Bu sure, Allah
Tealâ'nm "Ad kavminin kardeşini (Hud'u) an. Zira o, kendinden önce ve
sonra uyarıcıların da gelip-geçtiği Ahkâf bölgesindeki kavmine: Allah'tan
başkasına kulluk etmeyin." ayetinde geçen "Ahkâf adı ile
isimlendirilmiştir. Ahkâf; küfür ve isyanları sebebiyle Allah'ın, uğultulu,
kasıp kavuran bir fırtına ile helak ettiği Ad kavminin Yemen'deki yurtlarıdır.
[1]
Bu surenin önceki sure
ile üç bakımdan ilişkisi vardır:
1- Her iki
surenin girişinin birbirine tam uyması. "Ha, mim. Kitab'ın indirilişi aziz
ve hakim olan Allah 'tandır."
2- Her iki
surenin konu benzerliği. Bu sureler tevhidi, nübüvveti, vahyi, ba'si (öldükten
sonra dirilmeyi) ahireti (kıyameti) konu edinmektir.
3- Önceki
sure müşriklerin şirkini kınayarak son bulduğu gibi, bu sure de yine aynı
kınamayla başlamıştır. Ayrıca onlardan bu şirkin delilini istemiş, dua
edenlerin duasına icabet eden yaratıcının azametini açıklamıştır. Halbuki
onların taptıkları putlar, kendilerine dua edenlere kıyamete kadar icabet
etmeyeceklerdir.
[2]
Bu surenin konusu da
diğer Mekkî sureler gibi a) tevhid, b) risalet, vahiy, c) bas, ceza olmak üzere İslâm'ın üç
inanç esasının ispatıdır.
Bu sure, kitabın
(Kur'an'ın) Allah tarafından indirildiğini anlatarak başlamıştır. Bu durum bir
önceki surede de aynen ifade edilmiştir. Bunun anlamı şudur: Allah tarafından
peygambere indirilen Kur'an, derhal vahiy kâtiplerince yazılmıştır. Sonra sure,
Allah'ın varlığına, tevhid ve öldükten sonra dirilmeye dair delilleri ortaya
koymuş, putperest müşrikleri kınamış; onlara, beyinleri parçalarcasına ikna
edici cevaplar vermiş, vahiy ve peygamberlik etrafındaki şüphelerini
cevaplandırmıştır.
Sonra iki grubun
durumunu dile getirmiştir:
1- Allah'ın
birliğini kabul edip, dini üzerinde dürüst olarak yürüyenler, ana - babalarına
itaat edip, iyilik edenler, dolayısıyla cennetlik olanlar.
2- Fıtrat
dini İslâm'dan uzaklaşıp dünya zevklerinin içine dalan, ba'si (öldükten sonra
dirilmeyi) ve hesabı inkâr edenler, imanı ve kıyameti yadırgayarak ana -
babalarına isyan edip cehennemlik olanlar.
Sonra sure, Ad kavmi
ile peygamberleri Hud (a.s.)'un kıssasını misal olarak getirdi. Ad kavmi, güç
ve kuvvetlerine aldanarak isyan edip azan, putlara tapınmakta ısrar eden bir
topluluktu. Bu sebeple yüce Allah onları Rabbinin emriyle her şeyi yıkıp kahreden
şiddetli bir fırtına ile helak etmiştir. Allah (c.c.) bu kıssayı, Kureyş
kâfirlerini korkutmak, Allah Rasulünü (s.a.) yalanlamalarından sakındırmak ve
alaylarına uygun bir azap ile onları uyarmak için zikretmiştir.
Nitekim sure, komşu
şehir halklarını Allah'ın helak ettiğini; cinlerin, duydukları Kur'an ayetleri
sebebiyle imana koştuklarını ve kavimlerini, Allah'ın peygamberine olumlu cevap
verip risaletine inanmaya çağırdığını ve inat edip Allah'ın davetcisi
peygambere icabet etmekten yüz çevirenlerin açık bir sapıklıkta olduğunu
açıklamıştır.
Daha sonra da sure;
Allah'ın, göklerin ve yerin yaratıcısı olduğunu ifade ederek öldükten sonra
diriltmeye kudreti olduğunu, kâfirlerin cehennem ateşiyle
cezalandırılmalarının mutlaka gerektiğini vurgulayarak, kıyamet korkularıyla
tehdit ederek ve azabın, helâkm ancak Allah'ın hükümlerine karşı çıkan,
taatinden uzaklaşan fasık kimseler için olacağını haber vererek son bulmuştur.
Azabın acele olarak istenmemesi gerektiği, peygambere düşenin de, ulu'1-azim
peygamberlerin sabrettiği gibi, sabretmek olduğu yine surenin sonunda ifade
edilmiştir.
[3]
1- Ha, mim.
2- Bu kitap aziz ve
hakim olan Allah tarafından indirilmiştir.
3- Gökleri, yeri ve
ikisi arasında bulunanları biz, şüphesiz yerli yerinde ve belli bir süre için
yarattık. İnkâr edenler, uyarıldıkları şeylerden yüz çevirmektedirler.
4- De ki: Söylesenize!
Allah'ı bırakıp taptığınız şeyler yeryüzünde ne yaratmışlar; göstersenize
bana! Yoksa onların göklere ortaklıkları mı vardır! Eğer doğru söyleyenlerden
iseniz, bundan evvel (size indirilmiş) bir kitap yahut bir bilgi kalıntısı
varsa onu bana getirin.
5- Allah'ı bırakıp da
kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere tapandan daha sapık
kim olabilir? (Oysa) onlar, bunların tapmalarından habersizdirler.
6- İnsanlar bir araya
toplandıkları zaman onlara düşman kesilirler ve onlara kulluk ettiklerini inkâr
ederler.
"Bana haber
veriniz," burada iki mecaz vardır. Yüce Allah görme ifadesini kullanarak
haber vermeyi murat etmiştir. Görme ile haber verme arasındaki alâka: sebep
sonuç ilişkisidir. İstifham -soru- hemzesi de emir anlamında kullanılmıştır.
Çünkü istifham ve emirden her biri talep ifade eder. Ayetin devamındaki
"...göstersenize bana..." cümlesi "söylesenize..."
ifadesini desteklemek içindir.
"Bundan evvel bir
kitap getirin..." buradaki "getirin" emri acizliklerini ortaya
çıkarmayı ifade eder.
"Allah'ı bırakıp
da başkalarına tapanlardan daha zalim kim olabilir?"
Buradaki istifham
inkârîdir. Yüce Allah'ı bırakıp da, duada bulunan ve onları ilâh edinip
tapanlardan cehalete daha yakın ve haktan daha uzak hiç kimse olamaz. Çünkü bu
putlar, çağrıldığında duymazlar.
[4]
"Ha, mim"
Hurufu mukattaa denilen bu harfler Kur'an'ın mucizevî yönünü gösterme ve
Kur'an'ın, kendi bildikleri, kullandıkları hece harflerinden oluştuğu halde
bir benzerini getirememeleri hususunda Araplara meydan okuma ve surede
okunacak ayetlerin önemine dikkat çekmek içindir.
"Bu kitap"
her yönüyle kâmil, Kur'an demektir. Bir önceki surenin baş tarafında zikredilen
bu kelimenin, bu surenin hemen başında da tekrarlanması Kur'an'ın yazıya
geçirilmesinin önemini vurgulamak içindir. "Aziz" Mülkünde hakim ve
güçlü. "Hakim" Kâinatı düzenlemesi ve yaratmasında hakim, yani her
şeyi yerli yerinde yaratan ve lâyık olduğu yere koyan "Allah tarafından
indirilmiştir."
"Gökleri, yeri ve
ikisi arasında bulunanları biz şüphesiz yerli yerinde" göklerin ve yerin
bu şekilde yerli yerince yaratılışı, Allah'ın kudret ve vahdaniyetini
(birliğini) göstermek için, hikmetinin ve adaletinin gereğidir. Burada, hikmet
sahibi yaratıcının varlığına ceza ve hesap için dirilmeye, delil vardır,
"ve belli bir süre içinde yarattık." Yani her şeyin sona ereceği
belli bir sürenin takdir edilmesi ile gökleri ve yeri yarattık ki o süre de kıyamet
gününe kadardır.
"Söylesenize"
İlâhlarınızın halini düşündükten sonra onları bana anlatıp haber veriniz.
"Bir bilgi kırıntısı" yani putlar sizi Allah'a yaklaştıracaktır diye
taptığınız iddiasının doğruluğuna dair öncekilerden rivayet edilip nakledilen
bir bilgi varsa getirin onu.
"Allah'ı bırakıp
taptıkları putlar" kendilerine tapanların isteklerine asla cevap
vermeyeceklerdir. "Onlar bunların tapmalarından habersizdirler."
Çünkü o putlar akılsız cansızlar ve kendi durumlarıyla meşgul kullardır.
[5]
"Ha, mim. Bu
kitap aziz ve hakim olan Allah tarafından indirilmiştir." Bu sure de
Casiye suresi gibi başlamıştır. Kur'an'ı kulu ve Rasulü Muham-med(s.a.)'e
indiren ancak Allah'tır. Yoksa müşriklerin iddia ettiği gibi o Kur'an,
peygamberin kendi sözü değildir. Allah, bu Kur'an'ı indirmekle, hiçbir şeyin
üzerine çıkamayacağı bir izzete sahiptir. O, mağlûp olmayacak bir saltanat ve
güce sahiptir. Kâinatı düzenlemesinde, sanatında, söz ve fiillerinde hikmet
sahibi olup her şeyi yerli yerine koyar. Durum böyle olunca, insanlara düşen
ancak Kurana inanıp, onun içindekileri tasdik etmek; Peygamber (s.a.)'in,
nübüvvetinde ve çağırdığı tevhidde, ba'si (öldükten sonra dirilmeyi) ve cezayı
ispatında, insanları dünya ve ahiret mutluluğuna ve faydalı güzel ahlâka
çağırmasında doğruluğuna inanmaktır.
"Gökleri, yeri ve
ikisi arasında bulunanları biz, şüphesiz yerli yerinde ve belli bir süre için
yarattık. İnkâr edenler, uyarıldıkları şeylerden yüz çevirmektedirler."
Yani biz, yukarıdaki gökleri, aşağıdaki yerleri ve ikisi arasındaki diğer
yaratıkları ancak ilâhî iradenin gereği olan hakka uygun bir biçimde yarattık.
Yoksa abes (boş) ve batıl bir şekilde değil. O halde göklerin, yerin ve ikisi
arasındakilerin yaratılışı abes ve batıl değildir.
Biz bunları,
artmayacak ve eksilmeyecek olan belirli bir süreye kadar yarattık ki, o süre de
kıyamet günüdür. Çünkü kıyamet gününde göklerin, yerlerin ve diğer yaratıkların
varlığı sona erecek, gökler ve yer başka bir hal alacaktır.
Ancak bütün bu
delillere, kitabın indirilişine ve peygamberlerin gönderilişine rağmen Allah'ı
inkâr edenler, kendilerinden istenenlerden uzak bir şekilde eğlenmekte,
herhangi bir hazırlık yapmadan Kur'an'da uyarıldıkları ba's (öldükten sonra
dirilme), hesap ve cezadan yüz çevirmektedirler. Yakında bu vurdumduymazlığın
akıbetini göreceklerdir.
Allah'ın varlığını,
kıyamet gününde haşir ve ba'sin vaki olacağını ispat ettikten sonra Allah
Tealâ putperestlere şöyle cevap vermiştir:
"De ki:
Söylesenize! Allah'ı bırakıp taptığınız şeyler yeryüzünde ne yaratmışlar,
göstersenize bana! Yoksa onların göklere ortaklıkları mı vardır!" Ey
peygamber! Allah ile birlikte başkalarına da tapan bu müşriklere söyle: Ey müşrikler!
Göklerin yerin ve ikisi arasındaki diğer yaratıkların yaratılışını iyice
düşündükten sonra tapındığınız putların ve kabirlerin durumunu bana anlatın!
Onlar, yerde herhangi bir şeyi tek başlarına yaratıp meydana getirebilirler
mi? Yoksa onların, göklerin hakimiyet ve tasarrufunda ortaklıkları mı vardır?
Gerçek şu ki, onlar
hiçbir şey yaratamamışlardır, göklerde ve yerde ortaklıkları da yoktur. O
halde her şeyi yaratan Allah ile birlikte başkasına nasıl tapınır, onu Allah'a
eş koşarsınız?
"...Eğer doğru
söyleyenlerden iseniz, bundan evvel (size indirilmiş) bir kitap, yahut bir
bilgi kalıntısı varsa onu bana getirin." Yani eğer siz, putların ilâhlığı
iddiasında doğru iseniz, Kur'an'dan evvel; peygamberlere indirilen Tevrat,
İncil gibi, putlara tapmanızın doğruluğunu gösteren yazılı bir delil, belge ya
da öncekilerin ve geçmiş peygamberlerin ilminden, gittiğiniz yolun doğru
olduğunu gösterecek bir bilgiyi bana getiriniz. Mana şudur: Sizin bu konuda ne
naklî ve aklî hiçbir deliliniz yoktur.
Allah Tealâ yaratma ve
diğer konularda putların gücü olmadığnı ortaya koyduktan sonra, onların hiçbir
konuda bilgilerinin olmadığını da belirtmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Allah'ı bırakıp
da kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere tapandan daha sapık
kim olabilir? (Oysa) onlar, bunların tapmalarından habersizdirler." Yani
Allah'ı bırakıp da birtakım putlara tapan ve onlardan, kıyamete kadar
yapamayacakları şeyleri isteyenlerden daha sapık daha cahil kim olabilir?
Çünkü böyle bir kimse, duymayan birisine dua etmiştir. Onun duayı kabul
etmesini nasıl umar? Taptıkları putlar, kendilerine dua edenlerden
habersizdirler, cansız oldukları için, duyamaz ve düşünemezler.
Mana şudur: Putların
hiçbir şeye güçleri yetmez, onların hiçbir bilgileri de yoktur. Çünkü onlar
cansız bir varlıktır. Cansıza tapmak ise sapıklıktan başka bir şey değildir.
Bu ise kınanmayı ve alayı gerektirir, "...kıyamet gününe kadar..."
ifadesi Arap adetine göre ebediliği anlatır. Yani "dünya durdukça..."
demektir.
Sonra yüce Allah, insanların
taptığı putların onların kendilerine taptıkları konusunda bilgilerinin
olmadığını da şu sözüyle teyit etmiştir:
"İnsanlar bir
araya toplandıkları zaman (tapınılan putlar) onlara (kendilerine tapanlara)
düşman kesilirler ve onlara kulluk ettiklerini inkâr ederler." (Bir başka
yoruma göre de, müşrikler tapındıklarına düşman kesilirler.). Yani putlara
tapan insanlar hesap yerinde toplandıkları zaman, putlar onlara düşman olacak,
onlardan uzaklaşıp, onlara lanet edecekler ve onların kendilerine tapmalarının
yanlış olduğunu söyleyeceklerdir. Yüce Allah, putlara hayat verecek, putlar da
onları tekzip edecekler. Melekler, Mesih (İsa), Uzeyr ve şeytanlar da kıyamet
gününde, kendilerine tapanlardan uzaklaşacaklardır.
Yukarıdaki ayetin
benzeri, Allah'ın şu buyruğudur: "Onlar, kendilerine bir itibar ve kuvvet
(vesilesi) olsun diye Allah'tan başka tanrılar edindiler. Hayır hayır!
(taptıkları) Onların ibadetlerini tanımayacaklar ve onlara hasım
olacaklardır." (Meryem, 19/81-82). Yani o putları, müşrikleri yalanlayacak
ve kendilerine en fazla muhtaç oldukları bir vakitte onlara düşman
kesileceklerdir. Yüce Allah, İbrahim (a.s.)'den hikâye ederek şöyle buyurmuştur:
"(İbrahim onlara) dedi ki: Sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet
uğruna Allah'ı bırakıp birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyamet günü (gelip
çattığında ise) birbirinizi tanımazlıktan gelecek ve birbirinize lanet
okuyacaksınız. Varacağınız yer cehennemdir ve hiç yardımcınız da yoktur."
(Ankebut, 29/25).
[6]
1- Bu
ayetler Casiye suresinin başlangıcını tekid etmektedir: Kur'an'ın kaynağı
Peygamber (s.a.), veya herhangi bir insan olmayıp bizzat aziz ve hakim olan
Allah'tır.
2- "Gökleri,
yeri ve ikisi arasındakileri şüphesiz biz yerli yerince ve belli bir süre için
yarattık." ayeti, üç hususa delâlet etmiştir:
a) Bu alemin
yaratılışıyla Allah'ın ispatı.
b)
"ancak lütuf, merhamet ve iyilik için..." ayetiyle de âlemlerin
yaratıcısı olan Allah'ın adil ve merhametli oluşunun ispatı.
c) Ba'sin
(öldükten sonra dirilme) ve kıyametin ispatı. Çünkü eğer kıyamet olmasaydı
zalimlerden mazlumlar haklarını tam olarak almak, itaatkârlara sevaplarını
eksiksiz vermek ve kâfirlere gerekli cezayı uygulamak mümkün olmaz, bu ise
göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin hak ile (yerli yerinde) yaratılmasına
aykırı düşerdi.
3- "...inkâr
edenler, uyarıldıkları şeylerden yüz çevirmektedirler." Sözü kâfirlerin bu
delillerden yüz çevirdiğini ve onlara iltifat etmediklerini göstermektedir.
Razi'nin de belirttiği
gibi bu ilahî söz, akideyi (inancı) ortaya koymak ve onu tashih için düşünmenin
ve bu düşünce vasıtasıyla bir neticeye varmanın gerekliliğini, delile aldırış
etmemenin din ve dünya konusunda yerilen bir husus olduğunu göstermektedir.
4- Allah
Tealâ bu üç inanç esasını tespit ettikten sonra bunlardan hareketle birtakım
ayrıntıları belirtti: Putperestlere: "Putlar, hiçbir şeyi yaratma gücüne
sahip değillerdir, kendilerine tapanların tapmalarından da asla haberleri
yoktur" diyerek reddiye yaptı. Bu iki husus putların tapınıl-maya uygun
olmadığını ifade eder. Çünkü onların yaratma, yapma, var etme, yok etme, fayda
ve zarar verme konusunda asla güçleri yoktur. Onlar, dua edenlerin duasını
duymayan, muhtaçların ihtiyaçlarını bilmeyen cansızlardır. Her yönüyle onların
bilgi ve kudretlerinin olmadığı ortaya çıkınca aklen artık onlara tapınmanın
hiçbir gerekçesi kalmamıştır. Çünkü onların ne zararı ne de faydaları vardır.
Sonra yüce Allah,
putperesteleri kınadı ve onlara "putlara tapanlardan daha sapık, daha
cahil hiçbir kimsenin bulunmadığını" anlattı. Çünkü o putlar,
çağrıldıklarında duymazlar, ne şu anda, ne de bundan sonra kıyamete kadar
onların, bu dualara karşılık vermeleri düşünülemez.
5-
"Yahut bir kitap... kalıntısı..." Allah'ın bu ayeti, yazılı metne
güvenmenin caiz olduğunu göstermektedir. İmam Malik, (r.a.) Şahit (davacı veya
davalının) hattını tanıdığında, hat (yazı) ile hüküm veriyordu. Ya da hakim,
şahidin veya kendisine yazan kimsenin hattını tanıdığında İmam Malik bununla
hüküm veriyordu. Sonra insanlar arasında birtakım hile ve tezvir ortaya
çıkınca bundan vazgeçti. İmam Malik'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"İnsanlar kötülük yapıyorlar, böylece birtakım problemleri oluyor."
Ancak İmam Malik,
şahitlerin "Bu, hakimin hattı ve yazısıdır." şeklindeki şahitliklerini
kabul etmeyi caiz görmüştür. Vasiyet veya bir insanın başkalarının malı ile
ilgili itiraf yazısı da böyledir.
6-
İbnu'l-Arabi şöyle demiştir: Gerçekten yüce Allah, gaybı gösteren vasıtalardan
sadece rüyayı bırakmış, o rüya ile ilgilenilmesine ve ondan hareketle neticeler
çıkarılmasına izin vermiş ve onun nübüvvetin (peygamberliğin) bir cüzü
(parçası) olduğunu haber verip bildirmiştir. Sevinilecek bir söz, bir amel de
(fe'l) böyledir. Ancak Allah Rasulü (s.a.) tıyara (bir şeyi uğursuz saymak)'dan
ve zecr (uğur veya uğursuzluk için kuş uçurmak)'den de sakındırmıştır. Fe'l:
Duyduğu sözle, dilediği iş hakkında bir neticeye varmaktır. Duyduğu şey güzelse
işte buna fe'l (Türkçemizde tefe'ül) denir. Ama hoşa gitmeyen bir şey duyarsa
buna tatayyur denir. Din fe'l ile kişinin sevinmesini ve sevinçli bir halde
işine devam etmesini emretmiştir. Kişi hoşlanılmayacak bir şey duyarsa ondan
vazgeçer ve ona yönelmez ve Peygamber (s.a.)'in kendisine öğrettiği gibi şöyle
der: "Allah'ım! Senin verdiğin uğursuzluktan başka uğursuzluk, hayrından
başka hayır ve senden başka ilâh yoktur."[7]
7- Ayetlerimiz
onlara açıkça okunduğu zaman, inkarcılar kendilerine o hak gelince "Bu,
apaçık bir büyüdür." dediler.
8- Yoksa, onu uydurdu
mu diyorlar? De ki: "Er ben onu uydurmuşsam, AllaH tarafından bana gelecek
hic"
bir savmaya gücünüz
yetmez. O sizin Kur'an hakkında
yaptığınız taşkınlıkları çok daha iyi
bilir. Benimle sizin aranızda şahit olarak yeter.O bağışlayan, esirgeyendir."
9- De ki: "Ben'
pevgamberlerin ilki
değilim. Bana ve size
ne yapılacağı- nida bilmem. Ben sadece bana vah- yedilenlere uyarım. Ben,
sadece
apaçıkbir
10- De ki: "Hiç
düşündünüz mü, şayet bu' Allah katından ise ve siz onu inkâr etmiŞSeniz, İsrailogulla-rı'ndan
bir şahit de bunun benzerini görüp inandığı halde siz yine de büyüklük
taslamışsanız (haksızlık etmiş olmaz mısınız?) Şüphesiz Allah, zalimler
topluluğunu doğru yola iletmez."
"...Sizin, Kur'an
hakkında yaptığınız taşkınlıklar..." Bu ifade de istiare-i tebaıyye
(fiilde istiare) vardır. Burada akıp gitmek, taşmak anlamında bulunan
"ifada", bir şeye başlamak, içine dalmak anlamında kullanılmıştır.
