AHKÂF SÜRESİ 2

Girîş. 2

Meal 2

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 2

Fosillerin Delil Olmaları 3

Meal 3

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 4

Uz. Peygamber'e Verilen   Teminat 4

Hz. Peygamber Kıyamette Başına Geleceği Bilir Mi?. 4

Gaybı Veli Kullar Bilir Mi?. 5

Meal 6

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 6

Hamlin Müddeti 6

Peygamberlerde Kırk Yaş Şart Mıdır?. 6

Mervan İle Aişe Validemizin Mücadelesi 7

Meal 8

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 8

Meal 9

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 9

Rasûlüllah'a Gelen Cinler 9

Allah'ın Da'vetçisi Kimdir?. 10

Ulu'l-Azîm Peygamberler Kaç Kişidir?. 10


AHKÂF SÜRESİ

 

Girîş

 

Mekke Dönemi'nde nazil olmuştur. 35 ayettir.

İbn Merduveyh, İbn Abbas ve İbn Zübeyr'den bu surenin Mek­ke'de nazil olduğunu rivayet eder. Birçok alim istisnasız bu sure­nin Mekke'de nazil olduğunu söylemişlerdir. Bazıları «10. ayet müstesnadır» demişlerdir. Nitekim Tabarani'nin Avf bin Malik'ten sahih bir senedle rivayet ettiğine göre bu, Medine'de, Abdullah bin Selâm'm müslüman olması hakkında nazil olmuştur. Aynı rivayet İbn Sirin'den de gelmektedir.

El-Durr'ul-Mensur, Buhari, Müslim ve Nesei, Sa'd bin Ebi Vakkas'tan şöyle rivayet ediyorlar: «Rasûl-il Ekrem'in yeryüzünde yürüyen hiç kimseye «Bu cennet ehlidir» dediğini işitmedim. Ancak Abdullah bin Selâm'a bunu söylemiştir ve bu ayet onun hakkında inmiştir.»

10. ayetin Abdullah İbn Selâm hakkında indiğine dair birçok hadis vardır. Bu da ayetin Medine'de indiğim gösterir. Çünkü Ab­dullah İbn Selâm Medine'de müslüman olmuştur.

îkrime bu ayetin Abdullah İbn Selâm hakkında nazil olduğu­nu reddederek, «Bu ayet Mekkî'dir, hicretten önce nazil olmuş­tur» der. Nitekim bu durum Abd bin Humeyd ve İbn'ul-Munzir ta­rafından da rivayet edilmiştir. Mesruk da îkrime gibi düşünmek­tedir. Zira İbn Cerir ve İbn Ebi Hatim, Mesruk'tan şöyle rivayet ediyorlar: «Allah'a yemin ederim., bu ayet Abdullah bin Selâm haktonda nazil olmadı. Bu ayet Mekke'de n '.zil olmuştur. Abdullah bin Selâm'm müslüman olması Medine'den ir. Bu ancak bir husumet­tir. Onunla Hz. Muhammed birisiyle mücadele etmiştir.»

Bazı tefsirciler 17. ve 18. ayetin de Medine Dönemi'nde nazil olduğunu söylemişlerdir. Rasûlullah'ın babasına lanet okuduğu za­man babasının sulbünde bulunan Mervan, bu ayetin Abdurrahman bin Ebubekir Sıdcük hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Hz. Aişe onu yalanlamış ve «Mervan yalan söyledi, Mervan yalan söyledi» diyerek, «Allah'a yemin ederim o Abdurrahman hakkında değildir. Eğer istersen kimin hakkında nazil olduğunu da söyleyebilir ve onun ismini verebilirim. Fakat Hz, Peygamber, Mervan'ın baba­sına lanet ettiği zaman Mervan babasının sulbündeydi. Öyleyse Mervan Allah'ın lanetinden bir parçadır» demiştir. [1]

Bu surenin ayetleri Kufeliler'e göre 35, diğer sayımlara göre 34'tür. Kelime sayısı 644, harf sayısı ise 2595'dir. Bu surenin ayet­leri 30'u geçmesinden dolayı sureye otuzluk ismi verilir. Yani bu sure otuzluk surelerdendir.

İbn Abbas'tan hasen bir senedle İmam Ahmed şöyle rivayet ediyor:

«Allah'ın Rasûlü bana Ali Hamim'den Ahkaf Suresi'ni okut­tu. Sure otuz ayetten yukan ise ona otuzluk deniliyordu.»

Bu sure Ahkaf ismini 21. ayetteki «Ahkaf» kelimesinden al­maktadır. Bu kelimenin asıl mânâsı kum yığınları, kum tepeleri demektir. [2]

 

Meal

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

1- Hâ, Mîm.

2- Kitabın indiriliri (her şeye) galib, (her hükmünde) hik­met sahibi Allah tarafı ndandır.

3- Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları ancak hak ile ve belli bir süreye göre yarattık. İnkâr edenler uyarıldık­ları şeyden yüz çevirmektedirler.

4- (Ey Rasûlüm!) De ki: «Allah'tan başka ibadet ettikle­rinizi bana bildirin. Yerde olan şeylerden hangisini yarattıkları­nı bana gösterin. Yoksa onların göklerde bir ortaklığı mı var? Eğer doğru iseniz haydi bana bu Kur'an'dan önce bir kitap veya ilimden bir parça getirin.

5- Allah'ı bırakıp, Kıyamet Günü'ne kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere yalvarandan daha şaşkın kim olabilir? Hal­buki onlar, bunların yalvardıklanndan habersizdirler. [3]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(1-5)  «Hâ, Mim. Kitab'ın indir ilişi...» Bu At/etlerin Tefsiri

«Hâ, Mim» ve onu takip eden ayet daha önceki surede sözko nusu edilmişti. Üçüncü ayetteki «Ve ecelin müsemma» kelimes; hak kelimesi üzerine atıftır. Yani gökler, yerler ve onların arasın daki mahlûklar ancak hak ile ve belli bir ecelin takdiriyle yapıl­mışlardır. Bu belli ecelden maksat, İbn Abbas'ın rivayetine göre, Kıyamet Günü'dür. Çünkü hepsinin emri orada sonuçlanır. Yer değişir, gökler değişir. Herkes tek ve kahhar olan Allah'ın huzu­runda hesaba çekilir.

4. ayet onları susturmak içindir. Onları nakli bir sened getir-mek hususunda aciz bıraktıktan sonra akli bir sened getirmekten de aciz olduklarını tesbit etmiştir. Yani bana ilâhî olan ve Kur'-an'dan önce gelen bir kitap getiriniz. Ki o kitap sizin dininizin sıh­hatine delâlet etsin. Veya ilimden bir bakıyye getirin ki o sizin put­larınızın ibadete müstehak olduğuna şahit olsun. [4]

 

Fosillerin Delil Olmaları

 

«Esarat» kelimesi «Delâlet» kelimesi gibi mastardır ve kalıntı, bakiye demektir. Ebu Seleme bin Abdurrahman ve Katade'ye göre «Esarat» kelimesi ilimden olan bir özellik demektir. Bu takdirde lâfız «Esere» kökünden gelmiş olur. Sanki Cenab-ı Hak onunla, İçimin katında ise onu tahsis etmiştir.

Bazıları «Esarat» kelimesinin alâmet, nişan mânâsında oldu­ğunu söylemiştir. İmam Ahmed, İbn Abbas'tan O da Rasûlullah'tan şöyle rivayet ediyor: «Esarat hat, nisan, alâmet dernektir.»

Bu hadis mevkuf olarak da îbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.

Ebu Hureyre'nin merfu hadisinde olduğu gibi bu remi ilmiy­le de tefsir edilmiştir. Ebu Hureyre'nin hadisi şudur: «Peygamber, lerden biri hat çizerdi. Onun hattının benzerine tesadüf eden bir kimse bilmiş oluyordu.»

İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre esarat, hat demektir. Araplar bu hattı yere çizerlerdi. İbn Abbas'm bu rivayeti remi ilminin ve onun bir yönünün olduğunu ve bazı emirlere işaret et­tiğini açıkça takviye etmektedir.

El-Bahr'da, «Eğer bu tefsirin İbn Abbas'tan geldiği doğru ise ve İbn Abbas «Esare topraktaki hat demektir» demişse, İbn Ab-bas, remlcilerle, onların sözleri be delilleriyle alay etmiş olur. Yok-sa bu onu benimsiyor, kabul ediyor demek değildir» denilmekte­dir.

«Esaret» kelimesindeki tenvin, azlığı ifade eder. «Min ilmin» kelimesi de onun sıfatı olur. Yani eğer davanızda doğru iseniz bana ilimden oluşan az bir parça getirin ki sizi doğrulasın. Zira davanız ancak aklî bir delil veya nakli bir burhan olduğu takdirde doğrulanabilir. Madem elinizde böyle bir şey yok ve böyle bir şey sizin iddia ettiğinizin tam tersini destekliyor, o halde dâvanız bâ­tıldır.

Bazı kıraat alimleri «Esaret» kelimesini «İşaret» şeklinde okumuşlardır. O zaman bu kelime münazara mânâsına gelir. Yani ba­na, eğer doğru iseniz, az da olsa ilimden ileri gelen bir münazarayı getirin ki dâvanızın doğruluğuna delâlet etsin.

5. ayetin metnindeki «İla yevm'ilKıyame» (Kıyamet Günü'ne kadar) kelimeleri ayet metnindeki «Yestecibu» fiiline bağlıdır. Ya­ni dünya devam ettikçe kendilerine cevap veremeyecek şeylere yal­varandan daha sapık kim olabilir? Ayetin zahirinden Kıyamet Gü-nü'nden sonra cevap verecekleri anlaşılmaktadır. Halbuki maksat bu değildir. Çünkü onun tam tersi tahakkuk etmiştir.

Bazıları «Kıyamet Günü'ne kadar» tabirinden ebediyyetin an­laşıldığım söylemişlerdir. Yani ebediyyen cevap veremeyecekler­dir. Meselâ «Gökler devam ettikçe onlar cehennemde kalacaklar­dır» tabirinden, ebediyyen kalacaklardır anlamanın anlaşıldığı gi­bi.

Bazı alimler «Bu ayette problem yoktur. Çünkü gaye mefhum­dur. Mantıkla muaraza edemez» demişlerdir. Bazıları da «Gaye bi­zim katımızda mefhum değil, nassın işareti kabilindendir» demiş­lerdir. [5]

 

Meal

 

6- İnsanların haşrolundukları gün,  (taptıkları sahte tan­rılar)  kendilerine düşman kesilirler ve tapmış olmalarını inkâr ederler.

7- Kendilerine ayetlerimiz açık bir şekilde okunduğu za­man kâfir olanlar, kendilerine gelen gerçek için, «Bu apaçık bir sihirdir» dediler.

8- (Ey Rasûlüm!) Yoksa «Onu uydurdu mu?» diyorlar. De ki: Onu eğer ben uydurmuşsanı, Allah'tan bana gelecek cezayı siz önleyemezsiniz. O hakkında yapmakta olduğunuz taşkınlıkları en iyi bilendir. Benimle sizin aranızda şahit olarak O yeter ve O çok­ça affeden, çok merhamet edendir.

9- (Ey Rasûlüm!) De ki: Ben peygamberlerden ilk defa gel­miş biri değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmiyorum. Ben ancak bana  gönderilen vahye  uyuyorum. Ben  sadece   (Allah'ın azabından)  uyaran bir peygamberim.

10- (Ey Rasûlüm!) De ki; «(Ey yahudîlerî) Siz Kur'an'ı in­kar ettiğiniz halde, eğer o Allah tarafından gönderilmiş ise ve îsrailoğulları'ndan bir şahit onun benzeri üzerinde şahitlik edip iman etmiş iken siz yine büyüklük taslamışsamz  (bu durumda sizler zalimler olmaz mısınız?)» Kuşkusuz ki Allah zalim bir kav­me hidayet etmez.

11- Kâfirler müminler hakkında şöyle dediler: «Eğer o ^Kur' an)   hayırlı birşey olsaydı bizden  önce ona koşmazlardı.» Böyle demekle maksatlarına erişmeyince, bu sefer «Bu Kur'an eski bir yalandır.» diyeceklerdir.

12- Bundan önce de bir rehber ve bir rahmet olarak Musa'­nın kitabı (Tevrat) vardı. İşte bu (Kur'an), zalimleri korkutma­sı ve müminlere müjde vermesi için Arapça bir dil ile (gönderilen ve Tevrat'ı) tasdik eden bir Kitaptır.

13- Kuşkusuz ki, «Rabbimiz Allah'tır» dedikten sonra müs­takim olanlara bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmaya­caklardır.

14- Onlar yapmış oldukları iyiliklere karşılık olmak üzere içinde sonsuza dek kalacakları cennetin ehlidirler. [6]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(6-14)   «İnsanların haşrolundukîarı gün...» Bu Ayetlerin Tefsiri

İnsanların haşrolunduğu zamandan maksat Kıyamet Günü1 dür. O günde mabudiar kendilerine tapanlara düşman kesilir. Yani mabudiar Kıyamet Günü'nde kâfirlerin düşmanı olurlar ve ma-budlar onların ibadrilerini yalanlarlar. Yani «Bize ibadet etme-mislerdir» derler. Akıl sahibi olan mabudiar hakkında bu durum anlaşılır bir husustur. Fakat bunu putlar nasıl söyleyebilir? Riva­yet edliiyor ki «Cenab-ı Hak onlara bir idrak halkeder, onları ko­nuşturur. Onlar da kâfirlerin ibadetlerinden teberri ederler ve on­lara düşman kesilirler.»

Putların tekzib edilmesi hâl diliyle olabilir. Çünkü onların iba­dete elverişli olmadıkları hususu açıktır. Yararlarının olmadığı, zararı defetmelerinin mümkün olmadığı ortadadır.

Kâfirlerin «Açık sihirdir» dedikleri «Haknt&n maksat Allah'ın onlar için okunan ayetleridir. Veya peygamberliktir veya İslâm' dır.

8. ayetin metnindeki «Tufidune» fiilinden maksat, Mücahid'in tefsirine göre, söylersiniz demektir. Diğer müfessirlere göre ise dalarsınız anlamındadır. Çünkü «İfade» kökünden gelir ki bu da dalmak- mânâsmdadır.

«Bid'an» kelimesi evvel, Önce mânâsını ifade eder. Yani, «Ben ilk gönderilen peygamber değilim. Benden önce de peygamberler vardı.»

İkrime «Bidaen» şeklinde okumuştur. Yani ben bid'a sahibi değilim. Ben daha önceki peygamberlerin emirlerine muhalefet edecek bir emri icad etmiş değilim. Aksine onların getirdikleri tevhid dâvasını getirdim. Onların yaptıklarının  benzerini yaptım. Ki ancak Cenab-ı Hak'kın bana vermiş olduğu mucizeleri izhar edebilirim. Yoksa her istediğinizi size verecek değilim.   Nitekim denildiğine göre onlar Rasûl-ü Ekrem'den çok tuhaf şeyler istiyor-lardı. Bazen mukâbere ve inat olsun diye peygamberden gaybi me­seleleri soruyorlardı İşte bunun üzerine bu ayet inmiştir.

