- 45 -
Mushaf’taki
sıralamaya göre kitabımızın 45, nüzûl sıralamasına göre 65, mesânî kısmı
beşinci sûreler grubunun ilk sûresi olan Câsiye sûresi, Mekke’de nâzil olmuştur.
Âyetlerinin sayısı 37’dir.
Hamd yalnız ve
yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın
Rasûlüne, O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul
buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Adını
28. âyetinde geçen “Câsiye” kelimesinden almış, Mekke’de Duhân sûresinden sonra
nâzil olmuş bir sûrenin huzurundayız. Âyetlerinin sayısı 36 dır. Sûrede Mekke
kâfirleri ve kıyamete kadar gelecek kâfirlerin Kur’an konusunda, İslâm
konusunda, tevhid inancı konusundaki tereddüt ve şüpheleri, kuşkuları son
derece net ve açık, akıl erdirici delillerle cevaplandırılır.
Yine
kâfirlerin bu Allah kitabına karşı takındıkları vurdumduymaz tavırları
eleştirilerek, bu tavırlarının sonucuna katlanmak zorunda oldukları vurgulanır.
Peygamber aleyhisselâmın getirdiği tevhid akidesine kâinattaki Allah
âyetlerinden deliller getirilir. Bu kâinatta Allah’ın yaratıp serpiştirdiği
hangi âyetine bakarsanız bakın mutlaka peygamberin ısrarla gündeme getirdiği
tevhid inancıyla örtüştüğünü, her şeyin onu haykırdığını göreceksiniz. Şu etrafınızda
gördüğünüz çeşit şeşit varlıklar, şu elinizin değemeyeceği, asla müdahale imkânınızın
bulunmadığı gece ve gündüz âyetlerinin belli bir ölçü ve program dahilinde peş
peşe deveranı, şu yağmurların yağması, rüzgarların esmesi hep tevhidi ortaya
koymaktadır. Hep bunlar üzerince işleyen tek Allah egemenliğini ortaya
koymaktadır. Aklı, kalbi, fıtratı başka düşüncelerle bozulmamış bir insanın
önyargısız bir şekilde bu âlemdeki Allah âyetlerine bakıp onlar üzerinde
düşünüvermesi bu gerçeği anlamasına yetecektir. Hiçbir şeyin tesadüfen var
olmadığını, mutlak sûrette onları yaratan bir Allah’ın varlığını anlamakta
güçlük çekmeyecektir denilmektedir.
Daha
sonraki âyetlerde insanların akıllarını erdirmek için sorular sorulmaktadır.
Bunları kim yaratmıştır? Bu kâinatı ve içindeki bunca varlığı Allah mı
yaratmıştır, yoksa sizin şu Allah berisinde kendilerinde güç, kuvvet, yetki
gördüğünün ilahlarınız mı yaratmıştır? Unutmayın ki kulluk yaratıcının
hakkıdır. Ulûhiyet ve rubûbiyet yaratana aittir. Yaratıcı olmayan, hattâ
bırakın bir şey yaratmayı, kendilerini bile yaratmaktan âciz olan varlıklar
asla rab ve ilâh olamazlar, egemen olamazlar, kulluk programı belirleyemezler
mesajı verilmektedir.
Daha
sonra gelen âyetlerde Allah’ın mahza insan hayatına karışmak, insan hayatını
düzenlemek üzere gönderdiği kulluk kitabına karşı takındıkları olumsuz
tavırlarından ötürü kâfirler ve müşrikler ikaz edilmektedirler. Ey insanlar,
dikkat edin, şu anda inkâr etmeye, ilgisiz davranmaya çalıştığınız bu kitap sizden
önceki kitap ehli olan İsrail oğullarına lütfedilen nimetleri, izzet ve
şerefleri şu anda size getirmektedir. Tarih içinde onlar bu nimete karşı
nankörce bir tavır sergilediler. Kitaplarıyla ilgisiz bir hayata yöneldiler.
Kitabın hayatlarındaki önemini anlayamayarak onu arkalarına atmaya, onu tahrif
etmeye, ondan habersiz bir hayat yaşamaya yöneldiler de Allah nimetlerini
onlardan alıverdi. Sakın sizler de size yol gösterecek, sizi izzet ve şerefe
ulaştıracak, size Allah’ın sayısız lütuf ve nimetlerini kazandıracak olan bu
kitabınıza onlar gibi davranmaya kalkışmayın. Değilse sizler de onların
düştükleri zillete düşersiniz uyarısı yapılmaktadır.
Daha
sonra Rabbimiz sözü bu kitabın muhataplarına çevirerek hem onları
cesaretlendirmek, hem de imanlarını takviye etmek üzere şöyle buyurur: Ey
Kur’an’ın muhatapları, ey peygamber yolunun yolcuları, sakın ha sizler bu ne
yaptığını bilmez şaşkınların sizlere karşı tepeden bakıp sizinle alay
etmelerine, küstahça tavır takınmalarına, işkence tehditlerine aldırış etmeden
yolunuza devam edin. Allah des-teğinde müslümanca bir hayata direnin, sabredin,
dayanın. Kesinlikle bilesiniz ki benim yardımım size ulaşacaktır
buyurulmaktadır.
Sûrede
daha sonra kâfirlerin, müşriklerin sapık inançları, bozuk yolları ele alınarak
yerden yere vurulmaktadır. Kâfirlerin; varsa da yoksa da bu dünya hayatımız
vardır, bunun dışında başka bir hayat yoktur. Ölüme gelince, bizi sadece zaman
mahvediyor. Ah şu zama-na bir çare bulabilsek biz asla ölmeyeceğiz. Tıpkı
işleyen bir saatin zamanı gelince durması gibi, bizler de zamana yenik
düşüyoruz. Ölümden sonra da toprak olup gideceğiz. Zaten ruh diye bir şey yok
ki tekrar diriltilsin. Siz o âhiretle yeniden dirilişi bizim külahımıza anlatın.
Biz asla böyle saçmalıklara inanmayız. Değilse eğer gerçekten bir diriliş, bir
hesap kitap varsa, o zaman haydi ölmüş atalarımızı diriltsenize, şeklindeki
lâkırdılarına da şöyle cevaplar verilmektedir:
a- Ey
kâfirler, ey akılsızlar, sizin bu iddialarınız başka değil sa-dece zanna
dayanmaktadır. Eğer öldükten sonra dirilme olmayacağı iddianıza dayandığınız
bir deliliniz varsa haydi getirin bakalım. Var mı bir deliliniz, bir bilginiz
denilmektedir.
b-
Sizin iddianıza göre herkes ölecek ve toprak olup gidecekse, kimseden bir hesap
sorulmayacaksa, o zaman iyilerle kötülerin, âdillerle zalimlerin, salihlerle
müfsitlerin ne farkı olacak? Bunların hepsinin sonunda aynı olacağı akla ve
mantığı uygun mu? İyilerin iyi-likleri boşa mı gidecek? Kötülerin kötülükleri
cezasız mı kalacak? O zaman tüm iyilik sahipleri enayi olmaz mı? Kime iyilik
yaptırabileceksiniz? Ve kötülük
sahiplerini neyle durduracaksınız? Onları durduracak bir güç bulabilecek
misiniz? Akla mantığı uygun mudur bu dediğiniz? Bunu ancak bu dünyada zalimce
bir hayat yaşamak, kan dökmek, ırza geçmek, insanların kanını emmek isteyenler
düşünebilirler. Çünkü onlar bu dünyada kendilerine hesap sorulmadan, hiçbir
kayd u bent altına girmeden, keyiflerince bir hayat yaşamak arzusunda olanlar
isteyebilirler.
Unutmayın
ki âhireti yok saymak beraberinde ahlâkî çöküntü-yü de getirecektir. Bu
kâfirler yaşadıkları hayatın kendilerini nereye götürdüğün farkında oldukları
için böyle demeye çalışıyorlar. Yaptıklarının yanlarına kâr kalmasını
istedikleri için böyle düşünüyorlar. Çünkü âhiret vardır, hesap kitap vardır dendi
mi adamların hayatı de-ğişecektir. Artık kan ememeyecekler, kötülük
yapamayacaklar, zul-medemeyecekler, yiyecekleri naneleri rahat bir şekilde yiyemeyecekler
de onun için böyle diyorlar. Öyle değil mi? Hem âhiret vardır diyecek adam, hem
de gâvurluk yapacak, bu mümkün değildir. Gâvurluk yapabilmek için her şeyden
önce âhiretin varlığını inkâr etmek zorundadır.
Sûrede
bu kesin uyarılardan sonra kâfirlere şu kesin tehdit gelmektedir: Ey kâfirler,
unutmayın ki sizler şu anda nasıl Allah’ın iz-niyle, Allah’ın bu dünyada
koyduğu bir yasayla yaşıyorsanız, sonunda yine bir Allah yasası olarak Allah
huzuruna getirileceksiniz. Cahilli-ğiniz, akılsızlığınız ve inadınız sebebiyle
her ne kadar yine bir Allah yasası olarak şu anda inanmamayı sürdürüyorsanız
da, kesinlikle bi-lin ki yarın kendinizi Allah huzurunda bulacaksınız. Bu kaçınılmazdır.
Tüm yapıp ettiklerinizin yazılı olduğu amel defterleriniz önünüze ge-tirilecektir.
İşte o zaman bu inkârlarınızın ne anlama geldiğini anlaya-caksınız. Gelin bunu
bugünden anlayın da kendinize yazık etmeyin diye Rabbimiz kullarına karşı
sonsuz rahmet ve şefkati gereği onları tekrar tekrar uyararak akıllarını
erdirmeyi hedefliyor.
Evet, “Hâ-Mîm”lerin altıncısı
olan Câsiye sûresi bir önceki sûrede olduğu gibi, ismini yine sûrenin 28.
âyetinde zikredilen “Câsiye” kelimesinden almıştır. Duhân sûresinden hemen
sonra nazil olduğunu muhtevasından çıkarabildiğimiz bu sûrede, Rabbimiz genel
olarak tevhid, âhirete iman konusunu anlatmaktadır. Kâfirler ve müşrikler, Allah’a
Allah’ın istediği biçimde imânâ dâvet edilirken, mü’minler de onlardan
gelebilecek yalanlamalara, alaylara karşı, sabra ve kulluğa devama dâvet
edilmektedir.
Bu
minval üzere devam eden sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya başlayalım
inşallah. Sûrenin
ilk âyeti yine Huruf-ı mukatta ile başlıyor ve yine kitaba dikkat çekilir.
1. “Hâ,
Mîm”.
2. “Kitabın indirilmesi, güçlü ve Hakim
olan Allah katındandır.”
Kitabın
indirilmesi Azîz ve Hakîm olan Allah’tandır. Azîz ve Ha-kîm olan bir Allah’tan
gelmedir bu kitap. Yenilmez ve yanılmaz olan Allah’ın kitabıdır bu. Mutlak güç
ve kuvvet sahibi, kimsenin kendisine karşı gelemeyeceği, kimsenin kendisiyle
başedemeyeceği ve yaptığı her şeyi belli bir hikmete mebnî olarak yapan, hikmet
sahibi ve hayata hakim olan bir Allah’ın kitabıdır. İşte böyle Azîz ve Hakîm
olan bir Al-lah’tan gelen bu kitap, hikmet doludur ve hayata hakim olacak bir
ki-taptır. Bu kitabın müntesipleri de azîz ve hakim olacaklardır. Bu kitapla
beraber olanlar, bu kitapla hareket edenler, hayat programlarını bu kitaptan
alanlar, kesinlikle izzet ve şeref sahibi olacaklar ve hayata hakim olacaklardır.
Bu kitabın müntesipleri, dünyada
da, ukbâda da yenilmeyecekler ve tüm düşmanlarına karşı mutlaka galip geleceklerdir.
Dünyada mağlup olsalar bile yine de galiptir onlar. Galibiyet ya da mağlubiyet
dünya şartlarına göre değerlendirilemez. Dünyada Allah’ın istediği şekilde bir
hayat yaşayan mü’min, tüm dünyasını kaybetse de, hattâ Allah’ın kutlu bir
elçisi gibi düşmanları tarafından belinden testereyle biçilse de, o yine galiptir.
Çünkü Allah adına ölürken diriliği kazanmış, ebedî ölümsüzlüğü yudumlamış ve
şehadetiyle hayatını bereketlendirmiştir.
Öyleyse kıyâmet günü, geri almak
üzere canını Rabbine karz olarak sunmuş bir mü’mine, “kaybetti!” demek asla
câiz değildir. Ama bunu kâfirler anlayamaz. Bunu hikmetsizlerin, hikmetten
nasibi olmayanların anlaması mümkün değildir. Hikmet kaynağı olan Kur’an’dan ve
onun hikmetinden mahrum olan birisinin bunu anlaması mümkün değildir. Kâfirlerin
bilgileri sathîdir, onlar Allah, kitap, hayat ve âhiret konusunda gafildirler.
Onlar dünya hayatının zâhirînden başka bir şey bilmezler.
Bu kitap,
hikmetin kaynağı olan Allah’tan gelmiş ve baştan so-na hikmet dolu bir
kitaptır. Bu kitabı okuyan, tanıyan, bu kitapla beraber olan, bu kitabı tüm
hayatında hareket noktası kabul edip, yaptıklarını bu kitaba dayandırarak yapan
kimse de hikmet sahibi kimsedir. Hikmet, vahye mutâbık konuşmak, vahye uygun
düşünmek ve uygun amel işlemek demektir. Hikmet, bilgiyle amelin, bilgiyle
hayatın uyuşmasıdır. Hikmet, bilginin yaşanması, bilginin amele dönüşmesi ve
bil-ginin yerinde kullanılmasıdır. Bilgiye göre hayatın şekillenmesidir. Al-lah
bilgisine, kitap bilgisine dayanarak insanın sözlerinin şekillenmesi,
düşüncesinin, bakışının ve inanışının şekillenmesidir.
İşte mü’minler bu kitap sayesinde
hikmete ulaşacaklardır. Bu kitapla beraberlikleri sayesinde hikmet sahibi olacak,
isâbetli kararlar verecek, tüm problemlerini doğru çözümleyecek ve hayatta
yanıl-mazlık özelliğine ulaşacaklardır.
Yine bu
kitap, izzet sahibi bir kitaptır. Geldiği kaynak gibi azîz bir kitaptır. Hiç
kimse bu kitaba karşı koyamaz. Hiçbir kitap bu kitabın karşısında duramaz.
Hiçbir kitap, sistem, ideoloji ve hiçbir güç bu ki-taba karşı koymaya, bu
kitabın mesajını boğmaya, bu kitabın âyetlerini susturup yok etmeye cesaret
edemez. Hiçbir yasa bu kitabın yasalarının yerine geçemez, hiçbir sistem bu
kitabın ortaya koyduğu sis-temi gölgede bırakamaz. Çünkü bu kitap Azîz ve Hakîm
olan bir Allah’tan gelmedir.
Bu kitap mutlak sûrette hayata
hakim olacaktır. Hiçbir güç, bu kitabın hâkimiyetini engelleyemez. Çünkü bu
kitap, hayatın sahibi olan, tüm göklere ve yerlere egemen olan Allah’tan gelme
bir kitaptır. Şunu bir daha ısrarla söyleyelim ve asla unutmayalım ki, yeryüzünde
bizim izzet ve şerefe ulaşmamız da, yine bu kitap sayesinde olacaktır. Müslümanlar
olarak bizim şeytan, şeytan orduları ve küfür karşısında yenilmezliğe
ulaşmamız, bu kitap sayesinde olacaktır.
3. “Göklerde ve yerde inananlara nice
dersler vardır.”
Nasıl
yaratabilir miydik böyle bir âyeti? Gökler ve yeryüzü. Ya-ratabilir miydik
bunları? Gücümüz yeter miydi buna? Bakın gökyüzüne, direkler yok, hiçbir şey
yok… Bakın yeryüzüne, ne kadar da gü-zel yaymış, ne kadar da güzel yaratmış
Allah onu, değil mi? Üzerinde dağları da, ovaları da, yaylaları da var... İşte
bu mükemmel âyetler Al-lah’ın âyetleridir. Onları O’ndan başka birilerinin
yapması, yaratması kesinlikle mümkün değildir.
Göklerin ve
yerin yaratılmasında mü’minler için pek çok âyetler vardır. Gökler ve yerler
Rabbimizin âyetleriyle doludur. Gökler, yer nereye bakarsa baksın mü’min
sürekli Rabbinin veçhiyle, Rabbinin âyetleriyle yüz yüze gelecektir. Allah’ın
bu görsel âyetlerini müşâhede ettikçe, mü’minin Rabbine karşı imanı,
teslimiyeti, O’na karşı sevgisi, saygısı, muhabbeti ve kulluğu artacaktır.
Evet, bu
kâinatta Allah’ın âyeti olmayan bir şey var mı? Her şey Allah’ın âyetidir. Peki
kimin için miş bu âyetler? Kim okur, kim il-gilenir, kim anlar mış bu âyetleri?
Mü’minler. “Mü’minler için âyettir bunlar” diyor Rabbimiz. Demek ki bu
âyetlerin ses dalgasını alabilmek için imana ihtiyaç vardır. Kalbi imanla
dirilmiş insanlar ancak bu âyetleri anlayabilir. Çünkü göz ve kulak kalbin dışa
açılmış iki penceresidir. Elbette kalbi ölü olanlar, kalbinde iman olmayanlar
bu âyetlerin yanı başından geçerler de sadece hayvanlar gibi bakarlar. Bu âyetlerden
ders alıp ibret çıkarmazlar. Bu âyetlerin sahibini tanımazlar.
Bakın Âl-i İmrân sûresi, Rabbinin
bu görsel âyetlerini seyreden ve âdeta kendinden geçen bir mü’minde hâsıl olacak
neticeyi şöyle anlatır:
“Göklerin
ve yerin yaratılışında gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde akıl
sahiplerine şüphesiz deliller vardır. Onlar ayakta iken, otururken, yan
yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler: “Rabbimiz!
Sen bunu boşuna yaratmadın, Sen münezzehsin. Bizi ateşin azabından koru,” derler.”
(Âl-i İmrân 190-191)
Mü’minler,
otururken, kalkarken, yerken, içerken, her durumda sürekli Rabblerinin metluv
ve meşhût âyetleriyle karşı karşıya gelerek Rabblerini zikrederler. Sürekli Allah’ın
gök ve yer âyetlerinin yaratılışını düşünürler. Gözleri ve kulakları
vasıtasıyla algıladıkları Allah’ın bu görsel ve işitsel âyetleri, kalplerini
harekete geçirir ve şunu terennümden kendilerini alamazlar: “Ey bütün bu âyetleri
yaratan Rabbi-miz! Sen bütün bu âyetleri bâtıl olarak yaratmadın! Sen bütün
bunları boş yere yaratmadın! Lâf olsun diye yaratmadın! Tüm bunları sen yaptın!
Sen yarattın! Bunları boş yere yaratmadın ya Rabbi, bizim imtihanımıza konu
olsunlar diye yarattın! Zira Sen abesle iştigâlden münezzehsin, bizi ateşin
azabından koru ya Rabbi!”
Rabbimiz,
yarattığı her şeyi hak üzere yaratmıştır. Her şeyi belli bir hikmete mebnî
yaratmıştır. En’âm’da da şöyle buyrulur:
“Gökleri ve yeri yerli yerince yaratan,
hakla yaratan O’dur.”
Allah,
gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır. Gökleri ve yeri eğlence, fantezi olsun
diye değil, insanın imtihanı için yaratmıştır. Allah in-sandan kendisi için
yarattığı bu göklerin de, yerin de hesabını sora-caktır.
Kur’an’ın
başka yerlerinde de bu konu anlatılır:
“Ben
gökleri, yeri ve bu ikisi arasındakileri oyun ol-sun diye yaratmadım.”
(Enbiyâ 16)
“Siz zannediyor musunuz ki sizi boş
yere yarattık ve bize hiç döndürülmeyeceksiniz?”
(Mü’minûn
115)
Bu
âyetlerden anlıyoruz ki, kâinatta ne varsa hepsi hak üzerine, yâni sağlam
temeller üzerine kurulmuş ve belli bir hikmetle yaratılmıştır. Yaratılan her
şey üzerinde belli bir kanun işlemektedir. Tüm kâinatta hak esastır. Her şey
hak üzerine bina edilmiştir. Bâtıl ise ârızî ve geçicidir.
İşte
Rabbimizin tüm bu âyetlerini gördükçe, bizde böyle bir ne-tice hâsıl olacaktır.
Aslında mü’minler için her şey bir âyettir. Mü’min, gözünü ve gönlünü
alabildiğine açarak Rabbinin kâinatta yarattığı en-vaî çeşit âyetlerini
seyreden kişidir. Kâfirler de Allah’ın âyetlerini örten, örtbas eden, gündemden
düşüren kimselerdir. Allah’ın kâinatta yarattığı âyetlerine karşı kör ve sağır
kesilen kimselerdir. Bakıyoruz, bu günün kâfirleri de kendileri Allah’ın âyetleriyle
ilgilenmedikleri gibi, bu âyetleri Allah kullarının gündemlerinden düşürüp,
âyetleri örtüp, saklayıp, ısrarla kendi âyetlerini gündeme getirmeye
çalışıyorlar. Allah’ın kulları Allah’ın âyetleriyle tanıştıkları zaman kendi
âyetlerinin beş para etmeyeceğini bildikleri için, Allah’ın âyetlerini örtmeye
çalışıyor, Allah’ın âyetlerinden yüz çeviriyorlar. Yâsîn sûresinin dediği gibi:
“Onlara ne zaman ki Rablerinin
âyetlerinden bir âyet geldi, hemen ondan yüz çevirirlerdi.”
(Yâsîn
46)
Ne zaman ki onlara gerek tenzîli,
yâni indirilmiş, gerekse tekvîni, yâni yaratmayla alâkalı üzerinde durulması,
düşünülüp ibret alınması gereken, göndericisinin istediği biçimde iman edilip
amele dönüştürülmesi gereken bir âyet, alâmet, işaret, hüküm, delil gelse
mutlaka ondan yüz çevirirler. İraz ederler, yâni ona dönüp bakmaz, onunla
gereği gibi ilgilenmez, onun üzerinde düşünüp kafa yormaz, anlamaya
çalışmazlar. Çünkü onlar bu âyetleri yalan saymaktadırlar.
Esasen onların iman yollarını
tıkayan şey iman konusunda âyetlerin azlığı, delillerin yetersizliği, ya da
kendilerini bu âyetlere çağıranların samimiyetlerini ortaya koyan
örnekliklerinden mahrum oluşları değildir. Aslında bütün sebep onların İslâm’ı,
imanı kabul isteklerinin olmayışıdır. Bu delillere karşı, bu âyetlere karşı
nötr davranıyorlar. Sanki böyle bir âyet gelmemiş gibi ilgisiz davranıyorlar.
Gerek görsel, gerek işitsel, gözlerinin önünde yığınlarla âyetlerin yanından
geçiyorlar da görmüyorlar, görmek istemiyorlar. Çünkü onlar tüm kapılarını, tüm
pencerelerini kapatmışlar ve kendilerine hayat programı olarak gelmiş bu
âyetlere karşı müstekbirce bir tavır sergilemektedirler.
4. “Ey İnsanlar! Sizin yaratılmanızda
ve canlıların yeryüzünde yayılmasında, kesin olarak inanan kimseler için ibretler
vardır.”
Gerek kendimizde, vücudumuzda,
gerekse çevremizde Rab-bimizin yarattığı sayısız âyetler vardır. İçimizde,
dışımızda, âfâk ve enfüsümüzde sayısız âyetler vardır. Yeryüzünün her tarafında
dengeli bir biçimde yayılmış, yaratılmış varlıklar ve âyetler vardır.
“Ve orada
her çeşit hayvanları dağıtmasında da âyetler vardır.”
Rabbimizin
yeryüzünde her bir hayvanı, her tür hayvanları sı-nıf sınıf, cins cins, çeşit
çeşit yaymasında, yaratmasında da büyük âyetler vardır. Çeşit çeşit varlıklar,
çeşit çeşit yaratıklar... Denizlerde ayrı, karalarda ayrı varlıklar yarattı
Allah. Bilelim ki bütün bunlar birer âyettir. Tüm bu varlıklar Allah’ın
âyetleridir. Haydi bakalım bu insanlar becerebilirlerse bu varlıklardan bir
tanesini yaratsınlar. Şu füze çağında, bilg
Ama bütün bu âyetlerde yakîn
sahibi mü’minler için ibretler vardır diyor Rabbimiz. Evet, bu âyetler sadece
mü’minleri ilgilendirir. Bu âyetleri okuyup, onlarla beraber olup, onlar
üzerinde derin derin düşünüp ibret alarak bu âyetlerin sahibine kulluğa
yönelenler ancak mü’minlerdir.
Âyet-i
kerimeden anlıyoruz ki, bizler Allah’ın âyetlerini yakîn bilgi haline getirmek
zorundayız. Allah’ın âyetleriyle yakîne ulaşmak zorundayız. İnanacağız, sonra
da bu imanlarımızı yakîn haline getireceğiz. Yâni imanlarımız aktif olacak ve
bizi harekete geçirecek. Âyetler, bu âyetlerin yaratıcısı konusundaki bilgimiz
bizi imânâ ve teslimiyete sürükleyici, itici olacaktır. Bu âyetleri hem
aklımıza, hem duyularımıza, hem de hayatımıza hakim kılmaya çalışacağız.
Bir başka âyetinden söz edecek
Rabbimiz:
5. “Gece ile gündüzün birbiri ardından
gelmesinde, gökten, Allah’ın rızık vermek için yağmur indirip, yeri onunla,
ölümden sonra diriltmesinde, rüzgarı yönetmesinde, akleden kimseler için
dersler vardır.”
Gündüzün ve
gecenin uzayıp kısalmasında, peş peşe gelmesi, birbiri ardınca gelmesinde ve
buna bağlı olarak idrak ettiğiniz zamanın sırrında ve bunun size temin ettiği
menfaatlerin ortaya çıkış tarzında sizin için, insanlar, akıl sahipleri için
âyetler vardır. Gece ve gündüz, insan gücünün, insan egemenliğinin, insan krallarının,
insan meliklerinin ulaşamadığı iki ayettir. Haydi, “her şeyin hakimi biziz di-yenler,
egemenlik hakkı bizdedir” diyenler, söz sahibi olarak kendilerini görenler
müdahale etsinler geceye! Müdahale etsinler, söz geçirsinler gündüze! Bazen
geceyi, bazen gündüzü uzatsınlar bakalım, yapabilirler mi bunu? Geceyi ya da
gündüzü bir saniye bile oynatabilirler mi? Geceye ve gündüze söz geçirebilirler
mi? İşte bu, sürekli gö-zümüzün önünde bulundurmamız gereken bir âyettir.
Rabbimizin gökten indirdiği
rızıklarda da sizin için âyetler vardır. Rızık çok kapsamlı bir kavramdır.
İnsanın evladı, hanımı, kocası, yiyip içtiği, giyip eskittiği ve yeryüzünde
tükettiği her şey bir rızıktır. İman da, hidâyet de, kitap ve peygamber de
birer rızıktır. Gökten indirdiği yağmurlarla ölümünden sonra arzı dirilttiği,
yeryüzünde canlıları yarattığı gibi, yine aynen rızık olan, ruh olan kitabını
indirmekle de yeryüzünde hayatı diriltmiştir Rabbimiz. Kitabıyla, vahyiyle,
kendi bilgisiyle yeryüzüne hayatı, canlılığı, diriliği getirmiştir.
İşte yine
büyük bir âyet. Allah’tan başkalarına asla verilemeyecek, O’ndan başkalarına
izâfe edilemeyecek bir âyet… Haydi bu in-sanlar gökten su indirsinler. Gökten
fazla değil, sadece bir tek damla indirsinler. Mümkün mü? İsterse bütün dünya
birleşsin bir damla su bile indiremeyeceklerdir. Bu âyetin alternatifi olarak
haydi bir âyet çı-karsınlar. İnsanlar barajlar yapıyorlar, barajlar
başkalarının ismiyle anılıyor. Sulardan enerji alıyorlar, elektrikler çıkarıyorlar,
onlar da yine başkalarının ismiyle anılıyor. Herkes gücü kendisinde görüyor,
kendisini putlaştırmaya çalışıyor. Herkes bir şeyleri parsellemeye çalışıyor.
Halbuki sanki bunlar Allah’ın âyetleri değil de kendilerinin âyetleriymiş gibi
kendilerini zikretmeye çalışıyorlar. Güçleri yetiyorsa şu yağmuru indirsinler
bakalım. Nasıl “ormanların sahibi benim, oraya benim ismim yazılacak” diyebiliyor
bu insanlar? Nasıl “barajlar kralı benim” di-yebiliyorlar? Nasıl “sulara egemen
benim” diyebiliyorlar? Nasıl da Al-lahu Teâlâ’nın âyetlerini böylece örtme
cesareti bulabiliyorlar? Nereden ve kimden alabiliyorlar bu yetkiyi? Ne hakları
var bu Allah âyetleri üzerinde?
Ama
bakıyoruz ki adamlar tüm bu âyetleri kapatıyorlar, gündeme getirmiyorlar,
örtüyorlar, örtbas ediyorlar, kamufle ediyorlar ve kendi âyetlerini gündeme
getirmek için ellerinden gelen her şeyi yap-maya çalışıyorlar. Korkunç bir
gelişme, müthiş bir gelişme, müthiş bir buluş, gökyüzüne çıkıyoruz, yeryüzüne
iniyoruz sihirbazlık numaralarıyla insanlığın gözlerini büyülemeye
çalışıyorlar. Böylece gerçek âyetler gündemden düşürülmüş, şeytan âyetleri her
tarafı kaplamış ve sonunda da insanlar kendi kendilerine ibadet eder olmuşlar.
Kutsiyet insana ait olmuş, üstünlük insana izâfe edilir olmuş. Halbuki hiçbir
ko-nuda tek yetkileri bile yoktur bu insanların.
“Evet rüzgarları yeryüzünde her
taraftan estirmesinde.”
Rüzgarları
bir taraftan başka bir tarafa, bir şekilden başka bir şekle çevirmesinde ve
yerle gök arasında emre âmâde bekleyen bulutlarda da akıl sahipleri için
deliller vardır.
Bakıyorsunuz
rüzgarlar bir o tarafa gidiyorlar, bir bu tarafa gi-diyorlar. Bir anda
yerdeler, bir de bakmışınız ki gökyüzüne çıkmışlar. Bütün bunlar kimin emriyle oluyor?