[8]
"Yoksa onlar
şöyle mi diyorlar?..." Buradaki hemze inkârîdir. Kestedi-len mana şudur: O
münkirler, Kur'an'ı sihir diye isimlendirmekten vazgeçip daha çirkin iftiraya
mı, cüret ediyorlar? O Kur'an'ı Muhammed (s.a.), uydurdu mu diyorlar? De ki:
Faraza onu ben uydursaydım Allah da, bana he-
men ceza verseydi,
siz, o azabı hiçbir şekilde benden sayamazdınız. O halde böyle bir şeye ben
nasıl cüret eder, böyle bir azaba kendimi nasıl maruz bırakırım. "Benimle
sizin aranızda şahit olarak O yeter." Yani Allah, benim doğruluğuma ve
vazifemi tebliğ ettiğime şahit olduğu gibi sizin de yalan ve inkârınıza
şahittir. Bu, Kur'an ayetleri hakkında taşkınlık yapmalarına karşılık, onlara
bir tehdittir. Mağfireti ve rahmeti bol olan Allah'ın tevbe edip iman edenlere
mağfiret ve rahmet vaadi; Allah'ın hilim sahibi olduğunu ifade etmektir.
Dolayısıyla Allah, onların cezasını acilen vermemektedir.
Ayetteki
"bid'an" kelimesi "bedîan" şeklinde de okunmuştur. Daha önce
bir misali olmayan demektir. Yani ben, ilk peygamber değilim. Benden önce pek
çok peygamberler geçmiştir. O halde nasıl oluyor da beni tekzip ediyorsunuz?
Gayb hakkında bilgim olmadığı için, "Dünya ve ahirette, bana ve size ne
yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilen Kur'an'a uyarım."
Kendimden bir şey icat etmiyorum. Bu kâfirlerin, peygamberlere vahyedilmeyen
gayb haberlerine dair bilgi verme tekliflerine bir cevaptır. "Ben
ancak" deliller ve mucizelerle Allah'ın azabına karşı size gönderilmiş
"apaçık bir uyarıcıyım."
"İsrailoğulları'ndan
bir şahit..." İsrailoğulları'ndan bir şahit, Abdullah b. Selâm'dır.
Abdullah b. Selam Rasulullah (s.a.)'ın Tevratta bulunan sıfatlarına şahitlik
etmiştir, "bunun benzerini görüp inandığı halde büyüklük
taslamışsanız..." Yani kibirlenip iman etmemişseniz... Abdullah b. Selâm,
Tevrat da Kur'an'a uygun ve Kuranı tasdik eden manaların olduğuna şahitlik
etti.
"Şüphesiz Allah
zalimler topluluğunu hidayete erdirmez." Bu kısım şartın mahzuf olan
cevabının delilidir. Yani bu Kur'an Allah'ın nezdinden ise onun benzerine
İsrailoğulları'ndan birisi şahitlik ediyor ve inanıyor da, siz halâ büyüklük
taslıyorsanız, sizler zalimler değil misiniz!
[9]
"De ki: "Hiç
düşündünüz mü?.." ayetinin (10. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak
Taberani'nin sahih senetle İbn. Avf b. Malik el-Eşcai'den rivayet ettiğine
göre, el-Eşcai şöyle demiştir: Peygamberle bayram günlerinin birinde
Yahudilerin havrasına girdik, bizim girişimizi hoş görmediler. Bunun üzerine
Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurdu: "Ey Yahudi topluluğu! Aranızdan;
Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Rasulü (s.a.) olduğuna
şahitlik edecek on iki kişi gösterin bana! Allah, gök kubbe altında olan her
bir Yahudi'den öfkesini kaldıracaktır." Yahudiler sustu, peygambere
hiçbiri cevap vermedi. Sonra Allah Rasulü (s.a.) oradan ayrıldı. Derken
arkasından birisi "Ey Muhammed! Durum senin dediğin gibi." dedi ve
dönerek: "Ey Yahudi topluluğu! Aranızda beni nasıl bilirsiniz" diye
sordu. Yahudiler, "Aramızda Allah'ın kitabını (Tevrat'ı) senden daha iyi
bilen, daha iyi anlayan; senden evvel babandan, dedenden daha iyi bilip, anlayan
birini tanımıyoruz" diye cevap verdiler. Bunun üzerine o kişi, "Tevrat'ta
(vasıflarını) bulduğunuz o peygamberin Muhammed olduğuna şeha-det
ediyorum" dedi. Yahudiler: "Yalan söyledin" diyerek, ona cevap
verdiler ve onun hakkında kötü sözlerde bulundular. Allah: "De ki: Hiç
düşündünüz mü, şayet bu, Allah katından ise ve siz onu inkâr etmişseniz,
İsrailoğulla-rı'ndan bir şahit de, bunun benzerini görüp inandığı halde, siz
yine de büyüklük taslamışsanız (haksızlık etmiş olmaz mısınız?)" ayetini
indirdi.
Buhari ve Müslim'in
Sa'd b. ebi Vakkas'dan rivayetlerine göre o şöyle demiştir:
"'...İsrailoğulları'ndan bir şahit de bunun benzerini görüp inandığı
halde..." ayeti, Abdullah b. Selâm hakkında nazil olmuştur. İbni Cerir,
Tirmizi ve İbni Merdüveyh'in, Abdullah b. Selâm'dan rivayet ettiklerine göre o
şöyle demiştir: Yukarıda sözü edilen ayet, benim hakkında nazil olmuştur,
ayrıca "De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve yanında
Kitab'ın bilgisi olan yeter." (Rad, 13/43) ayeti de benim hakkımda nazil
oldu.
[10]
Allah Tealâ tevhidi
tesbit edip, ortaklarının olmadığını belirttikten sonra peygamberlik ile Kur'an
etrafında müşriklerin şüphelerini zikretti ve müşriklerin, Kur'an mucizesine
sihir adı verdiklerini, ne zaman Kur'an dinleseler, "bunu Muhammed, kendi
kafasından uydurup çıkarttı", dediklerini açıkladı. Sonra onların bu
şüphelerini ortadan kaldırdı ve peygamberinin diliyle şöyle buyurdu: Faraza o
Kur'an'ı ben uydurmuş olsaydım, Allah Tealâ derhal beni cazalandırırdı da siz,
beni azaptan koruma gücünü gösteremezdiniz. O halde böyle bir iftiraya ben
nasıl cesaret edebilirim! Kendimi Allah'ın azabına nasıl maruz bırakırım?
Sonra Allah Tealâ
onların başka çeşit şüphelerini anlattı ki, o da Peygamber (s.a.)'den, tuhaf
mucizeler getirmesini ve gayb alemlerinden kendilerine haber vermesini
istemeleridir. Allah Tealâ onlara, peygamberinin lisanıyla cevap vermiştir,
Peygamberimiz (s.a.) onlara şöyle demiştir: "Ben, Allah'ın gönderdiği ilk
peygamber değilim ki; size, Allah'ın elçisi olduğumu bildirmemi, sizleri
Allah'ın birliğine davet edip putlara tapınmaktan neh-yedişimi yadırgıyorsunuz.
Çünkü bütün peygamberler bu gayeler ve bu hedefler için gönderilmiştir. Ben de
onlardan biriyim. (Allah'ın izni olmadan) mucizeler de getiremem, gayblerden
haber de veremem. Çünkü bunlar,
beşerin gücü
dahilinde olmayıp, ancak Allah'ın kudretiyle olacak şeylerdir.
[11]
Ayetlerimiz onlara
açıkça okunduğu zaman; inkarcılar, kendilerine o hak gelince bu apaçık bir
büyüdür." dediler. Yani Kur'an ayetleri müşriklere apaçık bir şekilde
okunduğunda onlar, kendilerine gelen bu Kur'an gerçeği hakkında bu apaçık bir
sihir, aldatıcı bir yaldızdır, derler de onu yalanlayıp iftira ederler, kâfir
olup yoldan çıkarlar.
Sonra yüce Allah çok
daha çirkin bir şekilde Kur'an'ı sihir diye nitelemelerini zikredip şöyle
diyerek onlara cevap verdi:
"Yoksa onu
uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer ben onu uydurmuşsam, Allah tarafından bana
gelecek hiçbir şeyi savmaya gücünüz yetmez..." Yoksa onlar, "Bu
Kur'an'ı Muhammed, Allah adına yalan söyleyerek, kendi kafasından mı
uydurdu?" diyorlar. Allah Tealâ onlara şöyle cevap vermiştir: Ey Rasulüm!
onlara şöyle söyle: Eğer ben faraza Allah'a iftira edip, iddia ettiğiniz gibi
yalan söylemiş olsaydım, beni size peygamber olarak gönderdiği iddiasında
bulunsaydım; durum da benim iddia ettiğim gibi olmasaydı; Allah Tealâ beni
şiddetle cezalandırırdı da yeryüzü halkından hiç kimse, siz ve diğerleri benim
Allah tarafından cezalandırılmama engel olamazdınız. O halde nasıl olur da ben
böyle bir iftiraya cüret edebilir, kendimi azaba maruz bırakabilirim?
Ayette geçen
"em" kelimesi inkâr ve hayret uyandırmak içindir. Sanki şöyle
denilmiştir: Bunu bırak, yadırganan ve garip olan şu söze kulak ver!
Yukarıdaki ayetin mana
bakımından benzerleri şunlardır: "De ki: Gerçekten (bana bir kötülük
dilerse) Allah 'a karşı beni kimse himaye edemez, O'ndan başka sığınacak kimse
de bulamam." (Cin, 72/22); "Eğer (peygamber) bize atfen bazı sözler
uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık. Sonra onun can damarını
koparırdık (onu yaşatmazdık.) Hiçbiriniz buna mani de olamazdınız."
(Hakka, 69/44-47). "O sizin Kur'an hakkında yaptığınız taşkınlıkları çok
daha iyi bilir. Benimle sizin aranızda şahit olarak O yeter. O bağışlayan,
esirgeyendir." Yani Allah Tealâ, Kur'an hakkında söylediklerinizi, onu
yalanlamak üzere yaptığınız taşkınlıkları; sihirdir, kehanettir diye
iftiralarınızı daha iyi bilir.
Allah Tealâ doğru
şahit olarak kâfidir. Kur'an'ın kendi nezdinden olduğuna, benim onu söze
tebliğ ettiğime ve sizin yalanlamanız ve inkârınıza şahittir. Sözden sadır
olan bütün bu iftiralara rağmen, Allah, tevbe edip, iman edenleri, Kur'an'ı
tasdik edip içindekilerle amel edenleri bağışlayıcıdır.
Bu tehdit ve korkutma,
tevbeye teşviki ve Allah'a yönelmeyi gerektiren bir ifadedir. Bu, aynen
aşağıdaki ayette ifadesini bulan manaya benzer: "Yine onlar dediler ki:
(Bu ayetler) onun, başkasına yazdırıp da kendisine sabah akşam okunmakta olan,
öncekilere ait masallardır. (Rasulüm) De ki: Onu göklerdeki ve yerdeki
gizlilikleri bilen Allah indirdi. Şüphesiz O, çok bağışlayıcıdır, engin
merhamet sahibidir." (Furkan, 24/5-6).
Sonra yüce Allah
müşriklerin bir başka şüphesine cevap vermiştir ki, o da şudur: Peygamberden,
birtakım mucizeler getirmesini istemek ve gayba ait konulardan haber vermek.
Bunu red için Allah Tealâ şöyle buyurdu:
"De ki: Ben
peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem." Yani
ben, dünyaya gelen ilk peygamber değilim, bilakis Allah benden önce birçok
Rasuller göndermiştir. Ben, benzeri olmayan, ilk defa ortaya çıkmış bir
peygamber değilim ki, beni yadırgayıp size peygamber olarak gönderilişimi garip
görüyorsunuz. Gelecekte dünya ve ahirette bana ve size ne yapılacağını da
biliyor değilim. Size hemen ceza verilecek rru> yoksa bir süre mi verilecek?
bilmiyorum. Gelecekte durumumun ne olacağını bilmiyorum, Allah'ın fiillerini
benim ve sizin için takdir ettiği hükümlerini de bilmiyorum.[12]
"Ben sadece bana
vahyedilene uyarım. Ben, sadece apaçık bir uyarıcıyım." Ben ancak
Allah'ın Kur'an ve sünnette bana indirdiklerine tabi olurum. Kendinden hiçbir
şey uydurmam. Ben sadece, her akıllı için gayet açık ifadelerle sizi Allah'ın
azabından korkutan bir uyarıcıyım.
Bu, Peygamber
(s.a.)'in, dünyada kendisinin ve müşriklerin durumlarının nereye varacağını
bilmediğinin delilidir. Ancak ahirette o, kendisinin ve tabilerinin kesinlikle
cennette olacaklarını bilmektedir. Ama bu, genel olarak böyledir. Yoksa belli
bir şahsın cennetlik olduğu konusunda kesin hüküm verilmez. Ancak kitap ve
sünnette nassm belirlediği cennetle müjdelenen on kişi,[13] İbni
Selâm, el-Umeysa, Bilal, Suraka, Cabir'in babası Abdullah b. Amr b. Haram,
Bi'r-i Maune'de şehit edilen yetmiş Kurra, Zeyd b. Harise, Ca'fer b. Ebi Talib,
Abdullah b. Revaha ve benzerleri (r.a.)'nin cennetlik olduğu kesinlikle
söylenebilir. Bunların dışında kalan kimseler hakkında kesin hüküm
verilemeyeceğine dair delil aşağıdaki hadistir:
Ahmed b. Hanbel ve
Buhari'nin Ummu'l-Alâ'dan rivayetine göre -Um-mu'l-Alâ: Ensar kadınlarından
biridir- o şöyle demiştir: Osman b. Maz'un öldüğünde, "Allah sana merhamet
etti, ben sana şehadet ediyorum. Andol-sun ki Allah sana ikramda bulundu."
dedim. Bunun üzerine Allah Rasulü (s.a.): "Allah'ın, ona ikramda
bulunduğunu nereden biliyorsun? Ona Allah tarafından ölüm gelmiştir. Onun için
hayır umuyorum (ama) Allah'a yemin olsun ki, ben Allah'ın Rasulü olduğum halde,
bana ve size ne olacağını bilmiyorum." dedi. Ummu'1-Alâ da: Bundan sonra
kimseyi tezkiye etmeyeceğim" dedi.
Taberani ve İbni
Merdüveyh'in İbni Abbas'tan rivayeti ise şöyledir: Osman b. Maz'un ölünce
hanımı veya herhangi bir hanım şöyle dedi: Ey İbni Maz'un! Cennet sana mutlu
olsun! Bunun üzerine Allah Rasulü (s.a.) o
kadına öfke ile baktı
ve "Onun cennetlik olduğunu nereden biliyorsun? Allah 'a andolsun ki, ben
Allah 'm Rasulüyüm, fakat Allah 'm bana ne yapacağını bilmiyorum." dedi.
Bunun üzerine o kadın: "Ey Allah'ın Rasulü! O, senin arkadaşın ve
süvarindir, sen daha iyi bilirsin" dedi. Allah Rasulü (s.a.) de,
"Onun için Rabbinin rahmetini umar, günahından dolayı da onun adına
korkarım." buyurdu.
Sonra Allah Tealâ
müşriklerin ne kadar zararda olduklarını şöyle ifade etti:
"De ki: Hiç
düşündünüz mü; şayet bu, Allah katından ise ve siz onu inkâr etmişseniz,
İsrailoğulları'ndan bir şahit de bunun benzerini görüp inandığı halde siz yine
de büyüklük taslamışsanız (haksızlık etmiş olmaz mısınız"?) Şüphesiz
Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez." Ey Muhammedi Kur'an'ı
inkâr eden bu müşriklere söyle: Bana haber verin, eğer bu Kuran gerçekte Allah
nezdinden ise, siz de onu inkâr etmişseniz, Tevrat'ta Allah'ın indirdiklerini
bilen İsrailoğulları'ndan biri de bunun benzeri olan Kur'an'ın doğruluğuna
şahitlik ediyorsa veya benim söylediğimin benzerine şahitlik ediyorsa ve bu
şahit, Kur'an'ın Allah kelâmı olduğu besbelli olduğu için, ona inanmışsa, (bu
şahit, hicretten sonra müslüman olan Abd-lullah b. Selamdır) siz de halâ buna
inanmaktan büyüklük taslamışsanız, nefsinize zulmettiniz ve zarara
uğrayanlardan oldunuz.[14]
Allah'ın
"Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez." sözü şu
anlama gelmektedir: Allah, onları hayra muvaffak Tcılmaz. Bu cümle Arap dilinde
"istinaf-i beyani" olarak adlandırıp onların niçin kibirlendiklerinin
sebebini belirtmektedir.
Bir başka ifade ile ayetin
manası şudur: Eğer getirdiğim bu kitabı, size tebliğ etmem için bana Allah
indirmişse, siz de onu inkâr edip yalanla-mışsanız, insanların en sapığı ve en
zalimi ya da kendinize zulmetmiş olmaz mısınız? Bu durumda Allah'ın size ne
yapacağını zannediyorsunuz? Ayette "in kâne" diye geçen şartın cevabı
açıkça belirtilmiştir, fakat bu hazfedilen cevap tefsir kısmında
"...insanların en sapığı ve an zalimi olamaz mısınız..." şeklinde
belirtilmiş olup, "...Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez"
cümlesinden alınmıştır.
Ayette geçen
"İsrailoğulları'ndan bir şahit de..." ayetindeki şahit, müfessirlerden
çoğunun görüşüne göre Abdullah b. Selâm'dır. Keşşaf sahibi müfessir Zemahşeri
şöyle demektedir: Allah Rasulü (s.a.) Medine'ye geldiğinde, Abdullah b. Selâm
onun yüzüne baktı ve bu yüzün bir yalancı yüz (veya bir yalancının yüzü)
olmadığını anladı, iyice düşünüp onun beklenen peygamber olduğuna kesinkes
inandı ve şöyle dedi; Sana üç şey soracağım ki, bunları ancak peygamber bilir:
Kıyametin alâmetlerinin ilki nedir, cennetliklerin yiyeceği ilk yiyecek nedir,
çocuk babasına mı, anasına mı çeker? Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurdu:
"Kıyamet alâmetlerinin ilki, insanları doğudan batıya doğru sevkedecek bir
ateştir. Cennet ehlinin yiyeceği ilk yiyecek ise balık ciğerinin fazlası
(havyar) dır. Çocuğun durumuna gelince: Erkeğin suyu daha önce gelirse çocuk
erkeğe, kadının suyu daha erken gelirse çocuk anneye çeker, benzer."
Bunun üzerine Abdullah b. Selam: "Şe-hadet ediyorum ki, sen gerçekten
Allah'ın Rasulüsün. Ey Allah'ın Rasulü! Yahudiler gerçekten iftiracı bir
toplumdur. Eğer sen onlara, benim hakkımda soru sormadan evvel müslüman
olduğumu öğrenirlerse, senin yanında bana bühtan (iftira) ederler." dedi.
Derken Yahudiler geldi ve Nebi (s.a.) onlara: "Aranızda Abdullah nasıl
bir kimsedir?" diye sordu. Yahudiler de: "En hayırlımızdır, en
hayırlımızın oğludur, seyyidimiz (efendimiz)dir, seyyidi-mizin oğludur, en
bilginimizdir ve en bilginimizin oğludur" diye cevap verdiler. Allah
Rasulü (s.a.) "Ya Abdullah müslüman olursa... ne dersiniz?"
bu-yurunca; onlar, "Allah onu bundan korusun" dediler. Bunun üzerine
Abdullah onların yanına çıktı ve "Allah'tan başka ilâh olmadığına ve
Muham-med'in Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet ediyorum" dedi. Hemen Yahudiler:
"O, en şerlimizdir ve en şerlimizin oğludur" diyerek kadru kıymetini
düşürmeye başladılar. Abdullah b. Selam, "Ey Allah'ın Rasulü! Başıma gelmesinden
korktuğum işte bu idi." dedi.[15]
Dolayısıyla bu ayet Medine'de nazil oldu, Allah Tealâ da Rasulüne (s.a.) bu
ayeti, bu Mekkî surenin içine muayyen yerine koymasını emretti.[16]
1- Mekke
müşrikleri peygambere düşmanlık ederek, Kur'an'ın Allah tarafından geldiğini
inkâr ettikleri gibi, peygamberliği de yalanladılar ve Kur'an'ı bir sihir, büyü
diye nitelediler.
2- Kur'an'ı
sihir, büyü diye nitelemekle yetinmediler,
bundan çok daha çirkinini de söylediler, Kur'an Allah'tan değildir,
Muhammed onu kendi kafasından uydurup çıkardı dediler.
3- Yüce
Allah onların bu iftiralarına şöyle cevap verdi: Faraza onu Muhammed (s.a.)
uydurmuş olsaydı Allah Tealâ onu dünyada derhal cezalandırırdı ve hiç kimse
Allah'ın azabını ondan geri çeviremezdi. Bu müşriklerin uydurduklarını ve
içine daldıkları yalanlamalarını Allah çok iyi bilmektedir. Kur'an'ın kendi
nezdinden olduğuna şahit olarak Allah yeter! O, peygamberinin doğruluğunu,
haklılığını ve onların haksızlığını bilir.
Bütün bunlara rağmen
Allah, tevbe edenleri bağışlayıcı, mümin kullarına pek merhametlidir. Bu
müşrikler de eğer inanırlarsa Allah onların geçmiş günah ve isyanlarını da
bağışlar.
4- Nebi
(s.a.) gönderilen ilk peygamber değildir. Bilakis o peygamberlerin
sonuncusudur. Ondan evvel de birçok peygamberler gelip, geçmiştir. Onun,
insanları tevhit inancına daveti, putlara tapınmayı inkârı ve gaybı bilmemesi,
ona has bir şey değildir. Bu, öteden beri bütün peygamberlerin ifadesi ve
davetidir.
5- Nebi
(s.a.) gaybı, ancak vahiy yoluyla bilebilir. O halde bilmediği mugayyabatı
(gayb olaylarını) haber vermesini istemenin hiçbir gerekçesi olamaz. Çünkü o,
gerek dünya ve gerekse ahifet konusunda kendisine ve insanlara ne yapılacağını,
ne gibi hüküm ve tekliflerle karşılaşacaklarını mükelleflerin durumlarının ne
olacağını bilmemektedir.
Ancak Peygamber (s.a.)
kendisinin peygamber olduğunu bildiği için, o kendisinden kebair (büyük
günahlar)ın meydana gelmeyeceğini ve meydana gelecek zellelerin de (küçük
günahların da) affedileceğini bilmektedir. Bu husus, Allah'ın şu sözüyle bir
defa daha teyit edilmiştir: "Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek
günahını bağışlar..." (Feth, 48/2), "(Bütün bu lütuf-lar) mümin
erkeklerle, mümin kadınları, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar
akan cennetlere koyması, onların günahlarını örtmesi içindir..." (Feth,
48/5), "Allah'tan büyük bir lütfa ereceklerini müminlere müjdele."