«Bana ve size ne yapılacağım da bilmem...» cümlesinin mânâ­sı, dünya ve Ahiret'te benim ve sizin başınızdan geçecekleri mu­fassal olarak bilmem demektir.

İbn Cerir, Hasan Basri'den şöyle rivayet ediyor: «Ahiret hak­kında Allah'a sığınıyoruz. Peygamber cennette ne olduğunu biliyor. Çünkü peygamberler arasında misakını aldığı zaman bunu bilmiş­tir. Fakat ben dünyada benim başıma ne geleceğini bilmiyorum. Acaba diğer peygamberler gibi hicret mi edeceğim? Yoksa onlar­dan öldürülenler gibi mi öldürüleceğim? Sizin de ne olacağınızı bilmiyorum. Acaba benim ümmetim beni yalanlayacak mı? Veya benim ümmetim beni tasdik etmeyecek mi? Veya benim ümmetim gökten gelen taş yağmuruna mı tutulacak? Yahut yere mi batırt-lacaklar? işte bunların hiçbirini bilmiyorum.» [7]

 

Uz. Peygamber'e Verilen   Teminat

 

kapsamıştır» demiştik», yani seni öldürmemeleri için Cenab-ı Hak Araplar'i kapsamıştır. Bu ayetten, Rasûl-ü Ekrem'in öldürülmeye­ceği anlaşılmaktadır. Sonra şu ayet geldi: «O, o zattır ki peygam­berini hidayetle göndermiştir, hak dinle göndermiştir ki bu dini bütün dinlere galip getirsin. Şahit olarak Allah kâfidir.»

Cenab-ı Hak burada dinini diğer dinlere galip getireceğini va-adetmektedir. Sonra Cenab-ı Hak onun ümmeti hakkında şöyle dedi: «Sen onların içinde olduğun halde Allah onlara azap edecek değildir. Onlar istiğfarda bulundukları halde Allah onlara azap ede­cek değildir...» [8]

 

Hz. Peygamber Kıyamette Başına Geleceği Bilir Mi?

 

Bu ayet Rasûl-ü Ekrem'e ve ümmetine ne gibi bir muamele yapılacağı haberini getirmiştir. Kelbi der ki: «Sahafoiler müşrikle­rin eziyetlerinden sıkılmıştı. Bunun üzerine Rasûl-ü Ekrem'e şöy-le sordular: «Biz ne zamana kadar bu durumda kalacağız?» Ra­sûl-ü Ekrem: «Benim başıma da, sizin başınıza da ne geleceğini bilmem, Mekke'de mi bırakılacağım yoksa bana rüya aleminde gösterilen hurmalık ve ağaçlık olan bir araziye göç emri mi veri­lecektir?» diye buyurdu.»

El-Bahr, bu ayet hakkında Malik binEnes, Katade, İkrime, Ha­san Basri ve tbn Abbas'tan şöyle dediklerini rivayet ediyor: «Be­nim ve sizin başınıza Kıyamet'te ne geleceğini bilmem demek olu­yor.»

Ebu Hayyan «Bu söz zahir bir söz değildir. Kesinlikle peygam­berliğin başlangıcında Cenab-ı Hak Ahiret'te peygamberin, mümi­nin ve kâfirin halini peygambere bildirmişti» diyor. Fahreddin Razi «Müdekkik alimlerin çoğu bu sözü uzak bir ihtimal sayarak şöyle demişlerdir: «Peygamber kesinlikle peygam­ber olduğunu bilmelidir. Bunu bildikten sonra bilir ki peygamber­lerden büyük günahlar sadır olmaz. Ve peygamber affolunmuştur. Durum böyle olunca RasûUü Ekrem'in affolunup olunmayacağı hu­susunda durumundan şüphe etmesi bahis konusu olamaz. Kesin­likle peygamberler velilerden derece bakımından kat kat üstün­dürler. Allah veliler hakkında «Agâh olun, kesinlikle Allah'ın ve­lileri üzerine korku yoktur. Onlar üzülmezler» buyurmuştur. O halde peygamberlerin önderi, velilerin nümune-i imtisalı olan pey­gamberin affolunup olunmayacağı meselesinde şüphe edebileceği sonucuna insan nasıl varabilir? Şöyle de denilmiştir: Rasûl-ü Ek­rem bunu mufassal bir şekilde bilmiyordu. Yani peygamber nez-dinde tafsili bir ilim yoktu. Fakat peygamberliğin başlangıcında ona icmalen bildirilmişti.»

Buharı, Ahmed, Nesei ve İbn Merduveyh, Ümmü-1 Ulâ'dan şöyle rivayet ediyorlar (Bu zat Rasûlullah'a biat eden hanımlar-dandır): [9]

 

Gaybı Veli Kullar Bilir Mi?

 

«Osman bin Maz'un vefat ettiği zaman: «Ey Eba Said (Os­man'ın künyesidir)! Allah'ın rahmeti üzerine olsun. Senin hakkın­da şahitliğim şudur ki Allah sana ikramda   bulunmuştur»   dedi. Ümmü'l-Ulâ'nın bu sözüne karşılık Hz. Peygamber: «Sen nereden biliyorsun ki Cenab-ı Hak onu ikramlandırmıştır?   Ona   gelince Rabbinden ona yakîn (ölüm) gelmiştir. Onun için hayrı umarım. Allah'a yemin ederim, bilmiyorum ki benim başıma ve sizin başı­nıza ne gelecektir?» buyurdu. Hz. Peygamber'in bu tepkisi karşı­sında Ümmü'1-TJlâ: «Allah'a yemin ederim, Osman'dan sonra artık kimseyi tezkiye temem, ya Rasûlellah!» dedi. İbn Abbas: «Rdsûlullah'ın bu tepkisi «Allah senin geçmiş ve gelecek günahını affet­tim» ayeti nazil olmazdan önceydi» demiştir.

Dahhak «Teklifler, şeriatlar, cihad ve imtihan konularında bana ve size ne emredileceğini bilmiyorum demektir» demiştir.

Durum ne olursa olsun kişinin ir.RasuZ.fl Ekrem gaybı biliyor­du» demesi doğru değildir. En doğrusu «Allah onu gayba muttali kılmıştır» veya «Gaybı ona bildirmiştir» demektir.

Ayette, bazı velilere «Her şeyi biliyor, cüz'i ve külli meselele­rin tamamına vakıf idiler» şeklinde ni&bet edilen hükmün reddi, ve inkârı vardır. Ancak diri veya ölü müslümanlar için hüsn-ü zan-da bulunmak onlar için hayrı ummak en makbulüdür. Allah er-hamerrahimindi r.

îsrailoğulları'ndan olan şahid, îbn-i Abbas, Hasan, İkrime Ka-tade ve Mücahid'e göre Abdullah îbn Selâm'dır. Yahudilerin göz­leri önünde o, Hz. Muhammed'in Tevrat'ta zikredildiğine ve Allah katından gelen bir peygamber olduğuna dair şahitlik yapmıştır.

Tirmizi'de Abdullah İbn Selâm'dan şöyle rivayet ediliyor: «Be­nim hakkımda Allah'ın Kitabı'nda birkaç ayet indi. Onlardan biri de Ahkaf Suresi'nin 10. ayetidir.»

Mesruk «Bu şahit Hz. Musa'dır. Kufan'ın benzeri de Tevrat' tır. Zira Abdullah İbn Selâm Medine'de iman etti. Bu sure ise Mekke'de nazil olmuştur. Bunun sebebi nüzulü Abdullah İbn Se-İâm'm iman etmesi değildir» demiştir.

«Ve siz onu inkâr ettiniz» hitabı da yahudilere değil Kureyş Kabilesi'nedir.

