Uz. Peygamber'e Verilen
Teminat
Hz. Peygamber Kıyamette Başına Geleceği Bilir Mi?
Peygamberlerde Kırk Yaş Şart Mıdır?
Mervan İle Aişe Validemizin Mücadelesi
Ulu'l-Azîm Peygamberler Kaç Kişidir?
Mekke Dönemi'nde nazil
olmuştur. 35 ayettir.
İbn Merduveyh, İbn
Abbas ve İbn Zübeyr'den bu surenin Mekke'de nazil olduğunu rivayet eder.
Birçok alim istisnasız bu surenin Mekke'de nazil olduğunu söylemişlerdir.
Bazıları «10. ayet müstesnadır» demişlerdir. Nitekim Tabarani'nin Avf bin
Malik'ten sahih bir senedle rivayet ettiğine göre bu, Medine'de, Abdullah bin
Selâm'm müslüman olması hakkında nazil olmuştur. Aynı rivayet İbn Sirin'den de
gelmektedir.
El-Durr'ul-Mensur,
Buhari, Müslim ve Nesei, Sa'd bin Ebi Vakkas'tan şöyle rivayet ediyorlar:
«Rasûl-il Ekrem'in yeryüzünde yürüyen hiç kimseye «Bu cennet ehlidir» dediğini
işitmedim. Ancak Abdullah bin Selâm'a bunu söylemiştir ve bu ayet onun hakkında
inmiştir.»
10. ayetin Abdullah
İbn Selâm hakkında indiğine dair birçok hadis vardır. Bu da ayetin Medine'de
indiğim gösterir. Çünkü Abdullah İbn Selâm Medine'de müslüman olmuştur.
îkrime bu ayetin
Abdullah İbn Selâm hakkında nazil olduğunu reddederek, «Bu ayet Mekkî'dir,
hicretten önce nazil olmuştur» der. Nitekim bu durum Abd bin Humeyd ve
İbn'ul-Munzir tarafından da rivayet edilmiştir. Mesruk da îkrime gibi düşünmektedir.
Zira İbn Cerir ve İbn Ebi Hatim, Mesruk'tan şöyle rivayet ediyorlar: «Allah'a
yemin ederim., bu ayet Abdullah bin Selâm haktonda nazil olmadı. Bu ayet
Mekke'de n '.zil olmuştur. Abdullah bin Selâm'm müslüman olması Medine'den ir.
Bu ancak bir husumettir. Onunla Hz. Muhammed birisiyle mücadele etmiştir.»
Bazı tefsirciler 17.
ve 18. ayetin de Medine Dönemi'nde nazil olduğunu söylemişlerdir. Rasûlullah'ın
babasına lanet okuduğu zaman babasının sulbünde bulunan Mervan, bu ayetin
Abdurrahman bin Ebubekir Sıdcük hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Hz. Aişe
onu yalanlamış ve «Mervan yalan söyledi, Mervan yalan söyledi» diyerek,
«Allah'a yemin ederim o Abdurrahman hakkında değildir. Eğer istersen kimin
hakkında nazil olduğunu da söyleyebilir ve onun ismini verebilirim. Fakat Hz,
Peygamber, Mervan'ın babasına lanet ettiği zaman Mervan babasının sulbündeydi.
Öyleyse Mervan Allah'ın lanetinden bir parçadır» demiştir.
[1]
Bu surenin ayetleri
Kufeliler'e göre 35, diğer sayımlara göre 34'tür. Kelime sayısı 644, harf
sayısı ise 2595'dir. Bu surenin ayetleri 30'u geçmesinden dolayı sureye
otuzluk ismi verilir. Yani bu sure otuzluk surelerdendir.
İbn Abbas'tan hasen
bir senedle İmam Ahmed şöyle rivayet ediyor:
«Allah'ın Rasûlü bana
Ali Hamim'den Ahkaf Suresi'ni okuttu. Sure otuz ayetten yukan ise ona otuzluk
deniliyordu.»
Bu sure Ahkaf ismini 21. ayetteki «Ahkaf» kelimesinden almaktadır. Bu kelimenin asıl mânâsı kum yığınları, kum tepeleri demektir. [2]
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın adıyla
1- Hâ, Mîm.
2- Kitabın
indiriliri (her şeye) galib, (her hükmünde) hikmet sahibi Allah tarafı
ndandır.
3- Biz
gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları ancak hak ile ve belli bir
süreye göre yarattık. İnkâr edenler uyarıldıkları şeyden yüz çevirmektedirler.
4- (Ey
Rasûlüm!) De ki: «Allah'tan başka ibadet ettiklerinizi bana bildirin. Yerde
olan şeylerden hangisini yarattıklarını bana gösterin. Yoksa onların göklerde
bir ortaklığı mı var? Eğer doğru iseniz haydi bana bu Kur'an'dan önce bir kitap
veya ilimden bir parça getirin.
5- Allah'ı
bırakıp, Kıyamet Günü'ne kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere yalvarandan
daha şaşkın kim olabilir? Halbuki onlar, bunların yalvardıklanndan
habersizdirler.
[3]
(1-5) «Hâ, Mim. Kitab'ın indir ilişi...» Bu
At/etlerin Tefsiri
«Hâ, Mim» ve onu takip
eden ayet daha önceki surede sözko nusu edilmişti. Üçüncü ayetteki «Ve ecelin
müsemma» kelimes; hak kelimesi üzerine atıftır. Yani gökler, yerler ve onların
arasın daki mahlûklar ancak hak ile ve belli bir ecelin takdiriyle yapılmışlardır.
Bu belli ecelden maksat, İbn Abbas'ın rivayetine göre, Kıyamet Günü'dür. Çünkü
hepsinin emri orada sonuçlanır. Yer değişir, gökler değişir. Herkes tek ve
kahhar olan Allah'ın huzurunda hesaba çekilir.
4. ayet onları
susturmak içindir. Onları nakli bir sened getir-mek hususunda aciz bıraktıktan
sonra akli bir sened getirmekten de aciz olduklarını tesbit etmiştir. Yani bana
ilâhî olan ve Kur'-an'dan önce gelen bir kitap getiriniz. Ki o kitap sizin
dininizin sıhhatine delâlet etsin. Veya ilimden bir bakıyye getirin ki o sizin
putlarınızın ibadete müstehak olduğuna şahit olsun.
[4]
«Esarat» kelimesi
«Delâlet» kelimesi gibi mastardır ve kalıntı, bakiye demektir. Ebu Seleme bin
Abdurrahman ve Katade'ye göre «Esarat» kelimesi ilimden olan bir özellik
demektir. Bu takdirde lâfız «Esere»
kökünden gelmiş olur. Sanki Cenab-ı Hak onunla, İçimin katında ise onu tahsis
etmiştir.
Bazıları «Esarat»
kelimesinin alâmet, nişan mânâsında olduğunu söylemiştir. İmam Ahmed, İbn
Abbas'tan O da Rasûlullah'tan şöyle rivayet ediyor: «Esarat hat, nisan, alâmet
dernektir.»
Bu hadis mevkuf olarak
da îbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.
Ebu Hureyre'nin merfu
hadisinde olduğu gibi bu remi ilmiyle de tefsir edilmiştir. Ebu Hureyre'nin
hadisi şudur: «Peygamber, lerden biri hat çizerdi. Onun hattının benzerine
tesadüf eden bir kimse bilmiş oluyordu.»
İbn Abbas'tan gelen
bir rivayete göre esarat, hat demektir. Araplar bu hattı yere çizerlerdi. İbn
Abbas'm bu rivayeti remi ilminin ve onun bir yönünün olduğunu ve bazı emirlere
işaret ettiğini açıkça takviye etmektedir.
