1- Musa (a.s)'ın Kabul Edilen Duası:
2- Geceleyin Yolculuk Yapmanın Sebebi:
Rahman
ve Rahim Allah'ın adı ile
Yüce Allah'ın:
"Biz o azabı az bir zaman açıp kaldıracağız" (ed-Duhan, 44/15)
buyruğu dışında, Mekke'de indiği ittifakla belirtilmiştir.
Elliyedi âyettir,
ellidokuz olduğu da söylenmiştir.
Darimî'nin,
Müsned'inde Ebu Rafîden şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Her kim cuma
gecesi Duhan Sûresi'ni okursa, günahları bağışlanmış olarak sabahı eder ve
huru'l-în'den ona eşler verilir."
[1]es-Sa'lebî
bunu Ebu Hureyre yoluyla merfu bir hadis olarak (Peygambere nisbet ederek)
zikretmiştir. Buna göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Kim cuma
gecesi Duhan Sûresi'ni okursa, günahı bağışlanmış olarak sabahı eder."
[2]
Bir başka lafız: Ebu
Hureyre'den rivayete göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Kim bir
gece Duhan Sûresi'ni okursa, ona yetmişbin melek mağfiret dileyerek sabahı
eder."
[3]
Ebu Umame'den dedi ki: Peygamber (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Her kim cuma gecesi ya da cuma günü Ha, mim. ed-Duhan Sûresi'ni okuyacak olursa, yüce Allah ona cennette bir ev bina eder." [4] [5]
1. Ha, Mim.
2. Mubin kitaba yemin olsun ki;
3- Şüphesiz Biz onu mübarek bir gecede indirdik.
Muhakkak Biz korkutup uyaranlarız.
Eğer "Ha,
Mim" kasemin cevabı kabul edilirse, ifade şanı yüce Allah'ın:
"(0=H'): Mubin" buyruğunda tamam olur. Sonra da "Şüphesiz Biz
onu... indirdik" buyruğu ile okumaya başlanılır. Eğer: "Muhakkak Biz
korkutup uyaranlarız" buyruğunu, "kitaba yemin olsun ki"
şeklindeki kasemin cevabı kabul edersek, o takdirde; "korkutup
uyaranlarız" anlamındaki buyruk üzerinde vakıf yapılır ve; "o gecede
hikmetli herbir iş... ayrılır" buyruğu ile yeniden okumaya devam edilir.
Kasemin cevabının:
"Şüphesiz Biz onu... indirdik" buyruğu olduğu söylenmiştir. Ancak
bazı nahivciler kendisine kasem edilenin sıfatı olması bakımından bunu kabul
etmemişlerdir. Çünkü kendisine kasem olunan (muksemu'nbih) kasemin cevabı
olmaz.
"(Biz) onu...
indirdik" buyruğundaki zamir Kur'ân-ı Kerim'e aittir.
Bu buyrukla yüce
Allah, diğer kitaplara kasem etmektedir, diyenlerin görüşlerine göre ise-,
"Şüphesiz Biz onu... indirdik" buyruğundaki zamir ile daha önce
ez-Zuhruf Sûresi'nin baş taraflarında (43/1-3. âyetlerin tefsirinde) açıklandığı
üzere Kur'ân'ın dışındaki kitaplara ait olur. "Mübarek gece" kadir
ge-cesidir. Şabanın onbeşinci gecesi olduğu da söylenmiştir. Bunun dört adı vardır:
Mübarek gece, beraat gecesi, sak gecesi ve kadir gecesi.
Yüce Allah'ın onu;
"mübarek" olmakla nitelendirmesi bu gecede kullarının üzerine pekçok
bereketler, hayırlar ve sevab indirmesinden dolayıdır.
Katade, Vasile'den o
Peygamber (sav)'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "İbrahim'in
sahifeleri ramazanın ilk gecesi indirildi. Tevrat, ramazanın altıncı gecesi
indirildi. Zebur, ramazanın onikinci gecesi indirildi. İncil, ramazanın
onsekizinci gecesi indirildi. Kur'ân ise ramazanın yirmidördüncü gecesinden
sonraki gece indirildi."
[6]
Diğer taraftan
belirtildiğine göre Kur'ân-ı Kerim tümü ile bu gecede dünya semasına
indirilmiştir. Daha sonra da uygun sebeplere göre diğer zamanlarda kısım kısım
indirilmiştir.
Bir diğer görüşe göre
senenin diğer bölümlerinde inecek olan buyruklar hep Kadir gecesinde inerdi.
Yine Kur'ân'ın bu gecede inmeye başladığı da söylenmiştir.
İkrime dedi ki: Burada
sözü edilen mübarek gece şabanın ortası gecesi-dir. Ancak birincisi yüce
Allah'ın: "Doğrusu Biz onu Kadir gecesinde indirdik" (el-Kadr, 97/1)
buyruğu dolayısı ile daha sahihtir.
Katade ve İbn Zeyd şöyle demişlerdir: Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'in tamamını Kadir gecesinde Ummu'l-Kitab'tan dünya semasındaki Beytu'l-Izze'ye indirmiştir. Daha sonra peygamberine çeşitli gün ve geceler boyunca yirmi-üç yıllık bir zaman zarfında indirmiştir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın: "0 ramazan ayı ki Kur'ân onda indirilmiştir" (el-Bakara, 2/185) âyeti açıklanırken başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın izniyle biraz sonra da gelecektir. [7]
4. O gecede hikmetli herbir iş ayrılır.
İbn Abbas dedi ki:
Yüce Allah dünya işlerini bir sonraki Kadir gecesine kadar hayat, ölüm ya da
nzık ile ilgili hususları muhkem olarak hükme bağlar. Katade, Mücahid,
el-Hasen ve başkaları da böyle demiştir.
Bundan bedbahtlık ve
mutluluk müstesnadır da denilmiştir. Çünkü bunlar hiçbir şekilde değişikliğe
uğramazlar. Bu da İbn Ömer'in görüşüdür.
el-Mehdevî dedi ki: Bu
sözün anlamı şudur: Yüce Allah, bütün bu hususları ezelden beri bilmekle
birlikte, o sene içinde olacak şeylere dair meleklere emir verir.
İkrime dedi ki: Burada
sözü edilen gece şabanın ortası gecesidir. Orada bir senenin işleri hükme
bağlanır. Hayatta kalacaklar, öleceklerden ayrı kaydedilir. Hacca gidecek
olanlar yazılır ve kimse onlara ilave edilmez, kimse de onlardan eksiltilmez.
Osman b. el-Muğire de
şöyle demektedir: Peygamber (sav) buyurdu ki: "Şabandan şabana kadar
eceller kesinleştirilir. Öyle ki bir adam bir hanımı nikahlar, onun
çocuğu olur, halbuki adı ölüler arasında kayıtlı bulunur."
[8]
Yine Peygamberden şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: "Şabanın orta gecesi oldu mu o geceyi
namazla ihya ediniz, gündüzünü oruç tutunuz. Çünkü yüce Allah güneşin
batışında dünya semasına iner ve: Yok mu mağfiret dileyen, ona mağfiret edeyim.
Yok mu bir belaya maruz olan, ona afiyet vereyim. Yok mu rızık isteyen, ona
rızık vereyim. Yok mu şöyle, yok mu böyle olan, diye tan yeri ağarıncaya kadar
söyler."
[9] Bunu
da es-Sa'lebi zikretmiştir.
Tirmizî bu anlamdaki
bir rivayeti Aişe (r.anha)'dan kaydetmektedir. Buna göre Peygamber (sav)
buyurdu ki: "Şüphesiz aziz ve celil olan Allah şaban ayının ortası
gecesinde dünya semasına iner ve Kelboğulları koyunlarının tüyleri sayısından
daha fazla kimseye mağfiret buyurur."
[10] (Tirmizî
dedi ki): Bu hususta Ebu Bekir es-Sıddîk'tan da gelmiş bir rivayet vardır. Ebu
İsa (Tirmizî) dedi ki: Aişe yoluyla gelen bu hadisi biz merfu olarak ancak
el-Haccac b. Ertae'den, o Yahya b. Ebi Kesir'den, o Urve'den, o Aişe'den yoluyla
biliyoruz. Ben Muhammed'i bu hadisi zayıf bulduğunu söylerken dinledim. Ayrıca
dedi ki: Yahya b. Ebi Kesir, Urve'den hadis dinlememiştir, el-Haccac b. Ertae
ise Yahya b. Ebi Kesir'den hadis dinlememiştir.
[11]
Derim ki: Aişe
(r.anha)'nın rivayet ettiği hadisi Kitabu'l-Arus
[12]
uzunca zikretmiş ve hikmetli herbir işin kendisinde ayrıldığı gecenin şabanın
ortası gecesi olduğunu ve bu geceye beraet gecesi adı verildiğini tercih
etmiştir. Biz onun bu görüşünü ve bu görüşe eleştirileri bir başka yerde
sözkonusu ettik ve doğru olanın açıkladığımız üzere Kadir gecesi olduğunu
belirttik.
Hammad b. Seleme dedi ki:
Bize Rabia b. Kulsum haber verdi, dedi ki: Bir adam -ben yanında bulunuyor
iken- el-Hasen'e şöyle sordu: Ey Ebu Sa-id! Senin görüşüne göre Kadir gecesi
ramazanın tümünde midir? O: Evet, kendisinden başka ilah olmayan Allah adına
yemin ederim .ki, o ramazanın tü-mündedir. O kendisinde hikmetli herbir işin
ayırdedildiği gecedir. Yüce Allah o gece herbir yaratmayı, eceli, rızkı ve
ameli benzeri bir dahaki geceye kadar hükme bağlar.
İbn Abbas dedi ki:
Kadir gecesinde Ummu'l-Kitab'dan o sene içinde
meydana gelecek ölüm, hayat, rızık, yağmur ve
hacca varıncaya kadar olacak işler yazılır. Filan haccedecek, filan haccedecek
denilir. Bu âyet hakkında dedi ki: Sen bir adamı pazarda dolaşıyor gördüğün
halde, halbuki o adamın ismi ölecekler arasına yazılmıştır. Bir yılın
hükümlerine dair bu açıklamalar yaratıklardaki esbabı meydana getirmekle
görevli olan melekler içindir. Biz de bu manadaki açıklamayı az önce zikretmiş
bulunuyoruz.
Kadı Ebu Bekr
İbnu'l-Arabî dedi ki: İlim adamlarının çoğunluğu bu gecenin Kadir gecesi
olduğunu söylemişlerdir. Onlardan bu gece şabanın ortası gecesi olduğunu
söyleyenler de vardır. Ancak bu yanlış bir görüştür, çünkü yüce Allah doğru ve
kati olan Kitabında: "O ramazan ayı ki, onda Kufân indirilmiştir"
(el-Bakara, 2/85) diye buyurarak Kur'ân'ın indirilmiş zamanının ramazan ayında
olduğunu açıkça ifade etmiş, daha sonra da bu buyrukta "Biz onu mübarek
bir gecede indirdik" (el-Kadir, 100/1) buyurmak suretiyle hangi gecede
inmiş olduğunu tayin etmiştir. Kim Kur'ân'ın başka bir zamanda indiğini iddia
edecek olursa, Allah'a karşı büyük bir iftirada bulunmuş olur. Şabanın ortası
gecesi ile ilgili ne faziletine dair, ne de o gecede ecellerin yazıldığına
dair dayanak kabul edilmeye elverişli hiçbir hadis yoktur. O bakımdan bu tür
rivayetlere iltifat etmeyiniz.
ez-Zemahşerî dedi ki:
Denildiğine göre bunların Levh-i Mahfuz'dan yazılmaya başlanması Beraet
gecesindedir ve bu yazma işi Kadir gecesinde biter. Rızıklara dair bölüm
Mikail'e. savaşlara dair bölüm Cebrail'e, aynı şekilde zelzeleler, yıldırımlar
ve yerin dibine geçecek kara parçaları ile ilgili bilgiler de ona verilir.
Amellere dair nüsha pek büyük bir melek olan dünya semasının sorumlusu İsmail'e
verilir. Musibetlere dair nüsha da ölüm meleğine verilir.
Bazılarından
nakledildiğine göre; amel (eden) herbir kişiye: amellerinin bereketleri verilir
ve böylelikle insanlar tarafından ondan övgüyle sözedil-mesi, kalblerine de
onun saygısı yerleştirilir.
"Ayrılır"
anlamındaki buyruk: " Ayırırız" diye şeddeli okunduğu gibi: "Ayırırız"
diye de okunmuştur. Bu fiillerin herbirisi de malum olarak okunmuş,
"küll; her" de nasb ile okunmuştur. Ayıran ise yüce Allah'tır. Zeyd b.
Ali (r.a) ise "nun" ile: " Ayırırız" diye okumuştur.
[13]
"Hikmetli herbir iş..." Hikmet özellikli herbir iş demek olup hikmet'in gereğine uygun olarak yapılan herbir iş demektir. [14]
5. Tarafımızdan bir emir ile... Muhakkak Biz
gönderenleriz;
6. Rabbinden bir rahmet olarak; gerçekten O, en iyi işitenin,
en iyi bilenin ta kendisidir.
"Tarafımızdan bir
emir ile" buyruğu hakkında en-Nekkaş şöyle demiştir: Emir, Kur'ân-ı
Kerim'dir. Allah onu kendi katından indirmiştir. İbn İsa da şöyle demiştir:
Emir, yüce Allah'ın mübarek gecede kullarının halleri ile ilgili olarak hükme
bağladığı şeylerdir. Buradaki "emir" anlamındaki lafız, hal konumunda
bir mastardır. "Rabbinden bir rahmet olarak" buyruğu da böyledir.
el-Ahfeş'e göre bunların ikisi de haldir, ifade: Biz onu, onu emrediciler ve
rahmet ediciler olarak indirdik, takdirindedir.
el-Müberred dedi ki:
"Bir emir" mastar konumundadır, ifade: Biz onu özel bir surette
indirdik" takdirindedir. el-Ferra ve ez-Zeccac ise "emir"
kelimesinin "ayrılır" buyruğu ile nasbedildiğini söylemişlerdir. Bu
da: " Özel bir şekilde ayrılır" demeye benzer. O halde burada
"emir" ayırmak anlamındadır ve mastar odur. Tıpkı: "Özel bir
şekilde vurur" demeye benzer.
"Ayrılır"
buyruğunun emrolunan şeye delalet ettiği de söylenmiştir. O halde bu,
kendisinden önceki lafzın kendisinde amel ettiği bir mastardır.
"Muhakkak Biz
gönderenleriz. Rabbinden bir rahmet olarak" buyruğu hakkında el-Ferra
şöyle demiştir: "Rahmet"; "gönderenlerin mefulüdür. Rahmet,
Peygamber (sav)'dır.
[15] ez-Zeccac da şöyle
demiştir: "Rahmet" mef'ulün lehtir, yani biz onu rahmet olması için
gönderdik. Yüce Allah'ın "bir emir" buyruğundan bedel olduğu da
söylenmiştir. Buna göre buyruğun anlamı şöyle olabilir: Rabbinden bir rahmet
demek olan tarafımızdan bir emir... Mastar olduğu da söylenmiştir.
ez-Zemahşerî dedi ki:
"Bir emir" ihtisas olduğu için nasbedilmiş-tir. Yüce Allah herbir işi
hikmetli olmakla nitelendirmek suretiyle onun büyük ve önemli olduğunu
göstermiş olmaktadır. Daha sonra onun azametini ve önemini: "Ben bu emir
ile tarafımızdan husule gelen ve Bizim ortaya çıkardığımız ilmimizin ve
tedbirimizin gerektirdiği şekilde meydana gelen bir işi kastediyorum"
diyerek, onun önemini, azametini daha bir arttırmış olmaktadır.