Sabi «İsrailoğulları'ndan olan şahitten maksat, Hz. Musa ve

Tevrat'a iman eden kişidir. Çünkü Abdullah İbn Selâm ancak Ra-sûlullah'm vefatından iki sene imce müslüman olmuştur. Bu sure ise Mekke Dönemi'nde nazil olmuştur» der.

Bu ayetin Medine Dönemi'nde nazil olması ve Mekke Döne-mi'nde gelen bir sureye yerleştirilmesi mümkündür. Zira Hz. Pey-gamber'e bir ayet indiğinde O, «Şu ayeti falan surenin falan yeri. ne koyun» derdi.

Bu ayet müşrikleri susturmak konusundadır. Onların aleyhin­de hüccet olması şu nedenledir: Onlar bazı meseleleri yahudilere soruyorlardı.

«Yahudiler onlar-için,   yahudilerin için şahitlik etmiştir. Bu da apaçıktır.»

peygamberi de    benim

11. ayetin sebebi nüzulü konusunda birçok rivayetler ileri sü­rülmüştür. Onlardan biri de, Rum asıllı olup İslâm'a ilk giren, Al­lah yolunda azap gören ve Ebubekir Sıddık'm malıyla satın alınıp azad edilen yedi kişiden birisi olan Zinnure'dir, Bu, esasında Hz. Ömer'in cariyesi idi. Hz. Ömer'den önce müslüman olmuştu. Hz. Ömer onu müslüman olduğu için döverdi.   Kureyş   kafirleri de: «Eğer bu din hayırlı olsaydı bizden önce Zinnure bu* dine girmez­di» dediler ve bu ayet nazil oldu.

Ebu'l Mütevekkil der ki: «Ebu Zer Gifari müslüman oldu. Sonra Gifar kabilesi müslüman oldu ve Kureyşliler bunun için böyle söylediler.»

«Bu (Kur'an) Arapça olduğu halde Tevrat'ı ve daha önce ge­len kitapları tasdik edici bir kitaptır» ayetinden maksat, peygam­berlerin gönderilmesi, kitapların indirilmesinin Allah katında de­vam eden bir durum olmasıdır. Bu bakımdan Kur'an'ın imam ve rahmet olarak indirilmesinden önce Tevrat indirildi.

«Buşra» kelimesi mahallen merfudur. Yani ötre ile okunur. Mukadder mübtedanın haberi olur. Yani Kur'an ihsan edenler için bir müjdedir. Veya daha önce geçen «Haza Kitabun»xxı haberi olur. Yani bu, Arapça olduğu halde tesbit edici bir kitaptır ve İh-san edenler için de müjdedir.

13 ve 14. ayetler Hz. Ebubekir Sıddık hakkında nazil olmuş, tur. Fakat hüküm geneldir. Yani ilmin özü olan tevhid ile amelin son noktası olan istikameti biraraya getirenler içiri korku ve üzün-tü yoktur. Onlar ebedi kalmak üzere cennete giren cennet ehlidir ler. [10]

 

Meal

 

15- Biz insana anne ve babasına iyilikle davranmasını tav­siye ettik.  (Çünkü)  annesi onu güçlükle taşıdı ve onu güçlükle doğurdu. Onun taşınması ve sütten kesilmesi otuz aydır. Sonun­da güçlü çağına erip kırk yaşına vardığı zaman;  «Ey Rabbim! Bana, anneme ve babama verdiğin nimete' şükretmemi ve senin kendisinden hoşnud olacağın yararlı bir amelde bulunmamı ba­na ilham et. Zürriyetim hakkında da benim için salah hali nasip et. Çünkü ben tevbe edip sana döndüm ve ben mü si uman 1 arda­nı m.» der.

16- İşte bunlar cennetlikler arasında bulunan o kimselerdir ki yapmış olduklarının en güzelini onlardan kabul ederiz ve gü­nahlarını bağışlarız. Bu, onların vaadedilmiş bulundukları gerçek bir sözdür.

17- Annesine ve babasına «Öf size! Benden önce nice nesil­ler geçmiş iken beni,   (mezardan)   çıkarılmamla mı tehdid edi­yorsunuz?»  diyen kimse var ya!  Halbuki annesi ve  babası Al­lah'a yalvarır dururlar: «Yazık sana!   (O'na) iman et. Çünkü Al­lah'ın vaadi haktır» derken, O: «Bu eskilerin masallarından baş­ka bir şey değildir» der.

18- İşte bunlar cinlerden ve insanlardan kendilerinden ön­ce geçmiş ümmetler içinde sözün  (azap)   üzerlerine hak olduğu kimselerdir. Kuşkusuz ki onlar hüsrana uğramış olanlardır.

19- Herkes için yapmakta   olduklarından   ötürü  dereceler vardır ki^ kendilerine hiçbir haksızlık edilmeyerek amellerinin (kar­şılığı)  onlara tastamam ödensin.

20- Kâfir olanlar ateşe arzedilecekleri gün (onlara şöyle denir: «Siz dünya hayatında bütün zevklerinizi yaşayıp bitirdi­niz ve bunlarla zevk-u sefa sürdünüz. İşte dünyada haksrz yere gururlanmanızdan ve fısku fücurda bulunmanızdan dolayı bu­gün, rezil edici azap ile cezalandırılacaksınız.» [11]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(15-20)   «Biz insana anne ve babasına iyilikle,..» Bu Ayetlerin Tefsiri

Kelbi'nin Ebu Salih'ten onun da İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre 15. ve 16. ayetler Hz. Ebubekir Sıddık hakkında nazil olmuş­tur. Yani insana, ana^babasma ihsan etmeyi vacib kıldık. Veya biz insanın ana-babasına iyilik yaptığımız için, insana da onlara iyilik yapmasını tavsiye ettik.

«İhsanen» kelimesindeki tenvin tazim için olabilir. Yani in­sanlara anne-babalarına büyük bir ihsan yapmalarını vacib kıldık. Ana-babaya ihsan, amellerin en faziletlisinin ikincisidir. Birincisi vaktinde kılman namaz, ikincisi ana-babaya ihsan etmektir. Aynı zamanda ana-babaya karşı gelmek de en büyük günahların ikin­cisidir. Yani birincisi Allah'a şirk koşmak, ikincisi anne ve baba­ya kprşı gelmektir.

«Kurken» kelimesi meşakkat demektir. Bunu Mücahid, Hasan ve Katade söylemiştir. Ragıb, «Kerh, insana dokunan haricî me. şakkatUr. Kurh ise insana kendisinden dokunan meşakkattir» der. Yani insanın hoşlanmadığı aklen veya şer'an hoşuna gitmeyen zor­luktur.

«Fisal» sütten kesilme demektir. Adeta sütten kesilen çocuk annesinden, annesi de ondan ayrılmış olur. Burada «Fisal» kelimesi tam emmek (anne sütünü tam manâsıyla içmek) ve sütten kesi­lecek zamana «adar devam etmek mânâsına gelir.

Ayet, annenin gebelik zamanında çekmekte olduğu meşakkat ile çocuğu büyütüp sütten kesinceye kadar devam eden zorlukla­rı beyan etmektedir. Onun için sâri, anneye yapılan iyiliği her iyi­liğin üstünde görmüş ve buna çok önem vermiştir. Babaya göste­rilen iyilikten, bu çok daha mühim sayılmıştır. Zira bir kişi: «Ey Allah'ın Rasûlü! Kime iyilik yapayım?» diye sorar. Hz. Peygam­ber, «Annene» der. Tekrar: «Kime iyilik yapayım?» der. Hz. Pey­gamber, yine «Annene» diye cevap verir. Adam «Kime iyilik yapa­yım?» diye sorusunu yineler. Hz. Peygamber yine «Annene» der. Adam, «Kime iyilik yapayım?» diye sorusunu bir kez daha tekrar­layınca bu sefer Hz. Peygamber «Babana» diye cevap verir. [12]

 

Hamlin Müddeti

 

İbn Abbas ve alimlerden bir cemaat «Gebeliğin en kısa müd­deti altı aydır» demiştir. Çünkü otuz aydan fisal için iki sene ay-rıhrsa gebelik için altı aylık bir dönem kalır. Tabibler de böyle demişlerdir. Meselâ Calinos, «Gebelik zamanının miktarını araştırı­yordum. Baktım ki bir kadın 184 gecede doğurdu» diyor. İbn Si­na bunu müşahede ettiğini söyler.

