Bu surede Kur'an'ın Muhammed'e indirildiği beyan edildiği için sure,
"Muhammed Suresi" diye adlandırılmıştır: "Muhammed'e indirilene
inananlar." (2. ayet). Kur'an-ı Kerim'de Muhammed ismi dört kez
zikredilmiştir:
1- Al-i İmran suresi 144.
ayet: "Muhammed ancak bir peygamberdir."
2- Ahzab suresi 40. ayet:
"Muhammed hiç kimsenin babası değildir."
3- Muhammed suresi 2. ayet: "Muhammed'e indirilene inananların..."
4- Fetih suresi 29. ayet:
"Muhammed Allah'ın rasulüdür."
Bunların dışında peygamberimiz, "Rasul" veya "Nebi" sıfatıyla zikredilmiştir.
Savaş esnasında ve savaş sonrasında surede kâfirlerle yapılan harp
hükümleri beyan edildiği için sureye "kıtal suresi" de denilmiştir:
"(Savaşta) inkâr edenlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun!"
(4. ayet)
[1]
Bu surenin baş tarafı (İnkâr edenlerin ve Allah yolundan alıkoyanların
işlerini Allah boşa çıkarmıştır.) ile Ahkâf suresinin son tarafı (Yoldan çıkmış
topluluklardan başkası helak edilir mi hiç?) çok kuvvetli bir şekilde
irtibatlıdır. Hatta bu iki sure arasındaki Besmele düşürülmüş olsa, bir ayetmiş
gibi, hiç farkedilmeden doğrudan birbirlerine bağlanmış olurlar.
[2]
Bu surenin mevzuunu, Allah yolunda cihad diye nitelendirmek mümkündür.
Sure, Medenî olması sebebiyle, teşriî hükümlere, özellikle savaş, esirler ve
ganimetlere, kâfirlerin ve müminlerin tasvirine, her iki grubun dünya ve
ahiretteki alacağı karşılıklara, münafık ve mürtedlerin durumlarına, onlara
yapılan müjde ve tehditlere vurgu yapmaktadır.
Sure doğrudan Allah ve peygamber düşmanlarından ve Allah'ın gazabının
onlar üzerine olduğunu açıklamayarak başlamış, bunun peşinden de iki grup arasındaki
açık farkı ortaya koymak için müminlerin tasvirini ve Allah'ın onlardan razı
olduğunu ifade buyurmuştur: "İşte böylece Allah, insanlara kendilerinden
misallerini anlatır." (3. ayet)
Sonra sure müminlere, kâfirlerle, yumuşaklık göstermeden şiddetli bir
savaş yapmalarını emretmiştir. Çünkü kâfirler, nankör ve batıla tabi olan
kimselerdir. Sure müminleri de, Allah'ın dinine yardım ettikleri ve düşmanlarla
karşılaştıklarında sebat gösterdikleri takdirde, zaferle müjdelemiştir.
Allah'ın indirdiği Kur'an ve ayetlerinden yüz çevirdikleri için kâfirlerin
yüzüstü bırakılacağını da beyan etmiştir. Burada mümin ve kâfirlerin dünya ve
ahirette alacağı karşılığın tarifi vardır.
Daha sonra sure, Mekke kâfirlerine ve benzerlerine, geçmiş zalimlerin
tuğyanları sebebiyle nasıl helak edildiklerini misaller getirerek anlatmaya
önem vermiştir: "Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonlarının
nasıl olduğunu görmezler mi?" (10. ayet)
Bundan sonra da inanmaya ve itaata teşvik edip, yöneltmek için, Allah
korkusu çeken takva ehli müminlere hazırlanan çeşit çeşit cennet nimetlerini
tasvir etmiştir.
Daha sonra münafık ve mürtedlerin özellikleri ve tehdit edilişleri beyan
edilmektedir: "Onların arasında seni dinleyenler var." (16. ayet),
"İman etmiş olanlar: Keşke cihad hakkında bir sure indirilmiş olsaydı!
derler. Ama hükmü açık bir sure indirilip de, onda savaştan söz edilince
kalplerinde hastalık olanların, ölüm baygınlığı geçiren kimsenin bakışı gibi
sana baktıklarını görürsün." (20. ayet) surenin sonuna kadar bu konu böyle
devam eder. Bu arada sure, Allah yolundan alıkoyan kâfirlerin ve Allah
Rasulüne (s.a.) düşman olanların Allah'a hiçbir zararlarının dokunmayacağını
ve amellerini Allah'ın boşa çıkaracağını ve onları bağışlamayacağını ve Allah
ve Rusulü'ne itaat etmenin gerekli olduğunu hatırlatmıştır.
Sure, aslî mevzuuna uygun olarak son bulmuştur. Bu da, Allah yolunda
cihaddır. Sure müminleri izzet ve şereflerini gerçekleştirmeye, zaaftan ve
küçük düşürücü barıştan kaçınmaya davet etmiş, güçlü halde iken düşmanlarla
barış yapmaktan sakındırmıştır. Dünya halini de, oyun ve eğlence diye
nitelemiş ve Allah yolunda harcama yapmaya davet etmiştir. Çünkü dünya bir gün
fani olup, yok olacaktır: "Üstün durumda iken gevşeyip barışa
çağırmayın... Doğrusu dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir." (35 ve
36. ayet).
[3]
Taberani'nin el-Evsat'ta İbni Ömer'den rivayet ettiğine göre peygamberimiz
(s.a.) akşam namazında bu sureyi okurdu.
[4]
1- İnkâr edenlerin ve Allah
yolundan alıkoyanların işlerini Allah boşa çıkarmıştır.
2- İman edip, yararlı işler
yapanların, Rableri tarafından hak olarak Muhammed'e indirilene inananların
günahlarını Allah örtmüş ve hallerini düzeltmiştir.
3-
Bunun sebebi, inkâr edenlerin
batıla uymaları, inananların da, Rablerinden gelen hakka uymuş olmalarıdır.
İşte böylece Allah, insanlara kendilerinden misallerini açıklar.
"İnkâr edenlerin ve Allah yolundan alıkoyanların işlerini Allah
boşa çıkarmıştır." ayetiyle "İman edip yararlı işler yapanların"
ayeti arasında "mukabele" sanatı, "inkâr edenlerin"
kelimesiyle "iman edenler" kelimesi arasında tezat sanatı vardır.
"iman edenler..." den sonra "Muhammed'e indirilene iman
edenler" ayetinin gelmesi ile amm'dan (umumi mana) sonra hassın (hususi
mana ifade eden kelimenin) zikri gelmiş olmaktadır. Bu, peygambere ve ona indirilen
Kur'an'a ta'zim, onsuz imanın tamamlanmayacağını ve onun iman konusunda esas
olduğunu anlatmak içindir. Bu sebeple Allah şu sözüyle onu teyid etmiştir:
"Rableri tarafından hak olarak Muhammed'e indirilene..." (2. ayet)
"İşlerini boşa çıkarmıştır." "hallerini
düzeltmiştir." ve "insanlara misallerini açıklar." ayetlerin
son kelimelerinde de (a'mâlehüm, bâlehüm, em-sâlehüm) sec'i vardır.
[5]
"İnkâr edenlerin" Mekke halkı, Ehl-i Kitap (Yahudi ve
Hristiyanlar) ve benzeri kâfirler. Yani İslâm'a girmekten geri duranlar
"ve Allah yolundan alıkoyanların" insanları İslâm'a girmekten
alıkoyanlar. Bu, inkâr eden ve insanların İslâm'a girmesini engelleyen herkes
hakkında geçerlidir, "işlerini Allah boşa çıkarmıştır." Küfürleri
sebebiyle Allah amellerini boşa çıkarmıştır. Ahirette bu amellere karşı sevap
yoktur. Dünyada bu amellere karşılık Allah'ın bir lütfü olarak
mükâfatlanırlar. Meselâ sıla-ı rahim (akrabaları ziyaret), esirleri azad etmek
ve komşuluk haklarını korumak gibi.
"İman edip salih amel işleyenlerin" Muhacir, Ensar, Ehl-i
Kitap ve diğerleri "Rableri tarafından hak olarak" yani Kur'an
Allah'tandır, haktır, sabittir. Şek ve şüphe yoktur. "Muhammed'e
indirilene inananların" Peygamber (s.a.)'e indirilen Kur'an'a inananlar.
Umum bildiren ifadeden sonra bu şekilde bir tahsis Kur'an'a verilen önemi ve
saygıyı göstermektedir, "günahlarını Allah örtmüş" Allah o
günahları, iman ve salih amelleri dolayısıyla örtmüş "ve hallerini
düzeltmiştir."
"Bunun sebebi kâfirlerin batıla uymaları" kâfirlerin batıl
işlerin ve şeytanın peşine düşmeleri; "inananların da rablerinden gelen
hakka uymuş olmalarıdır." Müminlerin de hakka, Kur'an ve Muhammed
(s.a.)'e uymalarıdır.
"Böylece Allah insanlara kendilerinden misalleri açıklar."
İşte Allah her iki grubun; Mümin ve kâfirin durumlarını anlatır. Kâfirin ameli
boşa gider, müminin günahı bağışlanır. Birincisi hüsranın misali, ikincisi
kurtuluşun misalidir.
[6]
İbni Ebi Hatim, İbni Abbas'tan birinci ayetin "inkâr edenlerin ve
Allah yolundan alıkoyanların..." Mekke halkı hakkında; ikinci ayetin
"iman edip yararlı işler yapanların" Ensar hakkında nazil olduğunu
rivayet etmiştir.
İbni Abbas'tan gelen başka bir başka rivayette şudur: Bu birinci ayet
Bedir savaşında müşrikleri doyuranlar hakkında nazil olmuştur. Bunlar on iki
kişidir: Ebu Cehil, el-Haris b. Hişam, Rebia'nın oğulları Utbe ve Şey-be,
Halefin oğulları Ubeyy ve Umeyye, Haccac'ın oğullan Munebbih ve Nu-beyh,
Ebu'l-Bahteri b. Hişam, Zem'a b. el-Esved, Hakim b. Hizam ve el-Haris b. Amir
b. Nevfel.
[7]
"İnkâr edenlerin ve Allah yolundan alıkoyanların işlerini Allah
boşa çıkarmıştır." Allah'ın birliğini ve ayetlerini inkâr edenler, Allah'ı
bırakıp, putlara tapanlar, başkalarını Allah'ın dini İslâm'a girmekten men
edenlerin -bunlar Kureyş kâfirleridir- amellerinin sevaplarını, Allah boşa
çıkarıp, zayi etmiş olup bunlara ahirette hiçbir mükâfat vermeyecektir.
Sıla-ı rahim (akrabaları ziyaret), esirleri hürriyetine kavuşturmak,
misafirleri ağırlamak, Mescidi Haramı onarmak, su dağıtıp hacılara hizmet
etmek ve sığınmak isteyene güvence verip sığındırmak gibi güzel ahlâklar diye
niteledikleri bütün bu davranışlar küfür ve Allah yolundan alıkoymak günahları
dolayısıyla makbul değildir.
Ayetin benzeri şudur: "Onların yaptıkları her işi ele alarak zerre
zerre dağılan toza çeviririz." (Furkan, 25/23),
Kâfirlerin durumunu ve cezalarını beyan ettikten sonra, Allah Tealâ
müminlerin halini ve mükâfatlarını beyan ederek şöyle buyurdu: "İman edip
yararlı işler yapanların, Rableri tarafından hak olarak Muhammed'e indirilene
inananların günahlarını Allah örtmüş ve hallerini düzeltmiştir." Allah'ı
tasdik edip, itaat eden, emir ve yasaklarına tabi olan, Allah'ı memnun edecek
yararlı işler (salih ameller) yapan, peygamberi Muhammed (s.a.)'e indirdiği
Kur'an'ı doğrulayan ve onun hak olduğuna ve Allah'ın kelâmı bulunduğuna iman
edenlerin geçmişte işledikleri günahlarını Allah silecek, iman ve amel-i
salihleri sayesinde onların günahlarını bağışlayacak, onların dünya ve ahiret
durumlarını düzeltecek, masiyetlerden koruyacak, dünya ve ahirette onları
hayırlı amellere yöneltecek ve ahirette onları cennet nimetlerine varis
kılacaktır. Bu müjde, yararlı işler yapan müminlerden Muhacir, Ensar ve
onlardan sonra gelen bütün müminleri de kapsamaktadır.
"Rableri tarafından hak olarak Muhammed'e indirilene
inananların." ifadesi âmm (genel anlam ifade eden cümle) üzerine hass'ın
(hususi mana ifade eden cümle) atfı şeklindedir. Peygamberimiz Hz. Muhammed
(s.a.)'in peygamber olarak gönderilişinden (bi'setinden) sonra, imanın sahih
olabilmesi için, ona ve ona indirilen Kur'an'a iman etmenin şart olduğuna
delildir. "Rableri tarafından hak olarak..." cümlesi ise güzel bir
cümle-i mu'teri-ze, yani ara cümledir.
Sonra yüce Allah, kâfirlerin amellerini boşa çıkarmasının ve müminlerin
işlerini düzeltip mutlu kılmasının sebebini şöyle beyan etti: "Bunun sebebi,
inkâr edenlerin batıla uymaları, inananların da, Rablerinden gelen hakka uymuş
olmalarıdır." Hek iki grup için ifade edilen bu ceza, kâfirlerin Allah'a
şirk koşma, masiyetlere dalma ve bunu hakka tercih etmeleri gibi batıla
sapmaları; müminlerin de, tevhit, iman ve yararlı işler gibi Allah'ın,
uyulmasını emrettiği hakka tabi olmaları sebebiyledir.
"İşte böylece Allah, insanlara kendilerinden misallerini
açıklar." İşte Allah, böyle açık bir şekilde, insanlara (mümin, kâfir) iki
grubun, ibret olacak durumlarını açıklar, amellerinin hangi noktaya varacağını
ve onların ahirette ne halde olacaklarını açıklar.
[8]
1- Allah'ın birliğini inkâr
eden, kendilerini ve müminleri Allah'ın dini İslâm'a girmekten alıkoymaya
çalışan Mekke halkının cezası inkârlarında
devam ederken güzel ahlâk diye isimlendirdikleri amel ve davranışlarının
semeresinin ortadan kaldırılmasıdır. Bu durum, neticede onları helake götürür,
mutluluk yollarını kaybederler.
Ayette geçen "idlâl" dan maksat: Kâfirlerin küfür halinde
yaptığı ameli ve onun güzel neticesini bütünüyle ortadan kaldırmaktır. O kadar
ki insan o amelini ve o ameline karşılık kendisine mükâfat verecek kimseyi bulamayacaktır.
2- Şüphesiz ki mağfiret
(bağışlama) Allah'a inanan, farzlara uyup yasaklardan kaçarak, Muhammed
(s.a.)'e indirilen Kur'an'ı ve getirdiklerini, hiçbir hususta muhalefet
etmeksizin, tasdik ederek yararlı işler yapanların mükâfatıdır. Kur'an Rableri
tarafından sağlam, sabit bir gerçek olup, daha önceki kitapları ve dinleri
nesheden (hükmünü ortadan kaldıran) Allah kelâmıdır. Mağfiret ve Tekfir: Mümin
olmadan önce onların geçmiş günah ve hatalarının örtülmesi ve bağışlanmasıdır.
Hallerinin düzeltilmesi: Dünyalarına müteallik işlerinin düzene konulmasıdır.
Güzel ahlâk ve amel sahibi müminlerin günahlarının (seyyiatlannm) örtülmesidir.
Bu durum bir ayette şöyle belirtilmektedir. "Ancak tevbe ve iman edip iyi
davranışta bulunanlar başkadır; Allah onların kötülüklerini iyiliklere
çevirir." (Fur-kan, 25/70).
Bu, Kur'an'ın metodudur. Yüce Allah her ne zaman iman ve salih amelden
bahsederse hemen bunların arkasından bağışlamayı (mağfireti) ve mükâfatı (ecri)
getirmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İman edip salih amel
işleyen kimseler için mağfiret ve bol rızık vardır." (Hac, 22/50),
"İman edip iyi işler yapanların (geçmiş) kötülüklerini elbette örteriz ve
onlara, yaptıklarının daha güzeli ile karşılık veririz." (Ankebut, 29/7).
3- "Rableri tarafından
hak olarak Muhammed'e indirilene inananlar." ifadesi Hz. Muhammed'in
(s.a.) peygamber olarak gönderilişinden (bi'setin-den) sonra, imanın sahih
olması için Allah tarafından ona gönderilen Kur'an'a imanın şart olduğunu
göstermektedir. Bu, kâfir hakkında söylenen "Allahyolundan
alıkoyanlar..." ifadesine karşılıktır. Yani Muhammed'e tabi olmaktan
insanları engelleyenler demek olup, peygambere tabi olmaya teşviktir.
4- Hiç kuşkusuz Kur'an-ı Kerim
aziz ve celil olan Rab tarafından nazil olan bir gerçektir. Ayette Muhammed
(s.a.)'in getirdiği dinin asla hükmünün ortadan kalkmayacağına dair delil
vardır.
5-
Mümin, kâfir iki grubun
cezalan arasındaki fark kâfirlerin idlâli (saptırılması) ve amellerinin boşa
çıkarılması batıla tabi olmaları sebebiyledir. Bu da, Allah'tan başka bir
ilâha tabi olmaları, şeytanı izlemeleri ve şirke düşmeleri şeklindedir.
Müminlerin günahlarının bağışlanması, mutlu kılınmaları işlerinin ve
durumlarının düzeltilmesi ise inanıp hakka tabi olmaları ve Allah'ı bir kabul
etmeleri sebebiyledir.
Yani kâfirlerin saptırılması ve amellerinin boşa çıkarılması onların
batılın arkasından gitmeleri yüzünden; müminlerin hidayete erdirilmesi ise
Hakka tabi olmalarındandır. Çünkü kâfir batıla, mümin ise Hakka uyar.
6-
Şüphesiz yüce Allah daha
önce geçen beyanları gibi insanlara sürekli olarak iyilikler ve kötülükler
konusunu ve iki grubun (mümin, kâfir) durumunu beyan etmektedir. Ayet bu
beyana ve darb-ı mesel'e uygun şekilde, ibret alsınlar diye Allah insanlara
misallerini açıklamaktadır. Ayette darb-ı meselin (misal vermenin) anlamı
şudur: Allah, batıla tabi olmayı kâfirlerin ameline, Hakka tabi olmayı da
müminlerin ameline misal yapmıştır.
[9]
4- (Savaşta) inkâr edenlerle
karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihayet onları iyice vurup,
sindirince bağı sıkıca bağlayın (esir alın). Sonra da artık ya karşılıksız veya
fidye karşılığı salıverin. Harp ağırlığını kaybedip sona erinceye kadar,
kâfirlere karşı böyle davranın. Durum şu ki, Allah dileseydi, onlardan intikam
alırdı. Fakat sizi birbirinizle denemek ister. Allah yolunda öldürülenlere gelince,
Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmaz.
5, 6- Allah onları muratlarına
erdirir, durumlarını düzeltir. Ve onları, kendilerine tanıttığı cennetine sokar.
7- Ey iman edenler! Eğer siz
Allah'a (Allah'ın dinine) yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı
sabit kılar.
8- İnkâr edenlere gelince,
onların hakkı yıkımdır. Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmıştır.
9-
Bunun sebebi, Allah'ın
indirdiğini beğenmemeleridir. Allah da onların yaptıklarını boşa çıkarmıştır.
"ya karşılıksız" ile "fidye" ya da
"karşılığı" arasında tezat sanatı vardır. "Harp, ağırlığını
kaybedip sona erinceye kadar..." Burada istiare vardır. Savaşı (kıtali)
terketmek, savaş aletini bırakmaya benzetilmiştir.
"ayaklarınızı sabit kılar." (kaydırmaz) Burada "mecaz-ı
mürsel" vardır. Cüz (ayaklar) söylenerek, kül (insanın bütünü)
kastedilmiştir, yani sizi sabit kılar. Ayaklar sabit kalmanın aleti olduğu
için mana bununla ifade edildi. Tıpkı "Başınıza gelen her hangi bir
musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir." (Şura, 42/30)
ayetindeki "ellerinizle kelimesinde olduğu gibi.
[10]
Savaşta "inkâr edenlerle karşılaştığınızda" "lakitum=karşılaştığımz-da" kelimesi "likaün" masdarmdan türemiştir. Bu kelime burada harp anlamına gelmektedir, "boyunlarını" gerçekten "vururi'yani onları öldürün. Boyunlarını vurma tabiri öldürmekten mecazdır. Çünkü çoğunlukla öldürmek boyuna vurmakla olur. Bu ifade de öldürmeyi (katli), korkutmanın en kötü suretiyle tasvir etme vardır. "Nihayet onları sindirince" çoğunu öldürdüğünüzde veya onları mecalsiz hale getirdiğinizde "bağı sıkıca bağlayın." onları esir ediniz. "Sonra da" savaş sona erince "ya karşılıksız ya da fidye karşılığı salıverin." Ayette geçen "menn" kelimesi esiri, karşılıksız ve fidye-siz olarak serbest bırakmaktır, "fida" ise esiri, bir mal karşılığında veya esirlerin değişimi (mübadelesi) şeklinde serbest bırakmaktır. "Harp" edenler "ağırlığını bırakıncaya kadar" harbin sona ermesinden mecazdır. Yani harp sona erip bitinceye, ortada barış isteyenden başka kimse kalmayınca-ya kadar. Ayetteki "evzârahâ" kelimesi: silâh, at ve diğer harp alet ve malzemeleridir. "Allah dileseydi onlardan" savaşmadan da yere batırmak, suda boğmak ve zelzele gibi afetlerle "intikam alırdı. Fakat sizi birbirinizle denemek ister..." Allah, cihad etmek suretiyle müminleri kâfirlerle denemek için size savaşmayı (kıtali) emretmiştir. Böylece müminler büyük mükâfatı hak edeceklerdir. Kâfirleri de müminlerle dener ki bir kısmı küfürden vazgeçsinler. "Allah onları muratlarına erdirir." Allah, hayatta kalan müminleri sevaba yönlendirir ve onların hidayette kalmalarını devam ettirir, ya da onları dünya ve ahirette kendilerine faydalı olacak şeylere yöneltir. Allah "onların" dünya ve ahiretteki "durumlarını düzeltir." Hidayet ve durumların düzeltilmesi savaşta ölmeyenler için düşünülür.