El-Bahr'da, «Eğer bu
tefsirin İbn Abbas'tan geldiği doğru ise ve İbn Abbas «Esare topraktaki hat
demektir» demişse, İbn Ab-bas, remlcilerle, onların sözleri be delilleriyle
alay etmiş olur. Yok-sa bu onu benimsiyor, kabul ediyor demek değildir»
denilmektedir.
«Esaret» kelimesindeki
tenvin, azlığı ifade eder. «Min ilmin» kelimesi de onun sıfatı olur. Yani eğer
davanızda doğru iseniz bana ilimden oluşan az bir parça getirin ki sizi
doğrulasın. Zira davanız ancak aklî bir delil veya nakli bir burhan olduğu
takdirde doğrulanabilir. Madem elinizde böyle bir şey yok ve böyle bir şey
sizin iddia ettiğinizin tam tersini destekliyor, o halde dâvanız bâtıldır.
Bazı kıraat alimleri
«Esaret» kelimesini «İşaret» şeklinde okumuşlardır. O zaman bu kelime münazara
mânâsına gelir. Yani bana, eğer doğru iseniz, az da olsa ilimden ileri gelen
bir münazarayı getirin ki dâvanızın doğruluğuna delâlet etsin.
5. ayetin metnindeki
«İla yevm'ilKıyame» (Kıyamet Günü'ne kadar) kelimeleri ayet metnindeki
«Yestecibu» fiiline bağlıdır. Yani dünya devam ettikçe kendilerine cevap
veremeyecek şeylere yalvarandan daha sapık kim olabilir? Ayetin zahirinden
Kıyamet Gü-nü'nden sonra cevap verecekleri anlaşılmaktadır. Halbuki maksat bu
değildir. Çünkü onun tam tersi tahakkuk etmiştir.
Bazıları «Kıyamet
Günü'ne kadar» tabirinden ebediyyetin anlaşıldığım söylemişlerdir. Yani
ebediyyen cevap veremeyeceklerdir. Meselâ «Gökler devam ettikçe onlar
cehennemde kalacaklardır» tabirinden, ebediyyen kalacaklardır anlamanın
anlaşıldığı gibi.
Bazı alimler «Bu
ayette problem yoktur. Çünkü gaye mefhumdur. Mantıkla muaraza edemez»
demişlerdir. Bazıları da «Gaye bizim katımızda mefhum değil, nassın işareti
kabilindendir» demişlerdir.
[5]
6- İnsanların
haşrolundukları gün, (taptıkları sahte
tanrılar) kendilerine düşman kesilirler
ve tapmış olmalarını inkâr ederler.
7- Kendilerine
ayetlerimiz açık bir şekilde okunduğu zaman kâfir olanlar, kendilerine gelen
gerçek için, «Bu apaçık bir sihirdir» dediler.
8- (Ey
Rasûlüm!) Yoksa «Onu uydurdu mu?» diyorlar. De ki: Onu eğer ben uydurmuşsanı,
Allah'tan bana gelecek cezayı siz önleyemezsiniz. O hakkında yapmakta olduğunuz
taşkınlıkları en iyi bilendir. Benimle sizin aranızda şahit olarak O yeter ve O
çokça affeden, çok merhamet edendir.
9- (Ey
Rasûlüm!) De ki: Ben peygamberlerden ilk defa gelmiş biri değilim. Bana ve
size ne yapılacağını da bilmiyorum. Ben ancak bana gönderilen vahye uyuyorum. Ben
sadece (Allah'ın azabından) uyaran bir peygamberim.
10- (Ey
Rasûlüm!) De ki; «(Ey yahudîlerî) Siz Kur'an'ı inkar ettiğiniz halde, eğer o
Allah tarafından gönderilmiş ise ve îsrailoğulları'ndan bir şahit onun benzeri
üzerinde şahitlik edip iman etmiş iken siz yine büyüklük taslamışsamz (bu durumda sizler zalimler olmaz mısınız?)»
Kuşkusuz ki Allah zalim bir kavme hidayet etmez.
11- Kâfirler
müminler hakkında şöyle dediler: «Eğer o ^Kur' an) hayırlı birşey olsaydı bizden önce ona koşmazlardı.» Böyle demekle
maksatlarına erişmeyince, bu sefer «Bu Kur'an eski bir yalandır.»
diyeceklerdir.
12- Bundan
önce de bir rehber ve bir rahmet olarak Musa'nın kitabı (Tevrat) vardı. İşte
bu (Kur'an), zalimleri korkutması ve müminlere müjde vermesi için Arapça bir
dil ile (gönderilen ve Tevrat'ı) tasdik eden bir Kitaptır.
13- Kuşkusuz
ki, «Rabbimiz Allah'tır» dedikten sonra müstakim olanlara bir korku yoktur ve
onlar mahzun da olmayacaklardır.
14- Onlar
yapmış oldukları iyiliklere karşılık olmak üzere içinde sonsuza dek kalacakları
cennetin ehlidirler.
[6]
(6-14) «İnsanların haşrolundukîarı gün...» Bu
Ayetlerin Tefsiri
İnsanların
haşrolunduğu zamandan maksat Kıyamet Günü1 dür. O günde mabudiar kendilerine
tapanlara düşman kesilir. Yani mabudiar Kıyamet Günü'nde kâfirlerin düşmanı
olurlar ve ma-budlar onların ibadrilerini yalanlarlar. Yani «Bize ibadet
etme-mislerdir» derler. Akıl sahibi olan mabudiar hakkında bu durum anlaşılır
bir husustur. Fakat bunu putlar nasıl söyleyebilir? Rivayet edliiyor ki
«Cenab-ı Hak onlara bir idrak halkeder, onları konuşturur. Onlar da kâfirlerin
ibadetlerinden teberri ederler ve onlara düşman kesilirler.»
Putların tekzib
edilmesi hâl diliyle olabilir. Çünkü onların ibadete elverişli olmadıkları
hususu açıktır. Yararlarının olmadığı, zararı defetmelerinin mümkün olmadığı
ortadadır.
Kâfirlerin «Açık
sihirdir» dedikleri «Haknt&n maksat Allah'ın onlar için okunan ayetleridir.
Veya peygamberliktir veya İslâm' dır.
8. ayetin metnindeki
«Tufidune» fiilinden maksat, Mücahid'in tefsirine göre, söylersiniz demektir.
Diğer müfessirlere göre ise dalarsınız anlamındadır. Çünkü «İfade» kökünden
gelir ki bu da dalmak- mânâsmdadır.
«Bid'an» kelimesi
evvel, Önce mânâsını ifade eder. Yani, «Ben
ilk gönderilen peygamber değilim. Benden önce de peygamberler vardı.»
İkrime «Bidaen»
şeklinde okumuştur. Yani ben bid'a sahibi değilim. Ben daha önceki
peygamberlerin emirlerine muhalefet edecek bir emri icad etmiş değilim. Aksine
onların getirdikleri tevhid dâvasını getirdim. Onların yaptıklarının benzerini yaptım. Ki ancak Cenab-ı Hak'kın
bana vermiş olduğu mucizeleri izhar edebilirim. Yoksa her istediğinizi size
verecek değilim. Nitekim denildiğine
göre onlar Rasûl-ü Ekrem'den çok tuhaf şeyler istiyor-lardı. Bazen mukâbere ve
inat olsun diye peygamberden gaybi meseleleri soruyorlardı İşte bunun üzerine
bu ayet inmiştir.