Gebelik müddetinin en uzun ne kadar olduğu hususunda Kur'-an'da bir şey yoktur. Fakat İbn Sina, Şâfa'smda «Güvendiğim bir cihetten kulağıma geldiğine göre kadın gebeliğin dördüncü sene­sinden sonra doğurmuş ve çocuğun dişleri bitmiş» diyor. [13]

 

Peygamberlerde Kırk Yaş Şart Mıdır?

 

«Kırk seneye baliğ olursa» tabiri daha önceki tabirin tekididir. Yani eşudde zamanı kırk seneye baliğ olmaktır. İnsan bu ya­şa geldiğinde, Üzerinde bulunduğu fiziksel durumu kuvvetli bir haldir. Artık bundan sonra daha kuvvetli bir devre olmaz.

îbn Abbas'tan merfu olarak rivayet edildiğine göre, Hz. Pey gamber, «Kırk seneyi doldurduğu halde hayrı şerrine galip gel ıneyen kimse, cehenneme doğru hazırlansın» diye buyurmuştur.

Denilmiştir ki hiçbir peygamber kırk yaşına gelmezden önce peygamber olmamıştır. Fakat Fahreddin Razi «Hz. İsa ve Hz. Yah­ya bu kaideyi yıkar. Çünkü onlar daha çocukken peygamber ot~ muşlardır. Zira Kur'an'ın zahiri bunu ifade eder. Bu sa'd'ın kelâ­mının da zahiridir. Zira Sa'd şöyle diyor: «Peygamberliğin şart. larvadan biri erkekliktir, aklın kemâlidir, zekâdır, anlayıştır, reyin kuvvetidir. Velev ki çocukta dahi olsa: İsa ve Yahya gibi.»

İbn'ul-Arabi başka bir grupla beraber «Cenab-ı Hak'kın bir çocuğu peygamber olarak göndermesi mümkündür. Fakat böyle bir şey olmamıştır. Hz. İsa ve Hz. Yahya hakkındaki ayetler tevil edilmiştir. Meselâ Hz. İsa'nın veya Hz. Yahya'nın «Beni peygam­ber kıldı» demesinden maksat peygamber kılacaktır demektir. Bir­çok ayette muhakkak olan bir istikbal hadisesi mazi ile tabir edi­lir» demiştir.

Bu ayetin Hz. Ebubekir hakkında nazil olmasının nedeni, mu­hacirlerden ve ensardan, Hz. Ebubekir dışında hem annesi hem de babası müslüman olan sahabi olmamasıdır. Hz. Ebubekir'in baba-sının müslüman olması Mekke fethinden sonradır. O zaman bu ayetin Medine Dönemi'nde nazil olması gerekiyor ki bazı alimler de böyle demişlerdir.

Bazıları «Hz. Ebubekir'in bu ayette geçen duayı anne ve baba­sı için yapması onları imana muvaffak kılmak içindi» demişlerdir. Hz. Ebubekir'in bu özelliği îbn Ömer, Usamebin Zeyd ve diğer bir kısım sahabüer öne sürülerek reddedilir. Çünkü onların da hem anneleri hem babalan müslümandı.

17, ayet her ne kadar bir şahıs hakkında gelmişse de hükmü geneldir. [14]

 

Mervan İle Aişe Validemizin Mücadelesi

 

«Öf» kelimesinden maksat, kişinin rahatsız olduğu zaman söy­lediği bir kelimedir. Mervan bin Hakem Medine valisi iken bu ayetin Abdurrahman bin Ebubekir hakkında geldiği iddiası (daha önce de söylediğimiz gibi) Hz. Aişe tarafından reddedilmiştir. Ha­dise İbn Ebi Hatim'in Abdullah'tan rivayet ettiğine göre şöyle ce­reyan etmiştir: «Ben mescidde bulunuyordum. Mervan hutbe oku­du ve, «Benim görüşüme göre Cenab-ı Hak, Yezid hususunda Emir'e (Muaviye'ye) güzel bir fikir vermiştir. Bu fikir Yezid'i ken­disinden sonra halife kılmasıdır. Ebubekir de, Ömer de kendilerin-den sonra halife kıldılar» dedi. Bunun üzerine Ebubekir'in oğlu Ab­durrahman: «Bu mesele kral ve sultanların takip ettikleri şekilde raidir? Ebubekir, yemin ederim, çocuklarından da, ehli beytinden de hiç kimseye halifelik vermedi. Muaviye de bu halifeliği Allah'ın kendisine gösterdiği yoldan değil, çocuğuna karşı duyduğu zaaf ve ikramdan dolayı vermiştir» diye mukabele etti. Bunun üzerine Mervan kızarak: «Sen Cenab-ı Hak'kın hakkında, «Annesine ba­basına öf size diyen kişi» dediği kimse değil misin» diyerek 17. ayeti okudu. Abdurrahman, «Asil sen lanetlenmiş kişinin oğlu de­ğil misin? Rasûlullah senin babana lanet etti» dedi. Bu olay Aişe validemizin kulağına geldiğinde şöyle buyurdular: «Ey Mervan! Sen Abdurrahman'a şöyle şöyle demişsin ve yalan söylemişsin. Al­lah'a yemin ederim, bu ayet Abdurrahman hakkında değildir. Bu ayet filan oğlu filan hakkında nazil olmuştur.»

Muhammed bin Ziyad diyor ki: «Hz. Aişe Üç defa Mervan'ı yalanladıktan sonra şöyle dedi: «O, Abdurrahman değildir. Eğer istersen onun ismini söyleyebilirim.))

Süheyl gibi bazı alimler Mervan'a uyarak bu ayetin Abdurrah­man hakkında nazil olduğunu iddia etmiştir. Bu ayetin Abdurrah­man hakkında inmiş olduğunu farzetsek bile onu bununla ayıpla­manın yeri yoktur. Hele bunu Mervan gibi bir insan hiç yapamaz. Zira Abdurrahman müslümandir ve sahabenin ileri gelenlerinden-dir. Yemame gününde ve başka savaş ve gazalarda onun yararları vardır. Za-ten İslâm kendisinden öncekileri siler götürür. Bir kim­se müslüman olduktan sonra onu eski küfründen dolayı ayıpla­mak dahi uygun değüdir.

Onların ikisi (anne-baba) Allah'a sığınırlardı. Yani onlar «Al­lah bizi senden kurtarsın» derlerdi. Maksatları «Sen korkunç bir iddiada bulunuyor\ hasrı inkâr ediyorsun» demekti. Ve onlar bunu defetmek hususunda sanki Cenab- Hak'ka iltica ediyorlardı. Veya bu cümle ile onlar Cenab-ı Hak'tan evlâtlarını küfürden kurtar­masını kastediyorlardı.

18. ayetin başında «İşte bunlar da kendilerine söz (azap) ge­rekli olmuş kimselerdir» ayeti daha önceki ayetin Abdurrahman hakkında gelmediğini tesbit eder. Zira Abdurrahman küfür üze­rinde değil, iman ederek, sahabelerin büyüklerinden olarak ve ima­nı sayesinde bütün günahları silinerek Allah'ın huzuruna çıkmış­tır.

