1- Yakında Kendileriyle Savaşmak Üzere Çağırılacakları
Kimseler;
2- Bu Ayet Ebu Bekir ve Ömer (Allah İkisinden de Razı
Olsun)'in Halifeliklerinin Sıhhatine Delildir:
3- Kendilerinden Cizye Kabul Edilmeyenlerin Durumu:
4- İtaatin Mükafatı, Yüz Çevirmenin Cezası:
2- Bekletilen Kurbanlıklar ve Kurbanlıkta Ortaklık:
3- Kurbanların Yerlerine Varmasının Alıkonulması:
4- Varlıkları Bilinmeyen Mümin Erkekler ve Kadınlar;
5- Bilmeden ve İstemeyerek Yapılan Kötülüklerin Verdiği
Sıkıntı:
6- Ashab Kasten Bir Günah İşlemekten ve Başkasına
Haksızlık Etmekten Uzaktı:
7- Allah Dilediğini Rahmetine Alır:
8- Müminlerin Kâfirler Arasında Bulunması...:
10- Kıraate ve Nahve Dair Bazı Açıklamalar:
1- Allah'ın Rasûlü Muhammed ve Beraberindekiler:
2- Mümin İçin Namazın ve Özellikle Secdenin Önemi:
3- Ashab-ı Kiram'm Tevrat ve İncil'deki Örnekleri:
4- îman Edenlere Yapılan Vaadler:
Rahman ve
Rahim Allah'ın adı ile
Medine'de indiği ittifakla belirtilmiştir. Yirmidokuz âyettir. Mekke ile Medine arasında Hudeybiye (barışı) hakkında bir gece vakti inmiştir.
Muhammed b. İshak, ez-Ztihrî'den, o Urve'den, o el-Misver b. Mahreme ile Mervan b. el-Hakem'den şöyle dediklerini rivayet etmektedir: el-Feth Sûresi başından sonuna kadar Mekke ile Medine arasında Hudeybiye hakkında İnmiştir.
Buharî ve Müslim'de, Zeyd b. Eslem'den, o babasından rivayetine göre Ra-sûlullah (sav) seferlerinden birisinde geceleyin yol alırken Ömer b. el-Hat-tab da onun yanında bulunuyordu. Ömer ona bir hususa dair soru sordu. Ra-sûlullah (sav) ona cevab vermedi. Sonra tekrar ona sordu, yine ona cevab vermedi. Bir daha ona sordu, yine ona cevab vermedi. Bu sefer Ömer b, el-Hattab: Hay Ömer'in annesi oğlunu kaybedesice! Sen Rasûlullah (sav)'a üç defa ısrarla soru sorduğun halde, o da sana her seferinde cevab vermedi. Devamla Ömer dedi ki: Ben de devemi harekete geçirdim, sonra insanların önüne geçtim. Hakkımda Kur'ân ineceğinden korktum. Aradan zaman geçmeden bir kişinin .yüksek sesle beni çağırdığını duydum ve: Gerçekten ben hakkımda Kur'ân ineceğinden korkmuştum, dedim. Rasûlullah (sav)'ın yanına vardım, ona selam verdim, şöyle dedi: Bu gece bana öyle bir sûre indirildi ki o benim için üzerinde güneşin doğduğu her şeyden daha sevimlidir. Sonra da: "Gerçekten biz sana apaçık bir fetih nasib ettik" diye okudu. Bu-harî'nin lafzı böyle. [1] Tirmizî dedi ki: Bu hasen, garib, sahih bir hadistir. [2]
Müslim'in, Sahih'inde, Katade'den rivayete göre Enes b. Malik kendilerine anlatarak dedi ki: Peygamber (sav) Hudeybiye'de hediyelik kurbanlarını kesmiş ve Hudeybiye'den dönüşünde -ashab da keder ve üzüntü ile dolup taşıyorken- "gerçekten Biz sana apaçık bir fetih nasib ettik. Allah geçmiş ve gelecek günahını bağışlasın, üzerindeki nimetini tamamlasın ve seni dosdoğru yola iletsin diye... İşte bu, Allah'ın yanında büyük bir kurtuluştur" (el-Feth, 48/1-5) buyrukları nazil olunca dedi ki: "Üzerime öyle bir âyet indirildi ki benim için o bütün dünyadan daha çok sevilen bir şeydir." [3]
Ata, İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Yüce Allah'ın: "Bana da ne yapılacağını bilemem, size de" Cel-Ahkaf, 46/9) buyruğu nazil olunca yahudiler Peygamber (sav)'a ve müslümanlara dil uzatarak şöyle dediler: Kendisine ne yapılacağını bilemeyen bir adama nasıl uyarız? Bu. Peygamber (sav)'a çok ağır geldi. Bunun üzerine yüce Allah: "Gerçekten Biz sana apaçık bir fetih nasib ettik. Allah geçmiş ve gelecek günahını bağışlasın..." (el-Feth, 48/1-2) buyruğunu indirdi. Buna yakın bir açıklamayı Mukatil b. Süleyman da yapmıştır: Yüce Allah'ın: "Ben bana da ne yapılacağını bile mera, size de" buyruğu nazil olunca, müşriklerle münafıklar sevindiler ve: Kendisine ve arkadaşlarına ne yapılacağını bilemeyen bir adama bi2 nasıl uyarız, dediler. Bunun üzerine Hudeybiye'den dönüşünden sonra: "Gerçekten Biz sana apaçık bir fetih nasib ettik." Yani Biz senin lehine öyle bir hüküm verdik buyruğu nazil oldu ve bu âyet-i kerime öbürünü neshetti. Peygamber (sav) buyurdu ki: "Andolsun üzerime öyle bir sûre indirildi ki onun karşılığında kırmızı develerimin olması beni memnun etmez."
el-Mesudî dedi ki: Bana ulaştığına göre bir kimse ramazanın ilk gecesi nafile namazda Fetih Sûresini okuyacak olursa, Allah o kişiyi o yıl boyunca koru ması* altına alır. [4]
1. Gerçekten
Biz sana apaçık bir fetih nasib ettik.
Bu fethin ne olduğu hususunda farklı görüşler vardır.
Buharı'de şöyle denilmektedir: Bana Muhammed b. Beşşar anlattı, dedi ki: Bize Gunder anlattı, dedi ki: Bize Şu'be anlattı, dedi ki: Katade'yi, Enes'ten naklen şöyle derken dinledim: "Gerçekten Biz sana apaçık bir fetih n as İh ettik." Maksat Hudeybiye'dir[5]
Cabir dedi ki: Biz Mekke'nin, Hudeybiye gününden beri fethedi1diğini kabul ediyorduk.
el-Ferra[6] dedi ki: Siz fetih diye Mekke'nin fethini kabul ediyorsunuz. Evet Mekke'nin fethi bir fetihti, ama biz fetih diye Hudeybiye günü Rıdvan bey'ati olduğunu 'kabul ediyoruz. Osırada Peygamber (sav) ile birlikte sayımız 1400 kişi idi. Hudeybiye de bir kuyudur,
ed-Dahhak dedi ki: "Gerçekten Biz sana" savaşsız olarak "apaçık bir "fetih nasib ettik." Çünkü o sulh, fethin bir parçası idi.
Mücahid dedi ki: Bundan kasıt Hudeybiye'de kurbanlarını kesmesi ve başını traş etmesidir. Yine şöyle demiştir: Hudeybiye fethi büyük bir mucize idi. Suyu tamamen çekilmişti. Peygamber oraya ağzından su boşaltmış ve beraberinde bulunanların hepsi içecek şekilde kuyudan su kaynamıştı.
Musa b. Ukbe dedi ki: Hudeybiye'den döndüklerinde bir adam: Bu fetih değildir, (Kureyşliler) bizi Beyt'i tavaf etmekten alıkoymuştur, dedi. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Bilakis bu fetihlerin en büyüğüdür. Müşrikler kendi topraklarından sizleri kazasız belasız uzaklaştırıp sizden daha sonra umrenizi kaza etmenizi isteyip sizden hoşlarına gitmeyecek şeyleri görmüşken; sizden yana eman altında kalmaya razı oldular."
eş-Şa'bî yüce Allah'ın: "Gerçekten Biz sana apaçık bir fetih nasib ettik*
buyruğu hakkında dedi ki: Bu Hudeybiye fethidir. Orada hiçbir gazvede elde etmediği şeyleri elde etti. Allah onun geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladı. Ona Rıdvan bey'ati yapıldı. Hayber hurmalıkları onlara verildi. Hediyelik kurbanlıklar yerlerine ulaştı. Bizanslılar, Perslere galip geldi. Müminler de kitab ehlinin mecusilere karşı muzaffer olmasına sevindiler.
ez-Zührî dedi ki: Hudeybiye fetihlerin en büyüğüdür. Çünkü Peygamber (sav) oraya 1400 kişi ile birlikte gitmişti. Barış gerçekleştikten sonra insanlar birbirlerine gidip gelmeye başladılar. Bilmediklerini öğrendiler, Allah'tan gelen buyrukları dinlediler. İslâm'a girmek isteyen herkesin kalbinde İslâm mutlaka yer etti. O iki sene geçtikten sonra müslümanlar Mekke'ye geri 10.000 kişi olarak geldiler.
Yine Mücahid ve el-Avfî buradaki fetih Hayber fethidir, demişlerdir. Fakat birinci görüşü benimseyenler daha çoktur. Hayber ise -ileride yüce Allah'ın: "Geri bırakılanlar, ganimetler almak üzere gittiğinizde..." (el-Feth, 48/15) buyruğu ile "Allah size alacağınız çok ganimetler vaadetti. Allah si-ze bunu acilen vermiş..." (el-Feth, 48/20) buyrukları açıklanırken geleceği üzere- kendilerine verilmiş bir vaad idi.
Mücemmi' b. Cariye -ki Kur'ân'ı ezberlemiş kişilerden birisi idi- dedi ki: Biz Hudeybiye'de Peygamber (sav) ile birlikte hazır bulunduk. Oradan geri döndüğümüzde bir de baktık ki, insanlar develerini hızlıca sürmeye koyulmuşlar. Biri diğerine: İnsanlara ne oluyor? diye sordu. Peygamber (sav)'a Allah vahiy indirdi, dediler. Biz de tuzlıca yola koyulduk. Peygamber (sav)'ı Kura el-Ğamim -Mekke ile Medine arasında Hicaz taraflarında bir yer- yakınında bulduk. İnsanlar biraraya gelip toplanınca Peygamber (sav): "Gerçekten Biz sana apaçık bir fetih nasib ettik* buyruğunu okudu, Ömer b. el-Hattab: Bu bir fetih midir ey Allah'ın Rasûlü? diye sordu, Peygamber: "Evet nefsim elinde olana yemin ederim ki gerçekten o bir fetihtir" diye buyurdu. Bunun sonucunda da Hayber, Hudeybiye'ye katılanlara paylaştırıldı. Hudeybiye'ye katılanların dışında hiç kimse bu paylaştırılanlar arasına katılmadı. [7]
Yüce Allah'ın: "Bir fetih" buyruğunun Mekke'nin kılıç zoru ile fethedil-diğini göstermektedir, denilmiştir. Çünkü fetih adı ancak savaşla fethedilen yerler hakkında mutlak olarak kullanılır. İsmin hakikat anlamı budur. Bununla birlikte şehir sulh yoluyla fethedildi, denildiği zaman fetih ile birlikte zik-redilmediği sürece sulh ile fetholunduğu anlaşılamaz. Böylelikle sulh hakkında fethin kullanılması mecazi bir ifade olmaktadır. Ayrıca ilgili haberler de Mekke'nin savaş yoluyla fetholunduğuna delildir. Bu hususa dair açıklamalar daha önceden geçtiği gibi, ileride de gelecektir. [8]
2. Allah geçmiş ve gelecek günahını bağışlasın. Üzerindeki nimetini tamamlasın ve seni dosdoğru yola iletsin diye;
3. Ve Allah seni çok üstün zafere erdirsin diye.
İbnu'l-Enbarî dedi ki: " Apaçık bir fetih," buyruğunda vakıf tam değildir. Çünkü yüce Allah'ın: "Allah geçmiş ve gelecek günahını bağışlasın..." buyruğu fetih ile alakalıdır. Sanki şöyle buyurmuş gibidir: Yüce Allah fetih ile birlikte günahlarını da bağışlasın diye gerçekten Biz sana apaçık bir fetih nasib ettik. Böylelikle Allah dünya ve ahirette senin için göz aydınlığı olacak şeyleri birarada vermiş olmaktadır.
Ebu Hatim es-Sicistanî de şöyle demiştir: "Bağışlasın... diye" anlamındaki buyruğun başında yer alan "lam" kasem tamıdır. Ancak bu bir yanlışlıktır. Çünkü kasem "lam'ı ne kesreli gelir, ne de başına geldiği muzari fiili nas-beder. Eğet bu böyle olabilseydi; ifadesinin; "Andol-sun Zeyd kalkacaktır" anlamında olması mümkün olurdu.
ez-Zemahşerî dedi ki: Şayet; Mekke'nin fethini nasıl olur da mağfirete gerekçe kıldı, diye soracak olursan, şöyle cevap veririz: Mekke'nin fethini mağfirete gerekçe kılmış değildir, fakat mağfiret nimetin tamamlanması, dosdoğru yola iletmek ve üstün zaferden ibaret dört hususu birarada saydığından dolayı böyle ifade edilmiştir. Şöyle buyurulmuş gibidir: Biz sana Mekke'nin fethini kolaylaştırıp, düşmanına karsı sana yardım ettik ki, dünya ve ahiret izzeti, dünyanın ve ahiretin maksatları birarada sana verilmiş olsun. Mekke fethinin düşman ile dhad olması açısından günahların bağışlanmasına ve mükafat ve sevabın elde edilmesine sebeb olarak görülmüş olması da mümkündür.
Tirnıizî'de, Enes'ten şöyle dediği rivayet edilmiştir: Peygamber (sav)'a: "Allah geçmiş ve gelecek günahını bağışlasın" buyruğu Hudeybiye'den dönüşünde peygamberin üzerine indi. Bunun üzerine Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Andolsun bana öyle bir âyet indirildi ki, o benim için yeryüzü üzerindeki herşeyden daha sevimlidir." Sonra Peygamber (sav) bu âyeti ashaba okudu, onlar da: Ne mutlu sana, kutlu olsun sana, ey Allah'ın Rasûlü! Allah sana ne yapacağını açıklamış bulunuyor. Peki ya bize ne yapacak? Bunun üzerine ona: "Mümin erkeklerle mümin kadınları altlarında nehirler akan cennetlere... soksun... İşte bu Allah'ın yanında büyük bir kurtuluştur" (el-Fetih, 48/5) buyruğu nazil oldu. (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Yine bu hususta Mücemmî' b. Cariye'den de gelmiş bir rivayet vardır[9]
Te'vil bilginleri "Allah geçmiş ve gelecek günahını bağışlasın" buyruğunun anlamı hakkında farklı açıklamalar yapmışlardır. "Geçmiş" risaletten önce ve "gelecek" ondan sonra "günahını bağışlasın" demek olduğu söylenmiştir. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. et-Taberî ve Süfyan es-Sevrî de buna yakın açıklamalarda bulunmuşlardır. Ta ben der ki: Bu yüce Allah'ın: "Allah'ın yardımı ve fetih geldiğinde... Çünkü o tevbeleri çok kabul edendir" (en-Nasr, 110/1-3) buyruğuna bağlı onunla ilgilidir. "Allah geçmiş" risaletten önce "ve gelecek" bu âyetin indiği vakte kadar gelecek "günahını bağışlasın" demektir.
Süfyan es-Sevrî dedi ki: "Allah geçmiş" sana vahiy gelmeden önce cahi-liye döneminde işlediğin "ve gelecek" henüz işlemediğin her tür "günahını bağışlasın... diye" demektir. el-Vahidî de böyle açıklamıştır.
Peygamberlerin küçük günah işlemelerine dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/35. âyet, 12. başlıkta) geçmiştir. Bu, bir görüş.
Şöyle de açıklanmışın "Geçmiş" fetihten önce "ve gelecek" fetihten sonra... demektir. "Geçmiş"den kastın bu âyetin inişinden önce, "gelecek*den kastın ise bundan sonra olduğu da söylenmiştir. Ata el-Horasanî dedi ki: "Geçmiş" ilk iki atamız Adem ile Havva'nın günahı, "gelecek" ise senin ümmetinin günahı demektir. Baban İbrahim'in günahı diye de açıklanmıştır, "Gelecek" ise diğer peygamberlerin günahı demektir.
"Geçmiş" Bedir günü günahı, "gelecek" Huneyn günü günahı diye de açıklanmıştır. Şüyle ki; Bedir günü Peygamber efendimiz dua edip: "Allah'ım eğer sen bu küçük topluluğu helak edecek olursan, yeryüzünde ebediyyen sana ibadet olunmaz" dedi ve bu sozü'deFalarca tekrarladı. Yüce Allah da ona: Bu topluluğu helak ettiğim takdirde ebediyyen bana ibadet olunmayacağını nereden biliyorsun? diye vahyetti. îşte bu onun geçmiş günahı idi. Gelecek günahı ise Huneyn günü idi. İnsanlar bozguna uğrayıp dağıldıklarında amcası Abbas ile amcası oğlu Ebu Süfyan'a şöyle demişlerdi: "Bana şu vadinin küçük çakıl taşlarından bir avuç uzatınız." Ona bir avuç uzattılar, o da o çakıl taşını eline alıp, müşriklerin yüzlerine doğru atarak: "Yüzler çirkin olsun. Ha. Mim. Onlar zafere erişemezler" dedi. Karşıdaki ordu son ferdine kadar bozguna uğradı. Gözüne kum ve çakıl taşı dolmadık hiç kimse kalmadı. Sonra ashabı arasında seslendiğinde geri döndüler. Geri döndüklerinde onlara: "Şayet onlara atmamış olsaydın, onlar da bozguna uğramayacaklardı." deyince, yüce* Allah da: "Attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı" (ül-En-fal, 8/17} buyruğunu indirdi. İşte bu da onun gelecek (sonradan) işlediği günahı olmuştu.
Ebu Ali er-Ruzebarî dedi ki: Yüce Allah şöyle buyuruyor: Şayet senin geçmişte bir günahm olsaydı, ya da gelecekte bir günahın olursa, şüphesiz ki Biz onu sana bağışlarız.
"Üzerindeki nimetini tamamlasın" buyruğu hakkında İbn Abbas dedi ki: Cennette demektir, peygamberlik ve hikmette diye de açıklanmıştır. Mekke, Taif ve Hayher'in fethi iîe diye de açıklandığı gibi, büyüklük taslayanın zilletle boyun eğmesiyle, zorbalık edenin itaat etmesiyle, diye de açıklanmıştır
"Ye seni dosdoğru yola iletsin." Canını alacağı vakte kadar hidayet üzere sana sebat versin "diye ve Allah seni çok üstün" arkasından zilletin gelmeyeceği pek büyük bir " zafere erdirsin diye." [10]
4. İmanlarına iman katmaları için müminlerin kalbine sükun ve huzur indiren O'dur. Göklerle yerin orduları Allah'ındır. Allah en iyi bilendir, Hakimdir.
Bu âyet-i kerimede geçen "sekinet: sükun ve huzur" demektir. İbn Abbas dedi ki: Kur'ân-ı Kerim'de geçen her bir "sekinet" sükun ve huzur demektir. Bundan tek istisna et-Bakara Sûresi'ndeki (2/148. âyetteki) sekinettir. İmanın artışının ne aniama geldiğine dair açıklamalar da daha önceden Al-i İm-ran Sûresi'nde (3/173. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
İbn Abbas dedi ki: Peygamber (sav) Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığı şehadeti ile gönderildi. Bu hususta onu tasdik etmeleri üzerine yüce Allah onlara namazı emretti. Onu tasdik edince, onlara zekatı kattı. Yine onu tasdik edince onlara orucu kattı, yine tasdik edince onlara haccı kattı. Sonra onlara dinlerini tamamladı. İşte yüce Allah'ın; "imanlarına iman katmaları İçin" diye buyurması bunu göstermektedir. Yani imanı tasdik ile birlikte imanın şer'î hükümlerini tasdiklerini kattı.
er-RaKî b. Enes: Mevcut haşyetlerine haşyet kattı; ed-Dahhak: Yakînleri-ne yakın kattı, diye açıklamışlardır.
