
bir şeytanı ona musallat eder. O şeytan dünyada ona, yanından ayrılmayan bir
arkadaş olur. Onu helâlden alıkoyup harama sevkeder, Allah'a itaatten
sakındırıp masiyeti emreder. Ahirette de aralarında ortak olan azapta onun
arkadaşı olur. Ebu Said el-Hudri şöyle demiştir: "Kıyamet gününde kâfir
diriltildiği zaman şeytan dostu ile bira-raya getirilir ve birlikte cehenneme
varıncaya kadar o, ondan ayrılmaz."
2- Şüphesiz
şeytanların görevleri, vesveseleri ve saptırmalarından sakınmayı gerektirecek
deredece tehlikelidir. Çünkü onlar, insanları hidayet yolundan alıkoyarlar ve
kâfirlere doğru yolda oldukları zannmı verirler. Bir başka yoruma göre de şöyle
denilmiştir: Kâfirler, şeytanların doğru yolda olduğunu zannedecek ve onlara
itaat edeceklerdir.
3- Kâfirin
şeytandan kaçmaya çabaladığı, kendisiyle onun arasındaki uzaklığın doğu ile
batı arasındaki uzaklık kadar olmasını temenni ettiği ve ona, sen ne kötü
arkadaşsın! diyeceği zaman acı hakikat ortaya çıkmış olacaktır. Çünkü şeytan
onu çekip ateşe götürmüştür. Müfessir Ferra "bu'del meşrikaynı"
ifadesinde yüce Allah'ın, doğu ile batıyı murat ettiğni, ancak bu iki isimden
birini diğerine tağlib ederek "el meşrikaynı" dediğini söylemiştir.
Nitekim Güneş ve Aya = el-kameran, Ebu Bekir ve Ömer'e (r.a.) el-Öme-ran, Küfe
ve Basra'ya el-Basratan, öğlen ve ikindiye de el-Asran denilir.
4- Allah
Tealâ, kıyamet gününde kâfiri kınamak için şöyle diyecektir: Siz dünyada
Allah'a ortak koştuğunuz için "...keşke benimle senin aranda doğu ile batı
arası kadar uzaklık olsaydı!" demenizin bu gün size hiçbir faydası
olmayacaktır. Yani pişmanlığın bugün faydası yok, çünkü siz azapta
müştereksiniz. Ya da, sizin azapta birbirinize ortak olmanızın bugün size
hiçbir faydası olmayacaktır. Çünkü herkesin o azaptan bol bol nasibi olacaktır.
Dünyada bir musibete ve belâya uğrayanın sadece kendisinin o sıkıntıyı
çekmediğini bilmesi onun üzüntüsünü biraz olsun hafiflettiği gibi; ahirette
cehennem ehli bu teselliden faydalanmayacaktır. Çünkü onlar sürekli azapla
meşgul olduklarından bu tesellinin onlara hiçbir faydası do-kunmaycaktır.
5- Allah
Tealâ kavmi, İslâm'ı kabulden yüz çevirdikleri için, hüzün ve kederinden
dolayı, Peygamberini teselli etmiş ve şöyle demiştir: "Bu işte senin
yapacağın bir şey yoktur." Çünkü sen, görmesi zayıf, kör ve sağırları,
yoldan sapmışları yola getiremezsin. O halde onlar kâfir oldu diye canın sıkılmasın!
Müfessir Kurtubî "Allah Tealâ'nm:
"(Rasulüm!) sağırlara sen mi işittireceksin?" sözünde, Kaderiyye ve
benzeri mezheplere reddiyye vardır, aynı zamanda hidayet, istikamet ve ilâhî
yardımdan mahrumiyetin Allah'ın takdiri olduğuna da delil vardır. Allah, dilediğini
sapıklığa yöneltir, dilediğini doğru yola iletir." demiştir.
6- Allah'ın
müşriklere azabı, dünyada veya ahirette mutlaka olacaktır. Bunun Peygamber
(s.a.)'in hayatında veyahut vefatından sonra gerçekleşmesi bir şey
değiştirmez. Çünkü Allah, her şeye kadirdir.
7- Allah,
peygamberinin maneviyatını iki şeyle zirveye yükseltmiştir:
Birincisi:
Allah'ın rızasına ve mükâfatına ulaştıracak olan dosdoğru bir yol üzerinde
bulunduğunu kendisine bildirmesi.
İkincisi:
Kendisi ve kavmi Kureyş için bir şeref olan Kur'an'la onun şerefini ve
makamını yüceltmesidir. Çünkü Kur'an onların diliyle, onlardan birine inmiştir.
O halde siz ona karşı şükran borcunu ödemekten ve emirleriyle amel edip
etmemekten dolayı sorguya çekileceksiniz. Muhakkik alimler şöyle demişlerdir:
Ayette, hayırla yadetmenin teşvik edilen bir husus olduğuna dair delil vardır.
Çünkü hayırla anmanın etkisi her yeri ve her zamanı kapsamaktadır.
Müfessir Kurtubî de,
"Kureyşli olsun olmasın, doğru olan; Kur'an'm, kendisiyle amel eden insan
için şeref olmasıdır" demiştir.
Taberi'nin İbni
Abbas'tan rivayetine göre İbni Abbas şöyle demiştir: Allah'ın Nebi'si (s.a.)
bir seriyye veya bir gazadan döndü, kızı Fatıma'yı çağırdı ve şöyle buyurdu:
"Fatıma! Kendini Allah 'in azabından koru. Çünkü Allah'ın azabından
kurtarma konusunda benim sana hiçbir faydam olmaz." Peygamberimiz (s.a.)
buna benzer bir sözü, hanımlarına ve ehli beytine de söylemiştir. Sonra Allah
Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Beni Ha-şim, ümmetim olmaya insanların
en yakınları değildi. Şüphesiz, ümmetim olmaya insanların en yakını
muttakilerdir. Kureyş, ümmetime en yakın insanlar değildir. Kuşkusuz ümmetime
insanların en yakını muttakilerdir. Ensar da ümmetime insanların en yakınları
değildir. Hiç şüphe yok ki, ümmetime insanların en yakınları muttakilerdir.
Köleler de ümmetime en yakın insanlar değildir. Şüphesiz ki ümmetine en yakın
insanlar muttakilerdir. Siz ancak bir erkek ve bir kadındansınız ve ölçek
dolduktan sonra kalan fazlası gibisiniz. Hiç kimsenin diğerine, takva dışında
bir üstünlüğü yoktur."
Taberi'nin yine Ebu
Hüreyre (r.a.)'den rivayetine göre Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Andolsun ki cehennem kömüründen bir kömürle iftihar eden veya Allah
katında, burnu ile pisliği iten bok böceklerinden daha pis topluluklar
gelecektir. Hepiniz Adem'in çocuklarısınız, Adem ise topraktandır. Şüphesiz ki
Allah Tealâ sizden cahiliyyet aybını ve atalarla övünmeyi yok etmiştir.
İnsanlar ya muttaki mümin, ya da bedbaht facir (kûfir)dir."[42]
Tevhit dini eskiden
var olduğu gibi, şirkin reddediliş geleneği de eskiden beri vardır. Bu sebeple
önceki peygamberlerin ümmetlerine Allah, putlara tapınma izni verdi mi,
Allah'tan başkasına kulluk edinilmesini emretti mi? diye, sorulunca, her iki
soruya da olumsuz cevap vereceklerdir. Kâfirlerin öfkelerinin ve Peygamber
(s.a.)'e düşmanlıklarının en büyük sebebi, Peygamber (s.a.)'in, onların
putlarını kabul etmemesidir. Allah Tealâ bu putların inkârını sadece Hz.
Peygamber (s.a.)'e has olmadığını, bütün Peygamberlerin dinlerinde ve davetlerinde
putların reddinin ortak bir nokta olduğunu açıkça beyan etmiştir.
[43]
46- Andolsun ki biz
Musa'yı ayetlerimizle Firavun'a ve onun ileri gelen adamlarına göndermiştik de
Musa: Ben alemlerin Rabbinin elçisiyim, demişti.
47- Onlara ayetlerimizi getirince, bunlara
gülüvermişlerdi.
48- Onlara
gösterdiğimiz her bir ayet (mucize) diğerinden daha bü-
yüktü. Dönsünler diye
onları azaba uğrattık
49- (Bunun üzerine) dediler ki: Ey y sihir yapan! Sana verdiği ahde göre bizim
için Rabbine dua et. Çünkü
biz artık doğru yola
gireceğiz.
50- Fakat biz onlardan
azabı kaldırınca, sözlerinden dönüverdiler.
51- Firavun kavmine
seslendi ve şöyle dedi: "Ey kavmim! Mısır mülkü ve altımdan akıp giden şu
ırmaklar benim değil mi? Hala görmüyor musunuz?"
52- "Yoksa ben,
kendisi zayıf ve neredeyse meramını anlatamayacak durumda bulunan şu adamdan
daha hayırlı değil miyim?"
53- "Ona altın bilezikler verilmeli veya
yanında ona yardımcı melekler gelmeli değil miydi?"
54- Firavun kavmini aldattı, onlar da kendisine
boyun eğdiler. Onlar yoldan çıkmış bir kavimdir.
55- Böylece bizi
öfkelendirince onlardan intikam aldık, hepsini suda boğduk.
56- Onları, sonradan
gelenlerin geçmişi ve bir ibret örneği kıldık.
"... Mısır mülkü
ve altından akıp giden şu ırmaklar benim değil mi?"
Buradaki itifham inkâr
için değil, takrir içindir. Yani sizler, benim Mısır Kralı olduğuma dair
bildiğiniz şeyleri açıkça kabul ediniz, demektir.
[44]
"... biz Musa'yı
ayetlerimizle" yani mucizelerle "göndermiştik" Burada Hz.
Musa'nın kıssasına yer vermekten maksat Hz. Musa'nın da tevhide davet ettiğini
ortaya koymak, Peygamber'i (s.a.) teselli etmek ve Kureyş'in: "Bu Kur'an
iki şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?" (31. ayet)
sözlerinin çelişki olduğunu anlatmaktır.
"Onlara
ayetlerimizi getirince, bunlara hemen gülüvermişlerdi." Hz. Musa,
peygamberliğine delâlet eden ayetlerimizi onlara getirince, onlar bunlara hemen
gülüvermişler ve bu ayetleri hiç düşünmeden inkâra sapmışlardı "Onlara
gösterdiğimiz her bir ayet..." tufan ve çekirge gibi azap ayetleri
"diğerinden daha büyüktü." Mucize olma noktasında biri diğerinden
daha büyüktü. Yani bunların her biri büyük mucizelerdi. "Birtakım insanlar
gördüm ki, bir kısmı diğerinden daha faziletlidir" cümlesi gibi. Ya da
mana şöyledir: "Onlara gösterdiğimiz her bir ayet (mucize) diğerinden daha
büyüktü..." Yani daha sonraki ayetler i'caz nevine hastı, bu itibarla
diğerlerinden üstündü. Küfürlerinden "dönsünler diye" onları kıtlık, tufan
ve çekirge gibi kahredici "azaba uğrattık..."
Azabı görünce Hz.
Musa'ya "dediler ki ey sihir yapan!" onlara göre sihir büyük bir
ilimdi. "Sana verdiği ahde göre..." Yani iman edersek bizden azabı
kaldıracağına dair sana verdiği söze göre veya Allah'ın sana vermiş olduğu
peygamberlik sözüne göre "bizim için Rabbine dua et. Çünkü biz artık
doğru yola gireceğiz." Bizim için dua etmen ve bizden azabı kaldırması
şartıyla inanacağız. "Fakat biz onlardan azabı kaldırınca sözlerinden
dönü-veriyorlar." Hz. Musa'ya verdikleri sözden dönüp, küfür de ısrar
ediyorlar.
"Firavun kavmine
seslendi ve şöyle dedi:" Allah Tealâ Beni İsrail'den azabı kaldırınca, bir
kısmının inanacağından korktuğu için Firavun, kavminin meclisinde veya
aralarında ya bizzat kendisi ve münadileri vasıtasıyla böbürlenerek seslendi:
"Altımdan akan şu ırmaklar benim değil mi?" yani sarayımın altından
ve bahçelerinde akan. Bunlar, Nil'in kollan olup, en mühimleri dört tanedir:
Nehru'l - Melik, Nehru Tolon, Nehru Dimyat ve Nehru Tinis. Şu an meşhur olan,
aralarında Nil Deltasını oluşturan Dimyat ve Reşid kollarıdır. "Halâ
görmüyor musunuz?" büyüklüğümü halâ görmüyor musunuz? "Yoksa ben,
meramını anlatamayacak durumda" küçüklüğünde ağzına aldığı bir kor ateşle
dilinde meydana gelen pelteklik sebebiyle "kendisi zayıf şu adamdan daha
hayırlı değil miyim?" Ayetteki "Em" kelimesi
"munkatıa" olabilir. O zaman mana şöyle olur: Aksine ben bu mülk ve
bu zenginlikle Musa'dan daha faziletliyim. "Em" kelimesi "muttasıla"
olursa mana şöyledir: Görüp de benim ondan daha hayırlı olduğumu bilmiyor
musunuz?
Eğer doğru söylüyorsa
"ona altın bilezikler verilmeli" Hz. Musa için söylenen bu husus,
kralların adetine işarettir. Çünkü onlar birisini başlarına idareci ve kral
yaptıklarında ona altın bilezikler ve altın kolyeler takarlardı, "veya
yanında ona yardımcı melekler " muhaliflerine karşı ona yardım edecek ve
yanından ayrılmayacak melekler veya doğruluğuna şahitlik etmek üzere kendini
izleyen melekler "gelmeli değil miydi?"
"Firavun kavmini
küçümsedi" akıllarını hafife alıp küçümsedi, böylece onları sapıklığa
davet etti "onlar da kendisine boyun eğdiler." Hz. Musa'yı yalanlama
hususunda isteğine boyun eğdiler. "Onlar yoldan çıkmış bir kavimdir."
Bu cümle "...boyun eğdiler" cümlesinin sebebini göstermektedir. O
zaman mana şöyle olur: "Onlar Firavunun isteklerine boyun eğdiler. Çünkü
onlar yoldan çıkmış bir kavimdir."