Zeyd b. Ali'nin
kıraatinde şeklindedir ki bu da: O tarafımızdan bir emirdir, demek olur. Bu
kıraat de "bir emir" lafzının ihtisas dolayısıyla nasbedilmiş
olacağı görüşünü desteklemektedir.
el-Hasen "rahmet" lafzını "işte o bir rahmettir" takdirine göre okumuş olup bu da bu lafzın mef'ulun leh olarak nasbedildiği kanaatini desteklemektedir. [16]
7. Göklerle yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbinden
(bir rahmet olarak). Kesin olarak inananlar iseniz.
8. O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. O, diriltir ve
öldürür. Sizin de Rabbinizdir, önceki atalarınızın da Rabbidir.
9. Ama onlar şüphe içindedirler, oynayıp eğlenirler.
"Göklerle
yerin... Rabbinden" buyruğundaki "Rabbinden" lafzını Kufe-liler
cer ile: (40 ) diye okumuşlardır. Diğerleri ise yüce Allah'ın: "Gerçekten
O, en iyi işitenin, en iyi bilenin ta kendisidir" buyruğuna uygun olarak
ref ile okumuşlardır. Arzu edilirse mübteda olarak da böyle okunduğu kabul edilebilir.
Haberi: "Ondan başka hiçbir ilah yoktur" buyruğu olur. Bu hazfedilmiş
bir mübtedanın haberi de olabilir ki takdiri: O göklerin ve yerin Rabidir,
şeklindedir.
Cer ile okuyuş ise
-altıncı âyetteki-: "Rabbinden" bedel olmasına göredir. Aynı şekilde:
"Sizin de Rabbinizdir, önceki atalarınızın da Rabbidir" buyruğunda
da "Rab" kelimesi her iki yerde de cer ile okunursa, böyle olur. Bu
kıraati de eş-Şeyzerî, el-Kisaîden rivayet etmiştir. Diğerleri ise bunu
isti'naf (yeni bir cümle başı) olarak ref ile okumuşlardır.
Diğer taraftan bunun,
gökleri ve yeri yaratanın Allah okluğunu itiraf eden kimseye bir hitab olma
ihtimali vardır. Yani eğer siz gerçekten ona kesin olarak inanan kimseler
iseniz, şunu bilin ki, o peygamberler gönderir ve kitaplar indirir.
Yüce Allah'ın
yaratıcılığını kabul etmeyen kimselere bir hitab olması da mümkündür. Onların
yaratıcının, O olduğunu, öldürüp diriltenin O olduğunu bilmeleri gerekir,
demek olur.
Burada "kesin
olarak İnanan" kimselerin özellikle kesin olarak inanmayı isteyen ve
bunun için gerekeni yapan kimseler olduğu da söylenmiştir. Nitekim: "Filan
kişi Necid'e gidiyor" derken, "Necid'e gitmek istiyor" demek
istemek de böyledir. Tihame'ye gitmek istiyor anlamında demek de böyledir.
"O'ndan başka
hiçbir ilah yoktur." Kainatın yaratıcısı O'dur. Yaratmaya gücü yetmeyen
O'nun dışındaki herhangi bir varlığın O'na ortak koşulması caiz değildir.
"O diriltir ve öldürür." Yani ölüleri diriltir, hayatta olanları da
öldürür. Kainatın yaratıcısı O'dur. Yaratmaya gücü yetmeyen O'nun dışındaki
herhangi bir varlığın O'na ortak koşulması caiz değildir. "O diriltir ve
öldürür." Yani ölüleri diriltir, hayatta olanları da öldürür.
"Sizin de
Rabbinizdir, önceki atalarınızın da Rabbidir." Sizin de sahibiniz ve
efendinizdir, sizden önce geçenlerin de sahibi ve efendisidir. Bundan dolayı
başınıza azab inmesin diye Muhammed'i yalanlamaktan sakınınız.
"Ama onlar şüphe
içindedirler. Oynayıp eğlenirler." Yani açığa vurdukları imanları ve
kendilerini yaratan Allah'tır, şeklindeki sözleri hakkında yakîn sahibi
değildirler. Onlar bunu bilgisizce atalarını taklid ederek söylüyorlar. Bundan
dolayı onlar şüphe içindedirler. Kendilerinin mü'min olduklarını zannetseler
bile aslında onlar delilsiz bir şekilde hatırlarına gelen şeylere bağlandıkları
için dinlerini oyuncak edinmiş kimselerdir.
"Oynayıp, eğlenirler" buyruğunun Peygamber (sav)'a, iftiracı olduğunu söylemekle birlikte, onunla alay etmeyi de katıyorlar, anlamında olduğu da söylenmiştir. Nitekim öğütlerden yüz çeviren kimseye de "oynayan" denilir. Böyle bir kimse oyun oynayıp da yaptığı işlerin sonunda nereye varacağını bilemeyen küçük bir çocuk gibidir. [17]
10. O halde gökyüzünde besbelli bir dumanın geleceği günü
bekle.
11. İnsanları bürüyecektir o. "Bu, pek acıklı bir
azaptır."
"O halde
gökyüzünde besbelli bir dumanın geleceği günü bekle" buyruğunun anlamı
şudur: Ey Muhammedi Sen, bu kâfirlere semadan apaçık bir dumanın geleceği günü
bekle. Bu açıklamayı Katade yapmıştır.
Şu
anlama geldiği de söylenmiştir: Sen onların bu sözlerini iyice belle ki,
gökyüzünde apaçık bir dumanın geleceği günü onlara karşı şahitlik edesin. İşte
bundan dolayı "hafız (bekçi, koruyucu)"e "rakîb:
gözetleyici"[18]
denilmiştir.
"Duman:
duhan" ile ilgili üç görüş vardır:
1- Bu duman kıyametin alametlerinden olup henüz
gelmemiştir. O yeryüzünde kırk gün süre ile kalacak ve gök ile yer arasını
dolduracaktır. Mümin bundan dolayı nezleli gibi olacak, kâfir ve günahkarların
burunlarına girerek, onların kulaklarını delecek, nefeslerini daraltacaktır.
Bu kıyamet gününde cehennemin bırakacağı etkilerdendir. Dumanın henüz ortaya
çıkmadığını söyleyenler arasında Ali, İbn Abbas, İbn Ömer, Ebu Hureyre, Zeyd
b. Ali, el-Hasen b. Ebi Müleyke ve başkaları da vardır.
Ebu Said el-Hudrî
merfu olarak (yani Hz. Peygambere isnad ile) bu dumanın insanları kıyamet
gününde etkileyeceğini, müminin bundan ötürü nezleli gibi olacağını rivayet
etmiştir. Kâfirin de kulaklarından çıkıncaya kadar içine sızacaktır. Bunu da
el-Maverdî zikretmiş bulunmaktadır[19]
Müslim'in, Sahih'inde
yer alan rivayete göre Ebu't-Tufayl, Huzeyfe b. Es-id el-Ğıfarî'den şöyle
dediğini nakletmektedir: Biz kendi aramızda konuşmakta iken Peygamber (sav)
yanımıza çıkageldi ve: "Neden söz ediyorsunuz?'" diye sordu.
Oradakiler: Kıyametten sözediyoruz, dediler. Şöyle buyurdu: "Kıyamet,
öncesinde on alamet görmediğiniz sürece asla kopmayacaktır. -Aralarında
şunları zikretti-: Duman, Deccal, Dabbetu'1-arz, güneşin batından doğması,
Meryem oğlu İsa'nın inmesi, Ye'cuc ile Me'cuc'un çıkması ve biri doğuda, biri
batıda, biri Arap yarımadasında olmak üzere üç büyük kara parçasının yerin
dibine geçmesidir. Bunların sonuncusu ise Yemen'den çıkacak ve insanları
mahşerlerine doğru kovalayacak bir ateştir." Huzeyfe'den gelen bir diğer
rivayette de şöyle denilmektedir: "On tane alamet ortaya çıkmadıkça kıyamet
kopmayacaktır: Doğuda bir kara parçasının yere geçmesi, batıda bir kara
parçasının yere geçmesi, Arap yarımadasında bir kara parçasının yere geçmesi,
duman, Deccal, Dabbetu'1-arz, Ye'cuc ve Me'cuc, güneşin batıdan doğması ve
Aden'in iç taraflarından çıkıp insanları öne katıp yürüten bir ateş."
[20]
Bu hadisi es-Sa'lebî
de Huzeyfe'den gelen bir rivayet olarak zikretmiş bulunmaktadır. Buna göre
Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "İlk ortaya çıkacak alamet Deccal,
Meryem oğlu İsa'nın inmesi ile Ebyen Aden'inin iç taraflarından çıkacak ve
insanları mahşere doğru sürükleyecek bir ateş. Onlar nerede geceyi
geçireceklerse onlarla birlikte geceler. Nerede öğlen vakti dinlenmeğe
çekilirlerse, onlarla birlikte dinlenir. Sabahı ederlerse onlarla birlikte
sabah eder, akşamı ederlerse onlarla birlikte akşamı eder." Ey Allah'ın
peygamberi ya duman nedir? diye sordum. O: Şu âyettir, dedi. "O halde
gökyüzünde besbelli bir dumanın geleceği günü bekle!" Bu duman doğu ile
batı arasını dolduracak, kırk gün kırk gece kalacaktır. Mü'nıin bundan dolayı
bir çeşit nezleli gibi olacak, kâfir ise sarhoş gibi olacaktır. Duman ağzından,
burun deliklerinden, gözlerinden, kulaklarından ve dübüründen çıkacaktır.
[21]
Bu birinci görüş.
2- Duman, Peygamber (sav)'ın bedduası dolayısı ile
Kureyş'in karşı karşıya kaldığı açlıktan ötürü başlarına gelen olaylardır.
Öyle ki kişi gök ile yer arasında bir duman görecek hale gelmişti. Bu görüş İbn
Mesud'un görüşüdür. O şöyle der: Yüce Allah bu azabı üzerlerinden
kaldırmıştır. Eğer bu kıyamet günü(nden önceki bir alamet) olsaydı, onların
üzerinden bu azabı kaldırmazdı. Bu hususta ondan gelen hadis Sahih-i Buharı,
Müslim ve Tirmizî'de yer almaktadır. Buharî dedi ki: Bana Yahya anlattı, dedi
ki: Bize Ebu Muavi-ye anlattı. O el-A'meş'ten, o Müslim'den, o Mesruk'tan dedi
ki: Abdullah (b. Mesud) dedi ki: Bunun olmasının sebebi Kureyşlilerin Peygamber
(sav)'a karşı isyanda direnmesi üzerine onlara, Yusuf (a.s)'ın dönemindeki
(kıtlık) yılları gibi yıllarla karşılaşmaları için (bed)dua etti. Bunun
üzerine kıtlık ve açlık musibeti ile başbaşa kaldılar. Öyle ki kemikleri dahi
yediler. Birisi semaya bakınca, kendisi ile sema arasında aşırı bitkinlikten
ötürü duman gibi bir şey görürdü. Yüce Allah: "O halde gökyüzünde besbelli
bir dumanın geleceği günü bekle! İnsanları bürüyecektir o. Bu pek acıklı bir
azaptır" buyruklarını indirdi. Rasûlullah (sav)'a gelinerek: Ey Allah'ın
Rasûlü! Allah'tan Mudarlılar için yağmur iste. Çünkü Mudarlılar helak oldular,
denildi. Peygamber: "Mudar (diyorsun ha) sen çok cüretkar bir
kimsesin." Bunun üzerine Peygamber yağmur diledi, onlara yağmur
yağdırıldı. Bu sefer de: "Fakat şüphesiz siz yine geri dönenlersiniz"
(ed-Duhan, 44/15) buyruğu indi. Derken bolluğa eriştiler. Fakat yine bu bolluk
içinde eski hallerine geri döndüler. Yüce Allah da: "En büyük yakalayışla
yakalayacağımız gün, şüphe yok ki Biz intikam alıcılarız" (Duhân, 44/16)
buyruğunu indirdi. (İbn Mesud) dedi ki: Bununla Bedir gününü kastetmektedir.
[22]
Ebu Ubeyde dedi ki:
"(uü-ilı): Duhan (duman), cedb yani kuraklık" demektir. el-Kutebî
der ki: (Kuraklığa) Duhan (duman) adının verilmesi, yer kuraklıktan kuruyunca,
ondan duman gibi bir şeyin yukarıya doğru yükselmesinden ötürüdür.
3- Kasıt, Mekke'nin fethedildiği gündür. Çünkü o gün
yükselen bir toz, duman semayı örtmüştü. Bu da Abdurrahman el-Arec'in
görüşüdür.
"İnsanları bürüyecektir
o" buyruğu "duman"ın sıfatı konumundadır. Eğer İbn Mesud'un
dediği gibi geçip gitmiş ise o vakit bu, Mekkelilerden müşriklere has bir
durumdur. Şayet kıyametin alametlerinden ise -önceden geçtiği üzere- umumi bir
haldir.
"Bu, pek acıklı
bir azaptır." Yani yüce Allah kendilerine: "Bu pek acıklı bir
azabtır" diyecektir.
Dumanın geçip
gittiğini kabul edenlerin görüşüne göre yüce Allah'ın: "Bu, pek acıklı bir
azaptır." buyruğu geçmişteki bir halin hikayesidir. Gelecekte olacak bir
şeyi kabul edenlere göre ise gelecekteki bir halin hikayesidir.
Buradaki yakın işaret
ismi olan: "Bu" lafzının uzak işaret ismi olan anlamında olduğu da
söylenmiştir.
Bir görüşe göre de
insanlar bu duman için: "Bu pek acıklı bir azaptır"
diyeceklerdir. Bunun, işin oldukça yaklaşmış olduğunu haber veren bir ifade olduğu da söylenmiştir. İşte kış (geliyor) onun için gerekli hazırlıkları yap, demeye benzer. [23]
12. "Rabbimiz, bizden bu azabı kaldır. Çünkü biz
iman edeceğiz."
Yani onlar şu sözü
söyleyecekler: Üzerimizden bu azabı kaldır. "Çünkü biz iman
edeceğiz." Yani bu azabı üzerimizden kaldıracak olursan, sana iman
edeceğiz.
Denildiğine göre; Kureyşliler Peygamber (sav)'a gelerek: Eğer Allah üzerimizden
bu azabı kaldıracak olursa, biz de müslüman oluruz demişler, sonra da
verdikleri bu sözü bozmuşlardır.
Katade dedi ki: Burada
"azab" dumandır. Açlık olduğu da söylenmiştir ki bunu en-Nekkaş
nakletmiştir.
Derim ki: İkisi
arasında bir çelişki yoktur. Çünkü duman önceden de geçtiği gibi ancak onlara
isabet eden açlık sebebiyle görülmüştü. Ayrıca açlık ve kıtlığa "duhan:
duman" da denilebilir. Buna sebeb ise kıtlık yılında yerin kuru olması ve
yağmurların azlığından ötürü tozun havalara yükselmesidir. Bundan dolayı da
kurak seneye "elğabra: tozlu yıl" adı verilir.
Burada azabın kar olduğu da söylenmiştir. el-Maverdî dedi ki: Bunun uygun bir açıklaması olamaz. Çünkü bu ya ahirette ya da Mekkeliler hakkında sözkonusu olmuştur. Mekke'de kar yağmaz. Şu kadar var ki, bir görüş olarak ortaya atılmış olduğundan ötürü biz de onu naklettik. [24]
13.
Onlar nerede,
düşünüp ibret almak nerede? Halbuki onlara açıklayıcı bir peygamber de
gelmişti.
14. Sonra yine ondan yüz çevirdiler ve: "Kendisine
öğretilmiş bir delidir" dedÜer.
"Onlar nerede,
düşünüp ibret almak nerede?" Yani azabın gelip çatması esnasında onlar
nereden öğüt ve ibret alacaklar ki?
"Halbuki onlara
açıklayıcı" kendilerine hakkı açıklayan "bir peygamber
de gelmişti."
Buharî'nin dediğine göre; "zikra (düşünüp, ibret almak)" ve zikr aynı
anlamdadır.