Gök ve yer tanrıları onlara söz ge-çirebiliyor mu? Ekonomik ve siyasal tanrılar
mı yapıyor bu işi? Yoksa egemenlik hakkı bizimdir diyenler veya ruhanîler mi bu
rüzgarlarda etkililer? Ne dersiniz? Acaba rüzgarları onlar mı hareket ettiriyorlar?
Bulutları onlar mı hareket ettiriyorlar? Bitkileri onlar mı çıkarıyor, varlıkları
onlar mı yaratıyor? İnsanları onlar mı
yaratıyor? Dağları onlar mı yaratmış, gökleri onlar mı bina etmiş? Gemileri
onlar mı hareket ettiriyor? Hayır hayır, bunların hepsi Allah’ın âyetleridir.
Bunlar üzerinde egemen olan sadece Allah’tır. O’ndan başka kimsenin de bu ko-nuda
en küçük bir yetkisi yoktur.
Bu âyet-i
kerime iman meselesinin bir akıl ve fikir meselesi ol-duğunu anlatıyor. Günlük
hayat müfredâtını anlamada aklını ve fikrini kullanabilen bir insanın mutlaka
sonunda iman etmesi gerektiğini anlatıyor. Yâni sizin Allah’ı tanıyıp O’na iman
etmeniz sizin imkânlarınız dahilindedir. Allah’ı tanıyıp O’na iman edebilmeniz
için öyle çok büyük çabalar sarf etmeniz gerekmemektedir. Onu tanımak için yeryüzünü
baştan başa dolaşmayı kapsayan bir sefer düzenlemenize veya denizlerin
derinliklerine inmenize, ya da uzayın geniş ufuklarına çıkmanıza gerek yoktur.
Aksine
günlük hayatınız ile karşılıklı ciddi bir ilgi kurmanız yeterli olacaktır.
Allah’ın çevrenize yerleştirdiği âyetlere bir göz atmanız yeterli olacaktır.
Allah’ın iki tür âyeti vardır: Metlûv âyetler ve meşhûd âyetler. Metlûv âyetler,
kulağa hitap eden işitsel âyetlerdir ki, şu elimizdeki Kur’an’ın âyetleri bu
tür âyetlerdir. Bir de göze hitap eden, görsel dediğimiz meşhûd âyetler vardır
ki, bunlar da tüm arzda, semâda gördüğümüz âyetlerdir. Güneş, ay, yıldızlar,
bulutlar, dağlar, denizler, ağaçlar, kuşlar, insanlar bunların hepsi Allah’ın
meşhûd âyetleridir. İşte çevremizdeki Allah’ın yarattığı bu âyetleriyle eğer
ciddi bir ilişki kurar, bunlar üzerinde birazcık düşünürsek mutlaka Allah’ın varlığını
anlayacak ve O’nu tanıma imkânı bulabileceğiz demektir. İş bu kadar açıkken, iş
bu kadar kolayken;
6.
“Ey Muhammed! İşte sana gerçek olarak anlattığımız bunlar, Allah’ın varlığının
delilleridir. Artık Allah-tan ve Onun delillerinden sonra hangi söze inanırlar.”
“Ey peygamberim! İşte bunlar
Allah’ın hak âyetleridir. Biz bunları sana hak ile okuyor, okutturuyoruz.
“Telâ” bir de izlemek, izlettirmek anlamındadır ki, mânâ “biz bunları sana hak
ile izlettiriyoruz” demek olacaktır. Öyleyse Rabbimiz bu ifadesiyle bu
âyetlerin peşini bırakmamamızı, sürekli onları izlememizi, sürekli onlarla
beraber olmamızı istiyor. Gözlerimiz sürekli bu âyetleri izleyecek, gönüllerimiz
sürekli bu âyetlerin peşinde olacak ve hayatımızı bu hak âyetlerle düzenleme
savaşı içinde olacağız. Bir an bile bu âyetlerden gafil olmayacağız.
Allah’ın
hayatı düzenlemek üzere yarattığı bu âyetlerle diyaloglarını kesen, bu
âyetlerden habersiz bir hayat yaşayan insanlar için bakın Rabbimiz diyor ki:
Onlar Allah’ın varlığına delil olarak
yaratılmış olan bütün bu âyetlerden bir şey anlamıyorlarsa, gözleri ve kulakları
önünde cereyan eden bu kadar âyet onlarda bir şeyler depreştirmiyor, bu âyetlerin
sahibine iman ve onun yasalarına teslimiyet konusunda onları harekete
geçirmiyorsa artık hangi söze inanacak bu adamlar? Allah’ın gökler ve yerlerde
yarattığı bunca âyetlerine, bu âyetlerin yaratıcısına “evet” demiyorlarsa,
artık hangi delile, hangi âyete, hangi söze evet diyecek bu adamlar? Allah’ın
âyetlerinin hepsi haktır. Hepsi gerçektir. Bu kadar açık seçik olan hakka
“evet” demeyen bir insan hangi hakka “evet” diyecek? Bundan daha açık, bundan
daha gerçek bir hak bulabilecekler mi ki kabul etsinler?
İşte bütün
bu âyetler kâinatta yegâne Rabb ve İlâh olarak Allah’ın gücünü, kudretini,
bilgisini, iradesini ve hikmetini ortaya koyan âyetlerdir. Ama kâfirler tüm bu
varlıkların yaratıcısı olan Allah’a inan-mıyorlar. Allah’ın Rabb ve İlâh
oluşunu kabullenmiyorlar. Peki kimmiş bu inanmayanlar? Allah’ı ve Allah’ın bu
gerçek âyetlerini inkâr edenlerin özellikleri neymiş? Bakın bundan sonraki
âyetinde Rabbimiz onların sıfatlarını şöyle anlatıyor:
7,8. “Kendine okunan Allah’ın âyetlerini
dinleyip, sonra, onları hiç duymamış gibi büyüklük taslamakta direnen, yalancı
ve günâhkar kişinin vay haline! Ona can yakıcı bir azap müjdele.”
Effâk; abuk sabuk, saçma sapan
konuşan kimse demektir. Ef-fâk; ağzına geleni ağzına geldiği gibi konuşan kimse
demektir. Hiç düşünmeden ağzına gelen her şeyi konuşan, hakka istinat etmeden
söz söyleyen, hikmetten uzak söz söyleyen, yâni kitaptan habersiz konuşan kimse
demektir. Hani sûrenin başında Rabbimiz bu kitabın hakim olan Allah’tan gelme
hakim, hikmet dolu ve hikmet kaynağı bir kitap olduğunu ve ancak bu kitapla
beraber olanların, sözlerini ve davranışlarını bu kitaba dayandıranların hikmet
sahibi olduklarını an-latmıştı. İşte effâk olanlar mahza hikmet kaynağı olan bu
kitaptan ha-bersiz ağzına gelen her şeyi konuşan kimselerdir.
Kitaba
inanmadıklarından, kitapla diyalog kurmadıklarından, kitabı reddettiklerinden
ötürü bunlar konuştukları zaman iftira ederler. Herhangi bir konuda kitaba
dayanmadan, hikmete istinat etmeden söz söyleyen kişi effâk’dır. Herhangi bir
konuda kitaba dayanmadan yorum yapan, görüş ortaya koyan kişi effâk’dır. Ya da
olayların gerçek yüzünü bildiği halde onları gizleyerek anlatmamaya çalışan
kişi effâk’dır.
İfk, effâk
daha çok hayatın söz bölümünde, ifade bölümünde ortaya çıkan bir özelliktir.
Resûl-i Erkemin pâk zevcesi Ayşe annemize yapılan ifk hadisesini biliyoruz. Hakikatin
aksine söylenen o çok çirkin sözü biliyoruz.
Bir de
effâk; sistem üreten, ideoloji üreten demektir. Allah’ın sisteminden, Allah’ın
düzeninden habersiz yeryüzünde sistem yapmaya, düzen kurmaya çalışan insanların
hepsi effâkdır. Çünkü onların Allah’ın kitabından haberleri yoktur. Hikmetten
mahrum ve nasipsiz insanlardır bunlar. Sözleri kitaba dayanmaz, davranışları
vahiyden kaynaklanmaz. Allah hakkında rasgele konuşurlar. “Allah sadece dünyayı
yaratmış ve işi bitmiştir. Allah hayata karışmaz, Allah bir şey indirmemiştir,
Allah arzularını bize bildirmemiştir! Allah bizi serbest bırakmıştır! Allah da
demokrasiden yanadır! Allah da şu bizim yaşadığımız hayattan razıdır! Eğer
Allah istemeseydi biz bu hayatı yaşa-yamazdık. Allah’ın yeryüzünde yetkili
varlıkları vardır. Allah yerde bir takım varlıklara yetkilerinden bazılarını devretmiştir.
Allah’a direk yaklaşma imkânımız yoktur! O’na yaklaşabilmek ve O’nu razı edebilmek
için aracılar kullanmak zorundayız,” vs vs.
Allah, din, kitap, peygamber,
hayat, ekonomi, hukuk, eğitim, kılık-kıyafet, miras, kazanma-harcama, Allah’la
insanlar arasındaki ilişkileri, insanın insanla, insanın toplumla ve devletle
ilişkileri, insanın kâinatla ilişkileri konusunda, hâsılı insanın hayat
programı hakkında bilgiye dayanmadan, kitaba sormadan rasgele akıllarına geldiği gibi, akıllarına estiği gibi
konuşurlar. Tüm bu konularda Allah ne diyor, Peygamber ne diyor, Kitap nasıl
bir yol tarif ediyor, onları hiç mi hiç ilgilendirmez. İşte bunlar effâkdırlar.
Bir de:
Allah, “onlar Esîmdirler,” diyor.
Esîm de vebâl, suç, sorumluluk yüklenen kimse demektir. Kitaptan habersiz
söyledikleri sözleriyle, vahye istinat etmeyen hükümleriyle, hikmete
dayanmayan, Kitap ve Sünnete dayanmayan davranışlarıyla, Allah’tan
kaynaklanmayan hayat programlarıyla hem kendi veballerini, hem de Allah
yasalarından koparıp kendi yasalarına kul-köle yaptıkları Allah kullarının veballerini
yüklenen insanlardır bunlar. Kendileri Allah’ın âyetlerinden habersiz bir hayat
yaşadıkları gibi, çevrelerindeki insanları da Allah’ın âyetlerinden koparan,
Allah’ın âyetlerini gündemden düşüren, âyetlerin eğitimine yasaklar koyan ve
böylece Allah’ın âyetlerini örtüp çevrelerindekileri de bu âyetlere karşı
örtülü hale getirdikleri için sürekli vebal yükü yüklenmeden yana olan insanlardır
bunlar...
Allah diyor ki, “veyl olsun
bunlara! Cehennemin veyline, cehennemin çukuruna gitsin onlar!” Çünkü bunlar
Allah’ın âyetlerini işitince, Allah’ın âyetleri kendilerine arz edilince,
Allah’ın âyetleri kendilerine okununca sanki onları hiç işitmemiş gibi
müstekbirce, büyüklük taslayarak, onlara ihtiyacı yokmuş gibi eyvallahsız bir
tavırla bildikleri, alıştıkları yanlışlarına dönüverirler. Sanki o âyetler hiç
yokmuş, sanki o âyetler kendilerine hiç okunmamış gibi Allah’ın âyetlerine
karşı kör ve sağır kesiliverirler de, eski şirklerine, küfürlerine, hayatlarına
dönüverirler.
Bu adamlar
kendi kafalarından ürettikleri bir hayatı yaşarlarken, zaman zaman Allah’ın
âyetleriyle karşı karşıya geliyorlar. Zaman zaman kendilerine Allah’ın
âyetleri, Allah’ın hayat programı duyuruluyor, izlettiriliyor. Ama sanki hiç
duymamış, hiç görmemiş gibi hayatlarına devam ediyorlar. Kendilerine duyurulan
Allah âyetleri karşısında, Allah sistemi karşısında kendi âyetlerinin, kendi
sistemlerinin, kendi düşüncelerinin, kendi bulgularının daha üstün olduğunu
iddia ederek Allah’a ve Allah’ın âyetlerine kafa tutuyorlar. Kendilerini ve
kendi sistemlerini putlaştırıp Allah’ı ve O’nun âyetlerini reddediyorlar. Kendi
sistemlerine güvenerek Allah’ın sistemine karşı müstekbir davranıyorlar. “Bizim
Allah’a da, Allah’ın kitabına da, O’nun âyetlerine de, O’nun peygamberine de,
O’nun hayat programına da ihtiyacımız yoktur,” di-yorlar. Kendi programlarını,
kendi hayat felsefelerini, kendi sistemlerini devam ettirme adına her şeyi
yapmakta ısrarlı davranıyorlar.
Kendi
sistemleri tıkandığı noktada da insanlara yeni yeni ideolojiler, yeni yeni
fikirler, yeni yeni formüller ve sistemler üretmeye çalışıyorlar. Böylece
insanların gündemlerini değiştirerek onları kendi sis-temleri, kendi fikirleri
etrafında toplamaya çalışıyorlar.
Allah diyor
ki, “peygamberim, bunlara elim bir azabı müjdele. Hem kendileri adına, hem de
başkaları adına günâh yükünden, vebal yükünden yana olan bu kâfirlere, sen elem
verici bir azabı müjdele!” Azap müjdelenmez aslında, ama böyle yapanlar, böyle
yaşayanlar bunu hakketmiştir. Onlar bunu çoktan hakketmiş kimselerdir.
9,10.
“Âyetlerimizden bir şey öğrendiğinde onu alaya alır. İşte bunlara alçaltıcı bir
azap ve ardından da cehennem vardır. Kazandıkları şeyler de, Allah’ı bırakıp edindikleri
dostlar da onlara bir fayda vermez. Büyük azap onlaradır.”
Bu tip insanlar için Rabbimiz
buyurur ki, “âyetlerimizden bir şey öğrendiklerinde, âyetlerimizde sunulan bir
şeyin kesin doğru olduğunu, gerçek olduğunu anlayıp kavradıklarında, başka
yapabilecekleri bir şeyleri olmadığından hemen onu alaya alırlar. Onu oyun ve
eğlence konusu yaparlar.”
Önceki
âyet-i kerimesinde Rabbimiz âyetlerle karşı karşıya geldiklerinde sanki
duymamış, hiç haberdar olmamış gibi davrandıklarını ve kendi hayatlarına devam
ettiklerini anlatmıştı. Bakıyoruz, bu âyet-i kerimesinde de âyetlerle karşı
karşıya gelerek âyetlerin doğruluğunu anlayan bu insanların başka
yapabilecekleri bir şeyleri olmadığı için onu alaya aldıklarını, eğlence yerine
koyduklarını anlatıyor. Böylece Allah’ın âyetleri karşısında, Allah’ın sistemi
karşısında bu adamların kendilerine tutunacak bir dal aradıklarını anlatıyor. Allah’ın
âyetleri karşısında, Allah’ın yasaları karşısında onu yargılayıp reddedecek
delilleri de olmadığından, tutunabilecek, sığınabilecek bir tek yol bulabiliyorlar,
o da alaya almak, maskaraya almak ve gülüp geçmek.
Kendilerini üstün bir konumda,
Allah’ın âyetlerini ve o âyetleri duyuran peygamberi de alçak bir konumda görerek
gülüveriyorlar. Allah’ı da, Allah’ın âyetlerini de, Allah’ın elçisini de alaya
alıyorlar. Ta-rih boyunca bu hep böyle olmuştur. Tarih boyunca kendilerinin
tanrılığını iddia eden, kendi düşüncelerini, kendi yasalarını Allah yasalarından
üstün gören tüm kâfirler, kendi yasalarının hâkimiyeti adına Allah âyetlerini,
Allah yasalarını ilga edip, yasaklayıp duyurmamaya çalışan tüm Firavunlar ve
Firavunun sistemini ayakta tutmaya çalışanların ta-mamının yaptığı iş budur.
Allah’ın âyetlerini ve Allah’ın elçilerini alaya almak ve onlarla dalga
geçmek... Allah’ın hak elçilerinin kendilerine getirdikleri âyetleri dinleyip
onlar üzerinde düşünmek ve bir karara varmak yerine, düşünüp taşındıktan sonra
onları kabullenmek veya bir delille reddetmek yerine alaya alarak gülüp
geçiyorlar.
Neden? Neden bu yolu tercih
ediyorlar? Çünkü sepetleri boştur adamların. Dağarcıklarında onu
değerlendirecek sermayeleri yoktur. Kafalarının içi bomboştur. Bütün sermayeleri
sadece gülmek ve alaya alarak reddetmektir. Tek yapabilecekleri şey işte budur.
Alay et-mek, maskaraya almak, tekzip etmek, yalanlamak, karşı çıkmak, susturmak,
asmak, kesmek, tehditler savurmaktır. Her devirde bu böyledir. Her devirde
Firavunların, Firavun gibilerin ve Firavunun sistemini ayakta tutmaya çalışan
mele’ grubunun karakteri budur işte... Halbuki herhangi bir kimseden bir söz duyulunca,
önce onu dinlemek, anlamaya çalıştıktan sonra ya kabullenmek, ya da
delilleriyle reddetmek icap etmektedir. Bu işin doğrusu budur. Ama adamlar öyle
yapmıyor-lar. Dinlemeden, anlamadan, kavramadan peşinen reddediyorlar, gü-lüp
geçiyorlar.
İşte böyleleri için alçaltıcı bir azap
ve arkasından da cehennem vardır, diyor Rabbimiz. Kazandıkları şeyler de, topladıkları
şeyler de, Allah berisinde edindikleri veliler de onlara bir fayda sağlamayacaktır.
Kazandıkları şeylerin hiç birisinin onlara bir faydası olmayacaktır. Elde
ettikleri güçler, kazanıp topladıkları servetler, şanlar, şöhretler, paralar,
pullar, iktidarlar, rütbeler, kurdukları medeniyetler, geliştirdikleri
teknolojiler, silah fabrikaları, tanklar, tüfekler onları o azaptan
kurtaramayacaktır.
Ne bu
kazandıkları, ne de Allah’ı ve Allah’ın âyetlerini, Allah’ın yasalarını bırakıp
da O’nun yerine kabul ettikleri velileri, yasalarını uy-guladıkları tanrıları,
tanrıçaları, kendilerine yardım vaad edenler, ar-kanızdayız diyenler ve onların
yasalarına kullukları onlara hiç bir fayda sağlamayacaktır. Ne yeryüzü
tanrıları, ne A.B.D., ne A.T. onları kurtaramayacaktır. Onlar için onların yaptıklarına
uygun bir biçimde büyük bir azap vardır.
11. “İşte bu Kur’an doğruluk
rehberidir. Rabbleri-nin âyetlerini inkâr edenlere, onlara, tiksindiren, can ya-kan
bir azap vardır.”
İşte bu Kur’an hidâyet
rehberidir. İşte hidâyet ve yol gösterecek olan budur. İşte kılavuz ve
mihmandar budur. İşte tüm hayat problemlerinizi çözecek olan budur. Artık hak
belli, hidâyet bellidir. Artık yol belli, yol kılavuzu da bellidir.
Doğrusu
İslâm yolu, doğrusu Allah yoludur. Doğrusu bu kitabın gösterdiği yoldur.
Başkalarına ihtiyacınız yoktur. Sizin tüm problemlerinizi çözecek, sizi hem
dünyada hem ukbada mutluluk ve saadete ulaştıracak tek kaynak işte bu kitaptır.
Diyebilirsiniz ki bizim bir takım problemlerimiz, sıkıntılarımız var. Bizler
yeryüzünde yalnız değiliz. Bu dünyada yalnız yaşayamayız, birilerine muhtacız.
Bizim ekonomik, siyasî, askerî problemlerimiz var. Bizim yol göstermeye ihtiyacımız
var. Bizim bir hidâyete ihtiyacımız var. Görüyoruz ki şu andaki Yahudiler ve
Hıristiyanlar da dünyanın en büyük dev güçleridir. Ülkelerinin problemlerini
halletmişler, sanayilerini kurmuşlar, insanlarını mutlu etmişler. Hikâye bunlar
aslında... Eh, biz ne yapalım? Ne edelim? Kime gidelim? Kiminle beraber olalım?
Bu dünyada tek başına yaşayamayacağımıza göre, mutlaka birileriyle beraber
olmak zorundayız filan dersek, diyorsak o zaman bakın bize diyor ki Rabbimiz:
İşte hidâyet budur. Eğer hidâyet
istiyorsanız, bilesiniz ki hidâyet Allah’ın hidâyeti, yol Allah’ın yoludur.
Probleminiz varsa Allah’a havale edin, Allah’a yalvarın, Allah’a yakarın. Eğer
Allah’ın âyetlerinin tarif ettiği bir hayata yöneliverirseniz, bir de
bakacaksınız ki problemleriniz kendiliğinden çözülmüştür. Tüm problemleriniz
ama. Ekonomik, siyasî, içtimaî, askerî, eğitim, hukuk, seçim, geçim tüm dertleriniz
bir anda bitecektir. Çünkü o zaman siz yenilmez ve yanılmaz olan bir Allah’la,
yenilmez ve yanılmaz bir Allah kitabıyla
berabersiniz demektir. Kesinlikle bilesiniz ki böyle Âzîz ve Hakîm olan
bir Allah’la, O’nun yol gösterisiyle, O’nun hidâyetiyle, O’nun kitabıyla
beraber olursanız, sizler de yenilmez ve yanılmaz olacaksınız demektir.
Ama öyle değil de, problemlerinizi
Allah’ın kitabına değil de, Allah’ın yasalarına değil de başkalarının hevâ ve
heveslerine arz eder, Rabbinizin çözümüne değil de başkalarının çözüm
önerilerine müracaat eder, onların isteklerine, arzularına, sevgilerine,
nefretlerine, düşüncelerine, sosyal sistemlerine, ekonomi anlayışlarına, eğitimlerine,
ceza kanunlarına, âhiret görüşlerine yahut ahlâk, siyaset yapılarına uyarsanız,
artık senin için, sizin için Allah’tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı.
“Dost ve
yardımcın olarak Beni bulamayacaksın,” diyor Rab-bimiz. Peki Allah bunu kime
diyor? Yeryüzünde en çok sevdiği peygamberine. Allah çok sevdiği peygamberine
diyor ki, “ey peygamberim! Sen sana gelen ilimden sonra eğer onların hevâ ve
heveslerine uyarsan, dostun ve yardımcın değilim. Sana gelen ilimden, sana ilim
geldikten sonra.” Peki acaba buradaki ilimden Rabbimiz neyi kastediyor?
Buradaki ilim vahiydir.
Peygamberimize gelen ilim, vahiydi. Öyleyse Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ey peygamberim,
eğer sana ge-len bu vahiyden sonra, sen sana gelen bu vahyi bırakır da onların
il-me, vahye dayanmayan hevâ ve heveslerine uyacak olursan, kesinlikle bilesin
ki artık dostun da yoktur, yardımcın da.” Yeryüzünün en sevgilisine bu
söyleniyorsa, bizlerin durumunu bir düşünün. Allah korusun bizleri böyle bir
âkıbetten! Allah’tan gelen ilmi, Allah’tan gelen vahyi bırakıp da onların hevâ
ve heveslerine tabi olarak Allah’ın velâyetini, Allah’ın dostluğunu kaybettikten
sonra artık mü’minler için dünyada ne rahat yüzü, ne saadet, ne bereket, ne de
âhirette cennet ve devlet olması mümkün değildir.
Yıllar önce
bizler vahyi bıraktık. Yıllardır bizler Allah’tan gelen ilme sırt çevirdik ve
bu kâfirlerin hevâ ve heveslerine uyduk. Yıllardır şöyle der olduk: “Ey Yahudi
ve Hristiyanlar! Ey bizim efendilerimiz! Ey bizim hocalarımız! Bak biz de sizin
gibi olduk! Sizin gibi giyiniyor, sizin gibi soyunuyoruz! Eskiden tepeden tırnağa
giyinirdik, ama şimdi bak sizin hatırınıza kılık-kıyafetimizi değiştirdik!
Sizin yazınızı kullanıyor, sizin eğitiminize sahip çıkıyoruz! Sizin
kanunlarınızı, sizin tatillerinizi, sizin takvimlerinizi kullanıyoruz! Sizin
hatırınıza NATO’ya girdik! Birleşmiş Milletlere üye olduk! AT’la nikâhlandık,
I.M.F ile nişanlandık! Bugüne kadar bir dediğinizi iki etmedik?” Size yalvarıp
yakardığımız halde yine de kendimizi sevdiremedik. Ama beri tarafta Allah’ın yardımı
kesildiği için de gittikçe batağa battık ve bir türlü belimizi doğrultamadık.
Elbette öyle olacaktık. Çünkü biz
vahyi terk ettik, ilmi bıraktık. Biz Rabbimizin bizim adımıza hidâyet kaynağı
olarak gönderdiği tüm problemlerimizin çözümü olan vahyi terk edip,
başkalarının yasalarında, başkalarının yol göstericiliğinde çözüm aradık.
Böylece Allah dostluğunu, Allah desteğini kaybettik. Allah desteğini kaybeden
bir toplumun iflahı mümkün mü? Allah’ın yardımını kaybeden bir toplumun çözüme
ulaşması mümkün mü? Huzur ve sükûnu bulması müm-kün mü? İşte hâlimiz,
dilimizden daha güzel anlatıyor durumumuzu.
12. “Emri gereğince denizde yüzmek
üzere gemileri, lütfedip verdiği rızkı almanız için denizi buyruğunuz altına
veren Allah’tır, belki artık şükredersiniz.”
Size yeryüzünde, yaşadığınız
hayatta şu imkânlarınızın tümünü sağlayıveren, size sizin yaşamak için muhtaç
olduğunuz her şeyi lütfeden Rabbinizdir. Denizi sizin emrimize sunan da
Rabbinizdir. Üzerilerine bindiğiniz, yüklerinizi, eşyalarınızı taşıdığınız o
gemiler, Rabbinizin denize yüklemiş olduğu yasalarla hareket etmektedirler.
Bunlar Allah’ın emriyle yürümektedirler. Tâğutların, şeytanların, effâk-ların,
esîmlerin, yeryüzü tanrılığına soyunanların ve sizin yasalarını uygulayarak
kendilerine kul-köle olmaya çalıştığınız varlıkların emriyle değil. Gemilerin
de, rüzgarların da, denizlerin de yasalarını koyan Al-lah’tır. Denizlere
koyduğu bu yasasıyla Rabbiniz sizlerin deniz aşırı ticaretler yapabilmeniz için
rızıkları ve fazlını sizin için denizlerin içine gömüvermiştir. Her halde bütün
bu nîmetleri size lütfeden Rabbinize teşekkür eder, artık şükredersiniz.
Şükür,
nîmeti nîmetin sahibinin yolunda kullanmak demektir. Şükür, hayatı o hayatın
sahibinin yolunda kullanmak demektir. Şükür, nîmeti sahibine sormadan, sahibinin
razı olmayacağı yerde kullanmamak demektir. Herhalde sizler tüm hayatınızı bu
nîmetleri size lüt-feden Rabbinize sorarak yaşarsınız artık, değil mi? Herhalde
artık Rabbinizin sizin adınıza gönderdiği hayat programına müracaat ederek bir
hayat yaşar ve böylece Rabbinize teşekkür edersiniz değil mi? Değilse
nankörlerden olursunuz. Öyle değil mi? Bir adam hayatını o hayatı kendisine
verenden habersiz olarak yaşarsa, yâni nîmet verenin hamde lâyık olduğunu
bilmeden yaşarsa, bu adam insanlıktan çıkmış, şahsiyetini kaybetmiş demektir.
Rabbimiz, âyet-i kerimesinde:
“Herhalde artık şükredersiniz” buyurduğuna göre, anlıyoruz ki bu insana
verilmiş bir karakter demektir. Yâni bu ifadeyle anlıyoruz ki, insan insanlığı
gereği kendisine nîmet verene teşekkür etmek zorundadır. Kendisine bütün bu
nîmetleri lütfedenin kadrini, kıymetini bilmeli ve O’nun kapısında kul olmalıdır.
Madem ki tüm bu nîmetler O’ndandır, madem ki hayat O’ndandır, madem ki insan
her şeyini O’na borçludur, öyleyse sadece O’na kul olmalıdır. Sadece O’nu
dinlemeli, O’nu ve O’nun hayat programını ta-nıyıp uygulayarak O’na teşekkür
etmelidir.
Sizin
durumlarınız da Allah’ın yeryüzünde koyduğu yasalarına boyun eğen bu gemilerden
farklı değildir. O gemileri hareket ettiren, yürüten Allah’tır. Suya kaldırma
ve gemileri yürütme yasasını koyan Allah’tır. Onları hareket ettiren,
rüzgarları gönderen Allah’tır. Allah di-lerse o gemileri hareket ettiren gücü
durduruverir, yasaları kaldırıverir. O zaman onlar denizin üzerinde
kalakalırlar. Veyahut da o gemileri yürüten rüzgarları fırtınaya çeviriverir de
o geminin içindekileri, kazandıkları günâhlar yüzünden denizin dibine
indiriverir. Ya da o geminin içindekileri kazanıp geldikleri ticaret mallarıyla
birlikte denize gömüverir. Ama bununla birlikte bilesiniz ki, işlediklerinizden
pek çoğunu Allah affetmektedir.
Denizdekilerin
durumu böyle de, karadakilerin durumu bundan faklı mı sanki? Denizin yasasını
koyan Allah da, karanın yasalarını koyan başkaları mı? Denizde egemen olan
Allah da, karada başkaları mı? Gemileri hareket ettiren, gücü alıverdiği gibi,
sizi de hareket ettiren ruhlarınızı alıverdi mi, sizler de bir kadavra yığını
gibi toprağın kahrına yuvarlanıverirsiniz. Veya şu anda sizin altınızdaki gemiyi
de, yâni sizin altınızda sizin emrinize Allah tarafından boyun büktürülüp sizin
için uysallaştırılmış, zelil kılınmış olan şu arz gemisini sallayıverir de, siz
de onun kahrına gömülüverirsiniz. Yâni şu anda yaşıyorsanız, bunu kendinizden
zannetmeyin. Şu anda altınızdaki yeryüzü sizi te-petaklak getirmiyorsa bunu
kendinizden sanmayın. Size bunu sağlayan da Allah’tır, bunu asla unutmayın.
Öyleyse Allah’ın bu tür âyetlerini sürekli gündemimizde tutmak zorundayız.