Onları "kendilerine tanıttığı cennetine sokar." Yani Allah
Tealâ onlara cenneti tanıtacak, herkes makamını bilecek ve yaratıldığından beri
sanki oranın sakini imiş gibi oraya sokulacaktır.
"Eğer siz Allah'a O'nun dinine ve Rasulüne "yardım ederseniz
O da" düşmanlarınıza karşı "size yardım eder ayaklarınızı sabit
kılar." ve savaş esnasında kâfirlerle vuruşurken size direnç, güç ve
kuvvet verir bozguna uğratmaz.
[11]
"Allah onları muratlarına erdirir, durumlarını düzeltir."
ayetinin (5. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni İbni Hatim'in Katade'den
rivayetine göre Katade Allah'ın "Allah yolunda öldürülenlere
gelince..." ayeti hakkında şöyle demiştir: Bu ayetin, Uhud savaşında nazil
olduğu bize anlatılmıştır. O sırada Allah Rasulü (s.a.) vadide bulunuyordu,
Ashab-ı Kiram arasında da yaralanmalar ve ölümler zuhur etmişti. Müşrikler o
gün en büyük putlarını kastederek "Hubel yüceldir." diye
bağırıyorlardı. Müslümanlar ise "Allah en yücedir" diyorlardı. Bunun
üzerine müşrikler "Bizim bir de el-Uz-za'mız var, sizin Uzza'nız yok.'
dediler. Allah Rasulü (s.a.) de ashabına "Allah bizim mevlâmızdır, sizin
mevlânız yoktur, deyiniz" buyurdu.
[12]
Yüce Allah insanları iki gruba; biri batıla tabi ve hizbu'ş-şeytan (şeytanın
taraftarları) olan kâfirler grubu; diğeri hakka tabi olan ve hizbu'r-Rahman
(Rahmanın taraftarı) bulunan müminler grubuna ayırdıktan sonra bu gruplaşma
noktasında meydana gelecek savaş hükmünü zikretmiş ve müminlere, savaş
esnasında ve savaş sonrasında müşriklerle yaptıkları harbin esaslarım
öğretmiştir.
[13]
"(Savaşta) inkâr edenlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını
vurun." Yani savaşta kâfirlerle karşı karşıya geldiğiniz zamanda onları
kılıçlarla biçin ve boyunlarını vurun. Bu, müslümanlarla anlaşmaları bulunmayan
müşrik ve Ehl-i Kitap (Yahudi ve Hristiyan) kâfirleriyle, savaşın gerekçeleri
oluşup, zulüm dayanılmaz bir hale geldiğinde, cihad emridir. Artık bu, şefkat
ve barışın olmayacağı bir savaştır. Bu kâfirlere karşı harbin tabiatı neyi
gerektiriyorsa o silahı kullanmak gerekir. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmuştur: "Fitne tamamen yok edilinceye ve din (kulluk) de yalnız Allah
için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına
düşmanlık ve saldırı yoktur." (Bakara, 2/93).
Ayet esaretten sonra karşılıksız salıvermekle fidye alarak serbest bırakmak
arasında müslümanları muhayyer bırakmaktadır. Sünnette ise kâfirleri esir
aldıktan sonra maslahat için katlin caiz olduğu beyan edildiği gibi, geçmişte
hakim olan adete uygun olarak ve misli ile muamele edilerek köle yapmanın da
mubah olduğu beyan edilmiştir. Doğrusu bu ayet Bedir savaşından sonra nazil
olmuştur. Bu sebeple yüce Allah, kendilerinden fidye almak için o gün pek çok
esir elde etmelerine karşı müminlere sitem etmiştir.
Sonra yüce Allah savaşın meşru olmasındaki hikmeti şöyle diyerek beyan
etmiştir:
"Durum şu ki, Allah dileseydi onlardan intikam alırdı. Fakat sizi
birbirinizle denemek ister." İşte bu, kâfirle savaşmanın hükmüdür.
Müminler! Siz savaşmadan da, Allah, düşmanlarından intikam almaya; yere
batırma,zelzele ve suya garketme gibi dilediği azap çeşitleriyle onları helak
etmeye kadirdir. Allah ancak size onlarla harp etmeyi şunun için emretmiştir:
Sizi birbirinizle denemek, Allah yolunda cihad edenleri ve bu yolun zorluklarına
karşı sabredenleri ortaya çıkarmak, bunların mükâfatlarını artırmak ve bunların
eliyle kâfirleri cezalandırmak, azap gelmeden önce ölüm korkusunun onları
imana sevketmesi içindir. Dolayısıyla cihadın hikmeti insanları imtihan etmek,
zorluklara karşı sabırlarını denemektir: "Yoksa Allah içinizden cihad
edenleri belli etmeden sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi
sandınız?" (Ali İmran, 3/142)
Sonra da Allah Tealâ kendi yolunda cihad eden şehidlerin mükâfatını
şöyle dile getirmiştir:
1-
"Allah yolunda
öldürülenlere gelince, Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmaz." Yani
şüphesiz Allah yolunda öldürülenlerin ecrini Allah zayi etmez. Kâfirlerin amelleri
zayi olduğu gibi, Allah müminlerin amellerini boşa çıkarmayacaktır.
Ahmed b. Hanbel, Tirmizi ve İbni Mace'nin Mikdad b. Ma'di Karib
el-Kindi (r.a.)'den rivayet ettiklerine göre Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz Allah yanında şehidin altı özelliği vardır: Kanının ilk aktığı
anda günahlarının affedilmesi, cennetteki makamını görmesi, iman elbisesini
giymesi, hurilerle evlendirilmesi, kabir azabından kurtarılması ve büyük
korkudan emin olması. Şehidin başına inci ve yakutla süslü vakar tacı takılır.
Ondaki bir yakut, dünyadan da içindekilerinden de daha kıymetlidir. Şehid,
yetmiş iki huri ile evlendirilir, akrabalarından yetmiş kişi hakkında şefaatçi
kılınır."
Müslim'in Sahihinde de Abdullah b. Amr ve Ebu Katade'den rivayete göre
Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şehidin borcu hariç bütün günahları
bağışlanır."
2-
"Allah onları
muratlarına erdirecek, gönüllerini şadedecek ve onları, kendilerine tanıttığı
cennete sokacaktır." Yani yüce Allah onları, sevdiği ve razı olduğu
amelleri yapmaya muvaffak kılacak, onlara cennetin yolunu gösterecek,
ahiretteki hal ve durumlarını düzeltecek, amelleri korunup ebe-dileştirecek,
onları cennet bahçelerine koyacak, orada sevinip mutlu olacaklardır. Allah
Tealâ bu cenneti onlara bildirmiş ve yolunu göstermiş olacaktır, onlar
kılavuzsuz cennetteki evlerini ve makamlarını bulacaklardır.
Buhari'nin Sahihi 'indeki bir hadis-i şerifte şöyle denilmektedir:
"Canım kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki, cennet ehlinden biri
cennetteki menzilini, dünyadaki evinden daha iyi bilecektir."
Mücahid de şöyle demiştir: Cennet ehli cennetteki evlerini ve meskenlerini
Allah'ın kendilerine taksim ettiği şekilde hata yapmadan, sanki yaratıldıklarından
beri oranın sakinleri imiş gibi, kimseye yol sormadan bulacaktırlar.
"Allah onları hidayete iletecek ve durumlarını düzeltecektir."
ayetinde lafız ve mana açısından yukarıda geçen ayetler dikkate alındığında,
bir tekrar var, bu açık. Birincisi nimetin sebebi, ikincisi nimetin kendisidir.
İnsanlar cennette amellerine göre derece sahibi olacaklardır. Nitekim
Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Herkesin yaptıkları işlere göre dereceleri
vardır." (Enam, 6/132).
Sonra yüce Allah müminlere, dinine yardım etmek şartıyla, zafer müjdesi
verdi ve onları bu şartı gerçekleştirmeye teşvik ederek şöyle buyurdu: "Ey
iman edenler! Eğer siz Allah'a (Allah'ın dinine) yardım ederseniz O da size
yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz. "Allah'a, Kur'an'a ve İslâm'a inanan
müminler! Eğer siz Allah'ın dinine yardım ederseniz, o da düşmanlarınıza karşı
size yardım eder; savaş anında harp meydanlarında ayaklarınızı kaydırmaz;
nihayet galebe, izzet ve üstünlük sizin olur ve Allah'ın kelimesi (davası) en
yücelerde bulunur.
Bunu pekiştirmek ve müminlerin kalplerini güçlendirmek için Allah Tealâ
mücahitlerin mükâfatını beyan ettikten sonra kâfirlerin cezasını zikrederek
şöyle buyurdu:
"İnkâr edenlere gelince onların hakkı yıkımdır. Allah onların
yaptıklarını boşa çıkarmıştır." Allah'ı ve peygamberin risaletini inkâr
edenler için hüsran, rüsvaylık ve bedbahtlık vardır. Yüce Allah onların
amellerini hiçe sayarak boşa çıkarmıştır. Dolayısıyla onların bu ameller
sebebiyle hiçbir mükâfatları olmadığı gibi, ahirette de umulacak hiçbir
hayırları yoktur. "...onlara yıkım vardır..." sözü, Allah'ın dinine ve
Rasulüne yardım edenlerin ayaklarının kaydırılmamasına mukabildir.
Daha sonra da yüce Allah, bu hüsranın, amelleri boşa çıkarmanın, küfür
ve dalâlet üzerinde devam etmenin sebebini şöyle diyerek belirtti:
Bunun sebebi, Allah'ın indirdiğini beğenmemeleridir. Allah da onların
amellerini boşa çıkarmıştır. Bu helak ve amellerin boşa gitmesi onların Allah'ın
Kur'an'ında peygamberi Muhammed (s.a.)'e indirdiği emir ve yasakları
(teklifleri) beğenmemeleri yüzündendir. Onlar, Allah'ın Kur'an'ını istemezler,
sevmezler. Bu sebeple Allah da onların amellerini boşa çıkarmıştır. Amellerden
maksat, küfür halinde yaptıkları hayır amelleridir. Çünkü kâfirin yaptığı
amel, müslüman olmadan kabul edilmez.
[14]
1-
Zafer ve galebeyi gerçekleştirmek,
düşmanı kovmak ve ordusuna ezici bir hezimet vermek için savaş esnasında
öldürmenin mubah olması. Çünkü bu, harbin tabii bir neticesidir. Bazı
müfessirler, boyunları vurma ve harp esnasında pek çok kâfirin öldürülme
serbestisini putperest müşriklere ve müslümanlarla aralarında barış andlaşması
olmayan gayri müslimlere tahsis etmişlerdir. Doğrusu, ayetin umumi olmasıdır,
"...boyunlarını vurun..." ayeti umumi olduğu için tahsise delil
yoktur.
Bu ayet Enfal süresindeki şu ayetle uyuşmaktadır: "Yeryüzünde ağır
bas(ıp küfrün belini kırınjcaya kadar hiçbir peygambere, esirler sahibi olmak
yakışmaz." (Enfal, 8/67). Ancak Enfal süresindeki ayette, ağırbasıp
düşmanların beli kırıldıktan sonra ne olacağı zikredilmemiştir. Buradaki ayette
ise esirlerin geleceğinin tesbiti ve onlar hakkında devlet reisinin karar
vereceği, isterse onları hiçbir karşılık almadan veya fidye karşılığı serbest
bırakmasının izahı yapılmıştır.
Harp öncesi ve sırasında işledikleri suçlar gibi özel hallerde veya bir
maslahattan dolayı esirleri öldürmek veya köleleştirme konusu ise sünneti
nebeviyyeden (peygamberimizin tatbikatından) alınmıştır. Dolayısıyla devlet
reisi esirler hakkında dört alternatif arasında muhayyerdir: Öldürmek, köle
yapmak, karşılıksız serbest bırakmak ve fidye karşılığı hürriyetine
kavuşturmak.
Buhari'nin Ebu Hüreyre'den rivayet ettiğine göre Ebu Hüreyre şöyle
demiştir: Peygamber (s.a.) Necid tarafına bir süvari müfrezesi göndermişti. Bu
müfreze Beni Hanife (Hanife oğullan) kabilesinden Sümame b. Üsal denilen bir
kişiyi esir alıp getirdi ve onu mescidin direklerinden birine bağladı.
Rasulullah mescide çıktığında Sümame'ye: "Ya Sümame, yanında ne var
(gönlünden ne geçiriyorsun)?" buyurdu. Sümame: "Ya Muhammed, gönlümde
hayır ümidi var. Eğer sen beni öldürürsen kanlı bir caniyi öldürmüş olursun. Ve
eğer bana af nimeti ihsan edersen, nimete karşı şükreden bir kişiye ihsan etmiş
olursun. Eğer mal istersen dilediğini iste" dedi. Nihayet ertesi gün
olunca Efendimiz (s.a.) ona yine "Yanında ne var? diye sordu, o da,
yanımda sana söylediğim var dedi." Bunun üzerine Allah Rasulü (s.a.)
"Sümame'yi serbest bırakın," buyurdu.
Sümame, mescide yakın bir hurmalığa (hurma bahçesine) gitti, orada
yıkandı, sonra mescide girdi ve "eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü
enne Muhammeden abduhü ve rasulühü" diyerek kelime-i şehadet getirdi ve
"Ya Muhammed! Daha önce bana yeryüzünde senin yüzünden daha çirkin bir yüz
yoktu, ama şu anda senin yüzün bana en sevimli yüz haline geldi. Allah'a yemin
ediyorum ki, daha önce senin dininden daha nefret ettiğim bir din yoktu, ama
şimdi senin dinin bana en sevimli din haline geldi. Allah'a yemin ediyorum ki
daha önce senin beldenden daha nefret ettiğim bir belde yoktu, ama şu anda
senin belden bana beldelerin en güzeli oldu. Senin süvarilerin beni yakalayıp
getirdi. Ben Ka'be'yi ziyaret etmek istiyordum. Ne buyurursun ey Allah'ın
Rasulü!" dedi. Allah Rasulü de ona müjde verdi ve umre yapmasını emretti.
Sümame Mekke'ye gelince birisi ona: Dininden mi döndün?" dedi, o da
"Hayır, ancak ben Muhammed (s.a.)'le birlikte müs-lüman oldum." dedi.
İşte bu olay, esiri karşılıksız serbest bırakmanın caiz olduğuna dair
sünneti (peygamber tatbikatı olan) bir delildir.
Bedel karşılığı (fidye ile) esaretten kurtarmaya yine sünnetten (nebevi
tatbikattan) bir delil de şudur: İmran b. Husayn şöyle demiştir: Allah
Rasulünün (s.a.) ashabı (arkadaşları) Akil kabilesinden bir adamı esir edip
bağlamışlardı. Sakif kabilesi de peygamberin ashabından iki kişiyi esir almışlardı.
Bunun üzerine Allah Rasulü (s.a.) Sakif kabilesinin esir aldığı bu iki sahabeye
karşılık, Akil kabilesinden olan o adamı serbest bırakmıştır.
Esirin katlinin caiz olduğuna dair delile gelince el-Cassas şöyle demiştir:
Şehirlerin fakihleri esirin katlinin caiz olduğu konusunda ittifak halindedirler,
bu konuda aralarında hiçbir farklılık bilmiyoruz. Esirin katline dair Nebi
(s.a.)'den mütevatir haberler gelmiştir. Bunlardan birisi peygamberimizin
Bedir harbinde esir aldıktan sonra, Ukbe b. Ebi Muayt ve Nadr b. el-Haris'i
öldürmesidir. Uhud savaşında da Peygamberimiz (s.a.) esir edildikten sonra şair
Eba İzze'yi öldürmüştür. Sa'd b. Muaz'ın hükmüne razı olduktan sonra
Yahudilerden beni Kurayza hakkında (eli silah tutan savaşçıları hakkında)
katil hükmü verip onları katletmesi ve çocuklarını da esir etmesi bunun
örneklerindendir. Bunlar arasından Zübeyir b. Ba-ta'ya ihsanda bulunup serbest
bırakmıştır.
Hayber'in bir kısmı barış, bir kısmı da savaş yoluyla fethedilmiştir
Peygamber (s.a.), İbni ebi'l-Hukayk'a hiçbir şeyi gizlememesini şart koşmuştu.
Peygamberimiz daha sonra onun hainliğini ve bazı şeyleri gizlediğini anlayınca
onu öldürmüştür. Allah Rasulü (s.a.) Mekke'yi fethetmiş ve Hilal b. Hatal,
Mıkkyas b. Subabe, Abdullah b. Sa'd b. ebi Sarh ve diğerlerinin katlini
emretmiş ve "Ka'be örtüsüne sarılmış da bulsanız onları öldürün."
demişti. Buna mukabil Mekke halkına ihsanda bulunmuş, onları karşılıksız
serbest bırakmış ve mallarını ganimet olarak almamıştır.[15]
Harpten sonra diğer milletlerin yaptıklarına benzer bir muamele olan
esirlerin köleleştirilmesinin caiz oluşunun delili ise şudur: Peygamber (s.a.)
Havazin, beni Mustalık ve diğer Arap kabilelerinden bazılarını köle yapmıştır.[16]
Ebu Bekir (r.a.)'de Kureyş'den beni Naciye'yi esir alıp köle yapmıştı.
Sahabeler İran ve Bizans ülkelerini fethetmiş ve yakaladıklarını esir alarak
köleleştirmişlerdi.
Ancak "Nihayet onlara iyice vurup sindirince bağı sıkıca
bağlayın." ayetini, esiri öldürmenin cevazına delil getirmek doğru
değildir. Zira sözü edilen ayet, esaretten önce öldürme konusunda açık bir delildir.
Fakat düşmanı zayıf düşürdükten sonra düşman safında savaşan kişi esir
durumuna düşerse bunun hükmü esir düşmeden önceki hükmünden farklıdır. Bazı
alimler, ayetten köleleştirmenin caiz olduğunu anlamışlar, bunu da
"...bağı sıkıca bağlayınız..." ifadesinden almışlardır. Bundan sonra
iki hal söz konusudur: Ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıvermek.
İbni Abbas (r.a.) "Yeryüzünde ağır basıncaya (küfrün belini
kırıncaya) kadar, hiçbir peygambere esirleri bulunması yakışmaz." (Enfal,
8/67) ayetinin Bedir harbi ile ilgili olduğunu söylemiştir. Müslümanlar o
zaman az idiler. Sonra çoğalıp, hakimiyetleri güçlenince Allah esirler hakkında
"Savaş sona erince de ya karşılıksız veya fidye karşılığı
salıverin..." ayetini indirdi ve böylece peygamberi ve müminleri esirler
hakkında muhayyer bıraktı. Dilerlerse onları öldürürler, isterlerse köle
yaparlar veya fidye karşılığı salıverirler.[17]
Yani devlet reisi harp ve esirlerin özel durumları neyi gerektiriyorsa ona
uygun karar verir.
2- "...artık ya karşılıksız
veya fidye karşılığı salıverin..." ayeti muhkem midir, (hükmü halâ geçerli
midir,) yoksa mensuh mudur? (hükmü ortadan kaldırılmış mıdır?):
Ebu Hanife (r.a.) es-Süddî'nin görüşüyle amel ederek sözü edilen ayetin,
"...müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün..." (Tevbe, 9/5) ayetiyle mensuh
olduğunu söylemiştir. Böylece esir, mal (fidye) karşılığı salıverilemez, harp
halinde bulunulan düşmana bu esirler satılamaz. Çünkü tekrar muharip olarak
karşımıza çıkarlar. Müslüman esirlerine karşılık olarak da salıverilmezler ve
tamamen karşılıksız da bırakılmazlar. Çünkü sonunda müslümanlara karşı yine
savaşırlar. İmam Ebu Yusuf ve İmam Muham-med (r.a.) ise: Müşrik esirlerine
karşılık mümin esirlerin salıverilmesinde hiçbir beis yoktur, demişlerdir. Bu
görüş Sevri ve Evzai'nin de görüşüdür.
Cumhur (İslâm hukukçularının büyük bir çoğunluğu), "...Savaş sona erince de artık ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin..." ayetinden dolayı karşılıksız salıvermeyi, müslüman esirlere karşılık veya mal karşılığı esiri kurtarmayı caiz görmüşlerdir. Çünkü ayet, her hangi bir kayıt yapmaksızın, mutlak olarak fidye ile salıvermeyi caiz görmüştür. Peygamberimiz (s.a.) mal karşılığı Bedir esirlerini kurtarmıştır. İbni Mübarek'in İm-ran b. Husayn'dan rivayet ettiğine göre o şöyle demiştir: Sakif kabilesi Peygamber (s.a.)'in ashabından iki kişiyi esir almıştı. Peygamber (s.a.)'in ashabı da Amir b. Sa'sa'a oğullarından birini esir etmişti. Bu kişi peygamberimizin yanma getirilmiş ve "Ben, neden esir tutuluyorum?" demiş; peygamberimiz de "Dostlarının günahı yüzünden." şeklinde cevap vermiştir. Adam "Ben şüphesiz müslümanım." demiş, Efendimiz (s.a.) de "Eğer sen bunu hür iradenle söylemişsen kesinlikle kurtuluşa erdin." buyurmuştur. Sonra Allah Rasulü (s.a.) yoluna devam ederken adam tekrar peygamberimize seslenmiş peygamberimiz de ona dönmüş, adam "Ben açım, beni doyur." demiş, Efendimiz (s.a.) de "Evet bu, senin ihtiyacındır." buyurmuş; sonra Sakif kabilesinin esir ettiği o iki adama karşılık bu adamı salıvermistir. Rivayet edildiğine göre Efendimiz (s.a.), müşriklerden bir adama karşılık, müslümanlardan iki adamı esaretten kurtarmıştır.
