AHKAF SURESİ 3

Surenin İsmi: 3

Önceki Sure ile İlişkisi: 3

Surenin Muhtevası: 3

Allah'ın Varlığını, Birliğini, Haşrin Olacağını İspat Ve Putperestlere Cevap: 3

Belagat: 4

Kelime ve İbareler: 4

Açıklaması: 4

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 5

Vahiy, Nübüvvet Ve Kuran Etrafında Müşriklerin Şüpheleri: 6

Belagat: 6

Kelime ve İbareler: 6

Nüzul Sebebi: 7

Ayetler Arası İlişki: 7

Açıklaması: 7

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 9

Kâfirlerin Diğer Şüpheleri: 10

Belagat: 10

Kelime ve İbareler: 10

Nüzul Sebebi: 11

Ayetler Arası İlişki: 11

Açıklaması: 11

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 12

Ana - Babaya İyilik Etme Ve İtaat Eden Evlâdın Durumu: 12

Belagat: 12

Kelime ve İbareler: 12

Nüzul Sebebi: 13

Ayetler Arası İlişki: 13

Açıklaması: 13

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 15

Ana Babasına İsyan Eden Ve Öldükten Sonra Dirilmeyi Kabul Etmeyen Çocuğun Durumu: 16

Kelime Ve İbareler: 17

Nüzul Sebebi: 17

Ayetler Arası İlişki: 18

Açıklaması: 18

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 19

Hud (A.S.)'Un Kavmi Ad İle Olan Kıssası: 20

Belagat: 20

Kelime Ve İbareler: 21

Ayetler Arası İlişki: 21

Açıklaması: 21

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 23

Cinlerin Kur’an’a İnanmaları: 24

Kelime Ve İbareler: 24

Nüzul Sebebi: 24

Ayetler Arası İlişki: 24

Açıklaması: 25

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 26

Bas'in (Öldükten Sonra Dirilmenin) İspatı Ve Sabrın Emredilmesi: 27

Kelime ve İbareler: 28

Ayetler Arası İlişki: 28

Açıklaması: 28

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 29


AHKAF SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

Bu sure, Allah Tealâ'nm "Ad kavminin kardeşini (Hud'u) an. Zira o, kendinden önce ve sonra uyarıcıların da gelip-geçtiği Ahkâf bölgesindeki kavmine: Allah'tan başkasına kulluk etmeyin." ayetinde geçen "Ahkâf adı ile isimlendirilmiştir. Ahkâf; küfür ve isyanları sebebiyle Allah'ın, uğultu­lu, kasıp kavuran bir fırtına ile helak ettiği Ad kavminin Yemen'deki yurt­larıdır. [1]

 

Önceki Sure ile İlişkisi:

 

Bu surenin önceki sure ile üç bakımdan ilişkisi vardır:

1- Her iki surenin girişinin birbirine tam uyması. "Ha, mim. Kitab'ın indirilişi aziz ve hakim olan Allah 'tandır."

2- Her iki surenin konu benzerliği. Bu sureler tevhidi, nübüvveti, vah­yi, ba'si (öldükten sonra dirilmeyi) ahireti (kıyameti) konu edinmektir.

3- Önceki sure müşriklerin şirkini kınayarak son bulduğu gibi, bu su­re de yine aynı kınamayla başlamıştır. Ayrıca onlardan bu şirkin delilini is­temiş, dua edenlerin duasına icabet eden yaratıcının azametini açıklamış­tır. Halbuki onların taptıkları putlar, kendilerine dua edenlere kıyamete kadar icabet etmeyeceklerdir. [2]

 

Surenin Muhtevası:

 

Bu surenin konusu da diğer Mekkî sureler gibi a) tevhid, b) risalet, va­hiy, c) bas, ceza olmak üzere İslâm'ın üç inanç esasının ispatıdır.

Bu sure, kitabın (Kur'an'ın) Allah tarafından indirildiğini anlatarak başlamıştır. Bu durum bir önceki surede de aynen ifade edilmiştir. Bunun anlamı şudur: Allah tarafından peygambere indirilen Kur'an, derhal vahiy kâtiplerince yazılmıştır. Sonra sure, Allah'ın varlığına, tevhid ve öldükten sonra dirilmeye dair delilleri ortaya koymuş, putperest müşrikleri kınamış; onlara, beyinleri parçalarcasına ikna edici cevaplar vermiş, vahiy ve pey­gamberlik etrafındaki şüphelerini cevaplandırmıştır.

Sonra iki grubun durumunu dile getirmiştir:

1- Allah'ın birliğini kabul edip, dini üzerinde dürüst olarak yürüyenler, ana - babalarına itaat edip, iyilik edenler, dolayısıyla cennetlik olanlar.

2- Fıtrat dini İslâm'dan uzaklaşıp dünya zevklerinin içine dalan, ba'si (öldükten sonra dirilmeyi) ve hesabı inkâr edenler, imanı ve kıyameti ya­dırgayarak ana - babalarına isyan edip cehennemlik olanlar.

Sonra sure, Ad kavmi ile peygamberleri Hud (a.s.)'un kıssasını misal olarak getirdi. Ad kavmi, güç ve kuvvetlerine aldanarak isyan edip azan, putlara tapınmakta ısrar eden bir topluluktu. Bu sebeple yüce Allah onları Rabbinin emriyle her şeyi yıkıp kahreden şiddetli bir fırtına ile helak et­miştir. Allah (c.c.) bu kıssayı, Kureyş kâfirlerini korkutmak, Allah Rasulünü (s.a.) yalanlamalarından sakındırmak ve alaylarına uygun bir azap ile onları uyarmak için zikretmiştir.

Nitekim sure, komşu şehir halklarını Allah'ın helak ettiğini; cinlerin, duydukları Kur'an ayetleri sebebiyle imana koştuklarını ve kavimlerini, Allah'ın peygamberine olumlu cevap verip risaletine inanmaya çağırdığını ve inat edip Allah'ın davetcisi peygambere icabet etmekten yüz çevirenle­rin açık bir sapıklıkta olduğunu açıklamıştır.

Daha sonra da sure; Allah'ın, göklerin ve yerin yaratıcısı olduğunu ifa­de ederek öldükten sonra diriltmeye kudreti olduğunu, kâfirlerin cehen­nem ateşiyle cezalandırılmalarının mutlaka gerektiğini vurgulayarak, kı­yamet korkularıyla tehdit ederek ve azabın, helâkm ancak Allah'ın hü­kümlerine karşı çıkan, taatinden uzaklaşan fasık kimseler için olacağını haber vererek son bulmuştur. Azabın acele olarak istenmemesi gerektiği, peygambere düşenin de, ulu'1-azim peygamberlerin sabrettiği gibi, sabret­mek olduğu yine surenin sonunda ifade edilmiştir. [3]

 

Allah'ın Varlığını, Birliğini, Haşrin Olacağını İspat Ve Putperestlere Cevap:

 

1- Ha, mim.

2- Bu kitap aziz ve hakim olan Allah tarafından indirilmiştir.

3- Gökleri, yeri ve ikisi arasında bu­lunanları biz, şüphesiz yerli yerin­de ve belli bir süre için yarattık. İn­kâr edenler, uyarıldıkları şeylerden yüz çevirmektedirler.

4- De ki: Söylesenize! Allah'ı bırakıp taptığınız şeyler yeryüzünde ne ya­ratmışlar; göstersenize bana! Yoksa onların göklere ortaklıkları mı var­dır! Eğer doğru söyleyenlerden ise­niz, bundan evvel (size indirilmiş) bir kitap yahut bir bilgi kalıntısı varsa onu bana getirin.

5- Allah'ı bırakıp da kıyamet günü­ne kadar kendisine cevap vereme­yecek şeylere tapandan daha sapık kim olabilir? (Oysa) onlar, bunların tapmalarından habersizdirler.

6- İnsanlar bir araya toplandıkları zaman onlara düşman kesilirler ve onlara kulluk ettiklerini inkâr ederler.

 

Belagat:

 

"Bana haber veriniz," burada iki mecaz vardır. Yüce Allah görme ifa­desini kullanarak haber vermeyi murat etmiştir. Görme ile haber verme arasındaki alâka: sebep sonuç ilişkisidir. İstifham -soru- hemzesi de emir anlamında kullanılmıştır. Çünkü istifham ve emirden her biri talep ifade eder. Ayetin devamındaki "...göstersenize bana..." cümlesi "söylesenize..." ifadesini desteklemek içindir.

"Bundan evvel bir kitap getirin..." buradaki "getirin" emri acizliklerini ortaya çıkarmayı ifade eder.

"Allah'ı bırakıp da başkalarına tapanlardan daha zalim kim olabilir?"

Buradaki istifham inkârîdir. Yüce Allah'ı bırakıp da, duada bulunan ve on­ları ilâh edinip tapanlardan cehalete daha yakın ve haktan daha uzak hiç kimse olamaz. Çünkü bu putlar, çağrıldığında duymazlar. [4]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ha, mim" Hurufu mukattaa denilen bu harfler Kur'an'ın mucizevî yö­nünü gösterme ve Kur'an'ın, kendi bildikleri, kullandıkları hece harflerin­den oluştuğu halde bir benzerini getirememeleri hususunda Araplara mey­dan okuma ve surede okunacak ayetlerin önemine dikkat çekmek içindir.

"Bu kitap" her yönüyle kâmil, Kur'an demektir. Bir önceki surenin baş tarafında zikredilen bu kelimenin, bu surenin hemen başında da tekrarlan­ması Kur'an'ın yazıya geçirilmesinin önemini vurgulamak içindir. "Aziz" Mülkünde hakim ve güçlü. "Hakim" Kâinatı düzenlemesi ve yaratmasında hakim, yani her şeyi yerli yerinde yaratan ve lâyık olduğu yere koyan "Al­lah tarafından indirilmiştir."

"Gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları biz şüphesiz yerli yerinde" göklerin ve yerin bu şekilde yerli yerince yaratılışı, Allah'ın kudret ve vah­daniyetini (birliğini) göstermek için, hikmetinin ve adaletinin gereğidir. Burada, hikmet sahibi yaratıcının varlığına ceza ve hesap için dirilmeye, delil vardır, "ve belli bir süre içinde yarattık." Yani her şeyin sona ereceği belli bir sürenin takdir edilmesi ile gökleri ve yeri yarattık ki o süre de kı­yamet gününe kadardır.

"Söylesenize" İlâhlarınızın halini düşündükten sonra onları bana anla­tıp haber veriniz. "Bir bilgi kırıntısı" yani putlar sizi Allah'a yaklaştıracak­tır diye taptığınız iddiasının doğruluğuna dair öncekilerden rivayet edilip nakledilen bir bilgi varsa getirin onu.

"Allah'ı bırakıp taptıkları putlar" kendilerine tapanların isteklerine as­la cevap vermeyeceklerdir. "Onlar bunların tapmalarından habersizdirler." Çünkü o putlar akılsız cansızlar ve kendi durumlarıyla meşgul kullardır. [5]

 

Açıklaması:

 

"Ha, mim. Bu kitap aziz ve hakim olan Allah tarafından indirilmiştir." Bu sure de Casiye suresi gibi başlamıştır. Kur'an'ı kulu ve Rasulü Muham-med(s.a.)'e indiren ancak Allah'tır. Yoksa müşriklerin iddia ettiği gibi o Kur'an, peygamberin kendi sözü değildir. Allah, bu Kur'an'ı indirmekle, hiçbir şeyin üzerine çıkamayacağı bir izzete sahiptir. O, mağlûp olmayacak bir saltanat ve güce sahiptir. Kâinatı düzenlemesinde, sanatında, söz ve fi­illerinde hikmet sahibi olup her şeyi yerli yerine koyar. Durum böyle olun­ca, insanlara düşen ancak Kurana inanıp, onun içindekileri tasdik etmek; Peygamber (s.a.)'in, nübüvvetinde ve çağırdığı tevhidde, ba'si (öldükten sonra dirilmeyi) ve cezayı ispatında, insanları dünya ve ahiret mutluluğuna ve faydalı güzel ahlâka çağırmasında doğruluğuna inanmaktır.

"Gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları biz, şüphesiz yerli yerinde ve belli bir süre için yarattık. İnkâr edenler, uyarıldıkları şeylerden yüz çe­virmektedirler." Yani biz, yukarıdaki gökleri, aşağıdaki yerleri ve ikisi ara­sındaki diğer yaratıkları ancak ilâhî iradenin gereği olan hakka uygun bir biçimde yarattık. Yoksa abes (boş) ve batıl bir şekilde değil. O halde gökle­rin, yerin ve ikisi arasındakilerin yaratılışı abes ve batıl değildir.

Biz bunları, artmayacak ve eksilmeyecek olan belirli bir süreye kadar yarattık ki, o süre de kıyamet günüdür. Çünkü kıyamet gününde göklerin, yerlerin ve diğer yaratıkların varlığı sona erecek, gökler ve yer başka bir hal alacaktır.

Ancak bütün bu delillere, kitabın indirilişine ve peygamberlerin gön­derilişine rağmen Allah'ı inkâr edenler, kendilerinden istenenlerden uzak bir şekilde eğlenmekte, herhangi bir hazırlık yapmadan Kur'an'da uyarıldıkları ba's (öldükten sonra dirilme), hesap ve cezadan yüz çevirmek­tedirler. Yakında bu vurdumduymazlığın akıbetini göreceklerdir.

Allah'ın varlığını, kıyamet gününde haşir ve ba'sin vaki olacağını is­pat ettikten sonra Allah Tealâ putperestlere şöyle cevap vermiştir:

"De ki: Söylesenize! Allah'ı bırakıp taptığınız şeyler yeryüzünde ne ya­ratmışlar, göstersenize bana! Yoksa onların göklere ortaklıkları mı vardır!" Ey peygamber! Allah ile birlikte başkalarına da tapan bu müşriklere söyle: Ey müşrikler! Göklerin yerin ve ikisi arasındaki diğer yaratıkların yaratılı­şını iyice düşündükten sonra tapındığınız putların ve kabirlerin durumunu bana anlatın! Onlar, yerde herhangi bir şeyi tek başlarına yaratıp meyda­na getirebilirler mi? Yoksa onların, göklerin hakimiyet ve tasarrufunda or­taklıkları mı vardır?

Gerçek şu ki, onlar hiçbir şey yaratamamışlardır, göklerde ve yerde or­taklıkları da yoktur. O halde her şeyi yaratan Allah ile birlikte başkasına nasıl tapınır, onu Allah'a eş koşarsınız?

"...Eğer doğru söyleyenlerden iseniz, bundan evvel (size indirilmiş) bir kitap, yahut bir bilgi kalıntısı varsa onu bana getirin." Yani eğer siz, putla­rın ilâhlığı iddiasında doğru iseniz, Kur'an'dan evvel; peygamberlere indi­rilen Tevrat, İncil gibi, putlara tapmanızın doğruluğunu gösteren yazılı bir delil, belge ya da öncekilerin ve geçmiş peygamberlerin ilminden, gittiğiniz yolun doğru olduğunu gösterecek bir bilgiyi bana getiriniz. Mana şudur: Si­zin bu konuda ne naklî ve aklî hiçbir deliliniz yoktur.

Allah Tealâ yaratma ve diğer konularda putların gücü olmadığnı orta­ya koyduktan sonra, onların hiçbir konuda bilgilerinin olmadığını da be­lirtmiş ve şöyle buyurmuştur:

"Allah'ı bırakıp da kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere tapandan daha sapık kim olabilir? (Oysa) onlar, bunların tapmala­rından habersizdirler." Yani Allah'ı bırakıp da birtakım putlara tapan ve onlardan, kıyamete kadar yapamayacakları şeyleri isteyenlerden daha sa­pık daha cahil kim olabilir? Çünkü böyle bir kimse, duymayan birisine dua etmiştir. Onun duayı kabul etmesini nasıl umar? Taptıkları putlar, kendi­lerine dua edenlerden habersizdirler, cansız oldukları için, duyamaz ve dü­şünemezler.

Mana şudur: Putların hiçbir şeye güçleri yetmez, onların hiçbir bilgile­ri de yoktur. Çünkü onlar cansız bir varlıktır. Cansıza tapmak ise sapıklık­tan başka bir şey değildir. Bu ise kınanmayı ve alayı gerektirir, "...kıyamet gününe kadar..." ifadesi Arap adetine göre ebediliği anlatır. Yani "dünya durdukça..." demektir.

Sonra yüce Allah, insanların taptığı putların onların kendilerine taptıkları konusunda bilgilerinin olmadığını da şu sözüyle teyit etmiştir:

"İnsanlar bir araya toplandıkları zaman (tapınılan putlar) onlara (kendilerine tapanlara) düşman kesilirler ve onlara kulluk ettiklerini inkâr ederler." (Bir başka yoruma göre de, müşrikler tapındıklarına düşman kesi­lirler.). Yani putlara tapan insanlar hesap yerinde toplandıkları zaman, putlar onlara düşman olacak, onlardan uzaklaşıp, onlara lanet edecekler ve onların kendilerine tapmalarının yanlış olduğunu söyleyeceklerdir. Yüce Allah, putlara hayat verecek, putlar da onları tekzip edecekler. Melekler, Mesih (İsa), Uzeyr ve şeytanlar da kıyamet gününde, kendilerine tapanlar­dan uzaklaşacaklardır.

Yukarıdaki ayetin benzeri, Allah'ın şu buyruğudur: "Onlar, kendilerine bir itibar ve kuvvet (vesilesi) olsun diye Allah'tan başka tanrılar edindiler. Hayır hayır! (taptıkları) Onların ibadetlerini tanımayacaklar ve onlara ha­sım olacaklardır." (Meryem, 19/81-82). Yani o putları, müşrikleri yalanla­yacak ve kendilerine en fazla muhtaç oldukları bir vakitte onlara düşman kesileceklerdir. Yüce Allah, İbrahim (a.s.)'den hikâye ederek şöyle buyur­muştur: "(İbrahim onlara) dedi ki: Sırf aranızdaki dünya hayatına has mu­habbet uğruna Allah'ı bırakıp birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyamet günü (gelip çattığında ise) birbirinizi tanımazlıktan gelecek ve birbirinize lanet okuyacaksınız. Varacağınız yer cehennemdir ve hiç yardımcınız da yoktur." (Ankebut, 29/25). [6]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

1- Bu ayetler Casiye suresinin başlangıcını tekid etmektedir: Kur'an'ın kaynağı Peygamber (s.a.), veya herhangi bir insan olmayıp bizzat aziz ve hakim olan Allah'tır.

2- "Gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri şüphesiz biz yerli yerince ve bel­li bir süre için yarattık." ayeti, üç hususa delâlet etmiştir:

a) Bu alemin yaratılışıyla Allah'ın ispatı.

b) "ancak lütuf, merhamet ve iyilik için..." ayetiyle de âlemlerin yaratı­cısı olan Allah'ın adil ve merhametli oluşunun ispatı.

c) Ba'sin (öldükten sonra dirilme) ve kıyametin ispatı. Çünkü eğer kı­yamet olmasaydı zalimlerden mazlumlar haklarını tam olarak almak, ita­atkârlara sevaplarını eksiksiz vermek ve kâfirlere gerekli cezayı uygula­mak mümkün olmaz, bu ise göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin hak ile (yerli yerinde) yaratılmasına aykırı düşerdi.

3- "...inkâr edenler, uyarıldıkları şeylerden yüz çevirmektedirler." Sözü kâfirlerin bu delillerden yüz çevirdiğini ve onlara iltifat etmediklerini gös­termektedir.

Razi'nin de belirttiği gibi bu ilahî söz, akideyi (inancı) ortaya koymak ve onu tashih için düşünmenin ve bu düşünce vasıtasıyla bir neticeye var­manın gerekliliğini, delile aldırış etmemenin din ve dünya konusunda yeri­len bir husus olduğunu göstermektedir.

4- Allah Tealâ bu üç inanç esasını tespit ettikten sonra bunlardan ha­reketle birtakım ayrıntıları belirtti: Putperestlere: "Putlar, hiçbir şeyi ya­ratma gücüne sahip değillerdir, kendilerine tapanların tapmalarından da asla haberleri yoktur" diyerek reddiye yaptı. Bu iki husus putların tapınıl-maya uygun olmadığını ifade eder. Çünkü onların yaratma, yapma, var et­me, yok etme, fayda ve zarar verme konusunda asla güçleri yoktur. Onlar, dua edenlerin duasını duymayan, muhtaçların ihtiyaçlarını bilmeyen can­sızlardır. Her yönüyle onların bilgi ve kudretlerinin olmadığı ortaya çıkınca aklen artık onlara tapınmanın hiçbir gerekçesi kalmamıştır. Çünkü onla­rın ne zararı ne de faydaları vardır.

Sonra yüce Allah, putperesteleri kınadı ve onlara "putlara tapanlar­dan daha sapık, daha cahil hiçbir kimsenin bulunmadığını" anlattı. Çünkü o putlar, çağrıldıklarında duymazlar, ne şu anda, ne de bundan sonra kıya­mete kadar onların, bu dualara karşılık vermeleri düşünülemez.

5- "Yahut bir kitap... kalıntısı..." Allah'ın bu ayeti, yazılı metne güven­menin caiz olduğunu göstermektedir. İmam Malik, (r.a.) Şahit (davacı veya davalının) hattını tanıdığında, hat (yazı) ile hüküm veriyordu. Ya da hakim, şahidin veya kendisine yazan kimsenin hattını tanıdığında İmam Malik bu­nunla hüküm veriyordu. Sonra insanlar arasında birtakım hile ve tezvir or­taya çıkınca bundan vazgeçti. İmam Malik'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "İnsanlar kötülük yapıyorlar, böylece birtakım problemleri oluyor."

Ancak İmam Malik, şahitlerin "Bu, hakimin hattı ve yazısıdır." şeklin­deki şahitliklerini kabul etmeyi caiz görmüştür. Vasiyet veya bir insanın başkalarının malı ile ilgili itiraf yazısı da böyledir.

6- İbnu'l-Arabi şöyle demiştir: Gerçekten yüce Allah, gaybı gösteren vasıtalardan sadece rüyayı bırakmış, o rüya ile ilgilenilmesine ve ondan hareketle neticeler çıkarılmasına izin vermiş ve onun nübüvvetin (peygam­berliğin) bir cüzü (parçası) olduğunu haber verip bildirmiştir. Sevinilecek bir söz, bir amel de (fe'l) böyledir. Ancak Allah Rasulü (s.a.) tıyara (bir şeyi uğursuz saymak)'dan ve zecr (uğur veya uğursuzluk için kuş uçurmak)'den de sakındırmıştır. Fe'l: Duyduğu sözle, dilediği iş hakkında bir neticeye varmaktır. Duyduğu şey güzelse işte buna fe'l (Türkçemizde tefe'ül) denir. Ama hoşa gitmeyen bir şey duyarsa buna tatayyur denir. Din fe'l ile kişinin sevinmesini ve sevinçli bir halde işine devam etmesini emretmiştir. Kişi hoşlanılmayacak bir şey duyarsa ondan vazgeçer ve ona yönelmez ve Pey­gamber (s.a.)'in kendisine öğrettiği gibi şöyle der: "Allah'ım! Senin verdiğin uğursuzluktan başka uğursuzluk, hayrından başka hayır ve senden başka ilâh yoktur."[7]

 

Vahiy, Nübüvvet Ve Kuran Etrafında Müşriklerin Şüpheleri:

 

7- Ayetlerimiz onlara açıkça okun­duğu zaman, inkarcılar kendilerine o hak gelince "Bu, apaçık bir büyü­dür." dediler.