(Ahzab, 33/47)
6- Vahidi ve
diğerlerinin İbni Abbas'tan rivayet ettiklerine göre "Bana ve size ne
yapılacağını bilmiyorum." ayetinde nesih yoktur. Allah Rasulü (s.a.)'nün
ashabının başına gelen felâketlerin arttığı bir sırada, Peygamber (s.a.)
rüyasında, hurmalığı olan, ağacı ve suyu bulunan bir araziye hicret edeceğini
gördü ve bu rüyayı arkadaşlarına anlattı. Arkadaşları da buna sevindiler ve bu
rüyada, içerisinde bulundukları müşrik ezasından bir kurtuluş gördüler. Sonra
bu rüyanın gerçekleşmediğini görerek bir süre daha beklediler. Ve Ey Allah'ın
Rasulü! Rüyada gördüğün yere ne zaman hicret edeceğiz? diye sordular. Allah
Rasulü (s.a.) sustu, cevap vermedi ve peşinden Allah Tealâ "Bana ve size
ne yapılacağını bilmiyorum." ayetini indirdi. Yani, rüyada gördüğüm yere
gidecek miyim, yoksa gitmeyecek miyim? bilmiyorum diye cevap verdi. Sonra
"O, rüyamda gördüğüm bir şeydir. Ben ise ancak bana vahyedilene tabi
oluyorum, yani size haber verdiğim husus bana vahyedilmedi." dedi. Kuşeyri
şöyle demiştir: "Buna göre bu ayette nesih yoktur."
7- Tevrat'ı
bilen insaflı bir kişinin Kur'an'ın hak olduğuna şehadet etmesine rağmen,
müşrikler eğer Kuranı yalanlamaya devam ederler, kibirlenip ona inanmak ve
tabi olmaktan yüz çevirirler de Kur'an'ın, kendisine indirildiği Rasule
itaatten kaçarlarsa "De ki: Hiç düşündünüz mü, şayet bu, Allah katından
ise..." ayeti, işte bu durumda onların, o zalim müşriklerin acı verici
bir azap ile korkutulmasını göstermektedir. Bu insaflı şahit,
ister Abdullah b.
Selâm, ister Musa (a.s.) olsun, değişmez, Her halükârda bu ayet; Tevrat'ta, Hz.
Musa'nın ve Beni İsrail ulemasının lisanında Peygamber (s.a.)'i
müjdelemektedir. Bu, tıpkı İsa (a.s.)'nın Muhammed'i (s.a.) müjdelemesine
benzemektedir: "Hatırla ki, Meryem oğlu İsa: Ey İsrailoğul-lan! Ben size
Allah'ın elçisiyim. Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra
gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim,
demişti." (Saff, 61/6).
Ayette mana ve lafız
bakımından takdim ve tehir vardır. O takdirde mana şöyledir: "De ki: Hiç
düşündünüz mü, şayet bu (Kur'an) Allah katından ise, İsrailoğulları'ndan
birisi de bunun doğruluğuna şahitlik edip, iman etmiş de siz inkâr etmişseniz
(haksızlık etmiş olmaz mısınız?) Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu, yani
inatçı kâfirleri doğru yola iletmez."
Allah Tealâ'nın
"Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez." sözü bir
tehdittir ve aynı zamanda şartın (in harfinin) hazfedilen cevabı makamındadır.
Bu durumda mana şöyle olur: "De ki: Hiç düşündünüz mü, şayet bu (Kur'an)
Allah katından ise sonra siz de kalkıp onu inkâr etmişseniz, siz doğru yolu
kesinlikle bulamazsınız, aksine sapıklar haline gelirsiniz."[17]
11- Kâfirler, iman
edenler hakkında dediler ki: "Bu (iman) bir hayır olsaydı onlar bizi
geçemezlerdi." Fakat onlar bununla doğru yola girmek arzusunda olmadıkları
için "Bu eski bir yalandır
diyeceklerdir eski bir yalandır, diyeceklerdir.
12- Ondan önce de bir
rahmet ve rehber olarak Musa'nın kitabı var- dır- Bu da zulmedenleri
uyarmak ve iyilik yapanlara müjde olmak
uzere Arap lisanıyla indirilmiş,
doğrulayıcı bir kitaptır.
13- Rabbimiz
Allah'tır, deyip sonra da dosd°Sru yaşayanlara korku yoktur ve onlar
üzülmeyeceklerdir.
14- Onlar cennet
ehlidirler. Yapmakta olduklarına karşılık orada ebedî kalacaklardır.
"uyarmak" ve
"müjde olmak" kelimeleri arasında tezat vardır.[18]
"Kâfirler "
Bu inkarcılar Kureyş topluluğudur. Denilmiştir ki: Cühey-ne, Müzeyne, Eşlem ve
Gıfar kabileleri müslüman olduklarında, Beni Amir, Katafan, Esed ve Eşca
kabileleri bunu söylemişlerdir. Diğer bir rivayette İbni Selâm ve arkadaşları
müslüman olduğunda Yahudiler söyledi denilmiştir, "iman edenler
hakkında" onlar adına ve onlar hakkında "dediler ki şayet" iman
"bir hayır olsaydı, onlar bizi geçemezlerdi" çoğu fakirler, köleler,
çobanlar oldukları için onlar düşük insanlardır. "Fakat onlar bununla
doğru yola girmek arzusunda olmadıkları için" Yani bunu diyenler Kur'an'la
hidayet bulmadıklarından "Bu eski bir yalandır diyeceklerdir."
Öncekilerin hurafeleridir dedikleri gibi Kuranın da eski bir söz olduğunu
söylemektedirler.
"Bu" Kur'an
"zulmedenleri" Mekke müşriklerini "uyarmak ve iyilik yapanlara"
müminlere "müjde olmak üzere ...doğrulayıcı bir kitaptır." Yani
Kur'an Musa'ya (a.s.) indirilen Tevrat'ı teyid etmektedir.
"Rabbimiz
Allah'tır, deyip sonra da dosdoğru yaşayanlara" İtaat üzere yaşayanlar ile
dini konularda ve amelde ilmin özü olan tevhid ve istikameti birleştirenler...
"sümme = sonra" Bu ifade amel derecesinin imandan sonra geldiğine ve
amelin tevhid inancına bağlı olduğuna delâlet etmektedir. "korku
yoktur." Gelecekte istenmeyen bir şeyin kendilerine gelmesinden
korkmayacaklardır, "ve onlar üzülmeyeceklerdir." Geçmişte sevilen bir
şeyin elden kaçırılmasına da üzülmeyeceklerdir.
[19]
Taberani, Katade'nin
şöyle dediğini rivayet etmiştir: Müşriklerden bazı insanlar biz daha
şerefliyiz. Bu din bir hayır olsaydı filan ve filan bizi geçemezlerdi,
demişler ve bunun üzerine 11. ayet nazil olmuştur.
İbni Münzir Avn bin
Ebi Şeddadin şöyle söylediğini nakletmiştir: Ömer b. Hattab'ın kendisinden önce
müslüman olan bir cariyesi vardı. Bu cariyeye Zinnin veya Zinnira deniliyordu.
Ömer Zinnin'i müslüman olduğu için yoruluncaya kadar dövüyordu. Kureyş
kâfirleri bu iş bir hayır olsaydı Zinnin hayırda bizi geçemezdi, demişler ve
Allah Tealâ ayeti onun hakkında indirmiştir. "Kâfirler iman edenlere
şöyle demişlerdir: Şayet o hayırlı (bir iş) olsaydı onlar bizi
geçemezlerdi." Urve b. Zübeyr şöyle demiştir. Ebu Cehil'in kendisine
işkence ettiği bir Rum cariye olan Zinnira müslüman oldu. Gözleri görmez oldu.
Seni Lat ve Uzza çarptı dediler. Allah onu tekrar görür hale getirdi. Bunun
üzerine Kureyş büyükleri şöyle dediler: Şayet Muhammed'in getirdiği hayır
olsaydı Zinnira bizi geçemezdi. Ve Allah bu ayeti indirdi.
İbni Abbas, Kelbî ve
Zeccac şöyle söyledi. Kâfirlerden Beni Amir, Ka-tafan, Temim, Esed, Hanzale ve
Eşca kabileleri müslüman olan Gıfar, Eşlem, Ceheyne, Müzeyne ve Huzaa
kabileleri için şöyle demişlerdir: Şayet Muhemmed'in getirdiği hayır olsaydı
deve çobanları bizi geçemezdi. Çünkü biz onlardan daha şerefliyiz.
Müfessirlerin çoğu da
şöyle demiştir: Yahudiler iman eden Abdullah b. Selâm ve arkadaşları için:
"Şayet Muhammed'in dini hak olsaydı onlar bizi geçemezlerdi."
demişlerdir.
[20]
Bu, Hz. Muhammed'in
peygamberliğini inkâr eden müşrik veya Yahudilerin Ammar, Suheyb, İbni Mesud
gibi fukara cemaatin imanıyla alâkalı bir başka şüpheleridir. Şayet bu din
hayırlı olsaydı onlar bizi geçemezlerdi, demişlerdir.
Sonra Allah Tealâ
Tevrat'ın, Kuranın doğruluğuna delil olduğunu ve Hz. Muhammed'in (s.a.)
gönderilmesini müjdelediğini anlatarak onlara cevap vermiştir. Tevhid ve
nübüvvet delillerinin ortaya konulması, inkarcıların şüphelerinin zikredilmesi
ve onlara cevap verilmesinden sonra Allah Tealâ, amel-i salih işleyen
müminlerin mükâfatlarını alacağını söylemiştir.
[21]
"İnkar edenler,
iman edenler hakkında dediler ki: Bu iş bir hayır olsaydı, onlar bizi geçemezlerdi.
"Yani Mekke kâfirleri veya Yahudiler Bilal, Ammar, Suheyb, Habbab (r.a.)
ve onlar gibi fakir ve zayıf olanların imanı hakkında kendilerinin değerli
konularda önde olduklarını Allah yanında şerefli bulunduklarını ve Allah'ın
kendilerine önem verdiğini düşünerek bu din hak olsaydı, onlar bizi imanda
geçemezlerdi, demişlerdir. Bunda çok büyük bir yanlışa düşmüşlerdir. Çünkü
Allah peygamberlik ve dini için dilediklerini seçer. Yukardaki ayet Allah
Tealâ'nın şu ayetine benzemektedir. "Aramızdan Allah'ın kendilerine lütuf
ve ihsanda bulunduğu kimseler bunlar mı! demeleri için onların bir kısmını
diğerleri ile işte böyle imtihan ettik." (Enam, 6/53). Yani bunlar bizim
dışımızdakiler nasıl hidayete erdi, diye hayrete düşerler.
Allah Tealâ'nın
"iman edenler hakkında..." sözünün manası Zemahşe-ri'nin söylediği
gibi onlar hakkındadır. Yani kâfirler iman edenlerin imanı hakkında "Şayet
hayır olsaydı onlar bizi geçemezlerdi." demişlerdir. Mananın şöyle olması
caizdir. Kâfirler iman edenlere hitap ederek şöyle şöyle dediler. Allah Tealâ
bu sözden sonra kâfirlerin halini anlatıp şu ifadesiyle onlara cevap verdi:
"Fakat onlar bununla doğru yola girmek arzusunda olmadıkları için Bu eski
bir yalandır" diyecekler." Yani Kuranla hidayete ermeyince inatları
ortaya çıktı, sonra (Kur'an hakkında) öncekilerin hurafeleridir dedikleri gibi
Kuranı ve ona inananları küçültmek kastıyla "Bu Kur'an önceki insanlardan
intikal eden bir yalandır." diyeceklerdir. Bu Müslim ve Tirmizi'nin İbni
Mesud'dan rivayetine göre Rasulüllah'm bahsettiği kibirden başka bir şey
değildir: "Kibir hakkı reddetmek ve insanları küçüksemektir."
Sonra Allah Tealâ
Kur'an'ın doğruluğuna ve sıhhatine delil olarak şöyle buyurmuştur: "Ondan
önce de bir rahmet ve rehber olarak Musa 'nın kitabı vardır. Bu (Kur'an) da,
zulmedenleri uyarmak ve iyilik yapanlara müjde olmak üzere Arap lisanıyla
indirilmiş, doğrulayıcı bir kitaptır." Dinde uyulan bir örnek ve iman olan
Hz. Musa'ya Tevrat'ın Allah tarafından indirildiğini itiraf etmeniz, Kur'an'ın
hak, doğru ve Allah katından olduğunu gösteren, din esaslarında Tevrat'a uygun
olan bu Kur'an Musa'nın ve daha önceki ilâhî kitapların da doğrulayıcısıdır.
Allah Kur'an'ı, peygamberin, nefislerine zulmeden Mekke müşriklerini Allah'ın
azabına karşı uyarması ve amellerini iyi yapan müminleri de müjdelemesi için
anlayacakları şekilde Arapça indirmiştir. Bu Kur'an kâfirleri korkutucu
müminleri müjdeleyici esasları kapsamaktadır. O, Tevrat'la uyuşması sebebiyle
onların zannettikleri gibi eski bir yalan değildir.
İnkarcıların
şüphelerini zikrettikten sonra Allah Tealâ, müminlerin hallerini ve
mükâfatlarını da şöyle ifade etti. "Rabbimiz Allah'tır deyip sonra da
dosdoğru yaşayanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir." Tevhid ve
dinî kurallardan ayrılmayanlar gelecekte başlarına kötü bir olayın gelmesinden
korkmayacaklar ve geçmişte de elden kaçırılan her hangi bir şeye
üzülmeyeceklerdir. Onların mükâfatı Allah'ın buyurduğu şekildedir. "Onlar
cennet ehlidirler. Yapmakta olduklarına karşılık orada ebedi kalacaklardır."
Allah'ın emri üzere tevhid ehli olan o müminler cennetliklerdir. Dünyada
yaptıkları birtakım salih amellerinin karşılığı olarak devamlı orada
kalacaklardır. Yani alacakları karşılık dünyadaki salih amel sebebiyledir.
[22]
1- Kibirli
kâfirlerin işi, basit sebeplerle ve ifadelerle, kibir ve gururun da etkisiyle
ihmallerini geçerli kılmaya çabalamaktır. Bunun için Mekke ehli şayet bu din
bir hayır olsaydı o köle ve zayıflar bizi geçemezlerdi, dediler. Hidayete
ermediklerinde iftiralarına şu sözlerine ilâvede bulundular. Bu Kur'an öteden
beri söylene gelen bir yalandır. Öncekilerin hurafeleridir.
2- Bu
Kur'an'ın doğruluğuna ve onun Allah katından olduğuna delillerden birisi de
onun, inanç ve din esaslarında Yahudilerin de, Allah'ın kitabıdır diye kabul
ettikleri Musa (a.s.)'ya gelen Tevrat'la uyuşmasıdır. Hz. Musa'ya gelen kitap
Allah'ın dininde ve hükümlerinde uyulacak bir örnek ve rahmettir.
Allah Tealâ sanki
şöyle buyurmuştur. Bu Kur'an'ın doğruluğuna delil sizin Allah'ın Tevrat'ı
Musa'ya (a.s.) indirmesinde münakaşa etmemeniz-dir. Allah bu kitabı uyulan bir
imam kılmıştır. Sonra Tevrat Muhammed'in (s.a.) gelişini de müjdelemektedir.
Siz Tevrat'ın uyulan bir imam olduğunu kabul ediyorsanız o zaman Muhammed
(s.a.)'in Allah indinden hak bir Ra-sul olması konusundaki hükmünü de kabul
ediniz.
3- Ortağı
olmayan bir Allah'a iman ile ruhî ve maddî saadet uğrunda din kuralları üzere
olan insanlar güven içerisinde, huzurlu ve rahattırlar. Geleceğin korkulan ve
geçmişin hüzünleri onların bu berraklığını lekelemez. Onlar Naim cennetlerinde
dünyada yaptıkları amel-i salih sebebiyle devamlı kalıcıdırlar.
[23]
15- Biz insana, ana babasına iyilik etmesini
tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile
sütten kesilmesi otuz ay sürer. Nihayet insan, güçlü çağına erip kırk yaşına
varınca der ki: Rabbim! Bana ve ana babama verdiğin nimete şükretmemi ve razı
olacağın yararlı iş yapmamı temin et. Benim için de zürriyetim için de iyiliği
devam ettir. Ben sana döndüm. Ve elbette ki ben müslüman-lardanım.
16- İşte kendilerinden, yaptıklarının en iyisini
kabul edeceğimiz ve günahlarını bağışlayacağımız bu kimseler cennetlikler
arasındadırlar. Bu, kendilerine verilen doğru sözün gerçekleşmesidir.
"Biz insana, ana
babasına iyilik etmesini tavsiye ettik..." ayetinden sonra "...anası
onu zahmetle taşıdı..." sözü amm'dan (umumi ifadeden) sonra hass'ın
(hususi ifadenin) zikri şeklinde bir belagat inceliğidir. Annenin önemini
vurgulamak için bu şekilde gelmiştir.
"onu taşıdı"
sözüyle "onu doğurdu" ifadesi arasında tezat sanatı vardır.
[24]
"Biz insana ...
iyilik yapmasını" yani ana babaya gerçekten iyilik yapmasını, demektir,
"ihsan" kelimesi "isâe" kelimesinin zıddı olup
"isâe" kötülük ve edepsizlik yapmak anlamındadır. "Hüsn"
güzellik, "kubh" çirkinliğin zıddıdır. "tavsiye ettik"
Tavsiye, itina ve ihtimam ile emir demektir. Yani "ve vassayna" önem
vererek emrettik, tavsiye ettik demektir. "Taşınması" Çocuğun ana
rahminde taşınma süresi ile "çocuğun sütten kesilmesi otuz ay sürer."
Bunun en uzun süresi iki yıldır. Hamilelik müddetinin en azı ise altı aydır.
Ayette cem'an belirtilen otuz ayın geri kalanı da çocuğa süt emzirme süresinin
en fazlasıdır. "Nihayet" bu çocuk yaşayıp, "güçlü çağına
erip." Güçlü çağına ermek, aklın, ve gücün kemaline ermek demektir. Bunun
en azı da otuz veya otuz üç yaşıdır, "kırk yaşına varınca" Bu kırk
yaşı artık güçlü çağın en yükseğidir. Hiçbir peygamberin kırk yaşından önce
peygamber olarak gönderilmediği söylenmiştir. Müfessir Beyzavi şöyle demiştir:
Burada hamilelik (gebelik) müddetinin en az altı ay olduğuna delil vardır.
Çünkü bu ayetle: "Çocuğun ana karnında taşınmasıyla sütten kesilmesi otuz
ay sürer." denilmektedir. Bakara suresi 233. ayette ise: "Emzirmenin
tamamlanmasını isteyen (baba) için analar çocuklarını iki tam yıl
emzirirler..." buyurulmaktadır. Otuz aydan iki tam yıl çıkarıldığında
geriye kalan altı ay normal olan en az hamilelik süresidir. Doktorların
görüşleri de bu şekildedir. Hamilelik süresinin en azını ve süt emzirme
müddetinin en çoğunu özellikle belirtmek belki de, nesep ve süt hükmünün
bunlara bağlanmasının gerçekleşmesi içindir.
"Bana ve ana
babama verdiğin nimete" din nimeti ve diğer nimetler için "şükretmemi
ve razı olacağın salih bir amel " yararlı iş "yapmamı..." Burada
"salihan' kelimesinin nekre gelişi, o ameli tazim içindir. Veya Allah'ın
rızasını gerçekleştirecek her hengi bir amel çeşidi demektir. "Benim için
de zürriyetim için de iyiliği devam ettir." dürüstlüğü, zürriyetimde de
devam ettir ve onlarda kökleştir.
[25]
"Biz insana ana
babasına iyilik etmesini tavsiye ettik..." ayetinin (15. ayet) nüzul
sebebi ile ilgili olarak Vahidi'nin İbni Abbas (r.a.)'dan rivayetine göre o,
şöyle demiştir: "Bu ayet, Ebu Bekir Sıddık (r.a.) hakkında nazil olmuştur.
Allah Rasulü (s.a.) yirmi yaşında iken o, onsekiz yaşında, Rasu-lullah ile
arkadaş olmuş, ticaret için Şam tarafına gidiyorlardı. Derken orada sidr
ağacının bulunduğu bir yerde konakladılar. Allah Rasulü (s.a.) o ağacın
gölgesinde oturdu, Ebu Bekir de, din hakkında birtakım sorular sormak üzere
orada bir rahibin yanına gitti. Rahip ona: "O ağacın gölgesindeki adam
kimdir?" diye sordu. Ebu Bekir de: "O, Abdulmuttalib oğlu Abdullah
oğlu Muhammed'dir" diye cevap verdi. Bunun üzerine Rahip, "Allah'a
yemin ediyorum ki, bu bir peygamberdir. Bu ağacın altında, Meryem oğlu İsa'dan
sonra Allah'ın peygamberi Muhammed'den başka hiç kimse gölge-lenmemiştir."
dedi. Ve Ebu Bekir'in kalbine o andan itibaren yakin (kesin iman) ve tasdik
(peygamberin dürüstlüğünü kabul edip onu tasdik etme) düşüncesi düştü.
Artık Ebu Bekir
(r.a.), ne seferde ne de hazarda (sefer dışında) Allah Rasulü (s.a.)'nden
ayrılmıyordu. Muhammed (a.s.) kırk yaşında peygamber olarak gönderildiğinde,
Ebu Bekir otuz sekiz yaşında müslüman olmuş veAllah Rasulünü (s.a.) tasdik
etmiştir. Kırk yaşma gelince de, "Rabbim! Bana ve ana babama verdiğin
nimete şükretmemi nasip eyle." demiştir.[26]
Süddi ve Dehhak da şöyle
demiştir: Bu ayet Sa'd b. Ebi Vakkas hakkında nazil olmuştur. Müslim, İbni
Mace hariç Sünen sahiplerinin Sa'd (r.a.)'dan rivayet ettiklerine göre o şöyle
demiştir: Sa'd'ın anası Sa'd'a: "Allah ana babaya itaati emretmedi mi?
(sen bana itaat etmiyorsun.) Sen, Allah'ı inkâr edinceye kadar ben, ne
yiyeceğim, ne de içeceğim." dedi ve yemekten içmekten vazgeçti. Nihayet
onun ağzını tahta bir çubuk ile açmaya başladılar. Bu ayet nazil oldu.
"Biz insana, ana babasına iyilik etmesini emrettik..."
Hasan-ı Basri ise
şöyle demiştir: "Bu ayet, herkesi kapsayacak şekilde nazil olmuştur."
En uygunu da budur. Çünkü vahyin (Kur'an ayetlerinin) inişinin başlangıcından
itibaren Kur'an lafızlarını umuma hamletmek, daha tesirli, daha faydalı ve
daha kapsamlıdır. Kaldı ki daima itibar lafzın umumiliğinedir, sebebin
hususiliğine değil.
[27]
Allah Tealâ dinin
emirleri üzere müstakim olan (dosdoğru olan) müminlerin mükâfatını
zikrettikten sonra, ana babaya iyiliği emredip tavsiye etti ve kırk yaşına ulaştıktan
sonra ana babasına iyilik yapanı özel bir sıfatla yükseltti ve salih
amellerinin kabul edilmesi, günahlarından vazgeçilmesi konusunda onu
müjdeledi. Onu cennetlikler arasında saydı. Bu, kesin bir vaaddir.
[28]
"Biz insana ana
babasına iyilik etmesini tavsiye ettik..." Yani biz insana, ana babasına
gerek hayatta ve gerekse öldükten sonra, şefkatla, iyilik yaparak, ihtiyaç
anında onlar adına harcamada bulunarak ve karşılaştıklarında güleryüz
göstererek, iyi davranmalarını tavsiye edip emrettik. Nitekim bu konu ile
ilgili birçok ayet vardır. Meselâ yüce Allah bu konu ile ilgili bazı
ayetlerinde şöyle buyurmaktadır: "Rabbin, sadece kendisine kulluk
etmenizi, ana babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti."
