- 43 -
Mushaf’taki
sıralamaya göre kitabımızın 43., nüzûl sıralamasına göre 63,. Mesânî kısmının
dördüncü sûreler grubunun ikinci sûresi olan Zuhruf sûresi, Mekke’de nâzil
olmuş olup, âyetlerinin sayısı 89’dur.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.
Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne, O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun.
Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işiten, her şeyi bilensin.
Zuhruf sûresi, Hâ-mîm’ler
grubundan daha önce tanımaya çalıştığımız Fussilet ve Şûrâ sûrelerinin indiği dönemlerde
nâzil olmuş, muhtevası onların muhtevalarına benzeyen bir sûredir.
Mekke’de
Allah’ın Resûlü’ne ve beraberindeki bir avuç Müslü-mana karşı Kâfirlerin
muhalefetlerinin had safhaya ulaştığı, hattâ Dâru’n-Nedve’de toplanıp peygamberimizi
öldürme planları yapmaya başladıkları bir dönemde nâzil olmuş bir sûredir.
Sûrede, kâfirlerin
inanışlarının, hayatlarının ve yapmaya çalıştıklarının bâtıllığı, boşluğu
anlatılır. Akılları sıra Allah’ın elçisiyle savaşa tutuşarak, onun vücudunu,
varlığını ortadan kaldırarak Allah mesajını önleyeceklerini zannediyorlar. Ama
bu dâvânın arkasında Allah’ın olduğu, peygamberin yalnız olmadığı ve tarihin
her devrinde onunla savaşa tutuşanların, karşılarında Allah’ı buldukları ve tamamının
helâk edildikleri anlatılır.
Daha sonra
müşriklerin Allah’a koştukları ortakları, şerikleri, Allah yerine ikâme etmeye
çalıştıkları, sözlerini dinleyip arzularını uyguladıkları varlıkların hiçbir
şey yaratmadıkları, hattâ kendilerini bile yaratmaktan, kendilerini bile
doyurup beslemekten aciz varlıklar olduğu ve sözü dinlenmesi gereken, kendisine
kulluk yapılması gereken varlığın sadece Allah olduğu, çünkü kendileri de dahil
olmak üzere göklerde ve yerde ne varsa hepsinin Allah tarafından yaratıldığı ve
istifade ettikleri nîmetlerin tümünü kendilerine verenin Allah olduğu
vurgulanmaktadır.
Kâfirlerin,
müşriklerin Allah’a oğullar, kızlar izafe ederek iftira ettikleri ve bunu da
yine kadere, Allah’ın meşietine dayandırmaya çalıştıkları, yâni, “eğer Allah
istemeseydi, Allah dilemeseydi biz böyle bir hayatı yaşayamazdık, Allah izin
verip tasvip etmeseydi biz O’na karşı şirk koşamazdık, binaenaleyh şu bizim
yaptıklarımız Allah’ın tasvip ettiği şeylerdir, şu bizim yaşadığımız hayat
Allah’ın razı olduğu bir hayattır,” diyerek küfürlerini, şirklerini Allah’a
onaylatma gayreti içine girdikleri ama Allah’ın asla o yaptıklarından razı
olmadığı, Allah’ın razı olduklarını kitaplarında kullarına bildirdiği ve kitaplarının
hiçbirisinde de şirki tasvip eden bir delilin bulunmadığı anlatılarak,
hayatları, şirkleri reddedilmektedirler.
Daha sonra
bu müşriklerin kendisiyle savaşa tutuştukları Allah’ın Resûlü Hz. Musâ’yla,
Mekkeli müşrikler de Hz. Musâ’ya düşman kesilen Firavun ve taraftarlarıyla özdeşleştirilerek,
“Allah elçisi Musâ’yla savaşan Firavun ve taraftarlarının âkıbetleri nasıl
olmuşsa, sizin âkıbetiniz de ondan farksız olacak,” buyurularak kâfirlere
tehdit, peygambere ve onun ashabına da destek oluşturulmaktadır.
Zuhruf
sûresinin âyetleri mana bakımından sıkı sıkıya birbirlerine bağlıdırlar.
Sûrenin bölümleri bir bütünlük arz etmektedir. Bu da sûrenin birden nazil
olduğu kanaatini vermektedir. Şimdi sûrenin âyetleri üzerinde kısa bir gezinti
yapıp tefsirine geçelim inşallah.
Sûrenin
girişinde, Yüce Allah söze yemin ile, başlamakta ve insanları düşünmeye davet
etmektedir: "Hâ mim. Apaçık Kitab'a an-dolsun ki, biz, düşünüp anlamanız
için onu Arapça bir Kur'ân yaptık" (1-3).
Ondan
sonra sûrede, insanların Hz. Muhammed (s.a.s)'in çağ-rısına uymayıp körü körüne
atalarını taklit etmeleri, meleklere Allah'ın kızları demeleri, Allah'ın
kainatın yaratıcısı olduğunu kabul ettikleri halde, O'ndan başka varlıklara da
tapmaları kınanmaktadır. Bununla beraber, Hz. İbrâhim (a.s), Hz. Musa (a.s) ve
Hz. İsâ (a.s)'ın kıssalarından bahsedilmekte, müşriklerle mücadeleleri, onlara
uyarak "Tev-hid"e gelenlerin kurtuluşu ve onların çağrılarına uymayanların
acı sonları vurgulanmaktadır. Bu m
Sûrenin
sonuna doğru, fakirlerin cehâlete dayanan batıl inanç ve düşünceleri tek tek
çürütülmüş ve Yüce Allah'ın varlığı, birliği, dünya ve âhiretin hâkimiyetinin
O'na ait olduğu, insanların bunun karşısında aciz oldukları, yâni
"Tevhid" inancı, şöyle ifade edilmiştir: "Gökteki ilâh da,
yerdeki ilâh da O'dur. O, hâkimdir (işinde hikmet sahibidir), âlimdir (her şeyi
bilir). Göklerin yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü kendisine ait
olan Allah yücedir! Kıyametin ilmi O'nun nezdindedir. Ve siz O'na döndürüleceksiniz.
Allah'ı bırakıp da taptıkları putlar, şefaât gücüne ve yetkisine sahip
değillerdir. Ancak bilerek hakka Şâhitlik edenler bunun dışındadır"
(84-86).
Sûre,
küfürde ısrar edenlerin durumunun Peygamber (s.a.s) tarafından Yüce Allah'a
bildirilmesi ve Yüce Allah'ın yumuşak bir ifade ile cevap vermesi ile son
bulmaktadır: "Rasûlullah’ın "Yâ Rabbi! Bunlar, imân etmeyen bir kavimdir"
demesine karşı (Allah),"Şimdilik sen onlardan yüz çevir ve, size selâm
olsun (size esenlik dilerim) de. Yakında bilecekler!" buyurdu (88-89).
Bu
minval üzere devam eden sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya başlayalım
inşallah.
1. “Hâ, Mîm.”
Hâ-Mîm’lerin
öteki grubu gibi, sûrenin ilk âyeti yine huruf-ı mu-katta ile başlıyor. Huruf-ı
mukatta ile alâkalı önceki sûrelerde bilgi ver-miştik. Rabbimiz burada da yine
huruf-ı mukatta âyetinden sonra kitabına dikkat çekiyor:
2,3. “Apaçık Kitaba andolsun ki, akledesiniz
diye Kur’an'ı Arapça okunan bir Kitab kılmışızdır.”
Apaçık kitaba yemin olsun ki. Hidâyeti,
Allah yolunu, sırat-ı müstakimi apaçık ve net bir biçimde, herkesin anlayabileceği
bir açıklık ve netlik içinde anlatan, içinde insanla, insan hayatıyla alâkalı
apaçık âyetler bulunan ve her şeyi açık açık beyan eden bu kitaba yemin olsun
ki, biz onu Arapça bir okunak kıldık. Sizler akıllarınızı kullanarak onu
anlayabilesiniz, ondan istifade edebilesiniz ve onunla hayatınızı
düzenleyesiniz diye onu Arapça okunan bir kitap kıldık.
Hakkı
bâtıldan, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayıran, ayırt eden, herkesin
anlayabileceği açıklıkta bir kitaptır bu kitap. Öyleyse bu kitap okunacaktır,
ama anlayarak okunacaktır. Çünkü anlaşılacak bir açıklıktadır bu kitap. Kimse
bu kitabın anlaşılmazlığını iddia ede-mez, hiç kimse bu kitabın sorumluluğundan
kendisini kurtaramaz. Hiç kimse, “ben bu kitabı anlayamıyorum, ben bunu
anlayamam,” deme hakkına sahip değildir. Çünkü Rabbimiz anlayasınız, hayatınızı
bu kitapla düzenleyesiniz diye bu kitabı insanların konuştukları, bildikleri
bir dille, Arapça olarak göndermiştir. Kimsenin, “ben bunu anlayamam, herkes bu
kitabı anlayamaz,” diyerek Allah’a iftira etmeye hakkı yoktur.
4.
“Şüphesiz o, Bizim katımızda Ana Kitapta mevcut, yüce ve hikmet dolu bir
Kitaptır.”
O kitap bizim katımızda ana
kitaptadır. O kitap bizim katımızda Levh-i Mahfuzdadır. Levh-i Mahfuzda yahut
da Allah katında, Allah ilmindedir. Bu kitap, ana kitap olan kitaptan alınıp
elçilerimize gönderilmiştir. Aynı husus Vakıa sûresinde de:
“Kitab-ı
Meknûn” Saklı, korunmuş,
muhafaza edilmiş bir kitap olarak vasfedilirken, Bürûc sûresinde ise:
“Levh-i
Mahfuz” Her şeyden, her türlü değişikliklerden,
bozulmadan, silinmeden, kaybolmadan korunmuş bir kitap olarak anlatılmaktadır.
Kur’an-ı
kerîm hakkında bu “Ümmü’l kitap” ifadesinin
kullanılmasını şöyle anlamaya çalışıyoruz: Rabbimiz, tarihin değişik dönemlerinde
değişik toplumlara gönderdiği elçilerine kitap göndermiştir. Rabbimiz yeryüzünü
hiçbir dönem vahiysiz bırakmamıştır. İşte her bir dönem insanlığına o
toplumların dilleri üzerine kitaplar göndermiştir. Rabbimiz tarafından
hayatlarını düzenlemek, problemlerine çözümler bulabilmek ve sadece onu hayat
programı bilmeleri ve kabul etmeleri için her bir topluma gönderilen bu kitapların
dilleri farklı da olsa, her birinin insanlığa sunduğu mesaj aynıdır. Tüm
kitapların temel ilkeleri aynıdır ve hiç değişmemiştir. Çünkü bu kitapların tamamı
aynı kaynaktan gelmektedir. Tüm semavî kitapların asıl kaynağı Lev-h-i
Mahfuzdur.
O bizim katımızda âlîdir, çok yüce ve
hakimdir, hikmet doludur, hikmetlidir ve hayata hakim olandır. O öyle yüce bir
kaynaktan, makamdandır ki, insanların onun kıymetini bilmemeleri, ona gereken
değeri vermemeleri, gerektiği gibi onunla ilgilenmeyip ondan başka hayat
programlarına yönelmeleri asla onun değerini düşürmez.
Bu kitap,
hikmet dolu, geçerli yasaları içinde barındıran, hikmetin kaynağından gelme bir
kitaptır. Geçerli hayat yasalarını bulunduran bir kitaptır. Ferdî hayatınızda,
aile, toplumsal hayatınızda tüm problemlerinizi çözecek, hukuk, ekonomi,
siyaset, eğitim velhâsıl tüm konularda hikmet dolu bir kitaptır bu kitap. Bir
de bu kitap, hikmet dolu yasalarıyla bâkî olacak bir kitaptır. Kıyamete kadar
onun yerine geçebilecek, onun yasalarını iptal edebilecek bir kitap, bir yasa
olmayacaktır. Kıyamete kadar yasaları hayata hakim olacak, hayatla mutabakat
halinde olacak insanlığın tüm problemlerini çözebilecek bir kitaptır bu.
Dileyen
inansın, dileyen inanmasın. Dileyen değer versin bu kitaba, dileyen kaçsın. Ama
şurası hiçbir zaman unutulmamalıdır ki, inanan da, inanmayıp küfreden de, mü’minler
de, kâfirler de bu kitabın yasalarının mahkumudurlar. Herkes bu kitabın yasalarına
tâbidir. Eğer bu kitabın, hayatın, varlığın ve bu yasaların sahibi olan Allah, “hepiniz
Müslüman olacaksınız. Hepiniz Müslüman olmak zorundasınız,” emrini buyursaydı,
bizim başka bir seçeneğimiz olmayacak, baş-ka bir alternatifimiz olmayacaktı.
Şu anda kâfirler kâfirliği tercih ederlerken bile, bunu Allah yasaları istikâmetinde
yapabilmektedirler. Bu da bir Allah yasasıdır. Eğer Allah izin vermeseydi, bunu
yapamazlar-dı. Şimdi hal böyleyken:
5.
“Ey inkârcılar! Aşırı giden kimselersiniz diye sizi Kur’an’la uyarmaktan
vaz mı geçelim?”
Sizler müşriksiniz, sizler bu
kitabı kabul etmeyen kâfirlersiniz diye sizden bu kitabı bir yana mı bırakalım?
Sizler ölçü tanımaz, sınır tanımaz insanlarsınız diye bu zikri, bu hikmet dolu
kitabı sizden uzaklaştırıp bir kenara mı bırakalım? Sizler hoşlanmadınız diye
bu kitabı gündeme getirmekten vaz mı geçelim? Yâni sizler böyle benim sizin lehinize
açtığım bir rahmet kapısından istifade etmeyerek, nankörlük ederek bu kitabımla
ilgilenmiyorsunuz diye, akılsız insanlarsınız diye biz kendi rahmet ve
keremimizden vaz mı geçeceğiz? Rabbimiz, “Sizler ısrarla sapıklığı ve dalâleti
tercih ettiniz diye, bizim size kitap ve peygamber göndermekten vazgeçerek
sizleri bu cehaletinizle, bu sapıklığınızla baş başa bırakmamız, bizim engin
rahmetimizle bağdaş-maz. Sizler, hayrınızı, şerrinizi, menfaatinizi,
zararınızı, geçmişinizi, geleceğinizi bilemeyen zavallılarsınız,” diyor.
Eğer bize
yönelik düşünürsek o zaman şöyle diyeceğiz: “Ey İslâm düşmanı müşrikler! Ey
Kâfirler!” Âyetteki kelimeyle söylersek, “ey müsrifler, ey israfçılar”! Yâni ey
canları nasıl isterse öylece yaşamayı yeğleyenler, ey sınır tanımazlar, ey
keyiflerini putlaştırıp onu Allah yasaları yerine ikâme edenler! Ey kendilerini
Allah kitabıyla kayıt altına almaktan, zevklerine sınır koymaktan çekindikleri
için ipini koparmış dana gibi aşırı serbestlik içinde bir hayat yaşamaya
alışmışlar! Ey sere serpe gönlüne göre bir hayat yaşamadan yana olanlar! Sizler
iştahlarınızı kaçırdığı için bu kitabın âyetlerini duymaktan nefret ediyorsunuz
diye, bizler bu kitabı bir kenara mı bırakacağız? Sizler illa da bu kitaptan
başka kitaplarla yargılanalım, bu kitaptan başka kitaplar okuyalım diye ısrarla
bu kitabın gündeme getirilmesinden nefret ediyorsunuz diye, biz bu kitabı ortaya
koymaktan vaz mı geçelim? Sizler kendi yasalarınızı ikâme edebilmek için bu
kitabın yasalarını reddediyorsunuz diye, biz bu kitabın hayat programını savunmaktan
vaz mı geçelim?
Onların inkârı,
şirki tercih etmelerine rağmen, Rabbimiz bu zikrini onlara göndermekten nasıl
vazgeçmiyorsa, bizler de bu kitabı gündeme getirmekten, bu kitabın yasalarıyla
onları uyarmaktan asla vazgeçmeyeceğiz. Anlasınlar anlamasınlar, dinlesinler
dinlemesinler, onlara merhametimizden dolayı bu kitabı gündeme getirip onları uyar-mak
zorundayız. Rabbimiz, gönderdiği kitaplarını tahrif ettikleri, peygamberlerinden
nicelerini öldürdükleri halde, rahmeti gereği yeryüzünü bir an bile vahiysiz
bırakmamıştır. Bizler de, bu cahilleri, bu kendilerini israf edenleri kitapla
uyarmak, ısrarla onların cennetinden yana olmak zorundayız.
6. “Öncekilere nice peygamberler
göndermişizdir.”
Yâni sizlerden daha beyinsiz,
sizlerden daha müsrif, sizlerden daha çok kendilerini boşa harcamış toplumlara
biz peygamber göndermişizdir. Öyle değil mi? Şu kısacık insanlık tarihi içinde
nice kutlu elçiler gelip geçmiştir. Kimisini yalanladılar, kimisini alaya
aldılar, kimisini sürgün ettiler, kimisi testereyle biçip şehid ettiler.
Kendilerini kurtarmaya gelmiş Allah dostlarına yapmadıklarını bırakmadılar.
Allah’ın merhameti gereği, kendilerine açtığı bu rahmet kapılarından istifade
etmesini bilemediler. Sayısını ancak Allah’ın bildiği binlerce peygamberler
kafilesi gelip geçmiştir. Bunlardan bir kısmını Allah bize bildirmiş, bir
kısmını da bildirmemiştir. Rabbimiz bu kutlu elçilerini insanlığın yol bulması
için seçmiş, onlara kendi bilgisinden aktarmış, onlar vasıtasıyla insan
hayatına karıştığını ortaya koymuş ve vahyine odak nokta seçtiği bu elçilerinin
dâvetine tüm insanlığın tâbi olmasını istemiştir. Allah, tarih içinde birçok
peygamber göndermiş olmasına rağmen, insanların bu Allah elçilerine ne yaptıklarına
bakın:
7.
“Kendilerine gelen her peygamberi onlar mutlaka alaya alırlardı.”
Kendilerini kurtarma adına gelen
bu kurtarıcıları alaya aldılar. Peygamber olarak kendilerine kim gelirse gelsin,
onunla alay ediyorlardı. Onun getirdiği mesaja değer vermiyor, onun
getirdikleriyle ilgi-lenmiyorlardı. Peygamber olarak kendilerine gelen kim
olursa olsun, onu mutlaka reddediyorlardı. Neden? Çünkü peygamber mutlaka belli
bir kimlikle, belli bir mesajla gelir. Geldiği toplumu bu mesaja uymaya
çağırır. Peygamber, Allah’tan aldığı talimatlarla hareket eden ve asla bundan
tavizler vermeye mezun olmadıklarından, statükoyla anlaşmaları mümkün olmayan insanlardır.
İnsanların keyiflerine göre değil, Allah’ın yasalarına göre hareket eden
insanlardır. Peygamberler, Allah adına insanların hayatına karışan insanlardır.
İnsanlar nasıl düşünürlerse düşünsünler, nasıl yaşarlarsa yaşasınlar Allah’tan
belli bir hayat programı getiren ve çevresindekileri buna çağıran insanlardır. Yeryüzünde
adaleti, düzeni ikâme etmek ve tüm zulümleri kaldırmak için gelen insanlardır.
Yeryüzünde Allah kullarını
kendileri gibi kullara kulluktan, kendileri gibi aciz varlıkların aciz kulların
yasalarına kulluktan, kulların egemenliğine boyun bükmekten kurtarıp sadece
Allah’a kulluklarını gerçekleştirmek için gelen insanlardır. Toplumda egemen
güçler tarafından insanların sömürülmesine, kimilerinin ezen, kimilerinin de ezilenler
olarak bir hayat sürmelerini bitirmek ve herkesin boyun büktüğü Allah
yasalarına teslim olmalarını gerçekleştirmek için gelen insanlardır.
İşte bunun
için Allah elçilerini alaya alıyor, Allah elçilerini susturmaya, yalanlamaya ve
öldürmeye kalkışıyorlardı. Meselâ Beni İsrâil, Allah elçilerini öldürüyordu.
Peki sebep neydi? Niçin öldürüyorlardı bu Allah’ın kutlu elçilerini? Sebep, peygamberin
ve onu gönderen Allah’ın onların hayatlarına karışmasıydı. Hayatlarına
dokunulmamasını, keyiflerinin kaçırılmamasını istiyorlardı. Canlarının istediği
biçimde bir hayat yaşamak, dilediklerini yapabilmek istiyorlardı. İşte bunun
için peygamberlerin varlığına ve mesajlarına tahammül edemiyorlardı. Allah’ın
elçileri vasıtasıyla hayatlarına karışmasına dayanamıyorlardı. Allah’ın
elçilerini susturarak, hattâ onları öldürerek onun mesajını ortadan kaldırmak istiyorlardı.
Güya peygamberi ortadan
kaldırdıkları zaman Allah mesajını duymayacak ve kendilerini sorumluluktan
kurtararak rahat hayatlarına devam edeceklerini düşünüyorlardı. Çünkü kıstas olarak
Allah elçisi aralarında olduğu sürece, kendi programlarına imkân kalmıyordu. İştahları
kaçıyor ve istedikleri günâhları işlemeye imkân bulamıyorlardı.
Şu anda da
peygamber mesajını susturmaya çalışanlar, peygamber hayatını, Kur’an sesini duymaya
tahammül edemeyenler de aynen onların yaptıkları gibi bu mesajı gerek
dilleriyle, gerek kılık-kı-yafetleriyle, gerekse yaşadıkları hayatla
kendilerine hatırlatanları susturarak, aynı şeyi hedefliyorlar. Diyorlar ki, “Allah’ın
bizden istediklerini duyduğumuz zaman keyfimiz kaçıyor. Bunları yapsak olmaz,
yapmasak olmaz. Bizim keyiflerimizle, zevklerimizle çatışıyorlar. Duyma-mak
daha iyidir.” Allah da, madem ki sizler öyle istiyorsunuz öyleyse ben de bir
daha peygamber göndermiyorum, demiyor da bakın ne di-yor:
8. “Bunun
için Biz de, bunlardan daha kuvvetli olanları yok etmişizdir. Öncekilere dair
nice m
Allah, bu tavırlarından ötürü,
biz de vücutça sizden daha güçlü, ekonomik yönden, medeniyet, saltanat ve iktidar,
yeryüzüne hükmetme yönünden sizlerden daha güçlü olan nice toplumları helâk ettik,
diyor.
“Ey şu anda
benim son elçimi yalanlamaya çalışan, benim gönderdiğim hayat programıyla
ilgilenmeyen Mekke müşrikleri ve ey küfür ve şirkte, Allah’a, Allah’ın
elçilerine, Allah’ın kitabına, Allah’ın sistemine karşı çıkmada onları
aratmayacak tavırlar takınan yirminci asır kâfirleri! Unutmayın ki sizlerden
daha güçlü medeniyetler kurmuş nice toplumları biz helâk ettik. İşte tarih
bunun şahididir. Öncekilerin acı feryatları gözlerinizin önündedir. Onlar
dünyaya sımsıkı sarılmışlardı. Dünyada Allah’ın istediği biçimde değil de kendi
keyifleri istikâmetinde bir hayat yaşamışlar, Allah’la, Allah’ın elçileriyle
savaşa tutuşmuşlardı da biz onların defterlerini dürüverdik. Bunların
meselleri, m
Peki bu
insanlar Allah’a inanmıyorlar mıydı? Bunlar Allah’ı inkâr eden insanlar mıydı?
Ya da acaba bunlar Allah’ı bilmiyorlar, tanı-mıyorlar mıydı? Yâni bunların hastalıklarının
sebebi neydi? Bakın bundan sonraki âyetinde, Rabbimiz böyle olmadığını, bunların
Allah’ı bildiklerini, tanıdıklarını anlatıyor. Allah’tan tümüyle habersiz
olmadıklarını anlatıyor:
9. “Ey Muhammed! Andolsun ki onlara, “Gökleri
ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, “Onları güçlü olan, her şeyi bilen yaratmıştır”
derler.”
Bu adamlar bunu da itiraf
ediyorlar. Her dönemde azîz, alîm olan Allah’ın farkındadırlar. Allah’ın azîz, alîm,
güç, kuvvet, izzet sahibi olduğunu ve varlıkların kendisi tarafından yaratılmış
olduğunu, yaratıkların yaratılışı konusunda kimsenin O’na ortak olmadığını
biliyorlar. Kendisiyle baş edilemeyecek olduğunu, tüm varlıklar üzerinde kâhir
olduğunu, göklerin ve yerin, göktekilerin ve yerdekilerin yaratıcısı olduğunu
biliyorlar ve itiraf ediyorlar, ama böyle bildikleri, tanıdıkları Allah’ı kendi
hayatlarına karıştırmak istemiyorlardı. Göklerin ve yerin yaratıcısı olarak
kabul ettikleri Allah’ın hayatlarına karışmasını reddediyorlardı. Allah’ın
göklerdeki hâkimiyetini kabul ediyorlardı ama yeryüzündeki hâkimiyetini reddediyorlardı.
“Tamam, Allah yücedir, Allah
büyüktür, gökleri ve yeri, göklerdekileri ve yerdekilerin tümünü yaratan O’dur
ama bu Allah yerinde dursun, bizim hayatımıza karışmasın,” diyorlardı. “Bize
arzularını bildirmesin bu Allah. Çünkü o zaman O’nun arzularını yerine getirsek
ol-maz, getirmesek olmaz. En iyisi mi, gökler, yıldızlar, arş, kürsi O’nun
olsun ama bizim hayatımıza karışmasın. Göklerin, yerin yaratıcısı, yağmurun
yağdırıcısı, rüzgarların sahibi olarak Allah’ı kabul ediyoruz ama, böyle büyük
işlerin yanında böyle ufak tefek işlere Allah’ın vakti olmadığı için bu işler
bize bırakılmıştır,” diyorlardı. “Ya Rabbi, bizim ilim adamlarımız var, ilmî
işlerimizi biz onlarla halledeceğiz, Senin de bilgin vardır ama neyse işte,
devir değişti, şimdi bizim bilim adamlarımız bu işleri daha iyi hallediyorlar.
Bizim kılık-kıyafet, hukuk, siyaset tanrılarımız var; bizim hayatımızı
düzenleyecek pek çok tanrımız var. Hayatımızın o bölümlerine seni asla
karıştırmayız,” diyorlardı.
Allah
korusun, işte bu şirktir. Göklerin ve yerin yaratıcısı olarak Allah’ı kabul
edip, yeryüzünün idaresi konusunda O’nun ulûhiyet ve rubûbiyetini reddetmek
şirktir. Yaratıcı olarak O’nu kabul edip yarattıklarına hükmedici, yasa
belirleyici, hayat programı vaz edici olarak reddetmek şirktir. Göklerde O’nun
egemenliğini kabul edip yerde hâkimiyetini reddetmek şirktir.
Eğer ölümde
söz sahibi Allah, düğünde söz sahibi toplumsa, bu tümüyle Allah’ı inkâr
değildir. Eğer namaz konusunda söz sahibi Allah ama hukukta söz sahibi
başkalarıysa, oruç konusunda söz sahibi Allah, ama eğitimde, siyasal
yapılanmada, ekonomik düzenlemelerde söz sahibi başkalarıysa, bu tümüyle
Allah’ı inkâr değildir ama şirktir. Yâni düğünde toplumun, ya da hukukta
Allah’tan başka birilerinin hakim oluşu veya hayatın bazı birimlerinde
Allah’tan başkalarının söz sahibi oluşu, başkalarının Allah oluşu mânâsına
gelmemektedir. Ancak Allah’ın bir sıfatı bölünüp parçalanıp bir başkalarına
verilmesidir ki, işte bu şirktir. İnsanlar, şu şu konularda Allah hayatımızda
söz sahibi değildir. Bu konularda toplum, şu konularda moda, şu konularda
devlet, şu konularda çevre söz sahibidir diye düşünmeye ve kabul etmeye başladı
mı, artık onun hayatında şirk başlamış demektir.
Dünün
müşrikleri Allah’a inanıyorlardı ama O’nun hayata karışmasını reddediyorlardı.
Müşrikler de, “göklerin ve yerlerin sahibi Allah’tır, Allah’ı sever sayarız,
gökleri ve yerleri O’na verelim ama Allah bizim hayatımıza karışamaz,” diyerek
Allah’a şirk koştular. Kendi hayatlarına Allah’tan başka karışacak Rabbler
bularak Allah’a şirk koştular. Dediler ki, “Allah bizim hayatımıza karışmaz,
karışamaz. Çünkü bizim pis, dalavereli, basit, karanlık, mafya işlerimiz var.