"Böylece onlar
bizi öfkelendirince..." isyan ve inattaki aşırılıklanyla bizi
kızdırınca., "esef hüzün ve öfkenin birlikte oluşuna derler. Bazen birisi
için de kullanılır.
"Onları sonradan
gelenlerin geçmişi ve bir ibret örneği kıldık." Yani onları daha sonra
gelecek kâfirlere örnek yaptık. Ayette geçen sâlifün'ün çoğulu
"selefen" kelimesi "sülüfen" şeklinde de okunmuştur, o
takdirde "se-lîfün" kelimesinin çoğulu olur.
[45]
Allah Tealâ, fakir,
mal ve makamı yok diye Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini Kureyş'in
ayıpladığını beyan ettikten sonra, Firavun kıssasında da buna benzer bir olayı
zikretmektedir. Hz. Musa'nın Peygamberliğine itiraz eden Firavun şöyle
demiştir: Şüphesiz ki ben zenginim, pek çok malım var ve makam sahibiyim. Yüce
Allah Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.)'e tevhit konusunda, önceki peygamberlerin
dininde olduklarını iddia edenlere soru sormasını emredince, burada Musa (a.s.)
kıssasını, sonra da İsa (a.s.) kıssasını; zikretti. Sonra Yüce Allah Firavunun
bir şüphesini hatırlattı ki, o da şudur: Firavun'a göre krallık ve saltanat,
peygamberliğin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu sebeple Firavun, Hz. Musa'dan
kendilerince adet olan şeyi istedi: Onlar, kendilerine bir reis tayin
ettiklerinde ona altın bilezikler takarlar ve altın kolyelerle, taçlarla
taçlandırırlardı. Firavun, Hz. Musa'dan da bunu istiyordu. Ayrıca Firavun Hz.
Musa'dan şunu da istedi: Eğer söylediklerinde doğru isen, seni muhaliflerin
karşısında destekleyecek melekler sana eşlik etsinler.
Bunun peşinden
Firavun, saltanat ve hakimiyetinin gücüne aldana-cak insanları Hz. Musa'yı
yalanlamaya davet ettiğinde, onların akıllarını hafife alıp küçümsemiş, onlar
da sapıklıklarından dolayı Firavun'a boyun eğmişlerdi. Bu sebeple Allah Tealâ
onlardan şiddetli bir intikam almıştır.
[46]
"Andolsun ki biz
Musa'yı ayetlerimizle Firavun'a ve onun ileri gelen adamlarına göndermiştik de,
Musa: Ben alemlerin Rabbinin elçisiyim demişti." Andolsun ki biz Musa'yı,
doğruluğuna delâlet eden, İsra suresinde (101. ayette) zikredilen dokuz mucize
ile desteklenmiş olarak Firavun'a, kavminin eşrafına, Kıptilerden ve Beni
İsrail'den tabüerine göndermiştik de, Musa (a.s.) onları, eşi olmayan bir
Allah'a kulluğa davet ediyor, O'ndan başkasına kulluktan sakındırıyor ve onlara
şöyle diyordu: Ben size alemlerin, ins ve cinnin Rabbi olan Allah tarafından
gönderilmiş elçiyim. Musa (a.s.)'ya verilen mucizeler şunlardı: Tufan, çekirge,
haşere, kurbağalar, kan, kıtlık (ekinlerin, canların ve meyvelerin eksikliği),
yed-i beyza (koynundan çıkardığı bembeyaz el) ve asa (Allah'ın izniyle bu asa
yılana dönüşüyordu.) Firavun ve kavmi yine büyüklük tasladılar, bunlara
inanmayıp, yalanladılar ve alay ettiler. Nitekim Allah şöyle buyurdu:
"Onlara ayetlerimizi getirince, bunlara gülüvermişlerdi." Yani Hz.
Musa, doğruluğunu gösteren bu mucize ve delilleri onlara getirince, Firavun ve
kavmi kendilerine bu ayetleri getiren Hz. Musa'ya gülüp onunla alay
ediyorlardı. Ayette geçen "izâhüm"ün manası şudur: Onlar, bu
ayetlerin gelişlerini hemen gülme ve alayla karşılıyorlardı.
Bu Allah Rasulünü
(s.a.), kavminin davetinden yüz çevirmesi sebebiyle karşılaştığı sıkıntılara
karşı bir teselli mahiyetindedir.
"Onlara
gösterdiğimiz her bir ayet (muzice) diğerinden daha büyüktü. Doğru yola
dönsünler diye onları azaba uğrattık." Yani Hz. Musa'nın risa-let
davasında doğruluğunu gösteren, Firavun ve ileri gelen adamlarına gösterdiğimiz
her bir delil; kendi aleyhlerine delil olmak ve Hz. Musa'nın tevhide davette
doğruluğunu gösterme açısından öncekilerden daha büyüktü. Bununla birlikte,
öncekiler de kendi yerlerinde büyüktü. Ayette geçen "uhtihâ"
kelimesi, Hz. Musa'nın peygamberliğinin doğruluğuna delâlet eden bir diğer
mucize demektir. Bununla beraber onlar sapıklıklarından dönmediler. Biz de, bu
ayetleri yalanlamaları sebebiyle, küfürlerinden vazgeçmeleri, eşi olmayan bir
Allah'a inanmaları, emir ve yasaklarında Ona itaat etmeleri için onlara azap
indirerek cezalandırdık.
Onlara her ayet
geldiğinde ayeti sihir; Hz. Musa'yı da sihirbaz diye niteliyorlardı. Nitekim
yüce Allah şöyle buyurdu: "Bunun üzerine dediler ki: Ey sihir yapan! Sana
verdiği ahde göre bizim için Rabbine dua et; çünkü biz artık doğru yola gireceğiz."
Yani onlar dediler ki: Ey sihirbaz, ey alim! -Onlar, ilim adamlarına saygı
için, onlara sihirbaz ismini veriyorlardı- Eğer inanırsak bizden azabı
gidereceğine dair bize haber verdiğin Allah'ın sana ahdi sebebiyle azabı bizden
uzaklaştırması için, bizim adımıza Rabbine dua et! Şüphesiz biz, bundan sonra
artık getirdiğin dine inanacağız.
"Fakat biz
onlardan azabı kaldırınca, sözlerinden dönüverdiler." Yani
Hz. Musa Rabbine dua
etti, Rabbi de onların azabını kaldırdı. Fakat Allah onlardan azabı kaldırınca
verdikleri sözü bozup, tekrar küfre döndüler. Nitekim bir başka ayette bu
husus şöyle beyan edilmiştir: "Biz de ayrı ayrı mucizeler olarak onların
üzerine tufan, çekirge, haşere, kurbağalar ve kan gönderdik; yine de büyüklük
tasladılar ve günahkâr bir kavim oldular. Azap üzerlerine çökünce, Ey Musa!
Sana verdiği söz hürmetine, bizim için Rabbine dua et; eğer bizden azabı
kaldırırsan, mutlaka sana inanacağız ve muhakkak İsrailoğulları'nı seninle
göndereceğiz, dediler. Biz, ulaşacakları bir müddete kadar onlardan azabı
kaldırınca hemen sözlerinden dönüver-diler." (Araf, 7/133-135).
Sonra Allah, Firavunun
isyanını, kibrini ve küfürünü haber vererek şöyle buyurdu: "Firavun
kavmine seslendi ve şöyle dedi: Ey kavmim! Mısır mülkü ve altımdan akıp giden
şu ırmaklar benim değil mi? Hala görmüyor-musunuz?" Firavun, kavminin Hz.
Musa'ya meyledeceğinden korktuğu için, onları biraraya topladı ve kavmine
şunları söyledi: Mısır'ın büyük saltanatı benim değil mi? Bu konuda benimle
kimse münakaşa edemez. Mutlak hakimiyet benimdir. Nil nehirleri (kolları)
köşkümün altından ve önünden, bahçelerimin içinden akmaktadır. İçinde
bulunduğum azamet ve saltanatı görmüyor musunuz, bununla idareye ve nizam
koymaya benim daha lâyık olduğumu anlamıyor musunuz? Musa'nın ve tabilerinin
fakirliğine ve zayıflığına bakınız; onlar bana karşı direnebilirler mi?
Bu ayetin benzeri
şudur: "Derhal (adamlarını) topladı ve (onlara) bağırdı: Ben sizin en
yüce rabbinizim! dedi. Allah onu, (herkese ibret olarak) dünya ve ahiret
azabıyla cezalandırdı." (Naziat, 79/23-25).
"Yoksa ben,
kendisi zayıf ve neredeyse meramını anlatamayacak durumda bulunan şu adamdan
daha hayırlı değil miyim?" Yani ben, mülküm, saltanatım, zenginliğim ve
mevkiim itibariyle bu adamdan, fakir, güçsüz ve dilindeki ukdeden dolayı
meramını neredeyse ifade edemeyen Musa'dan daha hayırlıyım. Firavun'un Hz. Musa
(a.s.) hakkındaki bu meramını neredeyse ifade edememe düşüncesi onun önceki
bilgisine göredir. Yoksa daha sonra kerim olan Allah Hz. Musa'nın dilindeki bu
kekemeliği izale etmişti, ama bunu Firavun bilmiyordu. Hz. Musa (a.s.)'dan
hikâye olarak yüce Allah şöyle buyurdu: "Dilimden (şu) bağı çöz ki, sözümü
anlasınlar. " Yüce Allah da bu duaya şöyle karşılık vermiştir:
"Allah: Ey Musa! dedi: İstediğin sana verildi." (Taha, 20/27-28,36).
Gerçekten küçüklüğünde ağzına aldığı bir ateş koru sebebiyle Hz. Musa'nın
dilinde biraz kekemelik vardı. Bunun üzerine, insanlar sözünü anlasınlar diye,
Allah'tan dilinin bu düğümünü çözmesini istedi, Cenab-ı Allah da duasını kabul
ederek onun bu kekemeliğini giderdi. Kaldı ki, kulun fiili olmaksızın
yaratılıştan gelen kusurlarla bir insanı asıl ayıplamak, ayıplayan kimse
hakkında bir eksikliktir. Çünkü böyle bir şeyle insan ne ayıplanır, ne de
kınanır. Firavun, her ne kadar bu olayı idrak etmiş olsa da, cahil ve geri
zekalı kavmine bunu geçerli bir akçe gibi sunmak istemiştir.
Sonra Firavun,
peygamberliğin saltanatla desteklenmesi gerektiğini zannederek, sahip olduğu
dünya nimetleri ve krallığına sığınarak Hz. Musa'ya karşı büyüklük tasladı. Bu
Firavun'un düşüncesini Allah şöyle anlattı: "Ona altın bilezikler
verilmeli veya yanında ona yardımcı melekler gelmeli değil miydi?" Yani,
eğer Musa benden büyükse altın bileziklerle süs-lenmeli veya peygamberliğinde
samimi ise Rabbi ona altın bilezikler vermeli değil mi idi? Bu aynen, Kureyş
kâfirlerinin iki şehir halkından bir büyüğe peygamberliğin lâyık olduğuna dair
söyledikleri sözlerine benzemektedir. Veya Musa eğer samimi ise, melekler onun
beraberinde bulunup, ondan ayrılmasalar, görevinde ona yardım etseler ve onun
peygamberliğine şehadet etselerdi ya! Böylece Firavun, kavmine şu intibaı
vermiştir: Peygamberler de mutlaka zorbaların, zalimlerin suretine,
görüntüsüne bürün-meli veya meleklerle etrafları çevrümelidir. Firavun zahir
görüntüye al-danmış ve peygamberlerin gerçeği ile ilgili olarak manevi cevheri
idrak edememiştir.
"Firavun kavmini
küçümsedi, onlar da kendisine boyun eğdiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir
kavimdir." Yani Firavun, kavminin ve tebasınm aklını hafife alıp küçümsedi
ve onları dalâlete davet etti. Onlar da bu konuda Firavun'un söylediklerini
kabullendiler ve kendilerine verdiği emirlerde ona itaat ettiler, Hz. Musa'yı
yalanladılar. Çünkü onlar Allah'ın itaatından çıkıp uzaklaşmış kimselerdir.
Sonra da yaptıkları suçlardan
dolayı ceza zamanı geldi. Bununla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyurdu:
"Böylece bizi öfkelendirince onlardan intikam aldık, hepsini suda
boğduk." Yani onlar bizi kızdırıp öfkelendirince, onlardan şiddetli bir
şekilde intikam aldık. Bu intikamın neticesi olarak onların hepsini denizde
boğduk. Öğündükleri ve böbürlendikleri şeye uygun olarak boğulmak suretiyle
helak edildiler. Firavun şöyle diyordu: "Ve altımdan akıp giden şu
ırmaklar benim değil mi?"
Ahmed b. Hanbel,
Taberani, Beyhaki ve İbni Ebi Hatim'in Ukbe b. Amir'den rivayetine göre Allah
Rasulü (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Kul günahlarına deOam etmesine
rağmen, Allah'ın, ona dilediğini verdiğini görürsen bil ki bu, onun için bir
istidracdır (yani Allah onu yavaş yavaş cehenneme çekmektedir.)" Sonra
Allah Rasulü (s.a.) şu ayeti okudu: "Böylece bizi öfkelendirince onlardan
intikam aldık, hepsini suda boğduk."
"Onları sonradan
gelenlerin geçmişi ve bir ibret örneği kıldık." Yani Firavun ve kavmini,
azaba lâyık olmakta, aynen onların amelini işleyen kâfirlere öncü yaptık,
kendilerinden sonra gelecek kâfirlere ibret ve nasihat almak için dillerden
dile dolaşan bir örnek kıldık.
[47]
1- Şüphesiz
ki bu kıssa servet ve mal sahibi azgın ve zorbaların insanî değer, dinî fazilet
sahibi, orta halli veya fakir olan insanlarla mücadelesini anlatmaktadır.
Firavun'un Musa ile olan hikâyesi, Peygamber (s.a.)'in nüfuz ve servet sahibi
Kureyş kâfirleriyle olan haline benzer.