(İs-ra, 17/23), "...(işte bunun için) önce bana, sonra da ana babana
şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur." (Lokman, 31/14).
Bu önemli konuda pek
çok hadis de gelmiştir. Peygamberimiz (s.a.) ana babaya iyiliği en faziletli
amellerden, onlara isyanı ise kebairden (büyük günahlardan) saymış ve onlar
vefat ettikten sonra da iyiliğin devam edeceğini bildirmiştir. İşte bu
hadislerden biri, Buhari'nin Abdullah b. Amr
b. el-As (r.a.)'dan
onun da Peygamberimiz (s.a.)'den rivayet ettiği hadistir. Peygamberimiz (s.a.)
o hadiste şöyle buyurmuştur: "Kebair (büyük günahlar): Allah'a şirk
koşmak, ana babaya asi olmak, bir insanı öldürmek ve ye-min-i gamusdur."
Bir diğer hadiste, Ebu Davud, İbni Mace ve İbni Hıb-ban'ın Ebu Useyd Malik b.
Rabia es-Sa'idî (r.a.)'den rivayet ettikleri hadistir. Sa'idî şöyle demiştir:
"Biz, Allah Rasulünün yanında otururken aniden Seleme oğullarından bir
adam çıkageldi ve "Ey Allah'ın Rasulü! Babam anam öldükten sonra artık
onlara yapabileceğim bir iyilik kaldı mı?" diye sordu. Allah Rasulüde (s.a.):
"Evet, onlara dua etmek, onlar için istiğfarda bulunmak, onların ölümünden
sonra hayatta iken verdikleri sözleri yerine getirmek, ancak onlar sayesinde
oluşan akrabaları ziyaret etmek (sıla-ı rahimde bulunmak) ve onların
dostlarına değer verip, saygı göstermektir." buyurdu.
Yüce Allah sonra ana
babaya iyiliği tavsiye etmenin sebebini belirtti ve daha fazla önem verilmesi,
itina edilmesi için anneyi özel olarak zikrederek şöyle dedi:
"...annesi onu
zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu..." Yani anası onu karnında binbir
türlü meşakketle taşıdı ve yine çok büyük zorluklarla doğurdu. Hamilelik
zamanında aşermek, bayılmak, ağırlık ve zorluk nevinden birçok yorgunluk ve
zorluklara göğüs gerdi. Aynı zamanda annesi onu doğum sancısı ve şiddetiyle
dünyaya getirdi. Bütün bunlar, anaya iyiliği ve daha fazla ihsanı gerektiren
hususlardır. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurdu: "O (insanın) taşınması
ile sütten kesilmesi otuz ay sürer." Yani insanın ana rahminde taşınma ve
sütten kesilme süresi otuz aydır, yani iki buçuk yıldır. Her ikisinde de anne,
bıkmadan usanmadan, uykusuzluk acılarına, süt verme (emzirme), beslenme,
temizleme ve büyütme zorluklarına severek ve şefkatle göğüs germiştir.
Bu ayette, ana
hakkının baba hakkından daha ağır bastığına işaret vardır. Çünkü insanı meşakkatle
karnında taşıyan, meşakkatle doğuran, emziren, gözetip büyüten, yorgunluk ve
sabırla ona itina eden anadır. Çalışıp, kazanıp harcamak suretiyle yorulsa da
bunların hiçbirinde baba ananın yanında değildir. Bu sebeple hadisler, anaya
iyilik etmeyi vurgulamakta ve onu babanın derecesinden üç derece daha fazla
göstermektedir. Buha-ri ve Müslim'in Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayetlerine göre
o şöyle demiştir: "Adamın biri Nebi (s.a.)'ye gelerek şöyle dedi: Ey
Allah'ın Rasulü! Benimle güzel dostluğa insanların en lâyıkı kimdir? Allah
Rasulü: Annendir, dedi. Adam, sonra kimdir? diye sorunca Allah Rasulü (s.a.):
Annendir, diye cevap verdi. Adam üçüncü kez, sonra kimdir? diye sordu. Allah
Rasulü (s.a.) yine: Annendir, cevabını verdi. Adam, sonra kimdir? dedi.
Peygamberimiz (s.a.) bu sefer: Babandır, diye cevap verdi."
Ayette aynı zamanda
hamilelik süresinin en az altı ay
olduğuna da işaret vardır. Hz. Ali (r.a.) bu ayetle, Lokman süresi
"...onun sütten ayrılması da iki yıl içinde olur." (14. ayet) ve
Bakara suresi (233. ayet) "Emzirmeyi tamamlatmak isteyen (baba) için
analar çocuklarını iki tam yıl emzi-rirler." ayeti ile hamilelik süresinin
en az altı ay olduğunu ifade etmiştir. Çünkü emzirme ve sütten kesme süresinin
en fazlası iki tam yıldır. Hamilelik süresi için otuz aydan geriye kalan altı
aydır.
Bu, doğru bir hüküm
ortaya koymak, yani sahih bir istinbattır. Hz. Osman ve sahebeden bir topluluk
da buna muvafakat etmişlerdir. İbni Ebi Hatim ve "es-Sire en-Nebeviyye
adlı kitabın müellifi Muhammed b. İshak, Ma'mer b. Abdullah el-Cüheni'den
rivayet ettiklerine göre el-Cüheni şöyle demiştir: Bizden bir adam Cüheyne
kabilesinden bir kadınla evlendi, altı ayın bitiminde kadının bir çocuğu
dünyaya geldi. Bunun üzerine bu kadının kocası Osman (r.a.)'a gitti ve durumu
ona anlattı. Hz. Osman da, kadına adam gönderdi. Kadın elbisesini giymek için
kalkınca kız kardeşi ağladı ve kadın kızkardeşine: "Seni ağlatan nedir,
niçin ağlıyorsun? Allah'a andol-sun ki, Allah'ın yaratıklarından ondan başka
hiç kimse benim hakkımda asla şüphelenmedi. Yüce Allah benim hakkımda dilediği
hükmü verecektir.' dedi. Kadın Hz. Osman'a getirilince Hz. Osman kadının recm
edilmesini emretti. Bu durum Hz. Ali (r.a.)'ye haber verildi, Hz. Ali de Hz.
Osman'a (r.a.) gelerek şöyle dedi: "Sen ne yapıyorsun?" Hz. Osman
"Altı ayın bitiminde tam bir çocuk dünyaya getirmiş, böyle bir şey olur
mu?" dedi. Hz. Ali (r.a.) ona "Sen Kur'an okumuyor musun?" dedi.
O da: "Evet" diye cevap verince, Hz. Ali "Allah'ın şu ayetlerini
duymadın mı?" dedi. "...onun taşınması ile sütten kesilmesi cem'an
otuz ay sürer..." "Emzirmeye tamamlatmak isteyen (baba) için, analar
çocuklarını iki tam yıl emzirirler..." Bu durumda geriye ancak altı ay
kaldığını görüyoruz. Bunun üzerine Hz. Osman "Allah'a yemin olsun ki, ben
bunu akıl edemedim, o kadını bana getirin." dedi.[29]
Hadisin ravisi Ma'mer el-Cüheni şöyle dedi: "Karga kargaya, yumurta
yumurtaya bu kadar benzer. Çocuğun babası çocuğu görünce: "Allah'a yemin
ediyorum ve hiç şüphe etmiyorum, bu çocuk benimdir" dedi.
Yine İbni Ebi Hatim,
İbni Abbas (r.a.)'dan rivayet ettiğine göre, o şöyle demiştir: Kadın çocuğunu
dokuz ayın bitiminde doğurursa, ona yirmi bir ay süt vermek (emzirmek)
yeterlidir. Yedi ayın bitiminde doğurursa yirmi üç ay, altı ayın bitiminde
doğurursa iki tam yıl emzirmesi kâfidir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Onun taşınması ile sütten kesilmesi ceman otuz ay sürer..."
"Nihayet insan
güçlü çağına erip, kırk yaşına varınca..." Yani insan yetişkin olarak
ayakları üzerinde durup, aklı ve gücü tam olunca ki, bu otuz yaş ile kırk yaş
arasında olur. İnsan kırk yaşına ulaştığında artık aklı zirvede anlayışı tam ve
olgunluğu kemal noktasındadır. Teyze çocukları İsa ve Yahya (a.s.) hariç kırk
yaşından önce hiçbir peygamber gönderilmemiştir.
"Der ki: Rabbim!
Bana ve ana babama verdiğin nimete şükretmemi nasip eyle!" Yani insan
kırk yaşma vardığında şöyle der: Rabbim! Bana ve ana babama vermiş olduğun hak
dine ve tevhit inancına erişme nimeti ve diğer akıl selameti, sıhhat afiyet,
bolluk içinde yaşamak, eli-ayağı düzgün yaratılmak ve küçüklüğümde ana babam
beni büyütürken onlara verdiğin şefkat gibi dünya nimetlerine karşı şükretmemi
bana ilham et ve beni buna muvaffak eyle!
"...ve razı
olacağın yararlı iş yapmamı bana nasip eyle! Benim için de zürriyetim için de
iyiliği devam ettir!" Daha önce "razı olacağın yararlı iş
yapmamı" cümlesi "şükretmemi" cümlesine matuftur. Yani Allah'ım!
Benden razı olacağın salih ameli yapmaya beni muvaffak kıl ve bana bunun ilhamını
ver. Razı olunan salih amel burada kabul olmama endişelerinden uzak olan
yararlı işlerdir. Dürüstlüğü de zürriyetim içerisinde devam ettir[30] ve
onu onlarda sabit ve sağlam eyle ki, artık dürüstlük onların tabiatı ve ahlâkı
haline gelsin.
"Ben sana döndüm
ve elbetteki ben müslümanlardanım." Yani bütün günah ve hatalardan tevbe
ederek sana döndüm. Ben sana teslim olanlardan, taatına boyun eğenlerden
samimi olarak birliğini kabul edip, rububiy-yetine (Rablığına) boyun
bükenlerdenim.
İbni Kesir şöyle
demiştir: Bu son cümlede, kırk yaşına ulaşan kimsenin, tevbeyi yenilemesi ve
Allah Tealâ'ya yönelmesi ve bunda kararlı olması konusunda irşad ve
yönlendirme vardır.[31] Ebu
Davud, Sünen'inde İbni Mesud (r.a.)'dan rivayet etmiştir: Allah Rasulu (s.a.)
ashabına teşehhüd'de şöyle demelerini öğretirdi: Allah'ım! Kalplerimizi
birbiriyle uzlaştır (kalplerimizi birbirine ısındır), aramızı ıslah et
(düzelt), bizi selâmet yollarına (barış yollarına) ilet, bizi küfür
karanlıklarından kurtarıp iman aydınlığına çıkar; hayasızlıkların açığından
da, gizlisinden de bizi uzaklaştır; kulaklarımız, gözlerimiz, kalplerimiz,
hanımlarımız ve çocuklarımız konusunda bize bereket nasip eyle, tevbemizi
kabul et, zira sen, tevbeleri kabul eden ve merhametli olansın. Allah'ım! bizi
nimetine şükredenlerden, o nimete karşılık seni övenlerden, ona karşılık
verenlerden kıl ve bize dünyada verdiğin nimeti, ahirette de devam ettir.
Sonra yüce Allah şöyle
diyerek bu salih kulların mükâfatını zikretti:
"işte
kendilerinden, yaptıklarının en iyisini kabul edeceğimiz ve günahlarını
bağışlayacağımız bu kimseler cennetlikler arasındadırlar. Bu, kendilerine
verilen doğru sözün gerçekleşmesidir." Yani bu yolda olan, yukarıdaki
sıfatlarla nitelenen ve Allah'a tevbe edip yönelen kimseler var ya, işte
onlar, Allah'ın ikramına mazhar olacak, dünyada iken yapmış oldukları salih
ameli ve Allah'ın emirlerine uygun diğer hayır amellerini Allah kabul edecek,
onları affedip, kötülüklerini ve günahlarını bağışlayacak, bu günahlardan
dolayı onları cezalandırmayacaktır. Çünkü o seyyiat (kötü ameller), hasenatın
(iyi amellerin) yanında yok olup gidecektir. "Çünkü iyilikler kötülükleri
(günahları) giderir." (Hud, 11/114).
Onlar cennetlikler
arısındadır. Allak nezdinde onların hükmü budur. Nitekim, tevbe edip kendine
yönelene Allah böyle vaadetmiştir. Allah'ın vaadi de şüphesiz yerine
getirilecektir. O, kitaplarında ve peygamberlerinin lisanlarıyla Allah'ın
kullarına yapmış olduğu vaaddir. Allah da, vaadini gerçekleştirecektir.
Ayetteki
"ulâike" yani bu kimseler ifadesi "Biz insana ana babasına
iyilik etmesini tavsiye ettik..." ayetindeki insana işarettir. İnsan
fertleri düşünülerek bu işaret çokluk olarak gelmiştir. Bu insan fertleri ana
baba haklarını tanıyan, nimetlerine şükretmeye muvaffak olabilmek için
yalva-rarak Allah'a yönelen kimselerdir. Bu nitelikler, insan-ı kâmil
olabilmenin şartlandır.
"Doğru söz"
terkibi, önceki cümleyi tekid etmektedir. Yani Allah Tealâ iman ehlinin iyi
davrananlarının amellerini kabul etmeyi, kötülerinin de günahlarını affetmeyi
gerçekten vaadetmiştir.
[32]
1- "Biz
insana ana babasına iyilik yapmasını tavsiye ettik" ayetinden dolayı,
İslâm'da ana babaya iyi davranmak hiç şüphesiz farzdır. Çünkü buradaki tavsiye
emir anlamına gelir ve vücub ifade eder.
2- Ana
babaya iyilik etmenin vacib oluş sebebi gayet açıktır. Bu da ana babanın,
evlâtların varoluşuna, terbiyelerine ve yetiştirilmelerine sebep olmalarıdır.
Özellikle anne evlâdı için birçok zorluklara göğüs gerer, çoğu zaman hayatını
onun için feda eder. Nice zorluklarla karnında taşımış ve yine aynı zorluklarla
dünyaya getirmiştir. Onun rahatı için uzun geceler uykusuz kalmış ve onu
büyütme, emzirme konusunda güç yetirilmeyecek zorluklara katlanmıştır.
3- Yukarıda
da geçtiği gibi, ayetin işaretiyle, ana hakkı baba hakkından çok daha
fazladır. Çünkü yüce Allah önce: "Biz insana, ana babasına iyilik etmesini
tavsiye ettik." buyurarak, ana babayı birlikte zikretmiş, sonra:
"...anası onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu." buyurarak anayı
ayrıca belirtmiştir. Bu da gösteriyor ki, ana hakkı baba hakkından çok daha
fazla, evlâdı sebebiyle katlandığı meşakkatler daha çoktur.
4- Yukarıda
geçtiği gibi yine ayet, en az hamilelik süresinin altı ay olduğunu
göstermiştir. Çünkü hamilelik ve emzirme süresi toplam otuz ay, emzirme süresi
de en fazla iki tam yıl olunca, iki tam yıl emzirme müddetini düştükten sonra
geriye en az hamilelik süresi olarak altı ay kalmaktadır. Çünkü, otuz ayın
yirmi dört ayı azami emzirme süresidir. Hz. Ömer (r.a.)'den rivayet edildiğine
göre, muhakeme etmesi için bir kadın kendisine arzedilmiş, o da bu kadının
recmedilmesini emretmiştir. Çünkü o kadın (evliliğinden itibaren) altı ayın
bitiminde bir çocuk dünyaya getirmiştir. Hz. Ali ise "Bu kadına recim
yoktur" demiştir. Hz. Osman (r.a.) da, aynen Hz. Ömer'in yaptığı gibi yapmak
istemişti, yukarıda geçtiği gibi Ali veya İbni Abbas (r.a.) ayetin delâlet
ettiği manayı ona açıklamışlar, Hz. Osman da daha önceki kararından vazgeçmiş
ve kadına had tatbik etmemiştir.
Rivayet edildiğine
göre bu ayet Ebu Bekir (r.a.) hakkında nazil olmuştur. Onun ana rahminde
taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay içerisinde olmuştur. Anası onu karnında
dokuz ay taşımış ve yirmi bir ay emzirmiştir.
5- Yine
ayet, emzirme süresinin en fazla iki tam yıl olduğunu ifade etmiştir. Çünkü
ayet, en az hamilelik müddetinin altı ay olduğunu beyan edince, otuz aydan geri
kalan en fazla emzirme süresi iki tam yıldır. "Emzirmeyi tamamlatmak
isteyen (baba) için, analar çocuklarını iki tam yıl emzirirler." (Bakara,
2/233) ayeti bunu teyid etmektedir.
6- İnsanın
her bakımdan güçlü çağına erişmesi kırkından evvel olmamaktadır. Ayet,
insanın, ana baba himayesine kırk yaşına yakın bir süreye kadar sanki muhtaç
olduğunu göstermektedir.
7- İnsan
kırk yaşma vardığı zaman Allah'ın nimetine şükretmelidir. Çünkü kırk yaşı, aklın
ve bünyenin kemale erdiği merhaledir. Aynı zamanda, razı olduğu amele muvaffak
kılmasını, dürüstlüğü kendisi ve çocukları için devamlı ve sabit olarak
vermesini Allah'tan istemelidir.
Hz. Ali (r.a.) şöyle
demiştir: "Rabbim! Bana ve ana babama verdiğin nimete şükretmemi... nasip
eyle..." ayeti Ebu Bekir Sıddık (r.a.) hakkında nazil olmuştur. Çünkü onun
ana babası çok değerli insanlardı. Bu yüzden Allah Tealâ Ebu Bekir'e ana
babasına iyiliği tavsiye etmiş, Ebu Bekir'den sonra gelenler de buna devam etmiştir.
Ebu Bekir'in babası
Ebu Kuhafe Osman b. Amir b. Amr b. Ka'b b. Sa'd b. Teym'dir. Anası
Ummu'l-hayr'dır. Adı Selma b. Sahr b. Amir b. Ka'b b. Sa'd'dır. Ebu Kuhafe'nin
baba annesi Kayle'dir. Ebu Bekir Sıddık'ın hanımı Kuteyle b. Abduluzza'dır.
İbni Abbas (r.a.)
"...razı olacağın yararlı iş yapmamı nasip eyle, benim için de zürriyetim
için de iyiliği devam ettir..." ayeti hakkında şöyle demiştir: Yüce
Allah, Ebu Bekir'in duasını kabul etmiştir. Hz. Ebu Bekir, Allah'ın dini
uğrunda işkence gören dokuz müslümanı, paralarını vererek azat edip hürriyetine
kavuşturmuştur. Bilal ve Amir b. Fuheyre bunlardandır. Ebu Bekir, hangi iyiliği
yapmak istediyse mutlaka Allah ona yardım etmiştir. Allah'ın birliğine iman
etmeyen ne çocuğu ne de ana babası kalmıştır. Ebu Bekir'in dışında Allah
Rasulünün ashabından, evlâtları ve ana babası hepsi iman edip müslüman olmuş
hiç kimse yoktur. Bu Ebu Bekir'in duasının kabul edildiğinin delilidir.
Sahih-i Buhari'de Ebu
Hüreyre'den zikredilen şu husus Ebu Bekir'in faziletlerindendir: Allah Rasulü
(s.a.) şöyle buyurdu: "Bugün içinizden oruçlu kim var?" Ebu Bekir
"Ben" dedi. Allah Rasulü (s.a.) "Bugün içinizden bir cenazeye
katılan var mı?" diye sorunca, Ebu Bekir "Ben" dedi. Allah
Rasulü "Bugün içinizden bir yoksulu doyuran var mı?" diye sordu. Ebu
Bekir-"Ben" dedi. Allah Rasulü (s.a.) "Bugün içinizden bir
hastayı ziyaret eden kimdir?" diye sorunca, yine Ebu Bekir "Ben"
diye cevap verdi. Allah Rasulü (s.a.) "Bu özellikler bir kimsede
toplanırsa o mutlaka cennete girer." buyurdu.
8- "İşte
kendilerinden, yaptıklarının en iyisini kabul ettiğimiz." ayeti, bundan
önceki "Biz insana, ana babasına iyilik etmesini tavsiye ettik..."
ayetinin umumi olduğunu gösterir. Yukarıda da geçtiği gibi bu Hasan-ı Basri
(r.a.)'nin görüşüdür. Dolayısıyla ayet, Ebu Bekir'i ve benzeri herkesi
kapsamına almaktadır.
9- Bu ayet
yine göstermektedir ki, bundan önceki vasıflarla nitelenen kişi, insanların en
değerlisidir. Çünkü yüce Allah, onun en güzel amellerini kabul etmekte ve bütün
kötülüklerini affetmektedir. Dolayısıyla böyle bir insan, insanların en
değerlisi ve en büyüğü olmalıdır.
Allah Rasulünden sonra
insanların en değerlisi Ebu Bekir'dir. Ayet de bunu göstermekte ve kastedilenin
ilk olarak Ebu Bekir olduğunu beyan etmektedir. Tabii, ayette gelen hükümler,
Ebu Bekir'den sonra emsallerine de uygulanır.
10- Allah
Tealâ bu dua ile Allah'a yalvarıp, dua edenin, Allah'tan üç şey istediğini
söyledi.
Birincisi: Verdiği
nimete şükür etmek için Allah'ın, kendisini muvaffak etmesi.
İkincisi:
Allah yanında makbul olan itaati yapmaya muvaffak kılması.
Üçüncüsü:
Kendisi ve zürriyeti için de iyiliğin devam etmesidir. Bu şekilde dua eden bu
insan ruhî ve bedenî mutluluk vasıtalarının tümünü bi-raraya getirmiştir.
Bunlardan anlaşılanlar ise şunlardır: Allah Tealâ şük-retmeyi amelden önce
getirmiştir Allah'ın nimetlerine karşı şükretmek için yine Allah'tan yardım
istenmesi gerekmektedir. Bu Allah'ın yardımı olmaksızın hiçbir itaat ve amelin
tamamlanamayacağına delildir, ayrıca bir şeyin, insanın kendi zannınca, doğru
olması yeterli olmayıp, hem kendi yanında, hem de Allah yanında doğru ve
yararlı olması gerekir.
11- Ayetin
sonu "Ben sana döndüm ve elbetteki ben müslümanlarda-nım." Şunu
gösterir: Tevbesiz, teslimiyetsiz ve Allah'ın emirlerine boyun eğmeksizin
yapılan dua makbul değildir.
[33]
17- Ana babasına:
"Öf be size! Benden önce nice nesiller gelip geçmişken, beni tekrar
diriltileceğimle mi tehdit ediyorsunuz." diyen kimseye, ana babası,
Allah'ın yardımına sığınarak: "Yazıklar olsun sana! İman et. Allah'ın
vaadi gerçektir." dedikleri halde o: "Bu, eskilerin masallarından
başka bir şey değildir." der.