Ekonomik işlerimizde, meslek hayatımızda ne yapacağımız belli olmaz, siyasî işlerimizde
nasıl dalavereler yapacağımız belli olmaz. İçimizde kimi güçlüler var, hukuk
işlerimizde biz onlara garibanlardan farklı hak tanımak zorundayız. İçimizde
dokunulmazlar, siyasîler, Azîzler, imtiyazlılar, para babaları var; onlara
ayrıca hak tanımak zorundayız. İçimizde güçlüler, egemenlik sahipleri var,
onlara mallarımızdan belli bir hisse ayırmak zorundayız. İçimizde etkili,
yetkili kimseler var; bizler zaman zaman onlara da dua yapmak, dualarımıza
onları da karıştırmak, onlara da sığınmak, onlardan da yardım istemek zorundayız.
Yâni bizim böyle pis işlerimiz,
kirli işlerimiz var. “Ya Rabbi sen yücesin, seni böyle pis işlere karıştırmak
istemiyoruz. Sen göklerinle, diğer varlıklarınla ilgilen, yerinde dur, bizim
işimize karışma! Bizi kendi halimize bırak da ne halimiz varsa görelim,”
diyerek Allah’a şirk koştular.
Bugün de müşrikler
böyle diyorlar. “Efendim, Allah büyüktür, Allah yücedir, din mukaddes bir
kurumdur ama dini siyasete alet etmemek lazımdır. Dini hayata karıştırmamak
lazımdır. Din bir vicdan işidir. Dinin hayatta etkinliği olmamalıdır, işlerimizi
dine dayandıramayız. Bizler kendi hayatımızı kendimiz belirlemeliyiz.
Yasalarımızı kendimiz yapmalıyız. İşte bugün bizim hayatımızı belirleyecek
uzmanlarımız, büyüklerimiz, düşünürlerimiz, siyasîlerimiz vardır. Yâni tüm bu
konularda Allah’ın ortakları vardır,” diyorlar. Bütün bunlar Allah’ın yarattığı
varlıklardır ama işte bu konuda bize yetkiler vermiş, kendisinin işleri çok
yoğun olduğundan dolayı bizim siyasal, ekonomik, beşerî, sosyal işlerimizi bize
bırakmıştır. İşte biz de bu işlerimizi kendi tanrılarımıza döndüreceğiz,”
diyerek Allahu Teâlâ’ya ortaklar bulmaya çalışı-yorlar. Yani yaratıcı olarak
kabul ettikleri Allah’ı hayatlarına karışı olarak kabule yanaşmıyorlar.
Yaratıcı olarak, Azîz ve Hakîm olarak Allah var ama yönetici olarak, hayata
program yapıcı olarak yok. Büyüktür, azîzdir, hakîmdir, severiz, sayarız ama
olduğu yerde dursun, bizim hayatımıza karışmasın, dilediğimiz gibi bir hayat
yaşayalım diyorlar.
Halbuki bu
beyinsizler hiç düşünmüyorlar ki şu anda yaşadıkları hayatı kendilerine bu
yapay tanrıları, bu Allah’a şirk koştukları aciz varlıklar vermemiştir. Rabbimiz,
Allah berisinde O’na ortak koştuklarının hiç birisinin hiçbir şeye gücü
yetmemektedir, diyerek yakın çevremizden akılları erdirici örnekler verecek:
10. “O, size yeri beşik kılmış ve
orada, dosdoğru gidesiniz diye yollar var etmiştir.”
Allah, yeryüzünü sizin yaşamanıza
müsait hale getirmiş, yeryüzünü daha sizi yaratmadan önce sizin için hazırlamış
ve sizin için rahat edebileceğiniz bir beşik, bir yatak kılmıştır. Yeryüzünde
sizin için, her türlü ihtiyacı karşılamış, her türlü yaşam rahatlığını hazırlamıştır.
Söyleyin bakalım, sizin şu anda Allah’a ortak kabul edip hayatınıza karışma
yetkisi verdiğiniz, yasalarını uygulayıp arzularını gerçekleştirmeye
çalıştığınız hangi tanrınız bunu becerebilmiştir? Bir gösterin bakalım bu sizin
yapay tanrılarınız ve tanrıçalarınız bugüne kadar neyi yaratmıştır? Yaratamayan
varlıklar, kendilerini bile yaratmaktan aciz olan, kendileri bile Allah’ın yaratmasına
muhtaç olan varlıklar hiç İlâh olabilirler mi? Hayır hayır, yanılıyorsunuz,
İlâh olan ancak yaratıcı olandır. Rabb olan, yasa belirleme hakkına sahip olan,
yeryüzüne egemen olan, yaratıcı olandır. Yaratıcı olmayanların, yaratıcının
mülkünde söz sahibi olmaları mümkün değildir.
Hamde lâyık
olan, tüm bunları yaratandır. Tüm bu semâvât ve arzdakileri yarattığı için
Allah hamde lâyıktır. Gökleri, yeri ve insanı yarattığı için, göktekileri ve
yerdekileri insanın hizmetine sunduğu için Allah hamd edilmeye lâyıktır. İşte
böyle bir yaratıcı, İlâh olmaya lâyıktır. İşte böyle bir yaratıcı, kulluğa
lâyık olandır. Yaratmayla ulûhiyet arasında böyle bir bağ kuruluyor ve sonra da
deniliyor ki, onlar bütün bunları yaratanın Allah olduğunu bile bile yine de
Allah’a denk İlâhlar bulmaya çalışıyorlar. Allah’tan başkalarını da hayatlarında
söz sahibi kabul edip, onların sözlerini de dinlemeye, onların arzularını da
gerçekleştirmeye, onların kanunlarını da uygulamaya çalışıyorlar.
Halbuki İlâh olanın, Rabb olanın,
kendisine kulluk edilmesi gereken varlığın yaratıcı olması gerekir. Hani, var
mı Allah’tan başka böyle bir yaratıcı? Gökleri ve yeri yaratan başka birileri
var mı? Varsa böyle birileri, tamam o zaman ona da kulluk yapalım. Meselâ gökten
muhtaç olduğumuz bir damla su indirebilecek birileri varsa, ona da kulluk
yapalım. Veya yeryüzünde bir tek ot bitirebilecek birileri biliyorsanız, tamam
ona da kulluk hakkımız olabilir. Meselâ zamana beş dakikalığına söz geçiren
birileri veya ölüme giderken ömrümüzü beş dakikalığına uzatabilecek birileri
varsa, tamam ona da kulluk edelim. Ona da hamd edelim. Onun arzularını da
yerine getirelim. Onun programını da öğelim, onun kitabını da öğrenelim, onun
sistemini de uygulayalım. Var mı böyle birileri? Hayır hayır, bir şeyler
yaratmak şöyle dursun, Allah’a denk tutulmaya çalışılan bu varlıkların hiç
birisi kendilerini bile yaratmamıştır.
11. “O, suyu gökten bir ölçüye kadar indirir.
Biz onunla ölü memleketi diriltiriz. (Ey inkârcılar!) İşte siz de böyle
diriltileceksiniz.”
Bir düşünsenize, sizin şu anda
muhtaç olduğunuz, onsuz hayatınızı devam ettirmeniz asla mümkün olmayan bu
içtiğiniz, kullandığınız sularınızı kim yarattı? Bu istifade ettiğiniz
nîmetleri size kim verdi? Sizin sözünü dinlemeniz gereken, çektiği yere gitmeniz
ve sadece kendisine kulluk yapmanız, sadece O’nun arzularını gerçekleştirip sa-dece
O’nun yasalarını uygulamanız gereken Allah ki, gökten belli bir ölçüyle sizin
için yağmur gönderir. Gönderir de onunla ölü arazilerinizi canlandırıp
diriltir. Kış dönemi ölmüş, kurumuş, solmuş, donmuş, hayat emaresi kalmamış
toprağı birden bire canlandıran, dirilten Allah, işte sizleri de emriyle
ölümünüzden sonra böylece diriltecek ve hesaba çekmek üzere huzuruna
getirecektir. İşte sizler de ölümünüzden sonra topraktan bu şekilde çıkarılacaksınız.
12,14. “Her sınıf çifti yaratan O’dur. Gemiler
ve hayvanlardan binesiniz diye size binekler var etmiştir. Sırtlarına
kurulasınız, sonra üzerlerine oturunca Rabbinizin nî-metini anarak, “Bunları
buyruğumuza veren ne yücedir, zaten bizim takatimiz bunlara yetmezdi; şüphesiz
Rabbi-mize döneceğiz” demeniz içindir.”
Her sınıf
varlığı yaratan, hem de her şeyi çift yaratan Allah’tır. Tüm çiftleri yaratan
Allah’tır. Zaten kendisinin dışında her şey çifttir. Tatlı-ekşi, yağlı-tuzlu,
siyah-beyaz, iyi-kötü, erkek-dişi tüm sınıf ve türleri yaratan Allah’tır.
Buradaki "Ezvâc", çiftler ifadesiyle kastedilen sadece erkek ve dişi
değildir. Allah, tüm mahlukâtını böyle çift çift yarat-mıştır. Binesiniz,
taşınasınız diye denizlerde gemileri, karalarda da bi-nit hayvanlarını yaratıp
hizmetinize sunan da yine Allah’tır. Sırtlarına binmeniz, etlerinden yemeniz,
sütlerinden istifade etmeniz için onları yaratıp, sizin için zelil kılan, emrinize
âmâde eyleyen Allah’tır.
Rabbimiz,
yeryüzünün efendisi ve halifesi olarak yarattığı insana verdiği nîmetlerden söz
ettikten sonra, kendisine verilen bunca nîmet karşısında insanın takınması gereken
tavrı anlatmaya başlıyor. Nîmet, nîmetin sahibini hatırlatır. Her nîmet bir
şükür gerektirir.
Onların sırtlarına
binip yerleştiğiniz zaman Rabbinizin nîmetlerini anarak ya da nîmetleriyle
Rabbinizi anarak şöyle deyin: “Bunları bize boyun eğdiren, bunları bizim
emrimize âmâde kılan Rabbimiz ne yücedir! Bunları bize ihsan eden Rabbimizi
tesbih ve tenzih ederiz. Eğer Rabbimiz bütün bunları bize vermeseydi, bunlara
bizim gücümüz yetmezdi. Rabbimiz o kadar yüce, o kadar lütuf ve merhamet sa-hibidir
ki, bizler onun bize lütfettiği nîmetlere misliyle mukabele etmek şöyle dursun,
hakkıyla teşekkür bile edemeyiz,” dememizi istiyor. Biz-den çok daha güçlü bir
hayvan nasıl oluyor da bize itaat ediyor? Bu gemiler denizde nasıl yüzüyorlar?
Bu suya kaldırma gücünü kim veriyor? Bütün bunları düşünmeden, bütün bu
nîmetleri bahşeden, bağışlayan Allah’ı tanımadan, Allah’a tevekkül etmeden bir
hayat yaşamamızı istemiyor Allah. Bu akıl ve vicdan sahibi bir varlığın işi
değildir.
“Allah’ın
Resûlü bineceği binite ayağını koyunca “bismillah” der, sonra hayvanın üzerine
bindiği zaman da “Elhamdülillah alâ külli hâl” diyerek yukarıdaki âyeti o-kurdu.
Arkasından üç tekbir alır, üç de tehlil getirirdi.”
(Ebu Dâvûd, Cihad 72)
Seferden
döndüğü zaman da “Âyibûne tâibûne li Rab-binâ hâmidûn” “Biz Rabbimize tevbe ve
hamd ederek dönüyoruz,” derdi.
(Buhârî)
Bütün dönüşlerimiz, bütün hareketlerimiz
O’na doğrudur, eninde sonunda biz O’na varacağız. Müslüman, tüm yolculuklarını
Rabbine gidiş olarak değerlendirmeli ve ona göre hareket etmelidir. Tüm
yolculukları, tüm biniş ve inişleri meşrû olmalıdır.
İbni
Ömer’in rivâyet ettiği bir hadiste anlatıldığına göre, Allah Resûlü sefere
çıkarken üç defa “Allahu ekber” der ve bu âyeti okuduktan sonra şöyle
buyururdu:
“Allah’ım! Bu seferimde bana
hayır ve takva nasip eyle. Sevdiğin amelleri işlememe yardım et. Allah’ım! bu
seferi benim için kolaylaştır. Allah’ım bu seferde benim yanımda bana yol
arkadaşı ol, ardımda bıraktığım ailemi koru.”
“Şüphesiz
ki biz Rabbimize dönüyoruz.”
Biz
Rabbimize dönüyoruz. Her sefere çıkarken, o seferin bizim son ve en büyük
seferimiz olduğunu unutmayacağız. Bu seferde bir trafik kazasıyla, yahut başka
bir sebeple Rabbimizin huzuruna gidebileceğimizi hatırımızdan çıkarmayıp, ahit
yenileme adına böyle diyeceğiz. Biliyoruz ki, en büyük ve en son yürüyüş hıyn-i
seferimizde Allah’a yürüyüşümüzdür. Dünyadaki yürüyüşlerimizin, dünyadaki seferlerimizin
tümünde Allah’a doğru yürüdüğümüzü, Allah’la karşı karşıya geleceğimizi asla
unutmamalıyız. Nitekim bakın Bakara sûresinde Rabbimiz Hacca doğru yürüyen
Müslümanların, yanlarına yiyecek-içecek almalarını tavsiye ederken, aynı
zamanda takva azığı da almalarını tavsiye etmektedir.
“Ey mü'minler (hacca giderken)
azıklarınızı almayı ihmal etmeyin! Ama takva azığı azıkların en hayırlısıdır,
onu da ihmal etmeyin!”
(Bakara 197)
Her sefere
çıkışında Allah’ın huzuruna gitme şuuruyla dirilen ve ürperen bir mü'minin
kalbi, her an Rabbinin murâkabesi altında bulunma alışkanlığı kazanacaktır. Böyle
düşünen bir adam, asla günâh işleyemez ve hayırlı amelleri gerçekleştirmek
adına da acele eder.
Dikkat ederseniz,
Rabbimiz, “binitlerin üzerine bindiğiniz zaman nîmeti hatırlayın ve böylece dua
ederek Rabbinize şükredin,” bu-yuruyor. Karada ve denizde Allah’ın takdir
buyurduğu ve nîmet olarak kullarına sunduğu binitler vardır. Denizde yürünme
imkânı olmadığı için Allah’ın nîmet olarak yarattığı gemilere binmek zorunluluğu
vardır. Ama dikkat ederseniz âyet-i kerîmede o yüzücülerin hepsine değil sa-dece
bir kısmına binebiliyoruz. Allah sadece onların bir kısmını bizim emrimize
vermiştir. Bakın âyet-i kerîmede Rabbimiz:
Buyuruyor. Yâni o yüzücülerden ve
hayvanlardan bir kısmını binmeniz için yarattık, diyor. Değilse meselâ bakın
Yâsîn sûresinde anlatıldığına göre daha başka pek çok yüzücüler vardır ama
onlara binemiyoruz:
Ay, güneş, yıldızlar ve diğer gezegenler
de kendi yörüngelerinde yüzüp gitmektedirler ama bu yüzücülere binemiyoruz.
Bunlardan bir kısmını, Rabbimiz bizim emrimize musâhhar kılmıştır. Karada-ki
hayvanların da tamamını değil, belli bir kısmını binmek için yarat-mış ve bizim
emrimize vermiştir. Karadaki hayvanların tamamına da binemiyoruz. İşte bunların
nîmet oluşu buradadır. Binit olarak Rabbi-miz tarafından bizim emrimize
verilişi nîmettir. Bunları anladık da, şimdi acaba araba bir binit midir ve bir
nîmet midir onu bilmiyorum. Benim bildiğim binit attır, merkeptir, devedir ve
bunun gibi binit hayvanlarıdır.
Yâni yeryüzündeki hayvanların
tamamına değil, sadece bu iş için yaratılmış olanlara binebiliriz. Bir adam, Rasûlullah’ın
yanında ineğe binmek ister. İnek der ki, “yapma! Ben bunun için yaratılmadım!”
Faydalanmamız için yaratılan bu
binitlerin üzerlerine binerken bu nîmeti hatırlayıp, bu nîmetin vericisine teşekkür
edeceğiz de acaba arabaya binerken onu da nîmet mi bileceğiz, bilemiyorum.
Binlerce insanın iş gücünü, emeğini, zamanını, alın terini mekânikleştirip
araba yapmışlar. Bizler de binlerce insanın üzerine biniyoruz aslında. Kimi
insanlar, daha pahalı arabalar alarak daha fazla insan emeği, daha fazla insan
üzerine binmeye çalışıyor. Deve öyle değildir aslında. Deve ot yiyor, su içiyor,
öylece besleniyor. Sadece Allah’ın yarattığı tabiattaki nîmetlerle besleniyor.
Yâni ona sarf edilen emek yok. Sonra de-ve öyle bir nîmet ki, etinden istifade
ediliyor, süt veriyor, yün veriyor, gölgesinden istifade ediliyor.
Deve öyle bir nîmet ki, bir yıl
sonra bir deve daha veriyor. Peki hangi araba bir yıl sonra kendisi gibi bir
araba daha verebilir? Sonra arabaya binişle deveye biniş biçimi de farklıdır.
Deveye binen insan, yol boyunca emr-i bil ma’ruf yapabiliyor, yolda gördüğü mü'minlerin
derdiyle ilgilenebiliyor, mü'minlere selâm verebiliyor. Ama arabaya binen insan,
bunların hiç birisini yapamadığı gibi, yerdekilere karşı da bir nevi tekebbür
ifadesi çağrıştıran bir tavır takınıyor. Halbuki Rabbi-miz İsrâ sûresinde şöyle
buyurur:
“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme, çünkü
sen ne yeri delebilir ve ne de boyca dağlara ulaşabilirsin.”
(İsrâ 37)
15. “Ama inkârcılar O’na çocuk isnat
ettiler. İnsan gerçekten apaçık nankördür.”
Kâfirler, inanmayanlar Allah’a, O’nun
kullarından bir cüz, bir parça izafe edip uydurdular. Allah evlât edindi, Allah’ın
evlâtları vardır dediler. “Îsâ Allah’ın oğludur, Üzeyr Allah’ın oğludur,
melekler Allah’ın kızlarıdır,” dediler. Allah’a yakışmayan şeyler izâfe
ettiler. Halbuki evlât, babanın bedeninden bir parçadır. Bunlar, bu varlıkları,
bu Allah’ın kullarını Allah’ın bir cüz’ü, bir parçası kabul ettiler. Allah’ın
sadece kendisine mahsus olan sıfatlarını Allah’tan başkalarına verenler de,
onları Allah’ın birer parçası kabul etmiş müşriklerdirler. Allah’tan başkalarına
dua edenler, Allah’tan başkalarını imdada çağıranlar, Allah-tan başkalarından
şifa bekleyenler, Allah’tan başkalarını Rabb bilip onları kanun koyma
yetkisinde görenler, hayatlarında Allah’tan başkalarında yaptırıcı güç ve kuvvet
görenler, onların Allah’ın bir parçası ol-duğunu iddia etmeye çalışan, yaratıcıyla
yaratılmışları denk görmeye çalışanlar müşriklerdir.
16,17. “Demek O yarattıkları arasından kızları
kendisine alıp da oğulları size verdi öyle mi? Ama Rahmân olan Allah'a isnat
ettiği kız evlât kendilerinden birine müjdelenince, o kimsenin içi gayzla
dolarak yüzü simsiyah kesilir.”
Yoksa Allah yaratıklarından
kendisine kızlar edindi de, oğulları size mi verdi? Yâni erkekleri kendinize,
kızları da Allah’a mı izâfe etmeye çalışıyorsunuz? “Melekler Allah’ın
kızlarıdır”, derken siz ne demeye ve ne yapmaya çalışıyorsunuz? Hem kız
çocuğunuzun olmasını kendiniz adına, kendiniz için utanç meselesi sayıyorsunuz.
Allah’a bir şey isnat ederlerken kendilerine lâyık görmedikleri şeyi isnat
etmeye çalışıyorlar. Öyle değil mi? İçinizden birisine kız çocuğunun doğumu
haberi verilince, kinle dolarak yüzü utançtan simsiyah kesiliyor. Kendiniz için
utanç vesilesi saydığınız o kız çocuklarınızı diri diri gömmeye çalışıyor, onları
değersiz görerek kendiniz için erkek evlâtlarını lâyık görüyorsunuz da, kızları
niçin Allah’a izâfe etmeye kalkışıyorsunuz? Yâni size göre, sizin mantığınıza
göre değerliler sizin de, değersizler Allah’ın mı? Tabi bu değerli değersiz
ifadesini onların kendi mantıklarına göre dedim, yoksa erkekler değerli de
kızlar değersiz anlamına demedim.
Kâfirler,
kâfir mantığıyla melekleri dişi saydılar ve Allah’ın kulları olan melekleri
Allah’a izâfe ettiler. Onları da Allah’tan bir cüz, Allah’tan bir parça kabul
ettiler.
18. “Demek, süs içinde yetiştirilecek
de çekişmeyi beceremeyecek olanı Allah'a
ayırıyorsunuz değil mi?”
Anlayabildiğimiz kadarıyla kız
çocukları savaşa gidemezlerdi. Aileye ekonomik bir katkı sağlama imkânları da
yoktu. Ayrıca babanın malının bir kısmını alıp yabancı bir erkeğin evine götürecek
bir hain gözüyle bakılırdı onlara. Bu yüzden erkek çocuklara nazaran kız çocukları
değersiz görülürdü. Dikkat ederseniz, Rabbimizin onları kendi mantıklarından
yakalayıp rezil ettiğini görürsünüz.
Ama bu
kesinlikle kız çocuklarının değersizliğini anlatmamaktadır. Mesele, kızların
değersizliğinin ortaya konması değil, onların bu konudaki mantıklarının ortaya
konmasıdır. Yâni kız çocukları süs için-de yetiştirilen, fizik yönünden
yumuşak, nazik ve fıtratı zayıf olan varlıklardır. İşte böyle zayıf olan
kızları Allah’a izafe ediyorlar da, güçlü, kuvvetli olan erkek çocuklarını
kendilerine ayırıyorlar.
19. “Onlar, Rahmân olan Allah’ın
kulları melekleri de dişi saydılar. Yaratılışlarını mı görmüşler? Onların bu
şahitlikleri yazılacak ve sorguya çekileceklerdir.”
Bu da kâfirlerin
başka bir küfürleri. Allah’ın en mükemmel kulları olan meleklerin dişi
olduklarını iddia ediyorlar. Bu konuda kendilerine herhangi bir hüküm ulaşmadığı
halde, melekler hakkında bu hük-mü veriyorlar. Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun
altında yatan da şeh-vetperestlikleriydi. Melekleri şehvetlerine hitap eden
cazip varlıklar olarak düşünüyorlardı. Bunun yanında, onları kesinlikle
kendilerine azap etmeyen, güçlü olmayan, ince, nazik varlıklar olarak kabul etmeye
çalışıyorlardı. Melekleri, kendilerinin şehvetlerini okşayan ve asla
kendilerine zarar veremeyecek varlıklar olarak biliyorlardı. Allah buyurur ki:
Ee! Şimdi
bu adamlar Allah, meleklerini yaratırken oradalar mıydı ki, onların dişi olduklarını
söylüyorlar? Yoksa onların yaratılışlarını görmüşler de bunu mu iddia
ediyorlar? Halbuki bir şeyi bizzat görmeden, tanık olmadan o konuda şehadet
geçerli değildir. Görüp ta-nımadan şahitlik olmaz. Kişi bir şeyi ya bizzat
gözleriyle görecek, bi-lecek sonra şahitlik edecek, yahut da imanından dolayı şahitlik
yapa-bilecektir. Meselâ Müslümanlar şu anda cennete, cehenneme, Allah’a ve
Allah’tan gelenlere şehadet etmektedirler. Neden? Bütün bunlara, Allah bize
bildirdiği için, imanlarımızdan dolayı şahitlik ediyoruz.
Kişi şahitlik edebilmesi için ya
gözleriyle bizzat görecek, yahut da gaybî konuları Allâmu’l ğuyûb olan, bilgi
kendisinden olan, bilginin kaynağı olan Allah’ın bildirmesiyle şehadet
edecektir. Çünkü bu konularda görmek de, başka hiç bir kaynaktan bilgi almak da
mümkün değildir. Peki bu adamlar meleklerle alâkalı bu gaybî konuyu nereden
bilmişler? Allah’tan bu konuda kendilerine herhangi bir bilgi de gelmediği
halde, bu meleklerin dişi olduklarını Allah’ın kızları olduklarını nereden
bilmişler? Hayır, onlar meleklerin yaratılışlarını görmedikleri halde, canları
böyle istediği için bunu iddia ediyorlar. Öyleyse bilmedikleri şeyi iddia eden
bu cahiller, söyledikleri şeyin cezasına katlanmak zorundadırlar. Zira gaybî
konularda öyle rastgele konuşmak sorgu sebebidir. Bu, Allah’ın hakkını gasp etmek,
haksızlık etmek ve gaybı taşlamaktır.
Onların bu
şahitlikleri yazılacak ve onlar bundan hesaba çekileceklerdir. Âyetin bir
mânâsı böyledir, diğer bir mânâsı da: Rabbimiz, haklarında iftirada bulundukları
meleklere, “onların yalancı şahitliklerini kendi amel defterlerine yazın,” diye
emredeceğiz diyor. Hani onlar bu Allah’ın meleklerini kendilerine asla zarar vermeyecek,
güçsüz varlıklar olarak değerlendiriyorlardı ya, işte Allah bunun böyle olmadığını,
onların işledikleri tüm suçları tespit ettiklerini haber veriyor. Zira kıyamet
günü, biz onları bu şahitliklerinden ötürü hesaba çekeceğiz.
Bu
âyetlerinde Rabbimiz müşriklerin üç tane çirkin sözünden bahsetti:
1. Allah’a
çocuk isnatları,
2. Allah’a,
oğulları değil de kızları isnat etmeleri. Erkek çocukları kendilerine, kız
çocuklarını da Allah’a ayırmaları.
3. Hakkında
hiçbir bilgileri ve delilleri olmadığı halde, Allah’ın çok değerli kulları olan
meleklerin dişi olduklarını iddia etmeleridir. Rabbimiz, onların bu sözlerinin
tamamında yalancı olduklarını anlattıktan sonra, tüm bu konularda işledikleri
suçlara karşı mâzeretler beyan ederek laf kalabalığı yaptıklarını
anlatmaktadır. Öyle bir laf kalabalığına yöneliyorlar ki, sanki sapıklıklarının
zirve noktasına erişiyorlar. Bakın ne diyorlar:
20. “Eğer Rahmân dilemiş olsaydı, biz bunlara
kulluk etmezdik” derler. Buna dair bir bilgileri yoktur; onlar sadece vehimde
bulunuyorlar.”
Görüyor
musunuz? İşledikleri günâhları kadere bağlayıp işin içinden sıyrılmak
istiyorlar. Hatalarının vebalini, günâhlarının ve işledikleri suçların sorumluluğunu
Allah’a yüklemeye çalışıyorlar. Yaptıkları pislikler konusunda Allah’ı
suçluyorlar. Gaybı taşlıyorlar ve, “eğer Allah müsaade etmeseydi, bizler bu
meleklere tapınma işini, bu putlara tapınma işini beceremezdik. Allah izin
vermeseydi biz bunları nasıl yapabilirdik”? Alçaklar, hayatlarına program
çiziyor, hayatlarına haramlar, helaller koyuyor, yasalar belirliyor sonra da, “Allah
böyle istediği için biz böyle yapıyoruz, Allah izin verdiği için bu
yaptıklarımızı ya-pıyoruz, Allah müsaade ettiği için bu taptıklarımıza tapabiliyoruz.
Bu yaptıklarımıza rızası olmasaydı, o zaman Allah bize imkân vermez ve bizi
helâk ederdi. Uzun zamandır hem atalarımız, hem bizler bu işleri yürüttüğümüze,
Allah bizi helâk etmediğine göre, demek ki Allah böyle istiyor,” diyorlar.
Halbuki
imtihan gereği, Allah dünyada kullarına dokunmuyor. İyilik yapana da, kötülük
yapana da dokunmuyor. Allah’ın imtihanı gereği, dünyada insana dalâleti seçebilme
iradesini vermiş olması dalâletten razı olması anlamına gelmemektedir. Allah’ın
yeryüzünde imtihan gereği küfrü ve şirki yaratması onlardan razı olduğu anlamına
gelmemektedir. Kâfirler böylece kendi küfürlerine kılıf aramaya bulmaya
çalışıyorlar. Allah’a akıl vermeye, yol göstermeye çalışıyorlar. Alçaklar, “ey
Allah! Biz bunu münasip gördük! Herhalde bizim uygun gördüğümüzü sen de uygun
görürsün!” demeye çalışıyorlar. A’râf sûresinde de aynı konu şöyle anlatılıyordu:
“Onlar bir fenalık yaptıkları zaman, “Babalarımızı
bu yolda bulduk, Allah da bize bunu emretti,” derler. De ki: “Allah fenalığı
emretmez. Bilmediğiniz bir şeyi Allah'a karşı mı söylüyorsunuz?”