8- Yoksa, onu uydurdu mu diyorlar? De ki: "Er ben onu uydurmuşsam, AllaH tarafından bana gelecek hic"

bir savmaya gücünüz yetmez.  O sizin Kur'an hakkında yaptığınız  taşkınlıkları çok daha iyi bilir. Benimle sizin aranızda şahit olarak yeter.O bağışlayan, esirgeyendir."

9- De ki: "Ben' pevgamberlerin ilki

değilim. Bana ve size ne yapılacağı- nida bilmem. Ben sadece bana vah- yedilenlere uyarım. Ben, sadece

apaçıkbir

10- De ki: "Hiç düşündünüz mü, şayet bu' Allah katından ise ve siz  onu inkâr etmiŞSeniz, İsrailogulla-rı'ndan bir şahit de bunun benzeri­ni görüp inandığı halde siz yine de büyüklük taslamışsanız (haksızlık etmiş olmaz mısınız?) Şüphesiz Al­lah, zalimler topluluğunu doğru yo­la iletmez."

 

Belagat:

 

"...Sizin, Kur'an hakkında yaptığınız taşkınlıklar..." Bu ifade de istiare-i tebaıyye (fiilde istiare) vardır. Burada akıp gitmek, taşmak anlamında bu­lunan "ifada", bir şeye başlamak, içine dalmak anlamında kullanılmıştır. [8]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Yoksa onlar şöyle mi diyorlar?..." Buradaki hemze inkârîdir. Kestedi-len mana şudur: O münkirler, Kur'an'ı sihir diye isimlendirmekten vazgeçip daha çirkin iftiraya mı, cüret ediyorlar? O Kur'an'ı Muhammed (s.a.), uy­durdu mu diyorlar? De ki: Faraza onu ben uydursaydım Allah da, bana he-

men ceza verseydi, siz, o azabı hiçbir şekilde benden sayamazdınız. O halde böyle bir şeye ben nasıl cüret eder, böyle bir azaba kendimi nasıl maruz bı­rakırım. "Benimle sizin aranızda şahit olarak O yeter." Yani Allah, benim doğruluğuma ve vazifemi tebliğ ettiğime şahit olduğu gibi sizin de yalan ve inkârınıza şahittir. Bu, Kur'an ayetleri hakkında taşkınlık yapmalarına karşılık, onlara bir tehdittir. Mağfireti ve rahmeti bol olan Allah'ın tevbe edip iman edenlere mağfiret ve rahmet vaadi; Allah'ın hilim sahibi olduğu­nu ifade etmektir. Dolayısıyla Allah, onların cezasını acilen vermemektedir.

Ayetteki "bid'an" kelimesi "bedîan" şeklinde de okunmuştur. Daha ön­ce bir misali olmayan demektir. Yani ben, ilk peygamber değilim. Benden önce pek çok peygamberler geçmiştir. O halde nasıl oluyor da beni tekzip ediyorsunuz? Gayb hakkında bilgim olmadığı için, "Dünya ve ahirette, bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilen Kur'an'a uyarım." Kendimden bir şey icat etmiyorum. Bu kâfirlerin, peygamberlere vahyedilmeyen gayb haberlerine dair bilgi verme tekliflerine bir cevaptır. "Ben ancak" deliller ve mucizelerle Allah'ın azabına karşı size gönderilmiş "apaçık bir uyarıcıyım."

"İsrailoğulları'ndan bir şahit..." İsrailoğulları'ndan bir şahit, Abdullah b. Selâm'dır. Abdullah b. Selam Rasulullah (s.a.)'ın Tevratta bulunan sıfat­larına şahitlik etmiştir, "bunun benzerini görüp inandığı halde büyüklük taslamışsanız..." Yani kibirlenip iman etmemişseniz... Abdullah b. Selâm, Tevrat da Kur'an'a uygun ve Kuranı tasdik eden manaların olduğuna şa­hitlik etti.

"Şüphesiz Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez." Bu kısım şartın mahzuf olan cevabının delilidir. Yani bu Kur'an Allah'ın nezdinden ise onun benzerine İsrailoğulları'ndan birisi şahitlik ediyor ve inanıyor da, siz halâ büyüklük taslıyorsanız, sizler zalimler değil misiniz! [9]

 

Nüzul Sebebi:

 

"De ki: "Hiç düşündünüz mü?.." ayetinin (10. ayet) nüzul sebebi ile il­gili olarak Taberani'nin sahih senetle İbn. Avf b. Malik el-Eşcai'den rivayet ettiğine göre, el-Eşcai şöyle demiştir: Peygamberle bayram günlerinin birinde Yahudilerin havrasına girdik, bizim girişimizi hoş görmediler. Bu­nun üzerine Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurdu: "Ey Yahudi topluluğu! Ara­nızdan; Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Rasulü (s.a.) olduğuna şahitlik edecek on iki kişi gösterin bana! Allah, gök kubbe altında olan her bir Yahudi'den öfkesini kaldıracaktır." Yahudiler sustu, peygambere hiçbiri cevap vermedi. Sonra Allah Rasulü (s.a.) oradan ayrıl­dı. Derken arkasından birisi "Ey Muhammed! Durum senin dediğin gibi." dedi ve dönerek: "Ey Yahudi topluluğu! Aranızda beni nasıl bilirsiniz" diye sordu. Yahudiler, "Aramızda Allah'ın kitabını (Tevrat'ı) senden daha iyi bilen, daha iyi anlayan; senden evvel babandan, dedenden daha iyi bilip, an­layan birini tanımıyoruz" diye cevap verdiler. Bunun üzerine o kişi, "Tev­rat'ta (vasıflarını) bulduğunuz o peygamberin Muhammed olduğuna şeha-det ediyorum" dedi. Yahudiler: "Yalan söyledin" diyerek, ona cevap verdiler ve onun hakkında kötü sözlerde bulundular. Allah: "De ki: Hiç düşündünüz mü, şayet bu, Allah katından ise ve siz onu inkâr etmişseniz, İsrailoğulla-rı'ndan bir şahit de, bunun benzerini görüp inandığı halde, siz yine de bü­yüklük taslamışsanız (haksızlık etmiş olmaz mısınız?)" ayetini indirdi.

Buhari ve Müslim'in Sa'd b. ebi Vakkas'dan rivayetlerine göre o şöyle demiştir: "'...İsrailoğulları'ndan bir şahit de bunun benzerini görüp inandı­ğı halde..." ayeti, Abdullah b. Selâm hakkında nazil olmuştur. İbni Cerir, Tirmizi ve İbni Merdüveyh'in, Abdullah b. Selâm'dan rivayet ettiklerine göre o şöyle demiştir: Yukarıda sözü edilen ayet, benim hakkında nazil ol­muştur, ayrıca "De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve yanın­da Kitab'ın bilgisi olan yeter." (Rad, 13/43) ayeti de benim hakkımda nazil oldu. [10]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ tevhidi tesbit edip, ortaklarının olmadığını belirttikten sonra peygamberlik ile Kur'an etrafında müşriklerin şüphelerini zikretti ve müşriklerin, Kur'an mucizesine sihir adı verdiklerini, ne zaman Kur'an dinleseler, "bunu Muhammed, kendi kafasından uydurup çıkarttı", dedikle­rini açıkladı. Sonra onların bu şüphelerini ortadan kaldırdı ve peygamberi­nin diliyle şöyle buyurdu: Faraza o Kur'an'ı ben uydurmuş olsaydım, Allah Tealâ derhal beni cazalandırırdı da siz, beni azaptan koruma gücünü göste­remezdiniz. O halde böyle bir iftiraya ben nasıl cesaret edebilirim! Kendimi Allah'ın azabına nasıl maruz bırakırım?

Sonra Allah Tealâ onların başka çeşit şüphelerini anlattı ki, o da Pey­gamber (s.a.)'den, tuhaf mucizeler getirmesini ve gayb alemlerinden kendi­lerine haber vermesini istemeleridir. Allah Tealâ onlara, peygamberinin li­sanıyla cevap vermiştir, Peygamberimiz (s.a.) onlara şöyle demiştir: "Ben, Allah'ın gönderdiği ilk peygamber değilim ki; size, Allah'ın elçisi olduğumu bildirmemi, sizleri Allah'ın birliğine davet edip putlara tapınmaktan neh-yedişimi yadırgıyorsunuz. Çünkü bütün peygamberler bu gayeler ve bu he­defler için gönderilmiştir. Ben de onlardan biriyim. (Allah'ın izni olmadan) mucizeler de getiremem, gayblerden haber de veremem. Çünkü bunlar,

be­şerin gücü dahilinde olmayıp, ancak Allah'ın kudretiyle olacak şeylerdir. [11]

 

Açıklaması:

 

Ayetlerimiz onlara açıkça okunduğu zaman; inkarcılar, kendilerine o hak gelince bu apaçık bir büyüdür." dediler. Yani Kur'an ayetleri müşrikle­re apaçık bir şekilde okunduğunda onlar, kendilerine gelen bu Kur'an ger­çeği hakkında bu apaçık bir sihir, aldatıcı bir yaldızdır, derler de onu ya­lanlayıp iftira ederler, kâfir olup yoldan çıkarlar.

Sonra yüce Allah çok daha çirkin bir şekilde Kur'an'ı sihir diye nitele­melerini zikredip şöyle diyerek onlara cevap verdi:

"Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer ben onu uydurmuşsam, Allah tarafından bana gelecek hiçbir şeyi savmaya gücünüz yetmez..." Yok­sa onlar, "Bu Kur'an'ı Muhammed, Allah adına yalan söyleyerek, kendi ka­fasından mı uydurdu?" diyorlar. Allah Tealâ onlara şöyle cevap vermiştir: Ey Rasulüm! onlara şöyle söyle: Eğer ben faraza Allah'a iftira edip, iddia ettiğiniz gibi yalan söylemiş olsaydım, beni size peygamber olarak gönder­diği iddiasında bulunsaydım; durum da benim iddia ettiğim gibi olmasay­dı; Allah Tealâ beni şiddetle cezalandırırdı da yeryüzü halkından hiç kim­se, siz ve diğerleri benim Allah tarafından cezalandırılmama engel olamaz­dınız. O halde nasıl olur da ben böyle bir iftiraya cüret edebilir, kendimi azaba maruz bırakabilirim?

Ayette geçen "em" kelimesi inkâr ve hayret uyandırmak içindir. Sanki şöyle denilmiştir: Bunu bırak, yadırganan ve garip olan şu söze kulak ver!

Yukarıdaki ayetin mana bakımından benzerleri şunlardır: "De ki: Ger­çekten (bana bir kötülük dilerse) Allah 'a karşı beni kimse himaye edemez, O'ndan başka sığınacak kimse de bulamam." (Cin, 72/22); "Eğer (peygam­ber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalar­dık. Sonra onun can damarını koparırdık (onu yaşatmazdık.) Hiçbiriniz buna mani de olamazdınız." (Hakka, 69/44-47). "O sizin Kur'an hakkında yaptığınız taşkınlıkları çok daha iyi bilir. Benimle sizin aranızda şahit ola­rak O yeter. O bağışlayan, esirgeyendir." Yani Allah Tealâ, Kur'an hakkında söylediklerinizi, onu yalanlamak üzere yaptığınız taşkınlıkları; sihirdir, ke­hanettir diye iftiralarınızı daha iyi bilir.

Allah Tealâ doğru şahit olarak kâfidir. Kur'an'ın kendi nezdinden oldu­ğuna, benim onu söze tebliğ ettiğime ve sizin yalanlamanız ve inkârınıza şa­hittir. Sözden sadır olan bütün bu iftiralara rağmen, Allah, tevbe edip, iman edenleri, Kur'an'ı tasdik edip içindekilerle amel edenleri bağışlayıcıdır.

Bu tehdit ve korkutma, tevbeye teşviki ve Allah'a yönelmeyi gerekti­ren bir ifadedir. Bu, aynen aşağıdaki ayette ifadesini bulan manaya ben­zer: "Yine onlar dediler ki: (Bu ayetler) onun, başkasına yazdırıp da kendi­sine sabah akşam okunmakta olan, öncekilere ait masallardır. (Rasulüm) De ki: Onu göklerdeki ve yerdeki gizlilikleri bilen Allah indirdi. Şüphesiz O, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir." (Furkan, 24/5-6).

Sonra yüce Allah müşriklerin bir başka şüphesine cevap vermiştir ki, o da şudur: Peygamberden, birtakım mucizeler getirmesini istemek ve gayba ait konulardan haber vermek. Bunu red için Allah Tealâ şöyle buyurdu:

"De ki: Ben peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem." Yani ben, dünyaya gelen ilk peygamber değilim, bilakis Allah benden önce birçok Rasuller göndermiştir. Ben, benzeri olmayan, ilk defa ortaya çıkmış bir peygamber değilim ki, beni yadırgayıp size peygamber olarak gönderilişimi garip görüyorsunuz. Gelecekte dünya ve ahirette bana ve size ne yapılacağını da biliyor değilim. Size hemen ceza verilecek rru> yoksa bir süre mi verilecek? bilmiyorum. Gelecekte durumumun ne olaca­ğını bilmiyorum, Allah'ın fiillerini benim ve sizin için takdir ettiği hüküm­lerini de bilmiyorum.[12]

"Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Ben, sadece apaçık bir uyarıcı­yım." Ben ancak Allah'ın Kur'an ve sünnette bana indirdiklerine tabi olu­rum. Kendinden hiçbir şey uydurmam. Ben sadece, her akıllı için gayet açık ifadelerle sizi Allah'ın azabından korkutan bir uyarıcıyım.

Bu, Peygamber (s.a.)'in, dünyada kendisinin ve müşriklerin durumla­rının nereye varacağını bilmediğinin delilidir. Ancak ahirette o, kendisinin ve tabilerinin kesinlikle cennette olacaklarını bilmektedir. Ama bu, genel olarak böyledir. Yoksa belli bir şahsın cennetlik olduğu konusunda kesin hüküm verilmez. Ancak kitap ve sünnette nassm belirlediği cennetle müj­delenen on kişi,[13] İbni Selâm, el-Umeysa, Bilal, Suraka, Cabir'in babası Abdullah b. Amr b. Haram, Bi'r-i Maune'de şehit edilen yetmiş Kurra, Zeyd b. Harise, Ca'fer b. Ebi Talib, Abdullah b. Revaha ve benzerleri (r.a.)'nin cennetlik olduğu kesinlikle söylenebilir. Bunların dışında kalan kimseler hakkında kesin hüküm verilemeyeceğine dair delil aşağıdaki ha­distir:

Ahmed b. Hanbel ve Buhari'nin Ummu'l-Alâ'dan rivayetine göre -Um-mu'l-Alâ: Ensar kadınlarından biridir- o şöyle demiştir: Osman b. Maz'un öldüğünde, "Allah sana merhamet etti, ben sana şehadet ediyorum. Andol-sun ki Allah sana ikramda bulundu." dedim. Bunun üzerine Allah Rasulü (s.a.): "Allah'ın, ona ikramda bulunduğunu nereden biliyorsun? Ona Allah tarafından ölüm gelmiştir. Onun için hayır umuyorum (ama) Allah'a yemin olsun ki, ben Allah'ın Rasulü olduğum halde, bana ve size ne olacağını bil­miyorum." dedi. Ummu'1-Alâ da: Bundan sonra kimseyi tezkiye etmeyece­ğim" dedi.

Taberani ve İbni Merdüveyh'in İbni Abbas'tan rivayeti ise şöyledir: Osman b. Maz'un ölünce hanımı veya herhangi bir hanım şöyle dedi: Ey İb­ni Maz'un! Cennet sana mutlu olsun! Bunun üzerine Allah Rasulü (s.a.) o

kadına öfke ile baktı ve "Onun cennetlik olduğunu nereden biliyorsun? Al­lah 'a andolsun ki, ben Allah 'm Rasulüyüm, fakat Allah 'm bana ne yapaca­ğını bilmiyorum." dedi. Bunun üzerine o kadın: "Ey Allah'ın Rasulü! O, se­nin arkadaşın ve süvarindir, sen daha iyi bilirsin" dedi. Allah Rasulü (s.a.) de, "Onun için Rabbinin rahmetini umar, günahından dolayı da onun adına korkarım." buyurdu.

Sonra Allah Tealâ müşriklerin ne kadar zararda olduklarını şöyle ifa­de etti:

"De ki: Hiç düşündünüz mü; şayet bu, Allah katından ise ve siz onu in­kâr etmişseniz, İsrailoğulları'ndan bir şahit de bunun benzerini görüp inandığı halde siz yine de büyüklük taslamışsanız (haksızlık etmiş olmaz mısınız"?) Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez." Ey Mu­hammedi Kur'an'ı inkâr eden bu müşriklere söyle: Bana haber verin, eğer bu Kuran gerçekte Allah nezdinden ise, siz de onu inkâr etmişseniz, Tev­rat'ta Allah'ın indirdiklerini bilen İsrailoğulları'ndan biri de bunun benzeri olan Kur'an'ın doğruluğuna şahitlik ediyorsa veya benim söylediğimin ben­zerine şahitlik ediyorsa ve bu şahit, Kur'an'ın Allah kelâmı olduğu besbelli olduğu için, ona inanmışsa, (bu şahit, hicretten sonra müslüman olan Abd-lullah b. Selamdır) siz de halâ buna inanmaktan büyüklük taslamışsanız, nefsinize zulmettiniz ve zarara uğrayanlardan oldunuz.[14]

Allah'ın "Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez." sö­zü şu anlama gelmektedir: Allah, onları hayra muvaffak Tcılmaz. Bu cümle Arap dilinde "istinaf-i beyani" olarak adlandırıp onların niçin kibirlendik­lerinin sebebini belirtmektedir.

Bir başka ifade ile ayetin manası şudur: Eğer getirdiğim bu kitabı, si­ze tebliğ etmem için bana Allah indirmişse, siz de onu inkâr edip yalanla-mışsanız, insanların en sapığı ve en zalimi ya da kendinize zulmetmiş ol­maz mısınız? Bu durumda Allah'ın size ne yapacağını zannediyorsunuz? Ayette "in kâne" diye geçen şartın cevabı açıkça belirtilmiştir, fakat bu haz­fedilen cevap tefsir kısmında "...insanların en sapığı ve an zalimi olamaz mısınız..." şeklinde belirtilmiş olup, "...Şüphesiz Allah, zalimler topluluğu­nu doğru yola iletmez" cümlesinden alınmıştır.

Ayette geçen "İsrailoğulları'ndan bir şahit de..." ayetindeki şahit, müfessirlerden çoğunun görüşüne göre Abdullah b. Selâm'dır. Keşşaf sahibi müfessir Zemahşeri şöyle demektedir: Allah Rasulü (s.a.) Medine'ye geldi­ğinde, Abdullah b. Selâm onun yüzüne baktı ve bu yüzün bir yalancı yüz (veya bir yalancının yüzü) olmadığını anladı, iyice düşünüp onun beklenen peygamber olduğuna kesinkes inandı ve şöyle dedi; Sana üç şey soracağım ki, bunları ancak peygamber bilir: Kıyametin alâmetlerinin ilki nedir, cennetliklerin yiyeceği ilk yiyecek nedir, çocuk babasına mı, anasına mı çeker? Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurdu: "Kıyamet alâmetlerinin ilki, insanları doğudan batıya doğru sevkedecek bir ateştir. Cennet ehlinin yiyeceği ilk yi­yecek ise balık ciğerinin fazlası (havyar) dır. Çocuğun durumuna gelince: Erkeğin suyu daha önce gelirse çocuk erkeğe, kadının suyu daha erken ge­lirse çocuk anneye çeker, benzer." Bunun üzerine Abdullah b. Selam: "Şe-hadet ediyorum ki, sen gerçekten Allah'ın Rasulüsün. Ey Allah'ın Rasulü! Yahudiler gerçekten iftiracı bir toplumdur. Eğer sen onlara, benim hakkım­da soru sormadan evvel müslüman olduğumu öğrenirlerse, senin yanında bana bühtan (iftira) ederler." dedi. Derken Yahudiler geldi ve Nebi (s.a.) on­lara: "Aranızda Abdullah nasıl bir kimsedir?" diye sordu. Yahudiler de: "En hayırlımızdır, en hayırlımızın oğludur, seyyidimiz (efendimiz)dir, seyyidi-mizin oğludur, en bilginimizdir ve en bilginimizin oğludur" diye cevap ver­diler. Allah Rasulü (s.a.) "Ya Abdullah müslüman olursa... ne dersiniz?" bu-yurunca; onlar, "Allah onu bundan korusun" dediler. Bunun üzerine Abdul­lah onların yanına çıktı ve "Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muham-med'in Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet ediyorum" dedi. Hemen Yahudi­ler: "O, en şerlimizdir ve en şerlimizin oğludur" diyerek kadru kıymetini düşürmeye başladılar. Abdullah b. Selam, "Ey Allah'ın Rasulü! Başıma gel­mesinden korktuğum işte bu idi." dedi.[15] Dolayısıyla bu ayet Medine'de nazil oldu, Allah Tealâ da Rasulüne (s.a.) bu ayeti, bu Mekkî surenin içine muayyen yerine koymasını emretti.[16]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

1- Mekke müşrikleri peygambere düşmanlık ederek, Kur'an'ın Allah tarafından geldiğini inkâr ettikleri gibi, peygamberliği de yalanladılar ve Kur'an'ı bir sihir, büyü diye nitelediler.

2- Kur'an'ı sihir, büyü diye nitelemekle yetinmediler,  bundan çok da­ha çirkinini de söylediler, Kur'an Allah'tan değildir, Muhammed onu kendi kafasından uydurup çıkardı dediler.

3- Yüce Allah onların bu iftiralarına şöyle cevap verdi: Faraza onu Muhammed (s.a.) uydurmuş olsaydı Allah Tealâ onu dünyada derhal ceza­landırırdı ve hiç kimse Allah'ın azabını ondan geri çeviremezdi. Bu müşrik­lerin uydurduklarını ve içine daldıkları yalanlamalarını Allah çok iyi bil­mektedir. Kur'an'ın kendi nezdinden olduğuna şahit olarak Allah yeter! O, peygamberinin doğruluğunu, haklılığını ve onların haksızlığını bilir.

Bütün bunlara rağmen Allah, tevbe edenleri bağışlayıcı, mümin kulla­rına pek merhametlidir. Bu müşrikler de eğer inanırlarsa Allah onların geçmiş günah ve isyanlarını da bağışlar.

4- Nebi (s.a.) gönderilen ilk peygamber değildir. Bilakis o peygamber­lerin sonuncusudur. Ondan evvel de birçok peygamberler gelip, geçmiştir. Onun, insanları tevhit inancına daveti, putlara tapınmayı inkârı ve gaybı bilmemesi, ona has bir şey değildir. Bu, öteden beri bütün peygamberlerin ifadesi ve davetidir.

