.
Sûrenin Kapsadığı Başlıaa Konular :
Kur'an, Azız Ve Hakim Olan Allah'tan İndirilmiştir
Her Şey İlâhî Kudreti Yansıtmaktadır
Allah'ın Âyetlerini Yalan Sayanların Dört Vasfı
Kur'ân Yalnız Doğru Yolu Gösterir
Allahın Varlığına Ve Birliğine, İnsanın Da En Şerefli Canlı Olduğuna
Delalet Eden Belgeler
Göklerde Ve Yerde Ne Varsa, Hepsi İnsan Oğlunun Emrine Verilmiştir
Küfür Ve Azgınlıkla Sistemli Mücadele Etmek
Kur'ân Kâinat Plânını Açıklamaktadır
Gerçek Hayat Nedir Ve Nasıldır?
Kâinat Tam Dengeli Ve Uyumlu Yaratılmıştır
Kur'ân Her Vesileyle İnsan Aklına Işık Tutar
Âhiret Saadeti Üç Şarta Bağlanmıştır
İnkarcı Sapıkların Varacağı Nokta
el-Hasan, Câbir ve İkrime'ye göre : Tamamı
Mekke'de inmiştir. İbn Ab-bas (R.A.) ve Katade'ye göre : 14. âyeti Medine'de Hz.
Ömer b. Hattab (R.A,) hakkında inmiştir. Mâverdî de aynı rivayete yer vermiştir. Ancak Meh-devî ve Nuhhâs'ın İbn Abbas (R.A.)dan yaptıkları
rivayete göre : 14. âyet Hz. Ömer (R.A.) hakkında
Mekke'de inmiştir. Şöyle ki, Mekke'de bir adam Hz.
Ömer'e karşı ağır bir dil kullanmış ve o da onu yakalayıp haddini bildirmek
istemiş; o sebeple 14. âyet inmiştir.[1]
28. âyetinde, her
ümmetin Cenâb-ı Hakk'ın
adaletinin tecelli edeceği âhiret gününde dizüstü çökeceğinden söz edildiği ve buna delâlet eden «câsiye» kavramına yer verildiği için, aynı kavram sûreye
isim olmuştur.
Âyet sayısı
: . 37
Kelime »
: 488
Harf » ;
2161 [2]
1-Yüce Yaratan'ın varlığına delâlet eden belgelere yer
veriliyor,
2- Allah'ın âyetlerini yalanlayıp büyüklük
taslayanlar tehdit ediliyor.
3- Kâfirlerin yersiz ve anlamsız sataşmalarına
karşılık verilmemesi; gerektiği takdirde affedilmeleri isteniliyor.
4- İsrail oğullan'na verilen nimetler, maddî ve manevî alanlarda yükselmelerini
sağlayan ilâhî lûtuflar hatırlatılıyor ve böylece
nankörlük eden milletlerin eiîm âkibetine
atıflar yapılıyor, misâller veriliyor.
5- Müşriklere
uyulmaması, onların heveslerine göre hareket edilmemesi emrediliyor.
6- Müşriklerin
sergiledikleri sapıklık ve ahlâksızlıkları konu edilerek, onların bir süre
bulundukları sapıklık içinde bırakılmaları tavsiye ediliyor.
7- Müşriklerin,
öldükten sonra dirilmeyi, âhireti ve hesabı, ceza ve
mükâfatı red ve inkâr ettiklerinden söz edilerek
yönlendirici bilgiler veriliyor.
8- Âhiret
âleminin mahşer, hesap,
amel defterlerinin inmesi gibi
önemli safhaları
anlatılıyor.
9- Kötü amelleri açıklanıp yüzlerine vurulduktan sonra müşriklere inecek olan ilâhî azaba dikkatler
çekiliyor.
10-Cenâb-ı Hakk'ın yüceliğinin,
azamet ve kudretinin sınırsızlığından söz edilerek düşünce ufkumuz
genişletiliyor.
1- Hâ- Mîm.
2- Kitab'ın indirilişi, çok üstün, çok güçlü ve hikmet sahibi
Allah'tandır.
3- Şüphesiz ki, göklerde ve yerde imân edenler
için açık belgeler, isbatlayıcı deliller vardır.
4- Sizi
yaratmasında, hayvanları üretip yaymasında, kesin olarak inanan bir millet
için öğütler, açık deliller ve ibretler vardır.
5- Gece ile
gündüzün birbirini izleyip durmasında; Allah'ın gökten
indirip öldükten sonra
onunla dirilttiği yeryüzündeki rızıkta; rüzgârları değiştirip
çevirmesinde, aklını kullanan bir millet için açık belgeler, isbâtla-yioı deliller vardır.
6- İşte
bunlar sana hak ile okuduğumuz Allah'ın
âyetleridir. Artık onlar,
Allah'tan ve âyetlerinden sonra hangi söze inanırlar?
«Hâ-Mim. Kitab'ın
indirilişi, çok üstün, çok güçlü ve hikmet sahibi
Allah'tandır.»
Sûreye çok önemli bir
cümleyle giriş yapılmaktadır. Öyle ki, Kur'ân'ın
insan sözü olmadığı, olamiyacağı ve ancak çok güçlü
çok üstün ve yegâne hikmet sahibi Allah'tan indirilmiş bulunduğu açıklanmakta
ve böylece eserin değerinin, sahibinin kudret ve maharetine delâlet ettiğine
işaret edilmektedir.
Şüphesiz en mükemmel,
en güçlü eser, en güçlü, en uzman ve en çok bilenden beklenebilir. Kur'ân gerek kelime dizisiyle, gerek cümle konumuyla,
gerekse âyetler arasındaki uyumfu düzenlemesiyle
insan üslûp ve anlatım tarzından kesinlikle ayrılır. Az kelimeyle çok mana ve
hüküm ifade etme, insan düşüncesinin ufkunu genişletme, beşer aklına yer verme,
Allah ile kullan arasındaki yolu işler duruma getirme; fizikle fizikötesi arasında
tamamlayıcı ilgiyi kurma; hilkatin nasıl başladığını temel bilgi mahiyetinde
verme; dünya ile âhiretin birbirini tamamlayıp
biriyle diğerinin hikmetinin anlaşılabileceğini belirtme ve kâinatta hemen her
şeyin insandan yana yaratılıp onun hizmetine verildiği gerçeğini ortaya koyma
bakımından da insan kudretini aşan özellik arzetmektedir.
Kur'ân'daki akıcılık, çekicilik her türlü övgünün üstündedir.
Taşıdığı ilâhi nağme ruhları doldurmakta, kalplere şifâ vermektedir. Çünkü O,
Azîz ve Hakîm olan Allah'tan indirilmedir.
«Şüphesiz ki, göklerde
ve yerde
imân edenler için açık belgeler, isbatlayıoı
deliller vardır.»
Kur'ân'ın nasıl bir kitap olduğu, kimin eseri bulunduğu
belirtildikten sonra, bu mükemmel eserin sahibinin varlığına, birliğine delâlet
eden belgeler sıralanıyor:
1- Göklerde
ve yerde, inanma isti'dadı ve basireti; anlama irfan
ve feraseti olanlar için belgeler vardır. Gökler çok sağlam esaslara bağlı kılınıp
düzenlenmiştir. Gerek «Güneş Aiiesisnin, gerekse
diğer sistemlerin hareketleri bütünüyle
kusursuz hesaplara, şaşmayan kanunlara
bağlanmıştır. O nedenle milyon ve milyar yıllar geçtiği
halde kâinat düzeninde bir anormallik, ahenksizlik ve uyumsuzluk
görülememiştir. Plân dışı gelişigüzel hiçbir olay ve hareket söz konusu
olamaz. İlim bu konuda bize bazı bilgiler toplamışsa da henüz yeterli
sayılmamaktadır. Zira kâinat düşündüğümüzden de çok büyüktür ve anladığımızdan
da çok daha kusursuzdur.
Yerküre sadece
insanoğlu için var kılınıp düzenlenmiştir. Buradaki hayat şartlarının tamamını
başka bir gezegen ve yıldızda görmek mümkün değildir. Aynı zamanda başka bir
gezegen veya sistemde insan denilen canlı da yoktur. Rahman Sûresi 10. âyette
bu incelik net biçimde açıklanmaktadır. Bu doğrultuda ilim yapanların çoğu
henüz birtakım varsayımlarla oyalanmaktadırlar. Oysa Kur'ân
ilme ışık tutan, akla ana fikir veren en doğru kitaptır. İlmin henüz tesbit edip gün ışığına çıkardığı birtakım gerçekleri Kur'ân on dört asır önce açık şekilde ortaya koymuş ve
temel bilgiler vermiştir.