Bütün peygamberler
Allah'ın birliği konusunda ittifak halindedirler. Dokuz mucize ile
desteklenmesine rağmen, Firavun ve kavmi Musa (a.s.)'yı yalanlamışlardır.
Yalanlamaları sebebiyle akıbetleri suda boğulmak olmuştur. Allah, Musa
(a.s.)'yı ve kavmi Beni İsrail'i ise kurtarmış, güzel akıbet onların olmuştur.
Aynı durum Peygamberimiz (s.a.) için de meydana gelmiş, kavmi onu yalanlamış,
Allah da onları helak etmiş, peygamberine ve onun davetine inanan müminlere
yardım etmiştir.
2- Hz.
Musa'ya verilen mucizelerin etkisi güçlüydü. Verilen her mucize bir öncekinden
daha büyüktü. Bununla beraber bu mucizelere inanmamışlardır. Bu sebeple Allah,
bu ayetleri (mucizeleri) yalanladıklarından dolayı onları azap ile
cezalandırmıştır.
Hz. Musa (a.s.)'nın
kavmi, ilim adamlarına sihirbaz adını veriyorlar, adetlerine göre sihirbazlara
hürmet gösteriyorlardı. Allah'ın azabını görünce saygılarını ifade için Hz.
Musa (a.s.)'yı da sihirbaz diye nitelediler. Veya gerçekten Hz. Musa'yı
sihirbaz kabul etmiş de olabilirler. Hz. Musa'da (a.s.) inanmaları şartıyla
Allah'ın kendilerinden azabı kaldıracağına dair verdiği sözü onlara haber
verince, onlar Hz. Musa'dan azabın kendilerinden kaldırılmasını isteyerek,
doğru yolu bulacaklarına dair söz verdiler.
Hz Musa (a.s.) dua
edip Allah onlardan sıkıntı ve üzüntüyü kaldırınca tekrar küfre döndüler, kendi
kendilerine verdikleri sözü bozdular, inanmadılar.
3- Allah,
Firavun'un Musa ile olan durumunu hikâye ettikten sonra, Firavun'un Rabbi ile
olan durumunu da hikâye etti. Firavun Musa'nın mucizelerini görünce kavminin
ona meyletmesinden korktu, onları topladı, aralarında sesini yükselterek şöyle
dedi: Mısır'ın mülkü benim değil mi? Bu konuda benimle hiç kimse münakaşa
edemez. Nil nehrinin kolları benim sarayımın altından akmaktadır. Benim azamet
ve kuvvetimi, Musa'nın da zaafını görmüyor musunuz?
Sonra Firavun kendi
durumunu açıklayarak şöyle dedi: Ben, bu sıradan, zayıf ve neredeyse meramını,
açık bir şekilde anlatamayan Musa'dan daha hayırlıyım. Firavun bu sözü, daha
önceki bilgisine göre Hz. Musa'nın lisanındaki bir ukde sebebiyle söylemiştir.
Doğru dürüst beyanı olmayan ve düzgün bir lisana sahip bulunmayan bir kimse
nasıl Peygamber olabilir? Fakir insan, büyük, zengin bir krala, Allah katından
nasıl Peygamber olarak gönderilir?
Sonra da Firavun
gururlanıp, büyüklük tasladı, servet, mal mülk ile kendine şeref payı çıkararak
şöyle dedi: Dönemin adetine ve şeref izzet sahibi kişilerin giysisine uygun
olarak ona altın bilezikler verilmeli değil miydi? Ya da Musa (a.s.)
peygamberlik iddiasında doğruysa kendisiyle beraber yürüyen, kendisini izleyip
hiç ayrılmayan ve muhaliflerine karşı kendisine yardım eden melekler
topluluğuyla desteklenmeli değil miydi?
Böylece Firavun kavmine şu intibaı
vermek istiyordu: Allah'ın elçilerinin de, zahiri görüntüde, kralların
elçileri gibi olmaları gerekir. Halbuki o Allah elçilerinin semavi askerlerle
desteklendiğini bilmiyordu. Ayrıca Hz. Musa'nın tek, Firavu'nun bütün etbaıyla
güçlü olmasına rağmen Allah'ın Musa'yı koruması, onu asa ve yed-i beyza (beyaz
el) mucizesiyle desteklemesi, kendisi için altın bileziklere sahip olması
yanında yardımcı melekler, bu bakımdan daha tesirlidir.
4- Daha
sonra da Allah Tealâ Firavunun kavmiyle olan durumunu anlattı. Firavun,
kavminin aklını hafife almış, onları cahil görmüş, onlar da akılsızlıkları ve
beyinsizlikleri yüzünden ona boyun eğip itaat etmişlerdir. Çünkü bunlar,
Allah'ın itaatından uzaklaşmış, fasık kimselerdi.
5- Firavun
ve kavmi hadlerini aşarak en son sınırı da aşarak Allah'ı öfkelendirince Allah
da onlardan şiddetli bir şekilde intikamını almış ve onları denizde boğmuştur.
Suht ile gazab
kelimeleri arasındaki fark şudur: Suht, hoş görmemeyi açıklamak, gazab ise
intikam isteğidir. "Esef ve "intikam'm Allah hakkında düşünülmesi
muhal olduğundan müfessirler bu kelimeleri tefsir ettiler; Allah'a nispet
edilen gazabı, cezalandırmayı istemek; intikamı da geçmiş bir suça ceza vermeyi
murat etmek şeklinde tevil ettiler.
6- Allah
Tealâ Firavun'un kavmini kendileri gibi davranan kâfirlere örnek yaptığı gibi,
onlara ve daha sonra gelecek inkarcılara da bir ibret ve bir öğüt vesilesi
kıldı.
Özetle: Firavun
kıssasını burada zikretmekten maksat iki meselenin tespitidir:
Birincisi:
Kâfirler ve cahiller peygamberlere karşı daima fakirlik ve zayıflık şüphesi
ile delil getirmişlerdir. Halbuki peygamberliğin ve güçlü olmanın sırrı budur.
Dolayısıyla onların söylediklerine iltifat edilmemelidir.
İkincisi:
Firavun, dünyada en şerefli halinde iken mağlup olup, perişan olmuştur.
Dolayısıyla kıyamete kadar Allah Rasulü (s.a.)'nün düşmanları hakkında durum
böyle olacaktır.
[48]
57- Meryem oğlu İsa,
bir misal olarak anlatılınca senin kavmin hemen bağrışmaya başladılar.
58- "Bizim
tanrılarımız mı hayırlı, yoksa o mu?" dediler. Bunu sana ancak tartışma
için söylediler. Doğrusu onlar kavgacı bir toplumdur.
59- O sadece kendisine
nimet verdiğimiz ve İsrailoğulları'na örnek kıldığımız bir kuldur.
Yer yüzünde yerimize
geçecek melekler yaratırdık.
61- Şüphesiz ki o
(İsa), kıyametin (ne zaman kopacağının)
bilgisidir. Ondan hiç şüphe etmeyin ve
bana uy". Çünkü bu dosdoğru yoldur.
62" Sakın şeytan
sizi yoldan çevirmeşin çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.
63- İsa, açık
deliUerle geldiği zaman demiŞti ki: Ben size nikmet getirdim ve ayrılığa
düştüğünüz şeylerden sıze açıklamak için
geldim. Öyleyse Allah'tan korkun ve bana itaat edin.
64- Çünkü Allah, benim
de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O'na ibadet edin. İşte bu, doğru yoldur.
65- Ama aralarından
çıkan gruplar, ihtilâfa düştüler. Acı bir günün azabı karşısında vay o
zulmedenlerin haline!
66- Onlar farkında değillerken kıyamet gününün
kendilerine ansızın gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar?
"Meryem oğlu îsa,
bir misal olarak anlatılınca." bir misal yapılınca, yani hüccet ve burhan
kılınınca, "Siz ve Allah'ın dışında taptığınız şeyler cehennem
yakıtısınız." (Enbiya, 21/98) ayet-i kerimesi nazil olunca, müşrikler,
İbnü'z-Ziba'ra veya bir başkasının lisanıyla şöyle demişlerdir: Biz,
ilâhlarımızın İsa ile birlikte olmasına razı olduk. Çünkü o da, Allah'ın dışında
tapınılan birisidir, "senin kavmin hemen bağrışmaya başlar." Yani
Kureyş'li müşrikler bu misalden dolayı hemen gülüverirler, bağırırlar ve
duydukları şeyden dolayı sevinerek çığlık atarlar.
"Bizim
tanrılarımız mı hayırlı, yoksa o mu? dediler." Yani müşrikler şöyle
dediler: Sence bizim taptığımız putlar mı daha hayırlı, yoksa" İsa mı?
Eğer İsa cehennemde ise bizim ilâhlarımız da onunla beraber olsunlar. Veya
mana şöyle olabilir: Bizim melek ilâhlarımız mı daha hayırlı, yoksa İsa mı?
Allah'ın oğlu olarak İsa'ya tapınılınca, bizim melek ilâhlarımız buna daha
lâyıktır, dediler. "Bunu" bu misali "sana ancak tartışmak için
söylediler." Hz. İsa ile ilgili olan bu misali sana, seninle mücadele
etmek ve batıla sarılarak düşmanlıkta bulunmak için söylediler. Çünkü onlar
"Siz ve Alah'ın dışında taptıklarınız" ayetindeki "mâ"
edatının akıl sahibi olmayan varlıklar için olduğunu biliyorlar ve Hz. İsa'yı
kapsamayacağını idrak ediyorlardı.
"O, sadece
kendisine nimet verdiğimiz " yani İsa, kendisine nübüvvetle, peygamberlikle
ihsanda bulunduğumuz bir kuldan başka bir şey değildir, "ve kendisini
İsrailoğulları'na örnek kıldığımız bir kuldur." Yani İsa'yı babasız
meydana getirerek, gariplikte bir misal yaptık. İşte bununla Allah'ın
dilediğine kadir olduğuna delil getirilir. "Eğer dileseydik içinizden
yeryüzünde yerinize geçecek melekler yaratırdık." sizi helak edip,
yeryüzünde melekleri sizin yerinize geçirerek... Bu ayetlerden kastedilen mana
şudur: İsa (a.s.)'nm hali garipse de, Allah Tealâ bundan daha garibine kadirdir.
Melekler de sizin gibi mümkün zatlardır. Doğum yoluyla yaratılma ihtimalleri
olduğu gibi yoktan var edilerek yaratılma ihtimalleri de vardır. O halde,
bunların üâhlığa lâyık olduklarını ve Allah ile akrabalıklarının bulunduğunu
nereden çıkarıyorsunuz?
"Şüphesiz ki o
(İsa) kıyametin bilgisidir." Yani şüphesiz ki İsa veya kıyamete yakın
onun yeryüzüne inişi, kıyametin bilinmesine bir delildir. "Ondan hiç şüphe
etmeyin." Yani kıyamet konusunda asla şüpheye düşmeyin, "ve bana
uyun." Benim getirdiğim hükümlerime ve tevhide dayalı hidayetime tabi
olun. "...çünkü bu..." size uymanızı emrettiğim "bu din dosdoğru
bir yoldur. Sakın şeytan sizi yoldan" Allah'ın dininden ve size emrettiğim
şeye tabi olmaktan "çevirmesin"
"Çünkü o"
şeytan "sizin için apaçık", düşmanlığı gayet açık ve onun üzerinde
devam eden "bir düşmandır. İsa açık delillerle" mucizeler veya İncil
ayetleriyle "geldiği zaman demişti ki: Ben... ayrılığa düştüğünüz
şeylerden bir kısmını size açıklamak için geldim." Ayrılığa düşülen işler
din işleridir, dünya işleri değil. Çünkü peygamberler dünya işlerini açıklamak
için gönderilmemiştir. Bu sebeple Müslim'in Enes ve Aişe (r.a.)'den rivayet
ettiği hadis-i şerifte Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Siz, dünya
işlerinizi daha iyi bilirsiniz." "Öyleyse Allah'tan korkun ve bana
itaat edin." Size Allah tarafından tebliğ edip bildirdiğim konularda.
"Çünkü Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir." Bu peygamberin,
itaat edilmesini emrettiği hususun beyanıdır ki bu da Allah'ın birliğine inanmak
ve hükümlerinin taabbüdi (kullukla ilgili) olduğunu kabul etmektir. "İşte
bu dosdoğru bir yoldur." Bu, iki konunun toplamına işarettir. Ya İsa
(a.s.)'nm sözünün tamamlayıcısıdır, ya da Allah'ın sözünün başlangıcı olup,
itaatin gerekçesini göstermektedir.
"Ama aralarından
çıkan gruplar." Hristiyan yahut Yahudiler arasından çıkan gruplar veya
Hz. İsa'nın gönderildiği kavim, "ihtilâfa düştüler." Hz. İsa hakkında
çeşitli gruplara ayrılmışlardır. Kimisi ona Allah demiş, kimisi Allah'ın oğlu,
kimisi de üçün üçüncüsüdür demiştir, "...vay o zulmedenlerin
haline..." cümlesinde geçen "veyl" kelimesi ya azap manasını
ifade eder veya cehennemde bir vadidir. "...O zulmedenlerin
haline..." Hz. İsa hakkında söyledikleriyle kâfir olan grupların haline...
"Onlar farkında de-ğillerken" dünya işleriyle meşgul oldukları için
farkında olmadan "kıyamet gününün kendilerine ansızın gelmesinden başka
bir şey mi bekliyorlar?"
[49]
"Meryem oğlu İsa
bir misal olarak anlatılınca...' ayetinin (57. ayet) nüzul sebebi ile ilgili
olarak Ahmed b. Hanbel ve Taberani'nin sahih senetle İbni Abbas'tan
rivayetlerine göre Allah Rasulü (a.s.) Kureyş'e şöyle demiştir: "Artık
Allah 'tan başka tapınılan hiçbir varlık yoktur. Bunda da hayır vardır."
Bunun üzerine Kureyş'liler "Sen, İsa'nın bir Peygamber ve sa-lih bir kul
olduğunu iddia etmiyor muydun. Allah'ın dışında ona da tapmıl-mıştır?"
dediler. Bu sebeple Allah Tealâ yukarıdaki ayeti indirdi.