5- Nebi (s.a.) gaybı, ancak vahiy yoluyla bilebilir. O halde bilmediği mugayyabatı (gayb olaylarını) haber vermesini istemenin hiçbir gerekçesi olamaz. Çünkü o, gerek dünya ve gerekse ahifet konusunda kendisine ve insanlara ne yapılacağını, ne gibi hüküm ve tekliflerle karşılaşacaklarını mükelleflerin durumlarının ne olacağını bilmemektedir.

Ancak Peygamber (s.a.) kendisinin peygamber olduğunu bildiği için, o kendisinden kebair (büyük günahlar)ın meydana gelmeyeceğini ve meyda­na gelecek zellelerin de (küçük günahların da) affedileceğini bilmektedir. Bu husus, Allah'ın şu sözüyle bir defa daha teyit edilmiştir: "Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar..." (Feth, 48/2), "(Bütün bu lütuf-lar) mümin erkeklerle, mümin kadınları, içinde ebedî kalacakları, zeminin­den ırmaklar akan cennetlere koyması, onların günahlarını örtmesi için­dir..." (Feth, 48/5), "Allah'tan büyük bir lütfa ereceklerini müminlere müj­dele." (Ahzab, 33/47)

6- Vahidi ve diğerlerinin İbni Abbas'tan rivayet ettiklerine göre "Bana ve size ne yapılacağını bilmiyorum." ayetinde nesih yoktur. Allah Rasulü (s.a.)'nün ashabının başına gelen felâketlerin arttığı bir sırada, Peygamber (s.a.) rüyasında, hurmalığı olan, ağacı ve suyu bulunan bir araziye hicret edeceğini gördü ve bu rüyayı arkadaşlarına anlattı. Arkadaşları da buna sevindiler ve bu rüyada, içerisinde bulundukları müşrik ezasından bir kur­tuluş gördüler. Sonra bu rüyanın gerçekleşmediğini görerek bir süre daha beklediler. Ve Ey Allah'ın Rasulü! Rüyada gördüğün yere ne zaman hicret edeceğiz? diye sordular. Allah Rasulü (s.a.) sustu, cevap vermedi ve peşin­den Allah Tealâ "Bana ve size ne yapılacağını bilmiyorum." ayetini indirdi. Yani, rüyada gördüğüm yere gidecek miyim, yoksa gitmeyecek miyim? bil­miyorum diye cevap verdi. Sonra "O, rüyamda gördüğüm bir şeydir. Ben ise ancak bana vahyedilene tabi oluyorum, yani size haber verdiğim husus bana vahyedilmedi." dedi. Kuşeyri şöyle demiştir: "Buna göre bu ayette ne­sih yoktur."

7- Tevrat'ı bilen insaflı bir kişinin Kur'an'ın hak olduğuna şehadet et­mesine rağmen, müşrikler eğer Kuranı yalanlamaya devam ederler, kibir­lenip ona inanmak ve tabi olmaktan yüz çevirirler de Kur'an'ın, kendisine indirildiği Rasule itaatten kaçarlarsa "De ki: Hiç düşündünüz mü, şayet bu, Allah katından ise..." ayeti, işte bu durumda onların, o zalim müşrikle­rin acı verici bir azap ile korkutulmasını göstermektedir. Bu insaflı şahit,

ister Abdullah b. Selâm, ister Musa (a.s.) olsun, değişmez, Her halükârda bu ayet; Tevrat'ta, Hz. Musa'nın ve Beni İsrail ulemasının lisanında Pey­gamber (s.a.)'i müjdelemektedir. Bu, tıpkı İsa (a.s.)'nın Muhammed'i (s.a.) müjdelemesine benzemektedir: "Hatırla ki, Meryem oğlu İsa: Ey İsrailoğul-lan! Ben size Allah'ın elçisiyim. Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim, demişti." (Saff, 61/6).

Ayette mana ve lafız bakımından takdim ve tehir vardır. O takdirde mana şöyledir: "De ki: Hiç düşündünüz mü, şayet bu (Kur'an) Allah katın­dan ise, İsrailoğulları'ndan birisi de bunun doğruluğuna şahitlik edip, iman etmiş de siz inkâr etmişseniz (haksızlık etmiş olmaz mısınız?) Şüphe­siz Allah, zalimler topluluğunu, yani inatçı kâfirleri doğru yola iletmez."

Allah Tealâ'nın "Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu doğru yola ilet­mez." sözü bir tehdittir ve aynı zamanda şartın (in harfinin) hazfedilen ce­vabı makamındadır. Bu durumda mana şöyle olur: "De ki: Hiç düşündünüz mü, şayet bu (Kur'an) Allah katından ise sonra siz de kalkıp onu inkâr et­mişseniz, siz doğru yolu kesinlikle bulamazsınız, aksine sapıklar haline ge­lirsiniz."[17]

 

Kâfirlerin Diğer Şüpheleri:

 

11- Kâfirler, iman edenler hakkında dediler ki: "Bu (iman) bir hayır olsaydı onlar bizi geçemezlerdi." Fakat onlar bununla doğru yola girmek arzusunda olmadıkları için "Bu eski bir yalandır   diyeceklerdir eski bir yalandır, diyeceklerdir.

12- Ondan önce de bir rahmet ve rehber olarak Musa'nın kitabı var- dır- Bu da zulmedenleri uyarmak  ve iyilik yapanlara müjde olmak uzere Arap lisanıyla indirilmiş,  doğrulayıcı bir kitaptır.

13- Rabbimiz Allah'tır, deyip sonra da dosd°Sru yaşayanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.

14- Onlar cennet ehlidirler. Yap­makta olduklarına karşılık orada ebedî kalacaklardır.

 

Belagat:

 

"uyarmak" ve "müjde olmak" kelimeleri arasında tezat vardır.[18]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kâfirler " Bu inkarcılar Kureyş topluluğudur. Denilmiştir ki: Cühey-ne, Müzeyne, Eşlem ve Gıfar kabileleri müslüman olduklarında, Beni Amir, Katafan, Esed ve Eşca kabileleri bunu söylemişlerdir. Diğer bir riva­yette İbni Selâm ve arkadaşları müslüman olduğunda Yahudiler söyledi denilmiştir, "iman edenler hakkında" onlar adına ve onlar hakkında "dedi­ler ki şayet" iman "bir hayır olsaydı, onlar bizi geçemezlerdi" çoğu fakirler, köleler, çobanlar oldukları için onlar düşük insanlardır. "Fakat onlar bu­nunla doğru yola girmek arzusunda olmadıkları için" Yani bunu diyenler Kur'an'la hidayet bulmadıklarından "Bu eski bir yalandır diyeceklerdir." Öncekilerin hurafeleridir dedikleri gibi Kuranın da eski bir söz olduğunu söylemektedirler.

"Bu" Kur'an "zulmedenleri" Mekke müşriklerini "uyarmak ve iyilik ya­panlara" müminlere "müjde olmak üzere ...doğrulayıcı bir kitaptır." Yani Kur'an Musa'ya (a.s.) indirilen Tevrat'ı teyid etmektedir.

"Rabbimiz Allah'tır, deyip sonra da dosdoğru yaşayanlara" İtaat üzere yaşayanlar ile dini konularda ve amelde ilmin özü olan tevhid ve istikame­ti birleştirenler... "sümme = sonra" Bu ifade amel derecesinin imandan son­ra geldiğine ve amelin tevhid inancına bağlı olduğuna delâlet etmektedir. "korku yoktur." Gelecekte istenmeyen bir şeyin kendilerine gelmesinden korkmayacaklardır, "ve onlar üzülmeyeceklerdir." Geçmişte sevilen bir şe­yin elden kaçırılmasına da üzülmeyeceklerdir. [19]

 

Nüzul Sebebi:

 

Taberani, Katade'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Müşriklerden ba­zı insanlar biz daha şerefliyiz. Bu din bir hayır olsaydı filan ve filan bizi ge­çemezlerdi, demişler ve bunun üzerine 11. ayet nazil olmuştur.

İbni Münzir Avn bin Ebi Şeddadin şöyle söylediğini nakletmiştir: Ömer b. Hattab'ın kendisinden önce müslüman olan bir cariyesi vardı. Bu cariyeye Zinnin veya Zinnira deniliyordu. Ömer Zinnin'i müslüman olduğu için yoruluncaya kadar dövüyordu. Kureyş kâfirleri bu iş bir hayır olsaydı Zinnin hayırda bizi geçemezdi, demişler ve Allah Tealâ ayeti onun hakkın­da indirmiştir. "Kâfirler iman edenlere şöyle demişlerdir: Şayet o hayırlı (bir iş) olsaydı onlar bizi geçemezlerdi." Urve b. Zübeyr şöyle demiştir. Ebu Cehil'in kendisine işkence ettiği bir Rum cariye olan Zinnira müslüman ol­du. Gözleri görmez oldu. Seni Lat ve Uzza çarptı dediler. Allah onu tekrar görür hale getirdi. Bunun üzerine Kureyş büyükleri şöyle dediler: Şayet Muhammed'in getirdiği hayır olsaydı Zinnira bizi geçemezdi. Ve Allah bu ayeti indirdi.

İbni Abbas, Kelbî ve Zeccac şöyle söyledi. Kâfirlerden Beni Amir, Ka-tafan, Temim, Esed, Hanzale ve Eşca kabileleri müslüman olan Gıfar, Eş­lem, Ceheyne, Müzeyne ve Huzaa kabileleri için şöyle demişlerdir: Şayet Muhemmed'in getirdiği hayır olsaydı deve çobanları bizi geçemezdi. Çünkü biz onlardan daha şerefliyiz.

Müfessirlerin çoğu da şöyle demiştir: Yahudiler iman eden Abdullah b. Selâm ve arkadaşları için: "Şayet Muhammed'in dini hak olsaydı onlar bizi geçemezlerdi." demişlerdir. [20]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Bu, Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr eden müşrik veya Yahu­dilerin Ammar, Suheyb, İbni Mesud gibi fukara cemaatin imanıyla alâkalı bir başka şüpheleridir. Şayet bu din hayırlı olsaydı onlar bizi geçemezlerdi, demişlerdir.

Sonra Allah Tealâ Tevrat'ın, Kuranın doğruluğuna delil olduğunu ve Hz. Muhammed'in (s.a.) gönderilmesini müjdelediğini anlatarak onlara cevap vermiştir. Tevhid ve nübüvvet delillerinin ortaya konulması, inkarcıla­rın şüphelerinin zikredilmesi ve onlara cevap verilmesinden sonra Allah Tealâ, amel-i salih işleyen müminlerin mükâfatlarını alacağını söylemiştir. [21]

 

Açıklaması:

 

"İnkar edenler, iman edenler hakkında dediler ki: Bu iş bir hayır ol­saydı, onlar bizi geçemezlerdi. "Yani Mekke kâfirleri veya Yahudiler Bilal, Ammar, Suheyb, Habbab (r.a.) ve onlar gibi fakir ve zayıf olanların imanı hakkında kendilerinin değerli konularda önde olduklarını Allah yanında şerefli bulunduklarını ve Allah'ın kendilerine önem verdiğini düşünerek bu din hak olsaydı, onlar bizi imanda geçemezlerdi, demişlerdir. Bunda çok büyük bir yanlışa düşmüşlerdir. Çünkü Allah peygamberlik ve dini için di­lediklerini seçer. Yukardaki ayet Allah Tealâ'nın şu ayetine benzemektedir. "Aramızdan Allah'ın kendilerine lütuf ve ihsanda bulunduğu kimseler bun­lar mı! demeleri için onların bir kısmını diğerleri ile işte böyle imtihan et­tik." (Enam, 6/53). Yani bunlar bizim dışımızdakiler nasıl hidayete erdi, di­ye hayrete düşerler.

Allah Tealâ'nın "iman edenler hakkında..." sözünün manası Zemahşe-ri'nin söylediği gibi onlar hakkındadır. Yani kâfirler iman edenlerin imanı hakkında "Şayet hayır olsaydı onlar bizi geçemezlerdi." demişlerdir. Mana­nın şöyle olması caizdir. Kâfirler iman edenlere hitap ederek şöyle şöyle de­diler. Allah Tealâ bu sözden sonra kâfirlerin halini anlatıp şu ifadesiyle on­lara cevap verdi: "Fakat onlar bununla doğru yola girmek arzusunda olma­dıkları için Bu eski bir yalandır" diyecekler." Yani Kuranla hidayete er­meyince inatları ortaya çıktı, sonra (Kur'an hakkında) öncekilerin hurafe­leridir dedikleri gibi Kuranı ve ona inananları küçültmek kastıyla "Bu Kur'an önceki insanlardan intikal eden bir yalandır." diyeceklerdir. Bu Müslim ve Tirmizi'nin İbni Mesud'dan rivayetine göre Rasulüllah'm bah­settiği kibirden başka bir şey değildir: "Kibir hakkı reddetmek ve insanları küçüksemektir."

Sonra Allah Tealâ Kur'an'ın doğruluğuna ve sıhhatine delil olarak şöy­le buyurmuştur: "Ondan önce de bir rahmet ve rehber olarak Musa 'nın ki­tabı vardır. Bu (Kur'an) da, zulmedenleri uyarmak ve iyilik yapanlara müj­de olmak üzere Arap lisanıyla indirilmiş, doğrulayıcı bir kitaptır." Dinde uyulan bir örnek ve iman olan Hz. Musa'ya Tevrat'ın Allah tarafından indi­rildiğini itiraf etmeniz, Kur'an'ın hak, doğru ve Allah katından olduğunu gösteren, din esaslarında Tevrat'a uygun olan bu Kur'an Musa'nın ve daha önceki ilâhî kitapların da doğrulayıcısıdır. Allah Kur'an'ı, peygamberin, ne­fislerine zulmeden Mekke müşriklerini Allah'ın azabına karşı uyarması ve amellerini iyi yapan müminleri de müjdelemesi için anlayacakları şekilde Arapça indirmiştir. Bu Kur'an kâfirleri korkutucu müminleri müjdeleyici esasları kapsamaktadır. O, Tevrat'la uyuşması sebebiyle onların zannettik­leri gibi eski bir yalan değildir.

İnkarcıların şüphelerini zikrettikten sonra Allah Tealâ, müminlerin hallerini ve mükâfatlarını da şöyle ifade etti. "Rabbimiz Allah'tır deyip sonra da dosdoğru yaşayanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir." Tevhid ve dinî kurallardan ayrılmayanlar gelecekte başlarına kötü bir ola­yın gelmesinden korkmayacaklar ve geçmişte de elden kaçırılan her hangi bir şeye üzülmeyeceklerdir. Onların mükâfatı Allah'ın buyurduğu şekilde­dir. "Onlar cennet ehlidirler. Yapmakta olduklarına karşılık orada ebedi ka­lacaklardır." Allah'ın emri üzere tevhid ehli olan o müminler cennetlikler­dir. Dünyada yaptıkları birtakım salih amellerinin karşılığı olarak devamlı orada kalacaklardır. Yani alacakları karşılık dünyadaki salih amel sebebiy­ledir. [22]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

1- Kibirli kâfirlerin işi, basit sebeplerle ve ifadelerle, kibir ve gururun da etkisiyle ihmallerini geçerli kılmaya çabalamaktır. Bunun için Mekke ehli şayet bu din bir hayır olsaydı o köle ve zayıflar bizi geçemezlerdi, dedi­ler. Hidayete ermediklerinde iftiralarına şu sözlerine ilâvede bulundular. Bu Kur'an öteden beri söylene gelen bir yalandır. Öncekilerin hurafeleridir.

2- Bu Kur'an'ın doğruluğuna ve onun Allah katından olduğuna delil­lerden birisi de onun, inanç ve din esaslarında Yahudilerin de, Allah'ın ki­tabıdır diye kabul ettikleri Musa (a.s.)'ya gelen Tevrat'la uyuşmasıdır. Hz. Musa'ya gelen kitap Allah'ın dininde ve hükümlerinde uyulacak bir örnek ve rahmettir.

Allah Tealâ sanki şöyle buyurmuştur. Bu Kur'an'ın doğruluğuna delil sizin Allah'ın Tevrat'ı Musa'ya (a.s.) indirmesinde münakaşa etmemeniz-dir. Allah bu kitabı uyulan bir imam kılmıştır. Sonra Tevrat Muhammed'in (s.a.) gelişini de müjdelemektedir. Siz Tevrat'ın uyulan bir imam olduğunu kabul ediyorsanız o zaman Muhammed (s.a.)'in Allah indinden hak bir Ra-sul olması konusundaki hükmünü de kabul ediniz.

3- Ortağı olmayan bir Allah'a iman ile ruhî ve maddî saadet uğrunda din kuralları üzere olan insanlar güven içerisinde, huzurlu ve rahattırlar. Geleceğin korkulan ve geçmişin hüzünleri onların bu berraklığını lekele­mez. Onlar Naim cennetlerinde dünyada yaptıkları amel-i salih sebebiyle devamlı kalıcıdırlar. [23]

 

Ana - Babaya İyilik Etme Ve İtaat Eden Evlâdın Durumu:

 

15-  Biz insana, ana babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğur­du. Taşınması ile sütten kesilmesi otuz ay sürer. Nihayet insan, güçlü çağına erip kırk yaşına varınca der ki: Rabbim! Bana ve ana babama verdiğin nimete şükretmemi ve razı olacağın yararlı iş yapmamı temin et. Benim için de zürriyetim için de iyiliği devam ettir. Ben sana dön­düm. Ve elbette ki ben müslüman-lardanım.

16-  İşte kendilerinden, yaptıkları­nın en iyisini kabul edeceğimiz ve günahlarını bağışlayacağımız bu kimseler cennetlikler arasındadır­lar. Bu, kendilerine verilen doğru sözün gerçekleşmesidir.

 

Belagat:

 

"Biz insana, ana babasına iyilik etmesini tavsiye ettik..." ayetinden sonra "...anası onu zahmetle taşıdı..." sözü amm'dan (umumi ifadeden) son­ra hass'ın (hususi ifadenin) zikri şeklinde bir belagat inceliğidir. Annenin önemini vurgulamak için bu şekilde gelmiştir.

"onu taşıdı" sözüyle "onu doğurdu" ifadesi arasında tezat sanatı vardır. [24]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Biz insana ... iyilik yapmasını" yani ana babaya gerçekten iyilik yap­masını, demektir, "ihsan" kelimesi "isâe" kelimesinin zıddı olup "isâe" kötü­lük ve edepsizlik yapmak anlamındadır. "Hüsn" güzellik, "kubh" çirkinliğin zıddıdır. "tavsiye ettik" Tavsiye, itina ve ihtimam ile emir demektir. Yani "ve vassayna" önem vererek emrettik, tavsiye ettik demektir. "Taşınması" Çocuğun ana rahminde taşınma süresi ile "çocuğun sütten kesilmesi otuz ay sürer." Bunun en uzun süresi iki yıldır. Hamilelik müddetinin en azı ise altı aydır. Ayette cem'an belirtilen otuz ayın geri kalanı da çocuğa süt emzirme süresinin en fazlasıdır. "Nihayet" bu çocuk yaşayıp, "güçlü çağına erip." Güçlü çağına ermek, aklın, ve gücün kemaline ermek demektir. Bu­nun en azı da otuz veya otuz üç yaşıdır, "kırk yaşına varınca" Bu kırk yaşı artık güçlü çağın en yükseğidir. Hiçbir peygamberin kırk yaşından önce peygamber olarak gönderilmediği söylenmiştir. Müfessir Beyzavi şöyle de­miştir: Burada hamilelik (gebelik) müddetinin en az altı ay olduğuna delil vardır. Çünkü bu ayetle: "Çocuğun ana karnında taşınmasıyla sütten kesil­mesi otuz ay sürer." denilmektedir. Bakara suresi 233. ayette ise: "Emzir­menin tamamlanmasını isteyen (baba) için analar çocuklarını iki tam yıl emzirirler..." buyurulmaktadır. Otuz aydan iki tam yıl çıkarıldığında geriye kalan altı ay normal olan en az hamilelik süresidir. Doktorların görüşleri de bu şekildedir. Hamilelik süresinin en azını ve süt emzirme müddetinin en çoğunu özellikle belirtmek belki de, nesep ve süt hükmünün bunlara bağlanmasının gerçekleşmesi içindir.

"Bana ve ana babama verdiğin nimete" din nimeti ve diğer nimetler için "şükretmemi ve razı olacağın salih bir amel " yararlı iş "yapmamı..." Burada "salihan' kelimesinin nekre gelişi, o ameli tazim içindir. Veya Al­lah'ın rızasını gerçekleştirecek her hengi bir amel çeşidi demektir. "Benim için de zürriyetim için de iyiliği devam ettir." dürüstlüğü, zürriyetimde de devam ettir ve onlarda kökleştir. [25]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Biz insana ana babasına iyilik etmesini tavsiye ettik..." ayetinin (15. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak Vahidi'nin İbni Abbas (r.a.)'dan rivayeti­ne göre o, şöyle demiştir: "Bu ayet, Ebu Bekir Sıddık (r.a.) hakkında nazil olmuştur. Allah Rasulü (s.a.) yirmi yaşında iken o, onsekiz yaşında, Rasu-lullah ile arkadaş olmuş, ticaret için Şam tarafına gidiyorlardı. Derken orada sidr ağacının bulunduğu bir yerde konakladılar. Allah Rasulü (s.a.) o ağacın gölgesinde oturdu, Ebu Bekir de, din hakkında birtakım sorular sor­mak üzere orada bir rahibin yanına gitti. Rahip ona: "O ağacın gölgesinde­ki adam kimdir?" diye sordu. Ebu Bekir de: "O, Abdulmuttalib oğlu Abdul­lah oğlu Muhammed'dir" diye cevap verdi. Bunun üzerine Rahip, "Allah'a yemin ediyorum ki, bu bir peygamberdir. Bu ağacın altında, Meryem oğlu İsa'dan sonra Allah'ın peygamberi Muhammed'den başka hiç kimse gölge-lenmemiştir." dedi. Ve Ebu Bekir'in kalbine o andan itibaren yakin (kesin iman) ve tasdik (peygamberin dürüstlüğünü kabul edip onu tasdik etme) düşüncesi düştü.

Artık Ebu Bekir (r.a.), ne seferde ne de hazarda (sefer dışında) Allah Rasulü (s.a.)'nden ayrılmıyordu. Muhammed (a.s.) kırk yaşında peygamber olarak gönderildiğinde, Ebu Bekir otuz sekiz yaşında müslüman olmuş veAllah Rasulünü (s.a.) tasdik etmiştir. Kırk yaşma gelince de, "Rabbim! Ba­na ve ana babama verdiğin nimete şükretmemi nasip eyle." demiştir.[26]

Süddi ve Dehhak da şöyle demiştir: Bu ayet Sa'd b. Ebi Vakkas hak­kında nazil olmuştur. Müslim, İbni Mace hariç Sünen sahiplerinin Sa'd (r.a.)'dan rivayet ettiklerine göre o şöyle demiştir: Sa'd'ın anası Sa'd'a: "Al­lah ana babaya itaati emretmedi mi? (sen bana itaat etmiyorsun.) Sen, Al­lah'ı inkâr edinceye kadar ben, ne yiyeceğim, ne de içeceğim." dedi ve ye­mekten içmekten vazgeçti. Nihayet onun ağzını tahta bir çubuk ile açmaya başladılar. Bu ayet nazil oldu. "Biz insana, ana babasına iyilik etmesini emrettik..."