(A’râf 28)
Bu kâfirler
bir kötülük, bir fahşa işledikleri zaman, “atalarımızdan böyle gördük. Eğer bu
yaptığımız kötü bir şey olsaydı, atalarımız bunu yapmazdı,” derler. Bir de
derler ki, “Allah da bunu emretmektedir. Allah da böyle yapmamızı istemektedir.”
Bu düpedüz Allah’a iftiradır. Eğer Allah böyle bir şey isteseydi, kitabında onu
bizzat emrederdi. Buna Allah’ın kitabından delil gerekir. Çünkü vahiy, kitapla
bilinir. Allah’ın neleri emrettiği, neleri yasakladığı kitapla bilinir. Allah,
arzularını kitapla bildirmiştir. Allah’ın emir ve yasakları konusunda kitap,
temel kriterdir. Kitabında Allah’ın emretmediği bir şeyi, Allah da böyle ister
diyerek Allah’a yol göstermeye çalışmak, Allah’ın emretmediklerini, Allah
emrediyormuş pozisyonunda yapmak veya insanlara tavsiye etmek, iftiraların en
büyüğüdür. Zira Allah, fahşayı asla emretmez.
21. “Yoksa onlara daha önce bir kitab verdik
de ona mı bağlanıyorlar?”
Allah tüm emir ve yasaklarını
kitapla bildirdiği halde bu adamlar nereden çıkarıyorlar bunları? Yoksa onların
başka kitapları var da oradan mı okuyorlar bunları? Nereden bilgileniyorlar bu
adamlar? Yoksa sizin Allah kitabından başka kitaplarınız var da, ona mı tutunuyor,
onunla mı amel etmeye çalışıyorsunuz? Bu işlediğiniz günâhlar konusunda, yoksa
Allah size başka bir kitap gönderdi de ondan mı hükmediyorsunuz? Bu konularda
size söz veren başka İlâhlarınız mı var? Sizin yanınızda, “kitabımız budur,”
diye bağrınıza basıp kendileriyle amel etmeye çalıştığınız başka İlâhların
kitapları mı var? Allah’ın kitabıyla öteki İlâhlarınızın kitaplarını mı
karıştırıyorsunuz? Sizler böyle iddia ediyorsunuz. “Bu yaptıklarımız Allah’ın
istedikleridir. Allah da bizden böyle bir hayat ister, Allah da demokrasiden yanadır.
Allah da laikliği öneriyor, Allah da böyle bir kıyafetten razıdır,” diyorsunuz.
Allah mı dedi bunları size? Yoksa bunları diyenleri Allah mı kabul ettiniz?
Yâni, Allah kitabında size
bunları demediği halde, size bu konularda izin vermediği halde, bütün bu
konularda size ruhsat tanıyan başka İlâhlar mı buldunuz? Kendinize başka
İlâhlar buldunuz da, Allah’ı mı şartlandırmaya çalışıyorsunuz? Allah’a yol göstermeye,
akıl vermeye mi çalışıyorsunuz? Öncelikle ben size böyle bir kitap göndermedim,
bu yaptıklarınız konusunda izin vermedim, bu tür günâhlar işlemenizi istemedim.
Allah böyle bir kitap göndermediğini, onlardan böyle şeyler istemediğini bildiği
halde, niye sorsun bu soruyu? Peki ne çıkar öyleyse bundan? Bundan çıkan şudur:
Ben size böyle bir kitap göndermediğime, bu yaptıklarınızı asla istemediğime
göre, kendiniz İlâh, Rabb zannıyla birilerine gidip bu konularda kendisinden
izin aldınız da, onu mu İlâh zannediyorsunuz? Ona kulluk edip, onu mu razı
etmeye çalışıyorsunuz?
Hayır hayır,
onların tüm bu işledikleri günâhlar konusunda hiç bir bilgileri, hiçbir
delilleri yoktur. Onlar sadece atarlar. Onlar sadece zannederler, zanna uyarlar
ve şöyle derler:
22. “Hayır, doğrusu biz babalarımızı
bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerinden gitmekteyiz,” derler.”
Onların ne
amel edecek kitapları var, ne kitaptan haberleri, ne de dayandıkları bir
delilleri vardır. Onlar sadece cahil babalarının yoluna tâbi oluyorlar.
Diyorlar ki, “biz atalarımızı bir yol, bir mezhep, bir tarz, bir hayat programı
üzere bulduk; biz de onların izleri üzerinde gitmekteyiz.” Atalar dini, atalar
yolu… Bunların işi gücü, kör taklittir. Dinin temel kaynakları olan kitap ve
sünneti tanıma ve amellerini onlara dayandırma zahmetinden kaçan bu taklitçiler,
atalarının sünnetine tâbi olarak kolay yoldan doğru yolu bulabileceklerini zannediyorlar.
Ataları da aynı şekilde davrandıkları, yâni melekleri mâbud edinip onlara tapındıkları
için, bunlar da aynı suçları işleyerek doğru yolda olduklarını iddia etmeye
çalışıyorlar.
23:.”Ey Muhammed! Senden önce, her
hangi bir kasabaya gönderdiğimiz uyarıcıya, o kasabanın şımarık varlıklıları
sadece: “Doğrusu babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerini
izlemekteyiz,” derlerdi.”
Çağlar boyu
yaşanıp gelen, tekrar edilip gelen bir hastalıktır bu. Allah’ın insan hayatına
karışması konusunda, odak nokta seçerek arzularını kendileri aracılığıyla
insanlığa sunduğu peygamberlerine ilk karşı gelenler, ilk savaş açanlar, âyetin
ifade buyurduğu gibi "Mütraf"-lardır. Yâni toplumun zengin, şımarık
servet sahipleri. Toplum içinde sınırsız bir hayat yaşayan, zenginliklerinin,
arsızlıklarının, servetlerinin kendilerini azdırdığı kimselerdir.
Servetlerinin, zevk ve eğlencelerinin, lüks içinde sınırsızca yaşadıkları
hayatlarının kendilerini bırakmayıp hakkı kabullerine engel olduğu varlıklı
kimseler... Bunlar her dönemde ve her toplumda, gönderilmiş hak elçilerine
karşı ilk savaşı açan kimselerdir. Hemen hemen her dönemde, topluma egemen olan
bu zenginler grubu, peygamberlere karşı tavır alıp, peygamberlerin yolunu
kesmeye çalışıp, halkı Allah elçilerine karşı kışkırtmışlardır. Bunun sebebi de
şudur:
Bunlar, her
toplumda mevcut statükonun devamından yana-dırlar. Yâni mevcut düzeni
savunmaktadırlar. Kendilerini servet sahibi yapan, kendilerini diğer insanlara
egemen kılan, garibanların kanlarını emmeye izin veren, toplumun fakir kesimi
üzerinde kendilerini Rabb-leştiren, o düzenin kendisidir. Mevcut sistem
sayesinde palazlanıp servet sahibi oldukları için, sistemin yıkılmasını asla
istemezler.
Şunu da kesinlikle bilmektedirler
ki, peygamber bu düzeni değiştirmek için gelmektedir. Peygamber, toplumda ezen
ve ezilenlerin, zalimlerin ve mazlumların, sahte Rabblerin rubûbiyetlerine ve
köleleştirilmiş Allah kullarının kulluklarına son verip, toplumda Allah
hâkimiyetini gerçekleştirmek için gelmektedir. Peygamber, adaleti tesis etmek
için gelmektedir. Peygamberin mesajı gönüllerde yer edip o mesajın hayata hakim
olması sonucunda, bu adamların elde ettikleri tüm gayr-ı meşrû servetler ve
toplum içinde bu servetleri sayesinde sağladıkları tüm statüleri ellerinden
uçup gidecektir. İşte bunu çok iyi bilen bu servet sahipleri, düzenlerinin
bozulacağı korkusuyla Allah elçilerine ilk savaşı açmaktadırlar. Halkın cahil
kalmasını istemekte, halkın bilinçlenmesini, halkın peygamberle tanışmasını
istememektedirler. Bakın bunun için diyorlar ki:
“Doğrusu bizler atalarımızı bir din
üzerine bulduk. Biz de onların yollarını izlemekteyiz.”
“Biz
atalarımızı bir din, bir yol üzerine bulduk; biz de onların izleri üzerinde
güdülüp gideceğiz. Onlar bizi nereye çekerlerse, nereye sürüklerlerse oraya
doğru gideceğiz,” diyorlar. Görüyor musunuz tuzağı? Böylece, bu kör taklit
anlayışının kaynağını da öğrenmiş oluyoruz. Bu sapık inancı kimlerin ortaya
attıklarını, kimlerin desteklediklerini ve bu sapık anlayışın, bu putun
arkasına saklanarak kimlerin ganimet devşirdiklerini daha güzel anlıyoruz.
Kimlerin bu taklit düşüncesine sahip çıkıp, cahil bıraktıkları yığınlar üzerinde
egemenlik kurduklarını biraz daha iyi anlıyoruz.
Bu adamlar, taklit putunu
yerleştirerek cahil bıraktıkları kitlelerin kendilerine itaat etmelerini
istemektedirler. İstiyorlar ki insanlar kitapla tanışmasınlar, istiyorlar ki insanlar
peygamber mesajına yönelmesinler, gerçekleri öğrenip uyanmasınlar… Atalarının
türlü türlü anlayışlarının arasında bocalayıp kalsınlar ve bu karmaşa içinde
kendilerini yargılama ve sorgulama imkânı bulamasınlar, böylece toplumda
egemenlikleri sürüp gitsin. Bu insanlar, halkın gerçek hürriyetle tanış-masını
istememektedirler. Böylece yığınların kendilerine kul, köle olarak
egemenliklerinin devamını istemektedirler.
Bir de bu
toplumun servet sahipleri, içinde bulundukları refahtan dolayı peygamberle ve
peygamber mesajıyla ilgilenecek vakitleri olmayan insanlardır. Refah, lüks ve eğlence,
onları durup düşünmekten, tefekkürden uzaklaştırmıştır. Onların, kendilerince böyle
basit meselelerle ilgilenecek vakitleri yoktur. Bunlar bu işlerle ilgilenemeyecek
kadar dünya meşgalelerinin içine dalmış insanlardır. Din, Kitap, peygamber
kimdir? Ne için gelmiştir? Nasıl bir mesaj getirmiştir? Bütün bunları durup
düşünecek zamanları da, ihtiyaçları da yoktur. Dünyada işleri yerinde olduğu için,
âhiret endişesi de taşımayan insanlardır bunlar. “Burada başaran bizler,
elbette orada da bir yolunu bulacağız,” diyerek müstekbir davranmaktadırlar.
24. “Gönderilen uyarıcı, “Eğer size,
babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş isem de mi bana
uymazsınız?” derdi. Onlar: “Doğrusu sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz,” derlerdi.”
Diyorlar ki, “fark etmez ey
peygamber! Sen ne dersen de, ne getirirsen getir, bizim ona ihtiyacımız yoktur!”
Bu adamlar müstekbir-dirler, eyvallahsızdırlar. Peygamberin mesajını anlamaya,
dinlemeye yanaşmıyorlar. Onlar peygamberin mesajının doğruluğunu, hak oluşunu
anlayıp öğrenseler de, hak ehline karşı büyüklenmelerinden ötürü, tekebbürlerinden
ötürü yine de onu kabule yanaşmayacaklardır. Rabbimiz, “öyleyse ey peygamberim,
sen bu adamların bu tutumlarından ötürü sakın üzülme! Sen yoluna devam et! Siz
ey peygamber yolunun yolcuları! Çevrenizde bu tür insanların olabileceğini
unutmayın! Ümit ink
25. “ Bunun üzerine Biz de onlardan öç
aldık. Yalancıların sonunun nasıl olduğuna bir bak!”
Onlardan
önce, onlardan sonra yeryüzünde hâkimiyeti, rubû-biyeti kendilerinde gören,
yeryüzünde tanrılık taslayan, yeryüzünde insanların Allah’ın âyetleri
istikâmetinde bir hayat sürmelerine izin ver-meyen, Allah’a hayat hakkı
tanımayan, Allah’ın kullarını Allah’a ibadet ve itaatten koparıp, kendi
kanunlarına tapınmaya zorlayan ve bu yüzden de onları bir kaosa düşürmemek için
onlara Allah’ın âyetlerini duyurmamaya çalışan ve böylece Allah’ın âyetleriyle
savaşa tutuşan Firavunlar, Nemrutlar hepsini, hepsini yakalayıverdi Rabbimiz.
Bazen bir
rüzgarla, bazen bulutla, bazen bir ses, bir sayha, bir çığlıkla, bazen suyla,
bazen bir sinekle, bazen bir deniz, bazen da bir-kaç tane melekle yakalayıverir
Allah. Tarih bunun şahitleriyle doludur. Hepsi de sonunda mağlup oldular. Hepsi
de ellerindeki güç ve kuvvetlerinin, imkân ve saltanatlarının hiçbir işe
yaramadığını, kendilerini kurtaramadığını gördüler. Hiçbirisi Allah’ın
âyetlerini yalanlamalarının ve onlarla savaşa tutuşmalarının karşılığı olarak Allah’ın
kendilerine takdir buyurduğu azaptan kurtulamadılar. Tarih bunun örnekleriyle
doludur.
26,27. “İbrahim, babasına ve milletine demişti
ki: “Beni yaratan hariç, sizin taptığınız şeylerden uzağım. Beni doğru yola
eriştirecek olan şüphesiz O’dur.”
İbrahim
(a.s), babasına ve toplumuna diyor ki, “ben sizin tapındığınız şeylerin
tamamından beriyim. Sizin ibadet ettiklerinizin tümünden uzağım. Allah
berisinde itaat edip sözünü dinlediklerinizin tümünden teberrî ettim. Allah berisinde
hayatınızda otorite, söz sahibi kabul ettiklerinizin tamamından uzağım. Şirki
somutlaştırarak onu görülür, duyulur ve hissedilir hale getirerek diktiğiniz
tüm putlara ibadetten yüz çevirdim. Allah’la, o yüce varlıkla doğrudan irtibat
kurma imkânımız yoktur. Onun içindir ki, bu yüce varlıkla bizim irtibatımızı
sağlasın diye geliştirdiğiniz ve kendilerine kulluk yaptığınız, emirlerini dinlediğiniz
tüm aracılara kulluk etmekten yüz çevirdim. Kendilerini yüce varlıklar bilip
Allah’a karşı şefaatçi kabul ettiğiniz, sizi Allah’a yaklaştıracaklarına inanıp
kendilerine harikulâde sıfatlar yüklediğiniz tüm nid-lerinize ibadet etmekten yüz
çevirdim. Allah’ı sever gibi sevdiğiniz, Allah hatırını ayaklarınızın altına aldığınız,
Allah’a yapmanız gerekenleri kendilerine yaptığınız, kendilerinde güç, kuvvet
görerek sıkıntılı anlarınızda dua edip imdadınıza çağırdığınız tüm nidlerinize
itaatten uzak duruyorum.
Karşılarında mest olup secdelere
kapandığınız, kalbinizin derinliklerinde kendilerine yer verdiğiniz, “Allah ne
derse desin önemli değil, yeter ki onları üzmeyelim,” diye önlerinde
eğildiğiniz tüm liderlerinize, tüm efendilerinize, tüm eğlence tanrılarınıza,
sanatçılarınıza ibadetten nefret ettim ben. Allah yerine ikâme ettiğiniz
modanıza, âdetlerinize, törelerinize kulluktan uzaklaştım ben. Allah sever gibi
sev-diğiniz ve uğrunda can ve malı fedâ eylediğiniz toprak, sancak, vatan,
millet, bayrak, lider, önder, sistem gibi putlarınıza kulluk etmekten kaçtım.
Geleneklerinize ibadetten, atalar yoluna kulluktan ve toplumunuzda putlaştırıp
Allah sisteminin yerine ikâme ettiğiniz ırk, renk, siyasal ve ekonomik
görüşlerinizin tümüne kulluk etmekten kaçtım.”
Sizin
ibadet ettiklerinizden yüz çevirdim, ancak beni yaratan ve bana yol gösteren
Rabbim müstesna. Sadece O’na kulluk yaparım ben. Öteki İlâhlarla birlikte
Allah’a kulluk etmem, ilâhlardan bir İlâh olarak Allah’a kulluk etmiyorum. Tüm
öteki İlâhlarınızı reddederek sadece Allah’a kulluk ederim.
İbrahim
(a.s), tamamen onlardan ayrıldığını, aralarında ayrılık belirdiğini ortaya
koydu. Bu tavır belirleme işi, Kur’an’ın değişik yerlerinde anlatılır.
Peygamber yolunun yolcuları da aynı tavrı benimseyip uygulamaya koyar, aynı
yolu izlerler.
Hz
İbrahim’in bu ifadelerinden anlaşılıyor ki, Hz. İbrahim’in toplumu tümüyle
Allah’ı bilmeyen ya da Allah’ı inkâr eden bir toplum değildi. Allah’ı bilmekle,
Allah’ı kabul etmekle, Allah’a ibadet etmekle beraber, Allah yanında başka
İlâhlara da kulluk eden bir toplumdu. Göklerin, yerin ve kendilerinin
yaratıcısı olarak Allah’ı bilmekle, Allah’a inanmakla beraber, hattâ zaman
zaman O’na kulluk etmekle beraber, O’nun hayata karışmasını reddediyorlardı. “Allah
büyüktür, Allah yücedir, gökleri yaratan O’dur, bizleri yaratan O’dur ama
hayatımı-za karışmasın. Bize isteklerini, arzularını bildirmesin. Bizim hayatımızı
düzenleyeceğimiz başka tanrılarımız var. Hukuk tanrılarımız, eğitim tanrılarımız,
kılık-kıyafet, siyaset, şifa tanrılarımız var. Onlar bizim işlerimizi
düzenliyorlar. Bizim pis işlerimiz, mafya işlerimiz var; Allah bu işlere
karışmamalı. Şimdi Allah bizim bu işlerimize karışır ve arzularını bize
duyurursa o zaman biz O‘nu mu, yoksa öteki tanrılarımızı mı dinleyeceğiz? Hayatımızda
böyle bir kaos yaşamaktansa, Allah’ınkileri duymamak daha iyidir,” diyorlardı. Bunun
için Allah’ı ve onun elçilerini dinlememeye çalışıyorlardı.
“Tamam, Allah’a da kulluk yapalım
ama başka İlâhları da dinleyelim,” diyorlardı. Yeri gelince, işleri düşünce,
başları daralınca Allah’a kulluk yapıyorlar ama işleri bitince de başka
İlâhlara kulluk ediyorlardı. Toplumun benimsediği, kimsenin ayıplamadığı bir
takım kulluk türleri yerine getirilsin ama hayatın tümünü bu kulluk kapsamasın,
diyorlardı. Meselâ Kureyş müşriklerinin yaptığı gibi kendilerine servet
sağlayan hac gibi ibadetlere şu anda bizimkilerin de yaptıkları gibi, “tamam”
diyorlardı, ama hayatlarının geri kalan bölümüne Allah’ı ka-rıştırmıyorlardı.
Yâni hayatı parçalıyorlardı. Hayatımızın ibadet bölümüne Allah karışsın ama
öteki bölümlerine başka Rabblerimiz karışsın, diyorlardı.
İşte bu
yüzden İbrahim (a.s) diyor ki, “Allah hariç ben sizin taptıklarınızdan beriyim.
Çünkü sizin öteki İlâhlarınız hiçbir şey yaratmadığı halde, benim Rabbim
yaratıcıdır. Benim de yaratıcım, sizin de yaratıcınız ve her şeyin yaratıcısıdır
o Allah. Rabbim sadece yaratıcı değil, aynı zamanda tüm yarattıklarına yol
göstericidir. Yarattıklarını, yolsuz-yordamsız bırakmayan, aynı zamanda onlara
hidâyet edendir. İşte ben, böyle bir Allah’a iman ediyor ve O’na kulluk
yapıyorum. İlâh olmaya, kulluk yapılmaya, insanların boyunlarındaki ipin ucu
elinde olmaya, çektiği yere gidilmeye lâyık olan sadece O’dur. İlâh olanın,
yaratıcı olması, hidâyet edici olması, hayat programı belirleyici olması
gerekir. Sizin şu Allah berisinde İlâh kabul ettikleriniz kimi yaratmış?
Bırakın başkalarını yaratmalarını, kendilerini bile yaratmaktan aciz olan,
kendileri bile Allah tarafından yaratılmış ve Allah’ın kulları bu varlıklar
nasıl İlâh olabilirler?” diyerek İbrahim’in (a.s), toplumunun şirkinden teberrî
ettiğini görüyoruz.
Kur’an sadece hakkı, yâni
mü'minlerin yolunu ortaya koymakla kalmaz, aynı zamanda mücrimlerin, kâfirlerin
yollarını da ortaya koymuştur. Böylece Rabbimiz mü'minlerin yoluyla kâfirlerin
yolunu, mü’-minlerle kâfirlerin saflarını ayırmıştır. Bu iki yolu, hak ve bâtıl
iyi tanınsın diye birbirinden ayırır. Mü'minlerin belirgin vasıfları, onların
yolları üzerine dikilmeli, mücrimlerin belirgin vasıfları da onların kendi yollarının
üzerine dikilmeli ki, her iki taraf da kendilerini ve kendi yollarını bilsinler.
Bu sayede mü'minler kimlerin mü'min, kimlerin de kâfir olduklarını bilsinler, karışıklığa
sebep olacak bir durum olmasın.
Bugün en büyük güçlük işte
buradadır. Bugün en büyük problem, mü'minle mücrimin karışması, yolların, işaretlerin
karışması, isimlerin ve sıfatların birbirine girmesidir. İslâm düşmanları bunu
çok iyi bildiklerinden, meseleyi daima karıştırmadan yana olmaktadırlar. Onlar,
safların ayrışmasından her zaman tedirgin olmuşlardır. Çünkü böylece kendileri
tanınacak ve mü'minler kendi yollarını öğrenme imkânı bulacaktır.
Dikkat
ederseniz, İbrahim (a.s) onların bozukluğunu gündeme getirirken, aynı zamanda
kendi yolunu da ortaya koymaktadır. Zaten hakkın ortaya konabilmesi, hakkın anlaşılabilmesi
için bâtılın da ortaya konması gerekir. Mü'minlerin, bâtıldan ve mücrimlerin
yolundan sakınabilmeleri için, hak ve bâtılın kesin çizgilerle, belirgin
renklerle birbirlerinden ayrılmaları ve seçilmeleri şarttır. İşte onun içindir
ki, İbrahim (a.s) sadece kendi yolunu, sadece mü’minlerin yolunu, yâni hakkı
açıklamakla kalmamış, aynı zamanda kâfirlerin yolunu, yâni bâtılı da
açıklamıştır.
28. “İbrahim, ardından geleceklere bu
sözü, devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı. Artık belki doğru yola
dönerler.”
İbrahim (a.s) bu kelimeyi yâni
kelime-i şehadeti, kelime-i tevhidi kıyamete kadar gelecek nesline bir miras bıraktı.
Yâni kıyamete kadar gelecek nesli içinde bu kelimeyi söyleyecek ve bu kelimenin
manasına uygun bir şekilde sadece Allah’a kulluk yapacak nesillerin geleceğine
bir delil, bir karîne yaptı. Ya da kıyamete kadar gelecek nesillerinin içinde
şirke düşmüş insanların bu gerçeği anlayıp tevhide dönmeleri için bunu miras
yaptı.
Bir de
bundan şunu anlıyoruz ki, İbrahim (a.s) kendisinden sonra gelecek olanlar için,
“Allah’ım! Onları Müslümanca yaşayan kimseler kıl!” diye dua etmişti de, Allah
onun bu duasını kabul buyurdu. Bundan anlıyoruz ki, hayatını Allah için
yaşayan, hayatını Allah’a adayan kimselerin hayatlarını, Rabbimiz gelecek
nesillere intikal ettirir. Allah, kendisi için yapılanları bereketlendiriyor ve
onu gelecek nesillere miras yapıyor. Öyleyse biz de hayatımızı Allah için
yaşayalım, yaptıklarımızı Allah için ve Allah’a lâyık olacak biçimde yapalım ki,
bizim hayatımız da gelecek nesillerimize örnek olarak intikal etsin. Hayatın
sonunda ölüp giderken, ölümsüzlüğe erenlerden olalım inşallah.
Bakara
sûresinde anlatıldığı gibi, Hz. İbrahim bu kelimeyi çocuklarına da tavsiye
buyurdu:
“İbrahim bunu oğullarına vasiyet etti.
Yakub da: “Oğullarım! Şüphesiz ki Allah size bu dini seçti. O halde siz de kesinlikle
Müslümanlar olarak can verin,” dedi.”
(Bakara
132)
Her iki
peygamber de kendi teslimiyetlerini, kendi Müslümanlıklarını oğullarına da
tavsiye ediyor ve diyorlardı ki, “oğullarım! Biz Allah’a teslim olduk, siz de
teslim olun!”
İşte burada
Rabbimiz hem İbrahim’in (a.s), hem de Yakub’un (a.s) oğullarına tavsiyesini
anlatıyor. İbrahim (a.s), iki oğluna; Yakub (a.s) da on iki oğluna diyordu ki: “Allah
size din olarak bu dini, İslâm dinini seçti. Öyleyse sizler de ancak
Müslümanlar olarak can verin.” Allah’ın İbrahim için seçtiği din İslâm’dı.
Yakub için de seçilen din İslâm’dı. Hz Adem’den bu yana tüm peygamberlerin dini
İslâm’dı ve onların tamamı müslümandı.
Yakub’un
(a.s) oğullarına tavsiyesi de İslâm’dı. Şimdi, “biz İs-râil oğullarıyız” diyen
ve İslâm’ı bırakıp sapıklık içine düşen bu Yahudi ve Hristiyanlara ne demek
lazım? Bu adamlar nasıl olur da biz haklıyız deme hakkına sahip oluyorlar?
Nasıl olur da biz Yakub’un oğullarıyız dedikleri halde, İslâm’dan, haktan
ayrılıp, sapık yollara girerler? Bu peygamberlerin yolunu terk ettikleri halde,
nasıl olur da Yakub’un (a.s) ve İbrahim’in (a.s) yolunda olduklarını iddia
edebilirler? Buna hiçbir zaman hakları olamaz, çünkü İbrahim (a.s) ve Yakub (a.s)
müs-lümandı, oğullarını İslâm’a dâvet etmişlerdi.
İbrahim ve
Yakub (a.s), oğullarına İslâm’ı vasiyet ediyorlardı. Allah’ın bu yüce
peygamberleri, müslüman olmakla yetinmeyip, cennete tek başına gitmeye razı
olmayıp, Allah’ın kendilerine lütfettiği bu teslimiyet dinini, çocuklarına da
vasiyet ediyor, onların da Müslüman olmalarını istiyorlardı.
29. “Hayır; Ben bunları ve babalarını kendilerine
hak ve onu açıklayan bir peygamber gelene kadar geciktirdim.”
Diyor ki Rabbimiz, “Ben onları da,
onların atalarını da geçindirdim, rızık verdim onlara. Nihâyet kendilerine
vahiy geldi. Kendilerine Allah’ın vahyini getiren apaçık peygamber geldi.” Peygamber
gün kadar açık ve aydınlıktır. Allah’ın elçilerinin tamamı böyledir. Hiç kimse
ben onun elçi olduğunu anlayamadım, onda bir açıklık, netlik göre-medim deme
hakkına sahip değildir. Peygamberin, peygamberlik öncesi ve sonrası hayatı
bellidir. Tüm hayatı mübîndir onun. Yaşadığı hayat, r
Meselâ ehl-i kitap, onu
oğullarından, avuçlarının içinden daha yakın biliyorlardı ama yine de inanmıyorlardı.
Velîd Bin Muğîre onu dinliyor, onun okuduklarının kesinlikle bir şair, bir
sâhir sözü olmadığını anlıyor ama yine de inanmamaya bir sebep bulabiliyordu.
Mekke müşrikleri biliyor, anlıyor, ama statülerinin ellerinden gideceği endişesiyle
yine onu inkâra bir yol bulabiliyorlardı.
Ebu
Cehiller, Firavunlar, Nemrutlar da onların Allah’ın gerçek nebîleri olduğunu biliyorlardı
ama yine de inanmıyorlardı.
30. “Gerçek kendilerine geldiği zaman, “Bu
bir büyüdür. Doğrusu biz onu inkâr ediyoruz,” dediler.”