İbnu'l-Arabi ve Kurtubi şöyle demiştir: Doğru bir araştırma şunu gösterir:
Sözü edilen ayet, savaş emri konusunda muhkemdir.[18]
(hükmü geçerlidir.) Bu, alimlerin cumhurunun (çoğunluğunun) görüşüdür. İbni
Ömer, Haseni Basri ve Ata (r.a.) bunlardandır. İmam Malik, Şafii Ahmed b.
Han-bel, Sevri, Evza'i, Ebu Ubeyd ve diğerlerinin görüşü de budur. Birbiri ile
çelişir gözüken deliller arasını uzlaştırmak mümkün olmazsa, işte o zaman nesih
(hükmü ortadan kaldırılması) görüşüne başvurulabilir. Halbuki burada savaş
ayetlerini harp haline, anlaşmayı bozma durumuna, savaşın gereklerine
hamlederek uzlaşmayı sağlamak mümkündür. İşte bu durumda, harp esnasında
Allah'ın davasını yüceltmek, İslâm'ın izzetini ortaya koymak ve müslümanların
heybetini yükseltmek için savaş esirlerini öldürmek gerekli olabilir.
İstenilen gerçekleşir, savaş sona erip, barış yerleşirse, işte o zaman
müslümanlar karşılıksız ve fidye karşılığı esirleri salıvermekte
muhayyerdirler. Esaretten sonra esirleri öldürmek ancak devlet reisinin kabul
ettiği açık bir harp menfaati (maslahatı) sebebiyle olabilir.
Said b. Cübeyr şöyle demiştir: Fidye karşılığı esirleri kurtarmak ve
esir almak ancak iyice vurup sindirip ve kılıçla öldürdükten sonra olabilir.
Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Yeryüzünde ağır basıncaya (küfrün
belini kırıncaya) kadar, hiçbir peygambere esirleri bulunması yakışmaz."
(Enfal, 8/67). Dolayısıyla bundan sonra düşman esir edilirse, artık devlet
reisi ister öldürür, ister serbest bırakır, bu durum onun görüşüne bırakılmıştır.[19]
Bu, cumhurun Malikiler, Şafiiler ve Hanbeliler'in görüşüdür.
Kısacası: İslâm hukukçuları (fukaha) "Savaş sona erince de artık
ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin." ayetinden anlaşılan
tahsisin gereğine sarılmamışlar ve esaretten sonra, savaşanların durumunun bu
iki hususa bağlı olmadığını, bilakis öldürmenin, esir etmenin, karşılıksız
veya fidye karşılığı salıvermenin caiz olduğunu söylemişlerdir. Zira ayette
zikredilen, bir yol gösterme (irşad) şeklindedir. Kaldı ki, "(savaşta)
inkâr edenlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun..." ayetinde
öldürme zikredilmiştir.
3-
Cihad, sabredip, dürüstlük
gösterenlerin ve Allah yolunda canını feda ederek cihad edenlerin bilinip
ortaya çıkması için bir imtihan ve deneme yoludur. Gerçi Allah, her hangi bir
kimseden yardım istemekten münezzeh olup düşmanlarını, savaş dışında çeşitli
yollarla cezalandırıp helak etmeye, onlara meleklerini veya en zayıf yaratığını
musallat etmeye kadirdir. Ama yüce Allah, kendi yolunda müminler hakkıyla
cihad ediyorlar mı, etmiyorlar mı diye, kâfirler vasıtasıyla onları denemekte;
kâfirleri de, hakka boyun eğiyorlar mı, eğmiyorlar mı diye müminler vasıtasıyla
imtihan etmektedir. Bu durumda Allah'ın huzurunda hiç kimsenin elinde bahane
gösterecek bir delili olmayacaktır. Çeşitli defalar geçtiği gibi Allah'ın imtihan
etmesinin anlamı şudur: Allah onlara, imtihan edicinin imtihan edilene yaptığı
muameleyi yapmasıdır, ya da meleklere, insanlara ve cinlere durum belli olsun
diye Allah insanları imtihan etmektedir.
4- Allah yolunda öldürülüp,
şehid olanların amelleri zayi olmayacaktır. Rableri onları, dünya ve ahiret
mutluluğunu idrak etmeye ve mükâfat elde etmeye sevk edecek, onları hidayet
üzerinde sabit kılacak, kabirlerinden kalktıktan sonra, aramadan, şaşırmadan
ve duraksamadan cennetin yolunu onlara gösterecek, onların ahiretteki hallerini
ve geçimlerini düzeltecek, onlara apaçık tarif ettiği, onların da yol
gösterici olmadan onları tanıdıkları cennetlerine koyacaktır.
5- Savaşlarda müminlerin
muzaffer olması, Allah'ın dinine yardım etmeleri, kurallarını tatbik ederek
emirlerine sarılıp yasaklarından kaçınma şartına bağlıdır. Bu sebeple yüce
Allah bu manayı birçok ayette şöyle diyerek tekrarlamıştır: Eğer siz, Allah'ın
dinine yardım ederseniz, Allah da kâfirlere karşı size yardım eder;
kalplerinizi güven, zafer ve savaş meydanlarındaki yardımı ile sabit kılar.
6- Kâfirlerin cezası şüphesiz
zor, meşakkatli ve karanlık olacaktır. Hüsran, rezillik ve hezimet dünyada
onlarındır. Allah'ın indirdiği kitaplarını ve nizamlarını benimsemedikleri
için ahirette amelleri boşa gidecektir. Çünkü dünyada yaptıkları işler şeytana
itaat uğrunda olmuştur. Kaldı ki, onların Mescid- Haram'ı ve kutsal değeri olan
yerleri onarmaları, misafire ikram etmeleri ve çeşit çeşit iyilikler
yapmalarını Allah boşa çıkaracaktır. Çünkü Allah sadece müminin amelini kabul
eder.
İşte böylece kâfirlerin ölüleriyle, müslümanlarm ölüleri arasındaki
fark apaçık ortaya çıkmıştır: Şöyle ki kâfirlerin ölüleri hakkında yüce Allah
şöyle buyururken: "Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmıştır." müminlerin
ölüleri hakkında "Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmaz." buyurmuştur.
[20]
10- Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğunu
görmezler mi? Allah onların kökünü kazıdı. Kâfirlere de o kötü sonucun benzerleri vardır.
11- Bu, Allah'ın inananların yardım-cısısı olmasından dolayıdır.
Kâfirlere gelince, onların yardımcıları yoktur.
12- Muhakkak ki Allah, inanıp iyi işler yapanları, altlarından ırmaklar
akan cennetlere koyar; inkâr edenler ise (dünyadan) faydalanırlar, hayvanların
yediği gibi yerler. Onların yeri ateştir.
13- Senin şehrinden -ki ora halkı seni çıkardı- daha kuvvetli nice
şehirleri yok ettik; onlara bir yardım eden de çıkmadı.
14- Rabbinden apaçık bir delil üzerinde bulunan kimse, kötü işi kendisine
güzel görünen ve heveslerine uyan kimse gibi olur mu?
"Kâfirlere de o kötü sonucun benzerleri vardır." ayetinde
zamir yerine zahir isim konmuş, yani "Onlara da bu kötü sonucun benzerleri
vardır." denilmemiştir.
"...seni çıkaran şehir..." ifadesinde de mecaz-ı mürsel vardır.
Mahal zikredilip, oranın halkı kastedilmiştir, "nice şehir..."
terkibinde de aynı edebî sanat vardır.
[21]
"Allah onların kökünü kazıdı." Allah onların kendilerini,
evlâtlarını ve mallarını helak etmiştir. Bu terkib "Allah onları helak
etti" ifadesinden daha beliğdir. Zira bu mutlak helak edilişi gösterir.
Halbuki birinci terkib insan oğlunun yakını bulunan canı, malı, evlâdı ve
diğerlerinin helak edilişini anlatır.
"Bu, Allah 'in inanların yardımcısı olmasından dolayıdır. Kâfirlere
gelince onların yardımcıları yoktur." Yani, Allah'ın müminlere yardımı ve
kâfirleri hezimete uğratışı, Onun müminlerin dostu ve düşmanlarına karşı
yardımcısı olması ve kâfirlerin asla kendilerine yardım edecek ve onları
azaptan koruyacak bir dostlarının bulunmaması sebebi iledir. Ayette geçen
"Mevla" kelimesi "Malik," yani sahip manasına da gelir.
Nitekim bir ayette şöyle buyurulmuştur: "...Artık onlar gerçek sahipleri
olan Allah'a döndürülmüşlerdir." (Yunus, 10/30). Yani işlerinin maliki ve
hakiki mutasarrıfına...
"O kâfirler, hayvanların yediği gibi yerler." Yani
midelerinden ve tenasül uzuvlarından başka hiçbir düşünceleri yoktur. Akıbeti
düşünmezler, ahirete dönüp bakmazlar.
"...kötü işi" şirk ve ma'siyetleri "kendisine güzel
görünen ve" putlara tapınmakta "heva heveslerine uyan kimse gibi olur
mu? " Bu konuda kendilerinin lehine bir delilin bulunması bir yana, delil
şüphesi bile yoktur.
[22]
"Bu, Allah'ın inanların yardımcısı olmasından dolayıdır. Kâfirlere
gelince, onların yardımcıları yoktur." ayetinin nüzul sebebi ile ilgili
olarak Katade şöyle demiştir. Bu ayet, Uhud savaşında, Peygamber (s.a.)
"Şe'b" denilen yerde iken nazil olmuştur. Müşrikler müminlere şöyle
bağırmışlardı: Harp nöbetledir. Bedir'de siz üstündünüz. Bugün ise izzet
bizimdir, siz perişansınız, izzetiniz kalmamıştır. Bunun üzerine Peygamberimiz
(s.a.) ashabına şöyle demiştir: "Allah bizim dostumuzdur. Sizin asla
dostunuz yoktur, deyiniz." Bu daha önce geçmiştir.
"Senin şehrinden -ki ora halkı seni çıkardı- daha kuvvetli nice
şehirleri yok ettik; onlara bir yardım eden de çıkmadı." ayetinin nüzul
sebebi ile ilgili olarak Ebu Yala ve İbni Ebi Hatim'in İbni Abbas'tan rivayet
ettiklerine göre o şöyle demiştir: Allah Rasulü (s.a.) Muğara tarafına doğru
çıkınca Mekke'ye baktı ve şöyle dedi: "(Ey Mekke!) Sen, bana Allah'ın en
sevimli beldesisin. Eğer halkın beni senden çıkarmasaydı, ben senden ayrılmazdım."
Bunun üzerine Allah Tealâ yukarıda mealini verdiğimiz ayeti indirdi. Bunu,
Sa'lebi de, Katade ve İbni Abbas'dan rivayet etmiştir. Bu, sahih bir hadistir.
[23]
Allah Tealâ kâfirlerin ve müminlerin akıbetlerini apaçık belirttikten,
yani birincileri kınayarak suçlayıp, ikincileri imanın gerekliliğine dikkat
çekmek için övdükten sonra geçmiş milletlerin eserlerine bakmaya, ibret
ve nasihat için müminlerin ve kâfirlerin hallerini düşünmeye Allah'ın, müminlere
yardım ettiğini, kâfirleri ise yardımından mahrum bıraktığını anlamaya, iman
ehline ve güzel işler yapanlara hakkı apaçık ortaya koymaları sebebiyle
ikramda bulunduğunu, kâfirleri ise putlara tapma bakımından heva heveslerine
tabi olmaları yüzünden cehennemle cezalandıracağını idrak etmeye teşvik
etmiştir.
[24]
"Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl
olduğunu görmezler mi? Allah onların kökünü kazıdı. Kâfirlere de o kötü sonucun
benzerleri vardır." Yani Allah'a şirk koşan, peygamberini yalanlayan bu
insanlar, ibret almak için, Ad, Semud, Lût kavminin ve diğerlerinin yurtlarında
gezip geçmiş milletlerin akıbetlerinin nice olduğunu, daha önceki kâfirlerin
vardıkları sonu görmediler mi? Çünkü yalanlamaları ve inkârları sebebiyle
ülkelerindeki azap izleri halâ bulunmaktadır. Şüphesiz ki Allah, onların
ülkelerini başlarına yıkmış, onları helak edip aile, çocuk ve mallarından zikre
değer hiçbir şey bırakmamıştır. Aralarındaki müminleri ise kurtarmıştır.
Bu yalanlayıcı kâfirler ve tüm inançsız milletler için daha önceki kâfirlerin
akıbetlerinin benzerleri vardır. Kureyş kâfirleri dünyada, Bedir Savaşında ve
Mekke'nin fethinde hiç de sevmedikleri bir bozguna uğratılarak
cezalandırılmıştır. Ahirette ise cehennem ateşinde çok şiddetli azap onlar
içindir.
Bu cezanın sebebini de yüce Allah şöyle belirtmiştir:
"Bu Allah'ın, inananların yardımcısı olmasından dolayıdır. Kâfirlere
gelince onların yardımcıları yoktur." Yani Allah'ın, kâfirleri mahvedip,
köklerini kazıması, müminlerin ise kurtuluşu, Onun, mümin kullarına ve
Rasulüne itaat edenlere yardımcı olması dolayısı iledir. Allah'ı inkâr edip,
peygamberini tekzip edenlerin ise kendilerinden azabı savacak hiçbir yardımcıları
yoktur. Bu sebeple başlarına azap gelmişttir.
Allah Tealâ inanan ve inanmayanların dünyadaki halini takiben,
ahi-retteki durumlarını şöyle beyan etmiştir:
1-
"Muhakkak ki Allah,
inanıp iyi işler yapanları, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar."
Allah, kıyamet gününde kendisine inanıp tasdik edenleri, güzel güzel işler
yapanları, farzları yerine getirip günahlardan kaçınanları yüceltmek için,
köşklerinin altlarından nehirler akan cennetlere koyarak mükâfatlandıracaktır.
2-
"İnkâr edenler ise
(dünyadan) faydalanırlar, hayvanların yediği gibi yerler. Onların yeri
ateştir." Allah'ın varlığını ve birliğini inkâr edenler, peygamberini
yalanlayanlar dünya nimetinden yararlanırlar, hayvanlar gibi yerler, mideleri
ve tenasül uzuvlarından başka hiçbir düşünceleri yoktur, akıbetten gafildirler.
Bu sebeple Ahmed b. Hanbel, Buhari, Müslim, Tirmi-zi ve İbni Mace'nin Abdullah
b. Ömer'den rivayet ettikleri sahih bir hadiste şöyle denilmektedir.
"Mümin, bir mide ile yer, kâfir ise yedi mide ile." Ceza gününde
cehennem ateşi onların kalacağı mesken ve menzilleridir.
Kısacası Allah, ahiret aleminde mümini cennete, kâfiri ise cehenneme
koyacaktır.
Sonra Allah Tealâ Mekke müşriklerini aşağıdaki şu sözüyle tehdit etmiştir:
"Senin şehrinden ki ora (halkı) seni çıkardı daha kuvvetli nice şehirleri
yok ettik; onlara bir yardım eden de çıkmadı." Seni Mekke'den çıkaran
Mekke halkından daha güçlü kuvvetli olan nice şehir halklarını ve geçmiş
milletleri biz helak ettik. Onlar, kendilerinden azabı giderecek bir yardımcı
ve dost bulamadılar. Onlardan daha zayıf olan Kureyş'i helak etmemiz ise çok
daha kolaydır.
Bu, Hatemu'l-enbiya (peygamberlerin sonuncusu) olan efendimiz Allah
Rusulü'nü (s.a.) yalanlamaları sebebi ile Mekke halkına yönelik şiddetli bir
tehdittir. Yüce Allah peygamberleri yalanlayan azılı milletleri böylece helak
edince, aynı helaki onlara benzeyenlere de yapar. Rahmet peygamberi Hz.
Muhammed Mustafa (s.a.) sebebiyle, dünyada köklerini kazıyacak azap gerçekleştirilmeyecek
olsa da, ahirette mutlaka onlar azaba duçar olacaklardır.
Daha sonra yüce Allah, mümin ve kâfir gruplarının
cezalandırılmala-rındaki farklılığın sebebini açıklamış ve inkâr üslûbu ile
şöyle buyurmuştur:
"Rabbinden apaçık bir delil üzerinde bulunan kimse, kötü işi
kendisine güzel görünen ve heveslerine uyan kimse gibi olur mu?" Basiret
üzere bulunan, dininin esaslarına kesin şekilde inanan ve Allah'ın birliğini
kabul edecek tarzda güzel bir fıtrat (fıtrât-ı selime) üzere yaratılan bir kimse,
kötü ameli kendisine süslü gösterilen ve onu güzel zanneden kimse gibi midir?
Halbuki bu kişi putlara tapmakta, Allah'a şirk koşmakta, günahlar işlemektedir.
Bunlar, putlara tapınmakta heva heveslerine uymuşlar, sağlam delil bir yana en
ufak şüpheyi gerektirecek bir sebep olmaksızın, çeşitli sapıklıkların içine
dalmışlardır. Netice olarak: Bu iki grup eşit olamazlar.
Yukardaki ayetin benzerleri yüce Allah'ın şu sözleridir:
"Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu bilen kimse, (inkâr eden)
kör kimse gibi olur mu? (Fakat bunu) ancak akıl sahipleri anlar." (Ra'd,
13/19). "Cehennem ehliyle cennet ahli bir olmaz. Cennet ehli, isteklerine
erişenlerdir." (Haşr, 59/20).
[25]
1- Yüce Allah insanları,
eskilerin durumlarıyla tehdit etmiştir. Kureyş kâfirlerini ve tüm insanları,
peygamberleri yalanlayan kâfirlerin akibetle-rini düşünmeye çağırmıştır. Onları
helak edip köklerini kazıdığını ve her asır ve her nesilde kâfirler için bu
helak edişin emsalleri olduğunu belirtti. Ayrıca iman etmedikleri takdirde
geçiş ümmetlerin yalanlamalarının neticelerinin benzerinin onlar için de
olacağını açıkça ifade etti.
2- Bu helak ediş ve zillet,
Allah'ın, müminlerin yardımcısı olması sebebiyledir. Allah'ı bırakıp da,
faydası ve zararı olmayan birtakım putları ilâh edinen kâfirlere gelince,
onlardan azabı bertaraf edecek hiçbir yardımcı yoktur.
3-
Bu iki grubun cezası
farklıdır: Allah Tealâ yararlı işler yapan müminleri altlarından nehirler akan
cennetlere koyacaktır. Kâfirler ise dünyada hayvanlar gibi yiyip
içmektedirler, onların mideleri ve şehvetlerinden başka hiçbir düşünceleri
yoktur, gelecekten gafildirler. Ahirette cehennem ateşi onların
ayrılamayacakları makam ve barınakları olacaktır.
Razi şöyle demiştir: Cenneti tasvir ederken Allah Tealâ çoğu kez nehirleri zikretmekle yetinir. Çünkü nehirlerin peşinden ağaçlar, ağaçların peşinden meyveler gelir. Su, dünyada hayatın sebebi, ateş ise yok etme sebebidir. Mümin suya bakar ve ondan yararlanır; kâfir ise ateş içerisinde bocalayıp durur ve onunla azap görür.[26]
4- Allah Tealâ Mekke halkını
özellikle bir başka tehdit ile ikaz etmiştir. Yüce Allah "Yeryüzünde
dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğunu görmezler mi?"
sözü ile daha önce verilen misallerden yeterince ibret almayanlara bir başka
misal daha zikretmiştir ki o da şudur: Mekke halkından daha güçlü olan geçmiş
nice kavimleri Allah Tealâ helak etmiştir. Onları kurtaracak hiçbir yardımcı da
bulunmamıştır.
5-
Dünyada aklen, ahirette de vakıa ve adalet
gereği olarak kesin iman üzerinde bulunan müminlerle (ki, bunlar Muhammed
(s.a.) ve ümmetidir) putperestlerin eşit olması mümkün değildir. Ebu Cehil ve
benzeri kâ-firlerlere şeytanlar çirkin amellerini güzel göstermiş onlar da
nefislerinin arzularına tabi olmuşlardır. Birinciler kurtulacak, ikinciler ise
helak olacaklardır.
[27]
15- Muttakilere vaadolunan cennen durumu şöyledir: İçinde bozulmayan
sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere ıezzet veren şaraptan
ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar
vardır. Orada meyvelerin her çeşidi onlarmdır. Rablerinden de bağışlama vardır.
hiç bu, ateşte ebedi kalan ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su
içirilen kimselerin durumu gibi olur mu?
Bu ayette "nehirler" kelimesinin tekrarı ile bir edebî sanat
olan itnab vardır. Cennet nimetlerine teşvik için nehirler kelimesi
tekrarlanmıştır.
[28]
"Cennetin durumu..." Bu terkibin başında soru edatı
kaldırılmıştır. Çünkü önceki ayette bunu görmekteyiz. "Rabbinden apaçık
bir delil üzerinde bulunan kimse, kötü işi kendine gösterilen ve heveslerine
uyan kimse gibi olur mu?" Bu istifhama göre cümlenin takdiri şöyledir:
Cennet ve cennetliklerin durumu, cehennemde ebedi kalacak kimsenin durumu gibi
midir?
Ayet isbat (olumlu şekilde kurulmuş) bir cümledir. Ancak istifham-ı
inkâri ile olumsuzluk anlamı taşımaktadır. Yani cennet ve cennetliklerin
durumu, cehennemde ebedi kalacakların durumu gibi değildir.
"...bozulmayan s w... "manasının ifadesi "âsin" uzun
süre beklediği için tadı ve kokusu değişen demektir. Bu kelime "âsin"
şeklinde (medd ile) okunduğu gibi, "esin" şeklinde (kasr ile de)
okunmuştur. Yani cennet suyunun tadı ve kokusu değişmez. Halbuki dünya suyu
böyle değildir. O, herhangi bir sebeple değişebilir, "tadı değişmeyen
sütten ırmaklar" dünyadaki süt böyle değildir. O, memeden çıktığı için
değişebilir, "içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar" içenlere
sadece zevk veren şarap. Bu cennet şarabının içilmesi sırasında ne aklî bir
dengesizlik, ne sarhoşluk ve ne de baş ağrısı olmaktadır. Halbuki dünya şarabı
böyle değildir, "ve süzme baldan ırmaklar vardır." Mum, toz ve
arının artıklarından içerisinde hiçbir şey bulunmayan tertemiz süzülmüş bal.