Hasan-ı Basri ise şöyle demiştir: "Bu ayet, herkesi kapsayacak şekilde nazil olmuştur." En uygunu da budur. Çünkü vahyin (Kur'an ayetlerinin) inişinin başlangıcından itibaren Kur'an lafızlarını umuma hamletmek, da­ha tesirli, daha faydalı ve daha kapsamlıdır. Kaldı ki daima itibar lafzın umumiliğinedir, sebebin hususiliğine değil. [27]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ dinin emirleri üzere müstakim olan (dosdoğru olan) mü­minlerin mükâfatını zikrettikten sonra, ana babaya iyiliği emredip tavsiye etti ve kırk yaşına ulaştıktan sonra ana babasına iyilik yapanı özel bir sı­fatla yükseltti ve salih amellerinin kabul edilmesi, günahlarından vazgeçil­mesi konusunda onu müjdeledi. Onu cennetlikler arasında saydı. Bu, kesin bir vaaddir. [28]

 

Açıklaması:

 

"Biz insana ana babasına iyilik etmesini tavsiye ettik..." Yani biz insa­na, ana babasına gerek hayatta ve gerekse öldükten sonra, şefkatla, iyilik yaparak, ihtiyaç anında onlar adına harcamada bulunarak ve karşılaştık­larında güleryüz göstererek, iyi davranmalarını tavsiye edip emrettik. Ni­tekim bu konu ile ilgili birçok ayet vardır. Meselâ yüce Allah bu konu ile il­gili bazı ayetlerinde şöyle buyurmaktadır: "Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti." (İs-ra, 17/23), "...(işte bunun için) önce bana, sonra da ana babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur." (Lokman, 31/14).

Bu önemli konuda pek çok hadis de gelmiştir. Peygamberimiz (s.a.) ana babaya iyiliği en faziletli amellerden, onlara isyanı ise kebairden (bü­yük günahlardan) saymış ve onlar vefat ettikten sonra da iyiliğin devam edeceğini bildirmiştir. İşte bu hadislerden biri, Buhari'nin Abdullah b. Amr

b. el-As (r.a.)'dan onun da Peygamberimiz (s.a.)'den rivayet ettiği hadistir. Peygamberimiz (s.a.) o hadiste şöyle buyurmuştur: "Kebair (büyük günah­lar): Allah'a şirk koşmak, ana babaya asi olmak, bir insanı öldürmek ve ye-min-i gamusdur." Bir diğer hadiste, Ebu Davud, İbni Mace ve İbni Hıb-ban'ın Ebu Useyd Malik b. Rabia es-Sa'idî (r.a.)'den rivayet ettikleri hadis­tir. Sa'idî şöyle demiştir: "Biz, Allah Rasulünün yanında otururken aniden Seleme oğullarından bir adam çıkageldi ve "Ey Allah'ın Rasulü! Babam anam öldükten sonra artık onlara yapabileceğim bir iyilik kaldı mı?" diye sordu. Allah Rasulüde (s.a.): "Evet, onlara dua etmek, onlar için istiğfarda bulunmak, onların ölümünden sonra hayatta iken verdikleri sözleri yerine getirmek, ancak onlar sayesinde oluşan akrabaları ziyaret etmek (sıla-ı ra­himde bulunmak) ve onların dostlarına değer verip, saygı göstermektir." bu­yurdu.

Yüce Allah sonra ana babaya iyiliği tavsiye etmenin sebebini belirtti ve daha fazla önem verilmesi, itina edilmesi için anneyi özel olarak zikre­derek şöyle dedi:

"...annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu..." Yani anası onu karnında binbir türlü meşakketle taşıdı ve yine çok büyük zorluklarla do­ğurdu. Hamilelik zamanında aşermek, bayılmak, ağırlık ve zorluk nevin­den birçok yorgunluk ve zorluklara göğüs gerdi. Aynı zamanda annesi onu doğum sancısı ve şiddetiyle dünyaya getirdi. Bütün bunlar, anaya iyiliği ve daha fazla ihsanı gerektiren hususlardır. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyur­du: "O (insanın) taşınması ile sütten kesilmesi otuz ay sürer." Yani insanın ana rahminde taşınma ve sütten kesilme süresi otuz aydır, yani iki buçuk yıldır. Her ikisinde de anne, bıkmadan usanmadan, uykusuzluk acılarına, süt verme (emzirme), beslenme, temizleme ve büyütme zorluklarına seve­rek ve şefkatle göğüs germiştir.

Bu ayette, ana hakkının baba hakkından daha ağır bastığına işaret vardır. Çünkü insanı meşakkatle karnında taşıyan, meşakkatle doğuran, emziren, gözetip büyüten, yorgunluk ve sabırla ona itina eden anadır. Çalı­şıp, kazanıp harcamak suretiyle yorulsa da bunların hiçbirinde baba ana­nın yanında değildir. Bu sebeple hadisler, anaya iyilik etmeyi vurgulamak­ta ve onu babanın derecesinden üç derece daha fazla göstermektedir. Buha-ri ve Müslim'in Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayetlerine göre o şöyle demiştir: "Adamın biri Nebi (s.a.)'ye gelerek şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü! Benimle güzel dostluğa insanların en lâyıkı kimdir? Allah Rasulü: Annendir, dedi. Adam, sonra kimdir? diye sorunca Allah Rasulü (s.a.): Annendir, diye cevap verdi. Adam üçüncü kez, sonra kimdir? diye sordu. Allah Rasulü (s.a.) yine: Annendir, cevabını verdi. Adam, sonra kimdir? dedi. Peygamberimiz (s.a.) bu sefer: Babandır, diye cevap verdi."

Ayette aynı zamanda hamilelik süresinin en az altı ay   olduğuna da işaret vardır. Hz. Ali (r.a.) bu ayetle, Lokman süresi "...onun sütten ayrıl­ması da iki yıl içinde olur." (14. ayet) ve Bakara suresi (233. ayet) "Emzir­meyi tamamlatmak isteyen (baba) için analar çocuklarını iki tam yıl emzi-rirler." ayeti ile hamilelik süresinin en az altı ay olduğunu ifade etmiştir. Çünkü emzirme ve sütten kesme süresinin en fazlası iki tam yıldır. Hami­lelik süresi için otuz aydan geriye kalan altı aydır.

Bu, doğru bir hüküm ortaya koymak, yani sahih bir istinbattır. Hz. Osman ve sahebeden bir topluluk da buna muvafakat etmişlerdir. İbni Ebi Hatim ve "es-Sire en-Nebeviyye adlı kitabın müellifi Muhammed b. İshak, Ma'mer b. Abdullah el-Cüheni'den rivayet ettiklerine göre el-Cüheni şöyle demiştir: Bizden bir adam Cüheyne kabilesinden bir kadınla evlendi, altı ayın bitiminde kadının bir çocuğu dünyaya geldi. Bunun üzerine bu kadı­nın kocası Osman (r.a.)'a gitti ve durumu ona anlattı. Hz. Osman da, kadı­na adam gönderdi. Kadın elbisesini giymek için kalkınca kız kardeşi ağladı ve kadın kızkardeşine: "Seni ağlatan nedir, niçin ağlıyorsun? Allah'a andol-sun ki, Allah'ın yaratıklarından ondan başka hiç kimse benim hakkımda asla şüphelenmedi. Yüce Allah benim hakkımda dilediği hükmü verecek­tir.' dedi. Kadın Hz. Osman'a getirilince Hz. Osman kadının recm edilmesi­ni emretti. Bu durum Hz. Ali (r.a.)'ye haber verildi, Hz. Ali de Hz. Osman'a (r.a.) gelerek şöyle dedi: "Sen ne yapıyorsun?" Hz. Osman "Altı ayın biti­minde tam bir çocuk dünyaya getirmiş, böyle bir şey olur mu?" dedi. Hz. Ali (r.a.) ona "Sen Kur'an okumuyor musun?" dedi. O da: "Evet" diye cevap verince, Hz. Ali "Allah'ın şu ayetlerini duymadın mı?" dedi. "...onun taşın­ması ile sütten kesilmesi cem'an otuz ay sürer..." "Emzirmeye tamamlatmak isteyen (baba) için, analar çocuklarını iki tam yıl emzirirler..." Bu durumda geriye ancak altı ay kaldığını görüyoruz. Bunun üzerine Hz. Osman "Al­lah'a yemin olsun ki, ben bunu akıl edemedim, o kadını bana getirin." de­di.[29] Hadisin ravisi Ma'mer el-Cüheni şöyle dedi: "Karga kargaya, yumur­ta yumurtaya bu kadar benzer. Çocuğun babası çocuğu görünce: "Allah'a yemin ediyorum ve hiç şüphe etmiyorum, bu çocuk benimdir" dedi.

Yine İbni Ebi Hatim, İbni Abbas (r.a.)'dan rivayet ettiğine göre, o şöyle demiştir: Kadın çocuğunu dokuz ayın bitiminde doğurursa, ona yirmi bir ay süt vermek (emzirmek) yeterlidir. Yedi ayın bitiminde doğurursa yirmi üç ay, altı ayın bitiminde doğurursa iki tam yıl emzirmesi kâfidir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onun taşınması ile sütten kesilmesi ceman otuz ay sürer..."

"Nihayet insan güçlü çağına erip, kırk yaşına varınca..." Yani insan ye­tişkin olarak ayakları üzerinde durup, aklı ve gücü tam olunca ki, bu otuz yaş ile kırk yaş arasında olur. İnsan kırk yaşına ulaştığında artık aklı zirvede anlayışı tam ve olgunluğu kemal noktasındadır. Teyze çocukları İsa ve Yahya (a.s.) hariç kırk yaşından önce hiçbir peygamber gönderilmemiştir.

"Der ki: Rabbim! Bana ve ana babama verdiğin nimete şükretmemi na­sip eyle!" Yani insan kırk yaşma vardığında şöyle der: Rabbim! Bana ve ana babama vermiş olduğun hak dine ve tevhit inancına erişme nimeti ve diğer akıl selameti, sıhhat afiyet, bolluk içinde yaşamak, eli-ayağı düzgün yaratılmak ve küçüklüğümde ana babam beni büyütürken onlara verdiğin şefkat gibi dünya nimetlerine karşı şükretmemi bana ilham et ve beni bu­na muvaffak eyle!

"...ve razı olacağın yararlı iş yapmamı bana nasip eyle! Benim için de zürriyetim için de iyiliği devam ettir!" Daha önce "razı olacağın yararlı iş yapmamı" cümlesi "şükretmemi" cümlesine matuftur. Yani Allah'ım! Ben­den razı olacağın salih ameli yapmaya beni muvaffak kıl ve bana bunun il­hamını ver. Razı olunan salih amel burada kabul olmama endişelerinden uzak olan yararlı işlerdir. Dürüstlüğü de zürriyetim içerisinde devam ettir[30] ve onu onlarda sabit ve sağlam eyle ki, artık dürüstlük onların tabiatı ve ahlâkı haline gelsin.

"Ben sana döndüm ve elbetteki ben müslümanlardanım." Yani bütün günah ve hatalardan tevbe ederek sana döndüm. Ben sana teslim olanlar­dan, taatına boyun eğenlerden samimi olarak birliğini kabul edip, rububiy-yetine (Rablığına) boyun bükenlerdenim.

İbni Kesir şöyle demiştir: Bu son cümlede, kırk yaşına ulaşan kimse­nin, tevbeyi yenilemesi ve Allah Tealâ'ya yönelmesi ve bunda kararlı olma­sı konusunda irşad ve yönlendirme vardır.[31] Ebu Davud, Sünen'inde İbni Mesud (r.a.)'dan rivayet etmiştir: Allah Rasulu (s.a.) ashabına teşehhüd'de şöyle demelerini öğretirdi: Allah'ım! Kalplerimizi birbiriyle uzlaştır (kalp­lerimizi birbirine ısındır), aramızı ıslah et (düzelt), bizi selâmet yollarına (barış yollarına) ilet, bizi küfür karanlıklarından kurtarıp iman aydınlığı­na çıkar; hayasızlıkların açığından da, gizlisinden de bizi uzaklaştır; ku­laklarımız, gözlerimiz, kalplerimiz, hanımlarımız ve çocuklarımız konu­sunda bize bereket nasip eyle, tevbemizi kabul et, zira sen, tevbeleri kabul eden ve merhametli olansın. Allah'ım! bizi nimetine şükredenlerden, o ni­mete karşılık seni övenlerden, ona karşılık verenlerden kıl ve bize dünyada verdiğin nimeti, ahirette de devam ettir.

Sonra yüce Allah şöyle diyerek bu salih kulların mükâfatını zikretti:

"işte kendilerinden, yaptıklarının en iyisini kabul edeceğimiz ve gü­nahlarını bağışlayacağımız bu kimseler cennetlikler arasındadırlar. Bu, kendilerine verilen doğru sözün gerçekleşmesidir." Yani bu yolda olan, yuka­rıdaki sıfatlarla nitelenen ve Allah'a tevbe edip yönelen kimseler var ya, iş­te onlar, Allah'ın ikramına mazhar olacak, dünyada iken yapmış oldukları salih ameli ve Allah'ın emirlerine uygun diğer hayır amellerini Allah kabul edecek, onları affedip, kötülüklerini ve günahlarını bağışlayacak, bu gü­nahlardan dolayı onları cezalandırmayacaktır. Çünkü o seyyiat (kötü amel­ler), hasenatın (iyi amellerin) yanında yok olup gidecektir. "Çünkü iyilikler kötülükleri (günahları) giderir." (Hud, 11/114).

Onlar cennetlikler arısındadır. Allak nezdinde onların hükmü budur. Nitekim, tevbe edip kendine yönelene Allah böyle vaadetmiştir. Allah'ın vaadi de şüphesiz yerine getirilecektir. O, kitaplarında ve peygamberleri­nin lisanlarıyla Allah'ın kullarına yapmış olduğu vaaddir. Allah da, vaadi­ni gerçekleştirecektir.

Ayetteki "ulâike" yani bu kimseler ifadesi "Biz insana ana babasına iyilik etmesini tavsiye ettik..." ayetindeki insana işarettir. İnsan fertleri dü­şünülerek bu işaret çokluk olarak gelmiştir. Bu insan fertleri ana baba haklarını tanıyan, nimetlerine şükretmeye muvaffak olabilmek için yalva-rarak Allah'a yönelen kimselerdir. Bu nitelikler, insan-ı kâmil olabilmenin şartlandır.

"Doğru söz" terkibi, önceki cümleyi tekid etmektedir. Yani Allah Tealâ iman ehlinin iyi davrananlarının amellerini kabul etmeyi, kötülerinin de günahlarını affetmeyi gerçekten vaadetmiştir. [32]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

1- "Biz insana ana babasına iyilik yapmasını tavsiye ettik" ayetinden dolayı, İslâm'da ana babaya iyi davranmak hiç şüphesiz farzdır. Çünkü bu­radaki tavsiye emir anlamına gelir ve vücub ifade eder.

2- Ana babaya iyilik etmenin vacib oluş sebebi gayet açıktır. Bu da ana babanın, evlâtların varoluşuna, terbiyelerine ve yetiştirilmelerine se­bep olmalarıdır. Özellikle anne evlâdı için birçok zorluklara göğüs gerer, çoğu zaman hayatını onun için feda eder. Nice zorluklarla karnında taşımış ve yine aynı zorluklarla dünyaya getirmiştir. Onun rahatı için uzun geceler uykusuz kalmış ve onu büyütme, emzirme konusunda güç yetirilmeyecek zorluklara katlanmıştır.

3- Yukarıda da geçtiği gibi, ayetin işaretiyle, ana hakkı baba hakkın­dan çok daha fazladır. Çünkü yüce Allah önce: "Biz insana, ana babasına iyilik etmesini tavsiye ettik." buyurarak, ana babayı birlikte zikretmiş, son­ra: "...anası onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu." buyurarak anayı ay­rıca belirtmiştir. Bu da gösteriyor ki, ana hakkı baba hakkından çok daha fazla, evlâdı sebebiyle katlandığı meşakkatler daha çoktur.

4- Yukarıda geçtiği gibi yine ayet, en az hamilelik süresinin altı ay ol­duğunu göstermiştir. Çünkü hamilelik ve emzirme süresi toplam otuz ay, emzirme süresi de en fazla iki tam yıl olunca, iki tam yıl emzirme müddeti­ni düştükten sonra geriye en az hamilelik süresi olarak altı ay kalmakta­dır. Çünkü, otuz ayın yirmi dört ayı azami emzirme süresidir. Hz. Ömer (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, muhakeme etmesi için bir kadın kendisi­ne arzedilmiş, o da bu kadının recmedilmesini emretmiştir. Çünkü o kadın (evliliğinden itibaren) altı ayın bitiminde bir çocuk dünyaya getirmiştir. Hz. Ali ise "Bu kadına recim yoktur" demiştir. Hz. Osman (r.a.) da, aynen Hz. Ömer'in yaptığı gibi yapmak istemişti, yukarıda geçtiği gibi Ali veya İbni Abbas (r.a.) ayetin delâlet ettiği manayı ona açıklamışlar, Hz. Osman da daha önceki kararından vazgeçmiş ve kadına had tatbik etmemiştir.

Rivayet edildiğine göre bu ayet Ebu Bekir (r.a.) hakkında nazil olmuş­tur. Onun ana rahminde taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay içerisinde ol­muştur. Anası onu karnında dokuz ay taşımış ve yirmi bir ay emzirmiştir.

5- Yine ayet, emzirme süresinin en fazla iki tam yıl olduğunu ifade et­miştir. Çünkü ayet, en az hamilelik müddetinin altı ay olduğunu beyan edince, otuz aydan geri kalan en fazla emzirme süresi iki tam yıldır. "Em­zirmeyi tamamlatmak isteyen (baba) için, analar çocuklarını iki tam yıl emzirirler." (Bakara, 2/233) ayeti bunu teyid etmektedir.

6- İnsanın her bakımdan güçlü çağına erişmesi kırkından evvel olma­maktadır. Ayet, insanın, ana baba himayesine kırk yaşına yakın bir süreye kadar sanki muhtaç olduğunu göstermektedir.

7- İnsan kırk yaşma vardığı zaman Allah'ın nimetine şükretmelidir. Çünkü kırk yaşı, aklın ve bünyenin kemale erdiği merhaledir. Aynı zaman­da, razı olduğu amele muvaffak kılmasını, dürüstlüğü kendisi ve çocukları için devamlı ve sabit olarak vermesini Allah'tan istemelidir.

Hz. Ali (r.a.) şöyle demiştir: "Rabbim! Bana ve ana babama verdiğin nimete şükretmemi... nasip eyle..." ayeti Ebu Bekir Sıddık (r.a.) hakkında nazil olmuştur. Çünkü onun ana babası çok değerli insanlardı. Bu yüzden Allah Tealâ Ebu Bekir'e ana babasına iyiliği tavsiye etmiş, Ebu Bekir'den sonra gelenler de buna devam etmiştir.

Ebu Bekir'in babası Ebu Kuhafe Osman b. Amir b. Amr b. Ka'b b. Sa'd b. Teym'dir. Anası Ummu'l-hayr'dır. Adı Selma b. Sahr b. Amir b. Ka'b b. Sa'd'dır. Ebu Kuhafe'nin baba annesi Kayle'dir. Ebu Bekir Sıddık'ın hanımı Kuteyle b. Abduluzza'dır.

İbni Abbas (r.a.) "...razı olacağın yararlı iş yapmamı nasip eyle, benim için de zürriyetim için de iyiliği devam ettir..." ayeti hakkında şöyle demiş­tir: Yüce Allah, Ebu Bekir'in duasını kabul etmiştir. Hz. Ebu Bekir, Al­lah'ın dini uğrunda işkence gören dokuz müslümanı, paralarını vererek azat edip hürriyetine kavuşturmuştur. Bilal ve Amir b. Fuheyre bunlardandır. Ebu Bekir, hangi iyiliği yapmak istediyse mutlaka Allah ona yar­dım etmiştir. Allah'ın birliğine iman etmeyen ne çocuğu ne de ana babası kalmıştır. Ebu Bekir'in dışında Allah Rasulünün ashabından, evlâtları ve ana babası hepsi iman edip müslüman olmuş hiç kimse yoktur. Bu Ebu Be­kir'in duasının kabul edildiğinin delilidir.

Sahih-i Buhari'de Ebu Hüreyre'den zikredilen şu husus Ebu Bekir'in faziletlerindendir: Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurdu: "Bugün içinizden oruçlu kim var?" Ebu Bekir "Ben" dedi. Allah Rasulü (s.a.) "Bugün içiniz­den bir cenazeye katılan var mı?" diye sorunca, Ebu Bekir "Ben" dedi. Allah Rasulü "Bugün içinizden bir yoksulu doyuran var mı?" diye sordu. Ebu Be­kir-"Ben" dedi. Allah Rasulü (s.a.) "Bugün içinizden bir hastayı ziyaret eden kimdir?" diye sorunca, yine Ebu Bekir "Ben" diye cevap verdi. Allah Rasulü (s.a.) "Bu özellikler bir kimsede toplanırsa o mutlaka cennete girer." buyurdu.

8- "İşte kendilerinden, yaptıklarının en iyisini kabul ettiğimiz." ayeti, bundan önceki "Biz insana, ana babasına iyilik etmesini tavsiye ettik..." ayetinin umumi olduğunu gösterir. Yukarıda da geçtiği gibi bu Hasan-ı Basri (r.a.)'nin görüşüdür. Dolayısıyla ayet, Ebu Bekir'i ve benzeri herkesi kapsamına almaktadır.

9- Bu ayet yine göstermektedir ki, bundan önceki vasıflarla nitelenen kişi, insanların en değerlisidir. Çünkü yüce Allah, onun en güzel amellerini kabul etmekte ve bütün kötülüklerini affetmektedir. Dolayısıyla böyle bir insan, insanların en değerlisi ve en büyüğü olmalıdır.

Allah Rasulünden sonra insanların en değerlisi Ebu Bekir'dir. Ayet de bunu göstermekte ve kastedilenin ilk olarak Ebu Bekir olduğunu beyan et­mektedir. Tabii, ayette gelen hükümler, Ebu Bekir'den sonra emsallerine de uygulanır.

10- Allah Tealâ bu dua ile Allah'a yalvarıp, dua edenin, Allah'tan üç şey istediğini söyledi.

Birincisi: Verdiği nimete şükür etmek için Allah'ın, kendisini muvaf­fak etmesi.

İkincisi: Allah yanında makbul olan itaati yapmaya muvaffak kılması.