Kendilerine reddedilemeyecek
berraklıkta hak gelince, “bu bir sihirdir, bir büyüdür. Biz bunu inkâr ediyoruz,”
dediler. Aslında inkârlarına bir haklılık kazandırabilmek için, sihir olduğunu
söylüyorlar. Halbuki o anda çevrelerinde yığınlarla sihirbaz görüyorlardı.
Şimdiye kadar acaba hangi sihirbaz o elçinin söylediklerini söyleyebilmişti? Hangi
sihirbaz o peygamberin meydana getirdiği tesiri meydana getirmişti? Hangi
sihirbazın sihri gönüllerde bu kadar yer etmişti? Hangi sihirbaz toplumda
böylesine bir inkılabı gerçekleştirebilmişti? Onlar da bu-nun bir sihir
olmadığını biliyorlardı, ama reddedişlerini haklı çıkarabilmek için öyle
diyorlardı.
31.
“Bu Kur’an, iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?”
dediler.”
Bu da başka bir tutarsızlık. Ne
dediklerini bilmiyorlar. Bazen, “bu sihirdir” diyor onu inkâr etmeye çalışıyorlar,
bazen de onu kabullenebileceklerini, ancak bu kitabın iki şehrin (Taif ya da Mekke’nin)
iki büyüklerinden birine indirilmesi gerektiğini söylüyorlar. Allah’ı şartlandırmaya,
Allah’a akıl vermeye çalışıyorlar. Allah kitabını vahyini kime indireceğini
onlara sormalıymış! Onların beğendikleri, tasvip ettikleri birine indirmeliymiş!?
Size ne bundan? Allah kime dilerse ona indirir vahyini. Bu kitabın kime
indirildiğine bakmaksızın eğer bu bir gerçekse hemen kabul etmeliydiler onu.
Ama buradaki de başka bir kaçma sebebidir tabii. Amaçları Kur’an’a inanmamak,
amaçları Allah’ın vahyine teslim olmamak. Değilse eğer bu kitap onların
beğendikleri kabul ettikleri birisine indirilseydi, yine kabul etmeyeceklerdi.
Kendisine kitap indirilen
Allah’ın Resûlü, onların daha önceden kabul etmedikleri, sevmedikleri,
beğenmedikleri birisi değildi. Düne kadar Allah’ın Resûlünü büyük kabul ediyor,
ona “Muhammedü’l Emîn” diyorlardı. Onun hakemliğine başvuruyor, emânetlerine
ehil biliyorlardı. Herkesin göz bebeği haline gelmiş bir insandı o. Onlar, o kitabı
getirenin hak olmadığından, doğru birisi olmadığından, emniyet telkin etmeyen
birisi olduğundan değil inatlarından dolayı onu reddediyorlardı. Mesele bu
konudaki delillerin, âyetlerin eksikliği ya da kendilerine elçi olarak seçilen
peygamberin yetersiz ve olumsuz örnekliği değil, sadece gurur ve kibirleriydi.
32. “Ey
Muhammed! Rabbinin rahmetini onlar mı taksim edip paylaşıyorlar? Dünya
hayatında onların geçimliklerini aralarında Biz taksim ettik; birbirlerine iş
gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık; Rabbinin Rahmeti,
onların biriktirdikleri şeylerden daha iyidir.”
Yoksa Allah’ın rahmetini onlar mı
taksim ediyorlar? Yeryüzündeki varlıkların rızıklarını, geçimlerini onlar mı
taksim ediyorlar? Bu konuda söz sahibi onlar da, vahyini kime göndermesi
gerektiğini belirleme taksimi de onlara mı ait? Hayır hayır! Rızıkları taksim
eden Allah’tır. Göklerde ve yerde ne kadar yaratığı, ne kadar kulu varsa, hep-inin
muhtaç oldukları rızıkları taksim eden Allah’tır. Kimin neye muhtaç olduğunu,
kime ne kadar ve ne zaman verileceğini bilen ve takdir eden O’dur. Rızıkları
takdir ve taksim eden de O’dur vahyini taksim eden de O’dur. Kulları arasında dereceleri
taksim eden de O’dur.
Yine insanlar birbirleri arasında
birbirlerinden istifade etsinler diye dereceleri takdir ve taksim eden de O’dur.
Kiminizi zengin, varlıklı, kimilerinizi de fakir kılan O’dur. Kiminizi güçlü,
kuvvetli, kimilerinizi de zayıf yaratan O’dur. Kiminizi kadın, kiminizi erkek
yaratan O’dur. Kimilerinizi çok zeki, kimilerinizi de az zeki kılan, bunu taksim
eden de O’dur.
Haydi itiraz edin bakalım
bunlara. Gücünüz yetiyor mu cinsiyet değiştirmeye? Becerebiliyor musunuz daha uzun
boylu ya da daha kısa boylu olmayı? Becerebiliyor musunuz acıkmamayı, susamamayı?
Çare bulabiliyor musunuz ölmemeye? Bütün bunları taksim eden, takdir eden nasıl
Allah’sa, bilesiniz ki, vahyini taksim eden de O’dur.
Hangi dönemde kime, ne indireceğini,
sizi neyle imtihan edeceğini bilen O’dur. Gönderdiği bu vahiyle kimlerin dirileceğini,
kimlerin ondan mahrum bırakılacağını bilen ve taksim eden de O’dur. Ebu Bekir’i
Ebu Bekir, Ömer’i Ömer yapan O’dur, Ebu Cehil’i Ebu Cehil yapan da O’dur. Ebu
Bekir kendi arzusuyla bu taksime razı olacak, sonunda Ebu Bekir olacak, ama Ebu
Cehil de kendi hür iradesiyle bu taksime razı olmayarak Ebu Cehil olacaktır.
Vahyi
taksim eden de Allah’tır. Vahyini kime indireceğini bilen ve onu istediklerine
indiren de Allah’tır. İnsanların buna hiçbir zaman itiraz hakları yoktur. “Ya
Rabbi, vahyini kime indireceğini, neler indireceğini, ne miktar âyet
indireceğini, bizi nelerle sorumlu tutacağını, bizi nasıl imtihan edeceğini
bize sormalıydın!” diyerek Allah’a bu konuda akıl vermeye, Allah’ı
şartlandırmaya hiç kimsenin hakkı da, yetkisi de yoktur. Allah, vahyini
dilediğine, dilediği miktarda indirir. Bunu hiç kim-seye sormaz. Bu konuda hiç
kimsenin etkisi altında kalmaz. Çünkü mülkün sahibi O’dur. Mülkünde dilediği gibi
tasarruf eder. Kimseye minneti yoktur. Öyleyse ey cahiller, bırakın Allah’a
akıl vermeyi, bırakın O’na yol göstermeye kalkışmayı da Rabbiniz sizin adınıza
neyi seçmişse ondan razı olup, samimiyetle O’na kullar olmaya bakın. O’-nun
razı olacağı bir hayatı yaşamaya bakın. O’nun sizin adınıza, sizin hayrınıza,
sizin kurtuluşunuza sebep olarak seçip görevlendirdiği elçisine tabi olun, onun
gösterdiği gibi kullar olun ve kurtulun.
33,35.
“Eğer bütün insanlar (küfre meyletmeyip) tek bir ümmet olma durumuna gelmeyecek
olsaydı, Rahmân olan Allah’ı inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını, üzerinde
yükseldikleri merdivenleri, evlerinin kapılarını, üzerinde yaslanacakları
kerevetleri gümüşten yapar ve altın bileziklerle işlerdik. Bunların hepsi ancak
dünya hayatının geçimliğidir. Âhiret, Rabbinin katında O’na karşı gelmekten
sakınanlaradır.”
“İnsanların tamamı küfür üzere
birleşerek, hepsi kâfirliğe meylederek en sonunda kâfir olacak olmasalardı,
Rahmân’a küfreden, Rahmân’ı örten, Rahmân’ı diskalifiye eden, Rahmân’ı örtbas
edip gündemden düşüren, Rahmân’ı görmezlikten gelen o kâfirlerin, dünyadaki
refahlarını, nîmetlerini artırmak için evlerinin tavanlarını, merdivenlerini,
kapılarını, oturacakları koltuk ve kanepelerini altın ve gümüşten yapar, onları
altın ve gümüş bileziklerle süslerdik,” diyor Rab-bimiz.
Tüm eşyalarını altın ve gümüşten
yapar, perdeler, yastıklar ve nakışlardan ziynetler yapar, onları çok lüks bir
hayatın insanı yapardık. Daha nice süsler, ziynetler verirdik onlara. Çevrelerindeki
insanlara boy gösterecek, hava atacak merdivenler, makamlar verirdik. İnsanların
her şeyi onların kapılarında görerek, kapılarında kapıkulu olabilecekleri,
altından, gümüşten kapılar yapardık da, insanlar o kapılara kul, köle
olurlardı. Onlara bunlar verilmediği halde, bunlardan çok az bir şey verildiği
halde, şu anda bile onların kapılarında el pençe divan durup yal bekleyenlerin
varlığına şahit oluyoruz.
Eğer mü'minler adına bir fitne
olmayacak, mü'minlerin kalpleri küfre meyletmeyecek olsaydı, Rabbimiz bunlardan
kâfirlere bol bol verirdi. “İnsanların gözlerine, gönüllerine hitap eden, göz kamaştıran,
daha nice süsler, ziynetler verirdik,” diyor Rabbimiz.
Böylece
âyet vasıtasıyla, insanlara yeryüzünde alabildiğine nî-met verilmeyişinin hikmet
ve yasasını da öğrenmiş oluyoruz. Rahmân olan Allah’ın, Rahmeti gereği kullarının
yeryüzünde hem dünya, hem de âhiret saadetlerini sağlamak için açtığı rahmet kapısı
olan vahyini kapatanlara, Rahmân’ın vahyini örtbas edenlere, vahyi gündemlerinden
düşürenlere, vahiyden habersiz bir hayat yaşayan kâfirlere neden fazlaca vermediğini
böylece anlamış oluyoruz. Çünkü bu sayılanlar, sadece dünya hayatının süsü, ziyneti,
geçimliğidir. Dünyada kalacak ve âhirete intikal etmeyecek şeylerdir bunlar.
Âyet-i kerîmeden,
Allah’ın küfre ve kâfirlere pirim vermediğini anlıyoruz. Mü'minlerin kalpleri
küfre meyletmesin diye, Rabbimiz küfre pirim vermiyor. Değilse, Allah korusun
mü'minlerin kalpleri kayıverirdi. Eğer Allah küfre prim verseydi, meselâ
deseydi ki kâfir olun cen-net vereyim, o zaman şimdi her birimiz iyi bir kâfir
olmaya çalışacaktık. Ama Allah küfre pirim vermiyor. Kâfirlere verdiklerinin,
mü'minlere fitne sebebi olmasını istemiyor.
Mümtehine
sûresinde de bunun zıddı anlatılır:
“Rabbimiz! Bizi, inkâr edenlerle
deneme; bizi bağışla, doğrusu Sen, güçlü olan, Hakîm olansın.”
(Mümtehine 5)
“Ya Rabbi,
bizi kâfirlere fitne sebebi kılma. Yâni ya Rabbi, kâfirler karşısında bizi
mağlup ederek, onları bize galip getirerek, bizi onlar karşısında alçak bir
konuma düşürerek bizi kâfirlere fitne yapma. Eğer onlarla girdiğimiz savaşta
onları galip getirir, bizi mağlup edersen, o zaman onlar kendilerinin
haklılığına inanıp, küfürlerinde, yollarında kemikleşebilirler. Yollarından,
hayatlarından emin hale gelebilirler,” deniyordu ya, işte burada da onlara bol
miktarda dünyalık verilerek küfre prim verilirse, bunun mü'minler için meyil
sebebi olacağı anlatılmaktadır.
İşte dünya
bu kadar değersizdir. Eğer şu anda insanların değer verdikleri ve elde etmek
için çırpındıkları dünyanın, Allah katında bir değeri olsaydı, onu kâfirlere
niye versin ki? Bir hadis-i şerîflerinde Allah’ın Resûlü bunu şöyle anlatır:
"Eğer dünyanın, Allah katında sineğin kanadı kadar bir değeri olsaydı,
ondan kâfire bir yudum su bile vermezdi."
Bir de
insanın şöyle diyesi geliyor: Peki, madem ki dünya malı insanların meylettiği
bir şeydir. O zaman Allah bunun tam tersini yapsaydı olmaz mıydı? Yâni bu
saydıklarını mü'minlere verseydi de, tüm kâfirlerin kalpleri mü'minlere ve
imana meylettirseydi. O zaman da belki insanlar dünyalık adına Müslüman
olurlardı ki, Allah bunu da istememektedir. Böyle menfaat gereği bir iman da
makbul değildir.
36. “Rahmân olan Allah’ı anmayı
görmezlikten gelene, yanından ayrılmayacak bir şeytanı arkadaş veririz.”
Kim Rahmân’ın zikrinden yüz
çevirir, Rahmân’ın zikrine karşı kör davranır, körlük ederse, ona bir şeytanı arkadaş
veririz. Rahmâ-n’ın zikri Kur’an, Allah’ın, hayatın her bir kademesinde bizden
istediği kulluk demektir. "Aşâ", esasen gözde meydana gelen bir çeşit
zayıflık ve hastalık demektir. Bir çeşit görme bozukluğu demektir. Kim ki Rahmân’ın
zikri olan kitabını görmezlikten gelir, gözünü ona karşı kör yapar ve kitaptan
habersiz bir hayat yaşamaya kalkışır, Kur’an’a göz yumar, Kur’an’ı göz ardı
eder, ya da kitaba karşı gözünü bozar, bakışını bozar, “biz kim, bu kitabı
anlamak kim! Biz nerede, bu kitabı anlamak nerede? Bu kitabı ancak büyük zatlar
anlar! Onu anlamak şöyle dursun, onu elimize almaya bile lâyık değiliz!”
diyerek kim ki kitaba karşı bakışını bozarsa, biz de ona bitişik, ona yapışık,
onun yanından hiç bir zaman ayrılmayan bir şeytanı arkadaş yaparız, diyor
Rabbimiz.
Ona bir
şeytanı musâllat kılarız ki, ondan asla ayrılmaz. Bu şeytan, onun ayrılmaz
arkadaşı oluverir. Hem de böyle "nukayyız" ya-parız. Yâni ona
bitişik, ona yapışık olarak o şeytanı onun üzerine kabuk bağlatırız. Âdeta şeytan
bir kabuk gibi onu çepeçevre sarıverir. Hani tohumlar, yavrular, kendilerini
çepeçevre saran kabuğu yırtarak, bu esaretten kurtularak dünyaya gelirler ya,
işte bu adamlar da böyle kendilerini şeytana esir ediyorlar, onun esiri olarak
sıkıntılı bir hayata razı oluyorlar. Yâni şeytan onların etraflarını sararak
onları esir ediyor, onlar üzerinde sulta kuruyor, onları hâkimiyetleri altına
alıyor.
Allah’la
beraber olmayan, Rahmân’ın zikrinden yüzçeviren, vahye karşı kör davranan,
vahiyle hareket etmeyen kişinin sonucu budur işte. Yâni Kur’an’ın, vahyin alternatifi
budur. Rahmân’ın vahyiyle beraber olmayan kişi, elbette şeytanın esiri
olacaktır. Çünkü o kişi, Allah’la beraber olmamayı istemiş, Rahmân’ın zikrinden
yüz çevirmiştir. Rahmân’ın rahmetinin gereği kendisi için açtığı rahmet kapısını,
vahyi örtmüş, güneşe karşı körlük etmiş kişidir. Basîreti kapanmış, artık
böylece Kur’an’dan uzaklaşan bir kişinin şeytana yaklaşması da kaçınılmaz olmuştur.
Evet,
Rahmânın zikrinden, yâni vahiyden uzaklaşan kişiye Allah bir şeytanı musallat
eder ki, o şeytan o kişiye garîn oluverir. Bu kelime sözlükte, “yaklaştırmak,
bir araya getirmek” anlamlarına gelen “karn” kökünden türemiş bir sıfat olup
“dost, arkadaş, eş, yaştaş” gibi mânalara gelmektedir. İslâm öncesi Araplar
insanı takip eden, sürekli onu izleyen, onunla beraber olan ruhânî varlıkların
bulunduğuna inanırlar ve bu varlıklara da karîn derlerdi. Özellikle şairler
kendilerine ilham taşıyan şeytan karînlerinin olduğunu iddia ederlerdi. Karîn
kelimesi kitabımızın 39 yerinde geçmektedir. Bunların 7 si karîn şeklinde, bir
tanesi çoğulu olan “kurena” şeklindedir. Meselâ Nisâ sûresinde (âyet 38),
Sâffât sûresinde (âyet 51), ve işte okuduğumuz bu sûrede insanla beraber
bulunan, ondan hiç ayrılmayan şeytan anlamında kullanılmaktadır. İnsanı sürekli
kötülüklere ve Allah’a isyana çağıran şeytandır karîn. Âlimlerimizden kimileri
de bunun insandan ayrılmayıp sürekli onu kötülüklere teşvik eden insan arkadaşı
olduğunu da söylemişlerdir.
Hadislere
baktığımız zaman karîn’in bazen arkadaş ve dost anlamına kullanıldığını
(Buhârî, diyât 22), bazen de insandan hiç ay-rılmayan şeytan ve melek anlamına
kullanıldığına şahit oluyoruz. (Bu-hârî, tefsir 37). Bu hadislerinde Resûl-i
Ekrem efendimiz insanın hem melekten, hem de şeytanlardan arkadaşlarının
olduğunu beyan bu-yurmaktadır. Hz. Aişe annemizin; “ey Allah’ın Resûlü, buna
sen de mi dahilsin?” şeklindeki sorusuna peygamberimiz; “evet” cevabını ver-miştir.
Ancak Allah’ın inâyetiyle kendisini koruduğunu bildirmiştir. (Müslim, münâfikûn
69). Hadiste geçen “esleme” ifadesi bazı âlimleri-mizce “Müslüman oldu”
şeklinde anlaşıldığı için Resûl-i Ekrem Efen-dimizin şeytanı Müslüman olmuştur
veya kendisine teslim olmuştur şeklinde yorumlanmıştır.
Şimdi
soruyorum; Kur’an’ı tanımayan, Kur’an’la beraber olmayan bir adam ne yapar ki
başka? Hayatında amel edecek kitabı olmayan bir adam ne yapar? Hayatına program
yapacak kadar, amel edecek kadar kitabını tanımayan bir adam ya bizzat
şeytanın, ya da yeryüzündeki iki ayaklı şeytanların kulu, kölesi olur. O kişi
için bu kaçınılmaz bir sonuçtur. Çünkü onun bundan başka yapabileceği bir şey
yoktur. Bakın Nisâ sûresinde bu husus şöyle anlatılır:
“Doğru yol kendisine apaçık belli
olduktan sonra, Peygamberden ayrılıp, inananların yolundan başkasına uyan
kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir
dönüş yeridir!”
(Nisâ 115)
Yine bakın
Saff sûresinde de şöyle buyrulur:
“Onlar yoldan sapınca, Allah da onların
kalplerini saptırmıştı. Allah, yoldan çıkan milleti doğru yola eriştir-mez.” (Saff 5)
Fussilet
sûresinde de bu saptıranların sadece şeytanlar olmadığı, iki ayaklı şeytanların
da insanlara musâllat kılınıp onları hak yoldan saptırdıkları anlatılır:
“Onların yanına bir takım yardakçılar
koyarız da, geçmişlerini, geleceklerini onlara güzel gösterirler.”
(Fussilet 25)
Allah bu kâfirlere
kötü arkadaşlar musâllat ettiğini anlatıyor. Rabbimiz iyi insanlara iyi
arkadaşlar, kötü insanlara da kötü arkadaşlar nasip ettiğini anlatıyor. Kötü
insanlara iyi arkadaşlar, iyi insanlara da kötü arkadaşlar nasip etmek,
Rabbimizin sünnetine aykırıdır. Bir insan ne kadar sapar, ne kadar günâhlara ve
pisliklere batarsa, o kadar çok kötü arkadaş edinecektir. Hani halk arasında bu
adam çok iyi biridir, ama arkadaşları onu mahvetmiştir diye bir söz vardır ya,
âyet-i kerîmeye göre bu söz yanlıştır. Çünkü adam kendisi bozuldukça, bozuk
arkadaşlara meyletmekte ve onları bulmaktadır. “Pislik pisliği çeker,” denir ya,
işte adam kendisi pislikten hoşlanmaya başladıkça, çevresine pislikler
toplanmaya başlayacaktır.
Âyet-i kerîmede
onların buldukları bu kötü arkadaşların, onlara geçmiş ve geleceklerini güzel
gösterdikleri anlatılmaktadır. Yâni bu arkadaşlar onlara, “sizin geçmişiniz
güzeldir, geçmişinizin güzel olduğu gibi, geleceğiniz de güzeldir. Geçmişiniz
gibi geleceğiniz de parlaktır. Sizin gibisi bulunmaz,” diyerek onları
batırdıkça batırırlar. “Bu dünyada size nasıl nîmetler verilmişse öbür tarafta
da aynı nîmetler size verilecektir. Bu dünyada nîmetlerden mahrum olanlar, öbür
tarafta da bunlardan mahrum olacak ve cehenneme gidecektir,” derler.
Bu
arkadaşları onlara vesveseler verir, yaptıkları amelleri kendilerine güzel
gösterirler. Allah’a, Allah’ın âyetlerine, Allah’ın sistemine, Allah’ın
elçilerine karşı savaş açmaları konusunda onları teşvik e-derler. Amellerini,
yaptıklarını onlara süslü gösterir ve onların şımarmalarını sağlarlar.
“Muhakkak
ki şeytanlar dostlarına vahy ederler ki, sizinle mücâdele etsinler. Eğer onlara
itaat ederseniz mutlaka sizler de müşriklersinizdir.”
(En’âm 121)
Kötü
arkadaşlar da böyledir. Öyleyse bizler arkadaşlarımızı iyi insanlardan seçelim.
Bizi kulluğa çağıranlarla, bizi kulluğa teşvik edenlerle arkadaşlık yapalım. Bizi
günâha çağıranlardan kesinlikle uzaklaşalım. Allah için birbirimizin
bozukluklarını tasvip eder bir tavır sergilemekten ziyade, birbirimizi
uyaralım. Birbirimizin bozuk düzen ve İslâm dışı tavırlarını yalayıp
yutmayalım, onları kabulden yana olmayalım, birbirimizi uyarıp birbirimize
merhamet edelim. Yâni birbirimizin şeytanı olmayalım, arkadaşlıklarımızda
şeytanlık yapmayalım. Değilse, Allah korusun bizim yanlış davranışlarımız
yüzünden, arkadaşlarımız da kendilerini doğru yolda zannedebilirler. Çünkü
bakın, Rabbimiz diyor ki:
37. “Şüphesiz onlar bunları yoldan
alıkorlar, bunlar da doğru yola eriştiklerini sanırlar.”
Yoldan saptırırlar. İnsanları
Allah’a gidiş yolundan, cennete gidiş yolundan, kulluk yolundan saptırırlar.
Yolu kaybettirirler. Öyle yollar çıkarırlar ki, insanların karşısına insanlar
kendilerini mühtedi zannederler. Yâni insanlar kendilerinin hak yolda, doğru
yolda olduklarını zannederler. Halbuki onlar çoktan sapıp cehennem yoluna
girmişlerdir.
38,39. “Sonunda Bize gelince arkadaşına: “Keşke
benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı, sen ne kötü
arkadaş imişsin!” der; pişmanlığın bugün size hiç faydası dokunmaz; zira
haksızlık etmiştiniz, şimdi azapta birleşiniz!”
Sonunda o kişi kıyamet kopup da
hesap kitap için Allah’ın huzuruna gelince, ayılırlar, akılları başlarına
gelir. Ama bir sarhoşun ayılmasından farksızdır bu ayılma. Allah huzurunda ayılır
ayılmaz derler ki: “Ah! Keşke seninle benim aramda doğu ile batı arası kadar
bir mesafe olsaydı! Meğer sen ne kötü bir arkadaşmışsın! Keşke hiç buluşmamış
olsaydık! Keşke hiç tanışmamış, karşılaşmamış olsaydık! Sen ne bedbaht
arkadaşmışsın! Keşke seninle benim aramızda doğu ile batı arasındaki mesafe kadar
bir mesafe olsaydı!”
Dikkat ederseniz âyet-i kerîmede
iki doğu ifadesi var. Arapça-da buna “tağlîb üslûbu” denir. Bakıyoruz, Kur’an-ı
Kerîmde güneşle aya ikisine birden "kamerân", babayla ananın ikisine
birden "ebevân" yahut “ebeveyn” denmektedir. Öyleyse buradaki iki
doğu değil, doğu ile batı demektir. Yâni doğu ile batı nasıl asla birleşmez,
bir araya gel-mezse, burada onlar da diyorlar ki, “keşke seninle benim aram da
asla birleşmeseydi, birleşmez bir mesafede olsaydı.” Bu hayatta yollarımız hiç
kesişmemiş olsaydı diyorlar.
Cehennemlik
kişi kabrinden kalkar kalkmaz, dünyada sürekli kendisiyle beraber olduğu,
sürekli kendisini isyana teşvik eden, yaptıklarını sürekli kendisine süslü
gösteren ve daha çok sapmasını sağlayan şeytanı hemen yanı başında bulacak.
Dünyadaki bu arkadaşı kabrinden kalkar kalmaz onun elinden tutacak ve Cenâb-ı
Hakk’ın her ikisini de cehenneme sevk edeceği zamana kadar onun elini bırakmayacak.
İşte kendisini cehenneme kadar bırakmayan bu arkadaşına, bu şeytana diyecek ki,
“keşke seninle hiç tanışmamış olsaydım!”
Dünyada
iken Rahmân’ın vahyini kapatıp Kur’an’la diyaloglarını kesip, gerek şeytanın,
gerekse iki ayaklı şeytanların peşine takılıp gidenler, ne büyük bir yanılgı
içine düştüklerini kıyamet günü Allah’ın huzuruna varınca anlayacaklar. Ama bu
anlamaları onlara hiçbir fayda sağlamayacak.
“Size pişmanlığınız hiç bir fayda
sağlamayacak çünkü siz zalimdiniz.! Siz haksızlık yaptınız, Rahmân’ın hakkını
vermediniz! Kitabın hakkını, peygamberin hakkını vermediniz! Siz, olmamanız gereken
yerde oldunuz! Bulunmamanız gereken konumda bulundunuz! Kendinizi kulluk
makamından uzaklaştırdınız! Küfür, şirk ortamında tutarak kendi kendinize
zulmettiniz! Dinlenmesi gereken makamı dinlemeyip, dinlenmemesi gereken makamı
dinlediniz! Rahmân’ın zikrine karşı kör ve sağır kesildiniz! Vahiyle beraber
olmadınız, hayat programınızı vahiyden almadınız! Rahmân’ın sizin için, sizin
cennetiniz, sizin kurtuluşunuz için açtığı rahmet kapısını kapattınız! Şimdi
sizi saptıranlarla beraber tadın Allah’ın azabını! Şunu da bilin ki, azabı bu
arkadaşınızla birlikte tatmış olmanız, yâni azabı onunla paylaşmanız, aynı
azabın içinde olmanız, size hiç bir fayda vermeyecektir!”
"El
ile gelen düğün bayram" diye bir söz vardır. Yâni dünyada bir adamın
başına gelen bir musîbetin aynısının aynı zamanda başkalarının da başına gelmiş
olması, onları da aynı durumda görmesi o kişi için belki bir teselli kaynağı
olabilir. Zira dünyada musîbetin yaygınlaşması, onun tesirini azaltabilir. Ama
öbür tarafta bu hiç de böyle olmayacaktır. Her birinin azabı diğerinin azabını
hafifletmeyecektir. Onlara denecek ki, “siz zaten dünyada da şeytanla ortaklık
ediyordunuz. Peygamberlerle, onun yolunun yolcularıyla değil de, şeytan ve
taraftarlarıyla ortaklık içindeydiniz. Aynı sınıfın üyesi olmaya
çalışıyordunuz. Haydi, buyurun ortaklığınızı cehennemde de sürdürün!”
40. “Ey Muhammed! Sağırlara sen mi duyuracaksın?
Yoksa körleri ve apaçık sapıklıkta olanları doğru yola sen mi eriştireceksin?”
Bu tür insanlar karşısında
peygamberi ve peygamber yolunun yolcularını teselli eden bir âyet. “Peygamberim!
Sağırlara sen mi işittireceksin? Körlere sen mi yol göstereceksin? Rahmân olan
Allah’ın, kullarına rahmetinin gereği olarak bahşettiği bu görme, işitme, anlama
gibi hassalarını kullanmak istemeyen, sana ve senin mesajına karşı kör, sağır
ve ölü kesilen bu insanları sen mi yola getireceksin? Sen mi bunları hidâyete
ulaştıracaksın?” Soruyorum size, bu sağırlara işittirebilir misiniz? Bu körlere
gösterebilir misiniz? Mümkün değil. Gözlerini, kulaklarını ve kalplerini
Allah’ın hidâyetine karşı kapatan, kitapla, sünnetle, hakla, hakikatle ilgilenmek
istemeyen bu adamları mümkün değil hidâyete ulaştıramazsın. Bu iş sana ait bir
iş değildir. Bu iş, sadece Allah’ın işidir.