"Göklerle yerin orduları Allah'ındır." İbn Abbas dedi ki: Melekleri, cinleri, şeytanları ve insanları kastetmektedir.
"Allah" yarattıklarının durumlarını "en iyi bilendir." Murad ettiği hususlarda hikmeti sonsuz "hakimdir." [11]
5- Mümin erkeklerle mümin kadınları altlarından ırmaklar akan cennetlere -oralarda ebedi kalmak üzere- soksun ve günahlarını örtsün diye. İşte bu, Allah'ın yanında büyük bir kurtuluştur.
Yüce Allah, Ü2erlerine sükun ve huzuru imanları artsın diye indirdi. Ayrıta bu artışın sebebi onları cennete sokmaktır.
"Soksun... diye" lafzındaki "lam"ın yüce Allah'ın: "Bağışlasın... diye" buyruğundaki "lam"ın taalluk ettiği şeye taalluk ettiği söyienmiştir. "İşte bu" Mekke'ye giriş ve günahların bağışlanışı vaadi "Allah'ın yanında büyük bir kurtuluştur." Her türiü kederden kurtuluş ve istenen herşeyi elde ediştir.
Denildi ki: Peygamber (sav) ashabına: "Allah geçmiş ve gelecek günahını bağışlasın" buyruğunu okuyunca, onlar: Ne mutlu sana, ey Allah'ın Ra-sûlü. Peki bize ne var? diye sordular. Bunun üzerine: "Mümin erkeklerle, mümin kadınları altlarında ırmaklar akan cennetlere... soksun diye" buyruğu nazil oldu. "Üzerindeki nimetini tamamlasın" buyruğunu okuyunca, yine: Ne mutlu sana dediler. Bunun üzerine de "...Ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım" (el-Maide, 5/3) buyruğu nazil oldu. "Ve seni dosdoğru yola İletsin" buyruğunu okuyunca ümmet hakkında da: "Ve sizi dosdoğru yola iletsin diye" (el-Feth, 48/20) buyruğu İndi. "Ve Allah seni üstün zafere er-dirsin diye" diye buyurunca, "Müminlere yardım etmek ise zaten üzerimize bir haktır" (er-Rum, 30/47) buyruğu indi. Bu da yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah ve melekleri peygambere salat ederler. Ey müminler, siz de ona salat ve selam edin" (et-Ahzab, 33/56) diye buyurduğu gibi, diğer taraftan: "O... size salat getirendir" (el-Ahzab, 33/43) buyurmasına benzemektedir. Bunu el-Kuşeyr: zikretmiştir. [12]
6. Ve Allah
hakkında kötü zan besleyen münafık erkeklerle münafık kadınları ve müşrik
erkeklerle müşrik kadınları azaplandırsın diye, kötü akıbet onların üzerine
olsun. Allah da onlara karşı gazaplanmış, onları lanetlemiş ve onlar için
cehennemi hazırlamıştır. O ne kötü bir dönüş yeridir!
7. Göklerle yerin orduları Allah'ındır. Allah Azizdir, Hakimdir.
"Ve Allah hakkında kötü zan besleyen münafık erkeklerle münafık kadınları ve müşrik erkeklerle müşrik kadınları azaplandırsm diye." Bu da
müslümanların şanının yükselmesi, Peygamber (sav)'ın öldürmek, esir almak ve köleleştirmek suretiyle onlara hakim olmasından ölürü kederlenmeleri suretiyle olmuştur.
"Kötü zan" ile kastedilen de Hudeybiye'ye çıkışları esnasında Peygamber (sav)'ın da, ashabının da tekrar Medine'ye geri dönemeyeceklerini, müşriklerin onları coptan imha edeceklerini zannetmeleridir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Daha doğrusu siz Rasâlün ve müminlerin ebediyyen ailelerine dönmeyeceklerini sandınız." (el-Feth, 48/12)
el-Halil ve Sibeveyh'e göre: "es-Sev1: Kütü" burada fesad demektir.
"Kötü akıbet" dünyada öldürülmek, çoluk çocuklarının ve kendilerinin esir alınması ile ahirette de cehennem azabı ile "onların üzerine olsun."
İbn Kesir ve Ebu Amr: "Kötü akıbet" lafzındaki ("sin" harfini) ötreli, diğerleri ise üstün okumuşlardır.
el-Cevherî dedi ki: "Onu sevindirdi" lafzının zıddı (üzdü) üzer, üzmek, üzüntü demektir, isim ötreli olarak: diye gelir. Bu buyruk diye okunmuştur ki, hezimet ve ger onların üzerine olsun, demektir. ("Sin" harfini) üstün olarak okuyanların kıraatine göre ise bu fafız kötü gelen, kötülük anlamında gelir.
"Allah da onlara karşı gazaplanmış, onları lanetlemiş ve onlar için cehennemi hazırlamıştır. O ne kötü bir dönüş yeridir! Göklerle yerin orduları Allah'ındır. Allah Azizdir, Hakimdir." Bu buyrukların tamamı (ve açıklamaları) daha önce başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdotsun.
Denildi ki: Hudeybiye barışı gerçekleşince İbn Ubeyy şöyle dedi: Muham-med Mekkelilerle barış yapıp ya da orayı fethedince hiçbir düşmanının kalmayacağını mı sanıyor? Hani nerede Farisiler ve nerede Bizanslılar? Yüce Allah bu buyrukla göklerin ve yerin ordularının Farisilerden ve Bizanslılardan daha çok olduğunu beyan etmektedir. Bunun kapsamına bütün mahlukatın girdiği de söylenmiştir.
İbn Abbas dedi ki: "Göklerle yerin orduları" buyruğundaki "göklerin ordularından kasıt meleklerdir, "yerin orduları" ise müminlerdir. Yüce Allah'ın bunu tekrarlamasının sebebi, daha önce geçen bu buyruklar Kureyşli müşriklerin sözkonusu edilmesinden sonra geçmişti. Bu da burada münafıklarla diğer müşriklerin söz konusu edilmesinin akabinde geçmiştir. Eler iki yerde de maksat korkutmak ve tehdittir. Yüce Allah eğer münafıklarla müşrikleri helak etmeyi murad ederse, bu konuda o acze düşmez. Fakat onları be-lirlenmiş.bir süreye kadar erteler. [13]
8. Muhakkak Biz seni bir şahid, bir müjdeleyici ve bir korkutucu olmak üzere gönderdik.
9- Allah'a ve Rasûlüne iman edesiniz, ona yardım edesiniz. Onu büyük taniyasınız, sabah akşam O'nu teşbih edesiniz diye.
"Muhakkak Biz seni bir şahid... olmak üzere gönderdik." Kata de dedi ki: Ümmetine tebliğ ettiğine dair bir şahid. Onların itaat ya da amel türünden işledikleri amelleriyte üzerlerine bir şahid, diye de açıklanmıştır. Seninle kendilerine göndermiş olduklarımızı onlara bir açıklayıcı olarak gönderdik, diye de açıklanmıştır. Bir başka açıklamaya göre, kıyamet gününde onlara şahid olmak üzere gönderdik, demektir, O halde o bugün onların yaptıklarına şahid olduğu gibi, kıyamet gününde de onlara karşı şahidlik edecektir. D'aha önce en-Nisa Sûresi'nde (4/41. âyetin tefsirinde) Said b. Cü-beyr'den bu anlamdaki açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
"Bir müjdeleyici" kendisine itaat edenlere cenneti müjdeleyen "ve korkutucu" isyan edenleri de cehennem ile korkutucu demektir. Bu açıklamayı Katade ve başkaları yapmıştır, el-Bakara Sûresi'nde beşaret (müjdeleme)nin türeyişi (el-Bakara, 2/25. âyet, 1. başlık) ile nezaret (uyarıp, korkutma)nın türeyişi (el-Bakara, 2/6. âyet) ve açıklamaları geçmiş bulunmaktadır.
"Bir şahid, bir müjde ley ic i ve bir korkutucu olmak üzere" anlamındaki buyruklar mukadder hal olarak nasbedilmişlerdir. Sibeveyeh de (bu kabilden olmak üzere): "Beraberinde yarın kendisiyle avlanacağı bir doğan bulunan bir adama uğradım" diye bir kullanım nak-letmiştir. Buna göre anlam şöyle olmaktadır: " Şüphesiz Biz seni kıyamet gününde senin şahitliğini takdir edenler olarak peygamber gönderdik." İşte buna uygun olmak üzere: "Yarın ayakta duracak olan Ömer'i gördüm" denilir.
"Allah'a ve Rasûlünc iman edesiniz" buyruğundaki "iman edesiniz"
anlamındaki tafzı İbn Kesir, tbn Muhaysın ve Ebu Amr "ye" ile: "İman edeler" diye okumuştur. Bundan sonra gelen "Ona yardım edesiniz, O'nu büyük taniyasınız... O'nu teşbih edesiniz diye" anlamındaki buyrukların tümünü de haber kipi olmak üzere hep "ye" ile (ona yardım edeler, onu büyük tanıyalar, sabah akşam Onu teşbih edeler anlamında) okumuştur. Ebu Ubeyd öncesinde de, sonrasında da müminler sözkonusu edildiğinden dolayı bu okuyuşu tercih etmiştir. Çünkü bundan önce: "Soksun... diye" (el-Feth, 48/5) buyruğu yer almakta; bundan sonra ise yüce Allah'ın: " Muhakkak ki sana bey'at edenler" (Fetih, 48/10) buyruğu gelmektedir. Bu âyetteki bu lafızları diğer kıraat alimleri ise hitab ile (te harfi ile edesiniz... diye) şeklinde okumuşlardır. Ebu Hatim de bu okuyuşu tercih etmiştir.
"Ona yardım edesiniz." O'nu tazim edesiniz, Onu büyüklük ifadeleriyle çağıranınız demektir. Bu açıklamayı el-Hasen ve el-Kelbî yapmıştır.
"Tazim ve büyüklük ifadeleri ile birlikte saygı göstermek" demektir. Katade, ona yardım edesiniz ve onu başkalarına karşı koruyasınız diye açıklamıştır. Hadlerde tazir de buradan gelmektedir. Çünkü o engelleyici ve koruyucudur. el-Katamî şöyle demektedir:
"Meyy aşırı gitmeksizin günün ilk saatlerinde niye siteme kalkışmadı? Zaten sevilen kimseye azar {tazir ile aynı kökten olan el-azr) fayda sağlar."
İbn Abbas ve İkrime şöyle demişlerdir; Onunla birlikte kılıçlarla savaşırsınız, demektir. Bazı dilbilginleri de, ona itaat edersiniz, diye açıklamışlardır.
"Onu büyük tanıyasınız." es-Süddî'nin açıklamasına göre onu efendi ve baş bilesiniz. Onu tazim edesiniz, diye de açıklanmıştır.
"Tevkİr" tazim ve aynı şekilde ağırlığını bilerek kabullenmek demektir. Her ikisindekt "he" zamiri (ona ve onu) Peygamber (sav)'a aittir. Burada vakıf tamdır. Sonra da; "...O'nu" Allab'ı "sabah akşam teşbih edesiniz diye"
buyruğu ile okumaya yeniden başlanılır.
Bütün zamirlerin Allah'a ait olduğu da söylenmiştir. Buna göre yüce Allah'ın: "Ona yardım edesiniz, onu büyük tanıyasiniz" buyruklarının tevili şöyle olur; Gerçek anlamıyla rububiyeti yalnız O'na ait kabul edesiniz,
O'nım çocuğunun yahut ortağının olmasını reddedesiniz demek olur. Bu görüşü el-Kuşeyrî tercih etmiştir. Birincisi ise ed-Dahhak'ın görüşü olup buna göre buyruğun bir bölümü şanı yüce Allah'a ait olur, O'na ait olan bölüm ise, görüş ayrılığı sozkonusu olmaksızın; "Sabah akşam O'nu teşbih edesiniz" bölümüdür. Bir bölümü de Rasûlullah (sav)'a raci olur, o da; "Ona yardım edesiniz, onu büyük tamyasınız" buyrukları olup, onu -isim ve künyesiy-le değil- Allah'ın Rasûlü ve Allah'ın peygamberi diye çağırırsınız, demek olur.
"O'nu teşbih edesiniz" buyruğu iki türlü açıklanmıştır. Birincisine göre O'nu teşbih etmek şanı yüce Allah'ı hertürlü çirkin vasıftan tenzih etmekle olur. İkincisi, bu teşbihi de ihtiva eden namazı kılmaktır.
"Sabah akşam" buyruğu i!e ilgili açıklamalar daha önceden (el-Ahzab, 33/42. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Şair de şüyie demiştir:
"Ömrüm hakkı için sen halkına ikramda bulunduğum evsin, Ve akşam (öğleden sonra) vakitlerinde gölgelerinde oturduğum." [14]
10. Muhakkak ki sana bey'at edenler ancak Allah'a bey'at etmiş olurlar. Allah'ın eli onların eli üzerindedir. Kim bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile ahid ettiği şeye vefa gösterirse, ona pek yakında çok büyük bir ecir verecektir.
"Muhakkak ki sana" ey Muhammed, Hudeybiye'de "bey'at edenler, ancak Allah'a bey'at etmiş olurlar."
Yüce Allah onların peygamberine yaptığı bey'atin bizzat Allah'a yapılmış bir bey'at olduğunu beyan etmektedir. Bu da yüce Allah'ın: "Kim Rasûle itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur" (en-Nisa, 4/80) buyruğuna benzemektedir.
Burada sözü edilen bey'at ileride yüce Allah'ın izni ile bu sûrede açıklanacağı üzere Rıdvan bey'atidir.
"Allah'ın eli onların eli üzerindedir." Bir görüşe göre O'nun sevab vermek hususundaki Eli (lütuf ve nimeti) onların verdikleri söze bağlı kalmak hususundaki ellerinin (gayretlerinin) üstündedir, O'nun kendilerine hidayette bulunmak suretiyle verdiği lütuf itaatte bulunmak suretiyle ortaya koyduklarından çok üstündür.
el-Kelbî şöyle demiştir: Yani yüce Allah'ın onlara olan nimeti, onların yaptıkları bey'atten çok daha üstündür.
İbn Keysan da şöyle demiştir: Allah'ın gücü ve yardımı onların güç ve yardımlarından çok üstündür.
"Kim" bey'atten sonra ahdini "bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur." Ahdini bozmanın zaran kendisine döner. Çünkü o kendi kendisini mükafattan mahrum etmiş ve ceza görmeye maruz bırakmıştır.
"Kim de Allah İle ahld ettiği şeye vefe gösterirse" bey'at hususunda denildiği gibi, iman hususunda diye de açıklanmıştır.
"Ona pek yakında" cennette "çok büyük bir ecir verecektir."
"Şeye" buyruğunu Hafs ve ez-Zühri "he" harfini ötreli olarak, diğerleri ise kesre!i okumuşlardır.
"Ona... verecektir" anlamındaki lafzı Nafî', İbn Kesir ve İbn Amir: "(HLr-*): Ona vereceğiz" şeklinde "nun" iie okumuşlardır. el-Ferra ve Ebu Mu-az da bu okuyuşu tercih etmiştir. Diğerleri ise "ye" ile "Ona verecektir" anlamında diye okumuşlardır. Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim'in -yüce Allah'ın adının buna yakınlığı dolayısıyla- bu görüşü tercih etmişlerdir. [15]
11. Bedevilerden geri bırakılanlar sana diyecekler ki: "Mallarımız ve ailelerimiz bizi meşgul etti. Onun için bize mağfiret dile!" Onlar kalplerinde olmayan sevi dilleri ile söylerler. De ki: "Eğer Allah size bir zarar gelmesini dilerse yahut sizin bir fayda görmenizi isterse, O'na karşı kim ne yapabilir? Hayır, Allah yapmakta olduklarınızdan bütünü ile haberdardır.
"Bedevilerden geri bırakılanlar sana diyecekler ki..." Mücahid ve İbn Ab bas dedi ki: Bununla Gıfar, Müzeyne, Cuheyne, Eşlem, Eşca' ve Dîl bedevilerini kastetmektedir. Buniar Medine çevresinde bulunan bedevilerdi. Rasûlullah (sav) fetih (Hudeybiye) yılı Mekke'ye gitmek üzere yola çıkmak isteyince, onların da kendisi ile birlikte yola çıkmalarını istemiş; ancak oniar Kureyş'ten çekindikleri için Rasûlullah'tan geri kalmışlardı. İnsanlar onun savaşmak istemediğini bilmeleri için umre maksadıyla ihrama girmiş ve hediyelik kurbanlarını beraberinde götürmüştü. Bedeviler ise işi ağırdan alarak ona katılmamış ve işlerini mazeret olarak göstermişlerdi. Bunun üzerine bu âyeti kerime nazil oldu. Yüce Allah'ın: "Geri bırakılanlar" diye buyurması peygamberi ile birlikte olmaktan onları geri bırakanın Allah oluşundan dolayıdır. "Geri bırakılan" terk olunan demektir. Üaha önce et-Tevbe Sûresi'n-de (9/81. âyette) geçmiş bulunmaktadır.
"Mallarımız ve ailelerimiz bizi meşgul etti." Yani onları çekip çevirecek kimsemiz yok "onun için bize mağfiret dile!" diyerek peygamberden kendileri için mağfiret dilemesini istemek üzere geldiler. Halbuki onların asıl inançları, dışa vurduklarından farklı idi. Yüce Allah şu buyruğuyla onların iç yüzlerini açığa çıkartarak onları rezil etti: "Onlar kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylerler." Katıksız münafıklık işte budur.
"De ki: Eğer Allah size bir zarar gelmesini dilerse, yahut sizin bir fayda görmenizi isterse, O'na karşı kim ne yapabilir?" buyruğundaki "Bir zarar" lafzını Hamza ve el-Kisaî yalnızca burada ötreli olarakdiye okumuşlardır. Size zarar verecek bir iş anlamına gelir. İbn Abbas bozgun diye açıklamıştır.
Diğerleri ise "dat" harfini üstün olarak okumuşlardır. Bu da: "Ben ona bir zarar verdim" fiilinin mastarıdır. Ötreli okuyuşa göre lafız, insanın karşı karşıya kaldığı zayıflık ve kötü durum gibi şeylerin ismidir. Mastar (fethalı) okuyuş bir defa ve daha fazlasının anlamını ifade eder. Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim mastar okuyuşu tercih etmişlerdir ve şöyle demişlerdir: Çünkü onun karşılığında "faycia"yı zikretmiş bulunmaktadır ki, bu da zararın zıd-dıdır. Her ikisinin aynı anlamda iki ayrı söyleyiş oldukları da söylenmiştir. "Fakirlik" anlamında: söyleyişleri; "zayıflık" anlamında söyleyişleri gibi.
"Yahut sizin bir fayda" zafer ve ganimet "görmenizi istese, O'na karşı kim ne yapabilir!"
Bu buyruk, Rasûlullah (sav)'dan geri kalmanın gelecek zararı kendilerinden uzaklaştırabileceğini, elde edecekleri bir faydayı daha çabuk ele geçirmelerini sağlayabilecekleri kanaatlerini de reddetmektedir. [16]
12. Daha doğrusu siz, Rasûlün ve müminlerin ebediyyen ailelerine dönmeyeceklerini sandınız. Üstelik bu, kalplerinizde süslendi ve kötü zanda da bulundunuz. Siz esasen helak olmuş bir topluluksunuz.
"Daha doğrusu siz, Rasûlün ve müminlerin ebediyyen ailelerine dönmeyeceklerini sandınız." Çünkü onlar: Muhammed ve ashabı bir tek kelle ile doyacak kadar az (bir avuç insan)dırlar, onlar geri dönmeyeceklerdir, demişlerdi.
"Üstelik bu" yani münafıklık "kalplerinizde süslendi." Bu süslemeyi yapan şeytandır; yahutta Allah bunu kalplerinde yaratmıştır. "Ve kötü zanda da bulundunuz." Allah'ın, rasûlüne yardım etmeyeceğini sandınız.
