ZUHRUF SURESİ 3

Surenin İsmi: 3

Önceki Sureyle İlişkisi: 3

Surenin Muhtevası: 3

Kur'an'ın Arapça Oluşu Ve Peygamberlerle Alay Edenlerin Cezası: 3

Belagat: 4

Kelime Ve İbareler: 4

Ayetler Arası İlişki: 4

Açıklaması: 4

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 5

Allah'ın Mahlûkatı Ve Sıfatları: 6

Belagat: 6

Kelime ve İbareler: 6

Ayetler Arası İlişki: 6

Açıklaması: 7

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 8

Müşriklerin Meleklere Tapması: 8

Belagat: 9

Kelime ve İbareler: 9

Nüzul Sebebi: 9

Ayetler Arası İlişki: 10

Açıklaması: 10

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 12

Ataları Taklit Etmenin Reddedilmesi, Peygamberlerin Seçilmesi Ve Dünya Halinin Açıklanması: 13

Belagat: 13

Kelime ve İbareler: 13

Nüzul Sebebi: 14

Ayetler Arası İlişki: 14

Açıklaması: 15

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 16

Allah'ın Zikrinden Yüzçevirenin Hali Ve Peygamber (S.A.)'İn Davasında Sebatı: 18

Belagat: 18

Kelime ve İbareler: 18

Nüzul Sebebi: 19

Ayetler Arası İlişki: 19

Açıklaması: 19

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 21

Musa (A.S.) Ve Firavun Kıssasından İbretler: 22

Belagat: 22

Kelime ve İbareler: 22

Ayetler Arası İlişki: 23

Açıklaması: 23

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 25

İsa (A.S.) Kıssasındaki İbretler: 26

Kelime Ve İbareler: 26

Nüzul Sebebi: 27

Açıklaması: 27

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 28

Cennet Ehli Olan Muttakilere Verilecek Olan Nimetlerin Çeşitleri 29

Belagat: 29

Kelime ve İbareler: 30

Nüzul Sebebi: 30

Ayetler Arası İlişki 30

Açıklaması 30

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 31

Cennet Ehlinin Azabı Ve Bunun Sebepleri 32

Belagat: 32

Kelime ve İbareler: 32

Nüzul Sebebi 32

Ayetler Arası İlişki 33

Açıklaması 33

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 34

Allah'ı Çocuktan Ve Ortaktan Tenzih Etmek.. 34

Kelime ve İbareler: 35

Ayetler Arası İlişki 35

Açıklaması 35

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 37


ZUHRUF SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

Bu sureye "Zuhruf' adının verilmesi, dünya hayatının bazı süsleri ve geçici nimetlerin (zuhruf) vasfını ve bunların ebedî olan ahiret nimetiyle mukayesesini yapması dolayısıyladır. Zuhruf = Altın ve süslü zinet eşyası demektir. Bu suredeki bir ayette yüce Allah şöyle buyurmuştur: "...evleri­nin kapılarını ve üzerine yaslanacakları koltuklarını da hep gümüşten ya­pardık ve onları zinetlere (zuhruf) boğardık. Bütün bunlar sadece dünya hayatının geçici metaldir. Ahiret ise Rabbinin katında, Allah'ın azabından sakınıp rahmetine sığınanlara mahsustur." (34-35. ayet). [1]

 

Önceki Sureyle İlişkisi:

 

Bu surenin, "Ha,mim' ile başlayan önceki sureyle münasebeti iki şe­kildedir.

1- Bu surenin baş tarafıyla, önceki surenin baş tarafı ve son tarafı Kur'an'ı anlatmakta ve Kur'an'ın kaynağının ilâhî vahiy olduğunu beyan etmektedir.

2- Her iki sure de Allah'ın varlığına ve birliğine delâlet eden kesin de­liller getirmekte, ahiret hallerini, korkunçluklarını ve kâfirlerin maruz ka­lacağı cehennem korkularını sergilemekte, bunları cennet nimetiyle muka­yese etmekte ve bu cennet nimetinin muttaki müminler için hazırlandığını ifade etmektedir. [2]

 

Surenin Muhtevası:

 

Diğer Mekki surelerde olduğu gibi bu surenin mevzuu da, gönüllere İslâm'ın inanç esaslarını yerleştirmekle ilgilidir. Bu da bir olan ve ortağı olmayan Allah'a, peygamberliğe, vahye ve öldükten sonra dirilme ve ceza­ya imandır. Bu sure, Kur'an-ı Kerimin kaynağının ilâhî vahiy olduğunu beyan ile başlamış onun Arapça olduğunu vurgulayarak devam etmiş, ayrı­ca onu, kıyamete kadar, İslâm'ın ve Peygamber'in ebedî mucizesi kılmış, dünya hayatında aşırı giden ve daha önceki ümmetlerin yalanladığı gibi Peygamberlerini yalanlayan Kureyş'i ve Arap kabilelerini akibetten korku­tan bir vasıta kılmıştır.

Sonra da, göklerin ve yerin yaratılması, hazırlanıp emre amade kılın-

ması, gerek yeryüzünde ve gerekse göklerde yollar yapılması, insanlara faydalı olan yağmurun indirilmesi, eşyanın çift yaratılması, insanlar için gemilerin, büyük ve küçük baş hayvanların yaratılışı ve müşriklerin açıkça yaratıcının ancak Allah olduğunu itiraf etmeleri vb. bütün bu delillerle Al­lah'ın varlığını, kudretini ve birliğini açıklamıştır.

Ancak müşrikler bu itirafı, putperestlik ve hurafeyle kirletmişler, put­lara tapmışlar, meleklerin, Allah'ın kızları olduğunu iddia etmişler ve bu bozuk inançlarını da, ancak atalarını ve dedelerini taklit etmekle geçerli kılmaya çalışmışlardır. Kur'an ayetleri de onların yoldan çıkışlarını doğru­lamış, bu batıl tapınma konusunda cehalet ve budalalıklarını ve delili olma­yan iddialarını ayıplamış ve onlara benzeyen kendilerinden önceki milletle­ri helak eden azabın onlara da indirilmesinden kendilerini sakmdırmıştır.

İnsanlar ibret alsınlar, hadiseler ve neticelerinden ders alsınlar diye sure, İbrahim Halilullah, Musa ve İsa (a.s.) gibi bazı ulü'1-azm peygamber­lerin kıssalarını ifade etmiş, peşinden de, müşriklerin Peygamber (s.a.)'in risaleti etrafındaki şüphelerini ortadan kaldırma konusunda Hz. İbra­him'in (a.s.) kıssasını getirmiştir. Çünkü müşrikler peygamberliğin yetim ve fakir olan Muhammed'e değil de; Mekke ve Taif te makam ve mal sahibi olan iki adamdan birine verilmesi gerektiğini iddia etmişlerdi. Allah da, on­ların bu iddialarını, peygamberliğe seçilme ölçüsünün ancak edebî, ahlâkî ve insanî değerler olduğunu yoksa basit maddi değerler olmadığını belirte­rek reddetmiştir. Çünkü bu dünya Allah katında hiçbir değer ifade etmez.

Eğer, insanlar tek bir millet, küfür milleti olmayacak olsaydı Allah dünyanın tüm güzelliklerini, zinetlerini ve diğer eşyalarını kâfirlere verir, müminleri mahrum ederdi.

Bunun peşinden sure, insanları Allah'ın zikrinden yüz çevirmekten sakındırmış; ahiretteki ebedî nimete rağbet ettirmiş ve onlara Kur'an, Pey­gamber (s.a.)'in de, onların da eşit şekilde şerefidir, diye minnette bulun­muştur: "Doğrusu Kur'an sana ve kavmine bir şereftir. İleride ondan so­rumlu tutulacaksınız." (44. ayet) [3]

 

Kur'an'ın Arapça Oluşu Ve Peygamberlerle Alay Edenlerin Cezası:

 

1- Ha, Mim.

2, 3- Apaçık Kitab'a and olsun ki biz, anlayıp düşünmeniz için onu Arapça bir Kur'an kıldık.

4- O katımızda bulunan ana kitapta (levh-i mahfuzda) mevcut yüce ve hikmetle dolu bir kitaptır.

5- Siz, haddi aşan kimseler oldunuz diye, sizi Kur'an'la uyarmaktan vaz mı geçelim?

6- Daha önceki milletlere nice peygamberler göndermiştik.

7- Onlar, kendilerine gelen her pey­gamberi mutlaka alaya alırlardı.

8- Biz bunlardan daha zorba olanla­rı da helak ettik. Nitekim öncekile­rin misali geçmiştir.

 

Belagat:

 

"...Sizi Kur'an'la uyarmaktan vaz mı geçelim?" ayetinde inkâr ve tenbih anlamında soru vardır. Yani siz haddi aştınız diye, biz hatırlatmak ve korkutmaktan vazgeçmeyiz. [4]

 

Kelime Ve İbareler:

 

"Ha, Mim." Bu huruf-ı mukattaa, alfabe harfleri Kur'an'ın mucize olu­şuna ve surede beyan edilen hükümlerin önemine dikkat çekmek içindir. "Apaçık Kitab'a and olsun ki..." Burada hidayet yolunu ve şer'î hükümleri açıklayan Kur'an'ın Arapça olduğuna yemin edilmektedir. "Apaçık Kitab'a andolsun ki" Kur'an'ın Arapça kılınışını Allah, yine Kur'an'a yemin ederek belirtiyor, "biz anlayıp, düşünmeniz için" Ey Araplar! manalarını düşünüp anlamanız için "onu Arapça bir Kur'an yaptık."

"Siz haddi aşan kimseler oldunuz diye", Allah'a ortak koşarak israfta haddi aşan kimseler oldunuz diye... Bu ifade, gerçekte onları kendi halleri­ne bırakmamayı gerektiren bir sebeptir. Yani müşriksiniz (Allah'a ortaklar koşuyorsunuz) diye sizin yakanızı bırakamayız, "sizi Kur'an'la uyarmaktan vaz mı geçelim?" Yani sizi ihmal edip, bırakalım mı? Kur'an'ı size söyle­meyelim mi? O zaman belli bir süre size ne emir verilecek, ne de yasaklar bildirilecek, öyle mi?

"Onlar kendilerine gelen her peygamberi mutlaka alaya alırlardı." Ya­ni onlara herhangi bir peygamber gelmedi ki, onu alaya almış olmasınlar. Bu ifade, kavmi tarafından alaya alınmasından dolayı, Peygamber (s.a.)'e bir tesellidir.

"Biz, bunlardan daha zorba olanları da helak ettik." Yani senin kav­minden daha güçlü olanları kahrettik. "Nitekim öncekilerin misali geçmiş­tir." Yani Allah'ın ayetlerinde, onların hayret verici hikayeleri ve helak edi­lişlerinin izahı geçmiştir. Senin kavmin de onlara benzemektedir. Ayet, Al­lah Rasulün'e (s.a.) bir müjde; öncekilerin başına gelenlerin benzerinin, onun kavmine de geleceği konusunda kavmine yönelik bir tehdittir. [5]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ Kur'an'm Arap diliyle olmasını vurgulayarak tüm Arapla­rın ona inanması gerektiğini ifade ediyor. Çünkü onlar, Kur'an'ı anlamaya ve manalarını idrak etmeye herkesten daha hazırlıklıdırlar. Yine Allah, Kuranın Allah kelâmı olduğunu ve kendi nezdinden indirildiğine dikkat çekmektedir. O, levh-i mahfuz'da korunup, muhafaza edilmiştir. Ey müşrik­ler! Sizin iddia ettiğiniz gibi Kur'an, Muhammed (s.a.)'den değildir. Onların Kurandan yüz çevirmeleri, onlara bu Kur'an'la Allah'ın lütfunu, nimet ve rahmetini hatırlatmamaya sebep oluşturmaz. Kaldı ki, onlar Allah'ın helak ettiği benzer milletlerin akıbetlerinden böylece ibret alabilirler. [6]

 

Açıklaması:

 

"Ha, mim. Apaçık kitaba andolsun ki..." "Ha, mim"den maksadın ne olduğu yukarıda geçmiştir. Allah Tealâ mana ve lafızları apaçık, hidayet yolunu ve insanların dünya ve ahirette muhtaç oldukları her şeyi gösteren Kur'an'ın bizzat kendisine yemin etmektedir, "...anlayıp, düşünmeniz için onu Arapça bir Kur'an kıldık." Yani şüphesiz biz, bu Kur'an'ı, insanların aralarında anlaşmaları için dillerin en fasihi olan, Arap lisanıyla, Arap di­liyle indirdik. Ey Araplar! Anlamanız ve manalarını düşünmeniz için, onu apaçık fasih Arap diliyle indirdik. Nitekim diğer bir ayette şöyle buyurul-muştur: "Apaçık Arap diliyle." (Şuara, 26/195). Ayetteki "lealle" Arap dilin­de temenni ve terecci (ummak) ifade eder ki işlerin neticelerini bilen Allah hakkında bu manada kullanılması uygun olmaz. Razî ve başkalarının da zikrettiği gibi buradaki murat şudur: Manalarını düşünesiniz ve hükümle­rini kavrayasınız diye bu kitabı Arapça bir Kur'an olarak indirdik. Bu, Kuranın yer yüzündeki durumudur. Gökteki durumuna gelince; yüce Al­lah şöyle buyurdu: "O, katımızda bulunan ana Kitapta (levh-i mahfuz'da) mevcut, yüce ve hikmetle dolu bir kitaptır." Yani bizim yanımızda levh-i mahfuzdaki bu Kuranın kadri üstün, belagat, irşat ve diğer hususlarda şanı yüce, şeref ve mertebesi büyüktür. Üstün hikmet içerir. Lafzı ve nazmı muhkemdir. Kuranda asla bir karışıklık, ihtilâf ve tenakuz (çelişki) yok­tur. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz bu, korunmuş bir kitapta bulunan değerli bir Kur'an dır. Ona ancak temizlenenler dokunabi­lir. O, alemlerin Rabbinden indirilmiştir." (Vakıa, 56/77-80), "Hayır! Şüphe­siz bunlar (ayetler), değerli ve güvenilir katiplerin elleriyle (yazılıp) tertemiz kılınmış, yüce makamlara kaldırılmış mukaddes sahifelerde (yazılı) bir öğüttür. Dileyen ondan öğüt alır." (Abese, 80/11-16).

"Siz, haddi aşan kimseler oldunuz diye, sizi Kur'anla uyarmaktan vaz mı geçelim?" Siz, israfa dalmış, Allah'a eş koşmakta ısrar eden bir topluluk oldunuz diye sizi korkutmayalım; size hatırlatma yapmadan, nasihat et­meden emir ve yasak koymadan Kur'an'ı sizden saklayalım mı? Bizim lü­tufkârlığımız ve size olan merhametimiz bunu yapmamıza manidir. Dolayı­sıyla aşın da gitseniz, yüz de çevirseniz, sizi hayra ve hikmetli zikir olan Kur'an'a davet etmeyi terkedemeyiz. Bilakis, Allah'ın kader ve ilminde doğruyu bulacak olanlar hidayete ersinler; bedbahtların da aleyhine delil olsun diye biz bu Kur'an ile emretmeye devam ederiz.

Sonra Allah, Rasul'ünün (s.a.) kavminin yüz çevirmesinden dolayı mahzun olması üzerine, onu teselli edip şöyle buyurmuştur: "Daha önceki milletlere nice peygamberler göndermiştik." Yani daha önceki ümmetlere ne kadar çok peygamber gönderdik, fakat bu ümmetler o peygamberleri ya­lanladılar. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurdu: "Onlar, kendilerine gelen her peygamberi mutlaka alaya alırlardı." Yani onlara gelen tüm peygam­berleri yalanlayıp alaya almışlardır. İşte aynı şekilde senin kavmin de, se­ni yalanlayıp seninle alay etmektedirler. "Biz bunlardan daha zorba olan­ları da helak ettik. Nitekim öncekilerin misali geçmiştir." Ya Muhammedi Biz, seni yalanlayan bu kavimden daha güçlü ve daha çetin bir kavmi he­lak edip yok ettik. Kur'an-ı Kerimde bunların zikri birçok defa geçti ve sen, onlar hakkında Allah'ın kanununu öğrendin. Ey insanlar! Siz de, pey­gamberlerini yalanlamaları sebebiyle onların akıbetini öğrenince, onlar gi­bi kötü durumlara düşmekten sakının. Ayette geçen "meselü'l-evvelin" ter­kibi "onların tavır ve tutumları veya onların cezası" anlamındadır. Nitekim bir başka ayette Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuştur, görsün­ler. Öncekiler bunlardan daha çoktu, kuvvetçe ve yeryüzündeki eserleri ba­kımından da daha sağlam idiler. Fakat kazandıkları şeyler onlara asla fay­da vermemiştir." (Gafir, 40/82). Veya ayette geçen "meselü" kelimesi "ibret" manasındadır. Yani biz, öncekilerin başlarına gelen felâketler, sonraki ya­lancıların başlarına da gelmesin diye öncekileri sonrakilere ibret yaptık Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Onları, sonradan gelenlerin geçmisi ve bir ibret örneği kıldık." (Zuhruf, 43/56), "Allah'ın kulları hakkında süregelen adeti budur." (Gafir, 40/85).[7]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Ayetler aşağıdaki hüküm ve prensipleri göstermektedir:

1- Kur'an-ı Kerim'i Allah, Arap lisanıyla indirmiştir. Çünkü her Pey­gamberin kitabı kendi kavminin diliyle indirilmiştir. Kur'an-ı Kerim lafız ve mana olarak Arapçadır. Çünkü Allah, Kuranı Arapça kıldığına dair yi­ne Kur'an-ı Kerim'in kendisine yemin etmiştir. Ayrıca Kur'an'ı apaçık ve her şeyi açıklayıcı kıldığına dair de yemin etmiştir. Kur'an-ı Kerim, Arap dili ve lehçesiyle nazil olduğundan, özellikle indirildiği bu kimselere her şe­yi apaçık bir şekilde ortaya koyar. Hidayet yolunu dalâlet yolundan kesin çizgilerle ayırır, İslâmî hükümleri ve farzları açıklar.

2- Kur'an-ı Kerim'in Arap diliyle indirilişi, onun sadece Araplara ait olduğunun delili değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in nasları, onun tüm dün­ya insanlarına geldiğine kesin olarak işaret eder. Bu sebeple İbn Zeyd'in "...akledesiniz diye..." ayetini "...düşünesiniz diye..." şeklinde tefsir etmesi daha uygundur. Bu yoruma göre Kur'an Araplara ve Arap olmayanlara umumi hitaptır. Fakat İbni İsa'nın "Hükümleri ve manalarını anlamanız için..." şeklindeki tefsirine göre Kur'an (lafzı ile) sadece Araplara hastır.[8]

Zahir olan, her iki mananın birlikte murat edilmesidir. Böylece Kur'an'ın Araplara has kılınması da gerekmez. Çünkü İslâm mesajının umumiliği İslâm'ın bilinen büyük prensiplerindendir.

Razi'nin de ifade ettiği gibi, "...düşünesiniz diye..." kavli, Kur'an'ın tam anlamıyla anlaşılıp bilinebileceğini gösterir. Onda, kapalı, meçhul hiçbir şey yoktur. Ancak bir kısım alimler bunun aksini savunarak Kur'an'ın bir kısmı malum (bilinir), bir kısmı da meçhuldür, demişlerdir.[9]

3- Allah "Hakikatte o (yalanladıkları, aslı) levh-i mahfuzda bulunan şerefli Kur'an dır." (Buruc, 85/21-22) sözüyle Kur'an'ı semada, levh-i mah­fuzda olmakla nitelemiştir. Sonra da levh-i mahfuzu dört sıfatla vasıflan-dırmıştır ki, onlar şunlardır:

Birinci vasfı: Allah O, "ana kitapta..." diyerek, levh-i mahfuzu, Kur'an'ın aslı diye ifade buyurmuştur. Her şeyin aslı onun anası sayılır. Yani Kur'an, levh-i mahfuz'da Allah katında sabittir.

İkinci vasfı: "...katımızda..." diyerek Allah, onu bu şekilde şereflendir­miş ve kendine has kılmıştır. Çünkü levh-i mahfuz, Allah'ın mülkünde, azamet ve saltanatı içerisinde vukua gelecek her şeyi kapsayan kitaptır.

Üçüncü vasfı: Levh-i mahfuzun bütün fesat ve bozukluk noktaların­dan uzak olmasıdır.

Dördüncü vasfı: Hikmet sahibi (hakim) oluşu. Yani belagat ve fesahat konularında muhkem olup üstün bir hikmete sahip olmasıdır. Bazı müfes-sirler, bu dört vasfın tamamını Kur'an'ın vasıfları olarak kabul ederler.

Bu açıklama, "ümmü'l-kitab'ın, levhi mahfuz diye tefsir edilmesine göredir. Bir başka yorumda ise, "ümmü'l-kitap" muhkem ayetlerdir. Çünkü Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Sana kitabı indiren Odur. Onun ( o Kur'an'ın) bazı ayetleri muhkemdir ki, bunlar kitabın esasıdır..." (Ali İm-ran, 3/7). Manası şöyledir: Ha, Mim suresi, ana esas olan muhkem ayetler içerisinde bulunmaktadır.

4- Müşriklerin şirk dinini tercih etmeleri, onlara Kuranla nasihat et­meye, emirler verip, yasaklar koymaya mani değildir. Çünkü Allah Te-alâ'mn onlara lütuf ve merhameti bunu gerektirir. Kaldı ki böylece Allah Tealâ kıyamet gününde onların dinî yükümlülüklerin kendilerine açıklan­madığı gibi mazeretlerini ortadan kaldırmak istemektedir.

5- Kendilerini hak dine davet eden peygamberlere karşı, milletlerin ge­nel tavrı yalanlamak ve alayla mukabele etmekten başka birşey değildir. O halde ey Rasul ve tabileri! Yalanlayıp, alay ettikleri için birtakım insanlar­dan bizar olmaya gerek yoktur. Çünkü felâket umumi olduğunda hafifler.

6- Beşer içerisinde peygamberlerin sayısı çoktur. Ancak Allah, o pey­gamberleri yalanlayıp, onlarla alay eden kavimlerini helak edip yok etmiş­tir. Halbuki bu helak edilen kavimler, gerek bedenen ve gerekse tabileri açısından, Hz. Muhammed (s.a.) zamanındaki müşriklerden daha güçlü idi­ler. Bunların benzerleri önceki ümmetlerde geçmiştir. Ayette geçen "mesel" ceza, adet, vasıf ve haber anlamlarında kullanılır. Yani onların cezası geç­miştir. Ya da küfürlerine karşılık helak edilmeleri sebebiyle öncekilerin ni­teliği geçmiştir. Veyahut da onlar hakkında Allah'ın adeti gerçekleşmiştir.

Mekke kâfirleri ve diğerleri inkâr ve yalanlama hususunda daha önce­kilerin yoluna girerlerse, onlara gelen azabın benzerinin kendilerine de gel­mesinden ve kendilerini rezil, rüsvay etmesinden sakınsınlar. Çünkü Allah, eskileri onlara misal getirmiştir. Bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Onların her birine (uymaları için) misaller getirdik..." (Furkan, 25/39). Bir başka ayette ise: "...ve size misaller de verdik." (İbrahim, 14/45) denilmektedir. [10]

 

Allah'ın Mahlûkatı Ve Sıfatları:

 

9- Andolsun ki, onlara gökleri ve ye­ri kim yarattı? diye sorsanız: "Onla­rı şüphesiz güçlü olan, her şeyi bi­len Allah yarattı" derler.

10- O, size yeri beşik kılmış ve doğ­ru gidesiniz diye yeryüzünde size yollar yaratmıştır.

11- Gökten bir ölçüye göre suyu in­diren O'dur. Biz onunla (kupkuru), ölü memlekete hayat veririz. İşte siz de böylece (mezarlarınızdan) çı­karılacaksınız."

12, 13, 14- Bütün çiftleri O yaratmış­tır. Ve size bineceğiniz gemiler ve hayvanlar var etmiştir ki, böylece onların sırtına binip üzerlerine yer­leşince Rabbinizin nimetini anarak: "Bunu bizim hizmetimize vereni teş­bih ve takdis ederiz, yoksa biz bun­lara güç yetiremezdik. Biz şüphesiz Rabbimize döneceğiz." diyesiniz.

 

Belagat:

 

"O, size yeri beşik kılmış..." ifadesinde beliğ teşbih vardır. Benzetme edatı ve vech-i şebeh (benzeme yönü) hazfedilmiştir. "Biz onunla (kupkuru) ölü memlekete hayat veririz." cümlesinde de istiare vardır. Yağmur yağma­dan önceki yeryüzünün hali ölüye benzetilmiştir. Sonra Allah, bu kupkuru yeri yağmurla diriltmiştir. "İşte siz de böylece (mezarlarınızdan) çıkarıla­caksınız: tuhrecûn", "bineceğiniz: terkebûn" ve "döneceğiz: le-munkalibûn" kelimelerinde de seci vardır. [11]

 

Kelime ve İbareler:

 

"...Onları şüphesiz güçlü olan, her şeyi bilen Allah yarattı, derler." Bu, müşriklerin sözüdür. Yani o gökleri ve yeri izzet ve ilim sahibi olan Allah yarattı. "O, size yeri beşik kılmış..." Bu cümle başlangıç cümlesidir. Allah'ın sözüdür. Ayetteki mehd, döşek anlamındadır. Yani çocuk için beşik ne ise, yeryüzü de insanlar için öyle rahat bir yerdir. Böylece siz yeryüzünde me­kân tutarsınız.

"Gökten bir ölçüye göre su", gökten suyu bir ölçü ve bir planla, fayda verip, tufan gibi zarar vermeyecek bir şekilde ihtiyaca göre "indiren O'dur."

"Biz şüphesiz Rabbimize döneceğiz." Herkesin, yaptığının karşılığını görmesi için, en büyük yolculuk Allah'a dönüş yolculuğudur.[12]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Bu ayetler, davranışlarında ve Kur'an-ı Kerim'den yüz çevirmekte aşı­rı giden müşriklere, aslında bir yaratıcının varlığını kabul ettiklerini hatır­latmakta, aynı zamanda Allah'ın nimetleri, mahlûkatı ve burada saymış olduğu sekiz sıfatını yine onlara sayıp dökmektedir. Peşinden de kullarına, kalplerinde ve dillerinde kendisinin nasıl anılacağını öğretmektedir. Pey­gamberimiz (s.a.)'den bir rivayete göre, o, ayağını özengiye koyduğu za­man, "Bismillah = Allah'ın adıyla derdi, tam bineğin üzerine çıktığında, "Elhamdülillah ola külli hal = her halükarda Allah'a hamd olsun. Bunu bi­zim hizumıze vereni teşbih ve takdis ederiz. Yoksa biz buna güç yetire-

mezdik, diyesiniz. Biz şüphesiz Rabbimize döneceğiz" derdi.(Bir vasıtaya binildiğinde okunacak dua: Sübhanellezi sahhara lenâ hâze vemâ künnâ le-hu mükrinîn ve innâ ilâ rabbinâ le-munkalibûn.) [13]

 

Açıklaması:

 

Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi Allah Tealâ bu ayetlerde sekiz sıfatı­nı zikretmiştir ki, onlar da şunlardır:

1-3- Göklerin ve yerin yaratıcısı olması, izzet ve ilim sahibi bulunma­sı. "Andolsun ki, onlara gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorsan; onları şüp­hesiz güçlü olan, her şeyi bilen Allah yarattı derler." Yani Allah'a yemin ol­sun ki, sen o müşriklere, Allah'tan başkasına tapan o kavmine, gökleri ve yeri kim yarattı, diye sorsan, bunların yaratıcısının ortağı olmayan ve bir olan Allah olduğunu kabul ederek cevap verirler. Ayette geçen "Aziz" Al­lah'ın kudretinin sonsuzluğunu gösterdiği gibi, "Alîm"de O'nun ilminin ge­nişliğini ve eksiksizliğini gösterir. Allah'ın kudret ve ilminin sonsuzluğu, O'nun tüm mümkinatı (yaratılmış varlıkları) yaratmaya kadir olduğunu gösterir. Buna rağmen müşrikler, Allah ile birlikte başka putlara tapmak­tadırlar.

4- Yeryüzünü döşek gibi beşik yapan Allah'tır "O, size yeri beşik kıl­mış..." Yani yeryüzünü size oturulabilir, yerleşüebilir halde döşek ve yaygı gibi yaratan Allah'tır. Yeryüzü dönüp hareket etmesine rağmen sabittir. Al­lah onu dağlarla sabitleştirmiştir. Böylece sizi rahatsız etmez.

5- Allah, yeryüzünde yolları yaratmıştır, "...ve doğru gidesiniz diye yer-

yüzünde size yollar yaratmıştır." Gaye ve menfaatlerinize ulaşabilirsiniz; ti­caret, rızık talebi, seyahat vs. için ülkenin çeşitli yerlerine intikal edebile-siniz diye dağlar ve vadiler arasında yollar ve geçitler yaratan Allah'tır.