«Deracat» kelimesi derecenin çoğuludur. Bu tabir, ev gibi şey­ler için kullanılır. Eğer bu konak yukarıda ise derece, aşağıda ise dereke denilir. Bunun için cennetin dereceleri, cehennemin dere­keleri denilmiştir.   

«Kâfirlerin ateşe arzedümesimâen maksat ateşle azap gör­meleridir. Zira «Fakın kabile falıca arzedildiler» dendiğinde «Kı­lıçla öldürüldüler)) anlamı kastedilir. Bu yaygın bir mecazdır.

«EUHun» kelimesi zillet demektir. Yani siz daimi fışkınızdan dolayı zillet azabına duçar olacaksınız. El-Bahr'da «Gururdan mdfc. sat, iman etmeye tenezzül etmemek; fısktan maksat ise azalarla p işlenen bir ameldir. Kalbin günahı önce zikredilmiştir. Zira azala­rın amelleri kalbin maksadından neşet eder. Yani onları kalp yön­lendirir» denilmektedir. [15]

 

Meal

 

21- (Ey  Rasûlüm!)   Âd kavminin kardeşini   (Hud'u)   zîk-ret! O  (Hud) —ki onun önünden de ardından da uyarıcılar ge­lip geçti— Ahkaf'taki kavmini;  «Allah'tan başkasına kulluk et­meyin!  Gerçekten ben büyük bir günün azabının sizin üzerinize gelmesinden korkuyorum» diye uyarmıştı.

22- Onlar   (Ahkaf'taki kavim):    «Sen bizi,  mabudlarımıza tapmaktan vazgeçirmeye mi geldin? Eğer (davanda) doğrulardan isen haydi vaadettiğin (azabı) bize göster» dediler.

23- Dedi ki: «İlim ancak Allah katındadır.Ben ise size (Al­lah tarafından) kendisiyle gönderildiğim şeyi ulaştırıyorum. Doğ­rusu ben sizi bilmez bir kavim olarak görüyorum.»

24- Azabın yayılarak vadilerine doğru yöneldiğini gördük­leri zaman «Bu bulut bize yağmur yağdıracak» dediler. (Hud on­lara dedi ki): «Hayır!  O kendisi için acele ettiğiniz şeydir. Bir rüzgâr ki onda elem verici bir azap vardır!»

25- O rüzgâr Kabilinin emriyle* her şeyi yerle bir eder. işte böylece meskenlerinden başka birşey görülmez oldu. İşte biz müc­rim bir kavmi böyle cezalandırırız.

26- Andolsun ki biz onlara, size vermediğimiz servet ve kuv­veti vermiştik. Ayrıca onlara kulaklar, gözler ve kalpler vermiş­tik. Fakat onların ne kulağı, ne gözleri, ne kalpleri kendilerine bir fayda sağlamadı. Çünkü onlar Allah'ın ayetlerini inkâr edi­yorlardı. Alay konusu edindikleri şey sonunda onları kuşattı.

27- Andolsun sizin etrafınızda bulunan şehirleri de helake uğrattık. Ayetleri açıklayıp beyan ettik ki belki dönerler.

28- Allah'ın dışında yakınlık sağlamak için ilâh edindikleri putlar, onları kurtarsalardı ya! Hayır! Onlar kendilerinden kay­bolup gittiler. Bunlar, onların yalanlan ve uydurmakta oldukla­rı şeylerdir. [16]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(21-28) «(Ey Rasûlüm!) Ad kavminin kardeşini..,» Bu Ayetlerin Tefsiri

«Ad'ın kardeşimden maksat Hz. Hud'dur. Ahkaf'tan maksat da uzun ve kıvrımlı kum tepeleridir ve sure ismini bu ayetten al­mıştır. Ad kavmi bedeviydi. Çadırlarda yaşıyorlardı. Denize b&. kan ve «Şehr» denilen Yemen kıtasının bir yerindeki kum tepe­cikleri arasında yaşıyorlardı. İbn Abbas'tan gelen bir rivayete gö­re «Ahkaf», Şam'da bir dağın ismidir. İbn İshak «Bunların mes­kenleri Umman'dan Hadramevt'e kadardır» demiştir. İbn Atiyye «Doğrusu şudur ki, Ad'ın memleketi Yemen'deydi. Onların direkler üzerinde kurulmuş iremleri vardı» diyor.

«En-Nuzur» ile maksat peygamberlerdir. Veya peygamber ve onların vekilleridir. «Te'fike» fiili çevirmek; döndürmek mânâsı- nadir. Yani bizi mabudlarımızdan çevirmek için mi bize geldin? Veya bu fiilin kökü yalan mânâsına gelen İfk'tir. Yani yalandan ötürü bizi mabudlarımızdan kaydırmak mı istiyorsunuz?

«Sise peygamberlerin gereklerini tebliğ ettim. Şirkten vazgeç, mezsenîz size azap gelecektir» şeklindeki açıklama da bunlardan biriydi. Fakat sizi cahilliğin derekesine düşmüş bir kavim olarak görmekteyim. Çünkü siz bana peygamberliğin vazifelerinden ol­mayan şeyler teklif ediyorsunuz. Meselâ azap getir diyorsunuz.

«Ârîd» gök ufkunda beliren buluttur. «Evdiye» kelimesi vadi­nin çoğuludur. Müstakbel kelimesi yönelmek, onun istikametinde gelmektir. Onlar «Bu bize yağmur getiren bir buluttur» dediklerin­de Hz. Hud onlara «Hayır! Yanılıyorsunuz. Bu sizin gelmesini he­men istediğiniz azaptır» dedi.

«Tudemmiru» fiili helak eder, yok eder demektir. Yani nefis­lerini, mallarını, her şeylerini yok eder. Rüzgâr onlara ansızın isa­bet etti ve onları helak etti. Onlar sabahladıklarında, meskenlerin­den başka bir şey görülmemekteydi.

İbn Ebi Dünya bu ayet hakkında İbn Abbas'ın şunları söyle­diğini rivayet eder:

«O bulutun azap olduğunu ilk kez, rüzgârın yüklerini, hay­vanlarını alıp havaya uçurduğunu gördüklerinde anladılar. Böyle­ce evlerine girip kapılarını kilitlediler. Rüzgâr geldi, kapılarını aç-ti ve üzerlerini kum fırtınasıyla doldurdu. Onlar yedi gece, sekiz gün kumun altında inim inim inlediler. Sonra Cenab-ı Hak rüzgâra emrederek kumu üzerlerinden attırdı ve hepsin4- denize attı. İşte mezkur ayet buna işarettir.»

Vahyi ve peygamberin nasihatini dinlemekte kullanmadıkları için kulakları kendilerine bir fayda vermez. Gözleriyle kâinatın sa-hifelerinde yazılı olan kevni ayetleri müşahade edip Allah'ın birli­ğine delil getirmedikleri için gözlerinin kendilerine bir yararı yok­tur. Kalplerini Allah'ın marifetinde kullanmadıkları için kalpleri-nin de onlara bir yaran yoktur.

27. ayette Cenabı Hak, Mekkeüler'e hitap etmektedir. Onlaraı etrafındaki şehirlerden maksat Semud (Salih) Kavminin köy ve kasabalarıdır. Veya o köylerden maksat, oralarda oturan kimseler­dir.