[25]
"Sonra yine ondan
yüz çevirdiler." İbn Abbas dedi ki: Yani onlar Muham-med (sav)'dan yüz
çevirip onu yalanladıktan sonra, yüce Allah da kendilerini öğüt ve ibret
almaktan uzaklaştırmış iken, ne zaman öğüt alacaklar ki?
Şöyle de
açıklanmıştır: Yarın azabın görülmesinden yahutta kıyamet alametlerinin ortaya
çıkmasından sonra, "çünkü biz iman edeceğiz" diye söy-
leyecekleri sözün
onlara ne faydası olacak ki? Çünkü bu halde bu gibi şeyleri bilip kabullenmek
kaçınılmaz olacaktır. Bu açıklama dumanın gözetlenen bir alamet olarak kabul
edilmesi halinde uygundur.
"Ve: Kendisine öğretilmiş bir delidir, dediler." Yani ona insan veya kahinler ve şeytanlar öğretmiştir. Diğer taraftan o bir delidir, rasûl değildir, dediler. [26]
15. Biz o azabı az bir zaman açıp kaldıracağız. Fakat
şüphesiz siz yine geri dönenlersiniz.
"Biz o azabı az
bir zaman açıp, kaldıracağız." Yüce Allah bu azabı üzerlerinden kısa bir
süre kaldıracağını vaadetmektedir. Yani kısa bir zaman içerisinde onların
verdikleri sözü yerine getirmeyecekleri bilinecek ve ortaya çıkacaktır. Onlar
sözlerinde durmak yerine azabın kaldırılmasından sonra küfre geri
döneceklerdir. Bu açıklamayı İbn Mesud yapmıştır.
Peygamber (sav)'ın
onlar için yağmur yağdırılması duasını yapması üzerine yüce Allah bu azabı
kaldırınca, tekrar onu yalanlamaya geçtiler.
Duman beklenen bir
alamettir, diyenler de şöyle açıklamışlardır: Bununla kıyametin kopacağının
alametlerinden iki alamet arasındaki kısa süreye işaret etmektedir. Bir
alametin ortaya çıkmasından sonra yüce Allah'ın hakkında kâfir olacağına dair
hüküm verdiği kimse küfrünü sürdürecektir.
Bunun kıyamette
olacağını söyleyenler de şöyle derler: Yani Biz üzerinizden azabı kaldıracak
olursak, yine siz küfre dönersiniz.
"Fakat şüphesiz siz yine geri dönenlersiniz" buyruğunun Bize döneceksiniz yani ölümden sonra diriltileceksiniz anlamında olduğu söylendiği gibi, eğer iman etmeyecek olursanız "şüphesiz siz" cehenneme "geri dönenlersiniz" anlamında olduğu da söylenmiştir. [27]
16. En büyük yakalayışla yakalayacağımız gün, şüphe yok
ki Biz intikam alıcılarız.
"Gün" lafzı
daha sonra gelen "intikam alıcılarız" buyruğunun delalet ettiği bir
fiilin zarfıdır. Yakalayacağımız gün Biz onlardan intikam alacağız, demektir.
Ancak bazı nahivciler: "Şüphe yok ki" lafzından sonra gelen
ifadelerin, ondan önce gelen ifadeler için açıklayıcı mahiyette olamayacağı
dolayısıyla bunu uzak bir ihtimal olarak kabul etmişlerdir.
Bundaki amilin
"intikam alıcılarız" lafzının olduğu da söylenmiştir. Bu da aynı
şekilde uzak bir ihtimaldir. Çünkü yine: "( al): Şüphe yok ki" lafzından
sonra gelen ifadeler ondan önce gelenlerde amel etmez. Bu (yevm: gün) lafzı
yüce Allah'ın: "Dönenlersiniz" anlamındaki buyruğa da "Biz o
azabı az bir zaman açıp kaldıracağız" anlamındaki buyruğa da taalluku
güzel olmaz, çünkü anlam onunla ilgili değildir. Bununla birlikte bir fiil
takdiri ile nasbe-dilmiş olması mümkündür. Sanki: " (Bir günü) onlara
hatırlat veya hatırla!" denilmiş gibidir.
Anlamın şu şekilde
olması da mümkündür: Siz dönenlersiniz, artık döndünüz mü Ben sizden o büyük
yakalayış ile yakalayacağımız gün intikam alacağım. Bundan dolayı bu buyruk,
(hemen sonra gelen) Firavun kıssası ile bitişik gelmiştir. Çünkü Firavun ve
kavmi de üzerlerindeki azab açıldığı takdirde iman edeceklerine söz vermişler,
fakat iman etmeyerek sonunda suda boğulup gitmişlerdi.
"Biz o azabı az
bir zaman açıp kaldıracağız. Fakat şüphesiz siz yine geri dönenlersiniz"
ifadesi tam bir ifadedir. Ondan sonra yüce Allah: "En büyük yakalayış la
yakalayacağımız gün şüphe yok ki Biz intikam alıcılarız."
Biz bütün kâfirlerden
intikam alacağız, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bir diğer açıklama da
şöyledir: Anlam: "Sen dumanı da gözetle, yakalayacağımız günü de
gözetle!" şeklinde olup aradaki atıf "vav"ı hazfedilmiştir. Nitekim:
"Ateşten sakın, azaptan sakın" demeye (ve arada atıf "vav"ı
getirmemeye) benzer.
"En büyük
yakalayış" İbn Mesud'un görüşüne göre Bedir günüdür. İbn Abbas, Ubeyy b.
Ka'b, Mücahid ve ed-Dahhak'ın görüşü de budur.
Kıyamet günündeki
cehennem azabı olduğu da söylenmiştir. Bu da el-Ha-sen, İkrime ve yine İbn
Abbas'ın görüşüdür, ez-Zeccac'ın tercih ettiği de budur.
Bunun kıyamet gününden
önce dünya hayatında meydana gelecek bir duman, açlık ya da kıtlık olduğu da
söylenmiştir. el-Maverdî dedi ki: Kıyametin kopması olması ihtimali de vardır.
Çünkü kıyamet yüce Allah'ın dünya hayatındaki son yakalayışı olacaktır.
" Allah ondan intikam aldı" denilir, onu cezalandırdı demektir. Bunun ismi "Nikmet (intikam)" şeklinde olup, çoğulu da: diye gelir. Nikmet ile ukubet (intikam ve ceza) arasında fark olduğu da söylenmiştir. Ukubet masiyetten sonra gelir, çünkü akıbet kökünden gelmektedir. Nikmet ise ondan önce de olabilir. Bu açıklamayı da İbn Abbas yapmıştır. Ukubet'in ceza olarak miktarının tesbit edildiği, intikamın ise miktarının sınırlandırılmadığı da söylenmiştir. [28]
17. Andolsun ki onlardan önce Firavun kavmini de denedik.
Onlara çok yüce, çok şerefli bir peygamber gelmiş idi.
Onları sınadık
demektir. Buradaki "fitne (deneme) ve sınama"nın anlamı, itaat etmek
üzere verilen emirdir. Buyruğun anlamı şudur: Biz Musa'yı onlara peygamber
olarak göndermek suretiyle, onlara sınayan kimsenin davranışı ile davrandık.
Fakat onlar yalanladıkları için helak oldular. İşte ey Muhammed, eğer iman
etmeyecek olurlarsa, senin düşmanlarına da aynı şeyi yapacağım.
Buradaki
"denedik" buyruğunun onları suda boğmakla azaplandırdık, anlamında
olduğu da söylenmiştir. Bu durumda ifadede takdim ve tehir vardır ki, ifadenin
takdiri şöyledir: Andolsun Firavun hanedanına şerefli ve yüce bir rasûl
gelmişti. Biz de onları fitneye düşürdük. Yani onları suda boğduk. Çünkü fitne
rasûllerin gelişinden sonra olur. Aradaki "vav" harfi ise tertibi (sırayı)
ifade etmez.
"Çok yüce, çok şerefli" kavmi arasında böyle olan kişi demektir. Affetmek ve bağışlamak suretiyle ahlakı yüce diye de açıklanmıştır. el-Fer-ra dedi ki: Bu, Rabbi nezdinde yüce. ve şerefli demektir. Çünkü yüce Allah onu peygamberlik ve kendi sözünü işittirmek gibi özel bir konuma yükseltmişti. [29]
18. "Allah'ın kullarım bana geri verin. Şüphesiz ki
ben size (gönderilmiş) çok güvenilir bir peygamberim" diyerek;
19- Ve: "Allah'a karşı üstünlük taslamayın. Çünkü
ben size apaçık bir delil getiriyorum" diyerek.
"Allah'ın
kullarını bana geri verin" buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbas dedi ki:
Yani bu peygamber onlara gelerek: Bana uyun, demiştir. Buna göre: "Allah'ın
kullan" bir münadadır.
[30]
Mücahid dedi ki:
Buyruğun anlamı şudur: Allah'ın kullarını benimle gönderiniz ve onlara
yaptığınız azab ve işkencelere son vererek serbest bırakınız. Buna göre de
"Allah'ın kulları" anlamındaki buyruk, mefuldür.
Siz bana kulaklarınızı
veriniz ki, size Rabbimin risaletini tebliğ edeyim, anlamında olduğu da
söylenmiştir.
"Şüphesiz ki ben
size gönderilmiş çok güvenilir bir peygamberim." Vahiy konusunda
güvenilir bir kimseyim, bundan dolayı benim öğütlerimi kabul ediniz.
Sizden aldığım
emanetlere karşı çok eminim, onlara hainlik etmem, diye de açıklanmıştır.
"Ve Allah'a karşı
üstünlük taslamayın." Ona karşı büyüklenmeyin, Ona itaat etmeyi
büyüklüğünüze yedirmemezlik etmeyin. Katade: Allah'a karşı haddi aşmayın,
diye; İbn Abbas: Allah'a karşı iftirada bulunmayın, diye açıklamıştır. Haddi
aşmak (bağy) ile iftira arasındaki farka gelince; haddi aşmak fiilen olur,
iftira söz ile olur.
İbn Cüreyc: Allah'a karşı
büyüklenmeyin, diye açıklamıştır. Yahya b. Sellam da: Allah'a ibadete karşı
büyüklük taslamayın (yani büyüklenerek ibadet etmemezlik etmeyin), demiştir.
(İbn Cüreyc'in) açıkladığı şekliyle büyüklenmek (tazim) gücü yeten kimsenin
haksızlığa kalkışmasıdır. İstikbar (büyüklük taslamak) ise değersiz olanın
üstünlük ve yücelik taslamasıdır. Bu açıklamayı el-Maverdî zikretmiştir.
"Çünkü ben size apaçık bir delil getiriyorum." Katade: Apaçık bir gerekçe getiriyorum, diye açıklamıştır. Yahya b. Sellam ise apaçık bir belge demiştir. Anlam birdir ki, bu da apaçık bir burhan (delil, belge) demektir. [31]
20. "Ve muhakkak ki ben, beni taşlamanızdan benim de
Rabbim, sizin de Rabbiniz (olan Allah)a sığındım."
Sanki onlar kendisini
öldürmekle tehdit etmişler de bunun üzerine Allah'a sığınmış gibidir.
Katade dedi ki:
"Taşlamanızdan" buyruğu taşla beni öldürmenizden demektir. İbn
Abbas: Bana hakaret edip bu yalancı bir sihirbazdır, demenizden... diye
açıklamıştır.
Nafî', İbn Kesir, İbn
Amir, Asım ve Yakub:" Sığındım" derken, "zelr harfini izhar
(açık) ile okumuştur. Diğerleri ise idganı etmişlerdir. İdgam tahfif (daha
kolay okunması) maksadı iledir, izhar ile okumak ise, asla uygun olandır.
"Ben Allah'a
sığındım" şeklinde mazi (geçmiş zaman) kipi kullanmasının sebebi, yüce
Allah'ın kendisine: "Size ulaşamayacaklardır" (el-Kasas, 28/35) diye
söz vermiş olmasıdır.
Bir diğer açıklamaya göre: "Ben sığınıyorum" demek: "Allah adına senden istedim, Allah adına sana and verdim" derken bunu "...istiyorum... veriyorum" anlamında kullanılmasına benzer. [32]
21. "Eğer bana iman etmiyor iseniz, o halde benden
uzak durun."
"Eğer bana iman
etmiyor iseniz" beni doğrulamıyor ve getirdiğim delil dolayısı ile Allah'a
iman etmiyor iseniz... demektir. Buna göre: " Bana" lafzındaki
"lam" lam-ı ecl (dolayısıyla anlamını veren lam)dir.
Eğer bana iman
etmiyorsanız, demek olduğu da söylenmiştir. Bu da yüce Allah'ın: "Bunun
üzerine kendisine Lut iman etti." (el-Anke-but, 29/26) buyruğu gibidir
ki... "...ona..." demektir.
"O
halde benden uzak durun." Yani şirkiniz ile bana zarar vermeyin, beni
bırakın. Ne benim lehime, ne de aleyhime olun. Bu açıklamayı Mukatil yapmıştır.
Buyruğun, Allah aramızda hüküm verinceye kadar siz benden uzak durun, ben de
sizden uzak duracağım, demek olduğu da söylenmiştir. Be-ni serbest bırakın ve
bana eziyet vermeyin, diye de açıklanmıştır. Anlamlar birbirine yakındır.
[33]
Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
22. Rabbine: "Şüphesiz bunlar günahkar bir
topluluktur" diye dua etti.
"Rabbine... dua
etti" buyruğunda hazfedilmiş ifadeler vardır. Yani onlar kâfir oldular. O
da Rabbine... dua etti, demektir.
"Şüphesiz
bunlar" buyruğundaki: ": Şüphesiz" lafzında hemze üstündür. Bu
da " Bunlar... diye" demektir.
"Günahkar bir topluluk" şirk koşan bir topluluk demektir. Onlar İsrailo-ğullarını serbest bırakmadıkları gibi, iman da etmediler. [34]
23. (Rabbi buyurdu ki): "O halde geceleyin kullarımı
al, götür. Muhakkak ki siz takib olunacaksınız."
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
"O halde
geceleyin" sabah olmadan önce "kullarımı al, götür." Biz
onun duasını kabul
ettik ve ona kullarımı yani İsrailoğullarından Allah'a iman eden kimseleri al
götür, diye vahyettik. "Muhakkak ki siz takib olunacaksınız."
"Geceleyin al
götür" anlamındaki buyruğu Hicazlılar: şeklinde vasi elifi ile
okumuşlardır. İbn Kesir de böyle okumuştur ki bu: “Yürü" kökünden
gelmektedir. Diğerleri ise diye kat' ile ve: " Yürüttü" kökünden
gelen bir fiil olarak okumuşlardır
[35] Buna
dair açıklamalar daha önceden (Hud Sûresi, 11/81. âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır.
Firavun'un, Musa'nın arkasından çıkışına dair açıklamalar da daha önceden el7Bakara (2/50. âyet), el-Araf (7/137-138. âyetler), Tâ-Hâ (20/77-79. âyetler), Şuara (26/52. âyet ve devamı) ile Yunus (10/90) sûrelerinde geçmiş bulunmaktadır. Yine buralarda Firavun'un suda boğulup Musa'nın kurtarılışından da sözedilmişti. Tekrarlamanın anlamı yoktur. [36]
Yüce Allah Musa
(a.s)'a geceleyin yola çıkmasını emretmiştir. Geceleyin yolculuk yapmak da
çoğunlukla korku sebebiyle olur.
Korku da iki sebebten
dolayı olur. Ya düşmandan korkulur, bu durumda gece örtülerini indiren bir
örtü edinilmiş olur, bu da yüce Allah'ın örtülerinden birisidir.