2- Sizi yaratmasında, hayvanları üretip
yaymasında, kesin olarak inanan
bir millet için öğütler, açık deliller ve ibretler vardır.
Bu belgelerden
birkaçını sıralayalım :
a) Vücudumuzun yapı taşı sayılan küçücük
hücrelerin yapısı aynı olmakla beraber, yaptıkları işler, yüklendikleri
programlar değişiktir. Hücrelerdeki canlılık vasfı ise, ilâhî hilkat kanununun
her şeyde sâri ve câri olduğunu isbatlar.
b) İnsan beyninin kabuğu da bir mu'cizedir. «İnsan tekâmül edip gelişen bir hayvandır»
diyenler hep aldanmışlardır. Her canlı, türünün özelliğine bağlı kalarak doğar
ve yaşar. Türden türe geçiş yoktur. Nitekim Duhân Sûresi 40. âyetin tefsirinde bunu isbatlar
anlamda, ilim adamlarının yaptıkları tesbiti
nakletmiş bulunuyoruz.
Önce insanın beyin
kabuğuna dikkat edildiği zaman, hiçbir hayvanın beyin kabuğuna benzemediği
görülür. Şüphesiz bir canlının üstünlüğü, daha çok beyin kabuğunun
mükemmelliğine bağlıdır. Bu da ancak insanda
görülebilmektedir.
İşte Cenâb-ı Hak hilkat kanunuyla insanı birtakım özelliklerle
donatıp diğer canlılardan-kesin ve net çizgileriyle ayırmış;
herhangi bir hayvanın tekâmül ederek bu çizgiye gelmediğini, gelemiyeceğini ortaya koymuştur.
3- Gece ile
gündüzün birbirini izlemesi de akıl sahiplerine ilâhî kudretin eşsizliğini yansıtan belgelerden biridir.
Gece ile gündüzün
biteviye birbirini takip etmesi, dünyanın düzenli iki ayrı hareketini isbatlamaktadir. Dünya yaratıldı yaratılalı, onun bu jki ayrı hareketi fire vermeden sürüp gelmektedir ve
kıyamete kadar da devam edecektir. Yerçekim ve
merkezkaç kanunlarının bu hareketleri üzerindeki rolü söz konusudur.
4-.Allah'ın
gökten indirip, öldükten sonra onunla dirilttiği yeryüzündeki rızıkta da..... aklını kullanan bir millet için acık
belgeler, isbatlayıcı
deliller vardır.
Yeryüzünde canlıların
su dengesini ve ihtiyacını karşılayan denizler, göller ve ırmaklar belli
hesaplara göre var kılınmışlardır. Yağmur olayı ancak bunlarla
karşılanabilmektedir. O bakımdan sözü edilen kaynaklar, mevcut olandan daha az
veya daha fazla olsaydı bu denge bozulurdu.
Şüphesiz sağlanan
yağmur dengesi toprağın kabarması, tohum ve kökleri harekete geçirmesi;
bitkilerin oluşup gelişme kanunuyla içiçedir.
Tabiatçılar, yeryüzünde meydana gelen ve bir devridaim halinde devam eden
olayların zahirî sebeplerini ve bağlı bulundukları kanunları izaha çalışırlar;
ama sebep ve kanunların nasıl bir plân ve programa göre yürütüldüğünü,
programlayanın kim olduğunu düşünmezler. Oysa ortada mutlak anlamda kusursuz
bir düzenleme ve sürüp gelen ölçülü bir uygulama vardır. Bunun tesadüflerin biraraya gelmesiyle oluştuğunu söylemek, kâinatı bütünüyle
kör tesadüfe bağlamak demektir.
Toprak, su, hava,
güneş, tohum veya kökün biraraya gelmesi yeni bir
hayat oluşturmaktadır. Tohum ve kök, aynı zamanda spor, bitkinin özelliklerini
kendinde taşır. İlmî araştırmalar bu düzenli ve değişmez kanunları ve
sebepleri tesbit ediyor, ama bunun nasıi başladığını, daha doğrusu ilk menşeini, kâinat
plânında nasıl yer aldığını ve nasıl bir kudretin tasarruf ve denetimi altında
bulunduğunu araştırmıyor ve o yüzden bu konuda sağlıklı ve doğru bir bilgi
üretemiyor.
Bitkilerdeki hayata
dönme olayı ne ise, insanların da kıyamet gününde yeniden hayata dönmesi onun'
gibi bir olaydır. Önceden çizilmiş bir plânın uygulanan parçalarından biridir.
İnsanın kuyruk sokumundaki bilyamsi küçücük kemik,
bir bakıma tohuma benzemektedir; öyleki bu kemik insanın
bütün özelliklerini kendinde taşımaktadır. Ancak tohumla onun arasındaki fark,
tohum yanıp kül olunca veya parçalanıp çürüyünce yeniden yeşerme fonksiyonunu
kaybediyor, sözü edilen kemik ise, ruhla arasındaki manevî ve kopmaz irtibat
sayesinde, çürüse de, yanıp kül olsa da o özelliklerini kaybetmiyor.
Şüphesiz bu olayı,
mevcut fiziksel kanunlarla anlamak veya çözmek mümkün değildir. Zira ruhla o
kemik arasındaki ilgi, fizikötesi bir olaydır.
5-
Rüzgârları değiştirip çevirmesinde de
aklını kullanan bir millet
için açık belgeler, isbatlayıcı deliller vardır.
Rüzgâr, bilindiği
gibi, atmosferin hareketidir. Bu hareketlere yer ve hava sıcaklığındaki
değişmeler sebep olmaktadır. Sıcaklık farkları yüksek ve alçak basınç
alanlarının doğmasına yol açar. İki bölge arasında basınç farkı meydana gelince
hava yüksek basınç bölgesinden alçak basınç bölgesine doğru akar.
Anlaşıldığı1 gibi,
atmosferin hareketi belli sebep ve şartların oluşmasına bağlanarak
sağlanmıştır. Şüphesiz bütün bu olay ve oluşumlar, çok sağlam ve dengeli bir
plâna göre yürütülmektedir. Bizler aneak zahiri sebepleri
tesbit edebiliyoruz, onların gerisindeki ilâhî plânı
ve görevli melekleri göremiyoruz.
Kur'ân-ı Kerîm, bütün bu tabiat olayları üzerinde iyice
düşünmemizi emretmekte ve aklımızı harekete geçirmek için birtakım ip uçları
vermektedir. Öyle ki, her olay, mevcut düzenin bir parçasını, kurulu sağlam
dengenin açık belirtisini yansıtmakta ve o denge ile düzeni sapasağlam ayakta
tutan Yüce Kudrete yönelmemizi ilham etmektedir.
Nitekim altıncı âyetle
bu inceliğe değinilerek düşünce ufkumuz genişletilmekte ve aklımızla imânımızı
birleştirmemiz istenmektedir : «İşte bunlar,, sana hak ile okuduğumuz Allah'ın
âyetleridir. Artrk onlar, Allah'tan ve âyetlerinden
sonra hangi söze inanırlar?»
Yukarıdaki âyetlerle, Kur'ân'ın çok güçlü, çok üstün ve yegâne hikmet sahibi
Allah katından indirildiği belirtilerek, eserin mükemmeliğine
ve kusursuzluğuna dikkat çekildi. Sonra da o çok üstün, çok hikmet sahibi Allah'ın
varlığına ve birliğine delâlet eden belgeler anılarak insan aklına ışık
tutuldu, malzeme verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
bu gerçekleri görmeyen ve ilâhî âyetleri akıl ve insaf kulağıyla dinlemeyip
arkasını çeviren, büyüklük taslayıp küstahlık eden inkarcılar için murdar bir
azabın hazırlandığı haber veriliyor ve böylece onların duygu ve düşünceleri
harekete geçirilmek isteniyor,
7- Çok yalan
söyleyip iftira atan her günahkârın vay hâline!
8-Allah'ın
âyetleri kendisine karşı okununca dinler ve hemen sonra büyüklük taslayarak
sanki hiç işitmemiş gibi ısrar edip durur. Artık onu elem verici bir azap île
müjdele.
9-
Âyetlerimizden bir şey anlayıp öğrenince onu alay konusu edinir. İşte bunlar
için horlayıcı, alçaltıcı, aşağılayıcı bir azap vardır.
10- Ve
önlerinde de Cehennem vardır. Kazandıkları hiçbir şey ve Allah'ı bırakıp
edindikleri dostlar fayda vermez, (azabı geri çevirmez). Onlar için büyük bîr
azap vardır.