Üçüncüsü: Kendisi ve zürriyeti için de iyiliğin devam etmesidir. Bu şe­kilde dua eden bu insan ruhî ve bedenî mutluluk vasıtalarının tümünü bi-raraya getirmiştir. Bunlardan anlaşılanlar ise şunlardır: Allah Tealâ şük-retmeyi amelden önce getirmiştir Allah'ın nimetlerine karşı şükretmek için yine Allah'tan yardım istenmesi gerekmektedir. Bu Allah'ın yardımı ol­maksızın hiçbir itaat ve amelin tamamlanamayacağına delildir, ayrıca bir şeyin, insanın kendi zannınca, doğru olması yeterli olmayıp, hem kendi ya­nında, hem de Allah yanında doğru ve yararlı olması gerekir.

11- Ayetin sonu "Ben sana döndüm ve elbetteki ben müslümanlarda-nım." Şunu gösterir: Tevbesiz, teslimiyetsiz ve Allah'ın emirlerine boyun eğmeksizin yapılan dua makbul değildir. [33]

 

Ana Babasına İsyan Eden Ve Öldükten Sonra Dirilmeyi Kabul Etmeyen Çocuğun Durumu:

 

17- Ana babasına: "Öf be size! Ben­den önce nice nesiller gelip geçmiş­ken, beni tekrar diriltileceğimle mi tehdit ediyorsunuz." diyen kimseye, ana babası, Allah'ın yardımına sığı­narak: "Yazıklar olsun sana! İman et. Allah'ın vaadi gerçektir." dedik­leri halde o: "Bu, eskilerin masalla­rından başka bir şey değildir." der.

18- İşte onlar, kendilerinden önce cinlerden ve insanlardan gelip geç­miş topluluklar içinde, haklarında (azap) sözünün gerçekleştiği kimse­lerdir. Gerçekten onlar ziyana uğ­rayanlardır.

19- Herkesin yaptıklarına göre de­receleri vardır. Allah, onlara yap­tıklarının karşılığını verir, asla kendilerine haksızlık yapılmaz.

20- İnkâr edenler ateşe arzoluna-cakları gün (onlara şöyle denir.) Dünyadaki hayatınızda bütün gü­zel şeylerinizi harcadınız, onların zevkini sürdünüz. Bugün ise yeryü­zünde büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan dolayı alçaltıcı bir azap göreceksiniz!

 

Belagat:

 

"Eskilerin masallarından başka bir şey değildir." Bu cümlede "hasr" (yani tahsis) vardır.

"Herkesin yaptıklarına göre dereceleri vardır." Bu ayette de istiare var­dır. Mertebeler yerine dereceler kelimesi kullanılmıştır.

"Dünyadaki hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız." Bu ayette ise, icaz bi'l-hazif=(eksiltme ile icaz) yapılmıştır. Yani (onlara şöyle denir): Dünyadaki hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız. [34]

 

Kelime Ve İbareler:

 

"Bundan önce nice nesiller gelip geçmişken" bunlardan hiçbiri diriltil-memişken "beni tekrar diriltileceğimle mi tehdit ediyorsunuz, diyen kimse­ye ana babası Allah'ın yardımına sığınarak" O ana baba küfründen dolayı Allah'dan yardım istiyorlar. Ya da o ana baba Allah'tan evlâtlarını imana muvaffak kılmasını istiyorlar ve ona "yazık sana Allah'a ve öldükten sonra dirilmeye iman et" diyorlar. "Yazıklar olsun sana..." Mahvoldun, hemen iman et. "Veyl" kelimesi yok olmak, helak olmak çağrısı, ya da cehennemde bir vadidir. Bundan maksat, helak olmaması için kişiyi bir işi yapmaya ve­ya terketmeye teşviktir; yoksa gerçekte helakim istemek değildir.

"Bu öncekilerin masallarından başka bir şey değildir." Bu, ancak eski­lerin masalları, yalanları ve kitaplarına yazdıkları batıl şeylerdir.

"Haklarında azabın gerçekleştiği..." haklarında azap ve cehennem eh­linden olma hükmünün gerektiği... Beyzavi şöyle demiştir: Bu, ayetin Ab-durrahman b. Ebi Bekir hakkında nazil olduğunu reddeder. Çünkü bu ifa­de, sözü edilen kimsenin cehennem ehlinden olduğunu gösterir. Halbuki Abdurrahman b. Ebi Bekir müslüman olmakla bundan kurtulmuştur. Bu cümle, geçen hükmün talilidir (sebebini beyan eden kısımdır) yani onlar, şeytanın vesveselerine tabi olarak sermayeye benzeyen fikir ve düşünceyi kaybetmişlerdir.

"Herkesin yaptıklarına göre dereceleri vardır." Mümin kâfir her iki grubun, yaptıkları iyilik ve kötülüğe karşılık mertebeleri ve makamları vardır. Müminlerin cennetteki dereceleri yüksek, kâfirlerin cehennemdeki dereceleri alçaktır. Derecât (dereceler) daha çok mükâfat ve yücelikte kul­lanılır. Burada her iki grubu da kapsayıcı şekilde gelişi tağlib tariki iledir. Derecâtın zıttı derekât (derekeler) alçalma ve iniş için kullanılır. [35]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Anne babasına: Öf be size!.." ayetinin (17. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Ebi Hatim'in Süddi'den rivayetine göre o şöyle demiştir: "Ana ve babasına: Öf be size!..." ayeti, Abdurrahman b. Ebi Bekir hakkında nazil olmuştur. Ana ve babası müslüman olmuştu, kendisi olmamıştı. Ana baba­sı ona müslüman olmasını emrediyorlar, o da reddediyor ve "Nerede ölmüş olan Kureyş yaşlıları falan ve falan kimseler?" diyerek onları yalanlıyordu. Daha sonra Abdurrahman b. Ebi Bekir gerçekten güzel bir müslüman ol­du. "Herkesin yaptıklarına göre dereceleri vardır..." ayetide onun tevbesi üzerine nazil oldu.

İbni Cerir et-Taberi İbni Abbas'dan bunun bir benzerini rivayet etmiş­tir. Ancak Buhari, Yusuf b. Mahan tarikıyla rivayet ettiğine göre; Mervan b. Hakem, Abdurrahman b. Ebi Bekir hakkında şöyle demiştir: İşte bu, Allah'ın kendisi hakkında: "Ana ve babasına: Öf be size!..." ayetini indirdiği kimsedir. Bunun üzerine perde arkasından Hz. Aişe (r.a.): "Allah, Kur'an'-da bizim hakkımızda hiçbir şey indirmemiştir. Ancak (ifk hadisesi sebebiy­le) benim suçsuz olduğumu ifade etmiştir."

Abdurrazzak'ın Mekki tarikıyla rivayet ettiğine göre Mekki, Aişe'nin, bu ayetin Abdurrahman b. Ebi Bekir hakkında nazil olduğunu inkâr ettiği­ni duymuştur. Hz. Aişe: Bu ayet, falan kimse hakkında nazil oldu, demiş ve bir adamın da adını vermiştir.

el-Hafız b. Hacer, "Hz. Aişe'nin inkârı isnad bakımından daha doğru ve kabule daha lâyıktır" demiştir.

İbni Kesir ise şöyle demiştir: Bu ayetin Abdurrahman b. Ebi Bekir hakkında nazil olduğunu iddia eden kimsenin görüşü zayıftır. Çünkü Ab­durrahman daha sonra samimi bir müslüman olarak devrinin seçkin in­sanlarından olmuştur.[36]

Kurtubi de: "Doğrusu bu ayetin, ana babasına karşı gelen kâfir bir kul hakkında inmiş olmasıdır." demiştir.[37]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ ana ve babasına iyi davranan çocuğun durumunu, kurtulu­şa ermesini ve amellerinin kabul edilişini hikâye ettikten sonra, burada ana babasına asi gelen çocuğun hikâyesini ve müstahak olduğu cezayı anlatmış­tır. Sonra her iki grubun, yükseklik ve alçaklık bakımından makamları ve dereceleri olduğunu anlatmıştır. Ayrıca kâfirler ateşe arzolunduklarında on­lara şöyle denileceğini haber vermiştir: Siz dünyada zevku safa içinde yaşa­dınız, hakka tabi olmaktan geri durdunuz ve Allah'a itaat etmekten yüz çevirdiniz. O halde bugün yaptığınız kötülüklerin cezasını çekeceksiniz.[38]

 

Açıklaması:

 

"Ana babasına: Öf be size! Benden önce nice nesiller gelip geçmişken, beni mi tekrar dirilmekle tehdit ediyorsunuz?..." Ayet bu sözü söyleyen her­kes hakkında, umumidir. Ana babası onu Allah'a ve son güne (ahirete) iman etmeye davet ettiklerinde o, ana babasına: Öf be size! Sizin söyledik­lerinizden sıkılıyorum! Siz bana, öldükten sonra kabrimden kalkıp dirilti-leceğime dair Allah'ın vaadi olduğunu mu haber veriyorsunuz? Bununla mı beni tehdit ediyorsunuz? Öldükten sonra bu uzak görülen dirilme hikâyesi inandırıcı değildir. Çünkü benden önce -Ad, Semud gibi- nice nesiller gelip geçmiştir. Onlardan hiçbiri dirilmemiştir.

"...Ana babası, Allah'ın yardımına sığınarak: Yazıklar olsun sana! İman et. Allah'ın vaadi gerçektir." Yani ana babası, evlâtlarını imana mu­vaffak kılması için Allah'a yalvarmakta ve çocuklarına şöyle demektedir­ler: Yazıklar olsun sana! Allah'a ve öldükten sonra dirilmeye (ba'se) iman et. Yoksa sen helak oldun, demektir. Allah'ın, kullarına, onları kabirlerin­den dirilteceğim diye vaadettiği son gün hakkındaki sözünü tasdik et. Çün­kü Allah'ın vaadi haktır, asla bu vaadden dönmez. Ana babanın evlâtlarına olan bu ağır ikazdan maksat onu imana teşvik etmektir. Yoksa yok ve he­lak olmasını istemek değildir.

"...O çocuk: Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir, der." Yani bu çocuk, ana babasının söylediklerini yalanlayarak şöyle der: Bu si­zin söylediğiniz öldükten sonra dirilme hikâyesi, öncekilerin masalları ve kitaplarına yazdıkları boş şeylerden başka bir şey değildir. Yani ana baba­sına karşı gelen bu evlâdın inancı ve düşüncesine göre, öldükten sonra di­rilme, aslında aklın kabul etmeyeceği batıl bir olaydır.

Sonra Allah bu sözü söyleyenin cezasını şöyle diyerek zikretti: "İşte onlar, kendilerinden önce cinlerden ve insanlardan gelip geçmiş topluluklar içinde, haklarında azabın gerçekleştiği kimselerdir. Gerçekten onlar ziyana uğrayanlardır." Yani bu sözü söyleyenlere Allah'ın azabı gerekli olmuş, is­ter cinlerden ister insanlardan olsun, peygamberleri yalanlayan geçmiş in­karcı ümmetler arasında onlar da Allah'ın gazap ve öfkesine müstahak ol­muşlardır. Çünkü onlar, şeytanın vesveselerine tabi olarak kıyamet günün­de kendilerine ve aile fertlerine çok yazık etmişlerdir.

Ayette geçen "kavi" yani sözden maksat, Allah'ın onlardan evvel geçen cin ve insan milletleri arasında onlara da azap edeceğini söylemesidir. İşte bu durum, cinlerin de insanlar gibi nesil nesil ölmekte olduğunu ifade et­mektedir.[39] Buradaki "kavl"den maksat belki de Allah Tealâ'nın İblis'e söylemiş olduğu şu sözdür: "Doğrusu ki -ben hep doğruyu söylerim- sen ve sana uyanların hepsiyle cehennemi dolduracağım." (Sad, 38/85). Burada "ulaike: onlar" ile işaret tahkir içindir.

Sonra yüce Allah şöyle diyerek mümin, kâfir her iki grubun mertebe­lerini zikretmiştir: "Herkesin yaptıklarına göre dereceleri vardır. Allah, on­lara yaptıklarının karşılığını tam olarak verir, asla kendilerine haksızlık yapılmaz." Cinlerden ve insanlardan her iki grubun, yanı sıra iyi davranan müminlerle, şerli, bedbaht kâfirlerin, kıyamet gününde Allah nezdinde yaptıkları iyi ve kötü işlerden dolayı bir karşılık olarak yüce veya düşük mevki ve makamları vardır. Gerek iyi davranan mümine ve gerekse kötü davranan kâfire yaptıklarının karşılığı tam olarak verilecektir. Onlara sa-vabın eksütilmesi veya azabın artırılması tarzında asla haksızlık edilmeye­cektir. Çünkü Allah kullarına zerre kadar, zerreden de aşağı zulmetmez. Derecat; cennet ehlinin yüce derecelerini ve cehennem ehlinin aşağı derekelerini kapsayan makamlar ve mertebeler demektir. Ancak yüce Al­lah, burada her ikisi için de (derecat) dereceler tabirini tağlib (Arap dilinde bir ifade üslûbudur; anne ve baba için ebeveyn kelimesinin kullanılması gi­bi) yoluyla kullanmıştır. Çünkü sevabın karşılığı derecelerdir. Cezanın kar­şılığı ise derekelerdir.

Yüce Allah herkese hakkın ulaştırılmasını beyan ettikten sonra, evve­lâ azap durumlarını ve kâfirlerin maruz kalacağı kıyamet korkularını be­yan ederek şöyle buyurdu:

"İnkâr edenler ateşe arz olunacakları gün (onlara şöyle denir): Dünya­daki hayatınızda bütün güzel şeylerinizi-harcadınız, onların zevkini sürdü­nüz. Bugün ise yer yüzünde büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanız­dan dolayı alçaltıcı bir azap göreceksiniz." Ey peygamber! Kavmine; ateşin kâfirlere arzedileceği, yani o ateşte azap görecekleri zamanı veya perdenin açılacağı, kâfirlerin ateşe yaklaştırılacağı ve ateşe bakacakları günü hatır­lat. Kâfirlere o gün şöyle denilecektir: Siz, dünyadaki lezetlerinizi tam ola­rak aldınız ve onların zevkini sürdünüz. Günaha aldırmadan, Allah'a asi olma noktasında şehevî arzularınıza ve zevklerinize tabi oldunuz. Peygam­berlerin getirip haber verdiği hesap, ceza ve mükâfat vaadini yalanladığı­nız için bunları yaptınız. Bütün bu zevkü safalarınızı tam olarak elde ettik­ten sonra artık hiçbir şeyiniz kalmadı. Bu gün, kıyamet gününde Allah'a kulluktan, iman edip Onu bir kabul etmekten kibirlenmeniz, itaatten uzaklaşıp, masiyetlere dalmanız sebebiyle aşağılanacağınız, rezil rüsvay olacağınız azap ile cezalandırılacaksınız.

İşte böylece o kâfirler yaptıkları kötülüğün cinsinden bir ceza ile ceza­landırılmışlardır. Nitekim, dünya zevklerine dalıp, fasıklık ve masiyetlerle meşgul ve hakka tabi olmayı küçüklük sayıp kibirlenen bu kâfirleri Allah Tealâ açaltıcı, küçük düşürücü, elem verici ve cehennem derekelerinde bir birini izleyen pişmanlıklarla cezalandıracaktır. Allah Tealâ bizleri bundan korusun!

Ancak sınırı aşıp aşırılık etmeden helâl ve temiz şeylerden istifade et­mek mümin, kâfir herkese mubahtır: Nitekim Allah (c.c.) şöyle buyurmuş­tur: "Ey iman edenler! Allah 'in size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri (siz ken­dinize) haram kılmayın ve sınırı aşamayın. Çünkü Allah sınırı aşanları sevmez." (Maide, 5/87), "De ki: Allah 'm kulları için yarattığı sözü ve temiz rızıkları kim haram kıldı?" (A'raf, 7/32).[40]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

1- Ana babaya isyan büyük günahlardandır. En büyük günah da Al­lah'a şirk koşmak, ahireti ve öldükten sonra dirilmeyi (ba'si) inkâr etmektir.

2- Ana babanın evlâtlarına karşı samimi içten sevgisi, onları Allah'tan yardım istemeye ve öldükten sonra dirilmeyi (ba'si) inkâr eden evlâtlarının hidayeti için Ona dua ve niyazda bulunmaya sevketmektedir. Ya da evlâtla­rının küfründen dolayı Allah'a sığınmaya itmektedir. O ana baba yavruları­na şöyle derler: Yazık olacak sana! İman et! Öldükten sonra dirilmeyi (ba'si) kabul et. Çünkü Allah'ın vaadi gerçektir. Asla geri dönüşü yoktur. Ana ba­banın evlâtlarına yönelttikleri veyl olsun! yazıklar olsun! ifadesinden mak­sat, onu imana teşvik etmektir. Yoksa gerçekte helakini istemek değildir.

3- Evlât, ana babanın bu sevgisine takdir ve hürmetle karşılık verme­miş, ana babasına şöyle cevap vermiştir: Sizin bu öldükten sonra dirilme (ba's) konusunda söyledikleriniz ve beni davet ettiğiniz hususlar öncekile­rin yalanları ve batıllarından başka bir şey değildir. Onun ana babasına söylediği bu söz hiç de nazik olmayıp can sıkıcı bir tarzdadır. Bu da büyük günahlardandır.

4- Bu sözü söyleyen evlâtlar ve benzerleri, Allah'ın azabını hak etmiş kimselerdir. Bunlar, o azapta yalnız değillerdir, daha önce gelip geçen cin ve insanlardan olan kâfirlerle beraberlerdir. Kâfir olan bu milletler ve on­ların izinde gidenler amellerini boşa çıkarmışlar ve cenneti de kaybetmiş­lerdir.

5- Cin ve insanlardan mümin - kâfir her iki grubun kıyamet gününde Allah nezdinde amellerine göre makam ve mertebeleri vardır. Allah, onla­rın amellerinin karşılığını eksiksiz verecek, haklarına asla zulmedilmeye­cek, kötü davranan kimseye kötülüğünden fazla ceza verilmeyeceği gibi, iyi davranan kimsenin de mükâfatı eksik olmayacaktır.

6- Kâfirler, ateşe yaklaştırıldığı ve ona baktıkları zamanda veya o ce­hennem ateşiyle azaba maruz bırakıldıkları anda kınanıp azarlanarak şöy­le denilecektir: Siz, andolsun ki, dünyanın güzel nimetlerinden yararlandı­nız ve nefsinizin arzularına, zevklerine ve ma'siyetlere tabi oldunuz. O hal­de bugün, haksız yere insanlara büyüklük taslamanız, hakka ve imana ta­bi olmaktan uzaklaşıp kibirlenmeniz ve Allah'ın itaatinden isyan ve zu­lümle çıkmanız sebebiyle, zillete düşürücü ve rezil edici azap ile cezalana­caksınız.

Hakkı kabul etmekten uzaklaşıp, büyüklenmenin kalbe ait bir günah olduğunu, fışkın da organların günahı bulunduğunu düşünmek gerek.

Bu ayetle, kâfirlerin de dinin ayrıntıları ile muhatap olduğuna delil getirilmiştir. Çünkü onların kötülük yapmaları (fasıklıkları) haklarında azabı gerektirmektedir. Fasıkhğın manası emredilenleri terketmek, neh-yedilenleri (yasaklananları) yapmaktan ibarettir.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Güzel, temiz, hoşa giden şeyler yasak­lanmış değildir. Çünkü Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: Allah'ın kulları için yarattığı süsü ve temiz rızıklan kim haram kıldı?" (A'raf, 7/32). Ancak mühim olanı bırakıp da mühim olmayanla meşgul olmamak için, yemede, içmede ve giyim de mütevazi olmak, tekellüfü terketmek de salihlerin ade­tidir. Kaldı ki, zaruri olmayan şeylerde sınır da yoktur, bunlar birbirini çe­ker, nihayet kişi Allah'tan uzak bir noktaya düşer.[41]

Allah Rasulü (s.a.) Suffa ehlinin yanına girdi. Onlar, elbiselerini, nor­mal yama bulamadıklarından, derilerle yamıyorlardı. Efendimiz (s.a.) şöy­le buyurdu: "Sizler bugün mü, daha iyi durumdasınız, yoksa sabah bir elbi­se, akşam başka bir elbise içerisinde bulunduğunuz, sabah kavaltısı bir kapta, akşam kahvaltısı bir başka kapta getirildiği, evleriniz yaygılarla dö­şenmiş olduğu zaman mı?" Bizler o zaman daha iyi idik, cevabını alınca Al­lah Rasulü (s.a.) "Hayır, bugün daha iyisiniz" buyurmuştur.

Katade'nin Ömer'den naklettiğine göre o şöyle demiştir: Ben istesey­dim sizden daha güzel yer, daha güzel giyinirdim. Ancak ben güzel ve leziz nimetlerimi ahirete bırakıyorum. Çünkü Allah bir kavmi anlatırken şöyle buyurmaktadır: "Dünyadaki hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadı­nız."

Yine Hz. Ömer'den naklen; adamın biri, Hz. Ömer'i yemeğe çağırır, ik­ramda bulunur, sonra da tatlı bir şey ikram eder. Hz. Ömer bu tatlıyı ye­mek istemez ve "Dünyadaki hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadı­nız..." ayetini hatırlatarak "Ben arzularına düşkünlüklerinden dolayı Al­lah'ın, bir topluluğu ayıpladığını gördüm." der. Bunun üzerine o adam: Mü­minlerin emiri! Ayetin öncesini oku! "İnkâr edenler ateşe orzolunacakları gün (onlara şöyle denilir)..." Halbuki sen onlardan değilsin, der. Böylece Hz. Ömer duyduklarına sevinerek tatlıyı yer.

Müslim'in Sahih'inde ve diğerlerinde rivayet edildiğine göre Hz. Ömer, Allah Rasulü (s.a.)'nün yanına girer. Allah Rasulü hanımlarından bir süre ayrılmış olup kendi odasında bulunmaktadır. Hz. Ömer şöyle der: Sağa sola baktım, dabaklanmış ve kokusu giderilmiş birkaç deriden başka bir şey göremedim. Bunun üzerine "Ey Allah'ın Rasulü! Sen, Allah'ın Rasu-lu ve seçkin bir kulusun. İşte Kisra, işte Kayser, ipek atlas içerisinde!" de­dim. Allah Rasulü (s.a.) doğrulup oturdu ve şöyle dedi: "Hattab oğlu! Yoksa senin bende şüphen mi var? Onlar, dünya hayatlarında zevk ve lezzetler kendilerine acele olarak verilmiş topluluklardır." Bu durum karşısında: "Benim için Allah'dan af dile!" dedim, O da: "Allah'ım onu affet!" dedi.

Kısacası ayet, cehennemde azap görecek kâfirleri kınamak ve ayıpla­mak içindir. Onların dünyada bütün güzel nimetlerden yararlanmaları ve zevk sürmeleri ahirette bunlardan mahrum kalacakları içindir. Bu da Al­lah'ın adaleti, fazlı ve rahmeti gereğidir. Dünyada helâl ve leziz olan şeyle­ri yiyen ve giyen herkesin, ahirette bundan nasibi olmayacağı manası anlaşılmaz. Mümin, imanıyla nimet veren Allah'a şükrünü eda eder, böylece dünyadaki lezzet ve zevkten dolayı kınanmaz.