"Siz esasen helak olmuş bir topluluksunuz" buyrüğundaki lafzını Mücahid: "Helak olmuşlar" diye açıklamıştır. Katade ise; hayır namına hiçbir şeye yaramayan bozuk bir topluluk, diye açıklamıştır. el-Cevhe-rî dedi ki: " Kendisinde hayır bulunmayan, kötü ve helak olmuş adam" demektir. Abdullah ez-Zibara es-Sehmî şöyle demiştir:
"Ey mutlak malikin elçisi! Şüphesiz ki dilim, Tutuktur, ben onu çözdüm mü helak oldum demektir,"
Kadın hakkında da aynı şekilde "Helak olmuş kadın" diye kullanılır. Bunu Ebu Ubeyd nakletmiştir. " Helak olmuş bir topluluk" demektir. Yüce Allah: "Sîz esasen helak olmuş bir topluluksunuz." diye buyurmuştur. Bu lafız;"Hetak olmuş kişi" lafzının çoğuludur. Tıpkı; "Engel" lafzının çoğulunun diye gelmesi gibi. "Filan kişi helak oldu" demektir. " Allah onu helak etti" anlamındadır. Bu lafzın kötü, şerli kimseler anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu da İbn Bahr'ın açıklamasıdır. Hassan b. Sabit de şöyle demiştir:
"Ahmak, cahil ve konuşmayı beceremeyenlerin boylarının uzun
olmasının faydası olmaz ve bazan, Yüce RabbirnİK helak olmuş topluluğu doğru yola iletebilir." [17]
13. Kim Allah'a ve Rasûlüne iman etmez ise şüphe yok ki Biz o kâfirler için çok alevli bir ateş hazırlamışadır.
Bu buyruk, onlar için bir tehdit ve münafıklıkları sebebiyle kâfir olduklarını açıklamaktadır.
14. Göklerle yerin mülkü Allah'ındır. Dilediğine mağfiret eder, dilediğini de azaplandırır. Allah Gafurdur, Rahimdir.Yani O'nun kullarına bir ihtiyacı yoktur. O iman edenlere mükafat vermek, kâfir olup isyan edenleri de cezalandırmak için kullarını teklif ile sınamıştır.
15. Geri bırakılanlar ganimetler almak üzere gittiğinizde: "Bırakınız bizi de peşinizden gelelim" diyecekler. Allah'ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: "Sizler asla peşimizden gelemezsiniz. Allah daha önceden böyle buyurmuştur." Onlar: "Hayır, siz bizleri kıskanıyorsunuz" diyecekler. Bilakis onlar pek az bir şey dışında anlamazlar.
"Geri bırakılanlar ganimetler almak üzere gittiğimizde: Bırakınız bizi de peşinizden gelelim, diyecekler" buyruğunda sözü edüen ganimetler, Hay-ber ganimetleridir. Çünkü yüce Allah Hudeybiye'ye katılanlara Hayber'in fethedileceği ve oranın -(Hayber'de) hazır bulunsun, bulunmasın- sadece onlara has olduğu vaadinde bulunmuştu. Hayber fethinde de onlar arasından bulunmayan lek kişi Cabir b. Abdullah idi. Rasûlullah (sav) ona da tıpkı fetihte hazır bulunanlara verdiği gibi pay ayırmıştır.
İbn Abbas dedi ki: Hayber'de paylaştırma işini üstlenen kişi ensardan Se-lîmeoğullarından Cebbar b. Sahr ile Neccaroğullarından Zeyd b. Sabit idi. Her ikisi de hesab ve paylaştırma iğini iyi yapan kimselerdi.
"Bırakınız bizi de peşinizden gelelim" buyruğundaki " Bırakınız bizi" anlamındadır. "Onu bırak" demektir. " O onu bırakır" anlamındadır. Bunun aslı ise; şeklindedir. Tıpkı "Onu içine aldı, alır" fiili gibi, onun baş harfi (olan kullanılmamıştır. O bakımdan "onu bıraktı" anlamında: denilmediği gibi, "bırakan kimse" anlamında da denilmez. Bunun yerine: "Onu terketti'' ve: "Terkeden" denilir.
Mücahid dedi ki: Bunlar Mekke'ye gitmek üzere çıkmayıp geri kaldılar. Peygamber (sav) çıkıp gidince bazılarını da ayınp onları belli istikamete gön-derince bu sefer onlar: Bizi bırakın da peşinizden gelelim, sizinle birlikte savaşalım, dediler.
"Allah'ın sözünü değiştirmek isterler." İbn Zeyd dedi ki: Bu yüce Allah'ın: "(Başka bir savaşa) çıkmak için senden izin isterlerse de ki: Siz ebe-diyyen benimle beraber asla çıkmayacaksınız ve benimle birlikte hiçbir düşmanla asla savaşmayacaksınız..." (et-Tevbe, 9/83) âyetinde sözkonusu edilmektedir. Ancak Taberî ve başkası bu görüşü kabul etmemişlerdir. Buna sebeb ise Tebuk gazvesinin hem Hayber'in, hem de Mekke'nin fethinden sonra gerçekleşmiş olmasıdır.
Bir başka açıklamaya göre buyruğun anlamı şudur: Onlar yüce Allah'ın Hudeybiye'ye katılanlara vermiş olduğu vaadini değiştirmek istiyorlar. Çünkü yüce Allah Hayber'den alınacak ganimetleri onlara Mekke'nin fethinin bedeli olarak tayin etmişti. Çünkü Hudeybiye'den sulh yaparak geri dönmüşlerdi. Bu açıklamayı Mücahid ve Katade yapmıştır. Taberî bu açıklamayı tercih etmiş olup tevil bilginleri genel olarak bu görüşü benimsemişlerdir.
Hamza ve el-Kisaî "söz" anlamındaki buyruğu "elif harfini düşürerek "lam"ı da kesreli olarak; şeklinde Kelime"nin çoğulu diye okumuşlardır. Diğerleri ise mastar olarak; " Söz" diye okumuşlardır. Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim bunu yüce Allah'ın: "Seni risaletlerimle ve kelamımla (seninle konuşmamla) seçip insanlara üstün kıldım" (el-Araf, 7/144) buyruğunu nazar-ı ita bara alarak tercih etmişlerdir.
Kelam (söz) tek başına bağımsız cümle (anlamlı söz, ifade) demektir, el-Cevherî dedi ki: Kelam cins bir isim olup az hakkında da çok hakkında da kullanılır. "Kelim" ise üç kelimeden aşağı olmaz. Çünkü bu "kelime"nin çoğuludur. " Köknar yemişi"nin çoğulunun şeklinde gelmesi gibi. Bundan dolayı Sibeveyh: "Bu Arapçada "kelim" nedir ilmine dair bir bahistir" demiş "kelam nedir" dememiştir. Çünkü o isim, fiil ve harften ibaret olan muayyen üç şeyi kastetmiştir. Üolayısı ile ancak çoğul olan bir ifade kullanmış, tekil ve çoğul hakkında kullanılması mümkün olan lafzı kullanmamıştır.
Temimliler "kef" harfini kesreli okuyarak -kelime anlamında derler. Buna dair açıklamalar daha önceden et-Tevbe Sûresi'nde (9/40. âyet, 11. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
"De ki... Allah daha önceden böyle buyurmuştur." Hudeybiye'den dönüşümüzden önce Hayber'den alınacak ganimetler, sadece Hudeybiye'de hazır bulunacaklar içindir, diye buyurmuştur.
"Oiüan Hayır, siz bizleri" sizinle birlikte ganimet ele geçiririz diye "kıskanıyorsunuz diyecekler."
Denildiğine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Eğer sizler çıkmak istiyorsanız, ben size engel olmam. Şu kadar var ki size ganimetten pay yoktur." Onlar: Bu bir kıskançlıktır, dediler. Bunun üzerine müslümanlar şöyle dedi: Yüce Allah Hudeybiye'de sizin neler söyleyeceklerinizi bize haber vermişti. O da yüce Allah'ın: "Onlar hayır, siz bizleri kıskanıyorsunuz, diyecekler" buyruğudur.
Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır: "Bilakis onlar pek az bir şey dışında anlamazlar." Yani onlar ancak dünya işini bilirler. Din işinden ancak çok az bir şey anlayabilirler, bu da savaşı terketmekttr, diye de açıklanmıştır. [18]
16. Geri bırakılan bedevi Araplara de ki: "Yakında çetin savaşçı bir kavme karşı çağrılacaksınız ve onlarla savaşacaksınız, yahut onlar İslâm'a gireceklerdir. Eğer itaat ederseniz, Allah size güzel bir ecir verir. Şayet bundan önce döndüğünüz gibi geri dönerseniz, sizi can yakan bir azab ile azaplandmr.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız;
"Geri bırakılan bedevi Araplara" yani Hudeybiye'ye katılmayarak geri kalan şu kimselere "de ki: Yakında çetin savaşçı kavme karşı çağırılacaksınız." İbn Abbas, Ata b. Ebi Rebah, Mücahid, İbn Ebi Leyla ve Ata el-Hora-sanî bunlar Farslardır demişlerdir. Ka'b, el-Hasen ve Abdu'r-Rahman b. Ebi Leyla ise: Bunlar Bizanslılardır demişlerdir. Yine el-Hasen'den: Bunlar Fars ve Romlardır demiştir.
İbn Cübeyr Hevazin ve Sakif; İkrime Hevazin, Katade Huneyn günü He-vazin ve Gatafan diye açıklamışlardır. ez-Zührî ve Mukatil ise: Bunlar Yema-me'ye katılan Müseylime ile birlikçe bulunan Hanifeoğullarıdır. Rafı b. Ha-dic dedi ki: Aİlah'a andolsun ki biz şu: "Yakında çetin savaşçı kavme karşı çağırılacaksınız" âyetini okuyor fakat Ebu Bekir bizleri Hanifeoğullan ile savaşmaya çağırıncaya kadar bunların kim olduklarını bilmiyorduk, işte o vakit bunların onlar olduğunu anladık.
Ebu Hureyre dedi ki: Bu âyetin gerçekleşme zamanı henüz gelmemiştir. Ancak âyetin zahiri bu kanaati reddetmektedir. [19]
Bu âyet-i kerimede Ebu Bekir ve Ömer (Allah ikisinden de razı olsun)'in imametinin (halifeliğinin) sıhhatine delil vardır. Çünkü Ebu Bekir onları Hanifeoğullarıyla savaşmaya, Ömer de Fars ve Rumlarla (Bizanslılarla) savaşmaya çağırdı. İkrime ile Katade'nin: Bu Huneyn günü Hevazin ve Gatafan-hlar hakkındadır, şeklindeki görüşleri ise uygun değildir. Çünkü onlan savaşa katılmaya çağıranın RasûluİIah (sav)'ın olması imkansızdır. Zira: "Sizebe-diyyen benimle beraber asla çıkmayacaksınız ve benimle birlikte hiçbir düşmanla asla savaşmayacaksınız" (et-Tevbe, 9/83) diye buyurmuştur. İşte bu,onları çağıracak olanın Peygamber (sav)'dan bir başkası olduğunun delilidir, Bilindiği gibi Peygamber (s av)'d an sonra bunları savaşa katılmaya Ebu Bekir ve Ömer'den -Allah ikisinden de razı olsun- başkası çağırmış değildir. ez-Zemahşerî dedi ki: Eğer Katade'den bu. görüşü sahih olarak gelmişse anlam, şöyle olur; Sizler şu andaki kalp hastalığınız ve din hususundaki kararsızlığınızı sürdürdükçe benimle birlikte ebediyyen savaşa çıkmayacaksınız, Yahut Mücahid'in görüşüne göre; onlar hakkında belirlenen, onların Ra-sûlullah (sav) ile birlikte ganimetten pay almamak şartıyla, karşılıksız Allah rasûlüne tabi olmaları şeklinde de açıklanabilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [20]
"Onlarla savaşacaksınız yahut onlar İslâm'a gireceklerdir* buyruğu kendilerinden cizye alınmayanların hükmünü ortaya koymaktadır. Bu da yüce Allah'ın: "onlarla savaşacaksınız" buyruğuna atfedilmîştir. Yani iki işten birisi olacaktır, ya onlarla savaşılacak yahut onlar İslâm'a gireceklerdir, üçüncü bir şık yoktur. Ubeyy'in kıraatinde; "Yahut onlar İslâm'a gireceklerdir" anlamındaki buyruk -sonunda "nun" harfi olmaksızın şeklinde olup, onlar İslânTa girinceye kadar... anlamındadır. Nitekim: “Ye yahut doy" sözünün: “Doyuncaya kadar ye" aniamında olmasına benzer. Şair (Îmruu'1-Kays) dedi ki:
"Ona: Ağlamasın gözlerin dedim, bizler ancak
Ya bir mülkü ele geçirmeye çalışıyoruz yahut ölürüz (ölünceye kadar savaşırız)
da mazur görülürüz."
ez-Zeccac dedi ki: Yüce Allah'ın: "Yahut onlar İslâm'a gireceklerdir" diye buyurması, savaşsız olarak onlar İslâm'a gireceklerdir demek olduğundan dolayıdır. Bu ise kitab ehli hakkında değil de müşriklerle savaşmak hakkındadır. [21]
"Eğer itaat ederseniz Allah size güzel bir ecir" dünyada ganimet ve zafer, ahirette cennet "verir. Şayet bundan önce" Hudeybiye yılında "döndüğünüz gibi geri dönerseniz, sizi can yakan bir azab" olan cehennem ateşi azabrile azaptandır ir." [22]
17. Gözleri görmeyene günah yoktur, topala günah yoktur, hastaya günah yoktur. Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse, onu altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. Kim de yüz çevirirse, onu can yakan bir azab ile azaplandırır.
İbn Abbas dedi kî:
"Şayet bundan önce döndüğünüz gibi geri dönerseniz, sizi can yakan bir
azap ile azaplandınr" (Fetih, 48/16) buyruğu nazil olunca, kötüiümlei:
Biz ne yapacağız ey Allah'ın Rasûlü? dediler. Bunun üzerine:
"Gözleri görmeyene günah yoktur, topala günah yoktur, hastaya günah yoktur." Yani körlükleri, kötürümlükleri ve zayıflıkları sebebiyle cihattan geri kalmalarından ötürü onlar için günah sözkonusu değildir, buyruğu nazil oldu, .Daha önce bu hususa dair etraflı açıklamalar et-Tevbe Sûresi'n-de (9/91-92. âyetlerin tefsirinde) ve başka yerde (en-Nur, 24/61. âyet, 1 ve 2. başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır.
Topallık (a'rec); bir tek ayakta arız olan bir hastalıktır. Eğer bu, gazaya çıkmayı etkiliyor ise her iki ayakta rahatsızlığın bulunması öncelikli olarak etkili olur. Mukatil dedi ki: Burada sözü edilenler Hudeybiye'den geri kalan ve özürleri kabul edilmiş bulunan kötürüm kimselerdir. Yani bunlar arasından sizinle birlikte Hayber'e gelmek isteyen gelsin, anlamındadır.
"Kim Allah'a ve Rasûlüne" kendisine verilen emirler hususunda "itaat ederse, onu altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar." buyruğundaki "onu koyar" anlamındaki lafzı Nafi ve İbn Amir tazir yolu ile: " Onu koyarız" diye okumuşlardır, diğerleri ise "ye" ile (koyar anlamında) okumuşlardır. Bunu Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim daha önce yüce Allah'ın adı geçmiş olduğundan dolayı tercih etmişlerdir. "Kim de yüz çevirirse onu can yakan bir azab ile azaplandırır." [23]
18. Andolsun ki ağacın altında sana bey'at ederlerken Allah müminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilip de üzerlerine huzur ve sükun İndirmiş ve onları yakın bir fetih İle mükafatlandırmıştır.
19. Ve alacakları birçok ganimetlerle de. Allah, Azizdir, Hakimdir.
"Audolson ki ağacın altında sana bey'at ederlerken Allah müminlerden razı olmuştur" buyruğunda sözü edilen bey'at, Rıdvan bey'ati olup Hudey-biye'de gerçekleşmiş.
Şimdi Hudeybiye'ye dair bilgileri kısaca aktaralım: Peygamber (sav) Mus-talık oğullan gazvesinden dönüşünde şevval ayında Medine'de İkamet etti. Daha sonra umre yapmak üzere zülkade ayında yola çıktı. Medine etrafında bulunan bedevi Arapların da beraberinde gelmelerini istedi. Ancak onların çoğunluğu ona katılmakta geciktiler. Peygamber (sav) beraberinde bulunan muhacir, ensar ve onunla birlikte yola koyulan diğer Araplarla beraber yola çıktı. Hepsi toplam 1400 kişi İdiler, 1500 kişi oldukları söylendiği gibi, ileride geleceği üzere başka rakamlar da verilmiştir.
Peygamber (sav) hediyelik kurbanlarını da beraberinde götürüp insanlar onun savaşa çıkmamış olduğunu bilmeleri için de ihrama girdi. Onun Mekke'ye gelmek üzere çıktığı haberi Kureyş'e ulaşınca, onların büyük çoğunluğu Rasûlullah (sav)'ı Mescid-i "Haram'dan ve Mekke'ye girmekten alıkoymak üzere çıktılar. Şayet bunun için kendileriyle savaşacak olsaydı, oniar da bu maksatla onunla savaşacaklardı. Halid b. el-Velid'i -Mekke ile Medine arasında bir yer olan- Kura el-Gamim denilen bir yere bir grub atlı ile birlikte önlerinden gönderdiler.
Rasûlullah (sav) -Cuhfe ile Mekke arası bir yer, bir görüşe göre Medine yolu üzerinde Mekke'den iki merhale uzaklıkta bir yer olan- TJsfan'da iken bunun haberini aldı. Ona bunu haber veren kişi Ka'boğullarından Bişr b. Süf-yan idi.
Bunun üzerine Peygamber (sav) onların arkasından çıkacak şekilde bir yol izledi ve Mekke'nin ak taraflarından Hudeybiye'ye çıktı. Bunun için Eşlem'den bir adam da ona kılavuzluk etti. Bu husus Halid ile birlikte bulunan Kureyş atlılarına ulaşınca, durumu haber vermek üzere Kureyş'e gittiler.
Rasûlullah (sav) Hudeybiye'ye varınca devesi çöktü. Bunu görenler: (Peygamberin devesi) sebebsiz yere göktü, sebebsiz yere çöktü, dediler. Peygamber (sav) ise şöyle buyurdu: "Hayır benim devem sebepsiz yere çökmedi. Onun böyle bir huyu da yak, fakat Fili Mekke'ye girmekten alıkoyan onu da alıkoydu. Bugün Kureyş benden akrabalık bağını gözetmemi isteyecekleri her ne teklifte bulunursa bulunsun, mutlaka unlara o istediklerini vereceğim." diye buyurdu.
Daha sonra Peygamber (sav) orada konakladı. Ey Allah'ın Rasûlü, bu vadide su yok, denildi. Peygamber (sav) ok torbasından bir ok çıkartarak, onu ashabından birisine verdi. O şahıs o oku oradaki (suyu çekilmiş) kuyulardan birisine inerek kuyunun ortasına sapladı. Kuyu öyle bir kaynayıp coştu ki bütün orduya yetecek kadar suyu oldu.
Denildiğine göre oku alıp kuyuya inen kişi, Eslemli Naciye b. Cündüb b. Umeyr'dir. Bu kişi aynı zamanda o gün Peygamber (sav)'ın develerini güden kişi idi. Oku kuyuya indiren kişinin el-Bera b. Azib olduğu da söylenmiştir.
Daha sonra Rasûluüah (sav) ile Kureyş kâfirleri arasında elçiler gidip geldi. Karşılıklı gidip gelmeler ve tartışmalar sonunda Amiroğullanndan Süheyl b. Amr gelinceye kadar devam edip gitti.
Onunia şu hususlar üzerinde anlaştı: Peygamber (sav) bu yıl geri dönecek, ertesi yıl umre yapmak üzere geri gelecek, O ve ashabı Mekke'ye, kınlarında kılıçlar dışında silahsız girecekler. Mekke'de üç gün kaldıktan sonra çıkacaktı. Ayrıca on yıllık bir süre ile kendisi ile Kureyşıiler arasında bir barış olacak, insanlar istediği tarafa katılabilecekler ve birbirlerine karşı emniyeti bozacak bir uygulamada bulunmayacaklardı. Erkek ya da kadın bir kimse müslüman olarak kâfirlerden kaçarak müslümanlara gelecek olursa, kâfirlere geri verilecekti. Buna karşılık müslümanlardan irtiüad ederek kâfirlere geri dönen bir kimseyi müslümanlara geri vermeyeceklerdi.
