"Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik." diye fetih
müjdesiyle başladığı için bu sureye Fetih suresi denmiştir. Ahmed, Buhari ve
Müslim Abdullah b. Muğaffel'in şöyle söylediğini rivayet etmişlerdir: Mekke'nin
fethedildiği sene Rasulullah (s.a.) yolculuk esnasında devesinin üstündeyken
Fetih suresini ahenkli bir şekilde okumuştur. Muaviye b. Gurre "İnsanların
başımıza toplanmasından rahatsız olmasaydım Rasulullah'm (s.a.) okuyuşunu size
anlatırdım." demiştir.
[1]
Bu surenin önceki sure ile münasebeti birkaç yönden ortaya çıkmaktadır:
1- Yardım manasında fethin
verilmesi savaşmaya bağlıdır.
Ahkâf süresindeki "Bana ve size ne yapılacağını da bilemem."
ayetinde Rasulullah'm (s.a.) ve müşriklerin karşılaşacağı muamele belirsiz
bırakıldıktan sonra, Fetih suresinin Rasulullah (s.a.) ve müminlere yapılacak
muameleyi açıklamak için nazil olduğu bir hadiste varid olmuştur.
Muhammed suresinde "Kâfirlerle karşılaştığınızda onların boyunlarını
vurun" ayetiyle müminlere kâfirlerle nasıl savaşacakları öğretilmiş, Fetih
suresinde ise bu durumun meyvası olan yardım ve fetih açıklanmıştır.
2-
Muhammed ve Fetih
surelerinde müminlerin, müşriklerin ve münafıkların özellikleri açıklanmıştır.
3-
Muhammed suresinde Rasulü
Ekrem (s.a.) kendi kusurları için bir de mümin erkek ve kadınlar için istiğfar
etmesi (19. ayet) emredilmiş, bu surede ise Allah'ın mağfiretinin gerçekleştiği
zikredilerek söze başlanmıştır.
[2]
Fetih suresi önceki sure gibi Medenî'dir. Hudeybiye sulhu hakkında Hudeybiye'den ayrıldıktan sonra Mekke ile Medine arasında gece nazil olmuştur. Bilindiği gibi Medenî sureler Medine'de ortaya çıkan münafıklardan bahsetmekte, ibadetler, muamelat ve cihadla alâkalı hükümler koymayı hedeflemektedir.
Fetih suresi, Rasulullah (s.a.)'a en büyük fetih (Mekke'nin fethi) ve
bundan sonra İslâm'ın yayılacağı müjdesiyle başlamaktadır. Hicretin altıncı
yılında Rasulü Ekrem (s.a.) ile müşrikler arasında yapılan Hudeybiye anlaşması
bunun için güzel bir başlangıç olmuştur.
Sonra Allah'ın müminlere yaptığı ve gerçekleşmesi kesin olan vaadi ile
kâfirlere yaptığı tehdit burada haber verilmiştir. Müjdeleme ve ikaz etme,
kıyamet günü ümmeti ve bütün mahlukâta şahit olma gibi Rasulul-lah'ın (s.a.)
önemli vazifeleri açıklanmıştır.
Bunu dikkat çekici iki husus takip etmiştir.
1-
Hudeybiye de ağacın altında
Rıdvan biati yapanlar övülmüş, "Sana biat edenler gerçekte Allah'a biat
etmişlerdir." buyurularak onların yaptığı beyatm gerçekte Allah'a
yapıldığı açıklanmış, "Ağacın altında sana biat ettiklerinde andolsun ki
Allah Tealâ o müminlerden razı olmuştur." buyruğu ile Allah'ın onlardan
razı ve hoşnut olduğu tescil edilmiş ve Allah Tealâ onlara dünyada fethi,
ahirette de cenneti vaadetmiştir.
2-
Hudeybiye senesinde
Rasulullah (s.a.) ile çıkmayıp geri kalan, Eşlem, Cüheyne, Müzeyne ve Gıfar
gibi Medine'deki Arap kabilelerine mensup münafıklar kötülenmiştir.
Ama, topal, hasta vb. özür sahiplerinin cihad farizasından muaf tutulduğu,
onların cennete girmeleri için Allah'ın ve Rasulü Ekrem'in (s.a.) emrine itaat
etmelerinin yeterli olduğu açıklanmıştır.
Yapılan sulhu onaylaması; müminlerin Mescid-i Haram'a gitmesine engel
olan, gurur, kibir ve ırkçılık gibi cahiliye taassubunun tesiri altında
bulunan, anlaşmanın baş tarafına besmelenin ve 'Muhammed Allah'ın
rasulüdür." ifadesinin yazılmasını kabul etmeyen Kureyş kâfirleri ile aralarındaki
savaşı kesmesi, görünüşte insan haklarını ihlâl eden maddelerine rağmen onları
anlaşmanın şartlarını kabulde, Allah ve Rasulüne (s.a.) itaat manasına gelen
takva kelimesinde sabit kılması gibi hususlarda Allah'ın müminlere verdiği
lütuf ve ikramlar hatırlatılmıştır.
Sonra da Peygamber (s.a.)'in müminlerin Mescid-i Haram'a güven ve huzur
içinde girdiklerine dair gördüğü rüyanın gerçekleşeceği müjdesi verilmiştir.
Bu rüya müminlerin umre için Mekke'ye girdikleri bir sonraki yıl
gerçekleşmiştir. "Andolsun ki Allah Tealâ, Rasulünün gördüğünü doğru çıkarmıştır.
"
Bu sure üç konu ile son bulmaktadır:
1- Bütün dinlere galip gelmesi için Hz. Muhammed (s.a.) hak din ve hidayetle gönderilmesi.
2- Rasulullah'ın (s.a.) ve
müminlerin kendi aralarında merhametli, kâfirlere karşı ise oldukça sert ve
katı olarak vasıflandırılması.
3-
Salih amel işleyen müminlere
mağfiret ve büyük bir mükâfat vaadedilmesi.
[3]
Bu sure Nebi (s.a.)'ye Hudeybiye'den döndükten sonra nazil olmuştur.
Ahmed, Buhari, Tirmizi ve Nesai Ömer b. Hattab (r.a.)'ın şöyle dediğini rivayet
etmişlerdir:
Nebi (s.a.) buyurmuşlardır ki "Dün gece bana öyle bir sure nazil
olmuştur ki o sure, bana dünya ve dünyada bulunanlardan daha sevimlidir (o da
şudur:) "Allah 'ırı senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışlaması
için sana apaçık bir fetih ihsan ettik."
Başka bir rivayette de şöyledir: "Gece bana öyle bir ayet
indirilmiştir ki o benim içinyeryüzündekilerden daha sevimlidir."