11-
İşte bu (Kur'ân), soğru
yolu gösterendir. Rablarının âyetlerini inkar edenlere gelince : Onlara
da pek fena-murdar elemli bir azap hazırlanmıştır
İbn Ömer (R.A.) diyor ki : «Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz düşman saldırısına uğrar endişesiyle, Kur'ân-ı
Kerîm ile düşman ülkesine seyahat yapılmasını men'etmiştir.»[3]
«Cok
yalan söyleyip iftira atan her günahkârın vay hâline!»
Ruha, akla, düşünce ve
duyguya hitap eden ilâhı âyetlere iltifat et-miyen,
üstelik onları hafife alıp arkasını döndüren inkarcı sapıkların dört kötü vasfı
üzerinde durularak mü'minlere aydınlatıcı bilgi
verilmektedir. Şöyle ki :
1- Cok yalancı ve iftiracıdırlar.
2- Günah
işlemekte bir sakınca görmez ve buna devam ederler.
3- İlâhî
âyetleri dinleyip onlardaki hüküm
ve beyânları gururlarına yediremezler ve
o yüzden büyüklük taslayarak arkalarını döndürürler.
4-
Âyetlerden bir şeyler duyup öğrenince de onu alay konusu edinirler.
Yalan ve iftira, daha
çok küfrün gereği, inançsızlığın ve şüpheciliğin değişmeyen karakteridir. Aynı
zamanda bâtıldan yana amaca ulaşmanın ve bunun için her şeyi mubah saymanın
tabii neticesidir.
Allah'ın âyetleri,
nefsin bu gibi aşırılık ve ölçüsüzlüklerine engel koyduğu için inkarcı devamlı
haktan tiksinir ve nefret duyar. Haktan yana gelen kıvılcımın kalp ve
kafasında doğurduğu tesiri gidermek için büyüklük taslar ve arkasını döndürmek
suretiyle rahatlamak ister. Hakkı yansıtan âyet okununca, işi alaya alıp
küstahlık yapar.
Kur'ân, yedi ve sekizinci âyetlerle inkarcı maddecinin
karakter yapısının genel çizgilerini açıklayarak, hemen her çağda bu gibilerin
sahnede yer alacaklarına işarette bulunuyor ve mü'minlerin
ona göre tedbirli
olmalarını istiyor,_
İşte kendilerini
küfrün bu çizgisine getirenleri, dönüş yapmadıkları takdirde, cehennem pusu
kurup beklemektedir. Zira inkâr düzeyinde işlediği hiçbir iş ve amelinin Aliah yanında bir değeri yoktur.
«İşte bu (Kur'ân), doğru yolu gösterendir.»
Kur'ân-ı Kerîm, naklettiği kıssalarla hem tarihin karanlık
yanlarını aydınlatmakta, hem de sosyologlara en doğru bilgiyi vermektedir.
Ancak Kur'ân, olayları ibretli safhalanyla
anlatırken onların tarihi üzerinde durmaz, neden ve niçinine
neşter vurarak yönlendirici misaller verir.
Bunun gibi, Kur'ân ilmî konuların detayına inmez; ilim adamına hareket
noktasını belirliyerek temel bilgi verir. Böylece
ilâhî olduğunu her vesileyle isbât eder.
Kur'ân, «hukuk sistemini» adalet, ahlâk, fazilet ve uhrevî
müeyyidelerle birleştirip maddî müeyyidelerle kuvvetlendirir. Böylece hukukî
uygulamanın asıl amacını belirler.
O bakımdan Kur'ân çok yönlü kutsal bir kitaptır. Onu, ilim ve insaf
gözüyle inceleme zahmetine katlanan gerçekçi ilim adamları anlayıp takdir
eder.
Yukarıdaki âyetlerle,
ilâhî âyetlere kayıtsız kalıp inkâr fırtınasına yakalanan maddecilerin
birtakım vasıfları ve karakter çizgileri üzerinde duruldu ve yönlendirici
açıklamalar yapıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
insan denilen varlığın ne kadar mükerrem yaratıldığına
işaret edilerek, başta deniz nimeti olmak üzere, göklerde ve yerde olan
şeylerin onun hizmetine sevkedildiği açıklanıyor ve
bu kadar geniş lütuf karşısında, inkarcı sapıklar insaf ve iz'ana
çağrılıyor. Sonra da herkesin kendi lehine veya aleyhine bir gelecek
hazırlandığı belirtilerek, Allah'ın kimselerin ibâdetine muhtaç olmadığına
işaret ediliyor.
12- O Allah ki, buyruğu gereği, gemiler yüzüp yol
alsın; geniş lût-funu, bol
ihsanını arayasımz ve şükredesiniz diye denize başeğdirip emrinize vermiştir.
13- Göklerde
ve yerde ne varsa, hepsini kendi tarafından sizin emrinize vermiştir. Şüphesiz
ki, bunda iyice düşünen bir millet için acık belgeler vardır.
14- İmân
edenlere deki : Allah'ın her milleti, işleyip elde ettikleriyle cezalandıracağı
günlerin (geleceğim) ümit etmeyenleri bağışlasınlar.
15- Kim
iyi-yararlı amelde bulunursa kendi lehinedir. Kim de kötülük işlerse kendi
aleyhinedir. Sonra da (hepiniz) Rabbınıza
döndürüleceksiniz.
«Kim Allah'a faizsiz
güzel bir ödüne verirse.,»[4]
mealindeki âyet indiğinde, Fihnas veya Fahnas adında bir Yahudi, «Muhammed'in Rabbı
muhtaç duruma düşmüştür» diyerek âyeti kendine göre yorumlamış ve bir bakıma
alay konusu edinmişti. Onun bu sözünü duyan Ömer b. Hattab
(R.A.), fazlasıyla hiddete gelmiş ve onu öldürmek üzere kılıcını alıp dışarı
fırlamıştı. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Hz. Ömer'in (R.A.) ne yapmak istediğini anladığından, onu
geri çağırmıştı. Gelince, Hz. Peygamber ona : «Ya Ömer! kılıcını bırak» buyurmuştu. Bunun üzerine Hz. Ömer (R.A.) : «Ya Resûlel-lah! çok doğru
buyurdunuz. Sizin hak paygamber olduğunuza bir defa
daha şehadet ederim. Çünkü Cenâb-ı
Hak şöyle buyurmaktadır : «İman edenlere de ki: Allah'ın her milleti, işleyip
elde ettikleriyle cezalandıracağı günlerin (geleceğini) ümit etmiyenleri bağışlasınlar.»[5]
«O Allah ki, buyruğu
gereği, gemiler yüzüp yol alsın; geniş lûtfunu, bol
ihsanını mayasınız ve şükredesiniz diye denize baş eğdirip emrinize
vermiştir..»
Bu, cisimlerin su
üzerinde yüzme prensibine işarettir. İlk mucidinin (M.Ö. 287-212) Arşimet
olduğu kabul edilirse de, ondan asırlarca önce Hz.
Nuh'a bu bilginin verildiğini ve dünyada ilk büyük çapta ve dengede gemi
yapanın o olduğunu hem Kur'ân, hem de Tevrat
açıklamaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm birkaç yerde farklı cümlelerle bu kanuna
dikkatleri çekerek ana fikir vermekte ve yüzmekte olan cisimle su arasındaki
fiziksel kanuna işaret etmektedir.
Şüphesiz suyun belirtilen
özellikte yaratılması büyük bir nimettir ve münhasıran insandan yanadır. Sonra
da denizin iki önemli yararına değinilerek mü'minler
aydınlatılmakta ve dikkatlerini oeniz nimetleri
üzerinde toplamalarına atıf yapılmaktadır.-
1- Deniz
ticareti ve taşımacılığı,
2- Cenab-ı Hakk'ın denizlerde vücuda getirdiği geniş ve bol nimetler..
Böylece Kur'ân, hem gemilerin su üzerinde yüzmesiyle ilgili
fiziksel kanuna, hem de denizdeki besin kaynaklarına ve diğer nimetlere atıfta
bulunarak mü'minlerin geniş çapta denizlere sahip
olmalarını ilham etmektedir. Ayrıca bu düzenlemeyi, Allah'ın varlığına,
birliğine ve insanın en şerefli canlı olduğuna delil göstermektedir.
«Göklerde ve yerde ne
varsa, hepsini kendi tarafından sizin emrinize vermiştir..»