6- Faydalı yağmuru indirip insanlara gönderen Allah'tır. "Gökten bir ölçüye göre suyu indiren O'dur. Biz onunla (kupkuru), ölü bir memlekete hayat veririz. İşte siz de böylece (mezarlarınızdan) çıkarılacaksınız." Yani ihtiyaca göre, ekinler, meyveler ve içme ihtiyacı için ölçülü bir şekilde gök­ten yağmuru indiren Allah'tır. Fırtınalar olup boğulmalar olmasın, evler yıkılıp ekin tarlaları zarar görmesin diye Allah, suyu size ihtiyacınızdan fazla indirmedi. Bitkilere, ziraate ve insanlara yetmez diye ihtiyacın altın­da da indirmedi.

Biz bu su ile bitkisiz olan kupkuru ölmüş ülkeyi diriltiriz. Böyle bir yer su ile karşılaştığında harekete geçer, hayat bulur ve her çeşitten (veya çiftten) iç açıcı bitkiler verir. Biz kupkuru ölü toprağı böylece dirilttiğimiz gibi, öldükten sonra kıyamet gününde bedenleri de dirilteceğiz. Ve siz de kabirlerinden diri olarak mahşer alemine gönderileceksiniz. Bu ayetin ben­zeri aşağıdaki ayettir: "Rüzgârları gönderip de bulutu harekete geçiren Al­lah'tır. Biz onu ölü bir bölgeye göndeririz de ölümünden sonra toprağa onunla hayat veririz. Ölülerin yeniden dirilmesi de böyle olacaktır." (Fatır, 35/9).

Burada ayetin zahiri, yağmurun gökten indiğini ifade eder. Halbuki gerçek, yağmurun buluttan inmesidir. Yağmura gökten inen diye isim ve­rilmesinin sebebi insanın üzerinde yükselen her şeye Arapçada sema = gök adı verilmesidir.

"İşte siz de böylece (mezarlarınızdan) çıkarılacaksınız." ifadesi, Al­lah'ın kudret ve hikmetini gösterdiği gibi, öldükten sonra diriltmeye ve kı­yamete de kadir olduğunu göstermektedir. Buradaki teşbihin izahı şöyle­dir: Allah, nasıl kupkuru olan bu yeryüzünü yeşil bitki ve olgunlaşmış meyvelerle diriltti ise, öldükten sonra insanları da öyle diriltecektir.

7- Allah'ın çeşitli eşyayı yaratması: "Bütün çiftleri o yaratmıştır." Yani bitki, ekin, ağaç, meyve, insan, hayvan ve bildiğimiz bilmediğimiz tüm çe­şitleri yaratan Allah'tır.

8- Gemiler ve hayvanlardan binek vasıtalarını yaratan Allah'tır. "Ve size bineceğiniz gemiler ve hayvanlar var etmiştir." Allah Tealâ size ilham edip öğreterek denizde binek vasıtası gemileri, karada da binek vasıtası olarak hayvanları, develeri yaratmıştır. Çünkü "en'am" ismiyle zikredilen hayvanlardan binilen sadece develerdir. Bunları sizlerin emrine amade eden ve sırtlarına binmeyi kolaylaştıran Allah'tır. Aynı şekilde etlerini ye­meyi, sütlerini içmeyi ve gübrelerinden faydalanmayı da kolaylaştıran Al­lah'tır.   Ahmed b. Hanbel, Buhari, Müslim ve Nesei'nin Ebu Hüreyre'den rivayetine göre Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Adamın biri bir sığırın üzerine bindiğinde, sığır ona şöyle demiştir: Ben bunun için yaratıl­madım. Ancak tarla sürmek için yaratıldım. Bunun üzerine Nebi (s.a.) şöy­le demiştir: Buna ben de inandım, Ebu Bekir de, Ömer de.[14]

Binek vasıtaları elbette sadece gemiler ve develer değildir. Kur'an-ı Kerimde bir başka ayet, binek vasıtası olan hayvanları anlatmakta, ama diğer binek araçlarına da işaret etmektedir ki, o da şu ayettir: "Atları, ka­tırları ve eşekleri binmeniz için ve (gözlere) zinet olsun diye (yarattı.) Allah şu anda bilemeyeceğiniz daha nice (nakil vasıtaları) yaratır." (Nahl, 16/8). "Böylece atların sırtına binip üzerlerine yerleşince, Rabbinizin nimetini anarak: Bunu bizim hizmetimize vereni teşbih ve takdis ederiz, yoksa biz bunlara güç yetiremezdik, diyesiniz." Yani böylece nakil vasıtası olarak üzerlerine bindiğiniz bu cins gemiler ve hayvanları kullanıp sonra gönülle­rinizde ve dillerinizde size karada ve denizde bu binek vasıtalarını musah-har kılan Allah'ın nimetini saygı ile hatırlayasınız, denizi denizciliğe uy­gun yaratanın, rüzgârları itici kuvvet olarak yaratanın ve istediği yerde is­tediği gibi gemicilik yapacak şekilde gemi yapma sanatını insana öğretenin Allah olduğunu bilesiniz.

İster hayvan ister herhangi bir taşıta, vasıtaya binince şöyle denilme­lidir. "...Bunu bizim hizmetimeze vereni teşbih ve takdis ederiz, yoksa biz bunlara güç yetiremezdik." Yani bu binekleri bizim emrimize veren Allah'ı kendisine yakışmayan her türlü acizlik ve eksiklikten tenzih ederiz. Eğer Allah, bunu bizim emrimize amade etmeseydi bizim buna sahip olmamız mümkün değildi.

"Biz şüphesiz Rabbimize döneceğiz." Yani ölümümüzden sonra Ona dönüp varacağız. Allah Tealâ da herkese hayır olsun, şer olsun yaptığının karşılığını verecektir. Bu sözün öncesiyle irtibatı şöyledir: Gemiler ve hay­vanlar üzerinde yolculuk yapmak, helak olma tehlikesine maruz olmak de­mektir. Bu sebeple, bu vasıtalara binip yolculuk yapan kimsenin, ölüm ola­yını hatırlaması, şüphesiz bir gün yok olacağına ve neticede Allah'a döne­ceğine inanması gerekir.

Müslim, Ebu Davud, Nesei ve Tirmizi'nin Abdullah b. Ömer (r.a.)'den rivayetine göre o şöyle demiştir: "Şüphesiz Peygamber (s.a.) bineğine bindi­ğinde üç defa tekbir getirir sonra şöyle derdi: "Bunu bizim hizmetimize ve­reni teşbih ve takdis ederiz, yoksa biz bunlara güç yetiremezdik." Sonra: "Allah'ım bu yolculuğumda senden iyilik ve takvayı, razı olduğun ameli ba­na nasip etmeni isterim. Allah'ım, yolculuğun zorluklarını bize kolay eyle, uzağı yakın et, Allah'ım, yolculukta dost ancak sensin, ailem hakkında ve­kilim yalnız sensin. Allah'ım, yolculuğumuzda bizimle beraber ol, ailem hakkında vekilim ol." Yolculuk bitip ailesine döndüğünde de şöyle derdi: "İnşâallah, seferden döndüğümüz gibi günahlardan da dönüyoruz. Rabbimize kulluk edip hamdediyoruz." [15]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

1- Müşriklere gökleri ve yeri yaratanın kim olduğu sorulduğunda, on­ları yaratanın, ilmi tam, güçlü ve galip olan Allah olduğunu söyleyecekler­dir. Allah'ın yaratıp, icat ettiğini kabul edip, sonra da cahilce, Allah ile bir­likte başka putlara tapmaktadırlar.

2- Allah'ın kudreti tamdır. Kudreti tam ve noksan sıfatlardan uzak olan Allah, yeryüzünü bize beşik gibi yapmış, huzur ve istikrar ile yaşama­ya uygun kılmıştır. İstediğimiz yere gidebilmemiz, yolculuklarda yolumuzu bulabilmemiz ve Allah'ın yaratıkları vasıtasıyla kudretine delil getirebil­memiz için yeryüzünde geçinecek yerler ve yollar yaratmıştır.

3- Allah, kullarına son derece lütufkâr, onlara oldukça merhametlidir. Bu sebeple Allah Tealâ faydalı yağmuru ihtiyaç ölçüsünde ve hikmetine uygun olarak indirir. Onu boğan bir tufan yapmadığı gibi, ihtiyaca yetme­yecek şekilde az da indirmemiştir. Böylece bu yağmur, insanlara ve hay­vanlara uygun bir geçim sahası ortaya çıkarır. Bu yağmurla Allah, ekinleri ve ağaçları büyütür, ürünleri ve meyveleri çıkarır.

Kupkuru olduktan sonra yeryüzünü canlandırıp diriltmeye kadir olan Allah, kabirlerinden insanları çıkarıp diriltmeye de kadirdir.

4- Allah Tealâ güzeldir, güzelliği sever. Bu sebeple Allah, tüm eşyayı çe­şit çeşit yaratmış ve bu eşya içerisinde farklı cinsler icat etmiştir. Hayatın mutluluk ve sevinç verici yanlarını sanatkârane bir şekilde ortaya koymuş, karada, denizde ve havada çeşitli nakil vasıtaları ile, dünyanın dört bir ya­nına gidip gelmesiyle yeryüzünde bir canlılık ve hareketlilik sağlamıştır.

5- Müfessir Kurtubî şöyle demiştir: "Binek hayvanlarına bindiğimizde ne söyleyeceğimizi Allah Tealâ bize böylece öğretmiştir. Bir başka ayette de, Hz. Nuh (a.s.)'un lisanıyla, gemilere bindiğimizde ne diyeceğimizi bize öğretmiştir; O da Allah'ın şu sözüdür: "(Nuh) dedi ki: Gemiye binin, onun yüzüp gitmesi de, durması da Allah'ın adıyladır, şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir." (Hud, 11/41). Çünkü birçok insan vardır ki, bir hayvana biner, o hayvan ya tökezler, ya da ona binme imkânı vermez veyahut onu sırtından yüzüstü yere atar. Veya adam sırtından düşer, ölür. Bir gemiye binen nice yolcular da vardır ki, gemi batar, böylece o yolcular boğulurlar.[16]

Özetle: Söylenmesi vacip değilse de, hiçbir kulun terketmesi uygun ol­mayan üç zikir vardır. Bunlar denizde yolculuk duası: "O geminin yüzüp gitmesi de, durması da Allah'ın adıyladır. Şüphesiz ki Rabbim çok bağışla­yan, pek esirgeyendir." (Hud, 11/41). Karada yolculuk duası: "Bunu bizim hizmetimize vereni teşbih ve takdis ederiz..." (Zuhruf, 43/13). Evlere giriş duası: "Rabbim! beni bereketli bir yere indir. Sen iskan edenlerin en hayırlısısın." (Müminun, 23/29). [17]

 

Müşriklerin Meleklere Tapması:

 

15-  Ama onlar, kullarından bir kısnını, O'nun bir cüzü kıldılar. Ger­çekten insan apaçık bir nankördür.

16-  Yoksa Allah, yarattıklarından kızları kendisine aldı da oğulları si­ze mi ayırdı?

17-  Onlardan biri Rahman'a isnat ettiği kız çocuğuyla müjdelenince, hiddetlenerek yüzü simsiyah kesi­lir.

18-  Süs içinde yetiştirilip mücadele edemeyecek olanı mı (Allah'a isnat ediyorlar?)

19-  Onlar, Rahman'ın kulları olan melekleri de dişi saydılar. Acaba meleklerin yaratılışlarını mı gör­müşler? Onların bu şahitlikleri ya­zılacak ve sorguya çekileceklerdir.

20- Ve dediler ki: "Rahman dileseydi biz onlara tapmazdık." Onların bu hususta hiç bilgileri yoktur. Onlar sadece yalan söylüyorlar.

21- Yoksa bundan önce onlara bir ki­tap verdik de ona mı tutunuyorlar?

22-  Hayır! Sadece "Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de on­ların izleri üstünden hidayete erdi­rilmişleriz." derler.

23- Senden önce de hangi memleke­te bir uyarıcı göndermişsek mutla­ka oranın varlıklıları: "Babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların iz­lerine uyarız." demişlerdir.

24- Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu ge-tirmişsem (yine mi ona uyarsınız)? deyince, dediler ki: "Doğrusu biz sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz."

25- Biz de onlardan intikam aldık, bak yalanlayanların sonu nasıl oldu?

 

Belagat:

 

"Yoksa Allah, yarattıklarından kızları kendisine aldı da, oğulları size mi ayırdı? cümlesinde de kınama ve ayıplama ile birlikte alaylı bir üslûp vardır, "el-benat: kız çocukları" ve "el-benin: erkek çocukları" lafızları ara­sında da tezat sanatı vardır. [18]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ama onlar kullarından bir kısmını, O'nun bir cüzü kıldılar." Yani müşrikler, Allah'ın yegâne yaratıcı olduğunu kabul ettikten sonra kulların­dan bir kısmını Onun çocuğu saydılar. Çocuk, babanın bir parçası olması itibariyle, onlar da, melekleri Allah'ın kızları ve O'nun bir parçası kabul et­tiler. Halbuki melekler, Allah'ın kullarmdandır. "Gerçekten insan" bu sözü söyleyen insan "apaçık bir nankördür.", inkârı ve nankörlüğü apaçık olup zirveye ulaşmıştır.

"Süs içinde yetiştirileni mi..." kendileri için istemeyip Allah'a isnat ediyorlar? "...mücadele edemeyecek olanı mı..." zaafından ve mücadeledeki aczinden dolayı delilini ortaya koyamayacak olan, beden gücü bakımından erkeklere göre aciz bulunanları mı Allah'a nispet ediyorlar? Bu ifadede, on­ların söylediklerinin fasit olduğuna delil vardır.

"Acaba meleklerin yaratılışlarını mı görmüşler?" Yani Allah'ın onları, dişi olarak yarattığını mı görmüşler? "...Onlar sorguya çekilecekler." Yani bu şahitlikten dolayı onlar ahirette sorguya çekilecekler ve yalancı şahit­likleri sebebiyle ceza göreceklerdir. Bu bir tehdittir.

"Ve dediler ki: Rahman dileseydi biz onlara" meleklere "tapmazdık." Bizim tapmamız, Allah'ın iradesiyledir. O, buna razıdır. Yani onlar, melek­lere tapınmayı dilemelerini, onu yasaklamadığına veya onun doğruluğuna delil getirdiler. Halbuki bu düşünce batıldır. Çünkü meşiet (dileme), ister emredilen, ister yasaklanan, ister güzel, ister çirkin olsun, mümkün olan bazı şeyleri diğerine, tercih etmedir. Bu yüzden yüce Allah: "Onların bu ko­nuda hiçbir bilgileri yoktur," sözüyle onların cahilliğine hükmetmiştir. Yani onların meleklere tapınmasından Allah'ın razı olduğunu söylemeleri, onla­rın Allah'ın muradını hiç bilmediklerini göstermektedir. "Onlar, sadece ya­lan söylüyorlar." Yani onlar, bu söylediklerinde tahminde bulunup, yalan söylemekten başka bir şey yapmıyorlar. Cezalarını da görecekler. "Yoksa bundan önce onlara bir kitap verdik de" yoksa Kur'an'dan önce, söyledikle­rinin doğruluğunu ifade eden ve Allah'tan başkasına tapınmalarını tasvip eden bir kitap verdik de, onlar o kitaba mı "tutunuyorlar." Böyle bir şey ol­madı. "O memleketin varlıklıları..." nimet içinde yüzen zenginleri. "Babala­rımızı bir din üzerinde" veya bir tarikat ve mezhep üzerinde "bulduk. Biz de onlara uyarız, demişlerdir." Müfessir Beyzavi, bu ayetin Allah Rasulü (s.a.)'nü teselli ettiğini ve bu gibi konularda taklidin çok eski bir sapıklık olduğunu ifade etmektedir.

"Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişssem..." Onları, işin akıbetinden korkutan peygamberleri onlara şöyle dedi: Ben size atalarınızın dininden daha doğrusunu getirsem de, siz yine ona mı uyarsınız? Bu peygambere vahyedilen geçmiş bir olayın hika­yesidir. "...Onlar dediler ki: Doğrusu biz sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyo­ruz." Yani o toplumlar peygamberlerine şöyle dedi: Biz, seninle gönderilen­lere de, senden önceki peygamberlere gönderilenlere de inanmıyoruz. "Biz de, onlardan intikam aldık." Biz de, senden önceki peygamberleri yalanla­yanlardan intikam aldık. O halde kavminin seni tekzip etmesine aldırma Ya Muhammed! [19]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Onlar Rahmanın kulları olan melekleri de dişi saydılar..." ayetinin (19. ayet) nüzul sebeyle ilgili olara İbnu'l-Münzir'in Katadeden rivayetine göre Katade şöyle demiştir: Münafıklardan bazıları, Allah'ın cinlerle akra­balık kurduğunu, bu akrabalıktan da meleklerin olduğunu, ileri sürmüş­ler; yukarıdaki ayet de, onlar hakkında nazil olmuştur.

"Hayır! Sadece, biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk..." ayetinin (22. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak müfessir Mukatıl, bu ayetin, Ku-reyş'ten Velid b. Muğire, Ebu Süfyan, Ebu Cehil ve Rebia'nın iki oğlu Utbe ve Şeybe hakkında nazil olduğunu ifade etmiştir. Yani bunlar böyle söyledi­ği gibi, öncekiler de böyle söylemiştir. Böylece ayet, Peygamber (s.a.)'i tesel­li etmektedir. [20]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Yüce Allah müşriklerin, göklerin ve yerin yaratıcısının Allah olduğu­nu itiraf etmelerini açıkladıktan sonra buna ters düşecek bir durumu, yani onların meleklerin Allah'ın kızları olduğunu iddia ettiklerini de haber ver­mektedir. Onlar, Allah'a bir çocuk nispet etmekle yetinmeyip, onu dişiler­den ve meleklerden kabul etmişlerdir. Yüce Allah, bunu üç cevapla reddet­miştir:

a) Onların dişilerden nefret etmeleri.

b) Dişilerin zayıflığı.

c) Meleklerin gerçeğini bilmemeleri.

Yüce Allah, müşriklerin bir başka şüphelerini zikretmiştir ki, o da, me­leklere tapınmalarının Allah'ın dilemesiyle olduğunu iddia etmeleridir. Bu da, meşiet (dileme) eşyanın bir kısmını olup olmama konusunda diğerine tercih etmektir, denilerek reddedilmiştir. Dolayısıyla bu meşiette; rızaya, öf­keye veya hüsn ve kubha (güzellik ve çirkinliğe) herhangi bir işaret yoktur. O halde bu iddiayı ileri süren müşrikler cahil yalancılardır. Onların makul

bir delili yoktur, sadece atalarını taklit etmektedirler. Onların küfürdeki durumları, peygamberlerini yalanlayan geçmiş ümmetlerin durumu gibidir. Bu sebeple Allah onlardan intikam almış ve onları helak etmiştir. [21]

 

Açıklaması:

 

"Ama onlar kullarından bir kısmını, O'nun bir cüzü kıldılar." Yani müşrikler, Allah'ın ulûhiyyetini ve göklerin ve yerin yaratıcısı olduğunu itiraf etmelerine rağmen O'na çocuk nispet ederek, meleklerin Allah'ın kız­ları olduğunu ileri sürdüler. Bu düşünceye de evlâdın babanın bir parçası olduğunu kabul ederek vardılar. Ahmed b. Hanbel ve el - Hakim'in Mis-ver'den rivayetine göre Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Fatıma benden bir parçadır." Şüphesiz ki, insanoğlu nimetin açıkça ortada bulunu­şuna ters bir şekilde Allah'ın nimetlerini inkâr etmektedir. Nimetlerin in­kârı en açık yalandır. Bu ayet Allah'ın: "Andolsun ki, insanlara gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorsan..." ayetiyle ilişkilidir.

Müşriklerin bu tavrı, Allah'ı ve sıfatlarını bilmemekten ve meleklere dişilik isnat ederek, onları Allah'a insan cinsinin en zayıfını nispet ederek küçümsemeleri sebebiyledir. Halbuki hiçbir şey Allah'ın benzeri olamaz, mahlûkatından hiçbir şey Ona benzemez. Ona çocuk nispet etmek, Al­lah'ın sonradan yaratılanlara benzemesini gerektirir. Bu durumda da O'nun ilâh olması uygun olmaz. Kaldı ki Allah'ın kullarından bir kısmının O'nun cüzü olduğunu iddia etmek, Allah'ı birtakım cüzlerden mürekkeb kabul etmek demektir. Böyle bir ilâh da, hadistir, (sonradan ortaya çıkmış­tır. Bu ise Allah'ın kadim oluşuna terstir.)

Sonra Yüce Allah, onları şiddetle reddedip şöyle buyurmuştur: "Yoksa Allah, yarattıklarından kızları kendisine aldı da, oğulları size mi, ayırdı?" Yani siz, Allah'a çocuk isnadında bulununca bundan Allah'ın iki cinsten en zayıfını kendisine çocuk edindiği, daha değerlisini de sizin için tercih ettiği düşüncesi ortaya çıkar. Yani iki cinsten zayıf olanı kendisine, daha güçlü ve sizin daha değerli kabul ettiğinizi de size ayırdı, anlamı çıkar. Yegâne yardımcı Allah olduğuna göre böyle bir şey nasıl caiz olur? Bu ayetteki ma­na Yüce Allah'ın şu sözüne benzemektedir: "Demek erkek size, dişi O'na öy­le mi? O zaman bu insafsızca bir taksim!" (Necm, 53/21-22).

"E-ittehaze" fiilin başındaki istifham hemzesi (soru edatı) inkâr için olup onları cehalete nispet etmek ve davranışlarının hayret verici olduğu­nu anlatmak içindir. Çünkü onlar, Allah'a isnat ettikleri bu cüzü, iki cüzün en zayıfı olarak kabul etmişlerdir. Bu en zayıf cüz de, erkekler değil, dişi­lerdir.

Sonra yüce Allah, bu reddetme, kınama ve hayret ifadesinin ardından şöyle buyurmuştur: "Onlardan biri Rahman'a isnat ettiği kız çocuğuyla müjdelenince, hiddetlenerek yüzü simsiyah kesilir." Bu müşriklerden biri,

Allah'a isnat ettiği kız çocuğuyla müjdelenince, buna burun kıvırır, keder­lenir ve müjdelendiği şeyin kötülüğünden dolayı kendisini üzüntü kaplar, böylece yüzünün rengi değişir. Son derece hüzünlü ve kederli, bir şekilde öfkeyle dolar. Nasıl oluyor da kendiniz kız çocuğu istemezken onu yüce Al­lah'a nispet ediyorsunuz?

Bu ayetin tam bir benzeri vardır ki o da Allah'ın şu kavlidir: "Onlar­dan birine kız müjdelendiği zaman öfkelenmiş olarak yüzü kapkara kesilir. Kendisine verilen.müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir." (Nahl, 16/58-59).

Sonra yüce Allah şöyle buyurdu: "Süs içinde yetiştirilip mücadele ede­meyecek olanı mı istemiyorlar." (Allah'a isnat ediyorlar). Yani zinet ve ni­met içerisinde yetiştirilme özelliğine sahip olan çocuk mu Allah'a nispet ediliyor? Halbuki o, başkalarıyla mücadele etme mecburiyetinde kalsa, er­kek kadar başarılı olamaz.

Ayet, kadının zaaf ve rikkatine, genelde duygularının mağlûbu oldu­ğuna, süslenmeye, rahat yaşama arzusuna işaret, ayrıca altın ve ipekle süslenmenin kadınlar için mubah, erkekler için haram olduğuna delildir. Müfessir Razî'nin de dediği gibi, erkeğin süsü, Allah'a itaata sabretmek ve takva zineti ile süslenmektir.

Müşriklerin, dişileri Allah'a nispetlerinden başka bir iftiraları da, me­leklerin dişi olduğunu iddia etmeleridir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­muştur: "Onlar Rahmanın kulları olan melekleri de dişi saydılar." Yani meleklerin dişi olduğuna hükmettiler. Bu söz, onların daha önceki "Melek­ler Allah'ın kızlarıdır" sözü üzerine söylenmiştir. "Acaba meleklerin yaratı­lışlarını mı görmüşler? Onların bu şahitlikleri yazılacak ve sorguya çekile­ceklerdir. " Yani onlar melekleri yaratılırken hazır olup görmüşler mi ki dişi olduklarına şehadet ediyorlar? Bir ayette yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yoksa biz melekleri onların gözü önünde kız olarak mı yarattık ?" (Saffat, 37/150). Onların bu konudaki şahitlikleri amel defterlerine yazılacak, buna göre cezalandırılacaklar ve kıyamet günününde bu şahitlikten sorguya çe­kileceklerdir. Çünkü bu şahitlik, yalancı şahitliktir. Allah'ın bu ifadesi, şid­detli azap tehdidini gösterdiği gibi, delilsiz ispatsız iddianın da günah ol­duğunu anlatmaktadır.

Sonra Allah Tealâ müşriklerin başka bir şüphesini ve iftiralarının baş­ka bir yönünü anlatarak ve şöyle buyurdu: "Ve dediler ki: Rahman dilesey-di biz onlara tapmazdık..." Yani kâfir ve müşrikler şöyle dediler: Allah dile-seydi biz bu meleklere tapmazdık. Çünkü O, Allah'ın kızları olan melekler suretindeki bu putlara tapmamıza engel olmaya kadirdir. Bu sözleriyle on­lar, kendilerinin bu putlara tapınmalarından Allah'ın razı olduğunu ifade etmek istiyorlar. Bu istidlal yolu kaderiyeciliktir. Hak söz ile batıl murat edilmiştir. Çünkü meşiet (dileme) bir olayı gerekli kılmaz. Kaldı ki meşiet (dileme), Allah'ın ilmi gereğince, mümkün olan bazı şeyleri diğerlerine ter­cih etmektir. Halbuki Allah hayrı ve imam emreder. Biz ise, Allah'ın meşi-et ve iradesini, ancak fiil bizden sadır olduktan sonra bilebiliriz.

İbni Kesir'in zikrettiği gibi onlar bu sözle birçok hata ve küfrü bir ara­ya getirmişlerdir.

1- Allah'a çocuk nispet etmeleri, Allah bundan münezzehtir.

2- Allah'ın kız evlâtları erkek evlâtlara tercih ettiği iddiaları. Çünkü onlar, meleklerin Allah'ın kızları olduğu iddiasındadırlar.

3- Allah'ın izni olmadan sadece heva-hevesleri, atalarını taklit ve cahiliyye şaşkmlığıyla delilsiz, bürhansız onların meleklere tapmaları.

4- İçinde bulundukları bu hali Allah'ın takdir ettiğini savunmaları ve bu konuda kendi mezhep ve meşreplerine değer vermeleri ki, bu korkunç bir cehallettir. Çünkü Allah, peygamberleri gönderip, kitapları indirdiğin­den beri, ortağı olmaksızın sadece kendisine kulluk etmeyi emrediyor ve başkalarına tapınmayı yasaklıyor.[22] Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki biz (Allah'a kulluk edin ve tağuttan sakının) diye (emretmele­ri için) her ümmete bir peygamber gönderdik. Allah, onlardan bir kısmını doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı da sapıklığı hak ettiler. Yeryüzünde gezin de görün, inkâr edenlerin sonu nasıl olmuştur!" (Nahl, 16/36). Bir başka ayette: "Senden evvel gönderdiğimiz elçilerimize (ümmetlerine) sor! Rahman'dan başka tapılacak tanrılar (edinin diye) emretmiş miyiz?" (Zuhruf, 43/45).

Mana bakımından, açıklamaya çalıştığımız ayete benzer ayetler: "Put­perestler diyecekler ki: Allah dileseydi ne biz ortak koşardık ne de ataları­mız" (En'am, 6/148), "Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden hayra sarfe-diniz, denildiğinde, kâfirler müminlere dediler ki: Allah'ın dilediği takdir­de doyuracağı kimseleri biz mi doyuracağız?" (Yasin, 36/47).

Yüce Allah şu sözüyle onlara cevap vermiştir: "Onların bu hususta bir bilgileri yoktur. Onlar sadece yalan söylüyorlar." Yani söylediklerinin doğru olduğuna dair ne bir bilgileri, ne de bir delilleri var. Onlar söylediklerinde yalan ve uydurmadan başka bir şey yapmıyorlar. Çünkü yüce Allah, hakkı, imam ve hayrı emreder, kulları için küfre ve çirkinliğe razı olmaz. Ayet, on­ların rezil edici cehaletlerine, yalanlarına ve batılı uydurduklarına delildir.

Sonra Allah Tealâ şöyle diyerek onların iddialarını çürütmüştür: "Yoksa bundan önce onlara bir kitap verdik de ona mı tutunuyorlar?" Yoksa bu Kurandan önce onlara iddialarını doğrulayan ve içinde "Allah'tan başkasına tapın" diye yazılmış bulunan bir kitap mı verdi ki, onlar o kitaba yapışıyor­lar ve onunla delil ileri sürüyorlar? Yani durum böyle değildir. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: "Yoksa onlara bir kesin delil indirdik de, o delil, müşrik  olmalarını mı söylüyor?" (Rum, 30/35) yani böyle bir şey asla olmamıştır.