Müslim'in Enes (r.a.)'den rivayeti de şöyledir: "Bana dünyanın tamamından daha sevimlidir." [4]
Rasulullah (s.a.) Medine-i Münevvere'de iken Mekke'ye girdiğini ve
Kabe'yi tavaf ettiğini rüyasında görmüştür. Bunu ashabına haber verdiğinde
onlar buna çok sevinmişlerdi.
Hicretin altıncı senesi Zilkade ayında Rasulullah (s.a.), harp maksadı
olmaksızın Kabe'yi ziyaret için yola çıktı. Beraberinde Muhacir, Ensar ve
müslüman Araplardan bin beş yüz kişi bulunuyordu. Peygamberimiz (s.a.) yanında
kurbanlık (hedy)[5]
götürüyordu. Zulhuleyse denen mevkide umre için ihrama girdi. Mübarek hanımlarından
Ümmü Seleme (r.a.) da onunla beraberdi.
Rasulullah (s.a.) ve ashabın yanında yolcu silâhı olan kınından çekilmemiş
kılıçlar dışında başka bir silâh yoktu. Rasulü Ekrem (s.a.) Kureyş hakkında
bilgi toplaması için bir casusunu, Huzaa kabilesine gönderdi. Mekke ile Medine
arasında, Mekke'den iki konak uzakta bulunan "Usfan"a yaklaşınca
Rasulü Ekrem'in (s.a.) casus olarak gönderdiği Bişr b. Süfyan el-Kabi "Ey
Allah'ın Rasulü! Kureyş sizin geldiğinizi öğrenmiş! Yanlarına sütlü ve yavrusu
olan develeri alarak yola çıktılar. (Uzun müddet seferde olmak için
hazırlandılar.) Mekke'den çıkıp Zituva'da konakladılar. Seni Mekke'ye asla
sokmayacaklarına dair yemin ediyorlar. Sana karşı koymak için değişik
kabilelere mensup insanları topladılar, sana karşı savaşacak ve Mescid-i
Haram'a gitmene engel olacak toplulukları bir araya getirdiler." diyerek
Rasulü Ekrem'e (s.a.) geldi.
Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) asıl maksadını, yani umre yapmak dışında
bir şey istemediğini haber vermesi için Kureyş'e Hz. Osman'ı gönderdi. Bir
müddet sonra Hz. Osman'ın öldürüldüğü haberi Rasulü Ekrem'e (s.a.) ulaşınca
hemen müminleri biate çağırdı.
Rıdvan ağacının altında toplanıp savaşmak ve asla kaçmamak üzere
Rasulullah'a (s.a.) biat ettiler. İşte buna Bey'atü'ş-Şecera veye Bey'atü'r-Rıdvan
denir. Seleme b. Ekva (r.a.) demiştir ki; biz Rasulullah'a (s.a.) kaçmamak
üzere biat ettik. Artık ya fetih veya şehadet vardı. Bu durum müşrikleri
korkuttu. Hemen anlaşma yapmak için elçi gönderdiler. Daha sonra da
Rasulullah'a (s.a.) Hz. Osman hakkındaki haberin yalan olduğu ulaştı.
Allah Tealâ bu biat hakkında şu ayeti indirdi: "Andolsun ki Allah
Te-alâ ağacın altında sana biat ediyorlarken müminlerden razı olmuştur."
Asıl fetih Hudeybiye anlaşması olmuştur. Rasulullah'ın (s.a.) Medine'ye
dönme-sinen sonra ise Allah Tealâ Hayber'in fethini nasip etmiş, Hz. Peygamber
(s.a.) burada elde edilen ganimetleri sadece Hudeybiye de bulunanlara taksim
etmiştir. Said b. Müseyyeb'in ifadesine göre Hudeybiye'de bulunanlar üç yüzü
süvari olmak üzere bin beş yüz kişi idi. Meşhur olan görüşe göre ise onların
sayısı bin dört yüz idi.
Kureyş durumu öğrenince Süheyl b. Amr'ı anlaşma yapması için gönderdi.
Rasulullah (s.a.) Süheyl'in geldiğini görünce "Bu adamı gönderdiklerine
göre Kureyş kabilesi anlaşma yapmak istemektedir." buyurdu. Sonra
"Sizinle bizim aramızda bir anlaşma metni yaz." dedi ve hemen Ali b.
Ebi Talib'i kâtip olarak çağırdı. Süheyl'in anlaşma metnine
"Bismillahirrahma-nirrahim" yazılmasını kabul etmeyip onun yerine
"Bismikellahümme" yazmasını istedi ve imza yerinde Hz. Muhammed'in
(s.a.) peygamberlikle tavsif edilmesini (Muhammedün Rasulullah: Allah'ın
peygamberi Muham-med, yazılmasını) reddedip yerine "Muhammed b. Abdillah:
Abdullah'ın oğlu Muhammed" yazdırdı ve ancak bundan sonra anlaşmanın diğer
maddeleri üzerinde fikir birliğine varıldı.
Hudeybiye anlaşması şu şartlar kabul edilerek imzalanmıştır:
Taraflar on yıl boyunca birbirleriyle savaşmayacak, bu süre zarfında savaş ve saldırı olmadan insanlar güven içinde bulunacaklardı. Şu kadar var ki Kureyş'ten bir şahıs velisinin izni olmaksızın Muhammed'e (s.a.) gelirse onlara geri verilecek, Muhammed'in (s.a.) ashabından biri Kureyş'e gelecek olursa geri verilmeyecektir. Kim Muhammed (s.a.) tarafında anlaşmaya girmek ister onunla ahit yaparsa onun tarafında anlaşmaya girmiş olur. Kim de Kureyş'le anlaşma yapar ve onun tarafında anlaşmaya girmek isterse bunu yapar.
Bunun üzerine Huzaa kabilesi hemen Hz.Muhammed (s.a.) tarafında
anlaşmaya girdi ve Rasulullah ile anlaşma yaptı, Bekir oğulları kabilesi de
Kureyş kabilesinin emanına girerek onların tarafında anlaşmaya dahil oldu.
Müslümanlar anlaşmanın yapıldığı sene Mekke'ye girmeden geri dönecek,
ertesi yıl Kureyş Mekke'den çıkacak ve müslümanlar üç gün Mekke'de kalacaklar,
ibadetlerini yerine getireceklerdi. Yanlarında sadece yolcu silahı olan
kınından çekilmemiş silahlar bulunabilecekti.
Ömer (r.a.) gibi müslümanlarm büyüklerinden bazıları eşit şartları taşımadığı
ve müslümanlara zarar verdiği için bu anlaşmaya itiraz etmişlerdi. Ancak
gerçekte bu anlaşma büyük bir fetihti. Zira Kureyş bu anlaşma ile müslümanlarm
varlığını kabul etmiş, kendilerini sürekli meşgul eden ve zayıflatan harplerden
müslümanları kurtaran sükûnet ortamı sağlanmış, müslümanlar emniyet ve güven
ortamında İslâm davetini yerine getirebilmişlerdir. Bu sayede Arapların çoğu
İslâm'a girmişlerdir.