«Bana ve size ne
yapılacağım da bilmem...» cümlesinin mânâsı, dünya ve Ahiret'te benim ve sizin
başınızdan geçecekleri mufassal olarak bilmem demektir.
İbn Cerir, Hasan
Basri'den şöyle rivayet ediyor: «Ahiret hakkında Allah'a sığınıyoruz.
Peygamber cennette ne olduğunu biliyor. Çünkü peygamberler arasında misakını
aldığı zaman bunu bilmiştir. Fakat ben dünyada benim başıma ne geleceğini
bilmiyorum. Acaba diğer peygamberler gibi hicret mi edeceğim? Yoksa onlardan
öldürülenler gibi mi öldürüleceğim? Sizin de ne olacağınızı bilmiyorum. Acaba
benim ümmetim beni yalanlayacak mı? Veya benim ümmetim beni tasdik etmeyecek
mi? Veya benim ümmetim gökten gelen taş yağmuruna mı tutulacak? Yahut yere mi
batırt-lacaklar? işte bunların hiçbirini bilmiyorum.»
[7]
kapsamıştır»
demiştik», yani seni öldürmemeleri için Cenab-ı Hak Araplar'i kapsamıştır. Bu
ayetten, Rasûl-ü Ekrem'in öldürülmeyeceği anlaşılmaktadır. Sonra şu ayet
geldi: «O, o zattır ki peygamberini hidayetle göndermiştir, hak dinle
göndermiştir ki bu dini bütün dinlere galip getirsin. Şahit olarak Allah
kâfidir.»
Cenab-ı Hak burada
dinini diğer dinlere galip getireceğini va-adetmektedir. Sonra Cenab-ı Hak onun
ümmeti hakkında şöyle dedi: «Sen onların içinde olduğun halde Allah onlara azap
edecek değildir. Onlar istiğfarda bulundukları halde Allah onlara azap edecek
değildir...»
[8]
Bu ayet Rasûl-ü
Ekrem'e ve ümmetine ne gibi bir muamele yapılacağı haberini getirmiştir. Kelbi
der ki: «Sahafoiler müşriklerin eziyetlerinden sıkılmıştı. Bunun üzerine
Rasûl-ü Ekrem'e şöy-le sordular: «Biz ne zamana kadar bu durumda kalacağız?» Rasûl-ü
Ekrem: «Benim başıma da, sizin başınıza da ne geleceğini bilmem, Mekke'de mi
bırakılacağım yoksa bana rüya aleminde gösterilen hurmalık ve ağaçlık olan bir
araziye göç emri mi verilecektir?» diye buyurdu.»
El-Bahr, bu ayet
hakkında Malik binEnes, Katade, İkrime, Hasan Basri ve tbn Abbas'tan şöyle
dediklerini rivayet ediyor: «Benim ve sizin başınıza Kıyamet'te ne geleceğini
bilmem demek oluyor.»
Ebu Hayyan «Bu söz
zahir bir söz değildir. Kesinlikle peygamberliğin başlangıcında Cenab-ı Hak
Ahiret'te peygamberin, müminin ve kâfirin halini peygambere bildirmişti»
diyor.
Fahreddin Razi «Müdekkik alimlerin çoğu
bu sözü uzak bir ihtimal sayarak şöyle demişlerdir: «Peygamber kesinlikle
peygamber olduğunu bilmelidir. Bunu bildikten sonra bilir ki peygamberlerden
büyük günahlar sadır olmaz. Ve peygamber affolunmuştur. Durum böyle olunca
RasûUü Ekrem'in affolunup olunmayacağı hususunda durumundan şüphe etmesi bahis
konusu olamaz. Kesinlikle peygamberler velilerden derece bakımından kat kat
üstündürler. Allah veliler hakkında «Agâh olun, kesinlikle Allah'ın velileri
üzerine korku yoktur. Onlar üzülmezler» buyurmuştur. O halde peygamberlerin
önderi, velilerin nümune-i imtisalı olan peygamberin affolunup olunmayacağı
meselesinde şüphe edebileceği sonucuna insan nasıl varabilir? Şöyle de
denilmiştir: Rasûl-ü Ekrem bunu mufassal bir şekilde bilmiyordu. Yani
peygamber nez-dinde tafsili bir ilim yoktu. Fakat peygamberliğin başlangıcında
ona icmalen bildirilmişti.»
Buharı, Ahmed, Nesei
ve İbn Merduveyh, Ümmü-1 Ulâ'dan şöyle rivayet ediyorlar (Bu zat Rasûlullah'a
biat eden hanımlar-dandır):
[9]
«Osman bin Maz'un
vefat ettiği zaman: «Ey Eba Said (Osman'ın künyesidir)! Allah'ın rahmeti
üzerine olsun. Senin hakkında şahitliğim şudur ki Allah sana ikramda bulunmuştur» dedi. Ümmü'l-Ulâ'nın bu sözüne karşılık Hz.
Peygamber: «Sen nereden biliyorsun ki Cenab-ı Hak onu ikramlandırmıştır? Ona
gelince Rabbinden ona yakîn (ölüm) gelmiştir. Onun için hayrı umarım.
Allah'a yemin ederim, bilmiyorum ki benim başıma ve sizin başınıza ne
gelecektir?» buyurdu. Hz. Peygamber'in bu tepkisi karşısında Ümmü'1-TJlâ:
«Allah'a yemin ederim, Osman'dan sonra artık kimseyi tezkiye temem, ya
Rasûlellah!» dedi. İbn Abbas: «Rdsûlullah'ın bu tepkisi «Allah senin geçmiş ve
gelecek günahını affettim» ayeti nazil olmazdan önceydi» demiştir.
Dahhak «Teklifler,
şeriatlar, cihad ve imtihan konularında bana ve size ne emredileceğini
bilmiyorum demektir» demiştir.
Durum ne olursa olsun
kişinin ir.RasuZ.fl Ekrem gaybı biliyordu» demesi doğru değildir. En doğrusu
«Allah onu gayba muttali kılmıştır» veya «Gaybı ona bildirmiştir» demektir.
Ayette, bazı velilere
«Her şeyi biliyor, cüz'i ve külli meselelerin tamamına vakıf idiler» şeklinde
ni&bet edilen hükmün reddi, ve inkârı vardır. Ancak diri veya ölü
müslümanlar için hüsn-ü zan-da bulunmak onlar için hayrı ummak en makbulüdür.
Allah er-hamerrahimindi r.
îsrailoğulları'ndan
olan şahid, îbn-i Abbas, Hasan, İkrime Ka-tade ve Mücahid'e göre Abdullah îbn
Selâm'dır. Yahudilerin gözleri önünde o, Hz. Muhammed'in Tevrat'ta
zikredildiğine ve Allah katından gelen bir peygamber olduğuna dair şahitlik
yapmıştır.
Tirmizi'de Abdullah
İbn Selâm'dan şöyle rivayet ediliyor: «Benim hakkımda Allah'ın Kitabı'nda
birkaç ayet indi. Onlardan biri de Ahkaf Suresi'nin 10. ayetidir.»
Mesruk «Bu şahit Hz.
Musa'dır. Kufan'ın benzeri de Tevrat' tır. Zira Abdullah İbn Selâm Medine'de
iman etti. Bu sure ise Mekke'de nazil olmuştur. Bunun sebebi nüzulü Abdullah
İbn Se-İâm'm iman etmesi değildir» demiştir.
«Ve siz onu inkâr
ettiniz» hitabı da yahudilere değil Kureyş Kabilesi'nedir.