Enbiya suresinin
sonunda yüce Allah'ın "Şüphesiz siz ve Allah'tan başka taptıklarınız
cehennem odunusunuz..." (98. ayet) ayetinin tefsiri sırasında Abdullah b.
ez-Ziba'ra es-Sehmi'nin şöyle dediği geçmiştir: Bu Kabe'nin Rabbine andolsun
ki ben galip geldim. Ey Peygamber! Sen, meleklerin ve İsa (a.s.)'nm salih
kullar olduğunu iddia etmiyor muydun? İşte Meli-hoğulları meleklere,
Hristiyanlar İsa'ya, Yahudiler de Üzeyr (a.s.)'e tapıyorlar. Eğer onlar
cehennemde ise biz ve ilâhlarımız onlarla beraber olmaya razıyız. es-Sehmi
dedi ki, ben böyle söyleyince Mekke halkı sevinç ile çığlık attı. İşte bu
sebeple Allah Tealâ "Tarafımızdan kendilerine güzel akıbet takdir edilmiş
olanlara gelince, (bunlar, melekler, Üzeyr ve İsa'dır) işte bunlar cehennemden
uzak tutulurlar." (Enbiya, 21/101). ayetini indirdi.[50]
"Meryem oğlu İsa
bir misal olarak anlatılınca senin kavmin hemen bağrışmaya başladılar." Bu
da Kureyş'in küfür ve inadında, batılı kalkan edinerek mücadelelerinde eza ve
cefa çıkarmalarının bir başka çeşitidir ki, bu surede zikredilen küfürlerinden
beşincisidir.[51]
Allah Tealâ'nın: "Siz
ve Allah'ın dışında taptığınız şeyler cehennem yakıtısınız." (Enbiya,
21/98) ayeti nazil olduğunda İbnu'z-Ziba'ra Peygamberle mücadelesinde Meryem
oğlu İsa'yı misal verince, senin kavmin bundan dolayı hemen gürültü etmeye ve
verilen bu misalden sevinerek çığlık atmaya başlarlar. "Allah'ın dışında
taptıklarınız" manasına gelen ayette geçen "mâ"nın akılsızlar
için kullanıldığını, maksadın da putlar olduğunu ve dolayısıyla ayetin; İsa,
Üzeyr ve melekleri kapsamadığını bilmediler mi? Çünkü bunların hepsi Allah'ın
tevhit ehli kullarıdır. Hz. İsa (a.s.) kavmine vasiyetinde şöyle demiştir:
"Rab, bizim ilâhımızdır. O, bir olan ilâh 'tır."
"Bizim
tanrılarımız mı hayırlı yoksa o mu? dediler. Bunu sana ancak tartışma için
söylediler. Doğrusu onlar kavgacı bir toplumdur." Kureyş kâfirleri batılı
müdafaa ederek şöyle demişlerdir: "Bizim ilâhlarımız İsa'dan daha hayırlı
değildir. Binaenaleyh Allah'tan başka tüm tapınılanlar eğer cehennemde ise; biz
de ilâhlarımızın İsa, Üzeyr ve meleklerle birlikte olmasına razıyız." Hz.
İsa hakkındaki bu misali sana, ancak seninle münakaşa etmek için vermişlerdir.
Çünkü onlar çok kavgacı ve mücadeleci bir topluluktur. İmam Ahmed, Tirmizi,
İbni Mace ve İbni Cerir'in Ebi Umame (r.a.)'den rivayet ettikleri bir hadis-i
şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Hidayette iken sapmış
kavimler, hep tartışma hastalığına tutulmuş kimselerdir." Daha sonra da
"Bunu sana ancak tartışma için söylediler. Doğrusu onlar kavgacı bir
toplumdur." ayetini okudu.
Sonra Allah Tealâ İsa (a.s.)'nın Allah'ın kullarından bir kul olduğunu beyan ederek şöyle buyurdu: "O, sadece kendisine nimet verdiğimiz ve İsra-iloğulları'na örnek kıldığımız bir kuldur." Ancak İsa (a.s.) kendisine ikramda bulunduğumuz, nübüvvet ve risaletle nimetlendirdiğimiz, İsrailoğulla-rı'na ibret kıldığımız ve dilediğimize kadir olduğumuza dair bir delil, bir burhan kıldığımız bir kuldur. Çünkü biz onu şüphesiz babasız yarattık. O, ölüleri diriltir, anadan doğma körleri, alaca hastalığına yakalanmış kimseleri ve tüm hastaları Allah'ın izniyle iyileştirirdi. Hz. İsa'nın yaratılışı Hz. Adem'in (a.s.) yaratılışından daha kolaydır. Çünkü Adem, babasız anasız yaratılmıştır. Allah Tealâ şöyle buyurdu: "Allah nezdinde İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra da ona "ol" dedi ve oluverdi." (Ali İmran, 3/59) Allah, her şeye kadirdir. O'nun kudret alâmetlerinden birisi de şudur: "Eğer dileseydik, içinizden yeryüzünde yerinize geçecek melekler yaratırdık." Yani eğer dileseydik, sizi yok eder, yerinize yeryüzünü imar eden ve size halef olacak olan melekler yaratırdık. Bazı nahivciler, ayette geçen "minkum" terkibindeki "min" bedel manasmdadır, demişlerdir. Yani "Size bedel, sizin yerinize melekler yaratırdık..." demektir. Nitekim Tevbe Suresi 38. ayette: "Ahirete bedel, dünya hayatına razı mı oldunuz?" buyurulmaktadır ki, buradaki "min" de bedel manasında kullanılmıştır. Bu ayette kastedilen mana: tehdit, korkutma ve Allah'ın hayret verici kudretini beyan etmektir.
"Şüphesiz ki o (İsa) kıyametin (ne zaman kopacağının) bilgisidir. Ondan hiç şüphe etmeyin ve bana uyun. Çünkü bu dosdoğru bir yoldur." Yani İsa Mesih'in gökyüzünden yeryüzüne inişi kıyametin vukuunun bir delili ve işaretidir. Çünkü bu, kıyamet alemetlerindendir. Yüce Allah kıyamete çok az bir zaman kala Hz. İsa'yı gökten yere indirecektir. Nitekim bundan önce Deccal'm çıkışı da kıyamet alâmetlerindendir. O halde kıyametin kopacağında asla şüphe etmeyin ve onu yalanlamayın. Çünkü o mutlaka olacaktır. Size emrettiğim tevhit meselesinde ve şirkin batıl olması konusunda benim hidayetime tabi olunuz. İşte uyulması emredilip davet edilen bu yol, sağlam bir yol olup, kurtuluşa ve mutluluğa ulaştıracaktır.
İbni Kesir şöyle demiştir: Allah Rasul'ünden (s.a.) gelen mütavatir hadislere göre, İsa (a.s.)'nın kıyamet gününden önce adil bir imam ve hakem olarak gökyüzünden yere ineceği haber verilmiştir.[52]
"Sakın şeytan sizi yoldan çevirmesin. Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır." Yani şeytan sizi, kalplerinize attığı vesveselerle, hakka tabi olmaktan alıkoymasın. Çünkü şeytan babanız Adem (a.s.) zamanından beri sizin apaçık düşmanmızdır.
"İsa açık delillerle geldiği zaman demişti ki: Ben size hikmet getirdim ve ayrılığa düştüğünüz şeylerden bir kısmını size açıklamak için geldim. Öyleyse Allah'tan korkun ve bana itaat edin." Hz. İsa mucizeleri ve doğruluğuna delâlet eden delillerine, İncil'deki hükümleri getirince İsrailoğulla-rı'na şöyle demiştir: Ben size şüphesiz, güzel davranmayı teşvik eden, çirkinliklerden alıkoyan yararlı hükümlerle, dinin ve Allah'ın bir kabul edilmesi, kitaplarına, peygamberlerine ve son güne (ahiret gününe) iman etmek gibi genel esaslar ile geldim. Yine Tevrat hükümlerinde ayrılığa düştüğünüz bazı dinî konuları size açıklamak için geldim. O halde masiyetler-den sakının ve size emrettiğim; Allah'ın birliği, hükümleri ve mükellefiyetleri konusunda bana itaat ediniz.
İşin başı tevhit ve ibadettir. Yüce Allah da insanları itaat etmelerini emrettiği şeyi beyan ederek şöyle buyurdu: "Çünkü Allah, benim de Rab-bim, sizin de Rabbinizdir. Ona ibadet edin işte bu doğru yoldur." Yani işte o aziz ve celil olan Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir; benim de ilâhım sizin de ilâhınızdır. O halde O'na kullukta samimi olun ve sadece O'na kulluk yapın. Çünkü Onun hükümleriyle amel etmek sağlam bir yol ve doğru bir metottur.
"Ama aralarından çıkan gruplar ihtilâfa düştüler. Acı bir günün azabı karşısında vay o zulmedenlerin haline?" Yani İsa'nın gönderildiği Yahudi ve Hristiyan fırkaları onun hakkında ihtilâfa düştüler: O, Allah'ım dır, Allah'ın oğlu mudur, yahut üçün üçüncüsü müdür? diyerek çeşitli fırkalara ve gruplara ayrıldılar: Onlardan bir kısmı İsa'nın, Allah'ın kulu ve Rasulü olduğunu kabul eder ki gerçek de budur; bir kısmı onun, Allah'ın oğlu olduğunu iddia ediyor, bir kısmı da onun Allah Rab ve İlâh olduğu noktasındadır. İncil'in ilk sayfasına da "Bu, Rabbimiz ve ilâhımız İsa Mesih'in kitabıdır" cümlesini yazmışlardır.
Yazıklar olsun ve şiddetli azap, İsa Mesih'in mahiyeti ve yaratılışı hakkında ihtilâf eden bu zalimlere olsun! Onun kim olduğu hakkında farklı görüşleri benimsemişlerdir. Onlar Allah'a şirk koşan ve Onun koyduğu hükümlerle bile amel etmeyen kimselerdir. Bu durum ise kıyamet gününde elem verici, şiddetli ve sürekli bir azaba sebep olmaktadır.
"Onlar farkında değillerken kıyamet gününün kendilerine ansızın gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar?" Yani peygamberleri tekzip eden bu müşrikler farkında olmadan veya dünya işleriyle meşgul oldukları için kıyametin aniden gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar? [53]
1- Allah Tealâ bu surede müşriklerin küfürlerinden beş çeşidini zikretmiştir:
Birincisi: "Ama onlar, kullarından bir kısmını O'nun bir cüzü kıldılar." (15. ayet)
İkincisi: "Onlar, Rahmanın kulları olan melekleri dişi saydılar..." (19, ayet)
Üçüncüsü: "Rahman dileseydi biz onlara tapmazdık." (20. ayet) Dördüncüsü: "Ve dediler ki: Bu Kur'an iki şehirden bir büyük adama
indirilse olmaz mıydı?" (31. ayet)
Beşincisi: "Meryem oğlu İsa, bir misal olarak anlatılınca senin kavmin
hemen bağrışmaya başladılar." (57. ayet)
2- Müşrikler genelde bu beş şüpheye kapılırlar. Bu sebeple, onları kavga yolunu seçmiş görürsün. Kendilerince bir şüphe bulduklarında gürültü koparıp bağırıp çağırırlar. Halbuki İbnu'z-Ziba'ra, ayeti iyice düşünseydi itiraz etmezdi. Çünkü Allah Enbiya suresinde yukarıda yorumu geçen ayette "vema ta'budûne" demiş, "vemen ta'budûne" buyurmamıştır. Dolayısıyla ayette putları ve akıl sahibi olmayanları kastetmiş; bazıları tarafından mabud da kabul edilseler, İsa'yı ve melekleri kastetmemiştir.
3- Müşrikler, mevzu ve hedefi olmayan, içi boş münakaşalara dayanmaktadırlar. Bu sebeple de, "Bizim, ilâhlarımız mı daha hayırlı, yoksa İsa mı?" diye sormaktadırlar. Bu misali de Peygambere, hak ile batıl arasını ayırmak arzusuyla değil de sadece üstünlük sağlamak maksadıyla ve hedefsiz bir mücadele arzusuyla vermişlerdir.
4- Münakaşının kötü olduğunu söyleyenler "Bunu sana ancak tartışmak için söylediler." (58. ayet) ayetini gerekçe göstermişlerdir. Ancak gerçek böyle değildir. İki çeşit mücadeleyi birbirinden ayırmak gerekir. Hakkı ortaya koymak için yapılan münazara övülmüş, batılı yerleştirmek için yapılan mücadele ise kınanmıştır. Yüce Allah şöyle buyurdu: "İnkâr edenler müstesna, hiç kimse Allah'ın ayetleri hakkında tartışmaz." (Fatır, 40/4).
5- Bütün enbiya ve Rasuller kavimlerine, kendilerinin beşer ve Allah'ın kulları olduklarını açıkça söylemişlerdir. O halde, hiç kimsenin insan olmanın üzerine çıkarılması doğru olamaz. O da diğer insanlar gibi kabul edilmelidir. Buna göre İsa (a.s.) da beşerî bir tabiata sahiptir; Hristi-yanların iddia ettiği gibi ilâhî bir tabiatı yoktur. Ancak O, Allah'ın peygamberlik ihsan ettiği diğer kulları gibi bir kuldur. Onun babasız olarak yaratılışını Allah, İsrailoğulları ve Hristiyanlara bir ayet ve bir ibret kılmıştır ki, bununla Allah'ın kudretine delil getirilir. İsa ölüleri diriltir, anadan doğma körleri, alacalıları ve tüm hastalıkları Allah'ın izniyle iyileştirirdi. Bu onun zamanında başka hiç kimseye verilmemişti. İsrailoğulları da o gün Allah'ın en çok sevdiği insanlar idiler. Çünkü Allah'a iman edip Onu bir kabul ediyorlardı. Ne zaman ki, küfre saptılar, işte o zaman zelil oldular ve Allah onlara gazap eyledi.