Sonra da Cenabı Allah, onların taklitten başka delilleri olmadığından söz ederek şöyle buyurmuştur: "Hayır! sadece biz babalarımızı bir din üze­rinde bulduk, biz de onların izinde gidiyoruz, derler." Yani bilakis onlar şöyle dediler: Andolsun ki biz, putlara tapma konusunda atalarımızı de­vam edegeldikleri bir yolda bulduk, şimdi biz de onların yolunda yürüyo­ruz. İşte bu söz, onların şirk konusunda atalarını taklit ve sapıklıkta onla­ra tabi olmaktan başka hiçbir delilleri olmadığına ve herhangi bir daya­nakları bulunmadığına dair açık itiraflarıdır. Onların: "...biz de onların izinde gidiyoruz." sözleri delilsiz, mücerret iddiadan başka bir şey değildir.

Daha sonra da yüce Allah, şöyle buyurmuştur: "Senden önce de hangi memlekete uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları: Babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız, derlerdi." Yani bu müşriklerin sözlerini, daha önce peygamber gönderilip de yalanlayan üm­metler de söylemiştir. Bu gibi sözlerin her milletin nimet içinde yüzen var­lıklıları, idarecileri, liderleri ve zorbaları, Allah'ın azabından sakındırmak için kendilerine gönderilen peygamberlerine söylemişlerdir: Biz babaları­mızı bir din ve mezhep üzerinde bulduk, biz de onların yoluna tabi olup yü­rüyoruz. Burada özellikle varlıklıların zikredilmesi nimet içinde yüzmenin, karşı gelme, düşünmeyi ihmal ve ilâhî risaletin manasını tefekkür etme­meye sebep olması yüzündendir. Bu ayetin benzeri Allah'ın şu kavlidir: "İş­te böylece, onlardan öncekilere her hangi bir peygamber geldiğinde hemen: O bir büyücüdür veya delidir, dediler. Bunu (nesilden nesile) birbirlerine va­siyet mi ettiler? Doğrusu onlar azgın bir topluluktur." (Zariyat, 51/52-53).

Onlar da babaları gibi hidayette olduklarını iddia ettikleri için yüce Allah onlardan hikâye ederek önce "Onların izi üzerinde hidayete erdiril­mişleriz." ifadesini kullandı, ikinci olarak da hidayet iddiasında bulunma­dan davranışlarında atalarına tabi olan topluluktan bahsederken "onların izlerine uyarız" tabirini kullandı. Yaklaşık olarak mana aynıdır.

Bu, Allah Rasulü (s.a.)'nü bir teselli olduğu gibi, itikat ve ibadette tak­lidin, ötedenberi gelen eski bir sapıklık türü olduğuna dair uyandır.

Sonra Allah Tealâ, peygamberlerin kavimlerinin taklidine verdikleri cevabı şöyle diyerek zikretmiştir: "Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğu­nuz (din) den daha doğrusunu getirmişsem (yine mi onlara uyarsınız?) de­yince..."

Onlar Allah Tealâ'nın şu kavlinde, inkârlarını açıkça ilân ederek pey­gambere cevap verdiler: "Ve doğrusu biz sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyo­ruz." dediler. Yani müşrikler peygamberlerine: "Biz senin mesajınla (risale-tinle) amel etmeyiz, seni ne dinler ne itaat ederiz, biz peygamberlerle gön­derilen her şeyi inkâr ediyoruz ve atalarımızın dini üzere sabit kalıp de­vam ediyoruz." dediler. Kastedilen mana şudur: Ey Rasul! Onlar, senin ge-

tirdiğin risaletin doğruluğunu yakınen bilip anlasalar da; maksatları kötü olduğu ve hakka ve hak ehline karşı gururlandıkları için, buna boyun eğ­mezlerdi. Ayette geçen: "...sizinle gönderilen şeyi..." ifadesinden maksat, bütün peygamberlerle gönderilen risaletlerdir. Hitap, peygamberimiz (s.a.)'e dir. Fakat kelime çoğul olarak gelmiştir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.)'i yalanlamak, diğer tüm peygamberleri de yalanlamak demektir.

Küfürde ısrarın neticesi azap ve helakten başka bir şey değildir. Bu yüzden Allah şöyle buyurmuştur: "Biz de onlardan intikam aldık. Bak ya­lanlayanların sonu nasıl oldu?" Yani biz, Nuh, Ad ve Semud kavmine azap ettiğimiz gibi, peygamberlerini yalanlayan ümmetlerden de, çeşit çeşit azaplarla intikam aldık. Ey muhatap! İyi düşün o ümmetlerden peygam­berlerini yalanlayan ümmetlerin durumu nice oldu, nasıl helak olup yok ol­dular? Şüphesiz ki onların eserleri, bakıp gören için bir ibret olarak, hala mevcuttur. Bu, Mekke halkına bir tehdit, Allah Rasulü (s.a.)'ne bir teselli ve risaleti karşısında kavminin tutumuna aldırış etmemesi konusunda bir uyarıdır. [23]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Ayet-i kerimeler aşağıdaki hususlara işaret etmiştir:

1- Müşriklerin pek çok iftiraları vardır. Bunlardan birisi burada zikre­dilen kızların Allah'a nispetidir. Onlar melekler Allah'ın kızlarıdır, demiş­ler ve onları Allah'ın bir cüz'ü, bir parçası saymışlardır. Nitekim çocuk, ba­basının bir parçasıdır. Allah, müminleri onların cehaleti konusunda hayre­te sevketmiştir, çünkü önce göklerin ve yerin yegâne yaratıcısının Allah ol­duğunu kabul etmişler sonra da Allah'a ortak ve çocuk isnat etmişler de gökleri ve yeri yaratmaya kadir olan Allah'ın başka bir varlığa muhtaç ol­madığını bilememişlerdir. Çünkü, Kurtubî'nin de ifade ettiği gibi, bunlar eksiklik alâmetleridir.

Bir başka surede zikredilen iftiralarında biri de onların, bazı hayvan­ları putlarına, bazılarını da Allah Tealâ'ya ayırmalarıdır. Nitekim şöyle di­yerek Allah onların bu durumunu anlatmaktadır: "Allah 'm yarattığı ekin­lerle hayvanlardan Allah'a pay ayırıp, zanlarınca, bu Allah'a bu da ortak­larımıza (putlarımıza) dediler. Ortakları için ayrılan Allah'a ulaşmıyor, fa­kat Allah için ayrılan ortaklarına ulaşıyor. Ne kötü hüküm veriyorlar!" (Enam, 6/136).

2- Müşriklerin iftiralarından biri de evlâtlardan en zayıfını yani kızla­rı Allah'a nispet etmeleridir.

3- Allah Tealâ müşrikleri -onların, melekleri Allah'ın kızlarıdır iddi­alarına göre- Allah, nasıl kızları kendine edinir de, erkek evlâtları onlara has kılar diye hatırlatarak, kınamıştır.

4- Müşrikler kız evlâtları kendisine nispet etmek hususunda Allah'a karşı yapmış oldukları iftirayı hiç düşünmemişlerdir. Çünkü onlar, kendile­ri için buna razı değildirler. Bu sebeple onlardan biri bir kız çocuğunun do­ğumuyla müjdelendiği zaman, yüzü üzüntü ve kederinden simsiyah olur, bu kızın, kendisine nispet edilmesinden uzaklaşmaya çalışır ve mahzun ve mü-kedder olur. Nasıl oluyor da, kendisinin istemediğini Allah'a nispet ediyor?

Meleklerin Allah'ın kızları olduğunu kabul edenler, şüphesiz melekleri Allah'a benzer kılmışlardır. Çünkü çocuk babanın cinsi ve benzeridir.

5-  Süse, zinete erkeğe nazaran daha düşkün olan kızlar mücadele etmek­te erkeğe göre daha zayıftır. Daha önce geçtiği gibi, bu ayette, altın ve ipekle süslenmenin kadınlar için caiz, erkekler için ise haram olduğuna işaret var­dır. Bu durum, birçok haberle sabit olan, ittifak edilmiş bir hükümdür.

6- Allah Tealâ müşriklerin yalanlarını, Allah'a evlât isnat etmedeki cehaletlerini açıkça ortaya koymuştur. Ayrıca meleklerin dişi olduğuna ve Allah'ın kızları bulunduğuna dair verdikleri hükümlerde ve delilsiz olarak onların dişi olduğuna ait ileri sürdükleri iddialarında ne kadar yalancı ve cahil olduklarını belirtmiştir. Dolayısıyla, Allah melekleri yaratırken hazır olmadıkları halde, nasıl cüret edip de onların dişi olduklarına hüküm ver­diler? Onların bu batıl şehadetleri, amel defterlerinde aleyhlerine yazıla­cak ve ahirette bundan sorguya çekileceklerdir.

7- Müşriklerin uydurdukları şüphelerinden biri, iddialarını kader-i ilâ­hî ile delillendirmeleridir. Bu sebeple istihza ve alay yollu olarak şöyle de­mişlerdir: "Ey müminler! Sizin itikadınıza göre, Rahman dileseydi, biz bu meleklere tapmazdık. Bunu bize emreden veya bizim için bundan razı olan Allah'tır. Bu yüzden bize azap etmekte acele etmemiştir." Bu, kendisiyle ba­tıl kastedilen, hak bir sözdür, çünkü her şey Allah'ın iradesiyledir, şüphesiz Onun ilmi geçerlidir. Ancak irade ve meşiet (dileme), bir şeyin emredilip, ondan memnun olunmasını gerektirmez. Emir ve irade aynı değildir. Biz, Allah'ın muradının ne olduğunu bilmeyiz. Bize düşen, emir ve yasağıyla amel etmektir. Onların: "Melekler Allah 'in kızlarıdır." sözlerinin hiçbir ilmî delili yoktur. Onlar, tahmin ve yalandan başka bir şey yapmamaktadırlar. O halde Allah'tan başkasına tapmakta hiçbir mazeretleri olamaz. "...Onlar Rahmanın kulları..." ifadesi, meleklerde Allah'a kulluktan başka bir şey olmadığını gösterir. Ayrıca başkalarından daha üstün olduklarını gerektire­cek şekilde, onların fazilet ve şereflerini de ifade etmektedir.

8- Böylece iddialarını destekleyecek hiçbir delilleri olmadığı gibi, bu Kur'an'dan önce de iddiaları konusunda bir kitapları yoktur.

9- Müşriklerin şirkleri konusunda, atalarını körü körüne taklitten başka hiçbir delilleri yoktur. Delilden aciz kaldıkları zamanda "Biz, babala­rımızı bu din veya bu yol üzerinde bulduk, onları taklit ettik ve izlerinden gittik." diyerek, mutlak surette atalarını taklide dayanmaktadırlar. Bu, inanç esaslarında taklidin batıl olduğunun delilidir. Çünkü yüce Allah on­ları babalarını taklit edip, Allah Rasulünün (s.a.) kendilerini davet ettiği konularda düşünmeyi terk etmeleri sebebiyle kınamıştır.

10- Müşriklerin bu sözleri, daha önce peygamberlerini yalanlayan kimselerin sözlerine benzemektedir. Zira onlar arasında da varlıklılar ve idareciler, delilsiz olarak atalarına uymuşlardır.

11- Onlar şirkte ve körü körüne taklitte ısrarlıdırlar. Hatta onlara, Al­lah Rasulü (s.a.), Allah nezdinden, kendi batıl dinlerinden daha doğru, da­ha sağlam din de getirse, onlar ısrarlarından vazgeçmezler.

12- Bu küfür üzerinde ısrar karşısında artık beklenen, Allah Tealâ'mn zikrettiği şiddetli intikamdır. Allah Tealâ kâfirleri yok ederek intikamını alacaktır. Onların eserleri, ibret alanlara uyarı olsun diye, gözler önünde durmaktadır. O halde Ey Mekke halkı ve benzerleri! Sizi bekleyen akıbeti­nizi bir düşünün! [24]

 

Ataları Taklit Etmenin Reddedilmesi, Peygamberlerin Seçilmesi Ve Dünya Halinin Açıklanması:

 

26- Bir zaman İbrahim, babasına ve  kavmine demişti ki: Ben sizin tap- tıklarınızdan uzağım.

27- Ben yalnız beni yaratana tapa­ rım. Çünkü O beni doğru yola ilete- çektir.

28- Bu sözu ardından geleceklere  devamlı kalacak bir miras olarak  bıraktı ki, insanlar (onun dinine) dönsünier.

29- Doğrusu ben bunları da, atalarım da kendilerine hak ve onu açıklayan (veya apaçık) bir peygamber  gelinceye kadar yaşattım.

30- Fakat kendilerine hak eelince:Bu bir büyüdür, biz onu tanımiyoruz dediler.

31- Ve dediler ki: "Bu Kur'an iki şehirden bir büyük adama indirilse

 olmazmıydır

32-  Rabbinin rahmetini onlar mı  paylaştırıy°rlar? Dünya hayatında  onların bile maişetlerini aralarında

biz Paylaştırdık- Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine dereçelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.

33, 34- Şayet insanlar (küfürde birleşmiş) bir tek ümmet haline gelmeyecek ol­saydı Rahman'ı inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını ve çıkacakları merdi­venleri, evlerinin kapılarını ve üzerine yaslanacakları koltukları da hep gü­müşten yapardık.

35- Ve onları zinetlere boğardık. Bütün bunlar sadece dünya hayatının geçici metaldir. Ahiret ise, Rabbinin katında, Allah'ın azabından korunup rahmetine sığınanlara mahsustur.

 

Belagat:

 

"Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kılacak bir miras olarak bırak­tık..." "Bu sözü" anlamına gelen "kelimeten" de mecaz-ı mürsel vardır. Bu kelimeden maksat, Hz. İbrahim'in (a.s.) söylediği şu cümledir: "Ben sizin taptıklarınızdan uzağım." Bu mecaz zikrü'1-cüz, iradetü'1-küll, yani parça­nın söylenip bütünün kastedilmesi şeklindedir. [25]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Bir zaman İbrahim... demişti ki:" Ya Muhammedi Hz. İbrahim'in bu sözü söylediği vakti insanlara hatırlat ki, onlar İbrahim'in (a.s.) taklitten nasıl uzaklaştığını ve delile nasıl yapıştığını görsünler. "...Babasına..." Azer'e... "berîun = uzağım" yani sizin tapınmanızdan da, taptıklarınızdan da uzağım. Bu "berîun" kelimesi masdar olup sıfat manasında kullanılmış­tır, "berîun" şeklinde okunduğu gibi "kerimun" kelimesinin çoğulu olan "ku-rema" vezninde "Bureâu" şeklinde de okunmuştur.

"Ben yalnız beni yaratana taparım." Buradaki istisna istisna-yı mun-katidir. Yani ancak, ben beni yaratana kulluk ederim demektir. İstisna-i muttasıl olması da caizdir. "Fi ma ta'budûn" daki "ma" insanların taptığı her türlü şeyi kapsar. Sanki Allah şöyle demiştir: "Ben beni yaratan Allah hariç sizin taptıklarınızdan uzağım." Hz. İbrahim'in Şuara suresi 78. ayet­te söylediği "Ve bana doğru yolu gösteren Odur." ifadesiyle burada söyledi­ği "Çünkü O, beni doğru yola iletecektir." ifadeleri (yani bu iki kelimenin de muzari şeklinde gelişi) şimdiki zamanda da, gelecek zamanda da bu hida­yetin devamlı olduğunu göstermektedir. "Bu sözü..." Yani bu kelime-i tevhi­di Hz. İbrahim "Ben sizin taptıklarınızdan uzağım, ben yalnız beni yarata­na taparım" şeklinde ifadesini bulan bu sözünü, ardından geleceklere, zür-riyetine "devamlı kalacak bir miras bıraktı." Bu sebeple Hz. İbrahim'in zürriyeti arasında daima Allah'ın birliğine inanacak ve buna davet edecek kişiler bulunacaktır. "... ki insanlar" Yani onlardan şirke sapmış olanlar, bir ehl-i tevhidin davetiyle, bulunduğu şirk ortamından ayrılıp, peygam­berlerin ve müslümanlarm atası olan Hz. İbrahim'in (a.s.) dinine "dönsün­ler. " Bu mana, hem Mekkelileri hem de diğerlerini kapsar. "Doğrusu bunla­rı da, atalarını da... " Haktan maksat, Kur'an ve tevhide davettir, "ve rasu-lün mübin," mucizeleriyle risaleti apaçık Rasul, -ya da delilleriyle ve dini hükümleri kapsayan ayetlerle Allah'ın birliğini açık seçik ortaya koyan Ra­sul demektir ki, o da Muhammed (s.a.)'dir- "gelinceye kadar yaşattım." Ya­ni, peygambere muasır olan bu Kureyş'i de, atalarını da nimetlerimden faydalandırdım. Fakat onlar bu nimetlere aldandılar, şehvetlere daldılar, ama ben onların cezasını acele olarak vermedim. "Fakat kendilerine hak gelince" yani Kur'an gelince "iki şehirden bir büyük adama" iki şehirden maksat Mekke ve Taif, iki adamdan biri Mekke'den Velid b. Muğire ki Ku-reyş'in reyhanesi (fesleğen çiçeği) diye isimlendirilirdi, diğeri Taif ten Urve b. Mesud es-Sekafi'dir. "...bir büyük adam..." mal ve mevkii sahibi lider de­mektir. Çünkü onlara göre risalet = peygamberlik, ancak büyük bir insana yakışan önemli bir mevkidir. Onlar, peygamber seçilmesinin ölçüsünün, dünyevi itibar olmayıp, faziletlerle ve yüce ahlâkla donanmış olmak oldu­ğunun farkında olamadılar.

"Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar?." Buradaki istifham = soru, inkâridir. Yani onlar paylaştırmıyorlar, demektir. Bu istifham onların cehaletini gösterdiği gibi, verdikleri hükümlerin de hayret verici olduğunu ifade etmektedir. Ayette geçen "Rahmet" nübüvvet = peygamberlik demek­tir. "Dünya hayatında onların maişetlerini bile aralarında biz paylaştır­dık..." Yani onların maişetlerini aralarında taksim ettik. Onların bir kısmı zengin, bir kısmı fakirdir. Zenginlik ve fakirlik konusunda onlar farklıdır­lar. "Kimini ötekine derecelerle üstün kıldık." gerek rızık, gerek akıl, zeka ve diğer konularda onların aralarında farklılık meydana getirdik. "Rabbi­nin rahmeti" yani peygamberlik ve onunla ilgili hususlar, ya da cennet, "onların biriktirdiklerinden" yani dünya malından "daha hayırlıdır. Şayet insanlar, küfürde birleşmiş "bir tek ümmet haline gelmeyecek olsaydı." yani zikredilen zenginliklerin kâfirlere verilmesinden dolayı, müminlerin küfre düşme ihtimali olmasaydı, dünyanın bizim yanımızda değeri olmadığı için biz onu kâfire verirdik. [26]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Bu Kur'an iki şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?" aye­tinin (31. ayet) nüzul sebebi Yunus suresinin ikinci ayetinde geçmiştir. Bu konuda İbni Cerir'in İbni Abbas'tan rivayeti şöyledir: " Araplar şöyle dedi­ler: Peygamber bir insan olacaksa, Muhammed'den başkası bu risalete = peygamberliğe daha lâyıktır." Yani Muhammed'den daha şerefli olan "İki şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?" demek istemişlerdir. Bu iki büyük adamla Mekke'den Velid b. Muğire, Taif ten Mesud b. Amr es-Sa-kafi'yi kastetmişlerdir. Allah da onları ret için: "Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar?" ayetini indirmiştir.

İbnu'l - Münzir'in Katade'den rivayet ettiğine göre; Kureyş'in Reyha-nesi (fesleğen çiçeği) diye adlandırılan Velid b. Muğire şöyle diyordu: "Mu-hammed'in söylediği bu Kur'an hak ise, ya bana, ya da Ebu Mesud'a nazil olurdu." bunun üzerine Allah Tealâ "Rabbinin rahmetini (peygamberliği) onlar mı paylaştırıyorlar?" buyurdu. [27]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ müşriklerin, inanç esasları konusunda taklide dayanmala­rının temelsizliğini beyan ettikten sonra, bunu bizzat müşriklerin kendi

üsluplarıyla da belirtmiştir ki, o da şudur: Arapların atası ve atalarının en şereflisi bulunan İbrahim (a.s.) delil ortaya koyarak kendi atalarının dinin­den uzaklaşmış ve delile tabi olmanın, atalara tabi olmaktan daha iyi ola­cağına hükmetmiştir. O halde ataları taklit etmeyi terketmek ve delili tak­lide tercih etmekte Hz. İbrahim (a.s.)'in izinden gitmek gerekir.

Sonra yüce Allah, Kureyş'in taklide dayanmasının ve delille düşünme­yi terketmesinin bozuk noktalarını açıkça ortaya koymuştur ki o noktalar da şunlardır:

Birincisi: Kureyş müşriklerinin kendilerine verilen mühlet, ömürleri­nin uzaması, nimet içerisinde yüzmeleri vb. sebebiyle gururlanmaları ve şehvetlerinin peşinden gidip şeytana itaat ederek kelime-i tevhidden uzak kalmaları.

İkincisi: Allah Rasulü (s.a.)'nü yalanlayıp, onu yalancı bir sihirbaz ola­rak nitelemeleri.

Üçüncüsü: Mal ve makam sahibi şerefli bir insanın peygamberliğe, fa­kir ve yetim olan Muhammed'den daha lâyık olacağını söylemeleridir.

Allah Tealâ onlara şöyle cevap vermiştir:

Kulları arasında rızıkları ve maddi, manevi makamları paylaştıran ancak Allah'tır. Dünya işlerinde insanların farklı noktalarda bulunması, toplum düzeni için daha uygundur. Peygamberliğe seçilme ölçüsü ancak edebî, ruhî ve ahlâkî kıymetlere dayanır. Dünya nimetlerinin, servet ve süslerinin hiçbir kıymeti yoktur. Eğer insanlar arasında küfrün yayılma endişesi olmasaydı, Allah, kâfirlere büyük servetler verir; tavanları, kapı­ları, koltukları, tahtları hatta merdivenleri gümüşten saraylar nasip eder, her şeyde süs ve zineti öne çıkarırdı. Ahiret nimeti ise, ancak küfür ve is­yanlardan korkan, sakınan muttaki kullar içindir. [28]

 

Açıklaması:

 

Allah Tealâ, haniflerin imamı, peygamberlerin atası ve Arapların en şerefli babası olan İbrahim Halilullah'ın (a.s.) deliller ortaya koyarak ata­larının sapık dininden uzaklaştığını ve şöyle dediğini haber veriyor: "Bir zaman İbrahim, babasına ve kavmine demişti ki: Ben sizin taptıklarınız­dan uzağım. Ben yalnız beni yaratana taparım. Çünkü O beni doğru yola iletecektir." Yani Ey Rasul! Putlara tapınmakta atalarını taklide dayanan kavmin Kureyş'e; İbrahim (a.s.)'in babası Azer'in ve kavminin taptığı put­lardan uzaklaştığını, ancak kendisinin ve tüm insanların yaratıcısı olan ve kendisini geçmişte doğruya yönelttiği gibi gelecekte de dinine yöneltecek ve hak üzere sabit kılacağını söylediği yaratıcıya kulluk ettiği zamanı ha­tırlat!

"Ben yalnız beni yaratana kulluk ederim..." Sözü, ya istisna-ı muttasıldır, (çünkü onlar kendi ilanlarıyla birlikte Allah'a da kulluk etmişlerdir.) ya da istisna-i munkatidir. O takdirde mana şöyledir: Ancak beni yaratan beni doğru yola ulaştırır. Hz. İbrahim (a.s.) bu sözü Allah'a güvenerek ve hidayetin de Rabbinden olduğu hususunda kavmini uyarmak için söyle­miştir.

"Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bı­raktı ki, insanlar (onun dinine) dönsünler." Yani ibrahim (a.s.), ortağı ol­mayan bir Allah'a kulluk ve Ondan başka tapınılan putları reddetme anla­mına gelen kelime-i tevhidi, zürriyetinde devam edecek bir kelime söz yap­tı. Onun zürriyetinden Allah'ın hidayetini dilediği kimseler, bu kelime-i tevhit konusunda Hz. İbrahim (a.s.)'e uyacaktır. Bu sebeple onlar arasında -Allah'a hamd olsun- daima tevhit ehli bulunacaktır. Yüce Allah bu sözü, Mekke halkından ve benzerlerinden müşrik olanların bu şirklerinden vaz­geçip, tevhide dönmeleri için söylemiştir. Çünkü onlar, Hz. İbrahim (a.s.)'i hatırladıklarında Hanif dininde ona tabi olacaklar ve gerçekte atalarını taklit etme iddiasında bulunuyorlarsa onun atalığının etkisi altında kala­caklardır. Müfessir Katade şöyle demiştir: "Hz. İbrahim (a.s.)'in zürriyetin­den kıyamet gününe kadar Allah'a kulluk edecek olanlar bulunmaya de­vam edecektir."

Sonra Allah Tealâ, hak ve peygamber karşısında Mekke halkının tav­rını, ayrıca nimete, uzun ömre, hakimiyet ve nüfuzun devam etmesine al­danmalarından dolayı onları kınayarak şöyle buyurmuştur. "Doğrusu bun­ları da, atalarını da kendilerine hak ve onu açıklayan bir peygamber gelin­ceye kadar geçindirdim." Yani, Hz. İbrahim (a.s.)'in zürriyetinden olan bu Mekke halkı müşriklerini ve babalarını, uzun ömür, bol rızık vererek dün­ya nimetlerinden faydalandırdım, inkârlarına rağmen onlara nimetlerde ve ihsanda bulundum. Fakat onlar bu süre vermeye aldandılar, şehvetlere ve şeytana itaate daldılar ve dünya nimetleri içerisinde yüzerken kelime-i tevhid'den uzaklaştılar. Şimdi onlara, Allah'ın hak olarak indirdiği Kur'an-ı Kerim ve tevhit prensibini açık delillerle ortaya koyan, Allah'ın kesin hü­kümlerini açıklayan peygamber Muhammed (s.a.) geldi.

Allah Tealâ onları, Muhammed (s.a.)'in risaletinden yüzçevirmeleri se­bebiyle daha da kınamış, şöyle buyurmuştur: "Fakat kendilerine hak gelin­ce: Bu bir büyüdür, biz onu tanımıyoruz, dediler." Yani Kuran ve doğrulu­ğuna delil olarak mucizelerle teyit edilmiş Rasul onlara gelince, onlar pey­gamberin kendilerine getirdiği Kur'an'ı Allah'ın katından bir vahiy değil, sihir ve batıl söz olarak nitelediler, gururlanarak, inat, haset ve zulümle biz peygamberle gönderilenleri inkâr ediyoruz, dediler. Şirk ve sapıklıkları­na bir de hakkı yalanlayıp, terketmeyi, onunla alayı açıkça peygamberin risaletini ve nübüvvetini inkâr etmeyi eklediler.

Daha sonra da Allah Tealâ bu surede zikredilen dördüncü çeşit küfür-

lerini zikrederek[29] şöyle buyurmuştur: "Ve dediler ki: Bu Kur'an iki şehir­den bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?" Kureyş kâfirleri ve benzerleri dediler ki: Bu Kur'an Mekke ve Taif ten iki büyük adamdan birine indiril-seydi olmaz mıydı? Bu iki adam: Velid b. Muğire ile, Mesud b. Urve es-Sa-kafi'dir. Her ikisi de mal ve makamca büyük ve kavimleri arasında hatırı sayılır kişilerdi. Müşriklerin itiraz etmelerinin nedeni, Kuranın Hz. Mu-hammed'e indirilmesinden dolayıdır.

Allah da bu şüpheyi üç noktadan çürütmüştür.

Birincisi: "Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar?"[30] "Dünya hayatından onların maişetlerini bile aralarında biz paylaştırdık. Birbirle­rine iş gördürmeleri için, kimini ötekine derecelerle üstün kıldık." Yani şüp­hesiz ki, bu müşrikler, hadlerini aşmışlar, Allah'a ait olan bir meseleye ka­rışmışlardır. Halbuki bu mesele onlara bırakılmış değil, bilakis Allah'a ait­tir. Allah ise, peygamberliği nereye, kime vereceğini bilir. Allah peygam­berliği ancak kalben ve ruhen en pak insana, aslı itibariyle en şerefli ve en temiz kişiye verir. Halbuki kullar arasında nzıkları ve maddi, manevi ma­kamları paylaştıran biziz. İnsanların bir kısmını diğerine kuvvet ve zayıf­lık, ilim ve cehalet, şöhret ve unutulmuşluk, zenginlik ve fakirlik noktasiii1 da üstün kılan yine biziz. Eğer bu konularda onları birbirine eşit yapâay^ dik, onlar aralarında birbirleriyle yardımlaşmazlar bir kısmı diğerini istih­dam imkânı bulamazdı. Çünkü insanlar birbirlerinin geçimine vesile ol­maktadır. Aksi takdirde dünyanın nizamı bozulurdu. Ücretle çalışıp birine hizmet etmekte her hangi bir zillet ve hakaret söz konusu değildir. Ayrıca işçinin haklan İslâm'da korunmuştur. İşverenin de, başkalarım aldatmayı, onlara zulüm, eza ve kötü davranmasını ortadan kaldıracak birtakım ahlâ­kî ve maddî yükümlülükleri vardır. İnsanlar dünyanın nizamını değiştir­mekten aciz kalınca, nasıl oluyor da, bizim peygamberliği ve risaleti bazı kullarımıza tahsis etme hükmümüze itiraz ediyorlar? Yani, rızkı veren on­lar olmadığına göre, nübüvvet (peygamberlik) nasıl onlardan olur?