Yahutta bineklere ve yolculuk yapanlara sıcaklık yahut kuraklık sebebiyle zorluk olur korkusu ile gece yolculuk yapılır. Bu durumda gece yolculuk yapılarak maslahat gerçekleştirilmiş olur. Peygamber (sav) ihtiyaca ve maslahatın gereğine uygun olarak, tüm gece boyunca yolculuk yapardı. Gecenin ilk vakitlerinde de yolculuk yaptığı olurdu. Kimi zaman hale riayet ederek şefkatle yol alır, kimi zaman da acele ederdi. Peygamber (sav)'dan gelen sahih hadiste şöyle denilmektedir: "Bol mahsulü olan yerlerde yolculuk yaptığınız vakit, develere yerden paylannı veriniz. Kurak yerlerde yolculuk yapacak olursanız, o zaman güçlerinin bir kısmı henüz kendilerinde var iken yerinize ulaşmaya bakınız." [37] Bu daha önce en-Nahl Sûresi'nin baş taraflarında (16/7. âyet, 3- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. [38]
24. "Denizi de olduğu gibi açık bırak. Çünkü onlar
boğulacak bir ordudur."
" Açık"
lafzını İbn Abbas yol diye açıklamıştır. Ka'b ve el-Hasen de böyle demiştir.
Yine İbn Abbas'tan, açık yol demek olduğu nakledilmiştir, ed-Dahhak ve er-Rabî
düz olarak, İkrime kuru olarak diye açıklamışlardır. Çünkü yüce Allah bir başka
yerde: "Onlar için denizde kupkuru bir yol aç" (Ta-Ha, 20/77) diye
buyurmuştur. Bunun "ayrı" anlamında olduğu da söylenmiştir. Mücahid
arada bir boşluk bırakacak şekilde ayrı diye açıklarken, yine ondan kuru
anlamına geldiği de nakledilmiştir. Sakin ve hareketsiz diye açıkladığı da
rivayet edilmiştir. Dilde bilinen anlamı budur. Katade ve el-Herevî de böyle
demişlerdir.
Başkaları ise,
arasında boşluk bulunan ayrı diye açıklamışlardır. İbn Ara-fe şöyle demektedir:
Lafızları ayrı olsa bile manaları birdir. Çünkü denizin akması durdu mu
ayrılır ve boşluk olur. İşte denizin akması böylece durdu ve Musa için ayrılmış
oldu.
Araplara göre:
"Sakin" demektir. Mesela: "Atlar sükunetle geldiler"
demektir. Şair de şöyle demiştir:
"Atlar
dizginleriyle sükunetle hızlıca yol alıyorlar,
İri damlalar yağdıran
ve dolusuda olan buluttan kurtulan kuş gibi."
el-Cevherî dedi ki:
"Bu işi sükunetle yap" anlamında denilir, " Sakin ve müreffeh
bir yaşayış"; "Develerin su içtikleri yerin uzakta bulunduğu yumuşak
ve düzlük arazi"yi anlatmak için kullanılır. "(Deniz
sakinleşti" demektir.
Ebu Ubeyde dedi ki:
"Ayaklarını (adımlarını) açtı, açar" demektir. Yüce Allah'ın:
"Denizi de olduğu gibi açık bırak" buyruğu da buradan gelmektedir.
"Kolay yol alış" demektir. "Atlar sükunetle geldi" denilir.
İbnu'l-A'rabî dedi ki: "Yürüyüşte zorluk çıkarmadı, çıkarmaz"
demektir. el-Katamî de binekleri nitelendirirken şunları söylemektedir:
"Rahat ve kolay
yürür (o binek)ler, bunun içen ne sağrıları yardımsız bırakır, Ne de göğüsleri
sağrılarına bel bağlar."
"Yüksekçe bir
yer" demektir. Aynı şekilde içinde suyun toplandığı alçak ve çukur yer
anlamına da gelir. O halde bu, zıt anlamlı lafızlardandır.
Ebu Ubeyd dedi ki:
"Bir kavmin kaldığı yerde yağmur ve başka suların içine aktığı yuvarlak
ve çukurca yer" demektir. Hadis-i şerifte de: Peygamber (sav) evin
etrafındaki boşlukta, yolda iki ev arasındaki yolda, evin arka tarafında ve:
"Çukur yerde" şuf'a bulunmadığına hükmetmiştir[39] denilmektedir.
Çoğulu diye gelir. en-Nadr b. Şumeyl'in naklettiğine göre: "Ferci geniş
kadın" demektir. Yine bu kelime bir çeşit kuşun da adıdır. Denildiğine
göre bu turna kuşudur.
el-Herevî dedi ki:
Buradaki "açık" lafzının Musa'nın sıfatı olması da mümkündür.
el-Kuşeyrî de böyle demiştir. Sükunetle yavaş yavaş yürü, demek olur. O halde
bu Musa'nın ve onun kavminin sıfatı olup denizin sıfatı değildir. Birinci
görüşe göre ise denizin sıfatıdır, yani sen denizi ayrılmış haliyle sakin
olarak bırak. Ona, eski haline gelmesi için kavuşması emrini verme ki, Firavun
ve kavmi de içine girsin.
Katade dedi ki: Musa
denizi aştıktan sonra tekrar eski haline gelsin diye asasıyla denize vurmak
istedi. Firavun'un peşinden gelmesinden korkmuştu. İşte bundan dolayı ona bu
emir verildi.
Bu kelimenin
"sükunet"den gelmeyip, iki şey arasındaki açıklık ve boşluk anlamında
olduğu da söylenmiştir. Mesela: " İki ayağın (adımların) arasını
açtı" denilir. Buna göre bu, açık ve birbirinden ayrı demek olur. el-Leys
dedi ki: "Sükunetle yürümek" demektir. "Sükunetle yürüdü,
yürür, sükunetle yürümek" denilir ki böyle yürüyen kişiye -ism-i fail
denilir. " Rahat ve sakin bir yaşayış" demektir. " Sen bu işi
zorluksuz ve sükunet ile yap!" anlamındadır ki bu anlamı az önce zikretmiş
bulunuyoruz.
"Çünkü onlar" yani Firavun ve kavmi "boğulacak bir ordudur." Yüce Allah kalbi sükun bulsun diye bunu Musa'ya haber verdi. [40]
25. Onlar nice bahçeleri, pınarları geride bırakmışlardı;
26. Nice ekinleri ve değerli konakları;
27. Zevk ve safa sürdükleri nice nimetleri de.
"Onlar nice
bahçeleri, pınarları geride bırakmışlardı. Nice ekinleri ve değerli
konakları" buyruğundaki: "Nice" çokluk bildirmek içindir. Bu
âyet-i kerimelerin anlamına dair açıklamalar, daha önceden eş-Şuara Sûre-si'nde
(26/57-58. âyetlerin tefsirinde) yeterince geçmiş bulunmaktadır.
"Zevk ve safa
sürdükleri nice nimetleri de" buyruğundaki:"nun" harfinin üstün
ile gelmesi, nimet içinde bulunmak demektir. -Aynı kökten olmak üzere-: "Allah
ona nimet ihsan etti" denilir. "Ona nimet verdi, o da nimetten
yararlandı" demektir. "Nimet içinde kadın" anlamındadır.
"Nimet"
şeklinde - "nun" harfi esreli olarak- iyilik, ihsan, lutufta bulunmak
ve bir kimseye ihsan olunan nimet olarak verilen şey demektir, ) da böyledir.
Eğer "nun" harfi üstün olarak okunursa, o vakit (mim harfinden sonra)
med ile; " Bol nimetler" denilir, de -anlam bakımından-onun gibidir.
"Filanın malı çoktur" demektir. Bütün bu açıklamaları el-Cevherî'den
naklettik. İbn Ömer dedi ki: Burada "nimet"ten kasıt, Mısır
Nil'idir. İbn Lehia ise el-Feyyum"dur, demiştir. İbn Ziyad'a göre hayırlarının
çokluğu dolayısıyla Mısır topraklarıdır.
İçinde bulundukları
bolluk ve rahatlık olduğu da söylenmiştir. Bu kelime -"nun" harfi hem
üstün, hem de esreli olarak- hem diye hem) diye kullanılır. Bunu da el-Maverdî
nakletmiştir. el-Maverdî dedi ki: Bu iki lafız arasındaki fark iki türlü
açıklanmıştır. Birincisine göre "nun" kesreli olursa, sahib olunan
mülk hakkında kullanılır. Üstün olarak kullanılırsa beden ve din anlamında
kullanılır. Bu açıklamalan en-Nadr b. Şumeyl yapmıştır. İkinci açıklamaya göre
"nun" harfi kesreli olursa, minnet ve ihsan ve bağış demektir. Üstün
ile okunursa, geniş yaşayış ve rahatlık anlamındadır. Bu açıklamayı da İbn
Ziyad yapmıştır. Derim ki: es-Sıhah'ta ifade edilen fark da aynen böyledir,
biz de onu zikretmiş bulunuyoruz.
Ebu Reca, el-Hasen,
Ebu'l-Eşheb, el-A'rec, Ebu Cafer ve Şeybe "zevk ve safa sürdükleri"
anlamı verilen kelimeyi elif siz olarak: diye okumuşlardır ki, bu şımarık ve
azgın haide oldukları... demektir. el-Cevherî dedi ki: "Gönlü hoş, çok
şakacı adam" demektir. Böyle olana: denilir. Aynı zamanda "şımarık
ve azgın" anlamına da gelir. Bu buyruk: şeklinde "azgın ve şımarık
idiler" anlamında okunmuştur. Aynı şekilde "Bol nimetler içinde"
anlamında da okunmuştur. el-Kuşeyrî bu okuyuş oyalananlar ve eğlenip duranlar,
demektir. Mesela " O çok mizahçıdır" denilir. " Mizah yapan
kimse" anlamındadır.
es-Sa'lebî dedi ki: Bu iki söyleyiş -uyanık ve tetikte olan kimse anlamına gelen-: ve geniş, ferah anlamına gelen: kelimelerinin iki ayrı söyleyişine benzer. Bir diğer açıklamaya göre "fe"den sonra "elif" ile yiyen bir kimsenin çeşitli fakihe (meyve) türlerinden istifade ettiği gibi çeşitli lezzetlerden faydalanan kimse demektir. Fakihe ise kaçınılmaz olan temel gıdadan fazla olan şeye denilir. [41]
28. İşte böyle... Biz onları başka bir kavme miras
verdik.
ez-Zeccac dedi ki:
"Durum işte böyledir" anlamındadır. Buna göre " İşte böyle"
üzerinde vakıf yapılır.
Buradaki "keP
harfinin "Biz helak etmek istediğimiz kimselere işte böyle uygulama
yaparız" takdirinde nasb mahallinde olduğu da söylenmiştir.
el-Kelbî: İşte Bana
isyan eden kimselere Ben böyle yaparım, diye açıklamıştır. Onların durumları
"işte böyle" idi, bu sebebten helak edildiler diye de açıklanmıştır.
"Biz onları başka bir kavme miras verdik." Kasıt İsrailoğullandır. Yüce Allah daha önce oralarda köleleştirilmiş iken Mısır'ı onlara mülk verdi. Böylece oraya mirasçı oldular. Buna sebeb ise mirasın mirasçıya ulaşması gibi, buraların da onların eline geçmesi idi. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın: "Zaafa uğratılagelmiş kavmi de bereketlendirdiğimiz yerin doğularına da, batılarına da mirasçı kıldık" (el-Araf, 7/137) buyruğudur. [42]
29. Gök ve yer ağlamadı onlar için ve onlar mühlet
verilenler de olmadı.
"Gök ve yer"
küfürleri sebebiyle "ağlamadı onlar için ve onlar" in suda
boğulmaları ertelenmek suretiyle "mühlet verilenler de olmadı."
Araplar kendilerinden ileri gelen birilerinin vefat etmesi halinde: "Onun
için gök ve yer ağladı" derlerdi. Yani onun ölümü ile gelen musibet
her-şeyi kapsamına aldı. Öyle ki gök, yer, rüzgar ve şimşek de onun için
ağladı, kış geceleri bile onun için ağladı. Şair şöyle demektedir:
"Rüzgar kederinden
ağlıyor,
Ve şimşek bulut
arasında parlıyor."
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Güneş doğuyor
tutulmuş değildir,
Fakat gecenin
yıldızlarını ve ayı senin için ağlatıyor."
(Tarif kızı Leyla)
el-Hariciye dedi ki:
"Ey mürver ağacı,
ne diye yaprakların hala duruyor? Sanki sen Tarifin oğlu için matem tutmuyor
gibisin."
Bu, onun için ağlayıp
sızlanmak ve matem tutmak gereğini anlatmak maksadı ile temsil, teşhis ve
mübalağa yoluyla kullanılmış ifadelerdir.
Buyruğun anlamı şudur:
Onlar helak oldular. Fakat musibetleri kimseye büyük gelmedi ve kimse
yoklukları dolayısıyla bir boşluk hissetmedi.
İfadede hazfedilmiş
lafızlar olduğu da söylenmiştir. Yani semada ve arzda bulunan melekler onlar
için ağlamadı. Bu da yüce Allah'ın: "Kasabaya sor." (Yusuf, 12/82)
buyruğuna benzemektedir. Üzülmek şöyle dursun, onların helak olmalarına
sevindiler bile. Bu açıklamayı el-Hasen yapmıştır.
Yezid er-Rekaşî, Enes
b. Malik'ten şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ra-sûlullah (sav) buyurdu ki:
"Her bir müminin mutlaka semada iki kapısı vardır. Birisinden onun rızkı
iner, birisinden de onun sözleri ve amelleri girer. Öldü mü bu iki kapı onun
yokluğunu hisseder ve onun için ağlarlar. Sonra yüce Allah'ın: "Gök ve yer
ağlamadı onlar için" buyruğunu okudu.
[43]
Yani onlar yeryüzünde
salih bir amel işlemediler ki, bundan dolayı yer onlar için ağlasın, semaya da
salih bir amelleri yükselmedi ki, artık böyle bir şey kesilmiş olduğu için
ağlasın.
Mücahid dedi ki:
Şüphesiz gök ile yer mümin için kırk gün süreyle ağlarlar. Ebu Yahya dedi ki:
Ben onun bu sözüne hayret ettim. Bu sefer hayret mi ediyorsun? dedi. Yer rüku
ve sücud ile kendisini imar eden bir kula niye ağlamasın? Gök, teşbih ve
tekbiri tıpkı arı vızıltısı gibi kendisinde yankılanan bir kula niye
ağlamasın?
Ali ve İbn Abbas
-Allah onlardan razı olsun- dedi ki: O mümin için yerdi de namaz kıldığı yer,
semada da amelinin yükseldiği yer ağlar.
Buna göre âyetin
takdiri şöyle olur: Semada amellerinin yükseldiği yer onlar için ağlamadığı
gibi, yerde ibadet ettikleri yerler de onlar için ağlamadı. Said b. Cübeyr'in
açıklamasının anlamı da budur.
Yerin ve göğün
ağlaması ile ilgili üç açıklama vardır.
1- Bu canlı varlıkların bilinen ağlaması gibidir.
Mücahid'in görüşü de sanki böyledir. Şureyh el-Hadramî dedi ki: Peygamber
(sav) buyurdu ki: "Şüphesiz İslâm garib başladı. Başladığı gibi tekrar
garib avdet edecektir. Kıyamet gününde gariblere ne mutlu!"
[44]
Onlar kimlerdir, ey Allah'ın Rasûlü? diye soruldu. O: "Onlar insanlar bozulduğunda
ıslah yapanlardır"[45]
Sonra da şöyle buyurdu: "Şunu bilin ki,
mümin için gariblik yoktur. Bir mümin gurbette kendisi için ağlayanların
bulunmadığı bir yerde ölürse, mutlaka gök ile yer onun için ağlar." Daha
sonra Rasûlullah (sav): "Gök ve yer ağlamadı onlar için" buyruğunu
okudu ve şöyle buyurdu: "Şunu bilin ki onlar kâfir için ağlamazlar."[46]
Derim ki: Ebu Nuaym de
şu rivayeti zikretmektedir. -İki asıl nüshadaki şekliyle-: Bize- Muhammed b.