Sabi
«İsrailoğulları'ndan olan şahitten maksat, Hz. Musa ve
Tevrat'a iman eden
kişidir. Çünkü Abdullah İbn Selâm ancak Ra-sûlullah'm vefatından iki sene imce
müslüman olmuştur. Bu sure ise Mekke Dönemi'nde nazil olmuştur» der.
Bu ayetin Medine
Dönemi'nde nazil olması ve Mekke Döne-mi'nde gelen bir sureye yerleştirilmesi
mümkündür. Zira Hz. Pey-gamber'e bir ayet indiğinde O, «Şu ayeti falan surenin
falan yeri. ne koyun» derdi.
Bu ayet müşrikleri
susturmak konusundadır. Onların aleyhinde hüccet olması şu nedenledir: Onlar
bazı meseleleri yahudilere soruyorlardı.
«Yahudiler
onlar-için, yahudilerin için şahitlik
etmiştir. Bu da apaçıktır.»
peygamberi de benim
11. ayetin sebebi
nüzulü konusunda birçok rivayetler ileri sürülmüştür. Onlardan biri de, Rum
asıllı olup İslâm'a ilk giren, Allah yolunda azap gören ve Ebubekir Sıddık'm
malıyla satın alınıp azad edilen yedi kişiden birisi olan Zinnure'dir, Bu,
esasında Hz. Ömer'in cariyesi idi. Hz. Ömer'den önce müslüman olmuştu. Hz. Ömer
onu müslüman olduğu için döverdi.
Kureyş kafirleri de: «Eğer bu
din hayırlı olsaydı bizden önce Zinnure bu* dine girmezdi» dediler ve bu ayet
nazil oldu.
Ebu'l Mütevekkil der
ki: «Ebu Zer Gifari müslüman oldu. Sonra Gifar kabilesi müslüman oldu ve
Kureyşliler bunun için böyle söylediler.»
«Bu (Kur'an) Arapça
olduğu halde Tevrat'ı ve daha önce gelen kitapları tasdik edici bir kitaptır»
ayetinden maksat, peygamberlerin gönderilmesi, kitapların indirilmesinin Allah
katında devam eden bir durum olmasıdır. Bu bakımdan Kur'an'ın imam ve rahmet
olarak indirilmesinden önce Tevrat indirildi.
«Buşra» kelimesi
mahallen merfudur. Yani ötre ile okunur. Mukadder mübtedanın haberi olur. Yani
Kur'an ihsan edenler için bir müjdedir. Veya daha önce geçen «Haza Kitabun»xxı
haberi olur. Yani bu, Arapça olduğu halde tesbit edici bir kitaptır ve İh-san
edenler için de müjdedir.
13 ve 14. ayetler Hz.
Ebubekir Sıddık hakkında nazil olmuş, tur. Fakat hüküm geneldir. Yani ilmin özü
olan tevhid ile amelin son noktası olan istikameti biraraya getirenler içiri
korku ve üzün-tü yoktur. Onlar ebedi kalmak üzere cennete giren cennet ehlidir
ler.
[10]
15- Biz
insana anne ve babasına iyilikle davranmasını tavsiye ettik. (Çünkü)
annesi onu güçlükle taşıdı ve onu güçlükle doğurdu. Onun taşınması ve
sütten kesilmesi otuz aydır. Sonunda güçlü çağına erip kırk yaşına vardığı
zaman; «Ey Rabbim! Bana, anneme ve
babama verdiğin nimete' şükretmemi ve senin kendisinden hoşnud olacağın yararlı
bir amelde bulunmamı bana ilham et. Zürriyetim hakkında da benim için salah
hali nasip et. Çünkü ben tevbe edip sana döndüm ve ben mü si uman 1 ardanı m.»
der.
16- İşte
bunlar cennetlikler arasında bulunan o kimselerdir ki yapmış olduklarının en
güzelini onlardan kabul ederiz ve günahlarını bağışlarız. Bu, onların
vaadedilmiş bulundukları gerçek bir sözdür.
17- Annesine
ve babasına «Öf size! Benden önce nice nesiller geçmiş iken beni, (mezardan)
çıkarılmamla mı tehdid ediyorsunuz?»
diyen kimse var ya! Halbuki
annesi ve babası Allah'a yalvarır
dururlar: «Yazık sana! (O'na) iman et.
Çünkü Allah'ın vaadi haktır» derken, O: «Bu eskilerin masallarından başka bir
şey değildir» der.
18- İşte
bunlar cinlerden ve insanlardan kendilerinden önce geçmiş ümmetler içinde
sözün (azap) üzerlerine hak olduğu kimselerdir. Kuşkusuz
ki onlar hüsrana uğramış olanlardır.
19- Herkes
için yapmakta olduklarından ötürü
dereceler vardır ki^ kendilerine hiçbir haksızlık edilmeyerek amellerinin
(karşılığı) onlara tastamam ödensin.
20- Kâfir
olanlar ateşe arzedilecekleri gün (onlara şöyle denir: «Siz dünya hayatında
bütün zevklerinizi yaşayıp bitirdiniz ve bunlarla zevk-u sefa sürdünüz. İşte
dünyada haksrz yere gururlanmanızdan ve fısku fücurda bulunmanızdan dolayı bugün,
rezil edici azap ile cezalandırılacaksınız.»
[11]
(15-20) «Biz insana anne ve babasına iyilikle,..» Bu
Ayetlerin Tefsiri
Kelbi'nin Ebu
Salih'ten onun da İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre 15. ve 16. ayetler Hz.
Ebubekir Sıddık hakkında nazil olmuştur. Yani insana, ana^babasma ihsan etmeyi
vacib kıldık. Veya biz insanın ana-babasına iyilik yaptığımız için, insana da
onlara iyilik yapmasını tavsiye ettik.
«İhsanen»
kelimesindeki tenvin tazim için olabilir. Yani insanlara anne-babalarına büyük
bir ihsan yapmalarını vacib kıldık. Ana-babaya ihsan, amellerin en
faziletlisinin ikincisidir. Birincisi vaktinde kılman namaz, ikincisi
ana-babaya ihsan etmektir. Aynı zamanda ana-babaya karşı gelmek de en büyük
günahların ikincisidir. Yani birincisi Allah'a şirk koşmak, ikincisi anne ve
babaya kprşı gelmektir.
«Kurken» kelimesi
meşakkat demektir. Bunu Mücahid, Hasan ve Katade söylemiştir. Ragıb, «Kerh,
insana dokunan haricî me. şakkatUr. Kurh ise insana kendisinden dokunan
meşakkattir» der. Yani insanın hoşlanmadığı aklen veya şer'an hoşuna gitmeyen
zorluktur.
«Fisal» sütten kesilme
demektir. Adeta sütten kesilen çocuk annesinden, annesi de ondan ayrılmış olur.
Burada «Fisal» kelimesi tam emmek (anne sütünü tam manâsıyla içmek) ve sütten
kesilecek zamana «adar devam etmek mânâsına gelir.
Ayet, annenin gebelik
zamanında çekmekte olduğu meşakkat ile çocuğu büyütüp sütten kesinceye kadar
devam eden zorlukları beyan etmektedir. Onun için sâri, anneye yapılan iyiliği
her iyiliğin üstünde görmüş ve buna çok önem vermiştir. Babaya gösterilen
iyilikten, bu çok daha mühim sayılmıştır. Zira bir kişi: «Ey Allah'ın Rasûlü! Kime
iyilik yapayım?» diye sorar. Hz. Peygamber, «Annene» der. Tekrar: «Kime iyilik
yapayım?» der. Hz. Peygamber, yine «Annene» diye cevap verir. Adam «Kime
iyilik yapayım?» diye sorusunu yineler. Hz. Peygamber yine «Annene» der. Adam,
«Kime iyilik yapayım?» diye sorusunu bir kez daha tekrarlayınca bu sefer Hz.