Şunu da asla unutup ümitsizliğe
düşmeyesin ki, bu adamların körlük ve sağırlıkları, kendilerinden kaynaklanmaktadır.
Bunlar aslında kör ve sağır değildir. Ama kendilerinde var olan bu hassaları kullanmak
istememektedirler. Yâni bunlar delillerin azlığından, âyetlerin azlığından
yahut da senin onlara hakkı güzel anlatamamış olmandan değil, inatlarından yola
gelmiyorlar.
O halde, “sen üzülme ey
peygamberim! Ey peygamber yolunun yolcuları, bu adamlar istenilene gelmediler,
gelmiyorlar diye sizler de üzülmeyin. Bu çorak arazilerle uğraşmak ve zaman
öldürmek yerine daha mümbit arazilere yönelin. Zira peygamberin ve peygamber
yolunun yolcularının vazifesi, onlara hidâyet etmek ve zorla onları yola getirmek
değil, sadece onlara anlatıp yol göstermektir, bunu hiçbir zaman unutmayın.”
41,42. “Seni onlardan uzaklaştırsak bile, doğrusu
Biz kendilerinden öç alırız; yahut onlara vaadettiğimizi sana gösteririz. Çünkü
onlara karşı gücü yetenleriz.”
Bu âyetlerin geldiği dönemi ve o
dönemdeki ortamı düşünüyoruz. Mekke’de Allah’ın bu âyetlerine ve onun elçisine
gönül açmış bir avuç Müslüman vardı. Bu âyetler, başlarında Allah’ın Resûlü
olduğu halde, bu bir avuç Müslümanın işkencelere maruz kaldığı, horlandığı,
dışlandığı, hakaretlere maruz kaldığı ve Mekkeli müşrikler tarafından her
yönden takibe alındıkları bir dönemde geliyordu. Terörün, işkencenin kol
gezdiği bir ortam… Müslümanların bir kaşık suda boğulmak istendikleri bir ortam…
Hattâ Mekkeli müşrikler, gece-gündüz Rasu-lullah’ın vücudunu ortadan kaldırmanın
planlarını yapıyorlardı. Onun vücudunu ortadan kaldırıp, varlığına son
verdikleri zaman rahat bir nefes alabileceklerini, kurtulacaklarını
düşünüyorlardı.
Peki bunun sebebi neydi? Niye
böyle düşünüyordu bu kâfirler? Çünkü yeryüzünde hiç değişmeyen bir yasadır bu.
Tarihin her döneminde, körler görenlerin varlığını bir türlü hazmedemezler.
Sağırlar, işitenleri bir türlü hazmedemezler. Hakikati reddetmiş insanlar,
hakka gönül vermiş insanları bir türlü kabul edemez. Kâfirler, mü'min-lerin
varlığına bir türlü tahammül edemez. “Bu adamlar ortadan kaldırılmalıdır. Bu
adamları yurdumuzdan, vatanımızdan, okullarımızdan, dairelerimizden
uzaklaştırılmalı ya da bu adamlar tümüyle yok edilmelidir.” Hep dertleri budur kâfirlerin.
Mü'minleri yok etmedikçe gözlerine uyku girmez. Tarihin her döneminde bu hiç
değişmemiştir. Çünkü bir toplumda peygamber ve peygamber yolunun yolcuları
kıstastır, denge unsurudur. Onlar varlıklarıyla, hayatlarıyla, yaşantılarıyla
sürekli Allah’ı hatırlatırlar.
Allah
buyurur ki, “ey peygamberim! Senin hayatta kalıp kalma-man, onlar için hiçbir
şey değiştirmeyecektir. Seni yok etmeyi becerseler de, beceremeseler de onlar
için bir şey değişmeyecektir. Eğer sen yaşarsan, onların sana ve senin mesajına
karşı gelmelerinin karşılığı olarak hak ettikleri azabın bizzat hayatta iken
onların başlarına geldiğini ve bizim onlardan nasıl intikam aldığımızı göreceksin.
Yok eğer sen bizzat dünya gözüyle bunu görmeden vefat ettirilirsen, bilesin ki
bu onların başlarına gelecek olanı asla engellemeyecektir.”
Yâni eğer onlardan intikam
almadan önce seni vefat ettirirsek bilesin ve üzülmeyesin ki, sen görmesen de
biz onlardan intikamımızı alırız, alacağız. Ya bundan önce seni öldürürüz yahut
da onlara vaa-dettiğimiz azabı senin hayatında, sana dünya gözüyle gösteririz. “Peygamberim!
Sen bunu kafana takma! Sen bu konuda hiç endişe etme! Bizim buna gücümüz yeter.”
İbni Abbas Efendimiz der ki, “Allah
bunu Bedir günü peygamberine göstermiştir. Bedir’de kâfirlere vaad ettiği azabı
dünya gözüyle bizzat peygamberine göstermiştir.” Hattâ Allah’ın Resûlü Kalib-i
Bedir denen çukura doldurulan kâfirlerin cesetlerinin üzerinde bir hutbe îrad
ederek şöyle buyurmuştur: "Ey kâfirler! Ben Rabbimin bana vaadini hak
buldum! Siz de Rabbinizin sizin için vaadettiklerini hak buldunuz mu? Nasıl, doğru
muymuş Rabbinizin dedikleri? Buldunuz mu şimdi Rabbinizin azabını? Nasıl? Yapar
mıymış Allah dediklerini? Hani yalan sayıyordunuz bu azabı, şimdi tattınız mı
onu?”
“Peygamberim!
Sen hiç üzülme! Öyle de olsa, böyle de olsa, onlar kesinlikle Allah’ın
azabından kurtulamayacaklardır.” Halbuki dün de, bugün de kâfirler kendilerini
kurtarmaya gelmiş Allah elçilerini, kendilerinin kurtuluşu için çırpınan
peygamber yolunun yolcuları olan mü'minleri, kendileri için helâk sebebi
zannediyorlardı. Çünkü kâfirin mantığı hep ters işlemektedir. Kâfirin gözü şaşıdır.
Hakkı bâtıl, bâtılı hak görmektedir. Bâtıldan hoşlanıp haktan nefret
etmektedir. Halbuki peygamberin varlığı, bir toplum için en büyük nîmet ve
rahmettir. Yeryüzünde mü'minlerin varlığı, onlar için en büyük nîmettir.
Peygamberler, yeryüzünde toplumlar için rahmettirler. Allah’ın tüm kutlu
elçileri, insanlara Allah’ın rahmet kapılarının açılışı konusunda birer vasıta,
birer sebeptirler. Allah, onları toplumlarının kurtuluşu adına seçmiş, onlara
kendi bilgisinden bilgi göndermiş ve onlar aracılığıyla insanlara rahmetini ulaştırmıştır.
Meselâ bazan koskoca bir toplumda
sadece bir tek kişinin kurtuluşu için şerefli bir Nuh peygamberini 950 sene
tebliğle görevlendirmiştir. Şimdi nasıl oluyor da bu kâfirler kendilerinden bir
tek insanı kurtarabilmek için bu kadar sıkıntılara katlanmış, kendilerinin kurtuluşu
için gelmiş, kendilerinden gelebilecek her türlü sıkıntılara, yalanlamalara
göğüs germiş, kimisi memleketinden sürgün edilmiş, kimisi belinden testereyle
biçilmiş, kimisi değişik işkencelere göğüs germiş bu peygamberlerin ortadan
kaldırılmasını isteyebilmektedirler? Nasıl oluyor da bu insanlar kendilerinin
kurtuluşu, kendilerinin cenneti için gelmiş bir vahyin, bir kitabın ortadan
kaldırılmasını istemektedirler? Nasıl oluyor da böyle bir peygamberin sünnetini
ortadan kaldırmak için çabalıyorlar? Ya da nasıl oluyor da, kendileri için
denge unsuru olan, kendilerinin kendilerine bakarak yanılgı noktalarını
anlayacakları, hayatlarında kıstas olan mü'minlerin ortadan kaldırılmalarını
isteyebilmektedirler? Bunu anlamak, buna hayret etmemek mümkün değildir.
Yeryüzünde vahyin ortadan
kaldırılmasını istemek, yeryüzün
de peygamberin yolunun,
anlayışının, sünnetinin ortadan kaldırılmasını istemek, yeryüzünde varlıkları
rahmet olan mü'minlerin varlıklarının ortadan kaldırılmasını istemek, en büyük
ahmaklık, en büyük aptallıktır ve bunu kâfirlerden başkası da istemez.
43. “Ey Muhammed! Sana vahy olunana sarıl,
sen, şüphesiz doğru yol üzerindesin.”
“Ey
peygamberim! Sen sana vahy ettiğimiz kitaba sımsıkı sarıl, vahiyle beraber ol,
hareket noktan vahiy olsun. Sen vahye sarılıp dosdoğru yoluna devam et,
gerisine karışma. Ne olmuş, ne olacak di-ye kendine dert edinme. Takma bunları
kafana. Sağa sola sapma ve dosdoğru yoluna devam et. Rabbin onlara şimdi mi
azap edecek, yoksa onlara daha sonra mı azap edecek, sen bunlarla ilgilenme.”
Rabbim bu düşmanlarımı ne zaman
helâk edecek? Bu dâvâ yeryüzünde ne zaman yayılacak? Bu dâvâ ne zaman kabul görecek?
İnsanlar ne zaman Müslüman olacaklar? Sen bunları hiç mi hiç dert edinme.
Bunlar senin problemin değildir. Senin için önemli olan, hak üzere olmak,
Allah’ın istediği hayatı yaşamak ve bu mesajı insanlara Allah’ın istediği
biçimde ulaştırmaktır. Sen kul olduğunu unutma ve gerisini bu mesajın, bu dinin
sahibine bırak. Zira O, ne yapacağını çok iyi bilendir. Onlar ne yaparlarsa
yapsınlar, ne derlerse desinler, nasıl hareket ederlerse etsinler, sen yoluna devam
et, çünkü sen dos-doğru bir yol üzerindesin. Sen bu yolda yürüdüğün, sana vahy
edilen kitaba sımsıkı sarıldığın sürece, onların sana yapabilecekleri hiçbir
şey yoktur.
Rabbimiz,
peygamberine kitabına sımsıkı sarılmasını emrediyor. Öyleyse peygamber yolunun
yolcuları olarak biz de, kitaba sımsıkı sarılacak ve sırat-ı müstakimde
yürümeye devam edeceğiz. Böyle olduğumuz sürece hiç korkmayacağız. Rabbimiz,
peygamberi adına ve bizim adımıza tüm düşmanlarımıza yetecektir.
44. “Doğrusu bu Kur’an sana ve ümmetine
bir zikirdir, ondan sorumlu tutulacaksınız.”
Şüphesiz ki bu Kur’an, senin için
de, kavmin için de bir zikirdir. Bu Kur’an, senin için de, kavmin için de bir şereftir.
Kur’an, en büyük şeref kaynağıdır. İnsanlar da bu kitaptan haberdar oldukları
ölçüde şan ve şeref sahibidirler. Kur’an’dan bir sûre bilen kişi, bir sûrelik şeref
sahibi, on sûre bilen de on sûrelik şeref sahibidir.
Allah’ın
yeryüzünde kullarından birini elçi seçip kullarının hayatına karışması
konusunda, yeryüzündeki kullarına vahiy ulaştırması konusunda onu odak nokta
yapması, onunla konuşması şereflerin en büyüğüdür. Peygamber adına bunun en
büyük şeref olması yanında, aynı zamanda o peygamberin toplumu için de en büyük
şereftir. O toplumun içinden bir peygamber seçiliyor ve o toplumun diliyle onlara
hitap ediliyor. İşte bu, hem o peygamber, hem de o peygamberin toplumu için en
büyük şereftir. Aynı zamanda kıyamete kadar o kitapla meşgul olan, o kitaptan
haberdar olan herkes için en büyük şereftir. Enbiyâ sûresi bunu şöyle anlatır:
“Andolsun
ki, size şerefiniz ve öğüt veren bir Kitab indirdik; akletmiyor musunuz?”
Kitap, peygamber için de, kavmi
için de şereftir, peygamber için de, ümmeti için de zikirdir. Dikkat ederseniz,
Rabbimiz peygamberle ümmetini bir tutuyor. Yâni Peygamber için tavsiye edilen
şey, ümmeti için de geçerlidir. Peygamberi cennete ulaştıracak olan, peygamberi
cehennemden kurtaracak olan şey, aynı zamanda ümmeti için de geçerlidir.
Peygamberimiz, bu kitabı bir zikir kabul etmiş ve kendisine vahy olunan bu
kitabın tamamına iman edip yaşamıştır. Öy-leyse, biz de onun gibi olmalıyız.
Biz de, bizim için zikir olan bu kitabın tümüne iman edip, tümünü yaşamanın
kavgasını vermek zorundayız.
Peygamber’in (a.s) özel olarak
Kur’an’da istisna edildiği hususlar çok azdır. Dörtten fazla kadınla evlenmesi
gibi... Ama şunu da unutmayalım ki, onun bizden farklı istisnaî görevleri de vardır.
Yâni Rabbimizin ona özgü yüklediği yükler de vardır. Meselâ bize farz olmadığı
halde, gece kalkıp ayaklarının altı şişinceye kadar namaz kılıyor ve Kur’an okuyordu.
Yine Rasûlullah’ın savm-ı v
Bu Kur’an,
hem Peygamber (a.s) için, hem de bizim için zikirdir, zikradır, tezkiradır.
Yâni kulaklara küpe olması gereken, akılların en üst köşesine yazılıp hiç
unutulmaması ve sürekli hafızalarda canlı tutulması, hayatın kendisiyle
düzenlenmesi gereken bir tezkiradır. Âyetin sonunda Rabbimiz buyurur ki:
”Ey
peygamberim, muhakkak ki sen de, ümmetin de bu kitaptan sorulacaksınız.
Sorgunuz bu kitaptan, hesabınız bu kitaptan olacaktır. Bu kitabı zikir ve zikra
kabul edip etmediğinizden, bu kitabı hayat kitabı kabul edip etmediğinizden,
hayatınızı bu kitapla düzenleyip düzenlemediğinizden, hayat programınızı bu
kitaptan alıp almadığınızdan, bu kitaba göre yaşayıp yaşamadığınızdan sorulacaksınız.
İ-manlarınızı, amellerinizi, kavillerinizi, düşüncelerinizi, sevgilerinizi nefretlerinizi,
hukukunuzu, eğitiminizi bu kitaba dayandırıp dayandırmadığınızdan
sorulacaksınız.” Peygamber de bu kitaptan hesaba çekilecek, bizler de.
Peygamber de bu kitabı yaşadığı için cennete gidecek, bizler de bu kitapla
beraber olduğumuz ve onun istediği hayatı yaşadığımız için cennete gideceğiz.
Bunun başka bir yolu da yoktur. Kitabı, sünneti tanımadan, kitabın ve
peygamberin gösterdiği yoldan gitmeden cennetin bulunması kesinlikle mümkün
değildir.
45. “Ey Muhammed! Senden önce gönderdiğimiz
peygamberlere sor, Biz, Rahmân olan Allah’tan başka, kulluk edilecek tanrılar
meşrû kılmış mıyız?”
”Ey peygamberim! Ey peygamber
yolunun yolcuları! Eğer Rabbinizden size gelen bu kitap konusunda, bu kitabın
sizden istediği tevhid konusunda, şu anda bu kitabın pratiği olarak üzerinde
yürüdüğünüz sırat-ı müstakim konusunda, Allah’ın sana ve senin şahsında
ümmetine indirdiği bu vahiy ve bu vahyin sizden istediği hayat konusunda bir şüpheniz
varsa, haydi senden önceki peygamberlere ve onların kitaplarına sor. Sor
bakalım onlara, Allah’tan başkalarına kulluğa çağırmış hiçbir peygamber var mı
onların içinde? Mesele, peygamberin bu konuda bir şüphesinin varlığı ya da bu
şüphesini onlarla gidermek değildi. Mesele, bu işin, Yunus sûresi 94. âyet-i
kerimesinde anlatıldığı gibi tarih içinde olmadığını anlatmak içindir.
Peygamberlerin
hiçbirisi Allah’tan başkalarına kulluğa çağırmamıştır. Tüm peygamberler, tevhid
inancında birleşmişlerdir. Peygamberlerin hayatlarını incelediğimiz zaman,
onların hayatlarında tek İlâhın Allah olduğunu, insanlığı “La İlâhe illallah”
esasına çağırdıklarını görürüz. Allah’tan başka sözü dinlenecek, hatırı
kazanılacak, hayata hakim olan ilâh yoktur. Allah’tan başka kendisine kulluk
yapılacak, hayat programı program kabul edilecek varlık yoktur. Zaten tarih boyunca
en büyük problem, işte burada çıkmıştır.
Tarih boyunca en büyük problem,
sadece Allah’a kulluk etmek, sadece Allah’ı dinlemek ve hayata hakim olarak
sadece Allah’ı kabul etmek konusunda çıkmıştır. Değilse, Allah’a da ibadet konusunda
hiç problem çıkmamıştır. Yâni ilâhlardan bir İlâh olarak Allah’a da kulluğu
herkes kabul etmiştir. Öteki ilâhlar yanında Allah’a da kulluğa kimse ses
çıkarmamıştır. Yâni göklerin ve yerin, göklerdekiler ve yerdekilerin yaratıcısı
olarak, dağların ve denizlerin yaratıcısı olarak, rızık verici, öldüren,
yaratan, yaşatan bir İlâh olarak herkes O’nu kabul etmiştir. Ama inandığınız bu
Allah kendisinden başka İlâh olmayandır, bu Allah hayata karışan ve kendisinden
başka hayata karışıcı olmayandır, insanların kulluk programlarını belirleyendir
ve kendisinden başka kanun koyucu olmayandır. Boyunlarınızdaki kulluk ipinin
ucu elinde olan ve sadece kendisinin çektiği yere gidilmesi gerekendir.
Yâni, “bu Allah, kendisinden
başka Rabb, Melik, İlâh olmayan-dır,” dendiği zaman, işte kavga burada
başlamıştır. Göklerin ve yerin yaratıcısı, rızık vericisi olarak kabul ettikleri
bu Allah’ı, insanlar hayatlarına karışıcı olarak reddetmeye çalışmışlardır. “İlâh
olarak Allah’ı kabul edelim ama, tek İlâh olarak asla kabul etmeyiz,” diyorlar.
“ilâh-lardan birisi olarak onu da dinleyelim, ilâhlardan birisi olarak ona da
kulluk yapalım ama, tek İlâh olarak sadece O’na kulluğa hayır,” diyor-lar. “Çünkü
bizim hayatımıza karışacak başka ilâhlarımız da var. Hayatımızda sözünü
dinleyeceğimiz başka rabblerimiz de var. Bizim Allah’tan başka hukuk tanrılarımız,
eğitim, şifa, siyaset tanrılarımız da var. Tamam, bu tanrılardan birisi olarak
Allah’ı da dinleyelim, ama öteki tanrılarımızı da dinlemek zorundayız,” diyorlar.
Aslında bu iddiaların altında,
Allah’a kulluktan kurtulup kendi keyiflerince bildikleri gibi bir hayat yaşama
arzuları yatmaktadır. Ya da şöyle ifade edelim: Bunlar, Allah’a kulluktan
kurtulup kendi kendilerine, kendi hevâ ve heveslerine tapınmak istiyorlar.
Keyiflerinin istediği gibi, sorumsuz ve sınırsızca bir hayat yaşamak
istiyorlar. Bakıyoruz, bu adamlar, Allah’tan başka kendilerinin İlâhları olduklarını
iddia ettikleri kimseleri de kendileri seçiyorlar. Seçtiklerini, istedikleri
gibi yönlendirebileceklerini bildikleri için seçiyorlar. Seçtiklerine, bizi
şöyle şöyle idare ederseniz sizi seçeriz, değilse sizi seçmeyiz, diyebildikleri
için seçiyorlar. Bizden şunları şunları istemeyeceksiniz! Bizi şu şu
sorumluluklar altına almayacaksınız! Bizden namaz, zekat, tesettür gibi ağır
sorumluluklar istemeyeceksiniz! İçki, kumar, fâiz, zina gibi bizim alışık
olduğumuz şeyleri bizim için yasaklamayacaksınız! Bize lüks ve müreffeh bir hayat
sağlayacaksınız! Biz ne istersek, nasıl bir hayata razıysak onu
sağlayacaksınız! Eğer bizim istediğimiz kanunları çıkarır, bizim istediğimiz
hayatı hazırlarsanız, Rabb olarak, İlâh olarak biz de sizleri seçeriz,
diyebildikleri için onları seçiyorlar. Onları yönlendirebilecekleri, şartlandırabilecekleri
için onları seçiyorlar.
Allah’a bunu diyemeyecekleri,
Allah’ı istedikleri gibi şartlandıramayacakları için, Allah’ı Rabb kabul
edemiyorlar. Her şeyi kendi arzularına ve kafalarına göre ayarlamak ve
düzenlemek istedikleri için, yâni kendi kendilerine, şehvetlerine tapınmak
istedikleri için, hayatlarından Allah’ı diskalifiye etmek istiyorlar. “Tamam, ilâhlardan
bir İlâh olarak Allah’ı da dinleyelim. Meselâ hayatımızın ibadet bölümünde. Ama
öteki bölümlerinde biraz nefes alabilmek için Allah’tan başkalarını da
dinleyelim,” diyorlar. Halbuki bu şirktir. Hayatı parçalamak, hayatın bazı
bölümlerinde Allah’ı, öteki bölümlerinde başkalarını dinlemek şirktir. Halbuki
tevhid, kişinin hayatının tümünde Allah’a teslim olmasıdır.
46. “Andolsun ki, Biz Musâ’yı
mûcizelerimizle Firavun’a ve erkânına göndermiştik, “Şüphesiz ben, âlemlerin
Rabbinin elçisiyim,” demişti.”
İşte buraya kadar anlatılanlara
bir örnek. Sanki Rabbimiz: Siz bilirsiniz, isterseniz Allah’ın kitabıyla diyalog
kurmadan yaşayın. İsterseniz Allah’ın âyetleriyle savaşa tutuşun. İsterseniz
Allah’ın âyetlerinden habersiz, bildiğiniz gibi bir hayat yaşayın. Toplumda
Allah’ın âyetlerini ve Allah’ın elçilerini öldürmeye kalkışın. İsterseniz
Allah’ın kitabının dışında kendinize şeref arayıp, başkalarının hayat
programlarını uygulayın. İsterseniz tarih boyunca tüm peygamberlerin üzerinde
ic-ma ettikleri tevhidi bırakıp, müşrikçe bir hayatın adamı olun. Allah’a kafa
tutarak, onun istemediği bir hayat programı yaşayın. Ama şunu hiçbir zaman hatırınızdan
çıkarmayın ki, Allah’la savaşa tutuşanların tamamı helâk olmuştur. Allah’ın
elçilerini ve o elçilerin getirdiği mesajın önünü kesmeye çalışanların tamamı,
dünyada rezil rüsva olmanın yanında, âhirette de en acımasız cehennemi
boylamışlardır. İşte size bir örnek:
“Biz
Musâ’yı, âyetlerimizle Firavun’a ve onun toplumuna göndermiştik.” Mele’,
toplumda göz dolduran, cep dolduran ve ileri gelen kalbur üstü adamlar
demektir. Ekonomik kurmaylar, parasal kurmaylar, rütbe ve makam kurmayları
demektir. Allah diyor ki, biz Musâ’yı âyetlerimizle bunlara gönderdik. Âsâ
âyeti, yed-i beyzâ âyeti gibi âyetlerle gönderdik. Onlara peygamber göndererek
bir fırsat tanımıştık. Hangi topluma bir elçi gönderilmişse, mutlaka o topluma
bir dönüş fırsatı, bir tevbe imkânı tanınmış demektir. O peygamber onlara dedi
ki: “Ben Âlemlerin Rabbinin elçisiyim.” Yâni gelir gelmez kendisinin resul,
elçi olduğunu ve getirdiği bu mesajın Allah’tan olduğunu beyan buyurdu.
Kendisini ve kendisini görevlendiren makamı onlara tanıttı. Dedi ki, “ben
âlemlerin Rabbinin elçisiyim. Yâni ben sadece Mısır’ın, sadece dünyanın değil,
tüm âlemler üzerinde Rabb ve hükümran olan bir Allah’ın elçisiyim. Beni, size
sizin kurtuluşunuz için, sizin dünyada mutluluğunuz ve âhirette de cennet
bulmanız için âlemlerin Rabbi gönderdi.”
47. “Onlara mûcizelerimizi getirdiği
zaman, bunlara gülüvermişlerdi.”
Kendilerini üstün bir konumda
peygamberi de alçak bir konumda görerek gülüvermişler, Allah elçisini alaya almışlardı.
İşte bir peygamber ve işte onu alaya alan bir mele’ grubu. Tarih boyunca bu hep
böyle olmuştur. Tarih boyunca tüm Firavunlar ve Firavun’un sistemini ayakta
tutmaya çalışan mele’ grubunun tamamının yaptığı iş budur. Allah’ın âyetlerini
ve Allah’ın elçilerini alaya almak ve onlarla dalga geçmek… Allah’ın hak
elçilerinin kendilerine getirdikleri âyetleri dinleyip, onlar üzerinde düşünmek
ve bir karara varmak yerine, düşünüp taşındıktan sonra onları kabullenmek veya
bir delille onları reddetmek yerine, alaya alarak gülüp geçiyorlar. Neden?
Çünkü sepetleri boştur adamların. Dağarcıklarında, onu değerlendirecek sermayeleri
yoktur. Kafalarının içi bomboştur. Bütün sermayeleri sadece gülmek ve alaya
alarak reddetmektir. Tek yapabilecekleri şey alay et-mek, tekzip etmek,
yalanlamak, karşı çıkmak, susturmak, asmak, kesmek, tehditler savurmaktır. Her
devirde bu böyledir.
Her devirde Firavun gibilerin ve
Firavun’un sistemini ayakta tutmaya çalışan mele’ grubunun karakteri budur
işte. Halbuki herhangi bir kimseden bir söz duyulunca onu dinlemek, anlamaya
çalıştıktan sonra ya kabullenmek ya da delilleriyle reddetmek gerekmektedir. Ama
onlar böyle yapmıyorlar. Onu dinlemeye bile tahammül edemi-yorlar. Akıllarına,
kalplerine ve vicdanlarına baskı uyguluyorlar. Vicdanlarının sesinden önce
gülüp geçiyorlar ki küfürlerini sürdürsünler.
48. “Onlara gösterdiğimiz her mûcize
diğerinden daha büyüktü; doğru yola dönmeleri için onları azaba uğrattık.”
“Onlar, akılları başlarına gelsin
de hakkı anlasınlar diye, peygamberi ve misyonunu, peygamberi ve onun kendilerine
getirdiği mesajı kabullensinler ve bize kulluk etsinler diye onlara her biri
diğerinden daha büyük mûcizeler gösterdik,” diyor Rabbimiz. Buradaki büyüklük-küçüklük
Allah’ın zatı açısından değil, insanların o âyetler karşısında etkilenmeleri
açısındandır. Değilse, Allah için büyük-küçük diye bir şey söz konusu değildir.
En büyüklerini de, en küçüklerini de Rabbimiz “ol” dedi mi, oluverir. Bundan şüphemiz
yoktur. Bu âyetlerden bir sonrakinin bir öncekisine göre büyüklüğü, her
sonrakinin bir öncekine nazaran onlar üzerinde daha etkili olması demektir.
Çünkü bir sonra gelen mûcize, aynı zamanda bir öncekinin tesirini de üzerlerinde
taşıdıkları için daha etkili olmalıydı.
Meselâ bir âsâ
mûcizesi, bir yed-i beyzâ âyeti, sarayda belli sayıda bulunanları etkilerken,
bir tufan mûcizesi, tüm ülke insanını etkilemiştir. İnsanlar uyansınlar diye,
biri etkili olmazsa ötekisi etkili olsun diye peş peşe âyetler gönderdi Allah. Kurbağa,
çekirge, tahıl biti ve kan gibi âyetleri peş peşe gönderdi Rabbimiz. Sebep,
onların Rablerinin gücünü, kudretini tanıyıp O’na ve elçisine iman etmelerini
sağlamaktı. Yani onlara dünyada kurtuluşu ve cennet yolunu göstermek içindi.