Mamer anlattı dedi ki: Bize Ebu Şuayb el-Har-ranî anlattı, dedi ki: Bize Yahya
b. Abdillah anlattı, dedi ki: Bize el-Evzaî anlattı, dedi ki: Bana Ata el-Horasanî
anlattı dedi ki: Bir kul Allah için yeryüzünde herhangi bir yerde bir secde
yapacak olursa, mutlaka kıyamet gününde onun için şahidlik eder ve öleceği gün
de onun için ağlar.
2- Yerin ve göğün ağlamasının, etraflarının kızarması
olduğu da söylenmiştir. Bunu Ali b. Ebi Talib (r.a), Ata, es-Süddî, et-Tirmizî
Muhammed b. Ali söylemiş ve ayrıca bunu el-Hasen'in görüşü olarak da
nakletmiştir. es-Süddî dedi ki: el-Huseyn b. Ali -Allah ikisinden de razı
olsun- şehid edilince sema onun için ağladı. Ağlaması, kızarmasıdır.
Cerir, Yezid b. Ebi
Ziyad'dan şöyle dediğini nakletmektedir: el-Huseyn b. Ali b. Ebi Talib (r.a.)
öldürülünce bundan dolayı semanın ufukları dört ay süreyle kızarık kaldı.
Yezid dedi ki: Onun kızarması, ağlamasıdır.
Muhammed b. Şîrîn dedi
ki: Bize haber verdiklerine göre şafakla birlikte görülen kırmızılık,
el-Huseyn b. Ali (r.a) şehid edilinceye kadar yoktu. Süleyman el-Kadî dedi ki:
el-Huseyn'in öldürüldüğü gün üzerimize kan yağdı.
Derim ki:
Darakutnî'nin rivayet ettiği bir hadise göre Malik b. Enes, Na-
fi'den, o İbn Ömer'den şöyle dediğini
nakletmektedir: Peygamber (sav) buyurdu ki: "Şafak (denilen şey)
kırmızılıktır."
[47]
Ubade b. es-Samit ile
Şeddad b. Evs'ten şöyle dedikleri nakledilmiştir: Şafak iki çeşittir. Birisi
kırmızılık, birisi beyazlıktır. Kırmızılık kayboldu mu artık namaz
kılınabilir.
Ebu Hureyre'den şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Şafaktan kasıt kırmızılıktır. Bunlar da İbn Şîrînin
naklettiklerini reddetmektedir. Daha önce el-İsra Sûresi'nde (17/7. âyetin
tefsirinde) Kurra b. Halid'den şöyle dediğini kaydetmiş idik: Sema Yahya b.
Zekeriya ve el-Huseyn b. Ali dışında kimse için ağlamadı. Onun kızıllığı
ağlamasıdır.
Muhammed b. Ali
et-Tirmizî dedi ki: Ağlamak bir şeyi dışarı salmaktır. Eğer göz suyunu dışarı
salarsa ağladı denilir. Sema etrafa kırmızılığını salarsa, ağladı denilir. Yer
tozunu salarsa, ağladı denilir. Çünkü mümin bir nurdur, onunla birlikte de
Allah'ın nuru vardır. Yer -bizim gözlerimiz görmese dahi- müminin nuru ile
aydınlıktır. Müminin nurunu kaybetti mi bu sefer tozlanır ve tozunu dışarıya
vurur. Çünkü o, müşriklerin günahları sebebiyle tozlu dumanlıdır. Müminin nuru
ile de aydınlıktır. Oradaki müminin canı alındı mı bu sefer tozunu dışarı
salar.
Enes dedi ki:
Peygamber (sav)'ın Medine'ye gittiği gün herşey aydınlandı. Ruhunun
kabzedildiği günde de herşey karardı. Biz onun defninde bulunurken henüz ondan
(toprağından) ellerimizi silkelememiştik ki, kalblerimizi tanımaz hale geldik.
[48]
Semanın ağlaması
-el-Hasen-in dediği gibi- onun kızarmasıdır.
Nasr b. Asım dedi ki:
İlk alamet, ortaya çıkacak bir kızıllıktır. Bu ise kıyametin yaklaşmış olması
sebebiyle olacaktır. Müminlerin nurlarını tamamen yitirmiş olacağından
ağlayacaktır.
3- (Yerin ve göğün) ağlaması demek üzüntü ve kedere
delalet eden bir alametin onda görülmesi demektir, diye de açıklanmıştır.
Derim ki: Birinci görüş daha kuvvetli görülmektedir. Çünkü bu hususta imkansız görülecek bir taraf yoktur. Gökler ve yer teşbih ettiğine, duyup konuştuğuna göre -el-İsra (17/44. âyetin tefsiri), Meryem (19/90. âyetin tefsiri) ve Ha, Mim Fussilet (41/11. âyetin tefsirin)de açıkladığımız gibi- aynı şekilde bu hususta varid olmuş habere göre de ağlarlar. Bu görüşlerin hangisinin doğru olduğunu en iyi bilen Allah'tır. [49]
30. Andolsun Biz kurtardık İsrailoğullarını o horlayıcı
azaptan.
31. (Yani) Firavun'dan. Çünkü o üstünlük taslayan, haddi
aşanlardan idi.
Bu buyrukla
Kıbtîlerin, Firavun'un emri ile erkek çocukların öldürülmesi, kızların
hizmetlerinde kullanılması, İsrailoğullarının köleleştirilmesi ve onlara ağır
angarya işlerin yükletilmesi şeklindeki uygulamalar kastedilmektedir.
"Firavun'dan"
buyruğu "o horlayıcı azabtan" buyruğundan bedeldir. Buna göre:
"--dan" lafzı "azaptan" buyruğuna taalluk etmez. Çünkü
"azab" artık sıfat almış bulunmaktadır. Sıfat aldıktan sonra ise fiil
gibi amel etmez.
Buyruğun: Biz onları
hem azaptan, hem de Firavun'dan kurtardık, anlamında olduğu da söylenmiştir.
"Çünkü o üstünlük
taslayan, haddi aşanlardan idi." Yani müşriklerden bir zorba idi. Buradaki
üstünlük öğülmeye değer bir üstünlük türü değildir, aksine bu haddi aşan,
günahkarlıkta ileri giden bir üstünlük taslamaktır. Anlam itibariyle Yüce
Allah'ın: "Şüphe yok ki Firavun arzda üstünlük sağlamaya kalkıştı."
(el-Kasas, 28/4) buyruğuna benzemektedir.
Buradaki üstünlük taslamanın, Allah'ın kullarına karşı üstünlük taslamak olduğu da söylenmiştir. [50]
32. Andolsun ki Biz onları bilerek alemler üzerine
seçkin kılmıştık.
"Andolsun ki Biz
onları" İsrailoğullarını "bilerek" aralarından çokça peygamber
gelmiş olması sebebiyle onların durumunu bildiğimiz halde "alemler
üzerine" kendi çağdaşları olan alemler üzerine "seçkin kılmıştık."
Buna delil de yüce
Allah'ın bu ümmete hitaben: "Siz insanlar için çıkartılmış en hayırlı bir
ümmetsiniz" (Al-i İmran, 3/110) diye buyurmuş olmasıdır. Katade ve
başkalarının görüşü budur.
Bir diğer görüşe göre
aralarında göndermiş olduğu peygamberler sebebiyle bütün alemler üzerine
demektir. Bu da onların bir özelliğidir, başkalarının böyle bir özelliği
yoktur. Bunu İbn İsa, ez-Zemahşerî ve başkaları nakletmiştir. Buna göre yüce
Allah'ın: "Siz en hayırlı bir ümmetsiniz" buyruğu İsrailoğullarından
sonra... demek olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Bir
diğer açıklamaya göre burada sözü edilen seçme onların boğulmaktan
kurtarılmaları ve Firavun'clan sonra yerin onlara miras verilmesidir.
[51]
33- Ve onlara kendilerinde apaçık bir imtihan bulunan bir
kısım âyetler de vermiştik.
"Ve onlara
kendilerinde apaçık bir imtihan bulunan bir kısım âyetler"
Musa'ya ait birtakım
mucizeler "de vermiştik."
Katade dedi ki:
Ayetlerden kasıt, onların Firavun'dan kurtarılmaları, onlar için denizin
yarılması, bulut ile gölgelendirilmeleri, üzerlerine men ile selvanın
indirilmesidir. Bu durumda bu, İsrailoğullarına yönelik bir hitab olur.
Ayetler'den kastın asa
ve el olduğu da söylenmiştir. Muhtemelen el-Fer-ra'nın görüşü budur. Bu
takdirde de hitab Firavun kavmine yönelik olur.
Üçüncü görüşe göre
bundan kasıt, Allah'ın kendilerinden savdığı kötülük ve onlara yerine
getirmelerini emrettiği hayırdır. Bu açıklamayı Abdu'r-Rah-man b. Zeyd yapmıştır.
Bu durumda da hitab, aynı zamanda her iki kesime birlikte yani hem Firavun
kavmine, hem de İsrailoğullarına yöneltilmiş olur.
Yüce Allah'ın:
"Apaçık bir imtihan" buyruğu ile ilgili dört çeşit açıklama
yapılmıştır:
1- Bundan kasıt, açık bir nimettir. Bu açıklamayı
el-Hasen ve Katade yapmıştır. Nitekim yüce Allah: "Kendi nezdinden güzel
bir imtihan ile denemek için" (el-Enfal, 8/17) diye buyurmaktadır. Şair
Züheyr de şöyle demiştir:
"Onları, sınadığı
imtihanın en hayırlısı ile sınadı."
2- Çetin azab demektir. Bu açıklamayı el-Ferra
yapmıştır.
3- Mümin ile kâfirin kendisi ile ayırdedileceği bir
imtihandır. Bu açıklamayı da Abdu'r-Rahman b. Zeyd yapmıştır.
4- Yine ondan nakledildiğine göre; onların imtihan edilmeleri bolluk ve sıkıntılar ile denenmeleridir. Daha sonra yüce Allah'ın: "Biz sizi şer ve hayırla imtihan olmak üzere deneriz" (el-Enbiya, 21/35) buyruğunu okudu. [52]
34. Şüphesiz bunlar elbette şöyle diyorlar:
35- "O ancak bizim ilk ölümümüzdür ve bizler
diriltilip kaldırılacak değiliz. 36. "Eğer doğru söyleyenler iseniz haydi
atalarımızı getirin."
"Şüphesiz
bunlar" Kureyş kâfirleri "elbette şöyle diyorlar: O, ancak bizim ilk
ölümümüzdür." Mübteda ve haberi ihtiva etmektedir. Bu yönüyle Yüce
Allah'ın: "O ancak senin fitnen (imtihanın)dır." "O ancak bu
dünya hayatımızdır" (el-Mumi-nun, 23/37); buyruklarına benzer.
"Ve bizler
diriltilip, kaldırılacak değiliz."
"Eğer doğru
söyleyenler iseniz, haydi atalarınızı getirin."
"Allah ölüleri
diriltti, onlar da dirildiler" denilir. Buna dair açıklamalar daha
önceden (el-Enbiya. 21. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Diriltilenler"
demektir.
Bu sözleri Kureyş
kâfirlerinden söyleyenin Ebu Cehil olduğu bildirilmiştir. O şöyle demişti: Ey
Muhammedi Şayet senin bu sözün doğru ise, sen bize atalarımızdan iki kişiyi
dirilt. Birisi Kusay b. Kilab olsun, çünkü o doğru sözlü bir kimse idi. Biz ona
ölümden sonra olacak şeyleri soracağız.
Ebu Cehil'in bu sözü,
bu hususta şüphe diye ileri sürüleceklerin en zayıfıdır. Çünkü öldükten sonra
diriltmek, ancak amellerin karşılığının verilmesi içindir, teklif için
değildir. O sanki şöyle demiş gibidir: Eğer sen onların tekrar diriltilecekleri
hususunda doğru söylüyor isen, haydi mükellef kılınmaları için tekrar onları
dirilt. Yine bu, bir kimsenin şöyle demesine benzer: Eğer bizden sonra birtakım
çocuklarımız dünyaya gelecek ise niçin geçmiş
atalarımız geri
dönmüyor? Bu açıklamayı el-Maverdî nakletmiştir.
Ayrıca "atalarımızı getirin" ifadesi sadece Peygamber (sav)'a hitabtır. Yüce Allah'ın: "Rabbim beni döndürün." (el-Muminun, 23/99) buyruğunda (çoğul olmakla birlikte tek kişiye hitab olması) gibi. Bu açıklamayı el-Ferra yapmıştır. Bunun hem peygambere, hem de ona tabi olanlara hitab olduğu da söylenmiştir. [53]
37. Bunlar mı hayırlıdır? Yoksa Tubba' kavmi ve onlardan
öncekiler mi? Biz onları bile helak ettik. Çünkü onlar günahkar idiler.
38. Biz göklerle yeri ve ikisinin arasında olanları
oynayalım diye yaratmadık.
39. Biz onları ancak hak ile yarattık. Fakat onların çoğu
bilmezler.
"Bunlar mı
hayırlıdır? Yoksa Tubba' kavmi... mi?" sorusu inkar için sorulmuş bir
sorudur. Yani onlar bu sözlerinden ötürü azabı hak ediyorlar. Zira bunlar
Tubba' kavminden ve helak edilmiş ümmetlerden daha hayırlı değildirler. Biz
onları helak ettiğimiz gibi, bunlar da aynı durumdadır.
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir: Acaba bunların mı nimeti daha çok, mallan daha fazladır, yoksa
Tubba' kavminin mi?
Bir başka açıklamaya
göre de: Acaba bunlar mı daha güçlü, daha çetin, daha çok korunabilen
kimselerdir, yoksa Tubba' kavmi mi?
"Tubba'" ile
kastedilen tek bir şahıs değildir. Bununla bütün Yemen hükümdarları
kastedilir. Onlar hükümdarlarına "Tubba"' adını verirlerdi. Buna göre
Tubba' müslümanların halifesi, İranlıları Kisrası, Bizanslıların Kayseri gibi
krallarına verilen bir lakabtı.
Ebu Ubeyde dedi ki:
Bunların herbirisine Tubba' denilmesinin sebebi, her-birilerinin kendisinden önce
gelene tabi olmasından dolayıdır.
el-Cevherî der ki:
Tubbalar Yemen krallarıdır. Tubba' aynı zamanda gölge demektir. Şair şöyle
demiştir:
"Suya topluluklar
ve topluluklar gelir,
Tıpkı kekliğin
gölgenin tam öğle vaktinde kısaldığı vakit suya gelişi gibi."
Tubba' aynı zamanda
bir çeşit kuşun adıdır.
es-Süheylî dedi ki:
Yemen, Şihr ve Hadramevt'in hükümdarlığını yapan herkese Tubba' adı verilir.
Eğer sadece Yemen'in hükümdarı ise o kimseye Tubba' denilmez. Bunu da el-Mesudî
söylemiştir.
Tubba'lardan bazıları
Hemal Zu Seded'in oğlu el-Haris er-Raiş, Ebrehe Zu'l-Menar Amr Zu'1-Ez'ar,
Semerkand'ın kendisine nisbet edildiği Şemr b. Malik, Berberileri, Kenan
diyarından Afrikaya sürükleyen Afrikis b. Kays. Afrika bu sonuncunun adını
almıştır.
Ayetlerden anlaşıldığına
göre yüce Allah, bunlardan sadece birisini kastetmiştir. Araplar bu kişiyi bu
isimle diğerlerinden daha çok tanıyorlardı. Bundan dolayı Peygamber (sav)
şöyle buyurmuştur: "Ben Tubba'ın lanete uğramış birisi olup olmadığını
bilmiyorum."
[54]Yine ondan şöyle dediği
rivayet edilmiştir: "Tubba'a sövmeyiniz, çünkü o mümin bir kimse
idi."