Peygamber «Babana» diye cevap verir.
[12]
İbn Abbas ve
alimlerden bir cemaat «Gebeliğin en kısa müddeti altı aydır» demiştir. Çünkü
otuz aydan fisal için iki sene ay-rıhrsa gebelik için altı aylık bir dönem
kalır. Tabibler de böyle demişlerdir. Meselâ Calinos, «Gebelik zamanının
miktarını araştırıyordum. Baktım ki bir kadın 184 gecede doğurdu» diyor. İbn
Sina bunu müşahede ettiğini söyler.
Gebelik müddetinin en
uzun ne kadar olduğu hususunda Kur'-an'da bir şey yoktur. Fakat İbn Sina,
Şâfa'smda «Güvendiğim bir cihetten kulağıma geldiğine göre kadın gebeliğin
dördüncü senesinden sonra doğurmuş ve çocuğun dişleri bitmiş» diyor.
[13]
«Kırk seneye baliğ
olursa» tabiri daha önceki tabirin tekididir. Yani eşudde zamanı kırk seneye
baliğ olmaktır. İnsan bu yaşa geldiğinde, Üzerinde bulunduğu fiziksel durumu
kuvvetli bir haldir. Artık bundan sonra daha kuvvetli bir devre olmaz.
îbn Abbas'tan merfu
olarak rivayet edildiğine göre, Hz. Pey gamber, «Kırk seneyi doldurduğu halde
hayrı şerrine galip gel ıneyen kimse, cehenneme doğru hazırlansın» diye
buyurmuştur.
Denilmiştir ki hiçbir
peygamber kırk yaşına gelmezden önce peygamber olmamıştır. Fakat Fahreddin Razi
«Hz. İsa ve Hz. Yahya bu kaideyi yıkar. Çünkü onlar daha çocukken peygamber
ot~ muşlardır. Zira Kur'an'ın zahiri bunu ifade eder. Bu sa'd'ın kelâmının da
zahiridir. Zira Sa'd şöyle diyor: «Peygamberliğin şart. larvadan biri
erkekliktir, aklın kemâlidir, zekâdır, anlayıştır, reyin kuvvetidir. Velev ki
çocukta dahi olsa: İsa ve Yahya gibi.»
İbn'ul-Arabi başka bir
grupla beraber «Cenab-ı Hak'kın bir çocuğu peygamber olarak göndermesi
mümkündür. Fakat böyle bir şey olmamıştır. Hz. İsa ve Hz. Yahya hakkındaki
ayetler tevil edilmiştir. Meselâ Hz. İsa'nın veya Hz. Yahya'nın «Beni peygamber
kıldı» demesinden maksat peygamber kılacaktır demektir. Birçok ayette muhakkak
olan bir istikbal hadisesi mazi ile tabir edilir» demiştir.
Bu ayetin Hz. Ebubekir
hakkında nazil olmasının nedeni, muhacirlerden ve ensardan, Hz. Ebubekir
dışında hem annesi hem de babası müslüman olan sahabi olmamasıdır. Hz.
Ebubekir'in baba-sının müslüman olması Mekke fethinden sonradır. O zaman bu
ayetin Medine Dönemi'nde nazil olması gerekiyor ki bazı alimler de böyle
demişlerdir.
Bazıları «Hz.
Ebubekir'in bu ayette geçen duayı anne ve babası için yapması onları imana
muvaffak kılmak içindi» demişlerdir. Hz. Ebubekir'in bu özelliği îbn Ömer,
Usamebin Zeyd ve diğer bir kısım sahabüer öne
sürülerek reddedilir. Çünkü onların da hem anneleri hem babalan müslümandı.
17, ayet her ne kadar
bir şahıs hakkında gelmişse de hükmü geneldir.
[14]
«Öf» kelimesinden
maksat, kişinin rahatsız olduğu zaman söylediği bir kelimedir. Mervan bin
Hakem Medine valisi iken bu ayetin Abdurrahman bin Ebubekir hakkında geldiği
iddiası (daha önce de söylediğimiz gibi) Hz. Aişe tarafından reddedilmiştir. Hadise
İbn Ebi Hatim'in Abdullah'tan rivayet ettiğine göre şöyle cereyan etmiştir:
«Ben mescidde bulunuyordum. Mervan hutbe okudu ve, «Benim görüşüme göre
Cenab-ı Hak, Yezid hususunda Emir'e (Muaviye'ye) güzel bir fikir vermiştir. Bu
fikir Yezid'i kendisinden sonra halife kılmasıdır. Ebubekir de, Ömer de
kendilerin-den sonra halife kıldılar» dedi. Bunun üzerine Ebubekir'in oğlu Abdurrahman:
«Bu mesele kral ve sultanların takip ettikleri şekilde raidir? Ebubekir, yemin
ederim, çocuklarından da, ehli beytinden de hiç kimseye halifelik vermedi.
Muaviye de bu halifeliği Allah'ın kendisine gösterdiği yoldan değil, çocuğuna
karşı duyduğu zaaf ve ikramdan dolayı vermiştir» diye mukabele etti. Bunun
üzerine Mervan kızarak: «Sen Cenab-ı Hak'kın hakkında, «Annesine babasına öf
size diyen kişi» dediği kimse değil misin» diyerek 17. ayeti okudu.
Abdurrahman, «Asil sen lanetlenmiş kişinin oğlu değil misin? Rasûlullah senin
babana lanet etti» dedi. Bu olay Aişe validemizin kulağına geldiğinde şöyle
buyurdular: «Ey Mervan! Sen Abdurrahman'a şöyle şöyle demişsin ve yalan
söylemişsin. Allah'a yemin ederim, bu ayet Abdurrahman hakkında değildir. Bu
ayet filan oğlu filan hakkında nazil olmuştur.»
Muhammed bin Ziyad
diyor ki: «Hz. Aişe Üç defa Mervan'ı yalanladıktan sonra şöyle dedi: «O,
Abdurrahman değildir. Eğer istersen onun ismini
söyleyebilirim.))
Süheyl gibi bazı
alimler Mervan'a uyarak bu ayetin Abdurrahman hakkında nazil olduğunu iddia
etmiştir. Bu ayetin Abdurrahman hakkında inmiş olduğunu farzetsek bile onu
bununla ayıplamanın yeri yoktur. Hele bunu Mervan gibi bir insan hiç yapamaz.
Zira Abdurrahman müslümandir ve sahabenin ileri gelenlerinden-dir. Yemame
gününde ve başka savaş ve gazalarda onun yararları vardır. Za-ten İslâm
kendisinden öncekileri siler götürür. Bir kimse müslüman olduktan sonra onu
eski küfründen dolayı ayıplamak dahi uygun değüdir.
Onların ikisi
(anne-baba) Allah'a sığınırlardı. Yani onlar «Allah bizi senden kurtarsın»
derlerdi. Maksatları «Sen korkunç bir iddiada bulunuyor\ hasrı inkâr ediyorsun»
demekti. Ve onlar bunu defetmek hususunda sanki Cenab- Hak'ka iltica ediyorlardı.
Veya bu cümle ile onlar Cenab-ı Hak'tan evlâtlarını küfürden kurtarmasını
kastediyorlardı.
18. ayetin başında
«İşte bunlar da kendilerine söz (azap) gerekli olmuş kimselerdir» ayeti daha
önceki ayetin Abdurrahman hakkında gelmediğini tesbit eder. Zira Abdurrahman
küfür üzerinde değil, iman ederek, sahabelerin büyüklerinden olarak ve imanı
sayesinde bütün günahları silinerek Allah'ın huzuruna çıkmıştır.