Şu anda
bizlere de Rabbimizin bu tür uyarıları peş peşe gelmektedir. Bizi adam etmek
için de Rabbimiz sürekli uyarılarda bulunmaktadır. Allah’ın yaptığı her işte
bir hikmet vardır. “Belki dönerler diye bunu yaptık,” diyor. Yâni Rabbimiz bizi
hep kullukta tutmak istiyor, bizi hep cennet yolunda tutmak, kötü yollardan,
cehennem yolundan döndürmek istiyor. Bakın onlara her bir âyet geldikçe:
49. “Ey Sihirbaz! Sana verdiği ahde
göre Rabbine bizim için yalvar da doğru yola erişelim” dediler.”
Allah o
topluma akılları başlarına gelsin diye tufan gönderdi. Mahvoldular, kahroldular
ve Allah’ın elçisi Hz. Musâ’ya gelip: “Ey Musâ! Allah’la aranızdaki ahid
hatırına, ya da seninle bizim aramızdaki ilişki hatırına Rabbine bir dua ediver
de, Rabbin şu belâyı üzerimizden kaldırsın, biz de o zaman senin getirdiğin
hidâyet hediyesini kabul edelim. Biz de Müslüman olalım,” dediler.
Dikkat ederseniz, “Allah’la
aranızdaki ahit hatırına bir dua ediver,” diyorlar. Yâni bu adamlar Hz. Musâ (a.s)
ile Allah arasında bir ri-salet ahdi olduğunu, Allah’ın elçisi Hz. Musâ’nın
(a.s) Allah katında mümtaz bir yerinin bir değerinin olduğunu biliyorlardı.
Allah’la elçileri arasında bir m
Anlıyoruz ki, bu insanlar
Allah’ın gücünü de, kudretini de biliyorlar. Başlarına gelen bu belâların O’ndan
geldiğini ve sadece yine O’nun kaldırabileceğini de biliyorlar. Bu konuda dua
edilecek makamı, duası istenecek makamı da biliyorlar. Allah’a gerçek kulluk
yapan birisinden dua etmesini istiyorlar. Yâni her şeyi biliyorlar.
Allah’ın
elçisinin yanına geliyor ve diyorlar ki: “Ey sihirbaz! Bizim için Rabbine bir
dua ediver de, şu belâyı bizim başımızdan kaldırsın. Biz de sana ve senin Rabbine
iman edelim ve hidâyette olalım.” Hz. Musâ Cenâb-ı Hakk’a dua eder, Allah
onların üzerinden bu belâyı kaldırır ama onlar verdikleri sözü unutup yan
çiziverirler. İnsanların genel karakteridir bu. Başlarına bir belâ gelince, bir
sıkıntı içine düşünce, “aman aman” derler ama bu belâyı Allah savuşturunca, hemen
yan çiziverirler. Bakıyoruz, insanlar bugün de böyle yapıyorlar. Başları dara
gelince bugünküler de hemen Allah’la arası iyi olan hocalara hacılara
koşuyorlar. Siz nerdesiniz yahu! Siz kendiniz nerdesiniz! Bu dinin öteki bölümleri
sizi ilgilendirmiyor mu? Firavun durumuna düşünce mi Allah’ı hatırlıyorsunuz?
Başınız daralınca mı Allah’ı hatırlıyorsunuz?
Hz. Musâ Allah’a dua etti ve
Allah onların başından bu belâyı kaldırdı ama bu adamlar Allah’a ve Musâ’ya
(a.s) verdikleri sözü unutuverdiler. Yine eski küflerine, eski şirklerine devam
ettiler.
Sonra Allah
onların üzerine kurbağa yağdırır. Evlerinin içi, yiyecekleri ve tüm hayatları
kurbağa ile dolup da perişan bir hale gelince, yine gelip Hz. Musâ’dan Rabbine
dua etmesini isterler. Hz. Musâ dua eder, Allah bu belâyı da kaldırır ama onlar
yine iman etmezler, yine yola gelmezler. Sonra Rabbimiz onların üzerlerine
çekirgeler sürüsünü gönderir. Tarlalarındaki mahsulleri çekirgeler sürüsünün istilasına
uğrayınca, yine Hz. Musâ’nın dua etmesini isterler. Hz. Musâ du-a eder ve Allah
onu da kaldırır. “Eh, zaten eskiden de bu tür şeyler ol-muştur, olağan
şeylerdir bunlar,” diyerek yine yan çizerler. Musâ’nın (a.s) duasının sonunda
tarlalarından kaldırdıkları ürünleri ambarlarına doldururlar. “Tamam, artık
ürünlerimizi garantiye aldık,” diye sevinip dururlarken, Rabbimiz onlara bit
gönderir. Öyle ki, tüm vücutları, tüm yatak ve yorganları, tüm ambarları ürünün
defterini düren bitlerle doluverir. Musâ (a.s) yine dua eder ve Allah onu da
kaldırır.
Arkasından onlara kan gönderir
Rabbimiz. Her şeyleri kan olur. Ekmeğe el atarlar kan, suya el atarlar kan, tüm
yiyecek ve içecekleri kan haline geliverir. Fakat işin garibi, bütün bu
gelenler Mısır’da yaşayan Firavun oğullarına geliyordu. Aynı şehirde yaşayan
İsrâil oğullarına hiçbir şey olmuyordu. İsrâil oğulları bunların hiçbirisinden
et-kilenmiyordu.
Hattâ rivâyetlere göre, Firavun
oğullarından olan birileri suyu ağzına götürüyor, kan olduğunu görüyordu. Sonra
yanındaki İsrâil-oğullu kölesine veriyor, su oluyordu. Kölesinin ağzından
emmeye çalışıyor, onun ağzından berikisinin ağzına dökülürken yine kan haline geliyordu.
İşte Rabbimiz adam olsunlar diye peş peşe biri öncekinden daha etkili mûcizeler
gönderdi ama bu adamlar yine adam olmayınca, bütün bu imtihanlar yine de
onların akıllarını başlarına getirmeyince, sonunda helâki hak etmiş oldular.
Allah bize de bazen böyle bir şeyler gönderir ama yine de Allah’ın istediğine
gelmemeye diretirsek, bilelim ki bizim defterimizi de dürüverir. Bütün bunlar
geldikçe:
50.
“Ama azabı ülkelerinden kaldırdığımızda hemen sözlerinden döndüler.”
Her defasında söz verdiler ama
sözlerinden döndüler. Onların bu sözlerinden döneceklerini bile bile Rabbimiz
rahmeti gereği yine de onların üzerlerinden belâlarını kaldırıyordu.
51. “Firavun, milletine şöyle seslendi:
“Ey milletim! Mısır hükümdarlığı ve memleketimde akan bu ırmaklar benim değil
mi? Görmüyor musunuz?”
Bütün bunlar karşısında adam
olmayan Firavun şöyle seslendi: “Ey kavmim! Mısır mülkü benim değil mi? Mülk benim
değil mi? Şu ırmaklar, şu akıp giden Nil de benim taht-ı tasarrufumda değil mi?
Siz hiç düşünmüyor musunuz?”
Firavun,
kendi yanlışına kendi sapıklığına insanları da ortak etmek istiyordu. Mısır’ı
kendisinin yarattığını söylemiyordu ama, kendisinin mülkün sahibi olduğunu
söylüyordu. Kendisini mülkün sahibi görüyor, Hz. Musâ’yı da gariban birisi
görerek küçümsüyordu. Hz. Musâ’nın, Mısır’ın bir mahallesinde belki çocuklarıyla
birlikte yaşadığı küçücük bir evi veya annesinin evi vardı. Firavun ise Musa’ya
göre güçlüydü, egemenlik sahibiydi. Allah’ın kendisine verdiği bu imkânlarla
Allah’a hamd etmesi gerekirken, onlarla insanlara Rabblik taslamaya
çalışıyordu. Bakın Musâ’yı küçük, kendisini büyük görerek şöyle diyor:
52. “Yahut ben zavallı ve neredeyse
konuşamayan bu kimseden daha üstün değil miyim?”
“Söyleyin bana! Dikkatli bakın!
Şu psikopat, şu ne dediği belli olmayan, ne dediğini bilmeyen, ne dediği anlaşılmayan
şu adam mı daha üstün, yoksa ben mi daha üstünüm? Şu ne dediği anlaşılmayan
adam. Yâni bu bizim dünyamızdan konuşmuyor. Operadan, baleden, müzikten, sanattan,
marktan, dolardan, A.B.D’den, Avrupa’dan, A.E.T
den I.M.F’den, ekonomik düzenlemelerden söz etmiyor bu adam. Bu bizim
dilimizden, bizim dünyamızdan konuşmayan, bizim anlayamayacağımız dilden
konuşan bu adam mı üstün yoksa ben mi üstünüm? Bunu hâlâ anlayamadınız mı?”
diyordu.
Evet, Firavun, anlamak istemediği
için, Musa hakkında “ne de-diği anlaşılmayan adam” diyordu. Şimdi de öyle değil
mi? Birilerine Allah’ın kitabından bir şeyler anlatmaya çalışıyorsunuz ama
adamın dünyası faklı olduğu için, istediği ve beklediği telden çalmadı diye din-lemiyor.
Anlamak ve dinlemek istemiyorlar.
Bir de
Allah korusun, “biz kim, peygamberin sünnetini, Peygamber Efendimizin
hadislerini anlamak kim?” diyenler de, onun anlaşılmaz şeyler söylediğini iddia
edenler de böyle değil mi? Bu gereksiz ürkeklikleri sebebiyle, hadis
kitaplarının arasında Peygamberi bek-letenler de öyle mi, orasını bilmiyorum
Allah korusun. Öyle değil mi? Sanki Allah anlaşılmaz söz söylüyor. Sanki
peygamber aleyhisselâm anlaşılmaz söz söylüyor. Sanki ben ya da bir başkası
dini Allah’tan daha güzel anlatıyor. İnsanların yazıp çizdiklerine yöneliyorlar
da Allah ve resûlünün sözlerine yönelmiyorlar. Allah için söyleyin insanların
kitap ve sünnete karşı takındıkları bu olumsuz tavır Firavun’un tavrına
benzemiyor mu?
53. “Ona altın bilezikler verilmeli
veya yanında ona yardım edecek melekler gelmeli değil mi?”
Sözü dinlenecek kişinin altınları,
gümüşleri olan bir zengin yada orduları, aveneleri olan güçlü birisi olması
gerekmez mi? Hani bu adamın ne altınları, ne bilezikleri, ne arabası, ne hanı,
hamamı, ne de yanında, kapısında bağlı askerleri var. Malı yok, mülkü yok ve de
rütbesi yok diyordu. Yâni bu gerçekten sözü dinlenecek birisi olsaydı, yanında
ona hizmet eden melekleri, ordusu, avenesi olmalı değil miydi? İşte Firavun’un
ve Firavun sisteminin, imam olacak, lider olacak, sözü dinlenecek kimselerde
aradıkları özellikler bunlardır. Onun malı yok, mülkü yok, sadece sade bir kul.
Yâni o kendileri gibi halkın
malını sömürüp elbise diye sırtına giymemiş, halkın servetini sömürüp,
köşklerine yatırmamış bir elçiydi. Halbuki insan bunlarla insan değildi.
Parayla, pulla, makamla, altınla, gümüşle insan insan değildi. İnsan kalbinde
taşıdığı yüce değerlerle insandı. İnsan, imanıyla, kulluğuyla, Rabbine
teslimiyetiyle ve takvasıyla insandı. Allah katında insan budur ve değerli olan
da budur. Elinde bu açıdan hiçbir değeri olmayan birisi, yâni bu sayılanlara
sahip olmayan birisi, tüm şehirler onun olsa bile, en yüce makamlara gelmiş
olsa bile hiçbir değer ifade etmeyecektir.
Hani, “ciğeri beş para etmez”
derler ya, işte böyle birisinin ciğeri beş para etmeyecektir. Ama Firavunlar
bunlara sahip olmadıkları için, bu değer yargılarını değiştirip bu değerlere
sahip olanları küçük, kendilerini de büyük görmeye çalışmaktadırlar.
54.
“Firavun, milletini küçümsedi ama, onlar kendisine yine de itaat
ettiler. Doğrusu onlar yoldan çıkmış bir milletti.”
Allah’ın elçisine karşı takındığı
bu tavırlarıyla, Firavun, kavmini, toplumunu, çevresindekileri küçümsedi ve
onların düşüncelerine inanışlarına ve değer yargılarına ipotek koydu. “Siz de
böyle inanacaksınız! Siz de böyle benim gibi düşüneceksiniz!” diyerek onları
ken-disi gibi düşünmeye, kendisi gibi inanmaya zorlayarak, kendi anlayışını
zorla onlara empoze ederek onları küçümsedi. “Sizler beni dinlemek
zorundasınız. Benim dediklerimin dışına çıkmamak zorundasınız. Sizin nasıl
düşüneceğinizi, nasıl inanacağınızı ben bilirim! Nasıl giyineceğinizi ben
belirlerim! Nasıl yaşayacağınızı ben bilirim! Siz bilmezsiniz! Siz anlamazsınız!”
diyerek kavmini küçümsedi, onları aptal yerine koydu. Onlar da kendilerini
küçümseyen bu zorbaya itaat ettiler de kendilerine değer vermek için gelmiş
Allah elçisine değer vermediler.
Şimdi de öyle değil mi? “Sizler
anlamazsınız! Sizler bilmezsiniz! Sizler bizi dinlemek zorundasınız! Eğer okulu
bitirmek, diploma almak, dükkan açmak, bakan, dekan, müdür, doçent, sanayici
olmak istiyorsanız, benim dediğimi yapacak ve benim sözümden çıkmayacaksınız. Şöyle
şöyle davranmadan, şunları şunları yapmadan, bunları yapamazsınız,” diyerek şu
anda bu Müslümanlarla alay eden, tüm vatandaşlarla alay edenler, onların her
tür özgürlüklerine ipotekler koyanlar da aynı şeyi yapmıyorlar mı?
Veya sizler bizim istediğimiz
şekilde inanmak, bizim istediğimiz gibi giyinmek, bizim istediğimiz gibi
yaşamak zorundasınız diye insanların inanç özgürlüklerine ipotek koyanlar, tek
tip ama kendi istedikleri tip insan yetiştirmeye soyunanlar da insanları
küçümsemiyor-lar mı bugün? Ama Allah diyor ki:
“Onlar, o Firavun’un kavmi, onun
çevresindekiler buna rağmen o Firavun’a itaat ettiler, ses çıkarmadılar, ona
boyun köstüler de fâsıklardan oldular.” Ya da onlar aslında fâsıktılar da, Firavun’a
itaat ederek fâsıklıklarını ortaya koydular. Gönüllü teslim oldular ona. Zaten
zalimin yanı başında ona koltuk değnekliği yapan mazlum olmasa, zalim asla
ayakta duramaz. Zalimin varlığı, mazlumun varlığına bağlıdır. Zalimin hayatını
sürdüren, mazlumun varlığıdır. Mazlum, mazlum olarak var olmasa, mazlum olarak
yaşamaya son verse, tüm Firavunlar ve zalimlerin işi bitecektir.
Evet ey
Müslümanlar! Bilesiniz ki bugün sizleri de tahkir edecekler. Sizleri de küçük
görecekler. Makamınız, mevkiiniz, paranız, pulunuz yok diye, dünyanın kulu-kölesi
olmadınız diye sizi de aşağılayacaklar. Kendi değer yargılarıyla, makamlarıyla,
mevkileriyle, paraları ve pullarıyla sizin üzerinizde de saltanat kurmak isteyenler
olacak. Sakın ola ki bu adamların bu tavırlarına boyun bükmeyin. Mü’min iseniz,
en üstün sizsiniz, bunu asla unutmayın. İzzet ve şeref bu dünyalık şeylerde
değil, imandadır. İzzet ve şeref, iman edip salih ameller işleyenlerdedir.
Bakın Beyyine sûresi bunu çok hoş anlatır:
“Fakat, inanıp salih ameller
işleyenler, işte onlar da, yaratıkların en iyileridirler.”
(Beyyine 7)
İman edip
salih amel işleyenlerin, varlıkların en hayırlısı olduğunu anlatan Rabbimiz,
iman ve salih amelden yoksun olanların da yaratıkların en şerlileri olduğunu
anlatır. Allah’a inanmayanlar salih ameller işlemeyenler ne kadar da ekonomik
güçleri olursa olsun, mahlukâtın en şerlileridir. Bunu asla hatırınızdan çıkarmayın.
İtibarın, Allah’a teslimiyet olduğunu unutmayın. Eğer sizler de onların değer
yargılarını kabullenir, onların üstün, şerefli olduklarını kabul eder ve onlara
boyun bükerseniz, siz de fâsıklardan olursunuz. O zaman da onlar sizin
üzerinizde büyürler, sizin üzerinizde Rableşirler. Siz fâ-sıklaşır ve onları
Kahhâr makamında görmeye başlarsanız, onlar da sizin üzerinizde kahr-u
galebelerini artırırlar. Bakın ifade aynen öyledir:
Onlar fâsıktılar, onlar bozuktular.
Buna göre diyoruz ki, eğer bizde bir takım fısk özellikleri, bir takım bozulmalar
gerçekleşirse, o zaman Firavunların bu gövde gösterileri bizim üzerimizde de
etkili olmaya başlayacaktır. O zaman biz de onlara itaat etmek ve boyun bükmek
zorunda kalacağız. O zaman tıpkı Firavun’un toplumu gibi hayatımızda Allah’a
yer vermekle beraber onlara da yer vererek müşrik duruma düşmek zorunda kalacağız.
Ama biz, bizdeki bozuklukları, bizdeki fıskları ortadan kaldırma çabası içine
girersek, Rabbimiz bize hidâyet edecek ve bizi Firavunlara kul köle olmaktan
kurtaracaktır. Allah yardımcımız olsun...
55. “Böylece Bizi öfkelendirince
onlardan öç aldık, hepsini suda boğduk.”
Evet, yıllar böyle geçti. Onlara
çok çeşitli âyetler geldi. Her biri diğerinden etkili uyarılar kapılarını
çaldı. Allah türlü türlü fırsatlar yarattı onlar için. Uzun süre dönüş imkanı
lütfetti. Rabbimizin rahmeti çok geniştir. Dikkat ederseniz, bu sûrede
Rabbimizin rahmeti çok geçti. Hep rahmet kapıları açtı Rabbimiz onlara. Ama
onlar, kendilerine açılan tüm rahmet kapılarını kapattılar. Bu rahmetten
istifade etmesini bilemediler.
İşte böyle,
Allah uyarır ama onlar yine de anlamaz ve Allah’ı gazaplandırırlarsa, Allah da
onlardan öç alarak işlerini bitiriverir. Onları boğuverir. Hayatlarını,
programlarını, gidişlerini boğuverir. Allah, onları suda boğuverdi. Aslında su,
Rabbimizin rahmetlerinden birisidir. Rahmet olan su, kendisine Allah’ın
yüklediği yasa değişince böyle azap oluveriyor. Hayat için yaratılan su, bir
anda helâk sebebi oluveriyor. Allah onların tümünü suda boğdu da:
56. “Onları, sonradan gelecek
inkârcılara ibret alınacak bir geçmiş kıldık.”
Rabbimiz, “onları sonradan
gelecekler için bir selef ve mesel kıldık, ibret yaptık,” diyor. Yâni onları
sonradan gelenlerin pîri, üstadı, muallimi kıldık. Mele’ de böyle, Firavun da
böyledir. Firavun’u kendisinden sonra gelecek tüm Firavunlara, mele’yi de kendilerinden
sonra gelecek tüm mele’lere üstad yaptık.
Kâfirlerin
de selefleri yâni üstadları vardır, bizim de seleflerimiz ve muallimlerimiz
vardır. Bizim seleflerimiz Musâ (a.s), İbrahim (a.s) ve Adem’den (a.s) bu yana
Allah safında yer almış imamlarımız ve önderlerimizdir. Kâfirlerin selefleri ve
örnekleri de Firavunlar, Nemrutlar, Karunlar ve tarihte Allah elçilerinin önünü
kesmek için çırpınırlarken, kimisi suda boğularak, kimisi yerin dibine
batırılarak, Allah tarafından kendilerinden intikam alınmış kimselerdir. Firavun,
boğulup giderken tüm haleflerine şu mesajı veriyordu:
“İnandım ki İsrâil oğullarının iman
ettiği Allah’tan başka İlâh yokmuş. Ben de Müslümanlardanım!”
(Yunus: 90)
Gerçekten
bugün bu sözü tüm dünya müstekbirlerine duyurmamız gerekmektedir. Tüm dünya
Firavunlarına duyurmalıyız bu sözü. Ey müstekbirler! Ey kendilerinde güç,
kuvvet olduğunu zanneden zalimler! Firavun’un söylediği bu sözü sizler ne zaman
söyleyeceksiniz? Size hiç bir şey hatırlatmıyor mu bu söz? Ölürken mi söyleyeceksiniz
bunu? Firavun’a fayda vermediği gibi, ölürken söyleyeceğiniz bu sözün size de
hiçbir faydası olmayacaktır.
Firavun diyor
ki, “İsrâil oğullarının inandığı İlâhtan başka ilâh yoktur.” Ama bunu ölürken
söylüyordu. Halbuki şimdi inandım dediği İlâh’ın gönderdiği Musâ’yı, dün öldürmeye
çalışıyordu. Yıllarca o İlâ-h’ın dinini, o İlâh’ın gönderdiği peygamberi
reddetmiş, o İlâh’a inanan İsrâil oğullarına kan kusturmuş, kendinin, ülkesinin
yegâne İlâhı olduğunu ilân etmişti. İşte kıyamete kadar gelecek nesiller içinde
kendisine özenen, kendi yoluna imrenen, yeryüzünde Rabliğini iddia ederek
Allah’a ve Allah’ın dinine savaş açan tüm Firavun taslaklarına bu sözleriyle şu
mesajı veriyordu: “Gelin ey beni taklit edenler, benim düştüğüm yanlışa
düşmeyin! Ben imanı son dönemime tehir etmiştim. Ama gördünüz ki, o iman benden
kabul edilmedi. Siz bunu önceden anlayın da, benim durumuma düşmeyin. Şimdiden
hatalarınızdan dönüp Müslümanlığınızı ilân edin!”
57.
“Ey Muhammed! Meryem oğlu m
Meryem oğlu Îsâ’nın m
Bakın Rabbimiz bir önceki âyette kâfirlerin
seleflerini anlatmıştı. Kâfirlerin üstatlarını anlatmıştı. İşte burada da bu
müşrikler aynen üstatlarının yolunu takip ediyorlar ve aynen onların
yaptıklarını yapıyorlar. Tıpkı onlar gibi delilsiz reddediyor, alaya alıyor,
gülüp geçiyorlar.
“Bizim ilâhlarımız
mı daha hayırlı, onların ilâhı olan Îsâ mı daha hayırlı?” diyorlardı.
Hristiyanları kastederek, “onlar Îsâ’ya tapınıyorlar, bizse meleklere
tapınıyoruz. Bizimki mi daha hayırlı yoksa onlarınki mi?” diyorlardı. Ya da, “Siz
diyorsunuz ki, Allah’tan başkalarına tapınanlar taptıklarıyla beraber cehenneme
gidecektir. Eğer bu doğ-ruysa, yâni bu Hristiyanlar ve onların taptıkları
cehenneme gidecekse, biz de taptıklarımızla beraber cehenneme gideceksek, buna
dünden razıyız. Yâni Allah’ın elçisi Îsâ’nın gittiği yere gitmekten çekinmiyo-ruz,”
diyorlardı.
Allah diyor
ki, “bu adamlar bunu ciddi söylemiyorlar. Düşünerek delilleriyle söylemiyorlar.
Sadece tartışma açmak için, seni oyalamak için, laf olsun diye söylüyorlar.
Yâni ey peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları! Bu tip insanların her
dediklerine değer vermeyin ve yolunuza devam edin.”
59. “Meryem oğlu, ancak kendisine nîmet
verdiğimiz ve İsrâil oğullarına örnek kıldığımız bir kuldur.”
Meryem oğlu Îsâ, sadece bir
kuldur. Hz. Îsâ değişik mûcizelerle donatılmış da olsa, doğumu fevkalâde de
olsa, o bir ilâh değil, sadece bir kuldur. Biz onu İsrâil oğullarına bir mesel
kıldık. İsrâil oğulla-rına onu numûne-i imtisâl kıldık. Örnek alacakları,
yolundan gidecekleri bir örnek kıldık onu. Peygamber, toplumu için numûne-i
imtisâldır. Allah’ın kendilerinden istediği kulluğu şahsında örnekleyen bir elçidir
peygamber.
60. “Eğer dileseydik, size bedel
yeryüzünde sizin yerinizi tutacak melekler var ederdik.”
Melekler de aynen sizler gibi
bizim kulumuzdur. Onlar da ilâh değildir. Onlar da tapınılacak varlıklar
değildir. Eğer biz isteseydik, sizin yerinize yeryüzünde melekler yaratırdık.
Burada şehvetperest olan, kadınperest olan müşriklerin iddialarına cevap
vardır. Siz onları tapınılmaya lâyık varlıklar olarak kabul ediyorsunuz.
Halbuki onlar Allah’ın kullarıdır, onları biz yarattık ve dileseydik şu anda
sizin yerinizde, sizin şartlarınızda onları yeryüzünde kullar yapardık. Yâni
onlar sizden farklı değillerdir, deniyor.
61. “O, kıyametin kopacağını bildirir;
o saatin geleceğinden şüphe etmeyin, Bana uyun, bu doğru yoldur.”
Muhakkak ki onda kıyametin
bilgisi vardır. Şüphesiz ki o kıyamet ilminin bir aracıdır. Âyet-i Kerîmedeki
"ha" zamirinin mercii konusunda değişik anlayışlar olmuştur.
a. Kimileri
bununla Kur’an’ın kastedildiğini anlamaya çalışmıştır. Yâni Kur’an kıyametle
ilgili bir bilgi kaynağıdır. Kıyamet gibi gaybî bir konunun bilinmesi, elbette
Kur’an’la mümkündür.
b. Kimileri
de bu zamirle Hz. Îsâ’nın kast edildiğini söylemişlerdir. Çünkü Arapça’da
zamirlerin en yakınına havale edilmesi kaidesinden hareketle, burada kastedilen
Hz. Îsâ’dır. Ayrıca bir de buradaki "le ilmun" ifadesini, "le alemun"
şeklinde okuyanlar da olmuştur. Yâni onda kıyametin saatine alâmetler, işaretler
vardır şeklinde de anlaşılmıştır.
Hz. Îsâ’nın
kıyamete alem oluşunu da iki şekilde anlamaya çalışıyoruz.
1. Îsâ’nın
yaratılışı, babasız dünyaya gelişi, konumu, kendisine verilen mûcizeler,
ölüleri diriltmesi, kıyametin kopması için bir ilim, delil ve alâmettir. Onun
babasız dünyaya gelmesi ve bizzat ölmüş kimseleri diriltmesi, insanların
öldükten sonra diriltilmesi demek olan kıyametin zuhuruna ve insanların yeniden
dirilişlerine delildir.
2. Hadislerde
anlatıldığı şekliyle Hz. Îsâ (a.s) tekrar dünyaya döndürülecektir. Kıyametin
kopmasına yakın bir zaman kala Allah onu yeryüzüne tekrar döndürecektir.
Buhârî’de Ebu Hureyre’den (ra) rivâyet edilen bir hadis-i şerîflerinde Allah’ın
Resûlü şöyle buyurur:
“Nefsim
elinde olan Allah’a yemin ederim ki size Meryem oğlu Îsâ’nın adaletli bir hakem
olarak indirilmesi yaklaşmıştır. O haçı kıracak, domuzu öldürecek, vergiyi de
kaldıracaktır. Ve mal o kadar fazlalaşacak ki kimse o-nu kabullenmeyecek. En
sonunda tek bir secde dünya ve içindekilerden daha hayırlı olacaktır.”
Müslim’de
de Cabir’den (r.a) şu rivâyet vardır: Allah’ın Resûlü:
“Benim ümmetimden bir taife
kıyamet gününe kadar hak yol üzerinde savaşmaya devam edecektir. O zaman Meryem
oğlu Îsâ inecek ve onların emiri diyecek ki: “Bize emir ol!” O da diyecek ki:
“Hayır! Siz birbirinize e-mirsiniz!” İşte bu, Allah’ın bu ümmete bir ikramıdır.”
İşte Hz.
Îsâ’nın kıyamete alem oluşunun bu ikinci geliş olduğu belirtilmiştir. Ancak Hz.
Îsâ’nın bu ikinci gelişinin delil olması, belki sa-dece o anda yaşayan insanlar
için söz konusudur. Bu âyetlerin nâzil olduğu dönemde veya şu anda, bize bunun
bir delil olması mümkün değildir. Öyleyse birincisi daha münasip gibi oluyor. Allah
en iyisini bilir.