İkincisi: "Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha ha­yırlıdır. " Yani Allah'ın ahiret yurdunda salih kulları için hazırladığı nimet­ler onların topladıkları mallardan ve dünyanın diğer nimetlerinden daha hayırlıdır. Allah Tealâ, kullarından bir kısmını dinde birtakım lütuf ve rah­metine has kılarsa, işte bu rahmet tüm dünya mallarından daha hayırlıdır. Çünkü dünya nimeti bir gün yok olacak, halbuki Allah'ın rahmeti ve ihsanı devam edecektir.

Sonra Allah Tealâ dünyanın temelde değersizliğini açıkça belirtti ve şöyle buyurdu:

Üçüncüsü: "Şayet insanlar (küfürde birleşmiş) bir tek ümmet haline gelmeyecek olsaydı Rahman'ı inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını ve çıka­cakları merdivenleri evlerinin kapılarını ve üzerine yaslanacakları koltuk­ları hep gümüşten yapardık." Yani dünya ve zinetlerine meylederek bütün insanlann küfre meyletme durumu olmasaydı, dünyanın yanımızda hiçbir değeri olmadığı için biz kâfirlere sonsuz servetler verirdik.

"Bütün bunlar sadece dünya hayatının geçici metaıdır. Ahiret ise, Rab-binin katında, Allah 'in azabından sakınıp, rahmetine sığınanlara mahsus­tur." Yani bütün bunlar, dünyada ancak bir süre faydalanılacak şeylerden ibarettir. Çünkü bunlar kısa zamanda yok olup gidecektir. Ahiret ise, için­de bulunan nimet ve cennetleriyle ancak şirkten ve isyanlardan kendisini koruyan, Allah'ın birliğine inanan ve Ona itaat ederek hayatını sürdüren kimselere aittir. Ahiret yok olmayacak, devam edecektir. Nimeti de sürekli olacaktır. İşte bu özellikleriyle ahiret yalnız yukarıda özellikleri geçen mü­minlere has olacaktır.

Tirmizi, İbni Mace, Begavi, Taberani'nin Sehl b Sa'd (r.a.)'dan onun da Peygamber (s.a.)'imizden rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyur­muştur: "Eğer dünyanın Allah katında bir sivrisineğin kanadı kadar değeri olsaydı^ (Allah) bu dünyadan kâfire bir yudum su içirmezdi."

Taberani'nin rivayetinde ise şöyledir: "Peygamberimiz (s.a.) hammla-nyla bir araya gelmemek üzere yemin edince, ona Ömer b. Hattab (r.a.) gel­di ve Peygamberimizi (s.a.), yan tarafına iz yapmış bir hasır üzerinde bul­du, bu sebeple derhal gözleri doldu ağladı. Ve ey Allah'ın Rasulü! İşte İran Kisrası ve Rum Kayseri! Onlar zevku sefa içindeler. Sen ise Allah'ın yarat­tıklarının en değerlisisin, dedi. Allah Rasulü (s.a.) de, yaslanıyorken oturdu ve "Hattab oğlu! Yoksa senin (hak yol üzerinde olduğumuzdan) şüphen mi var?" dedi ve sonra şöyle buyurdu: "Onlar, dünya hayatında iken nimetler kendilerine hemen verilmiş bir topluluktur." Bir rivayette de: "Yoksa sen, dünya onların, ahiretin ise bizim olmasına razı değil misin!" buyurdu.[31]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Ayetler aşağıdaki hususları ifade etmektedir:

1- Andolsun ki İbrahim (a.s.) putlara tapınmaktan uzaklaşmış, delil ve hüccetle süregelen bozuk düzene karşı çıkmıştır.

2- Akidede (inançta) taklidi terkedip delile uymaya dönmek, dini mese­lelerde her bir insana gereklidir. Taklidi terketmek de bizzat kişiye farzdır. Kişinin yaptığı işin bilincinde olması için dünya işlerinde de delile tabi ol­ması daha uygundur. Ancak sınırların muhafazası için harp ve benzeri bir yönetici, idarecinin bulunmasının gerektiği konularda, delilini bilmese bile, komutanın, yöneticinin emrini uygulamak ve ona itaat etmek gereklidir.

3- Kelime-i tevhid ve Hz. İbrahim'in geçen: "Şüphesiz ben sizin taptık­larınızdan uzağım." sözü onun zürriyetinde baki kılındı. Onun zürriyeti Allah'tan başkasına tapmamayı Hz. İbrahim'den tevarüs ettiler ve bu ko­nuda birbirlerine vasiyette bulundular.

4- İbnu'l-Arabi şöyle demiştir: Hz. İbrahim'in, kendisinden sonra gele­cek nesilleri için kabul olunmuş iki duası vardır.

Birincisi: Allah'ın şu kavlidir: "Ben seni insanlara önder yapacağım demişti. Soyumdan da (önderler yap, ya Rabbi) dedi. Allah: Ahdim zalimle­re ermez (onlar için söz vermem), buyurdu." (Bakara, 2/124) Allah Tealâ Hz. İbrahim'in bu isteğine "evet" demiş, ancak, onlardan zalim olanları dışarda tutmuştur.

İkincisi: Allah'ın şu sözüdür: "Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut!" (İbrahim, 14/35). Birincinin yerine şu ayetin söylendiği rivayet edilmiştir: "Bana, sonra gelecekler içinde, iyilikle anılmayı nasip eyle!" (Şu-ara, 26/84). Bu sebeple oğulları ve onunla Sam veya Nuh'ta birleşen her ümmet ona tazim edip saygı göstermektedir.[32]

5- İbnü'l-Arabi yine şöyle demiştir: Burada neslin zikri, manada sene­lere bağlı olarak, yani senelerin geçmesiyle devam edecek bir tarzda geç­miştir. Bu da hükümlerle ilgili bir husus olup, umray akitleri (bir şeyi ömür boyunca birisine verme, temlik etme akitleri) veya vakıflarla ilgili konular buna göre düzenlenir. Ebu Davud ve Nesei'nin Cabir (r.a.)'den ri­vayet ettiklerine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Herhangi bir kimse bir şeyi ömür boyu kendisine ve nesline temlik etse (verse) bu şey, ve­rene dönmez. Çünkü veren, öyle bir ihsanda bulunmuştur ki, bu mirasa ko­nu olmuştur." Yani hibeler ve vakıflar, erkek olsun kız olsun, birinci derece evlâtları kapsamına alır; ikinci ve bunu takip eden derecelerde ise lügat ve ıstılah bakımından, kızların çocuklarını değil, erkeklerin çocuklarını içeri­sine alır. İşte bu, Malikilerin mezhebidir. İbni Abdilberr ve diğer bir toplu­luk da şöyle demiştir: Evlâtlardan ve nesillerden kız çocuklarının oğulları aile vakıflarına girerler.

6- Kureyş ve benzerlerinin durumları hayret vericidir! Çünkü Allah Tealâ onları ve babalarını dünyada bol nimetlerle nimetlendirmiştir. Fa­kat, onlara İbrahim (a.s.)'in dininin aslı olan İslâm ve hak kitap Kur'an ile İbrahim (a.s.) zürriyetinde devam edecek tevhit kelimesi "Lâ ilahe illallah Muhammedün Rasulullah' gelince, bunu inkâr ettiler ve bu sihirdir, vahiy değildir, dediler.

7- Yine, peygamberliğin yüksek mevki sahibi, malı çok, makamı yük­sek kişilere ait olduğunu düşünerek, bu Kur'an, iki şehirden birinden büyük bir adama ya Mekke'den Ebu Cehü'in amcası Velid b. Muğire Abdullah b. Ömer b. Mahzum'a ya da Taif ten Ebu Mesud Urve b. Mesud es-Sekafi'ye indirilse olmaz mıydı? dediler.

Onların düşünmedikleri husus şudur: Peygamberlik için seçilme ölçü­sü şüphesiz ruhî, edebî ve ahlâkî değerlerdir. Ayrıca onlar yine Allah'ın ha­kimiyeti, saltanatı ve iradesine müdahele ettiklerinin farkında da değiller. Halbuki bu, Allah'ın hakimiyetine bir müdahaledir. Çünkü peygamberleri gönderen Allah ancak onları seçer. Onların yine farkında olmadıkları bir husus da şudur: Allah'ın rahmeti, ahiretteki nimeti olan cennet ve dünya­daki nimeti olan nübüvvet onların dünyada biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.

8-  Kulları arasında, hikmeti ve iradesi gereği rızıkları ve maddi, ma­nevi makamları paylaştıran yalnız ve yalnız Allah'tır. Bu sebeple insanla­rın bir kısmını fakir kılar, bir kısmını da zengin. Dünya meseleleri kullar­dan hiçbirine bırakılmamışken, peygamberlik meselesi nasıl olur da, onla­ra bırakılır?

9- Kuvvetlilik zayıflık, ilim cehalet, kabiliyet yeteneksizlilik vb. dün­ya değer ve kıymetleri hususunda kulları arasında farklılık meydana geti­ren yalnız Allah'tır. Çünkü bu konularda eşitliğin gerçekleştirilmesi dünya nizamının bozulmasına sebep olur, insanların faydasına olan şeyleri bozar, böylece hiç kimse, adil bir ücret karşılığı da olsa, bir başkasını istihdam edip çalıştıramaz.

10- Dünyada maddi üstünlük, bu üstünlüğe sahip olanların dürüst ve değerli olduklarına delil değildir. Çünkü Allah'ın terazisinde dünya ve ser­vetlerinin hiçbir kıymeti yoktur. Tüm insanların, dünyaya meyledip ahireti terketmeleri sebebiyle kâfir olacakları endişesi olmasaydı, Allah nezdinde değersiz olduğu için Allah onlara yukarıda anlattığı dünya zinet ve süsleri­ni verirdi. Allah Tealâ Arapların, peygamberliğin iki adamdan birine veril­mesi teklifini üç açıdan reddetmiştir:

Birincisi: "Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar?" tarzındaki inkâr yollu ifadesi. Yani peygamberliği onlar mı paylaştırıyorlar ki onu di­ledikleri kimseye veriyorlar?

İkincisi: "Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha ha­yırlıdır. " sözü. Çünkü dünya fanidir. Allah'ın dini ise bakidir.

Üçüncüsü: Yakarıda tefsiri geçen[33] "Şayet insanların küfürde birleş­miş bir tek ümmet olması (tehlikesi) olmasıydı..." ayetidir.

11- İbnü'l-Arabi, Allah'ın "...evlerinin tavanlarını gümüşten yapar­dık..." ayetinden aşağıdaki hükümleri çıkarmıştır: Evin tavanı alt katın sa­hibine aittir. Onda üst kat sahibinin hakkı yoktur. Çünkü Allah, kapıları evler için belirlediği gibi, tavanları da evlere has kılmıştır. Bu görüş İmam Malik (r.a.)'e aittir.

Ancak evin altına gelince bu konuda alimler ihtilâf etmişlerdir. Onlar­dan bir kısmı, evin altı da o ev sahibine aittir derken; bir kısmı da, yerin altında hiçbir şey ona ait değildir demiştir. Tercih edilen görüş, İsrâili'nin rivayet ettiği sahih hadisin beyan ettiğidir ki, o da şudur: Adamın biri, bir başka adama bir ev sattı, o adam da evi yaparken içinde bir küp altın bul­du ve bu bir küp altını kendisine evi satan adama getirdi ve ben sizden evi satın aldım; yoksa bu küpü değil dedi. Evi satan da: Ben evi içindekilerle birlikte sattım dedi. Evi alan ve satan bu bir küp altın konusunda anlaşa­madılar. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) birinin oğlunu diğerinin kı­zıyla evlendirip, malın aralarında bölüştürülmesine hükmetmiştir.

İbnu'l-Arabi ve onu izleyen Kurtubî şöyle demiştir: "Gerçek şudur: Evin üstü de, altı da, o evin sahibine aittir. Ancak satmak suretiyle her iki­sinden uzaklaşmış olur: Ev sahibi ikisinden birini satsa, satmadığı kısım­dan faydalanabilir, geri kalanı satın alana aittir.[34]

Sonra Kurtubî, ilâve olarak evin üst ve altının bazı hükümlerine dair görüş beyan etmiştir ki, bu görüşlerden bir kısmını aşağıdaki şekilde özet­liyoruz.[35]

a) Aşağıdaki katın sahibi, zaruret olmadıkça evini yıkamaz, yıkacak ise de, yukarıdaki katın yıkılmaması için, gerekli tedbirleri alması lazımdır.

b) Yukarıdaki katın sahibi de, daha önce olmayan bir bölümü evinin üzerine ilâve olarak bina edemez, ancak aşağıdaki katın sahibine zarar vermeyecek hafif bir şey yapabilir.

c) Yukarıdaki katın tavanından bir ahşap (tahta) kırılsa, onun yerine ondan daha ağır olmayan bir ahşap çakılır, böylece alt katın sahibine zarar verilmesi önlenmiş olur.

d) Evin kapısı alt katın sahibine aittir.

e) Aşağıdaki kat yıkılsa, sahibi yapmaya mecbur edilir. Yukarıdaki ka­tın sahibinin aşağıyı yapma zorunluluğu yoktur. Eğer aşağı katın sahibi yapmaktan imtina ederse, ona yapacak birine satması teklif edilir.

f) Aşağıdaki katın tamiri sahibine aittir.

g) Aşağıdaki katın sahibi, yukarıdaki katın sahibine zarar verecek bir şey yapamaz. Eğer ona zarar verecek bir şey yaparsa tamiri ona aittir. Bu-hari, Tirmizi ve diğerlerinin Nu'man b. Beşir'den rivayet ettikleri hadise göre, üst kat sahibi, alt kat sahibinin zarar vermesini önlemelidir. Hadis şöyledir: "Allah'ın koyduğu sınırları koruyan kimseyle o sınırları aşan kim­senin misali, bir gemi üzerine kura çeken kimselere benzer: Bir kısmına geminin üst katı, bir kısmına da alt katı isabet etmiştir. Alt katta bulunanlar su içmek istediklerinde yukarı kattakilerin yanına uğrar ve derler ki: Biz kendi bölümümüzde bir delik açsak, size de eza vermeyiz! Eğer üst kattaki-ler aşağıdakilerin istediklerine müsaade ederlerse hepsi mahvolur, eğer en­gellerlerse hepsi kurtulur." Hadisteki son ifade, zararı engellemenin caiz ol­duğunu gösterir. Hadiste, emr-i bi'1-maruf (iyiliği emretmek) neyhi ani'l-münkeri (kötülükten menetmek) terketmenin cezalandırmaya sebep oldu­ğuna delil olduğu gibi, aynı zamanda kura ile amel etmeye de delil vardır.

12- Dünya nimetleri az, süresi kısadır. Ahiret ve cennet ise takva sahi­bi olanlar, Allah'tan korkanlar içindir. Tirmizi'nin Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayetine göre Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Dünya müminin zindanı, kâfirin cennetidir." Daha önce Tirmizi'nin Şehl b. Sa'd (r.a.)'dan ri­vayet ettiği şu hadis geçmiştir. "Eğer dünya Allah katında bir sivrisineğin kanadına denk olsaydı, Allah dünyada kâfire bir yudum su içirmezdi."[36]

 

Allah'ın Zikrinden Yüzçevirenin Hali Ve Peygamber (S.A.)'İn Davasında Sebatı:

 

36- Kim Rahman'ın zikrine gözünü kapatırsa, bir şeytanı ona musallat ederiz.

37- Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar kendilerini doğru yolda olduklarını sanırlar.

38- O kimse, sonunda bize gelince arkadaşına: Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı, ne kötü arkadaş-mışsm! der.

39- Zulmettiğiniz için bugün (neda­met) size hiçbir fayda vermeyecek­tir. Çünkü siz azapta ortaksınız.

40- (Rasulüm!) sağırlara sen mi işit­tireceksin; yahut körleri ve apaçık sapıklıkta olanları doğru yola sen mi ileteceksin!

41- Biz seni alıp götürsek de yine  onlardan intikam alırız. Yahut onlara vadettiğimiz aza sana gösteririz. Çünkü bizim on­lara gücümüz yeter.

43- Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz sen, doğru yoldasın.

44- Doğrusu Kur'an, sana ve kavmine bir öğüttür. İleride ondan sorumlu tutu­lacaksınız.

45- Senden önce gönderdiğimiz elçilerimize (ümmetlerine) sor! Rahmandan başka tapılacak tanrılar (edinin diye) emretmiş miyiz?

 

Belagat:

 

"Sağırlara sen mi işittireceksin, yahut körleri ve apaçık sapıklıkta olanları doğru yola sen mi ileteceksin?" Bu ifadede istiare vardır. Kâfirler sağırlara ve körlere benzetilmiştir. "Senden önce gönderdiğimiz elçilerimize (ümmetlerine) sor!" Bu cümle­de ise erselnâ (gönderdiğimiz) ile rusül (gönderilenler, elçiler) aynı kökten türemişlerdi. Dolayısıyla iştikak cinası vardır.[37]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kim Rahmanın zikrinden göz yumarsa" Yani maddiyatla meşgul olup şehvetlere daldığı için gafil davranır, gözünü hakikate kapatır, yüzçe-virirse. "yaşe" şeklinde fetha ile ve başındaki "men" mevsul kabul edilerek "ya'şû" diye de okunmuştur, "bir şeytanı ona musallat ederiz." Biz şeytanı ondan ayırmayız, "karîn" (kişinin) daima kendisiyle beraber olup, ondan ayrılmayan arkadaşı demektir. Onu devamlı olarak vesveselendirip, yoldan çıkarır.

"Zulmettiğiniz için "Allah'a şirk koşmak suretiyle zulmünüz ortaya çık­tığı için "bugün size hiçbir fayda vermeyecek" ey Kur'an'dan yüz çevirenler! Bugün kıyamet gününde temennileriniz, pişmanlıklarınızın size asla fay­dası olmayacaktır.

"Biz seni alıp götürsek de" yani onlara azap etmeden önce senin ruhu­nu kabzedip, seni öldürsek de senden sonra, dünyada veya ahirette "onlar­dan intikam alırız."

"Sen sana vahyedilen Kur'an a sımsıkı sarıl." "ûhiye" kelimesi "evhâ: Allah'ın vahyettiği" şeklinde de okunmuştur.

"Senden önce gönderdiğimiz elçilerimize" Yani onların sülâlelerine ve­ya onların din alimlerine "sor." [38]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Kim Rahmanın zikrine gözünü kapatırsa ... " ayetinin (36. ayet) nü­zul sebebi ile ilgili olarak İbni ebi Hatim'in Muhammed b. Osman el - Mah-zumi'den rivayetine göre Kureyş şöyle demiştir: Muhammed'in ashabından (arkadaşlarından) herbirine kendisiyle ilgilenecek bir adam musallat edi­niz. Bunun üzerine Ebu Bekir'e Talha b. Ubeydullah'ı musallat ettiler. O da, Ebu Bekir topluluk içerisinde bulunduğu sırada ona geldi.

Ebu Bekir: Beni neye davet ediyorsun? dedi.

Talha: Seni Lat ve Uzza'ya tapınmaya davet ediyorum, dedi. Ebu Be­kir: Lat nedir? diye sordu. Talha: Rabbimizdir, diye cevap verdi. Ebu Bekir: Uzza nedir? diye sordu. Talha: Allah'ın kızlarıdır, dedi. Ebu Bekir: O halde onların anaları kimlerdir? dedi. Talha sustu, cevap veremedi. Arkadaşları­na bu adama cevap verin, dedi, fakat arkadaşları da susup cevap vereme­diler. Bunun üzerine Talha: Ayağa kalk ya Ebu Bekir! Ben Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in de Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet ediyorum, diyerek kelime-i şehadeti getirdi. Böylece Allah bu ayeti indirdi.

"Sağırlara sen mi, işittireceksin..." ayetinin (40. ayet) nüzul sebebi: Al­lah Rasulü (s.a.) kavmini İslâm'a davette kendini helak edercesine yoru­yordu. Onlar ise daha da azıtıyorlardı. İşte bunun üzerine bu ayet indi. [39]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ malın dünya metaı olduğunu, yok olacağını beyan ettikten sonra, malın afetlerine karşı da insanları uyardı. Çünkü mal ve makamı elde eden kişi, Allah'ın zikrini, kitabını göremeyen kör gibi olur ve insanla­rı dünyada hidayet yolundan alıkoyan sapan ve saptıran şeytanların arka­daşlarından olur. Ahirette ise kâfir, o şeytan dostundan uzaklaşır, halbuki o ikisi azapta ortaktırlar.

Açık bir sapıklıkta olmaları sebebiyle, Allah kendi zikrinden yüzçevi-renleri görme bozukluğuyla niteledikten sonra, onları sağırlık ve körlükle de vasfetti. Allah Tealâ, Rasul'ünün (s.a.) davetinin böylelerinin kalplerine tesir etmediğini açıkladıktan sonra peygamberini teselli için, onun adına, o hayatta iken veya vefatından sonra onlardan mutlaka intikam alacağını da açıkladı. Sonra da verdiği emirlere sımsıkı yapışmasını kendisinden istedi. Çünkü o peygamber faydalı, dosdoğru bir yol üzerinde bulunmaktadır ki, o da Kur'an yoludur. Yakında insanlar, onun hakkını tam verip veremedikle­ri konusunda sorguya çekileceklerdir.

Sonra yüce Allah, putlara tapınmayı yadırgamanın reddetmenin Hz. Peygamberin dinine has bir şey olmadığını, bilakis bütün peygamberlerin putları inkâr etmede ittifak ettiklerini açık olarak ifade etmiştir. [40]

 

Açıklaması:

 

"Kim Rahmanın zikrine gözünü kapatırsa yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz." Kim, Kur'an-ı Kerime bakıp düşünmekten ve onunla amel etmekten gözünü kapatıp gaflet ile yüz çevirirse, biz ona ves­vese verecek ve onu yoldan çıkaracak bir şeytanı ona musallat ederiz. O kimse o şeytan dostundan asla ayrılmaz, daima onunla beraber olur, tüm işlerinde ve allayıp pullayıp tezyin ettiği her konuda şeytana uyar.

Ayette murat edilen mana şudur: Kur'an'ın hak olduğunu bildiği halde bilmezlikten gelen kimse şüphesiz bir sapıklık içerisindedir. İnsanın başı­na gelecek her afet ve belânın ana sebebi, dünyaya ve dünya ehline meyle­dip gönül vermektir. Bu, göz hastalığı gibidir. Sonra tedricen görme bozuk­luğu gibi, daha sonra da, körlük gibi olur.

Ayet yüce Allah'ın şu kavline benzemektedir: "Biz onlara birtakım arka­daşlar musallat ettik de, onlar önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bunlara süslü gösterdiler." (Fussilet, 41/25). Müslim'in Sahih'inde ve diğerle­rinden gelen bir rivayet şöyledir: "Her müslümanın beraberinde cinlerden birarkadaşı vardır. Şeytan ademoğlunun kan damarlarında dolaşmaktadır."

"Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar ken­dilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar." Yani Allah'ın kendi zikrinden yüz çeviren herkes için musallat ettiği bu şeytanlar, musallat edildikleri insanları vesveseleriyle hak ve hidayet yolundan engellemektedirler. Kâfir­ler de bu vesveseye aldanarak kendilerinin gerçeğe ve doğruya iletildikleri­ni zannederler.

Nihayet kâfir, ahirette şeytan arkadaşından uzaklaşacaktır. Bunu be­yan eden ayette Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "O kimse, en sonunda bi­ze gelince arkadaşına: Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası ka­dar uzaklık olsaydı, ne kötü arkadaşmışsın! der." Yani kâfir kıyamet gü­nünde bize geldiğinde, kendisine musallat edilen şeytandan bizar olup, on­dan uzaklaşmaya çabalayacak ve kendisiyle kendisine dost olan o şeytan arasında doğu ile batı arasındaki mesafe kadar uzaklık olmasını temenni edecek. İnsandan ayrılmayan o şeytan ne kötü bir dosttur!

Bazıları "hatta iza câânâ" şeklinde fiili tesniye olarak okumuştur. Yani o şeytan ve şeytana arkadaş olan insan gelince...

Allah'ın da haber verdiğine göre kıyamet gününde onlara şöyle denile­cek: "Zulmettiğiniz için bugün (nedamet) size hiçbir fayda vermeyecektir. Çünkü siz azapta ortaksınız." Ahirette onları kınamak, ayıplamak ve ümit­sizliğe sevketmek için şöyle denilecektir: Sizin dünyada nefislerinize zul­metmeniz açıkça ortaya çıktığına göre, bugün burada azaba ortak olmanı­zın size hiçbir yararı olmayacaktır. Çünkü hiçbirinizin azabından zerre ka­dar hafifletilmeyecektir. Halbuki dünya hali böyle mi? Hayır çünkü dünya­da musibet paylaşılınca azalır. İşte bu gösteriyor ki, azaba ortak olmak, dünyada olduğu gibi her hangi bir hafifliği getirmiyor. Çünkü herkes şid­detli azap içerisinde kendi nefsi ile meşguldür. Bu meşguliyet, diğerinin halini kendisine unutturur. Dolayısıyla azaba ortak olmak azabın hafifle­mesi anlamına gelmeyecek ve hiç kimse, musibet, keder ve acısından diğe­rine yardım imkânı bulamayacaktır. Herkesin azabtan müşterek bir nasibi olacaktır.

Sonra Allah Tealâ Rasul'ünü (s.a.) teselli için, davetinin onların kalp­lerinde etkili olmayacağını beyan ederek şöyle buyurdu: "(Rasulüm!) sağır­lara sen mi, işittireceksin, yahut körleri ve apaçık sapıklıkta olanları doğru yola sen mi ileteceksin?" Ya Muhammed! Sağırlara duyurma, körlere yol gösterme veya açık bir sapıklığın içinde dalmış kimseleri irşad etme imkâ­nın var mı? Yüce Allah bu insanları görme zayıflığıyla vasfettikten sonra üç sıfatla daha niteledi ki onlar da şunlardır: Sağırlık, körlük ve apaçık sa­pıklık. Basiretleri (kalp gözleri) zayıf olan bu kâfirler, ey Rasul! Senin ge­tirdiğini duymayan sağırlar, görmeyen körler gibidir. Onlar, dalâlet, küfür ve cehalette aşırı gidenlerdir. Allah Rasulü (s.a.) durmadan onları gerçek imana davet ediyor, onlarsa küfür ve batıldaki inatları sebebiyle Kur'an mucizelerini ve peygamberlik delillerini görmezlikten gelerek daha da az-gmlaşıyorlar.

Sonra yüce Allah, Rasul'üne (s.a.) onlardan intikam alacağını bildirdi ve şöyle buyurdu: "Biz seni onlardan alıp götürsek de yine onlardan inti­kam alırız." "Yahut onlara vadettiğimiz azabı, sana gösteririz. Çünkü bizim onlara gücümüz yeter." Yani onlar dünya veya ahirette azabımızdan kurtu­lamayacaklardır. Ey Rasul! Onlara azap gelmeden ruhunu kabzedip seni vefat ettirsek de, onlardan intikam alacağız. Bu intikam dünyada veya ahi­rette olabilir. Senin vefatından evvel, onları tehdit ettiğimiz azabı sana göstermeye de gücümüz yeter. Ne zaman istersek onlara azap ederiz. Şüp­hesiz Allah, peygamberinin hayatında onun gözünü aydın edip sevindir­miştir. Bedir gününde Hz. Muhammed'e (s.a.) karşı gelen o müşrikleri peri­şan etmiştir.

Kâfirleri azap ile tehdit onun mutlaka olacağına delildir. Çünkü Allah Tealâ verdiği sözden dönmez.

Peygambere yapılan bu zafer vaadinden sonra Allah ona Kurana ve onun gösterdiği yola sımsıkı yapışmasını emrederek şöyle buyurmuştur: "Sen sana vahyedilene sımsıkı sarıl, şüphesiz sen doğru yoldasın." Ey Ra­sul! Sen, Rabbin tarafından sana vahyedilen Kur'an'a sarıl. Çünkü sen, dünyada mutluluğa, ahirette ise kurtuluşa giden sağlam ve dosdoğru bir yoldasın. Seni yalanlayanlar yalanlasa da, bunun sâna zararı olmayacaktır.