«Deracat» kelimesi
derecenin çoğuludur. Bu tabir, ev gibi şeyler için kullanılır. Eğer bu konak
yukarıda ise derece, aşağıda ise dereke denilir. Bunun için cennetin
dereceleri, cehennemin derekeleri denilmiştir.
«Kâfirlerin ateşe
arzedümesimâen maksat ateşle azap görmeleridir. Zira «Fakın kabile falıca
arzedildiler» dendiğinde «Kılıçla öldürüldüler)) anlamı kastedilir. Bu yaygın
bir mecazdır.
«EUHun» kelimesi
zillet demektir. Yani siz daimi fışkınızdan dolayı zillet azabına duçar
olacaksınız. El-Bahr'da «Gururdan mdfc. sat, iman etmeye tenezzül etmemek;
fısktan maksat ise azalarla p işlenen bir ameldir. Kalbin günahı önce
zikredilmiştir. Zira azaların amelleri kalbin maksadından neşet eder. Yani
onları kalp yönlendirir» denilmektedir.
[15]
21- (Ey Rasûlüm!)
Âd kavminin kardeşini
(Hud'u) zîk-ret! O (Hud) —ki onun önünden de ardından da
uyarıcılar gelip geçti— Ahkaf'taki kavmini;
«Allah'tan başkasına kulluk etmeyin!
Gerçekten ben büyük bir günün azabının sizin üzerinize gelmesinden
korkuyorum» diye uyarmıştı.
22- Onlar (Ahkaf'taki kavim): «Sen bizi,
mabudlarımıza tapmaktan vazgeçirmeye mi geldin? Eğer (davanda)
doğrulardan isen haydi vaadettiğin (azabı) bize göster» dediler.
23- Dedi ki:
«İlim ancak Allah katındadır.Ben ise size (Allah tarafından) kendisiyle
gönderildiğim şeyi ulaştırıyorum. Doğrusu ben sizi bilmez bir kavim olarak
görüyorum.»
24- Azabın
yayılarak vadilerine doğru yöneldiğini gördükleri zaman «Bu bulut bize yağmur
yağdıracak» dediler. (Hud onlara dedi ki): «Hayır! O kendisi için acele ettiğiniz şeydir. Bir
rüzgâr ki onda elem verici bir azap vardır!»
25-
O rüzgâr
Kabilinin emriyle* her şeyi yerle bir eder. işte böylece meskenlerinden başka
birşey görülmez oldu. İşte biz mücrim bir kavmi böyle cezalandırırız.
26-
Andolsun
ki biz onlara, size vermediğimiz servet ve kuvveti vermiştik. Ayrıca onlara kulaklar,
gözler ve kalpler vermiştik. Fakat onların ne kulağı, ne gözleri, ne kalpleri
kendilerine bir fayda sağlamadı. Çünkü onlar Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlardı.
Alay konusu edindikleri şey sonunda onları kuşattı.
27-
Andolsun
sizin etrafınızda bulunan şehirleri de helake uğrattık. Ayetleri açıklayıp
beyan ettik ki belki dönerler.
28-
Allah'ın
dışında yakınlık sağlamak için ilâh edindikleri putlar, onları kurtarsalardı
ya! Hayır! Onlar kendilerinden kaybolup gittiler. Bunlar, onların yalanlan ve
uydurmakta oldukları şeylerdir.
[16]
(21-28) «(Ey
Rasûlüm!) Ad kavminin kardeşini..,» Bu Ayetlerin Tefsiri
«Ad'ın kardeşimden
maksat Hz. Hud'dur. Ahkaf'tan maksat da uzun ve kıvrımlı kum tepeleridir ve
sure ismini bu ayetten almıştır. Ad kavmi bedeviydi. Çadırlarda yaşıyorlardı.
Denize b&. kan ve «Şehr» denilen Yemen kıtasının bir yerindeki kum tepecikleri
arasında yaşıyorlardı. İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre «Ahkaf», Şam'da
bir dağın ismidir. İbn İshak «Bunların meskenleri Umman'dan Hadramevt'e
kadardır» demiştir. İbn Atiyye «Doğrusu şudur ki, Ad'ın memleketi Yemen'deydi.
Onların direkler üzerinde kurulmuş iremleri vardı» diyor.
«En-Nuzur» ile maksat
peygamberlerdir. Veya peygamber ve onların vekilleridir. «Te'fike» fiili
çevirmek; döndürmek mânâsı- nadir. Yani bizi mabudlarımızdan çevirmek için mi
bize geldin? Veya bu fiilin kökü yalan mânâsına gelen İfk'tir. Yani yalandan
ötürü bizi mabudlarımızdan kaydırmak mı istiyorsunuz?
«Sise peygamberlerin
gereklerini tebliğ ettim. Şirkten vazgeç, mezsenîz size azap gelecektir»
şeklindeki açıklama da bunlardan biriydi. Fakat sizi cahilliğin derekesine
düşmüş bir kavim olarak görmekteyim. Çünkü siz bana peygamberliğin
vazifelerinden olmayan şeyler teklif ediyorsunuz. Meselâ azap getir
diyorsunuz.
«Ârîd» gök ufkunda
beliren buluttur. «Evdiye» kelimesi vadinin çoğuludur. Müstakbel kelimesi
yönelmek, onun istikametinde gelmektir. Onlar «Bu bize yağmur getiren bir
buluttur» dediklerinde Hz. Hud onlara «Hayır! Yanılıyorsunuz. Bu sizin
gelmesini hemen istediğiniz azaptır» dedi.
«Tudemmiru» fiili
helak eder, yok eder demektir. Yani nefislerini, mallarını, her şeylerini yok
eder. Rüzgâr onlara ansızın isabet etti ve onları helak etti. Onlar
sabahladıklarında, meskenlerinden başka bir şey görülmemekteydi.
İbn Ebi Dünya bu ayet
hakkında İbn Abbas'ın şunları söylediğini rivayet eder:
«O bulutun azap
olduğunu ilk kez, rüzgârın yüklerini, hayvanlarını alıp havaya uçurduğunu
gördüklerinde anladılar. Böylece evlerine girip kapılarını kilitlediler.
Rüzgâr geldi, kapılarını aç-ti ve üzerlerini kum fırtınasıyla doldurdu. Onlar
yedi gece, sekiz gün kumun altında inim inim inlediler. Sonra Cenab-ı Hak
rüzgâra emrederek kumu üzerlerinden attırdı ve hepsin4- denize attı. İşte
mezkur ayet buna işarettir.»
Vahyi ve peygamberin
nasihatini dinlemekte kullanmadıkları için kulakları kendilerine bir fayda
vermez. Gözleriyle kâinatın sa-hifelerinde yazılı olan kevni ayetleri müşahade
edip Allah'ın birliğine delil getirmedikleri için gözlerinin kendilerine bir
yararı yoktur. Kalplerini Allah'ın marifetinde kullanmadıkları için
kalpleri-nin de onlara bir yaran yoktur.
27. ayette Cenabı Hak,
Mekkeüler'e hitap etmektedir. Onlaraı etrafındaki şehirlerden maksat Semud
(Salih) Kavminin köy ve kasabalarıdır. Veya o köylerden maksat, oralarda oturan
kimselerdir.