18- İşte onlar,
kendilerinden önce cinlerden ve insanlardan gelip geçmiş topluluklar içinde,
haklarında (azap) sözünün gerçekleştiği kimselerdir. Gerçekten onlar ziyana uğrayanlardır.
19- Herkesin
yaptıklarına göre dereceleri vardır. Allah, onlara yaptıklarının karşılığını
verir, asla kendilerine haksızlık yapılmaz.
20- İnkâr edenler
ateşe arzoluna-cakları gün (onlara şöyle denir.) Dünyadaki hayatınızda bütün güzel
şeylerinizi harcadınız, onların zevkini sürdünüz. Bugün ise yeryüzünde
büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan dolayı alçaltıcı bir azap göreceksiniz!
Belagat:
"Eskilerin
masallarından başka bir şey değildir." Bu cümlede "hasr" (yani
tahsis) vardır.
"Herkesin
yaptıklarına göre dereceleri vardır." Bu ayette de istiare vardır.
Mertebeler yerine dereceler kelimesi kullanılmıştır.
"Dünyadaki hayatınızda
bütün güzel şeylerinizi harcadınız." Bu ayette ise, icaz
bi'l-hazif=(eksiltme ile icaz) yapılmıştır. Yani (onlara şöyle denir):
Dünyadaki hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız.
[34]
"Bundan önce nice
nesiller gelip geçmişken" bunlardan hiçbiri diriltil-memişken "beni
tekrar diriltileceğimle mi tehdit ediyorsunuz, diyen kimseye ana babası
Allah'ın yardımına sığınarak" O ana baba küfründen dolayı Allah'dan yardım
istiyorlar. Ya da o ana baba Allah'tan evlâtlarını imana muvaffak kılmasını
istiyorlar ve ona "yazık sana Allah'a ve öldükten sonra dirilmeye iman
et" diyorlar. "Yazıklar olsun sana..." Mahvoldun, hemen iman et.
"Veyl" kelimesi yok olmak, helak olmak çağrısı, ya da cehennemde bir
vadidir. Bundan maksat, helak olmaması için kişiyi bir işi yapmaya veya
terketmeye teşviktir; yoksa gerçekte helakim istemek değildir.
"Bu öncekilerin
masallarından başka bir şey değildir." Bu, ancak eskilerin masalları,
yalanları ve kitaplarına yazdıkları batıl şeylerdir.
"Haklarında azabın
gerçekleştiği..." haklarında azap ve cehennem ehlinden olma hükmünün
gerektiği... Beyzavi şöyle demiştir: Bu, ayetin Ab-durrahman b. Ebi Bekir
hakkında nazil olduğunu reddeder. Çünkü bu ifade, sözü edilen kimsenin
cehennem ehlinden olduğunu gösterir. Halbuki Abdurrahman b. Ebi Bekir müslüman
olmakla bundan kurtulmuştur. Bu cümle, geçen hükmün talilidir (sebebini beyan
eden kısımdır) yani onlar, şeytanın vesveselerine tabi olarak sermayeye
benzeyen fikir ve düşünceyi kaybetmişlerdir.
"Herkesin
yaptıklarına göre dereceleri vardır." Mümin kâfir her iki grubun,
yaptıkları iyilik ve kötülüğe karşılık mertebeleri ve makamları vardır.
Müminlerin cennetteki dereceleri yüksek, kâfirlerin cehennemdeki dereceleri
alçaktır. Derecât (dereceler) daha çok mükâfat ve yücelikte kullanılır. Burada
her iki grubu da kapsayıcı şekilde gelişi tağlib tariki iledir. Derecâtın zıttı
derekât (derekeler) alçalma ve iniş için kullanılır.
[35]
"Anne babasına:
Öf be size!.." ayetinin (17. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Ebi
Hatim'in Süddi'den rivayetine göre o şöyle demiştir: "Ana ve babasına: Öf
be size!..." ayeti, Abdurrahman b. Ebi Bekir hakkında nazil olmuştur. Ana
ve babası müslüman olmuştu, kendisi olmamıştı. Ana babası ona müslüman
olmasını emrediyorlar, o da reddediyor ve "Nerede ölmüş olan Kureyş
yaşlıları falan ve falan kimseler?" diyerek onları yalanlıyordu. Daha
sonra Abdurrahman b. Ebi Bekir gerçekten güzel bir müslüman oldu.
"Herkesin yaptıklarına göre dereceleri vardır..." ayetide onun
tevbesi üzerine nazil oldu.
İbni Cerir et-Taberi
İbni Abbas'dan bunun bir benzerini rivayet etmiştir. Ancak Buhari, Yusuf b.
Mahan tarikıyla rivayet ettiğine göre; Mervan b. Hakem, Abdurrahman b. Ebi
Bekir hakkında şöyle demiştir: İşte bu, Allah'ın kendisi hakkında: "Ana ve
babasına: Öf be size!..." ayetini indirdiği kimsedir. Bunun üzerine perde
arkasından Hz. Aişe (r.a.): "Allah, Kur'an'-da bizim hakkımızda hiçbir şey
indirmemiştir. Ancak (ifk hadisesi sebebiyle) benim suçsuz olduğumu ifade
etmiştir."
Abdurrazzak'ın Mekki
tarikıyla rivayet ettiğine göre Mekki, Aişe'nin, bu ayetin Abdurrahman b. Ebi
Bekir hakkında nazil olduğunu inkâr ettiğini duymuştur. Hz. Aişe: Bu ayet,
falan kimse hakkında nazil oldu, demiş ve bir adamın da adını vermiştir.
el-Hafız b. Hacer,
"Hz. Aişe'nin inkârı isnad bakımından daha doğru ve kabule daha
lâyıktır" demiştir.
İbni Kesir ise şöyle
demiştir: Bu ayetin Abdurrahman b. Ebi Bekir hakkında nazil olduğunu iddia eden
kimsenin görüşü zayıftır. Çünkü Abdurrahman daha sonra samimi bir müslüman
olarak devrinin seçkin insanlarından olmuştur.[36]
Kurtubi de:
"Doğrusu bu ayetin, ana babasına karşı gelen kâfir bir kul hakkında inmiş
olmasıdır." demiştir.[37]
Allah Tealâ ana ve
babasına iyi davranan çocuğun durumunu, kurtuluşa ermesini ve amellerinin
kabul edilişini hikâye ettikten sonra, burada ana babasına asi gelen çocuğun
hikâyesini ve müstahak olduğu cezayı anlatmıştır. Sonra her iki grubun,
yükseklik ve alçaklık bakımından makamları ve dereceleri olduğunu anlatmıştır. Ayrıca
kâfirler ateşe arzolunduklarında onlara şöyle denileceğini haber vermiştir:
Siz dünyada zevku safa içinde yaşadınız, hakka tabi olmaktan geri durdunuz ve
Allah'a itaat etmekten yüz çevirdiniz. O halde bugün yaptığınız kötülüklerin
cezasını çekeceksiniz.[38]
"Ana babasına: Öf
be size! Benden önce nice nesiller gelip geçmişken, beni mi tekrar dirilmekle
tehdit ediyorsunuz?..." Ayet bu sözü söyleyen herkes hakkında, umumidir.
Ana babası onu Allah'a ve son güne (ahirete) iman etmeye davet ettiklerinde o,
ana babasına: Öf be size! Sizin söylediklerinizden sıkılıyorum! Siz bana,
öldükten sonra kabrimden kalkıp dirilti-leceğime dair Allah'ın vaadi olduğunu
mu haber veriyorsunuz? Bununla mı beni tehdit ediyorsunuz? Öldükten sonra bu
uzak görülen dirilme hikâyesi inandırıcı değildir. Çünkü benden önce -Ad, Semud
gibi- nice nesiller gelip geçmiştir. Onlardan hiçbiri dirilmemiştir.
"...Ana babası,
Allah'ın yardımına sığınarak: Yazıklar olsun sana! İman et. Allah'ın vaadi
gerçektir." Yani ana babası, evlâtlarını imana muvaffak kılması için
Allah'a yalvarmakta ve çocuklarına şöyle demektedirler: Yazıklar olsun sana!
Allah'a ve öldükten sonra dirilmeye (ba'se) iman et. Yoksa sen helak oldun,
demektir. Allah'ın, kullarına, onları kabirlerinden dirilteceğim diye
vaadettiği son gün hakkındaki sözünü tasdik et. Çünkü Allah'ın vaadi haktır,
asla bu vaadden dönmez. Ana babanın evlâtlarına olan bu ağır ikazdan maksat onu
imana teşvik etmektir. Yoksa yok ve helak olmasını istemek değildir.
"...O çocuk: Bu,
eskilerin masallarından başka bir şey değildir, der." Yani bu çocuk, ana
babasının söylediklerini yalanlayarak şöyle der: Bu sizin söylediğiniz
öldükten sonra dirilme hikâyesi, öncekilerin masalları ve kitaplarına
yazdıkları boş şeylerden başka bir şey değildir. Yani ana babasına karşı gelen
bu evlâdın inancı ve düşüncesine göre, öldükten sonra dirilme, aslında aklın
kabul etmeyeceği batıl bir olaydır.
Sonra Allah bu sözü
söyleyenin cezasını şöyle diyerek zikretti: "İşte onlar, kendilerinden
önce cinlerden ve insanlardan gelip geçmiş topluluklar içinde, haklarında
azabın gerçekleştiği kimselerdir. Gerçekten onlar ziyana uğrayanlardır."
Yani bu sözü söyleyenlere Allah'ın azabı gerekli olmuş, ister cinlerden ister
insanlardan olsun, peygamberleri yalanlayan geçmiş inkarcı ümmetler arasında
onlar da Allah'ın gazap ve öfkesine müstahak olmuşlardır. Çünkü onlar,
şeytanın vesveselerine tabi olarak kıyamet gününde kendilerine ve aile
fertlerine çok yazık etmişlerdir.
Ayette geçen
"kavi" yani sözden maksat, Allah'ın onlardan evvel geçen cin ve insan
milletleri arasında onlara da azap edeceğini söylemesidir. İşte bu durum,
cinlerin de insanlar gibi nesil nesil ölmekte olduğunu ifade etmektedir.[39]
Buradaki "kavl"den maksat belki de Allah Tealâ'nın İblis'e söylemiş
olduğu şu sözdür: "Doğrusu ki -ben hep doğruyu söylerim- sen ve sana
uyanların hepsiyle cehennemi dolduracağım." (Sad, 38/85). Burada
"ulaike: onlar" ile işaret tahkir içindir.
Sonra yüce Allah şöyle
diyerek mümin, kâfir her iki grubun mertebelerini zikretmiştir: "Herkesin
yaptıklarına göre dereceleri vardır. Allah, onlara yaptıklarının karşılığını
tam olarak verir, asla kendilerine haksızlık yapılmaz." Cinlerden ve
insanlardan her iki grubun, yanı sıra iyi davranan müminlerle, şerli, bedbaht
kâfirlerin, kıyamet gününde Allah nezdinde yaptıkları iyi ve kötü işlerden
dolayı bir karşılık olarak yüce veya düşük mevki ve makamları vardır. Gerek iyi
davranan mümine ve gerekse kötü davranan kâfire yaptıklarının karşılığı tam
olarak verilecektir. Onlara sa-vabın eksütilmesi veya azabın artırılması
tarzında asla haksızlık edilmeyecektir. Çünkü Allah kullarına zerre kadar,
zerreden de aşağı zulmetmez. Derecat; cennet ehlinin yüce derecelerini ve
cehennem ehlinin aşağı derekelerini kapsayan makamlar ve mertebeler demektir.
Ancak yüce Allah, burada her ikisi için de (derecat) dereceler tabirini tağlib
(Arap dilinde bir ifade üslûbudur; anne ve baba için ebeveyn kelimesinin
kullanılması gibi) yoluyla kullanmıştır. Çünkü sevabın karşılığı derecelerdir.
Cezanın karşılığı ise derekelerdir.
Yüce Allah herkese
hakkın ulaştırılmasını beyan ettikten sonra, evvelâ azap durumlarını ve
kâfirlerin maruz kalacağı kıyamet korkularını beyan ederek şöyle buyurdu:
"İnkâr edenler
ateşe arz olunacakları gün (onlara şöyle denir): Dünyadaki hayatınızda bütün
güzel şeylerinizi-harcadınız, onların zevkini sürdünüz. Bugün ise yer yüzünde
büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan dolayı alçaltıcı bir azap
göreceksiniz." Ey peygamber! Kavmine; ateşin kâfirlere arzedileceği, yani
o ateşte azap görecekleri zamanı veya perdenin açılacağı, kâfirlerin ateşe
yaklaştırılacağı ve ateşe bakacakları günü hatırlat. Kâfirlere o gün şöyle
denilecektir: Siz, dünyadaki lezetlerinizi tam olarak aldınız ve onların
zevkini sürdünüz. Günaha aldırmadan, Allah'a asi olma noktasında şehevî
arzularınıza ve zevklerinize tabi oldunuz. Peygamberlerin getirip haber
verdiği hesap, ceza ve mükâfat vaadini yalanladığınız için bunları yaptınız.
Bütün bu zevkü safalarınızı tam olarak elde ettikten sonra artık hiçbir
şeyiniz kalmadı. Bu gün, kıyamet gününde Allah'a kulluktan, iman edip Onu bir
kabul etmekten kibirlenmeniz, itaatten uzaklaşıp, masiyetlere dalmanız
sebebiyle aşağılanacağınız, rezil rüsvay olacağınız azap ile
cezalandırılacaksınız.
İşte böylece o kâfirler
yaptıkları kötülüğün cinsinden bir ceza ile cezalandırılmışlardır. Nitekim,
dünya zevklerine dalıp, fasıklık ve masiyetlerle meşgul ve hakka tabi olmayı
küçüklük sayıp kibirlenen bu kâfirleri Allah Tealâ açaltıcı, küçük düşürücü,
elem verici ve cehennem derekelerinde bir birini izleyen pişmanlıklarla
cezalandıracaktır. Allah Tealâ bizleri bundan korusun!
Ancak sınırı aşıp
aşırılık etmeden helâl ve temiz şeylerden istifade etmek mümin, kâfir herkese
mubahtır: Nitekim Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler! Allah
'in size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri (siz kendinize) haram kılmayın ve
sınırı aşamayın. Çünkü Allah sınırı aşanları sevmez." (Maide, 5/87),
"De ki: Allah 'm kulları için yarattığı sözü ve temiz rızıkları kim haram
kıldı?" (A'raf, 7/32).[40]
1- Ana
babaya isyan büyük günahlardandır. En büyük günah da Allah'a şirk koşmak,
ahireti ve öldükten sonra dirilmeyi (ba'si) inkâr etmektir.
2- Ana
babanın evlâtlarına karşı samimi içten sevgisi, onları Allah'tan yardım
istemeye ve öldükten sonra dirilmeyi (ba'si) inkâr eden evlâtlarının hidayeti
için Ona dua ve niyazda bulunmaya sevketmektedir. Ya da evlâtlarının küfründen
dolayı Allah'a sığınmaya itmektedir. O ana baba yavrularına şöyle derler: Yazık
olacak sana! İman et! Öldükten sonra dirilmeyi (ba'si) kabul et. Çünkü Allah'ın
vaadi gerçektir. Asla geri dönüşü yoktur. Ana babanın evlâtlarına
yönelttikleri veyl olsun! yazıklar olsun! ifadesinden maksat, onu imana teşvik
etmektir. Yoksa gerçekte helakini istemek değildir.
3- Evlât,
ana babanın bu sevgisine takdir ve hürmetle karşılık vermemiş, ana babasına
şöyle cevap vermiştir: Sizin bu öldükten sonra dirilme (ba's) konusunda
söyledikleriniz ve beni davet ettiğiniz hususlar öncekilerin yalanları ve
batıllarından başka bir şey değildir. Onun ana babasına söylediği bu söz hiç de
nazik olmayıp can sıkıcı bir tarzdadır. Bu da büyük günahlardandır.
4- Bu sözü
söyleyen evlâtlar ve benzerleri, Allah'ın azabını hak etmiş kimselerdir.
Bunlar, o azapta yalnız değillerdir, daha önce gelip geçen cin ve insanlardan
olan kâfirlerle beraberlerdir. Kâfir olan bu milletler ve onların izinde
gidenler amellerini boşa çıkarmışlar ve cenneti de kaybetmişlerdir.
5- Cin ve
insanlardan mümin - kâfir her iki grubun kıyamet gününde Allah nezdinde
amellerine göre makam ve mertebeleri vardır. Allah, onların amellerinin
karşılığını eksiksiz verecek, haklarına asla zulmedilmeyecek, kötü davranan
kimseye kötülüğünden fazla ceza verilmeyeceği gibi, iyi davranan kimsenin de mükâfatı
eksik olmayacaktır.
6- Kâfirler,
ateşe yaklaştırıldığı ve ona baktıkları zamanda veya o cehennem ateşiyle azaba
maruz bırakıldıkları anda kınanıp azarlanarak şöyle denilecektir: Siz,
andolsun ki, dünyanın güzel nimetlerinden yararlandınız ve nefsinizin
arzularına, zevklerine ve ma'siyetlere tabi oldunuz. O halde bugün, haksız
yere insanlara büyüklük taslamanız, hakka ve imana tabi olmaktan uzaklaşıp
kibirlenmeniz ve Allah'ın itaatinden isyan ve zulümle çıkmanız sebebiyle,
zillete düşürücü ve rezil edici azap ile cezalanacaksınız.
Hakkı kabul etmekten
uzaklaşıp, büyüklenmenin kalbe ait bir günah olduğunu, fışkın da organların
günahı bulunduğunu düşünmek gerek.
Bu ayetle, kâfirlerin
de dinin ayrıntıları ile muhatap olduğuna delil getirilmiştir. Çünkü onların
kötülük yapmaları (fasıklıkları) haklarında azabı gerektirmektedir. Fasıkhğın
manası emredilenleri terketmek, neh-yedilenleri (yasaklananları) yapmaktan
ibarettir.
Müfessirler şöyle
demişlerdir: Güzel, temiz, hoşa giden şeyler yasaklanmış değildir. Çünkü Allah
şöyle buyurmaktadır: "De ki: Allah'ın kulları için yarattığı süsü ve temiz
rızıklan kim haram kıldı?" (A'raf, 7/32). Ancak mühim olanı bırakıp da
mühim olmayanla meşgul olmamak için, yemede, içmede ve giyim de mütevazi olmak,
tekellüfü terketmek de salihlerin adetidir. Kaldı ki, zaruri olmayan şeylerde
sınır da yoktur, bunlar birbirini çeker, nihayet kişi Allah'tan uzak bir
noktaya düşer.[41]
Allah Rasulü (s.a.)
Suffa ehlinin yanına girdi. Onlar, elbiselerini, normal yama bulamadıklarından,
derilerle yamıyorlardı. Efendimiz (s.a.) şöyle buyurdu: "Sizler bugün mü,
daha iyi durumdasınız, yoksa sabah bir elbise, akşam başka bir elbise
içerisinde bulunduğunuz, sabah kavaltısı bir kapta, akşam kahvaltısı bir başka
kapta getirildiği, evleriniz yaygılarla döşenmiş olduğu zaman mı?" Bizler
o zaman daha iyi idik, cevabını alınca Allah Rasulü (s.a.) "Hayır, bugün
daha iyisiniz" buyurmuştur.
Katade'nin Ömer'den
naklettiğine göre o şöyle demiştir: Ben isteseydim sizden daha güzel yer, daha
güzel giyinirdim. Ancak ben güzel ve leziz nimetlerimi ahirete bırakıyorum.
Çünkü Allah bir kavmi anlatırken şöyle buyurmaktadır: "Dünyadaki
hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız."
Yine Hz. Ömer'den
naklen; adamın biri, Hz. Ömer'i yemeğe çağırır, ikramda bulunur, sonra da
tatlı bir şey ikram eder. Hz. Ömer bu tatlıyı yemek istemez ve "Dünyadaki
hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız..." ayetini hatırlatarak
"Ben arzularına düşkünlüklerinden dolayı Allah'ın, bir topluluğu
ayıpladığını gördüm." der. Bunun üzerine o adam: Müminlerin emiri! Ayetin
öncesini oku! "İnkâr edenler ateşe orzolunacakları gün (onlara şöyle
denilir)..." Halbuki sen onlardan değilsin, der. Böylece Hz. Ömer
duyduklarına sevinerek tatlıyı yer.
Müslim'in Sahih'inde
ve diğerlerinde rivayet edildiğine göre Hz. Ömer, Allah Rasulü (s.a.)'nün
yanına girer. Allah Rasulü hanımlarından bir süre ayrılmış olup kendi odasında
bulunmaktadır. Hz. Ömer şöyle der: Sağa sola baktım, dabaklanmış ve kokusu
giderilmiş birkaç deriden başka bir şey göremedim. Bunun üzerine "Ey
Allah'ın Rasulü! Sen, Allah'ın Rasu-lu ve seçkin bir kulusun. İşte Kisra, işte
Kayser, ipek atlas içerisinde!" dedim. Allah Rasulü (s.a.) doğrulup
oturdu ve şöyle dedi: "Hattab oğlu! Yoksa senin bende şüphen mi var?
Onlar, dünya hayatlarında zevk ve lezzetler kendilerine acele olarak verilmiş
topluluklardır." Bu durum karşısında: "Benim için Allah'dan af
dile!" dedim, O da: "Allah'ım onu affet!" dedi.
Kısacası ayet,
cehennemde azap görecek kâfirleri kınamak ve ayıplamak içindir. Onların
dünyada bütün güzel nimetlerden yararlanmaları ve zevk sürmeleri ahirette
bunlardan mahrum kalacakları içindir. Bu da Allah'ın adaleti, fazlı ve rahmeti
gereğidir. Dünyada helâl ve leziz olan şeyleri yiyen ve giyen herkesin,
ahirette bundan nasibi olmayacağı manası anlaşılmaz. Mümin, imanıyla nimet
veren Allah'a şükrünü eda eder, böylece dünyadaki lezzet ve zevkten dolayı
kınanmaz.
Sözün özü, ahirette
sevapları daha mükemmel olması için, selef-i sali-hin dünyada mütevazi ve
tekellüfsüz yaşamayı tercih ediyorlardı. Ancak helâl olan dünya nimetlerinden
yararlanmak da yasak değildir. Daha önce de geçtiği gibi ayetlerde şöyle
buyurulmaktadır: "Ey iman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı iyi ve
temiz şeyleri (siz kendinize) haram kılmayın." (Ma-ide, 5/87). "De
ki: Allah'ın kulları için yarattığı sözü ve temiz rızıkları kim haram
kıldı!" (A'raf, 7/32). Razi şöyle demiştir: Evet, refah içinde olmaktan
sakınmanın daha iyi olduğu inkâr edilmez. Çünkü nefis refah içinde yaşamaya
alıştığı zaman sakınmak ve daha mazbut bir hayat yaşamak ona zor gelir. Öyle
bir zaman olabilir ki, bu güzel nimetlere meyletmek insanı uygunsuz işler
yapmaya sevkedebilir. Çünkü dünya nimetleri birbirini çeker, kul da böylece
Allah'tan uzaklaşmış olur.[42]
21- (Ey Muhammed!)