Bu âyet, kâinatın
insan için, insanın da Allah'a ibâdet ve şükürde bulunması için yaratıldığını
hikmet ve felsefesiyle belirtmektedir. Gerçekten varlık âlemine baktığımızda
her şeyin insan için yaratılıp onun hizmetine verildiğini görmekteyiz. O halde
insan denilen varlık varsa, kâinatın anlamı, hikmeti ve değeri vardır; o
yoksa, kâinat anlamsız ve hikmetsiz kalır. O bakımdan insan türünün dünyada
yaşama süresi sona erince, yani ruhlar alemindeki en son insan ruhu da gelip
yeryüzüne inince, mevcut düzenin anlam ve hikmeti de sona ermiş olur ve o
bakımdan bozulması gerekir. İşte kıyametin bir bakıma anlamı budur. Sonra
insan asıl amaç olan ikinci hayata kaldırılacağı için, bozulan düzenin yerine
kalıcı yeni bir düzenin kurulması gerçeği ortaya çıkıyor.
Sonuç olarak kâinat
bir saat gibidir. Her parçası diğerleriyle birleşip bütünleşerek çalışmakta ve
varlığını sürdürmektedir. Parçalardan birinin bozulması, diğerlerine de olumsuz
yönde tesir eder. O bakımdan kıyamet olayının, önemli bir sistemin bozulmasıyla
başlayacağı söz konusu olabilir.
«İmân edenlere de ki :
Allah'ın her milleti, işleyip elde ettikleriyle cezalandıracağı günlerin
(geleceğini) ümit etmeyenleri bağışlasınlar..»
İslâm, insan oğlunun
hayat yolunu çizen, onun umutsuzluğunu gideren, önünü aydınlatıp hem ruhuna,
hem de bedenine yönelip denge kurmasını sağlayan; iki hayatın amaç ve hikmetini
öğreten ve yaratan ile yaratılan arasındc en sağlam
ve köklü İrtibat kuran son dindir.
O, insana bu\açıdan
bakıp yaklaşırken, günün şartlarını, imkânlarını göz önünde bulundurmayı ve
öylece seviyeli, sistemli ve kademeli bir metotla tebliğ ve irşadı eğitim ve
öğretim düzeyinde sürdürmeyi emreder.
Nitekim bu metodu en
iyi bilen Resûlüllah (A.S.) Efendimiz on üç yıl-lik Mekke döneminde saldırgan inkarcı zorbalara karşı
silahlı bir mücadeleye kesinlikle kapı
açmamış; kâfirleri insaf ve iz'ana davet ederken onların
saldırı ve sataşmalarını müsamaha ile karşılamıştır. Şüphesiz ki 14. âyet
İslâm'ın uygulamada izlediği bu yolu açıklamaktadır.
«Kim iyi-yararlı
amelde bulunursa kendi lehinedir..»
İyilik ve kötülük
kavramları nisbî ve izafîdir. İnsan hayatını dengede,
meşru sınırlar içinde tutmaya yönelik ilâhî düzenlemenin bir uzantısıdır. Hayat
kanunları, diğer bir anlatımla, sünnettullah bu
düzenlemeyi korur ve yaşatır. Bilerek, inanarak uyanlar iki hayatta da mutlu
olurlar; uymayanlar kendi aleyhlerine bir sonuç hazırlama haksızlığında
bulunurlar. Ama unutmamak gerekir ki, sünnetullah'a
uyanların da, uymayanların da sonunda dönüşleri Allah'adır.
Yukarıdaki âyetlerle,
göklerde ve yerde olan her şeyin insan için yaratıldığı açıklanarak, onun
Allah yanındaki yerine ve önemine işarette bulunuldu ve bu arada denizlerin
taşıdığı kaynaklara dikkatler çekildi. Sonra da iyilik ve kötülüğün nisbî ve izafî olduğuna değinilerek, sünnetullahın
şaşmadan hedefine ilerlediği dolaylı şekilde hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
İsrail oğulları'na, başta Tevrat olmak üzere birçok yüksek nimetlerin
verildiği; fakat, son peygamber hakkındaki bilgi kendilerine ulaşınca ihtilâfa
düştükleri, ilâhî sınırları aştıkları konu ediliyor. Hz.
Muhammed'in (A.S.) ve Onun izinde olan ilim adamlarının, gerçeği bilmeyen
sapıkların heveslerine uymamaları tenbih edilerek,
İsrail oğulları'nın düştüğü bataklığa düşmekten sakınmaları emrediliyor. Sonra
da Kur'ân'ın üç ana vasfına yer veriliyor.
16- And olsun ki, İsrail oğulları'na kitap, hüküm ve
peygamberlik verdik; onları iyi-temiz şeylerle rızıklandırdık
ve onları (o çağda yaşayan mevcut) milletlerden üstün kıldık.
17 -Onlara
(din ve dünya) işinde açık belgeler; deliller verdik. Kendilerine ancak ilim
(son Kitap ve son Peygamber) geldikten sonra aralarındaki haklara tecâvüz ve
ihtirastan dolayı görüş ayrılığına düştüler. Şüphesiz ki, Rabbın,
görüş ayrılığına düştükleri hususlar hakkında Kıyamet günü aralarında
hükmedecektir.
18- Sonra da
(din ve dünya) işlerinde seni ayrı bir şeriat üzere görevlendirdik. Artık sen
o şeriata uy; bilmeyenlerin heveslerine uyma!.
19-
Çünkü onlar elbette Allah'a karşı seni
koruyup (gelecek azaptan) kurtaramazlar. Şüphesiz ki zâlimler
birbirinin dostu ve sahibidirler. Allah ise korkup (inkâr ve azgınlıktan, şer
ve fesattan) sakınanların dostu ve sahibidir.
20- Bu kitap,
insanlar için gönül gözleri; kesinlikle inanan bir mif-let için doğru yolu gösteren bir rehber ve bir rahmettir.
«And
olsun ki, İsrail oğulla-rı'na kitap, hüküm ve
peygamberlik verdik..»
Kur'ân, duyguya, düşünceye, akla ve irfana seslenip uyarıcı
ve yönlendirici malzeme vermekle beraber, inkarcı maddecilerin, muhteris kitap
ehlinin çoğu hislerine ve ön yargılarına mağlup olup küfürde ve haksızlıkta
inatla ısrar etmişlerdir ve hâlen de ısrar etmektedirler. Kitap Ehli olan
Yahudilerin çoğu Tevrat'ın haber vermesine rağmen, son peygamber Hz. Muhammed (A.S.) risalet
göreviyle sahneye çıkınca, ihtiraslarına yenik düşüp bu acık belge ve bilgi
üzerinde ayrılığa düştüler ve Tevrat'daki belgeleri
yanlış bir yorumla hedefinden saptırdılar. Onlar, daha önceleri de Tevrat'ın
bazı hükümlerini değiştirmek suretiyle birtakım ihtilâflara yol açmışlardı. O
bakımdan son peygamberi red ve inkârda bir sakınca
görmediler. Kendilerini üstün görüp başka kavimden gönderilen peygambere uymayı
gururlarına yediremedüer.
Böylece Cenâb-ı Hak, Yahudi milletinin kin ve ihtirasını yansıtarak
Hz, Muhammed'in (A.S.) üzülmemesini tavsiye etmekte
ve hakkın mutlaka başarılı olacağını, inkarcı ve ihtilâfçıların da âhirette hesap vereceklerini haber vermektedir.
«Sonra da (din ve dünya) işlerinde seni ayrı
bir şeriat üzere görevlendirdik. Artık sen o şeriata uy; bilmeyenlerin
heveslerine uyma.»
Şeriat, sözlükte «Açık
yol» anlamına gelir. Dinî terim olarak : Allah'ın peygamber vasıtasıyla
kullarına tebliğini emrettiği din ve dünya işlerini düzenleyen ilâhî sistem demektir.
Bu sistem, sosyal yapıyı, gelişen kültürü ve ilmi hedef alarak belirlenir. O
bakımdan esasta bütün dinler birleşirsede, hayat
düzeniyle ilgili hükümlerde birbirinden ayrılırlar. Musa Peygam-ber'in (A.S.) şeriatı, İsrail oğulları'nın sosyal yapısını,
bilgi ve kültürünü hedef alarak inmiştir. Hz.
Muhammed'in (A.S.) şeriatı, bütün milletlerin, ülkelerin sosyal ve kültürel
yapılarını, ortaya çıkacak medeniyetlerini ve gelişmeye devam edecek
ilimlerini hedef alarak indirilmiştir. O bakımdan kendisinden önceki şeriâtleri yürürlükten kaldırmış ve Allah'ın insanlara son
mesajı olarak kıyamete kadar devam edeceğini ilân etmiştir.