Fakat dünya balı böyle değildir. O, arıların
karınlarından çıkar ve ona mum ve diğer şeyler karışır. "Orada
meyvelerin her çeşidi onlarındır." Yani cennette onlara çeşitli meyveler
vardır.
"Rablerinden bağışlama da vardır." Allah adı geçen nimetleri
onlara ihsan ederek onlardan razı olacaktır.
[29]
Yüce Allah, doğruyu bulma ve sapıklığa düşme noktasında müminlerle
kâfirler arasındaki farkı ortaya koyduktan sonra, ceza ve ahiretteki varılacak
yer hususunda da her iki grubun aralarındaki farklılığı beyan etmiş, müminler
için çenetteki çeşitli nimetleri, kâfirler için cehennemde ebedî kalışı ve
bağırsakları parça parça eden son derece kaynar suyu içeceklerini
zikretmiştir. Bu ayet, yüce Allah'ın daha önce söylediği "Muhakkak ki
Allah, inanıp iyi işler yapanları, altlarından ırmaklar akan cennetlere
koyar." (12. ayet) sözüne bağlıdır. Orada müminlere verilecek olan mükâfatlar
beyan edilmişti. Burada ise muttakiler (Allah'tan gereği gibi sakınanlar) için
hazırlanmış olan bu cennetlerin tasviri vardır.
[30]
Yüce Allah bu ayette mümin ve kâfirlerden her birine iki çeşit cezadan
(karşılıktan) bahsetmiştir: maddî ve manevî ceza. Müminlerin iki tür cezaları
içecek ve yiyecek ile günahlarının bağışlanması ve rıza-i ilâhîdir. Kâfirlerin
iki çeşit cezalarına gelince; son derece kaynar su ve cehennemde ebedî kalmak.
Allah önceki ayette, ileriyi gören ve inandığı konularda delili bulunan
kimseyi (mümini) heva hevesine tabi olan insandan önce zikredince bu ayette de
aynı sırayı gözeterek ahirette müminin durumunu kâfirin durumunun önüne
almıştır.
Ayetin manası şöyledir: Emirlerine itaat edip, yasaklarından kaçınarak
Allah'ın azabından kendilerini koruyan muttaki kullarına Allah'ın va-adettiği
cennetin o hayret verici tasviri duyduğunuz şekildedir.
Sonra Allah cennet ehlinin içeceklerini zikretmeye başlamıştır:
O cennette, uzun süre beklediği için rengi, kokusu ve tadı değişmeyen
sudan meydana gelen nehirler vardır. Hatta bu, yerden fışkıran tertemiz tatlı
bir sudur. Onda çer çöp, bitki artıkları yoktur. Ondan içen ebediyyen susuzluk çekmez.
Cenabı Allah cennet nimetlerine önce suyu zikrederek başladı. Çünkü su insanlar
için diğer içeceklerden çok daha faydalıdır. İbni Ebi Hatim'in İbni Mesud'dan
(r.a.) rivayet ettiğine göre o şöyle demiştir: "Cennet ırmakları, misk
denilen bir dağdan fışkırır."
O cennette ekşimeyen sütten ırmaklar vardır. Halbuki dünya sütleri
bozulur, ekşir. Merfu bir hadiste şöyle denilmiştir: "Cennetteki süt,
deve, sığır ve koyunların memelerinden çıkmamıştır." Cennet içecekleri
arasında ikinci olarak yüce Allah sütü zikretmiştir. Çünkü süt bütün insanlar
için zaruridir. O tam bir gıda ve lezzetle yenilecek bir yiyecektir.
Cennette, tadı leziz, içimi güzel şaraptan ırmaklar vardır. Dünya şarabı
gibi tadı ve kokusu çirkin ve acı da değildir. Bilakis görünümü, tadı ve kokusu
güzeldir: "O cennet şarabında ne sersemletme vardır ne de onunla sarhoş
olurlar."(Saffat, 37/47). "Bu şaraptan ne başlara ağrıtılır, ne da
akılları giderilir." (Vakıa, 56/19). Yani bu cennet şarabında hiçbir zarar
olmadığı gibi, aklı giderecek sarhoşluk verici hiçbir madde de yoktur. Onu
içenin başı ağrımadığı gibi aklı da zayi olmaz. O, içenler için lezzetli bir
içecektir. "Berraktır, içenlere lezzet verir." (Saffat, 37/46).
Merfu bir hadis-i şerifte şöyle denilmiştir: "Bu cennet şarabını
insanlar ayaklarıyla sıkmamışlardır.' Cennet şarabı da üçüncü sırada zikredilmiştir.
Çünkü bu zaruri değildir. Onda zevk neşesi vardır. Onun tadı leziz, içimi
güzeldir. İçenler ondan tiksinmez. Yemek yenilip, suya tam kanıldıktan sonra o
cennet şarabı zevk için içilir.
Cennette rengi, tadı ve kokusu son derece güzel süzülmüş baldan ırmaklar
vardır. O bala, mum, tortu, ve çer çöpden hiçbir şey karışmamıştır. Merfu bir
hadiste şöyle gelmiştir: "Bu bal, arıların karınlarından çıkmamıştır."
Zaruri olmadığı için bal dördüncü sırada zikredilmiştir. Bala çeşitli tatları
ve arzulanan zevk duygularını kendisinde birleştirmiştir. Şüphesiz yiyeceklerin
en lezizleri tatlılardır. Bal ise bunların en zirve noktasında bulunur. Balda
insan bedeni için çok faydalar vardır. "Onda insanlar için şifa
vardır." (Nahl, 16/69). Dünyada içecek ve yiyeceklerden sonra balda şifa
vardır; ahirette ise hayır vardır.
Yüce Allah ayet-i kerimede bu dört cins ırmağı zikretmiştir. Çünkü
bunlar: Zarureti (suyu), ihtiyacı (sütü), zevki (sarhoşluk vermeyen şarabı) ve
faydalı ilacı (balı) bir araya getirmiştir.
İmam Ahmed b. Hanbel, Tirmizi ve Beyhaki'nin, Muaviye b. Hay-de'den
rivayet ettiklerine göre o şöyle demiştir: Allah Rasulünü şöyle derken duydum:
"Cennette süt denizi, su denizi, bal denizi ve şarap denizi vardır. Sonra
ırmaklar bu denizlerden meydana gelirler."
Sonra Allah Tealâ zevk ve lezzet verici yiyeceği zikretmiştir. Bu da olgun
meyvelerdir. Çenette Allah'ın emir ve yasaklarına riayet eden muttaki kullarına
çeşitli, şahane renkleri bulunan, güzel kokulu ve tatları hoş meyveler vardır.
"Orada güven içinde (canlarının çektiği) her meyveyi isterler."
(Duhan, 44/55), "İkisinde de her türlü meyveden çift çift vardır."
(Rahman, 55/52). Cennette yemek, ihtiyaç için değil de, lezzet için olduğundan
Allah burada meyveleri zikretti; et ve ekmek vs.iyi zikretmedi.
Yüce Allah yiyecek ve içecekten maddi mükâfatı belirttikten sonra,
manevi mükâfatı zikretti. Bu manevi mükâfat da bütün bu maddi mükâfat yanında
cennet ehlinin Allah'ın mağfiretini ve rızasını elde etmeleri; Allah'ın lütfü,
keremi ve rahmeti olarak, hatalarının ve günahlarının üzerinin örtülmesidir.
Günahlarının bağışlanması (mağfiret) cennete girmeden evvel olacaktır. Ayet-i
kerimedeki "mağfireten" kelimesi "lehum" üzerine atfedilmiştir.
Buna göre mana şöyledir: O muttakiler için cennette meyveler vardır ve cennete
girmeden önce günahlarının affı da vardır.
Daha sonra da Allah Tealâ muttakilere vaadettiği cennet nimetleriyle,
kâfirleri tehdit ettiği cehennemi mukayese etmiş ve şu açıklamayı getirmiştir:
Cennetteki makamlarını zikrettiğimiz ve içerisinde bulundukları nimet ve
ebedîliği açıkladığımız bu insanlar (müminler), cehennemde ebedî olarak kalacak
insan gibi midir? Cennet derecelerinde (tabakalarında) olanların eşit
olamayacağı noktasında her hangi bir şüphe yoktur. İçinde meyvelere ve çeşitli
ırmaklar bulunan cennet ehli, içinde kaynar su bulunan cehennem ehli gibi
değildir. Onlar elem verici azap içerisindedir.
Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: "Onların yeri ateştir."
(Muhammed,47/12).
Ebedîlik cennet ehli ile cehennem ehli arasında müşterek bir özelliktir.
Ancak ikisi arasında fark vardır. Müminler sürekli nimet içerisinde
ebedîdirler, kâfirler ise elem verici azap içerisinde ebedîdirler.
Cehennem ehlinin şarabına gelince; o, dayanılamayacak derecede kaynar
bir sudur. Cehennemliklere işte bu su içirilecektir. Onlar bunu içmeye mecbur
edilecektir. Bu su da bağırsakları ve iç organları parça parça edecek derecede
sıcak olduğundan karında ne varsa eritecektir. Şimdi bunların şarabı, yukarıda
zikri geçen cennet ehlinin şarabı gibi olur mu?
[31]
Yüce Allah, mutteki müminlerle, zalim kâfirlerin iki tür cezasını karşılaştırmıştır.
Bu karşılaştırma düşünmeyi gerektiren ve teşvik edilenle sakındırılan
arasındaki büyük farkın boyutunu göstermektedir.
Muttakilerin şarabı dört ırmaktan meydana gelmektedir: Su, süt, sarhoşluk
vermeyen lezzetli şarap ve bal. Yiyecekleri de çeşit çeşit meyvelerdir.
Cehennemliklerin şarabı ise, son derece sıcak ve kaynar sudur. Bağırsakları
parça parça eder. Cehennemliklere yaklaştığında yüzlerini yakar, başlarının
derisi dökülür. İçtikleri zaman da bağırsaklarını parça parça eder. O, sadece
sıcak su değildir. Çünkü sadece sıcaklık bağırsakları parçalamaz. O bağırsakları
ve iç organları parça parça eden özel bir kaynar sudur.
Bütün bunlarla beraber cennet ehlinin günahları Rableri tarafından
bağışlanacak ve Allah, onlardan razı olacaktır. Cehennem ehli ise ilâhî gazap
ve öfkeye maruz kalacaklardır. Ahirette gerek cennetlikler ve gerekse
cehennemlikler ebedîlik içerisindedirler. Cennet ehli cennette, cennet nimetleri
içerisinde ebedî kalacaklar, cehennem ehli ise cehennemde ebedî kalacaklardır.
Sürekli, alevli cehennem sıcağında yanacaklardır.
İbni Keysan şöyle demiştir: İçinde meyveler ve ırmaklar bulunan bu
cennet, içinde kaynar su ve zakkum bulunan cehenneme benzer. Bunlar, devamlılık
bakımından aynıdır. Yoksa cennetlikler cehennemlikler gibi olur mu? Ferra da
şöyle demiştir: Cennet nimeti içerisinde ebedî kalanlar, cehennemde ebedî
kalanla bir midir?
Allah bizi cennetliklerden eylesin! Cehennem ateşinden korusun!
[32]
16- Onların arasında seni dinleyenler vardır. Fakat senin yanından çıkınca,
kendilerine bilgi verilmiş olanlara: Az önce ne demişti? diye sorarlar. Bunlar,
Allah'ın kalplerini mühürlediği, heva ve heveslerine uyan kimselerdir.
17- Doğruyu bulanlara gelince,
Allah onların hidayetlerini artırır ve sakınmalarını sağlar.
18- Onlar kıyamet gününün ansızın gelip çatmasını mı bekliyorlar?
Şüphesiz onun alâmetleri belirmiştir. Kendilerine gelip çatınca ibret almaları
neye yarar?
19- Bil ki, Allah'tan başka ilâh yoktur. Hem kendinin hem de mümin
erkeklerin ve mümin kadınların günahlarının bağışlanmasını dile! Allah, gezip
dolaştığınız yeri de duracağınız yeri de bilir.
Ayet sonlarındaki "ehvâehüm", "tekvâhüm" ve
"zikrâhüm" kelimelerinde edebî sanatlardan, seci vardır. Bu,
dinleyenlerin kulağına hoş gelecek güzel bir ahenk verir.
[33]
"Onların arasında seni dinleleyenler vardır." O kâfirler
arasında seni dinleyen münafıklar grubu vardır. "Fakat senin yanından
çıktıklarında" Cuma hutbelerinde ve değişik vesilelerle peygamberi
dinleyen münafıklar peygamberimizin yanından ayrılınca, "kendilerine bilgi
verilmiş olanlara, sorarlar." İbni Mesud ve İbni Abbas gibi, sahabenin
alimlerine alaylı bir tarzda şöyle dediler: " Biraz önce ne demişti?
" Az önce o peygamber ne söyledi. "Bunlar Allah'ın kalplerini"
küfürleri sebebiyle "mühürlediği " münafıklıklar "heva ve
heveslerine uyan kimselerdir."
"Allah... onların sakınmalarını sağlar." Allah onlara
Rablerinden sakınacakları şeyleri beyan etmiş ve ateşten korunacakları
hususları ilham etmiştir.
"Onlar kıyametin ansızın gelip çatmasını mı bekliyorlar?"
Onlar, O Mekkeliler kıyametin ansızın gelmesinden başka bir şeyi beklemezler.
"Kıyametin alâmetleri belirmiştir." Peygamberimizin gönderilişi,
ayın ikiye ayrılması (inşikak-ı kamer) ve duhan'ın (duman) ortaya çıkışı kıyametin
alâ-metlerindendir. "Kendilerine gelip çatınca ibret almaları neye
yarar." Kıyamet geldiği zamanda onu hatırlamanın onlara ne faydası
olacaktır? O zamanda hatırlamanın onlara hiçbir faydası olmayacaktır.
"Bil ki Allah'tan başka ilâh yoktur. Hem kendinin hem de mümin erkeklerin
ve mümin kadınların günahlarının bağışlanmasını dile!" Yani sen ya
Muhammedi Müminlerin mutluluğunu, kâfirlerin bedbahtlığını görüp öğrenince,
vahdaniyyet (Allah'ın birliği) üzerinde nefsini kemale erdirerek durumunu
düzelt ve kıyamet gününde faydalı olacak hususları elde etmede sebat edip
azimli ol. Günahın için Allah'tan af dile. Günahlardan masum (korunmuş)
olmasına rağmen peygamberimize verilen bu emir bir eğitim ve ümmetinin
kendisine bu konuda uyması içindir. Peygamberimiz de bu emri yerine
getirmiştir. Taberani'nin Ebu Hüreyre'den rivayet ettiğine göre peygamberimiz
şöyle buyurmuştur: "Ben, kuşkusuz, günde Allah'a yüz defa tevbe istiğfar
ederim."
"Mümin erkekler ve mümin kadınlar için de..." Yani ehli imana
dua ederek ve onları affedilme sebeplerine teşvik ederek günahlarının bağışlanmasını
iste.
"Allah gezip dolaştığınız yeri de duracağınız yeri de bilir."
Yani yüce Allah dünya ve ahirette bütün durumlarınızı bilir Ona hiçbir şey
gizli kalmaz. O halde Ondan sakının! Burada hitap bütün insanlaradır.
[34]
"Onların arasında seni dinleyenler vardır..." ayetinin (16.
ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Münzir'in İbni Cüreye'den rivayet
ettiğine göre o şöyle demiştir. Müminler ve münafıklar, peygamber (s.a.)'in
meclisinde toplanırlar, müminler peygamberin söyledirlerini dinler ve
bellerlerdi. Münafıklar da dinler, ama bellemezlerdi. Peygamberimizin yanından
ayrıldıklarında müminlere, "Az önce o peygamber ne dedi?" diye
sorarlardı. İşte bunun üzerine: "Onların arasından seni dinleyenler
vardır..." ayeti nazil oldu.
Mukatil'in rivayetine göre: Peygamber (s.a.) hutbe irad eder ve bu hutbesinde
münafıkları kınayarak uyarırdı. Münafıklar mescidden çıkınca İbni Mesuda
alaylı bir şekilde "Muhammed az önce ne dedi?" diye sorarlardı. İbni
Abbas da şöyle demiştir: Aynı sorular bana da sorulmuştur.
[35]
Allah Tealâ dünya ve ahirette müminlerin ve kâfirlerin halini beyan
ettikten sonra münafıkların durumunu zikrederek, onların kâfirlerden olduğunu,
dinlediklerinde peygamberin sözünü anlamayan cahiller olduklarını belirtti.
Münafıklar peygamberi dinlerler, ancak küçümseyip alaya aldıklarından, bundan
faydalanmazlar. Gerçeği bulmuş mümin böyle değildir. O, dinler dinlediğini
anlar ve öğrendikleriyle amel eder. Sonra yüce Allah o münafıkları tehdit etti
ve kıyamet gelip çatmadan önce düşünüp ibret almalarını emretti. Daha sonra da
Allah, Rasulüne üzerinde bulunduğu doğru inançta sebat etmesini, kendisi ve
inanan erkekler ve kadınlar için istiğfar etmesini emretti.
[36]
"Onların arasından seni dinleyenler vardır. Fakat senin yanından
çıkınca kendilerine bilgi verilmiş olanlara: Az önce ne demişti? diye sorarlar."
Yani cehennemde ebedî olarak kalacak bu kâfirlerden bir kısmı da münafıklardır.
Onlar, Peygamber (s.a.)'in hutbelerinde ve sohbet meclislerinde konuşmalarını
ve tilâvetini dinlerler, ama idrakleri ve inançları ol: madiği için bundan
hiçbir şey anlamazlar. Peygamberin yanından ayrıldıklarında da, sahabenin
bilginlerine küçümseyerek, alaylı bir tarzda "Az önce Muhammed ne
dedi?" diye sorarlar. Yani "Biz onun sözüne dikkat etmedik, ne
konuştuğuna aldırmadık, ne dediğini de anlamadık demek isterler.
Bu sebeple Allah Tealâ onların içyüzlerini ortaya koyacak bir şekilde
tasvir ederek, şöyle buyurdu:
"Bunlar, Allah'ın kalplerini mühürlediği, heva ve heveslerine uyan
kimselerdir." İşte bu münafıklar, nifakları sebebiyle, Allah'ın kalplerini
mühürlediği kimselerdir. Bu sebeple onlar inanmazlar ve gerçeği bulamazlar,
kalpleri hiçbir hayra yönelmez. Küfür ve inatta duygularına heva ve heveslerine
tabi olmuşlardır. Kafasızlıkları yüzünden ya da istifade edecekleri şeye kulak
vermediklerinden, tam aksine kendilerine zararı dokunacak şeyleri ön plana
çıkardıklarından hakka tabi olmayı terketmişlerdir. Böylece onlar gerçek bir
anlayış ve güzel bir yönelişten mahrum kalmışlardır.
Sonra Allah bu münafıkları doğruyu bulan müminlerle karşılaştırarak
şöyle buyurmuştur:
"Doğruyu bulanlara gelince, Allah onların hidayetlerini artırır ve
sakınmalarını sağlar." Hayır yoluna girmek niyyetini taşıyanları Allah muvaffak
kılar, onların gönüllerini (imana) açar ve onlar da Allah'a inanır, O'nun
emirlerine göre hareket ederler. Allah onları hidayet üzerinde sabit kılar,
tevfiki ile hidayetlerini artırır, onların gönüllerine gerçeği ilham eder ve
razı olacağı işler konusunda onlara başarı nasip ederek kötülüklerden sakınmada
onlara yardımcı olur.
Sonra kıyametin gelişiyle onları tehdit ederek yüce Allah şöyle
buyurdu:
"Onlar, kıyamet gününün ansızın gelip çatmasını mı bekliyorlar1?
Şüphesiz onun alâmetleri belirmiştir. Kendilerine gelip çatınca ibret almaları
neye yarar?" Bu münafık ve kâfirler gafil oldukları halde, kıyametin ansızın
kendilerine gelmesini mi bekliyorlar? Onun alâmetleri ortaya çıkmıştır.
Bunlardan birisi de Muhammed (s.a.)'in, peygamber olarak gönderilişidir.
Buhari, Müslim ve diğer kaynakların Enes (r.a.)'den rivayet ettikleri bir
hadiste Enes (r.a.) şöyle demiştir. Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"-Orta parmağı ve işaret parmağını göstererek- Ben ve kıyamet, işte bu
ikisi gibi gönderildik."
Kıyamet onlara gelip çattığında onu hatırlamanın ne yararı var? Nitekim
yüce Allah şöyle buyurmuştur: "İnsan yaptıklarını birer birer hatırlar.
Fakat bu hatırlamanın ne faydası var?" (Fecr, 89/23). Yani kıyamet günü
gelip çattığında daha önce inanmamış olanların o gün inanmalarının ve kıyameti
hatırlamalarının kendilerine hiçbir faydası olmayacaktır.
Bu ayetten kastedilen mana şudur: Allah'a imanın peygamberin doğruluğunun
ve öldükten sonra dirilmenin (ba'sin) gerçek olduğuna dair deliller pek
çoktur. Bu deliller; Kur'an'da insanın fıtratında, ruhunda, aklında ve görünür
dünyada (alem-i şehadet ve histe) bütün açıklığıyla parlamaktadır. İnsanlar,
ölüm ve kıyamet gelmeden, yakın bir zamanda inanmazlarsa, ömür bitip, amel ve
teklif yurdu olan dünya yok olduktan sonra iman etmenin kendilerine hiçbir
faydası olmayacaktır.