Sözün özü, ahirette sevapları daha mükemmel olması için, selef-i sali-hin dünyada mütevazi ve tekellüfsüz yaşamayı tercih ediyorlardı. Ancak helâl olan dünya nimetlerinden yararlanmak da yasak değildir. Daha önce de geçtiği gibi ayetlerde şöyle buyurulmaktadır: "Ey iman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri (siz kendinize) haram kılmayın." (Ma-ide, 5/87). "De ki: Allah'ın kulları için yarattığı sözü ve temiz rızıkları kim haram kıldı!" (A'raf, 7/32). Razi şöyle demiştir: Evet, refah içinde olmaktan sakınmanın daha iyi olduğu inkâr edilmez. Çünkü nefis refah içinde yaşa­maya alıştığı zaman sakınmak ve daha mazbut bir hayat yaşamak ona zor gelir. Öyle bir zaman olabilir ki, bu güzel nimetlere meyletmek insanı uy­gunsuz işler yapmaya sevkedebilir. Çünkü dünya nimetleri birbirini çeker, kul da böylece Allah'tan uzaklaşmış olur.[42]

 

Hud (A.S.)'Un Kavmi Ad İle Olan Kıssası:

 

21- (Ey Muhammed!) Ad'm kardeşini hatırla. Hani o, Ahkaf denilen yerde kavmini uyarmıştı. Ondan önce ve sonra da uyarıcı peygamberler gelip geçmiştir. O, kavmine: "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Çünkü ben sizin için büyük bir günün azabmdan korkuyorum." demişti. Onlar sen bizi ilâhlarımızdan çevirmek için mi geldin? Eğer doğru söyleyenlerden isen o bize vaadedip

durduğun azabı haydi getir, dedi­ler.

23- "Onun ilmi Allah katındadır. Ben size benimle gönderileni tebliğ ediyorum. Fakat ben sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum." dedi.

24- O azabı, vadilerine doğru yayı­lan bir bulut halinde gördükleri za­man, bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur, dediler. Hud ise: O si­zin acele gelmesini istediğiniz şey­dir. O bir rüzgârdır ki, içerisinde acı bir azap vardır.

25- O rüzgâr Rabbinin emriyle her şeyi yıkar mahveder. Nitekim (o ka­sırga gelince) onların evlerinden başka bir şey görünmez oldu. İşte biz suç işleyen toplumu böyle ceza­landırırız.

26- Andolsun ki, onlara da size verdiğimiz kudret ve serveti vermiştik. Kendi­lerine kulaklar, gözler ve kalpler vermiştik. Fakat kulakları, gözleri ve kalple­ri kendilerine bir fayda sağlamadı. Zira bile bile Allah'ın ayetlerini inkâr edi­yorlardı. Alay edip durdukları şey kendilerini kuşatıverdi.

27- Andolsun ki biz, çevrenizdeki memleketleri de yok ettik. Belki doğru yola dönerler diye ayetleri tekrar tekrar açıkladık.

28- Allah'tan başka kendilerine yakınlık sağlamak için tanrı edindikleri şey­ler, kendilerine yardım etselerdi ya! Hayır, onları bırakıp gittiler. Bu onların yalanı ve uydurup durdukları şeydir.

 

Belagat:

 

"Kendilerine kulaklar, gözler ve kalpler vermiştik..." ayetinden sonra "Fakat kulakları, gözleri ve kalpleri kendilerine bir fayda sağlamadı." kıs­mında Aynı lafızların tekrarı itnabm edebî sanat olan türüdür. Bu ifade tarzı onların çirkinliğini daha da artırmak içindir.

"Alay edip durdukları şey kendilerini kuşatıverdi..." "...Belki dönerler diye..." ve "Uydurup durdukları şeydi..." ayetlerinde ise, sözün güzelliğini daha da artıran şekilde ayetlerin sonları (yestehziûn, yerciûn, yefterûn) aynı harfle (nün) sona ermektedir. Buna seci denir.[43]

 

Kelime Ve İbareler:

 

"Ad"' kavminin "kardeşi" Hud'u "hatırla." Ad İrem bölgesinde bir Arap kabilesidir.

"Hani o Ahkâf denilen yerde" Ahkâf, Yemen'de, içerisinde Ad kavminin evleri bulunan, Umman ve Mehre arasında bir vadidir. Bu Ahkaf kelimesi aslında "hıkfun" kelimesinin çoğulu olup, kum çölü, kum tepecikleri anla­mındadır, "kavmini uyarmıştı. Ondan" Hud'dan "önce ve sonra uyarıcı pey­gamberler gelip geçti." "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin" (diyerek), ya da "kulluk etmeyin" diye korkutarak, çünkü birşeyden sakındırmak, o şe­yin zararını gerekçe göstererek korkutmaktır. Eğer Allah'tan başkasına ta­parsanız "Ben sizin büyük bir günün azabına uğramanızdan korkarım."

"Onun ilmi" o azabın ne zaman geleceğine dair ilim "Allah katında-dır." Hud (a.s.) şöyle dedi: Size azabın ne zaman geleceğini hiç kimse bile­mez, benim de, onda bir etkim yok ki, size hemen o azabı getireyim. O aza­bın ne zaman geleceği hakkındaki bilgi ancak Allah'ın yanındadır; O, belir­lenen vaktinde onu size getirecektir. Azabı acele olarak istemeniz sebebiyle "ben sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum." Siz peygamberlerin tebliğci ve akıbetten korkutucu olarak gönderildiğini bilmiyorsunuz. Siz onların azap edici, azap isteyici olarak gönderildiğini düşünüyorsunuz.

"O" rüzgâr "Rabbinin emriyle her şeyi yıkar, mahveder." O rüzgâr, Rab-binin iradesiyle can ve mal ne varsa hepsini helak edip mahvedecektir.

"Andolsun ki onlara da size verdiğimiz kudret ve serveti vermiştik." Andolsun ki, biz onlara da size verdiğimiz mali güç ve imkânı vermiştik. Bu mana, "fima in mekkenneküm"de ki "in"ın sıla olması durumundadır. Ancak "in"i nafiye olumsuzluk edatı kabul edersek o takdirde mana "Onla­ra size (bile) vermediğimiz kudret ve serveti vermiştik." olur.

"Andolsun ki biz çevrenizdeki memleketleri de helak ettik." Andolsun ki biz, çevrenizdeki Semud (Salih (a.s.) kavmi), Ad (Hud (a.s.) kavmi) ve Lût kavmini helak ettik. [44]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ, Mekke halkının, dünya zevklerine dalmaları ve bunları aramakla meşgul olmaları sebebiyle, yüz çevirdikleri tevhit ve peygamber­lik delillerini açıkladıktan sonra öğüt ve ibret olmak için Ad kavminin kıs­sasını anlattı. Allah Tealâ o Ad kavmini; mal, mevki ve güç bakımından Mekke müşriklerinden daha üstün olmalarına rağmen ibret alsınlar, dün­ya ile gururlanmayı terk etsinler ve ahirete yönelsinler diye, küfürleri yü­zünden helak etmiştir. Zira bu misalleri vermek, derinliğine düşünmeyi ve bulunulan durumu gözden geçirip değiştirmeyi gerektirir. Burada, kavmi­nin kendisini yalanlaması sebebiyle peygamberi bir teselli vardır. [45]

 

Açıklaması:

 

"Ey Muhammedi Ad kavminin kardeşi Hud'u hatırla. Hani o, Ahkaf denilen yerde kavmini uyarmıştı. Ondan önce ve sonra da nice peygamber­ler gelip geçmiştir. Hud, kavmine: Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Çünkü ben sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum, (demişti)" Yani, Ey peygamber! Kavmine Ad'm kardeşini hatırlat. O, din kardeşi değil de, onların nesep kardeşi olan Hz. Hud'dur. Allah, onu Hadramevt'te Ahkaf denilen bölgede sakin olan ilk Ad kavmine peygamber olarak göndermişti.

Allah Tealâ onlara şunu bildirmiştir: Hud'dan önce ve sonra gönderi­len peygamberler, Lût'un yaptığı gibi kavimlerini Allah'tan başkasına kul­luk etmeyin ve Onunla birlikte bir başka ilâhı Ona eş koşmayın, diyerek korkutmuşlardır. Hz. Hud'da (diğer peygamberler de) kavmine şöyle de­mişti. Ben sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum.

Bu ayetin benzeri Allah'ın şu sözüdür: "Eğer onlar yüz çevirirlerse de ki: İşte sizi Ad ve Semud'un başına gelen kasırgaya benzer bir kasırgaya karşı uyarıyorum. Hani, kendilerine önlerinden ve arkalarından peygam­berler, Allah'tan başkasına tapınmayın, uyarısıyla geldiklerinde, onlar Rabbimiz dileseydi melekler indirirdi; biz, sizin peygamberliğinize inanmı­yoruz, dediler." (Fussilet, 41/13-14).

Kavmi, Hz. Hud'a şöyle diyerek cevap verdi:

"Onlar sen bizi tanrılarımızdan çevirmek için mi bize geldin? Hadi, doğru söyleyenlerden isen, bizi tehdit ettiğin şeyi başımıza getir, dediler." Yani sen bizi ilâhlarımıza tapınmaktan vazgeçirerek kendisine davette bu­lunduğun Allah'a kulluğa mı yönelteceksin? Bize yaptığın tehdidde samimi isen o vaadettiğin büyük azabı bize getir.

Bu tehditin gerçekleşmeyeceğini düşündüklerinden Allah'ın azabını ve cezasını hemen istemektedirler. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Ona inanmayanlar, onun çabuk kopmasını isterler." (Şura, 42)18). Burada vaadin (müjdeli haberin) bazen vaid (tehdit edici haber) yerinde kullanıldı­ğına delil vardır.

Hud (a.s.) onlara şöyle cevap verdi: "Hud da bilgi ancak Allah'ın ka­lındadır. Ben size bana gönderilen şeyi duyuruyorum. Fakat sizin cahil bir kavim olduğunuzu görüyorum." dedi.

Yani Hud (a.s.) şöyle dedi: Azabın meydana geleceği vakti ben bile­mem, onun ne zaman olacağına dair bilgi Allah'ın yanındadır, benim ya­nımda değil. Çünkü onu takdir eden Allah'tır, ben değilim. Ve bana o azabı ne zaman getireceğini de haber vermemiştir. Benim görevim ancak Rabbiniz tarafından benim vasıtamla size gönderilen mesajı tebliğ edip sizi akı­betten korkutmak ve azaptan sakındırmaktır. Yoksa o acele ettiğiniz azabı getirmek değildir. Çünkü o, benim kudretim dahilinde değildir. Ancak ben sizi, küfür üzerinde ısrarla devam ettiğiniz için, aklını çalıştırmayan ve an­layış göstermeyen bir kavim görüyorum. Getirdiğim mesajla doğruyu bula­madınız, aksine peygamberlerin işi ve vazifeleri olmayan şeyleri onlardan istediniz.

Sonra yüce Allah azabın gelişini anlatarak şöyle buyurdu:

"Nihayet onu, vadilerine doğru yayılan bir bulut şeklinde görünce: Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur, dediler." Yani onlar, azabı veya bulutu karşılarında, vadilerine doğru yönelmiş görünce; bu, yağmur yağdıracak bir buluttur dediler, buna fevkalade sevindiler. Çünkü uzun zamandan be­ri yağmur yağmıyordu, bu sebeple ona muhtaç idiler. Halbuki o, Allah'ın da Hud'un cevabında belirttiği gibi, azap yağmuru idi. Ya da bu (Hud'un sözü değil de) Allah Tealâ'nm sözüdür:

"raavhü -onu görünce" deki zamir "hu -onu" zikredilmeyen bir şeyi gösterir, ama onu "bulut" kelimesi açıklığa kavuşturmuştur. Sanki şöyle denilmiştir: Yani onlar, bulutu yayılmış bir halde görünce... Bu, daha uy­gundur. Ya da zamir "Bizi tehdit ettiğin o şeyi bize getir" ayetindeki "ma -o şey"e racidir. Yani onlar, tehdit edildikleri şeyi (azabı) yaygın olarak görün­ce demektir.

Buhari, Müslim, Tirmizi ve diğerlerinin Aişe'den rivayet ettiklerine göre o şöyle demiştir: "Ben, Allah Rasulü (s.a.)'nün, küçük dilini görünceye kadar (ağzını açarak) güldüğünü görmedim. O, ancak tebessüm ediyordu. Bir bulut veya bir rüzgâr gördüğü zaman, bu yüzünden belli oluyordu. "Ey Allah'ın Rasulü! İnsanlar bulutu gördükleri zaman, onda yağmur var, diye seviniyorlar, halbuki görüyorum ki, sen o bulutu gördüğün zaman yüzünde bir hoşnutsuzluk alâmeti gözüküyor dedim. "Ey Aişe! O bulutta bir azap olmadığı konusunda bana güvence verecek bir şey var mı? Çünkü bir kavim bu rüzgârla azaba uğratılmış; bir başka kavim de bu azap bulutunu görmüş de, bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur, demişlerdi." buyurdu.

Sonra Allah Tealâ bu azap rüzgârını vasfederek şöyle buyurdu:

"(O) rüzgâr Rabbinin emriyle her şeyi yıkar, mahveder. Nitekim (o ka­sırga gelince) onların evlerinden başka bir şey görülmez oldu. İşte biz suç işleyen toplumu böyle cezalandırırız." Yani bu rüzgâr, Ad kavminin insanla­rı ve mallarından önüne gelen her şeyi Rabbinin izniyle harap edip yok eder. Nitekim bir ayette şöyle buyurulmuştur: "Üzerinden geçtiği şeyi canlı bırakmıyor, onu kül edip savuruyordu." (Zariyat, 51/42) yani, o şeyi çürü­müş bir eşya haline getiriyordu. Bu sebeple Allah Tealâ, onların hepsinin mahvolduğunu, geriye kimselerinin kalmadığını, malları ve canlarından hiçbir şeyin görünmez olduğunu, ancak harap olmuş evlerinin izlerinin gö­rüldüğünü beyan etmiştir.

İşte, peygamberlerimizi yalanlayan ve emrimize aykırı hareket eden­ler hakkındaki hükmümüz budur. Ad kavmini, Allah'ı inkâr etmeleri sebe­biyle böyle bir azap ile cezalandırdığımız gibi, onlardan sonra gelen asi, kâ­fir herkesi böyle cezalandırırız. Bundan gaye Mekke kâfirlerini korkut­maktır.

Müslim, Tirmizi ve Nesei'nin Hz. Aişe (r.a.)'den rivayetlerine göre o şöyle demiştir: "Şiddetli rüzgâr estiği zaman Allah Rasulü (s.a.) şöyle der­di: Allah 'im! Senden, o rüzgârın, içindekilerinin ve o rüzgârla gönderdikle­rinin en hayırlısını istiyorum; o rüzgârın içindekilerinin ve o rüzgârla gön­derdiklerinin şerrinden yine sana sğunıyorum." Hz. Aişe (r.a.) şöyle dedi: "Gök yüzü karıştığı zaman Allah Rasulü (s.a.)'nün rengi değişir, dışarı çı­kar, içeri girer; yerinde duramaz, ileri geri dolaşıp dururdu. Yağmur yağdı­ğı zaman, Allah Rasulünün bu üzüntüsü giderdi. Hz. Aişe (r.a.) Rasulüllah'm bu durumunun farkına vardı ve Allah Rasulüne sordu. Allah Rasulü de, "Ya Aişe! Belki de o Ad kavminin söylediği gibidir: Nihayet onu, vadile­rine doğru yayılan bir bulut şeklinde görünce: Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur, dediler."

Yine Müslim'in İbni Abbas'dan rivayetine göre Allah Rasulü (s.a.) şöy­le demiştir: "Ben, saba (kuzey) rüzgârıyla muzaffer oldum. Ad kavmi ise Debûr (güney) rüzgârıyla helak edilmiştir.

Allah Tealâ hazretleri Mekke kâfirlerini korkutup, tehdit ettikten son­ra, Ad kavminin kuvvetini şöyle vasfetti: "Andolsun ki, onlara da size ver­mediğimiz kudret ve serveti vermiştik. Kendilerine kulaklar, gözler ve kalp­ler vermiştik. Fakat kulakları, gözleri ve kalpleri, kendilerine bir fayda sağ­lamadı." Yani hamdolsun ki, biz dünyada Ad kavmine ve geçmiş ümmetle­re o miktarda mal, evlât, sağlık sıhhat ve uzun ömür verdik ki, benzerini ve ona yakınını bile size vermedik. Ey.Mekke halkı! Onlar sizden çok daha güçlü; mal ve evlât bakımından çok daha zengin; çok daha hâkim durumda idiler. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: "Öncekiler bunlardan daha çoktu, kuvvetçe ve yeryüzündeki eserleri bakımından da daha sağlam idiler." (Ga-fir, 40/82).

Yüce Allah, onlara delilleri idrak edebilecekleri duyu organlarını ver­miş olmasına rağmen, onlar delili ve hidayeti kabul etmekten yüz çevirdi­ler. Yüce Allah'ın onlara bahşettiği bilgi ve doğru düşünme anahtarlarının onlara faydası olmamış, bu anahtarlarla da tevhide, ulaşamamışlar; kulak, göz ve kalplerini hayırda ve yaratılış görevi olan nimet veren Allah'a şü­kürde kullanmamışlardır.

Sonra Allah Tealâ, onların duyu organlarından niçin yararlanamadık­larını şöyle diyerek beyan etmiştir:

"Zira bile bile Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlardı. Alay edip durduk­ları şey, kendilerini kuşatıverdi." Yani onlar, Allah'ın ayetlerini inkâr ettik­leri için, ne kulakları ne gözleri ve ne de kalpleri onlara fayda vermemiştir. "Hadi doğru söyleyenlerden isen, bizi tehdit ettiğin şeyi başımıza getir." di­yerek alaylı bir şekilde acele olarak gelmesini istedikleri o azap onları ku­şatıverdi.

Dolayısıyla Mekke halkı zaaf ve acizlikleriyle birlikte Allah'ın azabın­dan sakınmaya ve korkmaya daha lâyıktırlar.

Sonra Allah Tealâ Ad kavmi gibi, peygamberleri yalanlayan ümmetle­rin kıssalarından öğüt almanın zaruretini şöyle diyerek pekiştirmiştir:

"Andolsun biz, çevrenizdeki memleketleri de yok ettik. Belki doğru yola dönerler diye ayetleri tekrar tekrar açıkladık." Yani ey Mekke halkı! Çevre­nizde, peygamberleri yalanlayan ülke halklarını da helak ettik. Mesela Hi­caz ülkesine komşu olan Semud, Lût kavminin ülkesini ve Medyen'i helak ettiğimiz gibi, Yemende Sebe halkını da yok ettik. Bu ülkeler, Mekke hal­kının yaz ve kış yolculuklarında uğradıkları yolları üzerinde bulunuyordu. Biz çeşit çeşit ayetleri ortaya koyup açıkladık ki, onlar küfürlerinden yine de dönmediler.

Daha sonra da Allah Tealâ, çekilecek sıkıntı ve şiddetin boyutunu be­yan ederek şöyle buyurdu:

"Allah'tan başka kendilerine yakınlık sağlamak için tanrı edindikleri şeyler, kendilerine yardım etselerdi ya! Hayır, onları bırakıp gittiler. Bu on­ların yalanı ve uydurup durdukları şeydir." Yani kendilerine şefaat etmele­ri için, Allah'a yaklaşmaya vesile yaptıkları şeyler onları içine düştükleri azaptan kurtarsaydı ya! Bu sapıklığın ve bu hüsranın sebebi onların o put­ları ilâhlar edinmeleri, kendilerini Allah'a yaklaştıracak ve Allah yanında kendilerine şefaat edeceklerine veya onların ilâh olduğuna inanmalarıdır.

Burada Mekke halkını kınama vardır. Ayrıca putlarının kendilerine hiçbir fayda vermediğine dair bir uyarı vardır. Eğer bunların her hangi bir faydaları olsaydı, daha önce dalâlete (sapıklığa) düşen milletlere faydaları olurdu. [46]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

1- Kur'an kıssaları ibret ve öğüt içindir. En etkili kıssalardan birisi de Yemen'de Hadramevt'te Ahkâf denilen bölgede yerleşik olan Ad kavminin kıssasıdır. Bu sebeple Allah Tealâ peygamberine ibret almaları için müş­riklere Ad kavminin kıssasını hatırlatmasını emretmiş, hatta kendisinin de Hud (a.s)'un kıssasını hatırlayıp ona uymasını, böylece kavminin kendi­sini yalanlamasına aldırmamasını istemiştir.

2- Ad kavmine peygamberleri Hud'dan uyarılar arka arkaya geldiği gibi, daha önce ve daha sonra gelen peygamberlerden de gelmiştir. Bu uya­nlar şeriki (ortağı) olmayan, bir olan Allah'a kulluk etmek, şirki ve putlara tapınmayı da terketmek konusunda yoğunlaşmıştır. Çünkü şirk, hiç şüphe­siz korkunç azabın asıl sebebidir.

3- Ad kavmi, Hud'un bu davetine karşı direnerek ona "Sen bizi, putları­mıza tapınmaktan alıkoymak için mi geldin? O halde eğer peygamber oldu­ğun hususunda samimi isen, bizi tehdit ettiğin azabı bize getir!" dediler.

4- Peygamber sadece Rabbinin mesajını tebliğ eder, gaybı bilmez. Bu sebeple Hud (a.s.) Ad kavmine şöyle demiştir. "Azabın ne zaman geleceğine dair bilgi hiç şüphesiz Allah'ın yanındadır, benim yanımda değil, Benim vazifem ancak benim vasıtamla Rabbiniz tarafından size gönderilen risale-ti (mesajı) tebliğ etmekten ibarettir. Azabı acilen istemeniz sebebiyle sizin cahil bir kavim olduğunuzu düşünüyorum."

5- Ufukta enlemesine yayılan bir bulutun geldiğini gördüklerinde onun, kendilerine yağmur yağdırıp bereket getirecek bir bulut olduğunu zannettiler. Ancak o, azap vasıtasını içinde bulunduruyordu. O, helak edici rüzgâr idi. Hiç şüphesiz onların cezalandırılmasına ve azap görmesine se­bep olan bu rüzgâr onların gördüğü o buluttan meydana gelmiştir. O sırada Hud (a.s.) onların diyarlarından ayrılmıştı. Bu rüzgâr insan topluluğunu çeşitli şekillerde helak ediyordu.

6- Hiç kuşkusuz, korkunç süratle esen bu kasırgalar, Rabbinin izniyle, Ad kavminin adamlarından ve mallarından uğradığı her şeyi mahvetmiş, orta yerde sadece yıkılan evlerinin izleri kalmıştır. İşte böyle bir azap ile her zaman ve her yerde müşrik ve kâfirler cezalandırılır. Asrımızda da ta­biat hadiseleri (doğa olayları) diye isimlendirilen, yanardağlar, depremler ve mahvedici fırtınalar gibi ne kadar olay vardır!