Ad'm kardeşini hatırla. Hani o, Ahkaf denilen yerde kavmini uyarmıştı. Ondan
önce ve sonra da uyarıcı peygamberler gelip geçmiştir. O, kavmine:
"Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Çünkü ben sizin için büyük bir günün
azabmdan korkuyorum." demişti. Onlar sen bizi ilâhlarımızdan çevirmek için
mi geldin? Eğer doğru söyleyenlerden isen o bize vaadedip
durduğun azabı haydi
getir, dediler.
23- "Onun ilmi
Allah katındadır. Ben size benimle gönderileni tebliğ ediyorum. Fakat ben sizi
cahillik eden bir kavim olarak görüyorum." dedi.
24- O azabı,
vadilerine doğru yayılan bir bulut halinde gördükleri zaman, bu bize yağmur
yağdıracak bir buluttur, dediler. Hud ise: O sizin acele gelmesini istediğiniz
şeydir. O bir rüzgârdır ki, içerisinde acı bir azap vardır.
25- O rüzgâr Rabbinin
emriyle her şeyi yıkar mahveder. Nitekim (o kasırga gelince) onların
evlerinden başka bir şey görünmez oldu. İşte biz suç işleyen toplumu böyle cezalandırırız.
26- Andolsun ki,
onlara da size verdiğimiz kudret ve serveti vermiştik. Kendilerine kulaklar,
gözler ve kalpler vermiştik. Fakat kulakları, gözleri ve kalpleri kendilerine
bir fayda sağlamadı. Zira bile bile Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlardı.
Alay edip durdukları şey kendilerini kuşatıverdi.
27- Andolsun ki biz,
çevrenizdeki memleketleri de yok ettik. Belki doğru yola dönerler diye ayetleri
tekrar tekrar açıkladık.
28- Allah'tan başka
kendilerine yakınlık sağlamak için tanrı edindikleri şeyler, kendilerine
yardım etselerdi ya! Hayır, onları bırakıp gittiler. Bu onların yalanı ve
uydurup durdukları şeydir.
"Kendilerine
kulaklar, gözler ve kalpler vermiştik..." ayetinden sonra "Fakat
kulakları, gözleri ve kalpleri kendilerine bir fayda sağlamadı." kısmında
Aynı lafızların tekrarı itnabm edebî sanat olan türüdür. Bu ifade tarzı onların
çirkinliğini daha da artırmak içindir.
"Alay edip
durdukları şey kendilerini kuşatıverdi..." "...Belki dönerler
diye..." ve "Uydurup durdukları şeydi..." ayetlerinde ise, sözün
güzelliğini daha da artıran şekilde ayetlerin sonları (yestehziûn, yerciûn,
yefterûn) aynı harfle (nün) sona ermektedir. Buna seci denir.[43]
"Ad"'
kavminin "kardeşi" Hud'u "hatırla." Ad İrem bölgesinde bir
Arap kabilesidir.
"Hani o Ahkâf
denilen yerde" Ahkâf, Yemen'de, içerisinde Ad kavminin evleri bulunan,
Umman ve Mehre arasında bir vadidir. Bu Ahkaf kelimesi aslında
"hıkfun" kelimesinin çoğulu olup, kum çölü, kum tepecikleri anlamındadır,
"kavmini uyarmıştı. Ondan" Hud'dan "önce ve sonra uyarıcı peygamberler
gelip geçti." "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin" (diyerek), ya
da "kulluk etmeyin" diye korkutarak, çünkü birşeyden sakındırmak, o
şeyin zararını gerekçe göstererek korkutmaktır. Eğer Allah'tan başkasına taparsanız
"Ben sizin büyük bir günün azabına uğramanızdan korkarım."
"Onun ilmi"
o azabın ne zaman geleceğine dair ilim "Allah katında-dır." Hud
(a.s.) şöyle dedi: Size azabın ne zaman geleceğini hiç kimse bilemez, benim
de, onda bir etkim yok ki, size hemen o azabı getireyim. O azabın ne zaman
geleceği hakkındaki bilgi ancak Allah'ın yanındadır; O, belirlenen vaktinde
onu size getirecektir. Azabı acele olarak istemeniz sebebiyle "ben sizi
cahillik eden bir kavim olarak görüyorum." Siz peygamberlerin tebliğci ve
akıbetten korkutucu olarak gönderildiğini bilmiyorsunuz. Siz onların azap
edici, azap isteyici olarak gönderildiğini düşünüyorsunuz.
"O" rüzgâr
"Rabbinin emriyle her şeyi yıkar, mahveder." O rüzgâr, Rab-binin
iradesiyle can ve mal ne varsa hepsini helak edip mahvedecektir.
"Andolsun ki
onlara da size verdiğimiz kudret ve serveti vermiştik." Andolsun ki, biz
onlara da size verdiğimiz mali güç ve imkânı vermiştik. Bu mana, "fima in
mekkenneküm"de ki "in"ın sıla olması durumundadır. Ancak
"in"i nafiye olumsuzluk edatı kabul edersek o takdirde mana
"Onlara size (bile) vermediğimiz kudret ve serveti vermiştik." olur.
"Andolsun ki biz
çevrenizdeki memleketleri de helak ettik." Andolsun ki biz, çevrenizdeki
Semud (Salih (a.s.) kavmi), Ad (Hud (a.s.) kavmi) ve Lût kavmini helak ettik.
[44]
Allah Tealâ, Mekke
halkının, dünya zevklerine dalmaları ve bunları aramakla meşgul olmaları
sebebiyle, yüz çevirdikleri tevhit ve peygamberlik delillerini açıkladıktan
sonra öğüt ve ibret olmak için Ad kavminin kıssasını anlattı. Allah Tealâ o Ad
kavmini; mal, mevki ve güç bakımından Mekke müşriklerinden daha üstün
olmalarına rağmen ibret alsınlar, dünya ile gururlanmayı terk etsinler ve
ahirete yönelsinler diye, küfürleri yüzünden helak etmiştir. Zira bu misalleri
vermek, derinliğine düşünmeyi ve bulunulan durumu gözden geçirip değiştirmeyi
gerektirir. Burada, kavminin kendisini yalanlaması sebebiyle peygamberi bir
teselli vardır.
[45]
"Ey Muhammedi Ad
kavminin kardeşi Hud'u hatırla. Hani o, Ahkaf denilen yerde kavmini uyarmıştı.
Ondan önce ve sonra da nice peygamberler gelip geçmiştir. Hud, kavmine:
Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Çünkü ben sizin için büyük bir günün
azabından korkuyorum, (demişti)" Yani, Ey peygamber! Kavmine Ad'm
kardeşini hatırlat. O, din kardeşi değil de, onların nesep kardeşi olan Hz.
Hud'dur. Allah, onu Hadramevt'te Ahkaf denilen bölgede sakin olan ilk Ad
kavmine peygamber olarak göndermişti.
Allah Tealâ onlara
şunu bildirmiştir: Hud'dan önce ve sonra gönderilen peygamberler, Lût'un
yaptığı gibi kavimlerini Allah'tan başkasına kulluk etmeyin ve Onunla birlikte
bir başka ilâhı Ona eş koşmayın, diyerek korkutmuşlardır. Hz. Hud'da (diğer
peygamberler de) kavmine şöyle demişti. Ben sizin için büyük bir günün
azabından korkuyorum.
Bu ayetin benzeri Allah'ın
şu sözüdür: "Eğer onlar yüz çevirirlerse de ki: İşte sizi Ad ve Semud'un
başına gelen kasırgaya benzer bir kasırgaya karşı uyarıyorum. Hani, kendilerine
önlerinden ve arkalarından peygamberler, Allah'tan başkasına tapınmayın,
uyarısıyla geldiklerinde, onlar Rabbimiz dileseydi melekler indirirdi; biz,
sizin peygamberliğinize inanmıyoruz, dediler." (Fussilet, 41/13-14).
Kavmi, Hz. Hud'a şöyle
diyerek cevap verdi:
"Onlar sen bizi
tanrılarımızdan çevirmek için mi bize geldin? Hadi, doğru söyleyenlerden isen,
bizi tehdit ettiğin şeyi başımıza getir, dediler." Yani sen bizi
ilâhlarımıza tapınmaktan vazgeçirerek kendisine davette bulunduğun Allah'a
kulluğa mı yönelteceksin? Bize yaptığın tehdidde samimi isen o vaadettiğin
büyük azabı bize getir.
Bu tehditin
gerçekleşmeyeceğini düşündüklerinden Allah'ın azabını ve cezasını hemen
istemektedirler. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Ona inanmayanlar,
onun çabuk kopmasını isterler." (Şura, 42)18). Burada vaadin (müjdeli
haberin) bazen vaid (tehdit edici haber) yerinde kullanıldığına delil vardır.
Hud (a.s.) onlara
şöyle cevap verdi: "Hud da bilgi ancak Allah'ın kalındadır. Ben size bana
gönderilen şeyi duyuruyorum. Fakat sizin cahil bir kavim olduğunuzu
görüyorum." dedi.
Yani Hud (a.s.) şöyle
dedi: Azabın meydana geleceği vakti ben bilemem, onun ne zaman olacağına dair
bilgi Allah'ın yanındadır, benim yanımda değil. Çünkü onu takdir eden
Allah'tır, ben değilim. Ve bana o azabı ne zaman getireceğini de haber
vermemiştir. Benim görevim ancak Rabbiniz tarafından benim vasıtamla size
gönderilen mesajı tebliğ edip sizi akıbetten korkutmak ve azaptan
sakındırmaktır. Yoksa o acele ettiğiniz azabı getirmek değildir. Çünkü o, benim
kudretim dahilinde değildir. Ancak ben sizi, küfür üzerinde ısrarla devam
ettiğiniz için, aklını çalıştırmayan ve anlayış göstermeyen bir kavim
görüyorum. Getirdiğim mesajla doğruyu bulamadınız, aksine peygamberlerin işi
ve vazifeleri olmayan şeyleri onlardan istediniz.
Sonra yüce Allah
azabın gelişini anlatarak şöyle buyurdu:
"Nihayet onu,
vadilerine doğru yayılan bir bulut şeklinde görünce: Bu bize yağmur yağdıracak
bir buluttur, dediler." Yani onlar, azabı veya bulutu karşılarında,
vadilerine doğru yönelmiş görünce; bu, yağmur yağdıracak bir buluttur dediler,
buna fevkalade sevindiler. Çünkü uzun zamandan beri yağmur yağmıyordu, bu
sebeple ona muhtaç idiler. Halbuki o, Allah'ın da Hud'un cevabında belirttiği
gibi, azap yağmuru idi. Ya da bu (Hud'un sözü değil de) Allah Tealâ'nm sözüdür:
"raavhü -onu
görünce" deki zamir "hu -onu" zikredilmeyen bir şeyi gösterir,
ama onu "bulut" kelimesi açıklığa kavuşturmuştur. Sanki şöyle
denilmiştir: Yani onlar, bulutu yayılmış bir halde görünce... Bu, daha uygundur.
Ya da zamir "Bizi tehdit ettiğin o şeyi bize getir" ayetindeki
"ma -o şey"e racidir. Yani onlar, tehdit edildikleri şeyi (azabı)
yaygın olarak görünce demektir.
Buhari, Müslim,
Tirmizi ve diğerlerinin Aişe'den rivayet ettiklerine göre o şöyle demiştir:
"Ben, Allah Rasulü (s.a.)'nün, küçük dilini görünceye kadar (ağzını
açarak) güldüğünü görmedim. O, ancak tebessüm ediyordu. Bir bulut veya bir
rüzgâr gördüğü zaman, bu yüzünden belli oluyordu. "Ey Allah'ın Rasulü!
İnsanlar bulutu gördükleri zaman, onda yağmur var, diye seviniyorlar, halbuki
görüyorum ki, sen o bulutu gördüğün zaman yüzünde bir hoşnutsuzluk alâmeti
gözüküyor dedim. "Ey Aişe! O bulutta bir azap olmadığı konusunda bana
güvence verecek bir şey var mı? Çünkü bir kavim bu rüzgârla azaba uğratılmış;
bir başka kavim de bu azap bulutunu görmüş de, bu bize yağmur yağdıracak bir
buluttur, demişlerdi." buyurdu.
Sonra Allah Tealâ bu
azap rüzgârını vasfederek şöyle buyurdu:
"(O) rüzgâr
Rabbinin emriyle her şeyi yıkar, mahveder. Nitekim (o kasırga gelince) onların
evlerinden başka bir şey görülmez oldu. İşte biz suç işleyen toplumu böyle
cezalandırırız." Yani bu rüzgâr, Ad kavminin insanları ve mallarından
önüne gelen her şeyi Rabbinin izniyle harap edip yok eder. Nitekim bir ayette
şöyle buyurulmuştur: "Üzerinden geçtiği şeyi canlı bırakmıyor, onu kül
edip savuruyordu." (Zariyat, 51/42) yani, o şeyi çürümüş bir eşya haline
getiriyordu. Bu sebeple Allah Tealâ, onların hepsinin mahvolduğunu, geriye
kimselerinin kalmadığını, malları ve canlarından hiçbir şeyin görünmez
olduğunu, ancak harap olmuş evlerinin izlerinin görüldüğünü beyan etmiştir.
İşte,
peygamberlerimizi yalanlayan ve emrimize aykırı hareket edenler hakkındaki
hükmümüz budur. Ad kavmini, Allah'ı inkâr etmeleri sebebiyle böyle bir azap
ile cezalandırdığımız gibi, onlardan sonra gelen asi, kâfir herkesi böyle
cezalandırırız. Bundan gaye Mekke kâfirlerini korkutmaktır.
Müslim, Tirmizi ve
Nesei'nin Hz. Aişe (r.a.)'den rivayetlerine göre o şöyle demiştir:
"Şiddetli rüzgâr estiği zaman Allah Rasulü (s.a.) şöyle derdi: Allah 'im!
Senden, o rüzgârın, içindekilerinin ve o rüzgârla gönderdiklerinin en
hayırlısını istiyorum; o rüzgârın içindekilerinin ve o rüzgârla gönderdiklerinin
şerrinden yine sana sğunıyorum." Hz. Aişe (r.a.) şöyle dedi: "Gök
yüzü karıştığı zaman Allah Rasulü (s.a.)'nün rengi değişir, dışarı çıkar,
içeri girer; yerinde duramaz, ileri geri dolaşıp dururdu. Yağmur yağdığı
zaman, Allah Rasulünün bu üzüntüsü giderdi. Hz. Aişe (r.a.) Rasulüllah'm bu
durumunun farkına vardı ve Allah Rasulüne sordu. Allah Rasulü de, "Ya
Aişe! Belki de o Ad kavminin söylediği gibidir: Nihayet onu, vadilerine doğru
yayılan bir bulut şeklinde görünce: Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur,
dediler."
Yine Müslim'in İbni
Abbas'dan rivayetine göre Allah Rasulü (s.a.) şöyle demiştir: "Ben, saba
(kuzey) rüzgârıyla muzaffer oldum. Ad kavmi ise Debûr (güney) rüzgârıyla helak
edilmiştir.
Allah Tealâ hazretleri
Mekke kâfirlerini korkutup, tehdit ettikten sonra, Ad kavminin kuvvetini şöyle
vasfetti: "Andolsun ki, onlara da size vermediğimiz kudret ve serveti
vermiştik. Kendilerine kulaklar, gözler ve kalpler vermiştik. Fakat kulakları,
gözleri ve kalpleri, kendilerine bir fayda sağlamadı." Yani hamdolsun ki,
biz dünyada Ad kavmine ve geçmiş ümmetlere o miktarda mal, evlât, sağlık
sıhhat ve uzun ömür verdik ki, benzerini ve ona yakınını bile size vermedik.
Ey.Mekke halkı! Onlar sizden çok daha güçlü; mal ve evlât bakımından çok daha
zengin; çok daha hâkim durumda idiler. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur:
"Öncekiler bunlardan daha çoktu, kuvvetçe ve yeryüzündeki eserleri
bakımından da daha sağlam idiler." (Ga-fir, 40/82).
Yüce Allah, onlara
delilleri idrak edebilecekleri duyu organlarını vermiş olmasına rağmen, onlar
delili ve hidayeti kabul etmekten yüz çevirdiler. Yüce Allah'ın onlara
bahşettiği bilgi ve doğru düşünme anahtarlarının onlara faydası olmamış, bu
anahtarlarla da tevhide, ulaşamamışlar; kulak, göz ve kalplerini hayırda ve
yaratılış görevi olan nimet veren Allah'a şükürde kullanmamışlardır.
Sonra Allah Tealâ,
onların duyu organlarından niçin yararlanamadıklarını şöyle diyerek beyan
etmiştir:
"Zira bile bile
Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlardı. Alay edip durdukları şey, kendilerini
kuşatıverdi." Yani onlar, Allah'ın ayetlerini inkâr ettikleri için, ne
kulakları ne gözleri ve ne de kalpleri onlara fayda vermemiştir. "Hadi
doğru söyleyenlerden isen, bizi tehdit ettiğin şeyi başımıza getir." diyerek
alaylı bir şekilde acele olarak gelmesini istedikleri o azap onları kuşatıverdi.
Dolayısıyla Mekke
halkı zaaf ve acizlikleriyle birlikte Allah'ın azabından sakınmaya ve korkmaya
daha lâyıktırlar.
Sonra Allah Tealâ Ad
kavmi gibi, peygamberleri yalanlayan ümmetlerin kıssalarından öğüt almanın
zaruretini şöyle diyerek pekiştirmiştir:
"Andolsun biz,
çevrenizdeki memleketleri de yok ettik. Belki doğru yola dönerler diye ayetleri
tekrar tekrar açıkladık." Yani ey Mekke halkı! Çevrenizde, peygamberleri
yalanlayan ülke halklarını da helak ettik. Mesela Hicaz ülkesine komşu olan
Semud, Lût kavminin ülkesini ve Medyen'i helak ettiğimiz gibi, Yemende Sebe
halkını da yok ettik. Bu ülkeler, Mekke halkının yaz ve kış yolculuklarında
uğradıkları yolları üzerinde bulunuyordu. Biz çeşit çeşit ayetleri ortaya koyup
açıkladık ki, onlar küfürlerinden yine de dönmediler.
Daha sonra da Allah
Tealâ, çekilecek sıkıntı ve şiddetin boyutunu beyan ederek şöyle buyurdu:
"Allah'tan başka
kendilerine yakınlık sağlamak için tanrı edindikleri şeyler, kendilerine yardım
etselerdi ya! Hayır, onları bırakıp gittiler. Bu onların yalanı ve uydurup
durdukları şeydir." Yani kendilerine şefaat etmeleri için, Allah'a yaklaşmaya
vesile yaptıkları şeyler onları içine düştükleri azaptan kurtarsaydı ya! Bu
sapıklığın ve bu hüsranın sebebi onların o putları ilâhlar edinmeleri,
kendilerini Allah'a yaklaştıracak ve Allah yanında kendilerine şefaat
edeceklerine veya onların ilâh olduğuna inanmalarıdır.
Burada Mekke halkını
kınama vardır. Ayrıca putlarının kendilerine hiçbir fayda vermediğine dair bir
uyarı vardır. Eğer bunların her hangi bir faydaları olsaydı, daha önce dalâlete
(sapıklığa) düşen milletlere faydaları olurdu.
[46]
1- Kur'an
kıssaları ibret ve öğüt içindir. En etkili kıssalardan birisi de Yemen'de
Hadramevt'te Ahkâf denilen bölgede yerleşik olan Ad kavminin kıssasıdır. Bu
sebeple Allah Tealâ peygamberine ibret almaları için müşriklere Ad kavminin
kıssasını hatırlatmasını emretmiş, hatta kendisinin de Hud (a.s)'un kıssasını
hatırlayıp ona uymasını, böylece kavminin kendisini yalanlamasına
aldırmamasını istemiştir.
2- Ad
kavmine peygamberleri Hud'dan uyarılar arka arkaya geldiği gibi, daha önce ve
daha sonra gelen peygamberlerden de gelmiştir. Bu uyanlar şeriki (ortağı)
olmayan, bir olan Allah'a kulluk etmek, şirki ve putlara tapınmayı da terketmek
konusunda yoğunlaşmıştır. Çünkü şirk, hiç şüphesiz korkunç azabın asıl
sebebidir.
3- Ad kavmi,
Hud'un bu davetine karşı direnerek ona "Sen bizi, putlarımıza tapınmaktan
alıkoymak için mi geldin? O halde eğer peygamber olduğun hususunda samimi
isen, bizi tehdit ettiğin azabı bize getir!" dediler.
4- Peygamber
sadece Rabbinin mesajını tebliğ eder, gaybı bilmez. Bu sebeple Hud (a.s.) Ad
kavmine şöyle demiştir. "Azabın ne zaman geleceğine dair bilgi hiç
şüphesiz Allah'ın yanındadır, benim yanımda değil, Benim vazifem ancak benim
vasıtamla Rabbiniz tarafından size gönderilen risale-ti (mesajı) tebliğ
etmekten ibarettir. Azabı acilen istemeniz sebebiyle sizin cahil bir kavim
olduğunuzu düşünüyorum."
5- Ufukta
enlemesine yayılan bir bulutun geldiğini gördüklerinde onun, kendilerine yağmur
yağdırıp bereket getirecek bir bulut olduğunu zannettiler. Ancak o, azap
vasıtasını içinde bulunduruyordu. O, helak edici rüzgâr idi. Hiç şüphesiz
onların cezalandırılmasına ve azap görmesine sebep olan bu rüzgâr onların
gördüğü o buluttan meydana gelmiştir. O sırada Hud (a.s.) onların diyarlarından
ayrılmıştı. Bu rüzgâr insan topluluğunu çeşitli şekillerde helak ediyordu.
6- Hiç
kuşkusuz, korkunç süratle esen bu kasırgalar, Rabbinin izniyle, Ad kavminin
adamlarından ve mallarından uğradığı her şeyi mahvetmiş, orta yerde sadece
yıkılan evlerinin izleri kalmıştır. İşte böyle bir azap ile her zaman ve her
yerde müşrik ve kâfirler cezalandırılır. Asrımızda da tabiat hadiseleri (doğa
olayları) diye isimlendirilen, yanardağlar, depremler ve mahvedici fırtınalar
gibi ne kadar olay vardır!
7- Şüphesiz
Allah'ın azap vasıtaları karşısında ister güçlü azgın zalimler, ister zayıflar
olsun herkes küçülecek ve zayıf hale gelecektir. Andolsun ki, Allah bu azap ile
Mekke halkını ibret almaları için korkutmuş ve onlara, kendilerinden daha güçlü
malı, evlâdı daha çok ve yeryüzünü çok daha fazla eserlerle imar eden kimseleri
de helak ettiğini açıklamıştır.
8- Allah
Tealâ bir kavmi ancak azıp saptıktan, yeryüzünde haksız yere kibirlendikten
sonra, yok edecek bir azaba uğratır. Bu kavim de Allah'ın ayetlerini bile bile
inkâr etmiş, böylece alay ede geldikleri ve inzar edildikleri o ilâhî azap
onları çepeçevre kuşatmıştır.