Ama maalesef hiç kimse bu âyeti görmek
istemiyor. Bu âyet üzerinde de düşünen kimse kalmamış. İnsanlar gemilerden haberdardır,
gemiler, firkateynler yapmışlar, füzeler, yeni yeni arabalar icat etmişlerdir.
Ama şunu niye kabullenmek istemiyorlar? Niye gündeme getirmek istemiyorlar?
Bunların suyun üzerinde durabilme imkânını, suyun üzerinde batmadan durabilme
yasasını Rabbim takdir etmemiş midir? Eğer onların istifade ettikleri bu yasayı
Rabbim tespit etmese, her şeyi alabora ediverse, bu kanunları tepe takla
getiriverse, “artık suyun üzerinde hiçbir şey durmayacak!” deyiverse bu
insanlar ne ya-pabileceklerdir? Bunu hiç düşünmüyorlar mı? O zaman bu yaptıkları
gemilerle nasıl övünebilecekler, nasıl hava atabilecekler? Üstelik bu gemileri
yapma ameliyesinin ilki de Rabbimize aittir. Gemilerin ilk planı, ilk projesi
de Rabbimize aitti.
Kitabımızın başka bir âyetinin
beyanıyla Rabbimiz Nuh’a (a.s): “Bizim gözetimimizde yap bu işi,” diyordu.
Rabbimiz, “Bizim gözetimi-miz ve kontrolümüz altında bir gemi yap ey Nuh,”
buyuruyordu. Evet, şu anda insanlar imal ettikleri füzeleriyle, arabalarıyla,
uçaklarıyla, fü-zeleriyle, gemileriyle öğünüyorlar. Eğer şu anda Rabbimiz bir
emir ve-riverse; artık şu andan itibaren bütün yer altındaki petroller su haline
gelmiştir. Ne hale gelir bu insanların yaptıkları şeyler? Bunu hiç dü-şünmüyorlar
mı? Düşünmeyecekler mi? O zaman bu yaptıkları şeyler, içinde tavukların bile
yaşayamayacağı şeyler haline gelmeyecek midir? Peki o zaman insanlar niye
Allah’ın bu âyetlerinin bilincine ermek istemiyorlar? Kendi yaptıklarıyla
öğünen bu insanlar, niye bütün bu yaptıklarını Allah’ın yasalarına bağımlı olarak
yaptıklarını anlamaya yanaşmıyorlar? Demir olmasaydı, benzin olmasaydı, suya
Allah ta-rafından bu kaldırma yasası verilmeseydi, havaya sesi iletme gücü
verilmeseydi, ne anlama gelecekti bütün bu yaptıkları? Suyun üzerinde gemilerin
yürüme yasasını, bu konudaki âyetleri zikretmiyorlar, gündeme getirmiyorlar da,
kendi yapmış oldukları putların önünde secdeye kapanıp onlarla öğünmeye çalışıyorlar.
“Efendim
insanlık artık bilg
Hayır hayır, bunların hiç birisi tanrı
değildir. Bunların hiçbirisinin bizim hayatımızda söz hakkı yoktur, çünkü şu
anda istifade ettiğimiz her şeyi bize lütfeden Rabbimizdir. Bakın, Rabbimiz bize
lütfettiği nîmetleri saymaya devam ediyor:
13. “Göklerde olanları, yerde olanları,
hepsini sizin buyruğunuz altına vermiştir. Doğrusu bunlarda, düşünen kimseler
için dersler vardır.”
Evet, göklerde ve yerlerde ne
varsa, ne görüyor, ne kullanıyorsanız hepsi O’ndandır. Her şeyi yaratan ve
sizin emrinize âmâde kılan Allah’tır. “Tamam, anladık; şunlar şunlar
Allah’tandır, şunları şunları yaratan Allah’tır, ama şunlar şunlar da
filanlardandır, ya da kendimizdendir,” gibi bir yanılgıya düşmeyelim diye burada
Rabbimiz hepsini anlatıyor. Hepsi Allah’tandır ve hiç şüphesiz bütün bunlarda
akıllarını kullanacak insanlar için bir tek âyet değil, pek çok âyetler vardır.
Akıllarımızı kullanır, iyi tefekkür edersek, bunu anlamakta güçlük çekmeyiz.
Daha önceki
âyette ifade edildiği gibi, göklerde ve yerde olan her şey O’nundur. Gecede ve
gündüzde sakin olan her şey O’nundur. Duran, yürüyen, gündüz görünen, gece
görünen ne varsa her şey O’nundur. Zaman ve mekânın sahibi Allah’tır. Göklerin
ve yerlerin sa-hibi, suyun, ateşin, havanın, oksijenin sahibi elhamdülillah ki
Allah’tır. Buna ne kadar hamd etsek azdır. Eğer bütün bunların sahibi Allah
değil de, başkaları olsaydı, meselâ bunların sahibi insanlar olsaydı, ne olurdu
bizim halimiz hiç düşündünüz mü? Ne yapardı bu insanlar bize? “Gecemde uyudun,
ver parasını! Gündüzümü idrak ettin, öde ücretini! Güneşimden ısındın,
güneşimde aydınlandın çıkar parayı! Suyumu içtin, ateşimi kullandın, sökül
paraları! Havamı yuttun, oksijenimi kullandın, öde faturayı! Gölgemde
serinledin, bulutumda gölgelendin, çıkar parayı! Elmamı yedin, armudumu ısırdın,
ver ücretini!” Evet eğer bütün bu nîmetler Allah’ın değil de başkalarının
olsaydı, ha-limiz bitikti!
Şu gökyüzü, şu semâmızı süsleyen
yıldızlar, şu gecemizin zülüflerini aydınlatan hilâl, şu bize her saniye ısı ve
ışık gönderen güneş, şu her an teneffüs ettiğimiz hava, şu kıymetini bilmeden
tükettiğimiz sular, eğer Allah’ın değil de, bir insanın, ya da insanların
elinde olsaydı, onu ondan bu kadar rahat alabilir miydiniz? İşte sizin böyle
cömert bir Rabbiniz var. Üstelik bu konuda mü’min-kâfir ayırımı bile yapmadan
herkese bol bol ikram ediyor onları. Öyleyse kimin ekmeğini yiyip kimin
kılıcını salladığınızı bir düşünün. Kimin nîmetlerinden istifade edip de,
kimlere kulluk ettiğinizi bir düşünün.
Meselâ
bakın, basit bir hesap: Eğer şu güneş olmasaydı ve şu anda güneşten aldığımız
enerjiyi bir elektrik kurumundan parayla satın almak zorunda kalsaydık, sadece
bir tek dakika ısınabilmek için elektrik kurumuna 150 milyar lira ödemek
zorunda kalacaktık. Eğer elektrik kurumu tüm dünyamızı ısıtacak bir enerjiyi
üretebilecek bir güçte olsaydı, elektrik kurumunun bu kadar masraf etmesi gerekecekti.
Düşünebiliyor musunuz? Sadece bir tek dakika yaşayabilmek için 150 milyar! Var
mı o kadar paranız? Elhamdülillah ki, tüm bu mallar ve mülkler Rabbimizindir.
Ve Rabbimiz o kadar merhametli ki, o kadar cömert ki, kendisini inkâr edenlere
bile bu nîmetlerini sunmaktadır. Eğer bütün bunlar insanların ellerinde olsaydı,
başkalarına zırnık bile vermezlerdi. Kimsenin kimseye faydası olmazdı. Şükürler
ol-sun ki, Rabbimiz bu konuda herkesi eşit yaratmış, kimseye yetki vermemiştir.
Her şey
Allah’ındır ve Allah’ın ihsanı yeryüzünde insanların ih-sanlarına da benzemez. Rabbimizin
ihsanı, yeryüzünde insanların ki-milerinin cebinden zorla, zorbalıkla alıp onu
haksız yere sevdiklerine peşkeş çeken insanların ihsanlarına benzemez. Rabbimizin
ihsanı a-dildir. Tüm varlıklar ve tüm nîmetler O’nundur. Rahmeti bol olan Rab-bimizin
bu nîmetlerini kullarına ulaştırması konusunda hiç kimsenin payı yoktur. Yâni
bizim O’ndan başka hiç kimseye minnet borcumuz yoktur. “Efendim, bütün bu
nîmetlere filanlar falanlar sayesinde ulaştık, öyleyse onlara da kulluk yapalım,”
demeye hiçbir zaman hakkımız yoktur. Nimetlerin bize ulaşması konusunda hiçbir
aracının varlığı söz konusu değildir. Aksi takdirde Allah’ın nîmetlerinden
istifade edip baş-kalarına teşekkür etmek şirktir, Allah korusun.
14. “Ey Muhammed! İnanmışlara de ki: “Allah’ın
bir milleti yaptıklarına karşılık cezalandıracağı günlerin geleceğini
ummayanları şimdilik bağışlasınlar.”
Rasulullah Efendimizin bize şöyle
demesini istiyor Rabbimiz: “Biz biliyor ve inanıyoruz ki, Allah’ın Resûlü
kıyâmete kadar müminleri uyarmaktadır. Onun bizi uyarısı kıyâmete kadar devam
edecektir.” Bakın En’âm sûresinde Rabbimiz şöyle buyurur:
“Ve bu
Kur’an bana, sizi ve ulaştığı kimseleri uyarmam için vahy olundu.”
(En’âm 19)
Demek ki bu
kitap sadece o döneme ait değildir. Demek ki bu kitabın hükümleri sadece onun
indiği dönem insanlarını kapsamaz. Sadece indiği dönem insanları için bağlayıcı
değildir bu kitap, aksine kıyâmete kadar, ona ulaşan insanları da onunla
uyarmak için indirilmiştir. “Onunla sizi uyarmam için, sizi cehennemden korumam
ve cennete kazandırmam için bu Kur’an bana vahy olunuyor.” Allah’ın Resûlü,
kendi dönemindeki insanlara böyle diyordu. “Sizi uyarmam için.” Allah’ın Resûlü,
dönemindeki ashabını uyardı. Kur’an’ı tebliğ ederek, Kur’an’ı gündeme getirerek,
Kur’an’ın nasıl pratize edileceğini bizzat hayatında göstererek uyardı. Ama
sadece onları değil, kıyâmete kadar her kime ulaşırsa onları da uyarmak üzere
bu kitap bana in-dirildi. Allah’ın Resûlü dün onları, şu anda da bizi uyarıyor.
Şu anda bile Allah’ın Resûlü bizi Kur’an’la uyarıyor.
Kim ki
Kur’an okuyor, bilsin ki o Rasulullah’la karşı karşıyadır. İbni Cerir der ki: “Bu
âyetle anlaşılıyor ki kendisine Kur’an’ın ulaştığı kimse, bizzat Muhammed’i (sav)
görmüş gibidir.” Öyleyse şu anda bizler de Rasulullah’la karşı karşıyayız.
Meselâ bir elçi hükümdarın emrini bir valiye ulaştırıyor. Bu emir, o elçinin
değil hükümdarın emridir. Öyleyse ben şu anda o elçinin size ulaştırdığı
mesajı, o elçiyi gön-derenin mesajını size ulaştırıyorum. Siz de duyduğunuz bu
mesajı du-yar duymaz kendinize, birbirinize, çocuklarınıza, hanımlarınıza, komşularınıza
ulaştırmak zorundasınız.
Tâbiînden Muhammed
bin Kâb el-Kurazî der ki: “Kur’an okuyan kişi onu peygamberden dinliyormuş gibi
okusun. Zira onu şu anda sizi uyarmak üzere Allah’ın Resûlü okumaktadır.”
Gerçi kesin
biliyoruz ki Allah’ın Resûlü vefat etmiş, maddî planda onun etkinliği bitmiştir.
Ama onun risâleti, onun fonksiyonu, misyonu, yolu, sünneti devam ediyor ve
kıyâmete kadar da devam edecektir. Öyleyse sanki şu anda Allah’ın Resûlü okuyor
da biz ondan dinliyormuşuz gibi onu dinleyecek ve okuyacağız. Şunu kesin
bilelim ki, böyle okumadığımız, böyle dinlemediğimiz sürece de ondan istifade
imkânımız olmayacaktır.
Bu âyet
aynı zamanda bizden bize ulaşan bu kitabın âyetlerini tebliğ etmemizi de
istemektedir. Allah’ın Resûlü bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur:
“Allah’ın
kitabından her kime bir âyet ulaşmışsa muhakkak ki ona Allah’ın emri
ulaşmıştır. O da, bir âyet de olsa Allah’ın kullarına onu ulaştırsın!”
Öyleyse
bize Allah’ın kitabı ulaşmıştır. Allah, Resûlü vasıtasıyla, kitabı vasıtasıyla
bizi uyarmıştır. Bu kitapla ve bu peygamberle uyarılma şerefine nâil olmuş olan
bizler de, uyarıldığımız bu âyetlerle başkalarını uyarmak zorundayız. Dirildiğimiz
bu âyetlerle, bizler de başkalarını diriltmek zorundayız. Bize ulaşan bu
âyetleri, bizler de başkalarına da ulaştırmak zorundayız; bunu hiç bir zaman
hatırımızdan çıkarmayalım.
Ancak
burada şunu da söyleyelim ki, geldiği andan itibaren kıyâmetin kopacağı zamana
kadar ki insanların tamamı bu kitaptan sorumludur. Tüm insanlık bununla sorumlu
tutulacaktır. Bu kitap kendilerine ulaşsın ulaşmasın, bu kitabın varlığından
haberdar olsun olmasın fark etmez, herkes bundan sorumlu tutulacaktır.
Hambeliler bu görüştedirler. Ancak Hanefîler, “bu kitabın uyarısı kendisine ulaşmamış,
bu kitabın uyarısıyla karşı karşıya gelmemiş toplumlar bu kitabın hükümlerini
terk etmekten sorumlu olmayacaklardır,” derler. Hanefîler, “Übeyy bin Kâ’b’ın
hadisi bunun delilidir,” derler. Rasulullah’ın hu-zuruna bir kısım esirler
getirildi. Allah’ın Resûlü onlara sordu:
“Sizler
İslâm’a dâvet edildiniz mi?” Onlar, “Hayır! Bize İslâm ulaşmadı,” dediler.
Bunun üzerine Allah’ın Resûlü onları serbest bıraktı ve: “Kur’an bana, sizi de,
ulaştığı kimseleri de uyarmam için vahy olundu.”
âyetini
okudu.
Allah,
elçisine diyor ki:
“Ey Muhammed! İnanmışlara de ki: “Allah’ın bir
milleti yaptıklarına karşılık cezalandıracağı günlerin geleceğini ummayanları
şimdilik bağışlasınlar.”
“Ey
peygamberim! Sen o müminlere de ki: “Ey mü’minler! Sizler Allah’ın günlerinin “Eyyamullah’ın”
bir gün başlarına geleceğini ummayan kimseleri affedin. O müminlere söyle ki,
onlar “Eyyamul-lah’tan” gafil olanları affetsinler.” Rabbimiz bu
âyetiyle bizleri kâfirlere karşı mühlet tanımaya dâvet ediyor. Kâfirler
karşısında bizi büyük bir sabır örneğine, büyük bir müsamaha eylemine dâvet
ediyor. “Eyya-mullah” konusunda gafil yaşayanlara acımamızı istiyor.
Peki nedir
bu
“Eyyamullah”? Eyyamullah, Allah’ın günleri, de-mektir. Ne anlayacağız
bu Allah’ın günlerinden? Allah’ın günleri; Allah’ın sonuç günleri, Allah’ın
helâk günleri demektir. Yeryüzünde Allah’a isyan eden toplumların başlarına
gelen helâk günleri demektir. Allah’ın günleri, Allah’ın hayat programını
reddederek kendilerince bir hayat yaşamaya ve Allah’la çatışmaya giren
toplumların toplu helâk günleri demektir.
Arapların
hayatında meydana gelmiş, unutulmayacak büyük tarihî olaylara “Eyyamu’l
Arap” denilirdi. Eyyamullah da, Allah’ın düşmanlarının başına getirdiği
belâ günleri, helâk günleri, yahut da dostlarına ulaştırdığı kurtuluş ve yardım
günleridir. Allah’ın günleri, kâfirler için ebedî kaybediş, ebedî helâk oluş,
mü’minler için de ebedî kurtuluş ve sonuç günleridir. Firavunların başına gelen
azabın geldiği gün, Hud’un (a.s) toplumu olan Âd kavminin yerin dibine
batırıldığı gün, Sâlih’in (a.s) toplumu olan Semûd’un diz çöktürüldüğü gün, Allah’ın
günleridir. Bir toplumu yaptıklarından ötürü cezalandırma günleridir bu günler.
Rabbimiz
diyor ki, “ey peygamberim! Söyle mü’minlere, o günlerin kendi başlarına da
geleceğini ummayan, o günler konusunda gafil yaşayan, Allah’a isyanlarından ötürü,
Allah’ın hayat programını reddetmelerinden ötürü bir gün tıpkı öncekilerin
başına gelenlerin kendi başlarına da gelip çatacağını ummayan, hiç beklemeyen,
hiç ihtimal vermeyen bu kâfirleri affetsinler. Zira onlar bugünler konusunda
gaflet içindedirler. Allah’ın sünneti konusunda gaflet içindedirler. Bir gün
Firavunlar gibi helâk olacaklarını hiç düşünmüyorlar. Bir gün Fil ashabı gibi
Eyyamullah’a maruz kalıp yenmiş ekin posasına döneceklerini hiç hesap
etmiyorlar. İşte Rabbimiz bu âyet-i kerimesinde, bizden böyle bir gaflet içinde
olanları affetmemizi, onlara karşı peygamberce bir tavır sergilememizi istiyor.
Ancak
unutmayalım ki, âyet-i kerimede bu tür gafil kâfirlerle alâkalı kişisel
kavgalara girmememiz isteniyor. Rabbimiz, onların bize karşı yaptıkları kişisel
işkenceleri, düşmanlıkları, bize verdikleri sıkıntıları, eziyetleri ciddiye
almamamızı, göz ardı etmemizi ve bu yüzden kendilerine gazaplanarak tebliği
terk edip onların cehenneme gitmesine göz yummamamızı istiyor. Onlar
gafilliklerinden ötürü bize ne ya-parlarsa yapsınlar, nasıl davranırlarsa
davransınlar, biz onları cennete kazandırmak için yine de elimizden gelen her
şeyi yapmak zorundayız. Çünkü onlar, acınacak bir konumdadırlar ve gaflet
içinde bulunmaktadırlar.
15. “Kim
yararlı iş işlerse kendinedir; kim kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Sonra
Rabbinize döndürülürsünüz.”
Kim salih ameller işler, fıtrata
yakışır yararlı amellere koşarsa, o kendisinedir. Salih amel, fıtrata uygun
amel demektir. Salih amel, Allah’ın razı olduğu, sevdiği ve emrettiği ameldir.
Salih amel, Rasu-lullah Efendimizin hayatında olan, sünnete uygun olan, yâni
Rasu-lullah’ın sünnetinde yeri olan ve Allah için yapılmış amel demektir. Sa-lih
amel, salih bir imandan kaynaklanan ameldir. Gayr-ı salih amel de imandan kaynaklanmayan,
ya da gayr-ı salih bir imandan kaynaklanan ameldir. Salih amel, yaptırıcısı
Allah olan amel, gayr-ı salih ameller de yaptırıcısı Allah’tan başkaları olan
amellerdir. Öyleyse kim salih amel işler, Rasulullah’la beraber olur,
Rasulullah’ın sünnetine sarılırsa, kendisi kazanacaktır. O amellerinin
karşılığını kendisi görecektir. İşlediği bu salih amelleri sebebiyle hem
dünyada hem de ukbâda mutlu bir hayat elde ederken, yarın öbür tarafta da bu
amellerinin kar-şılığı olarak cennete gidecektir.
Kim de
kötülük işler, Allah ve Resûlü’nün istemediği kötü amellerin peşine takılır,
kötü kimselerle beraber olur, kötülerin arkasından giderse, o da onun
aleyhinedir. Kötü amellerin sahibi de hem dünyada bedbaht olacak, hem de
sonunda yaptığı bu kötü amellerin hesabını ödemek üzere Rabbinin huzuruna
gidecek ve orada cehenneme yuvarlanacaktır.
Küfür
kötülüktür, şirk, nifak kötülüktür. Kişinin kendisini Allah’ın görmek
istemediği bir ortamda tutması kötülüktür. Yâni kişinin kendisini yaratıcısına,
sahibine kulluk ortamından uzaklaştırması en büyük kötülüktür. Allah’ın yasakladığı
tüm ameller, tüm tavırlar kötülüktür.
Ama
unutmamak lâzımdır ki, kişinin işlediği bu iyilik ve kötülükler sadece bu dünya
ile sınırlı değildir. Yaşadığımız bu hayatın so-nunda Rabbimize döndürülecek ve
yaptıklarımızın tümünün hesabını vereceğiz. Orada kendi lehimize, kendi
menfaatimize uygun olarak iş-lediğimiz iyi amellerden dolayı ebedî cennet
kazanırken, kendi aleyhimize işlediğimiz ameller sebebiyle de dünyada bu
kötülüklerin altında ezilmekle beraber, âhirette de cehennemi boylayacağız demektir.
16. “Andolsun ki Biz, İsrailoğullarına
Kitap, hüküm ve peygamberlik gönderdik; onları dünyalara üstün kıldık.”
Rabbimiz bir zamanlar İsrailoğullarına
kitap vermişti. Bu kitap, Tevrat ve İncil’dir. Rabbimiz, İsrailoğullarına değişmeyen
esaslar ver-mişti. Onlar onu hayatlarına hakim kılsınlar, hayatlarını onunla
düzenlesinler diye Allah onlara kitap vermişti. Bir de kitapla beraber onlara
hüküm vermişti Rabbimiz. Allah onlara kitap bilgisi dediğimiz hikmeti verdi. Yani
kitabın âyetlerinin nasıl anlaşılması ve nasıl uygulanması gerektiğinin
bilgisini, yani kitaba dayalı sözde ve amelde isâbet vermiştir.
Ya da bu kitap sayesinde, bu
kitaba sahip çıkmaları sayesinde hâkimiyet ve hükmetme yetkisi, yeryüzünde iktidar
verdi onlara. İsra-iloğullarını tutundukları kitapları sayesinde Firavun
oğullarının zulmünden, onlara kölelikten kurtarıp, efendi olarak onların
mallarına, mülklerine varis yaptı.
Sadece Ben-i
İsrail değil, tarihte kitabına sarılan tüm toplumlara Allah bunları lütfetmiştir.
Öyleyse Allah’ın kendilerine lütfedip hikmet ve hâkimiyet, iktidar, güç-kuvvet
verdiği toplumlar bu verilenleri Allah yolunda kullanmalıdır. Değilse, Rabbimiz
bunları çok kısa bir sü-re sonra onlardan alıverir.
Rabbimiz, “onlara
risâlet verdik,” diyor. Rabbimiz, İsrailoğulla-rına sayılamayacak kadar
peygamberler göndermiş, bu kutlu elçileri vasıtasıyla onlara sayılamayacak
kadar rahmet kapıları açmıştır. İs-railoğulları, Allah’ın lütfu ve rahmetiyle
pek çok peygamberi uyarıcı olarak aralarında gördüler. Bu peygamberlerin rahmet
ve bereketlerinden istifade ettiler. İnsanların böyle kendilerine kulluk örneği
olacak elçileri aralarında görmeleri, onları gözleri önünde müşahede etmeleri,
onların hayatlarına şâhit olmaları gerçekten büyük bir nîmettir. Ama ne
gariptir ki, Allah tarafından kendilerine sunulan bu rahmet kapılarından en az
istifade edenler de yine İsrailoğulları olmuştur. Sonra:
“Onları en güzel rızıklarla
rızıklandırdık ve onları âlemlere üstün kıldık,” diyor Rabbimiz. Allah, çölde
onları bıldırcın eti ve kudret helvasıyla rızıklandırmış ve âlemlere üstün
kılmıştır.
Yâni bütün
âlemlerden daha faziletli kılmıştık sizi! Peki nasıl olmuştu bu? İsrailoğullarının
bütün insanlardan üstün kılınmaları, sınıfsal bir üstünlük değildir. Bunun mânâsı,
kişisel bir değer kazanma anlamına değildir. Bu üstünlük, onların nîmetler
yönünden üstün kılınmalarıydı. Allah onları nîmetlere boğmuştu. Ama biz biliyoruz
ki nî-met, nîmet verilenler açısından bir üstünlük sebebi değildir. Çünkü bu
tür nîmetler kesbî nîmetler değildir. Yani bunlar, insanların bizzat ken-di
gayretleri, bizzat kendi çabaları karşılığında kazandıkları cinsten nî-metler
değil, Allah tarafından lütfedilmiş cinsten nîmetlerdir bunlar.
Meselâ şimdi
farz edin ki birine el verilmiş, ötekisine verilmemiş. Yâni birisi elli,
ötekisi elsiz, çolak yaratılmış. Hangisi üstün şimdi bunların? Allah’ın
kendisine el verip öyle imtihan ettiği insan mı üstün, yoksa Allah’ın el vermeyip
çolak imtihan ettiği insan mı üstün? Meselâ birisine çokça mal vermiş Allah,
ötekisine vermeyip fakir kılmış. Şimdi Allah’ın kendisine bolca mal verip
imtihan ettiği insan mı üstün, yoksa Allah’ın mal vermeyip fakirlikle imtihan
ettiği insan mı üstündür? Aslında ne o üstün, ne de beriki alçaktır. Bunların
hepsi imtihan konusudur. Allah birini malla imtihan ediyor, ötekisini de malsız
imtihan ediyor. Hepsi bu. Kimin üstün, kimin alçak olduğu yarın belli olacak.
Çünkü bu verilenler birer imtihan konusudur, birer imtihan sorusudur. Bu sorulara
karşı takınılan tavırlara göre, kazanan ve kaybeden yarın ortaya çıkacaktır.
Allah,
İsrailoğullarını nîmetlere gark ediyordu. Neden? Herkesten daha çok
şükretsinler, herkesten daha fazla itaat etsinler, herkesten daha çok takvalı
olsunlar diye. Herkesten daha çok peygamber gönderiyordu Allah onlara. Peş peşe
bir peygamberler silsilesinin İs-railoğullarına gönderildiğini biliyoruz.
İshak, Yakub, Yusuf, Eyyub, Şu-ayb, Harun, Dâvûd, Süleyman, İlyas, Mûsâ, hepsi
bunlara geldi. Böylece İsrailoğulları kendi dönemlerinde çağdaşları içinde en
faziletli toplum oldular. Demek ki Allah onları, kitap, peygamberlik ve hükümranlık
vererek üstün kılmıştı. Köle iken devlet kurmak, Firavun’un esaretinden ve
zulmünden kurtulmak türünde nîmetlerde bulunmuştu Rabbimiz onlara.
Ama şurası
hiçbir zaman unutulmamalıdır ki onların bu üstün kılınmaları, Allah’ın onlara
lütfettiği hilafet vasfını korumaları ile kayıtlıdır. Yâni böyle ilelebet üstün
olacak değillerdi bunlar. Bu, hilafete sahip oldukları müddetçe geçerliydi. Hilafete
liyâkatlerini, ehliyetlerini kaybettikleri anda bu üstünlüklerini de kaybetmiş
olacaklardı.
Nitekim
sonradan ilâhî emirleri çiğnemeleri, peygamberlerine isyan etmeleri, peygamberlerini
öldürmeleri, kitaplarını tahrif edip Allah’a verdikleri ahitlerini bozmaları,
hilafete sırt dönmeleri neticesinde bu üstünlükleri de tarihe karışıp
gitmiştir. Üstelik Cenâb-ı Hak artık onlara karşı hükmünün lânet olduğunu, onların
gazap, zillet ve meskeneti hak ettiklerini ilân etmiştir..
Sanki bu
âyet bu âyetlerin geldiği dönem Yahudilerine ve kıyâmete kadar her bir dönem
Yahudilerine şunu ilân ediyordu: “Ey Ya-hudiler! Bir zamanlar atalarınıza
verilen bu imkânları, bu nîmetleri bir hatırlayın. Hatırlayın ki, bir zamanlar
bu nîmetlerin hepsi sizdeydi. Din, risâlet, kitap, ilim, üstünlük, liderlik,
imâmet sizdeydi. Şimdi ise yaptıklarınızdan ötürü bunlar sizden alınmıştır.
Eğer tarihte sahip olduğunuz bu nîmetleri yeniden elde etmek istiyorsanız, bu
nîmet şimdi de İslâm’da ve İslâm ümmetindedir. Eğer İslâm’a sahip çıkar, son el-çiye
ve son kitaba iman ederseniz, ona yeniden kavuşabilirsiniz.”
Sanki
Rabbimiz “Bir zamanlar sizler böyleydiniz. Hani o nîmeti ne yaptınız? Neden
elden çıkardınız onu? Ne idiniz? Ne oldunuz? Bir düşünün!,” diyor.
Demek ki onların, İsrailoğullarının âlemlere üstün
kılınışı, kıyâmete kadar ki âlemlere değil, sadece o döneme kadar ki âlemlere
bir üs-tünlük olmuştur.
Tabi bizim
için de geçerlidir bu. Eğer biz de Rabbimizin bizim hayatımızı düzenlemek üzere
bize gönderdiği şu kitabına sahip çıkıp hayatımızı onunla düzenleme gayreti
içine girmez, Allah’ın kitabıyla ilgiyi kesersek, Rabbimizin bizim için açtığı
en büyük rahmet kapısı olan peygamberinin sünnetine, onun yoluna, onun
örnekliğine sahip çıkıp hayatımızı onlarla düzenleme konusunda nankör
davranırsak, bir zamanlar İsrailoğullarından aldığı gibi Rabbimizin bu konuda
bizden de aldığı o ahde vefalı davranmaz, o hilafete sadâkat göstermez-sek,
elbette Allah onu bizden de alıp, ona lâyık birilerini getirir ve bizim de
defterimizi dürüverir. Allah buna her zaman kadirdir.
İsrailoğullarına
seslenen, ama bizim kitabımızda geldiği için onlardan önce bize seslenen bu
âyet bize şöyle diyor: “Ey İsmail oğulları! Ey ümmet-i Muhammed! Ey Muhammed’in
(a.s) yolunun takipçileri! Sizler de hatırlayın size olan nîmetlerimi! Bir gün
Mekke’-deydiniz. Tek başına yapayalnız ortaya çıkmıştınız. Öyle bir durumdaydınız
ki, hiçbir şey bilmiyordunuz. Sonra aranızdan birini elçi seçtim ve o elçiye
kitap gönderdim. O elçiye kendi bilgimi gönderdim. Si-zi vahyimle
şereflendirdim. Size yol gösterdim.”