28. ayetteki «Aliheten» kelimesi «İttehazu» filinin ikinci mef-ulüdur. Kurbanen kelimesi de haldir. Yani onlar Allah'ın dışında, sözde onları Allah'a yaklaştıncı mabudlar edindiler. «Biz bunlara ancak bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz». Başka bir ayette «Bunlar bizim Allah katındaki şefaatçılanmızdtr» dediler. «O halde bunlar niçin onlara yardım etmedi?» ifadesi onların ak­lıyla istihza etmektedir. [17]

 

Meal

 

29- (Ey Rasûlüm!) Zikret o zamanı ki cinlerden bir taife­yi Kuran dinlemeleri için sana göndermiştik.  Onun  huzuruna gelince  birbirlerine  «Susun»   demişlerdi.   (Okunması)   bitîrilince de uyarıcılar olarak kavimlerine dönmüşlerdi.

30- Dediler ki:  «Ey kavmimiz!  Şüphesiz ki biz Musa'dan sonra indirilmiş olan, kendisinden önce geçenleri de tasdik eden, hakka ve dosdoğru yola hidayet eden bir kitap dinledik.»

31- «Ey kavmimiz!  Allah'ın  davetçisine  icabet edin.  Ona iman edin. Böylece Allah günahlarınızı affeyler. Ve elem verici bir azaptan da sizi korur.

32- Kim Allah'ın  davetçisine icabet etmezse,  o yeryüzün­de Allah'ı aciz bırakacak değildir. Onun Allah'tan başka dostlan da yoktur. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.

33- Gökleri ve yeri yaratan, onları yaratmakla yorulmayan Allah'ın ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmez misin? Evet, gerçekten o, her şeye kadirdir.

34- Küfre sapanlar, ateşe arzolunduklan gün (onlara şöy­le denir): «Bu gerçek değil miymiş?». Onlar «Rabbimizin hakkı için evet, bu gerçektir» derler. «O halde küfre sapmanızdan do­layı bu azabı tadın» der.

35- (Ey Rasûlüm!)  Ulu'1-Azm peygamberlerin sabrettikleri gibi sen de sabret. Onlar için hemen azabı isteme. Onlar tehdid edildikleri azabı görecekleri gün, gündüzün bir saatinden başka kalmadıklarım sanırlar. Bu bir tebliğdir. Yoldan çıkmış  (fasık) bir kavimden başkası helak edilir mi? [18]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(29-35) «(Ey Rasulûm!) Zikret o zamanı ki...» Bu Ayetlerin Tefsiri

29. ayetin başındaki «Sarafna» fiilinin mânâsı onları sana yön­lendirdik demektir. «Nefer» kelimesinin her ne kadar meşhura gö­re üçten ona kadar olduğu ve sadece erkekler için kullanıldığı soy-lenilmişse de on kişiden fazlası için de kullanılır ve sadece erkek­lere mahsus değildir. Hatta sadece insanlara mahsus da değildir. Cinler için de bu tabir kullanılabilir.

Fakat hakikat şudur ki «Nefer» kelimesi galip itibarıyla üçten ona kadardır. Fakat ondan fazlasına da denir. Zira El-Mucmel'de «Nefer kırka kadar olan grup için kullanılır» denilmektedir. Mut­laka erkek için kullanılma özelliği de yoktur. Nefir'den gelmesi bu Özelliği ifade eder anlamında değildir. Çünkü cinlere de ıtlak edil­miştir. [19]

 

Rasûlüllah'a Gelen Cinler

 

Ayetin Özü şudur: Hatırlat kavmine o zamanı ki sana cinler­den Kur'an'ı dinlemelerini takdir ettiğimiz bir grup gönderdik. Umulur ki kavmin böylece intibaha gelirler. Çünkü kavmin çok cahildir ve üzerinde bulundukları küfür de çok çirkindir. Kavmin Kur'an dilini bildikleri, peygamber de kendilerinden olduğu halde onu inkâr ediyorlar. Oysa cinler onun Allah katından geldiğini anlamışlar ve ona iman etmişlerdir. Halbuki onlar Arapça bilmi­yorlardı ve Rasûlullah gibi insan cinsinden de değillerdi.

Bu kıssanın zikredilmesinde Kureyş kâfirlerine ve tüm Arap-lar'a (o devirdekilere) kınama ve tevbih vardır. Hud hadisesinden sonra bu olayın zikredilmesinin nedeni onları uyarmaktır. Çünkü Hud kavmi onlardan daha kuvvetli, daha güçlüydüler. Buna rağ­men Allah'ın azabına dayanamadılar.

Bu cinler, birçok rivayette geldiğine göre, Nusaybin cinlerin-dendir. (Nusaybin, Mardin'in bir kasabasidir). Bazıları «Ninova (Musul) cinlerinâendiler» demiştir. Bazıları da «Bunlar Şişeban cinlerindendirler. Zaten cinlerin çoğu ve İblis'in bütün askerleri bunlardandır. Onların peygamberin huzuruna gelmeleri Nahle Va~ disi'nde olmuştur. Bu vadi Mekke-i Mükerreme'den bir gecelik uzaklıktadır» demişlerdir.

İbn'ul-Munzir, Abdulmelik'ten şöyle rivayet ediyor: «Cinler, Rasûlullah'a vardıklarında birbirlerine, «Susun da Kur'an'ı dinle­yin» dediler. Hz. Peygamber, namazı bitirdikten sonra onlar ka­vimlerine doğru uyarıcı olarak ve iman ederek dönüş yaptılar. Fa­kat Hz. Peygamber onların geldiğini sezmemişti. Ta Jci «De ki: Ba­na vahyedildi ki cinlerden bir grup Kur'an'ı dinledi» ayeti gelince­ye kadar.»

Abd b. Humeyd'in Alkame'den rivayet ettiğine göre, o İbn Me-sud'a, Cin Gecesi, sahabilerden kimin Hz. Peygamberce arka­daşlık yapıp-yapmadığını sorar. îfon Mesud da şöyle cevap verir: «Bizden hiç kimse onunla arkadaşlık yapmadı. Fakat biz, peygam­berle bir. gece beraberdik. Hz. Peygamber'i kaybettik. Onu vadi ve derelerde aramaya başladık. Dedik ki, ya bir yere kaçırıldı veya öldürüldü. Sabaha kadar en sıkıntılı devremizi yaşadık. Sabah olunca, RasûUl Ekrem'in, Harra tarafından geldiğini gördük. Ona durumu bildirdik. Dedi k£: «Bana cinlerden biri geldi. Ben de cinlere vardım. Onlara Kur'an okudum». Sonra Rasûlulkûı bizi götürdü, cinlerin ateş kalıntılarını bize gösterdi.»

Bu hadis delâlet eder ki Rasûl-ü Ekrem cinlerle görüştüğü za­man ashabıyla beraber değildi ve hiç kimse de cinlerle görüştü­ğünü anlamamıştı.

Ahmed, İbn Mesud'dan şöyle rivayet ediyor: «Cin gecesi Pey­gamberle beraberdim. Bir kırba aldım. İçinde su olduğunu zanne­diyordum, Mekke'nin en yukarı, kısmına vardık". Baktım ki toplan­mış karaltılar vardır. Rasûl-ü Ekrem benim için bir çizgi çizdi ve, «Sen burada dur, ben sana gelinceye kadar» dedi. Rasûl-ü Ekrem onların yanına vardı. Bütün bir gece Rasûlullah fecre kadar on­larla beraber kaldı. Bana: «Senin yanında abdest suyu var mı?» diye sorunca «Var, ya Rasûlullak» dedim. Ve kırbayı açtım. Bak­tım ki içinde nebiz (hoşaf) vardır. Dedim ki: «Ya Rasûlallah! Ben bunda su olduğunu zannediyordum». «Nebiz hoş ve helâl bir mey­vedir, temiz bir sudur» buyurdular.