7- Şüphesiz Allah'ın azap vasıtaları karşısında ister güçlü azgın zalim­ler, ister zayıflar olsun herkes küçülecek ve zayıf hale gelecektir. Andolsun ki, Allah bu azap ile Mekke halkını ibret almaları için korkutmuş ve onlara, kendilerinden daha güçlü malı, evlâdı daha çok ve yeryüzünü çok daha fazla eserlerle imar eden kimseleri de helak ettiğini açıklamıştır.

8- Allah Tealâ bir kavmi ancak azıp saptıktan, yeryüzünde haksız yere kibirlendikten sonra, yok edecek bir azaba uğratır. Bu kavim de Allah'ın ayetlerini bile bile inkâr etmiş, böylece alay ede geldikleri ve inzar edildik­leri o ilâhî azap onları çepeçevre kuşatmıştır.

9- Allah Tealâ bu ayetlerde Mekke kâfirlerine iki apaçık misal vermiştir:

a) Ad kavmi.

b) Çevrelerindeki ülke insanları. Mesela Şam yolu üzerinde Hicaz ül­kesine komşu olan Semud, Lût ve Medyen ülkeleri. Bu insanların kıssaları ve başlarına gelen olaylar nesilden nesile aktarılıyor, dolayısıyla Mekkeli-lerce de biliniyordu. Yemen'deki Sebe halkı da aynıdır. Mekkeli tüccarlar yaz kış seferlerinde bu ülkelere uğruyorlardı.

10- Allah'ın adaleti mutlaktır. Çünkü Allah Tealâ bu kavimleri ancak küfürlerinden dönsünler diye, gerekli deliller, çeşit çeşit ayetler ve öğütler­le ikaz ettikten sonra helak etmiştir. Çünkü onlar Allah'ın emir ve yasakla­rının gereğini yapmamışlar, küfür ve inatlarına devam etmişlerdir.

11- Allah Tealâ, biraz düşünen ve aklını kullanan insanlara kesinlikle şunu belirtmiştir: Yararı dokunacağı sanılıp da tapınılan putların ve hayalî şeylerin dünyada kendilerine tapanlardan azabı uzaklaştırmada hiçbir fay­daları olmadığı gibi, ahirette de şefaat ederek onlara yararı olmayacaktır. Çünkü müşrikler şöyle diyorlardı: "Bunlar, Allah katında bizim şefaatçılarımızdır." (Yunus, 10/8). Çünkü bu ilâhlar zor zaman ve meşakkat anında onların yanından uzaklaşacaklardır. [47]

 

Cinlerin Kur’an’a İnanmaları:

 

29- Hani cinlerden  bir  grubu, Kur'an'ı dinlemeleri için sana yö­neltmiştik. Onda hazır olunca (bir­birlerine) susun, demişler, okunma­sı bitince uyarıcılar olarak kavim­lerine dönmüşlerdi.

30- Ey kavmimiz! dediler, doğrusu so biz Musa.dan sonra indiriıen kendinden öncekini doğrulayan, hakka ve doğru yola ileten bir kitap dinle­dik.

31- Ay kavmimiz! Allah'ın davetçisi­ne uyun. Ona iman edin ki, Allah da sizin günahlarınızın bir kısmını ba­ğışlasın ve sizi acı bir azaptan ko­rusun.

32-  Allah'ın davetçisine uymayan kimse yer yüzünde Allah'ı aciz bırakacak değildir. Kendisi için Al­lah'tan başka dostlar da bulunmaz. İşte onlar apaçık bir sapıklık için­dedir.

 

Kelime Ve İbareler:

 

"Cinlerden bir grup..." grup olarak çevrilen ayetteki "nefer" kelimesi on kişiden az bir topluluktur. Çoğulu: "enfar "dır.

Bunlar Nusaybin veya Ninova cinleri olup yedi veya dokuz kişi idiler. "Onda hazır olunca..." Buradaki "hu" zamiri Kur'an'a veya Allah'ın Rasulüne racidir. Mana ya "Kur'an'ı dinlemeye hazır olunca" veya "pey­gamberin huzuruna gelince" demek olur.

İman etmedikleri takdirde "kavimlerine uyarıcılar olarak döndüler." Bu cin topluluğu önce Yahudi idiler. Sonra müslüman oldular.

Cinler şöyle dediler: "Musa'dan sonra indirilen bir kitap dinledik." Onlar, Yahudi oldukları için bu şekilde konuştular, denilmiştir.

"Allah'ın davetçisine uyun." Buradaki "davetçi", Allah'a inanmaya da­vet eden Muhammed (s.a.)'dir. "Günahlarınızın bir kısmını bağışlasın" Ya­ni sadece Allah belli günahlarınızı bağışlar. Yoksa insan hakları ve Allah'ın kullarına yapılan zulümler iman etmekle bağışlanmaz, ancak sahiplerinin rızasıyla düşer, "ve sizi acı bir azaptan korusun." Yani kâfirler için hazırla­nan azaptan sizi korusun. Müfessir Beyzavi şöyle demiştir: O cinlerin sa­dece günahlarının bağışlanması ve acı azaptan kurtarılmalarının zikredil­mesi dolayısıyla Ebu Hanife, onların ayrıca bir cennet mükâfatı olmayaca­ğına hükmetmiştir. Fakat en doğru olan görüş cinlerin de, emir ve yasak­larla mükellef olma hususunda insanlar gibi olduklarıdır.[48]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Hani cinlerden bir grubu..." ayetinin (29. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Ebi Şeybe'nin rivayetine göre İbni Mesud şöyle demiştir: Pey­gamber (s.a.), Batn-ı Nahle denilen yerde Kur'an okurken cinler peygambe­rin yanına gelmişler, onun Kur'an okuduğunu duyunca, birbirlerine: "Su­sun" demişlerdir. Onlardan biri: Zevbea'dır. Bunun üzerine Allah Tealâ 29. ayetten itibaren 32. ayete kadar olan bölümü indirmiştir. [49]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ insanların mümini ve kâfiri bulunduğunu beyan ettikten sonra, bunun peşinden cinlerin de, inananı (mümini) ve inanmayanı (kâfi­ri) olduğunu; müminlerinin mükâfata nail olacaklarını, kâfirlerinin de azap göreceklerini ve Allah Rasulü (s.a.)'nün, insanlarla birlikte cinlere de peygamber olarak gönderildiğini açıklamıştır.

Melekler ve cinler görünmeyen iki gayb alemidir. Müslüman nasıl ki, Peygamber’in (s.a.v.) melekler vasıtasıyla vahyi telakki ettiğine, yani Allah’ın emir ve yasaklarını, Cibril vasıtasıyla aldığına ve bu risaleti (mesajı) cinlere de tebliğ ettiğine, onları müjdeleyip korkuttuğuna inanması gereki­yorsa, meleklere ve cinlere de iman etmesi gerekmektedir. Ancak vahyin nasıl alındığı ve tebliğ edildiği meselesi dinî ve naklî haberlere dayanılarak bilinmektedir. Yoksa bu konuda aklın herhangi bir rolü yoktur. [50]

 

Açıklaması:

 

"Hani cinlerden bir grubu, Kur'an'ı dinlemeleri için sana yöneltmiştik. Kuranı dinlemeye hazır olunca (birbirlerine) susun, demişler, Kur'an'ın okunması bitince uyarıcılar olarak kavimlerine dönmüşlerdi." Yani ey Pey­gamber! Cinlerden bir grubu sana yönelttiğimizi ve kavimlerini doğruya iletmeleri için sana gönderdiğimizi sen kendi kavmine hatırlat. Onlar Kur'an okunurken geldiklerinde, Kur'an'ı iyice dinleyip, anlamaları için, birbirlerine susmalarını ve Kur'an'a kulak vermelerini emretmişlerdir. Bu-hari ve Müslim'in rivayetine göre bu olay Peygamber (s.a.)'in, Taiflileri İs­lâm'a davet için gittiği seferden dönmesi sırasında, Taif yolu üzerinde, Mekke'ye bir gecelik mesafede Batn-ı nahle denilen yerde gerçekleşmiştir. Peygamberin Kur'an okumasını dinleyenler de Nusaybin cinlerinin eşrafın­dan veya Musul'daki Ninova'dandır.

Sabah namazında Kur'an'ın okunması bitince cinler, kavimlerini Kur'an'm emrine muhalefetten korkutmak ve Allah'ın azabından sakındır­mak üzere onların yanma döndüler.

Ayet, Hz. Muhammed'in (s.a.) cinlere ve insanlara peygamber olarak gönderildiğine delâlet etmektedir. Çeşitli hadisler Allah Rasulü (s.a.)'nün ilk gece cinlerin geldiğini hissetmediğini göstermiştir. Cinler, peygamberin Kur'an okuyuşunu dinleyip, sonra kavimlerine dönmüşlerdir. Bundan son­ra da, peygamberimize topluluk halinde fevç fevc gelmişlerdir.

Peygamberin, onların geldiğini hissetmediğini gösteren delillerden bi­ri de, yukarıda ayetin nüzul sebebine dair, İbni Mesud'dan gelen rivayettir. Bir diğeri de, Ahmed b. Hanbel'in, Tirmizi ve Nesei'nin İbni Abbas'tan şu rivayetidir: Cinler vahye kulak veriyor, kelimeyi duyuyor ve bu kelimeye on kelime daha ilâve ediyorlardı. Duydukları hakti, ama ilâve ettikleri ba­tıl. Hz. Muhammed'in risaletinden önce cinler yıldızlarla taşlanmıyordu. Ancak Allah Rasulü (s.a.) peygamber olarak gönderilince, cinlerden biri, (gökyüzü haberlerini dinlemek üzere) makamına gelince isabet ettiği yeri yakan bir yıldızla taşlanırdı. Cinler bu durumu İblis'e şikayet ettiler, İblis de, bunun mutlaka bir sebebi olmalıdır, diyerek kendisine bağlı olanları sa­ğa sola yolladı. Birden Peygamber (s.a.)'in, Nahle'nin iki dağı arasında na­maz kıldığını gördüler ve gelip İblis'e haber verdiler; İblis de, demek ki, yeryüzünde meydana gelen olay bu imiş dedi.

Buhari ve Müslim'in Mesruk'tan rivayeti de yukarıdaki olayı teyit et­mektedir. Rivayet şöyledir: "İbni Mesuda, Kur'an'ı dinledikleri gecede, Peygamber (s.a.)'e cinleri bildiren kimdir? diye sordum. İbni Mesud da: Peygamber'e onları ağaç bildirmiştir, dedi." Çünkü, onların Kur'an'ı dinle­mek için toplanmalarını ağaç bildirinceye kadar, peygamberimiz hissetme­mişti.

Peygamber (s.a.)'in, cinlerle karşılaştığını, onlara risaletini (Allah'tan aldığı ilâhî mesajı) tebliğ ettiğini ve onlara Kur'an okuduğunu gösteren birçok deliller vardır.[51] Bu rivayetlerden biri, Ahmed b. Hanbel'in Müs-ned'inde ve Müslim'in Sahih'inde Alkame'den rivayet ettikleri şu husustur; Alkame şöyle demiştir: Abdullah b. Mesuda (r.a.), "Cinlerin, Peygamber (s.a.)'i dinledikleri gecede, Peygamber (s.a.)'in yanında sizden kimse var mı idi? diye sordum." O da "Onun yanında bizden kimse yoktu. Ancak onu bir gece Mekke'de kaybetmiştik, acaba suikaste mi uğradı, bir yere mi götürül­dü, ne yapıldı? diye birbirimize sorduk. O gece bizim için en korkunç gecey­di. Sabah olunca veya seher vaktinde birden Hira tarafından bize doğru geldiğini gördük ve içerisinde bulunduğumuz durumu ona anlattık." dedi. Bunun üzerine Allah Rasulü (s.a.): "Bana cinlerin davetçisi gelmişti, ben de onlara gittim ve onlara Kur'an okudum." dedi ve bize onların ve yaktıkları ateşlerin izlerini gösterdi.

Abdullah b. Mesud'dan bir rivayette o şöyle demiştir: Allah Rasulü (s.a.)'nü şöyle derken duydum: "Bu gece ben Hacun'da durup cinlere Kur'an okuyarak geceledim."

Cin suresi, cinlerin Kur'an'ı dinlediğini kesinlikle göstermektedir. Cin suresinin baş tarafı şöyledir: "(Rasulüm!) De ki: Cinlerden bir topluluğun (benim okuduğum Kur'an'ı) dinleyip de şöyle söyledikleri bana vahyolun-muştur: Gerçekten biz, doğru yola ileten harikulade güzel bir Kur'an dinle­dik de, ona iman ettik. Artık kimseyi Rabbimize asla ortak koşmayaca­ğız ."(Cin, 72/1-2)

Allah Tealâ burada şöyle buyurmuştur:

"Ey kavmimiz dediler, doğrusu biz Musa'dan sonra indirilen, kendisin­den öncekini doğrulayan, hakka ve doğru yola ileten bir kitap dinledik." Cinler şöyle demiştiler. Ey cinler! Biz, Hz. Musa'nın Tevrat'ından sonra, daha önceki peygamberlere indirilen kitapları tasdik eden, Allah'ın indirdi­ği bir kitap (Kur'an) dinledik. O kitap insanları gerçek dine, ibadete, inan­ca, davranış ve haberlerde Allah'ın sağlam yoluna yöneltmektedir.

Burada cinler (Hz. Musa'yı zikrettikleri halde) Hz. İsa'dan söz etme­mişlerdir. Bunun bazı sebepleri vardır.

1- Atanın da dediği gibi, o cinler Hristiyanlıktan değil Yahudilikten müslümanlığa dönmüşlerdir.

2- İsa (a.s.)'ya indirilen İncil'de birtakım mevizeler, edebî, insanî ince­likler bulunmakta; helâl ve harama dair pek fazla bir şey bulunmamakta ve dolayısıyla İncil, Tevrat şeriatının tamamlayıcısı kabul edilmektedir. Bu yüzden o cinler "Musa'dan sonra indirilen..." demişlerdir.

İşte Peygamber (s.a.), kendisine vahyin ilk geliş hikâyesini ve Cebra­il'in kendisine geldiğini Varaka b. Nevfel'e haber verdiği zaman, Varaka b. Nevfel, peygamberimize şöyle demiştir. İşte bu namus[52] (Cibril), Allah'ın Musa'ya gönderdiği melektir. Kavmin seni (Mekke'den) çıkardığında keşke ben güçlü kuvvetli bir genç olsam (da sana yardım etsem)!

Kısaca cinler, burada sadece Tevrat'ı ifade etmişlerdir. Çünkü Tevrat geçmişte hükümlerin kaynağıdır. Ayrıca Kitap Ehlince de ittifakla kabul edilen bir kitaptır.

"Ey kavmimiz! Allah'ın davetlisine uyun, ona iman edin ki Allah da sizin günahlarınızın bir kısmını bağışlasın ve sizi acı bir azaptan korusun." Ey cinler! Allah'ın birliğine, kulluğuna, ve itaatına çağıran peygamberlerin sonuncusu (Hatemu'n-nebiyyîn) Allah Rasulüne ve Kur'an'a icabet ediniz, kulak veriniz ki, Allah birtakım günahlarınızı, kendine taalluk eden hakla­rı bağışlasın. Kul hakları ise ancak sahiplerinin o haklardan vazgeçmesiyle düşer. Ayrıca sizi yüce Allah elem verici cehennem azabından koruyup kur­taracak, sizden müminleri cennete koyacaktır. Bir ayette şöyle buyurul-maktadır: "Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimselere iki cennet vardır. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?" (Rahman, 55/46-47).

Ayette Allah Tealâ'nm Muhammed (s.a.)'i sakalayne (insanlara ve cin­lere) peygamber olarak gönderdiğine açık delâlet vardır. Çünkü Peygamber (s.a.) insanları ve cinleri Allah'a davet etmiş, her iki gruba da, içinde hitap, teklif, vaad, (müjde) ve vaid (tehdit) bulunan Rahman suresini okumuştur.

Sevap, ceza, emirler, yasaklar, cennet ve cehenneme müstahak olma hususunda insanlarla cinler arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü emir ve yasaklarla mükellef olmak aynıdır. Ayrıca her iki gruba hitap eden ayetle­rin umumiliği, insanlar ve cinlerden meydana gelen iki grubu da kapsa­maktadır. Dolayısıyla, bazı alimlerin, mümin cinlerin cennete girmeyeceği­ne ve kıyamet gününde ancak cehennem azabından korunacaklarını dair görüşleri doğru değildir. Aşağıdaki ayetin umumiliği de bu görüşü destek­lemektedir: "İman edip iyi davranışlarda bulunanlara gelince, onlar için makam olarak Firdevs Cennetleri vardır." (Kehf, 18/107)

Daha sonra kavimlerini muhalefetten sakındırarak şöyle dediler:

"Allah'ın davetlisine uymayan kimse yeryüzünde Allah'ı aciz bıraka­cak değildir. Kendisi için Allah'tan başka dostlar da bulunmaz. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler." İnsanları Allah'ın birliğine inanmaya ve O'na itaate davet eden Allah Rasulünün bu davetine icabet etmeyenler Onun elinden kaçıp kurtulamayacaklardır. Zira o, Allah'ın mülkündedir. Allah'tan başka kendisine yardım edecek ve onu Allah'ın azabından kurta­racak dost ve yardımcıları da yoktur. İşte Allah'ın davetçisine olumlu cevap vermeyen bu insanlar, apaçık bir sapıklık ve hata içerisindedirler.

Bu bir tehdittir. Bununla cinler de, Kur'an-ı Kerim'in metoduna uygun olarak tergib (teşvik) ile terhib (korkutmak) için ikisine de muhatap olmuş­lardır. Bu sebeple Allah Rasulü (s.a.)'ne heyetler halinde gelmişlerdir.[53]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

1- Ayetlerde kastedilen mana inanmamaları sebebiyle Kureyş müşrik­lerini kınamaktır. Çünkü cinler Kuranı dinleyip, ona inanmış ve onun Al­lah katından olduğunu anlamışlardır. O halde ey müşrikler! Size ve sizin gibilere ne oluyor ki, Kur'an'dan yüz çeviriyor, küfürde ısrar ediyorsunuz.

2- Burada bir başka maksat da kavminin, davetinden yüzçevirmesin-den dolayı peygamberin karşılaştığı sıkıntılara karşı onu teselli etmektir.

Hatta Peygamber (s.a.) Taife, Sakif kabilesini İslâm'a davet için git­miş; onlar da, çocuklarını ve ayak takımını Peygamber'e karşı tahrik et­mişler ve bunlar Peygamberimizi taşa tutup, vücudunu kanatmışlardı. Peygamberimiz (s.a.) de, Muhammed b. İshak'ın Siret'inde rivayet ettiği gi­bi, samimi bir şekilde yakarıp yardım isteyerek şöyle Allah'a yönelmişti: "Allah'ım! Kuvvetimin zaafını, çaresizliğimi ve insanlar yanındaki zayıflı­ğımı sana şikayet ediyorum. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi! Sen, acıyanların en acıyıcısısın! Sen zayıf düşürülenlerin Rabbisin, benim de Rabbimsin! Beni kime bırakıyorsun1? Bana kaba davranıp, kötülük edecek uzak bir düşmana mı, yoksa işimi kendine ısmarlayacağım yakın bir dosta mı? Sen, bana öfkelenmedikten sonra hiçbir şeye aldırmam, ancak senin afiyetin benim için çok daha rahattır. Kendisi sebebiyle karanlıkların ay­dınlığa dönüştüğü, dünya ve ahiret işlerinin düzene girdiği nuruna sığını­yorum, beni öfke ve gazabından koru Allah'ım! Sen razı oluncaya kadar, hoşnutluk sana aittir. Senin güç ve kuvvetin olmadan ne kötülüklerden vaz­geçebilmek mümkün, ne de itaatayönelebilmek."

3- Allah Rasulü (s.a.) Taiften dönüşünde, Mekke yakınlarında Nahle denilen bir yerde sabah namazını ve teheccüdü kılarken; Nusaybin veya Musul'daki Ninova cinlerinden yedi veya dokuz kişilik bir heyet peygambe­rimize geldiler, peygamberimiz farkında olmadan, onun Kur'an okuyuşunu dinlediler. Bu ayetler onun hatırını hoş etmek, azmini bilemek ve ruhunu güçlendirmek için bir sebep olmuştur.

4- Cinler, Kur'an'ı dinlerken büyük bir edep ve saygı göstermişlerdi. Dolayısıyla bu konuda onlara uymak gerekir. Zira onlar Kur'an'ı dinlemeye veya peygamberin yanına gelmeye hazır olunca, birbirlerine: "Kuranı din­lemek için susun!" demişlerdi. Peygamber (s.a.) Kur'an'ı okuyup bitirince de, Kur'ana muhalefetten sakındırmak ve inanmadıkları takdirde Allah'ın azabından korkutmak üzere arkalarında bıraktıkları kavimlerine dönüp gitmişlerdi.

5- Bu kıssa, Peygamber (s.a.)'in, insanlara ve cinlere birlikte peygam­ber olarak gönderildiğini ve onların peygambere iman ettiğini ve Peygam­ber (s.a.)'in de bunun farkına vardıktan sonra ikinci gece onları kavimleri­ne gönderdiğini göstermektedir. Bunun delili şu ayettir: "Ey kavmimiz! Al­lah'ın davetçisine uyun ve ona iman edin!" Eğer böyle olmasaydı, o cinler kavimlerini korkutmazlardı. Böylece, cinler peygamberimizi iki gece dinle­mişlerdir.

6- Cinler, Kur'an'ı iki vasıfla nitelemişlerdir:

a) Daha öncekileri tasdik edici olması; yani Allah'ın bir olduğunu, pey­gamberliği, ahiret inancını ve güzel ahlâklı olmayı emretmeyi içeren daha önceki peygamberlere verilen kitapların varlığının hak olduğunu kabul et­mesi.

b) Hak dine ve doğru yola iletici olması. Bu da gösteriyor ki, Peygam­ber (s.a.), cinlere ve insanlara gönderilmiştir. Mukatil şöyle demiştir: Mu-hammed (s.a.)'den önce Allah Tealâ cinlere ve insanlara birlikte hiçbir pey­gamber göndermemiştir.

Müslim'in Sahih'inde Cabir b. Abdullah el-Ensari'den rivayet edilen şu hadis, Peygamber (s.a.)'in davetinin umumiliğini teyit etmektedir. Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Benden önce kimseye verilmeyen beş özel­lik bana verilmiştir: Her peygamber, sadece kavmine gönderiliyordu. Ben ise kırmızı ve siyah herkese gönderildim. Benden önce kimseye helâl kılınmadığı halde ganimetler bana helâl kılındı. Yeryüzü benim (ümmetim) için tertemiz kılındı ve mescid kabul edildi. Namaz vakti geldiğinde kişi istediği yerde namazını kılar. Önümde bir aylık mesafede düşman benden korkar oldu ve böylece bana zafer nasip oldu. Ve bana şefaat hakkı verildi." Mücahid, hadiste geçen "kırmızı ve siyah"ı, cinler ve insanlar olarak yorumla­mıştır.

Ebu Hüreyre (r.a.)'den bir başka rivayette ise: "Ben bütün yaratılmış­lara gönderildim, peygamberler benimle sona erdi." buyurulmuştur.