[55]
İşte bu Tubba'ın
muayyen bir kişi olduğunu göstermektedir. Bu da -doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır- önceleri oraya hücum etmek isterken, daha sonra Beytullah'a örtü
giydiren Ebu Kereb'dir. Medine'ye hücum edip orayı ha-rab etmek istemişken daha
sonra adı Ahmed olan bir peygamberin hicret edeceği yer olduğu kendisine haber
verilince, bu işten vazgeçmişti. Ayrıca bir şiir söylemiş ve bunu Medinelilere
emanet bırakmıştı. Onlar da Peygamber (sav) hicret edinceye kadar biri
diğerinden miras alıyordu ve sonra bunu peygambere teslim ettiler. Denildiğine
göre bu mektub ile şiir Ebu Eyyub Ha-lid b. Zeyd (el-Ensarî)nin yanında idi.
Burada şu beyitler yer almaktadır:
"Ahmed hakkında
şahidlik ederim ki o, Bütün canlıları yaratan Allah'tan bir rasûldür. Ömrüm
uzatılırsa, o hayata geleceği vakte kadar, Ben onun yardımcısı ve amcası oğlu
olurdum."
ez-Zeccac, İbn
Ebi'd-Dünya, ez-Zemahşerî ve başkalarının naklettiklerine göre İslâm geldikten
sonra Sana'da -Himyer taraflarında da söylenir-ona[56] ait bir
kabir kazılmış orada cesetleri bozulmamış iki kadın bulunmuş. Başlarının
yanında da gümüşten bir levha üzerinde, altından: "Bu Hubba ve Lemis'in
kabridir" diye yazılı imiş. Yine rivayete göre "Hubba ve
Tumazer" bir diğer rivayete göre ise; "Bu Radva'nın kabri ile
Hubba'nın kabridir. Bunlar Tubba'ın kızlarıdır. Allah'tan başka hiçbir ilah
olmadığına şahitlik ederek ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayarak öldüler.
Kendilerinden önceki salih-ler de bu inanç üzere öldüler."
Derim ki: İbn İshak ve
başkasının rivayetine göre Tubba'ın yazdığı mek-tubta şunlar da varmış:
"İmdi ben sana ve sana indirilen kitaba iman ettim. Ben senin dinin ve
sünnetin üzereyim. Senin ve herşeyin Rabbine iman ettim. Rabbinden gelen
İslâm'ın bütün şeriatine de iman ettim. Eğer sana yetişecek olursam ne güzel.
Şayet yetişmeyecek olursam, bana şefaat et ve kıyamet gününde beni unutma. Ben
senin ümmetinin ilklerindenim. Sen gelmeden önce sana bey "at ettim. Ben
senin ve baban İbrahim (a.s)'ın dini üzereyim." Daha sonra mektubunu
mühürleyip, onun üzerine de: "Önünde de, sonunda da emir Allah'ındır"
(er-Rum, 30/4) diye nakşetti. Mektubunun üzerine adres olarak da şunu yazdı:
"Allah'ın nebisi ve rasûlü, peygamberlerin sonuncusu, alemlerin Rabbinin
elçisi, Abdullah oğlu Muhammed'e birinci Tub-ba'dan."
Buna dair haberin geri
kalan bölümlerini ve başını Farabi -Allah'ın rahmeti üzerine olsun'ye
[57]ait
"el-Aşru Beyyinati'n-Nebeviyye" şerhi olarak yazdığı
"el-Lumau'l-Lu'luiyye" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz.
Tubba'ın öldüğü
günden, Peygamber (sav)'ın peygamber olarak gönderildiği güne kadar geçen süre
eksiksiz ve fazlasız olarak tam bin yıldır.
Tubba'ın peygamber mi,
yoksa kral mı olduğu hususunda farklı görüşler vardır. İbn Abbas: Tubba' bir
peygamber idi, derken, Ka'b da şöyle demiştir: Tubba' krallardan bir kral idi,
kavmi kehanet yapan kimselerdi. Onlarla beraber ehl-i kitaptan da bir kesim
vardı. Her iki kesime biner kurban sunmalarını emretti. Onlar da bunu yerine
getirdiler, kitap ehlinin kurbanı kabul edilince İslâm'a girdi.
Aişe (r.anha) dedi ki:
Tubba'a sövmeyiniz, çünkü o salih bir kişi idi. Katade'nin naklettiğine göre de
Tubba', Himyerlilerden bir kişi idi. O askerleriyle birlikte Hire üzerinden
Semerkand'a gelip orayı yıkmıştı. Bunu el-Maverdî nakletmektedir.
es-Sa'lebî'nin,
Katade'den naklettiğine göre sözü edilen Tubba'. Himyer-li Tubba'dır. O
askerleriyle Hire'yi boydan boya geçinceye kadar yol alnu?. Semerkand'ı inşa
etmiş, birçok kimseyi öldürmüş ve ülkeler yıkmıştır.
el-Kelbî dedi ki:
Tubba' denilen şahıs, Ebu Kerib Es'ad b. Melkîkerib'dir. Ona Tubba' adının
verilmesi kendisinden öncekilere tabi oluşundan dolayıdır.
Said b. Cübeyr dedi
ki: Tubba', Beytullah'ı Yemen'in çizgili kumaşlarıyla giydiren ilk kişidir.
Yine Ka'b dedi ki:
Allah onun kavmini yerdiği halde kendisini yermemiş-tir. Onları Kureyş'e örnek
olarak göstermesi, yurtlarının kendilerine yakın oluşu ve kendi düşüncelerinde
onları büyük kabul etmelerinden dolayıdır. Yüce Allah onları ve kendilerinden
öncekileri günahkar oldukları için helak ettiğine göre, güçsüz ve sayıca az
olmakla birlikte günah işleyen kimselerin helak edilmeleri öncelikle
sözkonusudur. Yemenliler bu âyet-i kerime ile iftihar etmişlerdir. Çünkü yüce
Allah Tubba' kavminin Kureyşlilerden hayırlı olduğunu belirtmiştir.
Onların birincilerine
Tubba' adırtın verilmesi güneşin doğduğu yeri takib ederek, askerleriyle
birlikte doğuya doğru yolculuk etmiş olmasıdır, diye de söylenmiştir.
"Ve onlardan
öncekiler mi? Biz onları bile helak ettik" buyruğundaki: lafzı
"Tubba' kavmf'ne atıf olduğu için ref konumundadır. "Biz onları bile
helak ettik" lafzı da bu ism-i mevsulün sılasıdır. Bu durumda "onlardan
öncekiler" ona taalluk etmektedir. Bununla birlikte "onlardan öncekiler"
anlamındaki lafzın ...ler'in sılası
olması da mümkündür. Bu durumda zarfda ism-i mevsule ait zamir bulunur.
Durum böyle olduğu
takdirde "onları bile helak ettik" anlamındaki buyruk hakkında iki
şekilden birisi sözkonusu olur. Ya onunla birlikte: "...dir" takdir
edilir (onları helak etmişizdir, demek olur). Bu durumda hal konumunda olur;
yahutta mevsufun hazfedildiği kabul edilir. Sanki: (Onlar) kendilerini helak
ettiğimiz bir kavim idi denilmiş gibi olur. İfadenin takdiri şöyledir: Sözü
edilen bu kimselerin helakine Biz muktedir olduğumuza göre, müşrikleri de
helak etmeye gücümüzün yettiğini ibret alarak düşünemez misiniz?
Ve onlardan öncekiler"
buyruğunun mübteda, haberinin
de: "Biz onları
bile helak ettik" buyruğunun olması da mümkündür.
[58]
"Tubba'"a
atıf ile cer konumunda olması da mümkündür. Şöyle buyurulmuş gibi olur:
Kendilerinden önce helak edilmiş Tubba' kavmi mi... Yine bu lafzın "Biz
onları bile helak ettik" buyruğunun delalet ettiği bir fiil takdiri ile
nasb konumunda olması da mümkündür.
[59]
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Biz göklerle
yeri ve ikisinin arasında olanları oynayalım diye yaratmadık." Gafiller
olarak yaratmadık. Bu açıklamayı Mukatil yapmıştır. Oyalanalım diye de
açıklanmıştır ki, bu da el-Kelbî'nin görüşüdür.
"Biz onları ancak
hak ile yarattık." Mukatil'e göre hak olan emrimizle yarattık, demektir.
Ancak hak için yarattık, diye de açıklanmıştır ki bu açıklamayı el-Kelbî ve
el-Hasen yapmıştır. Ancak hakkı ikame etmek, Allah'ın tevhidi ve O'na itaatin
gereği gibi, onu üstün kılmak için yarattık, diye de açıklanmıştır. Bu
anlamdaki açıklamalar daha önceden el-Enbiya Sûresi'nde (21/16-18. âyetlerin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Fakat onların" insanların "çoğu" bunu "bilmezler." [60]
40. Muhakkak ki ayırdedme günü onların hepsi için tayin
edilmiş bir vakittir.
"Ayırdedme
günü" kıyamet günüdür. Bu ismin veriliş sebebi, yüce Allah'ın bu günde
insanlar arasında ayırdedici hükmünü vereceğinden dolayıdır. Buna delil yüce
Allah'ın: "Akrabanızın da, evladınızın da size hiç faydaları olmaz.
Kıyamet gününde sizin aranızı ayıracaktır" (el-Mümtehine, 60/3)
buyruğudur. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın: "Kıyametin kopacağı günde,
o günde ayrılıp dağılırlar" (er-Rum, 30/14) buyruğudur.
Buna göre
"yevmu'1-fasl: Ayırdedme günü" herkes için tayin edilmiş olan
vakittir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphe yok ki hüküm
verip ayırdedme günü belirlenmiş bir vakittir" (en-Nebe', 78/17) Yani o,
iyilik yapanın, kötülük yapandan ayırdedilmesi için belirlenmiş bir vakittir.
Onların arasında ayırdedici hükmün verilmesi ise, bir kesimin cennete, bir kesimin
de cehenneme gitmesi ile ortaya çıkacaktır.
Bu buyruk, son derece
sakındırıcı ve tehdit ihtiva eden bir buyruktur.
Kıraat alimleri
arasında: "Onlar... için tayin edilmiş bir vakittir" buyruğunun:
"Muhakkak ki" lafzının haberi olarak ref ile okunacağı hususunda
görüş ayrılığı yoktur. Bu edatın ismi ise: " Ayırdedme günü" buyruğudur.
el-Kisaî ve el-Ferra ise "Onlar... için tayin edilmiş bir vakittir" lafzının "muhakkak ki" anlamındaki edat ile nasbedilmesi "ayirdetme günü" buyruğunun da: "Muhakkak ki" lafzının haberi konumunda zarf olabileceğini de kabul etmişlerdir. Muhakkak ki onlar için tayin edilmiş olan vakit ayırdedme günüdür, demek olur. [61]
41. O günde hiçbir mevlanın, mevlasına bir faydası
olmaz. Onlara yardım da edilmez.
42. Allah'ın rahmet ettikleri müstesna. Şüphesiz ki O,
Azizdir, Rahimdir.
"O günde hiçbir
mevlanın mevlasına bir faydası olmaz" buyruğunda-ki: "O günde"
lafzı daha önce geçen *'ayırdedme günü''ndeki "gün"den bedeldir.
Mevla; veli demek olup
bu da amcanın oğlu ve yardım eden kişi anlamındadır. Yani hiçbir amca oğlu
amca oğlunun üzerindeki bir sıkıntıyı gideremeyeceği gibi, hiçbir yakın
yakınının, hiçbir arkadaş da arkadaşının sıkıntısını gidermekte faydalı
olamayacaktır.
"Onlara yardım da
edilmez." Yani hiçbir mümin akrabalığı dolayısıyla kâfire yardım
etmeyecektir. Bu âyetin bir benzeri de yüce Allah'ın: "Ve öyle bir günden
korkun ki; kimse kimseye hiçbir fayda veremez" (el-Bakara, 2/48)
buyruğudur.
"Allah'ın rahmet
ettikleri müstesna" buyruğundaki: "...leri" buyruğu "Onlara
yardım edil(mez)" buyruğundaki zamirden bedel olarak merfudur. "Hiç
kimse kalkmasın, filan müstesna" ifadesinde olduğu gibi. Yahut mübteda
olarak da merfu olup haber gizli olabilir. Sanki yüce Allah: Allah'ın rahmet
ettiği kimseler müstesna, onların günahları bağışlanır. Yahutta; ona fayda
verir ve o kimse şefaat de eder, yardım da eder, denilmiş gibidir. Ya da önce
geçen "mevla"dan bedel olabilir. Sanki: Allah'ın rahmet ettiği
dışında kimse fayda vermez, denilmiş gibidir.
Bu buyruk el-Kisaî ve
el-Ferra'ya göre ise munkatı istisna olarak nasb ma-hallindedir. Ama Allah'ın
rahmet ettiklerine gelince, yaratılmışlardan kendilerine fayda sağlayacak
kimselere ihtiyaç duyacakları herhangi bir şey ile karşılaşmazlar, demektir.
İstisnanın muttasıl olması da mümkündür. Yani müminler müstesna, hiçbir
yakının yakına faydası olmaz. Onların birbirlerine şefaatçi olmalarına izin
verilecektir.
"Şüphesiz ki O, Azizdir." Yani düşmanlarından intikam alandır. Dostlarına karşı oldukça merhametli olan "Rahimdir." Nitekim yüce Allah: "Azabı çetin ve nimeti pek bol olandır" (el-Mumin, 40/3) buyruğunda da vaad ile tehdidi birlikte sözkonusu etmiştir. [62]
43- Şüphesiz ki zakkum ağacı,
44. O büyük günahkarın yiyeceğidir.
45. Erimiş maden gibidir; karınlarda kaynar;
46. Kaynar suyun kaynaması gibi.
"Şüphesiz ki
zakkum ağacı" buyruğu ile ilgili nerede vakıf yapılacağı hususunda
İbnu'l-Enbarî şöyle demektedir: Yüce Allah'ın Kitabında: "Şecere:
ağaç"ın sözkonusu edildiği her yerde vakıf "he" ile yapılır.
Bundan tek istisna ed-Duhan Sûresi'ndeki: "Şüphesiz ki zakkum ağacı o
büyük günahkarın yiyeceğidir" buyruğudur.
"Büyük
günahkar" Ebu'd-Derda'nın açıklamasına göre: "Facir (çokça günah
işleyen)" demektir. O ve İbn Mesud da böyle okumuşlardır. Hemmam b.
el-Haris dedi ki: Ebu'd-Derda bir adama: "Şüphesiz ki zakkum ağacı, o
büyük günahkarın (el-esim) yiyeceğidir" buyruğunu okutuyor, ancak adam
(el-Esim yerine) "el-yetim" diyordu. Bu kelimeyi anlayamayınca ona
"taamu'l-facir: çok günahkarın yiyeceğidir" diye söyledi.
Ebu Bekr el-Enbarî
dedi ki: Bana babam anlattı, bize Nasr anlattı, dedi ki: Bize Ebu Ubeyd anlattı
dedi ki: Bize Nuaym b. Hammad, Abdu'1-Aziz b. Mu-hammed'den naklen anlattı. O
İbn Aclan'dan, o Avn b. Abdullah b. Utbe b. Mesud'dan dedi ki: Abdullah b.
Mesud bir adama: "Şüphesiz ki zakkum ağa-Cl O büyük günahkarın
yiyeceğidir" buyruğunu (okumayı) öğretiyordu Adam (taamu'1-esim: büyük
günahkarın yiyeceği) diyecek yerde: "taamıTl-yetim (yetimin
yiyeceğidir)" diyordu. Abdullah ona doğru şekli tekrarladıkça, adam da
yanlış şekli tekrarladı. Abdullah bu adamın dilinin doğruyu telaffuz
edemeyeceğini görünce ona: Sen taamu'l-facir diyebilir misin? diye sordu, o
da: Evet deyince, o halde böyle oku, dedi. Ancak bunda sapık cahil kimselerin
lehine Kur'ân-ı Kerim'deki bir ifadeyi bir başkası ile değiştirmek caizdir,
şeklindeki görüşlerine delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü bu sadece
Abdullah'ın öğrenciye özel bir uygulaması ve daha sonraları doğruya tekrar
dönebilmesi için yüce Allah'ın indirmiş olduğu ve Rasûlullah (sav)'ın bize bildirmiş
olduğu lafzı bizzat söyleyerek hak olanı kullanabilmesi için bir hazırlık idi.
ez-Zemahşerî dedi ki:
İşte bu, eğer manasını ifade ediyor ise bir kelimenin yerine bir başka kelimeyi
değiştirmenin caiz olduğuna delil gösterilmektedir. Burdan hareketle Ebu
Hanife belli bir takım şartlarla birlikte Farisice okumayı caiz kabul etmiştir.