9- Allah Tealâ bu ayetlerde Mekke kâfirlerine iki apaçık misal vermiştir:
a) Ad kavmi.
b)
Çevrelerindeki ülke insanları. Mesela Şam yolu üzerinde Hicaz ülkesine komşu
olan Semud, Lût ve Medyen ülkeleri. Bu insanların kıssaları ve başlarına gelen
olaylar nesilden nesile aktarılıyor, dolayısıyla Mekkeli-lerce de biliniyordu.
Yemen'deki Sebe halkı da aynıdır. Mekkeli tüccarlar yaz kış seferlerinde bu
ülkelere uğruyorlardı.
10- Allah'ın
adaleti mutlaktır. Çünkü Allah Tealâ bu kavimleri ancak küfürlerinden dönsünler
diye, gerekli deliller, çeşit çeşit ayetler ve öğütlerle ikaz ettikten sonra
helak etmiştir. Çünkü onlar Allah'ın emir ve yasaklarının gereğini
yapmamışlar, küfür ve inatlarına devam etmişlerdir.
11- Allah
Tealâ, biraz düşünen ve aklını kullanan insanlara kesinlikle şunu belirtmiştir:
Yararı dokunacağı sanılıp da tapınılan putların ve hayalî şeylerin dünyada
kendilerine tapanlardan azabı uzaklaştırmada hiçbir faydaları olmadığı gibi,
ahirette de şefaat ederek onlara yararı olmayacaktır. Çünkü müşrikler şöyle
diyorlardı: "Bunlar, Allah katında bizim şefaatçılarımızdır." (Yunus,
10/8). Çünkü bu ilâhlar zor zaman ve meşakkat anında onların yanından uzaklaşacaklardır.
[47]
29- Hani
cinlerden bir grubu, Kur'an'ı dinlemeleri için sana yöneltmiştik.
Onda hazır olunca (birbirlerine) susun, demişler, okunması bitince uyarıcılar
olarak kavimlerine dönmüşlerdi.
30- Ey kavmimiz!
dediler, doğrusu so biz Musa.dan sonra indiriıen kendinden öncekini doğrulayan,
hakka ve doğru yola ileten bir kitap dinledik.
31- Ay kavmimiz!
Allah'ın davetçisine uyun. Ona iman edin ki, Allah da sizin günahlarınızın bir
kısmını bağışlasın ve sizi acı bir azaptan korusun.
32- Allah'ın davetçisine uymayan kimse yer
yüzünde Allah'ı aciz bırakacak değildir. Kendisi için Allah'tan başka dostlar
da bulunmaz. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedir.
"Cinlerden bir
grup..." grup olarak çevrilen ayetteki "nefer" kelimesi on
kişiden az bir topluluktur. Çoğulu: "enfar "dır.
Bunlar Nusaybin veya
Ninova cinleri olup yedi veya dokuz kişi idiler. "Onda hazır
olunca..." Buradaki "hu" zamiri Kur'an'a veya Allah'ın Rasulüne
racidir. Mana ya "Kur'an'ı dinlemeye hazır olunca" veya "peygamberin
huzuruna gelince" demek olur.
İman etmedikleri
takdirde "kavimlerine uyarıcılar olarak döndüler." Bu cin topluluğu
önce Yahudi idiler. Sonra müslüman oldular.
Cinler şöyle dediler:
"Musa'dan sonra indirilen bir kitap dinledik." Onlar, Yahudi
oldukları için bu şekilde konuştular, denilmiştir.
"Allah'ın
davetçisine uyun." Buradaki "davetçi", Allah'a inanmaya davet
eden Muhammed (s.a.)'dir. "Günahlarınızın bir kısmını bağışlasın" Yani
sadece Allah belli günahlarınızı bağışlar. Yoksa insan hakları ve Allah'ın
kullarına yapılan zulümler
iman etmekle bağışlanmaz, ancak sahiplerinin rızasıyla düşer, "ve sizi acı
bir azaptan korusun." Yani kâfirler için hazırlanan azaptan sizi korusun.
Müfessir Beyzavi şöyle demiştir: O cinlerin sadece günahlarının bağışlanması
ve acı azaptan kurtarılmalarının zikredilmesi dolayısıyla Ebu Hanife, onların
ayrıca bir cennet mükâfatı olmayacağına hükmetmiştir. Fakat en doğru olan
görüş cinlerin de, emir ve yasaklarla mükellef olma hususunda insanlar gibi
olduklarıdır.[48]
"Hani cinlerden bir grubu..." ayetinin (29. ayet) nüzul
sebebi ile ilgili olarak İbni Ebi Şeybe'nin rivayetine göre İbni Mesud şöyle
demiştir: Peygamber (s.a.), Batn-ı Nahle denilen yerde Kur'an okurken cinler
peygamberin yanına gelmişler, onun Kur'an okuduğunu duyunca, birbirlerine:
"Susun" demişlerdir. Onlardan biri: Zevbea'dır. Bunun üzerine Allah
Tealâ 29. ayetten itibaren 32. ayete kadar olan bölümü indirmiştir.
[49]
Allah Tealâ insanların mümini ve kâfiri bulunduğunu beyan ettikten
sonra, bunun peşinden cinlerin de, inananı (mümini) ve inanmayanı (kâfiri)
olduğunu; müminlerinin mükâfata nail olacaklarını, kâfirlerinin de azap
göreceklerini ve Allah Rasulü (s.a.)'nün, insanlarla birlikte cinlere de
peygamber olarak gönderildiğini açıklamıştır.
Melekler ve cinler görünmeyen iki gayb alemidir. Müslüman nasıl ki,
Peygamber’in (s.a.v.) melekler vasıtasıyla vahyi telakki ettiğine, yani
Allah’ın emir ve yasaklarını, Cibril vasıtasıyla aldığına ve bu risaleti
(mesajı) cinlere de tebliğ ettiğine, onları müjdeleyip korkuttuğuna inanması
gerekiyorsa, meleklere ve cinlere de iman etmesi gerekmektedir. Ancak vahyin
nasıl alındığı ve tebliğ edildiği meselesi dinî ve naklî haberlere dayanılarak bilinmektedir.
Yoksa bu konuda aklın herhangi bir rolü yoktur.
[50]
"Hani cinlerden bir grubu, Kur'an'ı dinlemeleri için sana
yöneltmiştik. Kuranı dinlemeye hazır olunca (birbirlerine) susun, demişler,
Kur'an'ın okunması bitince uyarıcılar olarak kavimlerine dönmüşlerdi."
Yani ey Peygamber! Cinlerden bir grubu sana yönelttiğimizi ve kavimlerini
doğruya iletmeleri için sana gönderdiğimizi sen kendi kavmine hatırlat. Onlar
Kur'an okunurken geldiklerinde, Kur'an'ı iyice dinleyip, anlamaları için, birbirlerine
susmalarını ve Kur'an'a kulak vermelerini emretmişlerdir. Bu-hari ve Müslim'in
rivayetine göre bu olay Peygamber (s.a.)'in, Taiflileri İslâm'a davet için
gittiği seferden dönmesi sırasında, Taif yolu üzerinde, Mekke'ye bir gecelik
mesafede Batn-ı nahle denilen yerde gerçekleşmiştir. Peygamberin Kur'an
okumasını dinleyenler de Nusaybin cinlerinin eşrafından veya Musul'daki
Ninova'dandır.
Sabah namazında Kur'an'ın okunması bitince cinler, kavimlerini Kur'an'm
emrine muhalefetten korkutmak ve Allah'ın azabından sakındırmak üzere onların
yanma döndüler.
Ayet, Hz. Muhammed'in (s.a.) cinlere ve insanlara peygamber olarak
gönderildiğine delâlet etmektedir. Çeşitli hadisler Allah Rasulü (s.a.)'nün ilk
gece cinlerin geldiğini hissetmediğini göstermiştir. Cinler, peygamberin Kur'an
okuyuşunu dinleyip, sonra kavimlerine dönmüşlerdir. Bundan sonra da,
peygamberimize topluluk halinde fevç fevc gelmişlerdir.
Peygamberin, onların geldiğini hissetmediğini gösteren delillerden biri
de, yukarıda ayetin nüzul sebebine dair, İbni Mesud'dan gelen rivayettir. Bir
diğeri de, Ahmed b. Hanbel'in, Tirmizi ve Nesei'nin İbni Abbas'tan şu
rivayetidir: Cinler vahye kulak veriyor, kelimeyi duyuyor ve bu kelimeye on
kelime daha ilâve ediyorlardı. Duydukları hakti, ama ilâve ettikleri batıl.
Hz. Muhammed'in risaletinden önce cinler yıldızlarla taşlanmıyordu. Ancak Allah
Rasulü (s.a.) peygamber olarak gönderilince, cinlerden biri, (gökyüzü
haberlerini dinlemek üzere) makamına gelince isabet ettiği yeri yakan bir
yıldızla taşlanırdı. Cinler bu durumu İblis'e şikayet ettiler, İblis de, bunun
mutlaka bir sebebi olmalıdır, diyerek kendisine bağlı olanları sağa sola
yolladı. Birden Peygamber (s.a.)'in, Nahle'nin iki dağı arasında namaz
kıldığını gördüler ve gelip İblis'e haber verdiler; İblis de, demek ki,
yeryüzünde meydana gelen olay bu imiş dedi.
Buhari ve Müslim'in Mesruk'tan rivayeti de yukarıdaki olayı teyit etmektedir.
Rivayet şöyledir: "İbni Mesuda, Kur'an'ı dinledikleri gecede, Peygamber
(s.a.)'e cinleri bildiren kimdir? diye sordum. İbni Mesud da: Peygamber'e
onları ağaç bildirmiştir, dedi." Çünkü, onların Kur'an'ı dinlemek için
toplanmalarını ağaç bildirinceye kadar, peygamberimiz hissetmemişti.
Peygamber (s.a.)'in, cinlerle karşılaştığını, onlara risaletini
(Allah'tan aldığı ilâhî mesajı) tebliğ ettiğini ve onlara Kur'an okuduğunu
gösteren birçok deliller vardır.[51]
Bu rivayetlerden biri, Ahmed b. Hanbel'in Müs-ned'inde ve Müslim'in Sahih'inde
Alkame'den rivayet ettikleri şu husustur; Alkame şöyle demiştir: Abdullah b. Mesuda
(r.a.), "Cinlerin, Peygamber (s.a.)'i dinledikleri gecede, Peygamber
(s.a.)'in yanında sizden kimse var mı idi? diye sordum." O da "Onun
yanında bizden kimse yoktu. Ancak onu bir gece Mekke'de kaybetmiştik, acaba
suikaste mi uğradı, bir yere mi götürüldü, ne yapıldı? diye birbirimize
sorduk. O gece bizim için en korkunç geceydi. Sabah olunca veya seher vaktinde
birden Hira tarafından bize doğru geldiğini gördük ve içerisinde bulunduğumuz
durumu ona anlattık." dedi. Bunun üzerine Allah Rasulü (s.a.): "Bana
cinlerin davetçisi gelmişti, ben de onlara gittim ve onlara Kur'an
okudum." dedi ve bize onların ve yaktıkları ateşlerin izlerini gösterdi.
Abdullah b. Mesud'dan bir rivayette o şöyle demiştir: Allah Rasulü
(s.a.)'nü şöyle derken duydum: "Bu gece ben Hacun'da durup cinlere Kur'an
okuyarak geceledim."
Cin suresi, cinlerin Kur'an'ı dinlediğini kesinlikle göstermektedir.
Cin suresinin baş tarafı şöyledir: "(Rasulüm!) De ki: Cinlerden bir
topluluğun (benim okuduğum Kur'an'ı) dinleyip de şöyle söyledikleri bana
vahyolun-muştur: Gerçekten biz, doğru yola ileten harikulade güzel bir Kur'an
dinledik de, ona iman ettik. Artık kimseyi Rabbimize asla ortak koşmayacağız
."(Cin, 72/1-2)
Allah Tealâ burada şöyle buyurmuştur:
"Ey kavmimiz dediler, doğrusu biz Musa'dan sonra indirilen,
kendisinden öncekini doğrulayan, hakka ve doğru yola ileten bir kitap
dinledik." Cinler şöyle demiştiler. Ey cinler! Biz, Hz. Musa'nın
Tevrat'ından sonra, daha önceki peygamberlere indirilen kitapları tasdik eden,
Allah'ın indirdiği bir kitap (Kur'an) dinledik. O kitap insanları gerçek dine,
ibadete, inanca, davranış ve haberlerde Allah'ın sağlam yoluna yöneltmektedir.
Burada cinler (Hz. Musa'yı zikrettikleri halde) Hz. İsa'dan söz etmemişlerdir.
Bunun bazı sebepleri vardır.
1-
Atanın da dediği gibi, o
cinler Hristiyanlıktan değil Yahudilikten müslümanlığa dönmüşlerdir.
2-
İsa (a.s.)'ya indirilen
İncil'de birtakım mevizeler, edebî, insanî incelikler bulunmakta; helâl ve
harama dair pek fazla bir şey bulunmamakta ve dolayısıyla İncil, Tevrat
şeriatının tamamlayıcısı kabul edilmektedir. Bu yüzden o cinler "Musa'dan
sonra indirilen..." demişlerdir.
İşte Peygamber (s.a.), kendisine vahyin ilk geliş hikâyesini ve Cebrail'in
kendisine geldiğini Varaka b. Nevfel'e haber verdiği zaman, Varaka b. Nevfel,
peygamberimize şöyle demiştir. İşte bu namus[52]
(Cibril), Allah'ın Musa'ya gönderdiği melektir. Kavmin seni (Mekke'den)
çıkardığında keşke ben güçlü kuvvetli bir genç olsam (da sana yardım etsem)!
Kısaca cinler, burada sadece Tevrat'ı ifade etmişlerdir. Çünkü Tevrat
geçmişte hükümlerin kaynağıdır. Ayrıca Kitap Ehlince de ittifakla kabul edilen
bir kitaptır.
"Ey kavmimiz! Allah'ın davetlisine uyun, ona iman edin ki Allah da
sizin günahlarınızın bir kısmını bağışlasın ve sizi acı bir azaptan korusun."
Ey cinler! Allah'ın birliğine, kulluğuna, ve itaatına çağıran peygamberlerin
sonuncusu (Hatemu'n-nebiyyîn) Allah Rasulüne ve Kur'an'a icabet ediniz, kulak
veriniz ki, Allah birtakım günahlarınızı, kendine taalluk eden hakları
bağışlasın. Kul hakları ise ancak sahiplerinin o haklardan vazgeçmesiyle düşer.
Ayrıca sizi yüce Allah elem verici cehennem azabından koruyup kurtaracak,
sizden müminleri cennete koyacaktır. Bir ayette şöyle buyurul-maktadır:
"Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimselere iki cennet vardır. Öyleyken
Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?" (Rahman,
55/46-47).
Ayette Allah Tealâ'nm Muhammed (s.a.)'i sakalayne (insanlara ve cinlere)
peygamber olarak gönderdiğine açık delâlet vardır. Çünkü Peygamber (s.a.)
insanları ve cinleri Allah'a davet etmiş, her iki gruba da, içinde hitap,
teklif, vaad, (müjde) ve vaid (tehdit) bulunan Rahman suresini okumuştur.
Sevap, ceza, emirler, yasaklar, cennet ve cehenneme müstahak olma
hususunda insanlarla cinler arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü emir ve
yasaklarla mükellef olmak aynıdır. Ayrıca her iki gruba hitap eden ayetlerin
umumiliği, insanlar ve cinlerden meydana gelen iki grubu da kapsamaktadır.
Dolayısıyla, bazı alimlerin, mümin cinlerin cennete girmeyeceğine ve kıyamet
gününde ancak cehennem azabından korunacaklarını dair görüşleri doğru değildir.
Aşağıdaki ayetin umumiliği de bu görüşü desteklemektedir: "İman edip iyi
davranışlarda bulunanlara gelince, onlar için makam olarak Firdevs Cennetleri
vardır." (Kehf, 18/107)
Daha sonra kavimlerini muhalefetten sakındırarak şöyle dediler:
"Allah'ın davetlisine uymayan kimse yeryüzünde Allah'ı aciz bırakacak
değildir. Kendisi için Allah'tan başka dostlar da bulunmaz. İşte onlar apaçık
bir sapıklık içindedirler." İnsanları Allah'ın birliğine inanmaya ve O'na
itaate davet eden Allah Rasulünün bu davetine icabet etmeyenler Onun elinden
kaçıp kurtulamayacaklardır. Zira o, Allah'ın mülkündedir. Allah'tan başka
kendisine yardım edecek ve onu Allah'ın azabından kurtaracak dost ve yardımcıları
da yoktur. İşte Allah'ın davetçisine olumlu cevap vermeyen bu insanlar, apaçık
bir sapıklık ve hata içerisindedirler.
Bu bir tehdittir. Bununla cinler de, Kur'an-ı Kerim'in metoduna uygun
olarak tergib (teşvik) ile terhib (korkutmak) için ikisine de muhatap olmuşlardır.
Bu sebeple Allah Rasulü (s.a.)'ne heyetler halinde gelmişlerdir.[53]
1-
Ayetlerde kastedilen mana
inanmamaları sebebiyle Kureyş müşriklerini kınamaktır. Çünkü cinler Kuranı
dinleyip, ona inanmış ve onun Allah katından olduğunu anlamışlardır. O halde
ey müşrikler! Size ve sizin gibilere ne oluyor ki, Kur'an'dan yüz çeviriyor,
küfürde ısrar ediyorsunuz.
2-
Burada bir başka maksat da
kavminin, davetinden yüzçevirmesin-den dolayı peygamberin karşılaştığı
sıkıntılara karşı onu teselli etmektir.
Hatta Peygamber (s.a.) Taife, Sakif kabilesini İslâm'a davet için gitmiş;
onlar da, çocuklarını ve ayak takımını Peygamber'e karşı tahrik etmişler ve
bunlar Peygamberimizi taşa tutup, vücudunu kanatmışlardı. Peygamberimiz (s.a.)
de, Muhammed b. İshak'ın Siret'inde rivayet ettiği gibi, samimi bir şekilde
yakarıp yardım isteyerek şöyle Allah'a yönelmişti: "Allah'ım! Kuvvetimin
zaafını, çaresizliğimi ve insanlar yanındaki zayıflığımı sana şikayet
ediyorum. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi! Sen, acıyanların en
acıyıcısısın! Sen zayıf düşürülenlerin Rabbisin, benim de Rabbimsin! Beni kime
bırakıyorsun1? Bana kaba davranıp, kötülük edecek uzak bir düşmana mı, yoksa
işimi kendine ısmarlayacağım yakın bir dosta mı? Sen, bana öfkelenmedikten
sonra hiçbir şeye aldırmam, ancak senin afiyetin benim için çok daha rahattır.
Kendisi sebebiyle karanlıkların aydınlığa dönüştüğü, dünya ve ahiret işlerinin
düzene girdiği nuruna sığınıyorum, beni öfke ve gazabından koru Allah'ım! Sen
razı oluncaya kadar, hoşnutluk sana aittir. Senin güç ve kuvvetin olmadan ne
kötülüklerden vazgeçebilmek mümkün, ne de itaatayönelebilmek."
3- Allah Rasulü (s.a.) Taiften
dönüşünde, Mekke yakınlarında Nahle denilen bir yerde sabah namazını ve teheccüdü
kılarken; Nusaybin veya Musul'daki Ninova cinlerinden yedi veya dokuz kişilik
bir heyet peygamberimize geldiler, peygamberimiz farkında olmadan, onun Kur'an
okuyuşunu dinlediler. Bu ayetler onun hatırını hoş etmek, azmini bilemek ve
ruhunu güçlendirmek için bir sebep olmuştur.
4-
Cinler, Kur'an'ı dinlerken
büyük bir edep ve saygı göstermişlerdi. Dolayısıyla bu konuda onlara uymak
gerekir. Zira onlar Kur'an'ı dinlemeye veya peygamberin yanına gelmeye hazır
olunca, birbirlerine: "Kuranı dinlemek için susun!" demişlerdi.
Peygamber (s.a.) Kur'an'ı okuyup bitirince de, Kur'ana muhalefetten sakındırmak
ve inanmadıkları takdirde Allah'ın azabından korkutmak üzere arkalarında
bıraktıkları kavimlerine dönüp gitmişlerdi.
5- Bu kıssa, Peygamber
(s.a.)'in, insanlara ve cinlere birlikte peygamber olarak gönderildiğini ve
onların peygambere iman ettiğini ve Peygamber (s.a.)'in de bunun farkına
vardıktan sonra ikinci gece onları kavimlerine gönderdiğini göstermektedir.
Bunun delili şu ayettir: "Ey kavmimiz! Allah'ın davetçisine uyun ve ona
iman edin!" Eğer böyle olmasaydı, o cinler kavimlerini korkutmazlardı.
Böylece, cinler peygamberimizi iki gece dinlemişlerdir.
6- Cinler, Kur'an'ı iki
vasıfla nitelemişlerdir:
a) Daha öncekileri tasdik
edici olması; yani Allah'ın bir olduğunu, peygamberliği, ahiret inancını ve
güzel ahlâklı olmayı emretmeyi içeren daha önceki peygamberlere verilen
kitapların varlığının hak olduğunu kabul etmesi.
b) Hak dine ve doğru yola
iletici olması. Bu da gösteriyor ki, Peygamber (s.a.), cinlere ve insanlara
gönderilmiştir. Mukatil şöyle demiştir: Mu-hammed (s.a.)'den önce Allah Tealâ
cinlere ve insanlara birlikte hiçbir peygamber göndermemiştir.
Müslim'in Sahih'inde Cabir b. Abdullah el-Ensari'den rivayet edilen şu hadis, Peygamber (s.a.)'in davetinin umumiliğini teyit etmektedir. Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Benden önce kimseye verilmeyen beş özellik bana verilmiştir: Her peygamber, sadece kavmine gönderiliyordu. Ben ise kırmızı ve siyah herkese gönderildim. Benden önce kimseye helâl kılınmadığı halde ganimetler bana helâl kılındı. Yeryüzü benim (ümmetim) için tertemiz kılındı ve mescid kabul edildi. Namaz vakti geldiğinde kişi istediği yerde namazını kılar. Önümde bir aylık mesafede düşman benden korkar oldu ve böylece bana zafer nasip oldu. Ve bana şefaat hakkı verildi." Mücahid, hadiste geçen "kırmızı ve siyah"ı, cinler ve insanlar olarak yorumlamıştır.
Ebu Hüreyre (r.a.)'den bir başka rivayette ise: "Ben bütün
yaratılmışlara gönderildim, peygamberler benimle sona erdi."
buyurulmuştur.
7-
Cinler kavimlerine,
peygamberin bütün emirlerine icabet etmelerini emretmişlerdir. "İman
ediniz" emri de bu emirler arasındadır. Peygamberi dinleyip, kavimlerine
dönen cinler şöyle demişlerdir. "Eğer Allah'ın da-vetçisi Muhammed (s.a.)'e
inanırsanız, Allah günahlarınızın bir kısmını bağışlar ve sizi elem verici, acı
bir azaptan kurtarır." İbni Abbas şöyle demiştir: "Cinlerin bu
çağrılarına cin topluluğundan yetmiş kişi icabet etmiş, peygambere gelmişler ve
onu Batha denilen yerde bulmuşlar; Peygamber (s.a.) de onlara Kur'an okumuş,
Allah'ın emir ve yasaklarını bildirmiştir. Burada dikkate ^alınması gereken
husus şudur. Peygamberi dinleyen cinler kavimlerine; "Allah'ın davetçisine
uyun..." diye umumi bir ifade kullandıktan sonra bunu, "Ona
inanın..." diye hususileştirmişlerdir. Zira iman ilâhî tekliflerin en
şerefli bölümüdür. Ayrıca bir kısım günahların affedileceğini de özel olarak
belirtmişlerdir. Zira insan haklarına tecavüz eden birtakım günahlar var ki,
bunlar imanla bağışlanmaz.