Ancak Kur'ân'da «şeriat» kavramının, tarifini yaptığımız manadan
başka, dinlerin birleştiği «esaslar» hakkında kullanıldığını da görmekteyiz ki
bu, bir istisna teşkil etmekte ve ilk yapılan tarifi değiştirmemektedir.[6]
İbn Abbas (R.A.) ise,
yukarıdaki tarif doğrultusunda «şeriat» kavramını, Kitap ve Sünnet'te vârid olan hükümler olarak yorumlamıştır.
Şeriâtlerin farklı olması, dinlerdeki tekâmülün başlıca belirtisi
kabul edilir. Dinler İslâmiyetle noktalanıp tekâmülün
zirvesine yükselmiş bulunduğundan, artık yeni bir şeriatın, yani ilâhî
hükümlerin indirilmesi söz konusu değildir. O bakımdan her aklı erer\ mü'minin son dini koruması, yanlış ve kasıtlı
yorumlardan uzak tutması bir vecîbedir.
Bu gerçeği
bilmeyenlerin arzu ve heveslerine uyup İslâmiyeti,
insan zekâsının ürünü olan başka sistemlere uydurmaya kalkışmak, günahların en
büyüğü, haddini bilmezliğin en kötüsü, ilâhî sistemi hafife almanın en Çirkin
oyunudur. Zira din bir bütündür, ya tümüne uyulup
kabul edilir, ya da tümü reddedilir. Bazı hükümlerine
inanıp bazısına inanmamak veya amel edilmeye değer bulmamak küfürdür.
Modernistlere yaranmak, yabancı kültür istilasına uğramış ve öz değerlerinden
kopmuş taklitçileri memnun etmek için din adına taviz verenler, bilmelidirler
ki : Bu davranış ve düşünceleriyle İslâm'a ve Kur'ân'a
ters düşmektedirler ve yaranmak istedikleri kimselerin de onları Allah'ın azabından
kurtarmaya güçleri yetmiyecektir.
«Bu kitap insanlar
için gönül gözleri; kesinlikle inanan bir millet için doğru yolu gösteren bir
rehber ve bir rahmettir.»
Kur'ân-ı Kerîm, her yönüyle kâinat plânını ve insan oğlunun
bu plândaki yerini ve görevini, yaratılışının hikmetini, hayat ve ölümün
anlamını açıklamaktadır. Kendilerini Kur'ân
ölçülerinin dışında tutanlara gelince : Onlar plândaki yerlerinden kopup niçin
yaratıldıklarının hikmetinden habersiz bir halde sadece fiziksel yapılarını ve
zekâlarını geliştirme ihtiyacını duyarlar ve ömürlerini böylesine dengesiz bir
bava içinde tüketerek ruhlarını, kalplerini manevî gıdadan yoksun bırakırlar.
Oysa her şey insan için, insan da Allah'a ibâdet için yaratılmıştır. İlgili
yirminci âyetle Kur'ân'ın belirttiğimiz özelliğine
değinilerek Onun üç ana vasfı açıklanmaktadır :
1- Basâir.
Basâir, «basiret»in çoğuludur. Bu kavram daha cok kalp gözü hakkında kullanılır.
Şüphesiz ki Kur'ân, bütünüyle en doğru yolu, en iyi ve güzel ameli, en
yüksek ahlâkı, en âdil ölçüyü gösterir. Bu hususta insan kalbini ve kafasını
hakikate açıp ışık tuttuğu; ona malzeme verip belge ve delilleri sıraladığı
için insandan yana da gönül gözü hüviyetindedir.
2- Hüdâ.
Bu, doğru yolu
gösterme, iyiye irşad etme anlamına masdar olup «sapıklığın» karşıtıdır. Böylece Kur'ân her yanıyla doğru yolun rehberi, iyiliğe irşadın
değişmeyen kılavuzudur. O bakımdan Kur'ân hidâyetin
tâ kendisi sayılmış ve artık Ondan başka hidâyet rehberi söz konusu olamıyacağı kesinlik kazanmıştır.
3- Rahmet,
Kur'ân'ın rahmet olması, ilâhî rahmeti hikmet ve anlamıyla
yansıttığından kaynaklanmaktadır. Kur'ân'ın her iki
hayatımızla ilgili mutluluk va'de-den beyânları ise,
insana ayrı bir rahmet, huzur ve güven kapısı açmakta ve ümitsizliğini bütünüyle
gidermektedir.
Ne var ki, Kur'ân'ı, sözü edilen bu üç özelliğiyle anlayıp, Onun
saadet va'deden havasına girebilmek için şüpheden
uzak bir imân ve gönül ya-tışkanlığına
ihtiyaç vardır. Şöyle ki : Bu konuda düşünce ve ilim imânla birleşip
bütünleşmelidir. Nitekim bu hususta 19. âyetin son kısmı bize ışık tutmakta ve
Allah'a dost olmanın, her yönüyle Kitap ve Sünnet'e sıkı bağlı kalmakla
gerçekleşeceğine işaret etmektedir.
Kişiler kendi bilgi ve
kültürlerine; zekâ ve anlayışlarına; inanç ve ideallerine göre, hayatı tarif
ederler. Konuya dış kabuğu itibariyle bakanlara göre, hayat, doğup büyümek,
gelişip yok olmaktır. Hiçbir amaç ve hikmeti yoktur. O bakımdan insan yaşama
süresince en iyi şekilde beslenip bütün arzularını en iyi şekilde
gerçekleştirmelidir ve .asıl mutlu olaniar da bu imkânı
elde edenlerdir. Şüphesiz bu tarîf, belki insandan başka canlılar için geçerli
sayılabilir. Ama insan için asla... Çünkü diğer canlılar da dahil her şeyin
insan için yaratıldığı kesindir. Ya insan niçin
yaratılmıştır? O, ne başka canlıları memnun etmek için, ne de kendisini zahirî
alanda tatmin etmek için yaratılmıştır. O, en yüce kudretin halîfesi olarak
yeryüzüne getirilmiştir. İşte onun hayatının hikmet ve felsefesi budur.
O halde-insan kendi
yerini, hilkatinin hikmetini, görevinin sınırını, yüklendiği emanetin
ağırlığını, yükseldiği üstün derecenin anlamını bildiği ve anladığı nisbette, hayatı
kavrama bahtiyarlığına erişebilir.
Yukarıdaki âyetlerle, İsrail
oğullan'nin son din hakkındaki tutumları ve onları
âsi durumuna getiren ihtirasları konu edildi. Arkasından, Müslümanların din
adına taviz vermemeleri tenbîh edilerek, İsrail oğullan'nın yanlış tutumundan ibret almaları istendi. Sonra
da doğru yolu gösteren Kur'ân'ın üç özelliği üzerinde
durularak yeterli bilgi verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
kâinatın mutlak anlamda hak üzere yaratıldığı hatırlatılarak kötülük
işleyenlerin iyilik işleyenlerle bir tutulmayacağı ve bunlar arasında hak
ölçüsüne göre hüküm verileceği belirtiliyor. Kalbini ve kafasını hakikate
karşı kapalı tutan kimsenin hidâyet çizgisinden uzaklaştığına değinilerek, bu
durumda öylesinin doğru yolu bulup seçmesinin çok zor ve belki bazı durumlarda
imkânsız olduğuna işaret ediliyor. Sonra da ikinci hayata inanmayan inkarcı
maddeciler üzerinde durularak, bilgi veriliyor.
21-Yoksa o
kötülükleri işleyip duranları; imân edip iyi-yararlı amellerde bulunanlar gibi
mi yapacağımızı, hayatlarını, ölümlerini bir mi tutacağımızı sanıyorlar? Ne
kötü hüküm veriyorlar!
22- Allah,
gökleri ve yeri hak ile yarattı. Herkes kazanıp elde ettiğinin karşılığını
görsün diye (onları Dünya'ya getirdi). Onlar (amellerinin karşılığı verilirken)
hiç de haksızlığa uğratılmazlar.
23-Kendi
hevesini ilâh edinen; Allah'ın (durumunu) bildiği için saptırdığı, kulağını ve
kalbini mühürlediği; gözünün üstüne bir perde gerdiği kimseye ne dersin?
Allah'tan sonra kim onu doğru yola çıkarabilir? Artık iyice düşünmez misiniz?
24- Onlar
dediler ki : «Bizim
ancak dünya hayatımızdır; ölürüz
ve yaşarız. Bizi ancak zaman (aşındırıp) yok eder.» Onların bu hususta bir
bilgisi yoktur; onlar sadece öyle sanırlar.