Evet, o elçi ve o kitapla bizler
yolumuzu bulduk. Yolsuzduk, yolumuzu bulduk. Bilgisizdik, Allah bilgisiyle bilgilendik;
Allah sayesinde hidâyete ulaştık. Karanlık bir dünyadan aydınlık bir hayata gözlerimizi
açtık. Sonra bu Allah elçisinin Mekke’den Medine’ye hicretiyle ufuklar daha da
genişledi. Bu mübarek elçinin bu dünyadan öbür âleme hicret etmesinden hemen
kısa bir süre sonrasında dünyanın en büyük, en güçlü devletleri bile lokmalar halinde
biz Müslümanların ağ-zına sunuldu. Müslümanların önünde yeryüzünün en büyük
devletleri birer birer diz çöker oldu. Yeryüzünün en büyük saltanatları ve mülkleri
Müslümanların ellerine sunuldu. Peygamberin zuhurundan sonra henüz yüz yıl geçmeden,
Çin sınırlarından Atlas Okyanusu sınırları-na, Kafkasya içlerinden Sibirya’ya
doğru, Asya ve Afrika içlerine doğru geniş bir bölgede İslâm hakim oldu.
Rabbimiz bu âyetleriyle bize de
diyor ki: “Ey Müslümanlar! Hatırlayın hele bir o günleri! O günlerde lütuflar
Allah’tandı. Bütün bunları size o günlerde lütfeden Rabbiniz idi. O günlerinizi
size Allah nasip etmişti. Hatırlayın o günlerinizi de, haydi bana verdiğiniz
sözlerinizi yerine getirin! Ki Ben de size verdiğim ahdimi yerine getireyim.
Sizler her şeye rağmen Bana döneceğinize, Benim istediğim hayatı yaşayacağınıza,
kitabımla ve peygamberimle diyaloglarınızı kesmeyeceğinize dair Bana söz
vermiştiniz. “Rabbimiz Allah” diyeceğinize, hayatınızı Benim kurallarımla
düzenleyeceğinize, Benim kitabımı arkanıza atıp şeytanların uydurduğu sistemlerin
peşine gitmeyeceğinize dair Bana söz vermiştiniz. Haydi bana ezelde verdiğiniz
bu sözlerinizi yerine getirin! Yeniden kitabıma dönün! Yeniden peygamberimin
sünnetine sarılın ki, Ben de sizi tarihte yaşadığınız ve hasretini çektiğiniz o
günlere tekrar kavuşturayım. Yeniden sizleri yeryüzünün efendisi yapayım!” Eğer
biz bunu gerçekleştirebilirsek, bilelim ki Allah da bize olan vaadini
gerçekleştirecek ve bizi tekrar yeryüzünde izzet ve şerefe kavuşturacaktır.
Âyet bize de bunları söylüyor.
Kitap hep
elimizde olacak, elimizden hiç düşmeyecek. Peygamber sürekli aramızda,
hayatımızda canlı olacak. Hayatımız, sözlerimiz, davranışlarımız ve
düşüncelerimiz hep kitap ve sünnet kaynaklı olacak. Hayatımıza kitap, sünnet
hakim olacak. O zaman Rabbimiz yeniden bize yardım edecek, yeniden elimizden
tutacak ve tarihte kaybettiğimiz o eski günlerimizi yeniden bize iade
edecektir. Tüm dünya insanlığı karşısında yeniden hakim bir konuma, örnek ve önder
bir noktaya getirecektir bizi.
Rabbimiz, hem
onlara, hem de bize verdiği nîmetlerini saymaya devam ediyor:
17. “Din konusunda, onlara belgeler
verdik; ancak, kendilerine ilim geldikten sonra birbirlerini çekememelikten
ayrılığa düştüler. Ey Muhammed! Rabbin kıyâmet günü, ayrılığa düştükleri şeyler
hakkında şüphesiz ara-larında hükmedecektir.”
Allah’ın dini, Allah’ın yasaları,
Allah’ın yolu konusunda apaçık Beyyine’ler verdik onlara. Kitap Beyyine’dir,
kitabın âyetleri, Resul Beyyine’dir; Resullerin gösterdikleri mûcizeler Beyyine’dir.
“Onlar akıllarını başlarına alıp da Allah’a kulluğa yönelsinler diye,
Rablerinin ya-salarına teslim olup hayatlarında onu uygulamaya koysunlar diye
peş peşe onlara Beyyine’ler sunduk,” diyor Rabbimiz.
Ama onlar kendilerine ilim
geldikten sonra birbirlerini çekeme-mezlikten dolayı ihtilaflara, tefrikalara
düştüler. Kendilerine kitap geldikten, kitabı tanıdıktan sonra, kitap nîmetine,
vahiy nîmetine sahip olduktan, kendilerine elçiler geldikten, kitap ve
peygamber bilgisine sahip olduktan sonra birbirlerine hasetlerinden, düşmanlıklarından
ötürü ihtilafların içine düştüler.
Âyet-i kerimeden
anlıyoruz ki, Müslüman toplumların, Beyyine ile tanışanların, Beyyine’ye
muhatap olanların bir hastalığı var. O da, kendilerine Rabblerinden ilim geldikten
sonra ayrılığa, kendilerine Al-lah tarafından vahiy geldikten sonra
birbirlerine düşmanlıklarından ve hasetlerinden ötürü ihtilaflara düşmek. Her
biri ayrı ayrı gruplar oluşturarak, her bir grup kitabın ayrı bir bölümünü
bayraklaştırarak ihtilaf-ların içine yuvarlanmak, kardeşliği, dostluğu unutmak,
ümmet olduk-larını unutmak, tek bir Rabbin kulu olduklarını unutmak. İşte Müslüman
toplumların tarih içinden en büyük hastalığıdır bu. İşte Rabbi-miz, bunun bir
tek sebebinden söz ediyor. Neymiş o?
Aralarındaki rekabet duygusu, kendi
aralarındaki kıskançlık ve çekememezlik duygusu, bencillik, hizipçilik ve grupçuluk
duygusu. Herkesin kendi düşüncesini, kendi yöntemini, kendi yolunu, kendi
metodunu, kendi cemaatini, kendi liderini en üstün, en doğru, en haklı görüp,
karşısındakileri kötü ve yanlışta görme yanılgısı. Gruplar bir-birlerini ayıran
ufak tefek anlayış, metot farklılıklarını sanki temelde ayrılıklarmış gibi
görerek birbirlerini tekfir noktasına gidiyorlar.
Biz, İsrailoğullarına
kitap ve Beyyineler göndermiştik de onlar ihtilafa düştüler. O Beyyineler,
kitaplar konusunda onlar ihtilafa düştüler. Kitap konusunda; kimileri ona iman ederek,
kimileri de onu inkâr ederek ihtilaf ettiler. Kimileri onunla yol bularak,
yollarını Allah’ın kitabına sorarak, kimileri de onunla ilgiyi keserek ihtilafa
düştüler. Kimileri onu arkalarına atarak, kimileri onun yerine başka kitaplar
ihdas ederek, kimileri o kitabı gerçekten kendileri için hayat programı bilerek
ih-tilaf ettiler. Kimileri, “tamam ben de kitap ehliyim, benim de bir kitabım
var, ama ben onu anlayamam, ben onu anlamaktan uzağım. Ben kim, onu anlamak
kim?” diyerek, kimileri kitaplarının fonksiyonunu reddederek, “tamam mukaddes
bir kitaptır bu, ama hayata karışmamalı, o sadece âhiret işlerini düzenlemeli;
işte zaman zaman mübarek gecelerde sevap kastıyla okunmalı!” diyerek kitap
konusunda ihtilafa düştüler.
Ama Allah
diyor ki, “Peygamberim! Onların aralarındaki ihtilaf konularındaki hükmümü Ben
kıyâmet günü vereceğim.” Allah bu konudaki kesin hükmünü kıyâmet gününe
ertelemiştir. Bu konudaki son hükmü verecek olan ve verdiği bu hükmünü de uygulamaya
koyacak olan Allah’tır. Yine insanların ihtilaflarına konu olan çözüm hükmü de
bu kitaptan verilecektir. Allah, hükmünü bu kitaptan verecektir. Hüküm mercii,
kitaptır. Çünkü Allah yeryüzünde her topluma kitap göndermiş ve her konuda
hükmünü zaten vermiştir. İnsanlara o kitaplara sarılmalarını, o kitaba uygun
düşünmelerini, o kitaba uygun hareket etmelerini, problemlerini o kitaba arz
etmelerini, ihtilaflarını o kitapla çözümlemelerini istemişti. Her topluma
peygamberler göndererek o toplumlardan peygamber modelinde bir hayat, peygamber
modelinde bir iman istemek şeklinde hükmünü vermişti. Ona benzeyenler, ondan
kaynaklananlar doğrudur, gerisi boştur, demişti. Önceden her ko-nuda hükmünü
vermişti de, şimdi de bu hükmünü uygulamaya koyacaktır diyoruz, Allah en
iyisini bilir.
Eğer
Rabbinden daha önceden verilmiş bir söz olmasaydı, mutlaka aralarında hüküm
verilmiş olurdu. Yâni eğer Allah onların ecellerini dolduracakları zamana kadar
onlar için dünyada yaşama izni vermeseydi, bunların işleri çoktan bitirilmişti.
Ya da eğer Allah bu ihtilaf edenler hakkında kimin doğru, kimin yanlış, kimin
hak yolda, kimin bâtıl yolda oldukları konusundaki son hükmünü kıyâmet gününe
ertelememiş olsaydı, onların işlerini çoktan bitirirdi. Yâni bu dünyada da
haklıyı haksızı ortaya koyuverir ve ona göre amellerinin karşılığını onlara
tattırıverirdi.
18. “Sonra ey Muhammed! Seni de din
konusunda bir şeriat sahibi kıldık, ona uy; bilmeyenlerin heveslerine uyma.”
Sonra onların ardından, seni de
ey peygamberim emirden, dinden bir şeriat üzerinde kıldık. Yani seni de bir
yol, bir usul, bir çığır, bir sistem, bir yöntem, bir hayat tarzı, bir şeriat
üzerinde kıldık. O halde sen de ona tabi ol!
Şeriat;
Kitap ve sünnetle ortaya konan hayat programıdır. Şeriat, yeryüzünde yaratıcı
tarafından ortaya konmuş ve kulların tümünün tâbi olması gereken bir yol, bir
sistemdir. Çünkü bu yolu, bu sistemi, bu yaşam biçimini göklerde ve yerlerde
yegâne hâkimiyet sahibi olan, göklerde ve yerlerde ne varsa hepsini yoktan var
eden Allah koymuştur.
İşte
Rabbimiz, bilgisi, hikmeti ve hâkimiyeti gereği sizin için bir şeriat koymuş, sizin
için bir yol tayin etmiştir. Sizden önceki peygamberlere, Nuh’a, İbrahim’e,
Mûsâ’ya ve Îsâ’ya din olarak, şeriat olarak emrettiği şeyleri size de açıklayıp
kanun yapmıştır. O peygamberlere ve onların toplumlarına yasa olarak
belirlediği, yapın ve yapmayın buyurduğu şeyleri, sizin için de kanun yaptık,
diyor Rabbimiz. Bizden önceki toplumların ve peygamberlerin her birine yeni bir
şeriat vermişti. Kendilerine yeni bir şeriat verilmeyen öteki peygamberler ise,
bunların şeriatlarını tebliğle görevlendirilmiş peygamberlerdir. Kur’an’ın
başka yerlerinde görüyoruz ki, Rabbimiz tüm peygamberlerine kendilerine
gönderdiği şerîatine uymalarını, sadece ona tâbi olmalarını, onu hayata hakim
kılmalarını emretmiştir.
“O
peygamberlere, hak dinin, İslâm dininin emir ve yasaklarını yerine getirin! Bu
hususlarda ayrılığa düşmeyin,” diye emrettik. “Yani Hz. Adem’den bu yana tüm peygamberlere
gönderilen bu dinin asılları konusunda, Allah’ın varlığı ve birliği, sadece
Allah’a ibadet konusunda, kitaplara, peygamberlere ve âhiret gününe iman
konusunda tefrikaya düşmeyin ve onu koruyup yaşatın,” diye emrettik.
Şûrâ
sûresinde de Rabbimiz bu hususu anlatırken şöyle buyurur:
“Allah, Nuh’a buyurduğu
şeyleri size de din olarak buyurmuştu.”
(Şûrâ 13)
Rabbimiz, “öncekilere
yaptığımız gibi sizin için de bir şeriat koyduk,” buyuruyor. Şeriat, takip
edilen yol, üzerinde yürünülen yol ve hayat programı, uyulması gereken anayasa
demektir. “Teşrî” anayasa; “şârî” de yasa koyucusu demektir. Şârî, yâni yasayı
koyan Allah’tır ve Allah’ın koyduğu bu yasanın adı da şeriattır. Bundan önceki
âyetlerde kâinatta yegâne velinin Allah olduğu, kulları adına karar verme
konusunda, ihtilafları halletmesi ve hükmetmesi konusunda tek mer-cînin kendisi
olduğu anlatılmıştı. İşte burada da Rabb, İlâh, velî ve ha-kim olarak koyduğu
anayasadan söz ediyor. Sonra da, “dini ikame edin, dini ayağa kaldırın,” diyor.
“Din bir hayat programı, bir
yaşam biçimidir. Din, bir toplumun uymak zorunda olduğu kanunlar manzumesidir.
Bu mânâda komünizm, kapitalizm, sosyalizm ve demokrasi de bir dindir. Bunlar,
insanların ortaya attıkları bâtıl dinler ve sistemlerdir. Kâfirûn sûresindeki,
“De ki, “ey kâfirler! Sizin dininiz sizin, benimki de benim olsun!” âyeti bunu
anlatır. Rabbimiz önce “ey kâfirler!” dedi, sonra da “sizin dininiz sizin olsun,”
dedi. Peki kâfirin dini var mıdır ki, Rabbimiz böyle buyurdu? Elbette dinsiz, yani
kanunsuz, yolsuz, sistemsiz bir toplum düşünmek mümkün değildir. Öyleyse bunun
mânâsı, sizin kanunlarınız, sizin sisteminiz sizin olsun, benimki de benim olsun,
demektir.
Yine Yusuf sûresinde, “Kralın
dinine göre kardeşini alıkoyması Yusuf’a yakışmazdı” âyet-i kerimesinde
anlatılan kralın dininden maksat da, kralın sistemi ve o toplumda yürürlükte
bulunan kralın ceza kanunlarıdır. Öyleyse Allah kanunlarını, Allah ya-salarını,
Allah’ın ceza kanunlarını uygulayan bir toplum Allah’ın dininde, başkalarının
kanunlarını, başkalarının ceza yasalarını uygulayan toplum da kanunlarını
uyguladığı kimselerin dinindedir.
Zümer
sûresindeki, “Dikkat edin, hâlis din, (katışıksız din) Allah’ın dinidir.”
âyeti de bunu anlatır. Başkalarının dini de vardır, ama onlarınki katışıklı bir
dindir. Yâni hayatın bazı bölümlerine Allah, öteki bölümlerine de başkalarının
kanunları karışır. “Allah katında gerçek din Allah’ın dinidir.” âyetinde de ifade
edildiği gibi, hayatın tümüne karışan din, Allah’ın dinidir.
Allah diyor
ki, “dini ayağa kaldırın, dini ikame edin!” Yâni toplum hayatının her bir
biriminde Allah’ın dini hakim olsun. Hukukta, ekonomide, siyasette, kılık-kıyafette,
eğitimde ve hayatın her bir kademesinde Allah’ın arzuları hakim olsun. Bundan
anlıyoruz ki, Allah’ın dinini, Allah’ın bu şeriatını sadece yaşamak, onu
başkalarına tebliğ etmek yetmemektedir. Ayrıca onu ayağa kaldırmak, toplumda o
kuralları uygulamaya koymak zorundayız.
Bir adam
için, “O devletini kurmuştur, hükümetini ikame etmiştir” demek, o kişinin
sadece kafasındaki devlet modelini çevresine an-lattığı ve halkın da onun
kafasındaki bu hükümet modelini beğendiği anlamına gelmez. Ya ne anlama gelir?
O kişi bulunduğu ortamda ka-fasındaki hükümet modelini bütün kurumlarıyla
işletmeye başlamış, o ülkedeki toplum da onun yasalarına tâbi olmuş, mahkemeler
kurulmuş, idari kurumlar onun emrine bağlı olarak işlemeye başlamış demektir.
İşte ikame bu anlamadır. Nitekim Rabbimiz: “Namazı ikame edin,” buyurur. Bu
emirden sadece namaza çağrıda bulunmak ve onu insanlara tebliğ etmek
anlaşılmaz. Bu emirden, namaz ortamı hazırlamak, namazın önündeki barikatları
kaldırmak ve tüm mü’minlerin bütün şartlarına uygun bir biçimde namazı
kılmaları ve toplumda uygulamaya başlamaları anlaşılır.
Öyleyse dinin ayağa kaldırılması
da dinin tam anlamıyla toplumda uygulanmasını, toplumun her alanında dinin
emirlerinin geçerli olmasını, dinin bütün kurumlarıyla birlikte yaşanmasını,
hayatın her kademesinde hakim olmasını ve toplumun her probleminin dinin emirleri
istikâmetinde çözümlenmesini sağlamak anlamına gelecektir.
Bu âyet-i
kerimeden peygamberlerin şu iki vazifeyle görevlendirildiklerini anlıyoruz:
1. Allah’ın
dininin hakim olmadığı toplumlarda Allah’ın dinini hakim kılıp ayağa kaldırmak,
2. Eğer
toplumda Allah’ın dini hakimse onu ayakta tutmaya devam etmektir. Peygamber
yolunun yolcusu olan bizler de işte bu iki görevle görevliyiz.
Âyet-i
kerimeden anlıyoruz ki, mutlak sûrette hayata hakim kı-lınsın, toplumun
hayatında uygulanarak ayağa kaldırılsın diye Rab-bimizin elçilerine ve onlar
vasıtasıyla bize gönderdiği din, tüm peygamberlerde aynı dindir. Bu
peygamberlerin şeriatlerinde farklılıklar olsa da, temelde dinleri aynı dindir.
Bu dinin adı İslâm’dır, hepsinin adı Müslüman’dır ve hepsinin dini temelde aynı
dindir. Rabbimiz, hep-sine de bu dini hakim kılıp ayağa kaldırmayı emretmektedir.
Eğer bu dinin şeriatı, bu dinin yasaları, bu dinin emirleri hayata hakim kılınıp
toplumun tüm problemleri onunla çözümlenecek hale getirilmezse, ya da insanlar
bu dine inanır ama o dinin şeriatı reddedilecek olur, yani dine inanılacak ama
onun hükümlerinin uygulanması reddedilecek olursa, o zaman Allah korusun St.
Paul’un şeriatsız bir din ortaya koyarak Hz. Îsâ’nın dinini ortadan kaldırdığı
ve de Hz. Îsâ’nın ümmetini sonunda dinsiz bıraktığı gibi, bu din de, bu dinin
mensupları da yok olup gidecektir.
Şeriat, dinin hayatta uygulanma
şeklidir. Hayatta uygulanmayan bir din de yok olmaya mahkum olacaktır. Bu dinin
mensupları ol-duklarını iddia eden Müslümanlar da sonunda bu dinin sadece vicdanlara
hapsedilen, hayatta uygulanırlılığı olmayan bir takım kuru ah-lâkî kurallar manzumesi
olduğunu zannederek, hayatta uygulanan başka dinler, başka şeriatlar, başka
sistemlerin varlığını kabul ederek dinleriyle ilgileri kalmayacaktır. İşin
acısı, Müslümanlar olarak kendilerini izâfe ettikleri din de Allah’ın dini olmaktan
çıkacaktır. Zira Allah âyet-i kerimesinde son derece açık bir biçimde şöyle buyurur:
“Benim dinimi ikame edin, benim dinimi uygulayarak ayakta tutun. Uyguladığınız,
hayatınıza hakim olan din benim dinim olsun. Hayata geçirilmiş din, benim dinim
olsun. Değilse sizler benim dinimde değil, başkalarının dinindesiniz demektir.”
Bunun
yanında, sadece Allah’ın belirlediği yasalara şeriat den-mez, Allah’tan
başkalarının yasalarına da şeriat denir. Bakın yine Şû-râ sûresinde şöyle
buyurulur:
“Yoksa, Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi
onlara meşru kılacak ortakları mı vardır? Eğer kesin yargı bu-lunmayacak
olsaydı aralarında hemen hükmedilirdi. Doğ-rusu, zalimlere can yakıcı azap vardır.”
(Şûrâ
21)
İnsanlar
kendilerine Allah’la beraber, ya da Allah berisinde Allah’ın kendilerine izin
vermediği konularda onlara din koyacak, şeriat belirleyecek ortaklar mı
bulmuşlar? Onların Allah berisinde, Allah’ın dışında hüküm, kanun koymada, din,
hayat programı belirlemede, şe-riat va’z etmede Allah’a ortak kabul ettikleri
bir kısım varlıklar mı vardır ki, onların koydukları kanunlara itaat etmeye
çalışıyor, onların belirledikleri yasaları uygulamaya çalışıyorlar? Allah’tan
başka onların Allah’a ortak koştukları bir kısım şerikleri, şürekâları mı
vardır ki, onların ortaya attıkları akidelere, nazariyelere iman ederek onlara
riâyet etmeye çalışıyorlar? İnsanların böyle din koyan, yasa belirleyen şerikleri
mi var ki, kişisel ve toplumsal hayatlarını düzenlemede onların dinlerine, onların
şeriatlerine, yasalarına müracaat ediyorlar? Hukukta, eğitimde, siyasette,
yönetimde, mahkemelerde hep onların kanunlarını esas almaya çalışıyorlar. Bakın
Rabbimiz, âyet-i kerimede bunların ortaya atıp insanlara empoze ettikleri
kanunlarına, yasalarına, sistemlerine ve hayat programlarına da din diyor. “Onlar,
Allah dini dururken size din mi koyuyorlar,” buyuruyor.
Dikkat
ederseniz, önceki âyetlerde Rabbimiz kulları için şeriat belirlediğini
anlatmıştı. Kur’an’daki emir ve yasaklarının pratik hayatta uygulanması adına
kullarına şeriat belirlediğini ve bu konuda sadece kendisinin yetkili olduğunu,
kendisinden başka hiç kimsenin şeriat, din belirlemeye ve yasa koymaya hak
sahibi olmadığını anlatmıştı. Burada da Rabbimiz, kendisinden başka şeriat
belirleyen, kanun, ya-sa koyan kimseleri ve bunların koydukları dinlere, bunların
ortaya at-tıkları şeriatlere tâbi olan müşrikleri anlatıyor. Yani bu insanların
Allah’tan başka Rabbleri mi var ki onlara din belirlemeye kalkışıyor, on-lar adına
hayat programı tespit etmeye kalkışıyorlar?! Allah’ın izin ver-mediği şeyleri
onlara meşrû mu kılmaya çalışıyorlar!? Allah’ın kulları adına tanzim buyurduğu
kanunları bırakarak, diledikleri gibi insanlara, Allah kullarına kanun yapmaya
kalkışıyorlar, öyle mi!? Allah’ın haram kıldığı şeyleri helâl kılarak, Allah’ın
helâllerini de haram kılarak şeriat koyuyorlar, öyle mi!? Kendilerini şârî
görüyor, teşrî hakkının kendilerinde olduğunu mu iddia etmeye kalkışıyorlar!? “Hâkimiyet
bizdedir” diyorlar, öyle mi!?
“Ey
kullarım! Şunu hiç bir zaman hatırınızdan çıkarmayın ki, böyle yaparak,
Allah’ın izni olmadığı halde, Allah’ın kanunlarını, Allah’ın şeriatını
görmezden gelerek yeryüzünde şeriat belirlemeye, kanun koymaya çalışan bu tür
tâğutların şeriatlerini, onların kanunlarını uygulamaya çalışanlar, gerçek Rabbleri
olan Beni bırakıp, Benim dinimden çıkıp, bu şeriatleri ortaya koyanları Rabb
kabul edip, bunları sanki Benim ortaklarımmış gibi kabul edip bu kimselere kulluk
etmeye çalışan kimselerdir. İnsanların ortaya attıkları tüm sistemler, tüm kanunlar,
şeriatler, tüm hayat programları bilesiniz ki Allah’ın dininin kar-şısında
ortaya atılmış birer yeni dindir. Onlar nasıl ki Allah’ın izni olmadan,
Allah’ın dinine rağmen bu dinleri ortaya koyarak küfretmişlerse, Allah’ın izni
olmadan onlara uyanlar, onların bu hayat programlarını uygulayanlar da, aynen
onların dinlerine uymuş ve şirke düşmüş kimselerdir.” Âyet çok açık ve net bir
biçimde bize bunu anlatır.
Kanun
koyanlar için de, şeriat belirleyenler için de, Allah dinini, Allah şeriatını
bırakıp da insanların belirledikleri bu şeriatleri uygulamaya çalışanlar için
de bu öyle büyük bir suç ki, eğer fasıl kelimesi ol-masaydı, Allah onların
tamamının defterini dürerdi. Fasıl kelimesi; ya-ni azabın belli bir süreye
kadar ertelenmesi sözü, Allah tarafından e-zelde verilmeseydi, onların işi
bitikti. Eğer Allah sevap ve cezanın âhi-ret günü açıklanacağına, her şeyi
kıyâmet günü açıklayıp ortaya dökeceğine, haklıyı ve haksızı, hak yolda olanı
ve bâtıl yolda gideni kıyâmet günü açıklayıp aralarında kesin hükmünü o gün
vereceğine dair söz vermemiş olsaydı, bu kâfirlerin defterleri çoktan dürülmüş
o-lurdu.
Eğer Rabbimiz bu kâfirlerin
defterlerini dünyada dürüp, mü’-minlerin de haklılığını dünyada ilân edip
mükafatlarını dünyada verseydi, o zaman araları kesinlikle ayrılacaktı. Hakla
bâtılın, haklıyla haksızın arası ayrılacaktı. Her şey ortaya dökülecekti. Ama
Allah böyle murad etmemiştir. Bu, bu dünyada değil öbür tarafta olacağı için,
bu müşrikler şu anda bu şirklerine rağmen yaşama imkânı bulabilmektedirler.
Şimdilik yaşasınlar bakalım, pek yakında başlarına nelerin geleceğini anlayacaklar!
Rabbimiz,
peygamberine ve onun şahsında bize diyor ki, “size takip edeceğiniz bir yol,
bir şeriat, bir hayat tarzı belirledik. Siz ona uyun ve kesinlikle
bilgisizlerin hevâ ve heveslerine uymayın. Allah’ın şeriatını tanıyan, Allah’ın
yolunu bilen birisinin başkalarının şeriatına uyup tâbi olması kesinlikle
mümkün değildir. Ama Allah’ın şeriatını bil-meyen, tanımayan kişi, ya kendi hevâsına,
ya da başkalarının hevâ ve heveslerine uyacaktır. Çevremizde bir tek insan bile
kalmasa, toplum bizden farklı şeyler istese de, biz yine de Rabbimizin
yasalarına uymak, onlar istikâmetinde bir hayat yaşamak zorundayız; âyet-i kerime
bize bunu anlatıyor.
19. “Şüphesiz onlar seni Allah’tan
müstağni kılamazlar. Doğrusu zalimler birbirlerinin dostudurlar. Sakınanların
dostu ise Allah’tır.”
Tüm dünya birleşse dahi, seni
Allah’tan ve Allah’ın yasalarını uygulamaktan müstağni kılamazlar. Onlar
Allah’a karşı sana hiçbir fayda sağlayamazlar. Muhakkak ki kendilerini Allah’a
kulluk makamından uzaklaştırıp ya kendi hevâlarını, ya da başkalarının hevâ ve
heveslerini putlaştıran zalimler birbirlerinin velisidirler. Birbirlerinin tan-rısı
ve kuludurlar. Onlar, Allah yasalarını bırakıp birbirlerinin yasalarını
uygulayarak birbirlerine kulluk yapmaktadırlar.
Sakın ha
peygamberim, bazı mülâhazalarla, meselâ bu adamların gönüllerini kazanayım,
bunların desteğini elde edeyim, bunların teveccühleri benimle olsun diye
Rabbinin yolunu, Rabbinin şeriatını uygulamaktan vaz geçip onların hevâ ve
heveslerine uyarak kendini çok büyük bir tehlikenin içine atma. Eğer böyle
yapacak olursan, bilesin ki Rabbinin azabından seni hiç kimse kurtaramaz.
Allah’a karşı hiç kimsenin sana yapabileceği bir şey yoktur. Eğer bir kişi
Allah’a ve Al-lah’ın dinine karşı ters düşerek, Allah’ın şeraitine rağmen,
Allah’ın ki-tabına rağmen birilerinin şeriatlerine, birilerinin kanunlarına,
yasalarına ve arzularına tâbi olmaya ve onlara kulluk ederek, onları kendisinden
razı etmeye çalışırsa, o kimseyi hiçbir güç ve kuvvet Allah’ın azabından kurtaramaz.
İşte
böyleleri zalimlerdir. Bunlar, hem kendilerine, hem Allah’a, hem Allah’ın
kitabına, hem peygambere, hem de tüm çevrelerine zul-meden kimselerdir. Çünkü
küfür ve şirk, yeryüzünde en büyük zulüm-dür. Allah kendilerini kulluk
makamında görmek istediği halde kendilerini Rabblerine kulluk ortamından
çıkarıp ya kendilerinin, ya da çevrelerinde Allah berisinde birilerinin kulu-kölesi
konumuna düşürenler, yeryüzünde en büyük zalimlerdir. Bunlar birbirlerinin de
velisidirler. Muttakîlerin velisi Allah’tır, ama bunların velisi insanlardır.
Mü’minler, Allah’ın kararlarını uygularken bunlar birbirlerinin kararlarını
uygularlar. Allah kendisini velî bilip kendi kararlarını uygulayan müminlere
yardım edecek, onlar adına aldığı kararlarla onların hayatlarını hem dünyada
güzelleştirecek, hem de âhirette onlara çok mutlu bir hayat nasip edecektir.