Öyleyse o
kıyamet konusunda sakın ha şüphelenmeyin. Bana tâbi olun. İşte bu dosdoğru hidâyet
yoludur. Bu yol insanları Allah’a, cennete ve Allah’ın hoşnutluğuna götürür.
Mü'min, sürekli bu yolda yürüyen insandır. Bu yol, sürekli üzerinde yürünen bir
yoldur. Mü'min bu yolda olduğu müddetçe, yatarken de, otururken de, uyurken de
hep ayakta, hep yürüyor demektir.
62. “Sakın şeytan sizi bu yoldan alıkoymasın;
şüphesiz o size apaçık bir düşmandır.”
Sakın ha şeytan sizi bu yoldan
saptırmasın. Sakın şeytan sizi bu yoldan engellemesin. Çünkü unutmayın ki, o
sizin apaçık bir düşmanınızdır. Atanıza oynadığı oyunu biliyorsunuz. Onu cennetten
nasıl çıkardığını size anlattım. Sizden öncekilere oynadığı tüm oyunları size
tanıttım. Kur’an-ı Kerîm’de, atamız Adem’in yaratılışından bu yana, Rabbimiz
sürekli onun çocuklarını şeytanla uyarmaktadır. Zira şeytanla insan nesli
arasında başlayan bu kavga, kıyamete kadar sürecek bir kavgadır. İnsanın
yeryüzünde vereceği en büyük kavganın, şeytana karşı vereceği bir kavga olduğu
ve bu kavgayı başaranların cennete gideceği sürekli gündeme getiriliyor.
Yine sık sık şeytanın insanları
saptırma yöntemleri insanlara tanıtılmaktadır. İşte az evvel anlatıldı, İsrâil
oğullarının Allah elçisini Rabb olarak düşünmelerine sebep şeytandır. Îsâ’yı
Allah makamına koyduran şeytandır. Müşriklere Allah’ın meleklerinin kızlar
olduğunu düşündüren ve onları saptıran yine şeytandır. İnsanların karşısına Allah’tan
başka secde makamları çıkarıp, onlara secde ettiren yine şeytandır. İnsanların
karşısına Allah’ın sisteminden başka sistemler çıkarıp insanların onlara kul-köle
olmasını öğütleyen, yine şeytandır. Öy-leyse, aman şeytana dikkat edin! Zira
unutmayın ki, yeryüzünde sizlerin en büyük düşmanınız odur.
63. “İsa, belgeleri getirdiği zaman
demişti ki: “Size hikmetle ve ayrılığa düştüğünüz şeylerin bir kısmını açıklamak
üzere geldim. Allah'a karşı gelmekten sakının, bana itaat edin.”
Hz. Îsâ onlara geldiği zaman
demişti ki: “Ben size hikmetle geldim. Size ilâhi hikmetin gereği olarak
Rabbinizden bir hayat programıyla geldim, size Rabbimden bir r
Hikmet,
vahiy, r
64.
“Doğrusu Allah benim de Rabbimdir; sizin de Rabbinizdir, artık O’na
kulluk edin, bu, doğru yoldur.”
“Şüphesiz ki o Allah benim de,
sizin de Rabbinizdir. Muhakkak ki kendisine kulluk edilmeye lâyık olan, kulluk
programını bilen, sizden nasıl bir kulluk isteyeceğini bilen ve size bir hayat
programı belirleyen, benim de, sizin de Rabbinizdir. Sizin için de, benim için
de ken-disine kulluk edilecek, hayat programı uygulanacak O’ndan başka Rabb
yoktur. Bu konuda benim sizden bir farkım yoktur. Ben de sizin gibi Allah’ın
kuluyum. Benim boynumdaki kulluk ipinin ucu da Rabbi-min elindedir. O ne tarafa
çekerse, ben o tarafa gitmek zorundayım. Ben her zaman O’na muhtacım. Beni
yaratan, beni besleyen, beni ya-şatan ve bana yol gösteren O’dur. Ben nasıl O’nu
Rabb bilmiş ve irademi O’na teslim etmişsem, gelin siz de, sizin Rabbiniz olan
Allah’a kulluk edin ve O’ndan başkalarını Rab ve İlâh bilmeyin.”
Dikkat ederseniz,
Hz. İsa burada, Hristiyanların iddia ettikleri gibi kendisinin Rabb olduğunu,
Allah’ın oğlu ya da Allah’ın yetkilerine sahip birisi olduğunu, kendisine
kulluk edilmesi gerektiğini söylemi-yor. Diyor ki, “O Allah benim de, sizin de
Rabbinizdir. Ben O’na kulluk ediyorum, siz de O’na kulluk etmek zorundasınız.”
O böyle
diyor ama bakın ona tabi olduklarını, onun yolunda olduklarını iddia edenler ne
yapıyorlar:
65. “Ama, aralarında gruplaştılar,
ayrılığa düştüler. Kıyamet gününün can yakıcı azabına uğrayacakların vay
haline!”
Sonradan zuhur eden Hristiyan
gruplar, hizipler aralarında ihtilâf ettiler. Hristiyan ve Yahudi hizipler,
kendi aralarında Îsâ (a.s) hakkında ihtilâfa düştüler. Hıristiyan gruplardan
bir kısmı onun Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna, bir kısmı onun Allah’ın oğlu
olduğuna inanmakta, bir kısmı da onun Allah olduğuna ve kendisine kulluk yapılması
gerektiğine inanmaktadır. Bazıları da onun Allah’la insan karışımı bir varlık,
yarı Allah yarı insan bir varlık olduğunu iddia etmektedirler.
Ya da Hz.
Îsâ konusunda Yahudiler başka söylediler Hristiyan-lar da başka şeyler söylediler.
Yahudiler onun sebebiyle kendi kitaplarının ve peygamberlerinin hükmü kaldırıldı
diye ondan intikam almak için onun veled-i zina olduğunu iddia ettiler. Hristiyanlar
da onların gö-zünde Hz. Îsâ’yı temize çıkarabilmek için, o kadar büyüttüler, o
kadar yücelttiler ki, onu Allah yerine oturtuverdiler. Kimisi ileri giderek,
kimisi geri kalarak bu konuda kendilerine zulmettiler.
Evet, onlar Allah’a, Allah’ın tertemiz
elçisine zulmettiler. Allah ın hakkını vermeyerek zulmettiler, peygamberin
hakkını vermeyerek ona ve kendilerine zulmettiler. Peygambere karşı böyle aşırı
davranmak da zulümdür, ona karşı ilgisiz kalarak geri durmak da zulümdür. Yâni
biri ona karşı gelerek pozitif bir zulüm, ötekisi de ilgisiz kalarak negatif
bir zulümdür.
Anlaşılmadı mı? Peygambere karşı
yapılacak zulmü iki şekilde anlıyoruz. Bunlardan birisi, peygambere, onun
dinine, onun mesajına karşı alternatif programlar geliştirenler de zalimdir,
onun getirdiği mesaja değer vermeyenler, öğrenmeye ve yaşamaya çalışmayanlar da
zalimdirler. Onu ve getirdiği mesajı reddetmek, inkâr etmek, aksini savunmak
da, diliyle onu kabul ettiğini söyleyip ona ilgisiz kalmak da zulümdür. Rabbim
bizleri her iki tür zulümden de korusun. İşte şu anda onu ve mesajını reddedip
düşman kesilerek ona zulmedenleri de, onun getirdiği mesajı tanımaya
yanaşmayarak zulmedenleri de görüyoruz.
Bakın Nisâ
sûresinde de bu konuyu Rabbimiz şöyle anlatır:
“Ey Kitab ehli! Dininizde taşkınlık
etmeyin, Allah hakkında ancak gerçeği söyleyin. Meryem oğlu Îsâ Mesih, Allah’ın
peygamberi, Meryem’e ulaştırdığı kelimesi ve kendinden bir ruhtur. Allah’a ve
peygamberlerine inanın, “Üçtür” demeyin, vazgeçin, bu hayrınızadır. Allah ancak
bir tek Tanrıdır, çocuğu olmaktan münezzehtir, göklerde olanlar da yerde
olanlar da O’nundur. Vekil olarak Allah yeter.”
(Nisâ
171)
Hristiyanlar
Allah’ın kulu ve elçisi olan Hz. Îsâ’yı İlâh edinmekle en büyük suçu
işlemişlerdir. Bu, onların Hz. Îsâ’yı Allah’la insan karışımı bir varlık sayma
yanılgılarından, vücutta vahdet denen Allah’la insanın birleşimi teorisinden
kaynaklanmıştır. Bu yanılgı, yıllarca tartışmalarına rağmen meseleyi işin
içinden çıkılmaz bir duruma getirmiştir. Bu karmaşık şahsiyetin, yâni Allah’la
insan karışımı kabul ettikleri şahsiyetin insanî yönünün ağır bastığı kanısına
varanlar, onun Allah’ın oğlu olduğu düşüncesine kapılırken, onun İlâhlığa
yakınlığını düşünenler de, onun insanlaşmış bir Allah ya da Allahlaşmış bir
insan olduğu inancına düştüler.
66. “Onlar farkında değillerken kıyamet
gününün kendilerine ansızın gelmesini mi bekliyorlar?”
Onlar başka
değil, kıyametin gelmesini bekliyorlar. Burada ve Kur’an’ın pek çok yerinde,
kıyamet saatle ifade edilmiştir. Çünkü onun gelişi bir saat kadar yakındır. Bir
de o zaman insanların hazırlan-maları gereken asıl hesaplaşma zamanıdır. O
zamana karşı hazırlıklı olmak zorundayız. O zamana hazırlanan ve o zamanı
kendisine yakın bilerek onun şuuru içinde yaşayanlar kurtulacak, o zamanı çok
uzak bilenler ve onun hazırlığı içinde olmayanlar da ebedî kaybedenlerden
olarak cehenneme yuvarlanacaklardır.
O kıyamet
saati, ona hazırlıksız olan kimselere ansızın gelecektir. Zira kendileri
kıyametin geleceğinden gafil bir şekilde dünyaya dalmış, onu hatırlarından
çıkarmış ve böylece lüzumsuz şeylerin peşine takılmış insanlar için elbette
kıyamet ansızın gelecektir. Kıyamete inanmayan ve onun hazırlığı içinde Allah
için bir hayat yaşamayan insanlar, onun kopmasına yakın bir dönemde alâmetler
belirdiği zaman bile uyanmayacaklar, o zaman bile oyun ve oynaşlarını sürdüreceklerdir.
Onun için şuurları yerinde değilken, haberleri yokken kıyamet gelip onların
tepelerinde patlayacaktır. Artık ondan sonra pişman olma ve geriye dönme imkânı
da kalmayacaktır.
67. “O gün Allah’a karşı gelmekten sakınanlar dışında,
dost olanlar birbirine düşman olurlar.”
O gün aralarında su sızmayan,
birbirlerini candan ciğerden seven nice dostlar ve ahbaplar birbirlerine düşman
olacaklar. Dostlukları, arkadaşlıkları düşmanlığa dönüşecektir. Ancak
dostlukları Allah, takva, Allah hatırına, Allah dininin ikâmesi adına olanlar
müstesnadır. Allah rızasına mâtuf olmayan tüm dostluklar, tüm bağlar, tüm arkadaşlıklar o gün düşmanlığa ve pişmanlığa
dönüşecektir. Dünyada para, menfaat, makam, protokol, statü ve ırkî özellikler
için kurulan dostluklar, birliktelikler bitecektir. Bitmenin de ötesinde,
düşmanlığa dönüşecektir. Önderler, önde gidenler, liderler ve kendilerine
uyanlar birbirlerine diş bileyecek, aralarındaki tüm protokol bağları kopacaktır.
Aslında bu
dostların düşmanlıkları, dostluklarının kaynağından gelmektedir. Yâni onları
dost kılan kaynaktan gelmektedir. Çünkü onların dünya hayatındaki dostlukları,
birbirlerini günâha teşvik etmek içindi. Günâh konusunda birleşiyor ve
birbirlerine yardımcı oluyorlardı. Böyle bir dostluğun orada devam etmesi
mümkün değildir. Çünkü orada artık işledikleri bu günâhların neticesini ayan
beyan görmüşlerdir. İşte bunun için birbirlerine düşman kesiliyorlar. “Sen
yaptın! Sen ettin! Sen demiştin! Sen istemiştin! Sen yol göstermiştin! Sen zorlamıştın!”
diyerek birbirlerine diş bileyecekler. Ama muttakîler, hayatlarını Allah’ın istediği
gibi yaşayanların dostlukları böyle değildir. Onlar sevapta birleştikleri,
birbirlerini hayra teşvik ettikleri için, onlar da yaptıklarının neticesinin ne
kadar hayırlı olduğunu görünce birbirlerinden memnun olacak ve birbirlerini
tebrik edecekler.
Öyleyse arkadaşlarımıza ve
arkadaşlıklarımıza dikkat edelim. Arkadaşlarımızın cehennemine sebep
olmadığımız gibi, cehennemimize sebep olacak kimselerle de arkadaşlık yapmamaya
çalışalım. Arkadaşlarımızın şeytanı olmadığımız gibi, şeytanları arkadaş tutmayalım
inşallah. Bakın bu muttakîlere Allah ne buyuracak:
68. “Allah:
“Ey kullarım! Bugün size korku yoktur, siz üzülmeyeceksiniz” der.”
Muttakîlere, Allah’ın koruması
altına girip onunla yol bulanlara, yollarını Allah’a, Allah’ın kitabına ve
peygamberinin sünnetine sorarak bulan ve Allah için bir hayat yaşayan, Allah’a
lâyık işler yapanlara Allah şöyle buyuracak: “Ey kullarım! Ey tüm hayatlarında
beni Rabb bilen ve hayatlarını bana sormadan yaşamayan kullarım! Ey hayat
programlarını benim kitabımdan alan ve benim için hayat yaşayan kullarım! Bugün
sizin için korku yoktur ve sizler asla mahzun da olma-yacaksınız. Geleceğiniz
için herhangi bir korku yoktur. Bundan sonraki hayatınızda ebedî bir mutluluk,
ebedî bir saadet sizi bekliyor. Sizin için bundan sonra ebedî bir emniyet söz
konusudur. Artık bundan böyle şeytandan, şeytanî güçlerden, kâfirlerden,
tâğutlardan ve onların zulümlerinden korku yoktur. Çünkü selâmet yurdu olan cennette
şeytan da yoktur, şeytan dostları da yoktur. Zulüm de yoktur, fitneye düşme
tehlikesi de yoktur. Burada kâfirlere, tâğutlara, münâfıklara, zalimlere,
müşriklere yer yoktur. Eziyet yoktur, eziyetlere ve işkencelere katlanma yoktur.
Burada sizin için hiç bir şeyin korkusu yoktur.
Geçmişe
dair üzüntü de yoktur sizin için. Dünyada Benim istediğim hayatı yaşarken
çekilen sıkıntılar, düşülen işkenceler bitmiştir. Katlanılan sabır hayatı
bitmiştir. Sizler benim hatırıma yaptıklarınızdan dolayı asla üzüntü duymayacaksınız.
Gam, tasa, keder hepsi hepsi dünyada kalmıştır.
Evet ey
kullarım, bugün sizin için ne cehenneme gitme korkusu, ne de cenneti kaybetme
üzüntüsü olmayacaktır.” Peki kimmiş bu muttakîler? Bakın bundan sonra Rabbimiz
onların birkaç özelliğini anlatacak:
69.
“Bunlar, âyetlerimize inanmış ve kendilerini Bize vermişlerdir.”
Bunlar bizim âyetlerimize
inananlar, hayatlarını düzenleme adına onlara iman edenlerdir. Kur’an’da
indirdiğimiz âyetlerin tamamına iman eden, daha önceki peygamberlere
indirdiklerimize inanan, kâinatta serpiştirdiğimiz görsel âyetlerimize iman
edenler ve bu âyetlere teslimiyet gösterenlerdir. Demek ki Allah’ın kitabındaki
âyetlerini sadece okumak yetmiyor. Onları okumak, anlamak ve iman etmek de
isteniyor. Allah’ın âyetlerine iman etmek de yetmiyor. İnandığımız âyetlere,
aynı zamanda teslimiyet de isteniyor. Yâni inandığımız âyetleri hayatımızda
tatbik etmek zorundayız. İnandığımız âyetlerin pratiğini de hayatımızda göstermek
zorundayız. Allah’ın âyetlerini anlamak, kavramak, iman etmek ve hayatımızda
yaşamak üzere, hayatımızı onlarla düzenlemek üzere okumak zorundayız.
İşte böyle
yapanlara, böyle yaşayanlara denilecek ki:
70. “Şöyle denir: “Siz ve eşleriniz, ağırlanmış
olarak cennete giriniz.”
“Sizler ve mü'min hanımlarınız,
ya da siz ve mü'min kocalarınız girin cennete.” Ya da, “sizler ve mü'min dostlarınız,
Müslüman arkadaşlarınız cennete girin,” denilecek. Ezvâc kelimesi, hanımlar,
eşler anlamına gelebileceği gibi, aynı zamanda dostlar, arkadaşlar anlamına da
gelmektedir. Yâni orada mü’minlerin dostları, arkadaşları da yanlarında
olacaktır. Mü'minleri onlardan mahrum bırakmayacaktır Allah. Eşleriniz,
dostlarınız, kadınlarınız, kocalarınız, arkadaşlarınız, birlikte hareket
ettikleriniz, birlikte Allah’ın dinini yaşamaya çalıştıklarınız, birlikte
Allah’ın dinini hakim kılma mücâdelesi verdiklerinizle cennete girin.
Sizler orada ağırlanacaksınız. Sizin
için orada büyük bir ağırlanma vardır. Orada Allah’ın sonsuz lütfuna ve ebedî
ağırlamasına gidiyorsunuz. Orada mahrumiyet yoktur. "Tuhberûn",
Allah’ın nîmetlerinin insanın yüzüne, içine, kalbine, benliğine sinmesi
anlamına geliyor. Allah’ın nîmetlerinin eseri, insanın yüzünde, gözünde ve tüm
benliğinde hissedilecektir. Sevinciniz yüzünüzde, gözünüzde, hâlinizde ve
tavırlarınızda hissedilecektir. Süslenip ziynetlendirilecek, ikram
olunacaksınız. Cennet sizinle özdeş olacak, içinize, dışınıza sinecek ve tüm
zerrelerinizde etkisini gösterecektir. Allah’ın rahmeti sizi çepeçevre kuşatacak
ve Allah’ın nîmetleriyle iç içe olduğunuzu her an hissedeceksiniz de, bütün bunların
Rabbinizden geldiği şuuru içinde Rab-binize karşı sürekli bir hayranlık ve şükran
duygusu içinde olacaksınız.
71 “Onlar için altın kadehler ve tepsiler
dolaştırılır, canlarının istediği ve gözlerinin hoşlandığı her şey oradadır.
Siz orada temellisiniz.”
Onların cennetteki hizmetçileri,
ellerinde altın ve gümüş kadehler içinde şaraplar olduğu halde, onlar için
hizmet adına etraflarında tavaf ettirilir. Onların emirlerine âmâde, tüm
arzularını yerine getirecek hizmetçileri vardır orada ve her şey vardır onlar için.
Onlar, orada ebedîyen kalacaklardır.
Orada onlar
için canlarının çektiği, gözlerinin zevk alıp lezzet duyduğu şeyler vardır.
Cennette insanın zevkine keder verecek, gözünü ve bediî zevkini yok edecek hiçbir
şey yoktur. Cennet nîmetleri içinde insanın burun kıvırma, iştahsızlık veya beğenmeme
gibi herhangi bir şey yoktur. Beğenerek arzu içinde onlardan istifade edeceğiz
inşallah. Hani damak zevki mi? Başka zevkler mi? Her şey var orada.
Cennetteki
nîmetlerin ayrı bir sevimli yönünü de şöyle ifade edelim: Sevdiğiniz bir şeyin,
sevdiğiniz birisinden size ulaşmasıyla, sevmediğiniz birisinden ulaşması
elbette farklıdır. Nîmet aynı nîmet olsa da, sevmediğiniz birisinden size
ulaştığı zaman içinizde bir burukluk duyarsınız. Meselâ sevmediğiniz birisinin
elinden size ulaşan bir elmadan zevk, tat alamazsınız. Ama sevdiğiniz birisinin
size sunduğu elmayı onun sevgisiyle birlikte tatma zevkine erersiniz. İşte cennetteki
bütün bu nîmetler içinde, biz sevdiğimiz şeyi Rabbimizin rızasını, Rabbimizin
hoşnutluğunu birlikte yudumlayacağız. Hem nîmetin kendi güzelliği, hem de onu bize
sunan Rabbimizin güzelliği, onun bizden, bizim de ondan razı oluş güzelliğimiz,
o nîmetlere kendilerine can atma
özelliği kazandıracaktır.
Sizler
orada ebedîyen kalacaksınız, ebedîyen yaşayacaksınız. Oradan çıkma, onu
kaybetme söz konusu olmayacaktır.
72. “İşlediklerinize karşılık, size verilen işte
bu cen-nettir.”
İşte bu cennet, sizi ona varis
kıldığımız cennettir. İşlediklerinize, amellerinize karşılık sizi varis
kıldığımız cennet budur. Kur’an’da bu tür ifadeleri görüyoruz. Meselâ başka bir
yerde Rabbimiz "Ecr-i gayr-i memnûn" der. Kesintisi olmayan bir ecir,
memnuniyetin de ötesinde bir ecir veya başa kakıntısı olmayan bir ecir. Yâni
Rabbimiz, “hadi hadi, sizler bunu hak etmediniz ama yine de ben bunu size veriyorum,”
demeyecek de, “siz kazandınız bunu,” diyecek. “İşte bu, sizin kazandığınız,
amellerinizle elde ettiğiniz bir cennet,” diyecek. “Siz kazandınız bunu, sizin
alın terinizdir bu,” denilecek.
Bunu
anladık da cennete varis olmayı acaba nasıl anlayacağız. Hani birileri ölür de
onun yerine, onun malına birileri varis kalır. Peki cennette kim ölmüş de, biz
onların malına, mekânına varis olmuşuz? Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun mânâsı
şudur: Hz. Adem atamızdan bu yana, dünyaya gelen her bir insan için, ister
mü'min ister kâfir olsun, cennette bir yer, bir makam yaratılmıştır. Yeryüzüne
gelen bu insanlardan her kim ki küfrü tercih eder ve Allah’ın istemediği bir
hayatı yaşayarak sonunda cehenneme giderse, onun cennette boş kalan yeri
mü'minlere verilecektir. İşte biz, böylece Kâfirlerin cennetteki makamlarının tümüne
varis olacağız.
73. “Orada sizin için bol yemiş vardır,
onlardan yer-siniz.”
Orada sizin için bol meyveler
vardır. Onların her birinden bol bol yersiniz. Orada bunların mahrumiyetini çekmek
yoktur. İnsan bir meyve istiyor, ondan yetmiş tane getiriliyor. Bir kısmını
yiyor, ötekiler kalıyor. Mü'minler cennette böyledir, ama kâfirlere, mücrimlere
gelince:
74. “Doğrusu suçlular, temelli
kalacakları cehennemin azabı içindedirler.”
Ama mücrimler, suçlular cehennem
azabındadırlar. Allah’a iman etmeyenler, Allah’ın âyetlerine teslim olmayanlar,
yeryüzünde Allah’ı ve onun hayat programını tanımadan yaşayanlar, kendilerini
kulluk ortamında tutmayanlar, suçludurlar.
75. “Azaba hiç ara verilmez, onlar
orada tamamen umutsuzdurlar.”
Bunlara hiç nefes aldırılmayacak
ve onlar orada baskına uğratılacaklardır. Düşkünlük içinde suçluluk psikozu
içinde yıkılmış, dökülmüş olarak kalacaklardır. Çünkü onlar dünyada bunu tercih
ettiler. Çünkü onlar dünyada kendilerini, sermayelerini, fıtratlarını yiyip
bitirdiler. Rabbimiz kendilerine akıl, fikir vermişti, kendilerine kitap, peygamber
göndermişti. Ama onlar bütün bu fırsatları dünyada yiyip bitirdiler. Allah’ın
kendilerine verdiği bu nîmetleri kullanmadılar.
76. “Biz onlara zulmetmedik, ama onlar
zalim kimselerdi.”
“Biz onlara zulmetmedik, onlar
kendilerine zulmettiler.” Eğer insanlar Allah’ın kendilerine belirlediği hayat
programını bırakırlar da, başka programlara yönelirlerse, kendilerini Allah’a
kulluk ortamından çıkarıp kendi kendilerine ya da Allah’tan başkalarına kulluğa
yönelirlerse, kendi kendilerine yazık ederler. Şirke düşen, küfrü tercih eden
insanlar, zalimlerin en büyükleridir. Haram-helâl konularında, hayat programı,
yeme-içme, kılık-kıyafet, hukuk, eğitim konusunda Allah’ın yasalarını bozanlar,
Allah’ın helâl-haram sınırlarını çiğneyenler, kendi keyiflerine ve kafalarına
göre bir hayat programı çizenler, bilelim ki kendi kendilerine yazık ediyorlar
demektir. Allah’ın bundan kesinlikle etkilenmesi söz konusu değildir.
Yâni insanların yaptıkları bu
ahlâksızlıklardan dolayı, Allah’ın mazlum konuma düşürülmesi kesinlikle mümkün
değildir. İnsanlar ne yaparlarsa, kendilerine yapmaktadırlar. Yâni Allah
yasalarını çiğneyen insanlar hem zalim hem de mazlum durumuna düşmektedirler.
Kendilerine zulmedenler de, zulmedilenler de kendileridir. Müslüman, hayat
programını Allah’tan alan ve asla kendisinin zalimi ve mazlumu konumuna
düşmeyen insandır. Bu haliyle de Müslüman, hem dünyada hem de âhirette
kendisini kurtaracaktır. Ama kendilerine ve çevrelerine zulmedenler, Allah’ın
azabından kendilerini kurtaramayacaklardır.
Aslında
cehenneme yuvarlanan bu insanlara Allah zulmetmi-yor, bunlar kendi kendilerine
zulmediyorlar. Çünkü o zalimler Rabb-lerini tanımamışlar, Rabblerinin hayat
programıyla ilgilenmemişler, hattâ kendilerini Rabb bilmişlerdi. Şimdi elbette
inkâr ettikleri o Rabb onları kendi yaptıklarıyla hesaba çekecektir. Halbuki
dünya hayatında bu zalimlerin Allah’tan da, Allah’ın yasalarından da, Allah’ın
kitabından da haberleri yoktu. Haram-helâl aramamışlardı hayatlarında. Zul-metmişler,
haksızlık etmişler, inkâr etmişler, duymazdan gelmişler, müstekbirce davranmışlardı.
Ne yapmışlarsa tüm amellerini karşılarında buluyorlar. Amellerinden dolayı
değerlendirilecekler şimdi.
Hani dünyadayken bu zalimler,
amellerimizden dolayı bizi değerlendirmeye çalışmıyorlar mıydı? Hani mü'minleri
dosyalıyorlardı ya. Şimdi de onların dosyaları alabildiğine kabarıktır.
Zulmettikleri insan sayısınca dosyaları kabarık olacaktır. Bir milyona zulmedenlerin
bir milyonluk, beş milyona zulmedenlerin dosyaları beş milyonluk, tüm yeryüzü
insanlığına zulmedenlerin dosyaları da o kadar kabarık ola-caktır. Dünyada
Müslümanları dosyalamaya çalışan, Müslümanlara dosyalar hazırlayanlara, orada
dosyalar hazırlanmıştır. Dosyaladığı Müslüman sayısınca onlara dosyalar
açılmıştır. Dosyalar birer birer açılacaktır. Zulmettikleri, haklarını
yedikleri, bombaladıkları, aç bıraktıkları, sömürdükleri insanların dosyaları
birer birer açılmaya başlamıştır.
Ya da kitap açılmıştır. Onların
kendisiyle yargılanacakları Allah’ın kitabı açılmış ve onunla yargılanma başlamıştır.
Her bir dosya açıldıkça, zalimler amellerini ve amellerinin karşılığını orada
hazır bulacaklardır. Allah hiç kimseye zulmetmemektedir. Bu amelleri kendileri
işlemiştir. Kendi amellerinin karşılığıdır bunlar. Değilse yapmadıkları,
işlemedikleri suçlardan ötürü Allah hiç kimseyi cezalandırarak zul-metmez. Ya
da başkalarının günâhlarını yanlışlıkla bir adamın defterine yazarak,
işlemediği günâhlardan ötürü ona zulmetmez. Yaptıklarının bir kısmını zâyi
etmek sûretiyle Allah kimseye zulmetmez. Hayır hayır, Allah hiçbir haksızlık
yapmaz; bunlar, bizzat dünyadayken kendi elleriyle işledikleri amellerin
değerlendirilmesidir.