Bundan dolayıdır ki bu olayın kendisi apaçık bir fetihtir veya Mekke
fethi için ilk adımdır. Zühri demiştir ki: Hudeybiye'den önce ondan daha büyük
bir fetih gerçekleşmemiştir. Anlaşma yapıldığı esnada müslümanlarm sayısı bin
beşyüz veya bin dört yüz civarındaydı. İki sene sonra Mekke'nin fethedildiği
sene müslümanlar on bin kişi oldular. Onların içinde Halid b. Velid ve Amr b.
Ass da vardı. İbni Mesud, Cabir ve Berea (r.a.) demişlerdir ki: "Siz
Mekke'nin fethini fetih olarak kabul ediyorsunuz. Halbuki biz Hudeybiye
anlaşmasını fetih sayıyoruz."
Rasulullah (s.a.) Kabe'ye gidemeyip geri döndüğü için kurbanını kestikten
ve oradan ayrıldıktan sonra Mekke ile Medine arasında yoldayken gece bu sure
nazil olmuştur.
Ebu Davud, Ahmed, Nesai ve İbni Cerir Abdullah b. Mesud (r.a.)'un şöyle
dediğini rivayet etmişlerdir:
"Hudeybiye'den Medine'ye yöneldiğimizde gece yarısı uyumak ve istirahat
etmek için bir yerde konakladık[6]
ve bir müddet sonra uyuduk. Güneş iyice doğmadan uyanamadık. Biz uyandığımızda
Rasulullah (s.a.) halâ uyuyordu. "Onu uyandırın" dedik. Rasulullah
(s.a.) uyandı ve "Yapmanız gerekeni yapın. Uyuyan veya unutan kimse işte
böyle yapar, yani namazı kaza eder." buyurdu. İbni Mesud demiştir ki:
Rasulullah'ın (s.a.) devesini kaybettiğimiz için onu aramaya çıktık, deveyi
yuları bir ağaca dolaşmış bir halde bulduk. Onu Rasulullah'a (s.a.) getirdim,
Rasulullah (s.a.) deveye bindi. Biz böyle yürürken birden O'na vahiy geldi.
İbni Mesud demiştir ki: Rasulullah (s.a.) vahiy geldiğinde dayanılmaz
derecede sıkıntı ve zahmet çekerdi. Bu seferde bu sıkıntıdan kurtulunca
"Muhakkak ki biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik" ayetinin nazil
olduğunu haber verdi.
[7]
1, 2, 3- Biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik. Bu, Allah Tealâ'nın
senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlaması, sana olan nimetini tamamlaması,
seni dosduğru yola iletmesi ve sana hiç kimsenin karşı koyamayacağı bir zaferle
yardım etmesi içindir.
"öncekiler" ve "sonraki" kelimeleri arasında tezat
sanatı vardır.
[8]
"Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik." Fetih
kelimesi lügatte kapalılığın ortadan kaldırılması manasına gelir. Cihad
ıstılahında ise bir beldeyi harp veya başka bir yolla, zorla veya sulh yoluyla
ele geçirmek demektir. Çünkü ele geçirilmediği müddetçe bir beldenin kapıları
kapalıdır. Zafere ulaşmak ve ele geçirilmek suretiyle kapıları açılmış olur.
Burada kastedilen mana şudur: Cihad etmen sebebiyle gelecekte Mekke ve diğer
beldelerin savaş yoluyla fethini apaçık bir fetih olarak senin için takdir ettik.
Veya burada Mekke'nin fethi vaadedilmiştir.
Alimlerin çoğuna göre buradaki fetihten maksat Hudeybiye antlaşmasıdır.
(Hudeybiye bir kuyunun ismidir. Sonra bu kuyunun bulunduğu mekâna isim
olmuştur.) Sebebin sonuç yerine kullanılması yoluyla mecaz-ı mürsel kabilinden,
Mekke'nin fethine sebep olduğu için müslümanlara Hudeybiye antlaşmasından daha
büyük bir fetih yoktur. Müşrikler müslü-manlann arasına karışıp onlarla
doğrudan temasta bulunmuşlar, bu sayede İslâm onların kalplerinde yer
bulmuştur. Üç sene zarfında birçok insan müslüman olmuştur. Onlarla müslüman
sayısı artmıştır. İşte seneler böyle geçip dururken sonunda müslümanlar on bin
kişi olarak Mekke'ye gelmiş ve orayı fethe muvaffak olmuşlardır.
Bir grup müfessire göre ayetteki fetihten maksat Mekke'nin fethidir.
Allah Tealâ onu Rasulüne ve müminlere kendisinden bir müjde olarak daha
meydana gelmeden vaadetmiştir Zemahşeri[9]
demiştir ki: O, Mekke'nin fethidir. Bu sure, Hudeybiye antlaşmasının yapıldığı
sene Mekke'den dönerken Rasulullah'ı (s.a.) fethe hazırlamak için nazil
olmuştur. Allah Te-alâ'nın haber vermede takip ettiği adete uygun olarak burada
geçmiş zaman sigası kullanılmıştır. Çünkü var olan ve mevcut olan şeyler ne
kadar kesinse bu haberin gerçekleşeceği ve doğruluğu da öyle kesindir. Mazi
-geçmiş zaman- sigasıyla gelecekten bu şekilde haber vermek açık bir şekilde
haber verenin büyüklüğünü ve şanının yüceliğini gösterir.
"Allah'ın seni affetmesi için" O esnada yapılan mücadele
mağfiret ve sevabın sebebi olmuştur. Şayet fetih mağfiretin sebebi ve illeti
kabul edilmezse, o zaman, Zemahşeri'nin de ifade ettiği gibi "lâm "m
zikredilmesi ayetlerde sayılan mağfiret nimetini tamamlaması, sırat-ı müstakime
hidayet ve karşı koyulamaz bir zaferin topluca elde edilmesi içindir. Yani
bütün bunların elde edilmesi için... manasına gelir. Burada sanki şöyle
denilmiştir: İki cihanda da aziz olman, dünya ve ahiret gayelerini elde etmen
için Mekke veya Hudeybiye fethini müyesser kılıp düşmanlarına karşı sana
yardımda bulunduk.
"Geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlaması" senden sadır olan
ve kınama gerektiren her türlü kusur ve hatalarını... Peygamberler büyük ve
küçük günah işlemekten masumdur (korunmuştur). Dolayısıyla burada geçen
"günah'tan maksat peygamberlerin makamına nisbetle en iyi ve en üstün
olana göre daha az iyi ve üstün olanı yapmaktır. Bu iyilerin hasenatı Allah'a
yakın olan kullar (mukarrebin) için kötülük kabilindendir. Veya "vakıada
böyle olmamakla birlikte peygamberin yüce nazarında günah olan şeyler"
demektir. Bu ayette müslümanları cihada teşvik vardır.
"ve sana olan nimetini tamamlaması" yani dini hakim kılarak
peygamberlikle devlet idaresini birleştirmek ve ülkelerin fethini ihsan etmek
suretiyle sana olan nimetini tamamlar.
"seni dosdoğru yola iletmesi" fetih sebebiyle seni doğru
yolda sabit kılar. Doğru yol İslâm dinidir, onun tebliğ edilmesidir ve
İslâm'ın alâmet ve şiarlarının yerleştirilmesidir.
"Allah Tealâ'nın sana hiç kimsenin karşı koyamayacağı bir zaferle
yardım etmesi." Allah Tealâ fetih ile, karşı konulamaz bir mukavemet ve
güç kazandıran yardımını sana ihsan edecektir. Bundan sonra artık zelil olmak
yoktur. Diğer bir yorum da şöyledir: O yardım ve zafere nail olan aziz olur. Bu
yardım herkesin ulaşabileceği bir şey değildir.
[10]
"Sana apaçık bir fetih ihsan ettik" (1. ayet) ayetinin nüzul
sebebi ile ilgili olarak Hakim ve başkaları Misver b. Mahrame ile Mervan b.
Hakem'in şöyle dediklerini rivayet etmişlerdir: "Fetih suresi başından
sonuna kadar
Hudeybiye anlaşması hakkında Mekke ile Medine arasında nazil
olmuştur."
"Allah'ın seni bağışlaması için..." ayetinin nüzul sebebi ile
ilgili olarak Ahmed, Seyhan (Buharı ve Müslim) Tirmizi ve Hakim Enes'in şöyle
dediğini tahriç etmişlerdir:
"Allah'ın senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlaması
için" ayeti Rasulullah (s.a.)'ın Hudeybiye'den dönüşünde nazil olmuştur.
Nebi (s.a.) "Bana öyle bir ayet nazil oldu ki benim için yeryüzündeki
bütün şeylerden daha sevimlidir." buyurdu ve sonra Ashab-ı kirama onu
okudu. Bunun üzerine onlar "Tebrik ederiz, ey Allah'ın Rasulü! Allah
Tealâ sana ne yapacağını beyan buyurmuştur. Acaba bize ne yapacak?"
dediler. Bu sebeple "Mümin erkeklerle mümin kadınları altlarından
ırmaklar akan..." ayeti "işte bu büyük bir kurtuluştur." sözüne
kadar nazil oldu. İbni Abbas (r.a.) demiştir ki: Yahudiler "Bana ve size
ne yapılacağını bilemem." ayeti gelince Nebi (s.a.) ile müminleri
dillerine dolamış ve "Daha kendisine bile ne yapılacağını bilmeyen bir
adama nasıl uyarız diyerek." onlarla alay etmişlerdi. Bu durum
Rasulullah'a (s.a.) ağır geldi. Bunun üzerine "Doğrusu biz sana apaçık
bir fetih ihsan ettik." ayeti nazil olmuştur.
[11]
"Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik." Ey peygamber
doğrusu biz sana asla şüphe olmayacak şekilde açık bir fetih nasip ettik. Bu da
ya Mekke fethinin ve imanın yayılmasının sebebi olan Hudeybiye antlaşmasıdır,
yahut da bizzat Mekke'nin fethidir. Allah Tealâ daha gerçekleşmeden onu
vaadetmiş, bu vaad kesinlikle tahakkuk edeceği için de onu geçmiş zaman (mazi)
sigasıyla zikretmiştir. Kelime ve ibareler bahsinde açıklandığı gibi bu fetih,
Rasulullah (s.a.) ve müminler için Allah'ın büyük bir müjdesi olmuştur.
"Allah'ın senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlaması için"
yani ilâhî mağfirete nail olman ile birlikte fetih hakkındaki nimetin
tamamlanması doğru yola iletilme ve karşı konulamaz zaferin sana bahsedilmesi
için; işte bütün bunlar sebebiyle iki dünya izzeti ve dünya ahiret mutluluğu
gerçekleşir. Mağfiret, peygamberlikten önce senden sadır olan kusurlar ile
daha sonra sahip olduğun yüce makama göre daha doğru, daha güzel olanın eksiği
kabul edilen ufak hataların hepsine şamildir. Halbuki peygamber iken işlediği
hatalar başkalarına nispetle hata sayılmaz. Bunlar, iyilerin hasenatının
Allah'a yakın olanlar (mukarrabîn) için kusur olması kabilindendir. Burada
Rasulullah için büyük bir yüceltme sözkonusudur. Hiç kimseyle ortak olmadığı en
önemli özelliklerinden biri de işte bu özelliğidir.
Bir grup muhaddis (Ahmed ve Ebu Davud dışındaki kütüb-i sitte müellifleri)
Muğire b. Şebe'nin şöyle söylediğini rivayet etmişlerdir: Nebi (s.a.) ayakları
şişinceye kadar namaz kılardı. Ona "Senin geçmiş ve gelecek günahların
affedilmedi mi? " denilince Allah'a şükreden bir kul da olmayayım
mı?" buyurdu.
Ahmed ve Müslüm Aişe (r.a.)'nin şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:
Rasulullah (s.a.) namaz kılar ve ayakları yarılmcaya kadar da kıyamda kalırdı.
Hz. Aişe ona: "Ey Allah'ın Rasulü! Allah Tealâ senin geçmiş ve gelecek
günahlarını bağışlamışken böyle mi yapıyorsun?" Bunun üzerine Rasulullah
(s.a.) "Ya Aişe! Şükreden bir kul olmayayım mı?" buyurdular.
"Sana olan nimetini tamamlaması, seni dosdoğru yola ulaştırması ve
sana, karşı konulmaz bir zaferle yardım etmesi için." Yani dini hakim kılmak,
İslâmı yaymak, doğudaki ve batıdaki ülkelerin fethedilmesi, senin şan ve
şerefinin yüceltilmesi, sana en büyük dini vererek Allah'ın seni dosdoğru yola
iletmesi, ruhunu kabzedinceye kadar seni hidayet üzere sabit kılması, karşı
konulmaz kendinden sonra zillet gelmez bir galibiyet ve zaferle düşmanlarına
karşı yardım etmesi için sana apaçık bir fetih verdik.