Bu, müslümanlara çok ağır geldi. Hatta kimileri bu hususta ileri geri konuştular. Rasûlullah (sav) ise yüce Allah'ın kendisine Öğretmesi neticesinde, müslümanlara bir kurtuluşu pek yakında göstereceğini çok İyi biliyordu. Bunun için ashabına şöyle demişti: "Sabredin, şüphesiz yüce Allah bu barışı dininin üstün gelmesi için bir sebeb kılacaktır." İnsanlar önceleri tepki gösterirken Peygamber efendimizin bu sözü üzerine yatıştı.
Süheyl b. Amr barış şartlarının yazıldığı sahîfenin başında "Allah'ın Rasûlü Muhammed'den" diye yazılmasını kabul etmedi. Ona: Eğer biz bu hususta senin doğruluğunu kabul etseydik, yapmak istediğin hususlarda sana engel olmazdık. O bakımdan: "Bismikellahumme: Senin adınla ey Allah'ım" diye yazmanı istiyoruz, başka bir şey kabul etmiyoruz, dedi.
Barış sahifesini yazmakta olan Ali'ye: "Sil ey Alt! Onun yerine bismikellahumme yaz." diye buyurdu. Ali "Allah'ın Rasûlü Muhammed" ibaresini eliyle silmek istemedi. Bunun üzerine Rasûlultah (sav) ona: "Onu bana göster" diye buyurdu. Ona bu sözlerin yazılı olduğu yeri gösterince bizzat Rasûlullah (sav) eliyle onu sildi ve "Abdullah'ın oğlu Muhammed'den" diye yazmasını emretti.
O gün barış şartlarının yazılmasının hemen peşinden Süheyloğlu Ebu Cen-del, bağlı olduğu zincirlerini sürükleyerek geldi. Rasûlulİah (sav) onu babasına geri verdi. Bu da ınüslumanlara çok ağır geldi. Rasûlullah (sav) hem müs-lümanlara, hem Ebu Cendel'e: "Muhakkak Allah onun için bir çıkış yolu ve bir kurtuluş takdir edeceğini" haber verdi.
Barıştan önce Rasûlullah (sav) Osman b, Affan'ı Mekke'ye elçi olarak göndermişti. Rasûlullah (sav)'a Mekkelilerin onu öldürdüğüne dair haber ulaştı. Rasûlullah (sav) o zaman Mekkeiiler ile çarpışmak üzere kendisine bey'at yapmayı teklif etti. Bir rivayete göre ölüm üzere onlarla bey'atleşti. Onlarla kaçmamak üzere bey'atleştiği de rivayet edilmiştir. İşte yüce Allah'ın Rasûlüne bey'atte bulunanlardan razı olduğunu haber verdiği ağacın altında yapıian Rıdvan bey'ati budur. Rasûlullah (sav) da onların cehenneme girmeyeceklerini haber verdi, Rasûlullah (sav) Osman adına da sağ elini sol elinin üzerine koyarak bey'atleşti. O bakımdan o da bizzat o bey'atte bulunanlar gibidir.
Ve kî'^İsmail b. Ebu Halid'den, o eş-Şa'bî'den şöyle dediğini zikretmektedir: Hudeybiye günü Rasûlullah (sav)'a ilk olarak bey'at eden kişi, Esedoğul-larından Ebu Süfyan'dır.
Müslim'in, Sahih'inde Ebu'z-Zübeyr'den, o Cabir'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Hudeybiye günü 1400 kişi İdik. Bir sakız ağacı olan ağacın altında Ömer onun elinden tuttuğu halde biz de ona bey'at ettik. (Cabir) dedi ki; Biz ona kaçmamak üzere bey'at ettik, ölüm üzere ona bey'at etmedik. Yine ondan (Ebu'z-Zübeyr'den) gelen rivayete güre o Cabir'e; Hudeybiye gününde kaç kişi idiler, diye sorulduğunu, buna da; Biz 1400 kişi idik, diye cevab verdiğini duyduğunu belirtmektedir. (Cabir devamla); Bir sakız ağacı olan o ağacın altında Ömer elinden tuttuğu halde biz ona bey'at ettik. Ensardan Ced b. Kays dışında hepimiz ona bey'at ettik. O devesinin karnı altında saklanmış idi. [24]
Salim b. Ebi'l-Ca'd'dan şöyle dediği nakledilmiştir: Cabir b. Abdullah'a ağacın altında bey'at edenler hakkında soru sordum, da o: Eğer biz yüzbin kişi olsaydık, yine bize yetecekti. Biz binbeşyüz kişi idik. Bir rivayette de unbeşyüz (yani bin beşyüz) idik denilmektedir. [25]
Abdullah b. Ebi Evfa'dan dedi ki: Ağacın akında bey'at edenler binüçyüz kişi idiler. .Eslemliler de muhacirlerin sekizde biri idi.
Yezid b. Ebi Ubeyd'den dedi ki: Ben Seleme'ye: Hudeybiye günü Rasû-lullah (sav)'a ne üzerine bey'at ettiniz? diye sordum. O, ölüm üzere dedi.
eİ-Bera b. Azib'den dedi ki: Hudeybiye günü barış şartlarını Peygamber (sav) ile müşrikler arasında Ali yazmıştı. O: Bu Rasûlullah (sav) Muhanımed'in yazıştığı (şartlar)dır, diye yazdı. Onlar: Rasûlullah diye yazma, dediler. Çünkü biz senin Rasûlullah oiduğunu bilseydik seninle savaş ma zdık. Bunun üzerine Peygamber (sav) Ali'ye: "Onu sil" diye buyurdu. Ancak o: Ben onu si-lemem, dedi. Bu sefer Peygamber (sav) onu kendi eliyle sildi. Koştukları şanlar arasında: Mekke'ye (gelecek sene) girecekler ve orada üç gün kalacaklar, yine Mekke'ye ancak kılıçları kınlarında girecekler, başka bir silah yanlarında olmayacaktı.
Enes'ten rivayete göre: Kureyşliler Peygamber (sav) ile -aralarında Süheyl b. Amr- bulunduğu halde barış yaptılar. Peygamber (sav) Ali'ye: "Rahman ve rahim Aüah'ın adı ile diye yaz" buyurdu. Fakat Süheyl b. Amr: Biz "Allah'ın adıyla" demenin ne olduğunu biliyoruz fakat "rahman ve rahim Allah'ın adıyla" ne demektir, bilmiyoruz, Bunun yerine bildiğimiz şey olan: Senin adınla ey Allah'ım, diye yaz dedi.
Peygamber (sav): "Rasûlullah Muhammed'den diye yaz" diye buyurdu. Onlar: Şayet bizler senin Allah'ın rasûlü olduğunu bilseydik sana uyardık, fakat bunun yerine kendi adını ve babanın adını yaz dediler. Peygamber (sav) da: "Abdullah'ın oğlu Muhammed'den diye yaz" diye buyurdu.
Peygambe'r (sav)'a şu şartlan koştular: Sizden gelenleri biz size geri vermeyeceğiz, ancak bizden size gelenleri siz bize geri vereceksiniz. (Ashab): Ey Allah'ın Rasûlü bunu yazalım mı, diye sordular. O: "Evet, çünkü bizden onlara giden bir kimseyi Allah uzaklaştırmış olur. Onlardan bize gelen bir kimseye gelince, Allah o kimse iğin çok geçmeden bir kurtuluş ve bir çıkış yeri gösterecektir." [26]
Ebu Vail'den dedi ki: Sıffin günü Sehl b. Huneyf ayağa kalkıp: Ey insanlar, diye seslendi, Siz kendi kendinizi itham ediniz, andolsun biz Hudeybiye gününde Rasûlullah (sav) ile birlikte idik. Eğer bir savaş olduğunu görmüş olsaydık, elbetteki savaşırdık. Bu, Rasûlullah (sav) ile müşrikler arasındaki sulh sırastnda olmuştu,
Ömer b. el-Hatlab (r.a), Rasûlullah (sav)'a gelerek: Ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Biz hak üzere değil miyiz? Onlar da batıl üzere değil midirler? Peygamber; "Evet, öyledir" diye buyurdu. Ömer: Bizden ölenler cennette, onlardan ölenler cehennemde değil midir? diye sordu. Peygamber: "Evet" diye buyurdu. Bu sefer şöyle sordu: Peki, Allah bizimle onlar arasında hükmünü vermeden niçin dinimiz hususunda aşağılık olan şartları kabul ediyor ve böylelikle geri dönüyoruz?
Peygamber şöyle buyurdu: "Ey Hattab'ın oğlu! Ben Allah'ın Rasûlüyüm. Allah ebediyyen beni sahibsîz bırakmaz."
(Sehl b. Huneyf devamla) dedi ki: Bunun üzerine Ömer gitti. Öfkesinden dayanamayıp Ebu Bekir'e vardı ve: Ey Ebu Bekir, dedi. Biz hak üzere değil miyiz? Onlar da batıl üzere değil midirler? Ebu Bekir: Evet, dedi. Ömer: Bizden öldürülenler cennette, onların ölüleri cehennemde değil midir? Ebu Bekir: Evet, dedi. Bu sefer Ömer şunu sordu: Allah bizimle onlar arasında henüz hüküm vermemişken ne diye dinimiz hususunda bizi küçültecek şartları kabul ediyor ve Öylelikle geri dönüyoruz?
Ebu Bekir dedi ki; Ey Hattab'ın oğlu, o Allah'ın Rasûlüdür. Allah onu asla sahibsiz bırakmayacaktır. Bunun üzerine Rasûlullah (sav)'a Fetih (Sûresi) indi. Yüce Allah bunu Ömer'e gönderdi ve ona okudu. Ey Allah'ın Rasûlü! Bu bir fetih midir? diye sordu. Peygamber: "Evet" diye buyurunca, Ömer'in gönlü hoş oldu ve geri döndü. [27]
"Kalplerinde olanı" el-Ferra'ya göre doğruluk ve vefakarlığı, İbn Cüreyc ve Katade: Kaçmamak üzere bey'at etmek emrine razı oluşları, Mukatil'e göre ise ölünceye kadar onunla savaşmak üzere bey'atte bulunmaktan (varsa) hoşlanmayışı "bilip de üzerlerine huzur ve sükun indirmiş" ve nihayet ona bey'at etmişlerdir.
Şöyle de
açıklanmıştır: "Kalplerinde olanı bilip" yani müşriklerin onları
engellemelerinden ve Peygamber (sav)'ın rüyasının gerçekleşmesinin gecikmesinden
dolayı duydukları üzüntü ve keder demektir, Çünkü
Peygamber (sav) rüyasında Kabe'ye girdiğini görmüştü. Öyle ki sonunda Rasûlul-lah (sav): "Bu bir rüyadan ibaretti" diye buyurdu. Ebu Bekir es-Sıddîk da şöyle demişti: Rüyada bu sene girilecek, diye bir şey yoktu.
Âyet-i kerimede geçen "huzur ve sükun (sekinet)" verilen sözün gerçekleşeceğine dair kalbteki huzur, güven ve sükun demektir, Sabır anlamında olduğu da söylenmiştir.
"Ve onları yakın bit fetih ile mükafatlandırmıştır'' buyruğu hakkında Katade ve İbn Ebi Leyla Hayber fethi diye açıklamışlardır. Mekke fethi olduğu da söylenmiştir. Buradaki "mükafatlandırmıştır" anlamındaki buyruk: "Onlara vermiştir" diye de okunmuştur.
"Ve" Hayber mallarından "alacakları birçok ganimetler de" Hayber'in akarı ve mallan pek çoktu, Hudeybiye ile Mekke arasında bir yerdi. Buna göre "ganimetler" anlamındaki lafız, "yakın bir fetih"den bedeldir. ("Ganimetler" anlamındaki lafzın başına gelen) "vav" ise fazladan gelmiştir. Buradaki "ga-nimetler'in Fars ve Bizans ganimetleri olduğu da söylenmiştir. [28]
20. Allah sîze alacağınız çok ganimetler vaadetti. Allah sîze bunu acilen vermiş ve sizden insanların ellerini çek(tir)miştir. Müminlere bir alamet olsun ve sîzi dosdoğru yola iletsin diye.
"Allah size alacağınız çok ganimetler vaadetti* buyruğu hakkında İbn Abbas ve Mücahid dedi ki: Bunlar kıyamet gününe kadar alınacak ganimetlerdir. İbn Zeyd de: Bunlar Hayber ganimetleridir, diye açıklamıştır.
"Allah size bunu" Mücahid'e göre Hayberi, İbn Abbas'a göre ise Hudeybiye sulhunu "acilen vermiş ve sizden insanların" Mekkelilerin "ellerini çekCtbOmlstir." Yüce Allah yapılan barış ile Mekkelilerin size ilişmelerini önlemiştir. Katade de şöyle açıklamıştır: Peygamber (sav) Hudeybiye ve Hay-ber'e gittikten sonra Medine'ye yahudilerin ilişmelerini önlemiştir. Taberî'nin tercih ettiği açıklama budur. Çünkü Hudeybiye'de müşriklerin ellerinin çektirilmesi yüce Allah'ın; "O... onların ellerini sizden... çekendi" (el-Feth, 48/24) buyruğunda sözkonusu edilmiştir.
İbn Abbas da yüce Allah'ın; "Sizden İnsanların ellerini çek(tir)miştir"
buyruğu hakkında şöyle demiştir: Bununla kastedilen Fezareli Uyeyne b. Hısn ile Avf b. Malik en-Nadrî ve onlarla birlikte bulunanlardır. Çünkü bunlar Peygamber (sav), Hayberlilerİ muhasara altında tutuyorken, Hayberlilere yardımcı olmak'üzere gelmişlerdi, Yüce Allah onların kalplerine korku saldı ve onları müslümanlardan uzaklaştırarak el çektirdi.
"Müminlere bir alamet olsun" yani onların bozguna uğramaları silin ise esenliğe kavuşmanız müminlere bir belge, bir delil olsun. Böylelikle yüce Allah'ın gerek hazırlarken, gerek de hazır bulunmadıkları zamanda onları koruduğunu bilsinler.
Şöyle de açıklanmıştır: Yani onların ellerini sizden çektirmesi müminlere bir alamet olsun diye (bunu yaptı). Bir diğer açıklamaya göre; Size acilen vermiş olduğu bu ganimetler senin doğruluğuna -bu ganimetleri ek geçireceklerine dair onlara vaadde bulunduğun için- müminlere bir alamet olsun diye (böyle oldu).
" Olsun... diye" buyruğunun başındaki "vav" Kufelilere göre fazladan gelmiştir. Basrahlar ise bu hazfedilmiş bir ifadeye acf edatıdır, demişlerdir. Yani o kendisine şükredesiniz ve müminlere bir alamet olsun diye insanların ellerini sizden çektirdi, demektir. [29]
"Ve sizi dosdoğru yola iletsin" hidayetinizi arttırsın yahutta hidayet üzere size sebat versin "diye."
21. Henüz güç yettremediğuite diğerlerini de (vaadetmiştir). Allah ise onları kuşatmıştır. Allah herşeye gücü yetendir.
"Henüz... diğerlerini de" buyruğu daha önce geçen "bunu: Hazini" anlamındaki lafza atfedil iniştir. Yani o size hem bu ganimetleri acilen vermiş, hem de size başka ganimetler vaadetmiştir. Öyle ki "henüz güç yetiremediğiniz" ganimetler olup"Allah ise onları kuşatmıştır."
İbn Abbas dedi ki: Burada maksat, müslümanların gerçekleştirdikleri fetihlerdir. İran ve Bizans toprakları ile müslümanların yaptıkları bütün fetihler gibi. Aynı zamanda bu el-Hasen, Mukatil ve İbn Ebi Leyla'nın da görüşüdür. Yine İbn Abbas'tan, ed-Dahhak, İbn Zeyd ve İbn İshak'dan maksat Hayber'dîr. Yüce Allah orayı fethetmeden önce onu Peygamberine vaadet-miştir. Onlar yüce Allah orayı fethedeceklerini kendilerine haber verinceye kadar orayı fethedeceklerini ummuyorlardı, dedikleri rivayet edilmiştir.
Yine el-Hasen ve Katade de: Bu Mekke fethidir, demişlerdir. İkrime de Hu-neyn diye açıklamıştır. Çünkü yüce Allah: "Henüz güç yetiremediğinîi" diye buyurmuştur. Bu da daha önce orayı ele geçirmek için bir çaba olduğunu, böyle bir isteğin ise halen henüz gerçekleşmediğini göstermektedir. Tıpkı Mekke hakkında olduğu gibi. Bu açıklamayı da el-Kuşeyrî yapmıştır.
Mücahid ise dedi ki: Bu Kıyamet gününe kadar olacak şeyleri ihtiva eder. "Allah ise onları kuşatmıştır" buyruğu da Allah onları sizin için hazırlamıştır, demektir. Buna göre bunlar dört bir yanından etrafı kuşatılmış olup, kuşatıldığından ötürü elden kaçması sözkonusu olmayan bir şey gibidir. İşte sizler de şu anda henüz onlara güç yetiremiyor iseniz dahi bunlar size hesab edilmiştir ve bunlar kaçınılmaz olarak elinize geçecektir,
"Allah ise onları kuşatmıştır" buyruğunun. Allah onların sizin olacağını bilmiştir, anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Ve muhakkak Allah'ın ilmi ile herşeyi kuşatmış olduğunu..." (et-Talak, 69/12) buyruğunda olduğu gibi.
Allah onları sizin için, sizin tarafınızdan fethedilsinler diye muhafaza etmiştir, diye de açıklanmıştır.
"Allah her şeye gücü yetendir." [30]
22. Eğer inkar edenler sizinle savaşmış olsalardı, elbette arkalarını dönüp kaçacaklardı. Sonra da koruyacak bir dost ve bir yardımcı bulamazlardı.
23. (İşte bu) Allah'ın süregelen bir sünnetidir. Sen Allah'ın sünnetinde asla bir değişiklik bulamazsın.
"Eğer inkar edenler sizinle savaşmış olsalardı, elbette arkalarını dönüp kaçacaklardı" buyruğu hakkında Katade dedi ki: Bu buyrukla Hudeybiye'de-ki Kureyş kâfirleri kastedilmektedir. Bir diğer açıklamaya göre: "Eğer inkar edenler" Gatafan, Esed ve Hayberlücre yardım etmek isteyenler "sizinle savaşmış olsalardı, elbette arkalarını dönüp kaçacaklardı." Savaşta onlar yenik düşeceklerdi diye de açıklanmıştır.
"Sonra da koruyacak bir dost ve yardımcı bulamazlardı. (İşte bu) Allah'ın öteden beri süregelen bir sünnetidir." Bununla Allah'ın eskiden beri gerçek dostlarına, düşmanlarına karşı zafer vermesi şeklinde uygulayagel-diği adeti ve yolunu kastetmektedir.
" Sünnet" lafzı mastar olarak nasbedilmiştir. "Allah'ın sünneti" anlamındaki lafzın, Allah'ın sünneti gibi... demek olduğu da .söylenmiştir, Sünnet, yol, yaşayış tarzı ve şekli demektir. Şair şöyle demiştir:
"Senin izleyip durduğun bir siret üzere kararsızlık gösterme, Çünkü bir sünnete ilk razı olan kişi onun üzere yol alıp gidendir."
Sünnet, aynı zamanda Medine hurmalarından bir çeşidin adıdır. "Sen Allah'ın sünnetinde asla bir değişiklik bulamazsın." [31]
24. O sizi kendilerine karşı muzaffer kıldıktan sonra Batn-ı Mekke'de onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çekendi. Allah yaptığınızı çok iyi görendir.