Sonra Allah Tealâ, peygamber (s.a.)'e davasında sebat etmeyi ve istiğfarı
emrederek şöyle buyurmuştur: "Bil ki, Allah'tan başka ilâh yoktur. Hem
kendinin hem de mümin erkeklerin ve mümin kadınların günahlarının
bağışlanmasını dile! Allah, gezip dolaştığınız yeri de, duracağınız yeri de
bilir." Ey peygamber! Mutluluk ve bedbahtlık noktasında mümin ve kâfirin
halini ve kıyamet alâmetlerinin ortaya çıkışını öğrenince bulunduğun tevhid
inancında ve nefsi kontrol etme hususunda sebat et! Allah'tan başka bir ilâh
olmadığını, O'ndan başka Rab bulunmadığını bil. Öldükten sonra dirilmenin
(ba'sin) gerçek olduğunu ve şüphesiz geleceğini kabul et. Evla (daha uygun)
olanın aksine, az uygun işlerinden dolayı af dile, sana tabi olan ümmetinin
günahları için de af dile. Mümin erkekler ve mümin kadınların günahlarının
bağışlanması için Allah'a dua et. Allah, gündüz yaptığınız işleri ve geceleyin
ne gibi işlerle meşgul olduğunuzu bilir. Geceleyin nerede kalacağınızı da
bilir. Şöyle de denilmiştir: Ahiret yurdundaki sığınacağınız yeri bilir. İbni
Kesir şöyle demiştir: Birinci mana daha uygun ve daha zahirdir. Burada güzel
güzel çalışmaya teşvik ve Allah'ın emirlerine muhalefetten sakındırma vardır.
Bu ayet, tıpkı aşağıdaki ayetlere benziyor: "Geceleyin sizi
öldüren (ölmüş gibi uyutan), gündüzün de ne işlediğinizi bilen; sonra
belirlenmiş ecel tamamlansın diye gündüzün sizi dirilten (uyandıran)
O'dur." (En'am, 6/60), "Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı
yalnızca Allah 'm üzerindedir. Allah o canlının durduğu yeri ve sonunda
bırakılacağı mekânı bilir. (Bunların) hepsi apaçık bir kitapta (levh-i
mahfuz'da)dır." (Hud, 11/6).
İstiğfar ve dua konusundaki ilâhî emre uygun olarak peygamberimiz
(s.a.) de dua ederdi. İşte Buhari ve Müslim'in Sahih'inde yer aldığına göre
Allah Rasulü (s.a.) şöyle derdi: "Allah'ım! Hatamı, cehaletimi, aşırı
davranışlarımı ve benim bilmeyip de senin bildiğin günahlarımı bağışla. Allah'ım!
Şakamı da, ciddimi de bağışla, bilmeden ve kasten yaptığım günahları da
bağışla. Hepsi sence malûmdur.''
Yine sahih bir hadis-i şerifte ifade edildiğine göre Allah Rasulü
(s.a.) namazının sonunda şöyle dua ederdi: "Allah'ım! Benim önceki
günahlarımı da, sonraki günahlarımı da bağışla! Açıkça yaptığımı, gizlice
işlediğimi, aşırılığımı ve benden daha iyi bildiğin hatalarımı, affet. Sen
benim ilâhım-sın, senden başka hiçbir ilâh yoktur."
Müslim'in Sahih'inde peygamberimizin şöyle dediği sabit olmuştur:
"Ey insanlar! Rabbinize tevbe ediniz çünkü ben, Allah'a günde yetmiş defadan
fazla, tevbe ve istiğfar ederim."
Ebu Ya'la, Ebu Bekir es-Sıdık (r.a.)'dan, o da Allah'ın Rasulünden rivayet
etmiştir. Allah Rusulü (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kelime-i Tevhid'e (La
ilahe illallah'a) ve istiğfara devam ediniz. Bunları çok yapınız. Çünkü iblis
(şeytan) şöyle demiştir: Ben, insanları günahlarla mahvettim. İnsanlar da beni kelime-i
tevhid ve istiğfarla perişan ettiler. Ben bu durumu görünce onları heva ve
heveslerle mahvettim. Onlar halâ doğru yolda olduklarını zannediyorlar."
Bir rivayete göre İblis şöyle demiştir: "İzzetin ve celâlin hakkı
için, insanların ruhları bedenlerinde bulunduğu sürece, onları yoldan
çıkarmaya devam edeceğim." Allah azze ve celle de: "İzzetim ve
celâlim hakkı için, onlar benden affedilmelerini diledikleri sürece, ben de
onları affetmeye devam edeceğim." buyurmuştur.
Süfyan b. Uyeyne'ye ilmin fazileti sorulmuş o da "Bil ki,
Allah'tan başka ilâh yoktur." ayetini okumuştur. Çünkü bu ayette Allah
önce ilmi, sonra da ameli emretmiştir.
[37]
1-
Abdullah b. Übeyy b. Selül,
Rifaa b. et-Tabut, Zeyd b. es-Salib, Haris b. Amr ve Malik b. Duhşum gibi
münafıklar, fırsatçı ve menfaatçi bir topluluktur. Bunlar, Cuma günü
peygamberin hutbesini dinlemeye gelirler, hutbede münafıklardan söz edildiğini
duyunca peygamberden yüz çevirirlerdi. Onun yanından çıkınca da, peygamberin ne
dediğini sorarlardı. Bunlar, kalpleri iman nurundan yoksun ve akılları
kavrayış ve idrakten uzak olduğu için, cahil bir topluluktur. Müminlerle
birlikte Allah Rasulünün yanında bulunmalarına peygamberin konuşmasını
dinlemelerine rağmen peygamberin konuşmalarına itibar etmezler, dinlemezlerdi.
2- Bu sebeple yüce Allah
onları, küfürleri sebebiyle Allah'ın kalplerini mühürlediği kimseler olarak
nitelemiştir. Onlar inanmamışlar ve inkârları hususunda heva heveslerine tabi
olmuşlardır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Tam aksine küfürleri
sebebiyle Allah, o kalpler üzerine mühür vurmuştur." (Nisa, 4/155).
3- Kur'an'm metodu, fark tam
olarak ortaya çıksın diye zıtlar arasında mukayese ve karşılaştırma yapmaktır.
Geçen ayetlerde olduğu gibi Kur'an-ı Kerim çoğu kez, müminlerle kâfirler
arasında veya müminlerle günahkârlar arasında mukayeseler yapar. Burada da
gerçeği bulan müminlerle münafıklar arasında mukayese yapmıştır. Allah,
küfürleri sebebiyle münafıkların kalplerini mühürlemiştir. Onlar, küfürde heva
ve heveslerine tabi olmuşlardır. Müminlerin ise Allah, hidayetlerini
artırmıştır, onlar da duyduklarını anlamışlar ve öğrendikleriyle amel
etmişlerdir. Allah, onlara takvayı (Allah korkusunu ve saygısını) ilham etmiş
ve onları, kendilerine farz kıldığı şeyleri yapmaya muvaffak eylemiştir.
4-
Allah'ın varlığını,
peygamberin doğruluğunu ve öldükten sonra dirilmeye (ba'se) iman etmeyi
gösteren deliller apaçık ortada iken, kâfirler ve münafıklar da buna
inanmayınca, onların ancak ansızın gelecek olan kıyamet anında inanacakları
beklenir. Kıyametin alâmetleri de ortaya çıkmıştır. Bunlardan bazıları
şunlardır. Hz. peygamberin gönderilişi, ayın ikiye bölünmesi (inşikak-ı kamer),
duhan (duman), mal ve ticaretin çoğalması, yalancı şahitliğin artması, akraba
ziyaretlerinin kesilmesi, cömert ve asil insanların azalıp alçakların
çoğalması.
Kıyamet geldiği zaman, onların inanmanın da faydası olmayacaktır. Çünkü
o zamanda yapılan tevbe ve iman kabul edilmeyecektir.
5- Mümine fayda verecek ancak
Allah'ın birliği ve O'ndan başka ilâh olmadığı inancında sebat etmesidir. Bu
inanç her şeyin üstünde ve önündedir. Kendisi için, mümin erkekler ve mümin
kadınlar için de istiğfarla meşgul olması onun faydasınadır. İşte bu,
kardeşlik ve sevgi delilidir, bütün müminlerin hayır ve mutluluğunu arzu
etmenin işaretidir, ayrıca tüm müs-lümanlar için, kişinin af istemesinin
gerekli (vacip) olduğunun delilidir.
Peygamberimiz (s.a.), tevhid inancında sabit olmaya, ihlâsa, ve hem kendi günahı, hem de mümin erkekler ve mümin kadınların günahları için istiğfar etmeye devam etmekle emredilmiştir. Çünkü o, ümmeti için güzel örnektir. Böylece ümmetine, kendi yolunda nasıl gidileceğini ve hayatını nasıl örnek alacaklarını öğretmektedir. Peygamberlerin günahları Allah katında, kendi yüce mevkilerine daha lâyık olanı terketmeleridir. Ayette istiğfardan önce tevhidin (Allah'ın bir kabul edilişi) getirilişi, ilmin, amelden önceliğini gösterir, ayrıca insanlar için gerekli ilk şeyin -konuşmadan ve karar vermeden önce- bilmek ve düşünmek olduğunu ifade eder. Ayette tevazuu ve nefsin kibrini kırmayı anlatan işaretler de vardır. Çünkü yüce Allah Rasulüne (s.a.) kendi günahı ve kendi dininde olanların günahlarının affı için istiğfar etmesini emretmiştir.
6- İnsanoğlunun, hatta bütün
mahlûkatın harekât ve sekenâtından hiçbir şey Allah'a saklı kalmaz. Yüce Allah
bütün bunları toplu ve detaylı olarak da bilir. O, mahlûkatın, gündüzleyin
gezip dolaştığı ve geceleyin karargâh kurduğu yeri bilir. Dünya ve ahiretteki
yerlerini bilir. İşte "Allah, gezip dolaştığınız yeri de, duracağınız yeri
de bilir." ayeti, buna göre umuma hamledilmiştir. Kurtubi (r.a.)'nin
tercihi de böyledir.
Allah'ın her şeyi gözettiğini bilmek, O'na itaat etmeyi ve yararlı iş
yapmayı gerektirir. İsyandan ve O'nun emirlerine karşı gelmekten korkmayı
icabettirir. İşte Allah'ın, mümin kullarını muvaffak kıldığı takvanın manası
budur.
[38]
20- İman etmiş olanlar:
"Keşke ci-had hakkında bir sure indirilmiş olsaydı!" derler. Ama
hükmü açık bir SUre indiriliP de' onda edilince, kalplerinde hastalık olanların
ölüm baygınlığı geçiren kimSenİn bakışı gibi sana baktıkıarmı görürsün. Korktukları başlarına geleşi
adamlar!
21- (Onların vazifesi) itaat ve
güzel sözdür. İş ciddiye bindiği zaman
Allah'a sadakat gösterselerdi, elbette
kendileri için daha olurdu.
dönerseniz, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya ve akrabalık bağlarını kesmeye
dönmüş olmaz mısınız?
23- işte bunlar, Allah'ın lanetlediği sağır kıldığı ve gözlerini kör ettiği
kimselerdir.
"İş ciddiye bindiği zaman", burada, mecaz-i aklî vardır.
Çünkü "aze-me-ciddileşme" fiili "emre-işe" nisbet
edilmiştir. Halbuki maksat bu işi yapanlardır. Mesela "Onun gündüzü
oruçludur" ifadesinde oruç gündüze isnat edilmiştir. Halbuki oruç tutan
gündüz değil, şahıstır. Dolayısıyla bu cümlede de bir mecaz-i aklî vardır.
"Geri dönerseniz yeryüzünde bozgunculuk yapmaya dönmüş olmaz mısınız?"
Bu cümlede de gaibten muhataba yöneliş, yani iltifat sanatı vardır. Bu, kınama
ve ayıplamada daha etkili olmak içindir. Kur'an dışında bela-ğatte bu sanata
tecahül-i arif denmektedir.
[39]
"İman etmiş olanlar. Keşke cihad hakkında bir sure indirilmiş
olsaydı derler." Ayetteki "levlâ-keşke" kelimesi, kendisinden
sonraki mananın meydana gelmesini teşvik içindir.
"Ama hükmü açık" muhkemetün, apaçık şüphesiz ve bir başka
manaya ihtimali olmayan, içinde cihadı ortaya koyan sure "bir sure
indirilip de orda savaştan söz edilince kalplerinde hastalık" din
konusunda zaaf, şüphe ve nifak "olanların ölüm baygınlığı geçiren kimsenin
bakışı gibi baktıklarını görürsün." ya da bakışı bir noktaya yoğunlaşmış
ölmeye yakın kimse gibi. Anlatılan, münafıkların savaştan korkmaları ve savaşı
sevmemeleridir. "Korktukları başlarına gelesi adamlar!" Bunun anlamı
istemedikleri şeyin başlarına gelmesi için bedduadır. İbni Cüzeyy, et-Teshil li
Ulumit-Tenzil adlı eserinde, bu "evlâ" kelimesinin, tehdit ve beddua
ifade eden bir lafız olduğunu söylemiştir.
Onların vazifesi "itaat ve güzel sözdür." Bu yeni bir
cümledir. Yani Allah'a itaat etmek ve güzel söz, onlar için daha hayırlı ve
daha güzeldir. Ra-zi şöyle demiştir: "tâatün' kelimesini "nekre"
görüp de, mübteda olmaz demek doğru değildir. Çünkü biz onun gizli bir sıfatla
mevsuf olduğunu söylüyoruz. Bu görüşümüzü "kavlün marufun" terkibi
göstermektedir. Dolayısıyla yukardaki cümle şöyle kabul edilir.[40]
"Halis bir itaat ve güzel söz daha iyidir."
"îş ciddiye bindiği zaman" Savaşın farz kılmışı ile savaş
isteyenlerin durumu ciddiye binince "Allah'a sadakatgösterselerdi."
Cihada olan hırslarında, iman ve itaat noktasında Allah'a sadakat
gösterselerdi "elbette kendileri için daha hayırlı olurdu."
"Geri dönerseniz, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya ve akrabalık bağlarını
kesmeye dönmüş olmaz mısınız?"
"Aseytüm" kelimesi sin'in kesre ve fethasiyle okunur,
"lealleküm" ma-nasmdadır; bu takdirde ayetin anlamı: "İmandan ve
cihaddan yüzçevirirse-niz muhakkak siz, yeryüzünü ifsad edersiniz."
"Aseytüm" kelimesinin asli manası düşünülerek ayet şöyle de yorumlanabilir:
"Eğer imandan ve cihaddan yüz çevirirseniz sizden fesattan başka ne
beklenir?" "Asâ" kelimesi kendinden sonraki mananın meydana
gelişinin beklendiğini, öyle umulduğunu gösterir. Bu bekleme işini de Allah
hakkında düşünmek doğru değildir. Çünkü yüce Allah olanı da, olacağı da bilir.
O halde burada "aseytüm" kelimesi kesinlik ifade eder. Mana şöyle
olur: "Eğer siz, Allah'ın dininden ve Rasulünün sünnetinden yüz
çevirirseniz, daha önceki cahiliyyet dönemine geri dönmüş olursunuz: Yağmalar,
soygunlar, akrabalık bağlarını keserek yakınların birbirleriyle savaşması ve
kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesiyle yeryüzünü ifsad
edersiniz."
"İşte bunlar Allah'ın lanetlediği" İşte bu müfsidleri Allah
lanetlemiş, bozgunculukları ve akrabalık kağlarını kesmeleri yüzünden onlardan
rahmetini kesmiştir. Hakkı duymayacak şekilde onları "sağır
kıldığı," gerçeği göremeyecek şekilde "gözlerini kör ettiği
kimselerdir." Bu sebeple onlar hak yolu bulamazlar.
[41]
İslâm'da itikad esaslarıyla ilgili olarak tevhid, haşr ve ba's konusundaki
ayetleri duydukları zamanda kâfirin, münafıkın ve gerçeği bulan müminin halini
beyan ettikten sonra yüce Allah, cihad, namaz ve zekât gibi amele dair ayetler
indiğinde yine onların durumlarını ortaya koymuştur. Yüce Allah şunu
açıklamıştır: Mümin bu ayetlerin inmesini beklerdi, teklif (sorumluluk)
geciktiği zaman da şöyle derdi: Rabbime yaklaşmak ve rızasına nail olmak için
her hangi bir ibadet (kulluk)le mükellef olmalı değil miydik? Münafık ise, her
hangi bir bedenî veya malî sorumluluk geldiğinde, bu onun pek zoruna giderdi:
İşte bu, ilim ve amelde iki grup arasındaki zıtlığın bilinmesine yardımcı
olmaktadır.
Şöyle ki; münafık ilmi anlamıyor, amel etmek de istemiyor. Mümin anlıyor
ve anladığıyla amel etmeyi istiyor.
Bu sebeple Allah müminleri rızası muhabbeti ve cennetiyle mükâfatlandırırken,
münafıklar da lanetle, rahmet ve bereketten uzaklaştırılarak
cezalandırılmıştır.
[42]
"İman etmiş olanlar: "Keşke cihad hakkında bir sure
indirilmiş olsaydı!" derler. Ama hükmü apaçık bir sure indirilip de, onda
savaştan söz edilince kalplerinde hastalık olanların, ölüm baygınlığı geçiren
kimsenin bakışı gibi sana baktıklarını görürsün. Korktukları başlarına gelesi
adamlar!"
Samimi müminler cihadın meşru kılınmasını temenni eder, cihad sevabına
olan düşkünlükleri ve mücahidlerin derecelerine kavuşma arzularından dolayı
"Rabbimiz bize, savaşı emrettiği bir sure indirseydi" diyerek, yüce
Rablerinden istekte bulunurlar. Savaşı emreden ve içerisinde, cihadın
müslümanlara farz kılındığı zikredilen bir sure indirildiğinde müslüman-lar
buna sevinirler, münafıklara ise bu zor gelir. Kalplerinde şüphe, hastalık ve
nifak bulunan münafıkları ise sen -savaştan ödleri koptuğu ve düşmanlarla
karşı karşıya gelmekten kortukları için- ölüm anında gözleri dışarı fırlayan
kimsenin sana bakışı gibi baktıklarını görürsün. Veyl, ölüm ve helak onlara pek
yakındır.
Mana şöyledir: Onlara en lâyık olan ve yakışanı dinleyip itaat etmeleri,
ya da cezaya müstahak olmalarıdır.
Bu birinci manaya göre onların helakinin yaklaştığı noktasında onları
bir tehdittir."Ölüm baygınlığı geçiren kimsenin bakışı gibi sana
baktıklarını görürsün." ayeti, düşmanla karşılaşmalarında münafıkların
kalplerindeki korku ve endişe halini pek güzel bir şekilde tasvir etmektedir.
Ayette ayrıca, savaş emredildiğinde münafıkların halinin rezilliği gözler
önüne serilmektedir. Ancak savaştan önce münafıklar her iki gruba, müminlere
de, kâfirlere de gidip gelirlerdi.
Bu ayetin benzeri Allah Tealâ'nın şu kavlidir:
"Kendilerine ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın ve zekatı
verin, denilen kimseleri görmedin mi? Sonra onlara savaş farz kılınınca,
içlerinden bir grup hemen Allah'tan korkar gibi, hatta daha fazla bir korku ile
insanlardan korkmaya başladılar da, Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın! Bizi
yakın bir süreye kadar ertelesen (daha bir müddet savaşı farz kılmasan) olmaz
mıydı?" dediler. (Nisa, 4/77).
Bu tehditten sonra yüce Allah, onları teşvik ederek şöyle buyurmuştur:
"(Onların vazifesi) itaat ve güzel sözdür." Yani Allah için samimi
bir itaat ve güzel bir söz, onlar için başkalarından daha hayırlı ve daha
idealdir.
"îş ciddiye bindiği zaman, Allah 'a sadakat gösterselerdi, elbette
kendileri için daha hayırlı olurdu." Yani durum ciddiyet kazanıp savaş
farz kılındığında, sözlerinde ve savaş konusunda samimi olup, halis bir
niyetle Allah'a itaat etselerdi, onlar için imanı ortaya koyup, itaat etmek,
isyan edip, karşı gelmekten daha hayırlı olurdu.
Sonra Allah, onları kınamış ve onların, "Adam öldürmek ortalığı
fesada vermektir; Araplar da bizim akrabalarımız ve kabilelerimizdir."
şeklindeki şüphelerine şöyle diyerek cevap vermiştir:
"Geri dönerseniz, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya ve akrabalık bağlarını
kesmeye dönmüş olmaz mısınız?" Eğer siz itaat ve cihaddan yüz çevirir,
savaşın hükümlerini geçerli kılmaktan uzaklaşırsanız; ya da idareyi üzerinize
alırsanız, belki de cahiliyye dönemindeki kötülüklerinize döner, kan
akıtırsınız, yeryüzünü zulüm, yağma, soygun ve kötülüklerle ifsad eder, birbirinizi
öldürerek, ana-babaya isyan edip kız çocuklarını diri diri toprağa gömerek ve
diğer cahiliyye kötülükleriyle akrabalık bağlarını koparırsınız. Katade ve
diğerleri ayetin anlamı konusunda şöyle demişlerdir: "İmandan yüz
çevirirseniz, tekrar yeryüzünde bozgunculuk yapmanız ve kan akıtmanızdan
korkulur.
Ebu Hayyan şöyle demiştir: En doğrusu, bu ayette ifadesini bulan hitabın
savaş konusunda, münafıklara yapılmış bir hitap olduğudur. Bu konuda da
ayetler geçmiştir. Yani siz, müslümanlara yardım etmemekle savaş konusunda
Allah'ın emrine itaat etmekten yüz çevirirseniz, yeryüzünde fesat çıkarmaktan
başka sizden ne beklenir? Eğer müslümanlara yardım etmezseniz aranızdaki
akrabalık bağlarını koparmış olursunuz. Bu hitabın münafıklara yapıldığının
kanıtı, hemen o hitabın peşinden gelen şu ayettir: "İşte bunlar, Allah 'm
kendilerini lanetlediği kimselerdir." Bütün bu ayetler, münafıklar
hakkındadır. "Asa" kelimesinde ifadesini bulan "bir işin,
durumun olmasını umma, bekleme" manası Allah için söz konusu olamaz.