Sonra Allah, Kur'an'ın mevkiini beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Doğrusu Kur'an, sana ve kavmine bir şereftir. İleride ondan sorumlu tutu­lacaksınız." Şüphesiz ki, Kur'an sana, Kureyş'e ve bütün Araplara bir şe­reftir. Zira onların lisanıyla nazil olmuştur. Siz, bu Kur'an'dan sorguya çe­kileceksiniz. Onunla nasıl amel ettiğiniz, ona nasıl karşılık verdiğiniz ve sizin üzerinizdeki hakkını nasıl yerine getirdiğiniz konusunda hesap vere­ceksiniz.

Bu ayetin benzeri Allah'ın şu sözüdür: "Andolsun, size içinde sizin için şerefiniz bulunan bir kitap indirdik." (Enbiya, 21/10).

Buhari ve Tirmizi'nin ise Muaviye (r.a.)'den rivayet ettiğine göre o şöy­le demiştir. Nebi (s.a.)'nin şöyle dediğini duydum: "Bu konu Kureyş'e aittir. Dini ayakta tuttukları sürece, Allah'ın yüzüstü süründürdüğü kimseler ha­riç kimse bu konuda onlarla mücadele etmez." Allah Rasulü (s.a.) "Bu ko­nu..." tabiriyle "hilafeti" kastetmiştir. Yani hilafet başkalarına değil, Ku­reyş'e aittir. Ahmet b. Hanbel ve Müslim'in Cabir (r.a.)'den rivayetlerine göre, Allah'ın Nebisi şöyle buyurmuştur: "Bu konuda insanlar Kureyş'e ta­bidir. Müslümanlar müslümanlara, kâfirlerde kâfirlere tabidir."

Daha sonra yüce Allah, tevhide davetin ve şirki terketmenin eskiden beri gelmekte olduğuna dikkat çekmiş, şöyle buyurmuştur: "Senden önce gönderdiğimiz elçilerimize (ümmetlerine) sor! Rahman'dan başka tapılacak tanrılar (edinin diye) emretmiş miyiz?" Sen içlerinde peygamberler ve alim­ler gönderdiğimiz ümmetlerin sülâlelerine, zürriyetlerine, "Allah, hiçbir dinde putlara tapılma izni vermiş midir." diye sor. Ayetin manası şudur: Bütün Peygamberler, ortağı olmayan bir Allah'a kulluğa davet etmişler, putlara tapınmaktan da sakındırmışlardır. "Andolsun ki biz, Allah'a kul­luk edin ve tağuttan sakının diye emretmeleri için her ümmete bir Peygam­ber gönderdik." (Nahl, 16/36).

Bundan maksat peygamberlerin tevhit hususunda ittifak ettiklerine ve Muhammed (s.a.)'in de Allah'ın birliğini (tevhidi) emretmekte peygam­berler arasında tek olmadığına dikkat çekmektir. Bu esasları itibariyle hak dinin birliğini gösterdiği gibi, peygamberlerin vazifelerinin de temelde aynı ve bir olduğuna delâlet etmektedir.

Bu emrin sebebi, Yahudi ve müşriklerin Peygamber (s.a.)'e: "Senin ge­tirdiğin senden öncekilere aykırıdır." demeleridir. Bu sebeple yüce Allah, Peygamberine, Peygamberi şüphe içinde olduğundan değil de, Allah'ın bir­liğini tespit ve teyit için, daha önce geçen peygamberlerin ümmetlerine bu tevhit meselesini sormasını emretmiştir. [41]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

1- Allah'ın saptırması ancak, insanların O'nun emirlerinden yüz çevir­mesinden sonra olur. Kim, Allah'ın ayetleri ve hükümlerine karşı gözlerini kapayıp görmezlikten gelir, bunlardan yüz çevirerek yoldan çıkaran insan­ların veya cinlerin batıl sözlerine aldanırsa, Allah küfrüne karşılık olarak, kendisini yoldan çıkaracak bir şeytanı ona musallat eder. O şeytan dünya­da ona, yanından ayrılmayan bir arkadaş olur. Onu helâlden alıkoyup ha­rama sevkeder, Allah'a itaatten sakındırıp masiyeti emreder. Ahirette de aralarında ortak olan azapta onun arkadaşı olur. Ebu Said el-Hudri şöyle demiştir: "Kıyamet gününde kâfir diriltildiği zaman şeytan dostu ile bira-raya getirilir ve birlikte cehenneme varıncaya kadar o, ondan ayrılmaz."

2- Şüphesiz şeytanların görevleri, vesveseleri ve saptırmalarından sa­kınmayı gerektirecek deredece tehlikelidir. Çünkü onlar, insanları hidayet yolundan alıkoyarlar ve kâfirlere doğru yolda oldukları zannmı verirler. Bir başka yoruma göre de şöyle denilmiştir: Kâfirler, şeytanların doğru yol­da olduğunu zannedecek ve onlara itaat edeceklerdir.

3- Kâfirin şeytandan kaçmaya çabaladığı, kendisiyle onun arasındaki uzaklığın doğu ile batı arasındaki uzaklık kadar olmasını temenni ettiği ve ona, sen ne kötü arkadaşsın! diyeceği zaman acı hakikat ortaya çıkmış ola­caktır. Çünkü şeytan onu çekip ateşe götürmüştür. Müfessir Ferra "bu'del meşrikaynı" ifadesinde yüce Allah'ın, doğu ile batıyı murat ettiğni, ancak bu iki isimden birini diğerine tağlib ederek "el meşrikaynı" dediğini söylemiştir. Nitekim Güneş ve Aya = el-kameran, Ebu Bekir ve Ömer'e (r.a.) el-Öme-ran, Küfe ve Basra'ya el-Basratan, öğlen ve ikindiye de el-Asran denilir.

4- Allah Tealâ, kıyamet gününde kâfiri kınamak için şöyle diyecektir: Siz dünyada Allah'a ortak koştuğunuz için "...keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı!" demenizin bu gün size hiçbir faydası olmayacaktır. Yani pişmanlığın bugün faydası yok, çünkü siz azap­ta müştereksiniz. Ya da, sizin azapta birbirinize ortak olmanızın bugün si­ze hiçbir faydası olmayacaktır. Çünkü herkesin o azaptan bol bol nasibi olacaktır. Dünyada bir musibete ve belâya uğrayanın sadece kendisinin o sıkıntıyı çekmediğini bilmesi onun üzüntüsünü biraz olsun hafiflettiği gibi; ahirette cehennem ehli bu teselliden faydalanmayacaktır. Çünkü onlar sü­rekli azapla meşgul olduklarından bu tesellinin onlara hiçbir faydası do-kunmaycaktır.

5- Allah Tealâ kavmi, İslâm'ı kabulden yüz çevirdikleri için, hüzün ve kederinden dolayı, Peygamberini teselli etmiş ve şöyle demiştir: "Bu işte se­nin yapacağın bir şey yoktur." Çünkü sen, görmesi zayıf, kör ve sağırları, yoldan sapmışları yola getiremezsin. O halde onlar kâfir oldu diye canın sı­kılmasın!

Müfessir Kurtubî "Allah Tealâ'nm: "(Rasulüm!) sağırlara sen mi işitti­receksin?" sözünde, Kaderiyye ve benzeri mezheplere reddiyye vardır, aynı zamanda hidayet, istikamet ve ilâhî yardımdan mahrumiyetin Allah'ın takdiri olduğuna da delil vardır. Allah, dilediğini sapıklığa yöneltir, diledi­ğini doğru yola iletir." demiştir.

6- Allah'ın müşriklere azabı, dünyada veya ahirette mutlaka olacaktır. Bunun Peygamber (s.a.)'in hayatında veyahut vefatından sonra gerçekleş­mesi bir şey değiştirmez. Çünkü Allah, her şeye kadirdir.

7- Allah, peygamberinin maneviyatını iki şeyle zirveye yükseltmiştir:

Birincisi: Allah'ın rızasına ve mükâfatına ulaştıracak olan dosdoğru bir yol üzerinde bulunduğunu kendisine bildirmesi.

İkincisi: Kendisi ve kavmi Kureyş için bir şeref olan Kur'an'la onun şe­refini ve makamını yüceltmesidir. Çünkü Kur'an onların diliyle, onlardan birine inmiştir. O halde siz ona karşı şükran borcunu ödemekten ve emirle­riyle amel edip etmemekten dolayı sorguya çekileceksiniz. Muhakkik alim­ler şöyle demişlerdir: Ayette, hayırla yadetmenin teşvik edilen bir husus ol­duğuna dair delil vardır. Çünkü hayırla anmanın etkisi her yeri ve her za­manı kapsamaktadır.

Müfessir Kurtubî de, "Kureyşli olsun olmasın, doğru olan; Kur'an'm, kendisiyle amel eden insan için şeref olmasıdır" demiştir.

Taberi'nin İbni Abbas'tan rivayetine göre İbni Abbas şöyle demiştir: Allah'ın Nebi'si (s.a.) bir seriyye veya bir gazadan döndü, kızı Fatıma'yı çağırdı ve şöyle buyurdu: "Fatıma! Kendini Allah 'in azabından koru. Çünkü Allah'ın azabından kurtarma konusunda benim sana hiçbir faydam ol­maz." Peygamberimiz (s.a.) buna benzer bir sözü, hanımlarına ve ehli bey­tine de söylemiştir. Sonra Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Beni Ha-şim, ümmetim olmaya insanların en yakınları değildi. Şüphesiz, ümmetim olmaya insanların en yakını muttakilerdir. Kureyş, ümmetime en yakın in­sanlar değildir. Kuşkusuz ümmetime insanların en yakını muttakilerdir. Ensar da ümmetime insanların en yakınları değildir. Hiç şüphe yok ki, üm­metime insanların en yakınları muttakilerdir. Köleler de ümmetime en ya­kın insanlar değildir. Şüphesiz ki ümmetine en yakın insanlar muttakiler­dir. Siz ancak bir erkek ve bir kadındansınız ve ölçek dolduktan sonra ka­lan fazlası gibisiniz. Hiç kimsenin diğerine, takva dışında bir üstünlüğü yoktur."

Taberi'nin yine Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayetine göre Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Andolsun ki cehennem kömüründen bir kömürle iftihar eden veya Allah katında, burnu ile pisliği iten bok böceklerinden da­ha pis topluluklar gelecektir. Hepiniz Adem'in çocuklarısınız, Adem ise top­raktandır. Şüphesiz ki Allah Tealâ sizden cahiliyyet aybını ve atalarla övünmeyi yok etmiştir. İnsanlar ya muttaki mümin, ya da bedbaht facir (kûfir)dir."[42]

Tevhit dini eskiden var olduğu gibi, şirkin reddediliş geleneği de eski­den beri vardır. Bu sebeple önceki peygamberlerin ümmetlerine Allah, put­lara tapınma izni verdi mi, Allah'tan başkasına kulluk edinilmesini emret­ti mi? diye, sorulunca, her iki soruya da olumsuz cevap vereceklerdir. Kâ­firlerin öfkelerinin ve Peygamber (s.a.)'e düşmanlıklarının en büyük sebe­bi, Peygamber (s.a.)'in, onların putlarını kabul etmemesidir. Allah Tealâ bu putların inkârını sadece Hz. Peygamber (s.a.)'e has olmadığını, bütün Pey­gamberlerin dinlerinde ve davetlerinde putların reddinin ortak bir nokta olduğunu açıkça beyan etmiştir. [43]

 

Musa (A.S.) Ve Firavun Kıssasından İbretler:

 

46- Andolsun ki biz Musa'yı ayetlerimizle Firavun'a ve onun ileri gelen adamlarına göndermiştik de Musa: Ben alemlerin Rabbinin elçi­siyim, demişti.

47-  Onlara ayetlerimizi getirince, bunlara gülüvermişlerdi.

48- Onlara gösterdiğimiz her bir ayet (mucize) diğerinden daha bü-

yüktü. Dönsünler diye onları azaba uğrattık

49-  (Bunun üzerine) dediler ki: Ey y  sihir yapan! Sana verdiği ahde göre bizim için Rabbine dua et. Çünkü

biz artık doğru yola gireceğiz.

50- Fakat biz onlardan azabı kaldı­rınca, sözlerinden dönüverdiler.

51- Firavun kavmine seslendi ve şöyle dedi: "Ey kavmim! Mısır mül­kü ve altımdan akıp giden şu ır­maklar benim değil mi? Hala gör­müyor musunuz?"

52- "Yoksa ben, kendisi zayıf ve ne­redeyse meramını anlatamayacak durumda bulunan şu adamdan da­ha hayırlı değil miyim?"

53-  "Ona altın bilezikler verilmeli veya yanında ona yardımcı melek­ler gelmeli değil miydi?"

54-  Firavun kavmini aldattı, onlar da kendisine boyun eğdiler. Onlar yoldan çıkmış bir kavimdir.

55- Böylece bizi öfkelendirince onlardan intikam aldık, hepsini suda boğduk.

56- Onları, sonradan gelenlerin geçmişi ve bir ibret örneği kıldık.

 

Belagat:

 

"... Mısır mülkü ve altından akıp giden şu ırmaklar benim değil mi?"

Buradaki itifham inkâr için değil, takrir içindir. Yani sizler, benim Mısır Kralı olduğuma dair bildiğiniz şeyleri açıkça kabul ediniz, demektir. [44]

 

Kelime ve İbareler:

 

"... biz Musa'yı ayetlerimizle" yani mucizelerle "göndermiştik" Burada Hz. Musa'nın kıssasına yer vermekten maksat Hz. Musa'nın da tevhide davet ettiğini ortaya koymak, Peygamber'i (s.a.) teselli etmek ve Kureyş'in: "Bu Kur'an iki şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıy­dı?" (31. ayet) sözlerinin çelişki olduğunu anlatmaktır.

"Onlara ayetlerimizi getirince, bunlara hemen gülüvermişlerdi." Hz. Musa, peygamberliğine delâlet eden ayetlerimizi onlara getirince, onlar bunlara hemen gülüvermişler ve bu ayetleri hiç düşünmeden inkâra sap­mışlardı "Onlara gösterdiğimiz her bir ayet..." tufan ve çekirge gibi azap ayetleri "diğerinden daha büyüktü." Mucize olma noktasında biri diğerin­den daha büyüktü. Yani bunların her biri büyük mucizelerdi. "Birtakım in­sanlar gördüm ki, bir kısmı diğerinden daha faziletlidir" cümlesi gibi. Ya da mana şöyledir: "Onlara gösterdiğimiz her bir ayet (mucize) diğerinden daha büyüktü..." Yani daha sonraki ayetler i'caz nevine hastı, bu itibarla diğerlerinden üstündü. Küfürlerinden "dönsünler diye" onları kıtlık, tufan ve çekirge gibi kahredici "azaba uğrattık..."

Azabı görünce Hz. Musa'ya "dediler ki ey sihir yapan!" onlara göre si­hir büyük bir ilimdi. "Sana verdiği ahde göre..." Yani iman edersek bizden azabı kaldıracağına dair sana verdiği söze göre veya Allah'ın sana vermiş olduğu peygamberlik sözüne göre "bizim için Rabbine dua et. Çünkü biz ar­tık doğru yola gireceğiz." Bizim için dua etmen ve bizden azabı kaldırması şartıyla inanacağız. "Fakat biz onlardan azabı kaldırınca sözlerinden dönü-veriyorlar." Hz. Musa'ya verdikleri sözden dönüp, küfür de ısrar ediyorlar.

"Firavun kavmine seslendi ve şöyle dedi:" Allah Tealâ Beni İsrail'den azabı kaldırınca, bir kısmının inanacağından korktuğu için Firavun, kav­minin meclisinde veya aralarında ya bizzat kendisi ve münadileri vasıta­sıyla böbürlenerek seslendi: "Altımdan akan şu ırmaklar benim değil mi?" yani sarayımın altından ve bahçelerinde akan. Bunlar, Nil'in kollan olup, en mühimleri dört tanedir: Nehru'l - Melik, Nehru Tolon, Nehru Dimyat ve Nehru Tinis. Şu an meşhur olan, aralarında Nil Deltasını oluşturan Dim­yat ve Reşid kollarıdır. "Halâ görmüyor musunuz?" büyüklüğümü halâ gör­müyor musunuz? "Yoksa ben, meramını anlatamayacak durumda" küçük­lüğünde ağzına aldığı bir kor ateşle dilinde meydana gelen pelteklik sebe­biyle "kendisi zayıf şu adamdan daha hayırlı değil miyim?" Ayetteki "Em" kelimesi "munkatıa" olabilir. O zaman mana şöyle olur: Aksine ben bu mülk ve bu zenginlikle Musa'dan daha faziletliyim. "Em" kelimesi "mutta­sıla" olursa mana şöyledir: Görüp de benim ondan daha hayırlı olduğumu bilmiyor musunuz?

Eğer doğru söylüyorsa "ona altın bilezikler verilmeli" Hz. Musa için söylenen bu husus, kralların adetine işarettir. Çünkü onlar birisini başları­na idareci ve kral yaptıklarında ona altın bilezikler ve altın kolyeler takar­lardı, "veya yanında ona yardımcı melekler " muhaliflerine karşı ona yar­dım edecek ve yanından ayrılmayacak melekler veya doğruluğuna şahitlik etmek üzere kendini izleyen melekler "gelmeli değil miydi?"

"Firavun kavmini küçümsedi" akıllarını hafife alıp küçümsedi, böylece onları sapıklığa davet etti "onlar da kendisine boyun eğdiler." Hz. Musa'yı yalanlama hususunda isteğine boyun eğdiler. "Onlar yoldan çıkmış bir ka­vimdir." Bu cümle "...boyun eğdiler" cümlesinin sebebini göstermektedir. O zaman mana şöyle olur: "Onlar Firavunun isteklerine boyun eğdiler. Çün­kü onlar yoldan çıkmış bir kavimdir."

"Böylece onlar bizi öfkelendirince..." isyan ve inattaki aşırılıklanyla bi­zi kızdırınca., "esef hüzün ve öfkenin birlikte oluşuna derler. Bazen birisi için de kullanılır.

"Onları sonradan gelenlerin geçmişi ve bir ibret örneği kıldık." Yani onları daha sonra gelecek kâfirlere örnek yaptık. Ayette geçen sâlifün'ün çoğulu "selefen" kelimesi "sülüfen" şeklinde de okunmuştur, o takdirde "se-lîfün" kelimesinin çoğulu olur. [45]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ, fakir, mal ve makamı yok diye Muhammed (s.a.)'in pey­gamberliğini Kureyş'in ayıpladığını beyan ettikten sonra, Firavun kıssa­sında da buna benzer bir olayı zikretmektedir. Hz. Musa'nın Peygamberli­ğine itiraz eden Firavun şöyle demiştir: Şüphesiz ki ben zenginim, pek çok malım var ve makam sahibiyim. Yüce Allah Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.)'e tevhit konusunda, önceki peygamberlerin dininde olduklarını iddia edenlere soru sormasını emredince, burada Musa (a.s.) kıssasını, sonra da İsa (a.s.) kıssasını; zikretti. Sonra Yüce Allah Firavunun bir şüphesini ha­tırlattı ki, o da şudur: Firavun'a göre krallık ve saltanat, peygamberliğin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu sebeple Firavun, Hz. Musa'dan kendilerince adet olan şeyi istedi: Onlar, kendilerine bir reis tayin ettiklerinde ona altın bilezikler takarlar ve altın kolyelerle, taçlarla taçlandırırlardı. Firavun, Hz. Musa'dan da bunu istiyordu. Ayrıca Firavun Hz. Musa'dan şunu da is­tedi: Eğer söylediklerinde doğru isen, seni muhaliflerin karşısında destek­leyecek melekler sana eşlik etsinler.

Bunun peşinden Firavun, saltanat ve hakimiyetinin gücüne aldana-cak insanları Hz. Musa'yı yalanlamaya davet ettiğinde, onların akıllarını hafife alıp küçümsemiş, onlar da sapıklıklarından dolayı Firavun'a boyun eğmişlerdi. Bu sebeple Allah Tealâ onlardan şiddetli bir intikam almıştır. [46]

 

Açıklaması:

 

"Andolsun ki biz Musa'yı ayetlerimizle Firavun'a ve onun ileri gelen adamlarına göndermiştik de, Musa: Ben alemlerin Rabbinin elçisiyim de­mişti." Andolsun ki biz Musa'yı, doğruluğuna delâlet eden, İsra suresinde (101. ayette) zikredilen dokuz mucize ile desteklenmiş olarak Firavun'a, kavminin eşrafına, Kıptilerden ve Beni İsrail'den tabüerine göndermiştik de, Musa (a.s.) onları, eşi olmayan bir Allah'a kulluğa davet ediyor, O'ndan başkasına kulluktan sakındırıyor ve onlara şöyle diyordu: Ben size alemle­rin, ins ve cinnin Rabbi olan Allah tarafından gönderilmiş elçiyim. Musa (a.s.)'ya verilen mucizeler şunlardı: Tufan, çekirge, haşere, kurbağalar, kan, kıtlık (ekinlerin, canların ve meyvelerin eksikliği), yed-i beyza (koy­nundan çıkardığı bembeyaz el) ve asa (Allah'ın izniyle bu asa yılana dönü­şüyordu.) Firavun ve kavmi yine büyüklük tasladılar, bunlara inanmayıp, yalanladılar ve alay ettiler. Nitekim Allah şöyle buyurdu: "Onlara ayetleri­mizi getirince, bunlara gülüvermişlerdi." Yani Hz. Musa, doğruluğunu gös­teren bu mucize ve delilleri onlara getirince, Firavun ve kavmi kendilerine bu ayetleri getiren Hz. Musa'ya gülüp onunla alay ediyorlardı. Ayette ge­çen "izâhüm"ün manası şudur: Onlar, bu ayetlerin gelişlerini hemen gülme ve alayla karşılıyorlardı.

Bu Allah Rasulünü (s.a.), kavminin davetinden yüz çevirmesi sebebiy­le karşılaştığı sıkıntılara karşı bir teselli mahiyetindedir.

"Onlara gösterdiğimiz her bir ayet (muzice) diğerinden daha büyüktü. Doğru yola dönsünler diye onları azaba uğrattık." Yani Hz. Musa'nın risa-let davasında doğruluğunu gösteren, Firavun ve ileri gelen adamlarına gösterdiğimiz her bir delil; kendi aleyhlerine delil olmak ve Hz. Musa'nın tevhide davette doğruluğunu gösterme açısından öncekilerden daha büyük­tü. Bununla birlikte, öncekiler de kendi yerlerinde büyüktü. Ayette geçen "uhtihâ" kelimesi, Hz. Musa'nın peygamberliğinin doğruluğuna delâlet eden bir diğer mucize demektir. Bununla beraber onlar sapıklıklarından dönmediler. Biz de, bu ayetleri yalanlamaları sebebiyle, küfürlerinden vaz­geçmeleri, eşi olmayan bir Allah'a inanmaları, emir ve yasaklarında Ona itaat etmeleri için onlara azap indirerek cezalandırdık.

Onlara her ayet geldiğinde ayeti sihir; Hz. Musa'yı da sihirbaz diye ni­teliyorlardı. Nitekim yüce Allah şöyle buyurdu: "Bunun üzerine dediler ki: Ey sihir yapan! Sana verdiği ahde göre bizim için Rabbine dua et; çünkü biz artık doğru yola gireceğiz." Yani onlar dediler ki: Ey sihirbaz, ey alim! -Onlar, ilim adamlarına saygı için, onlara sihirbaz ismini veriyorlardı- Eğer inanırsak bizden azabı gidereceğine dair bize haber verdiğin Allah'ın sana ahdi sebebiyle azabı bizden uzaklaştırması için, bizim adımıza Rabbine dua et! Şüphesiz biz, bundan sonra artık getirdiğin dine inanacağız.

"Fakat biz onlardan azabı kaldırınca, sözlerinden dönüverdiler." Yani

Hz. Musa Rabbine dua etti, Rabbi de onların azabını kaldırdı. Fakat Allah onlardan azabı kaldırınca verdikleri sözü bozup, tekrar küfre döndüler. Ni­tekim bir başka ayette bu husus şöyle beyan edilmiştir: "Biz de ayrı ayrı mucizeler olarak onların üzerine tufan, çekirge, haşere, kurbağalar ve kan gönderdik; yine de büyüklük tasladılar ve günahkâr bir kavim oldular. Azap üzerlerine çökünce, Ey Musa! Sana verdiği söz hürmetine, bizim için Rabbine dua et; eğer bizden azabı kaldırırsan, mutlaka sana inanacağız ve muhakkak İsrailoğulları'nı seninle göndereceğiz, dediler. Biz, ulaşacakları bir müddete kadar onlardan azabı kaldırınca hemen sözlerinden dönüver-diler." (Araf, 7/133-135).

Sonra Allah, Firavunun isyanını, kibrini ve küfürünü haber vererek şöyle buyurdu: "Firavun kavmine seslendi ve şöyle dedi: Ey kavmim! Mısır mülkü ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hala görmüyor-musunuz?" Firavun, kavminin Hz. Musa'ya meyledeceğinden korktuğu için, onları biraraya topladı ve kavmine şunları söyledi: Mısır'ın büyük sal­tanatı benim değil mi? Bu konuda benimle kimse münakaşa edemez. Mut­lak hakimiyet benimdir. Nil nehirleri (kolları) köşkümün altından ve önün­den, bahçelerimin içinden akmaktadır. İçinde bulunduğum azamet ve sal­tanatı görmüyor musunuz, bununla idareye ve nizam koymaya benim daha lâyık olduğumu anlamıyor musunuz? Musa'nın ve tabilerinin fakirliğine ve zayıflığına bakınız; onlar bana karşı direnebilirler mi?

Bu ayetin benzeri şudur: "Derhal (adamlarını) topladı ve (onlara) ba­ğırdı: Ben sizin en yüce rabbinizim! dedi. Allah onu, (herkese ibret olarak) dünya ve ahiret azabıyla cezalandırdı." (Naziat, 79/23-25).

"Yoksa ben, kendisi zayıf ve neredeyse meramını anlatamayacak du­rumda bulunan şu adamdan daha hayırlı değil miyim?" Yani ben, mül­küm, saltanatım, zenginliğim ve mevkiim itibariyle bu adamdan, fakir, güçsüz ve dilindeki ukdeden dolayı meramını neredeyse ifade edemeyen Musa'dan daha hayırlıyım. Firavun'un Hz. Musa (a.s.) hakkındaki bu me­ramını neredeyse ifade edememe düşüncesi onun önceki bilgisine göredir. Yoksa daha sonra kerim olan Allah Hz. Musa'nın dilindeki bu kekemeliği izale etmişti, ama bunu Firavun bilmiyordu. Hz. Musa (a.s.)'dan hikâye olarak yüce Allah şöyle buyurdu: "Dilimden (şu) bağı çöz ki, sözümü anla­sınlar. " Yüce Allah da bu duaya şöyle karşılık vermiştir: "Allah: Ey Musa! dedi: İstediğin sana verildi." (Taha, 20/27-28,36). Gerçekten küçüklüğünde ağzına aldığı bir ateş koru sebebiyle Hz. Musa'nın dilinde biraz kekemelik vardı. Bunun üzerine, insanlar sözünü anlasınlar diye, Allah'tan dilinin bu düğümünü çözmesini istedi, Cenab-ı Allah da duasını kabul ederek onun bu kekemeliğini giderdi. Kaldı ki, kulun fiili olmaksızın yaratılıştan gelen kusurlarla bir insanı asıl ayıplamak, ayıplayan kimse hakkında bir eksik­liktir. Çünkü böyle bir şeyle insan ne ayıplanır, ne de kınanır. Firavun, her ne kadar bu olayı idrak etmiş olsa da, cahil ve geri zekalı kavmine bunu geçerli bir akçe gibi sunmak istemiştir.

Sonra Firavun, peygamberliğin saltanatla desteklenmesi gerektiğini zannederek, sahip olduğu dünya nimetleri ve krallığına sığınarak Hz. Mu­sa'ya karşı büyüklük tasladı. Bu Firavun'un düşüncesini Allah şöyle anlat­tı: "Ona altın bilezikler verilmeli veya yanında ona yardımcı melekler gel­meli değil miydi?" Yani, eğer Musa benden büyükse altın bileziklerle süs-lenmeli veya peygamberliğinde samimi ise Rabbi ona altın bilezikler ver­meli değil mi idi? Bu aynen, Kureyş kâfirlerinin iki şehir halkından bir bü­yüğe peygamberliğin lâyık olduğuna dair söyledikleri sözlerine benzemek­tedir. Veya Musa eğer samimi ise, melekler onun beraberinde bulunup, on­dan ayrılmasalar, görevinde ona yardım etseler ve onun peygamberliğine şehadet etselerdi ya! Böylece Firavun, kavmine şu intibaı vermiştir: Pey­gamberler de mutlaka zorbaların, zalimlerin suretine, görüntüsüne bürün-meli veya meleklerle etrafları çevrümelidir. Firavun zahir görüntüye al-danmış ve peygamberlerin gerçeği ile ilgili olarak manevi cevheri idrak edememiştir.

"Firavun kavmini küçümsedi, onlar da kendisine boyun eğdiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavimdir." Yani Firavun, kavminin ve tebasınm ak­lını hafife alıp küçümsedi ve onları dalâlete davet etti. Onlar da bu konuda Firavun'un söylediklerini kabullendiler ve kendilerine verdiği emirlerde ona itaat ettiler, Hz. Musa'yı yalanladılar. Çünkü onlar Allah'ın itaatından çıkıp uzaklaşmış kimselerdir.