Ama zalimlerin velâyeti altına giren, onların kanunlarını uygulamaya çalışan
zalimlerin velileri de, onlar adına
aldıkları ka-rarlarla onları hem dünyada perişan edecek, hem de âhirette cehenneme
yuvarlanmalarına sebep olacaklardır.
20. “Bu Kur’an, insanlar için belgeler;
kesin olarak inanan millet için doğruluk rehberi ve rahmettir.”
Bu kitap insanlar için basirettir.
Basiret sahibi olmak isteyenin mutlaka bu kitapla beraber olması gerekir. Bu kitabın
içindeki basiretlerden istifade etmesi gerekir. Bu kitapla beraber olmayan
kimselerin, basirete ulaşmaları asla mümkün olmayacaktır.
Basiret;
görmek, ileriyi görmek, hayrı, hakkı, gerçeği görmek demektir. Vahyin, Allah
bilgisinin ortaya koyduğu gerçeğin yüzünü görmek, gerçekle alâkalı görüş sahibi
olmak demektir basiret. İşte bunun yolu bu kitaptan geçer. Çünkü bu kitap, tüm
insanlık için be-sâirdir. Sadece mü’minler için değil, bu kitap kâfirlere de gerçeği
gösterir. Kâfirlere de geleceği beyan eder. Meselâ nasıl? Bu kitap kâfirlere
der ki: “Ey kâfirler! Eğer sizler Allah’ın istediği, bu kitabın tarif ettiği
gibi bir hayatı yaşamaz, Allah’ın size gönderdiği bu basiretlerle ilgi kurmaz,
bu kitabın sizden istediği iman ve teslimiyeti gerçekleştirmez-seniz, o zaman
kesinlikle bilesiniz ki geleceğiniz ateştir. İleriniz azaptır. Sonunuz
cehenneme yuvarlanmaktır.” Böylece onlara da gelece-ği göstererek, onları da
hakikatle yüz yüze getirerek, bu kitap onlara da besair olur.
Kâfirlerin
önünde böyle dayanılmaz bir ateşin olduğunu haber veren bu kitap, mü’minlerin,
iman eden ve salih ameller işleyenlerin önünde de, gözlerin görmediği, kulakların
duymadığı ebedî bir cennet ve saadetin olduğunu haber veriyor.
Bu kitap
besâirdir. Hem mü’minlere, hem de kâfirlere dünya hayatındaki saadet ve şekâvet
yollarını, mutluluk ve bedbahtlık yollarını gösterip açıkladığı gibi,
yaşadığımız bu hayatın sonunda gideceğimiz âhiret hayatında ebedî kazanç ve
ebedî kayıp yollarını da gösterip açıklamaktadır. Mü’min-kâfir, tüm insanlığı
mutlak gerçeklerle yüz yüze getirmektedir.
Rabbinizden size basiretler
gelmiştir. İşte bütün bu anlatılanları anlayabilmeniz için, Rabbinizden size
kalp gözleri gelmiştir. Basar, basiret, önümüzü gösteren, yolumuzu aydınlatan,
nerede nasıl davranacağımızı, hayatımızın her bir birimini nasıl düzenleyeceğimizi
gösteren, anlatan, yolumuzu açan, aydınlatan nûrdur, ışıktır, yol göstericidir.
Rabbinizden apaçık âyetler geldi size. Size kalplerinizi, gözlerinizi,
kulaklarınızı açan âyetler geldi. Ben sizi zorla Müslüman yapacak değilim. Bana
inanmanız, bana teslim olmanız ve kendi lehinize hükmetmeniz için ben tüm sebepleri,
tüm vasıtaları yarattım. Bundan önceki âyetlerde anlattığım gibi dışınızda ve
içinizde yığınlarla görsel âyetler yaratıp onları size arz ettim. Bir de
işitsel âyetler denen şu Kur’an âyetlerini gönderdim. Tüm bu yarattığım
âyetlere intibak e-debilecek, onları anlayıp değerlendirebilecek, göz, kulak ve
kalp ver-dim size.
Artık siz bilirsiniz, ister iman
eder kendi lehinize hükmeder, ister küfreder, tüm bu âyetlere karşı kör ve
sağır davranır, sonucuna kendiniz katlanmanız şartıyla aleyhinize hükmedersiniz.
Unutmayın ki, inanmanız da küfretmeniz de sizin içindir. Allah’ın sizin
imanlarınıza da, amellerinize de ihtiyacı yoktur. Ne yaparsanız kendi lehinize
ve aleyhinizedir.
En’âm
sûresi 104. âyette, Rabbimiz bu kitabın basiretler olduğunu anlattıktan sonra
buyurur ki:
“Kim görür, hadiselere bu basiretlerle
bakar, bu gözlükleri kullanırsa kendi lehine hükmetmiş; kim de körlük yapar, bu
gözlükleri kullanmak istemez ve hadiselere bu âyetlerle bakmak istemezse o da
kendi aleyhine hükmetmiş, kör kalmayı tercih etmiş demektir.”
Kur’an besair, nûr, hidâyet ve
Furkân’dır. Hani arabanızla geceleyin bir yere giderken arabanın farlarını yakıverince
önünüz aydınlanır, köprüyü, virajı, tehlikeyi böylelikle anlarsınız ya, işte
Kur’an da böyle bir nûrdur, Furkân’dır. Olaylara Kur’an’ın gözlüğüyle bakıverdiniz
mi, o her şeyi size fark ettiriverecektir. Ama Kur’an’dan habersizsek, olaylara
Kur’an’la bakamazsak, aile hayatımızı, toplum hayatımızı, hukukumuzu,
eğitimimizi, kazanmamızı, harcamamızı, sosyal ve siyasal yapılanmalarımızı,
ekonomik düzenlemelerimizi Kur’an kaynaklı, Kur’an gözlüklü düzenlemezsek, tüm
bunları Kur’an’ın gözetiminde yapmazsak, işte o zaman aydınlığa çıkmamız mümkün
olmayacaktır.
Hangi
insan, hangi toplum, hangi aile Kur’an’la birlikte problemleri çözmeye çalışır,
Kur’an kaynaklı problemlere yaklaşmayı prensip edinir, “bu konuda Allah ne
diyor? Kur’an ne diyor?” diyerek Allah’ın kitabına müracaat eder ve çözümü
Allah’ın kitabında arar, Kur’an’la görmeye, Kur’an’la bakmaya çalışırsa, mutlaka
aydınlığa ve hayra ulaşır. Bu aydınlığa ulaşması sonunda kendi lehine olacaktır.
Yâni dünyada aydın, mutlu bir hayat elde etmiş olacaktır.
Öyleyse ey Müslümanlar!
Ekonomiyle ilgili bir derdiniz mi var? Ekonomik hayatınızı aydınlığa, düzlüğe çıkarmak
mı istiyorsunuz? Hukukunuzu aydınlığa çıkarmak mı istiyorsunuz? Eğitiminizi
düzlüğe çıkarmak mı istiyorsunuz? Aile hayatınızı, toplum hayatınızı, gecenizi,
gündüzünüzü, bugününüzü, yarınınızı, namazınızı, orucunuzu, zikrinizi,
fikrinizi, dünyanızı, âhiretinizi aydınlığa çıkarmak mı istiyorsunuz? O halde
problemlere basiretlerle bakmak zorundasınız. Tüm bu problemleri basiretlerle,
yâni Kur’an âyetleriyle çözümlemek zorundasınız.
Ama Allah böyle basiretler
gönderdiği halde kim de körlüğü tercih eder, kör olmayı, kör kalmayı tercih
ederse, o da kör olmaya ve kör kalmaya mahkumdur. Allah’ın kitabına gözlerini
kapayan, kitapla ilgilenmeyen, problemlere kitapla çözüm aramayan toplum kör kalmaya
mahkumdur. Karanlıklar, bunalımlar, çözümsüzlükler ve çaresizlikler içinde bocalamaya
mahkumdur. İşte şu anda Kur’an’dan kaçan ve basiretlerin dışında başka yerlerde
çözüm arayan toplumumuzun ne yapacağını şaşırmış bir vaziyette çırpındığını,
bocaladığını görüyoruz. Her şeyimiz bozuk, her şeyimiz çözümsüz…
Problemlere çözüm arayan
idareciler de her şeyi denemeden, ama Kur’an’a müracaat etmemeden yanalar. Böyle
adamlara, yâni Kur’an’ın tabiriyle kör, sağır ve dilsiz insanlara neyimizi
emanet edebiliriz ki? Hangi işimizi emanet edebiliriz bunlara? Bu adamlar bizim
için ve bu ülke için ne yapabilirler? Kur’an’dan kaçan, Kur’an’ın çözümlerinden
habersiz olan bu insanlar neden kurtarabilecekler ki bizi? Açlıktan kurtarabilirler
mi? Bunalımlardan kurtarabilirler mi? Karanlık ve sömürgeci güçlerin egemenliğinden
bizi kurtarabilirler mi? Bizi aydınlığa, düzlüğe çıkarabilirler mi? Hani
yıllardır bu iddiada olanlar, yıllardır bize bunları vaad edenler bugüne kadar
ne yapabildiler bizim için? Bizi karanlık ve egemen güçlere satmanın dışında,
biraz daha onlara borçlandırarak sırtımıza ipotekler koymanın ve onların
kucağına itmenin dışında, bizi onlara peşkeş çekmenin dışında ne yaptılar?!
Söyleyin ne yaptılar bu Kur’an düşmanları?
“Benim Kur’an’a ihtiyacım yoktur!
Bizim böyle bir kitaba ihtiyacımız yoktur! Ben toplum problemlerini kendi gücümle,
kendi bilgimle çözerim! Ben bu problemleri A.B.D ile, A.E.T ile çözerim!” diyerek
Kur’an’dan kaçan, Allah’ın çözüm önerilerini beğenmeyen, basiretlerle ilgilenmeyen
bu körlere daha ne zamana kadar bel bağlayacağız! Daha ne zamana kadar bunları,
bu basiretsizleri Allah’a tercih edeceğiz! Allah bu topluma basiret versin,
şuur versin inşallah.
Kur’an,
basirettir. Hadiselere Kur’an’la, Kur’an’ın gözlüğüyle bakan kimseyle ona karşı
kör ve sağır kesilen kimse çok farklıdır. Peygamberimizin, “Mü’minin ferasetiyle yol bulun,
çünkü o Allah’ın nûruyla bakar” hadisi de işte bu gerçeği anlatır. Hadiste
anlatılan nûr da Kur’an’dır. Bir mü’min gaybı bilmez, bilemez. Allah onu
kullarına açmamıştır. İşte mü’min, gaybı bilmediği, geleceği göremediği için
ona Kur’an sayesinde basiretler vermiştir Rabbimiz. Ya-ni ilerisini Kur’an’la
değerlendirip adımlarını sağlam atması, kararlarını düzgün vermesi ve hata
etmemesi için Rabbimiz bu kitabın âyetlerini onlar için basiretler kılmıştır.
İleriyi bu kitabın âyetleriyle görsünler, ile-riye bu kitabın âyetlerinin
gözlüğüyle baksınlar, hayatın problemlerini onunla değerlendirip çözsünler,
hayatlarını onunla düzenlesinler ve hata etmesinler, yanlışa düşmesinler, isâbet
güçleri artsın diye Rabbi-miz bu kitabın âyetlerini göndermiştir.
Zira,
yeryüzünde ‘sünnetullah’ dediğimiz Allah yasaları işlemektedir. Yeryüzünde
işleyen bu Allah yasalarını bilen kişi, olayları tahlil ve geleceği düzenleme
konusunda elbette basiret sahibidir. Kur’an’la, basiretle beraber olan kişi
elbette her şeyi iyi bilecek ve ki-tap sayesinde onun bakışı keskinleşecektir.
Meselâ şu anda ben desem ki, yakında şu yeryüzünün en büyük şeytanı, yeryüzünün
en büyük teröristi ve kan içicisi Amerika yıkılacaktır. Anlarsınız ki bu benim
tavrım asla gaybı bilmek değil, gaybdan haber vermek değil Allah ya-salarını
bilmektir. Allah’ın yeryüzünde koyduğu yasaları bilen birisi bu-nu çok rahat
anlayacaktır. Çünkü Â’râf’ta anlatıldığına göre Rabbimiz, her insan için nasıl
bir ecel tayin buyurmuşsa, aynı zamanda toplumlar için de bir ecel tayin
buyurmuştur. Bu, Allah’ın yeryüzünde koyduğu bir yasadır. Toplumlar adalet
üzerine kuruldukları zaman onların ömürlerinin biraz daha uzun olacağı, ama
zulmetmeye başladıkları zaman da onların ecellerinin ve sonlarının yaklaştığını
Allah kitabında haber vermektedir. Şimdi olaylara Allah’ın kitabıyla bakabilen
birisi olarak benim bunu bilmem çok normaldir ve bu asla gaybdan haber vermek
de değildir.
Madem ki bu
kitabın âyetleri basirettir, o halde hadiselere bu kitabın gözlüğüyle bakabilen
kimseyle bu kitabın âyetlerine karşı kör ve sağır kesilen kişi elbette
birbirlerinden farklı olacaklardır.
Meselâ
kitaptan bir âyet öğrendikten sonra o âyeti öğrenmeden önceki bakışım
değişiveriyor. Bir âyet öğreniyorum Allah’ın kitabından ve artık suya bakışım
değişiyor. Başka bir âyet öğreniyorum veya başka bir gözlük takıyorum gözüme,
bu defa bu âyetin konu edindiği kadına bakışım değişiyor. Bir başka âyet
öğreniyorum, mala bakışım değişiyor. İstikbâl anlayışım değişiyor, kazanma-harcama
an-layışım, ihtiyaç anlayışım, zenginlik-fakirlik anlayışım, ikram, infak,
sevgi ve nefret anlayışlarım değişiveriyor.
Meselâ Nisâ’yı, Ahzâb’ı
tanıdıktan sonra benim dünkü kadın anlayışım, kadına bakışım tamamen değişti.
Dün sokakta kapalı bir kadın gördüğüm zaman seviniyordum. Çok şükür sokaklarımızda
ka-palı kadınlar da dolaşmaya başladılar diye seviniyor ve onlarla iftihar
ediyordum. Ama bu sûreleri öğrendikten, yani hadiselere Kur’an’ın bu sûrelerinin
gözlüğüyle bakabilecek noktaya geldikten sonra şimdi bu tür kapalı kadınları
sokakta gördüğüm zaman üzülüyor ve onlara acı-yorum. “Ne işi vardı bu
mü’minelerin bu sokaklarda? Keşke vakarla evlerinde oturup Rabblerinin arzusuna
teslimiyet gösterselerdi,” di-yorum.
Bir adam görüyorum, okuduğum,
öğrendiğim bir âyeti onun yüzünde okuyor ve seviyorum onu. Bağrıma basmak
geliyor içimden onu. Bir başkasını görüyorum, okuduğum âyetler sanki yüzünde canlanıyor
ve içimden alçak diye bağırasım, yüzüne tüküresim geliyor. Bir alış-veriş görüyorum,
öğrendiğim âyetler, gözüme taktığım gözlükler hemen onun fâiz olduğunu ve böyle
bir alış-verişe girmemem gerektiğini söylüyor. Bir eğitim sistemi görüyorum,
okuduğum âyetler, ya da gözüme taktığım gözlükler onun tamamen vahiy kaçkını,
materyalist bir eğitim sistemi olduğunu söylüyor. Ne kendimi, ne de çocuklarımı
kesinlikle böyle bir eğitime teslim etmemem
gerektiğini söylüyor. Ayırıyor bunları kalbim. Gözlerim bunları fark ediyor. Vahiyle
bütünleşen basiretim bunları ayrıştırıyor.
Bir şişe içki, dünyanın en
kaliteli içkisi de olsa, birileri ona ulaşmak için Avrupalara kadar gitmeyi
göze alsa da, benim için imrenilecek bir şey değildir. Zinadan nefret ederim.
Çuvallarla da olsa haram para zerre kadar ilgimi çekmez benim. Çünkü Allah’tan
basiretler geldi bana. Allah’tan gözlükler geldi bize. Rabbimiz gönderdiği bu
ba-siretleriyle bir kısım şeyleri bize sevdirdi; biz onları severiz. Bir kısım
şeylerden de nefret ettirdi, biz onlardan da nefret ederiz.
İşte iki
bakış… Birisi hadiselere Kur’an’ın gözlüğüyle bakabilen insanın bakışı, ötekisi
de hadiselere kendi hevâ ve heveslerinin gözlüğüyle bakışı.
Hz Ömer
kendi döneminde İran’a Müslümanlardan bir elçi gönderir. Elçi, Kisra’nın
sarayına girer. Kisra’nın sarayında yerler ipek ve atlas halılarla döşelidir.
Birilerinin gözlerini kamaştıran bu ihtişamlı sergiler ve halıların üzerinde
yürüyen sahâbe zayıf, cılız, ama alabildiğine vakûr ve başı dik bir şekilde
yürümektedir. Birilerinin bakmaya bile kıyamadığı bu halıların üzerinde
Kisra’ya doğru yürürken, mızrağıyla halıları dele dele Kisra’nın huzuruna
yaklaşıyordu. Herkes hayretten donakalmıştı bu manzara karşısında. O debdebe ve
âlâyişe değer verenler hayretler içinde o yiğidi seyrederlerken, o sahâbenin
kafasında bir tek derdi vardı. O da İran’ın Kisra’sının ve halkının Müslüman
olması. Bu büyük dâvâ yanında ne kıymeti vardı gerisinin? İhti-şam içinde yüzen
bu insanlar ateşe doğru giderlerken, cehenneme doğru giderlerken, bu halıların,
sergilerin ne değeri vardı?
İşte iki bakış. Birisi halıya,
kilime, koltuğa, kanepeye, süse, ihtişama, paraya, pula iman derecesinde bir
bağlılık, diğeri ise “dünyaya dalarım da, Rabbimi ikinci plana atarım,”
endişesiyle şiddetle onlardan kaçış. Birisi dünyayı kıbleleştirmiş, dünyaya
kul-köle olmuş bir insanın bakışı, ötekisi de âhireti için dünyayı ve dünyalıkların
tümünü ayaklarının altına alan mü’minin bakışı.
Aynen bunun
gibi, Bizans hükümdarı, karşısında İslâm askerlerini görünce hayret ve dehşet
içinde çevresindekilere şöyle diyordu: “Dikkat edin, şu anda karşınızda sizin
hayatı ve yaşamayı sevdiğiniz kadar ölümü seven ve ona can atan bir ordu var.
Ona göre ne yapacaksanız yapın!” İşte iki göz, işte iki bakış ve iki
değerlendiriş… Birisi dünyayı sevmiş, onu hedef ve kıble edinmiş, onu
kaybetmemek adına her şeyini fedâ etmeye hazır bir bakış, diğeri ise âhireti
kazanma adına her şeyi göze alabilecek kadar dünyayı ve dünyalıkları
ayaklarının altına almış, şehadete susamış bir bakış… İşte Kur’an’la bakabilen
bir mü’minin bakışı ve işte kitaptan habersiz birinin bakışı…
Mü’min
etrafında cereyan eden her olay, her eşya karşısında mutlaka bir tavır
belirleyen insandır. Ya kabul edecektir onu, ya da reddedecektir. Ya meşrû
diyecektir ona, ya da gayr-ı meşrû diyecektir. İşte bu bakış, bu değerlendiriş
ve bu tavır belirlemede vahiy ölçü ise, bilelim ki bu Allah’ın istediği bir
bakış ve değerlendiriştir. Değilse o zaman bu değerlendiriş nefsin, hevânın ve
şeytanın kaynaklık ettiği bir değerlendiriştir. Meselâ kalabalığın içinde bir kadın
görüyoruz, açık yeri, kapalı yerinden fazla ve bu haliyle insanları eğlendirmeye
çalışıyor. Birileri çılgınca onu alkışlasalar da, mü’min böyle bir manzara
karşısında tükürüğünü bile lâyık görmeyecektir ona. Veya işte dün-ya çapında
bir futbolcu bir gol atar. Tüm dünya çılgınca onu alkışlarken, bir Müslüman
için bu hiçbir değer ifade etmez. Veya piyasaya bir dergi çıkar,
şehvetperestler onu elden ele dolaştırıp suyunu çıkarmaya çalışırlarken, bir
Müslüman da, “Allah ve Resûlü’nün sevmediği bir mikroptur bu!” diyerek elini ve
evini bu zehirden korumanın gayretine düşer. İşte bunlar farklı farklı
bakışlar, farklı farklı değerlendirmelerdir. İşte bu değerlendirmelerde Kur’an
besâirdir, kıstastır.
Düşünün ki
herkesin gözleri bozuktu da, Allah gözlükler gönderdi. Kim bu gözlükleri takar
ve hadiselere bu gözlüklerle bakarsa, her şeyi dürüst görür, kim de bu gözlükleri
takmaz, kendi bilgisiyle o-laylara bakmaya çalışırsa, o da bozuk görecektir.
Kim
Allah’ın kitabıyla ve Resûlü’nün sünnetiyle olaylara bakarsa o kimse Allah’ın
istediği gibi görmeye başlar. Kim de bu gözlüklerle ilgilenmezse, o da
nefsinin, şehvetinin, mantığının istediği gibi gör-meye başlar. İşin garibi o
toplumda ihtilaflar, vuruşmalar, çekişmeler de hiçbir zaman bitmeyecektir.
Çünkü gözlükler, bakışlar farklı olunca, elbette görüşler de hep farklı olmaya
devam edecektir.
Bu kitap
besâirdir, hidâyettir ve rahmettir. Bu kitap yol göstericidir, kılavuzdur. Ama
sadece yolu gösterivermekle kalmaz bu kitap, sadece yolu tarif edivermekle
kalmaz, aynı zamanda insanların o yola girmelerine yardımcı olduğu gibi, yolun
sonuna kadar da onların ellerinden tutup onlara mihmandarlık yapmaktadır.
Bir de bu
kitap, iman edenleri yakîne ulaştırma özelliğine de sahiptir. İman edecek ve bu
imanını yakîn derecesine ulaştıracak in-sanların bilgilerini, imanlarını kuru
bir bilgi, kuru bir iman olmaktan çıkarıp canlı, aktif, diri hale getirecek
olandır.
Bunu şöyle
anlamaya çalışıyoruz: Bu kitap tüm insanlık için besâirdir. Tüm insanlara yol
gösterici bir özelliğe sahiptir. Ama sadece yakîne ermek isteyen mü’minler için
hidâyet ve rahmettir. Yani tüm insanlık için hidâyet ve basiret olan bu kitap,
sadece yakîne erme ni-yetinde olanlar için rahmettir.
21. “Yoksa, kötülük işleyen kimseler,
ölümlerinde ve diriliklerinde kendilerini, inanıp yararlı iş işleyen kimseler
ile bir tutacağımızı mı sandılar? Ne
kötü hüküm ve-riyorlar!”
Kötülüğe bulaşan, durmadan
kötülük işleyen kimseleri, Allah’ın istediği biçimde iman eden ve bu imanlarını
yaşamanın kavgasını veren, imanlarını hayata aktarabilme adına salih ameller
işleyen kimselerle bir mi tutacağız?! Bunların hem hayatları, hem de ölümleri
müsavi olacak öyle mi?! Öyle mi hesap ediyorlar? Öyle mi zannediyor bu insanlar?!
Ne kadar da kötü hükmediyor bu insanlar?!
Yâni şimdi
biz Müslümanları kâfirlerle denk mi tutacağız?! Müslümanları, mücrimler gibi mi
kabul edeceğiz?! Mümkün mü bu?! Deli misiniz siz?! Aklınız ermez mi sizin?!
Allah’a, Allah’ın kitabına, Al-lah’ın peygamberine inanan, kitap ve peygamberle
birlikte olan, hayatını kitap ve peygamberle düzenleyen kimseyle, kitaba ve
peygambere sihir diyen, sihirbaz diyen birini denk tutacağız ha?! Allah’ın
kitabıyla yol bulan kimseyle, kitabı reddedip kendi kendine yol bulmaya çalışan
kimseyi bir tutacağız öyle mi?! Allah’a müracaat ederek yaşayan kimseyle,
Allah’ı reddedip nefsine, şeytanlara, hevâsına, toplumuna, tâğutlara, modaya,
âdetlere ve tüm yeryüzü tanrılarına uymaya çalışan kişiyi bir kabul edeceğiz
öyle mi?! Olacak şey mi bu?! Ne kötü hükmediyor bu insanlar?! Hayır hayır! Biz,
Müslüman ile kâfiri asla denk tutmayacağız. Ne hayatında, ne de ölümünde bu
ikisi birbirine denk tutulmayacaktır.
Müslüman
olan, teslim olan, iradesini Allah’a teslim eden, oylamasını Allah’tan yana
kullanan, Allah’ın seçimini kendisi için seçim kabul eden, Allah’ın kendisi adına
yeryüzünde aldığı kulluk maddelerini uygulamaya çalışan bir Müslüman ile, suçlu
olan, kötülük işleyen, kötülük peşinde koşan, reddeden, baş kaldıran, isyan
eden, itiraz e-den, kabule yanaşmayan birini kesinlikle bir tutmayacağız.
Kâfirler,
mücrimler ne kadar da yanlış hükmediyorlar. Hem dünyada, hem de âhirette
kendilerinin mü’minlerden bir farklarının ol-madığını, olmayacağını iddia
ediyorlar. Hattâ dünyada da, âhirette de mü’minlerden çok üstün bir konumda
olacaklarını zannediyor ve iddia ediyorlar.
Hem
Müslümanlarla alay ediyor, Müslümanlara hayat hakkı tanımıyor, hem de dünya
hayatından memnun oluyorlar. Onların tüm hedefleri dünya hayatıdır. Kitabımızın
onlar hakkında buyurduğu ekini ve nesli bozma özelliklerinden de anlıyoruz ki,
bu adamların dünyasında da hayır yoktur. Gerçi dış görünüşleri itibariyle
dünyayı hedefledikleri için dünyada gerçekten erişemedikleri bir şey yok gibi,
ama nihâyet kendi elleriyle dünyalarını da bozmuşlar. Mekânik bir hayata
gelmişler. Robotlaşmışlar, duyguları bitmiştir. Hisleri, hareketleri kaybolmuştur.
Sevmek, sevilmek, ağlamak, gülmek gibi tüm insanî duyguları bitmiştir. Fedâkârlık,
cefakârlık duyguları bitmiştir. Yedirme, içirme, infak ve akrabalık bağları bitmiştir.
Karılık-kocalık bağları bitmiştir. Babalık-oğulluk bağları bitmiştir. Her
şeyleri bitmiştir. Böyle bir hayatın içindeyken tüm dünya onların olsa ne çıkar?
Şu anda aslında bu kâfirler
cehennemi yaşıyorlar, ama böyle bir hayat onlara süslü geliyor. Bunu hayat zannediyorlar.
Yani çok ra-hat altlarından kaçırdıkları kadınlar, üstlerinden kaçırdıkları kocalar
onların iç dünyalarında büyük ıstıraplar oluşturuyor, derin yaralar açıyor, ama
bunu sanki fevkâlâde güzel bir şeymiş gibi süslü görmeye çalışıyorlar.
Konuştukları zaman da her biri bunu ortaya koymaktan hiç de sıkıntı duymuyor.
Çok rahat bir şekilde birbirlerini aşağıya indirebiliyorlar. Çok rahat bir
şekilde birbirlerini atlatabiliyor, rezil bir hayatı birlikte yaşıyorlar.
Meselâ bir
adam cadde ortasında herkesin gözleri önünde aç-lıktan geberip gitse, “kimsin?”
diyen olmuyor, ama yine de bu hayat kendilerine süslü gösteriliyor. İşte böyle
tüm gördükleri, oldum olası bir dünya hayatları var, yaşasınlar bakalım, zaten
bu adamlar geberir gebermez hepsi de cehenneme gidecekler. Hakikaten acımak gerekiyor
bu adamlara, ama acımaya da hakkımız yok. Tümüyle sefaleti yaşıyorlar, ölür
ölmez de cehenneme gidecekler, büyük bir azabın içinde bulacaklar kendilerini. Dünyada
ne görmüşlerse, zevkleri de, sefaları da, eğlenceleri de hepsi bu kadar olacak.
Lâkin işin garibi bu halleriyle bile Müslümanlara hep tepeden bakıyor, alay
ediyorlar. “Dünyada da, âhirette de biz çok iyi bir konumda olacağız,”
diyorlar.
Ama sakın ha sakın, siz
Müslümanlar onların alaylarından etkilenmeyin. Onlara acınacak bir zavallı
gözüyle bakalım. Gerçekten ağlanacak durumda olanların kendilerinin olduğunu
söyleyelim onlara ve hiçbir zaman en ufak bir şekilde bile olsa kalbimizden
onlara benzemek duygusu geçirmeyelim. Hiçbir zaman onların yaşadığı hayatın
özlemini çekmek gibi bir duruma düşmeyelim. Çünkü ilim bizde, hikmet bizde, izzet
ve şeref bizde, akıl ve feraset, kitap ve hidâyet bizdedir. Dünyada mutluluk,
âhirette saadet ve cennet bizdedir. Bütün bunlara rağmen bunların, bu
zavallıların bizim üzerimizde uyguladıkları propagandalar sonucu hemen hemen
çoğumuzun da etkisinde kaldığı konular vardır.
“Efendim, işte bunların dünya
hayatları, zirveye çıkmış teknolojileri, köprüleri, yolları, sanayileri,
fabrikaları var. Bütün bunları takdir etmek gerekir. Alman bilmem ne buluşunu
takdir etmek lâzımdır! İsviçre’nin hukukunu takdir etmemiz lâzım!” gibi
hepimizin kalbine yerleşen ufak tefek duyguları, aşağılık komplekslerini
ısrarla bitirmek zo-rundayız. Bilmeliyiz ki, yeryüzünde kâfirlerin imreneceğimiz
hiçbir şey-leri yoktur. Güvenebileceğimiz hiçbir hareketleri, hiçbir
karakterleri yoktur. Gerçekten dünyanın en rezil ve en sefil mahluklarıdır
onlar ve geberdikleri andan itibaren de cehenneme yuvarlanacak insanlar onlardır.