Çünkü yüce Allah olanı ve olacağı bilir. Bu ancak münafıkları bilip tanıyan
kimse ile ilgilidir. Sanki Allah, onlara şöyle demektedir: Bizim, onların
helak olma noktasında bilgimiz vardır. Siz eğer savaştan yüz çevirirseniz,
şöyle şöyle yapmaktan başka sizden ne beklenir?[43]
Bu, münafıkları düşünmeye, ırkçılığı ve cedeli bırakmaya teşviktir.
Yüce Allah çok iyi biliyor ki, onlar, milletin idaresini üzerlerine alsalar veya
bu dinden yüz çevirseler -cahiliyye dönemi insanlarının adeti olduğu gibi- onlardan;
adam öldürmek yağmalamak ve diğer bozgunculuklardan başka hiçbir şey meydana
gelmez.
Bu sebeple Allah Tealâ onları lanetleyerek şöyle buyurmuştur:
"İşte bunlar, Allah'ın kendilerini lanetlediği, sağır kıldığı ve
gözlerini kör ettiği kimselerdir." Yani bu zalimler ve haksız yere kan
dökücüler, Allah'ın kendilerini rahmetinden uzaklaştırdığı ve kovduğu
kimselerdir. Bu sebeple yüce Allah onların kulaklarını dünyada sağırlaştırdığı
için, hakkı duyamıyorlar, basiretlerini yok ettiği için gerçeği göremiyorlar ve
Allah'ın adil nizamını gösteren kainat delillerini düşünemiyorlar ve haksız
olarak mallara ve canlara el uzatılamayacağına dair, kulları için koymuş olduğu
dinî hükümleri anlayamıyorlar. Allah (c.c.) ayette "Onları sağır
kıldı." buyurdu, "kulaklarını sağırlaştırdı" demedi. Çünkü
duymak, kulağın bulunup bulunmamasıyla farklılık arzetmez. Zira kulağı
kesilmiş olan kimse de duyar. Ama görmek bizzat göze bağlıdır. Bu sebeple Allah
ayette gözleri zikretti, ama kulağı zikretmedi.
Bu, genelde yeryüzünde fesat çıkarma, özelde akrabalık bağlarını koparma
konusunda bir yasaklamadır. Yeryüzünde ıslahı (onarmayı, düzeltmeyi) ve sıla-ı
rahimi, akrabalara iyilik yapmayı emreden bir ifadedir.
Buhari ve Müslim'in Ebu Hüreyre'den onun da Efendimiz'den rivayet ettiği
bir hadiste Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Allah mahlû-katı
yaratmıştır. Bu yaratma işini bitirdiği vakit, rahim (akrabalık) ayağa kalkmış
ve Rahmanın belini[44]
tutmuş. Bunun üzerine Rahman (rahime) "Sen sus" buyurmuştur. Rahim
de, "Bu, ilginin kesilmesinden sana sığınanın makamıdır." demiştir.
Yüce Allah da, "Evet, sana sıla yapana, benim sıla yapmam, senden alâkayı
kesene, benim de alâkayı kesmemden hoşnut olur musun?" buyurmuş. Rahim,
evet razıyım demiş. Allah Tealâ hazretleri de: Bu sana verilmiştir,
buyurmuştur." Ebu Hüreyre (r.a.) şöyle demiştir:
"Siz döner de yeryüzünde fesat çıkarır ve akrabalık bağlarını
keser misiniz?" ayetlerini okuyun.
[45]
1-
Samimi müminler vahyi
arzulamakta, cihada ve cihad sevabına düşkünlüklerini ortaya koymaktadırlar.
Münafıklar ise savaşta korku ve
sabırsızlıklarıyla korkaklıklarını ortaya koymakta gizlice kâfirlere sempati
göstermekte, dini sorumluluklardan özellikle cihad vazifesinden kaçmaktadırlar.
2-
Allah, münafıkları tehdit
etmekte ve "Korktukları başlarına gelesi adamlar!" ayetiyle, onları
sakındırmaktadır. Yani, azap ve helak onlar içindir. Bundan maksat istenmeyen
şeylerin, kendilerini izlemesi noktasında onlara yapılan beddua ya da Allah'a
itaat ve güzel söz, onlara ne kadar da lâyıktır şeklindedir.
Sonra yüce Allah, onları durumlarını düzeltmeye teşvik etti ve onları
itaata çağırarak şöyle dedi: Samimi itaat ve güzel söz onlar için muhalefet
edip, isyan etmekten ve kötülüğün propagandasını yapmaktan, çok daha hayırlı,
güzel ve gayet idealdir.
3-
Allah Tealâ, onları itaate
davetini ve emrine muhalefetten sakmdır-mayı teyit etti ve şöyle dedi Eğer iş
ciddiye biner de, cihad farz kılınırsa, onlar bundan hoşlanmazlar.[46]
Ya da cihadla mükellef olan insanlar kararlılık gösterip iman ve cihad
noktasında Allah'a sadakat gösterselerdi, onlar için bu, Allah'a isyan edip,
muhalefet etmekten daha hayırlı olurdu.
4- Münafıklar idareye
gelirler, ya da Allah'ın kitabından, dininden ve Rasulüne (s.a.) tabi olmaktan
yüz çevirirlerse yapacakları şüphesiz bellidir: Haksız yere kan dökerek
haksızlık ve zulüm yapıp insanların mallarını yağmalayarak ve akrabalık
bağlarını parçalayarak yer yüzünü fesada vermek suretiyle tekrar cahiliyye
döneminin kötülüklerine dönmektir.
5- Bu münafıklar,
münafıklıklarına devam ettikleri sürece, Allah'ın rahmetinden kovulup
uzaklaştırılmaktan başka hiçbir şeye müstahak olmazlar, kulakları
sağırlaştırılır, hakkı duyamazlar, gözleri ve kalpleri kör-leştirilir, doğruyu
idrak edemezler. Bunların yolundan giden herkese lanet müstahaktır, Allah
onlardan duyma ve görme nimetini çekip alır; duysa da hakka boyun eğmez ve
adeta düşünmeyen hayvanlar gibi olurlar.
[47]
24- Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?
25- Şüphesiz ki, kendilerine doğru yol belli olduktan sonra,
arkalarına dönenleri, şeytan süslü
göstermiş ve kendilerine uzun zaman
göstermiştir'
26-Bunun sebebi; onların, Allah'ın
indirdiSinden hoşlanmayanlara:
"Bazı hususlarda size itaat edecedemeeridir- Oysa Allah, onlann
gizlediklerini biliyor.
27-Ya melekler onların yüzlerine
ve suratlarına vurarak canlarını
alırken durumları nasıl olacak?!
28- Bunun sebebi onların Aılahı gazaplandıran şeylerin ardınca git-
meleri ve O'nu razı edecek şeylerden hoşlanmamalarıdır. Bü yüzden Allah onların işlerini boşa çıkar.
29- Kalplerinde hastalık olanlar,
yoksa Allah'ın, kinlerini ortaya çıkarmayacağını mı sandılar?
30- Biz dileseydik onları sana göste- rirdik de, sen onları yüzlerinden
ta- nırdın. Andolsun ki sen onları ko- nuşma tarzlarından tanırsın. Allah,
işlediklerinizi bilir.
31- Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenlerleri
belirle-yinceye ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz.
"Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı?" Buradaki istifham,
istifham-ı tevbihî (kınama maksadı ile soru şeklinde kurulan bir cümle)dir.
"Yoksa kalpleri kilitli mi?" Bu ayette açık istiare vardır.
Münafıkların kalpleri kilitli kapılara benzetilmiştir. Hiçbir kişinin
nasihatına açılmazlar.
"arkalarına dönerler..." İmandan sonra inkâra düşmekten
kinayedir.
[48]
"Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı?" Münafıklar, masiyetlere
dalmamak ve helak edici günahlara düşmemek için, Kur'an'daki öğütleri ve yasakları
görmek üzere, onu iyice düşünüp anlamaya çalışmazlar mı? "Yoksa kalpleri
mühürlü mü?" Yoksa onların kalplerinde açılmayacak kilitleri mi var ki, o
Kur'an'ı anlamıyorlar, "kulübün" kelimesinin nekre olarak gelmesi, onlardan
bir kısmının kalpleri kastedildiği içindir.
"Arkalarına döndüler." Yani daha önceki inkârlarına döndüler.
"Şeytan onlara" günahlarını "süslü göstermiş ve onları" boş
arzularla oyalayarak "uzun zaman göstermiştir." onlara daha uzun
zaman yaşayacakları vaadinde bulunmuştur.
"Bunun sebebi, onların, Allah'ın indirdiğinden hoşlanmayanlara:
"Bazı hususlarda size itaat edeceğiz." demeleridir." Yani
münafıklar, müşriklere ya da Yahudilere; yahut da, sonra peygamberi inkâr eden
Yahudiler münafıklara şöyle demişlerdir: Cihaddan geri kalmakta ve peygambere
düşmanlık konusunda yardımlaşma gibi bazı konularda size itaat edeceğiz.
"Allah onların gizlediklerini bilir." Yani münafıklar veya Yahudiler,
yukarıdaki sözü gizlice söylemişler, ama Allah onu ortaya çıkarmıştır.
"Ya melekler onların yüzlerine ve suratlarına vurarak canlarını
alırken durumları nasıl olacak!" Yani onların hali nice olacak, o zaman
nasıl edip de bu acıdan kurtulma çareleri bulacaklar? Bu ayette, münafıkların
ölümü tasvir edilmektedir. Melekler, onların yüzlerine ve sırtlarına demir
kamçılarla vurarak onların canlarını alacaktır. Burada korkutma ve tehdit
vardır. Çünkü o münafıklar ölüm anında öyle korkulu hallerle karşılaşacaklardır
ki, bu halleri korkup da savaş yapmadıkları şeylere benzemektedir.
"Bunun sebebi," yani bu halde ölümün sebebi onların, Allah'ı
gazap-landıran şeylerin ardınca gitmeleri" küfür, peygamberin
özelliklerini saklama ve emrine isyan gibi "ve O'nu razı edecek şeylerden
hoşlanmamalarıdır. " Allah'ı razı edecek iman, cihad ve benzeri itaatleri
sevmemeleridir.
Bu yüzden "Allah onların işlerini boşa çıkarmıştır."
"Yoksa Allah'ın kinlerini ortaya çıkarmayacağını mı
sandılar?" Yani onlar Allah'ın, peygamberine ve müminlere, kinlerini
ortaya koymayacağını mı sandılar? "Sen onları konuşma tarzlarından
tanırdın." Konuşma üslûbu ve manası, ya da konuşmayı sarih-açık şeklinden
üstü kapalı, kinayeli tarza kaydırmalarından. Ya Muhammedi O münafıklar senin
yanında konuştukları zaman müslümanların durumlarını ayıplayacak tarizler de,
üstü kapalı konuşmalarda bulunurlar.
[49]
Yüce Allah münafıkların hayırdan ve Kur'an-ı Kerinl'i dinlemekten yüz
çevirişlerini beyan ettikten sonra, onlara Kur'an'ı iyiden iyiye düşünmelerini
emretti ve onları helak edici tehlikelere düşmemekleri için, Kur'an-ı Kerim'den
yüz çevirmekten nehyetti. Sonra da, İslâm gerçeği apaçık delillerle
kendilerine besbelli olduktan veya Tevrat'ta verilen bilgilerden açık
mucizelerle Muhammed (s.a.)'in peygamber olduğu, ortaya çıktıktan sonra yine
de dönüp küfre girdiklerini haber verdi. Yüce Allah onların dinden dönüş
(riddet, irtidat) sebeplerini açıkladı ki o da Beni Kurayza ve Beni Nadir
Yahudileri'ne söyledikleri şu sözdür: Bazı konularda ve bazı durumlarda size
yardım edeceğiz.
Sonra da heva ve heveslerine uyarak ve Rablerini kızdırmaları sebebiyle,
ruhları kabzedilirken karşılaşacakları korkuları zikretti. Allah Te-alâ,
peşinden de onların hallerini ortaya çıkarmaya ve kendilerini rezil etmeye
olan kudretini ortaya koydu. Yüce Allah, açıkça belirtti ki, bu dünya bir
imtihan yeridir. Cihad gibi birtakım emirleri, savaştan kaçmamak gibi bazı
yasakları olacak, böylece imanında samimi olan ve ilâhî tekliflerin
zorluklarını sabır gösteren insanlar belli olup ortaya çıkacaktır. Allah Te-alâ
insanları güzel amelleriyle de, kötü davranışlarıyla da ve ortalığa yaydıkları
haberleriyle de deneyip imtihan edecektir. Herkese yaptığıyla karşılık
verecektir.
[50]
"Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?"
Yani bu münafıklar ve başkaları Kuranı anlamaya çalışıp düşünmüyorlar mı,
Kur'an'da bulunan engelleyici nasihatler, açık ve kesin delillerle ortaya konan
hükümlerle amel etmiyorlar mı? Yoksa kalplerinde birtakım kilitler mi var? Bu
sebeple manalarını anlayamıyorlar, hiçbir şey düşünemiyorlar mı, kalpleri hakka
açılmıyor mu? Ayetin zahiri tüm kâfirlere hitaptır.
Ayet, o münafık ve kâfirleri kınamakta ve onlara Kur'an'ı düşünmelerini
ve anlamaya çalışmalarını emretmekte, onları Kur'an'dan yüz çevirmekten
sakmdırmaktadır. Bu ayet, önceki ayeti teyit eder mahiyette gelmiştir. Çünkü
yüce Allah önceki ayette şöyle buyurdu: "İşte bunlar, Allah'ın
kendilerini lanetlediği..." Kendisinden, ya da dürüstlükten, hayırdan ve
diğer güzel işlerden uzaklaştırdığı, kimselerdir. Onları sağırlaştırmış, gerçek sözü duymazlar, körleştirmiş, İslâm
yolunu bulup tabi olamazlar. Kur'an-ı Kerim'in anlattığına göre onlar iki hal
arasındadır. Allah, onları hayırdan uzaklaştırdığı için ya Kur'an'ı düşünmezler,
ya da düşünürler ama kalpleri kilitli olduğu için manaları kalplerine girmez.
Sonra da yüce Allah, Peygamberimiz (s.a.)'in nitelikleri, peygamber
olarak gönderilişi (bi'seti) hakkındaki gerçek kendilerine besbelli olan ve
buna rağmen irtidad eden (dinden dönen) ehli kitaba (Yahudi ve Hristiyan-lara)
işaret ederek şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki, kendilerine doğru yol belli
olduktan sonra, arkalarına dönenleri, şeytan sürüklemiş ve kendilerine ümit
vermiştir." Yani Allah Rasulü (s.a.)'nün getirmiş olduğu açık mucizeler
ve gün ışığı gibi delillerle gerçek yol (İslâm yolu) kendilerine apaçık belli
olduktan sonra imandan ayrılıp, küfre dönenlere şeytan, hatalarını süslü
göstermiş, o hatalara düşmeyi onlara kolaylaştırmış, küfrü (inançsızlığı)
güzel olarak takdim etmiş, onları birtakım boş arzu ve emellerle aldatmış,
ömürlerinin uzun olacağını ve ecellerinin uzayacağını onlara vaadet-miştir.
Bu ayetin, Kitap Ehli hakkında olduğu söylenmiştir. Katade şöyle demiştir:
Bu ayet, Yahudilerden bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Onlar, Tevrat'tan
Allah Rasulü (s.a.)'nün durumunu öğrenmişlerdi. Peygamber (s.a.) bu şekliyle
kendilerine besbelli olmuştu. Ancak o peygamber olarak gönderilip, Yahudiler,
kendisiyle yüz yüze gelince ona haset ettiler ve daha önceki kabulleriyle sahip
oldukları hidayet yolundan ayrıldılar.
Bir görüşe göre de bu ayet münafıklar hakkındadır. İbni Abbas ve diğerleri
(r.a.) şöyle demişlerdir: Bu ayet, daha önce müslüman olmuş, sonra da kalpleri
ölmüş birtakım münafıklar hakkında nazil olmuştur.
Ebu Hayyan'ın da zikrettiği gibi ayetten açıkça anlaşılan şudur: Ayet,
lafzının şümulüne giren herkesi içerisine almaktadır.
Sonra yüce Allah, onların sapıklıklarının bazı sebeplerini beyan ederek
şöyle buyurmuştur:
"Bunun sebebi; onların, Allah 'm indirdiğinden hoşlanmayanlara:
"Bazı hususlarda size itaat edeceğiz." demeleridir. Oysa Allah
onların gizlediklerini biliyor." İman ettikten sonra irtidad (dinden
dönme) ve küfrün sebebi şudur: Dinden dönen bu münafık ve Yahudiler, Allah'ın
Kur'an'da indirdiklerini beğenmeyen müşriklere veya Yahudilere (Medine
Yahudilerinden Beni Kurayza ve Beni Nadir Yahudileri) bazı konularda size
itaat edeceğiz, demişler ve Peygambere düşmanlıkta, getirdiklerine muhalefet
etmekte ve onunla birlikte cihada gitmekten geri kalmakta itaat etmişlerdir.
Yani bu münafıklar, müşriklerle birlikte İslâm'ın aleyhine gizlice komplolara
katılmışlardır. İşte bu, münafıkların işidir. İçlerinde olanlarla, dışlarında
olanlar farklıdır.
Bu sebeple Allah Tealâ onları deşifre etmiş, onların gizlediklerini ve
aşikâr yaptıklarını bildiğini belirtmiştir. Nitekim bir ayette şöyle buyurmuştur:
"Allah da onların gizlice kurduklarını yazar." (Nisa, 4/81).
Tefsirini yaptığımız ayetin benzeri Allah Tealâ'nm şu sözüdür:
"Münafıkların, Kitap Ehlinden inkâr eden dostlarına: Eğer siz yurdunuzdan
çı-karıhrsanız, mutlaka biz de sizinle beraber çıkarız, sizin aleyhinizde kimseye
asla uymayız. Eğer savaşa tutuşursanız mutlaka yardım ederiz" dediklerini
görmedin mi? Allah, onların yalancı olduklarına şahitlik eder." (Haşr,
59/11).
Sonra da yüce Allah onların kötü durumlarını ve ruhları alınırken maruz
kalacakları korkuları zikrederek şöyle buyurmuştur:
"Ya melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarark canlarını
alırken durumları nasıl olacak!" Ruhlarını almak için melekler onlara
geldiğinde, yüzlerine ve sırtlarına vurarak şiddetle canlarını çıkardığında
onların hali nice olacak? Bu, dünyada iken hoşlanmadıkları ve korktukları bir
haldir. Bundan dolayı savaşa (cihada) gitmekten korkuyorlardı. Nitekim Allah
az-ze ve celle şöyle buyurmuştur: "Melekler yüzlerine ve arkalarına
vurarak ve "Tadın yakıcı cehennem azabını!" diyerek o kâfirlerin
canlarını alırken onları bir görseydin!" (Enfal, 8/50), "O zalimler
ölümün (boğucu) dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara:
"Haydi canlarınızı kurtarın! Allah'a karşı gerçek olmayanı söylemenizden
ve O'nun ayetlerine karşı kibirlilik taslamış olmanızdan ötürü, bugün alçaklık
azabı ile cezalandırılacaksınız. " derken onların halini bir
görsen!" (En'am, 6/93). Yani bütün bunların manası kâfir ve münafıkları
korkutup tehdit etmektir. Azap bir süre ertelense de, nihayet bu, ömrün
bitmesine kadardır.
Bu korkuların sebebini Allah Tealâ ayette şöyle belirmiştir:
"Bunun sebebi, onların Allah'ı gazaplandıran şeylerin ardınca gitmeleri ve
O'nu razı edecek şeylerden hoşlanmamalarıdır. Bu yüzden Allah onların işlerini
boşa çıkarmıştır." O münafıkların canlarının bu şekilde alınması: Onların,
Allah'ı kızdıracak imansızlık ve kötülüklerin ardınca gitmeleri, Allah düşmanlarıyla
birlikte peygambere karşı komplo kurup onunla ve ashabıyla savaşa tutuşmaları
ve Allah'ı memnun edecek gerçek iman, tevhid ve itaati sevmemeleri
sebebiyledir. Bu yüzden de Allah onların yapmış oldukları iyilik, vermiş
oldukları sadakalar, fakirlere ve darda kalmışlara yaptıkları yardımlar gibi
hayır amellerini boşa çıkarmıştır. Çünkü onlar bu hayrı, şirk ve küfür
esnasında ve şeytanın emriyle işlemişlerdir. Nitekim Allah Tealâ şöyle
buyurmuştur: "Onların yaptıkları her bir (iyi) işi ele alırız, onu
saçılmış zerreler haline getiririz (değersiz kılarız)" (Purkan, 25/23).
Sonra Allah münafıkları kınadı ve kısa görüşlü oldukları ve müminlere
düşmanlıklarından dolayı onları tehdit ederek şöyle buyurdu:
"Kalplerinde hastalık olanlar, yoksa Allah'ın, kinlerini ortaya
çıkarmayacağını mı sandılar?" Kalplerinde şüphe, nifak, ve müminlere
karşı düşmanlık bulunan bu münafıklar yoksa Allah'ın, kendilerinin müminler
hakkında düşüncelerini, kinlerini ve düşmanlıklarını ortaya çıkarmayacağına mı
inanıyorlar? Sakın bunu böyle düşünmesinler! Çünkü Allah, görünmeyen (gayb)
alemleri de, görünen (şehadet) alemleri de bilir.
Böylece onların durumlarını gayet açık bir şekilde ortaya koyacak ve
onları rezil edecektir. Nitekim Fadıha suresi de denilen Berâ'e suresinde
(Tevbe suresi) onların ne tür insanlar olduklarını anlatmıştır.
Daha sonra da yukarıdaki manayı şu sözüyle teyid etmiştir: "Biz
dile-seydik onları sana gösterirdik de, sen onları yüzlerinden tanırdın.
Andolsun ki sen onları konuşma tarzlarından tanırsın. Allah işlediklerinizi
bilir." Ey Muhammedi Biz dileseydik sana onların şahıslarını bildirirdik
ve onların bizzat kendilerini görme yerine geçecek bir bilgiyle sana tarif
ederdik. Sen de onları, kendilerine has alâmetleriyle tanırdın. Fakat Allah
bunu bütün münafıklar hakkında yapmadı. Böylece yaratıklarının ayıplarını örtüp
meseleleri dış görünüşüne (zahirine) hamletti.