Sonra da yaptıkları suçlardan dolayı ceza zamanı geldi. Bununla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyurdu: "Böylece bizi öfkelendirince onlardan inti­kam aldık, hepsini suda boğduk." Yani onlar bizi kızdırıp öfkelendirince, onlardan şiddetli bir şekilde intikam aldık. Bu intikamın neticesi olarak onların hepsini denizde boğduk. Öğündükleri ve böbürlendikleri şeye uy­gun olarak boğulmak suretiyle helak edildiler. Firavun şöyle diyordu: "Ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi?"

Ahmed b. Hanbel, Taberani, Beyhaki ve İbni Ebi Hatim'in Ukbe b. Amir'den rivayetine göre Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Kul gü­nahlarına deOam etmesine rağmen, Allah'ın, ona dilediğini verdiğini gö­rürsen bil ki bu, onun için bir istidracdır (yani Allah onu yavaş yavaş ce­henneme çekmektedir.)" Sonra Allah Rasulü (s.a.) şu ayeti okudu: "Böylece bizi öfkelendirince onlardan intikam aldık, hepsini suda boğduk."

"Onları sonradan gelenlerin geçmişi ve bir ibret örneği kıldık." Yani Fi­ravun ve kavmini, azaba lâyık olmakta, aynen onların amelini işleyen kâ­firlere öncü yaptık, kendilerinden sonra gelecek kâfirlere ibret ve nasihat almak için dillerden dile dolaşan bir örnek kıldık. [47]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

1- Şüphesiz ki bu kıssa servet ve mal sahibi azgın ve zorbaların insanî değer, dinî fazilet sahibi, orta halli veya fakir olan insanlarla mücadelesini anlatmaktadır. Firavun'un Musa ile olan hikâyesi, Peygamber (s.a.)'in nü­fuz ve servet sahibi Kureyş kâfirleriyle olan haline benzer.

Bütün peygamberler Allah'ın birliği konusunda ittifak halindedirler. Dokuz mucize ile desteklenmesine rağmen, Firavun ve kavmi Musa (a.s.)'yı yalanlamışlardır. Yalanlamaları sebebiyle akıbetleri suda boğulmak olmuş­tur. Allah, Musa (a.s.)'yı ve kavmi Beni İsrail'i ise kurtarmış, güzel akıbet onların olmuştur. Aynı durum Peygamberimiz (s.a.) için de meydana gel­miş, kavmi onu yalanlamış, Allah da onları helak etmiş, peygamberine ve onun davetine inanan müminlere yardım etmiştir.

2- Hz. Musa'ya verilen mucizelerin etkisi güçlüydü. Verilen her mucize bir öncekinden daha büyüktü. Bununla beraber bu mucizelere inanmamış­lardır. Bu sebeple Allah, bu ayetleri (mucizeleri) yalanladıklarından dolayı onları azap ile cezalandırmıştır.

Hz. Musa (a.s.)'nın kavmi, ilim adamlarına sihirbaz adını veriyorlar, adetlerine göre sihirbazlara hürmet gösteriyorlardı. Allah'ın azabını görün­ce saygılarını ifade için Hz. Musa (a.s.)'yı da sihirbaz diye nitelediler. Veya gerçekten Hz. Musa'yı sihirbaz kabul etmiş de olabilirler. Hz. Musa'da (a.s.) inanmaları şartıyla Allah'ın kendilerinden azabı kaldıracağına dair verdiği sözü onlara haber verince, onlar Hz. Musa'dan azabın kendilerin­den kaldırılmasını isteyerek, doğru yolu bulacaklarına dair söz verdiler.

Hz Musa (a.s.) dua edip Allah onlardan sıkıntı ve üzüntüyü kaldırınca tekrar küfre döndüler, kendi kendilerine verdikleri sözü bozdular, inanma­dılar.

3- Allah, Firavun'un Musa ile olan durumunu hikâye ettikten sonra, Firavun'un Rabbi ile olan durumunu da hikâye etti. Firavun Musa'nın mu­cizelerini görünce kavminin ona meyletmesinden korktu, onları topladı, aralarında sesini yükselterek şöyle dedi: Mısır'ın mülkü benim değil mi? Bu konuda benimle hiç kimse münakaşa edemez. Nil nehrinin kolları be­nim sarayımın altından akmaktadır. Benim azamet ve kuvvetimi, Mu­sa'nın da zaafını görmüyor musunuz?

Sonra Firavun kendi durumunu açıklayarak şöyle dedi: Ben, bu sıra­dan, zayıf ve neredeyse meramını, açık bir şekilde anlatamayan Musa'dan daha hayırlıyım. Firavun bu sözü, daha önceki bilgisine göre Hz. Musa'nın lisanındaki bir ukde sebebiyle söylemiştir. Doğru dürüst beyanı olmayan ve düzgün bir lisana sahip bulunmayan bir kimse nasıl Peygamber olabi­lir? Fakir insan, büyük, zengin bir krala, Allah katından nasıl Peygamber olarak gönderilir?

Sonra da Firavun gururlanıp, büyüklük tasladı, servet, mal mülk ile kendine şeref payı çıkararak şöyle dedi: Dönemin adetine ve şeref izzet sa­hibi kişilerin giysisine uygun olarak ona altın bilezikler verilmeli değil miydi? Ya da Musa (a.s.) peygamberlik iddiasında doğruysa kendisiyle be­raber yürüyen, kendisini izleyip hiç ayrılmayan ve muhaliflerine karşı ken­disine yardım eden melekler topluluğuyla desteklenmeli değil miydi?

Böylece Firavun kavmine şu intibaı vermek istiyordu: Allah'ın elçileri­nin de, zahiri görüntüde, kralların elçileri gibi olmaları gerekir. Halbuki o Allah elçilerinin semavi askerlerle desteklendiğini bilmiyordu. Ayrıca Hz. Musa'nın tek, Firavu'nun bütün etbaıyla güçlü olmasına rağmen Allah'ın Musa'yı koruması, onu asa ve yed-i beyza (beyaz el) mucizesiyle destekle­mesi, kendisi için altın bileziklere sahip olması yanında yardımcı melekler, bu bakımdan daha tesirlidir.

4- Daha sonra da Allah Tealâ Firavunun kavmiyle olan durumunu an­lattı. Firavun, kavminin aklını hafife almış, onları cahil görmüş, onlar da akılsızlıkları ve beyinsizlikleri yüzünden ona boyun eğip itaat etmişlerdir. Çünkü bunlar, Allah'ın itaatından uzaklaşmış, fasık kimselerdi.

5- Firavun ve kavmi hadlerini aşarak en son sınırı da aşarak Allah'ı öfkelendirince Allah da onlardan şiddetli bir şekilde intikamını almış ve onları denizde boğmuştur.

Suht ile gazab kelimeleri arasındaki fark şudur: Suht, hoş görmemeyi açıklamak, gazab ise intikam isteğidir. "Esef ve "intikam'm Allah hakkın­da düşünülmesi muhal olduğundan müfessirler bu kelimeleri tefsir ettiler; Allah'a nispet edilen gazabı, cezalandırmayı istemek; intikamı da geçmiş bir suça ceza vermeyi murat etmek şeklinde tevil ettiler.

6- Allah Tealâ Firavun'un kavmini kendileri gibi davranan kâfirlere örnek yaptığı gibi, onlara ve daha sonra gelecek inkarcılara da bir ibret ve bir öğüt vesilesi kıldı.

Özetle: Firavun kıssasını burada zikretmekten maksat iki meselenin tespitidir:

Birincisi: Kâfirler ve cahiller peygamberlere karşı daima fakirlik ve za­yıflık şüphesi ile delil getirmişlerdir. Halbuki peygamberliğin ve güçlü ol­manın sırrı budur. Dolayısıyla onların söylediklerine iltifat edilmemelidir.

İkincisi: Firavun, dünyada en şerefli halinde iken mağlup olup, peri­şan olmuştur. Dolayısıyla kıyamete kadar Allah Rasulü (s.a.)'nün düşman­ları hakkında durum böyle olacaktır. [48]

 

İsa (A.S.) Kıssasındaki İbretler:

 

57- Meryem oğlu İsa, bir misal ola­rak anlatılınca senin kavmin he­men bağrışmaya başladılar.

58- "Bizim tanrılarımız mı hayırlı, yoksa o mu?" dediler. Bunu sana ancak tartışma için söylediler. Doğ­rusu onlar kavgacı bir toplumdur.

59- O sadece kendisine nimet verdi­ğimiz ve İsrailoğulları'na örnek kıl­dığımız bir kuldur.

Yer yüzünde yerimize geçecek melekler  yaratırdık.

61- Şüphesiz ki o (İsa), kıyametin  (ne zaman kopacağının) bilgisidir.  Ondan hiç şüphe etmeyin ve bana  uy". Çünkü bu dosdoğru yoldur.

62" Sakın şeytan sizi yoldan çevirmeşin çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.

63- İsa, açık deliUerle geldiği zaman demiŞti ki: Ben size nikmet getirdim ve ayrılığa düştüğünüz şeylerden sıze açıklamak için  geldim. Öyleyse Allah'tan korkun ve bana itaat edin.

64- Çünkü Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O'na ibadet edin. İşte bu, doğru yoldur.

65- Ama aralarından çıkan gruplar, ihtilâfa düştüler. Acı bir günün azabı kar­şısında vay o zulmedenlerin haline!

66-  Onlar farkında değillerken kıyamet gününün kendilerine ansızın gelme­sinden başka bir şey mi bekliyorlar?

 

Kelime Ve İbareler:

 

"Meryem oğlu îsa, bir misal olarak anlatılınca." bir misal yapılınca, yani hüccet ve burhan kılınınca, "Siz ve Allah'ın dışında taptığınız şeyler cehennem yakıtısınız." (Enbiya, 21/98) ayet-i kerimesi nazil olunca, müş­rikler, İbnü'z-Ziba'ra veya bir başkasının lisanıyla şöyle demişlerdir: Biz, ilâhlarımızın İsa ile birlikte olmasına razı olduk. Çünkü o da, Allah'ın dı­şında tapınılan birisidir, "senin kavmin hemen bağrışmaya başlar." Yani Kureyş'li müşrikler bu misalden dolayı hemen gülüverirler, bağırırlar ve duydukları şeyden dolayı sevinerek çığlık atarlar.

"Bizim tanrılarımız mı hayırlı, yoksa o mu? dediler." Yani müşrikler şöyle dediler: Sence bizim taptığımız putlar mı daha hayırlı, yoksa" İsa mı? Eğer İsa cehennemde ise bizim ilâhlarımız da onunla beraber olsunlar. Ve­ya mana şöyle olabilir: Bizim melek ilâhlarımız mı daha hayırlı, yoksa İsa mı? Allah'ın oğlu olarak İsa'ya tapınılınca, bizim melek ilâhlarımız buna daha lâyıktır, dediler. "Bunu" bu misali "sana ancak tartışmak için söyledi­ler." Hz. İsa ile ilgili olan bu misali sana, seninle mücadele etmek ve batıla sarılarak düşmanlıkta bulunmak için söylediler. Çünkü onlar "Siz ve Alah'ın dışında taptıklarınız" ayetindeki "mâ" edatının akıl sahibi olma­yan varlıklar için olduğunu biliyorlar ve Hz. İsa'yı kapsamayacağını idrak ediyorlardı.

"O, sadece kendisine nimet verdiğimiz " yani İsa, kendisine nübüvvet­le, peygamberlikle ihsanda bulunduğumuz bir kuldan başka bir şey değil­dir, "ve kendisini İsrailoğulları'na örnek kıldığımız bir kuldur." Yani İsa'yı babasız meydana getirerek, gariplikte bir misal yaptık. İşte bununla Al­lah'ın dilediğine kadir olduğuna delil getirilir. "Eğer dileseydik içinizden yeryüzünde yerinize geçecek melekler yaratırdık." sizi helak edip, yeryüzün­de melekleri sizin yerinize geçirerek... Bu ayetlerden kastedilen mana şu­dur: İsa (a.s.)'nm hali garipse de, Allah Tealâ bundan daha garibine kadir­dir. Melekler de sizin gibi mümkün zatlardır. Doğum yoluyla yaratılma ih­timalleri olduğu gibi yoktan var edilerek yaratılma ihtimalleri de vardır. O halde, bunların üâhlığa lâyık olduklarını ve Allah ile akrabalıklarının bu­lunduğunu nereden çıkarıyorsunuz?

"Şüphesiz ki o (İsa) kıyametin bilgisidir." Yani şüphesiz ki İsa veya kı­yamete yakın onun yeryüzüne inişi, kıyametin bilinmesine bir delildir. "Ondan hiç şüphe etmeyin." Yani kıyamet konusunda asla şüpheye düşme­yin, "ve bana uyun." Benim getirdiğim hükümlerime ve tevhide dayalı hi­dayetime tabi olun. "...çünkü bu..." size uymanızı emrettiğim "bu din dos­doğru bir yoldur. Sakın şeytan sizi yoldan" Allah'ın dininden ve size emret­tiğim şeye tabi olmaktan "çevirmesin"

"Çünkü o" şeytan "sizin için apaçık", düşmanlığı gayet açık ve onun üze­rinde devam eden "bir düşmandır. İsa açık delillerle" mucizeler veya İncil ayetleriyle "geldiği zaman demişti ki: Ben... ayrılığa düştüğünüz şeylerden bir kısmını size açıklamak için geldim." Ayrılığa düşülen işler din işleridir, dünya işleri değil. Çünkü peygamberler dünya işlerini açıklamak için gönderilmemiştir. Bu sebeple Müslim'in Enes ve Aişe (r.a.)'den rivayet ettiği hadis-i şerifte Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Siz, dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz." "Öyleyse Allah'tan korkun ve bana itaat edin." Size Allah tarafın­dan tebliğ edip bildirdiğim konularda. "Çünkü Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir." Bu peygamberin, itaat edilmesini emrettiği hususun beyanı­dır ki bu da Allah'ın birliğine inanmak ve hükümlerinin taabbüdi (kullukla ilgili) olduğunu kabul etmektir. "İşte bu dosdoğru bir yoldur." Bu, iki konu­nun toplamına işarettir. Ya İsa (a.s.)'nm sözünün tamamlayıcısıdır, ya da Al­lah'ın sözünün başlangıcı olup, itaatin gerekçesini göstermektedir.

"Ama aralarından çıkan gruplar." Hristiyan yahut Yahudiler arasın­dan çıkan gruplar veya Hz. İsa'nın gönderildiği kavim, "ihtilâfa düştüler." Hz. İsa hakkında çeşitli gruplara ayrılmışlardır. Kimisi ona Allah demiş, kimisi Allah'ın oğlu, kimisi de üçün üçüncüsüdür demiştir, "...vay o zulme­denlerin haline..." cümlesinde geçen "veyl" kelimesi ya azap manasını ifade eder veya cehennemde bir vadidir. "...O zulmedenlerin haline..." Hz. İsa hakkında söyledikleriyle kâfir olan grupların haline... "Onlar farkında de-ğillerken" dünya işleriyle meşgul oldukları için farkında olmadan "kıyamet gününün kendilerine ansızın gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar?" [49]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Meryem oğlu İsa bir misal olarak anlatılınca...' ayetinin (57. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak Ahmed b. Hanbel ve Taberani'nin sahih senet­le İbni Abbas'tan rivayetlerine göre Allah Rasulü (a.s.) Kureyş'e şöyle de­miştir: "Artık Allah 'tan başka tapınılan hiçbir varlık yoktur. Bunda da ha­yır vardır." Bunun üzerine Kureyş'liler "Sen, İsa'nın bir Peygamber ve sa-lih bir kul olduğunu iddia etmiyor muydun. Allah'ın dışında ona da tapmıl-mıştır?" dediler. Bu sebeple Allah Tealâ yukarıdaki ayeti indirdi.

Enbiya suresinin sonunda yüce Allah'ın "Şüphesiz siz ve Allah'tan başka taptıklarınız cehennem odunusunuz..." (98. ayet) ayetinin tefsiri sıra­sında Abdullah b. ez-Ziba'ra es-Sehmi'nin şöyle dediği geçmiştir: Bu Ka­be'nin Rabbine andolsun ki ben galip geldim. Ey Peygamber! Sen, melekle­rin ve İsa (a.s.)'nm salih kullar olduğunu iddia etmiyor muydun? İşte Meli-hoğulları meleklere, Hristiyanlar İsa'ya, Yahudiler de Üzeyr (a.s.)'e tapı­yorlar. Eğer onlar cehennemde ise biz ve ilâhlarımız onlarla beraber olma­ya razıyız. es-Sehmi dedi ki, ben böyle söyleyince Mekke halkı sevinç ile çığlık attı. İşte bu sebeple Allah Tealâ "Tarafımızdan kendilerine güzel akı­bet takdir edilmiş olanlara gelince, (bunlar, melekler, Üzeyr ve İsa'dır) işte bunlar cehennemden uzak tutulurlar." (Enbiya, 21/101). ayetini indirdi.[50]

 

Açıklaması:

 

"Meryem oğlu İsa bir misal olarak anlatılınca senin kavmin hemen bağrışmaya başladılar." Bu da Kureyş'in küfür ve inadında, batılı kalkan edinerek mücadelelerinde eza ve cefa çıkarmalarının bir başka çeşitidir ki, bu surede zikredilen küfürlerinden beşincisidir.[51]

Allah Tealâ'nın: "Siz ve Allah'ın dışında taptığınız şeyler cehennem ya­kıtısınız." (Enbiya, 21/98) ayeti nazil olduğunda İbnu'z-Ziba'ra Peygamber­le mücadelesinde Meryem oğlu İsa'yı misal verince, senin kavmin bundan dolayı hemen gürültü etmeye ve verilen bu misalden sevinerek çığlık atma­ya başlarlar. "Allah'ın dışında taptıklarınız" manasına gelen ayette geçen "mâ"nın akılsızlar için kullanıldığını, maksadın da putlar olduğunu ve do­layısıyla ayetin; İsa, Üzeyr ve melekleri kapsamadığını bilmediler mi? Çünkü bunların hepsi Allah'ın tevhit ehli kullarıdır. Hz. İsa (a.s.) kavmine vasiyetinde şöyle demiştir: "Rab, bizim ilâhımızdır. O, bir olan ilâh 'tır."

"Bizim tanrılarımız mı hayırlı yoksa o mu? dediler. Bunu sana ancak tartışma için söylediler. Doğrusu onlar kavgacı bir toplumdur." Kureyş kâ­firleri batılı müdafaa ederek şöyle demişlerdir: "Bizim ilâhlarımız İsa'dan daha hayırlı değildir. Binaenaleyh Allah'tan başka tüm tapınılanlar eğer cehennemde ise; biz de ilâhlarımızın İsa, Üzeyr ve meleklerle birlikte ol­masına razıyız." Hz. İsa hakkındaki bu misali sana, ancak seninle müna­kaşa etmek için vermişlerdir. Çünkü onlar çok kavgacı ve mücadeleci bir topluluktur. İmam Ahmed, Tirmizi, İbni Mace ve İbni Cerir'in Ebi Umame (r.a.)'den rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle bu­yurmuştur: "Hidayette iken sapmış kavimler, hep tartışma hastalığına tu­tulmuş kimselerdir." Daha sonra da "Bunu sana ancak tartışma için söyle­diler. Doğrusu onlar kavgacı bir toplumdur." ayetini okudu.

Sonra Allah Tealâ İsa (a.s.)'nın Allah'ın kullarından bir kul olduğunu beyan ederek şöyle buyurdu: "O, sadece kendisine nimet verdiğimiz ve İsra-iloğulları'na örnek kıldığımız bir kuldur." Ancak İsa (a.s.) kendisine ikram­da bulunduğumuz, nübüvvet ve risaletle nimetlendirdiğimiz, İsrailoğulla-rı'na ibret kıldığımız ve dilediğimize kadir olduğumuza dair bir delil, bir burhan kıldığımız bir kuldur. Çünkü biz onu şüphesiz babasız yarattık. O, ölüleri diriltir, anadan doğma körleri, alaca hastalığına yakalanmış kimse­leri ve tüm hastaları Allah'ın izniyle iyileştirirdi. Hz. İsa'nın yaratılışı Hz. Adem'in (a.s.) yaratılışından daha kolaydır. Çünkü Adem, babasız anasız yaratılmıştır. Allah Tealâ şöyle buyurdu: "Allah nezdinde İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra da ona "ol" de­di ve oluverdi." (Ali İmran, 3/59) Allah, her şeye kadirdir. O'nun kudret alâ­metlerinden birisi de şudur: "Eğer dileseydik, içinizden yeryüzünde yerinize geçecek melekler yaratırdık." Yani eğer dileseydik, sizi yok eder, yerinize yeryüzünü imar eden ve size halef olacak olan melekler yaratırdık. Bazı nahivciler, ayette geçen "minkum" terkibindeki "min" bedel manasmdadır, demişlerdir. Yani "Size bedel, sizin yerinize melekler yaratırdık..." demek­tir. Nitekim Tevbe Suresi 38. ayette: "Ahirete bedel, dünya hayatına razı mı oldunuz?" buyurulmaktadır ki, buradaki "min" de bedel manasında kulla­nılmıştır. Bu ayette kastedilen mana: tehdit, korkutma ve Allah'ın hayret verici kudretini beyan etmektir.

"Şüphesiz ki o (İsa) kıyametin (ne zaman kopacağının) bilgisidir. On­dan hiç şüphe etmeyin ve bana uyun. Çünkü bu dosdoğru bir yoldur." Yani İsa Mesih'in gökyüzünden yeryüzüne inişi kıyametin vukuunun bir delili ve işaretidir. Çünkü bu, kıyamet alemetlerindendir. Yüce Allah kıyamete çok az bir zaman kala Hz. İsa'yı gökten yere indirecektir. Nitekim bundan önce Deccal'm çıkışı da kıyamet alâmetlerindendir. O halde kıyametin ko­pacağında asla şüphe etmeyin ve onu yalanlamayın. Çünkü o mutlaka ola­caktır. Size emrettiğim tevhit meselesinde ve şirkin batıl olması konusun­da benim hidayetime tabi olunuz. İşte uyulması emredilip davet edilen bu yol, sağlam bir yol olup, kurtuluşa ve mutluluğa ulaştıracaktır.

İbni Kesir şöyle demiştir: Allah Rasul'ünden (s.a.) gelen mütavatir ha­dislere göre, İsa (a.s.)'nın kıyamet gününden önce adil bir imam ve hakem olarak gökyüzünden yere ineceği haber verilmiştir.[52]

"Sakın şeytan sizi yoldan çevirmesin. Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır." Yani şeytan sizi, kalplerinize attığı vesveselerle, hakka tabi ol­maktan alıkoymasın. Çünkü şeytan babanız Adem (a.s.) zamanından beri sizin apaçık düşmanmızdır.

"İsa açık delillerle geldiği zaman demişti ki: Ben size hikmet getirdim ve ayrılığa düştüğünüz şeylerden bir kısmını size açıklamak için geldim. Öyleyse Allah'tan korkun ve bana itaat edin." Hz. İsa mucizeleri ve doğru­luğuna delâlet eden delillerine, İncil'deki hükümleri getirince İsrailoğulla-rı'na şöyle demiştir: Ben size şüphesiz, güzel davranmayı teşvik eden, çir­kinliklerden alıkoyan yararlı hükümlerle, dinin ve Allah'ın bir kabul edil­mesi, kitaplarına, peygamberlerine ve son güne (ahiret gününe) iman et­mek gibi genel esaslar ile geldim. Yine Tevrat hükümlerinde ayrılığa düş­tüğünüz bazı dinî konuları size açıklamak için geldim. O halde masiyetler-den sakının ve size emrettiğim; Allah'ın birliği, hükümleri ve mükellefiyet­leri konusunda bana itaat ediniz.

İşin başı tevhit ve ibadettir. Yüce Allah da insanları itaat etmelerini emrettiği şeyi beyan ederek şöyle buyurdu: "Çünkü Allah, benim de Rab-bim, sizin de Rabbinizdir. Ona ibadet edin işte bu doğru yoldur." Yani işte o aziz ve celil olan Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir; benim de ilâhım sizin de ilâhınızdır. O halde O'na kullukta samimi olun ve sadece O'na kulluk yapın. Çünkü Onun hükümleriyle amel etmek sağlam bir yol ve doğru bir metottur.

"Ama aralarından çıkan gruplar ihtilâfa düştüler. Acı bir günün azabı karşısında vay o zulmedenlerin haline?" Yani İsa'nın gönderildiği Yahudi ve Hristiyan fırkaları onun hakkında ihtilâfa düştüler: O, Allah'ım dır, Al­lah'ın oğlu mudur, yahut üçün üçüncüsü müdür? diyerek çeşitli fırkalara ve gruplara ayrıldılar: Onlardan bir kısmı İsa'nın, Allah'ın kulu ve Rasulü olduğunu kabul eder ki gerçek de budur; bir kısmı onun, Allah'ın oğlu oldu­ğunu iddia ediyor, bir kısmı da onun Allah Rab ve İlâh olduğu noktasında­dır. İncil'in ilk sayfasına da "Bu, Rabbimiz ve ilâhımız İsa Mesih'in kitabı­dır" cümlesini yazmışlardır.

Yazıklar olsun ve şiddetli azap, İsa Mesih'in mahiyeti ve yaratılışı hakkında ihtilâf eden bu zalimlere olsun! Onun kim olduğu hakkında fark­lı görüşleri benimsemişlerdir. Onlar Allah'a şirk koşan ve Onun koyduğu hükümlerle bile amel etmeyen kimselerdir. Bu durum ise kıyamet gününde elem verici, şiddetli ve sürekli bir azaba sebep olmaktadır.

"Onlar farkında değillerken kıyamet gününün kendilerine ansızın gel­mesinden başka bir şey mi bekliyorlar?" Yani peygamberleri tekzip eden bu müşrikler farkında olmadan veya dünya işleriyle meşgul oldukları için kı­yametin aniden gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar? [53]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

1- Allah Tealâ bu surede müşriklerin küfürlerinden beş çeşidini zikret­miştir:

Birincisi: "Ama onlar, kullarından bir kısmını O'nun bir cüzü kıldılar." (15. ayet)

İkincisi: "Onlar, Rahmanın kulları olan melekleri dişi saydılar..." (19, ayet)

Üçüncüsü: "Rahman dileseydi biz onlara tapmazdık." (20. ayet) Dördüncüsü: "Ve dediler ki: Bu Kur'an iki şehirden bir büyük adama

indirilse olmaz mıydı?" (31. ayet)

Beşincisi: "Meryem oğlu İsa, bir misal olarak anlatılınca senin kavmin

hemen bağrışmaya başladılar." (57. ayet)

2- Müşrikler genelde bu beş şüpheye kapılırlar. Bu sebeple, onları kav­ga yolunu seçmiş görürsün. Kendilerince bir şüphe bulduklarında gürültü koparıp bağırıp çağırırlar. Halbuki İbnu'z-Ziba'ra, ayeti iyice düşünseydi itiraz etmezdi. Çünkü Allah Enbiya suresinde yukarıda yorumu geçen ayette "vema ta'budûne" demiş, "vemen ta'budûne" buyurmamıştır. Dolayısıyla ayette putları ve akıl sahibi olmayanları kastetmiş; bazıları tarafın­dan mabud da kabul edilseler, İsa'yı ve melekleri kastetmemiştir.

3- Müşrikler, mevzu ve hedefi olmayan, içi boş münakaşalara dayan­maktadırlar. Bu sebeple de, "Bizim, ilâhlarımız mı daha hayırlı, yoksa İsa mı?" diye sormaktadırlar. Bu misali de Peygambere, hak ile batıl arasını ayırmak arzusuyla değil de sadece üstünlük sağlamak maksadıyla ve he­defsiz bir mücadele arzusuyla vermişlerdir.

4- Münakaşının kötü olduğunu söyleyenler "Bunu sana ancak tartış­mak için söylediler." (58. ayet) ayetini gerekçe göstermişlerdir. Ancak ger­çek böyle değildir. İki çeşit mücadeleyi birbirinden ayırmak gerekir. Hakkı ortaya koymak için yapılan münazara övülmüş, batılı yerleştirmek için ya­pılan mücadele ise kınanmıştır. Yüce Allah şöyle buyurdu: "İnkâr edenler müstesna, hiç kimse Allah'ın ayetleri hakkında tartışmaz." (Fatır, 40/4).