Bu şart da şudur: Okuyan kişi manalarını herhangi bir şey kaçırmaksızın
mükemmel şekliyle ifade edebilmelidir. (Hanefi alimleri) derler ki: Bu şart
adeta cevaz vermemek gibi bir caizliktir. Çünkü Arap dilinde özellikle de
fasahatıyla görülmemiş düzeni ve üslubu ile mucize olan Kur'ân-ı Kerim'de öyle
bir takım anlam incelikleri ve maksatları vardır ki Farsça veya başka hiçbir
lisan bunu tek başına ifade edemez. Esasen Ebu Hanife -Allah'ın rahmeti üzerine
olsun- Farsçayı iyi bilen birisi değildi. Dolayısıyla onun bu ifadesi bir
tahkik ve bir basirete binaen kullanılmış bir ifade değildir. Ayrıca Ali b.
el-Ca'd'dan, Ebu Yusuf'tan, o da Ebu Hani-fe'den Farsça kıraati reddetmek
konusunda iki arkadaşı (Ebu Yusuf ve Mu-hammed)'in görüşü gibi bir görüş de
rivayet etmektedir.
Zakkum ağacı yüce
Allah'ın cehennemde yaratmış olduğu ve "lanetlenmiş ağaç: eş-şeceretu'1-mel'une"
adını verdiği bir ağaçtır. Cehennemlikler acıktılar mı o ağaca sığınırlar,
ondan yerler. Bu sefer karınlarında sıcak suyun kaynaması gibi kaynamaya
başlar. Yüce Allah bu ağaçtan karınlarına giden şeyleri erimiş madene
benzetmektedir ki, bu da eritilmiş bakır demektir.
"Kaynar"
anlamındaki buyruk, genellikle ağaca hamledilerek diye okunmuştur. Fakat İbn
Kesir, Hafs, İbn Muhaysın, Yakub'tan Ruveys yemeğe hamlen "ye" ile
okumuşlardır. Bu da anlam itibariyle ağaç hakkındadır. "Erimiş maden"e
hamledilemez. Çünkü o benzetmek için zikredilmiştir.
"Büyük
günahkar" çokça günah işlemiş kimse demektir ki: "Günah işledi,
işler" kökünden gelmektedir. Bu açıklamayı el-Kuşeyrî ve İbn İsa
yapmışlardır. Bu kişinin günah kazanan müşrik olduğu da söylenmiştir. Bu
açıklamayı da Yahya b. Sellam yapmıştır.
es-Sıhah'ûa. şöyle
denilmektedir: "Adam günah işledi" denilir. Bu şekilde günah işleyen
kimseye de: "Günahkar" denilir.
O halde: "O,
büyük günahkarın yiyeceğidir" buyruğu: pek büyük günahkar kişi olanın
yiyeceğidir, demek olur ki, bu kişi de Ebu Cehil'dir. Çünkü o şöyle demiştir:
Muhammed cehennemde zakkum olduğunu söyleyerek bizi tehdit etmektedir. Halbuki
onun o dediği tereyağı ve hurmadan tirit yapmaktır. Yüce Allah da onun
dediğinin aksini açıklamaktadır.
en-Nekkaş'ın,
Mücahid'den naklettiğine göre zakkum ağacı Ebu Cehil'dir.
Derim ki: Bu açıklama Mücahid'den sahih olarak rivayet edilmemiştir. Ayrıca bu daha önce es-Saffat Sûresi (37/63. âyet) ile el-İsra Sûresi (17/60. âyet)cıe sözünü ettiklerimiz ile de reddedilecek bir görüştür. [63]
47. "Yakalayın onu! Sürükleyerek götürün cehennemin
ortasına!
48. "Sonra da, o kaynar suyun azabından dökün
başının üstüne!"
"Yakalayın
onu!" Yani zebanilere: Onu yakalayın, denilecek. Kasıt o çok günahkar
kişidir.
"Sürükleyerek
götürün..." Yani onu çekip sürükleyin, götürün.
"Bir adamın
yakasından tutup onu çekiştirmek" demektir. Yani böyle bir kimseyi bir
hapishaneye ya da başına bir bela getirmek maksadıyla götürmek üzere kendine
doğru çekmek demektir. "Adamı şiddetlice çektim, çekiyorum"
demektir. "Çekilen adam" demektir. Şair bir atı nitelendirirken
şunları söylemektedir:
"Dizginlerini
güzelce çekeriz, ama şiddetlice kendimize doğru çekmeyiz."
Bu lafız şeklinde hem
"lam", hem "nun" ile kullanılır. Bu açıklamayı İbn
es-Sikkît yapmıştır.
Kufeliler ile Ebu Amr:
"Sürüyerek götürün onu" diye kesreli okumuşlardır, diğerleri ise
(lam harfini) ötıeli okumuşlardır.
"Cehennemin ortasına! Sonra da o kaynar suyun azabından dökün başının üstüne!" Mukatil dedi ki: Cehennemin bekçisi olan Malik demirden bir tokmak ile Ebu Cehil'in başına öyle bir darbe indirir ki, kafatası beyninin üzerinden ayrılır ve darmadağın olur. Beyni vücudundan aşağıya akar. Sonra melek, hararetini karnında hissedeceği şekilde üzerine sımsıkı bir su döker. Melek ona: Tat azabı! diye hitab eder. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın: "Başları üzerinden gayet kaynar su dökülür" (el-Hac, 22/19) buyruğudur. [64]
49. "Tat bakalım! Çünkü sen güçlü ve değerli
imişsin.
50. "Muhakkak ki bu, sizin önceden şüphe
edegeldiğiniz şeydir."
"Tat bakalım!
Çünkü sen, güçlü ve değerli imişsin" buyruğu hakkında İbnu'l-Enbarî şöyle
demiştir: "Çünkü" lafzının esreli okunacağı konusunda herkes icma
etmiştir.»el-Hasen'den, rivayet edildiğine göre ise, o Ali (r.a.)den üstün ile
okuduğunu rivayet etmiştir. el-Kisaî de böyle okumuştur.
Kesreli okuyanlar:
"Tat bakalım" üzerinde vakıf yaparlar, üstün okuyanlar ise burada
vakıf yapmazlar. Çünkü: " Tat bakalım. Çünkü sen güçlü ve değerli
imişsin!" anlamındadır.
Katade dedi ki: Ayet-i
kerime Ebu Cehil hakkında inmiştir, o: Orada benden daha güçlü ve benden daha
değerli kimse bulunmayacaktır demiştir. İşte bundan dolayı kendisine:
"Tat bakalım, çünkü sen güçlü ve değerli imişsin" denilecektir.
İkrime de şöyle
demiştir: Peygamber (sav) ile Ebu Cehil karşılaştılar. Peygamber (sav)
kendisine: "Allah bana sana karşı: Bu, senin için daha da
öncelikle
sözkonusudur, dememi emretti. Bunun üzerine Ebu Cehil: Beni ney-\c tehdit
ediyorsun? Mlah'a yemin edevim, sen de, Rabbin de bana bir şey yapamazsınız.
Çünkü ben şüphesiz bu vadide en güçlü olan ve kavmi arasında en çok değer verilen
kimselerdenim, demişti. Yüce Allah'ın takdiri gereği Bedir gününde öldürüldü,
Allah onu zelil etti ve bu âyet-i kerime nazil oldu. Yani melek ona: Tat
bakalım, çünkü sen kendi kanaatine göre güçlü ve değerli imişsin, diyecektir.
Bunun hafife almak, azarlamak,
alay etmek, hakir düşürmek ve değerini küçümsemek anlamında söylenecek bir söz
olduğu da söylenmiştir. Yani: Şüphesiz ki sen zelil ve hakir kılınan bir
kimsesin. Bu da (bu anlamı ile) Şuayb kavminin, Şuayb'a: "Çünkü sen
muhakkak yumuşak huylu ve aklı başında bir kimsesin" (11/87) derken, ona
-önceden de geçtiği üzere açıklamalardan birisine göre-; sen akılsız ve cahil
bir kimsesin kastı ile bu sözü söylemiş olmalarına benzer ki; bu açıklama da
Said b. Cübeyrin açıklamasıdır.
"Muhakkakk ki bu sizin önceden şüphe edegeldiğiniz şeydir." Yani melekler onlara: Muhakkak ki bu, siz dünyada iken hakkında şüphe edegeldiğiniz şeydir, diyeceklerdir. [65]
51. Takva sahihleri ise, muhakkak emin bir makamdadırlar.
52. Cennetlerde ve pınarlardadırlar.
53. İnce ve kalın ipeklerden giyerler. Karşılıklı
otururlar.
Yüce Allah kâfirlerin
kalacakları yeri ve azaplarını sözkonusu ettikten sonra "Takva sahihleri
ise muhakkak emin bir makamdadırlar" buyruğunda müminlere yapılacak
ikramları ve nimetleri sözkonusu etmektedir.
"...bir
makamdadırlar" buyruğunu Nafî ve İbn Amir "mim" harfini ötre-li
olarak diye okumuşlardır, diğerleri ise "mim" harfini üstün okumuşlardır.
el-Kisaî dedi ki: "Mim" harfi ötreli olarak, "mekan ve ikamet
etmek" anlamlarına gelir. Şairin şu mısraında olduğu gibi:
"O diyarda
konaklanılan yerde ikamet olunan yerde de izler silinip gitti."
el-Cevherî dedi ki: Bu
iki söyleyişin bazan herbirisi de ikamet etmek anlamına gelebilir, bazan da
kalınan yer anlamında olabilir. Çünkü biz bunu: " Kalktı, kalkar"
fiilinden gelmiş kabul edersek, "mim'" harfi üstün olmalıdır. Eğer:
"İkamet etti, ikamet eder" şeklinden geldiğini kabul edersek,
"mim" harfi ötreli okunur. Çünkü fiil kök itibariyle üç harften fazla
oldu mu; mekan isminin "mim" harfi ötreli gelir. Çünkü böylece o dört
harfli fiillere benzemiş olur. “Yuvarladı" fiilinden " Bu bizim
yuvarlanma yerimizdir" demek gibi. "mim" harfi üstün okunursa,
bulunulan yer ve meclis anlamına geldiği, ötreli olduğu takdirde ise, mekanın
kastedilebildiği de söylenmiştir. Mastar olması da mümkündür. Bu durumda onun
için bir muzaf takdir edilir. İkamet yerinde... demek olur.
"Emin"
içinde afetlerden emin olunan bir yer demektir.
"Cennetlerde ve pınarlardadırlar''
buyruğu, "emin bir makamdadırlar"
buyruğundan bedeldir.
"İnce ve kalın
ipekten giyerler, karşılıklı otururlar." Yani biri diğerinin sırtına
bakmaz, yüzyüze bakarlar. Nereye dönerlerse, meclisleri de öylece onlarla
birlikte döner.
"Sundus" ince ipek, "istebrak" de kalın ipek demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Kehf Sûresi'nde (19/31- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [66]
54. İşte böyle. Hem Bİ2 huru'1-în'i de kendilerine eş
yaptık.
"İşte" durum
sözünü ettiğimiz şekliyle "böyle" dir.
Bu durumda: "
İşte böyle" üzerinde vakıf yapılır.
Bunun, Biz onları
cennete koyduğumuz ve daha önce sözünü ettiğimiz şeyleri yaptığımız gibi,
onlara huru'1-în'i de eş yapmak suretiyle ikramda bulunduk, anlamında olduğu
da söylenmiştir. "în"e dair açıklamalar daha önceden es-Saffat
Sûresi'nde (37/48. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"el-Hur" ise
Katade ve genelin açıklamasına göre beyaz tenli kadınlar demektir, çoğuludur.
Bu ise elbiselerinin arkasından bile bacaklan görülen beyaz kadın demektir. Ona
bakan ayak topuğunda yüzünü görür, tıpkı ayna gibi. Bu da derisinin
inceliğinden, teninin parlaklığından ve renginin oldukça arı oluşundan
dolayıdır. Bu te'vilin delili İbn Mesudun:
"Kırmızıya çalan
beyaz tenli iri gözlülerle..." şeklindeki okuyuşudur.
Ebu Bekr el-Enbarî
şunu zikretmektedir: Bize Ahmed b. el-Huseyn anlattı, dedi ki: Bize Huseyn
anlattı, dedi ki: Bize Ammar b. Muhammed anlattı, dedi ki: Ben Mansur b. el-Mutemir'in
arkasında namaz kıldım. Ha, Mim. ed-Duhan Sûresi'nde; " (Huru'1-în'i diyecek
yerde) îsi în'i de kendilerine eş yaptık. Onlar orada ilk ölümden başka ölümün
tadını tatmazlar." diye okudu. "îs" ise beyaz tenliler demektir.
Bundan dolayı beyaz renkli develere de "îs" denilmiştir. Tekili ise:
" Beyaz tüylü erkek deve" ile "Beyaz tüylü dişi deve"
şeklinde gelir. İmruu'1-Kays da şöyle demiştir:
"Sesimi işittiler
mi hemen sesime kulak kabartırlar, Gebe kalmayan genç dişi devenin beyaz tüylü
erkek devenin
sesine kulak verdiği
gibi."
Burada
"el-hur", oldukça güzel ve parlak beyaz tenliler demektir.
İbnu'l-Mübarek şunu
zikretmektedir: Bize Ma'mer, Ebu İshak'dan haber verdi. O Aı ir b. Meymun
el-Evdî'den, o da İbn Mesud'dan şöyle dediğini nakletti: Huru'l-în'den olan
bir kadının bacağının kemik iliği, etin ve kemiğin ötesinden yetmiş elbise
altından görülür. Tıpkı beyaz cam içindeki kırmızı şarabın görüldüğü gibi.
Mücahid dedi ki:
"Hur"a bu adın veriliş sebebi güzellikleri, beyazlıkları ve ten
renklerinin saflığı sebebiyle, kendilerine uzun boylu bakılamadığından
dolayıdır. Onlara bu ismin veriliş sebebinin gözlerindeki ileri derecedeki beyazlık
olduğu da söylenmiştir. İleri derecede beyazlık anlamı verilen: "Gözün
siyahının oldukça siyah olmakla birlikte, beyazının da oldukça beyaz
olması" demektir. "Gözünün beyazı oldukça beyaz ve bu beyazlığı da
açıkça görülen kadın" demektir. Mesela: "Gözünün beyazı oldukça beyaz
oldu" ve: " şey oldukça beyaz oldu" denilir. .
el-Esmaî dedi ki: Ben
gözde haver (beyazlık)ın ne olduğunu bilemiyorum. Ebu Amr da şöyle demiştir:
Haver gözün tamamının tıpkı ceylan ve ineklerin gözleri gibi siyah olmasıdır.
Fakat Ademoğullarında haver yoktur. Kadınlara "huru'1-în"
denilmesinin sebebi -bu yönleriyle- ceylanlara ve ineklere
ben-zediklerindendir. el-Accac şöyle demiştir:
"Son derece
haverli hur gözlerle..."
O bu ifadeleriyle
beyazlan katıksız beyaz ve gözbebeklerinin etrafı oldukça siyah olanları
kastetmektedir.
"el-în"
kelimesi çoğuludur. Bu da gözleri iri ve geniş demektir.
Ebu Hureyre (r.a)'dan
rivayete göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Huru'l-în'in mehirleri
avuçlarla hurma (vermek) ve ekmek parçaları (infak etmek)dır."