25- Âyetlerimiz
onlara karşı açık-seçik okununca, ileri
sürdükleri tek delilleri şöyle demeleri olur: «Eğer doğrulardan iseniz
haydi babalarımızı (geri) getirin.»
26- De ki :
Allah sizi diriltir, sonra öldürür, sonra da (vuku'unda) hiç şüphe olmayan
Kıyamet günü sizi (diriltip) biraraya toplar. Ne var
ki, insanların çoğu bilmezler.
«Diken ağacından üzüm
elde edilemiyeceği gibi, ilâhî sınırları aşan
ahlâksız sapıklar da İyilerin makam ve derecelerine erişemezler.»[7]
Kudsî Hadîs / Cenâb-i Hak buyurdu
:
«Ademoğlu bana eziyet
edip zamana sövüp sayar; oysa ben zamanım (onu, insanların yaşamasına hazırlayıp
veren benim). İş ve durum benim elimdedir. Gece ile gündüzü (düzenli) evirip
çeviren de benim.»[8]
«Sizden birinizin arzu
ve hevesi, benim getirdiğim (ilâhî nizama) uymadıkça imân etmiş olmaz.» [9]
«Gökkubbe
altında Allah'ın en çok buğzettiğl ilâh, tapılan arzu
ve hevestir.»[10]
«Zeki ve akıllı o
kimsedir ki, nefsini hesaba tabî' tutup ölümünden sonraki hayat için çalışır.
Âciz o kimsedir ki, kendini hevesinin peşine takıp (amelsiz, ibâdetsiz)
Allah'tan birtakım temennilerde bulunarak kuruntular kurar.»[11]
«Üç şey kurtarıcı, üç
şey de yok edicidir. Yok edici üç şey : Peşine takılıp uyulan ihtiras ve
cimrilik; tabi olunan heves ve kişinin kendini be-ğenmesidir.
Kurtarıcı olan üç şey : Gizli ve açık hallerde Allah'tan saygı ile korkmak,
zenginlik ve fakirlik günlerinde aşırı gitmeyip itidali korumak; hoşnutluk ve
öfkeli anlarda adaleti gözetmektir.» [12]
«Allah, gökleri ve
yeri hak ile yarattı..»
İslâmî sistemin uyulacak en son, en metekâmil
hayat düzeni olduğu açıklandıktan sonra, kâinatın hak üzere yaratıldığı
belirtilerek insan aklına ışık tutulmakta ve ön fikir verilmektedir. Şöyle ki :
Allah'ın kudret
elinden çıkan her şey mükemmel ve kusursuzdur. Gökleri ve yeri nasıl denge ve
düzende tutmuş; her şeyi harekete sokarken nasıl en ince hesaplara ve şaşmayan
esaslara göre yörüngeler meydana getirmiş ve böylesine bir kuruluşta en küçük
bir sapmanın söz konusu ola-mıyacağını açıklamışsa, Hz. Muhammed'e (A.S.) indirdiği din ve kitabı da öylece ve
hatadan uzak tutmuş; insanın hılkatına uygun her iki
hayatla ilgili hükümleri ve esasları eskimekten, özelliğini kaybetmekten
korumuştur.
Konuya bu açıdan bakıp
bir değerlendirmede bulunduğumuzda, göreceğiz ki, asıl uyumsuzluk, dengesizlik
ve düzensizlik insanın kendisinden kaynaklanmaktadır.
İlâhî vahye dayanarak Resûlüliah'ın (A.S.) yaptığı kalıcı inkılabı ve kurduğu
gerçek medeniyeti hangi millet veya lider kurabilmiştir. Ondan başka yapılan
bütün inkılaplar ve kurulan birçok medeniyetler, kurucularının ölümüyle
yıkılmaya ve çok geçmeden silinmeye mahkûm olmamış
mıdır? Günümüzdeki ilmî buluşlar, teknolojideki başarılar, dinî ahlâktan, âhiret kavramından uzak tutulduğu için insanlığa huzur ve
güven getirebilmiş midir?
Görülüyor ki, ilim ve
teknik hak din ve onun getirdiği köklü imândan kopuk kalınca, huzur ve güven
havası estirememekte ve bazan da felâkete yol
açmaktadır.
O bakımdan insanlığın
son ve tek ümidi, İslâmiyettir. Milletler Ona
yöneldiği gün, beşeriyetin beklediği gerçek medeniyet ancak doğabilecek ve
hakikî kardeşlik sağlanmış olacaktır.
«Kendi hevesini ilâh
edinen. kimseye ne dersin?»
Göklerde ve yerde
olanı insanın hizmetine verip baş eğdiren Allah, err
çok sevilmeye, sayılmaya, korkulmaya ve ümit bağlanılmaya lâyıktır. Hem insan,
Allah'ı bilip O'na ibâdet etmek üzere yaratılmış ve hilkatinin hikmeti meçhul bırakılmamıştır. O bakımdan var
kılınmasının amacını bu gerçeğin dışında arayanlar hep aldanırlar.
O halde insan,
hilkatinin bağlı bulunduğu yüce kudreti sevdiği ve saygı ile O'ndan korktuğu
ölçüde, insanlığını öğrenmiş sayılır. O kudreti bırakıp nefsinin heveslerinin
peşine takılarak hayat dizginini İblîs'in eiine verenler
ise, kendi heveslerini ilâh edinmiş ve ona tapmış kabul edilirler. Zira insan
şu dünya hayatında Allah'ı bırakıp en çok neyi sever ve ne ile meşgul olup
yeteneklerini o doğrultuda kullanırsa, o şeyi ilâh edinmiş sayılır.
«Allah'ın (durumunu)
bildiği için saptırdığı; kulağını ve kalbini mühürlediğî, gözünün üstüne bir perde
gerdiği kimseye ne dersin? Allah'tan sonra kim onu doğru yola çıkarabilir?
Artık iyice düşünmez misiniz?»
23. âyetle, kendi
hevesini ilâh edinenler konu edilirken, Allah'ın bir bilgiyle onları
saptırdığı, kulak ve kalplerini mühürlediği, gözlerinin üzerine perde gerdiği
haber verilmekte ve bu açıdan konu üzerinde düşünmemiz ilham edilmektedir.
Gerçi bu âyetin
çeşitli yorumları yapılmıştır; ama müfessirlerin çoğu bundan maksadın, ezelde
ilâhî ilmin yaptığı tesbit olduğunu belirtmiştir.
Zira O/nün ilmi ezelle ebed arasını kuşatmıştır.
Yanılması da hiçbir zaman söz konusu olamaz. O halde O, kimlerin imân etmiyeceğini, hakka karşı kalp ve gözlerini kapalı
tutacağını tesbit edip öylece ana deftere işlemiştir.
Onun değişmesi mümkün değildir. Artık sapıklıkta ısrar eden o kim-seleri, Cenâb-ı Hak sapıklıkları
üzere bırakır ve onları doğru yola eriştiren bulunmaz.
İşte ilgili âyetin
delâlet ettiği mana ve hüküm budur, Allah daha iyisini bilir.
«Onlar dediler ki :
«Bizim ancak dünya
hayatımızdır; ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman (aşındırıp) yok eder.»
Bu sapıklar, hayatın
madde ile birlikte ezelden mevcut olduğunu savunurlar; Allah, hilkat, düzen ve
denge kavramlarını reddederler. Bir sürü tesadüfler eseri olarak canlıların
oluştuğunu söyleyerek, birtakım nazariye ve hayaller peşinde koşarlar.
Onlar hayatı bu açıdan
ele alıp tarif ederler; zamanın her şeyi aşındırıp eskittiğini ve sonra da
başka şeylere dönüştürdüğünü söylerler. Onlara göre, hayatın bu şekli devr-i dâim halinde sürüp gider. Başlangıcı olmadığı gibi
sonu da yoktur, şeklinde düşünürler. Aynı zamanda, İkinci hayatın
gerçekleşeceğine inananlara derler ki : «Doğrulardan iseniz, daha önce ölüp
toprağa karışan ve parazitlere dönüşen atalarımızı diriltip geri getirin!»
Bu, Kur'ân'ın anlatımıyla, çok bilgisizce bir itiraz; gerçekten
uzak bir iddiadır. Çünkü Kur'ân, ikinci hayatın
meydana geleceğine, kuruyup çer çöp haline gelen bitkileri misal vererek, vakti
saati, yani dönemi gelince mevcut düzenin bozulacağını ve ikinci hayat için
yeni bir düzen kurulacağını haber vermekte ve ilâhî kudretin üstünlüğünü
yansıtan delil ve belgeleri gözler önüne sermektedir.