6- Allah Tealâ her şeye kadirdir. O, insanların yerine, onlara yeryüzünde halife olacak yeryüzünü imar edecek, medeniyetini yükseltecek ve yeryüzünün tüm işlerini üstlenmekte birbirini takip edecek melekleri yaratmaya da kadirdir.
7- Nasıl ki Deccal'ın çıkışı kıyamet alâmetlerinden ise, İsa (a.s.)'nın çıkışı ve ahir zamanda semadan inmesi de şüphesiz kıyamet alâmetlerinden-dir. Müslim'in Sahih'inde şöyle bir rivayet vardır: "O, (yani el-Mesih ed-Deccal) bu halde iken aniden Allah, Mesih b. Meryem'i gönderecektir. Mesih, Dımeşk'in doğusundaki Akminareye iki boyalı elbise içinde, elini iki meleğin kanatlan üzerine koymuş olarak inecek. Başını eğdiği zaman su damlayacak, kaldırdığı zaman ondan inci gibi gümüş taneleri yuvarlana-caktır. Onun nefesinin kokusunu duyan her kâfir mutlaka ölecektir. Nefesi de gözünün gördüğü yere varacaktır. Mesih bu adamı arayacak, nihayet ona Lüd kapısında (Filistin'de, Kudüs yakınında bir yer) yetişerek öldürecektir."
Müslim'in Sahihinde ve İbni Mace'de Ebu Hüreyre'den rivayet edildiğine göre Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah'a yemin olsun ki, İsa b. Meryem, adil bir hakem olarak mutlaka gökyüzünden inecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracaktır. Genç, dişi develer kendi haline bırakılacak, onlara rağbet edilmeyecek, bütün düşmanlıklar, küsüşmeler ve hasetlikler muhakkak surette kalkacaktır. İsa (a.s.) insanları mala davet edecek, fakat malı hiç kimse kabul etmeyecektir."
8- İsa (a.s.) hikmeti getirdiğinde -ki, bu Allah'ın zatını, sıfatlarını ve fiillerini bilmek gibi dinin esasları ile ihtilâfa düştükleri dinin bazı fer'î konularıdır- kavmi İsrailoğulları'na şirkten sakınmalarını, sadece Allah'a kulluk etmelerini ve davet ettiği tevhit konusunda kendisine itaat etmelerini emretti, Allah'ın kendisinin de onların da Rabbi olduğunu açıkça belirtti, onlara Allah'a samimi kulluk etmelerini emretti. Allah'ın bir kabul edilmesi ve Ona kulluk, sırat-ı müstakimdir, (dosdoğru bir yoldur) başka yollar hakka ulaştırmaz. Eğer bu sözler, İsa (a.s.)'nm sözleri ise -ki, öyledir- o halde onun ilâh olması veya ilâhın oğlu kabul edilmesi nasıl mümkün olabilir?
9- Yahudi ve Hristiyanların veya Hz İsa'dan sonra meydana gelen gruplar -ki, bunlar Melkaniler, Yakubiler ve Nasturiler'dir- Hz. İsa hakkında ihtilâfa düşmüşlerdir: Nasturiler, o, Allah'ın oğludur, derken Yakubiler, o, Allah'tır, demişlerdir. Melkaniler ise o, üçün üçüncüsüdür, birincisi Allah'tır, iddiasında bulunmuşlardır. Kıyamet gününün elem verici azabı, kâfir ve müşriklere aittir.
10- İşte bu gruplar, ancak kıyametin aniden gelmesini beklemektedir. Onlar, kıyametin gelişinin ve vukuunun farkında olmayacaklardır. "Ansızın" sözünden sonra gelen "farkında değillerken" cümlesi, görecekleri bir takım olaylardan dolayı kıyametin mevcudiyetini bilemeyeceklerini beyan etmektir. [54]
67- O gün, Allah'a karşı gelmekten sakınanlar dışında, dost olanlar (bi- le) birbirlerine düşman kesilirler.
68-69" Ey ayetlerimize inanan ve müslüman olan kullarım! Bugün si- ze korku yoktur. Sizler üzülmeye- çeksiniz de.
70- Siz ve eşleriniz, ağırlanmış ola- rak cennete giriniz!
71- Onlara altın tepsiler ve (altın) kadehler dolaştırıhr. orada canlarının istediği gözlerinin hoşlandığı her şey vardır (Onlara şöyle denilir:) Siz» orada ebedî kalacaksınız,
72- İşte yaptıklarınıza karşılık size miras verilen cennet budur.
73- Orada, sizin için bol bol meyveler vardır, onlardan yersiniz, denilir.
"Onlara altın tepsiler ve kadehler dolaştırılır..." ayetindeki son kelimeden sonra hazif ile yapılan îcâz vardır. "Kadehler" "altın kadehler" demektir. Daha önceki kısım bunu ifade ettiği için buradan hazfedilmiştir. "Orada canlarının istediği, gözlerinin hoşlandığı her şey vardır." ayetinde özel olanın zikredilmesinden sonra onu da kapsayan genel ifadenin zikredilmesi vardır. [55]
"O gün, Allah'a karşı gelmekten sakınanlar dışında" Allah'a itaat şartıyla birbirlerini seven dostlar, işte gerçek dost bunlardır. Çünkü Allah korkusu üzerine kurulan dostluk, ebede kadar devam edecek ve faydalı olacaktır, "dost olanlar (bile) birbirlerine düşman kesilirler." Yani kıyamet gününde birbirlerine düşman olurlar. Çünkü onların dünyadaki dostlukları masiyet üzerine kurulmuştu.
"Ey ayetlerimize inanan ve müslüman olan kullarım! Bugün size korku yoktur. Sizler üzülmeyeceksiniz de." Bu, Allah için birbirlerini seven muttaki kullara yapılacak olan nidadır. Bu ifade öncekinden daha kuvvetlidir. Çünkü ihlası ifade etmiştir. "Siz, orada ebedî kalacaksınız." Ebedîlik, istikrar ve güveni ifade eder. Çünkü cennet nimeti dışında bütün nimetler yok olacaktır, "...size miras verilen cennet budur." Burada kulun amelinin karşılığı, mirasa benzetilmiştir. Çünkü mükâfat ve ecir amelin peşinden gelmektedir. [56]
"O gün, Allah'a karşı gelmekten ..." ayetinin (67. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak en-Nekkaş'ın bildirdiğine göre bu ayet Umeyye b. Halef el-Cu-mahi ile Ukbe b. Ebi Muayt hakkında nazil olmuştur. Bu ikisi dost idiler. Ukbe, Peygamber (s.a.) ile otururdu. Bunun üzerine Kureyş "Ukbe b. Ebi Muayt dinden döndü" dedi. Umeyye b Halef de Ukbe'ye "Eğer Muham-med'le karşılaşır da yüzüne tükürmezsen benimle görüşme, konuşma!" dedi. Ukbe de, Umeyye'nin söylediğini yaptı. Bu sebeple Nebi (s.a.) onu öldürmeyi ahdetti ve Bedir harbinde diğerlerinden ayırarak onu öldürdü. Umeyye de yine savaşta öldürüldü. Bu ayet, onlar hakkında nazil olmuştur.[57]
Allah insanları kıyametin ansızın gelişiyle tehdit ettikten sonra, peşinden kıyametin bazı hallerini zikretti ve bu arada cennet ehlinin çeşitli nimetlerini de tasvir etti. Sonra da bunun arkasından cehennem ehlinin azap niteliklerini açıkladı, Allah için birbirlerini seven muttaki kullar hariç, maddi menfaat gayesiyle dost olanların kıyamet gününde birbirlerine düşman olacaklarını, müminlerin sürekli sevinç içerisinde, cennet nimetlerine gark olmuş olarak mutlu bir halde dünyadaki salih amellerine karşılık zevku sefa süreceklerini zikretti. [58]
"O gün Allah'a karşı gelmekten sakınanlar dışında, dost olanlar (bile) birbirlerine düşman kesilirler." Dünyada dost olanlar ve sadece dünyalık için birbirlerini sevenler kıyamet gününde birbirlerine düşman olacaklardır. Ancak Allah için birbirlerini seven muttaki kulların dostlukları ise ahi-rette de devam edecektir. Mana şudur: Allah' rızasının gözetilmediği tüm dostluk ve arkadaşlıklar, kıyamet gününde düşmanlığa dönüşür. Ancak Allah için kurulan dostluklar ise, Allah'ın devamlılığı gibi, devam edecektir. Allah Tealâ bir ayette şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler! Kendisinde artık alış veriş dostluk ve kayırma bulunmayan gün (kıyamet) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan hayır yolunda harcayın. Gerçekleri inkâr edenler elbette zalimlerdir." (Bakara, 2/254).
Hz. İbrahim de kavmine şöyle demişti: "Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet uğruna Allah'ı bırakıp birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyamet günü (gelip çattığında ise) birbirinizi tanımazlıktan gelecek ve birbirinize lanet okuyacaksınız. Varacağınız yer cehennemdir ve hiç yardımcınız da yoktur." (Ankebut, 29/35).
Sonra Allah muttakiler için cennetteki nimetlerini vasfederek şöyle buyurdu:
"Ey kullarım! Bugün size korku yoktur. Sizler üzülmeyeceksiniz de." Yani, Allah için birbirlerini seven bu muttaki kullara denilecek ki: Ahirette azaptan korkmayın ve dünya nimetlerinden elde edemediklerinize de üzülmeyin. Çünkü şüphesiz baki olan ancak ahiret nimetidir. Dünya ise fanidir.
İbni Asakir'in Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayetine göre Ebu Hüreyre şöyle demiştir: Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurdu: "Biri meşrık (doğu), diğeri mağrib (batı) de iki kişi birbirlerini Allah için severlerse, Allah, kıyamet gününde onları bir araya getirir ve benim rızam için ortaya koyduğunuz sevginin neticesi budur, der."
Allah, bu muttaki kullardan korkuları ve üzüntüleri giderdikten sonra, şu sözü ile bunu mümin, müslüman kullarına has kıldı: "Ayetlerimize inanan ve gerçekten müslüman olan kullarım!" Yani yukarıda geçen "Bugün size korku yoktur, sizler üzülmeyeceksiniz de" sözü bütün insanlar için değildir. Bilakis Kur'an'a inanan, Allah'ın hükümlerine boyun eğen, ibadet ve taatte Allah'a samimi davrananlar içindir. el-Mu'temir b. Süleyman babasından rivayet ederek şöyle demiştir: Kıyamet gününde insanlar diriltil-diğinde korku ve dehşetten titremedik kimse kalmayacaktır. Bunun üzerine bir görevli seslenecektir: "Ey kullarım! Bugün size korku yoktur. Sizler üzülmeyeceksiniz de." Bu seslenme üzerine tüm insanlar ümitlenecek, fakat peşinden şu ayet gelecek: "Ayetlerimize inanan ve samimi müslüman olan kullarım." Böylece müminlerin dışında insanlar ümitsizliğe düşeceklerdir.
Daha sonra bu müminleri Allah şöyle diyerek açıkça cennetle müjdeledi: "Siz ve eşleriniz, ağırlanmış olarak cennete giriniz." Yani kıyamet gününde onlara şöyle denilecektir: Siz ve mümin eşleriniz ikrama nail olarak, nimetlenerek ve son derece mutluluk duyarak cennete giriniz.
"Onlara altın tepsiler ve kadehler dolaştırılır. Orada canlarının istediği gözlerinin hoşlandığı her-şey vardır. Siz orada ebedî kalacaksınız." Yani cennette sizin için çok çeşitli yiyecek ve içecekler vardır. Orada yiyecek ve içecek altın kaplarla sunulur. Cennette sizler için çeşitli yiyecekler, içecekler, giyecekler ve güzel sözler vardır. İnsanların isteyip hoşlandığı her şey vardır. Cennette gözleri zevklendirip rahatlatan güzel şeyler, göz alıcı manzaralar, hoşlanılan her şey vardır. Bunların en güzeli de, herhangi bir kayıt ve keyfiyet olmaksızın, Allah'ın cemalidir. Sizler o cennette ebedî kalacaksınız, ölmeyecek ve oradan çıkmayacaksınız. Oradan hiç ayrılmak istemeyeceksiniz.
Bu mükâfatın sebebi onların salih amelleridir. Bu sebeple Allah Tealâ şöyle buyurdu: "İşte yaptıklarınıza karşılık size miras olarak verilen cennet budur." Yani dünyadaki yaptığınız salih ameller sebebi ile içindeki çeşitli nimetlerle birlikte bu cennet şüphesiz sizindir. Miras, varisi nasıl bulursa, bu cennet de sizi öyle bulacaktır.
İbni Ebi Hatim'in Ebu Hüreyre'den rivayetine göre Ebu Hüreyre (r.a.) şöyle demiştir. Allah Rasulü (s.a.) buyurdu: "Bütün cehennemlikler, cennetteki yerini görecek ve bu durum, onlar için bir hasret, bir pişmanlık olacak ve o şöyle diyecektir: Allah bana hidayet verseydi elbette sakınanlardan olurdum. Bütün cennetlikler de cehennemdeki yerini görecek ve şöyle diyecektir: Allah bizi doğru yola iletmeseydi kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik. Bu durum da cennetlik için bir şükre vesile olacaktır." Daha sonra Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurdular: "Hiçbir kimse yoktur ki, bir cennette, bir de cehennemde makamı olmasın. Kâfir, müminin cehennemdeki yerine varis olurken mümin de kâfirin cennetteki yerine varis olacaktır. İşte Allah'ın: "...yaptıklarınıza karşılık size miras verilen cennet budur." sözünün anlamı budur. Allah Tealâ cennetteki yiyecek ve içeceği zikrettikten sonra, nimeti tamamlamak için, meyveyi de zikretti ve şöyle buyurdu: "Orada sizin için bol bol meyveler vardır, onlardan yersiniz." Yani cennette sizin için yiyecek ve içecekten başka çok çeşitli meyveler de vardır. Hangisini tercih eder, ondan yersiniz. Kopardığınız her meyvenin yerine yeni bir meyve yaratılır. [59]
Ayetler, kıyamet gününe dair aşağıdaki hükümleri ihtiva etmektedir:
1- Allah korkusu ve sevgisiyle birbirlerine dost olanlar hariç dünyada dost ve arkadaş olanlar kıyamet gününde birbirlerine suçlayacak ve lanet edecek derecede düşman olacaklardır. Ancak birbirlerini Allah için sevenlerin dostluğu ve sevgisi dünyada olduğu gibi, ahirette de devam edecektir.