Bakın bundan sonraki âyetinde
Rabbimiz yaptıklarının karşılığı olarak yuvarlandıkları cehennemin içinde, azabın
içinde bu zalimlerin acı acı feryatlarının yükselişini anlatıyor. Ama bu feryatlar,
onların bu azaptan kurtuluş isteyişlerinin ya da yardım dileyişlerinin
feryatları değildir. Zaten isteseler de bu azaptan kurtuluşun olmadığını,
olamayacağını anladıkları için, olmayacak şeyi istemiyorlar hainler. Bu feryatların
konusu, ölüm talebidir. Yok olmayı istiyor, ölümü temenni ediyorlar.
77. “Cehennemde şöyle seslenirler: “Ey
Nöbetçi! Rabbin hiç değilse canımızı alsın.” Nöbetçi: “Siz böyle kalacaksınız”
der.”
“Ey Mâlik! Ey cehennemin bekçisi!
Ne olur dua et de Rabbin bize hükmedip bizim işimizi bitiriversin! Ne olur,
Rabbin bizi öldürsün de şu durumdan kurtulalım!” diyecekler. Mâlik onlara diyecek
ki, “hayır, sizler burada ebediyen kalacaksınız. Sizler için burada ebedî kalış
söz konusu.”
Evet, onlar orada ölemeyecekler.
Ölümü temenni edecekler ama ölemeyecekler. Ölüm acısını her yandan hissedecekler
ama ölemeyecekler. Hep ölümü yaşayacaklar ama bir türlü ölemeyecekler. “Siz ebediyen
burada kalacaksınız, çünkü biz size hakkı getirdik de siz ondan tiksiniyordunuz.
Allah’tan gelen hakka tepki gösteriyor, reddediyordunuz.”
Dikkat
ediyor musunuz, zalimler ölüm istiyorlar. İstedikleri şey yok olmak, helâk olup
gitmek. Kendilerini bir an olsun içine gömüldükleri bu dayanılmaz cehennem azabından
kurtaracak bir ölüm istiyorlar. Dayanılmaz azap çukurlarından yükselen ölüm feryatları…
Ama görüyoruz ki, cevap bunların zaten bitmiş ümitlerini biraz daha öldürecek,
ümitsizliklerini biraz daha artıracak, kahroluşlarını biraz daha artıracak.
Nasıl bir cevap geliyor bakın kendilerine:
“Hayır hayır! Siz böyle kalacaksınız!
Siz burada kalacaksınız!” Aman Allah’ım, ne tüyler ürpertici bir manzara. Sizin
için ölmek de yoktur. Ölümü temenni ettiren bir azabın içinde ebedîyen kalmak
ve unutulmak. Sizi bu azaptan kurtaracak ölüm yoktur. Sonsuza dek ölümü temenni
ettirecek bu azabın içinde kalacaksınız. Tabii cehennemin görevli meleğinin
onların bu isteğine verdiği bu kahredici cevap, bunların feryatlarından bin yıl
sonra gelecek. Peki neden böyle denecekmiş onlara? Neden böyle bir azabın içinde
çürüyecekmiş bunlar? Çünkü:
78. “Andolsun ki, size gerçeği
getirdik; fakat çoğunuz gerçeği sevmiyorsunuz.”
“Andolsun
ki dünyadayken biz size hakkı getirmiştik. Size Allah’ın âyetleri gelmişti.
Allah sizi bundan haberdar etmişti. Size Allah’ın elçileri, Allah’ın uyarıları
gelmişti. Size kitap, peygamberler gelmişti. Siz haktan haberdar edilmiştiniz
ama siz bu hakkı sevmiyordu-nuz. Allah’tan gelen hakka burun kıvırıyor, İslâm’ı
beğenmiyordunuz. Siz Allah’ın istediği hayatı değil, keyfinize göre bir hayat yaşamayı
yeğliyordunuz.
Söyleyin
bakalım, bizim dünyada sizden istediğimiz emirlerin hangisi bu hayatı
yaşamaktan daha zordu da yapmayıp bu ateşe geldiniz? Sizden istediğimiz hangi
emir irin içmek kadar tiksindiriciydi de, onları kerih görüp bu azabın içine
geldiniz? Namaz kılmak bu ateşe sürülmekten daha mı zordu sizin için? Zekat vermek,
şu anda içinde bulunduğunuz azaptan daha mı zordu? Tesettür, bu cehennemden
daha mı zor geliyordu size? Halbuki sizler, dünyadayken bunları kerih görüyor, bunları
zor kabul ediyordunuz. Allah’ın emirlerine burun kıvırıyordunuz. Haydi şimdi
tadın bu dayanılmaz azabı da, hangisi daha kötüymüş, hangisi daha zormuş görün!”
79. “Yoksa bir işe mi karar verdiler?
Doğrusu Biz de kararlıyız.”
“Yoksa onlar Allah’ın dinine,
Allah’ın sistemine, Allah’ın elçisine karşı bir tuzak, bir düzen, bir tedbir mi
almaya çalışıyorlar? Allah’ın elçisine bir suikast mı tertip etmeye
çalışıyorlar. Yâni onlar hakkı reddetmekle beraber, kâfirliği tercih etmekle birlikte,
üstelik bu da yetmi-yormuş gibi hakkı yok etmek için işi sağlama almayı mı
düşünüyorlar? Kendilerinin reddettikleri hakkın başkaları tarafından da kabulünü
ve yayılmasını engellemek için onu yok etmeyi mi planlıyorlar? Toplumda Kur’an’ın
insanlar tarafından duyulmamasını sağlamak için Kur’an kurslarını kapatmaya mı
çalışıyorlar? Peygamberi sürmek, peygamberin mesajının insanlar tarafından
duyulmaması için ona yasaklar koymaya ve işi sağlama almayı mı düşünüyorlar.
Din eğitimine yasaklar koyarak, dindarlara zulmederek, müslümanlara müslümanca
kılık-kıyafeti, müslümanca bir hayatı yasaklayarak, müslümanları devlet
dairelerinden atarak, başörtülülerin okullardan kayıtlarını silerek yeryüzünde
Allah’ın dinini bitireceklerini mi zannediyorlar? Dâru’n Nedve’de peygamberi öldürmek için gizli gizli bir
suikast kararı mı alıyorlar? Böylece işi sağlama almayı ve onun dâvetinin kökünü
kazımayı mı planlıyorlar? İşi sıkı tutmaya mı çalışıyorlar?
Halbuki unutmasınlar ki, Biz de
işi sıkı tutuyoruz. Onların bir hesabı varsa, bizim de bir hesabımız var. Bu dini
sahipsiz mi zannediyorlar? Peygamberi ve peygamber yolunun yolcularını yalnız
ve sahipsiz mi zannediyorlar? Unutmayın ki, işin sağlamını Biz yaparız. Onlar
kiminle savaşa tutuştuklarını, kime karşı düşman kesildiklerini hiç
düşünmüyorlar mı? Unutmasınlar ki, Benim peygamberlerimle, Benim yasalarımla,
Benim mü’min kullarımla savaşa tutuşanlar, karşılarında Beni bulacaklardır,”
diyor Allah.
80. “Yoksa kendilerinin gizli ve açık
konuşmalarını duymayız mı sanırlar? Hayır; öyle değil; yanlarındaki
bekçilerimiz yazmaktadır.”
Yoksa bu kâfirler,
bu zalimler kendilerinin fısıltılarını, esrarlarını, necvâlarını duymadığımızı
mı zannediyorlar? Onların gizli mahfillerde aldıkları kararlardan, komplolarından
habersiz olduğumuzu mu zannediyorlar? Öyle mi hesap ediyorlar? Öyle mi
vehmediyorlar? Hayır hayır, onların yanında, yanı başında onların her şeylerini
kaydeden, tespit eden, yazan meleklerimiz vardır. Onların yanındaki bizim
görevli meleklerimiz, kirâmen kâtibin meleklerimiz, onların ne yapıp
ettiklerini yazmaktadırlar.
En’âm
sûresinde de Rabbimiz bu meleklerini anlatırken şöyle diyordu:
“Bizim elçilerimiz asla kusur etmezler.
Hangi konuda? Ne sizin yaptıklarınızı tespit etme, ne sizin gizli planlarınızı
yazma, ne sizi belâlardan koruma, ne sizin amellerinizi tespit etme, ne sizi
kontrol etme, ne sizin ölüm zamanınızı unutup ihmal etme konusunda zerre kadar
kusur etmezler. Sizi yerin dibine batırma, sizi helâk etme, sizlerden intikam
alma noktasında kendilerine verdiğimiz emirlerimizi anında yerine getirme
konusunda onlar asla gevşeklik ve ihmal göstermezler.” Rabbiniz onlara ne
emretmiş, nasıl emretmişse, aynen onu uygularlar. Ne kendileri geç kalırlar, ne
de gebertilmesi gereken kişiyi geç bırakırlar.
Bundan
sonraki âyet-i kerîmesinde Rabbimiz yine müşriklerin bir başka sapıklıklarını
dile getirerek şöyle buyuruyor:
81. “Ey Muhammed! De ki: “Eğer Rahmân olan
Allah’ın çocuğu olsa, kulluk edenlerin ilki ben olurdum.”
“Ey peygamberim, bu Allah’a
evlâtlar izâfe eden, Allah’ın oğulları, kızları vardır diyerek Allah’a iftira
eden, işledikleri suçlar yüzünden yarın kendilerini Allah’a affettirebilecekleri
zannıyla Allah’a velîahtlar, yardımcılar, yetkililer, şefaatçiler bulmaya
çalışan cahillere, müşriklere de ki: “Eğer Rahmân’ın bir çocuğu olsaydı, yâni O’nun
berisinde O’na yardımcı, O’na ortak, O’nun yetkilerine sahip bir varlık ol-saydı,
ona ilk defa ben ibadet ederdim. Eğer böyle Allah berisinde kendisine Allah’ın
yetkilerinden bir kısmını devrettiği, benim yanımda bunları da dinleyin,
bunların arzularını da gerçekleştirin, bunların yasalarını da uygulayın, çünkü
bunlar da benim yardımcılarımdır, bunlara da bu yetkiyi ben verdim dediği bir
kısım varlıklar olmuş olsaydı, sizin hepinizden önce onlara ben kulluk
yapardım.”
Veya eğer Allah’tan böyle bir
emir gelseydi kulları içinde herkesten önce bu emre peygamberler uyarlardı.
Eğer böyle bir emir gel-seydi kullarından bunu ilk duyanlar da peygamberler
olurdu. Çünkü vahiy bunlara gelmektedir. Çünkü Allah kendi bilgisini bunlara
aktarmaktadır. Bunların duymadığı bir şeyi, başkalarının duyması ve bilmesi de
asla mümkün değildir. Eğer Allah’ın vahyi konusunda odak nokta seçtiği elçileri
böyle bir şeyi bilmiyorlarsa, böyle Allah berisinde başka varlıklara ibadet
edip onların arzularına itaat etmiyorlarsa, o zaman böyle bir şey yok demektir.
Bu âyetiyle
Allah diyor ki, “ey peygamberim, sen bu cahillere de ki: “Eğer ben şu anda
Allah berisinde başka rabbler, başka ilâhlar, başka yetkililer, başka egemenler
kabul etmiyorsam, Allah’ın çocukları olduğunu reddediyorsam, bu benim inadımdan
dolayı değildir. Bu benim kendi keyfimden de değildir. Ben ne yapıyor, ne
yapmıyorsam tümü Allah’tandır. Ben kendi kendime hareket etmiyorum. Ben hayatımı,
düşüncemi, inanışımı, kabulümü, reddimi kendim belirlemiyo-rum. Benim tüm
hayatımda hareket noktam vahiydir. İstinatgâhım vahiydir. Eğer vahiy benden
böyle bir şey isteseydi, bunu herkesten önce ben yapardım. Çünkü ben sizin
hepinizden daha çok Rabbime teslim sadık bir kulum. Benim bilmediğim, benim yapmadığım
şeyleri nereden çıkarıyorsunuz?” Hayır hayır, iş öyle değil, iş sizin bildiğiniz
gibi değil:
82. “Göklerin ve yerin Rabbi, arş’ın
Rabbi, onların vasıflandırmalarından münezzehtir.”
Göklerin ve yerin Rabbi,
göktekiler ve yerdekilerin boyunlarındaki kulluk iplerinin ucu elinde olan,
göktekilerin ve yerdekilerin hayat programlarını düzenleyen, gökte ve yerde ne
varsa hepsine egemen olan, varlıkların tümünün kendisine teslim olduğu, her şeyin
kendisine boyun büktüğü Allah, onların bu uydurduklarının tümünden münezzehtir.
“Ben
Allah’ı tesbih ederim. Ben, Allah kendisini kitabında nasıl tanıtmışsa öylece
tanır ve iman ederim. Allah’ı, Allah’ın kendisine yakıştırmadığı, sizin iddia
ettiğiniz tüm noksan sıfatlardan tenzih ederim.”
83. “Bırak onları, kendilerine söz
verilen güne kavuşana kadar, dalsınlar, oynasınlar.”
Bırakıver
peygamberim sen o kâfirleri, salıver o müşrikleri de dalsınlar, oyalansınlar.
Daldıkları, gömüldükleri, kötülükler, isyanlar, iftiralar içinde bocalayıp
dursunlar. Pislikler içinde bir hayat yaşasınlar, vakit geçirsinler. Allah
oyuncak mı ki O’nu eğlenceye alıyorlar? Allah oyuncak mı ki O’nu eğlencelerine
konu ediniyor, O’na kendi kafalarından bir kısım sıfatlar yükleyerek, olmadık
şeyler söyleyerek, O’na oğullar, kızlar izâfe ederek, O’nun yetkilerini yerdeki
bir kısım efendilere, tâğutlara devrederek O’nu keyiflerine, pisliklerine imkân
tanıyacak hale getiriyorlar? Allah bu kadar aciz mi ki Allah hayata, hukuka
karışmaz, kılık-kıyafete, kazanmaya, harcamaya, ekonomiye, sosyal ve siyasal
yapılanmalarımıza karışmaz, biz hayatımızı kendimiz düzenleriz. Nasıl istersek
öylece bir hayat yaşarız,” diyorlar.
Ya da, “bizim hayatımıza
karışacak, bizim hayatımızı düzenleyecek, sözünü dinleyeceğimiz, arzularını
gerçekleştirip, yasalarını uygulayacağımız başka Rablerimiz, başka
efendilerimiz vardır,” diyerek Allah’a iftira ederlerken, bu gücü, bu yetkiyi
nereden alıyor bu adamlar? Halbuki:
84: “Gökte de İlâh, yerde de İlâh
O'dur. Hakîm olan, hâkimiyet sahibi olan ve her şeyi bilen O'dur.”
“Göklerde İlâh olan da O’dur,
yerde İlâh olan da O’dur. Göklerde egemen olan da O’dur yerde egemen olan.
Göklerdekiler de O’na teslim, yerdekiler de. Göklerdekiler de O‘nu dinler,
yerdekiler de. Göklerde de yerde de tapınılacak, ibadet edilecek, sözü
dinlenecek, çektiği yere gidilecek, yasaları uygulanacak tek İlâh O’dur.
Nasıl da
bozuk düşünüyorsunuz böyle? Nasıl da yanlış inanıyorsunuz? Nasıl da iftira
ediyorsunuz Allah’a? Yâni göklerin hâkimiyeti Allah’a ait de, yerdekilerin
hâkimiyeti başkalarına mı ait? Göklere egemen olan Allah da yerdekilere egemen
başkaları mı var diyorsu-nuz? Tamam, gökler, yıldızlar, güneşler O’nun olsun,
göklerde O’nun sözü geçsin, göklerde egemen O olsun, göklerde O’nun sözü dinlensin
ama yeryüzüne karışmasın bu Allah, bizim hayatımıza karışmasın bu Allah demeye mi
çalışıyorsunuz? Yeryüzüne egemen başka ilâhların, başka rabblerin varlığından
mı söz ediyorsunuz? Göklerin Rabbi ayrı, yerdekilerin Rabbi ayrı mı demeye
çalışıyorsunuz? Ya da yaratan ayrı, ama yaratıkları idare eden ayrı mı demeye
getiriyorsunuz? Bu ne kötü bir düşünüş! Bu ne çirkin bir iftira! Yaratan ayrı,
idare eden ayrı olur mu? Yaratan, yarattıklarını idare edemez mi? Yaratan,
yarattıklarının hayat programını bilmez mi? Yaratan, yarattıklarını başıboş
bırakır mı? Ya da yaratmayan İlâh olabilir mi? Kendisini bile yaratmaktan aciz
varlıklar Rabb olur mu? Hiç aklınız yok mu sizin?” diyor Rabbimiz.
85. “Göklerin, yerin ve ikisi arasında
bulunanların hükümranlığı kendisinin olan Allah ne yücedir! Kıyamet saatini
bilmek O’na aittir. O’na döneceksiniz.”
Göklerde ve
yerde ne varsa hepsine egemen olan, her şey ve herkes kendisinin mülkü olan
Allah mübârektir. Berekete konu olan, berekete kaynaklık edendir Allah. Kendisine
ait olan bu mülkü, cenneti kazansınlar diye kullarına lütfeden Allah’tır.
Mülkünü cennetimiz için bize vererek, bize dünyada cennet yollarını açarak
bizim bereketimize sebep olmuştur Allah. Bize kitaplar, bize peygamberler göndererek
berekete kaynaklık etmiştir Rabbimiz. Onun için mübârektir O Allah. Onun için
tebrike şayandır Rabbimiz.
Bir de
kıyamet saatinin bilgisi O’na aittir. Kıyametin ne zaman kopacağını, bu hayatın
ne zaman biteceğini, yaşadığımız bu hayatın hesabını kendisine ödemek üzere huzurunda
çaresiz ne zaman toplanacağımızı bilen, sadece Allah’tır.
Ey
Kâfirler! Ey Allah berisinde hayata hakim olan bir kısım varlıkların da
varlığını kabul ederek, hayatlarının bazı bölümlerinde onları da dinleyerek,
onların da arzularını gerçekleştirerek, onların yasalarını da uygulayarak şirke
düşmüş müşrikler! Şimdilik dilediğiniz gibi inanıp, dilediğiniz gibi hareket
edebilirsiniz. Allah’ı diskalifiye ederek dilediklerinizi velî, dilediklerinizi
hayatınıza egemen tanrılar kabul edip, onların istediği gibi hayat yaşamadan yana
bir tavır sergileyebilirsiniz. Ama unutmayın ki, kıyamet günü vardır. Unutmayın
ki, bir gün yaşadığınız bu hayatın hesabını ödemek üzere Rabbinizin huzurunda
toplanacaksınız.
86:
“Allah'ı bırakıp yalvardıkları şeyler, şefaat edemezler. Ancak hakkı bilip
ona şahitlik edenler bunun dışındadır.”
Allah’ı
bırakıp ta O’nun berisinde İlâh, Rabb kabul ettikleri bu yapay tanrıların ve
tanrıçaların hiç birisi O’nun katında şefaate sahip değildir. Allah berisinde
büyük bildikleri, kendilerinde yetki gördükleri, adlarını andıkları, kendilerine
dua edip yardım bekledikleri, daraldıkları zaman, “yetiş ey filan, kurtar ey
falan” diye imdada çağırdıkları, kendilerine sığınıp kurtarıcı bildikleri
varlıkların hiçbirisinin Allah katında en ufak bir yetkisi yoktur. Allah’a
oğullar kızlar izafe ederek, Allah’a velîahtlar bularak şefaatini umdukları hiçbir
varlığın onlara yapabilecekleri bir şeyleri yoktur. Kur’an’ın değişik
yerlerinde görüyoruz ki, insanlar kimi varlıkların kendileri hakkında Allah
huzurunda şefaatte bulunabileceklerine inanarak sapmışlardır.
Müşrikler,
Allah katındaki şefaatin insanlar arasında cereyan eden şefaat gibi olduğunu
zannediyorlardı. Onlar, Allah katındaki şefaatin kral katındaki oğlun, kızın,
vezirin, yardımcıların ve ona denk veya ondan daha üstün kralların şefaat
etmesi gibi düşünüyorlardı. ehl-i kitap, Allah’a oğullar olarak izâfe ettikleri
peygamberlerin, müşrikler de putların ve meleklerin kendilerine şefaatte
bulunabileceklerine inanıyorlardı. Hristiyanlar ve tüm müşrikler meleklerden,
vefat etmiş nebîlerden, şehitlerden ve salih kimselerden şefaat isterlerdi. Onların
Allah katında şefaat etme yetkisine sahip olduklarını, bu yüzden de Allah’ın
bunların şefaatlerini reddetmeyeceğini iddia ediyorlardı.
Her şey ve
herkes Allah’ın kulu iken Allah’ın mülkü iken kimin böyle bir şeye cesareti
olabilir? Kim böyle bir şeye teşebbüs edebilir? Allah’ı kim etkisi altına
alabilir? Allah karşısında kim söz sahibi olabilir? Allah’a etki etmek, Allah’a
bir şey yaptırmak şöyle dursun, en çok sevdiği peygamberler ve melekler bile O’nun
huzurunda ağızlarını açmaya cesaret edemezler.
“Ancak hak
ile şahitlik yapan, hakka şehadet edenler müstesnadır,” diyor Rabbimiz. Hak
Kur’andır, imandır, hidâyettir. Öyleyse imanlarıyla, imanlarına dayalı
yaşadıkları hayatlarıyla hakka şehadet-te bulunanlar, hayatlarıyla imanlarının
eylemini gerçekleştirenler, gerçekten Allah’ın istediği biçimde gerçek bir
Müslümanlık yaşayarak Allah’ın rızasını kazanmış olanlar bunun dışındadır. İşte
bunlar, Allah’ın kendilerinden razı olduğu kimselerdir ki, yine Allah’ın razı
olduklarına şefaatte bulunabileceklerdir.
Buradaki
hakka şehadet edip de şefaat edebilecek olanların onların haksız yere
putlaştırmaya çalıştıkları Allah’ın salih kulları Hz. Îsâ, Hz. Uzeyr ve
melekler olduğu söylenmiştir. Allah’ın bu salih kulları her ne kadar da insanlar
tarafından İlâhlaştırılmak istenmişlerse de, her ne kadar Allah berisinde
Allah’ın ortakları kabul edilip kendilerine kulluk edilmeye kalkışılmışsa da,
bunlar bizzat kendileri asla böyle bir şeyi istememişlerdir. Onlar yaşadıkları
hayatlarıyla hakka şahitlik etmişler, Allah’ın istediği kulluğu icra
etmişlerdir. İşte bunların şefaatleri, kendileri gibi iman eden mü’minlere
fayda verecektir.
Ya da âyeti
bir başka mânâda şöyle anlamaya çalışıyoruz: Kendilerine yarın Allah tarafından
şefaat yetkisi verilmiş olanlar ancak şuurlu olarak hakka şehadet etmiş, Allah’a,
Allah’ın istediği gibi iman etmiş olanlara şefaat edebileceklerdir. Yoksa
şuursuz bir şekilde kelime-i şehadet söyleyen ama söylediği bu kelimenin mânâsına
uygun bir hayat yaşamayan, Allah’a inandığını diliyle iddia ettiği halde Allah’tan
başkalarına da kulluk etmeye çalışan kimselere şefaatte bulunamayacaklardır.
Bu âyet-i
kerîme, şuursuz bir şehadetin Allah katında kabul görmeyeceğini de anlatıyor.
Allah’tan başka İlâh olmadığını diliyle söyleyen kişi bunu kalbiyle de kabul edecek
ve Allah berisindeki tüm sahte İlâhları reddedecektir. Çevreyi, modayı,
âdetleri, töreleri, yönet-melikleri, yasaları, toplumu, âmiri, müdürü tümüyle
reddedecek ve bu reddedişle birlikte ilâh olarak kimi kabul ettiğini de bilecektir.
87. “Andolsun ki, onlara kendilerini
kimin yarattığını sorsan: “Allah” derler. Öyleyken nasıl da aldatılıp döndürülüyorlar?”
Yukarıdaki âyette de Rabbimiz
göklerin ve yerin yaratıcısı olarak Allah’ı kabul ettiklerini anlatmıştı,
burada da kendilerinin yaratıcısı olarak Allah’ı kabul ettiklerini ama
hayatlarına karışıcı olarak O’nu reddettiklerini anlatıyor.
Onlara,
“sizi kim yarattı, sizi yoktan kim var etti?” diye sorsanız, “Allah” derler. Peki
o zaman nasıl çevriliyorsunuz? Nereye dönüyorsunuz? Kime kulluk etmeye çalışıyorsunuz?
Kimi razı etmeye çalışıyorsunuz? Kimin ekmeğini yiyip kimin kılıcını sallamaya
çalışıyorsunuz? Varlığınızı kime borçlusunuz? Varlığınızı, hayatınızı kimlere
adı-yorsunuz? Kime muhtaçsınız, kime teşekkür ediyorsunuz? Ey Kâfirler, ey
müşrikler, ey yaratıcı olarak Allah’ı kabul edip de yasa belirleyici olarak
başkalarını kabul eden beyinsizler! Sizin her şeyiniz yanlış, her şeyiniz
yamuktur. Tüm hayatınız bir aldanmadır sizin. Yaratıcı olarak vicdanlarınızda
kabul ettiğiniz Allah’ı hayatınıza karıştırmamakla, yaratmayla en ufak bir
ilgisi olmayan, sizin hayatınızda en ufak bir faydası olmayan kendiniz gibi
acizleri rabb ve ilâh kabul ederek sapıklığın daniskasını yaşıyorsunuz da, farkında
değilsiniz.
Sûrenin son
âyeti de bakın şöyle bitiyor:
88,89. “Muhammed’in onlar hakkında: “Ey
Rab-bim! Bunlar inanmayan bir millettir” demesi üzerine Allah: “Onları geç,
esenlik dile; yakında bileceklerdir” buyurdu.”
“Ya Rabbi, işte bunlar iman etmeyen bir
toplumdur. Ben bunların yola gelmeleri için çalışıp çırpındığım, bunların
hidâyeti ve cenneti için kendimi yiyip bitirdiğim halde, bunlar istenilen
noktaya gel-miyorlar. Bunlar kendilerini hiç düşünmüyorlar. Bunlar kendilerini
boşa harcamak istiyorlar. Bunlar kendilerini ateşe atmak istiyorlar. Ya Rabbi,
ne olur benim çabalarım ve dualarım hatırına bunlara hidâyetini nasip eyle. Ne
olur bunların kalplerine hidâyet lütfeyle. Bunların gönüllerini İslâm’a açıver
ya Rabbi!” diyerek, ya da, “iman etmeyecek olanları sen bilirsin ya Rabbi!”
diyerek Allah’ın Resûlü onların durumlarını Allah’a havale ediyordu da,
Rabbimiz buyurdu ki:
“Sen onlardan vazgeç peygamberim.
Bırakıver onları kendi hallerine. Yüz çevir onlardan, oyalanma onlarla. Sen
kendi işine bak, sen kendi yoluna ve tebliğine devam et. Onları kafana takma.
Onlar yüzünden üzülüp kendi kendini harap etme. Ayrıl onlardan ama onları
bırakırken de esenlik dile onlara. “Selâm size!” deyiver onlara.
Ya da “Müslüman olun, teslim olun
Allah’a” deyiver. Gökleri ve yerleri yarattığına inandığınız Allah’a siz de teslim
olun, yaratıcılığına teslimiyet gösterdiğiniz Allah’ın idareciliğine de teslim
olun de. Dillerinizle itiraf edip kabullendiğiniz Allah’a, hayatınızla da teslim
olun, onun istediği bir hayatı yaşayın da, hem dünyada hem de âhirette selâmete
erin, Müslüman olun ki, dâru’s selâm’a gidin de.”
Rabbimiz,
“Onlardan ayrılırken bir kenara çekil de yat, şöyle bir tatile çık, yoruldun
biraz, dinlen!” demiyor da, “onları bırak ama da-ha mümbit arazilere yönel”
diyor. “Sen dâvetine devam et ilerde onlar da mutlaka onun hak olduğunu
bilecekler, anlayacaklar,” diyor.
Öyleyse biz
de birileri anlamadı, birileri bizim kendilerine sunduğumuz haktan yüz çevirdi
diye bir kenara çekilivermeyelim, tebliğimize uyarılarımıza devam edelim. Onlar
mutlaka bir gün gelecek bizim derdimizi anlayacaklardır, bundan endişemiz
olmasın.
Bu sûre ile
alâkalı da bu kadar söz yeter. Rabbim gereğiyle iman edip amele dönüştüren
kullarından eylesin. Ve âhiru dâvana enilhamdü lillahi Rabbil’âlemîn.