Bakıyoruz,
bunlar dünyaya meyletmeyen mü’minleri, birinci planda âhireti kazanmaya
çalıştıkları için dünyada fakir kalmış fakirleri küçümserler. Çünkü bunların üstünlük-alçaklık
kıstasları dünya, dünyanın süsü ve ziynetidir. Dünyalık sahibi olanlar bunlara
göre üstün insanlardır. Tüm plan ve programları dünya içindir. Hayatın, dünyanın
kölesi olarak değil de efendisi olarak kalmayı tercih edenler, dünyada çok yüce
idealleri gerçekleştirmek için çırpınanlar Allah katında üstün iken, bunlar
nazarında düşük insanlardır. Böyle insanlarla alay ederler. Varsın kendilerini
üstün görsünler ve bununla avunsunlar ama bakın Allah diyor ki:
“Onlar mahlukâtın
en şerlileridir.”
(Beyyine
6)
Ama buna
rağmen işte kendi hayatları kendilerine süslü gösterildiği gibi, etkileri
altına aldıkları biz zavallıları da kendi pis dünyalarının kutsallığı
hegemonyasına çekmeye çalışıyorlar. Ama inşallah biz onların bu
zavallılıklarına, bu oyunlarına gelmeyeceğiz.
Evet
kâfirler ne dünyada, ne de âhirette kesinlikle mü’minler gibi olmayacaklardır.
Allah asla küfürden ve kâfirlerden razı olmaz. Allah asla kâfirlerin
yaşadıkları hayatı onaylamamış ve onaylamayacaktır. Onun içindir ki, Allah asla
mü’minlerle kâfirleri denk tutmayacaktır.
Kâfirlerle
mü’minler yaşadıkları hayatlarında denk olmadıkları gibi, ölürlerken de asla
bir olmayacaklardır. Kur’an’ın başka yerlerinden öğreniyoruz ki, Mü’minlerin
ölümlerine gökle ve yer ağlayıp gözyaşı dökerken, kâfirlerin gebermesine
sevinmektedirler. Ölümleri esnasında mü’minlere Allah’ın melekleri gelerek:
“Korkmayın ey mü’-minler! Bizler sizinle beraberiz! Cennete kadar sizi bırakmayacağız”
müjdesini verirlerken, kâfirler için de azap üstüne azap tehditleri getirmektedirler.
Mü’minler ölümle yepyeni ve hesapsız güzellikte bir ha-yata giderlerken, kâfirlerin
öbür tarafta hayatları olmayacaktır. Hal böyleyken, bu adamlar ne kadar da kötü
hükmediyorlar? Bu kâfirler kendilerini ne kadar da iyi hissediyorlar? Kendilerini
ne kadar da akıllı zannediyor bu adamlar? Hem cehenneme doğru gidiyor, azabı
hak ediyorlar, hem de hiçbir şey yokmuş gibi davranıyorlar.
22. “Allah gökleri ve yeri gerçekle
yaratmıştır; her cana, kazandığının karşılığı verilir, onlara zulmedilmez.”
Gökleri ve yeri yaratan
Allah’tır. Rabbimiz, gökleri ve yeri hakla yaratmıştır. Az evvel anlatılan
mü’minler ve kâfirlerle alâkalı yasalar nasıl hak ise, gökler ve yerler için
konan yasalar da aynen onun gibi hak üzerine konulmuştur. Göklerde ve yerlerde
cereyan eden tüm yasalar nasıl gerçekse, mü’min ve kâfirlerle alâkalı Rabbimizin
koyduğu yasalar da gerçektir. Gökler ve yerlerdeki tüm yasalar Allah’a aittir.
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ın yasalarına boyun bükmektedir. Hiçbir
varlık Allah’ın yasalarının dışına çıkamaz. İşte tüm varlıklar Allah’a,
Allah’ın hak yasalarına boyun bükmüşken, her şey üzerinde Allah’ın hükmü ve
iradesi hakimken, tüm varlıklar isteyerek ya da istemeyerek Rabblerine
teslimken, nasıl olur da yine Allah’ın yasaları gereği kendilerine irade
verilmiş olan insanlar Rabb-lerinin emirlerine kafa tutarak kâfir oluyorlar? Nasıl
oluyor da bu insanlar Rabblerinin yasalarını kabule yanaşmıyorlar? Nasıl oluyor
da Rabblerinin hak yasalarını bırakıp başkalarının yasalarına kulluk etmeye
çalışıyorlar? O yasalarına kulluk etmeye çalıştıkları varlıklar mı bu gökleri
ve yeri yaratmıştır? Göklerde ve yerde işleyen yasaları on-lar mı koymuştur?
Gökler ve yerlerde egemen olanlar onlar mıdır?
Allah, her
nefis işledikleriyle, kazandıklarıyla cezalandırılsın di-ye bu düzeni kurmuş,
gökleri ve yeri yaratmıştır. İşte bunun için göktekileri ve yerdekileri
yaratmıştır. İşte bunun için göktekilerin ve yerdekilerin yasalarını hak olarak
koymuştur. Allah’ın hak olarak koyduğu bu yasalarına teslim olanlar, bu
teslimiyetlerinin karşılığı olarak Rabblerinin mükafatını görürlerken, bu yasalara
teslim olmayıp kendi bildiklerince bir hayat yaşayanlar da Allah’ın azabıyla
karşılık göreceklerdir. Göklerde ve yerde olanlar neye lâyık iseler onunla
karşılık göreceklerdir.
Bakın,
bundan sonraki âyet-i kerimede Allah’a ve Allah’ın yasalarına teslim olmayan,
hevâsını ilâhlaştırmış, hevâsını putlaştırmış bir insan tipi ortaya konacak. Rabbimiz
şöyle buyurur:
23. “Ey Muhammed! Hevâ ve hevesini
tanrı edinen, bilgisi olduğu halde şaşırttığı, kulağını ve kalbini mühürlediği,
gözünü perdelediği kimseyi gördün mü? Onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir?
Ey insanlar! Anlamaz mısınız?”
“Peygamberim!
Sen kendi hevâsını, kendi heveslerini putlaştırıp tanrı edineni ve hevâsı
istikâmetinde bir hayat yaşayanı gördün mü? Allah’ı unutmuş, Allah’tan gelen basiretlerle
ilgi kurmamış, Allah’ın kitabından ve peygamberin sünnetinden habersiz olduğu
için, Allah’ın kendisi adına belirlediği kulluk programına teslim olmak yerine
kendi bilgisine, kendi hevâ ve heveslerine teslim olmuş, ya da kendisi gibi
başkalarının hevâlarına teslim olmuş, başkaları için yaşamayı, tâğutlar için
yaşamayı, moda, çevre, âdetler için yaşamayı, başkalarına kulluk etmeyi
alışkanlık edinmiş kişiyi gördün mü?”
Allah onu bir ilim, bir bilgi üzerine
saptırmıştır. Bunu iki türlü anlamaya çalışıyoruz:
a. Allah
bunları neden saptırmış? Allah, onları bir ilim üzerine saptırmıştır. Rabbimiz,
“çünkü onlar sapmaya lâyıktılar da, onun için saptırdık,” diyor. Yani onlarda
inkâr, gurur ve kibir gibi özellikler vardı ve onların karakterleri buna
müsaitti. Allah onların durumlarını bildiği için onları kendi bilgisi üzerine
saptırmıştır. Sapmaya lâyık gördüğü için saptırmıştır. Allah’ı bırakmış,
Allah’tan gelen basiretleri bırakmış, “ben bana yeterim! Ben benim hayatımı
düzenlemesini bilirim! Evimi ben de düzenleyebilirim! Evimi nasıl tefriş
edeceğimi ben de bilirim! Nereden kazanıp, nerede harcamam gerektiğini ben de
bilirim! Çocuklarımı nasıl eğiteceğimi, ne yiyeceğimi, nasıl giyineceğimi ben
de bilirim! Benim aklım var, benim fikrim var! Benim Allah’a da, O’nun ki-tabına
da, O’nun peygamberinin örnekliğine de, O’nun hayat programına da ihtiyacım
yoktur,” demiş ve kendi hayatına kendisi program yapmaya kalkışmıştır. İşte
bunu bilen, onun bu tavrını, onun bu tercihini bilen Allah da bu bilgisiyle onu
saptırmıştır. Yani onun sapmaya lâyık olduğunu ezelî ve ebedî ilmiyle bilerek
Allah onun bu tercihini onaylamıştır.
b. Bir de o
kişi bilerek sapmıştır. Yani adam her şeyi bilmektedir. Ne yaptığını, neyi
tercih ettiğini bilmektedir. Yaptığı işi cehâletle değil, bir bilgiyle
yapmaktadır. Yaptığı şeyin bilincindedir. Bildiği halde, bilerek sapmak
istemiştir de Allah onu saptırmıştır. Böylece Allah’ın sapıtmasına liyâkat
kazanmış ve bunu hakketmiş olan bu adamı Allah sapıklığı üzerine terk edecek ve
onun kalbini, kulağını mühürleyiverecek, gözünü perdeleyip hiçbir gerçeği
görmez ve anlamaz hale getiriverecektir. Artık bu adam sağırdır, kördür, duymaz,
duygu-lanmaz bir vaziyettedir. Artık ona ne derseniz deyin, ne kadar âyet
gösterirseniz gösterin, hiçbir şey duymayacak ve hiçbir şey anlayamayacaktır.
Her şey boş olacaktır onun için. Artık ne Allah, ne peygamber, ne kitap, ne
gökler, ne yerler, ne cennet, ne cehennem, ne hesap, ne kitap onun kalbini
harekete geçiremeyecektir. Hiçbir şey onun için etkili olmayacaktır. Allah’tan
gelen basiretlerle ilgi kurup Al-lah’ın hidâyetine tabi olmayan bir adamın yol
bulması da kesinlikle mümkün değildir.
Bu tür
insanlar arzularını, heveslerini putlaştırmış insanlardır. Canları ne isterse
onu yapmaktan çekinmezler. Zevkleri, nefisleri neyi hoş görürse onu yaparlar.
Hiçbir kayıt altına girmek istemezler. Ne Allah, ne peygamber, ne kitap, ne
din, ne haram, ne helâl tanımazlar. Aslında bir tek Allah’a kulluktan, bir tek
Allah’ın yasalarına tâbi olmaktan kaçarlar, ama pek çok İlâhlara kulluk
ederler. Bir tek Allah’a kulluktan kaçacağız derken pek çok İlâha tapınırlar.
Bir tek Allah’tan ka-çacağız derken pek çok İlâhın kucağına düşerler. Nefislerinin,
arzularının, tutkularının, şeytanların, tâğutların kucağına düşerler.
Allah’a
kulluktan kaçan, Allah’ın velâyetini kabul etmeyen bu insanların başına kuzgun
gibi tâğutlar çöker ve zorlamayla, dayatmayla, hile ve aldatmalarla onları her
taraflarından kıskıvrak bağlar, ağlarına düşürürler onları. Yularlarını
ellerine alır ve onların velileri o-lurlar. Onları nûrdan, imandan, İslâm’dan,
Allah’a kulluktan, yaratılışlarından, fıtratlarından, insanlıklarından, doğru
yoldan çıkarıp küfre, inkâra, ilhada ve karanlıklara sürüklerler. Gidilmeyecek
yollara sürüklerler onları. Çünkü tâğutlar aydınlık yolları sevmezler. Aklı,
ilmi, düşünceyi fesada verirler. Ahlâkı ve fıtratı bozarlar. Allah ve Resûlüyle
yarış iddiasıyla yapılmayacak şeyleri yaparlar. Peşlerine taktıkları kul-larını
belâların kucağına taşırlar. Boyunlarındaki ipin ucunu, o ipin de, kendilerinin
de sahibi olan Allah’a vermeyerek kendi ellerinde tutmak isteyen, ya da onu
boşlukta tutmak isteyen herkesin iplerini ellerine alır ve onları kendilerine
kul-köle edinirler.
İnsanlar
güya Allah’a kulluktan kaçarken bu defa tâğutların kulu-kölesi olurlar. Allah’ı
inkâr eden, velâyetini Allah’a vermeyen kişi binlerce tâğutun kulu olur. Bir
tek Allah’a kulluktan kaçarken pek çok tâğutlara kulluğa razı olur. Meselâ
Allah’a kulluktan kaçan kişi, evvela kendisini Allah’a kulluktan koparıp
ayaklarını kaydırmak için fırsat kol-layan şeytanın kulu durumuna düşer. Sonra
onu Allah’ın arzularından koparıp kendi arzu ve şehvetlerinin kulu-kölesi
durumuna düşürmek isteyen nefsinin kulu durumuna düşer. Daha sonra başkaları,
karısı, babası, anası, çocukları, akrabaları, kavmi, kabilesi, milleti,
devleti, politik ve dini liderleri, ağası, patronu, çevresi, âdetleri,
töreleri, moda-sı ve daha yüzlerce tâğutların kulu-kölesi durumuna düşer.
Görüyoruz
işte Allah’ın velâyetini kabul etmeyen insanlar bir tek Allah’a kulluktan
kaçarken, yığınlarla tâğutun kulu kölesi olmuşlar. Kimisi nefsinin, kimisi
şehvetlerinin, kimisi şeytanın kulu, kimisi nefsin kulu, kimisi modanın, kimisi
şehvetlerinin, kadının, âdetlerin, törelerin, kanun koyucuların, çevrenin,
ağalarının, patronlarının kulu olmuş. Ki-misi bu âlemde sebepler nizamı
üzerinde galip ve müessir zannettikleri, zarar ve felâketler anında
kendilerinden medet bekledikleri, kendilerine sığındıkları, kendilerini kurtarıcı
olarak bildikleri kimselerin ku-lu olmuş. Güya bir tek Allah’a kulluktan
kurtulup özgürlüğe kavuşacaklarını zanneden bu insanlar, boyunlarına pek çok
varlığın kulluk iplerini takmışlar ve onların çektikleri yere gitmek zorunda
kalmışlardır. Hepsini aynı anda razı etmek zorunda kalmışlar, kalpleri parça
parça olmuş, burunlarına vurulmadık zincir kalmamış, zillet ve meskenetin
esfeline düşmek zorunda kalmışlardır.
Bu âyetler
istikâmetinde bizler kendimizi gözden geçirmek zo-rundayız. Acaba biz de kendi
bilgilerimizi, kendi anlayışlarımızı, kendi hevâ ve heveslerimizi Allah’ın kitabının
ve Resûlünün sünnetinin önüne mi geçiriyoruz? Acaba biz de hayata kendimizi
etkin mi zannediyoruz? Acaba Allah’a ve Allah’ın kitabına sormadan biz de kendi
kendimize hayat programı yapmaya mı çalışıyoruz? Ne yapacağımızı, nasıl
yaşayacağımızı, nasıl giyineceğimizi, çocuklarımızı nasıl ve nerede e-ğiteceğimizi,
nereden kazanıp nerelerde harcayacağımızı, hangi meslekleri seçeceğimizi kendi
kendimize belirlemeye mi kalkışıyoruz? Yâ-ni bizim hayat programlarımızı kim
belirliyor? Çocuklarımızın okuluyla ilgili, evimiz, malımızla ilgili,
dükkanımız, tezgahımızla ilgili, gündüzümüz, gecemizle ilgili programlarımızı
kim yapıyor? Tüm bu programlarımızı Allah mı belirliyor? Hayatımızın kaçta
kaçına Allah karışıyor? Kaçta kaçına biz kendimiz yahut da Zerdüşt karışıyor?
Eğer nefislerimiz, arzularımız, heveslerimiz buyuruyor biz yapıyorsak, ya da Zerdüşt
buyuruyor biz yapıyorsak, nefislerimizin ve Zerdüştlerin boş bırakıp gaflet
ettikleri bölümü de Allah’ın diniyle dolduruyorsak, o zaman bilelim ki burada
anlatılan biziz!
Hevâ ve
heveslerimizi tanrı edinmek istemiyor, Rabbimize kul-luk etmek istiyorsak,
Rabbimizin hayat programını çok iyi bilmek zorundayız. Başkalarına kulluktan
kurtulup sadece Allah’a kul olmak is-tiyorsak, bu kulluğun kitabı olan şu
Kur’an’ı ve bu kitabın açıklaması, pratiği olan, örnek kul Muhammed’in (a.s)
sünnetini çok iyi tanımak zorundayız. Bunun yolu işte buradan geçmektedir. Değilse,
pek tabiidir ki, Allah’ı ve Allah’ın yasalarını tanımayan bir adamın Allah’a O’-nun
istediği şekilde kulluk etmesi mümkün değildir. Allah’ın kitabını bilmeyen,
peygamberin sünnetinden ve uygulamalarından haberdar olmayan bir adamın
hayatını o istikâmette yaşaması mümkün değildir. Öyleyse kitap ve sünneti çok
iyi bilmek zorundayız. Birinci planda Müslüman olduğumuzu unutmamak zorundayız.
“Ben
Müslümanların ilki olmalıyım,” diyeceğiz. “Yeryüzünde benden başka hiç kimse
Müslüman olmasa da, herkes bana düşman olarak kâfir olsa da, ben yine de hiç
kimseyi beklemeden Müslüman olmak zorundayım.” Ya da bunun bir başka mânâsı da,
“benim ilk i-şim Müslümanlık olmalıdır. Mesleğim ikinci, üçüncü planda olmalı.
Öğretmenliğim ikinci, üçüncü planda olmalı. Talebeliğim öyle olmalı! Hacılığım,
hocalığım, babalığım, evlatlığım, zenginliğim, fakirliğim, müdürlüğüm, âmirliğim,
hizmetçiliğim, memurluğum ikinci, üçüncü planda olmalı. Ben önce Müslüman,
sonra öğretmenim. Ben önce Müslüman, sonra tamirciyim. Önce Müslüman, sonra
babayım. Önce müslüman, sonra evladım,” demeli ve talebeliğimizi, babalığımızı,
ev-latlığımızı, zenginliğimizi, fakirliğimizi hep İslâm’la yargılamalı, sorgulamalıyız!
Eğer böyle
yapmaz da, mesleğimizi, işimizi, aşımızı, erkekliğimizi, kadınlığımızı birinci
plana alır, Müslümanlığımızı ikinci, üçüncü plana alırsak, o zaman bozuk bir Müslümanlık
çıkacaktır karşımıza. Eğer Müslümanlığımızdan önce işimiz, aşımızla ilgili,
mesleğimiz, meşrebimizle ilgili problemleri gündeme getirecek olur, “önce
bunları çözmeliyiz, önce bunları halletmeliyiz,” diyerek Müslümanlığımızı ikinci,
üçüncü plana alacak olursak, o zaman hayatımızda sapıklıklar başlayacaktır.
Meselâ eğer Müslümanlığımızdan önce babalığımızı değerlendirecek olursak, o
zaman belki kendimizi putlaştıran, kendimizi tanrı yerine koyan despot bir baba
olarak ortaya çıkabiliriz. Yani evlatlarımızdan Allah’ın istemediklerini
isteyen, Allah’ın istediklerini istemeyen bir tâğut baba durumuna düşebiliriz.
Ama eğer babalığımızı değerlendirirken Müslüman olduğumuzu unutmaz, Müslümanlığımız
hatırımızda olursa, o zaman Allah’ın istediği biçimde bir baba ol-ma imkânımız
olacaktır.
Müslümanlığınızdan önce
evlatlığınızı gündeme getirirseniz o zaman babayı hiç takmayan, babanın hiçbir
arzusunu yerine getirmeyen despot ve itaatsız bir evlat, yahut da babanın her
dediğini dinleyen, babayı Rabb yerinde gören bir evlat olabiliriz. Evlat olarak
önce Müslüman olduğumuzu hatırlamaz, hatırımızda canlı tutmaz ve babanın
arzuları karşısında önce bir Müslüman olduğumuzu unutur, yani babanın
arzularını İslâm süzgecinden geçirmeden, baba karşısında oğulun, oğul
karşısında babanın İslâm’da konumunu bilmeden babalık ve oğulluk ortaya
koyarsak, elbette bu yanlış olacaktır.
Eğer siz Müslümanlıktan önce
siyasetçi olmayı denemeye kalkışırsanız, o zaman belki kendinizi putlaştıran,
kendinizi İlâh ve Rabb makamında gören, Allah tanımadan kendi egemenliğinize
dayalı bir sistem getirmeye kalkışabilirsiniz. Eğer Müslümanlığımızdan önce ti-careti
gündeme getirir, Müslümanlığımızdan önce ekonomiyi düzeltmeye kalkışırsak, çok
bozuk bir mala bakış, çok bozuk bir kazanma ve harcama anlayışı geliştirebilir,
bunun adına da İslâm diyebiliriz. Müslümanlığımızı birinci plana almadığımız, her
şeyden önce Müslüman olduğumuzu gündeme getirmediğimiz, Müslümanlığımız bu
ticârî hayatımıza hakim olmadığı için mutlaka yanlışa düşeceğiz demektir.
Ama unutmayalım ki, “ben
Müslümanım” demek, “ben bu kitaba inanıyorum, ben bu kitapla amel ediyorum, ben
tüm problemlerimi bu kitaba arz ediyorum, bu kitaptan ve bu kitabın pratik
uygulaması olan Rasulullah’ın sünnetinden aldığım çözümlerle amel ediyorum,”
demektir. Bunu diyebilmek için de kitap ve sünneti tanımak zorundayız. Bu
kitabı tanımadan, bu kitabın pratiği olan Rasulullah Efendimizin uygulamalarını
bilmeden Müslümanlığı yaşamaya kalkarsam, o zaman bilmediğim, tanımadığım bölümlerde
hep hata yapacağım de-mektir. Bilmediğim, tanımadığım bölümlerde kendi bilgimi,
kendi hevâ ve heveslerimi kitabın önüne geçirecek ve onları putlaştıracağım demektir.
Yani biz her şeyden önce
Müslümanız dedik mi, o zaman tüm hayatımızda, tüm problemlerimizde Müslümanlığımızı
gündeme getirecek ve o problemlerin çözümü için ilk önce İslâm’a baş vuracak,
İs-lâm’ı öğrenecek ve hata etmemeye çalışacağız. İşte İslâm budur, tes-limiyet
budur. İşte Allah’a kulluk budur ve işte hevâyı terk etmek budur. Bunun dışında
da bu mümkün değildir.
Değilse,
işte görüyoruz, Allah’ı da, Allah’ın kitabını da, peygamberi de, dini de,
Allah’ın hayat programını da bilmeden yaşayan insanlar kendilerini
tanrılaştırmaktadırlar. Tarih boyunca bu hep böyle olmuştur. İnsanlar
kendilerini tanrılaştırmışlar, tanrılık iddiasında bulunmuşlardır.
“Egemenlik bizdedir! Hâkimiyet bizdedir!
Eğer bizim kanunlarımıza itaat etmezseniz, sizi yok ederiz! Rızık bizdedir,
eğer bizim de-diklerimizi yapmazsanız, rızkınızı keseriz! Maaşınızı keser,
tayininizi çıkarır, sizi sürgün ederiz! Şifâ bizdedir, eğer bizim arzularımıza
kulluk etmezseniz size türlü hastalıklar musallat ederiz. İlim bizdedir, eğer bizim
dediklerimizi yapmazsanız sizi cahil bırakırız! Size diploma vermez, sizi
doktor yapmaz, size doçentlik payesi vermeyiz! Egemenlik bizdedir, güç-kuvvet
bizdedir! Eğer bize kulluk etmezseniz, dünyayı size haram ederiz! Eğer bizim
hâkimiyetimizi kabul etmezseniz sizi kodese tıkar, güneşi size haram ederiz! Hayatı
size zindan ederiz!” diyerek Allah’ın kendilerine verdiği geçici güç ve
kuvvetlerini O’na sa-vaşta kullanmaya kalkışan insanlar, dün de, bugün de hep
olagelmiştir.
Bundan
sonraki âyet-i kerimesinde Rabbimiz kendilerini putlaştıran bu zavallıların
hayata bakışlarını anlatacak. Bakın onlar di-yorlar ki:
24. “Hayat ancak bu dünyadaki
hayatımızdır. Ölürüz ve yaşarız; bizi ancak zamanın geçişi yokluğa sürükler,”
derler. Onların bu hususta bir bilgisi yoktur, sadece böyle sanırlar.”
“Yaşadığımız hayat budur. Varsa
da, yoksa da hayat bu yaşadığımız hayattır. Yeryüzünde belli bir süre yaşayacak,
sonra da tıpkı diğer varlıklar gibi ölüp gideceğiz, yok olup gideceğiz. Bizi
ancak zaman helâk ediyor. Bizi yenen, bizi yıkan, bizi yere vuran zamandır. Biz
zamanla baş edemiyoruz. Zaman bizim defterimizi dürüyor. Bizi ihtiyarlatan
zamandır. Zaman bizim gücümüzü zayıflatıyor, bizi mahvediyor. Eğer bizim
belimizi büken bu zaman olmasaydı, eğer bu alçak zaman bizi yiyip bitirmeseydi,
bu dünya hayatında ebediyen yaşayıp gidecektik. Hiç kimse bizim karşımıza
çıkamayacak, hiç kimse bizim hakkımızdan gelemeyecekti,” diyorlar.
Bizi
yaratan ve öldüren Allah’ı diskalifiye ederek, işi zamana yüklemeye
çalışıyorlar. Çünkü hayat ve ölümde etkili olarak Allah’ı kabul ettikleri anda
hayatları değişecek. O zaman âhiret, hesap-kitap gündeme gelecek, düşünceleri,
hayatları değişecek, zevkleri kaçacak, iştahları gırtlaklarında düğümlenecek. O
zaman şu anda işledikleri suçların hiç birisini işleyemeyecekler. Şu anda
yaşadıkları hayat programlarını gözden geçirmek zorunda kalacaklar. O zaman
zulmedemeyecek, öldüremeyecek, kan içemeyecekler. Bunu çok iyi bildikleri için
Allah’ı inkâr ediyorlar da, O’nun takdirini, O’nun egemenliğini zamana yüklüyorlar.
“Ah şu zaman
yok mu? Bizi mağlup eden, bizim işimizi bitiren odur. Biz ona karşı koyamıyoruz,”
diyorlar. Rabbimiz diyor ki, “onlar bunu söylerken de bu konuda hiçbir delilleri
yoktur. Hiçbir mesnetleri, hiçbir dayanakları yoktur. Hayatı ve ölümü
değerlendirirken ellerinde hiçbir bilgi ve belgeleri olmadığı gibi, önlerinde
neler var, gelecekte neler olacak? Kendilerini neler bekliyor? Bu konuda da hiçbir
bilgileri yoktur. Karanlığa taş atıyorlar.”
Halbuki
yaratılış Allah’la başlıyor. Hayatın başlangıcında da Allah vardır, ölürken de
Allah vardır. Bu konuda Allah’ı gündemden düşüren insanların varabilecekleri hiçbir
nokta yoktur.
Allah’tan,
Allah’ın kitabından habersiz yaşayan insanların bunları bilmesi mümkün
değildir. Çünkü insan, hayat, ölüm ve ölüm sonrası hayat, hesap, kitap, cennet
ve cehennem gibi gaybî konular Allah’ın kitabında haber verilen bilgilerdir.
Tüm bu bilgileri elbette hayatın da, ölümün de sahibi olan Allah bilecektir. Bu
hayatın yaratıcısından ve bu şekilde programlayıcısından başkalarının bilmesi
de mümkün değildir. Hâl böyleyken sormak lâzım bu zavallılara: Yaşadığımız
hayat ancak bu hayattır. Varsa da, yoksa da yaşadığımız bu dünya hayatı vardır,
bunun dışında hayat yoktur. İşte belli bir süre bu dünyada yaşayıp sonra da
ölüp gidiyoruz diyenler, acaba bu hayatın sahibi midirler? Acaba bu hayatı
onlar mı yaratmışlar? Acaba bu hayatı kendileri mi kurmuşlar? Bırakın bu
dünyayı, bu hayatı yaratmalarını, acaba kendilerini kendileri mi yaratmıştır?
Hayır hayır, hayatın da, ölümün
de sahibi olan Allah’tan gelen bilgilere sırt çeviren ve kendilerince bir hayat
yaşayan insanlar hep karanlığa taş atıyorlar. Onlar sadece zannediyorlar. Öyle
olsun isti-yorlar. Bu hayatın sonunda yeni bir diriliş, yeni bir hayat, bir hesap-ki-tap
olmasın istiyorlar. İşledikleri cürümlerin, yaptıkları suçların açığa çıkmasını, hesabının sorulmasını
istemiyorlar. Yaşadıkları bu hayatın sonunda geberip gitsinler, unutulup
gitsinler, sümenaltı edilsinler is-tiyorlar. Tıpkı bir böcek gibi toprak olup
gitmek istiyorlar. Çünkü adamların yaşadıkları dünyada sıfırı tüketmiş insanlar
olarak başka tür-lü düşünme ve inanma imkânları yoktur. Zaten hayatları böyle
olan birilerinin öldükten sonra dirilmeye, hesap ve kitaba inanmaları korkunç
bir yıkım olacaktır. Dayanılmaz bir azap olacaktır. Onun için hep
reddediyorlar, hep atıp kesiyorlar. Hep hayallerin peşinde koşuyorlar ve
şaşkınca yaşadıkları bir ömrün sonunda cehenneme yuvarlanıp gidiyorlar.
25. “Âyetlerimiz onlara açıkça okunduğu
zaman; delilleri yalnızca: “Doğru sözlü iseniz babalarımızı getirin bakalım” demek
olur.”
Kendilerine âyetlerimiz
izlettirilince, âyetlerimiz açık ve net bir biçimde arz edilince, okununca
ellerinde hiçbir delilleri olmadığı için, sadece şöyle bir tutanak veya gerekçeye
sarılıyorlar. Diyorlar ki, “eğer sâdıksanız, eğer iddianızı eyleme dönüştürme
ve ispat etme imkânınız varsa, haydi atalarımızı bize geri getirin bakalım.
Daha önce ölmüş atalarımızı bize geri getirin!” Söyleyebildikleri tek şey
budur. Eğer Allah varsa, eğer bu âyetler gerçekten Allah’ın âyetleriyse, eğer
kitap doğru, peygamber haksa, yaşadığımız bu hayatın sonunda yeniden diriliş ve
hesap kitap varsa, haydi öyleyse bizim daha önce ölmüş atalarımızı geri getirin
de, size inanalım,” diyorlar.
Ne kadar gülünç bir istek değil
mi? Be ahmaklar, söyleyin bakalım, şimdiye kadar hangi peygamber, hangi âyet
sizin ölmüş atalarınızı geri getiririz, geri getireceğiz demiş ki? Bugüne kadar
böyle bir iddiada bulunan olmuş mu? Kim demiş ki bunu? Allah, kitaplarının hiç
birisinde sizin atalarınızı dünyaya geri getireceğim demiyor ki! Bugüne kadar
gelmiş Allah elçilerinden hiçbirisi “ölmüşleri geri getireceğim!” dememiş ki!