"O sizi kendilerine karşı muzaffer kıldıktan sonra Batn-ı Mekke'de" Hu-deybiye'de demektir. "Onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çekendi" buyruğunda geçen: "Sizi kendilerine karşı muzaffer kıldıktan sonra" bölümü ile ilgili olarak Yezid b. Harun şunu rivayet etmektedir: Bize Ham-mad b, Seleme, Sabit'ten haber verdi. O Enes'tcn dedi ki: Mekkelilerden seksen kişi silahlı olarak Peygamber (sav)'ı ve ashabını gafil yakalamak isteği ile Tenim dağından aşağıya indiler. Bize herhangi bir zarar veremeden onları teslim aldık ve hayacta bıraktık (öldürmedik). Bunun üzerine yüce Allah: "O sizi kendilerine karşı muzaffer kıldıktan sonra Batn-ı Mekke'de onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çekendi" buyruğunu indirdi. [32]
Abdullah b. Muğaffel el-Müzenî dedi ki: ludeybiye'de Peygamber (sav) ile birlikte yüce Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de sözünü ettiği ağacın dibinde bulunuyor idik. Biz bu durumda iken üzerimize silahlı otuz genç delikanlı çıkıverdi. Yüzümüze doğru hücum ettiler. Peygamber (sav) onlara beddua etli, yüce Allah onların gözlerini aldı. Rasûlullah (sav) onlara; "Sizler herhangi bir kimsenin ahdine (emanına) sığınarak mı geldiniz? Yoksa herhangi bir kimse size bir eman mı verdi?" Onlar: Hayır, öyle bir şey yok dediler. Peygamber de onları serbest bıraktı. Bunun üzerine yüce Allah: "O sizi... onların ellerini sizden... çekendi" âyetini indirdi. [33]
İbn Hişam, Ve kî'den şöyle dediğini zikretmektedir: Kureyşlilerden yaklaşık yetmiş ya da seksen kişi müslümanlara zarar vermek ve onların kenar taraflarda bulunanlarına karşı bir fırsat kollamak üzere geldiler. Müslümanlar onların farkına vardı ve onları esir ettiler. Bu olay arada barış yapmak üzere elçilerin gidip geldiği sırada olmuştu. Rasûlullah (sav) onları serbest bıraktı. İşte kendilerine "el-uteka (azad edilenler)" adı verilen kimseler bunlardır. Muaviye ve onun babası da bunlar arasındadır.
Mücahid dedi ki: Peygamber (sav) umre yapmak üzere (Mekke'ye) gitti. Haremde bulundukları bir sırada onun ashabı -kendileri bir şeyden habersizken- birtakım kimseleri yakalayıp getirdi. Peygamber (sav) onları serbest bıraktı. İşte Batn-ı Mekke'de onlara karşı kendilerine zafer vermesi budur.
Katade dedi ki: Bize nakledildiğine göre Züneym diye bilinen Rasûlullah (sav)'ın ashabından bir kişi Hudeybiye'deki bir tepe üzerine çıktı. Müşrikler ona bir ok attJar ve onu öldürdüler. Peygamber (sav) bir grub atlı gönderdi, onlar da kâfirlerden oniki süvari alıp geldiler. Peygamber (sav) onlara: "bizin benim üzerimde yerine getirmek zorunda olduğum bir hakkınız var mı?" diye sordu, onlar: Hayır dediler. Bunun üzerine onları serbest bırakınca bu âyet-i kerime nazil oldu.
İbn Ebza ve el-Kelbî dedi ki: Bunlar Hudeybiye'ye katılanlardır. Yüce Allah barış gerçekleşinceye kadar müslümanlara zarar vermekten yana onların ellerini çekmişti. Halbuki hepsi de (savaş maksadıyla) çıkmış ve müslümanlann üzerine gitmek istemişlerdi. Aynı şekilde yüce Allah müslümanla-nn da ellerini onlardan çekmişti. Halid b. d-Velid'in müşriklerin atlıları arasında olduğu da daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
el-Kuşeyrî dedi ki; Bu rivayetlerden biridir. Sahih olan ise şudur: O (Ha-lıd b. Velid) o sırada Peygamber (sav) ile birlikte bulunuyordu. [34]
Seleme b. el-Ekva' dedi ki: Henüz barış görüşmeleri yapılıyorken Ebu Süf-yan geliverdi. Vadi silahlı adamlarla dolup taşıyordu. (Seleme) devamla dedi ki: Kendilerine ne bir fayda, ne de bir zarar vermek imkanını bulamayan silahlı altı müşriği önüme katarak getirdim ve onları Rasûlullah (sav)'ın huzuruna çıkardım. Ömer ise yolda: Ey Allah'ın Rasûlü, biz bizimle savaş halinde olan bir topluluğun üzerine gidiyoruz. Bizim İse beraberimizde silah da yok, savaş araç gereci de yok. Rasûlullah (sav) bunun üzerine yoldan Medine'ye haber göndererek oradaki bütün silahlan, savaş araç ve gereçlerini getirdiler, Rasûlullah (sav)'a; Ebu Cehil'in oğlu İkrime senin üzerine besyüz atlı ile birlikte geldi; diye haber verildi. Rasûlullah (sav) Halid b. el-Velid'e: "İşte bu senin amcan oğlu, üzerine beşyüz kişi ile birlikte geliyor.'' dedi. Halid: Ben Allah'ın ve RasûKinün kılıcıyım. Bunun üzerine o gün kendisine Allah'ın kılıcı adı verildi. Beraberinde bir grub atlı ile birlikte yola çıktı, kâfirleri bozguna uğratarak Mekke bahçelerine sığınmak zorunda bıraktı. Bu rivayet daha sahihtir. Aralarında çarpışma taşlarla olmuştu. Oklarla ve yayların uçlartyla çarpışukları da söylenmiştir.
Bir başka açıklamaya göre elin çektirilmesi ile yüce Allah şunu kastetmiştir: Yazdan antlaşma belgesinde şu şart koşulmuştu: Onlardan bize gelenleri biz onlara geri çevireceğiz. Bunun üzerine Mekke'den müslüman olmuş birtakım kimseler çıkıp geldiler. Rasûlullah (sav)'ın kendilerini müşriklere geri vermesinden korktukları için sahile doğru gittiler. Bunlardan birisi de Ebu Basİr idi. Bunlar kâfirlere baskın yapmaya, onların kervanlarını vurmaya koyuldular.. Nihayet Kureyş'in büyükleri Peygamber (sav)'a gelerek: Bizim emin olabilmemiz için onları sen yanına al, dediler, o da dediklerini yaptı.
Bir başka açıklamaya göre Gatafaniılarla, Esedliler Hayber yahudilerini müslümanlara karşı korumak istediler. Çünkü onlarla antlaşmaları vardı. Yüce Allah ise onları böyle bir işi yapmaktan alıkoydu. İşte ellerinin çekilmesi budur.
"Batn-ı Mekke" hakkında iki görüş vardır. Birincisine göre bununla Mekke'yi kastetmektedir, ikinci görüşe göre de kastedilen Hudeybiye'dir. Çünkü Iludeybiye'nin bir bölümü Harem bölgesindedir.
el-Maverdî dedi ki: Yüce Allah'ım "Sili kendilerine karşı muzaffer kıldıktan sonra" buyruğu Mekke'nin fethi ile muzaffer kılmış olması demektir. Buna göre bu âyet-i kerime Mekke'nin fethinden sonra inmiş olmaktadır. Ayrıca bu buyrukta Mekke'nin sulh yoluyla fethedilmiş olduğuna delil vardır. Çünkü yüce Allah: "Onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çekendi" diye buyurmuştur.
Derim ki: Sahih olan -daha önce ashab ve tabiinden olan tevil bilginlerinden naklettiğimize göre- bu âyet-i kerimenin, Mekke fethinden önce Hu-deybiye hakkında indiğidir.
Tirmizî rivayetle dedi ki: Bize Abd b. Humeyd anlattı, dedi ki: Bana Süleyman b. Harb aritattı, dedi ki: Bana Hammad b. Seieme, Sabit'ten anlattı, o Enes'ten naklen dedi ki: Seksen kişi Rasûlullah (sav) ve ashabı üzerine sabah namazı vaktinde -Peygamberi öldürmek kastı ile- Tenim tepesinden üzerlerine hücum ettiler. Hiçbir zarar veremeden yakalandılar. Rasûlullah (sav) onları serbest bıraktı. Yüce Allah da: "O... onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çekendi" âyetini indirdi, Ebu İsa dedi ki; Bu hascn, sahih bir hadistir. [35] Daha önceden de geçmiş bulunmaktadır.
Mekke'nin fethine gelince, haberlerin gösterdiği şu ki; Mekke kılıç zoru ile fethedilmiştir. Bu hususa dair açıklamalar daha önce el-Hac Sûresi'nde (22/25. âyet, 3- başlıkta) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. [36]
"Allah yaptığınızı çok iyi görendir."
25. Onlar, kâfir olanlar, sîzleri Mescidi Haramdan, bekletilen kurbanlarınızı yerlerine varmaktan alıkoyanlardır. Eğer bilmediğiniz mümin erkeklerle mümin kadınlar olmayaydı ve siz onları bilmeyip çiğnemeyecek size onlardan dolayı da bir vebal İsabet etmeyecek oka idi (onlardan ellerinizi çekmezdi). Ta ki Allah dilediği kimseyi rahmetine soksun. Eğer onlar ayrılmış olsalardı, Ötekilerden kâfir olanları elbette acıklı bir azab ile azaplandırtnış olacaktık. [37]
"Onlar, kâfir olanlar, sizleri Mescld-İ Haram'dan, bekletilen kurbanlarınızı yerlerine varmaktan alıkoyanlardır" hölütnüne dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
"Onlar kâfir olanlar...dır" buyruğu ile kastedilenler, Kureyşlilerdir. Onlar Hudeybiye yılı Peygamber (sav) ashabı ile birlikte umre yapmak üzere ihrama girdiklerinde Mescid-i Haram'a girmekten sizi alıkoymuşlardı. Ayrıca bekletilen kurbanlarınızı da yerine ulaşmasın diye engellemişlerdi. Halbuki bu onların inançlarına aykırı idi. Ancak, onların gururlan ve cahiliye kibirleri dinen inançlarına uygun görmedikleri işleri yapmaya itmişti. İşte yüce Allah bundan dolayı onları azarlamakta ve bu yaptıkları için onları tehdit etmektedir. Diğer taraftan Rasûlullah (sav)'ı da beyanı ve vaadi ile teselli etmektedir. [38]
"Bekletilen kurbanlarınızı" buyruğu, alıkonulan kurbanlarınızı... demektir. "Durdurulan diye de açıklanmıştır. Ebu Amr b. el-Ala: Toplu olarak bulunan, diye açıklamıştır.
el-Cevherî dedi ki: "Onu alıkoydu, bekletti" demektir. Müzari hali: diye, mastarı da diye gelir. Şanı yüce Allah'ın: Bekletilen kurbanlar" buyruğu da buradan gelmektedir. Şu işten seni bekleten (alıkoyan) nedir" denilir. Mescidde itikat tabiri de buradan gelmektedir ki, orada alıkonulmak, beklemek demektir.
"Yerlerine varmaktan" buyruğundaki "yerler"den kasıt, kesilmeleri gereken yerler demektir. Bu açıklamayı el-Ferra yapmıştır. Şafiî (r.a) harem diye açıklamıştır. Ebu Hanife (r.a) da böyle demiştir; Muhsar bir kimse (Hareme girmekten alıkonulan bir kimse)nin kurban kesme yeri Harem bölgesidir.
"Ha" harfi kesreli olarak; " Bir şeyin en nihai noktası" demektir, üstün olarak ise (mahal şeklinde) insanların bulundukları yer demektir. Peygamber efendimizin götürdüğü kurbanlıklar yetmiş deve idi. Fakat yüce Allah lütfuyla o yeri (Hudeybiye'de alıkonuldukları yeri) kurbanını keseceği yer kılmıştır. Daha önce el-Bakara Sûrcsi'nde yüce Ailah'sn: "Eğer ahkonulursanız..." (el~Bakara, 2/l?6) buyruğu açıklanırken geçtiği üzere, ilim adamları bu hususta farklı görüşlere sahiptirler, sahih olan kaydettiğimiz görüştür.
Müslim'in, Sahih 'indeki rivayete göre Ebu'z-Zübeyr, Cabir b. Abdullah'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Biz Rasûlullah (sav) ile birlikte Hu-deybiye yılında deveyi de yedi kişi adına, ineği de yedi kişi adına kestik. Yine ondan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav) ile birlikte hac ve umrede her yedi kişi bir büyük baş hayvana ortak olduk (ve kurban kestik). Bunun üzerine bir adam Cabir'e: Peki deveye ortak olunduğu gibi ineğe de ortak olunur mu? diye sordu. O; O da ancak büyükbaş hayvanlardan birisidir, dedi. Cabir, Hudeybiye'de hazır bulunmuş ve şöyle demiştir: O gün biz yetmiş büyükbaş hayvan kestik. Herbir büyükbaşa yedi kişi ortak okluk[39]
Buharî'de İbn Ömer'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah (sav) ile birlikte umre yapmak üzere yola çıktık. Kureyş kâfirleri Beytullah'a varmamızı engelledi. Rasûlullah (sav) develerini kesti ve başını traş etti. [40]
Denildiğine göre; o gün Peygamber efendimizin başını traş, eden şahıs Hu-zaalı Hiraş b. Umeyye b. Ebi'l^f s idi. Rasûlullah (sav) müslümanlara kurbanlarını kesip ihramdan çıkmalarını emretti. Onlar Rasûtullah (sav)'ı gazaplan-dıracak şekilde bir süre duraksadıktan sonra verilen emri yerine getirdiler. Bu sırada Um Seleme kendisine şöyle demişti: Sen kurbanını kesersen onlar da keseceklerdir. Bunun ürerine Rasûlullah (sav) kurbanlıklarını kesti, onlar da onun kesmesi üzerine kurbanlarını kestiler, Rasûlutlah (.sav) saçlarını traş etti ve saçlarını traş edenlere üç defa, kısaltanlara da bir defa dua etli[41]
Ka'b b. Ucre'nin başından yüzü üzerine bitlerin düştüğünü görünce: "Şu haşerelerin seni rahatsız ediyor mu?" diye sorunca o: Evet demişti. Bunun üzerine Hudeybiye'de iken ona başını traş etmesini emretti. Bunu Buharı ve Da-rakutnî rivayet etmiş olııp [42]daha önce el-Bakara Sûresinde (2/196. âyet, "Artık içinizde her kim hasta olur..." bölümü, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. [43]
Kurbanlarınızı"
buyruğu iki ayrı söyleyiş halinde ile
şekillerinde kullanılır. Yine: " Kurban yerine varıncaya
kadar" (et-Bakara, 2/196) buyruğunda hem şeddeli, hem şeddesiz okunmuştur,
tekili )'dır. Yine buna dair açıklamalar daha önce el-Baka-ra Sûresi'nde
(âyetin belirtilen bölümünün tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Bu buyruk:
"Sizleri... alıkoyanlardır" buyruğundaki ("sizleri" anlamını
veren): "Kef" ve "mim" harflerine atfedil m işe ir.
"Bekletilen" anlamındaki buyruk haldir. "Yerlerine varmaktan" buyruğundaki: ise "sizi...alıkoyanlar" buyruğuna hamledilerek nasb konumundadır, Onlar hem sizleri, hem de bekletilen kurbanları yerine varmaktan alıkoyanlardır, demektir. Mefulün leh olması da mümkündür. Şöyle buyurmuş gibi olur: Onlar kurbanlıkların yerine ulaşmasını istemedikleri için alıkoyanlardır.
Ebu Ali dedi ki: Bu harfin: "Alıkoymak" üzerine hamledilmesi doğru olamaz. Çünkü biz: "Bekledi" fiilinin müteaddi (geçişli) geldiğini bilmiyoruz. Ayet-i kerimede "bekletilen" anlamındaki buyruğun manaya hamledilerek gelmesi de mümkündür. Sanki bu buyruk "alıkoymak" anlamında olduğundan ötürü anlamı da buna göre yorumlanmış olmaktadır. Tıpkı "refes" lafzının "ilişki kurmak" anlamına gelerek ile teaddi ettirilmesine benzer. (Bk. el-Bakara, 2/187. âyetin başı)
Eğer buna göre açıklanacak olursa, Sibeveyh'in görüşüne kıyasla nasb konumunda olur. el-Halil'in görüşüne kıyasla da cer konumunda olur yahutta mefulün leh olur. Şöyle buyurulmuş gibidir: Yerine ulaşması istenmediğinden alıkonulan, bekletilen...
Diğer taraftan daha önceden geçtiği için ( il )'in cer konumunda olması da mümkündür. Şöyle buyurulmuş gibidir: Onlar sizi Mescid-i Ha-ram'dan alıkoydukları gibi, kurbanlıkları da yerlerine ulaşmaktan alıkoymuşlardır. Sibeveyfrin, Yunus'tan naklettiği şu kullanım da buna benzemektedir: "Ben ya Zeyd, ya da Amr olan bir adama uğradım" derken, daha ünce zikredildiği için (be) harf-i cenini takdir ederek okumuştur.
"Eğer bilmediğiniz mümin erkeklerle mümin kadınlar olmayaydı ve siz onları bilmeyip, çiğnemeyecek, size onlardan dolayı da bîr vebal isabet etmeyecek olsa idi (onlardan ellerini çekmezdi)" bölümüne dair açıklamalarımızı da üç başlık halinde sunacağız.bu [44] [45]
"Eğer bilmediğiniz mümin erkeklerle, mümin kadınlar olmayaydı..."
buyruğu ile Mekke'de kâfirler arasında bulunan Seleme b. Hişarn, Ayyaş b. Ebi Rebia, E bu Cendel b. Süheyl ve benzeri mustazaf müminleri kastetmektedir.
"Bilmediğiniz" tanımadığınız bir açıklamaya göre de, mümin olduklarını bilmediğiniz demektir.
"Ve siz onları bilmeyip" öldürmek ve onlara zarar vermek suretiyle "çiğnemeyecek..."
Nitekim -aynı kökten olmak üzere-: "O topluluğu çiğnedim" denilir, onlara zarar verdim demektir.
Buyruktaki “...me"nin "erkekler ve kadınlardan bedel, merfu olması mümkündür. Eğer sizin mümin erkeklerle, mümin kadınları bilmeden çiğnemeniz sözkonusu olmayacak olsaydı, diye buyurmuş gibidir. Bunun: " (kendilerini) bil(me)diğiniz" lafzındaki "mim" ile "he" zamirinden bedel olarak nasb olması da mümkündür. O vakit ifade; Onların çiğnenme-sîni (çiğnendiğini) bilmediğiniz... takdirinde olur. Her iki şekilde de buyruk bedeli istimaldir. "Bilmediğiniz" buyruğu ise "erkekler" ile "kadınlar"ın sıfatıdır.
" Olsa İdi" buyruğunun cevabı hazfedilmiştir ki, ifadenin takdiri şöyledir: Eğer,bilmediğiniz mümin erkek ve mümin kadınları çiğnemeniz söz-konusu olsaydı, yüce Allah size Mekke'ye girmeye izin verir, sizi onlara musallat ederdi. Fakat Biz orada bulunup imanını gizleyen kimseleri koruduk,
ed-Dahhak: Şayet kâfirlerin sulblerinde ve kadınların rahimlerinde mümin erkeklerle, mü'min kadınlar bulunmamış ve siz de onların babalarını bilmeden çiğneyip böylelikle çocuklun helak olmayacak olsaydı... diye açıklamıştır. [46]
"Size onlardan dolayı da bir vebal isabet etmeyecek olsa idi" buyruğun-daki: "(mealde:) Vebal" ayıp ve kusur demektir. Bu da uyuz anlamı Hu ve bundan sonraki bölümler aynı âyetin devamı olduğundun ötürü -müelliF başlıklara yeniden bir ve iki diye rakam vermiş ise de- biz tiçlen itibaren sırayı devam ettirmeyi uygun bulduk na gelen: ( "mefale" vezninde bir kelimedir. Yani eğer müşrikler: Bunlar kendi dindaşlarını öldürdüler, demeyecek olsaydı,..