Allah'a andolsun ki, Ya Muhammedi Sen o münafıkları sözlerinin mana,
maksat ve üslubuyla tanırsın. Onlar, senin ve müslümanlann davalarına tarizde
bulunurlar (üstü kapalı kötüleme yaparlar). Peygamber (s.a.)'e, dışı güzel, içi
çirkin birtakım lafızlarla hitap ederler. Kelbi şöyle demiştir: Bu ayet
indikten sonra peygamberin yanında konuşan herhangi bir müna-fıkı peygamber
tanırdı. Enes'ten rivayet edildiğine göre: Bu ayet indikten sonra peygambere,
münafıkların hiçbir hali saklı kalmamıştır. Biz savaşların birinde
bulunuyorduk, bu savaşta münafıklardan dokuz tane vardı, insanlar bunlardan
şikâyet ediyordu. Bir gece uyudular, sabah olduğunda, herbirinin alnında,
"Bu münafıktır." yazısı vardı.
Allah'a hiçbir şey saklı kalmaz. O, insanların bütün amellerini bilir.
Bu amellere göre onları hayırla mükâfatlandırır veya şerle cezalandırır. Bu,
bir bakıma müjde, bir bakıma da tehdit ve korkutmadır.
Sonra da Allah Tealâ seri tekliflere nisbetle dünya hayatının yolunu
açıkça ortaya koydu ve şöyle buyurdu:
"Andolsun ki, içinizden cihad edenlerle sabredenleri
belirleyinceye ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan
edeceğiz." Andolsun ki, sizi birtakım emirler ve yasaklarla imtihan
edeceğiz, size imtihan edilenin muamelesini yapacağız. İmtihan yollarından
biri de Allah yolunda cihaddır. Bunu biz, hadise tam olarak ortaya çıksın diye
yapıyoruz. Allah Tealâ, tüm hadiseleri ve gerçekleri olmadan evvel bilir. Ancak
cihad teklifi, Allah'ın cihad emrine uyup yolunda hakkıyla cihad edenleri,
dininde sebat edip mükellef tutulduğu şeylerin zorluklarına göğüs gerenleri
ortaya çıkarır. Allah, insanların cihadla ilgili haberlerini, onları denemek
için ortaya çıkarır. Böylece Allah'ın emirlerine itaat edenlerle, asi olanlar,
insanlar yanında belli olur. Bunun için İbni Abbas bu gibi yerlerde
"Bilmemiz için" yerine"Görmemiz için" demektedir. Hz. Ali
de aynı yorumu getirmektedir.
İbrahim b. el-Eş'as şöyle demiştir: Fudayl b. İyaz bu ayeti okuduğunda
ağlar ve şöyle derdi: Allah'ım! Bizi imtihan etme, çünkü sen bizi imtihan
edersen, rezil eder, günahlarımızı örten örtüleri kaldırırsın.
[51]
1- Müslüman olsun olmasın
herkese, Kur'an'ı düşünmek, hükümlerini, maksat ve hedeflerini öğrenmek ve
İslâm'dan yüz çevirenlere yönelik olarak Allah'ın hazırladığı cezayı bilmek
için onu anlamaya çalışmak gerekir. Eğer bunu yapmazlarsa Allah onların
kalplerini küfür ve inat kilitle-riyle kilitler de artık düşünme kabiliyetlerini
kaybederler.
Bu ayet insan, kendi fiillerini kendisi yaratır, diyen Kaderiyye ve
İma-miyye mezheplerine bir cevaptır.
2- İslâm akide ve şeriatının
doğruluğuna dair deliller kendisine zahir olmuş, bunları duyup inanmayan
herkes, şeytanın kötü amelleri ve hatalarını süslediği kimselerdendir. Bunlar,
ister Muhammed (s.a.)'in özellikleri ve peygamberliğine dair gerçek, Tevrat'ta
kendilerine apaçık belli olan ve buna rağmen irtidad eden Kitap Ehli olsun,
isterse diğer insanlar olsun değişmez.
3- Münafıklar ve Yahudiler
peygamber (s.a.)'e ve müminlere karşı gizlice komplo kurdular ve onlara düşman
kesildiler. Müslümanların gücünü zayıflatmak noktasında, Allah'ın kitabında
indirdiğini hoş görmeyen müşriklerle birlikte anlaştılar. Fakat Allah Tealâ
onların sırlarına muttalidir, onların niyetlerini ortaya çıkaracaktır. Bu
sebeple Allah onların bu halini peygamberine haber vermiştir.
4- Kâfir ve münafıklar ölüm
anında şiddetli korkularla yüz yüze geleceklerdir. Melekler onların canlarını
sertlikle ve haşin bir şekilde alacak, yüzlerine ve sırtlarına demir kamçılarla
vuracaklardır.
5- Onların dünyadaki bu
korkularının sebebi, Allah'ı kızdıracak münafıklığın peşinden gidip içlerinde
küfürlerini saklamaları, ya da Tevrat'ta Muhammed (s.a.)'in özelliklerini
gizlemeleri ve Allah'ı memnun edecek imanı sevmemeleridir. Dolayısı ile bu
durum, onların yapmış oldukları iyiliklerin boşa gitmesine sebep olacaktır.
6- Münafıklar, eğer
durumlarının örtülü kalacağını içlerinde sakladıkları kötülüğü, hasedi, kini
ve Allah'ın peygamberi Muhammed (s.a.)'e ve müminlere olan düşmanlıklarını
Allah'ın ortaya çıkarmayacağını zannediyorlarsa hata ediyorlar.
7- Allah'ın, peygamberine,
münafıkların zatlarını bildirmesi kudreti dahilindedir. Peygamberine Berae
(Tevbe) suresinde onları isimleriyle değil de özellikleriyle bildirmiştir.
Maksatlarını ifade eden sözlerinden dolayı onlan kolaylıkla bilmek mümkündür.
Çünkü konuşulan sözün manası halin gerçeğini haber verir. Allah, kullarının
yaptıklarını bilmekte, bunlardan hiçbir şey O'na gizli kalmamaktadır. Berae
(Tevbe) suresinde münafıkların tanıtıldıklarına dair misallerden biri Allah
Tealâ'nın şu ayetidir: "Eğer Allah seni onlardan bir grubun yanına
döndürür de (Tebuk seferinden Medine'ye döner de başka savaşa seninle beraber)
çıkmak için senden izin isterlerse, de ki: Benimle beraber asla
çıkmayacaksınız ve düşmana karşı benimle beraber asla savaşmayacaksınız."
(Tevbe), 9/83),"Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri
başında da durma!" (Tevbe, 9/84).
Sünnette (hadiste) münafıklardan bir grubun belirlendiği sabittir. İmam
Ahmed b. Hanbel'in Ukbe b. Amir'den rivayetine göre Ukbe şöyle demiştir:
"Allah Rasulü (s.a.) bize bir hutbe okudu, Allah'a hamdü sena ederek
şöyle dedi: "İçinizde şüphesiz münafıklar var. İsmini söylediğim ayağa
kalksın." Sonra falan sen kalk, falan sen kalk diyerek otuz altı kişinin
ismini verdi." Sonra "İçinizde şüphesiz münafıklar var, Allah'tan
korkunuz." buyurdu. Ravi Ukbe şöyle dedi: Ömer (r.a.) daha önce tanımakta
olduğu, Peygamber (s.a.)'in ismini verdiği yüzü örtülü bir adamın yanına
uğradı. Adam, Hz. Ömer'e "Ne oluyor sana?" dedi. Hz. Ömer de ona,
peygamberimizin söylediklerini anlattı. Bunun üzerine adam ona: "Hayatta
kaldığın sürece sana lanet olsun!" dedi.
8- İnsanların hayatlarını sürdürdükleri
dünya bir imtihan ve tecrübe sahasıdır. İnsanlardan bir kısmının hali diğer bir
kısmına belli olacaktır. Allah (c.c.) işlerin neticesini daha önceden bilse de,
yolunda cihad edenleri, emir ve yasakların zorluklarına sabredenleri görmek ve
diğerlerinden ayırmak, insanların tavırlarını denemek ve bunları topluluğa
göstermek için, kullarını birtakım hükümlerle sorumlu kılar. İmanında samimi ve
"inandım" sözünde dürüst olan, ancak cihad ile, inandım deyip de,
içinde küfür gizleyen yalancı münafıktan ayrılır.
[52]
32- İnkâr edip, Allah yolundan alıkoyanlar ve kendilerine doğru yol
belli olduktan sonra peygambere karşı gelenler, Allah'a hiçbir zarar
veremezler. Allah onların yaptıklannı °Şa çıkaracaktır.
33. Ey iman edenler, Mlsih,a itaat edin' Peygambere iedin erinizi boşa
çıkarmayın.
34-inkâr edip'ADah yolundan ahkoyanları ve sonra da kâfir olarak
ölenleri Allah asla bağışlamaz.
35- Üstün durumda iken gevşeyip ba"ŞaÇ inle beraberdir. O,
amellerinizi asla eksilt-meyecektir.
"İnkâr edip Allah yolundan (hak yoldan) alıkoyanlar..."
Bunların, Ku-reyş kâfirleri, müşrikler olduğu söylenmiştir. Bedir savaşında
kendi askerlerini doyuran kimselerdir. Tercihe şayan görüş, bunların Beni
Kurayza ve Beni Nadir Yahudileri olan Ehl-i Kitap olmalarıdır. Çünkü Allah
surenin başında müşrikleri sonra da münafıkları zikretmiştir. Yani Allah yolu,
hak yolu "belli olduktan sonra peygambere karşı gelenler" Bu da,
ayetin Ehl-i Kitap hakkında olduğunu teyid eder. Onlara, kitapları Tevrat'ta
Muhammed (s.a.)'in doğruluğu apaçık belli olmuştu. "Allah'a hiçbir zarar
veremezler. " Küfürleriyle ve Allah'ın yolundan alıkoymakla. Bu bir
tehdittir. Onlar zannediyorlar ki bu karşı geliş Allah Rasulünedir. Halbuki bu,
Allah'a muhalefettir. Çünkü Muhammed Allah'ın Rasulüdür. (s.a.) Onun vazifesi
sadece tebliğdir. Zarar verseler, belki peygambere zarar verirler. Allah, kâfirin
küfrü ve fasıkın fışkı ile zarar görmekten münezzehtir. "Allah onların"
sadaka, sıla-i rahim (akraba ile ilgi ve alâkayı sürdürmek) ve benzeri hayır
"amellerini" boşa çıkaracaktır. Ahirette bunların hiçbir sevabını
göremeyecekler. Ayetin manası şöyle olur: Allah, onların güzel amellerini,
küfürleri ve Allah Rasulüne olan düşmanlıkları sebebiyle "boşa
çıkaracaktır."
"Ey iman edenler..!" Bu Yahudi ve münafıkların amellerini
boşa çıkardıkları gibi, sizde "amellerinizi" küfür, nifak, kendini
beğenmişlik, riya, başa kakmak, eza etmek ve benzeri hareketlerle "boşa
çıkarmayın!" sevapsız kılmayın. Beyzavi şöyle demiştir: Bu ayette, büyük
günahlarla, iyiliklerin boşa çıkacağına dair bir delil yoktur.
"Sonra kâfir olarak ölenleri Allah asla bağışlamaz." Gerçi
Bedir'de ölen müşrikler hakkında nazil olsa da, bu ayet, küfür üzere ölen herkesi
kapsamına almaktadır.
"Üstün durumdayken gevşeyip barışa çağırmayın." Güçlü ve
galip olduğunuz halde, zafiyet göstermeyin, kâfirlerle karşılaştığınız zaman
onlara boyun eğerek barışa davet etmeyin.
"Allah" yardımı ve nusretiyle "sizinle beraberdir."
Yani sizin yardımcınızdır.
"Allah amellerinizin" sevabını zayi edip,
"eksiltmeyecektir."
[53]
İbni Abbas'a göre: "İnkâr edip Allah yolundan (hak yoldan)
alıkoyanlar..." (32. ayet) ayetinde anlatılanlar, Bedir savaşında
askerlerini doyuran müşriklerdir.
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, peygambere itaat edin.
İşlerinizi boşa çıkarmayın." (33. ayet) ayeti, Allah'ın emirlerinde
Peygamber (s.a.)'in sünnetinde, Allah ve Rasulüne devamlı itaat etme noktasında
müminlere bir hitaptır. Bu ayetin nüzulü ile ilgili olarak İbni Ebi Hatim ve
Muham-med b. Nasr el-Mervezi'nin Kitabu's-Salât da Ebu'l-Aliye'den rivayet
ettiğine göre Ebu'l-Aliye şöyle demiştir: Allah Rasulünün ashabı Lâ İlahe
İllal-lah=Kelime-i Tevhid'le birlikte hiçbir günahın zararı olmayacağını düşünüyorlardı.
Şirk ile beraber hiçbir amelin faydası olmadığı gibi. Bunun üzerine bu ayet
nazil oldu. Böylece onlar günahın, amelin sevabını ortadan kaldırmasından
korktular.
"inkâr edip, Allah yolundan alıkoyanları ve sonra da kâfir olarak
ölenleri Allah asla bağışlamaz." (34. ayet) ayeti Bedir kuyusu yanındaki
müşrikler hakkında nazil olmuştur. Onların savaşçıları öldürülüp kuyunun içine
atılmıştır.
[54]
Allah Tealâ surenin baş tarafında müşriklerin halini, sonra da münafıkların
durumunu açıkladıktan sonra; Ehl-i Kitaptan bir grubun, Kuray-za ve Nadir
oğullarının tavrını zikretti. Onlar, inkâr edip insanları Allah'ın yolundan
vazgeçirmeye çalışmışlardır. Hakkı bilip öğrendikten sonra ter-kettikleri için
yüce Allah, onları tehdit etmiştir. Bunlar, müslüman olup müslümanlıklarını
peygamberin başına kakan Sa'd oğullarıdır. Allah, onları bu davranışlarından
sakmdırmıştır. Daha sonra da Allah Tealâ, kâfir olarak ölenlerin hükmünü
belirtmiştir. Bu hüküm Allah'ın, onları asla bağışlamaması, dünya ve ahirette
onları yardımcısız bırakmasıdır. Müslümanlar güçlü, galip ve üstün bir noktada
iken, o kâfirler karşısında zafiyet ve zillet göstermeye hiçbir şey sebep
olamaz.
[55]
"İnkâr edip Allah yolundan alıkoyanlar ve kendilerine doğru yol
belli olduktan sonra peygambere karşı gelenler, Allah 'a hiçbir zarar
veremezler. Allah, onların yaptıklarını boşa çıkaracaktır." Allah'ın
birliğini (tevhid) inkâr edenler, İslâm'dan ve Allah Rasulüne (s.a.) tabi
olmaktan menederek insanları Allah'ın dininden ve hak yoldan uzaklaştıranlar,
hak kendilerine ayan beyan belli olduktan sonra, peygambere isyan edip ona
düşman olanlar; peygamberin, Allah'ın Rasulü olduğunu, açık mucizeler ve kesin
delillerle Allah tarafından gönderildiğini bilenler inanmamak ve küfürde ısrarları
dolayısıyla Allah'a asla zarar veremezler.
Çünkü hiçbir kul Rablerine zarar verecek noktaya ulaşamaz ki, O'na
zarar versin. O, ne olursa olsun, başkalarının zarar vermesinden münezzehtir.
Onlar, ancak kendi nefislerine zarar verirler ve kıyamet gününde o nefislere
yazık ederler. Allah, küfürlerinden dolayı onların amellerinin sevabını boşa
çıkaracaktır.
Sonra yüce Allah, mümin kullarına, kendisine ve rasulüne (s.a.) itaati
emretti. Çünkü bu itaat, insanların dünya ve ahiret mutluluğuna sebeptir.
Onları, amelleri boşa çıkaracak olan irtidattan (dinden dönme) sakındırarak
şöyle buyurdu: "Ey iman edenler! Allah 'a itaat edin, peygambere itaat
edin. Amellerinizi (işlerinizi) boşa çıkarmayın." Allah'a ve Rasulüne inananlar!
Emirlerine, yasaklarından kaçarak Allah'a ve Rasulüne itaat ediniz! Dinden
dönerek (riddetle), ya da büyük günahlarla, riya (gösteriş) ve gösteriş için
başa kakarak ve eza ederek amellerinizin sevaplarını boşa çıkarmayın. Riddetle
(dinden dönerek) amellerin sevabının boşa çıkarılmasının delili bundan sonra
gelecek olan "Allah onları asla bağışlamaz." ayetidir.
Kebairle (büyük günahlarla) amellerin sevaplarının boşa çıkacağına dair
delil ise, Ebu'l-Aliye'den nüzul sebebi ile ilgili olarak zikredilen şu husustur:
Peygamberin ashabından bazıları, şirk ile birlikte hiçbir amelin faydası
olmadığı gibi, Lâ İlahe İllallah=Kelime-i tevhidi söyledikten sonra hiçbir
günahın zararı olmayacağı görüşünü benimsiyorlardı. Nihayet, yukarda sözü
edilen ayet nazil oldu. Bu sebeple amellerinin sevabının zayi olacağı
noktasında büyük günahlardan korkuyorlardı.
Katade (r.a.) şöyle demiştir: Kötü ameliyle iyi amelinin sevabını
gidermeyen bir kula Allah merhamet etsin. İbni Abbas (r.a.)'dan da şöyle
rivayet edilmiştir: Amellerinizin sevabını; riya ve suma ile, ya da şüphe ve
nifakla ortadan kaldırmayınız!.
Muhammed b. Nasr el-Mervezi'nin İbni Ömer (r.a.)'den rivayet ettiğine
göre o şöyle demiştir: Biz, Allah Rasulünün ashabı (arkadaşları) hasenattan
(iyiliklerden) her şeyin makbul olduğunu düşünüyorduk. Nihayet "Ey iman
edenler! Allah'a itaat edin, peygambere itaat edin. İşlerinizi boşa
çıkarmayın." ayeti nazil oldu. "Amellerimizi boşa çıkaran bu şey
nedir?" diye kendi kendimize sorduk, yine biz cezayı gerektiren büyük
günahlar, çirkin şeylerdir, diye cevapladık. Sonra "Allah kendisine ortak
koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını (günahları) dilediği kimse için
bağışlar." (Nisa, 4/48, 116) ayeti indi. Bu ayet nazil olunca artık bu
konuda konuşmayı bıraktık. Biz, büyük günahlara ve çirkin işlere girmiş
insanlar adına korkar, endişe ederdik, fakat bunlara bulaşmamış kimseler için
Allah'ın rahmetini dilerdik.
Sonra Allah Tealâ şunu açıkladı ki, kulun amelleri batıl da olsa, Allah'ın
fazlı (ihsanı) bakidir. Küfür üzerine ölmedikçe dilerse Allah onu bağışlar.
Allah Tealâ şöyle buyurdu: "înkâr edip Allah yolundan alıkoyanları ve
sonra da kâfir olarak ölenleri Allah asla bağışlamaz." Yani Allah'ın birliğini
inkâr edenler, insanları Allah'ın dininden ve Rasulüne tabi olmaktan
alıkoyanlar, küfürde ısrar ettikleri halde ölenlere asla af yoktur. Bilakis
onlar cehennemde ceza göreceklerdir. Katade şöyle demiştir: Bu ayet, peygambere
kendi babası hakkında soran ve babasının, küfründe samimi olduğunu söyleyen
bir adam hakkında nazil olmuştur. Kelbi'den Bedir'e katılanların reisleri
hakkında nazil olduğu da rivayet edilmiştir.
Ayetin benzeri şudur: "Allah, kendisine ortak koşulmasını asla
bağışlamaz, bundan başkasını (günahları) dilediği kimse için bağışlar."
(Nisa, 4/48). Bundan daha fazla da müsamaha olamaz. Çünkü Allah, mümin olarak
ölene mağfiret ve rahmetiyle muamele edecektir. Küfür üzere ölene ne mağfiret
vardır, ne de rahmet!
Sonra da Allah, kâfirin dünyada da, ahirette de hürmete değer bir durumu
olmadığını açıkladı ve onlarla savaşmayı emrederek şöyle buyurdu:
"Üstün durumda iken gevşeyip barışa çağırmayın. Allah sizinle
beraberdir. O, amellerinizi asla eksiltmeyecektir." Müminler! Kâfirlerle
savaşmakta zafiyet göstermeyin. Acz ve zaaf göstererek, istek sizden gelmek
üzere, kâfirleri barışa davet etmeyin. Bu durum, ancak zaaf anında olur.
Müşrikler de benimserse barışı kabul etmeye hiçbir engel olamaz. Ama güçlü
kuvvetli, düşmanlarınıza galip durumda iken ilk defa sulh talebinde siz
bulunmayın. Allah, onlara karşı yardım ve zaferiyle sizinle beraberdir.
Amellerinizin sevabından hiçbir şeyi eksiltmeyecektir. "Allah sizinle
beraberdir." cümlesi düşmanlara karşı zafer elde edileceğini ifade eden
büyük bir müjdedir.
Kâfirlerin güçlü olması ve müslümanlara göre sayıca çok bulunması
halinde ise, müslümanlarm lideri (imam) eğer sulh ve barışta maslahat (kamu
yaran) görürse bunu yapar. Nitekim Allah Rasulü (s.a.) Kureyş kâfirleri
kendisini Mekke'ye girmekten engellediğinde ve onu barışa davet edip on yıl
aralarında savaşı sona erdirmeyi istediklerinde onlara bu konuda olumlu cevap
vermişti.
[56]
1- Allah ve Rasulünü inkâr
etmenin insanları İslâm'dan uzaklaştırmaya çabalamanın, deliller ve
mucizelerle peygamber olduğunu öğrendikten sonra Allah Rasulüne (s.a.) düşman
olmanın kötülüğü ve zararı bizzat kâfirlere ait olacaktır. Allah onların
yaptıkları amellerin sevaplarını boşa çıkaracaktır. Allah, hiçbir kâfirin
küfründen ve hiçbir fasıkın fışkından zarar görmez.