8- Bu ayetler, cinlerin de;
emir, nehiy, sevap ve ceza konusunda insanlar gibi olduğunu göstermiştir.
Hasan-ı Basri şöyle demiştir: "Cinlerin müminlerine, cehennemden
kurtulmaktan başka bir mükâfat yoktur." Ebu Hanife de: "Cinlerin,
cehennemden kurtulmaktan başka bir sevapları yoktur. Sonra o cinlere:
Hayvanlar gibi toprak olun denilecektir." demiştir. Ben bu konuya
ayetlerin tefsirinde cevap verdim. Bu sebeple İmam Malik, Şafii, İbni Ebi Leyla
ve Dahhak, cinlerin de insanlar gibi kötülük yaptıklarında cezlandırılacaklarını,
iyilik yaptıklarında ise mükâfat görecekleri fikrini benimsemişlerdir.
Kuşeyri "Doğru olanı, bu konuda kesin bir şeyin
söylenemeyeceğidir, buna dair bilgi Allah katındadır." demiştir.
Kurtubi ise Allah'ın, "Herkesin yaptığı işe göre dereceleri vardır..." (En'am, 6/132) sözünün, cinlerin de sevaba nail olacağını ve cennete gireceklerini gösterdiğini ifade etmiştir. Çünkü ayetin öncesinde yüce Allah şöyle buyurmutur: "Ey cin ve insan topluluğu! içinizden size ayetlerimi anlatan ve bugünle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi!" (En'am, 6/130) bu ayetin peşinden de "Herkesin yaptığı işe göre dereceleri vardır." (132. ayet)[54] demiştir. Neysaburi ise, "Doğrusu, cinlerinde insanlar gibi olmalarıdır. Onlar da cennete girerler, yerler ve içerler." Görüşündedirler.[55]
9-
Allah Rasulüne (s.a.) icabet
etmeyenler, yeryüzünde Allah'ı aciz bırakıp, O'nun elinden kaçıp kurtulacak
değillerdir. Onların Allah'tan başka yardımcıları ve onların Allah'ın azabından
kurtarıcıları yoktur. Onlar, yolunu sapıtmış, kaybetmiş hatalı insanlardan
olup, açık bir sapıklık içerisindedirler.
[56]
33- Gökleri ve yeri yaratan ve bunları yaratmakla yorulmayan Allah'ın,
ölüleri diriltmeye de gücünün yeteceğini düşünmezler mi? Evet O her şeye
kadirdir.
34- İnkâr edenlere, ateşe sunulacakları gün: Nasıl, bu gerçek değil
miymiş? denildiğinde: Evet, Rabbi-mize andolsun ki gerçekmiş, derler. Allah:
Öyleyse inkâr etmenizden dolayı azabı tadın! der.
35- O halde (Rasulüm); peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği
gibi sen de sabret. Onlar hakın-da acele etme, onlar tehdit edildikleri azabı
gördükleri gün sanki dünyada sadece gündüzün bir saati kadar kaldıklarını
sanırlar. Bu bir tebliğdir. Yoldan çıkmış topluluklardan başkası helak edilir
mi?
"Evet O her şeye", ölüleri de diriltmeye kadirdir. Olumsuz
cümle veya olumsuz soru cümlelerinde "belâ" veya "neam"
kelimeleri arasındaki fark; "bela" nefyi (olumsuzluğu) iptal ve onun
zıddını tesbit ederek bir cevap edatı olmakta, yani olumsuzluğun zıddını
(olumluluğu) ispat için kullanılmaktadır, "neam" ise kendinden
önceki cümleyi tesbit için kullanılmaktadır. (Her iki edatın kullanılışına
misal: Senin arkadaşın değilmiyim? Cümlesine eğer "belâ" edatıyla
cevap verecek olursak, "Evet, arkadaşımsın" anlamı, "neam"
kelimesiyle karşılık verirsek "Hayır, arkadaşım değilsin" manası
çıkar. Mütercim)
"O halde (Rasulüm) peygamberlerden azim sahibi olanların
sabrettiği gibi sabret." Azim ve sebat sahibi peygamberler beştir: Nuh,
İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed (s.a.). Zira bu peygamberler, büyük şeriat
sahibi nebilerdir. Onlar bu şeriatleri tesis ve tespit etmek için gayret
etmişler, bunlar uğrunda meşakkatlere göğüs germişler ve bu konuda kendilerini
kınayıp ayıplayanlarm düşmanlıklarını bertaraf etmişlerdir. "Onlar
hakkında acele etme." Kavmine azabın gelmesi için acele etme. Çünkü vakti
gelince o azap, onlara çaresiz gelecektir. "Onlar tehdit edildikleri azabı
gördükleri gün sanki dünyada sadece gündüzün bir saati kadar kaldıklarını
sanırlar." Yani ahirette görecekleri korkuların şiddetinden dolayı,
dünyada ancak bir saat kadar bulunduklarını düşünürler.
[57]
Surenin baş tarafında kudret ve hikmet sahibi ve istediğini yapabilecek
olan Allah'ın varlığını ispat ettikten, putperestlerin iddialarını ortadan
kaldırıp, peygamberliği ortaya koyduktan, batıl inançlarından dolayı müşriklerle
münakaşa edip şüphelerini reddettikten ve cinler Kur'an'a inandıkları halde,
onların inanmaması üzerine surenin son tarafında kınanmalarından sonra yüce
Allah ahiret meselesini ortaya koymuştur. Çünkü müşrikler ahireti de inkâr
ediyorlardı. Böylece burada Mekkî surelerin izlediği hedefler de gerçekleşmiş
olacaktır. Bu hedefler: Tevhit, nübüvvet ve bas'in (öldükten sonra dirilmenin)
ispatıdır. Sonra Allah, ahirette kâfirlerin bazı durumlarını zikretmiştir.
Daha sonra da, insanları İslâm'a davetle, daha önceki ülü'1-azm peygamberlerin
sabrı gibi peygamberine sabrı emrederek onu teselli etmiştir. Çünkü o
peygamberler de, emrolundukları ilâhî mesajı tebliğ etmek ve karşı gelen
insanlar için azabı acele istememekte sabır göstermişlerdir. Bu bizim için bir
ders ve çok anlamlı bir öğüttür.
[58]
"Gökleri ve yeri yaratan ve bunları yaratmakla yorulmayan
Allah'ın, ölüleri diriltmeye de gücünün yeteceğini düşünmezler mi? Evet O her
şeye kadirdir." Yani kıyamet gününde ba'si (öldükten sonra dirilmeyi)
inkâr eden ve hayatın bedenlere tekrar dönmesini uzak gören bu inkarcılar; gökleri
ve yeri başlangıçta yaratan, bundan aciz olmayan ve bunları yaratmaktan dolayı
da zaafa düşmeyen ve bunlara "olun, meydana gelin" deyince de,
meydana gelmesini sağlayan Allah'ın, ölüleri kabirlerinden tekrar diriltmeye
kadir olduğunu görmediler mi? Nitekim Allah Tealâ bir başka ayette şöyle
demiştir: "Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından
daha büyük bir şeydir. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Gafir, 40/57).
Cevabın çok açık olduğu bilinmekle beraber yine de yüce Allah buna;
"Evet o, bütün bunlara kadirdir. O, yaratmayı dilediği her şeye kadirdir.
Yerde ve gökte hiçbir şey Onu aciz bırakamaz." şeklinde cevap vermiştir.
Yüce Allah ba'si ispat ettikten sonra kıyamet gününde kâfirlerin bazı
hallerini zikrederek şöyle buyurmuştur:
"inkâr edenlere, ateşe sunulacakları gün: Nasıl, bu gerçek değil
miymiş? denildiğinde: Evet, Rabbimize andolsun ki gerçekmiş, derler."
Yani ey Rasul! Kavmine şunu hatırlat! Allah'ı inkâr edenler cehennem ateşi
içerisinde azap görecekleri ve onları, ayıplayıp kınamak için "Başınıza
gelen bu azap şüphesiz gerçek bir hadise değil midir?" denileceği gün,
onlar, "Rabbimize andolsun ki bu bir gerçekmiş." diye itirafta
bulunacaklar ama, bu itirafın faydası olmayacaktır. Çünkü onların itiraftan
başka yapacakları bir şey yoktur.
"Allah: Öyleyse inkâr etmenizden dolayı azabı tadın, der."
Yani Allah Tealâ onların zilletini gösterip, kınayarak dünyada Allah'ı inkâr
etmeniz sebebiyle cehennem azabını tadınız! diyecektir.
Yüce Allah, tevhit, nübüvvet ve ba'si (öldükten sonra dirilmeyi) ispat
edip, müşriklerin şüplerine gerekli cevabı verdikten sonra Rasulüne şöyle
diyerek, kavminin yalanlamasına karşılık sabretmesini emretmiştir:
"O halde (Rasulüm), peygamberlerden azim sahibi olanların
(ülü'l-azim peygamberlerin) sabrettiği gibi sen de sabret, onlar hakkında acele
etme." Ya Muhammedi Ülü'1-azm (azim sahibi) peygamberler, kavimlerinin
yalanlamasına karşı sabrettikleri gibi, sen de kavminin yalanlamasına karşı
sabret. Çünkü sen de o azim sahibi peygamberlerdensin. Bunlar şeriat sahibi
peygamberler olup; Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed (s.a.)'dir. O kâfirler
için azabı acele isteme. Çünkü o azap onlara mutlaka gelecektir.
İbni Ebi Hatim ve Deylemi'nin Mesruk'tan rivayet ettiklerine göre
Mesruk şöyle demiştir; Bana Aişe (r.a.) anlattı: Allah Rasulü (s.a.) gün boyu
oruç tuttu, sonra gece de birşey yiyip içmedi, ertesi gün de bu aynen böyle
devam etti, sonra şöyle dedi: "Aişe! Dünya Muhammed'e de, Muhammed'in
ehli beytine de uygun değildir. Aişe! Şüphesiz Allah Tealâ azim sahibi
(ülü'l-azm) peygamberlerden ancak şuna razı olmuştur: Dünyada sevilmeyen,
nahoş olaylara sabretmek, sevilen, hoş olan şeylere de dayanmak. Benden de,
ancak onları mükellef tuttuğu şeylerle yükümlü tutarak razı olmuştur. Bu
sebeple şöyle buyurmuştur: "O halde (Rasulüm) peygamberlerden azim sahibi
olanların sabrettiği gibi sen de sabret." Allah 'a yemin ediyorum ki,
onlar sabrettiği gibi bütün gayretimle ben de sabredeceğim. Güç, kuvvet ancak
Allah 'm yaratmasıyladır."
"Onlar hakkında acele etme." ayetinin benzerleri şunlardır:
"Nimet içinde yüzen o yalancıları bana bırak ve onlara biraz mühlet
ver." (Müz-zemmil, 73/11), "Kâfirlere mühlet ver; onları biraz kendi
hallerine bırak." (Tarık, 86/17).
"Onlar tehdit edildikleri azabı gördükleri gün sanki dünyada
sadece gündüzün bir saati kadar kaldıklarını sanırlar. Bu bir tebliğdir. Yoldan
çıkmış topluluklardan başkası helak edilir mi hiç!" Kâfirler, büyük korkuları
görecekleri için; Allah'ın, kendilerini tehdit ettiği azabı müşahede edince,
sanki dünyada sadece bir saat kaldıklarını düşüneceklerdir. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmuştur: "(Allah, inkarcılara) yeryüzünde kaç yıl kaldınız? diye
sorar. Bir gün veya günün bir kısmı kadar kaldık. İşte sayanlara sor,
derler." (Müminun, 23/112-113), bir başka ayette yüce Allah "Kıyamet
gününü gördüklerinde (dünyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı
kadar kaldıklarını sanırlar." (Naziat, 79/46) buyurmaktadır.
Allah'ın ve Peygamber (s.a.)'in insanlara öğüt verdiği bu Kur'an, kâfirlerin
mazeretlerini ortadan kaldıracak yeterli bir tebliğdir. Yüce Allah şöyle
buyurmuştur: "İşte bu (Kur'an), kendisiyle uyarılsınlar, Allah'ın ancak
bir tek tanrı olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar
diye insanlara (gönderilmiş) bir tebliğdir." (İbrahim, 14/52). Bir başka
ayette yüce Allah "İşte bunda (bize) kulluk eden bir kavim için bir mesaj
vardır." (Enbiya, 21/106).
Allah'ın azabıyla ancak, itaattan uzaklaşan ve Allah'a isyana dalan
topluluklar helak olur. Allah nezdinde ancak Allah'a şirk koşan müşrikler helak
edilecektir. Bu, Allah'ın adaletidir, müstehâk olmayana azap etmez. İşte bu da
ümit konusunda en kuvvetli ayettir.
[59]
1- İlk ayet "Onlar,
düşünmezler mi?..." ayeti; Allah'ın, öldükten sonra da diriltmeye kadir
olduğunu göstermiştir. Çünkü O, gökleri ve yeri yaratmıştır. Hiç şüphesiz,
göklerin ve yerin yaratılışı, öldükten sonra bir şahsı tekrar diriltmekten daha
muazzam bir olaydır. En güçlüsü ve en mükemmeline kadir olan Allah, daha zayıf
ve daha eksiğini mutlaka yaratmaya kadirdir.
Kaldı ki, Allah Tealâ her şeye kadirdir. Ruhun bedenle olan alâkası
imkân dahilinde bir olaydır. Eğer mümkün olmasaydı, baştan olmazdı. Yüce
Allah, bütün mümkinâtı yaratmaya kadirdir. İnsanın, öldükten sonra tekrar
iadesine de kadir olması gerekir.
2-
Yüce Allah, cehennem
azabıyla cezalandırıldıklarında, kâfirlerin durumunu anlatmıştır. Şöyle ki
onlara Allah'ın vaad (müjde) ve vaidini (tehdit) alaya almaları yüzünden, bu
azap hak değil midir? O halde küfrünüz sebebiyle azabı tadınız, denilecektir.
3-
Allah Tealâ, peygamberine ve
müminlere, büyük şeriat sahibi peygamberler gibi, İslâm mesajını tebliğ
etmekte ve hayatın zorluklarına göğüs germede sabırlı olmalarını emretmiştir.
Büyük şeriat sahibi (ülü'1-azm) peygamberler: Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve
Muhammed (s.a.)'dirler. Bu emrin sebebi şudur: Kâfirler, Peygamber
(s.a.)'imize eza ediyorlar, onu fevkaİade sıkıntılara sokuyorlardı. Bu yüzden
Allah ona sabırlı olmasını emretti. Buradaki "min"(den) harf-i cerri
"teb'iz" içindir. Yani bir kısım "peygamberlerden azim sahibi
olanlar" demektir.
Bir başka görüş de şudur: Bütün peygamberler ülü'l-azm'dir. Yani azim
sahibi peygamberlerdir. Allah, azim, hazim (tedbirlilik), re'y, kemâl ve akıl
sahibi olmayan hiçbir peygamber göndermemiştir. Bu manaya göre buradaki
"min" "teb'iz" için değil, "beyan" içindir.
Bir görüşe göre de: Yunus b. Metta hariç, bütün peygamberler
ülü'l-azmdir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.) onun benzeri olmaktan sakındınlmıştır.[60]
Yunus (a.s.) kavmine kızarak onların yanından acele ile ayrılıp gitmiştir.[61]
Bu sabır emri mensuh mudur (hükmü ortadan kaldırılmış mıdır?) Bazı
müfessirler şöyle demiştir: Bu ayet, "kılıç ayetiyle"[62]
mensuhtur. Ayetin muhkem (hükmünün devamlı) olduğu da söylenmiştir.
Kurtubi şöyle demiştir: Bu sure (Ahkaf suresi) Mekki olduğu için en
doğrusu bu ayetin mensuh olmuş olmasıdır. Mukatil şöyle demiştir: Bu ayet
peygambere Uhud harbinde nazil olmuş; yüce Allah, pgamberine, başına gelen
musibetlere karşı ülü'1-azm peygamberlerin sabrettiği gibi, sabretmesini
emretmiştir. Bunu, onun işini kolaylaştırmak ve kalbini sağlamlaştırmak için
yapmıştır.
Bana göre tercih edilen görüş, bu ayetin mensuh olmamasıdır. Zira sabır,
yüksek ahlâki bir prensiptir. Böyle bir ahlâki prensibin neshedilmesi uygun
değildir. Sabır cihada mani olmadığı gibi, zulmü engellemeye, müşriklerle ve
diğer düşmanlarla da savaşmaya mani değildir. Sabır gerek barışta ve gerekse
savaşta aranan bir davranıştır.
4-
Allah bundan sonra
peygamberine ve müminlere kâfirlere beddua etmekte acele etmemelerini
emretmiştir. Çünkü Allah'ın ilim ve hikmetine göre her şeyin bir zamanı vardır.
Azap onlara pek yakındır. Biraz gecikse de mutlaka gelecektir. Duada sünnet
olan ise kötülükten ve ezadan korunmayı istemektir. Taberani'nin Enes'den
rivayet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle dua ederdi: "Allah'ım
senden, rahmetini gerektirecek şeyleri, bağışlanma azimetlerini, her türlü
günahtan kurtuluşu, her iyilikten nasip-dar olmayı, cennetini elde etmeyi ve
cehenneminden korunmayı istiyorum. Allahım! Benim için affetmediğin hiçbir
günah, rahatlatmadığın hiçbir sıkıntı, ödemediğin hiçbir borç, dünya ve ahiret
ihtiyaçlarından karşılamadığın hiçbir ihtiyaç bırakma. Ey merhamet edenlerin
en merhametlisi! Senin rahmetine sığınıyorum."
5- Kuşkusuz, dünyanın ömrü kısadır. Ahiret ise ebedidir. Kâfirler, ahi-ret azabının korkularını gördükleri zamanda dünyada günün saatlerinden ancak bir saat kaldıklarını zannedeceklerdir.
6-
Kuran ve Sünnette insanları
azaptan korkutmaya, küfür ve isyan sebebiyle cezadan sakındırmaya yetecek
tebliğ vardır.
7- Allah, adalet ve rahmeti
gereği, ancak itaatma karşı çıkan, emir ve yasaklarıyla amel etmeyen fasıklara
azap edecektir.
İbni Abbas şöyle demiştir: Her hangi bir kadın doğum yapma güçlüğü
çektiğinde bu iki ayeti ve iki kelimeyi bir sahifeye yazar, sonra onu yıkar ve
ondan içerse ona rahatlık olur. Bu iki kelime şunlardır:
"Bismillahirrahmanirrahim" "La ilahe illallah"
İki ayet ise şunlardır:
"Kıyamet gününü gördüklerinde (dünyada) sadece bir akşam vakti ya
da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar."(Naziat, 79/46).
"O halde (Rasulüm) peygamberlerden azim sahibi olanların
sabrettiği gibi sen de sabret. Onlar hakkında acele etme, onlar vaadedildikleri
azabı gördükleri gün sanki dünyada sadece gündüzün bir saati kadar kaldıklarını
sanırlar. Bu, bir tebliğdir. Yoldan çıkmış topluluklardan başkası helak edilir
mi hiç!" (Ahkaf, 46/35).
[63]
[1] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/253.
[2] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/253.
[3] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/253-254.
[4] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/255-256.
[5] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/256.
[6] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/256-258.
[7] İbnü'l-Arabî,
Ahkâmu'l-Kur'an, IV/1685.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale
Yayınları: 13/258-260.
[8] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/261.
[9] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/261-262.
[10] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/262-263.
[11] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/263.
[12] el-Bahru'l-Muhit, VIII/56.
[13] Cennetle müjdelenen on kişi;
Dört halife: Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Sa'd b. Ebi Vakkas, Said b. Zeyd b.
Amr b. Nüfeyl, Talha b. Abdullah, Zubeyr b. el-Awam, Ebu Ubeyde b. el-Cerrah ve
Ubdurrahman b. Avf (r.a.)
[14] İşte bu kısım, şartın
hazfedilmiş cevabıdır. "Allah, zalimler topluluğunu doğru yola
iletmez" cümlesinden anlaşılmıştır.
[15] Keşşaf, III/119.
[16] Razî, XXVIII/10.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale
Yayınları: 13/263-267.
[17] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/267-269.
[18] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/270.
[19] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/270-271.
[20] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/271.
[21] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/271-272.
[22] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/272-273.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 13/273.
[24] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/274.
[25] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/274-275.
[26] Vahidî, Esbâbu'n-Nüzul, s.
216; Kurtubi, XVI/194.
[27] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/275-276.
[28] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/276.
[29] Bir rivayette Hz. Osman bu
sözünden döndü ve kadına had cezası uygulamadı. Yani Hz. Osman'ın emri hadden
evvel olmuştur. Bir rivayette Hz. Osman bu sözünden döndü ve kadına had cezası
uygulamadı. Yani Hz. Osman'ın emri hadden evvel olmuştur.
[30] Aslaha" fiili aslında
harf-i cersiz müteaddi (geçişli) olur. Burada, yerleşmeyi ve geçişi ifade
etmesi için "fi" harfi ile müteaddi kılınmıştır.
[31] İbni Kesir, IV/157.
[32] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/276-280.
[33] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/280-283.
[34] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/284.
[35] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/285.
[36] İbni Kesir, IV/158.
[37] Kurtubî, XVT/197.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale
Yayınları: 13/285-286.
[38] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/286.
[39] el-Bahru'l-Muhit, VIII/62.
[40] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/286-288.
[41] Nisaburî, Garâibu'l-Kur'an,
XXVI/12.
[42] Razî, XXVIII/25.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale
Yayınları: 13/288-291.
[43] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/293.
[44] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/293-294.
[45] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/294.
[46] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/294-298.
[47] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/298-299.
[48] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/300-301.
[49] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/301.
[50] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/301.
[51] İbni Kesir, IV/164-169.
[52] Kişinin namusu: Sır emini
veya gönlünü sadece kendisine açtığı, başkalarından sakladığını yalnızca ona
sırrını paylaştığı sırdaşı demektir. Ehl-i kitap (Yahudi ve Hris-tiyanlar)
Cebrail'e en-Nanıus diye isim veriyorlar.
[53] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/301-304.
[54] Kurtubî, XVI/217.
[55] Garâibu'l-Kur'an, XXVT/17.
[56] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/304-307.
[57] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/308-309.
[58] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/309.
[59] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/309-311.
[60] Bakınız: Kalem suresi, 48.
ayet (mütercim).
[61] Bakınız: Enbiya suresi, 87.
ayet (mütercim).
[62] Bakınız: Tevbe suresi, 36.
ayet (mütercim).
[63] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/311-313.