Şöyle de açıklanmıştır: Yani onları öldürdüğünüz için hataen öldürme kef-fareti ödemek yükümlülüğü ile karşı karşıya kalmayacak olsaydınız... Çünkü yüce Allah dar-ı harpte bulun.up oradan hicret etmemiş ve mümin olduğu da bilinmeyerek öldürülen müminin katilinin diyet ödemeyip, kefarette bulunacağını şu buyruğu ile farz kılmıştır: "Şayet mümin olmakla beraber size düşman olan bir kavimden ise o zaman (katilin) mümin bir köle azad etmesi gerekir" (en-Nisa, 4/92) Bu açıklamayı d-Kelbî, Mukatil ve başkaları yapmıştır. Buna dair açıklamalar daha önce en-Nisa Sûresi'nde (4/92. âyet, 12. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
İbn Zeyd; " Vebal, günah" demektir, demiştir. el-Cevhcri ve İbn İs-hak da: Diyet borcu diye açıklamışlardır. Kutrub, zorluk ve sıkıntı diye açıklamıştır. Bunun gam ve keder anlamında olduğu da söylenmiştir. [47]
"Bİlmeytp" buyruğu ashab-ı kiramın faziletini onaya koymakta, onların günah işlemek ve başkasına haksızlıkta bulunmaktan yana uzak kalmak gibi güzel bir niteliklerinin bulunduğunu haber vermektedir. Öyle ki, onlar bu kabilden herhangi birisine bir zarar verecek olurlarsa, bu ancak kasıt dışı olabilirdi. Bu da karıncanın Süleyman (a.s)'ın askerlerini nitelendirirken söylediği: "Süleyman ve askerleri farketmeyip sizi çiğnemesin." (en-Neml, 27/18) sözlerinde dile getirdiği durumu andırmaktadır.
Buyruğun: "Tâ ki Allah dilediği kimseyi rahmetine soksun. Eğer onlar ayrılmış olsalardı..." bölümüne dair açıklamalarımızı da dört başlık halinde sunacağız: [48]
"Tâ ki Allah dilediği kimseyi rahmetine soksun..." buyruğundaki: "Tâ ki... soksun" lafzındaki "lam" hazfedilmiş bir lafza taalluk etmektedir. Yani eğer siz onları öldürmüş olsaydınızı, elbette Allah da onları rahmetine sokardı.
Bunun "imarı" lafzına taalluk etmesi de mümkündür. Ancak mümin kadınlar dışarda bırakılarak mümin erkekler hakkında, mümin erkekler dışarda bırakılarak mümin kadınlar hakkında kabul edilemez. Çünkü hepsi de rahmetin kapsamına girerler.
Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Yüce Allah'ın sizlere müşriklerle savaşma ilnini vermeyiş sebebi, barıştan sonra Mekke ahalisinden kurtulacağını hükme bağladığı kimselerin kurtulması içindir. Nitekim böyle olmuştu. Onlardan birçok kimse İslâm'a girmiş, İslâm'a güzel şekilde bağlanmış ve böylelikle Allah'ın rahmetine yani cennetine girmiş oldular. [49]
"Eğer onlar
ayrılmış olsalardı* yani kâfirlerden ayırdedilecek bir şekilde bir tarafa
ayrılmış olsalardı demektir.
Bu açıklamayı el-Kulebt yapmıştır. el-Kelbî de onlardan ayrı bir fırka olarak bir kenara çekilmiş olsalardı, diye açıklamıştır. Bir başka açıklama da şöyledir: Eğer müminler kâfirler arasından çıkacak olursa, yüce Allah kılıçla kâfirleri elbette azaplandırır. Bu açıklamayı ed-Dahhak yapmıştır. Fakat Allah müminler sayesinde kâfirlere gelecek zararı önler.
Ali (r.a) dedi ki: Ben Peygamber (sav)'a şu: "Eğer onlar ayrılmış olsalardı, ötekilerden kâfir olanları elbette acıklı bir azab İle azaplandirmiş
olacaktı" âyeti hakkında sordum da şöyle buyurdu: "Bunlar Allah'ın peygamberinin atalarından olan müşrikler ile unlardan sonra ve onların döneminde bulunan müşrikler olup, sulblerinde müminlerin bulunduğu kimselerdir. Eğer müminler kâfirlerin sulblerinden aynlsalardı, yüce Allah kâfirleri can yakıcı bir azab ile azaplandınrdı. [50]
Bu âyet-i kerime müminin İhlal edilmesi yasak olan hakları dolayısıyla eğer kâfire ancak mümine bir eziyet vermekle eziyet vermek imkanı varsa-kâfire zarar verilemeyeceğine delildir.
Ebu Zeyd dedi ki: İbnu'l-Kasım'a sordum: Müşriklerden bir topluluk eğer kendilerine ait bir kalede bulunuyorlarsa, müslümanlar da onları kuşatma altına almış olup, aralarında ellerinde inüslüman esirler de bulunuyor ise acaba o kale ateşe verilebilir mi, verilemez mi? Görüşün nedir?
İbnu'l-KiLsım dedi ki: Ben Malik'e gemilerinde bulunan müşrik bir topluluk hakkında şöyle bir soru sorulurken dinledim: Gemilerinde beraberlerindeki esirler varken, onların gemilerini ateşe verebilir miyiz? Malik bunun uygun olacağı görüşünde değilim dedi. Çünkü yüce Allah Mekkeliler hakkında: "Eğer onlar ayrılmış olsalardı, ötekilerden kâfir olanları elbette acıklı bir azab ile azaplandırmış olacaktık" diye buyurmaktadır.
Bir kâfir, bir müslümanı önüne kalkan gibi koyacak olursa, yine ona ok atmak caiz olmaz. Şayet birisi böyle bir iş yapacak tılup da müslümanlardan birisinin telef olmasına sebeb teşkil ederse, hem diyet ödemesi hem de keffarelte bulunması gerekir. Eğer durumu bilmiyor iseler diyet de gerekmez, keffaret de gerekmez. Çünkü müslümaniar böyle bir durumu bildikleri takdirde ateş etmek hakkına sahib değildirler, Şayet böyle bir şey yapacak olurlarsa, bu sefer hata yoluyla katil olurlar. Akilelerinin de diyet ödemeleri gerekir. Eğer bu durumu bilmiyor iseler, o zaman ateş edebilirler. Şayet bu işi yapmaları kendilerine mubah kılınacak olursa, bundan dolayı haklarında herhangi bir sorumluluğun kalması da caiz olmaz.
Îbnu'l-Arabî dedi ki: Bir kesim buyruğun: Eğer müminler annelerin karnından ve erkeklerin sulbünden bir kenara ayrılmış olsalardı... diye açıklamışlardır ki; bu zayıf bir açıklamadır. Çünkü sulbte veya annesinin karnında bulunan bir kimsenin çiğnenmesi de sözkonusu değildir, ondan dolayı bir keder ve günah da isabet etmez. Halbuki yüce Allah açık bir ifade kullanarak: "Eğer bilmediğiniz mümin erkeklerle, mümin kadınlar olmayaydı ve siz onları bilmeyip çiğnemeyecek... olsaydınız" diye buyurmaktadır. Böyle bir ifade ise kadının karnında ve erkeklerin sulbünde bulunan kimseler hakkında kullanılamaz. Bu ancak el-Velid b. el-Velid, Seleme b. Hişam, Ayyaş b, Ebi Rebia, Ebu Cendd b. Süheyl gibileri hakkında kullanılır. Malik de böyle demiştir: Biz Bizanslılara ait bir şehri kuşattık. Onlara giden su kesildi. Bunun için esirleri kendilerine su getirmek üzere indiriyorlardı. Hiç kimse onlara ok atamıyordu. Böylelikle biz istemediğimiz halde onlar su alabiliyorlardı.
Ebu Hanife mezhebine mensub arkadaşları ve es-Sevrî ise aralarında müslüman esirler ve onların çocukları bulunsa dahi müşriklerin kalelerine ok atılmasını caiz kabul etmişlerdir. Şayet kâfir müslüman bir çocuğu kendisine kalkan yapacak olursa, müşrik olan kimseye atılır. Eğer müslümanlardan birisine isabet ederse, bundan dolayı ne diyet vardır ne de keffaret.
es-Sevrî ise böyle bir durumda diyet yoktur ama kefaret vardır, demiştir. Şafiî de bizim (Malikilerin dediği) gibi demiştir. Bu zaten açıkça anlaşılan bir husustur, çünkü haram olan bir yolla mubah olan bir işe ulaşmaya kalkışmak caiz değildir. Özellikle bu hususla müslümanın canı sözkonusu ise. O halde kabul edilecek tek görüş Malik'in -Allah ondan razı olsun- görüşüdür, Doğrusunu en ivi bilen Allah'tır.
Derim ki: Kimi hallerde kalkan edinilenin öldürülmesi caiz olabilir ve yüce Allah'ın izniyle bunda görüş ayrılığı dahi olmaz. Bu ise maslahatın zaruri, külli ve katı olması halindedir. Maslahatın zaruri olmasının anlamı: Kâfirlere kalkan edinilenler öldürülmedikçe, kâfire erişmek imkanı bulunmaması halidir. Külli olmasının anlamı; Bu maslahatın bütün ümmeli katı olarak ilgilendirmesidir, Öyle ki o kalkan edinilenin öldürülmesi bütün müslümanlann maslahatına olacak. Çünkü böyie yapılmayacak olursa, kâfirler kalkan edindiklerini öldürür ve bütün ümmeti ele geçirirler. Maslahatın katı oluşuna gelince, bu maslahat katî olarak ve ancak kalkan halinde edinilenin öldürülmesi halinde gerçekleşilebilir olacak.
İlim adamlarımız derler ki: Bu kayıtlarıyla birlikte böyle bir maslahatın muteber olacağında görüş ayrılığının olmaması gerekir. Çünkü bu varsayımda kalkan edinilen kişi kesinlikle öldürülmüş olacaktır. Ya düşman eliyle öldürülecek, bu takdirde düşmanın bütün müslümanları istila etmesi şeklindeki o pek büyük kötülük ortaya çıkacaktır yahutta müslümanlar tarafından öldürülecek ve düşman perişan edilirken, bütün müslümanlar kurtulmuş olacaktır. Aklı başında bir kimsenin kalkıp: Bu durumda hiçbir şekilde kalkan edinilen öldürülemez, demesi düşünülemez. Çünkü böyle bir kanaat buna bağlı olarak hem kalkanın, hem İslâmın, hem de müslümanların yok olmalarını gerektirir. Fakat böyle bir maslahat tamamıyla mefsedetten (kötülükten) uzak olamadığından ötürü, meseleyi iyice tetkik edemeyen kimseler böyle bir şeyi kabullenemezler. Ancak böyle bir mefsedet bundan sağlanacak sonuçlara nisbetle yoktur ya da yok hükmündedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [51]
"Eğer onlar ayrılmış olsalardı" anlamındaki buyruk genel olarak: diye okunmuştur. Ancak Ebu Hayve bu lafzı: diye okumuştur. Anlam itibariyle diğer okuyuşla aynıdır.
"Ayrılmak" demektir. "Ayrıldılar" lafzı; vezninde olup, " Ayrıldım" fiilinden gelmektedir. Bunun vezninin: olduğu da söylenmiştir.
(Kâfir olanları elbette... azablandırmış olacaktır" buyruğunun başındaki "lam" harfinin iki ifadenin cevabı olduğu söylenmiştir. Birisi: "Erkeklerle... olmayaydı" ifadesinin, diğeri ise: "Eğer ayrdmış olsalardı" ifadesinin cevabıdır. ): Eğer...meyecek olsa idi" lafzının cevabının hazfedildiği de söylenmiştir ki; daha önce geçmişti. Buna karşılık; "Eğer onlar ayrılmış olsalardı" yeni bir cümle olmaktadır. [52]
26, Hani kâfirler kalplerinde o taassub ve klbiri, yani cahiliye ta-assub ve kibirini koymuşlardı da Allah da hemen huzur ve sükununu Rasûlünün ve müminlerin üzerine indirmişti. Onlara takva sözü üzerinde sebat vermişti. Onlar zaten buna daha layık ve buna ehil idiler. Allah herşeyi çok İyi bilendir.
Buyruğun başındaki: "Hani" lafzındaki amil yüce Allah'ın: "Elbette... azaplandırmış olacaktık" anlamındaki buyruktur. Yani onlar bunu yaptıklarında Biz de elbette onları azaplandıracaktık. Yahut amil, "Hatırlayın ki"
anlamındaki mukadder bîr fiildir.
"Hamiyet: Taassub ve kibir" buyruğu "failet" vezninde olup kibirlilik demektir. Bir işten utandığını bundan sıkılıp öyle bir işi yapmayı kendisine yedirmediğini anlatmak isteyen bir kimse: "Ben bu işi kendime yediremiyorum, kendine yedirememek" denilir. el-Mütelemmis'in şu be-yitinde de bu anlamda kullanılmıştır:
"Şunu bil kî, şüphesiz ki ben onlardanım, benim namus ve şerefini
onların namus ve şerefidir, Burnunu kökten koparılmaya karşı himaye eden bir kimse gibiyim."
ez-Zührî dedi ki: Onların hamiyeti Peygamber (sav)'ın risaletini ikrar etmeyi ve "rahman ve rahim Allah'ın adı ile" diye başlamayı kabullenmeyişle-ri ile müslümanları Mekke'ye girmekten engellemiş olmalarıdır. "Rahman ve rahim Allah'ın adı ile': ve "Muhammed Allah'ın Rasûlüdür" ibarelerinin yazılmasını kabul etmeyen kişi önceden de geçtiği üzere Süheyl b. Amr idi.
İbn Bahr dedi ki: Onların hamiyetleri yüce Allah'ı bırakarak tapındıkları ilahlarına taassubla bağlılıkları ve o ilahlarından başkalarına ibadet etmeyi kabul etmeyişleri, yüz çevirişleridir.
"Cahİlİye taassub ve kibiri"nin şu anlama geldiği de söylenmiştir: Onlar bizim oğullarımızı, kardeşlerimizi öldürdüler şimdi de biz evlerimizde kalacağız ve onlar bizim bulunduğumuz yere girecekler (öyle mi?) Lat ve Uz-za'ya yemin olsun ki o (Muhammed) buraya ebediyyen giremeyecektir, dediler.
"Allah da hemen huzur ve sükununu" yani rahatlığını ve ağırbaşlılığını "Rasûlünün ve müminlerin üzerine indirmişti." Denildiğine göre yüce Allah razı oluş ve teslimiyet ile onlara sebat verdi, o kâfirlerin kalplerine soktuğu taassubun bir benzerini müminlerin kalplerine sokmadı.
"Onlara takva sözü üzerinde sebat vermişti." Takva sözünün "la ilahe ilallah" olduğu söylenmiştir. Bu, Ubcyy b. Ka'b'dan, o Peygamber (sav)'dan diye merfu bir hadis olarak da rivayet edilmiştir. [53]
Ali, İbn Ömer, İbn Abbas, Amr b. Meymun, Mücahid, Katade, İkrime, ed-Dahhak, Sekme b. Kuheyl, Ubeyy b. Umeyr, Talha b. Musarrif, er-Rabî, es-Süddî ve îbn Zeyd'in de görüşü budur. Ata el-Horasanî de böyle demiş, o ay-nca "Muhammedu'r-Rasûlullah'ı da ilave etmiştir.
Yine Ali ve İbn Ömer'den gelen rivayete göre bu "la ilahe illallah valla-hu ekber" sözüdür. Ata b. Ebi Rebah ile yine Mücahid: O "la ilahe illallah vah-dehu la şerike leh, lehu'l-mülkü ve lehu'l-hamdu ve huve ala külli şeyin kadir: Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur. O bir ve tektir, O'nun ortağı yoktur. Mülk yalnız O'nundur. hamd yalnız O'nadır, O herşeye gücü yetendir" sözüdür.
ez-Zührî "Bismillahirrahmanirrahîm"dir demiştir. Yani müşrikler bu sözü söylemediler. O bakımdan yüce Allah bu sözü müminlere ait bir özellik kıldı.
"Takva sözü" kendisi ile şirkten sakınılan söz demektir. Yine Mücahid'den nakledildiğine güre "takva sözü" ihlastır.
"Onlar zaten buna daha layık ve daha ehil idiler." Mekke kâfirlerinden buna daha çok hak sahibi idiler.
Çünkü yüce Allah onları dini ve peygamberine arkadaşlık yapmak için seçmiştir. "Allah herşeyi çok iyi bilendir." [54]
27. Andolsun Allah, Rasûlüne gösterdiği rüyayı hak ile tasdik etmiştir. Elbette -ve Allah'ın izni ile- Mescid-i Haram'a korkusuzca, emniyetle, başlarınızı traş ettirmişler ve kısaltmışlar olarak gire-ceksinizdir. Sizin bilmediğinizi bilip ondan önce yakın bir fetih nasib etmiştir.
Katade dedi ki: Rasûlullah (sav) rüyasında bu şekilde Mekke'ye gireceğini görmüştü. Hudeybiye'de Kureyşlilerle barış yapınca münafıklar şüpheye düştüler. Nihayet Rasûlullah (sav) Mekke'ye gireceğini söyledi. Yüce Allah da: "Andolsun Allah Rasûlüne gösterdiği rüyayı hak ile tasdik etmiştir"
buyruğunu indirerek onlara bir başka senede Mekke'ye gireceklerini ve Rasûlullah (sav)'ın rüyasının gerçek olduğunu bildirdi.
Denildiğine göre; "rüya belli bir vakit ile sınırlı değildir. O girecektir" diyen kişi Ebu Bekir'dir. Yine rivayet edildiğine göre bu rüya Hudeybiye'de görülmüştü. Peygamberlerin rüyası da bir haktır. Rüya peygamberlere vahiy şekillerinden birisidir.
"Elbette -ve Allah'ın izni ile- Mescidi Haram'a... gireceksinizdir." Bu gelecek yıl gireceksiniz, demektir.
İbn Keysan dedi ki: Bu Peygamber (sav)'a rüyasında söylenmiş sözlerin ifadesidir. Rüyasında ona adeten görülen şekliyle hitab edildi. Yüce Allah Ra-sûlü hakkında bu sözleri böylece söylediğini haber verdi. İşte bundan dolayı istisnada bulundu. (İnşaallah, Allah'ın izni ile, dedi.) Yüce Allah'ın emrettiği şekilde edebe uygun bir ifade kullandı. Çünkü yüce Allah: "Sakın hiçbir şey hakkında: Ben bunu mutlaka yarın yapacağım, deme! Meğer ki Allah dilemiş ola (inşaallah yapacağım de)." (el-Kehf, 18/23)
Burada bildiği bir hususta istisna yapması, insanlar bilmedikleri hususlarda istisna yapmaları içindir diye açıklanmıştır ki, bu açıklama Sa'leb'e aittir.
Bir başka açıklamaya göre yüce Allah Hudeybiye'de kendisi ile birlikte bulunan kimselerden bir kısmının canını alacağım biliyordu. İşte bu husus dolayısıyla istisna yapılmıştır. Bu açıklamayı el-Hüseyn b, el-Fadl yapmıştır.
Bir başka açıklamaya göre buradaki istisna yüce Allah'ın: "Emniyetle" buy-ruğundandır ve bu kullara adet üzere yapılan hitab ile ilgilidir.
"Allah'ın teni İle (inşaallah)" buyruğunun, Allah size oraya girmeyi emredecek ohirsa... anlamında olduğu da söylenmiştir. Allah size bu işi kolay -laştınrsa anlamındadır diye de açıklanmıştır. Bir açıklamaya göre "İnşaallah: Allah'ın izni ile" Allah'ın dilediği şekilde anlamındadır.
Ebu Ubeyde dedi ki: Buradaki: "Zaman" anlamındadır. Allah'ın dilediği zaman demek olur. Bu da yüce Allah'ın "Allah'tan korkun, faizden arta kalant da bırakın. Eğer müminler iseniz" (el-Bakara, 2/278) buyruğuna benzemektedir. Buradaki: "Eğer... iseniz" buyruğu: " Madem...siniz" demektir.