[12]
1- Allah Tealâ Rasulünü (s.a.)
ve müminleri açık bir fetihle müjdelemiştir. Alimlerin çoğuna göre bu fetih,
daha önce geçtiği gibi Meke fethinin, faydalı ilim ve imanın yayılmasının,
insanların birbirleriyle kaynaşmasının ve müminlerin kâfirler ile ilişki kurup
İslâmı anlatmalarının sebebi olan Hudeybiye antlaşmasıdır. Musa b. Ukbe
demiştir ki: Bir adam Hudeybiye'den ayrılırken "Bu bir fetih değildir.
Çünkü onlar, bizim Beytul-lah'a gitmemize engel olmuşlardır." deyince
Rasulullah (s.a.) "Bilakis fetihlerin en büyüğüdür zira müşrikler size
karşı beldelerini savaşsız olarak müdafaya razı olmuşlar ve sizden antlaşma
talep edip eman için gelmişler ve hoşlarına gitmeyen özelliklerinizi de
görmüşlerdir." Zemahşeri Kabe'ye gitmeleri engellenmiş, bu yüzden de
Hudeybiye'de kurban kesip tıraş olmuşlarken bu durumda Hudeybiye antlaşması
nasıl bir fetih olabilir? diye bir soru ortaya koymuş sonra da buna şöyle cevap
vermiştir: Bütün bunlar sulhtan önce meydana gelmiştir. Müşrikler antlaşma
talep edip de antlaşma tamam olunca işte bu apaçık bir fetih olmuştur.
Sabi "Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik" ayeti
hakkında o Hudeybiye antlaşmasıdır, demiştir. Çünkü bu antlaşmada müslümanlar
hiçbir savaşta kazanamadıkları başarı ve faydalar elde etmişlerdir. Allah Tealâ
Rasulullah'ın (s.a.) geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamış, Bey'atu'r-Rıdvan
yapılmış, Hayber fethedilmiş, kurbanlar yerine ulaşmış, Bizans İran'a, yani
Ehl-i Kitap Mecusilere üstün geldiği için de müminler çok sevinmişlerdir.
Zühri'nin bu konudaki sözü geçmiştir. Kısaca bu antlaşma ile üç şey tahakkuk
etmiştir:
a)
Düşmanın kuvveti, barış,
siyaset ve antlaşma noktasında yeterlilik sahası bilinmiştir.
b)
Müminler münafıklardan ayırt
edilmiştir.
c)
Müslümanların müşriklere
karışması müşriklerin İslâm'a girmesine sebep olmuştur.
2- Bu fetih dört fayda
sağlamıştır.
a) Şerefli makamına nispetle,
en iyi ve en faziletli olanın yerine daha az iyi ve daha az faziletli olanı
yapmak mesabesinde sayılan gelmiş ve gelecek günahların tamamının affedilmesi
ile Rasulullah (s.a.)'m mutlak olarak günahlardan beri olması.
b) Devlet idaresi ve
peygamberlik vazifelerinin onda birleştirilmesiyle, ona olan nimetin
tamamlanması.
c)
Peygamberlik vazifesini
tebliğ edip hak üzere sabit kılarak en doğru yola götürmesi.
d) Kendinden sonra zilletin
olmayacağı, karşı konulmaz bir zafer ve yardıma mazhariyet.
Yeni bir yorumla şunu söylemek de mümkündür: Bu fetih sayesinde İslâm
devletinin içte ve dışta bağımsızlığı ile Muhammed (s.a.)'in peygamberlik
yanında devlet başkanı sıfatıyla ortaya çıkması da gerçekleşmiştir. Nitekim
Rasulullah (s.a.)'ın dünya ve ahiret izzeti gerçekleşmiş Rasulullah (s.a.) hak
din üzere sabit kalmış ve onu dünyanın dört bir yanına yaymıştır.
Hudeybiye sulhu Nebi (s.a.)'nin ümmet ve başkent Medine üzerindeki siyasî hükümranlık sıfatını ortaya koyduğu gibi aynı zamanda müşriklerin Medine'deki İslâm devletini; onun bağımsızlığını kabul etmeleri neticesini doğurmuştur. [13]
4- İmanlarını bir kat daha artırmaları için müminlerin kalplerine güven
ve huzuru indiren O'dur. Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır. Allah her
şeyi hakkıyla bilendir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.
5- (İşte bütün bu lütuflar) mümin erkeklerle mümin kadınları içinde
ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetlere sokmak ve onların
kötülüklerini örtmek içindir. Bu, Allah katında büyük bir kurtuluş olmuştur.
6- (Ayrıca bunlar) Allah hakkında kötü zanda bulunan münafık erkek ve
münafık kadınlarla müşrik erkek ve müşrik kadınlara azap etmek içindir.
Kötülük çemberi onların kendi başlarını çevrelesin. Allah onlara gazap etmiş,
onları lânetlemiş ve cehennemi onlar için
hazırlamıştır. Ne kötü bir yerdir orası!
7- Göklerin ve yerin bütün orduları Allah'ındır. Allah izzet ve hikmet
sahibidir.
İrab:
"Mümin erkeklerle... cennetlere sokması içindir." Bu cümleden
önce mutlaka bir fiil takdir etmek gerekir. Çünkü "Sana geldim" vb.
bir fiil söylemeden başlangıç cümlesi olarak "Bana ikram etmen için"
demek doğru olmaz. Burada ya "Allah'ın seni bağışlaması için..."
sözünde olduğu gibi "...sokmak için fethettik" takdir edilmeli veya
"...sokmak için huzur ve güveni indirdi veya cihadı emretti" vb.
cümleler takdir edilmelidir.
[14]
"Mümin erkekleri ve mümin kadınları... cennetlere sokması
içindir." cümlesiyle "münafık erkek ve münafık kadınlara azap etmek
içindir." cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
[15]
"İmanlarını" yani yakinî bilgilerini "bir kat daha
artırmaları için" veya Allah'a ve ahiret gününe imanlanyla birlikte dinin
bütün hükümlerine imanları artsın diye "sükûn" kelimesinden alınmış
huzur ve sebat manasına gelen "sekineti müminlerin kalplerine" yani
endişe ve huzursuzluk yerleri olan gönüllere "indiren" yani yaratan
"O'dur."
"Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır." Bazen orduları
birbirlerine musallat eder, bazen de aralarında antlaşma ortamı yaratır.
Hikmeti neyi icap ettiriyorsa onu yapar. Göklerin ve yerin orduları demek
semavî ve arzî sebepler demektir.
"Allah Tealâ" maslahatları "hakkıyla en iyi bilen"
yarattığı ve tedbir ettiği şeylerde "hüküm ve hikmet sahibidir." Mana
şudur: Allah Tealâ ezelde ve ebette bu sıfatlara sahiptir.