Bu durum şunu göstermektedir: Dostluk ve arkadaşlık isyan ve küfür üzerine kurulursa kıyamet gününde düşmanlığa dönüşür. Ancak dostluklarını iman ve takva üzerine kuran tevhit ehli kimselere gelince, onların dostlukları asla düşmanlığa dönüşmeyecktir.
2- Allah'ın mümin, itaatkâr, muttaki kulları ahiret korkusundan emin olup üzüntüden kurtulmuşlardır. Allah onlara vahyettiği gibi, korkuyu ve üzüntüyü onlardan gidermiş ve onlara dört açıdan mutluluğu hissettirmiştir.
a) "Ey kullarım!" diye vasıtasız olarak Allah Tealâ bizzat onlara hitap etmiştir.
b) Onları kullukla nitelemiştir ki, bu büyük bir şereflendirmedir. Nitekim Allah Muhammed (s.a.)'i Miraç gecesinde kullukla şereflendirerek şöyle buyurmuştur: "Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescidi Haram'dan çevresine mübarek kıldığımız Mescidi Aksa'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezehtir." (İsra, 17/1).
c) Kıyamet gününün korkusunu onlardan tamamıyla uzaklaştırmıştır ki, bu en büyük nimettir.
d) Dünyada elde edemedikleri nimetlere karşı üzüntülerini de gidermiştir.[60]
3- Allah Tealâ, müminlere sonsuz ikramda bulunacak, onların korkularını giderip güvene kavuşturduktan sonra, dünyadaki mümin ve müslü-man hammlarıyla birlikte cennetine sokacaktır. Bunun anlamı onların hesabı çok kolay ve çok güzel geçeceğidir.
4- Cennet ehline cennette yiyecek ve içecekler altın kaplarda sunulacaktır. Ancak dünyada altın ve gümüş kaplar kullanmak haramdır. Buhari ve Müslim'in Sahih'inde Huzeyfe (r.a.)'den gelen rivayete göre o, Allah Ra-sulü (s.a.)'nün şöyle dediğini duymuştur: "İpek elbise giymeyin, altın ve gümüş kaplarda içmeyin, altın ve gümüş tepsilerde yemeyin. Zira bunlar dünyada asi ve kâfirlere aittir. Ahirette ise sizin içindir."
Ümmü Seleme'den rivayet edilen bir hadiste Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Altın ve gümüş kaplardan içenler, karınlarına cehennem ateşini çekerler." İşte bu iki hadis münakaşasız bu konuda haramlığı gerektirir.
5- Cennette nefislerin istediği ve gözlerin bakmakta hoşlanacağı her şey vardır. Cennet ehli cennette baki ve devamlıdır. Tirmizi'nin Süleyman b. Büreyde'den onun da babasından, rivayet ettiğine göre: Adamın biri Peygamber (s.a.)'e şöyle sormuştur: "Ey Allah'ın Rasulü! (s.a.) cennette atlar var mı?" Allah Rasulü (s.a.)'de: "Eğer Allah Tealâ seni cennetine koyar da, sen de cennette seni dilediğin yerde dolaştıracak kırmızı yakuttan bir ata binmek istersen buna kavuşursun." buyurdu. Adamın biri de, "Ey Allah Rasulü! (s.a.) cennette develer var mı?" diye sordu. Allah Rasulü (s.a.): "Eğer Allah seni cennetine koyarsa orada nefsinin istediği ve gözünün zevk duyduğu şeyler senin için olacaktır." buyurdu.
6- Cennet nimetine kavuşmak, dünyadaki salih amel sebebiyledir.
7- Yiyecek ve içeceğin dışında cennette, kurusuyla, yaşıyla, çok çeşitli ve güzel meyveler vardır. Cennet ehli bunlardan kesintisiz ve yokluğunu çekmeden yiyeceklerdir. Bu dünyada, mahrum kalınan lezzetlere karşılıktır. Bunlardan bahsetmek de nimete ulaşma arzusunu tamamlamak ve bu nimetlere ulaştıracak davranış ve amellere yöneltmek içindir. [61]
74, 75- Şüphesiz suçlular cehennem azabında devamlı kalacaklar, azapları hafifletilmeyecektir. Onlar azap içinde ümit kesmişlerdir.
76- Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendileri zalim kimselerdir.
77- "Ey Malik! Rabbin bizim işimizi bitirsin!" diye seslenirler. Malik de: Siz böyle kalacaksınız! der.
78- Andolsun biz size hakkı getirdik. Fakat çoğunuz haktan hoşlanmıyorsunuz.
79- Yoksa (müşrikler) bir işe kesin karar mı verdiler? Doğrusu biz de kararlıyız.
80- Yoksa onlar, bizim kendilerinin sırlarını ve gizli konuşmalarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Hayır, öyle değil yanlarındaki elçilerimiz yazmaktadırlar.
"Andolsun biz size hakkı getirdik..." ifadesinden sonra, "yoksa (müşrikler) bir işe kesin karar mı verdiler..." cümlesinde muhatap kipinden gaib kipine geçiş, yani iltifat sanatı vardır. Burada şu anlatılmaktadır: Müşriklerin hileye, desiseye kesin karar vermeleri, haktan hoşlanmamalarından daha kötüdür.
"Yoksa onlar, bizim kendilerinin sırlarını ve gizli konuşmalarını işitmediğimizi mi sanıyorlar?" ayetinde geçen "es-sırr: sır" ve "en-neva: gizli konuşma" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır. [62]
"Şüphesiz suçlular" büyük günah sahipleri, Allah'ın ayetlerine inanan insanlara mukabil onları inkâr eden kâfirler. "Onlar ümit kesmişlerdir." kurtuluştan ümit kesmişlerdir. "Ey Malik!" Malik, cehennem muhafızıdır. "Rabbin bizim işimizi bitirsin." Bizi öldürsün. Yani, Rabbinden bizi öldürmesini iste! "Malik de: Siz böyle kalacaksınız." Devamlı olarak azapta kalacaksınız. Ölüm veya bir başka vesileyle kurtuluşunuz mümkün değildir
"der."
"Andolsun biz size hakkı getirdik" Ey Mekke halkı! Andolsun ki biz size Peygamber (s.a.)'in lisanı üzere sabit olan değişmeyecek hakkı getirdik. "Yoksa (müşrikler) bir işe kesin karar mı verdiler?" Yoksa müşrikler, hakkı hoş görmemekle yetinmeyerek, Peygamber Muhammed (s.a.)'e tuzak kurmakta, hakkı yalanlayıp, reddetmekte planlarını sağlamlaştırdılar mı? "Doğrusu biz de kararlıyız." Biz de onları helak etmek ve cezalandırma konusunda kararlıyız. [63]
"Yoksa (müşrikler) bir işe kesin karar mı verdiler?" ayetinin (79. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Mukatil: "Bu ayet, müşriklerin Daru'n- Nedve'de Peygambere karşı kurdukları tuzak hakkında nazil olmuştur." demiştir.
"Yoksa onlar...mı sanıyorlar?" ayetinin (80. ayet) nüzul sebebi hakkında İbni Cerir et-Taberi'nin Muhammed b. Ka'b el-Kurazi'den rivayetine göre, el-Kurazi şöyle demiştir: Biz, Kabe ile Kabe örtüsü arasında üç kişi idik; ikisi Kureyş'li biri Sakif li veya ikisi Sakif li, biri Kureyş'li. Bunlardan biri şöyle dedi: Ne dersiniz, Allah konuşmamızı duyuyor mu? Diğeri "Eğer açık konuşursanız duyar, gizli konuşursanız duymaz," dedi. Bunun üzerine: "Yoksa onlar bizim kendilerinin sırlarını ve gizli konuşmalarını işitmediğimizi mi sanıyorlar?" ayeti nazil oldu. [64]
Allah Tealâ cennet ehlinin hallerini zikredince, itaatkârın isyankâra olan üstünlüğünü belirtmek için, cehennem halkının durumlarını da zikretti. Müminlere müjde anlamına gelen vaadi zikredince, kâfirleri tehdit manasına gelen vaîdi de belirtti. Aslında Kuranın sürekli olarak tertibi bu şekildedir: Allah Tealâ cennet ehli muttakiler için hazırladığı çeşit çeşit nimetleri belirttikten sonra, cehennemlik olan kâfirler için de hazırlanan elem verici azabı ve bunun sebepleri olan küfür ve isyanlarını Allah'ın bu durumdan haberdar olduğunu ifade eder. Ve kendilerinden hiç ayrılmayan Hafaza melekleri onların bütün söz ve davranışlarını, yarın kıyamet gününde ispat unsuru ve aleyhlerine bir hüccet olsun diye, yazmaktadır. [65]
"Şüphesiz suçlular cehennem azabında devamlı kalacaklar," yani, dünyada Allah'ı inkâr suçunu işlemiş olanlar hiç şüphesiz cehennem azabı içerisinde devamlı ve ebedî olarak cezalarını çekeceklerdir, "azapları hafifletilmeyecektir. Onlar azap içinde kurtuluştan ümit kesmişlerdir." Onların bu azabı bir an, bir lahza bile hafifletilmeyecek ve istirahat imkânı bulamayacaklardır. Kurtuluş ve tüm iyiliklerden ümitlerini kesecekler, korkunç bir hüzne düşeceklerdir.
Allah'ın da ifade buyurduğu gibi bunun sebebi, dünyada işledikleri günahlardır. "Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendileri zalim kimselerdir. " Yani, biz onları suçsuz yere cezalandırmadık ve hak ettilerinden fazlasını da vermedik. Fakat onlar, işlemiş oldukları günahlar ve yapmış oldukları kötü davranışlar sebebiyle kendi kendilerine zulmetmişlerdir. Çünkü Allah'ı inkâr edip Peygamberlerini yalanladılar ve o peygamberlerin getirdiği hükümlere karşı çıktılar. Böylece amellerine uygun bir cezaya çarptırıldılar. Rabbin, kullarına asla zulmetmez.
"Ey Malik! Rabbin bizim işimizi bitirsin! diye seslenirler. Malik de: Siz böyle kalacaksınız! der. "Yani günahkârlar, içerisinde bulundukları şiddetli azaptan kurtulabilmek için; Ey Malik (cehennem muhafızı)! Allah, bizi öldürsün veya ruhlarımızı kabzetsin de, bizi içinde bulunduğumuz bu azaptan rahata kavuştursun, derler. Cehennem muhafızı olan Malik de şöyle cevap verir: Sizler azapta devamlı kalacaksınız, cehennemden çıkabilme ve oradan uzaklaşma imkânınız yoktur. Cehennem muhafızına Malik ismi verildi. Çünkü Malik kelimesinin türetildiği milk, dünyaya bağlılık demektir. Dünyaya bağlılık ise cehenneme girme sebeplerinden biridir. Nitekim cennet muhafızına da Rıdvan adı verildi. Çünkü Allah'ın hükmüne razı olmak, tüm rahat ve mutlulukların, huzur ve kurtuluşun sebebidir.
Yukarıda geçen ayetlerin benzerleri şu ayetlerdir:
"...inkâr edenler, öldürülmezler ki, ölsünler. Cehennem azabı da onlara biraz olsun hafifletilmez." (Fatır, 35/36) "En büyük ateşe girecek olan kötü kimse öğütten kaçınır, sonra o, ateşte ne ölür ne de yaşar." (A'la, 87/11-13). Rivayet edildiğine göre cehennem ehli, cehennem muhafızlarından yardım talebinde bulunacak ve bir gün olsun, Rablerinin kendilerinden azabı hafifletmesini onlardan isteyecekler; onlar da çok kötü bir şekilde cevap vereceklerdir: "Ateşte bulunanlar cehennem bekçilerine: Rabbinize dua edin, bizden bir gün olsun azabı hafifletsin, diyecekler. (Bekçiler) size peygamberleriniz açık açık deliller getirmediler mi? derler. Onlar da getirdiler, cevabını verirler. (Bekçiler ise) o halde kendiniz yalvarın, derler. Halbuki kâfirlerin yalvarması boşunadır." (Gafir, 40/49-50).
Onların cezalandırılma sebebini de Allah Tealâ şöyle diyerek beyan ediyor:
"Andolsun biz size hakkı getirdik. Fakat çoğunuz haktan hoşlanmıyorsunuz." Yani andolsun ki, biz size hakkı açıkça gönderdik, peygamberlere kitaplar indirdik; onlar da sizi sırat-ı müstakime davet ettiler, ama siz direndiniz, yalanlayıp inkâr ettiniz ve işi inada bindirdiniz. Sizin hiçbiriniz haktan ve hak ehlinden hoşlanmaz ve kabul etmezsiniz.
Yüce Allah, onlara ahirette nasıl azap edileceğini zikrettikten sonra, dünyada onların hile ve fesatlarını belirtti ve onların tuzak kurmalarının, haktan hoşlanmamalarından daha kötü olduğunu beyan etmek için de, ifade tarzında hitabtan gaibe dönüş yaparak (yani önce ikinci şahsı kullanırken sonra üçüncü şahsa dönerek) buyurdu ki:
"Yoksa (müşrikler) bir işe kesin karar mı verdiler? Doğrusu biz de kararlıyız." Yoksa Mekke müşrikleri, Peygamber (s.a.)'i öldürmek, yahut hapsetmek veya Mekke'den kovmak için Darün-Nedve'de ona hile yapma konusunda sağlam bir plan mı yaptılar?