[67]
Ebu Kirsafe'den:
Peygamber (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Çöplerin mescidden dışarıya
çıkartılması huru'l-în'in mehirleridir."[68]
Enes (r.a)'dan da
rivayete göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Mescidleri süpürmek
huru'l-în'in mehirleridir."
[69] Bunu
es-Sa'lebî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- zikretmiştir. Biz de
"et-Tezkire" adlı eserimizde bu hususa bağımsız bir bölüm ayırmış
bulunuyoruz. Yüce Allah'a hamdolsun.
Cennette
Ademoğullarından olan kadınlar mı yoksa huriler mi daha faziletli olduğu
hususunda görüş ayrılığı vardır.
İbnu'l-Mübarek şöyle
bir rivayet zikretmektedir: Bize Rişdin, İbn En'um'den haber verdi. O Hibban b.
Ebi Cebele'den dedi ki: Ademoğulları kadınları arasından cennete girenler
dünyada işledikleri ameller sebebiyle huru'l-în'den üstün kılınmış olacaktır.
[70] Ayrıca
Peygamber (sav)'e merfu olarak da şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Ademoğullarından olan kadınlar huru'l-în'den yetmişbin kat daha
üstündürler."
Huru'l-în'in
daha faziletli olduğu da söylenmiştir. Çünkü Peygamber (sav) duasında: "Ve
sen ona hanımından daha hayırlı bir eş ver."
[71] diye
buyurmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Huru'l-ıyn"i
buyruğunu İkrime şeklinde izafet ile okumuştur. Bunun izafet ile de tenvin ile
de okunması aynıdır.
[72]
55. "Onlar orada güven içinde her türlü meyveden
isterler."
Katade dedi ki: Ölümden, yorgunluktan ve şeytandan yana "güven İçinde" olacaklardır. İçinde bulundukları nimetlerin kesileceğinden yana ya da o nimetleri yiyeceklerinden ötürü herhangi bir rahatsızlık veya hoşlarına gitmeyen bir şeyin kendilerine isabet edeceğinden yana, güven içinde olacaklardır, diye de açıklanmıştır. [73]
56.
Onlar orada
ilk ölümden başka ölümü tatmazlar. Onları cehennem azabından korumuştur.
57. Rabbinden bir lütuf olarak. İşte bu, en büyük
kurtuluş ve mutluluğun ta kendisidir.
"Onlar orada ilk
ölümden başka ölümü tatmazlar." Yani onlar orada hiçbir şekilde ölümü
tatmazlar, çünkü orada ebedi kalıcıdırlar. Daha sonra da: "İlk ölümden
başka" diye munkatı, bir istisna ile istisnada bulunmuştur ki; bu da; şu
kadar var ki, ilk ölümü zaten dünyada iken tatmışlardı, demektir. Sibeveyh şu
beyiti zikretmektedir:
"Falicin ayrılıp
gitmesi için elini çabuk tutanların,
Sağmal develeri hem
uyuz oldular, hem de gudde çıkardılar."
Daha sonra,
birincisinden olmayan türüyle (munkatı') istisnada bulunarak şöyle demiştir:
"Sizin yitirdiğiniz
o Naşire gibisinden başka,
Ki o, yetişkinliğinde
ve besleyiciliğinde bir dal gibidir."
Buradaki istisna
edatının "sonra" anlamında olduğu da söylenmiştir. Mesela: "
Senin yanındaki bir adamdan başka bugün hiçbir kimseyle konuşmadım"
derken, "senin yanındaki adamdan sonra" demektir.
Buradaki istisna
edatının: “Başka, dışında" anlamında olduğu da söylenmiştir. Dünyadaki
ölümleri dışında bir ölüm (tatmazlar) demektir. Bu yönüyle yüce Allah'ın şu
buyruğuna benzemektedir: "Babalarınızın nikahladığı kadınları
nikahlamayın. Ancak geçmiş olan müstesnadır." (en-Nisa, 4/22) Bu da bir
kimsenin: Ben dün yediklerim dışında bugün yemeğin tadına bakmış değilim,
demesine benzer.
el-Kutebî dedi ki:
"İlk ölümden başka" ifadesinin anlamı şudur: Müminin ölümü
yaklaştığında rahmet melekleri onu karşılar ve o rahatlıkla ve hoş kokularla
karşı karşıya kalır. Cennete götüren sebepler onun vasfı olduğundan dolayı
onun ölümü cennette olur. Buna göre bu sahih (muttasıl) bir istisna olur.
Ölüm tadına bakılmayan
bir arazdır, fakat tadı hoşlanılmayan bir yemek gibi değerlendirilmiştir.
Bundan dolayı istiare yoluyla ölüm için "tatmak" vasfı
kullanılmıştır.
"Onları cehennem
azabından korumuştur. Rabbinden bir lütuf olarak."
Yani yüce Allah onlara
lutufta bulunarak bu işi onlara yapmıştır. Buna göre: "Bir lütuf
olarak" lafzı mastar olup "isterler" anlamındaki fiil onda amel
etmiştir. Onda amel edenin "onları... korumuştur" anlamındaki fiil
olduğu da söylenmiştir, gizli bir fiilin amel ettiği de söylenmiştir.
Bundan önceki ifadenin
anlamının onda amel ettiği de söylenmiştir. Çünkü yüce Allah bu işi onlara
lütfederek vermiştir. Zira dünyada iken kendileri sebebiyle cennete girecekleri
amellerde bulunmaya onları muvaffak kılmıştır.
"İşte bu, en büyük kurtuluş ve mutluluğun ta kendisidir." En büyük mutluluk kâr ve kurtuluş budur, demektir. İfadenin: "Şu işe nail oldu. onu ele geçirdi" tabirinden geldiği de söylenmiştir. [74]
58. "Muhakkak Biz onu öğüt alırlar diye senin dilin
ile kolaylaştırdık." 59- O halde gözetle! Çünkü onlar da
gözetlemektedirler.
"Muhakkak Biz
onu" Kur'ân-ı Kerim'i "öğüt alırlar" ve böylelikle kötülüklerden
vazgeçerler "diye senin dilin ile kolaylaştırdık." Yani hem sana,
hem de okuyacak olanlara kolaylaştırdık. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu
buyruklarıdır: "Andolsun ki Biz bu Kur'ân'ı düşünmek için kolaylaştırdık.
O halde var mı ibret alıp düşünen?" (el-Kamer, 54/7, 22, 32, 40. âyetler)
Böylece yüce Allah
-önceden- sûrenin baş taraflarında: "Şüphesiz Biz onu mübarek bir gecede
indirdik." (ed-Duhan, 44/3) ile "Şüphesiz ki Biz onu Kadir gecesinde
indirdik" (el-Kadr, 97/1) buyruklarında olduğu gibi; kendisinden ismen
sözedilmemiş olsa bile Kur'ân'a tabi olmaya teşvik ile sûreyi sona
erdirmektedir.
"O halde gözetle.
Çünkü onlar da gözetlemektedirler." Yani yüce Allah'ın sana vaadetmiş
olduğu onlara karşı zafer kazanmayı gözetle! Onlar da senin ölümünü
beklemektedirler. Bunu en-Nekkaş nakletmiştir.
Bir diğer açıklamaya
göre: Sen Rabbinden gelecek zaferi bekle! Onlar da kendi kuruntulan ile senin
kahrolmanı gözetlemektedirler. Allah senin ile onlar arasında hüküm verinceye
kadar bekle! Çünkü onlar da senin başına gelecek kötü musibetleri
gözetlemektedirler. Anlamlar birbirine yakındır.
Bir diğer açıklama da
şöyledir: Benim sana vaadetmiş olduğum sevap ve mükafatı gözetle! Onlar da
Benim kendilerine vaadetmiş olduğum cezayı gö-zetleyenlere benzemektedirler.
Sen kıyamet gününü
gözetle! O ayırdetme günüdür. İsterse onlar kıyametin gerçekleşeceğine
inanmasınlar; diye de açıklanmıştır.
Böylelikle onlar gözetleyenler gibi değerlendirilmiş olmaktadırlar. Çünkü onların varacakları akıbet budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [75]
[1] Darimi, II, 550.
[2] Bir sonraki nota bakınız.
[3] Zehebi, Mizanu'l-l'tidal, V, 234; "hadisin ravilerinden Ömer b. Raşid'in diğer adıyla: Ömer b. Abdullah b. Ebi Hasan Ebu Hafs'ın uydurma rivayetleri güvenilir imamlardan naklettiği ve ondan ancak tenkid (cerh) kasdıyla rivayet nakletmenin caiz olabileceği" kaydıyla.
[4] Taberani, Kebir, VIII, 264; Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, II, 168, hadisi Ebu Umame'den diye rivayet eden "Fudal b. Cubeyr'in oldukça zayıf bir ravi olduğu" kaydıyla.
[5] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/561
[6] Müsned, IV, 107; tbn Ebi Şeyhe, Musannef, VI, 144; Taberani, Evsat, IV, 111; Kebir, XXII, 75; Beyhaki, es-Sünenu'l-Kübra, IX, 188; Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, I, 197.
[7] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/562-563
[8] Deylemi, II, 73 (Osman b. el-Muğire yerine Osman b. el-Ahnes); Beyhaki, Şuabu'l-îman, r III, 386 (Osman'dan Muhammed b. el-Muğire b. el-Ahnes'ten...)
[9] İbn Mace, I, 444; Beyhaki, Şuabu'l-îman, III, 379; Deylemi, Firdevs, I, 259; Mübarek-fûri, Tuhfetu'l-Ahvezi, III, 366'da hadisi kaydettikten sonra "senedindeki ravilerden Ebu Bekr b. Abdullah b. Ebi Sebre'nin hadis uydurmakla itham edildiğini" belirtmektedir.
[10] Tirmizi, III, 116; İbn Mace, I, 444; Müsned, VI, 238.
[11] Tirmizi, III, 116.
[12] es-Sa'lebî'nin Kitabu'l-Arais adlı eseri olmalıdır. Bk. Tercümemizin başına ilave ettiğimiz İmam Kurtubî üzerine yaptığımız inceleme, s. 117
[13] Kıraate dair bu açıklamalar ez-Zemahşerî, 2/359'dan nakledilmiştir. Ancak birinci kelime ez-Zemahşerî'de belirtildiğine göre "Ayırır" diye şeddeli olarak okunmuştur. Yine bu kelime şeddesiz olarak da okunmuş olup, hepsinde de fiil malumdur. "Her" anlamındaki lafız da nasb ile okunmuştur, ayıran da yüce Allah'tır. Buna göre buyruğun anlamı şöyle olur: "(Allah) hikmetli herbir işi bu gecede ayırır." İbn Zeyd'in kıraatine göre de: "...ayırırız" anlamında olur. Ayrıca bk. Alusî, Ruhu'l-Me-anî, XXV, 113-114
[14] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/563-565
[15] Buna göre buyrukların anlamı şöyle olur: "Biz Rabbin tarafından rahmet gönderenleriz.
[16] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/566-567
[17] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/567-568
[18] "Rakîb: Gözetleyici"; mealini: "bekle" diye verdiğimiz "fe'rtekih'' emri ile aynı kokteıir dir
[19] Maverdi, Nüket, V, 247; İbn Kesir, IV, 140.
[20] Müslim, IV, 2226; Ebu Davud, IV, 114; Tirmizi, IV, 477; İbn Mace, II, 1347; Müsned, IV, 67.
[21] Taberani, Tefsir, XXV, 114, "Ben bu hadisin sahih olduğuna tanıklık etmem" demekte ve delil olarak kabul etmediğini ifade etmektedir; İbn Kesir, Tefsir, IV, 140'cle İbn Ce-rir'in bu hadisin sıhhatinden emin olmadığını kaydetmektedir.
[22] Buharı, I, 341, 346, IV, 1791, 1809, 1823, 1824, 1825; Müslim, IV, 2155, 2156; Müsned, I, 380, 341.
[23] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/569-571
[24] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/571572
[25] Buhari, IV, 1824.
[26] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/572-573
[27] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/573
[28] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/573-575
[29] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/575
[30] Yani: ey Allah'ın kulları, bana uyunuz demek olur.
[31] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/575-576
[32] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/576-577
[33] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/577
[34] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/578
[35] Hicazlıların ve diğerlerinin okuyuşuna göre anlam: "...onlarla gir şeklinde verilebilir.
[36] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/578-579
[37] Müslim, III, 1525; Tirmizi, V, 143; Ebu Davud, III, 28; Müsned, II, 337
[38] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/579
[39] İbnul-Esir, en-Nihaye, II, 258, 285.
[40] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/579-581
[41] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/581-582
[42] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/583
[43] Tirmizi, V, 380; Ebu Ya'la, Müsned, VI, 160; Heysemi, Mecmau'z-zevaid, VII, 105.
[44] Bu kadarıyla: Müslim, I, 130, (Ebu Hureyre'den),131, (Ömer'den); Tirmizi, V, 18, (Abdullah b. Mes'ud'dan); Darimi, II, 402. Abdullah b. Mes'ud'dan)
[45] Buraya kadar: Taberani, Evsat, V, 149, VIII, 308, IX, 12-13.
[46] Bu şekliyle ve tamamen: Taberi, Tefsir, XXV, 125; el-Aduni, Keşfu'l-Hafa, I. 333'te 13ey-haki tarafından Şuabu'l-îman'da rivayet edildiğini belirtmektedir.
[47] Darakutni, I, 269; Muvatta, I, 12; Beyhaki, es-Sünenü'l-Kübra, I, 373; bu rivayetin sü-butu ile ilgili bazı malahazalar için bk. İbn Huzeyme, Sahih, I, 182, 184.
[48] Tirmizi, V, 588; İbn Mace, I, 522; Müsned, III, 221, 268.
[49] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/583-586
[50] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/587
[51] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/587-588
[52] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/588-589
[53] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/589-590
[54] Ebu Davud, IV, 218.
[55] Müsned, V, 340; Taberani, Kebir, VI, 203, 296.
[56] Yayına hazırlayanın belirttiği gibi "ona" anlamındaki ifade bazı nüshalarda yoktur. Uygun olanı bu görünüyor.
[57] el-İsra, 17/44. ayetin sonlarında müellifin adı el-Fadari olarak kayd edilmektedir. Ancak orada kitabın aslının adı: "el-İşrinatu'n-Nebeviyye" olarak geçmektedir. Muhtemelen müellifin isminin doğru sekli orada kaydedildiği gibidir. Kitabın doğru ismi de burada kaydedilen olmalıdır. Ayrıca tercümemizin başına koyduğumuz Kurtubi ve Eşlerine dair çalışmamızın: "Kurıubi'nin Eserleri'" başlığına bakılabilir.
[58] Bu durumda anlam şöyle olur: Onlardan öncekilere gelince, biz onları helak ettik.
[59] Buna göre anlam şöyle olabilir: Ve kendilerinden önce gelip, helak ettiğimiz kimseler mi?
[60] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/590-594
[61] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/594-595
[62] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/595-596
[63] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/596-599
[64] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/598-599
[65] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/599-600
[66] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/600-601
[67] Buna göre anlam şöyle olabilir: Ve kendilerinden önce gelip, helak ettiğimiz kimseler mi?
[68] Deylemi, Firdevs, II, 221 (Ebu Ümame'den); Zehebi, Müzanu'l-İ'tidal, nden Ömer b. Subh'ıın metruk hatta kezzab (çok yalancı) bir ravi olduğunu" belirtmektedir; İbn Adiyy, el-Kamil, V, 25, "Ömer b. Subh'ıın rivayetleri münkerdir" (V, 24).
[69] Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, II, 9, "senedinde meçhul (tanınmayan) raviler bulunduğu' kaydıyla.
[70] Deylemi, Firdevs, III, 299; Miinavi, Feydu'l-Kadir, V, 56, "senedinde meçhul raviler bulunduğu, tbnu'l-Cevzi'nin uydurma oldğunu söylediği" zikredilmektedir.
[72] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/601-603
[73] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/604
[74] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/604-605
[75] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/608