Onların müminlere gelmesini bekledikleri ve zannettikleri "O
kötülük çemberi" yani azap, hezimet ve şer dairesi "kendi başlarını
çevrelesin" ve onlardan başkasına da sirayet etmesin. Daire aslında bir
merkezi kuşatan çember manasına gelir. Daha sonra bu kelime dairenin bir
merkezi kuşatması gibi insanı çevreleyen olaylar hakkında kullanılmış ve
çoğunluklada kötülük ve istenmeyen olaylar hakkında kullanımı yaygınlaşmıştır.
"Allah Tealâ onlara gazap etmiş, onları lanetlemiş..." yani
onları rahmetinden öyle bir kovmuş ve uzaklaştırmıştır ki o yüzden cehennemin
derinliklerine indirilmişlerdir. "Ne kötü bir yerdir orası!"
"Allah Aziz'dir. Yani öyle bir kuvvete sahiptir ki galiptir, asla
mağlup edilemez. Yaratmasında "hikmet sahibidir." Kastedilen mana
Allah Te-alâ'nın ezelî ve ebedî olarak hikmet ve izzete sahip olduğudur.
[16]
Allah Tealâ Rasulüne (s.a.) olan lütfü keremini ve peygamberine yardım
edeceğini haber verdikten sonra onun diğer müminlere karşı bazı üstünlükleri
ile bazı yardım sebeplerini açıklamıştır. Harp meydanlarında müminlerin
ayaklarının sabit kılınarak gönüllerine huzur ve güven verilmesi nusret ve
zaferin sebeplerindendir. Bunun peşinden ordularını birbirlerine musallat etme
adetini (sünnet) açıklamıştır. Sonra müminlere cennette ebedî olarak kalmayı
vaadederek, kendilerine düşmanlık besleyen münafık ve kâfirlere şiddetli azapla
ve laneti ile tehdit ederek mümin orduların maneviyatını yükseltmiştir.
[17]
"İmanlarını bir kat daha artırmaları için müminlerin kalplerine güven
ve huzuru indiren O'dur." Yani müminlerin kalplerinde sükûnet, huzur ve
sebatı yaratan, meydana getiren bizzat Allah Tealâ'dır. Burada kastedilen
müminler, Hudeybiye günü Allah ve Rasulü Ekrem (s.a.)'e icabet edip Allah'ın
hükmüne boyun eğen ve kaçmadan samimiyetle cihad için hazırlanan sahabe-i
kiramdır. Sıkıntı ve belâ anında gönülleri huzursuz olmasın ve imanları artsın
diye onların kalplerine huzur ve sebat indirilmiştir. Günümüzde buna
askerlerin moralini yükseltme denilmektedir.
Buhari ve diğer imamlar imanın artması ve üstünlüğüne bu ayeti delil
göstermişlerdir. Burada imanın artmasının Allah'a imandan sonra dinin
hükümlerine şeklinde yorumlaması da doğrudur. İbni Abbas demiştir ki: Rasulü
Ekrem (s.a.) ilk olarak tevhidi getirmiştir. İnsanlar sadece Allah'a iman
edince de sırasıyla namaz, zekat, cihad ve hac vazifelerini indirmiştir.
Devamındaki ayette Allah Tealâ "Göklerin ve yerin orduları
Allah'ındır." buyurarak dilemesi halinde kâfirlerden intikam
alabileceğini ifade etmiştir. Allah Tealâ kesinlikle meleklerden, insanlardan,
cinlerden, şeytanlardan, zelzeleler, volkanlar, kasırgalar, denizler ve
nehirler gibi yeryüzünde ve gökyüzünde bulunan kevnî kuvvetlerden oluşan
ordusunu nasıl isterse o şekilde idare eder. Dağlan ve ülkeleri yerle bir
etmesi için tek bir melek göndermesi kâfidir. Fakat O, derin ve geniş bir
hikmet ve yüce bir maslahat gereği kullara, cihad ve savaş yapma vazifesini
yüklemiştir. Bunun için Allah Tealâ "Allah aziz ve hakimdir"
buyurmuştur. Yani ezelden ebede mahlukâtın yararına olanı çok iyi bilen ve
yaratmasında, takdir ve tedbir etmesinde çok hikmetli olandır. İşte bu hal,
iman ile dolan Ebu Bekir'in konumuyla tam bir uyum içindedir. Ömer b. Hattab
ise: "Biz hak üzere, onlar da batıl üzere değil mi? O zaman niçin böyle
bir antlaşmayı kabul ediyoruz? diyerek antlaşmanın şartlanndaki zahirî
dengesizliği sorgulamaktadır. Ancak bu olayla onun imanı sarsılmamıştır.
Aksine bu hareketi onun sahip olduğu imanın kuvvetine ve yaptığı
değerlendirmede müslümanların yararı yönünde çok istekli olduğuna delâlet
etmektedir. Zaten bir müddet sonra Allah Tealâ onu ve onun gibi olanların
kalplerine huzur ve güven duygusunu indirmiş, Rasulullah'ın (s.a.) sahip olduğu
görüşe onun gönlünü açmış ve ilerleyen günler de bu görüşün doğruluğunu ortaya
koymuştur.
Allah Tealâ daha sonra "(Bütün bu lütuflar) mümin erkek ve mümin kadınları
altlarından ırmaklar akan ve içinde ebedî kalacakları cennete sokmak ve onların
yaptığı kötülükleri örtmek içindir. İşte bunlar Allah katında büyük bir
kurtuluştur." buyurmak suretiyle iman sahibi kimselere vaadettiği
nimetleri zikretmiştir. Müminleri cennete sokmak ve mümin olmayanlara azap
etmek için Allah dilediği kimseleri ordularıyla imtihan eder. Veya şöyle
denebilir: Mümin erkek ve mümin kadınların altından irmaklar akan ve içinde
ebedi olarak kalacakları cennetlere sokması, onların günahlarını ortaya
çıkarmayıp bu kusurlarından dolayı onlara azap etmemesi, aksine affetmesi,
onları örtüp merhamet etmesi neticesinde kendisine bağlansın diye biz fetih
ihsan ettik veya Allah Tealâ huzur ve güveni bu yüzden müminlerin kalplerine
indirdi. İşte onların cennete sokulması ve günahlarının örtülmesi vaadi Allah
katında büyük bir başarı, her türlü gam ve kederden kurtuluş ve her türlü
isteği elde etmektir. Bu "Kim cehennemden uzaklaştırılır ve cennete
sokulur ise kurtulmuştur." (Ali İmran, 3/185) ayetindeki gibidir.
"Vav" harfi tertip (sıra) gerektirmediği ve cennete girmek
asıl, günahların örtülmesi ise bu asla tabi olduğu için, günahların
affedilmesi cennete girmeden önce olmasına rağmen ayette ondan sonra
zikredilmiştir.