2- Müminler sürekli olarak
Allah'ın emirlerine ve Rasulünün sünnetine bağlanarak itaat etmekle
mükelleftirler. Büyük günahlarla, gösteriş ile, başa kakarak ve eza ederek, ya
da Allah Rasulüne itaati terkederek iyiliklerin sevabını boşa çıkartmalarından
sakmdırılmışlardır.
Burada, büyük günahların itaatleri boşa çıkardığına ve masiyetlerin,
imandan uzaklaştırdığına işaret vardır.
3- Müminlere: "İşlerinizi
boşa çıkarmayın" diye bir emir verilmektedir. Bunun zahiri (görünen ilk
anlamı) şuna işaret etmektedir: Bir insan nafile bir ibadete başlar da, sonra
onu terketmek isterse, bu onun için caiz değildir. İlim adamlarının bu konuda
birtakım görüşleri vardır:
Şafii: Başlanılan nafile amellerin terkinin caiz olacağı görüşünü benimsemiştir. Çünkü nafile ibadeti yapan kişi kendi nefsinin emiri (idarecisidir. Böyle bir nafile ibadeti kendine vacip kılması, o ibadeti nafile olmaktan çıkarır. "Zira iyilik edenlerin aleyhine bir yol (bir sorumluluk) yoktur." (Tevbe, 9/91). ayetinden maksat, farz amelin sevabını boşa çıkarmaktır. Allah, farz amelin sevabını boşa çıkarmaktan sakındırmıştır. Ama nafileye gelince durum böyle değildir. Zira nafile ibadet kişiye farz değildir. Ayetteki lafzın umumi olduğu ileri sürülecek olursa, umumi lafzın da tahsisi caizdir, şeklinde cevap verilir. Zira nafile gönüllü olarak yapılan bir ibadettir. Gönüllü olarak yapılan bir ibadet de muhayyerliği, yapıp yapmama özgürlüğünü gerektirir.
İmam Malik ve Ebu Hanife ise: Başlanılan nafile bir ibadetin
terkedi-lemeyeceği görüşündedirler; nafile namaz ve nafile oruç gibi. Çünkü
nafile ibadet yapan kimse bu ibadete başlamadan önce kendi nefsinin emiri (idarecisi)
idi. Fakat başladıktan sonra artık bu ibadeti kendisine farz kılmış ve onu
yapmaya kesin olarak karar vermiştir. Dolayısıyla üzerine farz kıldığı şeyi eda
etmesi ve karar verdiği ibadeti ifa etmesi gerekir. "Ey iman edenler!
Akitlerin (gereğini) yerine getiriniz." (Maide, 5/1).
4-
Kâfir olarak ölmek, sürekli
olarak cehennemde kalmayı gerektirir. Tevbe ve mağfiret kapısı hayat boyu
açıktır. Allah'ın birliğini (tevhidi) inkârda ısrar ederek ölen kimse
cehennemle cezalanır.
5- Müslümanlar güçlü oldukları
sürece, zillet ve zaaf göstererek düşmanları barış ve sulha davet etmeleri
caiz değildir. Bazı hallerde zahiren düşmanların üstünlüğü ortaya çıksa da Allah
müminlere yardım edecek ve onların hiçbir amelinin sevabını eksiltmeyecektir.
Müslümanlar zayıf düşüp düşmanlara mukavemetten aciz kaldıklarında
zaruret halinde onlarla barış anlaşması yapmak caizdir.
Aynı şekilde devlet reisi (imam) barış anlaşmasında bir menfaat görürse,
bunu yapabilir. Nitekim Allah Rasulü (s.a.) on sene süre ile müşriklerle
Hudeybiye barış antlaşmasını yapmıştır.
Müşrikler, iyi niyetle, herhangi bir hile olmaksızın barış isterlerse
onların bu barışlarını kabul etmekte bir zarar yoktur. Çünkü Allah şöyle buyurmaktadır:
"Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a tevekkül
et." (Enfal, 8/61).
İşte bütün bu açıklamalara göre "sakın gevşemeyin..."
(Muhammed, 47/35) ve "Eğer onlar barışa yanaşırlarsa..." (Enfal, 8/61)
ayetlerinden her biri muhkemdir, yani hükmü geçerlidir. Bazılarının dediği gibi
biri diğeriyle mensuh, hükmü ortadan kaldırılmış değildir. Çünkü bu iki ayet,
farklı iki durumda ve iki ayrı zamanda nazil olmuştur. Birincisi, müslümanlann
güçlü oldukları zamanda, ikincisi ise düşmanların barış istedikleri durumda.
[57]
36- Dünya hayatı bir oyun ve eğlencedir. Şayet iman eder ve takva sahibi
olursanız, Allah size mükâfatınızı verir ve sizden mallarınızı (tamamen
sarfetmenizi) istemez.
37-Eğer onları isteseydi de (vermeniz için) ısrar etseydi cimrilik ederdiniz
ve bu da sizin kininizi ortaya çıkarırdı.
38- İşte sizler, Allah yolunda harcamaya çağrılmakta olanlarsınız.
Sizden bazıları cimrilik ediyor, kim cimrilik ederse ancak kendisine cimrilik
etmiş olur. Allah zengindir siz ise fakirsiniz. Şayet ondan yüz çevirirseniz
yerinize sizden başka bir toplum getirir. Sonra onlar sizin gibi de olmazlar.
Ayette geçen "zengindir" ve "fakirsiniz" kelimeleri
arasında tezat sanatı vardır.
[58]
"Dünya" hayatında bir şeylerle meşgul olmak istikrarı olmayan
bir "oyun ve eğlencedir." Oyun kelimesi, gelecekte faydası olmayan
her şey için kullanılmaktadır. Önemli işler varken başka şeyler ile meşgul
olunmaz. Bu yüzden, kişiyi meşgul edip önemli işlerin yapılmasına engel olan
şeyler eğlencedir.
"Şayet iman eder ve" emrettiği şeyleri yerine getirmek ve
nehyettikle-rinden de sakınmak suretiyle "takva sahibi olursanız Allah size
mükâfatınızı" takva ve iman sahibi olmanızın sevabını "verir."
"Sizden mallarınızı" mallarınızın tamamını sizden
"istemez." Bilakis onda bir veya kırkta bir gibi mallarınızın sadece
belli bir oranını zekat olarak istemektedir.
"Eğer onları isteseydi de ısrar etseydi" cimrilik
"kinlerinizi" yani İslâm dinine karşı düşmanlığınızı "ortaya
çıkarırdı."
"İşte sizler" ey şu vasıflara sahip muhataplar! "Allah
yolunda harcamaya" yani size farz kılınan zekat, cihad masrafları ve
başka harcamalara Allah tarafından "çağırılmakta olanlarsınız. Allah
zengindir." sizin harcamalarınıza ihtiyacı yoktur, "siz ise
fakirsiniz." Allah'a muhtaçsınız. "Şayet O'ndan yüz
çevirirseniz" O'na itaatten vazgeçerseniz "yerinize sizden başka bir
toplum getirir." Sizin bulunduğunuz mevkiye başka bir kavim getirir veya
sizin yerinize başka bir kavim yaratır. "Sonra onlar" Allah'a imanı
ve ona itaati terketme hususunda "sizin gibi de olmazlar." aksine
Allah'a itaatte kusur göstermezler.
[59]
Allah Tealâ cihadı emredip, mücadeleye devam etmede zayıflık ve gevşeklik
göstermek, düşmanla anlaşma yapmak ve ateşkes talep etmeyi yasakladıktan sonra
müminlerin gözünde dünyayı değersiz göstermek ve onların iman ve takvaya
rağbetlerini artırmak suretiyle can ve mal ile cihad etmeye ve Allah yolunda
harcamada bulunmaya teşvik etmiştir. Zaten bunların faydası yine kendilerine
dönecektir. Surenin sonunda ise şayet iman, cihad ve takvadan vazgeçerseniz
dinini yerleştirme ve İslâm davetine yardım etmek için sizden daha değerli bir
kavim sizin yerinize getirir, diyerek onları tehdit etmiştir.
[60]
"Dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlencedir." Yani ey
müminler! Düşmanlara karşı cihad etmeyi şiddetle arzu edin. Dünya hayatını
küçümseyip ahireti talep edin. Çünkü dünyada elde edilen şeyler bir oyun ve
eğlencedir, bir boş iş ve bir aldanıştır. Dünyada insan için Allah yoluna
girmek, onun rızasını talep etmek, O'na ibadet ve itaat etmek gibi Allah rızası
için yapılan işler dışında kalıcı hiçbir amel yoktur. Bu ayette dünyayı küçümseme
ve aşağılama vardır.
Oyun, hali hazırda zaruri olmadığı gibi gelecekte de faydası olmayan
her şey demektir. Bu tür işlerle meşgul olunmaz. Eğer zaruri işleri varken
hiçbir faydası olmayan oyunla vakit geçirilirse buna da eğlence denir. İnsanları
meşgul edip önemli işlerini yapmalarına engel olduğu için müzik aletleri de
eğlence manasmdadır.
Dünya hayatını, dünyaya karşı aşırı istekli olmayı, dünya nimetlerine
aldanarak ahireti ihmal etmeyi kötüleyen birçok ayet gelmiştir. Allah
Te-alâ'nın şu sözü dünyayı kötüleyen ayetlerinden biridir. "Biliniz ki
dünya hayatı sadece bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda övünmede daha çok mal
ve evlât sahibi olma isteğinden ibarettir." (Hadid, 57/20).
Daha sonra Allah Tealâ "Şayet iman eder ve takva sahibi olursanız
size mükâfatınızı verir ve sizden mallarınızı (tamamen sarfetmenizi) istemez."
buyurarak sevap vaadini tekrar vurgulamış ve müminleri ahirete teşvik etmiştir.
Buna göre ayetin manası şöyledir: Eğer Allah ve Rasulüne (s.a.) tam manasıyla
iman eder; farzları eda etmek, yasaklarından azami ölçüde kaçınmakla gerçek
takvaya ulaşırsanız, yaptığınız iyi amellerin ve itaatinizin sevabını Allah
size verir. Zekât ve başka yollarla mallarınızın tamamını elden çıkarmanızı
istemez. Allah Tealâ zengindir. Sizden hiçbir şey talep etmez. Fakir
kardeşlerinize yardımcı olmanız için size sadece mallarınızın zekâtını
vermenizi farz kılmıştır. Zaten bunun faydası ve sevabı yine size dönecektir.
Dünyaya karşı aşırı istekli olmanın sebebini ise Cenabı Hak şöyle ifade
etmiştir: "Eğer onları (mallarınızı) isteseydi de (vermeniz için) ısrar etseydi
cimrilik yapardınız, bu da sizin kininizi ortaya çıkarırdı." Yani şayet
Rabbiniz bütün mallarınızı isteseydi ve ısrar ederek sizi vermeye zorlasaydı
cimrilik edip vermez ve Allah'ın bu emrine uymazdınız. İşte böylece sizin
kinleriniz de apaçık ortaya çıkmış olurdu.
Katade demiştir ki: Allah Tealâ, malların infak için çıkartılmasının içteki
kin ve nefretin ortaya çıkmasını sağladığını bildirmiştir. Katade'nin bu görüşü
gerçekten yerinde bir tesbittir. Nitekim İbni Kesir de bunun gerçek ve doğru
olduğunu ifade etmiştir. Çünkü nefis malı çok sever, onu ancak daha çok
sevdiği bir şahıs için harcar.
Sonra Allah Tealâ daha önce geçen olayları açıklamış ve bunu şu sözüyle
vurgulamıştır: "İşte sizler Allah yolunda infak etmeye
çağınhyorsu-nuz." Sizler ey ilâhî hitaba muhatap olanlar! Allah yolunda
yani cihad, zekât ve diğer hayır yollarına mallarınızı harcamaya davet
ediliyorsunuz.
"Sizden bazıları cimrilik ediyor, cimrilik eden kendine cimrilik
etmiş olur. Allah zengindir siz ise fakirsiniz." Bir kısmınız az bir malı
vermede bile cimrilik etmiş ve Allah yolunda harcama yapma çağrısına icabet
etmemişken mallarınızın tamamını cimrilik yapmadan nasıl harcayabilirsiniz?
Malını infak etme hususunda cimrilik yapan kendisini sevap ve mükâfattan
mahrum bıraktığı için yine kendisi zarar eder. Ayrıca cimrilik yapmanız
sebebiyle düşmanlar size galip gelirler de izzetiniz, mallarınız ve hatta
canlarınız helak olup gider.
Allah Tealâ sizin mallarınıza muhtaç olmaktan münezzehtir. Mutlak
zenginliğin sahibidir. O kendi dışında her şeyden müstağni olduğu gibi aynı
zamanda her şey daima Ona muhtaçtır. Bu sebeple "siz fakirsiniz" buyurmuştur.
Yani siz ey bizzat Allah ve onun nezdindeki hayır ve rahmete muhtaç olan
kullar! O noksan sıfatlardan münezzeh olan, muhtaç olduğu için size harcamada
bulunmanızı emretmiyor. Aksine siz sevaba muhtaçsınız. Bu yüzden infakta
bulunmanızı emretmektedir.
Bütün bunların peşinden Allah Tealâ, emaneti üstlenmekten yüz çevirmeleri
durumunda bir kavmin yerine daha faziletli bir kavmi getirmek hususundaki ilâhî
kanununu (sünnetullah) dile getirmiştir. Sakındırarak hatırlatma yaparak ve
tahdit ederek Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Eğer yüz çevirirseniz
yerinize başka bir toplum getirir. Sonra onlar sizin gibi de olmazlar."
Yani eğer siz imandan, takvadan, itaattan ve Allah'ın dinine uymaktan yüz
çevirirseniz sizden daha itaatkâr bir kavmi sizin yerine getirir. Onlar iman ve
takvadan vazgeçmek ve Allah yolunda cimrilik yapmak hususunda sizin gibi
olmazlar.
İbni Cerir, İbni Ebi Hatim, Abdurrezzak, Beyhaki, Tirmizi ve diğer
muhaddisler Ebu Hüreyre (r.a.)'nin şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:
Ra-sulullah (s.a.) "Eğer yüz çevirirseniz yerinize başka bir toplum
getirir, sonra onlar sizin gibi de olmazlar." ayetini okuyunca Ashab-ı
Kiram "Ey Allah'ın Rasulü! Biz yüz çevirdiğimizde bizim yerimize getirilip
de bizim gibi olmayacak olanlar kimlerdir?" dediler. Ebu Hüreyre dedi ki:
Rasulullah (s.a.) eliyle Selman-ı Farisi (r.a.)'nin omuzuna vurdu sonra
"Bu ve bunun kavmidir. Şayet İslâm dini Süreyya yıldızında olsaydı
Farisilerden bazıları onu mutlaka elde ederdi." buyurdu. Ancak İbni
Kesir'inde ifade ettiği gibi bu hadisin sıhhati hakkında bazı hadis imamları
tenkit edici sözler söylemişlerdir. Tirmizi: "Bu hadis gariptir.
İsnadında tenkid edilecek noktalar vardır. " demiştir.
Kelbi, Hasen ve İkrime'den şu söz rivayet edilmiştir: Allah Tealâ'nm
başka bir kavmi getirmesinin şartı o zamanki müslümanların yüz çevirmeleriydi.
Fakat onlar yüz çevirmemişlerdir. Dolayısıyla onların yerine -yukarıda geçtiği
anlamıyla- Araplar, Yemenliler ve Acemlerden başka bir kavim getirilmemiştir.
[61]
1-
Dünya oyun, eğlence,
lüzumsuz meşguliyetler ve şehvetler diyarıdır. Bahtiyar kişi dünyayı ahiret
için kullandığı gibi, ihtiyacı kadar dünyadan nasibini almayı da unutmaz. Kim
Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, kitaplarına ve ahirete iman eder,
farzları yapmak ve yasakları terket-mek suretiyle Rabbinden sakınırsa ebedîlik
yurdu olan ahirette büyük bir sevaba nail olur.
2- İnsan yaratılışı gereği
malı sever. Bu sebeple Allah Tealâ kendinde bir lütuf ve mağfiret olarak
Allah'ın bir ihsanı olan kârın bir kısmını vermesini emretmiştir. Bu infakm
sevabı da yine infak eden kişiye döner. Maldan harcamak oranı ise onda bir,
yirmide bir ile kırkta bir arasında değişmektedir. Bundan dolayı Allah Tealâ
"mallarınızı istemez" buyurdu. O, ancak sizden kendi mallarını yani
sizin için önemsiz denecek kadar az olan kârların bir kısmını istemektedir.
Çünkü onların asıl sahibi Odur. Ayrıca onları nimet olarak veren de Odur.
3-
Allah Tealâ malî
mükellefiyetler konusunda kullarına lütufta bulunduğunu vurgulamış, onlardan
mallarının az bir kısmını istediği halde cimrilik yapıp vermediklerini,
tamamını isteseydi o zaman hiç vermeyeceklerini ifade etmiştir.
4- Cihad vb. hayır yollarına
malından bir şey vermeyip, cimrilik yapan kimseler sevap ve mükâfattan mahrum
kaldığı için aslında kendisine cimrilik yapmış demektir.
5-
Allah Tealâ kullardan ve
bütün varlıklardan müstağnidir, onların mallarına muhtaç değildir. Fakat bizzat
kullar sevaba ve ilâhî ihsana nail olmak için Allah'a muhtaçtır. Dolayısıyla
bizim savaşa ve fakirlere yardıma ihtiyacımız yok demesinler. Gerçekte dünya
ve ahirette kullar bundan müstağni değildir. Dünyada cihad olmasa idi müslüman
ülkeler yağmalanır, kâfirlerin saldırısıyla müslüman halk öldürülürdü. Bir
şeye muhtaç olan kimse ihtiyacını gideremez ise zengine yönelir ve onun malını
alır. Ahirette ise mal ve evlâdın fayda vermeyeceği, sorgu sual için bekletilen
hesap gününde her insanın Allah Tealâ'nm fazlu keremine ve rahmetine muhtaç
olması ise ayan beyan ortadadır.
6-
Alah Tealâ kullarını ikaz
etmiş ve ilâhî mesuliyeti yüklenmeyi ve mükellefiyetlerin gereklerini yerine
getirmeyi ihmal etmekten onları sakındırmıştır. Kullar şayet iman, cihad ve
takvayı bırakıp yüz çevirirlerse daha itaatkâr, daha faziletli ve daha çok
iyilik yapan bir kavmi onların yerine getirir. Allah'ın kulları hakkındaki
ilâhî kanunu böyledir. Öncekilerin yerine getirilen bu toplum Allah yolunda
malını harcamada ve cimrilik yapma hususunda öncekiler gibi olmaz. Nitekim
Taberi de bu ifade etmiştir. Razi'nin de dediği gibi evlâ (yorumlamada daha
yerinde olanı farklılığın genel olması, hem sıfat ve özellikleri hem de cinsi
içine almasıdır. Yani ne vasıf ve özellikleri bakımından (cimrilik) ne de cins
bakımından (Arap olma) size benzemezler. Zemahşeri ayetin tefsirinde demiştir
ki "Yani sizin özelliğinizin aksi bir özelliğe sahip, iman ve takvaya
rağbeti olan ve asla yüz çevirmeyen bir kavim yaratır." Nitekim bir başka
ayette "O (Allah) yeni insanlar getirir." (Fatır, 35/16)
buyurulmaktadır.
Müfessirler bu yeni toplumun kim olduğu hakkında ihtilâf etmişlerdir.
Bunun melekler, ensar, tabiun, Yemenliler, Kinde ve Nela'lılar, Acemler,
İranlılar ve Rumlar olduğu söylenmiştir. En doğrusu bunu Allah'ın ilmine havale
etmektir.
Burada Kureyş kavmine veya Medinelilere hitap edilmiştir. Bununla
birlikte ister vahyin indiği esnada ister daha sonraki dönemlerde olsun,
milletler ve nesiller yenilendikçe bu hitap da yenilenmektedir.Ebu
Musa'l-Esarî'den hikaye edildiğine göre bu ayet nazil olduğunda Rasulullah
(s.a.) çok sevinmiş ve "Bu ayet bana dünyadan daha sevimlidir. "
buyurmuştur.
[62]
[1] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/315.
[2] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/315.
[3] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/315-316.
[4] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/316.
[5] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/317.
[6] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/317-318.
[7] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/318.
[8] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/318-319.
[9] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/319-321.
[10] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/322-323.
[11] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/323.
[12] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/323-324.
[13] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/324.
[14] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/324-326.
[15] Ahkâmu'l-Kur'an, III/391.
[16] Neylu'l-Evtâr, VIIF2 v.d.
[17] Ahkâmul-Kur'an, III/390.
[18] Ahkâmul-Kur'an, IV/1689;
Kurtubî, XVI/228.
[19] Kurtubî, XVT/228.
[20] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/326-331.
[21] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/332.
[22] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/332-333.
[23] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/333.
[24] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/333-334.
[25] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/334-335.
[26] Razî, XXVIII/51.
[27] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/336.
[28] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/337.
[29] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/337-338.
[30] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/338.
[31] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/338-340.
[32] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/340-341.
[33] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/342.
[34] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/342-343.
[35] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/343.
[36] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/344.
[37] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/344-346.
[38] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/346-348.
[39] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/349.
[40] Razî, XXVIII/62.
[41] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/349-351.
[42] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/351.
[43] el-Bahru'l-Muhit, VIII/82.
[44] Hadis-i Şerifte geçen
"hagvün" kelimesi, izar veya bel manasına gelir. Burada kastedilen,
Allah'a sımsıkı bağlanıp, onun yardımına iltica etmektir.
[45] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/351-354.
[46] Bu manaya göre ayetteki
"iza"nın cevabı hazfedelmiştir.
[47] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/354.
[48] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/356.
[49] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/356-357.
[50] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/357.
[51] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/357-361.
[52] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/361-362.
[53] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/363-364.
[54] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/364.
[55] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/364-365.
[56] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/365-367.
[57] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/367-368.
[58] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/369.
[59] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/369-370.
[60] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/370.
[61] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/370-372.
[62] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/372-374.