Zira her hareketin bir
başlangıcı, bir sonu; bir de hareket ettireni söz konusudur. Aynı zamanda
düzenli, dengeli hareket, düzenli ve kusursuz bir plânın mevcudiyetine delâlet
eder.
Yukarıdaki âyetlerle,
kâinatın hak üzere yaratıldığı belirtilerek, her konu ve sistemin bu açıdan
değerlendirilmesi istendi. Kendilerini nefis ve heveslerinin peşine takılmaktan
alıkoyamıyan inkarcı sapıkların, kalplerinin ve
kulaklarının mühürlendiğine değinilerek hidâyet meselesine atıf yapıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
kıyamet gününde her ümmetin dizüstü çökerek amel
defterleriyle başbaşa kalacakları konu ediliyor.
Meleklerin o defterleri tanzimde hiçbir hata yapmıyacaklan
belirtilerek, ona göre bir hayat düzeni kurmamıza işarette bulunuluyor. Sonra da
kıyametin mutlaka meydana geleceği üzerinde durularak, âhiret
gününde inkarcıların ilâhî rahmetten uzak tutulacakları haber veriliyor.
27- Göklerin
ve yerin mülk-ü saltanatı Allah'ındır. Kiyâmet'in kopmasının
meydana geleceği gün, evet o gün (daha önce) bâtıla saplanıp kalanlar hüsrana
uğrayacaktır.
28- (O gün) her ümmeti dizüstü
çökmüş görürsün ve her
ümmet kendi kitabına çağrılır. Bugün yapageldiğiniz
şeylerin karşılığını görürsünüz.
29- İşte bu kitabımız size karşı hakkı söyler;
çünkü gerçekten biz sizin işlediklerinizi yazdırdık.
30- İmân edip iyi-yararlı amellerde bulunanlara
gelince : Rablarr onları rahmetine alır Bu da açık
bir kurtuluştur.
31- İnkâr
edenlere gelince : Âyetlerimiz size
okundu da büyüklük tasladınız ve böylece suçlu günahkâr bir millet
oldunuz değil mi?
32- «Allah'ın
va'di (verdiği söz) mutlaka haktır; Kıyâmet'in kopacağında
hiç şüphe yoktur» denilince de, «Biz, Kıyâmet'in kopuşu nedir bilmiyoruz,
sadece zan ve tahminde bulunuyoruz; bizim bu konuda kesin bilgimiz yoktur»
diye cevap verdiniz.
33- Yapageldikleri işlerin kötülükleri kendilerine belfi oldu
ve alaya aldıkları şeyler (in vebali) her taraftan onları kuşatı
verdi,
34- Onlara ;
«Bugününüze kavuşmayı unuttuğunuz
gibi, bugün de biz, sizi kendi hâlinize bırakacağız.
Oturup karar kılacağınız yer ateştir ve sizin için yardımcılar da yoktur»
denilecek.
35- Bu
böyledir; çünkü siz, Allah'ın âyetlerini alay ve eğlence konusu edindiniz.
Dünya hayatı sizi iyice aldattı. Bugün artık ne ateşten çıkarılırlar, ne de
özür ve dilekleri kabul edilir,
«Göklerin ve yerin mülk-ü
saltanatı Allah'ındır.,»
Kur'ân, ilâhî metod gereği,
inkarcı sapıkların iddialarını reddederken, sık sık Cenab-ı Hakk'm ilminin ve
kudretinin her şeyi kapsayıp kuşattığını açıklar ve hemert
sonra bu kudretin varlığına delâlet eden delil ve belgeleri sıralayarak akla
malzeme verir ve insan hayatını köklü biçimde yönlendiren âhiret
kavramını en inandırıcı, uyandırıcı, yönlendirici ve düşündürücü anlatımla
işler ve arkasından birtakım safhalarına yer vererek gereken uyarıyı yapar.
İlgili âyetle, kâinatın
bütünüyle Allah'a ait olduğu belirtilirken, kıyametin kopması konu edilmekte
ve âhiret gününden birkaç safhaya değinilmektedir.
Böylece ilâhî rahmet insan aklına, düşüncesine, duygusuna ve vicdanına
seslenerek yardımcı olmaya devam etmektedir. Bu sese kulak verenler mutlaka
mutlu olurlar; vermeyenler sapıklıkları içinde bocalar kalırlar.
(O gün) her ümmeti dizüstü
çökmüş görürsün ve her ümmet kendi kitabına çağrılır..»
Cenâb-ı Hak, beşer ruhunu dolduran, ona sorumluluğun mana
ve ölçüsünü veren âhiret gününde meydana gelecek
safhalardan birkaçını sıralamakta ve böylece kullarını uyarmaktadır. O,
bununla, dünya hayatından amacın âhiret hayatı
olduğunu ve bu iki hayatın birbirini tamamladığını; biri olmayınca diğerinin
anlamsız kalacağını haber vermektedir. Şöyle ki :
1- Kıyamet
gününde diriltilen insanlar kendi çağdaşlarıyla, bağlı bulundukları kavim ve
ümmetleriyle biraraya getirilirler. Diğer bir
yorumla, kendi inançlarında olanlarla biraraya
getirilerek, mahşer alanında kendilerine ayrılan yerde bekletilirler. İşte bu
safhada özellikle inkarcı azgınlar, maddeci şaşkınlar ilâhî azamet ve adaletin
verdiği korku sebebiyle dizüstü çöküp kalırlar da Cenâb-ı Hakk'ın vereceği hükmü
beklerler. Zira o gün de yegâne hâkim Allah'tır.
2- Her
ümmet, hesabını belineyen, geleceğini haber veren
amel defterine çağrılır. Bu, herkesin dünya hayatında nasıl bir yol
izlediğini; ömrünü nerede, nasıl harcadığını; ruhunu ve kalbini ne ile
doldurduğunu bir defa daha ayan-beyân görüp kendi akıbetini yine kendisinin
hazırladığını anlamasına yönelik bir safhadır.
3- Amel
defterini eline alan herkes şaşırıp kalır; öyle ki, dünyada işlediği her şeyin
orada anında yazıldığını görür. O sırada görevli melek-'er onlara : «İşte bu
kitabımız size karşı hakkı söyler; çünkü gerçekten biz sizin işlediklerinizi
yazdırdık.» derler.
Meleklerin bu
hatırlatması, üç ayrı yorumu gerektirmektedir :
a) Hz. AN (R.A.)
diyor ki : Şüphesiz ki Allah'ın melekleri her gün bir görev ile yeryüzüne inip ademoğullannın amellerini yazarlar.
b) İbn Abbas (A.S.) diyor ki : Cenâb-ı Hak, o tertemiz melekleri görevlendirir de
Ramazan Ayında adem oğullarının Ümmu'l-Kitap (Levh-i Mah-fûz)da
yazılı olan amellerini istinsah ederler ve her perşembe günü onları «Hafeze» denilen meleklere arzederler.
Onlar da kendi tesbit edip yazdıklarını
onunla karşılaştırırlar da birbirine tıpatıp uyduğunu görürler.
İstinsah : Bir konuyu
başka bir kitaptan aynen yazıp aktarmak anlamına gelir.
c) İlim
adamlarından bir kısmına göre ; Hafeze denilen yazıcı
melekler her gün insanların amellerini yazıp asıl yerlerine döndüklerinde
ondaki iyilik ve kötülükleri ayırırlar da ayrı ayrı yazıp sıralarlar, Mubah sayılan amelleri ise, bu
ikinci deftere nakletmezler.
«İmân
edip iyi-yararli
amellerde bulunanlara gelince : Rabfarı onları
rahmetine alır. Bu da açık bir
kurtuluştur.»
Âhiret, dünya hayatının bir bakıma devamı sayılır. Ne var
ki, eskiyen bedeni terkeden ruh, bir süre Berzah
Âlemi'nde bekler ve ikinci hayata elverişli yaratılan bedene girerek onunla
birlikte ölümsüz olur.
Ancak ikinci hayatta
mutlu ve bahtiyar olabilmek için şu üç şeyi, dünyada iken gerçekleştirmek şarttır :
1- Allah'a, âhirete ve imânın diğer esaslarına dosdoğru inanmak,
2- Sâlih
amellerde bulunmak,
3- İlâhî
rahmete lâyık olabilme düzeyine gelmek.
İmân mutluluk ağacı
ise, sâlih ameller onun tabii meyvalarıdır.