28. ayetteki
«Aliheten» kelimesi «İttehazu» filinin ikinci mef-ulüdur. Kurbanen kelimesi de
haldir. Yani onlar Allah'ın dışında, sözde onları Allah'a yaklaştıncı mabudlar
edindiler. «Biz bunlara ancak bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet
ediyoruz». Başka bir ayette «Bunlar bizim Allah katındaki şefaatçılanmızdtr»
dediler. «O halde bunlar niçin onlara yardım etmedi?» ifadesi onların aklıyla
istihza etmektedir.
[17]
29- (Ey Rasûlüm!) Zikret o zamanı ki cinlerden bir taifeyi Kuran dinlemeleri için sana göndermiştik. Onun huzuruna gelince birbirlerine «Susun» demişlerdi. (Okunması) bitîrilince de uyarıcılar olarak kavimlerine dönmüşlerdi.
30- Dediler ki: «Ey kavmimiz! Şüphesiz ki biz Musa'dan sonra indirilmiş olan, kendisinden önce geçenleri de tasdik eden, hakka ve dosdoğru yola hidayet eden bir kitap dinledik.»
31- «Ey kavmimiz! Allah'ın davetçisine icabet edin. Ona iman edin. Böylece Allah günahlarınızı affeyler. Ve elem verici bir azaptan da sizi korur.
32- Kim Allah'ın davetçisine icabet etmezse, o yeryüzünde Allah'ı aciz bırakacak değildir. Onun Allah'tan başka dostlan da yoktur. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.
33- Gökleri ve yeri yaratan, onları yaratmakla yorulmayan Allah'ın ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmez misin? Evet, gerçekten o, her şeye kadirdir.
34- Küfre sapanlar, ateşe arzolunduklan gün (onlara şöyle denir): «Bu gerçek değil miymiş?». Onlar «Rabbimizin hakkı için evet, bu gerçektir» derler. «O halde küfre sapmanızdan dolayı bu azabı tadın» der.
35- (Ey Rasûlüm!) Ulu'1-Azm peygamberlerin sabrettikleri gibi sen de sabret. Onlar için hemen azabı isteme. Onlar tehdid edildikleri azabı görecekleri gün, gündüzün bir saatinden başka kalmadıklarım sanırlar. Bu bir tebliğdir. Yoldan çıkmış (fasık) bir kavimden başkası helak edilir mi? [18]
(29-35) «(Ey Rasulûm!) Zikret o zamanı ki...» Bu Ayetlerin Tefsiri
29. ayetin başındaki «Sarafna» fiilinin mânâsı onları sana yönlendirdik demektir. «Nefer» kelimesinin her ne kadar meşhura göre üçten ona kadar olduğu ve sadece erkekler için kullanıldığı soy-lenilmişse de on kişiden fazlası için de kullanılır ve sadece erkeklere mahsus değildir. Hatta sadece insanlara mahsus da değildir. Cinler için de bu tabir kullanılabilir.
Fakat hakikat şudur ki «Nefer» kelimesi galip itibarıyla üçten ona kadardır. Fakat ondan fazlasına da denir. Zira El-Mucmel'de «Nefer kırka kadar olan grup için kullanılır» denilmektedir. Mutlaka erkek için kullanılma özelliği de yoktur. Nefir'den gelmesi bu Özelliği ifade eder anlamında değildir. Çünkü cinlere de ıtlak edilmiştir. [19]
Ayetin Özü şudur: Hatırlat kavmine o zamanı ki sana cinlerden Kur'an'ı dinlemelerini takdir ettiğimiz bir grup gönderdik. Umulur ki kavmin böylece intibaha gelirler. Çünkü kavmin çok cahildir ve üzerinde bulundukları küfür de çok çirkindir. Kavmin Kur'an dilini bildikleri, peygamber de kendilerinden olduğu halde onu inkâr ediyorlar. Oysa cinler onun Allah katından geldiğini anlamışlar ve ona iman etmişlerdir. Halbuki onlar Arapça bilmiyorlardı ve Rasûlullah gibi insan cinsinden de değillerdi.
Bu kıssanın zikredilmesinde Kureyş kâfirlerine ve tüm Arap-lar'a (o devirdekilere) kınama ve tevbih vardır. Hud hadisesinden sonra bu olayın zikredilmesinin nedeni onları uyarmaktır. Çünkü Hud kavmi onlardan daha kuvvetli, daha güçlüydüler. Buna rağmen Allah'ın azabına dayanamadılar.
Bu cinler, birçok rivayette geldiğine göre, Nusaybin cinlerin-dendir. (Nusaybin, Mardin'in bir kasabasidir). Bazıları «Ninova (Musul) cinlerinâendiler» demiştir. Bazıları da «Bunlar Şişeban cinlerindendirler. Zaten cinlerin çoğu ve İblis'in bütün askerleri bunlardandır. Onların peygamberin huzuruna gelmeleri Nahle Va~ disi'nde olmuştur. Bu vadi Mekke-i Mükerreme'den bir gecelik uzaklıktadır» demişlerdir.
İbn'ul-Munzir, Abdulmelik'ten şöyle rivayet ediyor: «Cinler, Rasûlullah'a vardıklarında birbirlerine, «Susun da Kur'an'ı dinleyin» dediler. Hz. Peygamber, namazı bitirdikten sonra onlar kavimlerine doğru uyarıcı olarak ve iman ederek dönüş yaptılar. Fakat Hz. Peygamber onların geldiğini sezmemişti. Ta Jci «De ki: Bana vahyedildi ki cinlerden bir grup Kur'an'ı dinledi» ayeti gelinceye kadar.»
Abd b. Humeyd'in Alkame'den rivayet ettiğine göre, o İbn Me-sud'a, Cin Gecesi, sahabilerden kimin Hz. Peygamberce arkadaşlık yapıp-yapmadığını sorar. îfon Mesud da şöyle cevap verir: «Bizden hiç kimse onunla arkadaşlık yapmadı. Fakat biz, peygamberle bir. gece beraberdik. Hz. Peygamber'i kaybettik. Onu vadi ve derelerde aramaya başladık. Dedik ki, ya bir yere kaçırıldı veya öldürüldü. Sabaha kadar en sıkıntılı devremizi yaşadık. Sabah olunca, RasûUl Ekrem'in, Harra tarafından geldiğini gördük. Ona durumu bildirdik. Dedi k£: «Bana cinlerden biri geldi. Ben de cinlere vardım. Onlara Kur'an okudum». Sonra Rasûlulkûı bizi götürdü, cinlerin ateş kalıntılarını bize gösterdi.»
Bu hadis delâlet eder ki Rasûl-ü Ekrem cinlerle görüştüğü zaman ashabıyla beraber değildi ve hiç kimse de cinlerle görüştüğünü anlamamıştı.
Ahmed, İbn Mesud'dan şöyle rivayet ediyor: «Cin gecesi Peygamberle beraberdim. Bir kırba aldım. İçinde su olduğunu zannediyordum, Mekke'nin en yukarı, kısmına vardık". Baktım ki toplanmış karaltılar vardır. Rasûl-ü Ekrem benim için bir çizgi çizdi ve, «Sen burada dur, ben sana gelinceye kadar» dedi. Rasûl-ü Ekrem onların yanına vardı. Bütün bir gece Rasûlullah fecre kadar onlarla beraber kaldı. Bana: «Senin yanında abdest suyu var mı?» diye sorunca «Var, ya Rasûlullak» dedim. Ve kırbayı açtım. Baktım ki içinde nebiz (hoşaf) vardır. Dedim ki: «Ya Rasûlallah! Ben bunda su olduğunu zannediyordum». «Nebiz hoş ve helâl bir meyvedir, temiz bir sudur» buyurdular.