5- Bütün enbiya ve Rasuller kavimlerine, kendilerinin beşer ve Al­lah'ın kulları olduklarını açıkça söylemişlerdir. O halde, hiç kimsenin in­san olmanın üzerine çıkarılması doğru olamaz. O da diğer insanlar gibi ka­bul edilmelidir. Buna göre İsa (a.s.) da beşerî bir tabiata sahiptir; Hristi-yanların iddia ettiği gibi ilâhî bir tabiatı yoktur. Ancak O, Allah'ın peygam­berlik ihsan ettiği diğer kulları gibi bir kuldur. Onun babasız olarak yaratı­lışını Allah, İsrailoğulları ve Hristiyanlara bir ayet ve bir ibret kılmıştır ki, bununla Allah'ın kudretine delil getirilir. İsa ölüleri diriltir, anadan doğma körleri, alacalıları ve tüm hastalıkları Allah'ın izniyle iyileştirirdi. Bu onun zamanında başka hiç kimseye verilmemişti. İsrailoğulları da o gün Allah'ın en çok sevdiği insanlar idiler. Çünkü Allah'a iman edip Onu bir kabul edi­yorlardı. Ne zaman ki, küfre saptılar, işte o zaman zelil oldular ve Allah onlara gazap eyledi.

6- Allah Tealâ her şeye kadirdir. O, insanların yerine, onlara yeryü­zünde halife olacak yeryüzünü imar edecek, medeniyetini yükseltecek ve yeryüzünün tüm işlerini üstlenmekte birbirini takip edecek melekleri ya­ratmaya da kadirdir.

7- Nasıl ki Deccal'ın çıkışı kıyamet alâmetlerinden ise, İsa (a.s.)'nın çı­kışı ve ahir zamanda semadan inmesi de şüphesiz kıyamet alâmetlerinden-dir. Müslim'in Sahih'inde şöyle bir rivayet vardır: "O, (yani el-Mesih ed-Deccal) bu halde iken aniden Allah, Mesih b. Meryem'i gönderecektir. Me­sih, Dımeşk'in doğusundaki Akminareye iki boyalı elbise içinde, elini iki meleğin kanatlan üzerine koymuş olarak inecek. Başını eğdiği zaman su damlayacak, kaldırdığı zaman ondan inci gibi gümüş taneleri yuvarlana-caktır. Onun nefesinin kokusunu duyan her kâfir mutlaka ölecektir. Nefesi de gözünün gördüğü yere varacaktır. Mesih bu adamı arayacak, nihayet ona Lüd kapısında (Filistin'de, Kudüs yakınında bir yer) yetişerek öldüre­cektir."

Müslim'in Sahihinde ve İbni Mace'de Ebu Hüreyre'den rivayet edildi­ğine göre Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah'a yemin olsun ki, İsa b. Meryem, adil bir hakem olarak mutlaka gökyüzünden inecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracaktır. Genç, dişi develer kendi haline bırakılacak, onlara rağbet edilmeyecek, bütün düşmanlıklar, küsüş­meler ve hasetlikler muhakkak surette kalkacaktır. İsa (a.s.) insanları ma­la davet edecek, fakat malı hiç kimse kabul etmeyecektir."

8- İsa (a.s.) hikmeti getirdiğinde -ki, bu Allah'ın zatını, sıfatlarını ve fi­illerini bilmek gibi dinin esasları ile ihtilâfa düştükleri dinin bazı fer'î ko­nularıdır- kavmi İsrailoğulları'na şirkten sakınmalarını, sadece Allah'a kulluk etmelerini ve davet ettiği tevhit konusunda kendisine itaat etmele­rini emretti, Allah'ın kendisinin de onların da Rabbi olduğunu açıkça be­lirtti, onlara Allah'a samimi kulluk etmelerini emretti. Allah'ın bir kabul edilmesi ve Ona kulluk, sırat-ı müstakimdir, (dosdoğru bir yoldur) başka yollar hakka ulaştırmaz. Eğer bu sözler, İsa (a.s.)'nm sözleri ise -ki, öyle­dir- o halde onun ilâh  olması veya ilâhın oğlu kabul edilmesi nasıl müm­kün olabilir?

9- Yahudi ve Hristiyanların veya Hz İsa'dan sonra meydana gelen gruplar -ki, bunlar Melkaniler, Yakubiler ve Nasturiler'dir- Hz. İsa hakkın­da ihtilâfa düşmüşlerdir: Nasturiler, o, Allah'ın oğludur, derken Yakubiler, o, Allah'tır, demişlerdir. Melkaniler ise o, üçün üçüncüsüdür, birincisi Al­lah'tır, iddiasında bulunmuşlardır. Kıyamet gününün elem verici azabı, kâ­fir ve müşriklere aittir.

10- İşte bu gruplar, ancak kıyametin aniden gelmesini beklemektedir. Onlar, kıyametin gelişinin ve vukuunun farkında olmayacaklardır. "Ansı­zın" sözünden sonra gelen "farkında değillerken" cümlesi, görecekleri bir takım olaylardan dolayı kıyametin mevcudiyetini bilemeyeceklerini beyan etmektir. [54]

 

Cennet Ehli Olan Muttakilere Verilecek Olan Nimetlerin Çeşitleri

 

67- O gün, Allah'a karşı gelmekten  sakınanlar dışında, dost olanlar (bi- le) birbirlerine düşman kesilirler.

68-69" Ey ayetlerimize inanan ve  müslüman olan kullarım! Bugün si- ze korku yoktur. Sizler üzülmeye- çeksiniz de.

70- Siz ve eşleriniz, ağırlanmış ola- rak cennete giriniz!

71-  Onlara altın tepsiler ve (altın)  kadehler dolaştırıhr. orada canlarının istediği gözlerinin hoşlandığı  her şey vardır   (Onlara şöyle denilir:) Siz» orada ebedî kalacaksınız,

72-  İşte yaptıklarınıza karşılık size  miras verilen cennet budur.

73- Orada, sizin için bol bol meyveler vardır, onlardan yersiniz, denilir.

 

Belagat:

 

"Onlara altın tepsiler ve kadehler dolaştırılır..." ayetindeki son kelime­den sonra hazif ile yapılan îcâz vardır. "Kadehler" "altın kadehler" demektir. Daha önceki kısım bunu ifade ettiği için buradan hazfedilmiştir. "Orada canlarının istediği, gözlerinin hoşlandığı her şey vardır." ayetinde özel ola­nın zikredilmesinden sonra onu da kapsayan genel ifadenin zikredilmesi vardır. [55]

 

Kelime ve İbareler:

 

"O gün, Allah'a karşı gelmekten sakınanlar dışında" Allah'a itaat şar­tıyla birbirlerini seven dostlar, işte gerçek dost bunlardır. Çünkü Allah kor­kusu üzerine kurulan dostluk, ebede kadar devam edecek ve faydalı ola­caktır, "dost olanlar (bile) birbirlerine düşman kesilirler." Yani kıyamet gü­nünde birbirlerine düşman olurlar. Çünkü onların dünyadaki dostlukları masiyet üzerine kurulmuştu.

"Ey ayetlerimize inanan ve müslüman olan kullarım! Bugün size korku yoktur. Sizler üzülmeyeceksiniz de." Bu, Allah için birbirlerini seven muttaki kullara yapılacak olan nidadır. Bu ifade öncekinden daha kuvvetlidir. Çün­kü ihlası ifade etmiştir. "Siz, orada ebedî kalacaksınız." Ebedîlik, istikrar ve güveni ifade eder. Çünkü cennet nimeti dışında bütün nimetler yok olacak­tır, "...size miras verilen cennet budur." Burada kulun amelinin karşılığı, mi­rasa benzetilmiştir. Çünkü mükâfat ve ecir amelin peşinden gelmektedir. [56]

 

Nüzul Sebebi:

 

"O gün, Allah'a karşı gelmekten ..." ayetinin (67. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak en-Nekkaş'ın bildirdiğine göre bu ayet Umeyye b. Halef el-Cu-mahi ile Ukbe b. Ebi Muayt hakkında nazil olmuştur. Bu ikisi dost idiler. Ukbe, Peygamber (s.a.) ile otururdu. Bunun üzerine Kureyş "Ukbe b. Ebi Muayt dinden döndü" dedi. Umeyye b Halef de Ukbe'ye "Eğer Muham-med'le karşılaşır da yüzüne tükürmezsen benimle görüşme, konuşma!" de­di. Ukbe de, Umeyye'nin söylediğini yaptı. Bu sebeple Nebi (s.a.) onu öldür­meyi ahdetti ve Bedir harbinde diğerlerinden ayırarak onu öldürdü. Umey­ye de yine savaşta öldürüldü. Bu ayet, onlar hakkında nazil olmuştur.[57]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah insanları kıyametin ansızın gelişiyle tehdit ettikten sonra, pe­şinden kıyametin bazı hallerini zikretti ve bu arada cennet ehlinin çeşitli nimetlerini de tasvir etti. Sonra da bunun arkasından cehennem ehlinin azap niteliklerini açıkladı, Allah için birbirlerini seven muttaki kullar ha­riç, maddi menfaat gayesiyle dost olanların kıyamet gününde birbirlerine düşman olacaklarını, müminlerin sürekli sevinç içerisinde, cennet nimetle­rine gark olmuş olarak mutlu bir halde dünyadaki salih amellerine karşı­lık zevku sefa süreceklerini zikretti. [58]

 

Açıklaması

 

"O gün Allah'a karşı gelmekten sakınanlar dışında, dost olanlar (bile) birbirlerine düşman kesilirler." Dünyada dost olanlar ve sadece dünyalık için birbirlerini sevenler kıyamet gününde birbirlerine düşman olacaklar­dır. Ancak Allah için birbirlerini seven muttaki kulların dostlukları ise ahi-rette de devam edecektir. Mana şudur: Allah' rızasının gözetilmediği tüm dostluk ve arkadaşlıklar, kıyamet gününde düşmanlığa dönüşür. Ancak Al­lah için kurulan dostluklar ise, Allah'ın devamlılığı gibi, devam edecektir. Allah Tealâ bir ayette şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler! Kendisinde artık alış veriş dostluk ve kayırma bulunmayan gün (kıyamet) gelmeden ön­ce, size verdiğimiz rızıktan hayır yolunda harcayın. Gerçekleri inkâr eden­ler elbette zalimlerdir." (Bakara, 2/254).

Hz. İbrahim de kavmine şöyle demişti: "Siz, sırf aranızdaki dünya ha­yatına has muhabbet uğruna Allah'ı bırakıp birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyamet günü (gelip çattığında ise) birbirinizi tanımazlıktan gelecek ve birbirinize lanet okuyacaksınız. Varacağınız yer cehennemdir ve hiç yar­dımcınız da yoktur." (Ankebut, 29/35).

Sonra Allah muttakiler için cennetteki nimetlerini vasfederek şöyle buyurdu:

"Ey kullarım! Bugün size korku yoktur. Sizler üzülmeyeceksiniz de." Ya­ni, Allah için birbirlerini seven bu muttaki kullara denilecek ki: Ahirette azaptan korkmayın ve dünya nimetlerinden elde edemediklerinize de üzül­meyin. Çünkü şüphesiz baki olan ancak ahiret nimetidir. Dünya ise fanidir.

İbni Asakir'in Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayetine göre Ebu Hüreyre şöy­le demiştir: Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurdu: "Biri meşrık (doğu), diğeri mağrib (batı) de iki kişi birbirlerini Allah için severlerse, Allah, kıyamet gü­nünde onları bir araya getirir ve benim rızam için ortaya koyduğunuz sev­ginin neticesi budur, der."

Allah, bu muttaki kullardan korkuları ve üzüntüleri giderdikten son­ra, şu sözü ile bunu mümin, müslüman kullarına has kıldı: "Ayetlerimize inanan ve gerçekten müslüman olan kullarım!" Yani yukarıda geçen "Bu­gün size korku yoktur, sizler üzülmeyeceksiniz de" sözü bütün insanlar için değildir. Bilakis Kur'an'a inanan, Allah'ın hükümlerine boyun eğen, ibadet ve taatte Allah'a samimi davrananlar içindir. el-Mu'temir b. Süleyman ba­basından rivayet ederek şöyle demiştir: Kıyamet gününde insanlar diriltil-diğinde korku ve dehşetten titremedik kimse kalmayacaktır. Bunun üzeri­ne bir görevli seslenecektir: "Ey kullarım! Bugün size korku yoktur. Sizler üzülmeyeceksiniz de." Bu seslenme üzerine tüm insanlar ümitlenecek, fakat peşinden şu ayet gelecek: "Ayetlerimize inanan ve samimi müslüman olan kullarım." Böylece müminlerin dışında insanlar ümitsizliğe düşeceklerdir.

Daha sonra bu müminleri Allah şöyle diyerek açıkça cennetle müjdele­di: "Siz ve eşleriniz, ağırlanmış olarak cennete giriniz." Yani kıyamet gü­nünde onlara şöyle denilecektir: Siz ve mümin eşleriniz ikrama nail olarak, nimetlenerek ve son derece mutluluk duyarak cennete giriniz.

"Onlara altın tepsiler ve kadehler dolaştırılır. Orada canlarının istediği gözlerinin hoşlandığı her-şey vardır. Siz orada ebedî kalacaksınız." Yani cen­nette sizin için çok çeşitli yiyecek ve içecekler vardır. Orada yiyecek ve içecek altın kaplarla sunulur. Cennette sizler için çeşitli yiyecekler, içecekler, giye­cekler ve güzel sözler vardır. İnsanların isteyip hoşlandığı her şey vardır. Cennette gözleri zevklendirip rahatlatan güzel şeyler, göz alıcı manzaralar, hoşlanılan her şey vardır. Bunların en güzeli de, herhangi bir kayıt ve keyfi­yet olmaksızın, Allah'ın cemalidir. Sizler o cennette ebedî kalacaksınız, ölme­yecek ve oradan çıkmayacaksınız. Oradan hiç ayrılmak istemeyeceksiniz.

Bu mükâfatın sebebi onların salih amelleridir. Bu sebeple Allah Tealâ şöyle buyurdu: "İşte yaptıklarınıza karşılık size miras olarak verilen cennet budur." Yani dünyadaki yaptığınız salih ameller sebebi ile içindeki çeşitli nimetlerle birlikte bu cennet şüphesiz sizindir. Miras, varisi nasıl bulursa, bu cennet de sizi öyle bulacaktır.

İbni Ebi Hatim'in Ebu Hüreyre'den rivayetine göre Ebu Hüreyre (r.a.) şöyle demiştir. Allah Rasulü (s.a.) buyurdu: "Bütün cehennemlikler, cennet­teki yerini görecek ve bu durum, onlar için bir hasret, bir pişmanlık olacak ve o şöyle diyecektir: Allah bana hidayet verseydi elbette sakınanlardan olurdum. Bütün cennetlikler de cehennemdeki yerini görecek ve şöyle diye­cektir: Allah bizi doğru yola iletmeseydi kendiliğimizden doğru yolu bula­cak değildik. Bu durum da cennetlik için bir şükre vesile olacaktır." Daha sonra Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurdular: "Hiçbir kimse yoktur ki, bir cen­nette, bir de cehennemde makamı olmasın. Kâfir, müminin cehennemdeki yerine varis olurken mümin de kâfirin cennetteki yerine varis olacaktır. İşte Allah'ın: "...yaptıklarınıza karşılık size miras verilen cennet budur." sözü­nün anlamı budur. Allah Tealâ cennetteki yiyecek ve içeceği zikrettikten sonra, nimeti tamamlamak için, meyveyi de zikretti ve şöyle buyurdu: "Orada sizin için bol bol meyveler vardır, onlardan yersiniz." Yani cennette sizin için yiyecek ve içecekten başka çok çeşitli meyveler de vardır. Hangi­sini tercih eder, ondan yersiniz. Kopardığınız her meyvenin yerine yeni bir meyve yaratılır. [59]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler, kıyamet gününe dair aşağıdaki hükümleri ihtiva etmektedir:

1- Allah korkusu ve sevgisiyle birbirlerine dost olanlar hariç dünyada dost ve arkadaş olanlar kıyamet gününde birbirlerine suçlayacak ve lanet edecek derecede düşman olacaklardır. Ancak birbirlerini Allah için sevenle­rin dostluğu ve sevgisi dünyada olduğu gibi, ahirette de devam edecektir.

Bu durum şunu göstermektedir: Dostluk ve arkadaşlık isyan ve küfür üzerine kurulursa kıyamet gününde düşmanlığa dönüşür. Ancak dostlukla­rını iman ve takva üzerine kuran tevhit ehli kimselere gelince, onların dostlukları asla düşmanlığa dönüşmeyecktir.

2- Allah'ın mümin, itaatkâr, muttaki kulları ahiret korkusundan emin olup üzüntüden kurtulmuşlardır. Allah onlara vahyettiği gibi, korkuyu ve üzüntüyü onlardan gidermiş ve onlara dört açıdan mutluluğu hissettirmiştir.

a)  "Ey kullarım!" diye vasıtasız olarak Allah Tealâ bizzat onlara hitap etmiştir.

b) Onları kullukla nitelemiştir ki, bu büyük bir şereflendirmedir. Nite­kim Allah Muhammed (s.a.)'i Miraç gecesinde kullukla şereflendirerek şöy­le buyurmuştur: "Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescidi Haram'dan çevresine mübarek kıldığı­mız Mescidi Aksa'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezehtir." (İsra, 17/1).

c) Kıyamet gününün korkusunu onlardan tamamıyla uzaklaştırmıştır ki, bu en büyük nimettir.

d)  Dünyada elde edemedikleri nimetlere karşı üzüntülerini de gider­miştir.[60]

3- Allah Tealâ, müminlere sonsuz ikramda bulunacak, onların korku­larını giderip güvene kavuşturduktan sonra, dünyadaki mümin ve müslü-man hammlarıyla birlikte cennetine sokacaktır. Bunun anlamı onların he­sabı çok kolay ve çok güzel geçeceğidir.

4-  Cennet ehline cennette yiyecek ve içecekler altın kaplarda sunula­caktır. Ancak dünyada altın ve gümüş kaplar kullanmak haramdır. Buhari ve Müslim'in Sahih'inde Huzeyfe (r.a.)'den gelen rivayete göre o, Allah Ra-sulü (s.a.)'nün şöyle dediğini duymuştur: "İpek elbise giymeyin, altın ve gü­müş kaplarda içmeyin, altın ve gümüş tepsilerde yemeyin. Zira bunlar dün­yada asi ve kâfirlere aittir. Ahirette ise sizin içindir."

Ümmü Seleme'den rivayet edilen bir hadiste Allah Rasulü (s.a.) şöyle bu­yurmuşlardır: "Altın ve gümüş kaplardan içenler, karınlarına cehennem ateşi­ni çekerler." İşte bu iki hadis münakaşasız bu konuda haramlığı gerektirir.

5- Cennette nefislerin istediği ve gözlerin bakmakta hoşlanacağı her şey vardır. Cennet ehli cennette baki ve devamlıdır. Tirmizi'nin Süleyman b. Büreyde'den onun da babasından, rivayet ettiğine göre: Adamın biri Peygamber (s.a.)'e şöyle sormuştur: "Ey Allah'ın Rasulü! (s.a.) cennette at­lar var mı?" Allah Rasulü (s.a.)'de: "Eğer Allah Tealâ seni cennetine koyar da, sen de cennette seni dilediğin yerde dolaştıracak kırmızı yakuttan bir ata binmek istersen buna kavuşursun." buyurdu. Adamın biri de, "Ey Allah Rasulü! (s.a.) cennette develer var mı?" diye sordu. Allah Rasulü (s.a.): "Eğer Allah seni cennetine koyarsa orada nefsinin istediği ve gözünün zevk duyduğu şeyler senin için olacaktır." buyurdu.

6- Cennet nimetine kavuşmak, dünyadaki salih amel sebebiyledir.

7- Yiyecek ve içeceğin dışında cennette, kurusuyla, yaşıyla, çok çeşitli ve güzel meyveler vardır. Cennet ehli bunlardan kesintisiz ve yokluğunu çekmeden yiyeceklerdir. Bu dünyada, mahrum kalınan lezzetlere karşılık­tır. Bunlardan bahsetmek de nimete ulaşma arzusunu tamamlamak ve bu nimetlere ulaştıracak davranış ve amellere yöneltmek içindir. [61]

 

Cennet Ehlinin Azabı Ve Bunun Sebepleri

 

74, 75- Şüphesiz suçlular cehennem azabında devamlı kalacaklar, azap­ları hafifletilmeyecektir. Onlar azap içinde ümit kesmişlerdir.

76-  Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendileri zalim kimselerdir.

77- "Ey Malik! Rabbin bizim işimizi bitirsin!" diye seslenirler. Malik de: Siz böyle kalacaksınız! der.

78-  Andolsun biz size hakkı getir­dik. Fakat çoğunuz haktan hoşlan­mıyorsunuz.

79-  Yoksa (müşrikler) bir işe kesin karar mı verdiler? Doğrusu biz de kararlıyız.

80- Yoksa onlar, bizim kendilerinin sırlarını ve gizli konuşmalarını işit­mediğimizi mi sanıyorlar? Hayır, öyle değil yanlarındaki elçilerimiz yazmaktadırlar.

 

Belagat:

 

"Andolsun biz size hakkı getirdik..." ifadesinden sonra, "yoksa (müşrik­ler) bir işe kesin karar mı verdiler..." cümlesinde muhatap kipinden gaib ki­pine geçiş, yani iltifat sanatı vardır. Burada şu anlatılmaktadır: Müşrikle­rin hileye, desiseye kesin karar vermeleri, haktan hoşlanmamalarından daha kötüdür.

"Yoksa onlar, bizim kendilerinin sırlarını ve gizli konuşmalarını işit­mediğimizi mi sanıyorlar?" ayetinde geçen "es-sırr: sır" ve "en-neva: gizli konuşma" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır. [62]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Şüphesiz suçlular" büyük günah sahipleri, Allah'ın ayetlerine inanan insanlara mukabil onları inkâr eden kâfirler. "Onlar ümit kesmişlerdir." kurtuluştan ümit kesmişlerdir. "Ey Malik!" Malik, cehennem muhafızıdır. "Rabbin bizim işimizi bitirsin." Bizi öldürsün. Yani, Rabbinden bizi öldürmesini iste! "Malik de: Siz böyle kalacaksınız." Devamlı olarak azapta kala­caksınız. Ölüm veya bir başka vesileyle kurtuluşunuz mümkün değildir

"der."

"Andolsun biz size hakkı getirdik" Ey Mekke halkı! Andolsun ki biz si­ze Peygamber (s.a.)'in lisanı üzere sabit olan değişmeyecek hakkı getirdik. "Yoksa (müşrikler) bir işe kesin karar mı verdiler?" Yoksa müşrikler, hakkı hoş görmemekle yetinmeyerek, Peygamber Muhammed (s.a.)'e tuzak kur­makta, hakkı yalanlayıp, reddetmekte planlarını sağlamlaştırdılar mı? "Doğrusu biz de kararlıyız." Biz de onları helak etmek ve cezalandırma ko­nusunda kararlıyız. [63]

 

Nüzul Sebebi

 

"Yoksa (müşrikler) bir işe kesin karar mı verdiler?" ayetinin (79. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Mukatil: "Bu ayet, müşriklerin Daru'n- Nedve'de Peygambere karşı kurdukları tuzak hakkında nazil olmuştur." demiştir.

"Yoksa onlar...mı sanıyorlar?" ayetinin (80. ayet) nüzul sebebi hakkın­da İbni Cerir et-Taberi'nin Muhammed b. Ka'b el-Kurazi'den rivayetine gö­re, el-Kurazi şöyle demiştir: Biz, Kabe ile Kabe örtüsü arasında üç kişi idik; ikisi Kureyş'li biri Sakif li veya ikisi Sakif li, biri Kureyş'li. Bunlardan biri şöyle dedi: Ne dersiniz, Allah konuşmamızı duyuyor mu? Diğeri "Eğer açık konuşursanız duyar, gizli konuşursanız duymaz," dedi. Bunun üzeri­ne: "Yoksa onlar bizim kendilerinin sırlarını ve gizli konuşmalarını işitme­diğimizi mi sanıyorlar?" ayeti nazil oldu. [64]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ cennet ehlinin hallerini zikredince, itaatkârın isyankâra olan üstünlüğünü belirtmek için, cehennem halkının durumlarını da zik­retti. Müminlere müjde anlamına gelen vaadi zikredince, kâfirleri tehdit manasına gelen vaîdi de belirtti. Aslında Kuranın sürekli olarak tertibi bu şekildedir: Allah Tealâ cennet ehli muttakiler için hazırladığı çeşit çeşit ni­metleri belirttikten sonra, cehennemlik olan kâfirler için de hazırlanan elem verici azabı ve bunun sebepleri olan küfür ve isyanlarını Allah'ın bu durumdan haberdar olduğunu ifade eder. Ve kendilerinden hiç ayrılmayan Hafaza melekleri onların bütün söz ve davranışlarını, yarın kıyamet gü­nünde ispat unsuru ve aleyhlerine bir hüccet olsun diye, yazmaktadır. [65]

 

Açıklaması

 

"Şüphesiz suçlular cehennem azabında devamlı kalacaklar," yani, dün­yada Allah'ı inkâr suçunu işlemiş olanlar hiç şüphesiz cehennem azabı içe­risinde devamlı ve ebedî olarak cezalarını çekeceklerdir, "azapları hafifletilmeyecektir. Onlar azap içinde kurtuluştan ümit kesmişlerdir." Onların bu azabı bir an, bir lahza bile hafifletilmeyecek ve istirahat imkânı bulamaya­caklardır. Kurtuluş ve tüm iyiliklerden ümitlerini kesecekler, korkunç bir hüzne düşeceklerdir.

Allah'ın da ifade buyurduğu gibi bunun sebebi, dünyada işledikleri gü­nahlardır. "Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendileri zalim kimseler­dir. " Yani, biz onları suçsuz yere cezalandırmadık ve hak ettilerinden fazla­sını da vermedik. Fakat onlar, işlemiş oldukları günahlar ve yapmış olduk­ları kötü davranışlar sebebiyle kendi kendilerine zulmetmişlerdir. Çünkü Allah'ı inkâr edip Peygamberlerini yalanladılar ve o peygamberlerin getir­diği hükümlere karşı çıktılar. Böylece amellerine uygun bir cezaya çarptı­rıldılar. Rabbin, kullarına asla zulmetmez.

"Ey Malik! Rabbin bizim işimizi bitirsin! diye seslenirler. Malik de: Siz böyle kalacaksınız! der. "Yani günahkârlar, içerisinde bulundukları şiddetli azaptan kurtulabilmek için; Ey Malik (cehennem muhafızı)! Allah, bizi öl­dürsün veya ruhlarımızı kabzetsin de, bizi içinde bulunduğumuz bu azap­tan rahata kavuştursun, derler. Cehennem muhafızı olan Malik de şöyle cevap verir: Sizler azapta devamlı kalacaksınız, cehennemden çıkabilme ve oradan uzaklaşma imkânınız yoktur. Cehennem muhafızına Malik ismi ve­rildi. Çünkü Malik kelimesinin türetildiği milk, dünyaya bağlılık demektir. Dünyaya bağlılık ise cehenneme girme sebeplerinden biridir. Nitekim cen­net muhafızına da Rıdvan adı verildi. Çünkü Allah'ın hükmüne razı olmak, tüm rahat ve mutlulukların, huzur ve kurtuluşun sebebidir.

Yukarıda geçen ayetlerin benzerleri şu ayetlerdir:

"...inkâr edenler, öldürülmezler ki, ölsünler. Cehennem azabı da onlara biraz olsun hafifletilmez." (Fatır, 35/36) "En büyük ateşe girecek olan kötü kimse öğütten kaçınır, sonra o, ateşte ne ölür ne de yaşar." (A'la, 87/11-13). Rivayet edildiğine göre cehennem ehli, cehennem muhafızlarından yardım talebinde bulunacak ve bir gün olsun, Rablerinin kendilerinden azabı hafif­letmesini onlardan isteyecekler; onlar da çok kötü bir şekilde cevap vere­ceklerdir: "Ateşte bulunanlar cehennem bekçilerine: Rabbinize dua edin, bizden bir gün olsun azabı hafifletsin, diyecekler. (Bekçiler) size peygamber­leriniz açık açık deliller getirmediler mi? derler. Onlar da getirdiler, cevabı­nı verirler. (Bekçiler ise) o halde kendiniz yalvarın, derler. Halbuki kâfirle­rin yalvarması boşunadır." (Gafir, 40/49-50).

Onların cezalandırılma sebebini de Allah Tealâ şöyle diyerek beyan ediyor:

"Andolsun biz size hakkı getirdik. Fakat çoğunuz haktan hoşlanmıyor­sunuz." Yani andolsun ki, biz size hakkı açıkça gönderdik, peygamberlere kitaplar indirdik; onlar da sizi sırat-ı müstakime davet ettiler, ama siz di­rendiniz, yalanlayıp inkâr ettiniz ve işi inada bindirdiniz. Sizin hiçbiriniz haktan ve hak ehlinden hoşlanmaz ve kabul etmezsiniz.

Yüce Allah, onlara ahirette nasıl azap edileceğini zikrettikten sonra, dünyada onların hile ve fesatlarını belirtti ve onların tuzak kurmalarının, haktan hoşlanmamalarından daha kötü olduğunu beyan etmek için de, ifa­de tarzında hitabtan gaibe dönüş yaparak (yani önce ikinci şahsı kullanır­ken sonra üçüncü şahsa dönerek) buyurdu ki:

"Yoksa (müşrikler) bir işe kesin karar mı verdiler? Doğrusu biz de ka­rarlıyız." Yoksa Mekke müşrikleri, Peygamber (s.a.)'i öldürmek, yahut hap­setmek veya Mekke'den kovmak için Darün-Nedve'de ona hile yapma ko­nusunda sağlam bir plan mı yaptılar?