İlâhî rahmet ise, bu ağacı yetiştirip geliştiren feyiz ve inayettir. O bakımdan
Kur'ân, imândan söz ederken, hemen arkasından sâlih amellere yer vermekte ve ilâhî rahmetin insanlara
nasıl yöneldiğini belirtmektedir.
İşte, dünyada da âhirette de kurtuluşun anahtarı bu üçüyle gerçekleşip
vücut bulur. Aksine bir yol izleyenler ise, bu anahtara erişemeyip kendilerine
yazık edenlerdir. Cenâb-ı Hak onların daha çok âhirete inanmamalarına dikkatleri çekerek, sadece Allah'ın
varlığına inanmanın yeterli olmayacağına
işarette bulunmaktadır.
Cenâb-ı Hak, kâinatı ve ondan bir parça olan insanı
yaratmayı murad edince, mükemmel bir plân hazırladı.
Böylece bu plânda va'dine dayalı hiçbir şey değişmez
ve zamanı gelince mutlaka gerçekleşir. Zira Cenâb-ı
Hak, kendi plânına müdahale etmez ve koyduğu kanunları, hazırladığı programı
değiştirmez.
Kıyâmet'in kopması da
sözü edilen plânda bir va'd olarak yer almış
bulunuyor. 32. âyetle bu hususa dikkatler çekilerek, Allah'ın va'dinin hak olduğu ve onda şüphenin yeri bulunmadığı
belirtilerek mü'minler aydınlatılıyor, müşrikler de
uyarılıyor.
5) «Yapageldikleri işlerin kötülükleri
kendilerine belli oldu ve alaya aldıkları şeyler(in vebali) her taraftan
onları kuşatıverdi.»
Yaratılış hikmetinden
habersiz, behimî bir yaşam atmosferi içinde hayatı gayesizliğe döndüren
inkarcı maddeciler, çok yüce amaçları, sonsuz mutlulukları kaybetme pahasına
Allah'ın verdiği nimetleri kötüye kullanmaktadırlar. Bundan dolayı kıyamet
gününde dört ayrı ceza ile cezalandırılacakları haber verilmekte ve ölmeden
önce dönüş yapmaları hatırlatılmaktadır :
1- Dünyada
işledikleri kötülükler her taraflarından onları
kuşatır. Böylece küfür damgasını taşıyan bu sapıklar kendi
cehennemlerini beraberlerinde taşıdıklarını anlarlar, ama neden sonra..
2- Görevli
melekler, biraz olsun ümit bekleyen bu zavallılara : «Bugüne kavuşmayı inkâr
edip unuttuğunuz gibi, siz de bugün bulunduğunuz hal üzere birakılacaksınız» diyerek ümit kapılarını kapatırlar.
3- Onlara o
gün, «Yurdunuz ve yuvanız ateştir.
Hiçbir yardımcınız da yoktur» diye seslenilir.
4- İnkarcı şaşkınların
birçok kötü huyları yanında ebedî azaba sebep olan iki büyük günahları konu
edilmektedir
a) İlâhî âyetleri, kitap ve peygamberi
küçümseyip alaya almaları,
b) Dünya hayatına bağlanıp onun ötesinde başka
bir hayat ve kutsal değerin olmadığını savunmaları..
Kur'ân'da sözü edilen elîm ve uyarıcı safhaların açıklanması,
inkarcıları yönlendirmeye, daldıkları gaflet uykusundan uyandırmaya yönelik
ilâhî rahmetin ayrı bir tezahürüdür.
Yukarıdaki âyetlerle,
kıyamet gününde her ümmetin dizüstü çöküp ilâhî
hükmü bekleyeceği konu edildi. İşlenen amellerin görevli melekler tarafından
noksansız şekilde tesbit edildiği belirtilerek,
günlük hayatımızı ilâhî nizama uydurmamız emredildi. Sonra da inkarcılara
hazırlanan kötü sonucun tablosu verilerek, Allah'ın va'dinin
mutlaka yerine geleceği açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle,
her şeyin Rabbı olan Allah'a hamd
edilerek, her şeyin O'nun terbiyesiyle düzenini bulduğuna işarette bulunuluyor.
Gerçek büyüklük ve ululuğun ancak O'na mahsus olduğuna değinilerek, O'nun çok
üstün, çok güçlü ve yegâne hikmet sahibi bulunduğu açıklanıyor.
36- Hamd (en güzef övgü) göklerin Rabbı, yerin Rabbı ve âlemlerin Rabbı Allah'a mahsustur.
37- Göklerde
ve yerde gerçek büyüklük ve ululuk O'nundur. O, çok güçlüdür, çok üstündür,
hikmet sahibidir.
«Azizlik O'nun izan, kibriya O'nun ridasıdır. Allah
buyurdu : «Kim bu hususta benimle çekişmeye, tartışmaya kalkışırsa, ona azap
ederim.»[13] «Kibriya ridamdir, azamet izarımdır. Kim
bunlardan biri hakkında benimle tartışma ve çekişmeye kalkışırsa, onu ateşe
atarım.» [14]
Açıklama :
«Kaftan» anlamına
gelen «rida» ve «peştemal»
anlamına geien «izâr»
burada mecazî anlamda kullanılmıştır.
Bu husus delil ve
belgelerle açıklandıktan sonra, varlık âlemini kapsayan ve her zerreye nüfuz
eden ve kâinat üzerinde mutlak tasarrufa sahip olan Cenâb-i
Hakk'ın her türlü güzel övgüye lâyık olduğu
belirtilmekte ve bu doğrultuda dört sıfatına yer verilmektedir:
1- O, göklerin, yerin ve âlemlerin yegâne
Rabbıdır.
Öyle ki : Gökleri ve yeri Rab sıfatının da
tecellisiyle en güzel ve kusursuz bir plâna göre hazırlamış, her şeyi terbiye edip kemale eriştirmiştir. İnsan
yeryüzüne getirilmeden önce, onun için gerekli olan bütün kaynakları ve hayat şartlarını hazırlayıp düzenlemiştir,
2- İlim ve kudreti sınırsız olan Allah çok
büyüktür ve büyüklük ancak O'na mahsustur.
3- Cok büyük
olan Allah, aynı zamanda çok üstün ve çok kudretlidir. Her şey O'nun kudret ve azameti karşısında küçülür ve
kâinat her parçasıyla O'nun kudret ve azameti karşısında baş eğmiştir.
4- İlim ve
kudreti, ululuk ve azameti, üstünlük ve mutlak tasarrufu bütünüyle hikmete
dayalıdır. Çünkü O, mutlak anlamda «Hakîm»dir.
Böylece Câsiye Sûresi'ne, Allah'ın Azîz ve Hakîm sıfatlarıyla
başlanmış ve yine O'nun bu sıfatlarının tecellisi konu edilerek sûre
noktalanmıştır.
Bu sûrenin de
tefsirini bize müyesser kılan Cenâb-ı Hakk'a hamd-u senalar; Kur'ân'ı indiği gibi ümmetine tebliğ eden Resûiüllah (A.S.) Efen-dimiz'e ve
âline salât-ü selâmlar olsun.
[1] Tefsîr-i Kurtubî: 16/156
[2] Tefsîr-ti Garâibi'l-Kur'ân/Nizamüddin Hasan Nisâbûrî: 25/88
[3] Buharî/cihâd
: 129- Müslim/imaret: 92, 93, 94- Ebû Dâvud/cihâd : 81-îbn Mâce/cihâd 45- Taberânî/cihâd : 7-
[4] Bak : Bakara Sûresi : 245- Tegabun
Sûresi : 17- Hadid Sûresi : 11- Müz-zemmil Sûresi : 21
[5] Tefsîr-i Kurtubî: 16/161
[6] Bilgi için bak : Şûra Sûresi : 13. âyetin tefsiri
[7] Ebû Ya'lâ
- İbn Kesîr : 4/150
[8] Buharî/tefsîr : 45, tevhîd : 35- Müslim/elfaz : 2,
3- Ebû Dâvud/edeb : 16Ahmed2/238
[9] el-Câmi'û Li-Ahkâmi'1-Kur'ân : 16/167
[10] el-Câmi'û Li-Ahkâmi'1-Kur'ân : 16/167
[11] Tirmizî/kıyamet : 25- îbn Mâce/zühd
: 31- Ahmed :
4/124
[12] Bezzar - Taberânî
- Ebû Nuaym (el-Aclûnî, bu
hadîsin zayıf olduğunu belirtmiştir :
1/323
[13] Müslim/birr : 136
[14] Ebû Dâvud/libas: 25- İbn Mâce/zühd : 16- Ahmed : 2/248, 376,
414, 427, 442