Sonra onunla abdest aldı, kalktı, namaz kıldı. Onlardan ikisi nefes nefese yetiştiler. Arkasında saf yaptıktan sonra bizim önümüzde namaz kıldı. Ben: «Ey Allah'ın Rasûlü! Bunlar kimlerdir?» diye sordum. «Nusaybin cinleridirler» dedi.»
Bu rivayet, bahsi geçen hadisin tam zıddını ifade etmektedir. Fakat cin hadisesinin birkaç defa vaki olduğunu söylemek suretiyle bu çelişki birbirleriyle cem edilmiş olur.
Tabarani «Evsat»to, tbn Abbas'tan şöyle rivayet ediyor: «Cinler Rasülullah'a iki kez gelmişlerdir.»
El Haffaci, Beyzavi haşiyesinde «Hadisler cinlerin RasûluU 'a altı defa geldiğini gösterirler ve böylece değişik rivayetler, yani cinlerin adetleri hususundaki çeşitli rivayetler, telif edilmiş olur» diyor.
Bazı rivayetlerde gelen cinlerin 300, bazı rivayetlerde de on-ikibin oldukları ve Musul ceziresinden geldikleri kaydedilmektedir. Zemahşeri, Keşşafında onikibin rakamını rivayet ediyor ve «Rasûlullah'ın onlara okuduğu sure Alâk Suresi'dir» diyor.
Onlar «Musa'dan sonra indirilen Ur Kitab'ı dinledik» dediler. Çünkü Tevrat hakkında hem hıristiyanlann hem de yahudilerin ittifakı vardı. Ayrıca Kur'an'dan önce Allah katından gelen en büyük kitap Tevrat'tır. Hz. İsa Tevrat'taki hükümlerin çoğuyla veya tamamıyla memurdu.
Ata eliyor ki: «Bu cinler yahudilik dini üzerinde olduklarından böyle söylemişlerdir». Fakat Ata'nın bu görüşü sahih bir rivayete dayanmalıydı. Oysa böyle bir rivayet yoktur.
«Hz. İsa'nın durumu cinlere gizli kalmıştır. Onun için bu sözü söylemişlerdir» şeklindeki rivayeti, Ebu Hayyan sahih olmadığını ve İbn Abbas'tan gelmediğini öne sürerek kabul etmez. Zira Hz. İsa'nın durumunun bu cinlere malûm olmaması mümkün değildir. [20]
«Allah'ın davetçisi» Kitap, yani Kur'an'dır. Veya Easûl-ü Ek-rem'dir.
31. ayet cinlerin mükellef olduğuna delâlet eder. Fakat burada «Cinler itaat ederlerse onların sevabı vardır» şeklinde kesin olarak bir şey bildirilmemiştir. Fakat ayetlerin genelinden sevapları olduğu anlaşılmaktadır. îbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre onlarin sevapları ve cezalan vardır. Onlar cennette biraraya gelirler ve cennet kapılarında izdiham oluştururlar.
Bazıları «İtaat edenleri için sevap yoktur. Ancak ateşten kur-tulurlar» demiştir. Onlara Cenab-ı Hak tarafından «Toprak olun» denilir ve onlar toprak olurlar. Bu, Leys bin Ebi Seliin'in görüşüdür. Bir cemaat de aynı görüşe katılmış ve bu görüş İmam Ebu Hanife'ye de nisbet edilmiştir. Nesefi, tefsirinde, «Ebu Hanife cinlerin cennette sevaplarının olup olmadığı meselesinde tevakkuf etmiştir. Çünkü hiçbir kulun müstehak olup, Allah tarafından mecburi verilecek bir sevabı bahis konusu değildir» demiştir. Bunlar hakkındaki vaad sadece affedilecek ve cehennemden kurtulacak olmalarıdır. Cennet nimetinin onlara verilip verilmeyeceği meselesi delile bağlıdır.
Nevevi, Müslim şerhinde «Sahih görüşe göre, cinler de cennete girerler. Orada yeme-içme ve diğer lezzetlerle lezzetlenirler» diyor. Nevevi'nin bu sözleri Hasan Basri, Maıik bin Enes, Dah-hak ve İbn Ebi Leyla'nın da görüşüdür.
33. ayetin metnindeki «Ya'ye» fiili yorgunluk manasım ifade eder. Yani Allah gökler ve yeri yarattığında, bu yaradılıştan ötürü yorulmadı. Onları halketmekten aciz kalmadı. Şaşkınlığa düşmedi.
35. ayetin ilk cümlesinin başındaki «Fa» harfi mukadder bir şartın cevabıdır. Yani bahsi geçen kâfirlerin durum ve akıbetleri bu olunca, kâfirler tarafından sana dokunana sabır göster. [21]
Ata el-Horasani, Hasan bin Fadl, Kelbi, Mukatil, Katade, Ebu'l-Aliye ve îbn Cüreyc «Min'er-Rusul» ibaresinin başındaki «Min» edatının teblz için olduğunu söylemişlerdir. Öyleyse azim sahipleri, peygamberlerin bir parçasıdır, hepsi değildir. Uluiazm peygamberlerin sayısı ve tayinleri hakkında değişik fikirler ileri sürülmüştür. Hasan bin Fadl «Ulu'LAzm peygamberler onseJâz kişidir ve En'am Suresi'nde zikredildiler. Çünkü Cenab-ı Hak onları orada zikrettikten sonra «Onların yoluna uy» diye emir. buyurdu» demiştir.
Abdurrezzak ve Îbn'ul-Munzir şöyle rivayet ederler: «Nuh, İbrahim, Musa ve İsa uluiazm peygamberlerdir»; yani bunlar dört kişidir. Uluiazm peygamberlerin dört kişi olduklarım bildiren haber en sahih rivayettir. Ayrıca Celaleddin Suyuti'nin Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Hz. Muhammed şeklinde naklettiği rivayet te sahihtir. Bu rivayeti İbn Ebi Hatim, İbn Abbas'tan rivayet etmiştir. Aynı zamanda Ebu Cafer'den ve Kbu Abdullah'tan da rivayet edil-mistir.
Yani, Ey Muhammed! Hakka davet hususunda sabır göster, şiddetlere göğüs ger. Nitekim senden önceki uluiazm peygamberler de bu sabrı göstermişlerdi. Mekke kâfirleri için hemen azap isteme. Çünkü bu azap zaten yakında onlara gelecektir. Onlar kendilerine vaadedilen azabı gördükleri gün sanki dünyada bir saat kalmış olduklarını sanacaklardır. Çünkü görecekleri şiddetli azabın müddeti uzundur.
Ayet metnindeki «Belağun», mukadder bir mübtedanm haberidir. Yani size vaad olarak zikredilen, nıev'ize hususunda kâfidir veya peygamberden gelen bir teğliğdir.
Bazı kıraatlarda «Belağun» yerine «Belağan» şeklinde okunmuştur. Yani biz tebliğ ettik veya sen tebliğ et.
«Fasîk kavim»den maksat, daha önce sözü edilen irşad kapsamından veya Allah'ın taatinden çıkanlardır. [22]
AHKAF SURESİ'NİN SONU
[1] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 26, sh: 34
[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
14/272-273.
[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
14/275.
[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
14/276.
[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
14/276-278.
[6] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
14/280.
[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
14/281-282.
[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
14/282-283.
[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
14/283-284.
[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
14/284-287.
[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
14/289.
[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
14/290-291.
[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
14/291.
[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
14/291-293.
[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
14/293-294.
[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
14/295.
[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
14/298-300.
[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
14/ 302.
[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
14/303.
[20] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
14/303-306.
[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
14/306-307.
[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
14/307-308.