Mana şudur: Onlar her ne zaman Muhammed (s.a.)'e karşı hile yapma konusunda kesin bir karar verseler, biz de onları cezalandırmak için kesin kararımızı veririz ve onların hilesine daha sağlam bir şekilde cevap veririz. Yani onları cezalandırmak ve şiddetli bir cezaya çarptırma işini planlarız. Nitekim yüce Allah şöyle buyurdu: "Onlar böyle bir tuzak kurdular. Biz de kendileri farkında olmadan, onların planlarını altüst ettik." (Nemi, 27/50), "Yahut bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Asıl tuzağa düşecek olanlar, inkâr edenlerdir." (Tur, 52/42). Ayetlerde geçen "keyd ve mekr" (tuzak ve hile)'den her biriyle; kâfirlerin hakkı batılla reddetmelerindeki cüretlerine bir karşı­lık olması için bunun günahının onlara yöneltilmesi, bu tuzak ve hilelerin boşa çıkarılması gibi birtakım ilâhî cezalar kastedilmiştir. Bu sebeple de Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:

"Yoksa onlar, bizim kendilerinin sırlarını ve gizli konuşmalarını işit­mediğimizi mi sanıyorlar? Hayır, öyle değil, yanlarındaki elçilerimiz yaz­maktadırlar." Yani yoksa onlar, bizim kendilerinin sırlarını ve açığa vur­duklarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Yani ister, içlerinde gizledikleri şer, kötülük ve hile olsun; isterse aralarında, inananlara karşı komplo düzenle­mek için birbirleriyle açıkça fısıldaşmaları olsun, değişmez. Evet, biz bunu işitiriz ve tamamıyla biliriz. Hafaza melekleri de, onlardan meydana gelen, küçük-büyük söz ve davranışların tümünü yazarlar: "İki melek (insanın) sağında ve solunda oturarak yaptıklarını yazmaktadırlar." (Kaf, 50/17-18).[66]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

1- Allah'ın varlığına, birliğine inanmayan; Peygamberleri ve ilâhi ki­tapları tasdik etmeyen kâfirlerin cezası hiç şüphesiz cehennem ateşidir. Al­lah Tealâ böylelerini mücrimlerin sıfatlarıyla nitelemiştir.

2- Yüce Allah, cehennem azabını da üç şekilde tasvir etti:

Birincisi: Ebedîlik.

İkincisi: Azabın hafifletilmeyeceği.

Üçüncüsü: Rahmetten ümit kesileceği.

3- Kıyamet gününde kâfirlere azap edilmesinde asla zulüm yoktur. Ancak onlar, kendilerine şirk ile zulüm etmişlerdir. Allah hakkında en bü­yük günah Ona şirk koşmaktır. Bu sebeple Yüce Allah şöyle buyurdu: "Al­lah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz, bundan başkasını (gü­nahları) dilediği kimse için bağışlar." (Nisa, 4/48).

4- Kâfirler, kurtulma imkânları olmadığını bilmelerine rağmen, cehen­nem bekçisi Malik'ten ebedî ölümle bu azaptan kurtulmayı isterler. Bunu ya bir temenni olarak, ya da yardım gayesiyle isterler. Her ikisi de şaşkın­lığın, üzüntünün ve ızdırabın ifadesidir ki her konuda ümidini kesmiş, şaş­kın kimselerin yapacağı iştir. Onlara, devamlı cehennem ateşinde kalacak­sınız, diye cevap verilir.

Müfessirler, kâfirlerin bu istekleriyle, onlara verilen cevap arasında kırk, seksen, yüz veya bin sene olduğunu zikrediyorlar. Birinci görüş Ab­dullah b Amr'a, ikinci görüş: Abdullah b. el-Mübarek'e, üçüncü görüş: Ab­dullah b. Abbas'a ve dördüncü görüş ise el-A'mes'e aittir.[67] Fakat bu görüş­lerin hepsi sağlam ve kesin delile muhtaçtır. Bu konunun ilmini Allah'a bı­rakıyoruz.

5- Kâfirlerin cezalandırılmalarının sebebi, Allah Tealâ'nın kendilerine hakkı getirmiş, onların da bunu kabul etmemiş olmasıdır. Hepsi, Muham-med (s.a.) ve Kur'an'dan kaçmakta ve Allah'ın dini olan İslâm'ı kabul ettiği için de ona şiddetli bir şekilde düşmanlık beslemektedirler.

6-  Allah, kâfirlerin Peygamber (s.a.)'e karşı bütün komplolarını boşa çıkartmıştır. Çünkü Allah onu insanların kötülüklerinden korumuştur. Da­ha önce de geçtiği gibi Mukatil demiştir ki "Yoksa (müşrikler) bir işe kesin karar mı verdiler?" ayeti, müşriklerin Daru'n-Nedve'de Peygamber (s.a.)'e karşı tuzak kurma planları hakkında nazil olmuştur. Ebu Cehü'in işareti­ne göre her kabileden bir kişi ortaya çıkacak, Peygamber (s.a.)'in öldürül­mesine iştirak edecek, böylece onu öldürenlere karşı kısas yapma işi zorla­şacaktı. İşte ayet bu olay dolayısıyla nazil oldu.[68]

7- Allah, insanların kendi aralarındaki gizli veya aşikâr her konuşma­larını duymaktadır, bunun aksini düşünen insanlar hata yapmaktadırlar. Allah her şeyi gören ve duyandır. "Sırr" kişinin, kendisine veya başkasına kimsenin bulunmadığı boş bir yerde, söylediği sözdür. Ayette geçen "necva" insanların aralarında alçak sesle konuştukları sözlerdir. Hafaza melekleri de bu halleri onların aleyhine olmak üzere yazmaktadır. Bu yazı kıyamet gününde amel defterinde yazılı olacak, insanlar buna göre hesaba çekile­cektir. Ayrıca bu yazı, onların isyanları ve kötülüklerini ispat için bir delil ve bir burhan olacaktır. Bu, Allah'ın ilmini teyit içindir. [69]

 

Allah'ı Çocuktan Ve Ortaktan Tenzih Etmek

 

81- De ki: Eğer Rahman'ın bir çocu­ğu olsaydı, elbette ben (ona) kulluk edenlerin ilki olurdum!

82-  Göklerin ve yerin Rabbi, arş'ın da Rabbi olan Allah onların vasıf­landırmalarından yücedir, münez­zehtir.

83-  Sen bırak onları, kendilerine söz verilen günlerine kavuşuncaya kadar batıla dalsınlar, oynaya dur-

84- Gökteki ilâh da, yerdeki ilâh da O'dur. O, hakimdir, her şeyi bilendir.

ikisi ; bulunan her şeyin mülkü kendisine

lar, şefaat edemezler. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışın­dadır.

87- Andolsun onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan elbette Allah derler. O halde nasıl (Allah'a kulluktan) çeviriliyorlar?

88, 89- (Rasulullah'ın) "Ya Rabbi! Bunlar, iman etmeyen bir kavimdir." demesi­ne karşı Allah: "Şimdilik sen onlardan yüz çevir ve size selâm olsun de. Yakın­da bilecekler!" buyurdu.

 

Kelime ve İbareler:

 

"De ki: Eğer Rahman'ın bir çocuğu olsaydı, elbette ben (ona) kulluk edenlerin ilki olurdum." Yani Allah'ın bir çocuğunun olduğu faraziye olarak kabul edilse ve bu da kesin delille sabit olsa ben Allah'ın peygamberi Mu-hammed, babaya saygı için o çocuğa saygı gösterenlerin ilki olurdum. An­cak Allah Tealâ'nın asla çocuğu olmadığı gibi eşi ve benzeri de yoktur. Böy­lece ona da tapınma ihtimali yok olup ortadan kalkmıştır.

"Göklerin Rabbi arşın da Rabbi olan Allah münezzehtir." Yani çocuk sahibi olmaktan ve her türlü eksiklikten münezzehtir. Arş veya kürsî, gök­lerden de, yerden de çok daha büyük varlıklardır. Tabii işin gerçeğini Allah daha iyi bilir. "Sen bırak onları kendilerine söz verilen günlerine kavuşun­caya kadar" Azap ile tehdit edillecekleri kıyamet gününe kadar "batıla dal­sınlar" batıl düşüncelerinde eğlensinler ve bozguncularla birlikte bozgun­culuk yapsınlar, "oynaya dursunlar." dünyalarında oynasınlar.

"Gökteki ilâh da, yerdeki ilâh da O'dur." Yani gökte de kendisine kul­luk edilir, yerde de. Gökte de mabuttur, yerde de.

Mana şöyledir: Allah Tealâ uluhiyyet (ilâhlık) ve Rububiyyeti (Rablık) ile göktedir. Yoksa bu mekân tutup yerleşmek anlamında değildir. "Kıya­met saatini bilmek de O'na mahsustur." Kıyametin kopacağı saatin bilgisi O'ndadır. Hesap ve ceza için "siz Ona döndürüleceksiniz."

"Allah 'ı bırakıp da taptıkları putlar şefaat edemezler." "Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadır." Yani "Lailâhe illallah" diyenler bu hükmün kapsamına girmezler. Buradaki istisna ya muttasıldır (çünkü Melekler İsa ve Üzeyr de onların taptıkları arasındadır) ya da munkatıdır. Yani tevhide ilim ve basiretle şahitlik edenler ve lisanlarıyla şahitlik ettik­leri gibi, kalpleriyle de kesin inanan İsa, Üzeyr ve melekler, Allah'ın izniy­le müminlere şefaat edeceklerdir, "...yakında bilcekler." kendileri için hazır­lanan azabı yakında göreceklerdir. Bu kısım, kâfirleri tehdit ve kınama içindir. [70]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah, ahirette suçlu kâfirlerin durumlarını beyan ettikten sonra peşinden de kendisine çocuk ve ortak isnat edilmesinin mümkün olmadığı­nı, gökte de, yerde de hakiki mabudun ancak kendisi bulunduğunu, yaptığı işlerde hikmeti gözettiğini, her şeyi bildiğini, göklerin, yerin ve kâinattaki her şeyin sahibi olan Allah'ın noksanlıklardan münezzeh olduğunu, Al­lah'tan başka tapılan ilâhların ahirette şefaat gibi heı hangi bir faydası ol­mayacağını, müşriklerin kâinatın yaratıcısının Allah olduğunu itiraf edip de sonra kalkıp O'nunla birlikte başkasına da taptıklarında çelişki içerisin­de bulunduklarını ve Allah'tan başka, vaktini hiç kimsenin bilemeyeceği kıyamet gününde, onların bir hesabı olacağını belirtmiştir. [71]

 

Açıklaması

 

"De ki: Eğer Rahmanın bir çocuğu olsaydı, elbette ben (O'na) kulluk edenlerin ilki olurdum." Yani, ey Muhammed! Şöyle de: Eğer sağlam bir de­lille Allah'ın bir çocuğu olduğu sabit olsaydı, ben de varlığını iddia ettiğiniz bu çocuğa kulluk edenlerin ve babasının büyüklüğünden dolayı çocuğuna saygı gösteren gibi saygı gösterenlerin ilki olurdum. Ancak bu, Allah Tealâ hakkında mümkün değildir. Onun çocuğu olması muhaldir, zatı itibariyle de imkânsızdır. Çünkü bu durum Onu acze, başkalarına muhtaç olmaya ve eksikliğe götürür. Halbuki ilâhın sıfatları tam ve eksiksizdir. Bu cümle hem lafız ve hem de mana açısından şart cümlesidir, şart ve cezadan (şar­tın karşılığmdaki cevabından) meydana gelmiştir. Şartın meydana gelmesi gerekmediği gibi, cezanın da vukuu gerekmez. Bu cümle, Allah'ın çocuğu­nun bulunmadığı konusunda mübalağa kastıyla, farazî ve temsilî olarak söylenmiş bir sözdür, ret nevilerinin en belâgatlisi ve en kuvvetlisidir. Nite­kim kişi münakaşa eden adama şöyle der: Söylediğin şey, delille sabit olur­sa, ona ilk inanan ben olurum.

Bu durum, Allah'ın şu sözlerine benzer: "Eğer Allah bir evlât edinmek isteseydi, elbette yarattıklarından dilediğini seçerdi. O yücedir. O, tek ve kahhar olan Allah'tır." (Zümer, 39/4) "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmiş­ti." (Enbiya, 21/22). Yani göklerde ve yerde birden fazla ilâh bulunsaydı kâinatın düzeni bozulurdu.

Allah'ın çocuğu olmadığı hükmünü Onun şu ayeti teyit eder: "Gökle­rin ve yerin Rabbi, arşın da Rabbi olan Allah, onların vasıflandırmaların­dan yücedir, münezzehtir." Yani Allah'ı, müşriklerin yalan yere çocuğu var­dır, demelerinden ve zatına yakışmayacak iftiralarından tenzih ve takdis ederiz. Ya da mana şöyle olabilir: Eşyanın yaratıcısı olan Allah çocuğu ol­maktan yücedir, münezzeh ve mukaddestir. Çünkü o, göklerin ve yerin sa­hibidir. Kâinatı kuşatan arşın Rabbidir. Müşriklerin yalan olarak kendisi­ne çocuk isnat etmeleri ve bununla nitelemelerinden münezzehtir.

Sonra Allah Tealâ, peygamberine inatçı kâfirlerden yüz çevirmesini emrederek şöyle buyurmuştur:

"Sen bırak onları, kendilerine söz verilen günlerine kavuşuncaya kadar batıla dalsınlar, oynaya dursunlar." Yani ey Peygamber! Sen bırak onları! Tehdit edildikleri kıyamet gününe kavuşuncaya kadar cehaletlerine, batıl ve sapıklıklarına dalsınlar; dünyalarında oynayıp eğlensinler! Bu ifadede tehdit vardır.

Allah Tealâ şöyle diyerek kendinin çocuktan münezzeh olduğunu daha da pekiştirmektedir:

1- "Gökteki ilâh da, yerdeki ilâh da O'dur. O, hakimdir, her şeyi bilen­dir." Yani gökte de hakkıyla mabut olan (ibadet edilen), yerde de hakkıyla mabut olan Allah'tır. O halde O'ndan başkası kulluk edilmeye lâyık değil­dir. O, yarattığı varlıkların işlerini düzene koymakta hikmet sahibidir. On­ların ihtiyaçlarını bilendir. Mana şöyledir: Allah'ın çocuğu olmadığı gibi, yerleştiği bir mekânı da yoktur. Bilakis bütün kâinatta, her yerde ulûhiy-yet ve Rububiyyet O'na hastır. O'na mekân isnadı imkânsızdır. Çünkü me­kân, belli bir yönde, hacmi ve nihayeti olan, sınırlı ve belirli bir şeydir.

Bunlar, sonradan yaratılanların özellikleridir. Allah, bunlardan münezzeh­tir. Dolayısıyla, O'nu hiçbir zaman ve mekân smırlayamaz. Allah'ın sonsuz hikmeti ve geniş ilmi, Ona çocuk isnat edilmesine aykırıdır.

Sonra Allah Tealâ, kâfirlerin taptıkları putlarının kendilerine fayda vereceğine dair sözlerini yok sayarak şöyle buyurmuştur:

2- "Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü kendisi­ne ait olan Allah ne yücedir! Kıyamet saatini bilmek de O'na mahsustur. Siz, ancak O'na döndürüleceksiniz." Yani göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her türlü varlığın sahibi ve her şeyin yaratıcısı olan Allah ne ka­dar büyük, ne kadar yüce, hayır ve bereketleri ne kadar fazladır. Kıyame­tin kopacağı vaktin bilgisi de ancak O'na aittir. Tüm mahlûkatın varacağı yer ancak O'dur. Her insana, ameline göre karşılık verecektir; hayırsa ha­yır, şer ise şer.

Yukarıdaki bütün sıfatlar, Allah'a çocuk isnat etmeye manidir. Çünkü yüce Allah, yarattıklarından hiç kimsenin yardımına muhtaç değildir. Ni­tekim kıyamet gününde hesaba çekmek ve caza vermekte mutlak hakimi­yet O'na aittir.

Allah Tealâ çocuk sahibi olmayı reddettikten sonra ortağı olmadığını da ifade etti ve putların faydası olmadığını, olmayacağını vurgulayarak şöyle buyurdu:

3- "Allah 'ı bırakıp da, taptıkları putlar, şefaat edemezler. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadırlar."[72] Yani putlar ve Allah'tan başka tapılan hiçbir mabud kendisine tapanların iddia ettikleri gibi, Allah yanında şefaat edemeyeceklerdir, böyle bir kudrete de sahip değillerdir. Ancak iman edip ve hakka basiretle şahitlik eden, Allah'ın bir olduğunu, ortağı bulunmadığını kesin olarak kabullenen kimselerin şefaati, Allah'ın izniyle, Allah nezdinde makbul olacaktır. "Onlar bilerek" ifadesi şahitlik yaptıkları şeyin farkında olarak demektir.

Sonra da yüce Allah, müşriklerin çelişkisini şöyle diyerek açıklamıştır:

"Andolsun onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan elbette Allah derler. O halde (Allah 'a kulluktan) nasıl çevriliyorlar?" Allah'a andolsun ki, ey Muhammedi Sen, Allah'a şirk koşan, onunla birlikte başkalarına da ta­pan bu müşriklere kendilerini yaratanı sorsan, o Allah'tır, diye cevap verir­ler ve bütün eşyanın yaratıcısının Allah olduğunu itiraf ederler. Bununla beraber, hem Allah'a hem de hiçbir şeye malik olmayan ve hiçbir şeye gücü yetmeyen putlara, sahte mabudlara taparlar. Bu itirafla birlikte nasıl olu­yor da, gerçek kulluk demek olan Allah'a kulluktan, başkasına tapınmaya döndürülüyorlar? Şüphesiz ki onlar bu çelişki içerisinde son derece cahil, ahmak ve aklı zayıf kimselerdir. İşte bu, onların Allah'a ortak koşmaların­dan dolayı, hayret verici bir olaydır. Bu ayetten maksat, onların tavırları­nın hayret verici olduğunu ifade etmektir. Çünkü hem yaratıcıyı itiraf edi­yorlar, hem de O'na eşler tanıyorlar.

Sonra yüce Allah, kavminin gerçeklerden yüz çevirmesinden Peygam­ber (s.a.)'in şikâyetini bildiğini açıkça beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Senin: Beni kendilerine gönderdiğin bu kavim imansız bir topluluktur, se­ni tasdik etmezler, benim kendilerine getirdiğim risaleti doğrulamazlar," diye şikâyetini de bilir." Nitekim bir diğer ayette Allah Tealâ şöyle buyur­muştur: "Peygamber der ki: Ey Rabbim! kavmim bu Kur'anı büsbütün ter-kettiler." (Furkan, 25/30).

Daha sonra da yüce Allah, peygamberine onlardan yüz çevirmesini, şirklerinden dolayı onları bir kenara atmasını emretmiş ve şöyle buyur­muştur: "Şimdilik sen onlardan yüç çevir ve size selâm olsun de, yakında bilecekler." Ya Muhammedi Müşriklerden, öfkeli insanın yüz çevirişi gibi yüz çevir; yoksa onların yaptıklarını kabullenen ve onlara güzel davranışta bulunanlar gibi olma! Ve sana söylediklerine, isnat ettikleri sihirbazlık ve kehanet gibi şeylere de aldırış etme! Allah'ın emri gelinceye kadar onları hakka davet etmeye devam et ve "Ben sizinle belli bir zamana kadar barış ve mütareke içindeyim." de. Onlar yakında inkârlarının akıbetini görecek­lerdir, bileceklerdir. Bu, Allah tarafından onlara karşı yapılmış şiddetli bir tehdit, aynı zamanda İslâm'ın ve müslümanların onlara karşı muzaffer olacağına dair üstü kapalı bir müjdedir. Allah bu vaadini şüphesiz gerçek­leştirmiş, Rasul'ünü ve müminleri desteklemiş, şirkin ve müşriklerin önemli kişilerini bozguna uğratmış, Arap yarımadasını onların hakimiyet ve izlerinden temizlemiş, insanlar, gruplar halinde Allah'ın dinine girmiş­ler, Allah'a hamdolsun İslâm doğuda ve batıda yayılmıştır. [73]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

1- Allah'ın çocuğu olduğunu inkâr etmek şüphesiz öylesine bir inat ve çekişme değildir. Kesin delille ispat edilmiştir ki O'nun çocuğu yoktur. Çünkü ulûhiyyet (ilâhlık) sıfatı; kemali (eksiksizliği), kudreti, hikmeti ve ilmi gerektirir. Çocuk edinmek ise, aczin ve eksikliğin delilidir.

Bu, ilk ayetin manasından alınmıştır: "De ki: Eğer Rahmanın bir çocu­ğu olsaydı, elbette ben (ona) kulluk edenlerin ilki olurdum." Yani, farzediniz ki, Allah'ın delil ile sabit bir çocuğu olsaydı, ona ilk kulluk eden ben olur­dum. Fakat böyle bir şey Allah'a yakışmaz, zaten bunun delili de yoktur.

2- Göklerin ve yerin Rabbi olan Allah, kendini, sonradan meydana gel­meyi gerektirecek her şeyden tenzih etmiştir. Peygamberine de, müşrikle­rin söyledikleri yalanlardan kendisini tenzih etmesini emretmiştir.

3- Allah Tealâ yine peygamberine, müşrikleri bırakmasını, dünya veya ahirette kendilerine azap gelinceye kadar, batıllarına dalarak dünyaların­da eğlenip, oynamalarını emretmiştir.

4- Allah Tealâ "Gökteki ilâh  da, yerdeki ilâh  da O'dur." ayetiyle, Al­lah'ın bir ortağı ve bir çocuğu vardır, iddiasında bulunan müşrikleri tekzip etmiştir. Çünkü gökte de, yerde de ibadete lâyık olan sadece bir olan Al­lah'tır.

Müfessir er-Razi şöyle demiştir: Bu ayet Allah Tealâ'nın gökte, orada yerleşip sabit olmadığının en büyük delilidir. Çünkü Allah bu ayetiyle ken­disinin ulûhiyyetiyle (ilâhlığıyla) göğe nispeti, yere nispeti gibi olduğunu belirtmiştir. Nasıl ki yerde yerleşmemekle birlikte yerin ilâhı ise, aynı şe­kilde gökte yerleşmemekle beraber göğün de ilâhıdır.[74]

5- Allah Tealâ hayır ve bereketin kaynağıdır. O, azametin sahibidir, göklerin, yerin ve ikisi arasındaki mahlûkatm malikidir. Kıyametin ne za­man kopacağını ancak O bilir. Hesaba çekilmek ve ceza için insanların va­racağı yer ancak O'nun huzurudur. Allah Tealâ kudretinin kemalini belirt­tikten sonra: "kıyamet saatini bilmek de O'na mahsustur..." cümlesiyle şu hususa dikkat çekmiştir: Zatı, ilim ve kudretiyle kamil olan Allah'ın Hz. İsa   gibi insan olma gereği ile nitelenen birinin çocuk edinmesi mümkün değildir.

6- Yüce Allah, kendisine çocuk isnadını reddettikten sonra "Allah'ı bı­rakıp da taptıkları putlar, şefaat edemezler." ayetiyle de müşriklerin kendi­sine ortak koştukları şerikleri reddetmiştir. Yani Hz. İsa, Hz. Üzeyr, melek­ler ve müşriklerin taptığı putlar şefaat edemezler. Ancak hakka şahitlik edip, bilerek basiretle inanan ve şahitlik ettikleri şeyin gerçeğini bilenler Allah'ın izniyle şefaat edebilirler.

7-  "Ancak bilerek hakka şahitlik edenler." ayeti, iki hususu ifade et­mektedir:

Birincisi: Gerçek şefaat ancak ilimle faydalıdır, gerçeğini bilmeden taklitle söylenmiş sözün her hangi bir değeri yoktur.

İkincisi: Hukukta ve hukuk dışında diğer şahitliklerin şartı da şahi­din, neye şahit olduğunu tam manasıyla bilmesidir. Nitekim, Beyhaki, Ha­kim ve İbni Adiyy'in İbni Abbas'tan onun da Nebi (s.a.)'den (zayıf bir riva­yetle) rivayet ettiğine göre şöyle denmiştir: "Güneş gibi gördüğünde şahit­lik et, aksi takdirde bırak."

8- Surenin evvelinde ve sonunda sabit olduğu gibi, müşrikler çelişki içerisindedirler. Dünyanın ve canlıların yaratıcısının Allah olduğuna inan­dıktan sonra nasıl oluyor da, değersiz varlıklar, zararı ve faydası olmayan cansız putlar karşısında eğiliyorlar? Gerçek şu ki: Bu putlara tapınmayı Allah bize emretti, dediklerinde Allah'a iftira etmektedirler.

"...o halde nasıl (Allah'a kulluktan) çeviriliyorlar?" ayeti, bu çevirilme-nin kendilerinden değil, başkaları tarafından olduğunu göstermektedir.

9- Peygamber (s.a.), bir olan ve şeriki olmayan Allah'a, risaletine ve kendisine indirilen Kur'an'a inanmıyorlar diye, kavmini Rabbine şikâyet etmiştir. Bu şikâyet, Allah Tealâ'nın Nuh (a.s.)'tan hikaye ettiğine yakın bir şikayettir: "(Öğütlerinin fayda vermemesi üzerine) Nuh: Rabbim! Doğ­rusu bunlar bana karşı geldiler de, malı ve çocuğu kendi ziyanını arttır­maktan başka işe yaramayan kimseye uydular, dedi." (Nuh, 71/21).

10- Allah, peygamberine belli bir süreye kadar müşriklerle mütareke yapmasını, ama onların yaptıklarına razı olan biri gibi değil de intikam alacak öfkeli biri gibi onlardan yüz çevirmesini emretmiştir. Çünkü pek ya­kında onlar, dünya ve ahirette kendilerini bekleyen azabı göreceklerdir. Bu ayet müşriklere bir tehdittir. Razî'nin zikrettiği gibi, bu ayetin, "kılıç ayeti" ile (cihat ayeti) mensuh olduğunu (hükmünün ortadan kaldırıldığını) söyle­meye hacet yoktur. Çünkü emir fiilin, ancak bir defa yapılmasını ifade eder. Bir defa yerine getirildiği zamanda lafzın delâleti düşmüş olur. Tekra­rı, bir başka delille olur. Nitekim lafız da zaten örf karinesiyle kayıtlıdır.[75]

 

 

 

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/97.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/97.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/97-98.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/99.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/99-100.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/100.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/100-1002.

[8] Kurtubî, XVI/61.

[9] Razî, XXVII/93.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/102-103.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/104.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/104-105.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/105.

[14] O anda Ebu Bekir ve Ömer (r.a.) orada değildiler.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/105-108.

[16] Kurtubî, XVT/67.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/108-109.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/111.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/111-112.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/112.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/112-113.

[22] İbni Kesir, IV/125.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/113-117.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/117-119.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/121.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/121-122.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/122.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/122-123.

[29] Daha önce geçen üç küfürleri: Melekleri Allah'ın kızları kabul etmeleri, onları dişi saymaları ve "Rahman dileseydi biz o meleklere tapmazdık." demeleridir.

[30] Buradaki soru bilgi almak için değil reddetme ve şaşkınlık gösterme içindir.

[31] İbni Kesir, IV/127.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/123-126.

[32] İbnü'l-Arâbî, Ahkâmu'l-Kur'an, IV/1666.

[33] Nisaburî, Garâibu'l-Kur'an, XXV/49.

[34] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, IV/2670; Kurtubî, XVT/85-86.

[35] a.g.e.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/126-130.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/131-132.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/132.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/132-133.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/133.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/133-136.

[42] Kurtubî, XVT/64.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/136-138.

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/139-140.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/140-141.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/141.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/142-144.

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/145-146.

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/147-149.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/149.

[51] Birincisi: Allah'a kullarından bir pay ayırmaları; ikincisi: Allah'ın kulları olan melekleri dişi kabul etmeleri; üçüncüsü: Rahman dileseydi, biz bu putlara tapmazdık demeleri; dördüncüsü: "Bu Kur'an iki şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?" demeleridir. Bunlar daha önce geçmişti.

[52] İbni Kesir, IV/132.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/149-152.

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/152-154.

[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/155.

[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/155-156.

[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/156.

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/156.

[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/156-158.

[60] Razî, XXVII/225.

[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/158-159.

[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/160.

[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/160-161.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/161.

[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/161.

[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/161-163.

[67] Kurtubî, XVI/117.

[68] Kurtubî, XVI/118.

[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/163-164.

[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/165-166.

[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/166.

[72] Buradaki istisna, münkatı olabilir. O zaman ayette geçen illâ, lâkinne manasınadır. Yukarıda beyan-ettiğimiz gibi istisna muttasıl da olabilir.

[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/166-169.

[74] Razî, XXVII/232.

[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/169-171.