Mana şudur: Onlar her ne zaman Muhammed (s.a.)'e karşı hile yapma konusunda kesin bir karar verseler, biz de onları cezalandırmak için kesin kararımızı veririz ve onların hilesine daha sağlam bir şekilde cevap veririz. Yani onları cezalandırmak ve şiddetli bir cezaya çarptırma işini planlarız. Nitekim yüce Allah şöyle buyurdu: "Onlar böyle bir tuzak kurdular. Biz de kendileri farkında olmadan, onların planlarını altüst ettik." (Nemi, 27/50), "Yahut bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Asıl tuzağa düşecek olanlar, inkâr edenlerdir." (Tur, 52/42). Ayetlerde geçen "keyd ve mekr" (tuzak ve hile)'den her biriyle; kâfirlerin hakkı batılla reddetmelerindeki cüretlerine bir karşılık olması için bunun günahının onlara yöneltilmesi, bu tuzak ve hilelerin boşa çıkarılması gibi birtakım ilâhî cezalar kastedilmiştir. Bu sebeple de Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:
"Yoksa onlar, bizim kendilerinin sırlarını ve gizli konuşmalarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Hayır, öyle değil, yanlarındaki elçilerimiz yazmaktadırlar." Yani yoksa onlar, bizim kendilerinin sırlarını ve açığa vurduklarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Yani ister, içlerinde gizledikleri şer, kötülük ve hile olsun; isterse aralarında, inananlara karşı komplo düzenlemek için birbirleriyle açıkça fısıldaşmaları olsun, değişmez. Evet, biz bunu işitiriz ve tamamıyla biliriz. Hafaza melekleri de, onlardan meydana gelen, küçük-büyük söz ve davranışların tümünü yazarlar: "İki melek (insanın) sağında ve solunda oturarak yaptıklarını yazmaktadırlar." (Kaf, 50/17-18).[66]
1- Allah'ın varlığına, birliğine inanmayan; Peygamberleri ve ilâhi kitapları tasdik etmeyen kâfirlerin cezası hiç şüphesiz cehennem ateşidir. Allah Tealâ böylelerini mücrimlerin sıfatlarıyla nitelemiştir.
2- Yüce
Allah, cehennem azabını da üç şekilde tasvir etti:
Birincisi: Ebedîlik.
İkincisi:
Azabın hafifletilmeyeceği.
Üçüncüsü: Rahmetten ümit kesileceği.
3- Kıyamet gününde kâfirlere azap edilmesinde asla zulüm yoktur. Ancak onlar, kendilerine şirk ile zulüm etmişlerdir. Allah hakkında en büyük günah Ona şirk koşmaktır. Bu sebeple Yüce Allah şöyle buyurdu: "Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz, bundan başkasını (günahları) dilediği kimse için bağışlar." (Nisa, 4/48).
4- Kâfirler, kurtulma imkânları olmadığını bilmelerine rağmen, cehennem bekçisi Malik'ten ebedî ölümle bu azaptan kurtulmayı isterler. Bunu ya bir temenni olarak, ya da yardım gayesiyle isterler. Her ikisi de şaşkınlığın, üzüntünün ve ızdırabın ifadesidir ki her konuda ümidini kesmiş, şaşkın kimselerin yapacağı iştir. Onlara, devamlı cehennem ateşinde kalacaksınız, diye cevap verilir.
Müfessirler, kâfirlerin bu istekleriyle, onlara verilen cevap arasında kırk, seksen, yüz veya bin sene olduğunu zikrediyorlar. Birinci görüş Abdullah b Amr'a, ikinci görüş: Abdullah b. el-Mübarek'e, üçüncü görüş: Abdullah b. Abbas'a ve dördüncü görüş ise el-A'mes'e aittir.[67] Fakat bu görüşlerin hepsi sağlam ve kesin delile muhtaçtır. Bu konunun ilmini Allah'a bırakıyoruz.
5- Kâfirlerin cezalandırılmalarının sebebi, Allah Tealâ'nın kendilerine hakkı getirmiş, onların da bunu kabul etmemiş olmasıdır. Hepsi, Muham-med (s.a.) ve Kur'an'dan kaçmakta ve Allah'ın dini olan İslâm'ı kabul ettiği için de ona şiddetli bir şekilde düşmanlık beslemektedirler.
6- Allah, kâfirlerin Peygamber (s.a.)'e karşı bütün komplolarını boşa çıkartmıştır. Çünkü Allah onu insanların kötülüklerinden korumuştur. Daha önce de geçtiği gibi Mukatil demiştir ki "Yoksa (müşrikler) bir işe kesin karar mı verdiler?" ayeti, müşriklerin Daru'n-Nedve'de Peygamber (s.a.)'e karşı tuzak kurma planları hakkında nazil olmuştur. Ebu Cehü'in işaretine göre her kabileden bir kişi ortaya çıkacak, Peygamber (s.a.)'in öldürülmesine iştirak edecek, böylece onu öldürenlere karşı kısas yapma işi zorlaşacaktı. İşte ayet bu olay dolayısıyla nazil oldu.[68]
7- Allah, insanların kendi aralarındaki gizli veya aşikâr her konuşmalarını duymaktadır, bunun aksini düşünen insanlar hata yapmaktadırlar. Allah her şeyi gören ve duyandır. "Sırr" kişinin, kendisine veya başkasına kimsenin bulunmadığı boş bir yerde, söylediği sözdür. Ayette geçen "necva" insanların aralarında alçak sesle konuştukları sözlerdir. Hafaza melekleri de bu halleri onların aleyhine olmak üzere yazmaktadır. Bu yazı kıyamet gününde amel defterinde yazılı olacak, insanlar buna göre hesaba çekilecektir. Ayrıca bu yazı, onların isyanları ve kötülüklerini ispat için bir delil ve bir burhan olacaktır. Bu, Allah'ın ilmini teyit içindir. [69]
81- De ki: Eğer Rahman'ın bir çocuğu olsaydı, elbette ben (ona) kulluk edenlerin ilki olurdum!
82- Göklerin ve yerin Rabbi, arş'ın da Rabbi olan Allah onların vasıflandırmalarından yücedir, münezzehtir.
83- Sen bırak onları, kendilerine söz verilen günlerine kavuşuncaya kadar batıla dalsınlar, oynaya dur-
84- Gökteki ilâh da, yerdeki ilâh da O'dur. O, hakimdir, her şeyi bilendir.
ikisi ; bulunan her şeyin mülkü kendisine
lar, şefaat edemezler. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadır.
87- Andolsun onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan elbette Allah derler. O halde nasıl (Allah'a kulluktan) çeviriliyorlar?
88, 89- (Rasulullah'ın) "Ya Rabbi! Bunlar, iman etmeyen bir kavimdir." demesine karşı Allah: "Şimdilik sen onlardan yüz çevir ve size selâm olsun de. Yakında bilecekler!" buyurdu.
"De ki: Eğer Rahman'ın bir çocuğu olsaydı, elbette ben (ona) kulluk edenlerin ilki olurdum." Yani Allah'ın bir çocuğunun olduğu faraziye olarak kabul edilse ve bu da kesin delille sabit olsa ben Allah'ın peygamberi Mu-hammed, babaya saygı için o çocuğa saygı gösterenlerin ilki olurdum. Ancak Allah Tealâ'nın asla çocuğu olmadığı gibi eşi ve benzeri de yoktur. Böylece ona da tapınma ihtimali yok olup ortadan kalkmıştır.
"Göklerin Rabbi arşın da Rabbi olan Allah münezzehtir." Yani çocuk sahibi olmaktan ve her türlü eksiklikten münezzehtir. Arş veya kürsî, göklerden de, yerden de çok daha büyük varlıklardır. Tabii işin gerçeğini Allah daha iyi bilir. "Sen bırak onları kendilerine söz verilen günlerine kavuşuncaya kadar" Azap ile tehdit edillecekleri kıyamet gününe kadar "batıla dalsınlar" batıl düşüncelerinde eğlensinler ve bozguncularla birlikte bozgunculuk yapsınlar, "oynaya dursunlar." dünyalarında oynasınlar.
"Gökteki ilâh da, yerdeki ilâh da O'dur." Yani gökte de kendisine kulluk edilir, yerde de. Gökte de mabuttur, yerde de.
Mana şöyledir: Allah Tealâ uluhiyyet (ilâhlık) ve Rububiyyeti (Rablık) ile göktedir. Yoksa bu mekân tutup yerleşmek anlamında değildir. "Kıyamet saatini bilmek de O'na mahsustur." Kıyametin kopacağı saatin bilgisi O'ndadır. Hesap ve ceza için "siz Ona döndürüleceksiniz."
"Allah 'ı bırakıp da taptıkları putlar şefaat edemezler." "Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadır." Yani "Lailâhe illallah" diyenler bu hükmün kapsamına girmezler. Buradaki istisna ya muttasıldır (çünkü Melekler İsa ve Üzeyr de onların taptıkları arasındadır) ya da munkatıdır. Yani tevhide ilim ve basiretle şahitlik edenler ve lisanlarıyla şahitlik ettikleri gibi, kalpleriyle de kesin inanan İsa, Üzeyr ve melekler, Allah'ın izniyle müminlere şefaat edeceklerdir, "...yakında bilcekler." kendileri için hazırlanan azabı yakında göreceklerdir. Bu kısım, kâfirleri tehdit ve kınama içindir. [70]
Yüce Allah, ahirette suçlu kâfirlerin durumlarını beyan ettikten sonra peşinden de kendisine çocuk ve ortak isnat edilmesinin mümkün olmadığını, gökte de, yerde de hakiki mabudun ancak kendisi bulunduğunu, yaptığı işlerde hikmeti gözettiğini, her şeyi bildiğini, göklerin, yerin ve kâinattaki her şeyin sahibi olan Allah'ın noksanlıklardan münezzeh olduğunu, Allah'tan başka tapılan ilâhların ahirette şefaat gibi heı hangi bir faydası olmayacağını, müşriklerin kâinatın yaratıcısının Allah olduğunu itiraf edip de sonra kalkıp O'nunla birlikte başkasına da taptıklarında çelişki içerisinde bulunduklarını ve Allah'tan başka, vaktini hiç kimsenin bilemeyeceği kıyamet gününde, onların bir hesabı olacağını belirtmiştir. [71]
"De ki: Eğer Rahmanın bir çocuğu olsaydı, elbette ben (O'na) kulluk edenlerin ilki olurdum." Yani, ey Muhammed! Şöyle de: Eğer sağlam bir delille Allah'ın bir çocuğu olduğu sabit olsaydı, ben de varlığını iddia ettiğiniz bu çocuğa kulluk edenlerin ve babasının büyüklüğünden dolayı çocuğuna saygı gösteren gibi saygı gösterenlerin ilki olurdum. Ancak bu, Allah Tealâ hakkında mümkün değildir. Onun çocuğu olması muhaldir, zatı itibariyle de imkânsızdır. Çünkü bu durum Onu acze, başkalarına muhtaç olmaya ve eksikliğe götürür. Halbuki ilâhın sıfatları tam ve eksiksizdir. Bu cümle hem lafız ve hem de mana açısından şart cümlesidir, şart ve cezadan (şartın karşılığmdaki cevabından) meydana gelmiştir. Şartın meydana gelmesi gerekmediği gibi, cezanın da vukuu gerekmez. Bu cümle, Allah'ın çocuğunun bulunmadığı konusunda mübalağa kastıyla, farazî ve temsilî olarak söylenmiş bir sözdür, ret nevilerinin en belâgatlisi ve en kuvvetlisidir. Nitekim kişi münakaşa eden adama şöyle der: Söylediğin şey, delille sabit olursa, ona ilk inanan ben olurum.
Bu durum, Allah'ın şu sözlerine benzer: "Eğer Allah bir evlât edinmek isteseydi, elbette yarattıklarından dilediğini seçerdi. O yücedir. O, tek ve kahhar olan Allah'tır." (Zümer, 39/4) "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti." (Enbiya, 21/22). Yani göklerde ve yerde birden fazla ilâh bulunsaydı kâinatın düzeni bozulurdu.
Allah'ın çocuğu olmadığı hükmünü Onun şu ayeti teyit eder: "Göklerin ve yerin Rabbi, arşın da Rabbi olan Allah, onların vasıflandırmalarından yücedir, münezzehtir." Yani Allah'ı, müşriklerin yalan yere çocuğu vardır, demelerinden ve zatına yakışmayacak iftiralarından tenzih ve takdis ederiz. Ya da mana şöyle olabilir: Eşyanın yaratıcısı olan Allah çocuğu olmaktan yücedir, münezzeh ve mukaddestir. Çünkü o, göklerin ve yerin sahibidir. Kâinatı kuşatan arşın Rabbidir. Müşriklerin yalan olarak kendisine çocuk isnat etmeleri ve bununla nitelemelerinden münezzehtir.
Sonra Allah Tealâ, peygamberine inatçı kâfirlerden yüz çevirmesini emrederek şöyle buyurmuştur:
"Sen bırak onları, kendilerine söz verilen günlerine kavuşuncaya kadar batıla dalsınlar, oynaya dursunlar." Yani ey Peygamber! Sen bırak onları! Tehdit edildikleri kıyamet gününe kavuşuncaya kadar cehaletlerine, batıl ve sapıklıklarına dalsınlar; dünyalarında oynayıp eğlensinler! Bu ifadede tehdit vardır.
Allah Tealâ şöyle diyerek kendinin çocuktan münezzeh olduğunu daha da pekiştirmektedir:
1- "Gökteki ilâh da, yerdeki ilâh da O'dur. O, hakimdir, her şeyi bilendir." Yani gökte de hakkıyla mabut olan (ibadet edilen), yerde de hakkıyla mabut olan Allah'tır. O halde O'ndan başkası kulluk edilmeye lâyık değildir. O, yarattığı varlıkların işlerini düzene koymakta hikmet sahibidir. Onların ihtiyaçlarını bilendir. Mana şöyledir: Allah'ın çocuğu olmadığı gibi, yerleştiği bir mekânı da yoktur. Bilakis bütün kâinatta, her yerde ulûhiy-yet ve Rububiyyet O'na hastır. O'na mekân isnadı imkânsızdır. Çünkü mekân, belli bir yönde, hacmi ve nihayeti olan, sınırlı ve belirli bir şeydir.