Ancak bunun böyle olması uzak bir ihtimaldir. Zira;mazi fiilde kullanılır, ise muzari fiil ile kullanılır. Burada sözü edilen giriş, gelecekte olacaktır. Onlara Mescid-i Haram'a gireceklerini vaadetmiş ve bunu kendisinin dilemesi şartına bağlamıştır. Bu ise Hudeybiye yılında olmuştu. Peygamber de bunu ashabına haber vermiş, onlar da bu işe sevinmişlerdi. Daha sonra onların ümit ettikleri yılda bu iş olmayıp, sonraya kalınca bundan rahatsız oldular, bu iş onlara ağır geldi. Peygamber de müşriklerle barış yapıp geri döndü, Ertesi sene yüce Allah Mekke'ye girmelerine izin verdi ve: "Andol-sun Allah Rasûlîîne gösterdiği rüyayı bak ile tasdik etmiştir" diye buyurdu. Rüyada kendisine: "Elbette -ve Allah'ın izni ile- Mescid-i Haram'a... gİ-receksinizdîr" denilmiş yüce Allah da kitab-ı keriminde rüyada peygamber efendimize söylenenleri bize nakletmiş bulunmaktadır. O halde bazılarının ileri sürdükleri gibi; istisna şüpheye delalet ettiğinden dolayı burada da şüphenin varlığı sözkonusu olmaz. Çünkü yüce Allah şüphe etmez. Esasen: "Elbette... gireceksin!zdir" tahkik ifade eder, şüphe nasıl olabilir ki? O halde buradaki: "...se (ki mealde... ile diye karşılanmıştır)"; "Zaman (dilediği zaman)" anlamındadır.
Düşmanlardan yana "Emniyetle başlarınızı traş ettirmişler ve kısaltmışlar olarak gireceksinizdir." Hem başları traş etmek, hem kısaltmak erkekler için sözkonusudur. İşte bundan dolayı buyrukta müzekker kip, müennes kip yerine (tağlib yoluyla) kullanılmıştır. Traş olmak daha efdaldir. Kadınlar hakkında ise sadece saçların kısaltılması sözkonusudur. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/196. âyet; "Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin' bölümü ite ilgili 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.Sahih'te yer alan rivayette: Muaviye, Merve tepesi üzerinde Peygamber (sav)'in saçlarını bir makas ile kısaltmıştır[55] denilmektedir. Ancak bu hacda değil, umrede olmuştur. Çünkü Peygamber (sav) yaptığı haccında saçlarım traş ettirmişti.
"Korkusuzca" buyruğu "traş ettirmişler ve kısaltmışlar olarak" anlamındaki lafızlardan haldir. Korkmayanlar olarak, takdirindedir.
"Sizin bilmediğinizi bilip..." Yani yüce Allah Mekke'ye girişi erteletmekteki hayır ve faydaları sizin bilmediğiniz şekilde bilmiştir. Şöyle ki: Peygamber (sav) Hudeybiye'den geri döndüğünde oradan Hayber'e gitti ve Hayber'i fethetti. Hayber'deki malları alıp döndü. O yılda bulunandan kat kat fazlası güç, silah, araç ve gereci elde etti. Böylece Mekke'ye o yılda sahib olunan güç ve gerecin kat kat fazlası hazırlanmış olarak Mekke'ye yürüdü.
el-Kelbî dedi ki: Yani O, Mekke'ye bir sene sonra gireceğinizi biliyordu, siz ise bilmiyordunuz.
Bir başka açıklamaya göre O, Mekke'de sizin varlıklarını bilmediğiniz mümin erkeklerle, mümin kadınların var olduğunu biliyordu,
"...Ondan önce yakın bir fetih naslb etmiştir." Yani Peygamber (sav)'ın rüyasında gördüğünden Önce Hayber'in fethini nasib etmiştir, Bu açıklamayı İbn Zeyd ve ed-Dahhak yapmıştır. Bunun Mekke fethi olduğu da söylenmiştir. Mücahid dedi ki: Bundan kasıt Hudeybiye barışıdır. Müfessirlerin çoğu da böyle demiştir.
ez-Zührî dedi ki: Yüce Allah, İslâm'da Hudeybiye barışından daha büyük hiçbir fetih gerçekleştirmiş değildir. Çünkü (o zamana kadar) insanlar karşı karşıya geldiler mi savaş oluyordu. Barış gerçekleşince savaş ağırlıklarını bıraktı, insanlar birbirlerine karşı güven duymaya başladılar. Bir araya geldiler, karşılıklı konuştular ve tartıştılar. Aklı bir şeylere eren kiminle İslâm konuşuldu ise, mutlaka İslâm'a girdi. O iki yıl arasında İslama bundan önce İslâm'a girmiş olanlar kadar hatta daha fazlası girdi. Bu hususun doğruluğunu şu göstermektedir: Hudeybiye gününde hicretin altıncı yılında 1400 kişi idiler, Hudeybiye'den sonra ise sekizinci yılda onbin kişi idiler, [56]
28.0 RasÜlünü hidayet ile ve hak dia ile -onu bütün dinlere üstün kılmak İçin- gönderendir. Şahid olarak Allah yeter.
"O Rasûlümi" yani Muhammed (sav)'ı "hidayet ile ve hak din ile -onu bütün dinlere üstün kılmak için- gönderendir." Bütün dinlerin üstüne çıkarmak için gönderendir. "Din" mastar anlamında bir isimdir. Tekili ve çoğulu aynı' şekildedir.
"Rasûlünü diğer bütün dinlere üstün kılsın diye" önce delil ile sonra el ve kılıç ile kendisinin teşrî buyurmuş olduğu din ile, diğer bütün dinleri neshet mek suretiyle üstün gelmesi, diye de açıklanmıştır.
"Şahid olarak Allah yeter" buyruğundaki: "Şahid olarak" buyruğu tefsir (temyiz) olarak nasbedümiştir. (Allah lafzının başındaki) "be" ise za-iddir. Yani Allah şahid olarak peygamberine yeter. O'nun peygamberi lehine yaptığı şahidlik mucizelerle gerçekleşmiş olup, peygamberliğinin doğruluğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Şöyle de açıklanmıştır: Onunla gönderilene; "şahid olarak Allah yeter." Çünkü kâfirler "bu Allah'ın Rasûlü Muhammed'in anlaştığı barış şartlandır" diye yazmasını kabul etmemişlerdi. [57]
29. Muhammed Allah'ın Rasûlüdür. Onunla birlikte olanlar kâfirlere karşı sert ve katı, kendi aralarında merhametlidirler. Sen onları rükû' ediciler ve secde ediciler, Allah'tan bir lütuf ve bir rıza isteyenler olarak görürsün. Secde izinden nişanları yüzlerindedir. Onların Tevrat'taki vasıfları budur. İncil'deki vasıflarına gelince, o önce filizini yarıp çıkarmış, sonra onu gittikçe kuvvetlendirmiş, sonra kalınlaşıp gövdesi üzerine doğrulmuş, ekincilerin hoşuna giden bir ekin gibidir. Bununla kâfirleri öfkelendirmek için (bu örneği verdi). Allah iman edip salih amel işleyenlere bir mağfiret ve büyük bir mükafat vaadetmiştir.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:
"Muhammed Allah'ın Rasulüdür." buyruğunda "Muhammed" mübteda, "Rasûlüdür" buyruğu onun haberidir. "Muhammed" mübteda, "Allah'ın Rasûlü" buyruğu onun sıfatı, "onunla birlikte olanlar" mübtedaya atıf, ondan sonraki buyrukların haber olduğu da söylenmiştir[58]
Bu takdire göre "Allah'ın Rasûlü* anlamındaki buyruk üzere vakıf yapılmaz. Ancak birinci takdire göre "Allah'ın Rasûlüdür" anlamındaki buyruk üzerinde vakıf yapılır. Çünkü o yüce peygamberin nitelikleri, ashabının belirtilen niteliklerinden fazladır. Buna göre "Muhammed" mübteda, "Allah'ın Rasûlüdür" haber olur. "Onunla birlikte olanlar" da ikinci bir mübteda oiur. "Sert ve katı(dırlar)" ikinci mübtedanın haberi, "merhametlidirler" lafzı da ikinci haber olur.
Bu sıfatların Peygamber (sav)'ın ashabının genelinin nitelikleri olması en uygun görülendir- İbn Abbas dedi ki: Hudeybiye'ye katılanlar kâfirlere karşı sert ve katıdırlar. Yani bir arsianın avına karşı olduğu şekilde serttirler.
"Onunla birlikte olanlar" ile bütün müminlerin kastedildiği de söylenmiştir.
"Kendi aralarında merhametlidirler." Biri diğerine merhamet eder. Birbirlerine şefkat gösterir ve birbirlerini severler, diye açıklamıştır.
el-Hasen: "Kâfirlere karşı sert olarak, kendi aralarında merhametli olarak davranırlar" şeklinde hal olarak nasb İle okumuştur, Şöyle demiş gibidir: Onunla birlikte bulunanlar ise, kâfirlere karşı sert ve kendi aralarında merhametli oldukları hallerinde "sen onları rüku ediciler... görürsün" denilmiş gibidir.
"Sen onları rüku ediciler görürsün" buyruğu ile onların çokça namaz kıldıkları haber verilmektedir.. [59]
"Allah'tan bir
lütuf ve rıza" cenneti ve yüce Allah'ın rızasını "isteyenler olarak
görürsün
"Secde izinden nişanları yüzlerindedir." buyruğundaki "sima: Nişan" alamet demektir. Bu biri med ile, biri kasr ile olmak üzere iki türlü söylenir. Yani geceleyin teheccüdün alametleri ve uykusuzluğun emareleri onlarda görülür.
İbn Mace, Sünen'inde dedi ki: Bize İsmail b. Muhammed et-Talhî anlattı, dedi ki: Bize Sabit b. Musa Ebu Zeyd anlattı. O Serik'ten, o el Ameş'ten, o Ebu Süfyan'dan, o Cabir'den (naklen) dedi ki: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Geceleyin çok namaz kılanın yüzü gündüzün güzel olur." [60]
İbmı'l-Arabî dedi ki: Bunu birtakım kimseler Peygamber (sav)'a yanlış bir surette nisbet etmiştir. Bu hadisin bir harfi dahi Peygamber (sav)'dan diye gelmiş değildir.
İbn Vehb, Malik'ten: "Secde İzinden nişanları yüzlerindedir" buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bu secde esnasında yerden alınlarına yapışan şeylerden dolayıdır. Said b. Cübeyr de böyle demiştir: Sa-hihC-i Buhari) de Peygamber (sav)'dan rivayete göre ramazanın yirmibirin-ci günü sabahı namaz kıldı. O sırada mescîd akmış bulunuyordu. Peygamber namaz kılmak için kendisine yere serilmiş kuru hurma dalları üzerinde îdi. Peygamber (sav) namazını bitirdiğinde alnında ve burnunda suyun ve çamurun etkileri vardı. [61]
el-Hasen dedi ki: Sima (alamet, nişan) kıyamet gününde yüzde görülecek beyazlıktır. Said b. Cübeyr de böyle demiştir. el-Avfî de bunu İbn Abbas'tan rivayet etmiştir. ez-Zührî böyle demektedir.
Sahih'de rivayete göre
Rasûlullah (sav)'ın Ebu Hureyre yoluyla gelen hadiste şöyie buyurduğu
kaydedilmektedir: "Nihayet Allah kullar arasında hüküm vermeyi bitirip,
rahmeti ile cehennemde bulunanlardan dilediği kimseleri çıkartmak isteyince,
meleklere cehennemde bulunanlar
arasından Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamış kimseleri -la ilahe illallah
diyenler arasından Allah'ın merhamet etmeyi murad ettiği kimseleri-
çıkartmalarını emredecektir.
Onlar bu kimseleri cehennemde secdenin izleri ile tanıyacaklar. Cehennem ateşi Ademoğlunu yer bitirir. Ancak secde izleri bundan müstesnadır. Yüce Allah cehennem ateşine secde izlerini yemeyi haram kılmıştır. [62]
Şehr b. Havşeb dedi ki: Yüzlerinde secde yerleri ondördündeki ay gibi olacaktır.
İbn Abbas ve Mücahid dedi ki: Sima (nişan), dünyada güzel görünüştür. Yine Mücahid'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: O yüce Allah'a karşı alçak gönüllülük ve huşu duymaktır. Mansur dedi ki: Ben Mücahid'e yüce Allah'ın: "Secde izinden nişanları ytizlerindedlr" buyruğu hakkında: Acaba o kişinin gözleri arasında ortaya çıkan iz midir? diye sordum. Mücahid: Hayır dedi. Bazan kişinin gözleri arasında keçinin diz kapağı gibi bir iz bulunur. Halbuki o kişi taştan daha katı yüreklidir. Ancak bu huşudan dolayı yüzlerinde-ki bir nurdur.
İbn Cüreyc: O vakar ve parlaklıktır, demiştir. Şemir b. Atiyye de: O geceleyin narnaz kılmaktan ötürü yüzün sararmış olmasıdır, demiştir. eY-Hasen dedi ki: Sen onları gördüğün vakit kendileri hasta olmadıkları halde hasta zannedersin. ed-Dahhak dedi ki: O yüzlerindeki bir yara gibi bir şey değildir, fakat yüzlerinin sarılığıdır. Süfyan es-Sevrt dedi ki: Geceleyin namaz kılarlar, sabahı ettiklerinde bunun etkisi yüzlerinde görülür. Bunu Peygamber (sav)'ın şu hadisi açıklamaktadır: "Geceleyin çokça namaz kılanın, gündüzün yüzü güzel olur." Bu hadise dair söylenenler az önce geçmiş bulunmaktadır. [63]
Ata el-Horasanî dedi ki: Beş vakit namazı dikkatle aksatmadan devam eden herkes bu âyet-i kerimenin kapsamına girer.
"Onların Tevrattald vasıfları budur. İncil'deki vasıflarına gelince..." buyruğu hakkında el-Ferra dedi ki: Bu iki türlü anlaşılabilir. Arzu edilirse şöyle denilebilir: tşıe Tevm'uıki o örnekleri de, aynı şekilde İncil'deki örnekleri de, Kur'ân-ı Kerim'deki örnekleri gibidir. Buna göre "İncil" lafzı üzerinde vakıf yapılır.
Arzu edilirse şöyle de kabul edilebilir: İfade: " Oaluna Tevrat'taki vasıfları budur" buyruğunda tamam olmaktadır, sonra da yeni bir ifade (cümle) ile: "İncil'deki vasıflarına gelince..." buyruğu ile başlanır.
İbn Abbas ve başkaları da böyle demişlerdir. Bunlar iki örnektir. Bu ör-
neğin birisi Tevrat'ta, diğeri İncil'dedir. Bu açıklamaya göre ise "Tevrat" lafzı üzerinde vakıf yapılır,
Mücahid; Bu bir tek örnektir, demiştir. Yani Tevrat'ta da, İncil'de de onların nitelikleri budur. Buna göre "Tevrat" lafzı üzerinde vakıf yapılmaz, "İncil" buyruğu üzerinde vakıf yapılır ve: "O önce filizini yarıp çıkarmış... bir ekin gibidir" buyruğu ile "Onlar... bir ekin gibidir" anlamı ile okumaya başlanılır.
"(itki): Filizini" tomurcuklanni, yavrularını... demektir. Bu açıklamayı İbn Zeyd ve başkalan yapmıştır. Mukatil ise tek bir bitkinin sonrası çıkacak olursa, artık ona: " Filizim çıkardı" denilir.
el-Cevherî dedi ki: " Ekinin ve bitkinin yavruları (filizi)" demektir, çoğulu: (.ikil) diye gelir. "Ekinin filizleri çıktı" demektir.
el-Ahfeş yüce Allah'ın: "Filizini yarıp çıkarmış" buyruğunu ucunu vermiş diye açıklamıştır. es-Sa'lebî bu açıklamayı el-Kisaî'den nakletmiştir, el-Ferra dedi ki: Bitki çıktı mı: " Ekin çıktı, o çıkıcıdır" denilir. Şair de şöyle demiştir:
"Ekini(ni) yerin üzerine çıkardı, Ağaçlardan ise meyveli dalları."
ez-Zeccac dedi ki: "Filizini yarıp çıkarmış" bitkisini yarıp çıkarmış, demektir. "(-kül ): Başağın kırçılıdır" diye de açıklanmıştır. Araplar aynı şekilde buna adını da verirler, bu da bir bitkinin dikenidir. Bu açıklamayı da Kutrub yapmıştır. Bunun başak olduğu da söylenmiştir. Çünkü bir taneden on, sekiz, dokuz başak çıkar. Bunu el-Ferra söylemiş olup, el-Maver-dî nakletnıiştir.
İbn Kesir ve İbn Zekvan bu kelimeyi "ti" harfini üstün olarak ) diye; diğerleri ise sakin okumuşlardır. Enes, Nasr b. Asım ve İbn Vessab ise; (.ik-i ) diye; el-Cahderî ve İbn Ebİ İshak ise hemzesiz olarak; diye okumuşlardır ki bunların hepsi aynı kelimenin değişik söyleyişleridir.
Bu yüce Allah'ın Peygamber (sav)'ın ashabına dair verdiği bir örnektir. Yani onlar önce sayıca azdırlar, sonra artarlar, çoğalırlar. Peygamber (sav), dinine davet etmeye başladığı sırada zayıftı. Birer ikişer onun çağrısını kabul ettiler. Din güçleninceye kadar bu böyle sürdü. Tıpkı ekin gibi. Tohumdan sonra güçsüz görünür, ondan sonra halden hale geçerek güçlenir. Nihayet bitkisi ve diğer yavruları (tomurcukları) gürleşir. İşte bu, en doğru bir örnek ve en güçlü bir açıklamadır.
Katade dedi ki: Muhammed (sav)'ın ashabının İncil'deki örneklen şöylece yazılıdır: Ekinin bitmesi gibi biten bir kavim arasından çıkacaktır. Onlar iyiliği emredecek, kötülükten alıkoyacaklardır.
"Sonra onu gittikçe kuvvetlendirmiş" güçlendirip, onu destekleyip gücünü pekiştirmiştir. Yani bu filiz, ekine güç katmıştır. Aksi de söylenmiştir. Yani ekin filizin gücünü arttırmıştır. Bu Iaft2 genel olarak med ile diye okunmuştur. İbn Zekvan, Ebu Hayve ve Humeyd b. Kays ise med-siz olarak; diye okumuşlardır. Bilinen şekil med ile okuyuştur. İmruu'l-Kays da şöyle demiştir:
"0 vadinin kıvrılan bir yerindedir ki, onun bitkisi sedir ağacını
güçlendirmiştir, Ganimet de almış, hüsrana da uğramış, kalabalık ordular gibi."
"Sonra kahnlaşıp, gövdesi üzerinde doğrulmuş"; üzerinde yükseldiği sapı üzerinde doğrulmuş demektir ki, bu onun için (insana nisbetle) üzerinde doğrulduğu bacağı gibi olur: "Bacak, sak, sap" demek olan çoğuludur.
"Ekincilerin hoşuna giden" yani bu ekin onu ekenlerin hoşuna gider.
Açıkladığımız gibi bu bir misaldir. Ekin Muhammed (sav)'dır, filizi onun ashabıdır, önce azken sonradan çoğaldılar, zayıf iken güçlendiler. Bu açıklamayı ed-Dahhak ve başkalan yapmıştır. "Bununla kâfirleri öfkelendirmek için" buyruğunda yer alan; "Öfkelendirmek için" lafzındaki "lam" hazfedilmiş bir lafza taalluk etmektedir. Yani yüce Allah'ın bunu Muhammed (sav)'a ve ashabına bağışlamasının sebebi, onlarla kâfirleri Öfkelendirmek içindir. [64]
"Allah iman edip salih amel işleyenlere" yani Muhammed ile birlikte bulunan ve amelleri salih olan bu müminlere "bir mağfiret ve büyük bir mükafat" kesintisiz bîr mükafat olan cennet "vaadetmiştir."
"Onlardan" lafzındaki: " ...dan" ashab-ı kiramdan bir bolümü, diğer bir bölümden ayırmak için teb'iz maksadıyla kullanılmış değildir. Aksine bu umumi ve cins bildirmek için gelmiştir. Bu yönüyle yüce Ailah'ın: " Şu halde pisliğin ta kendisi olan putlardan uzak durun" (el-Hac, 22/30) buyruğunda yer alan aynı edata benzemektedir. Bununla teb'iz (kismilik) kastedilmeyip cins anlamı sözkonusudur. Sizler put türünden olan fcjütün bu pisliklerden uzak durun, demektir. Çünkü "ricz: pislik" çeşitli türlerden meydana gelir. Zina, faiz, içki içmek ve yalan bunlardandır. Buradaki: ile cins ifade edilmektedir. İşte bu buyruktaki da bu şekildedir. Yani bu cinsten olan kimselere... Bu da ashabın kendileri demektir. Mesela- "Sen nafakam dirhemlerden harca" denilirken, bu tür senin nafakan olsun, demek istenir. Bununla birlikte Muhamrned (sav)'ın ashabına onların faziletleri dolayısıyla özellikle mağfiret vaadinde bulunmuş olunması da mümkündür. Her ne kadar bütün müminlere mağfiret vaadinde bulunmuş ise de.