Cabir'den (r.a.) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasulü Ekrem (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Ağacın altında bana biat etmiş olan kimse cehenneme
girmez."
Ayetlerin çoğunda kadınlara da şamil olmak üzere erkeklere hitap
edilmişken, cihad mükellefiyeti olmadığı için onların cennete giremeyeceği
zannedilmesin diye Allah Tealâ burada mümin kadınları da nassda zikretmiştir.
Aynı şekilde mümin kadınların erkeklerle müşterek olmalarına rağmen vaadedilen
mükâfatın erkeklere has olduğu zannedilmesi mümkün olan her yerde Allah
kadınları da erkeklerle birlikte zikretmiştir.[18]
"Allah hakkında kötü zanda bulunan münafık erkek ve kadınlarla
müşrik erkek ve kadınlara azap etmesi içindir." Yani bizzat müşahede ettikleri
İslâm'ın yayılması, müslümanların zafere ulaşmaları ve İslâm düşmanlarının
kahru perişan edilmesinin onlara verdiği hüzün; dünyada maruz kaldıkları
öldürülme, perişanlık ve esaret ile, ahirette ise cehennem ile Allah'ın münafık
ve müşriklere azap etmesi içindir.
Zira onlar Allah Tealâ ve onun verdiği hüküm hakkında kötü niyet beslemektedir.
Rasulü Ekrem (s.a.) ve ashabının mağlup ve perişan olacaklarını, küfrün
İslâm'a galip geleceğini zannetmektedirler. Nitekim Allah Tealâ bunu diğer bir
ayette şöyle anlatmaktadır: "Aksine siz peygamberin ve müminlerin
ailelerine asla dönemeyeceğini zannetmiştiniz." (Fetih, 31/12). Münafıklar
daha zararlı ve daha tehlikeli olduğu için ayette müşriklerden önce
zikredilmiştir.
"Kötülük çemberi onların başlarını çevrelesin. Onlara Allah gazap
etmiş, onları lanetlemiş ve onlar için cehennemi hazırlamıştır. Ne kötü bir
yerdir orası!" Yani müminler hakkında onların zannettiği musibetler onların
etrafında dönmektedir. O çemberin dışına çıkamazlar. Öldürülme, esaret ve
musibetler onların başına gelecektir. Allah onlara kızmış ve onlar için
gidecekleri cehennemi hazırlamıştır. Dönülecek ve konaklayacak ne kötü yerdir
orası. İşte bu şekildeki bir ceza ile onların dünya ve ahiretteki hallerini
birlikte ortaya koymuş oldu.
Sonra Allah Tealâ kâfir ve münafıklardan oluşan İslâm düşmanlarından
intikam almaya kadir olduğunu vurgulayarak "Göklerin ve yerin orduları
Allah'ındır. Allah azizdir ve hakimdir." buyurmaktadır. Yani Allah'ın
göklerde ve yerde melekler, insanlar, şeytanlar ve düşmanları kahretmek güç ve
kuvvetine sahip başka varlıklardan oluşmuş öyle orduları vardır ki herhangi bir
şekilde sınırlandırılamazlar. Allah Tealâ ezelden ebede mağlup edilemeyen
kuvvete sahiptir, azabı geri çevrilemez. O yaratmasında ve mahlûkatı için
yaptığı tedbir ve düzenlemede çok hikmet sahibidir.
Bu ayetin iki defa tekrar edilmesinin faydası, Allah'ın rahmet orduları
ve azap ordularının bulunduğunu beyan etmektir. Allah Tealâ "O müminlere
karşı çok merhametlidir." buyurarak bu orduları, önce müminlere çok
merhametli olduğunu beyan etmek için; ikinci defa ise kâfirlere azap indirilmesini
açıklamak için zikretmiştir. Rahmet indirmeye uygun olsun diye önce "Allah
çok iyi bilen ve çok hikmet sahibi olandır." ifadesini kullanmıştır.
Azabın şiddetine işaret etmek için de "Allah izzet ve hikmet
sahibidir." tabirini kullanmıştır. Azap ve tehditle münasip olması için
"izzet" kelimesini; mahlûkatın işlerini tam olarak düzenleyip idare
etmesi ve rahmetin dağıtılması ile uyumlu olması için de "ilim"
kelimesini zikretmiştir. Huzur ve güvenin verilmesi, imanın artması ve fethin
bu neticeye bağlanması, bütün bunlar Allah'ın ezelî ilminde sabittir ve
hikmetiyle de ahenk içindedir. Allah Tela göklerin ve yerin ordularını
müminlerin cennete sokulmasından önce zikretmiştir. Çünkü Allah Tealâ rahmet
ordularını indirir, bu sayede müminler ikram ve saygı görerek cennete sokulur.
Sonra da "Bu Allah katında büyük bir kurtuluştur." sözüyle kurbiyet
ve Allah'a yakınlık onların olur. Kâfirlere azap edilmesi ve cehennemin
hazırlanmasından sonra ordulardan bahsedilmesi, öncelikli olarak Allah'ın kâfirlere
gazap ettiğini ve onları rahmetinden uzaklaştırıp kovduğunu göstermek içindir.
Allah Tealâ kendi ordularından azap meleklerini onlara musallat edecektir.
Rivayet olduğuna göre Hudeybiye antlaşması yapıldığı zaman İbni Ubeyy
demiştir ki: "Muhammed (s.a.) Mekkelilerle antlaşma yaptığında veya
Mekke'yi fethettiğinde hiç düşmanı kalmayacak mı zannediyor? Rum ve İran
nerede?" Bunun üzerine Allah Tealâ göklerin ve yerin ordularının Rumlar ve
İranlılardan daha fazla olduğunu beyan etmiştir.
[19]
Hudeybiye antlaşmasının Rasulü Ekrem (s.a.) ve müminler için dört
fazileti, kâfirler için de dört neticesi vardır.
Rasulullah (s.a.) hakkındaki dört fazileti, daha önce geçtiği gibi, günahlarının
bağışlanması, peygamberlik ve devlet başkanlığının birleştirilmesi, dosdoğru
yola hidayet Sdilmesi, dayanma gücü, izzet ve ikbaldir.
Rasulullah (s.a.) ashabı olan müminler hakkındaki dört ilâhî fazilet
ise gönül huzuru ve güven duygusu, imanın artması, cennete girme ve yapılan
kötülüklerin örtülmesidir.
Hudeybiye antlaşmasının münafıklar ve müşrikler hakkında neticesi ise
elem verici azap, Allah'ın gazabı, rahmetten kovulma, lanet ve cehenneme
girmedir.
"İmanları bir kat daha artsın diye" ayeti, imanın artıp
eksilebileceğine delâlet eder.