Peki ne demiş Allah? “Sizi ve atalarınızı öbür tarafta diriltecek ve âhirette
yepyeni bir hayata başlatacağım,” diyor. “Burada yaptıklarınızın hesabını ödemek
üzere, yaptıklarınızın karşılığıyla mükafat veya mücazât vermek üzere sizi
âhirette tekrar diriltip hesap soracağım,” diyor. Yani şimdi bunun onunla ne
ilgisi var? Allah si-zi ve ölmüş atalarınızı tekrar dünyaya geri çevireceğim
demiyor ki! Sanki Allah ve peygamberi böyle bir şey diyormuş gibi, “eğer sâdıksanız
haydi ölmüş atalarımızı geri getirin,” diyorlar. Ne kadar mantıksız ve aptalca
bir söz!
Gerçi Rabbimiz
daha önce bu dediklerini de gerçekleştirmiştir. Meselâ Bakara sûresi 259. âyette
anlatıldığı gibi, evleri-barkları altüst olmuş, hayat belirtisi kalmamış viran
bir ülkeye uğrayan ve bu ülkenin bir daha nasıl diriltileceği konusunda
Rabbinden bilgi isteyen, yakîn isteyen Üzeyr’i (as), Rabbimizin orada yüz yıl
uyutup, öldürüp sonra tekrar dünyaya geri gönderdiğini biliyoruz. Yine Kehf
sûresinde anlatıldığı üzere, toplumlarına, krallarına ve krallarının,
toplumlarının şirkine başkaldırıp şanlı bir kıyam gerçekleştirmiş “Ashab-ı
Kehf” diye bi-linen gençleri, Rabbimizin üç yüz küsur yıl öldürdükten sonra
tekrar dünyaya geri getirdiğini de biliyoruz. Yine Bakara sûresinde anlatılan
Bakara kıssasında, ineğin bir parçasıyla vurulan bir adamın diriltilip
katillerini haber verdiğini de biliyoruz. Allah adamların bu istediklerini de
tarih içinde gerçekleştirmiş, ibret olarak ölenlerden kimilerini tekrar dünyaya
geri döndürmüştür. Ama adamların dertleri bu da değildir. Adamların bütün
dertleri, inkârlarına kılıf bulma çabasıdır.
26. “De ki: “Sizi Allah diriltir, sonra
öldürür, sonra sizi şüphe götürmeyen kıyâmet gününde toplar. Ama insanların
çoğu bilmezler.”
Şüphesiz ki
Allah sizi diriltecektir. İsteseniz de istemeseniz de, kaçsanız da teslim
olsanız da, hiç şüphesi olmayan bir günde Allah sizi tekrar diriltecek ve hesap-kitap
için huzurda toplayacaktır. İşte Al-lah’ın dediği budur. İşte Allah’ın ve
elçilerinin size vaad ettiği budur. Âhiret vardır, yeniden dirilme, hesap-kitap,
cennet, cehennem hepsi gerçektir ve mutlaka yaşadığımız bu hayatın sonunda
bunlarla karşı karşıya geleceğiz. Ama insanlardan pek çoğu bilmiyorlar.
İnsanların çoğu bu konuda gafildirler. Hayatın ve ölümün sahibi olan dünyanın
kurucusundan gelen bu kitaptan habersiz yaşayan insanların bunu bilmeleri de mümkün
değildir. Bunu ancak kitapla diyalog kuranlar bilecektir.
27. “Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır.
Kıyamet kopacağı gün, işte o gün bâtıl sözlere uymuş olanlar hüsranda
kalırlar.”
Gökler ve yerler O’nun olunca,
göklerin ve yerlerin yaratıcısı O olunca, elbette gökler ve yerlerde söz sahibi
de O olacaktır. Gökler ve yerlerde O’ndan başka hiç kimsenin egemenliği,
hükümranlığı, otorite ve hâkimiyeti yoktur. Gökleri ve yerleri, göklerde ve
yerlerde olanların tümünü yaratan ve şu anda göklerde ve yerlerdekilerin boyun
büküp teslim oldukları kulluk yasalarını belirleyen Allah’tır. Göklerde ve yerlerdekilerin
tamamı mülktür ve Mâlik de O’dur. Göklerde ve yerde bil-diğiniz bilmediğiniz ne
varsa hepsi de O’nun mülküdür. Göklerdeki ecrâm-ı semâviyye, melekler, ay,
güneş, yıldızlar, gezegenler, galaksiler ve bilmediğimiz daha nice varlıklar
hepsi Allah’ın mülküdür. Yerdeki insanlar, hayvanlar, bitkiler, dağlar, taşlar,
ağaçlar, evler, villalar, köşkler, paralar, mallar, mülkler, altınlar, gümüşler
hepsi hepsi Allah’ın mülküdür. Her şey Allah’ındır. Göklerde ve yerde ne varsa
hepsi Allah’ındır.
Madem bütün kâinat Allah’ınsa, o
zaman siz kiminsiniz? Biz kiminiz? Biz kime aitiz? Biz kimin mülküyüz o zaman?
Bütün kâinat O’nun mülküyse siz kimin mülküsünüz? Ya da tüm kâinat O’nun emrine
boyun bükmüş, tüm varlıklar O’na teslim olmuşken, siz kime teslim oluyorsunuz?
Bütün varlıklar Allah’a kulluk ederken, siz kime kulluk ediyorsunuz? Yegâne
hakim olarak Allah’ı mı tanıyorsunuz? Yoksa göklerde Allah’ın hâkimiyetini
kabul edip de yerde kabul etmeyen müşriklerden misiniz? Mekke müşrikleri
böyleydi. Onlar göklerin hâkimiyetini Allah’a veriyorlardı, ama O’nu yeryüzüne
karıştırmamaya çalışıyorlardı. Onlar, yerde Allah’ın yardımcıları oluğuna
inanıyorlardı. Yeryüzünde Allah’ın izni olmadıkça hiç kimsenin tasarruf
hakkının olmadığını bir türlü kabule yanaşmıyorlardı. Hayatlarının bazı bölümlerine
Allah’ı karıştırmayıp, bazı bölümlerinde O’nu hakim kabul ediyorlardı. Onun
için bunlara müşrik denmiştir. Peki ya günümüzde her türlü hâkimiyet haklarını
Allah’tan alıp kendi ellerinde toplamaya çalışanlara ne demek lâzım? Bunların
adı nedir? Varın onu siz düşünün.
“Mülk
Allah’ındır,” demek, o mülkte söz hakkı Allah’a aittir, de-mektir. Bir mülkün
bir varlığa izâfesi demek, o mülkte o varlığın söz sahibi oluşunu kabul
demektir. Şu anda sizlerin kendi mülklerinizde, kendi evlerinizde söz sahibi
olduğunuz gibi. Mesela şu anda içimizden birisinin evinde, mülkünde onun sözü
geçmese, onun evine girip çıkanlar ondan izinsiz girip çıksalar, o evde
istediklerini emredip, istediklerini yasaklama yetkisi olmasa, bu ev onundur
denebilir mi? İçimizde böyle bir ev sahipliğine, böyle bir ev reisliğine razı
olacak kimse var mı? Olmaz değil mi? Böyle bir reisliğe kendimiz razı olmazken,
Allah’ı niye razı etmeye mecbur kılıyoruz? Hakkımız var mı buna?
Yani hem mülkün sahibi Allah’tır
der, dilimizle bunu itiraf eder, hem de o mülkte Allah’ı değil de kendimizi söz
sahibi kabul etmeye kalkışır, nasıl yaşayacağımızı, çocuklarımızı nasıl
eğiteceğimizi, nere-den kazanıp nerelerde harcayacağımızı, nasıl giyineceğimizi,
nasıl bir hayat programı takip edeceğimizi Allah’a sormadan, Allah’ın kitabına
danışmadan kendimiz belirlemeye kalkışır, evimiz-barkımız, malımız-mülkümüz, gecemiz-gündüzümüz,
elimiz, ayağımız, çoluğumuz-çocu-ğumuz, hukukumuz, ekonomimiz, siyasal
yapılanmamız konusunda Allah’ı söz sahibi kabul etmeyerek kendimizi, ya da
Allah’tan başka kendimiz gibi kulları söz sahibi kabul edecek olursak, o zaman
biz Müslüman değiliz, demektir. O zaman biz kendimizin mülk oluşunu
unutmuş, kendimizi Mâlik ve İlâh kabul
etmiş oluruz, Allah korusun. Kendimizi göklerin ve yerin yaratılışı, göktekilerin
ve yerdekilerin mülkiyeti konusunda Allah’a ortak kabul etmiş oluruz, Allah korusun.
Halbuki Rabbimiz
buyuruyor ki: “Hayır! Hayır! Bu kâinatın ve mevcudatın yegâne sahibi Allah’tır.
Gökler ve yerler O’nundur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nun kulu ve
kölesidir. Her şey O’nun mülküdür. Mâlik sadece O’dur ve her şey mülktür. O
halde mülk O’-nunken, Mâlik O iken nasıl olur da O’nun mülkünde kendinizi, ya
da başkalarını O’na ortak kabul edersiniz? Mülk O’nunsa, mülkün sahibi Allah’sa
o zaman o mülk konusunda söz sahibi de Allah’tır. Nasıl olur da O’nun mülkünde
kendinizi, yahut bir kısım varlıkları söz sahibi kabul ederek O’na ortak koşmaya
çalışıyorsunuz? Bu yetkiyi nereden alıyorsunuz? Üstelik de Allah berisinde
bulduğunuz, Allah’a ortak kabul ettiğiniz bu yeryüzü tanrılarının sözlerini
dinleyerek, hayatınızda kendilerini de söz sahibi kabul ederek, kanunlarına da
itaat ederek, programlarını da uygulayarak onlara da kulluk yapmaya çalışıyorsunuz.
Söyleyin bakalım, O’na ortak yapmaya çalıştığınız varlıklar, bu insanlar da O’nun
kulları, O’nun mülkü değil mi? Yani kendilerine bile sahip olamayan, kendilerini
bile yaratmaya güçleri yetmeyen bu âciz, bu güçsüz, bu sonlu varlıklar nasıl
tanrı olabilirler? Allah tarafından yaratılmış olan, ölümlerine bile çare
bulamamış, Allah tarafından bir gün öldürülecek olan bu varlıkları, bu Allah
kullarını nasıl olur da Allah’a ortak koşmaya çalışıyorsunuz?
Bu âyetler
geldiği zaman dünün müşrikleri diyorlardı ki, “tamam anladık, mülkün sahibi
Allah’tır. Göklerin ve yerlerin sahibi O’-dur. Bunu kabul ediyoruz. Buna bir
itirazımız yoktur. Severiz, sayarız Allah’ı. Zaman zaman O’na kulluk da
yaparız. Hayatımızın ibadet bölümünde O’nu dinleriz. Ama bizim hayatımızda söz
sahibi kabul ettiğimiz başka tanrılarımız da var. Meselâ hukuk tanrılarımız,
eğitim tan-rılarımız, siyaset, şifa tanrılarımız vs. vs… Hayatımızda söz sahibi
ka-bul ettiğimiz, arzularını, yasalarını uygulamak zorunda olduğumuz başka
tanrılarımız var bizim. Bunlar ne olacak? Bunları ne yapacağız? Nereye
koyacağız?”
“Şimdi
Allah’ı göklerin ve yerin yegâne hakimi kabul edecek olursak, göklerde ve
yerlerde egemenliği sadece O’na verecek olur ve böylece kabul ettiğimiz Allah
da bize kanunlarını ulaştıracak olur, bize talimatlar gönderecek olursa o zaman
biz ne yapacağız? O’nu mu dinleyeceğiz, öteki tanrılarımızı mı dinleyeceğiz? Yani
o zaman bizler O’nu ve talimatlarını dinlesek olmayacak, dinlemesek olmayacak!
Böyle bir kaos yaşamaktansa, öteki tanrılarımızı darıltıp onların gazabına
uğramaktansa, iyisi mi o bizim hayatımıza karışmasın!” Esasen dertleri buydu
adamların da, onun için Allah’ın Mâlik oluşunu, Rabb ve İlâh oluşunu reddetmeye
çalışıyorlardı. “Efendim olur mu? Allah hayata karışır mı? Allah kitap ve
peygamber gönderir mi? İşi yok da, bizim şu pis hayatımızla mı ilgilenecek bu
Allah? Yâni Allah bir beşere tenezzül edip de ona vahiy gönderir mi? Allah hiç
bir insanla konuşur mu?” diyerek bunu reddetmeye çalışıyorlardı.
Bakıyoruz,
bugünkü kâfirler ve müşrikler de aynı şeyleri söy-lüyorlar. “İyi, anladık
anladık; Allah göklerin ve yerlerin yaratıcısıdır. Tamam göklerde ve yerlerde
egemenlik sahibi O’dur. Tamam göklere ve yerlere O karışsın, gökler ve yerler O’nun
olsun da, yani şimdi sadece Allah’ı mı dinleyeceğiz? Sadece O’nun dediği gibi
mi yaşayacağız? Hayatımızda sadece Allah mı hakim olacak? Bizim keyiflerimiz,
heveslerimiz ne olacak? Eğer durum öyleyse, peki şu anda bizim ka-bul ettiğimiz
bir sistemimiz, bir yaşam biçimimiz var. Yıllar yılı atalarımızın kutsadığı ve
şu anda da bizim onlardan miras aldığımız, kutsadığımız bir hayat tarzımız var.
Biz kendi kendimize tapınıyoruz. Bizim kendi kendimize kulluğu
yasallaştırdığımız demokrasi isminde bir hayat tarzımız var. Biz nasıl
yaşayacağımızı Allah’tan daha iyi biliriz. Biz hukuku, eğitimi O’ndan daha iyi
biliriz. Bizim içimizde hayatı Allah’tan daha iyi bilen tanrılarımız var.
Hayatımızda söz sahibi kabul ettiğimiz, arzularına itaat ettiğimiz, yasalarını
uyguladığımız bir kısım İlâhlarımız var. Bizim hukuk tanrılarımız, sağlık
tanrılarımız, şifa, siyaset, ekono-mi, sanat tanrılarımız var. Bizler onları da dinlemek zorundayız. Onların
hatırını da kazanmak, onların emir ve arzularını da yerine getirmek zorundayız.
Onlara da dua etmek, onlara da sığınmak zorundayız. Hayatımızda onları da
etkili ve yetkili kabul etmek zorundayız.”
“Şimdi ey Muhammed, senin dediğin
gibi hayatımızda söz sahibi olarak sadece Allah’ı kabul edecek olursak, sözünü
dinleyeceğimiz, çektiği yere gideceğimiz, hayat programına uyacağımız, hayatımıza
hükmedecek bir tek İlâh kabul edecek olursak, o zaman öteki İlâhlarımızın
fonksiyonu ne olacak? Bunları nereye koyacağız? Hayatımızda bunlara hiç mi söz
hakkı vermeyeceğiz? Halbuki bizler bu gü-ne kadar bunları da dinlemeye
alışmıştık,” diyor ve vahyi reddetmeye çalışıyorlar.
Ama bakın
Allah diyor ki:
O kıyâmetin kopacağı, hayatı var eden
Allah’ın bu hayatı bitireceği, her şeyin altüst olacağı gün var ya, işte o gün
böyle bâtıla dalanların hepsi hüsrana mahkum olacaktır. Her şeylerini
kaybetmiş, sermayelerini kötüye kullanıp hayatlarını boşa harcamış olarak Allah’ın
huzuruna gelecekler. O gün Allah onlara buyuracak ki: “Mülk kimin bugün?
Mâlikiyet kimin bugün? Göktekiler, yerdekiler, kasalarınızdakiler,
keselerinizdekiler, altınızdakiler, üstünüzdekiler kimin bugün? Evleriniz,
arabalarınız, kadınlarınız, çocuklarınız kimin bugün? Hâkimiyet kimin? Söz
hakkı kimin bugün?” Yine Allah cevap verecek, buyuracak ki: “Bugün mülk,
hâkimiyet Kahhâr olan, tek olan Allah’a aittir.”
Peki sadece o gün mü diyecek
Allah bunu? Sadece kıyâmet günü mü soracak Rabbimiz bunu? Bugün sormuyor mu
Allah bunu? Ya da sadece o gün mü mülkün sahibidir Allah? Bugün mülkün sahibi O
değil midir? Bugün söz sahibi Allah değil mi? Evet, bugün de mülkün sahibi O’dur.
Bugün de söz sahibi, yarın da söz sahibi O’dur. Bu-gün de, yarın da Mâlik O’dur.
Bugün de yarın da Rabb ve İlâh O’dur. Bugün de yarın da egemenlik O’nundur, ama
imtihan gereği, dünyanın konumu gereği dokunmuyor Allah. O’nu mülkün sahibi bilenlere
de, mülkün sahibi kabul etmeyenlere de dokunmuyor Allah. O’nu Rabb bilenlere
de, O’ndan başka Rabbler kabul edenlere de, O’nu Rabb ve İlâh bilip O’nun hayat
programını uygulayanlara da, kendilerini, ya da başkalarını Rabb ve İlâh bilip
kendi hayat programlarını kendileri belirlemeye kalkışanlara da dokunmuyor Allah.
Namaz kılanlara da, kılmayanlara da dokunmuyor. İçki içenlere de, içmeyenlere
de dokunmuyor. Ne yazık ki insanlardan pek çoğu dünyanın bu konumuyla
aldanıyorlar. Allah dokunmuyor diye, Allah’ı atlattık zannediyorlar.
Bir gün
gelecek, Allah bu hayatı bitirecek, kıyâmeti koparacak. İşte o gün imtihan
döneminin bitip, imtihan salonunun boşaltılıp imtihan sonuçlarının okunduğu, ya
da imtihan sonuçlarına göre insanların yerleşim birimlerinin belirlendiği
gündür. Saatin ayağa kaldırıldığı, saatin ikame edildiği gündür. Saat aslında
zamanı ifade eder.
Bu ifadeyle Rabbimizin bize bir
yol gösterdiğini düşünüyorum. Bizlerin sürekli, “acaba geldi mi, gelmedi mi? Yaklaştı
mı, yaklaşmadı mı? Acaba gelmesine az mı kaldı?” diye her an gözetleyeceğimiz,
sü-rekli kendimizi kontrol edip duracağımız bir zaman olduğunu anlatıyor
Rabbimiz. Tüm saatlerimizi, tüm zamanlarımızı içine alan bir saat ola-rak, o
saati bir an bile unutmamamız gerekiyor. O gün:
28. “Her ümmeti diz üstü çökmüş olarak
görürsün. Her ümmet Kitabı’na çağrılır. Onlara denir ki: “Bugün, size, işlediğinizin
karşılığı verilecektir.”
O gün her ümmet, her toplum diz
üstü çökmüştür. Herkesi diz çökmüş bir vaziyette göreceksin. Herkesi diz çökmüş,
başına geleceklerin endişesiyle tir tir titrer göreceksin. Dünyadaki o
mağrurlar, o gücüne-kuvvetine, devletine ve saltanatına güvenip de gururundan,
kibrinden Allah huzurunda diz çöküp secdeye varmayanlar, Allah’a teslim
olmayanlar, kendi yasalarına, kendi sistemlerine güvenip Allah’ın yasalarını
uygulamaya yanaşmayanlar o gün diz çökecek, bel kıracak, secdelere kapanacak,
Allah huzurunda hiçliklerini itiraf edecekler. Rabblerinin hükmüne, Rabblerinin
emirlerine boyun bükecekler.
Dünyada savaş açtıkları, kitabını
diskalifiye ettikleri, yasalarını reddettikleri, elçilerine zulmettikleri Rabblerinin
huzurunda çaresiz huşû içinde duracaklar. Rabblerinin huzurunda kuzu kesilecekler.
Ar-tık tanrılıkları bitmiştir. Artık büyüklükleri, gururları, kibirleri kalmamış,
horluk ve hakirlik içinde diz çökmüşler, Rabblerinin haklarındaki fermanını dinleyeceklerdir.
İmtihan için yarattığı dünyada, insanların im-tihanı gereği, dünyada koyduğu
yasaları gereği, dünyanın konumu gereği kimseye dokunmayan, kimseyi zorlamayan,
herkesi serbest bırakan Allah burada artık gücünü, kudretini göstermiştir. Tüm
insanlar artık gerçek Rabblerinin Allah olduğunu, gerçek hâkimiyet sahibi, gerçek
rubûbiyet ve ulûhiyet sahibi tek varlığın Allah olduğunu, O’nun dışında dünyada
tanrılığa soyunmuş, “egemenlik bizdedir, hâkimiyet bizdedir,” diyen tüm sahte
İlâhların, tüm sahte tanrı ve tanrıçaların Al-lah karşısında sus-pus olmuş,
kulluk-kölelik ihrazında bulunduklarını görmüşlerdir artık. Herkes Allah
karşısında bir hiç olduğunu anlamıştır artık. Herkes boyun büküp diz çökmüştür.
O zaman ne olacak?
Her ümmet kitabına dâvet edilecek ve
kendilerine denilecek ki, “bugün size dünyadayken işlediklerinizin karşılığı
verilecektir. Bu dünyada yaptıklarınızın karşılığını bulacaksınız. Ne fazlası,
ne eksiği… Ne yapmışsanız dünyada, hayatınızda ne suç işlemişseniz, onun
karşılığını bulacaksınız.”
O gün
herkes kitabına dâvet edilecek. Buradaki kitaptan kasıt, Rabbimizin dünyanın
yaratılışından bu yana her topluma, kendisiyle hayatlarını düzenlesinler diye
gönderdiği kitaplardır. İnsanlık tarihinin hiçbir dönemi kitapsız, sahifesiz ve
vahiysiz kalmamıştır. Peygambersiz, vahiysiz, kitapsız hiçbir dönem düşünmek
mümkün değildir. Bir başka deyişle, insanlık sürekli Cenâb-ı Hakk’ın ortak bir
rahmetine, ortak bir nîmetine lâyık olagelmiştir. Rahmeti bol olan Rabbimiz bu
in-sanların vahye lâyık mı, değil mi olduklarına bakmadan, bu nîmete e-hil mi,
değil mi olduklarını hiç hesaba katmadan, her dönem insan topluluklarına
mutlaka peygamber göndermiştir. Onlara bu peygamberleri vasıtasıyla mesajını,
vahyini, muhtaç oldukları hak bilgisini ulaştırmıştır. Yani Rabbimiz yarattığı
insanı yolsuz yordamsız bırakmamış, onu kendi haline terk etmemiş, onun hayatına
karışmak üzere sürekli kitap göndermiştir. Bu insanlar kendilerine gönderilen
bu peygamberi ve onun getirdiği mesajı kabullenmişler veya reddetmişler, bu
ayrı bir problemdir. Şimdi o konuya giremeyiz. Rabbimizin büyük lütfu böylece
gerçekleşmiştir.
Kitap,
kişilerin ve toplumun hayat programının adıdır. Kişi ve toplumlar hayatlarını
kimin programlarına göre düzenliyorsa, onun kitabına tâbi olmuşlar demektir.
Her dinin, her toplumun yaşam biçimini, dünya görüşünü içinde toplayan kitabı
vardır. Bu kitaplarda va’z edilmiş olan kanunlar, o toplumun hayat şeklini
ortaya koyar. Bu kitaplarda yazılı olanlara göre topluma yön verilir. Meselâ şu
anda Allah’ın kitabı olan Kur’an’ı ilga eden bizim toplumda amel edilen, hayatı
düzenleyen kitap Kur’an değildir. Peki o zaman kitapsız mı bu toplum? Elbette
hayır. Şu anda toplumun amel ettiği, yaşam biçimini be-lirlediği, şu yapılmalıdır,
bu yasaktır gibi hayatını düzenlediği kitapları, yasaları vardır.
Öyleyse unutmayalım
ki, hiçbir insan, hiçbir toplum kitapsız değildir. Her insanın, her toplumun
hayatına uygulayabileceği, hayat programı adına başvurabileceği bir kitabı
vardır. Kimileri toplum kitaplarıyla, kimileri moda kitaplarıyla, kimileri
Marx’ın, kimileri Mao’nun, kimileri filanın, kimileri falanların kitaplarıyla
amel etmektedir. İşte kim kimin kitabıyla amel ediyor, kim kimin yasalarıyla
hayatını düzenliyor-sa, o onun dinindedir ve onun kitabı odur. Çeşitli
kitaplara, çeşitli yasalara göre düzenlediğimiz ve yaşadığımız bu hayatın
sonunda mezara girdiğimiz andan itibaren karşımıza çıkacak sorulardan birisi de
işte bu olacaktır. Kitabın ne? Kitabın neydi? Yâni neyle amel ediyordun? Hayatına
kimin emirleri egemendi? Yaptıklarını sana yaptıran kimdi? Kimin kitabını,
kimin yasalarını uyguluyordun? Hayatında etkili kitap, hayatına etkili hükümler
ve yasalar kimin yasalarıydı? Dene-cektir.
Kişinin
kitabının sadece adını bilmesi yeterli olmayacaktır. Ki-şinin Kur’an’a imanı,
aynı zamanda onunla amel ederek onu pratikte uygulamaya imandır. “Ben Kur’an’a inandım,” diyen kişi, “ben onunla amel etmem,
onu pratik hayatımda uygulamam gerektiğine inandım,” demektedir. Alırken,
verirken, severken, küserken, yatarken, kalkarken, giyinirken, kuşanırken,
kazanırken, harcarken, evlenirken, boşanırken, gecemde ve gündüzümde, evimde ve
çocuklarımda, malımda ve mülkümde, sosyal, siyasal, hukukî ve ekonomik tüm
hayatımda ben onunla amel ediyordum diyebilmek önemlidir. Ben tüm sözlerimi,
tüm davranışlarımı, tüm amellerimi işte bu kitaba bakıp gerçekleştirdim, diyebilmek
önemlidir. İşte o zaman bu kitap onun kitabı olacaktır. Değilse, sadece o
kitabın adını bilmek hiçbir şey ifade etmeyecektir.
Kitaba iman
demek, Allah kitabında böylece buyurdu, ben de bunu aynen anladım ve kabul
ettim demektir. Yani Allah kitabında ne dedi? Bizzat Allah’la, Allah’ın kelâmıyla
diyalog kurarak, ama bunu Peygamber örnekliğinde anlayarak onu amele dönüştürmektir.
Rabbimiz
Bakara sûresinin başında kitaplara iman konusunda iki gruptan söz etmişti:
1. Kitapla
yol bulan muttakîler. Yollarını kitaba sorarak bulanlar, hayat programlarını
kitaba bakarak yapanlar. Yaptıklarını kitap yap dedi diye yapanlar,
yapmadıklarını da kitap yasakladı diye yapmayanlar. Yâni kitap kaynaklı, kitap
endeksli bir hayat yaşayanlar.
2. Kitaba
ilgisiz olanlar. Yani fark etmez, kitap kendilerini ha uyarmış, ha uyarmamış
olanlar. Yeryüzünde böyle bir kitap var mı, yok mu, fark etmez onlar için.
Kitaba karşı kayıtsız, ilgisiz ve nötr davrananlar. Kitabın varlığı ile yokluğu
kendileri için eşit olanlar. Veya, “kitap ne derse desin, Allah ne derse desin
fark etmez, ben yine bildiğimi okurum!” diyenler.
Yani kitap, peygamber karşısında
Firavunluk yapanlar. Âyet-i kerime şöyle diyordu: Allah’ın indirdiğini hayatında
görüntülemeyip te başkalarının indirdiğini hayatında görüntülemeye çalışan
kimseyi görmedin mi? “Ben Firavun değilim demek çok kolaydır, ama benim amelim,
benim tavrım Firavun’un ameline benzemiyor,” demek gerçekten çok zordur. Allah
için bu konuda kendimizi bir sorgulayalım. Kitaba karşı, peygambere karşı bizim
tavrımız da Firavun’un tavrına mı benziyor? Allah’ın elçisi Mûsâ’ya (a.s) ve onun
getirdiği mesaja sırtını dönen, ona değer vermeyen, onunla ilgilenmeyen Firavun
gibi, acaba bizler de son elçiye ve onun getirdiği Kur’an’a sırtımızı mı döndük?
Kitapsız bir hayatın adamı mı olduk? Bunu çok iyi düşünmek zorundayız.
Kitaba
iman, kitapla yol bulabilmek, kitabı hayat programı yapabilmek için kitabı
tanımak zorundayız. Kitabı tanımayan bir adamın onunla amel etmesi ve onu hayat
programı yapması mümkün değildir. Bilelim ki, uygulayacak kadar kitaptan
tanıdığımız âyetler bizim âyetlerimizdir ve bizim kitabımız işte o kadardır.
İşte
Rabbimiz âyet-i kerimesinde buyurur ki, “her insan, her ümmet, her toplum
kitabına dâvet edilecek. Size ben böyle hayatınızı düzenleyin diye bir kitap
göndermiştim. Hadi gelin bakalım, kitabınıza sahip çıktınız mı? Onu tanıdınız
mı? Onunla amel ettiniz mi? Hayatınızı onunla düzenlediniz mi? Onu hayat
programı yaptınız mı?”
Ya da
buradaki kitaptan kasıt, herkesin amel defterleridir. Her-kes dünyada
yaptıklarının tümünün yazılıp kaydedildiği amel defterlerine dâvet edilecek. “Buyurun
şu dünyada yaptıklarınıza bir bakın ba-kalım! Bunları siz yaptınız. Bu amelleri
siz işlediniz, bu hayatı siz yaşadınız. Siz kokladınız, biz topladık. Siz
yaptınız, biz yazdık ve şimdi sizler bu amellere göre karşılık göreceksiniz,”
denilecektir. Ama unut-mamak lâzımdır ki, o amel defterleri de şu sürekli
elimizin altında bulunan, bulunması gereken, elimizden hiç düşürülmemesi
gereken ki-tabımıza göre doldurulmalıdır. Amellerimiz konusunda sürekli beslendiğimiz,
sürekli diyalog halinde bulunduğumuz kitabımıza göre bu a-mel defterlerini
doldurmak zorundayız. Tüm amellerimizde kıstas bu kitap olmalıdır. Yaptığımız,
söylediğimiz her şeyi, verdiğimiz her kararı bu kitaba uygun olarak vermeliyiz.
Yine unutmayalım ki, adamın ki-tabı neyse, hangi kitapla sürekli beraberse,
hangi kitabı elinden düşürmemeye çalışıyorsa, kafasında kimin kitabının
bilgileri canlıysa, elbette ki amelleri de o kitap kaynaklı olacaktır.