Sonra onunla abdest aldı, kalktı, namaz kıldı. Onlardan ikisi nefes nefese yetiştiler. Arkasında saf yaptıktan sonra bizim önü­müzde namaz kıldı. Ben: «Ey Allah'ın Rasûlü! Bunlar kimlerdir?» diye sordum. «Nusaybin cinleridirler» dedi.»

Bu rivayet, bahsi geçen hadisin tam zıddını ifade etmektedir. Fakat cin hadisesinin birkaç defa vaki olduğunu söylemek sure­tiyle bu çelişki birbirleriyle cem edilmiş olur.

Tabarani «Evsat»to, tbn Abbas'tan şöyle rivayet ediyor: «Cin­ler Rasülullah'a iki kez gelmişlerdir.»

El Haffaci, Beyzavi haşiyesinde   «Hadisler   cinlerin RasûluU 'a altı defa geldiğini gösterirler ve böylece değişik rivayetler, yani cinlerin adetleri hususundaki çeşitli rivayetler, telif edilmiş olur» diyor.

Bazı rivayetlerde gelen cinlerin 300, bazı rivayetlerde de on-ikibin oldukları ve Musul ceziresinden geldikleri kaydedilmek­tedir. Zemahşeri, Keşşafında onikibin rakamını rivayet ediyor ve «Rasûlullah'ın onlara okuduğu sure Alâk Suresi'dir» diyor.

Onlar «Musa'dan sonra indirilen Ur Kitab'ı dinledik» dediler. Çünkü Tevrat hakkında hem hıristiyanlann hem de yahudilerin ittifakı vardı. Ayrıca Kur'an'dan önce Allah katından gelen en bü­yük kitap Tevrat'tır. Hz. İsa Tevrat'taki hükümlerin çoğuyla veya tamamıyla memurdu.

Ata eliyor ki: «Bu cinler yahudilik dini üzerinde oldukların­dan böyle söylemişlerdir». Fakat Ata'nın bu görüşü sahih bir riva­yete dayanmalıydı. Oysa böyle bir rivayet yoktur.

«Hz. İsa'nın durumu cinlere gizli kalmıştır. Onun için bu sözü söylemişlerdir» şeklindeki rivayeti, Ebu Hayyan sahih olmadığını ve İbn Abbas'tan gelmediğini öne sürerek kabul etmez. Zira Hz. İsa'nın durumunun bu cinlere malûm olmaması mümkün değil­dir. [20]

 

Allah'ın Da'vetçisi Kimdir?

 

«Allah'ın davetçisi» Kitap, yani Kur'an'dır. Veya Easûl-ü Ek-rem'dir.

31. ayet cinlerin mükellef olduğuna delâlet eder. Fakat burada «Cinler itaat ederlerse onların sevabı vardır» şeklinde kesin ola­rak bir şey bildirilmemiştir. Fakat ayetlerin genelinden sevapları olduğu anlaşılmaktadır. îbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre onlarin sevapları ve cezalan vardır. Onlar cennette biraraya gelirler ve cennet kapılarında izdiham oluştururlar.

Bazıları «İtaat edenleri için sevap yoktur. Ancak ateşten kur-tulurlar» demiştir. Onlara Cenab-ı Hak tarafından «Toprak olun» denilir ve onlar toprak olurlar. Bu, Leys bin Ebi Seliin'in görüşü­dür. Bir cemaat de aynı görüşe katılmış ve bu görüş İmam Ebu Hanife'ye de nisbet edilmiştir. Nesefi, tefsirinde, «Ebu Hanife cin­lerin cennette sevaplarının olup olmadığı meselesinde tevakkuf etmiştir. Çünkü hiçbir kulun müstehak olup, Allah tarafından mec­buri verilecek bir sevabı bahis konusu değildir» demiştir. Bunlar hakkındaki vaad sadece affedilecek ve cehennemden kurtulacak olmalarıdır. Cennet nimetinin onlara verilip verilmeyeceği mese­lesi delile bağlıdır.

Nevevi, Müslim şerhinde «Sahih görüşe göre, cinler de cen­nete girerler. Orada yeme-içme ve diğer lezzetlerle lezzetlenirler» diyor. Nevevi'nin bu sözleri Hasan Basri, Maıik bin Enes, Dah-hak ve İbn Ebi Leyla'nın da görüşüdür.

33. ayetin metnindeki «Ya'ye» fiili yorgunluk manasım ifade eder. Yani Allah gökler ve yeri yarattığında, bu yaradılıştan ötürü yorulmadı. Onları halketmekten aciz kalmadı. Şaşkınlığa düşme­di.

35. ayetin ilk cümlesinin başındaki «Fa» harfi mukadder bir şartın cevabıdır. Yani bahsi geçen kâfirlerin durum ve akıbetleri bu olunca, kâfirler tarafından sana dokunana sabır göster. [21]

 

Ulu'l-Azîm Peygamberler Kaç Kişidir?

 

Ata  el-Horasani,  Hasan bin  Fadl, Kelbi,  Mukatil,  Katade, Ebu'l-Aliye ve îbn Cüreyc   «Min'er-Rusul»   ibaresinin başındaki «Min» edatının teblz için olduğunu söylemişlerdir. Öyleyse azim sahipleri, peygamberlerin bir parçasıdır, hepsi değildir. Uluiazm peygamberlerin sayısı ve tayinleri hakkında değişik fikirler ileri sürülmüştür. Hasan bin Fadl «Ulu'LAzm peygamberler onseJâz ki­şidir ve En'am Suresi'nde zikredildiler. Çünkü Cenab-ı Hak onları orada zikrettikten sonra «Onların yoluna uy» diye emir. buyurdu» demiştir.

Abdurrezzak ve Îbn'ul-Munzir şöyle rivayet ederler: «Nuh, İb­rahim, Musa ve İsa uluiazm peygamberlerdir»; yani bunlar dört kişidir. Uluiazm peygamberlerin dört kişi olduklarım bildiren ha­ber en sahih rivayettir. Ayrıca Celaleddin Suyuti'nin Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Hz. Muhammed şeklinde naklettiği rivayet te sahih­tir. Bu rivayeti İbn Ebi Hatim, İbn Abbas'tan rivayet etmiştir. Aynı zamanda Ebu Cafer'den ve Kbu Abdullah'tan da rivayet edil-mistir.

Yani, Ey Muhammed! Hakka davet hususunda sabır göster, şiddetlere göğüs ger. Nitekim senden önceki uluiazm peygamber­ler de bu sabrı göstermişlerdi. Mekke kâfirleri için hemen azap isteme. Çünkü bu azap zaten yakında onlara gelecektir. Onlar ken­dilerine vaadedilen azabı gördükleri gün sanki dünyada bir saat kalmış olduklarını sanacaklardır. Çünkü görecekleri şiddetli aza­bın müddeti uzundur.

Ayet metnindeki «Belağun», mukadder bir mübtedanm habe­ridir. Yani size vaad olarak zikredilen, nıev'ize hususunda kâfidir veya peygamberden gelen bir teğliğdir.

Bazı kıraatlarda «Belağun» yerine «Belağan» şeklinde okun­muştur. Yani biz tebliğ ettik veya sen tebliğ et.

«Fasîk kavim»den maksat, daha önce sözü edilen irşad kap­samından veya Allah'ın taatinden çıkanlardır. [22]

AHKAF SURESİ'NİN SONU

 



[1] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 26, sh: 34

[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/272-273.

[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/275.

[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/276.

[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/276-278.

[6] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/280.

[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/281-282.

[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/282-283.

[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/283-284.

[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/284-287.

[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/289.

[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/290-291.

[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/291.

[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/291-293.

[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/293-294.

[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/295.

[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/298-300.

[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/ 302.

[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/303.

[20] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/303-306.

[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/306-307.

[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/307-308.