7- Cinler kavimlerine, peygamberin bütün emirlerine icabet etmeleri­ni emretmişlerdir. "İman ediniz" emri de bu emirler arasındadır. Peygam­beri dinleyip, kavimlerine dönen cinler şöyle demişlerdir. "Eğer Allah'ın da-vetçisi Muhammed (s.a.)'e inanırsanız, Allah günahlarınızın bir kısmını bağışlar ve sizi elem verici, acı bir azaptan kurtarır." İbni Abbas şöyle de­miştir: "Cinlerin bu çağrılarına cin topluluğundan yetmiş kişi icabet etmiş, peygambere gelmişler ve onu Batha denilen yerde bulmuşlar; Peygamber (s.a.) de onlara Kur'an okumuş, Allah'ın emir ve yasaklarını bildirmiştir. Burada dikkate ^alınması gereken husus şudur. Peygamberi dinleyen cinler kavimlerine; "Allah'ın davetçisine uyun..." diye umumi bir ifade kullandık­tan sonra bunu, "Ona inanın..." diye hususileştirmişlerdir. Zira iman ilâhî tekliflerin en şerefli bölümüdür. Ayrıca bir kısım günahların affedileceğini de özel olarak belirtmişlerdir. Zira insan haklarına tecavüz eden birtakım günahlar var ki, bunlar imanla bağışlanmaz.

8- Bu ayetler, cinlerin de; emir, nehiy, sevap ve ceza konusunda insan­lar gibi olduğunu göstermiştir. Hasan-ı Basri şöyle demiştir: "Cinlerin mü­minlerine, cehennemden kurtulmaktan başka bir mükâfat yoktur." Ebu Hanife de: "Cinlerin, cehennemden kurtulmaktan başka bir sevapları yok­tur. Sonra o cinlere: Hayvanlar gibi toprak olun denilecektir." demiştir. Ben bu konuya ayetlerin tefsirinde cevap verdim. Bu sebeple İmam Malik, Şafii, İbni Ebi Leyla ve Dahhak, cinlerin de insanlar gibi kötülük yaptıkların­da cezlandırılacaklarını, iyilik yaptıklarında ise mükâfat görecekleri fikrini benimsemişlerdir.

Kuşeyri "Doğru olanı, bu konuda kesin bir şeyin söylenemeyeceğidir, buna dair bilgi Allah katındadır." demiştir.

Kurtubi ise Allah'ın, "Herkesin yaptığı işe göre dereceleri vardır..." (En'am, 6/132) sözünün, cinlerin de sevaba nail olacağını ve cennete gire­ceklerini gösterdiğini ifade etmiştir. Çünkü ayetin öncesinde yüce Allah şöyle buyurmutur: "Ey cin ve insan topluluğu! içinizden size ayetlerimi an­latan ve bugünle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi!" (En'am, 6/130) bu ayetin peşinden de "Herkesin yaptığı işe göre derece­leri vardır." (132. ayet)[54] demiştir. Neysaburi ise, "Doğrusu, cinlerinde in­sanlar gibi olmalarıdır. Onlar da cennete girerler, yerler ve içerler." Görüşündedirler.[55]

9- Allah Rasulüne (s.a.) icabet etmeyenler, yeryüzünde Allah'ı aciz bı­rakıp, O'nun elinden kaçıp kurtulacak değillerdir. Onların Allah'tan başka yardımcıları ve onların Allah'ın azabından kurtarıcıları yoktur. Onlar, yo­lunu sapıtmış, kaybetmiş hatalı insanlardan olup, açık bir sapıklık içeri­sindedirler. [56]

 

Bas'in (Öldükten Sonra Dirilmenin) İspatı Ve Sabrın Emredilmesi:

 

33- Gökleri ve yeri yaratan ve bun­ları yaratmakla yorulmayan Al­lah'ın, ölüleri diriltmeye de gücü­nün yeteceğini düşünmezler mi? Evet O her şeye kadirdir.

34- İnkâr edenlere, ateşe sunula­cakları gün: Nasıl, bu gerçek değil miymiş? denildiğinde: Evet, Rabbi-mize andolsun ki gerçekmiş, derler. Allah: Öyleyse inkâr etmenizden dolayı azabı tadın! der.

35- O halde (Rasulüm); peygamber­lerden azim sahibi olanların sabret­tiği gibi sen de sabret. Onlar hakın-da acele etme, onlar tehdit edildik­leri azabı gördükleri gün sanki dünyada sadece gündüzün bir saati kadar kaldıklarını sanırlar. Bu bir tebliğdir. Yoldan çıkmış topluluk­lardan başkası helak edilir mi?

 

Kelime ve İbareler:

 

"Evet O her şeye", ölüleri de diriltmeye kadirdir. Olumsuz cümle veya olumsuz soru cümlelerinde "belâ" veya "neam" kelimeleri arasındaki fark; "bela" nefyi (olumsuzluğu) iptal ve onun zıddını tesbit ederek bir cevap edatı olmakta, yani olumsuzluğun zıddını (olumluluğu) ispat için kullanıl­maktadır, "neam" ise kendinden önceki cümleyi tesbit için kullanılmakta­dır. (Her iki edatın kullanılışına misal: Senin arkadaşın değilmiyim? Cüm­lesine eğer "belâ" edatıyla cevap verecek olursak, "Evet, arkadaşımsın" an­lamı, "neam" kelimesiyle karşılık verirsek "Hayır, arkadaşım değilsin" ma­nası çıkar. Mütercim)

"O halde (Rasulüm) peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sabret." Azim ve sebat sahibi peygamberler beştir: Nuh, İbrahim, Mu­sa, İsa ve Muhammed (s.a.). Zira bu peygamberler, büyük şeriat sahibi ne­bilerdir. Onlar bu şeriatleri tesis ve tespit etmek için gayret etmişler, bun­lar uğrunda meşakkatlere göğüs germişler ve bu konuda kendilerini kınayıp ayıplayanlarm düşmanlıklarını bertaraf etmişlerdir. "Onlar hakkında acele etme." Kavmine azabın gelmesi için acele etme. Çünkü vakti gelince o azap, onlara çaresiz gelecektir. "Onlar tehdit edildikleri azabı gördükleri gün sanki dünyada sadece gündüzün bir saati kadar kaldıklarını sanırlar." Yani ahirette görecekleri korkuların şiddetinden dolayı, dünyada ancak bir saat kadar bulunduklarını düşünürler. [57]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Surenin baş tarafında kudret ve hikmet sahibi ve istediğini yapabile­cek olan Allah'ın varlığını ispat ettikten, putperestlerin iddialarını ortadan kaldırıp, peygamberliği ortaya koyduktan, batıl inançlarından dolayı müş­riklerle münakaşa edip şüphelerini reddettikten ve cinler Kur'an'a inan­dıkları halde, onların inanmaması üzerine surenin son tarafında kınanma­larından sonra yüce Allah ahiret meselesini ortaya koymuştur. Çünkü müşrikler ahireti de inkâr ediyorlardı. Böylece burada Mekkî surelerin iz­lediği hedefler de gerçekleşmiş olacaktır. Bu hedefler: Tevhit, nübüvvet ve bas'in (öldükten sonra dirilmenin) ispatıdır. Sonra Allah, ahirette kâfirle­rin bazı durumlarını zikretmiştir.

Daha sonra da, insanları İslâm'a davetle, daha önceki ülü'1-azm pey­gamberlerin sabrı gibi peygamberine sabrı emrederek onu teselli etmiştir. Çünkü o peygamberler de, emrolundukları ilâhî mesajı tebliğ etmek ve karşı gelen insanlar için azabı acele istememekte sabır göstermişlerdir. Bu bizim için bir ders ve çok anlamlı bir öğüttür. [58]

 

Açıklaması:

 

"Gökleri ve yeri yaratan ve bunları yaratmakla yorulmayan Allah'ın, ölüleri diriltmeye de gücünün yeteceğini düşünmezler mi? Evet O her şeye kadirdir." Yani kıyamet gününde ba'si (öldükten sonra dirilmeyi) inkâr eden ve hayatın bedenlere tekrar dönmesini uzak gören bu inkarcılar; gök­leri ve yeri başlangıçta yaratan, bundan aciz olmayan ve bunları yarat­maktan dolayı da zaafa düşmeyen ve bunlara "olun, meydana gelin" deyin­ce de, meydana gelmesini sağlayan Allah'ın, ölüleri kabirlerinden tekrar diriltmeye kadir olduğunu görmediler mi? Nitekim Allah Tealâ bir başka ayette şöyle demiştir: "Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların ya­ratılmasından daha büyük bir şeydir. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Gafir, 40/57).

Cevabın çok açık olduğu bilinmekle beraber yine de yüce Allah buna; "Evet o, bütün bunlara kadirdir. O, yaratmayı dilediği her şeye kadirdir. Yerde ve gökte hiçbir şey Onu aciz bırakamaz." şeklinde cevap vermiştir.

Yüce Allah ba'si ispat ettikten sonra kıyamet gününde kâfirlerin bazı hallerini zikrederek şöyle buyurmuştur:

"inkâr edenlere, ateşe sunulacakları gün: Nasıl, bu gerçek değil miy­miş? denildiğinde: Evet, Rabbimize andolsun ki gerçekmiş, derler." Yani ey Rasul! Kavmine şunu hatırlat! Allah'ı inkâr edenler cehennem ateşi içeri­sinde azap görecekleri ve onları, ayıplayıp kınamak için "Başınıza gelen bu azap şüphesiz gerçek bir hadise değil midir?" denileceği gün, onlar, "Rabbi­mize andolsun ki bu bir gerçekmiş." diye itirafta bulunacaklar ama, bu iti­rafın faydası olmayacaktır. Çünkü onların itiraftan başka yapacakları bir şey yoktur.

"Allah: Öyleyse inkâr etmenizden dolayı azabı tadın, der." Yani Allah Tealâ onların zilletini gösterip, kınayarak dünyada Allah'ı inkâr etmeniz sebebiyle cehennem azabını tadınız! diyecektir.

Yüce Allah, tevhit, nübüvvet ve ba'si (öldükten sonra dirilmeyi) ispat edip, müşriklerin şüplerine gerekli cevabı verdikten sonra Rasulüne şöyle diyerek, kavminin yalanlamasına karşılık sabretmesini emretmiştir:

"O halde (Rasulüm), peygamberlerden azim sahibi olanların (ülü'l-azim peygamberlerin) sabrettiği gibi sen de sabret, onlar hakkında acele et­me." Ya Muhammedi Ülü'1-azm (azim sahibi) peygamberler, kavimlerinin yalanlamasına karşı sabrettikleri gibi, sen de kavminin yalanlamasına karşı sabret. Çünkü sen de o azim sahibi peygamberlerdensin. Bunlar şeri­at sahibi peygamberler olup; Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed (s.a.)'dir. O kâfirler için azabı acele isteme. Çünkü o azap onlara mutlaka gelecektir.

İbni Ebi Hatim ve Deylemi'nin Mesruk'tan rivayet ettiklerine göre Mesruk şöyle demiştir; Bana Aişe (r.a.) anlattı: Allah Rasulü (s.a.) gün bo­yu oruç tuttu, sonra gece de birşey yiyip içmedi, ertesi gün de bu aynen böyle devam etti, sonra şöyle dedi: "Aişe! Dünya Muhammed'e de, Muham­med'in ehli beytine de uygun değildir. Aişe! Şüphesiz Allah Tealâ azim sa­hibi (ülü'l-azm) peygamberlerden ancak şuna razı olmuştur: Dünyada se­vilmeyen, nahoş olaylara sabretmek, sevilen, hoş olan şeylere de dayanmak. Benden de, ancak onları mükellef tuttuğu şeylerle yükümlü tutarak razı ol­muştur. Bu sebeple şöyle buyurmuştur: "O halde (Rasulüm) peygamberler­den azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret." Allah 'a yemin edi­yorum ki, onlar sabrettiği gibi bütün gayretimle ben de sabredeceğim. Güç, kuvvet ancak Allah 'm yaratmasıyladır."

"Onlar hakkında acele etme." ayetinin benzerleri şunlardır: "Nimet içinde yüzen o yalancıları bana bırak ve onlara biraz mühlet ver." (Müz-zemmil, 73/11), "Kâfirlere mühlet ver; onları biraz kendi hallerine bırak." (Tarık, 86/17).

"Onlar tehdit edildikleri azabı gördükleri gün sanki dünyada sadece gündüzün bir saati kadar kaldıklarını sanırlar. Bu bir tebliğdir. Yoldan çıkmış topluluklardan başkası helak edilir mi hiç!" Kâfirler, büyük korku­ları görecekleri için; Allah'ın, kendilerini tehdit ettiği azabı müşahede edince, sanki dünyada sadece bir saat kaldıklarını düşüneceklerdir. Nite­kim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "(Allah, inkarcılara) yeryüzünde kaç yıl kaldınız? diye sorar. Bir gün veya günün bir kısmı kadar kaldık. İşte sayan­lara sor, derler." (Müminun, 23/112-113), bir başka ayette yüce Allah "Kı­yamet gününü gördüklerinde (dünyada) sadece bir akşam vakti ya da kuş­luk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar." (Naziat, 79/46) buyurmaktadır.

Allah'ın ve Peygamber (s.a.)'in insanlara öğüt verdiği bu Kur'an, kâfir­lerin mazeretlerini ortadan kaldıracak yeterli bir tebliğdir. Yüce Allah şöy­le buyurmuştur: "İşte bu (Kur'an), kendisiyle uyarılsınlar, Allah'ın ancak bir tek tanrı olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri iyice düşünüp öğüt alsın­lar diye insanlara (gönderilmiş) bir tebliğdir." (İbrahim, 14/52). Bir başka ayette yüce Allah "İşte bunda (bize) kulluk eden bir kavim için bir mesaj vardır." (Enbiya, 21/106).

Allah'ın azabıyla ancak, itaattan uzaklaşan ve Allah'a isyana dalan topluluklar helak olur. Allah nezdinde ancak Allah'a şirk koşan müşrikler helak edilecektir. Bu, Allah'ın adaletidir, müstehâk olmayana azap etmez. İşte bu da ümit konusunda en kuvvetli ayettir. [59]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

1- İlk ayet "Onlar, düşünmezler mi?..." ayeti; Allah'ın, öldükten sonra da diriltmeye kadir olduğunu göstermiştir. Çünkü O, gökleri ve yeri yarat­mıştır. Hiç şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışı, öldükten sonra bir şahsı tekrar diriltmekten daha muazzam bir olaydır. En güçlüsü ve en mükem­meline kadir olan Allah, daha zayıf ve daha eksiğini mutlaka yaratmaya kadirdir.

Kaldı ki, Allah Tealâ her şeye kadirdir. Ruhun bedenle olan alâkası imkân dahilinde bir olaydır. Eğer mümkün olmasaydı, baştan olmazdı. Yü­ce Allah, bütün mümkinâtı yaratmaya kadirdir. İnsanın, öldükten sonra tekrar iadesine de kadir olması gerekir.

2- Yüce Allah, cehennem azabıyla cezalandırıldıklarında, kâfirlerin durumunu anlatmıştır. Şöyle ki onlara Allah'ın vaad (müjde) ve vaidini (tehdit) alaya almaları yüzünden, bu azap hak değil midir? O halde küfrü­nüz sebebiyle azabı tadınız, denilecektir.

3- Allah Tealâ, peygamberine ve müminlere, büyük şeriat sahibi pey­gamberler gibi, İslâm mesajını tebliğ etmekte ve hayatın zorluklarına gö­ğüs germede sabırlı olmalarını emretmiştir. Büyük şeriat sahibi (ülü'1-azm) peygamberler: Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed (s.a.)'dirler. Bu em­rin sebebi şudur: Kâfirler, Peygamber (s.a.)'imize eza ediyorlar, onu fevkaİade sıkıntılara sokuyorlardı. Bu yüzden Allah ona sabırlı olmasını emret­ti. Buradaki "min"(den) harf-i cerri "teb'iz" içindir. Yani bir kısım "peygam­berlerden azim sahibi olanlar" demektir.

Bir başka görüş de şudur: Bütün peygamberler ülü'l-azm'dir. Yani azim sahibi peygamberlerdir. Allah, azim, hazim (tedbirlilik), re'y, kemâl ve akıl sahibi olmayan hiçbir peygamber göndermemiştir. Bu manaya göre buradaki "min" "teb'iz" için değil, "beyan" içindir.

Bir görüşe göre de: Yunus b. Metta hariç, bütün peygamberler ülü'l-azmdir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.) onun benzeri olmaktan sakındınlmıştır.[60] Yunus (a.s.) kavmine kızarak onların yanından acele ile ayrılıp gitmiştir.[61]

Bu sabır emri mensuh mudur (hükmü ortadan kaldırılmış mıdır?) Ba­zı müfessirler şöyle demiştir: Bu ayet, "kılıç ayetiyle"[62] mensuhtur. Ayetin muhkem (hükmünün devamlı) olduğu da söylenmiştir.

Kurtubi şöyle demiştir: Bu sure (Ahkaf suresi) Mekki olduğu için en doğrusu bu ayetin mensuh olmuş olmasıdır. Mukatil şöyle demiştir: Bu ayet peygambere Uhud harbinde nazil olmuş; yüce Allah, pgamberine, ba­şına gelen musibetlere karşı ülü'1-azm peygamberlerin sabrettiği gibi, sab­retmesini emretmiştir. Bunu, onun işini kolaylaştırmak ve kalbini sağlam­laştırmak için yapmıştır.

Bana göre tercih edilen görüş, bu ayetin mensuh olmamasıdır. Zira sa­bır, yüksek ahlâki bir prensiptir. Böyle bir ahlâki prensibin neshedilmesi uygun değildir. Sabır cihada mani olmadığı gibi, zulmü engellemeye, müş­riklerle ve diğer düşmanlarla da savaşmaya mani değildir. Sabır gerek ba­rışta ve gerekse savaşta aranan bir davranıştır.

4- Allah bundan sonra peygamberine ve müminlere kâfirlere beddua etmekte acele etmemelerini emretmiştir. Çünkü Allah'ın ilim ve hikmetine göre her şeyin bir zamanı vardır. Azap onlara pek yakındır. Biraz gecikse de mutlaka gelecektir. Duada sünnet olan ise kötülükten ve ezadan korun­mayı istemektir. Taberani'nin Enes'den rivayet ettiğine göre Peygamberi­miz (s.a.) şöyle dua ederdi: "Allah'ım senden, rahmetini gerektirecek şeyleri, bağışlanma azimetlerini, her türlü günahtan kurtuluşu, her iyilikten nasip-dar olmayı, cennetini elde etmeyi ve cehenneminden korunmayı istiyorum. Allahım! Benim için affetmediğin hiçbir günah, rahatlatmadığın hiçbir sı­kıntı, ödemediğin hiçbir borç, dünya ve ahiret ihtiyaçlarından karşılamadı­ğın hiçbir ihtiyaç bırakma. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi! Senin rahmetine sığınıyorum."

5- Kuşkusuz, dünyanın ömrü kısadır. Ahiret ise ebedidir. Kâfirler, ahi-ret azabının korkularını gördükleri zamanda dünyada günün saatlerinden ancak bir saat kaldıklarını zannedeceklerdir.

6- Kuran ve Sünnette insanları azaptan korkutmaya, küfür ve isyan sebebiyle cezadan sakındırmaya yetecek tebliğ vardır.

7- Allah, adalet ve rahmeti gereği, ancak itaatma karşı çıkan, emir ve yasaklarıyla amel etmeyen fasıklara azap edecektir.

İbni Abbas şöyle demiştir: Her hangi bir kadın doğum yapma güçlüğü çektiğinde bu iki ayeti ve iki kelimeyi bir sahifeye yazar, sonra onu yıkar ve ondan içerse ona rahatlık olur. Bu iki kelime şunlardır:

"Bismillahirrahmanirrahim" "La ilahe illallah"

İki ayet ise şunlardır:

"Kıyamet gününü gördüklerinde (dünyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar."(Naziat, 79/46).

"O halde (Rasulüm) peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret. Onlar hakkında acele etme, onlar vaadedildikleri azabı gördükleri gün sanki dünyada sadece gündüzün bir saati kadar kaldıkları­nı sanırlar. Bu, bir tebliğdir. Yoldan çıkmış topluluklardan başkası helak edilir mi hiç!" (Ahkaf, 46/35). [63]

 

 

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/253.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/253.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/253-254.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/255-256.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/256.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/256-258.

[7] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, IV/1685.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/258-260.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/261.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/261-262.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/262-263.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/263.

[12] el-Bahru'l-Muhit, VIII/56.

[13] Cennetle müjdelenen on kişi; Dört halife: Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Sa'd b. Ebi Vakkas, Said b. Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, Talha b. Abdullah, Zubeyr b. el-Awam, Ebu Ubeyde b. el-Cerrah ve Ubdurrahman b. Avf (r.a.)

[14] İşte bu kısım, şartın hazfedilmiş cevabıdır. "Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez" cümlesinden anlaşılmıştır.

[15] Keşşaf, III/119.

[16] Razî, XXVIII/10.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/263-267.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/267-269.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/270.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/270-271.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/271.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/271-272.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/272-273.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/273.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/274.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/274-275.

[26] Vahidî, Esbâbu'n-Nüzul, s. 216; Kurtubi, XVI/194.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/275-276.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/276.

[29] Bir rivayette Hz. Osman bu sözünden döndü ve kadına had cezası uygulamadı. Yani Hz. Osman'ın emri hadden evvel olmuştur. Bir rivayette Hz. Osman bu sözünden döndü ve kadına had cezası uygulamadı. Yani Hz. Osman'ın emri hadden evvel olmuştur.

[30] Aslaha" fiili aslında harf-i cersiz müteaddi (geçişli) olur. Burada, yerleşmeyi ve geçişi ifade etmesi için "fi" harfi ile müteaddi kılınmıştır.

[31] İbni Kesir, IV/157.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/276-280.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/280-283.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/284.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/285.

[36] İbni Kesir, IV/158.

[37] Kurtubî, XVT/197.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/285-286.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/286.

[39] el-Bahru'l-Muhit, VIII/62.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/286-288.

[41] Nisaburî, Garâibu'l-Kur'an, XXVI/12.

[42] Razî, XXVIII/25.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/288-291.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/293.

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/293-294.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/294.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/294-298.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/298-299.

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/300-301.

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/301.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/301.

[51] İbni Kesir, IV/164-169.

[52] Kişinin namusu: Sır emini veya gönlünü sadece kendisine açtığı, başkalarından sak­ladığını yalnızca ona sırrını paylaştığı sırdaşı demektir. Ehl-i kitap (Yahudi ve Hris-tiyanlar) Cebrail'e en-Nanıus diye isim veriyorlar.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/301-304.

[54] Kurtubî, XVI/217.

[55] Garâibu'l-Kur'an, XXVT/17.

[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/304-307.

[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/308-309.

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/309.

[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/309-311.

[60] Bakınız: Kalem suresi, 48. ayet (mütercim).

[61] Bakınız: Enbiya suresi, 87. ayet (mütercim).

[62] Bakınız: Tevbe suresi, 36. ayet (mütercim).

[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/311-313.