Âyet ile ilgili bir başka cevab daha vardır: O da buradaki edatının ifadeyi pekiştirici olmak üzere gelmiş olmasıdır. Yani yüce Allah onların hepsine bir mağfiret ve büyük bir mükafat vaadetmiştir. Bu durumda bu ifade Arabın: "Bütün kumaştan bir gömlek yaptım" anlamında olmak üzere demesi gibidir. Halbuki burada; ( û-) edatı herhangi bir kısmi mana ifade etmemektedir. Kur'ân-i Kerim'den bu kullanımın delili de yüce Allah'ın: "Kur'ân'dan müminler için bir şifa ve rahmet olanı kısım kıstm indiririz" (el-îsra, 17/82) buyruğudur ki; bu da Biz Kur'ân'ı şifa olarak indiriyoruz, demektir. Çünkü Kur'ân'ın herbir harfi bir şifadır. Yoksa şifa onun bir kısmında var, bir kısmında yok değildir. Diğer taraftan dilcilerden bazıları cins bildirmek için geldiğini söylemiştir. Bu durumda ifade: Biz Kur'ân türünden, Kur'ân olmak özelliğinden ve Kur'ân bakımından şifa olmak özelliğini taşıyanı kısım kısım indiriri2, takdirindedir. Şair Züheyr de söyle demiştir:
"Acaba göçten sonra Um Evfa'dan evin geriye kalmış izleri mi var;
(sordum da b a na) eeva b vereme di."
O; Um Evfa tarafından yahut onun evlerinden geriye kalmış izler mi var, demek istemiştir. Bir başka şair de şöyle demiştir:
"Çokça bağış veren ve onları isteyen kardeşten;
Çokça ihsanlarda bulunan o efendiden, haksızlık görülmez."
O halde burada bu edat hiçbir şekilde kısmilik ifade etmemektedir. Çünkü anlatmak istediği çokça bağışta bulunan ve efendi birisi olduğundan Ötürü haksıilığı hiçbir şekilde kabul etmediğidir.
Şiirdeki "nevfel (çokça veren)" demektir. "Züfer (efendi)" de insanların adına ağırlıkları ve yükümlülükleri kaldırıp taşıyan kimse, onlar adına bunları yüklenen kişi demektir. [65]
ez-Zübeyr (b. el-Awam)ın soyundan gelen Ebu Urve ez-Zübeyrî şunu rivayet etmektedir: Malik b. Enes'in yanında idik. Rasûlullah (sav)'ın ashabının değerini küçümseyen bir adamdan sözeıtiler. Malik şu: "Muhammed Allah'ın Rasûlüdûr. Onunla birlikte olanlar... ekincilerin hoşuna giden bir ekin gibidir. Bununla kâfirleri öfkelendirmek İçin (bu misali verdi)" buyruğunu okudu. Sonra dedi ki: İnsanlar arasından kalbinde Rasûlullah (sav)'ın ashabından birisine olsun bir kin bulunduğu halde sabahı eden bir kimseyi bu âyet çarpar. Bunu el-Hatib Ebu Bekr zikretmektedir.
Derim ki: Gerçekten de Malik çok güzel söylemiş ve âyeti böyle tevil etmekte isabet etmiştir. Onlardan birisinin değerini küçük gören yahut yaptığı rivayette birilerine dil uzatan bir kimse, alemlerin Rabbi olan Allah'ın buyruğunu reddetmiş, müslümanlann şeriatlerini iptal etmiş olur. Çünkü yüce Allah: "Muhammed Allah'ın Rasûlüdûr. Onunla birlikte olanlar kâfirlere karşı sert ve katı...dır lar" diye buyurmaktadır. Yine yüce Allah: "Andolsun ki ağacın altında sana bey'at ederlerken, Allah müminlerden razı olmuştur." (el-Feth, 48/18) diye buyurmuştur ki onlara övgüleri ihtiva eden, onların lehine doğrulukla ve kurtuluşa ermekle tanıklığı ihtiva eden daha bir çok âyet-i kerime vardır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Müminler arasında Allah'a verdikleri sözde içtenlikle sebat gösteren nice yiğitler vardır." (el-Ahzab, 5İ/2İ);"Yurtlarından ve mallarından çıkartılıp uzaklaştırılmış olan ve Allah'ın lütuf ve rızasını isteyen, Allah'a ve peygamberine yardım eden fakir muhacirler içindir. İşte onlar sadıkların ta kendileridir." (el-Haşr, 59/8) Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlardan evvel Medine'yi yurt edinip imana sahib olanlar ise... İşte onlar umduklarını bulanların ta kendileridir." (el-Haşr, 59/9)
Yüce Allah onların o zamanki hallerini ve sonunda işlerinin nereye varacağını bilmekle birlikte bu buyrukları indirmiştir.
Rasûlullah (sav) da: "İnsanların en hayırlıları benim çağdaşlarımdır. Sonra onların arkasından gelenler..." [66] diye buyurmuştur.
Bir başka hadisinde şöyle buyurmuştur: "Ashabıma dil uzatmayınız, sizden herhangi bir kimse Uhud dağı kadar altın harcayacak olsa dahi, onlardan herhangi birisinin harcadığı bir müdde, hatta onun yansına dahi denk olamaz." [67]Bu iki hadisi de Buharı rivayet etmiştir.
Bir başka hadiste de şöyle buyurmaktadır: "Sizden herhangi bir kimse yeryüzünde bulunanın tamamını infak edecek olsa bile, onlardan birisinin harcadığı bir müdd ve hatta onun yarısı kadar dahi olamaz." [68]
Ebu Ubeyd dedi ki: Bu eğer bu kadar malı tasadduk edecek olsa bile onlardan herhangi birisinin infak etüği bir müddüne ya da yarım müddüne eşit otamaz, demektir. Çünkü burada: "lafzı "yarım" demek olan ile eş anlamlıdır. Aynı şekilde (onda bir demek olan) öşre aşir, (beşte bir demek olan) humsa hamiş, (dokuzda bir demek olan) tis'a tesi', (sekizde bir demek olan) sunine semin, (yedide bir demek olan) subua sebî', (altıda bir dernek olan) süduse sedîs, (dörtte bir demek olan) rubua rabi' de denilir. Ancak Araplar (üçte bir demek olan) sülüs için selîs demezler.
el-Bezzar'da Cabir'den sahih ve merfu olarak şöyle bir hadis zikredilmektedir: "Şüphesiz Allah ashabımı nebiler ve rasûller hariç bütün alemlere üstün kılıp seçmiştir. Benim ashabımdan da dört kişiyi seçmiştir. -Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Alî'yi kastetmektedir- ve onları benim ashabım kılmıştır. [69] Yine Peygamber: "Ashabımın tümünde hayır vardır"[70] diye buyurmuştur.
Uveym b. Saide şöyle demiştir; Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Aziz ve ce-lil olan Allah beni seçti. Benim için de ashabımı seçti. Onlar arasından bana vezirler, damatlar ve dünürler kıldı. Kim onlara söverse, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti üzerine olsun. Allah kıyamet gününde ondan ne bir tevbe, ne de bir fidye kabul etmesin. "[71]
Bu anlamdaki hadis-i şerifler pek çoktur. O halde onlardan herhangi birisine dil uzatmaktan çokça sakınmak lazım. Dine dil uzatan kimsenin yaptığı gibi yaparak şöyle demekten sakınmak gerekir: Güya muavvizeteyn
(Felak ve Nas sûreleri) Kur'ân'dan değilmiş. Bunların Kur'ân'da yazılacaklarına ve indirilen Kur'ân arasında bunların yer aldıklarına Rasûlullah (sav)'dan sahih bir hadis gelrnemişmiş. Bundan tek bir istisna ise Ukbe b. Amir'den gelen rivayetmiş. Ukbe b. Amir ise zayıfmış, ondan başkası bu hususta ona muvafakat etmemiş, bundan dolayı da onun rivayeti bir kenara bı rakı İma lıymış.
Ancak bu* daha önce Kİtab ve sünnetten sözünü ettiğimiz delilleri reddei-mek, ashab-ı kiramın din diye bize naklettiklerini çürütmek demektir. Ukbe b. Amir b, İsa el-Cühenî, iki sahih kitab olan Buhari ve Müslim'de ve diğerlerinde bize şeriatin rivayetini nakledenlerden birisidir. Dolayısıyla o yüce Allah'ın övdüğü, niteliklerini belirttiği, kendilerinden övgüyle sözettiği mağfiret ve büyük bir mükafat vaadettiği kimselerdendir. Onun ya da ashabından herhangi birisinin yalan söylediğini iddia eden bir kişi şeriatın dışına çıkmış olur. Kur'ân-ı Kerim'i reddetmiş, Rasûlullah (sav)'a dil uzatmış olur. Onlardan herhangi birisinin yalancı olduğu söylenecek olursa, ona dil uzatılmış, sövülmüş olur. Çünkü Allah'ı inkardan sonra, yalandan daha utanılacak, ondan daha ayıp ve ondan daha büyük bir iş yoktur. Rasûlullah (sav) ashabına dil uzatıp, onlara şovenleri lanetlemiştir. Onların en küçüklerini -ki aralarında küçük kimse olmaz- dahi yalanlayan bir kimse, Rasûlullah (sav)'in tanıklık ettiği ve ashabından birisine söven yahutta onun aleyhine söz söyleyip dil uzatan herkesin yakasından ayrılmaz bir ceza olarak tesbit ettiği Allah'ın lanetinin kapsamına girer.
Ömer b. Habib'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Harun er-Reşid'in meclisinde butundum, Bir mesele sözkonusu edildi, hazır bulunanlar o mesele hakkında tartışıp durdular, sesleri yükseldi. Aralarından birisi Ebu Hu-reyre'nin, Rasûlullah (sav)'dan rivayet ettiği bir hadisi delil gösterdi. Onlardan birisi hadisin merfu olduğunu belirtti, derken karşılıklı iddialar ve tartışmalar artıp durdu. Nihayet onlardan birisi; Rasûlullah (sav)'ın böyle bir hadis söylediği kabul edilemez. Çünkü Ebu Hureyre yaptığı rivayetlerde İtham altındddır. Hatta onun yalan söylediğini açıkça bildirmişlerdir, dedi. Ben er-Reşid'in de bu kesime meylettiğini, onlann sözlerini desteklediği görünce şöyle dedim: Bu hadis Rasûlullah (sav)'dan sahih olarak gelmiştir. Ebu Hureyre de Peygamber (sav)'dan olsun, başkasından olsun yapmış olduğu bütün rivayetlerde doğru sözlüdür ve yaptığı nakiller sahihtir. Harun bana kızgın bir şekilde baktı. Ben de meclisten kalkıp evime gittim. Aradan fazla zaman geçmeden bana; Harun'un postacıbaşı kapıda dediler. Yanıma girdi ve bana şöyle dedi; Müminlerin emirinin çağrısını öldürülecekmiş gibi kabul et ve gel. Hanutunu, kefenini de giyin. Ben de şöyle dedim: Allah'ım sen de biliyorsun ki ben Senin Peygamberinin sahabesini savundum ve Peygamberinin ashabına dil uzatılmasın diye Peygamberini yücelttim. Ondan gelecek zarardan Sen beni koru.
Altından bir tahtın üzerinde oturmuş olduğu halde Harun'un huzuruna alındım. Kollarını sıvamış, kılıcı elinde ve önünde de kafası uçurulacak kimseler için serilen deri de vardı. Beni görünce bana: Ey Ömer b. Habib dedi. Senin bana söylediğin şekilde şimdiye kadar hiçbir kimse bana karşı söz söylemiş ve savunmuş değildir. Ben: Ey müminlerin emiri dedim. Senin söylediğin ve uğrunda tartıştığın görüş Rasûlullah (sav)'ı ve onun getirdiklerini küçültücüdür. Çünkü eğer onun ashabı yatan söyleyen kimseler ise şeriat de batıl demektir. Farzlar, oruç, namaz, talak, nikah ve hadlere dair hükümlerin tümü reddolunur ve makbul olamaz.
Harun kendisine geldi, düşündü, sonra da: Ey Ömer b, Habib bana hayat verdin, Allah da sana hayat versin, dedi ve bana onbin dirhem verilmesini emretti.
Derim ki: Ashabının tümü adaletlidir. Allah'ın gerçek veli kullan ve seçkinleridir. Peygamberlerden ve rasûllerden sonra bütün insanlar arasında seçtiği kimselerdir. Ehl-i sünnetin mezhebi ve bu ümmetin imamiarının bulunduğu cemaatin benimsediği kanaat budur. Kendilerine aldırış edilmeyen bir azınlık, ashabın durumunun diğerleri gibi olduğunu ve dolayısıyla onların adaletlerinin de araştırılması gerektiğini söylemiş ise de buna iltifat edilmez.
Onlardan kimisi işin başındaki durumları ile sonraki halleri arasında fark gözeterek şöyle demiştir: Onlar o vakit adalet sahibi idiler, fakat daha sonra durumları değişti. Aralarında savaşlar ve kan dökmeler ortaya çıktı. Dolayısıyla araştırmada bulunmak kaçınılmaz bir şeydir.
Ancak bu reddolunur, çünkü ashab-ı kiramın hayırlıları ve faziletlileri -Alî, Talha, Zübeyr ve diğerleri gibileri- yüce Allah'ın kendilerinden övgü ile sö-zedip, tezkiye ettiği, kendilerinden razı olup onları razı ettiği ve "bir mağfiret ve büyük bir mükafat" vaadetmiş olduğu kimseler bulunmaktadır. Özellikle Rasûlullah (sav)'ın verdiği haber gereğince cennetlik oldukları kesin olan "aşere-i mübeşşere" peygamberlerinden sonra peygamberlerinin bu hususu kendilerine haber vermesi ile birçok fitnelerle ve cereyan edecek birçok olayla karşı karşıya kalacaklarını bilmekle birlikte, kendilerine uyulacak önder kimselerdir. Bu durumlar onların mertebelerini ve faziletlerini düşürmez. Çünkü bu işler içtihada dayalı işlerdi ve her müetehid isabet etmiştir. Bu hususlara dair etraflı açıklamalar yüce Allah'ın izniyle el-Hucurat Sûresi'nde gelecektir. [72]
el-Fetih Sûresi'nin tefsiri -yüce Allah'a hamdolsun ki- burada sona ermektedir.
[1] Buharı, IV, 1531, 1829, 1915; Tirmizi, V, 385;
Muvatta, I, 203; Merhum mttfesserimiz Bukari ve Müslim tafafmdan rivayet
edildiğini belirtmekle birlikte hadisi Müslim'de tespit edemediğimiz gibi;
rivayetlerin kaynaklarına işaret eden: İbn Kesir, Tefsir, (IV, ]K4'te) İbn
UaceCf.Fetku'1-Bari, (VIII, 58J'ıe) gibi kaynaklar d;s Müslim tarafından
rivayet edildiğinden söz etmemektedir.
[2] Tirmizi, V, 385.
[3] Müslim, 111, 1-413; Müsned, III, 197, 215.
[4] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/165-166
[5] Baharı,
IV,
1530, 1830.
[6] Taberi, Tefsir,
XXVI,
17'de:
"el-iîera*
[7] Ebu Davud,
III,
76; Hakim,
Müstedrek, II,
143.
[8] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/166-168
[9] Tirmizi, V, 385; Mümed, III, 197; Trrmizi'nin işaret
ettiği Mücemi hadisi ise az önce geçmişti.
[10] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/168-170
[11] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/171
[12] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/172
[13] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/172-174
[14] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/174-176
[15] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/176-177
[16] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/177-178
[17] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/179-180
[18] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/180-182
[19] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/183
[20] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/183-184
[21] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/184
[22] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/185
[23] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/185
[24] Müslim, lll, 1483; Mümed, IV, 396.
[26] Müslim, III, 14li; Müsned, III, 2fiH; Ebu Avane,
Müsned, I, IV, 296; İhn Ehi Şeyhe, Mu-sannef, VII, 3K5.
[27] Buharı, III, 1162, IV, 1832; Müslim, III, 1411;
Miisned, III, 485- Ayrıca hk. Buharı, II, 973.
[28] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/186-191
[29] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
16/191-192
[30] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/192-193
[31] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/193-194
[32] Müslim, III, 1442; Müsned, III. 124
[33] Hakim, Müstedrek, II, 500; Nosai, es-Sünenu'i-Kübra,
VI, 464; Müsned, IV, 86, Beyha-ki, es-Sünenu'l-Kübra, VI. 319.
[35] Tirmizi, V, 386; Müslim, III, 1442; Ebu Davtıd, ÎI1,
61; Müsned, III, 290.
[36] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/194-197
[37] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/197-198
[38] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/198
[39] Müslim, II, 955.
[40] Buhari, II, 641, 6-13,961
[41] Bu dua kaynakların belirttiğine göre, Veda Hscuncla
olmuştur. Bk, Müslim, II, 946; Müs-
ned, VI, 403; Beyhaki, es-Sünenu'l-Kübra. V, 103 vs...
[42] Buhari, li, Mi, 645, IV, 1527, V, 2157, VI, 2467;
Darakutni, II, 29ü; ayrıca: Müslim, II, 860, 861; Tirnuzı, 117, ZHH; Muvatta,
I, 417; Müsned, IV. 242, 243.
[43] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/198-199
[44] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/200-201
[45] Bu ve bundan sonraki bölümleraynı ayetin devamı
olduğundan ötürü müellif başlıklara yeniden bir ve iki diye rakam vermiş ise
de-biz üçten itibaren sırayı devam ettirmeyi uygun bulduk.
[46] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/201
[47] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/201-202
[48] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/202
[49] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/202-203
[50] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/203
[51] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/203-205
[52] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/205
[53]
Tirmizi, V, 386; Müsned, V, 138
[54] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/206-207
[55]
Buharı, II, 617; Müslim, II, 913; Ebu Davud, II, 159, 1Ö0; Nemi, V, 244, 245;
Müsned, IV, 95, 96, 97, 98, 102.
[56] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/208-210
[57] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/211
[58] Buna göre anlam şöyle olur: Allah'ın Rasıılü Muhammed
ile onunla birlikte olanlar kâfirlere karşı sert ve katı, kendi aralarında
merhametlidirler.
[59] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/211-212
[60] İbn Mace, I, 422; tbn Hibban'a göre bu Şerikin sözü
olup, Sabit b, Musa, bunu rivayet esnasında Şerik kendi sözü olarak söyleyince
ayrı bir hadis zannetmiş, zayıf ravi-İer de bunu böylece hadis diye bellemiş.
Bu yönüyle hadis, kaseli olmayarak uydurulmuş hadislere örnektir. (Suyuti,
Şerhu Süneni İbn Mace, s. 94)
[61] Buhari, I, 238,
II,
709, 713, 716; Müslim, I, 826, 827; Ebu Bavud,
II,
52; Muvatta, I, 319; Müsned,
III,
24, 73.
[62] Buhari, I, 2f>8,
VI,
2704; Müslim, I, 165; Müsned,
II,
275, 293, 533-
[63] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/213-214
[64] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/214-216
[65] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/216-218
[66] Btıhari,
II,
938,
III,
1335,
V, 2362; Müslim,
IV,
1^3; Tirmizi,
IV,
500,
548, 549, V, 695; Müsned, I, Î78, 417, 434,
442.
[67] Buharı, III, 1343; Tirmizi, V, 695; Ebu Davud, IV,
214; İbn Mace, I, 57; Müsned, III, 11, 54, 63, VI, 6.
[68] Ahmed b. Muhammed el-Hallal, es-Sünne, II, 481.
[69] İbn Cerir et-Taberi, Sarihu's-Sünne, I, 23; Heysemi,
Mecma', X, 16, bazı ravilerinin sika olup olmadıklarında farklı görüşler
bulunduğu kaydıyla; Zehebi, Mizan, IV, 122-123, asılsızdır, ve Nesai'den
naklen: uydurmadır'kaydıyla,
[70] Bir önceki nota bakınız.
[71] Ahmed b. Muhammed el-Hallal, es-Sünne, III, 515; Ebu
Nuaym, Hitye, II, 11.
[72] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 16/218-221