29. “Bu kitabımız gerçekten sizin
aleyhinize konuşur. Biz yaptıklarınızı şüphesiz bir bir kaydediyorduk.”
O gün kitap, insanların,
muhataplarının aleyhinde ve lehinde her şeyi söyleyecektir. Çünkü bugün de,
yarın da, kıyâmet gününde de bu kitap hak söyler, hakkı söyler, hakka göre konuşur. Her şeyi söyleyecek yarın bu kitap. “Ya Rabbi,
benimle ilgilenmedi! Ya Rabbi, benim hatırımı sormadı! Beni hayat programı
yapmadı! Bana değer vermedi! Gazeteye değer verdiği, dergilere değer verdiği
kadar bana değer vermedi. Televizyona yöneldiği kadar bana yönelmedi. Başkalarına
sorduğu kadar hayatının problemlerini bana sormadı. Ya da be-nimle ilgilendi,
beni tanıdı ve hayatını benim tarifime göre düzenledi,” diyecek. Bu kitap hem
lehte, hem de aleyhte şehadette bulunacaktır.
İfade
ettiğim gibi, buradaki kitaptan kasıt amel defteriyse, o zaman o da her şeyi
sayıp dökecek. İşte bu adam namaz kılmış, oruç tutmuş. Bu adam Allah’a baş eğmiş,
Allah’a ve Allah’ın kanunlarına teslim olmuş, ama bu adam da Allah’ı reddedip
kendi hevâ ve heveslerini tanrılaştırmış. Bu, tâğutlara kulluk etmiş; bu,
modanın kulu olmuş; bu, âdetlerin kulu; bu çevrenin kulu olmuş gibi amel
defterleri de sahibinin lehinde ve aleyhinde her şeyi sayıp dökecektir.
Herkesin ameli hangi isme sahipse, hayır ya da şer hangi sınıfa dahilse, o sınıfla
damgalanmış olarak kişinin karşısına çıkacaktır.
Allah diyor
ki:
“Biz
dünyada sizin işlediğiniz her ameli istinsah ediyorduk.” İstinsah; bir kitaba
bakılarak onu aynen başka bir kitap haline getirmek anlamına gelir. Yani bir
kitaptan aynen kopyalamak demektir. Aslının aynına zarar getirmeden bir şeyi
kopyalamak. Anlıyoruz ki kı-yâmet günü insanın eline tutuşturulacak amel
defteri de o insanın dünyada işlediği amellerin tam bir kopyasıdır. O amellerin
aslıdır, aynısıdır. Onda kesinlikle yanlış yoktur. Zira Allah hiç kimseye
zulmet-mez. Kesinlikle ne amellerini zayi ederek, ne işlemediği amelleri onun
defterine yazarak, ne işlediği amelleri zayi ederek, ne birisinin işlediklerinden
ötürü bir başkasını cezalandırarak Allah kimseye zulmetmez. Allah adildir. İnsan
iyilik, ya da kötülük, hayır ya da şer dünyada ne yapmışsa, ne tür ameller
işlemişse orada hazır bulacaktır.
İşte bu
amel defterlerine göre, dünyada insanların işledikleri amellere göre iki temel ayırım:
30. “İnanıp, yararlı iş işleyenlere
gelince, Rabbleri onları rahmetine gark eder. İşte bu apaçık kurtuluştur.”
İman edenler, Allah’a ve
Allah’tan gelen hayat programına Al-lah’ın istediği biçimde iman edenler.
Dikkat ederseniz ilk kriter imandır. Değilse Allah zenginler demiyor.
Profesörler, fabrikatörler, krallar, beyler paşalar, devlet başkanları, erkekler,
kadınlar, uzun boylular, kısalar, filan millete mensup olanlar, falan aileden,
filan soydan gelenler, köle olanlar, efendi olanlar, işçi olanlar, patron olanlar
değil. Peki ne ya? İman edenler. Allah’a, Allah’ın istediği şekilde iman edenler.
Allah’tan gelen hayat programı olan kitaplara onlarla hayatlarını düzenleme
adına iman edenler. Allah’ın elçilerine onları örnek almak, onları adım adım
takip etmek ve hayatın her bir biriminde onlar gibi yaşamak üzere iman edenler,
peygamberlerin örnekliliklerine iman edenler. Allah’ın elçileri vasıtasıyla
hayatlarına karıştığına ve Allah’ın elçilerinin getirdikleri istikâmetinde bir
hayat yaşamak zorunda olduklarına iman edenler...
Ama bunu, bu imanı söz planında
bırakmayarak eyleme dönüştürenler, yani salih ameller işleyenler, imanlarını
pratiğe dökenler, fıtratlarına ve yaratılışlarına uygun ameller işleyenler,
Allah’ın razı olduğu ve emrettiği ameller işleyenler, işte böyle olanları Allah
rahmetine katacaktır. Rabbimizin rahmeti onları o gün çepeçevre kuşatacaktır.
Biz biliyoruz ki, Rabbimiz herkesin Rabbidir. Ama bu mü’minler yeryüzünde
yaşadıkları sürece Rabblerini Rabb bilmişler, O’nun hayat programını
uygulamışlar, yaptıklarını O’nun hatırına yapmış, yapmadıklarını O’nun hatırına
terk etmişlerdir. Kâfirler ise hayatlarında kendilerine başka Rabbler bulmuşlar,
Allah adına değil de hep başkaları adına hayat yaşamışlardır. Allah, kendisini
Rabb bilen mü’min kullarını ebedî ve sonsuz rahmetinin tecelli edeceği cennetinin,
rahmetinin içine sokacaktır. Bir daha oradan çıkmamacasına, bir daha kaybetmemecesine.
İşte bu en büyük kurtuluştur. Gerçekten bu, hiçbir gö-zün ben göremiyorum diyemeyeceği,
hiçbir aklın ben anlayamıyorum diyemeyeceği, hiçbir kalbin ben bunu
hissedemiyorum diyemeyeceği net ve apaçık bir kurtuluştur.
31. “Ama, inkâr eden kimselere denir
ki: “Âyetlerim size okunmuş, siz de büyüklenip suçlu bir millet olmuştunuz
değil mi?”
Kâfirlere, küfredenlere,
örtenlere, örtbas edenlere, Allah’ın tek Rabb ve yegâne İlâh olduğu gerçeğini
örtenlere, Allah’ı gündemlerinden düşürerek, hesaba katmayarak yaşayanlara,
Kitabı örtenlere, Al-lah’ın önlerine açtığı kitabı görmezden gelerek, kitabın
defterini dürerek, Allah’ın insan hayatına koyduğu işaret levhalarını
örtenlere, örtbas edenlere, kitaptan habersiz hayat yaşayanlara, kendi hevâ ve
he-veslerini putlaştırıp nefislerinin istediği, canlarının çektiği gibi, kendi
bildiklerine göre bir hayat yaşayanlara, merhameti bol olan Allah’ın elçi
göndererek kendilerine açtığı rahmet kapılarından istifade etmeden yaşayanlara,
nebilerle tanışmayan, peygamberlerinin sünnetinden habersiz yaşayanlara, rahmet
kapılarını kapatanlara, nankörlük yapanlara, Allah’ın hak yasalarını
tanımazlıktan gelenlere gelince, ba-kın onlara da şöyle denilecek:
“Size Benim âyetlerim okunmuyor
muydu? Sizler Benim âyetlerimi izlemiyor muydunuz? Âyetlerimi takip etmiyor
muydunuz? Gör-müyor muydunuz Benim âyetlerimi? Kur’an’daki kulaklarınıza hitap
eden şu metluv âyetlerimi, kâinata serpiştirdiğim, gözlerinize hitap eden şu
meşhûd ve görsel âyetlerimi, içinize, bedenlerinize koyduğum şu enfüsî
âyetlerimi okumuyor muydunuz? Görmüyor muydunuz bunları? Bütün bu âfak ve enfüsî
âyetlerim size bir şey demiyor muydu? Sizin için bir şey ifade etmiyor muydu bu
kadar âyet?”
“Bu
âyetlerimi okuyordunuz, bu âyetlerim size okunuyordu. Dünyada bu âyetlerimi
size izlettiriyordum. Ama sizler istikbar ediyordunuz. Âyetlerim karşısında
büyükleniyor, kibirleniyordunuz. İhtiyaçsız ve eyvallahsız davranıyordunuz. “Biz
bize yeteriz! Bizim kimseye ihtiyacımız yoktur! Bizim gücümüz, kuvvetimiz var!
Bizim devletimiz, saltanatımız var! Bizim atımız, arabamız var! Bizim itibarımız,
kredimiz var! Bizim şu anda uyguladığımız sistemlerimiz var! Bu nedenle bizim
Allah’a da, O’nun âyetlerine de, O’nun peygamberine de, O’nun sistemine ve
hayat programına da ihtiyacımız yoktur!” diyor ve büyükleniyordunuz. Kendi
âyetlerinizi Allah’ın âyetlerinden üstün görüyordunuz. Kendi yasalarınızı,
kendi ideolojilerinizi Allah yasalarından üs-tün görüyordunuz.”
“Bu
halinizle siz suç işleyen kimselerdiniz. Allah’a, Allah’ın âyetlerine, Allah’ın
kitabına, Allah’ın sizin adınıza gönderdiği hayat programına, Allah’ın
elçilerine, kendinize, nesillerinize, toplumlarınıza, insanlığa ve tüm kâinata
karşı suç işliyordunuz. Zira yeryüzünde işlenebilecek en büyük suç, küfür ve
şirk suçudur. Yeryüzünde en büyük suç, kişinin kendisini yaratana kulluk
makamından çıkarıp kendi kendisinin, ya da başkalarının kulu makamına
indirmesidir. Yeryüzünde bundan daha büyük bir suç düşünmek mümkün değildir.
Sizler yeryüzünde sizi yaratan Rabbinizi unutup kendi tanrılığınızı ilân
ediyordunuz. Allah’ın yasalarını kaldırıp onun yerine kendi yasalarınızı ikâme
ediyordunuz. Böylece Allah kullarını Allah’a kulluktan koparıp, kendinize kul-köle
ediniyordunuz. Yeryüzünde, yeryüzünün yaratıcısına ha-yat hakkı tanımıyordunuz.
Allah’ın sistemine uygulama alanı vermi-yor, Allah’ın mülkünde Allah’a söz
hakkı vermiyordunuz. Kendinizi büyük görüp insanları küçük görüyordunuz.”
“Dün de,
bugün de bu tür insanlar pek çoktur. Cüceyken kendilerini dev aynasında gören,
Allah’a savaş ilân ederek büyüyeceklerine inanan, Allah’a söverek büyüdüğünü
zanneden, Allah’ın sisteminin aleyhinde konuşunca büyüdüğünü zanneden, Allah
karşısında güç iddiasında bulunan, Allah karşısında bilgi iddiasında bulunan insanlar
hep olmuştur. Allah onlara şöyle buyuracak: “Bana karşı, insanlara karşı suç
işlediniz. İnsanların kanlarını emdiniz. Onların ırzlarına, namuslarına
uzandınız. Kendi arzularınız, kendi siyasi görüşleriniz yeryüzünde hakim olsun
diye Benim sistemimi diskalifiye ettiniz. Benim kullarımı zorla kendinize kul-köle
edindiniz. Benim kullarım duymasınlar diye âyetlerimi örttünüz, âyetlerimi gündemden
düşürdünüz, onların öğrenilmesini yasakladınız. Ama bütün bunları yaparken şunu
hiç mi hiç düşünmediniz, şuna hiç yanaşmadınız:
32.
“Doğrusu Allah’ın verdiği söz gerçektir, kıyâmet saati şüphe götürmez” dendiği
zaman: “Kıyâmetin ne olduğunu bilmiyoruz, yalnız yoktur sanıyoruz, buna dair ke-sin
bir bilgi elde etmiş değiliz,” dediniz.”
“Size Allah’ın vaadi haktır.
Allah’ın kitapları ve elçileri vasıtasıyla size haber verdiği şeylerin hepsi
bir gün gelip gerçekleşecektir. Saat konusunda hiçbir şüphe yoktur. Kıyâmet bir
gün gelip sizin beyinlerinizde patlayacaktır,” dendiği zaman, “o kıyâmet ne
zaman?” di-yordunuz. “Kıyâmet de nedir?! Biz bilmeyiz,” diyordunuz. “Biz sadece
onu zannediyoruz,” diyordunuz. “Yani olabilir de, olmayabilir de, diyor-dunuz.
Olsa da, olmasa da bizim için o kadar önemli değil,” diyordu-nuz. Âhireti,
hesabı, kitabı hayatınızda canlı tutmuyordunuz. “Bizler yakînen onun gerçekleşeceğine
ihtimal vermiyoruz,” diyordunuz. “Bilimsel olarak bu mümkün değil!” diyordunuz.
Dikkat
ediyor musunuz, bu alçaklar bir taraftan, “belki olabilir,” diyor ama diğer
taraftan da “mümkün değil, bu konuda emin değiliz,” diyorlar. “Yani bu konuda
tam bir kanaat içinde değiliz, tatmin olmuş değiliz,” diyorlar. “Evet, bir
zannımız var bu konuda, ama bu zannımız daha çok bu işin olmayacağı, kıyâmetin
gerçekleşmeyeceği istikâmetindedir,” diyorlar. Ama onların olmaz dedikleri,
olmayacak dedikleri kıyâmet işte gerçekleşmiştir. Reddettikleri hesap, kitap
işte karşıların-da durmaktadır ve hepsi de diz çökmüş, Rabblerinin huzurunda,
haklarında verilecek kararı bekliyorlar.
33. “İşledikleri kötülükler kendilerine
belli oldu ve onları, alaya aldıkları şeyler kuşatıp mahvetti.”
İşledikleri tüm kötülüklerin,
yaptıkları tüm pisliklerin, küfürlerin, şirklerin, Allah’tan habersiz
yaşadıkları hayatın kötü sonucu işte şu anda kendilerini çepeçevre kuşatmıştır.
İnkâr ettikleri, reddettikleri, alay edip durdukları kıyâmet gerçeği önlerinde
durmaktadır. Artık bundan kaçıp kurtulmaları da mümkün değildir. Artık
reddettikleri azabın gözlerinin önünde duruşunun yıkılışı ve hüsranı içindedirler.
Eyvah ki, işledikleri tüm kötülükler şimdi önlerindedir. Keşke bu amelleri
işlememiş olsalardı. Keşke dünyada böyle bir hayatın adamı olmamış olsalardı. “Keşke,
keşke o alaylı sözleri, o inanmıyoruz, zan-netmiyoruz, bu bilimin verilerine
terstir, kıyâmetin kopacağına inan-mıyoruz, belki olabilir ama kanaatimiz bu
işin olmaması istikâmetindedir şeklindeki alaylı sözler bize ait olmasaydı!
Keşke hayatımızı bu anlayışa bina edenlerden olmasaydık!” Keşke hayatlarını o
hayatın sahibi olan Allah’ın kitabı ve o kitabın pratik örneği olan peygamber
aleyhisselâmın sünnetine göre yaşamış olsalardı. Keşke kitap ve pey-gamberden
habersiz yaşanmış bir hayatın sahibi olmamış olsalardı. Çünkü zaten Allah kitabını
bunun için göndermişti. İnsanlar hayatlarını o kitap ve o peygamber
rehberliğinde yaşasınlar, kitaba ve peygambere sormadan program yapmasınlar
diye göndermişti.
Halbuki kıyâmet böyle zanla,
insanın kendi kanaatleriyle bilinebilecek bir şey değilmiş. Meğer bu konu gaybî
bir konuymuş ve bu konuda sadece gaybı bilen Allah’ın dedikleri geçerliymiş.
Keşke Rab-bimizin âyetlerine kulak verip de hayatımızı ona göre düzenleyenlerden
olsaydık. Keşke Allah’la bilinebilecek bir bilgiyi kendi zanlarımızla, bilimin
verileriyle anlayabileceğimiz gururuna kapılmasaydık! Keşke şu perişan duruma
düşmeseydik,” diyecekler.
34. “Onlara denir ki: “Bugüne
kavuşacağınızı unuttuğunuz gibi Biz de sizi unuttuk; varacağınız yer ateştir,
yardımcılarınız da yoktur.”
“Tıpkı dünyada sizlerin bugünü ve
bugünle karşı karşıya geleceğinizi unuttuğunuz, bugünü gündemlerinizden düşürüp
gamsız, dertsiz bir hayat yaşamayı, Allah’ı, peygamberi izine çıkararak,
kitabın defterini dürerek dilediğiniz her şeyi yaparak sorumsuzca bir hayat yaşamayı
yeğlediğiniz gibi, artık bugün sizler de unutuluyorsunuz. Sizin dünyada Beni
unutup yaşadığınız gibi, bugün Ben de sizi unutacağım. Sizler dünyada bugünü
hesaba katmadığınız, bugünün hesabı, kitabı içinde olmadığınız, hayatınızı buna
göre bina etmeye yanaşmadığınız, üstelik bugünü alaya aldığınız gibi, bugün Biz
de sizi hesaba katmayacağız. Sizler barınaklarınız olan, evleriniz, yerleriniz,
yurtlarınız olan ateşin içinde unutulanlardan olacaksınız. Artık sizleri hatırlayan
ne bir dost, ne de derdinizi dinleyecek bir yardımcınız olmayacaktır.”
İşte kendi
zan ve kanaatleriyle hareket eden, Allah’ın âyetleriyle ilgilenmeyen, Allah’ın
kitabından habersiz, kendi kendine hayat programı yapan insanların sonu budur!
İşte âhiretle alâkalı beyanda bulunmak kendi haklarıymış gibi, Allah’ın
âyetlerini, Allah’ın bu konudaki haberlerini, putlaştırdıkları bilimlerinin
laboratuarlarına götürerek incelemeye kalkışan, kendi bilimlerine, kendi
bulgularına, kendi sistemlerine, kendi ideolojilerine güvenerek Allah’ı da, Allah’ın
âyetlerini de reddetmeye kalkışan insanların sonu budur! İşte Allah’ın âyetlerini
yargılamaya kalkışanların sonu budur. Öyleyse gelin kitabı ve peygamberi
diskalifiye ederek kendi kendimize bir dünya yaşamaktan vazgeçelim. Kendimizi,
kendimiz gibilerini putlaştırmaktan, vahyin ye-rine oturtmaktan vazgeçelim.
Hayatı onun sahibinin istediği gibi yaşayarak yarın perişan duruma düşenlerden
olmayalım inşallah.
35. “Bu, Allah’ın âyetlerini alaya
almanızdan ve dünya hayatının sizi aldatmış olmasından ötürüdür. O gün, ne
oradan çıkarılırlar ve ne de özürleri dinlenir.”
İşte böyle. Çünkü sizler Allah’ın
âyetlerini, Allah’ın haberlerini alaya aldınız. Allah’ın âyetlerini hiçe
saydınız, yok farz ettiniz. Göklerde ve yerlerde hiç kimsenin itiraz edemeyeceği,
reddedemeyeceği Allah’ın âyetlerini hakkınız olmadığı halde laboratuarlara götürüp,
a-caba doğru mu, yanlış mı; aslı var mı, yok mu, diye incelemeye aldınız. Allah’ın
âyetlerini, Allah’ın sistemini sorgulamaya, yargılamaya kalkıştınız. Allah’ın
âyetlerini alay konusu yaptınız.
Allah’ın
âyetleriyle alayın bir başka boyutu da, bu kâfirler Allah âyetlerini anlıyor,
doğruluğunu kavrıyor, inkârının mümkün olmadığının bilincine eriyorlar ama buna
rağmen hayatlarında hesaba katmayışlarıydı. İşte alayın bir başka boyutu da
budur. Yani bildikleri, anladıkları, inkâr etmedikleri, hattâ belki ağızlarıyla
onların doğruluğunu itiraf ettikleri halde hayatlarıyla yalanlıyorlardı. Hayat
programlarıyla, hayatlarını bu bilgiye bina etmemekle, onları yok farz etmekle
yalan-lıyorlardı. Yalan sayıyorlardı onları. Neden? Çünkü dünya hayatı onları
aldatmaktadır. Dünyanın konumu ile aldanıyorlardı. İmtihan gereği, dünyanın konumu
gereği Allah’ın kendilerine dokunmayışına aldanıyorlardı. Burada Allah’ı
atlattık, zannediyorlardı. Dünya hiç bitmeyecek zannediyorlardı. Dünya
kendilerinin zannediyor, orada ebedî kalacaklarını düşünüyorlardı.
Evet, dünya
hayatı onları aldattı da, artık onlar orada ateşten hiç çıkmayacaklar. Azabın,
ateşin içinde unutulacaklar. Sözleri dinlen-meyecek. Mâzeretler ileri sürme ve
özürler dileme imkânı da verilmeyecek kendilerine. “Aman ya Rabbi! Ne olur,
pişman olduk! Hata etmişiz! Anlayamamışız! Akıllarımızı kullanamamışız! Bizi affet!
Bize merhamet buyur!” deme hak ve imkânları da olmayacaktır. Kapılar kapanacak
ve o azabın içinde unutulacaklardır.
Elbette
bütün bunlar buradadır. Pişmanlık burada işe yarar. Dönüş burada geçerli, tevbe
burada değerlidir. İş işten geçtikten sonra artık insanın af dilemesi veya
mâzeretler ileri sürmesinin anlamı yoktur. Ama bakın, bütün bunları burada
anlatıyor Rabbimiz. Sanki olmadan olacakları bizim gözlerimizin önüne sürüyor. “Kullarım!
Bakın iyi düşünün, yarın bunlar mutlaka başınıza gelecek. Ben sizi şimdiden
uyarıyorum. Gelin, yarın “biz duymamıştık, bizim bunlardan haberimiz yoktu,
eyvah, eyvah!” demeyin!” Çünkü yarın hiç kimsenin mâzeret hakkı kalmayacaktır.
36. “Övülmek, göklerin Rabbi, yerin
Rabbi ve âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.”
Hamd, gökyüzünün, yeryüzünün, gökyüzündekilerin,
yeryüzündekilerin de Rabbi olan Allah’a aittir. Hamd, Allah’a aittir. Mükemmellik,
eksiksizlik, kusursuzluk O’na aittir. Övgü, senâ, saygı O’na ait-tir. Tüm
sevgiler, tüm saygılar O’na aittir. Çünkü bu kâinatı, bu hayatı, bu varlıkları
yaratan O’dur. Her şeyi yoktan var eden O’dur. Gökleri, yerleri, göktekileri,
yerdekileri yaratan O’dur. Bizi yaratan, “bu bizimdir!” dediğimiz her şeyi
yaratan, şu elimizdeki istifade ettiğimiz nîmetlerin tümünü var eden O’dur.
Elimizi, ayağımızı, gözümüzü, kulağımızı, havamızı, suyumuzu, ayımızı, güneşimizi,
elmamızı, armudumuzu, ciğerimizi, dalağımızı, atımızı, arabamızı veren O’dur.
Elhamdülillah ki bütün bunlar O’ndandır. Elhamdülillah ki bütün bunları O’na
borçluyuz.
Daha önceki
âyette ifade edildi, göklerde ve yerde olan her şey O’nundur. Duran, yürüyen,
gündüz görünen, gece görünen ne varsa her şey O’nundur. Zaman ve mekânın sahibi
Allah’tır. Göklerin ve yerlerin sahibi, suyun, ateşin, havanın, oksijenin
sahibi elhamdülillah ki Allah’tır. Buna ne kadar hamd etsek azdır. Eğer bütün
bunların sahibi Allah değil de başkaları olsaydı, meselâ bunların sahibi insanlar
olsaydı, ne olurdu bizim halimiz hiç düşündünüz mü? Ne yapardı bu insanlar
bize? “Gecede uyudun, ver parasını! Gündüzü idrak ettin, öde ücretini! Güneşten
ısındın, güneşten aydınlandın, çıkar parayı! Su içtin, ateşi kullandın, sökül
paraları! Hava yuttun, oksijen kullandın öde faturayı! Gölgede serinledin,
bulutu kullandın çıkar parayı! Elmayı yedin, armudu ısırdın, ver ücretini!” Eğer
bütün bu nîmetler Allah’ın değil de başkalarının olsaydı halimiz bitikti.
Rabbimizin arzında yaşıyor, onun lokantasında bedava yiyip içiyoruz. Eğer şu
anda sorumsuzca tükettiğimiz bütün bu nîmetler Allah’ın değil de, içimizden
birilerinin elinde olsaydı, onları bu kadar rahat alamazdık. Elhamdülillah ki,
bütün bu nîmetler Rabbimizindir. Elhamdülillah ki, bizim bu kadar cömert bir
Rabbimiz var ve o Rabbimiz bizi, bizim gibilere değil bizi sadece kendisine
muhtaç etmiştir.
İşte böyle
bir Allah hamde lâyıktır. İşte böyle bir Allah övülmeye lâyıktır. Biz sadece
Rabbimizi hamde lâyık görüyoruz. Onun dışında hiç kimseye minnet borcumuz
yoktur. Onun dışında hiç kimseyi hamd etmez, hiç kimseyi hamde lâyık görmeyiz.
Allah’ı övmek demek, Allah’tan gelenleri övmek demektir. Allah’ı hamd etmek
demek, O’nun gönderdiklerinden razı olmak ve sadece O’nun hayat programını
uygulamaya koymak demektir. Hamdı Allah’a ait kılmak demek, sadece O’nu razı
etmeye çalışmak, sadece O’nun emir ve yasaklarına riâyet etmek demektir. Hayatı
O’nun belirlediği yasalar çerçevesinde ve O’nun için yaşamak demektir. O’na
isyan etmemek, O’na karşı gelmemek demektir.
Bizim
dışımızdaki gökler ve yerlerde Allah’ın yarattığı varlıkları bir düşünün.
Kendilerinin var edicisi olan Rabblerine karşı isyan içinde olan bir tek varlık
var mı? İnsan ve cinlerin dışındaki tüm varlıkların boyunlarındaki kulluk
iplerinin ucu Allah’ın elindedir. Bütün varlıklar, yaratıcılarının çizdiği
hayat programına teslim olmuşlardır. Yaratıldığı günden beri yaratıcısının
emrine itaat eden, Allah’ın kendisi adına çizdiği yörüngede hareket eden güneşi
bir düşünün. Bir tek gün, ya da bir tek saat Rabbine karşı gelip bugün
doğmuyorum deyiverse, sizin haliniz ne olur hiç düşündünüz mü? Güneşe böyle bir
özgürlük tanımadan yana olmayan sizler, Rabbinize karşı nasıl kendinizde öz-gürlük
görmeye ve O’na isyan etmeye kalkışıyorsunuz? Hakkınız var mı buna? Yaşadığınız
gezegende ve tüm âlemler üzerinde sözünü, hükmünü ve saltanatını geçiren, tüm
varlıklar üzerinde egemen olan Rabbiniz karşısında nasıl oluyor da egemenlik ve
tanrılık iddiasında bulunup, O’nun yasalarına rağmen kendinize, kendi
bildiğiniz biçimde hayat programı yapmaya kalkışıyorsunuz? Nereden alıyorsunuz
bu yetkiyi?
37. “Göklerde ve yerde azamet O’nundur.
O, güçlüdür, Hakimdir.”
Göklerde ve yerlerde büyüklük
sadece O’na aittir. Allah en büyüktür. Allah tek büyüktür, başka büyük yok.
Hangi konuda? Her konuda. Her konuda en büyük Allah’tır. Ekonomik sorunların
çözümünde mi? En büyük Allah’tır. Eğitim problemlerinin halledilmesinde mi?
Allah en büyüktür. Hukuk belirleme konusunda mı? Allah en büyüktür. Siyasal
bakış açısı geliştirmede mi? En büyük Allah’tır. Aile planlamasında mı? En
büyük Allah’tır. Sosyal yasaların belirlenmesinde mi? En büyük Allah’tır.
İnsanla alâkalı, varlıklarla alâkalı aklınıza ne geldiyse her konuda Allah en
büyüktür. Çünkü Allah, kendisinden başka İlâh olmayandır. Allah, tek İlâhtır.
İnsanların hayatında
İlâhlaştırılanlar en büyüktür. Kişi neyi ilâh kabul etmişse, onu kendisinden
daha büyük kabul ettiği için, sözü dinlenecek varlık, yasaları uygulanacak
varlık bildiği için onu ilâh kabul eder ve onun sözünü dinler. Meselâ kişi şehvetini
mi ilâhlaştırdı? Toplumunu mu ilâhlaştırdı? Çevreyi mi ilâhlaştırdı? Reisini
mi? Ağasını, patronunu mu? Tâğutlarını mı? Neyi ilâhlaştırdıysa, neyi putlaştırdıysa
mutlaka onu kendisinden büyük ve sözü dinlenecek varlık bildiği için ilâhlaştırmıştır.
Allah en
büyüktür. Allah tek büyüktür. Büyüklük sadece O’na aittir. Çünkü kâinattaki tüm
varlıkları yoktan yaratan O’dur. Her şeyi meydana getiren O’dur. Hayatı yaratan
O’dur. Öyleyse büyüklüğü sa-dece O’na verin. Büyük olarak sadece O’nu bilin. O’ndan
başka büyükler kabul etmeyin.
Ama siz
bilirsiniz, eğer yeryüzünde Allah’tan başka büyükler kabul eder ve onlara itaat
etmeye kalkar, onları Allah makamına koyarak onların kanunlarını uygulamaya
çalışır, “efendim, bunlar sanat büyükleri, bunlar ilim büyükleri, bunlar hukuk,
bunlar siyaset büyüklerimiz, bunlar devlet ve yönetim büyüklerimiz, bunlar
hikmet, bunlar tövbe, bunlar sığınma ve şefaat büyüklerimiz,” diyerek Allah dışında
kendinize bir takım büyükler bulur da, Allah’a yapılması gerekenleri onlara
yapmaya kalkışırsanız, bilesiniz ki o zaman Allah Azîz ve Hakîmdir.
Allah
mutlak güç ve kuvvet sahibidir. Allah, kendisine karşı gelinmez, itiraz
edilmez, kendisiyle baş edilmez mutlak otorite sahibidir. Sizden öyle bir
intikam alır ki, ondan sizi kurtaracak hiçbir yardımcı da bulamazsınız, Allah
korusun.
Bu sûre ile
alakalı da bu kadar söz yeter. Rabbim gereğiyle iman edip amel eden kullarından
eylesin. Velhamdü lillahi Rabbil’âle-mîn.