Bunlar, sonradan yaratılanların özellikleridir. Allah, bunlardan münezzehtir. Dolayısıyla, O'nu hiçbir zaman ve mekân smırlayamaz. Allah'ın sonsuz hikmeti ve geniş ilmi, Ona çocuk isnat edilmesine aykırıdır.
Sonra Allah Tealâ, kâfirlerin taptıkları putlarının kendilerine fayda vereceğine dair sözlerini yok sayarak şöyle buyurmuştur:
2- "Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü kendisine ait olan Allah ne yücedir! Kıyamet saatini bilmek de O'na mahsustur. Siz, ancak O'na döndürüleceksiniz." Yani göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her türlü varlığın sahibi ve her şeyin yaratıcısı olan Allah ne kadar büyük, ne kadar yüce, hayır ve bereketleri ne kadar fazladır. Kıyametin kopacağı vaktin bilgisi de ancak O'na aittir. Tüm mahlûkatın varacağı yer ancak O'dur. Her insana, ameline göre karşılık verecektir; hayırsa hayır, şer ise şer.
Yukarıdaki bütün sıfatlar, Allah'a çocuk isnat etmeye manidir. Çünkü yüce Allah, yarattıklarından hiç kimsenin yardımına muhtaç değildir. Nitekim kıyamet gününde hesaba çekmek ve caza vermekte mutlak hakimiyet O'na aittir.
Allah Tealâ çocuk sahibi olmayı reddettikten sonra ortağı olmadığını da ifade etti ve putların faydası olmadığını, olmayacağını vurgulayarak şöyle buyurdu:
3- "Allah 'ı bırakıp da, taptıkları putlar, şefaat edemezler. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadırlar."[72] Yani putlar ve Allah'tan başka tapılan hiçbir mabud kendisine tapanların iddia ettikleri gibi, Allah yanında şefaat edemeyeceklerdir, böyle bir kudrete de sahip değillerdir. Ancak iman edip ve hakka basiretle şahitlik eden, Allah'ın bir olduğunu, ortağı bulunmadığını kesin olarak kabullenen kimselerin şefaati, Allah'ın izniyle, Allah nezdinde makbul olacaktır. "Onlar bilerek" ifadesi şahitlik yaptıkları şeyin farkında olarak demektir.
Sonra da yüce Allah, müşriklerin çelişkisini şöyle diyerek açıklamıştır:
"Andolsun onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan elbette Allah derler. O halde (Allah 'a kulluktan) nasıl çevriliyorlar?" Allah'a andolsun ki, ey Muhammedi Sen, Allah'a şirk koşan, onunla birlikte başkalarına da tapan bu müşriklere kendilerini yaratanı sorsan, o Allah'tır, diye cevap verirler ve bütün eşyanın yaratıcısının Allah olduğunu itiraf ederler. Bununla beraber, hem Allah'a hem de hiçbir şeye malik olmayan ve hiçbir şeye gücü yetmeyen putlara, sahte mabudlara taparlar. Bu itirafla birlikte nasıl oluyor da, gerçek kulluk demek olan Allah'a kulluktan, başkasına tapınmaya döndürülüyorlar? Şüphesiz ki onlar bu çelişki içerisinde son derece cahil, ahmak ve aklı zayıf kimselerdir. İşte bu, onların Allah'a ortak koşmalarından dolayı, hayret verici bir olaydır. Bu ayetten maksat, onların tavırlarının hayret verici olduğunu ifade etmektir. Çünkü hem yaratıcıyı itiraf ediyorlar, hem de O'na eşler tanıyorlar.
Sonra yüce Allah, kavminin gerçeklerden yüz çevirmesinden Peygamber (s.a.)'in şikâyetini bildiğini açıkça beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Senin: Beni kendilerine gönderdiğin bu kavim imansız bir topluluktur, seni tasdik etmezler, benim kendilerine getirdiğim risaleti doğrulamazlar," diye şikâyetini de bilir." Nitekim bir diğer ayette Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Peygamber der ki: Ey Rabbim! kavmim bu Kur'anı büsbütün ter-kettiler." (Furkan, 25/30).
Daha sonra da yüce Allah, peygamberine onlardan yüz çevirmesini, şirklerinden dolayı onları bir kenara atmasını emretmiş ve şöyle buyurmuştur: "Şimdilik sen onlardan yüç çevir ve size selâm olsun de, yakında bilecekler." Ya Muhammedi Müşriklerden, öfkeli insanın yüz çevirişi gibi yüz çevir; yoksa onların yaptıklarını kabullenen ve onlara güzel davranışta bulunanlar gibi olma! Ve sana söylediklerine, isnat ettikleri sihirbazlık ve kehanet gibi şeylere de aldırış etme! Allah'ın emri gelinceye kadar onları hakka davet etmeye devam et ve "Ben sizinle belli bir zamana kadar barış ve mütareke içindeyim." de. Onlar yakında inkârlarının akıbetini göreceklerdir, bileceklerdir. Bu, Allah tarafından onlara karşı yapılmış şiddetli bir tehdit, aynı zamanda İslâm'ın ve müslümanların onlara karşı muzaffer olacağına dair üstü kapalı bir müjdedir. Allah bu vaadini şüphesiz gerçekleştirmiş, Rasul'ünü ve müminleri desteklemiş, şirkin ve müşriklerin önemli kişilerini bozguna uğratmış, Arap yarımadasını onların hakimiyet ve izlerinden temizlemiş, insanlar, gruplar halinde Allah'ın dinine girmişler, Allah'a hamdolsun İslâm doğuda ve batıda yayılmıştır. [73]
1- Allah'ın çocuğu olduğunu inkâr etmek şüphesiz öylesine bir inat ve çekişme değildir. Kesin delille ispat edilmiştir ki O'nun çocuğu yoktur. Çünkü ulûhiyyet (ilâhlık) sıfatı; kemali (eksiksizliği), kudreti, hikmeti ve ilmi gerektirir. Çocuk edinmek ise, aczin ve eksikliğin delilidir.
Bu, ilk ayetin manasından alınmıştır: "De ki: Eğer Rahmanın bir çocuğu olsaydı, elbette ben (ona) kulluk edenlerin ilki olurdum." Yani, farzediniz ki, Allah'ın delil ile sabit bir çocuğu olsaydı, ona ilk kulluk eden ben olurdum. Fakat böyle bir şey Allah'a yakışmaz, zaten bunun delili de yoktur.
2- Göklerin ve yerin Rabbi olan Allah, kendini, sonradan meydana gelmeyi gerektirecek her şeyden tenzih etmiştir. Peygamberine de, müşriklerin söyledikleri yalanlardan kendisini tenzih etmesini emretmiştir.
3- Allah Tealâ yine peygamberine, müşrikleri bırakmasını, dünya veya ahirette kendilerine azap gelinceye kadar, batıllarına dalarak dünyalarında eğlenip, oynamalarını emretmiştir.
4- Allah Tealâ "Gökteki ilâh da, yerdeki ilâh da O'dur." ayetiyle, Allah'ın bir ortağı ve bir çocuğu vardır, iddiasında bulunan müşrikleri tekzip etmiştir. Çünkü gökte de, yerde de ibadete lâyık olan sadece bir olan Allah'tır.
Müfessir er-Razi şöyle demiştir: Bu ayet Allah Tealâ'nın gökte, orada yerleşip sabit olmadığının en büyük delilidir. Çünkü Allah bu ayetiyle kendisinin ulûhiyyetiyle (ilâhlığıyla) göğe nispeti, yere nispeti gibi olduğunu belirtmiştir. Nasıl ki yerde yerleşmemekle birlikte yerin ilâhı ise, aynı şekilde gökte yerleşmemekle beraber göğün de ilâhıdır.[74]
5- Allah Tealâ hayır ve bereketin kaynağıdır. O, azametin sahibidir, göklerin, yerin ve ikisi arasındaki mahlûkatm malikidir. Kıyametin ne zaman kopacağını ancak O bilir. Hesaba çekilmek ve ceza için insanların varacağı yer ancak O'nun huzurudur. Allah Tealâ kudretinin kemalini belirttikten sonra: "kıyamet saatini bilmek de O'na mahsustur..." cümlesiyle şu hususa dikkat çekmiştir: Zatı, ilim ve kudretiyle kamil olan Allah'ın Hz. İsa gibi insan olma gereği ile nitelenen birinin çocuk edinmesi mümkün değildir.
6- Yüce Allah, kendisine çocuk isnadını reddettikten sonra "Allah'ı bırakıp da taptıkları putlar, şefaat edemezler." ayetiyle de müşriklerin kendisine ortak koştukları şerikleri reddetmiştir. Yani Hz. İsa, Hz. Üzeyr, melekler ve müşriklerin taptığı putlar şefaat edemezler. Ancak hakka şahitlik edip, bilerek basiretle inanan ve şahitlik ettikleri şeyin gerçeğini bilenler Allah'ın izniyle şefaat edebilirler.
7- "Ancak bilerek hakka şahitlik edenler." ayeti, iki hususu ifade etmektedir:
Birincisi: Gerçek şefaat ancak ilimle faydalıdır, gerçeğini bilmeden taklitle söylenmiş sözün her hangi bir değeri yoktur.
İkincisi: Hukukta ve hukuk dışında diğer şahitliklerin şartı da şahidin, neye şahit olduğunu tam manasıyla bilmesidir. Nitekim, Beyhaki, Hakim ve İbni Adiyy'in İbni Abbas'tan onun da Nebi (s.a.)'den (zayıf bir rivayetle) rivayet ettiğine göre şöyle denmiştir: "Güneş gibi gördüğünde şahitlik et, aksi takdirde bırak."
8- Surenin evvelinde ve sonunda sabit olduğu gibi, müşrikler çelişki içerisindedirler. Dünyanın ve canlıların yaratıcısının Allah olduğuna inandıktan sonra nasıl oluyor da, değersiz varlıklar, zararı ve faydası olmayan cansız putlar karşısında eğiliyorlar? Gerçek şu ki: Bu putlara tapınmayı Allah bize emretti, dediklerinde Allah'a iftira etmektedirler.
"...o halde nasıl (Allah'a kulluktan) çeviriliyorlar?" ayeti, bu çevirilme-nin kendilerinden değil, başkaları tarafından olduğunu göstermektedir.
9- Peygamber (s.a.), bir olan ve şeriki olmayan Allah'a, risaletine ve kendisine indirilen Kur'an'a inanmıyorlar diye, kavmini Rabbine şikâyet etmiştir. Bu şikâyet, Allah Tealâ'nın Nuh (a.s.)'tan hikaye ettiğine yakın bir şikayettir: "(Öğütlerinin fayda vermemesi üzerine) Nuh: Rabbim! Doğrusu bunlar bana karşı geldiler de, malı ve çocuğu kendi ziyanını arttırmaktan başka işe yaramayan kimseye uydular, dedi." (Nuh, 71/21).
10- Allah, peygamberine belli bir süreye kadar müşriklerle mütareke yapmasını, ama onların yaptıklarına razı olan biri gibi değil de intikam alacak öfkeli biri gibi onlardan yüz çevirmesini emretmiştir. Çünkü pek yakında onlar, dünya ve ahirette kendilerini bekleyen azabı göreceklerdir. Bu ayet müşriklere bir tehdittir. Razî'nin zikrettiği gibi, bu ayetin, "kılıç ayeti" ile (cihat ayeti) mensuh olduğunu (hükmünün ortadan kaldırıldığını) söylemeye hacet yoktur. Çünkü emir fiilin, ancak bir defa yapılmasını ifade eder. Bir defa yerine getirildiği zamanda lafzın delâleti düşmüş olur. Tekrarı, bir başka delille olur. Nitekim lafız da zaten örf karinesiyle kayıtlıdır.[75]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/97.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/97.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/97-98.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/99.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/99-100.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/100.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/100-1002.
[8] Kurtubî, XVI/61.
[9] Razî, XXVII/93.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/102-103.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/104.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/104-105.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/105.
[14] O anda Ebu Bekir ve Ömer (r.a.) orada değildiler.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/105-108.
[16] Kurtubî, XVT/67.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/108-109.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/111.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/111-112.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/112.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/112-113.
[22] İbni Kesir, IV/125.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/113-117.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/117-119.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/121.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/121-122.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/122.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/122-123.
[29] Daha önce geçen üç küfürleri: Melekleri Allah'ın
kızları kabul etmeleri, onları dişi saymaları ve "Rahman dileseydi biz o
meleklere tapmazdık." demeleridir.
[30] Buradaki soru bilgi almak için değil reddetme ve
şaşkınlık gösterme içindir.
[31] İbni Kesir, IV/127.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/123-126.
[32] İbnü'l-Arâbî, Ahkâmu'l-Kur'an, IV/1666.
[33] Nisaburî, Garâibu'l-Kur'an, XXV/49.
[34] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, IV/2670; Kurtubî,
XVT/85-86.
[35] a.g.e.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/126-130.
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/131-132.
[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/132.
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/132-133.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/133.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/133-136.
[42] Kurtubî, XVT/64.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/136-138.
[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/139-140.
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/140-141.
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/141.
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/142-144.
[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/145-146.
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/147-149.
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/149.
[51] Birincisi: Allah'a kullarından bir pay ayırmaları;
ikincisi: Allah'ın kulları olan melekleri dişi kabul etmeleri; üçüncüsü: Rahman
dileseydi, biz bu putlara tapmazdık demeleri; dördüncüsü: "Bu Kur'an iki
şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?" demeleridir. Bunlar daha
önce geçmişti.
[52] İbni Kesir, IV/132.
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/149-152.
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/152-154.
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/155.
[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/155-156.
[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/156.
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/156.
[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/156-158.
[60] Razî, XXVII/225.
[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/158-159.
[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/160.
[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/160-161.
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/161.
[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/161.
[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/161-163.
[67] Kurtubî, XVI/117.
[68] Kurtubî, XVI/118.
[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/163-164.
[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/165-166.
[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/166.
[72] Buradaki istisna, münkatı olabilir. O zaman ayette
geçen illâ, lâkinne manasınadır. Yukarıda beyan-ettiğimiz gibi istisna muttasıl
da olabilir.
[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/166-169.
[74] Razî, XXVII/232.
[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/169-171.