Allah Tealâ'nın "Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır" sözü
iki yerde de korkutma ve tehdit içindir. Çünkü şayet Allah münafık ve
müşrikleri helak etmek isteseydi bunu yapmasına hiç kimse engel olamazdı. Ancak
Allah Tealâ onları malûm bir zamana kadar tehir etmiştir.
[20]
8- Şüphesiz seni biz şahit, müjdele-yici ve uyarıcı olarak gönderdik.
9- (Muhammed'i (s.a.) size gönderişimiz) Allah'a ve Rasulüne iman etmeniz,
O'na ve Rasulüne yardım etmeniz, O'nu yüceltmeniz ve sabah akşam O'nu teşbih
etmeniz içindir.
10- Gerçek olan şudur ki sana biat edenler aslında Allah'a biat etmişlerdir.
Allah'ın (yardım ve kudret) eli onların elleri üzerindedir. Kim ahdini bozarsa
kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse Allah
ona büyük bir mükâfat verecektir.
"Müjdeleyici" ve "uyarıcı" kelimeleri ile bir de
"ahdi bozan" ve "ahde vefa gösteren" kelimeleri arasında
tezat vardır.
"Muhakkak ki sana biat edenler aslında Allah'a biat
etmişlerdir." ayetinde, fiille yapılan açık istiare vardır. Bedenler ile
cihad etmek üzere söz verme işi mal mukabili ticaret eşyası ödemeye benzetilmiş
ve benzetilenin (müşebbehün bih) ismi benzeyen (müşebbeh) için istiare
yapılmıştır. Bey' (satış) kelimesinden, Allah yolunda canlarını vermek üzere
söz veriyorlar manasına "yubayiune" (biat yapıyorlar) kelimesi
türetilmiştir. Burada benzetme yönü (vechi şebeh) her ikisininde karşılıklı
değişimi (mübadeleyi) içine almasıdır.
"Allah 'm eli onların ellerinin üzerindedir." cümlesinde
gizli istiare vardır. Onların biatleşmesine Allah Tealâ'nın muttali olması,
elini kendisine tabi olanlarının elleri üzerine koyan bir sultana
benzetilmiştir. Benzeyen (müşebbeh) zikredilmemiş, gizli istiare yoluyla onun
gerektirdiği manalardan birisi ki burada el kelimesidir- ona işaret olarak
getirilmiştir. Yani Allah Tealâ biat yapan kimseye benzetilmiş buna karine
olarak da el kelimesi zikredilmiştir. El kelimesinin Allah'a isnadı sırf olayı
hayalde canlandır-
mak içindir. İnsanların elleriyle birlikte Allah'ın elinin
zikredilmesinde ise müşakele sanatı vardır.
[21]
"Nitekim insanlara şahit olmanız peygamberin de size şahit olması
için biz orta bir ümmet kıldık..." (Bakara, 2/143) ayetinde de ifade
edildiği gibi "Şüphesiz seni biz" peygamberlik vazifesini tebliğ
ettiğine dair kıyamet günü ümmetine "şahit" kendine itaat eden
müminlere cenneti ve sevabı "müjdeleyici" kendine isyan edenleri de
cehennem azabıyla "uyarıcı olarak gönderdik."
Hz. Muhammed'i (s.a.) gönderişimiz "Allah'a ve Rasulüne iman etmeniz."
İslâm dinine ve Allah Rasulüne (s.a.) arka çıkarak "O'na (dinine ve
Rasulüne) yardım etmeniz, O'nu" Allah'ı "yüceltmeniz ve sabah
akşam" sürekli olarak "O'nu teşbih etmeniz" yani O'nun hakkında
doğru olmayan şirk ve çocuk sahibi olmak gibi sıfatlardan Allah'ı tenzih
etmeniz "içindir." "Tüsebbihu" kelimesi ya
"teşbih" manasından türetilmiştir veya "O'nun rızasına nail
olmak için nafile namaz kılmanız içindir." manasına gelir. Burada
Rasulullah'a (s.a.) ve ümmetine hitap edilmiştir.
Hudeybiye günü Bey'atu'r-Radvan'da "sana biat edenler..."
biatten maksat Allah için olduğundan "aslında Allah 'a biat
etmişlerdir." Nitekim "Kim Rasulü Ekrem'e (s.a.) itaat ederse Allah'a
itaat etmiş olur." (Nisa, 4/80) ayeti de buna benzemektedir. Yani Rasulü
Ekrem'e (s.a.) biat etmek ve ona itaat etmekten maksat, Allah'a biat ve onun
emirlerini yerine getirmektir. Ashab-ı Kiram yardım ve onu müdafa hususunda
ölünceye kadar savaşmak veya Kureyş'ten kaçmamak üzere Rasulü Ekrem'e biat
etmişlerdir. Mubâyea (biatleşme) veya bey'm (alım satım) asıl manası malı mal
ile değişmektir. Bu kelime (mubâyea) daha sonra kendilerine verilen cennet
güvencesi mukabilinde kâfirler ile yapılan savaşta sebat etmek için söz vermek
manasında kullanılmıştır. Ashabın ağaç altında biatleşmesi Mekke'ye bir günlük
uzaklığı bulunan küçük bir köy olan Hudeybiyede gerçekleşmiştir, "aslında
Allah 'a biat etmişlerdir." Yani Allah onların biat neticesinde el
sıkışmalarını kabul etmiş ve antlaşma bedelini de Allah (c.c.) vermiştir.
Çünkü Rasulü Ekrem (s.a.) ile ahitleşme herhangi bir farklılık olmaksızın
doğrudan Allah (c.c.) ile ahitleşme gibidir.
"Allah 'm eli onların eli üzerindedir." ayeti biatin manasını
teyit etmektedir. Burada ifade edilmek istenen mana şudur: Allah Tealâ onların
yaptığı biate muttali olduğu için onlara bunun mükâfatını verir. Allah'ın
onlara yaptığı yardım onların Allah'ın dinine ve peygamberine yaptığı yardımdan
daha kuvvetli ve daha büyüktür. "El" (yed) kelimesinin bu ayette
galibiyet, yardım ve hidayet nimeti manasında kullanılması mecazîdir. Zira
Allah organ ve azalardan, cisimlere ait sıfat ve özelliklerden münezzehtir.
Selef alimleri Allah'ın bir ele sahip olduğuna inanmaktadır. Ancak onun hiçbir
benzeri olmadığını, O'nun elinin yaratılmışların sahip olduğu ellere asla
benzemediğini ilâve ederler. Her ne kadar mecaz olduğunu kabul etmek ak-len en
doğru ve fikren en isabetli olsa da Kur'an'da ve sahih sünnette gelen bu ve
benzeri sıfatlara iman etmekle birlikte işin gerçek ilmini biz Allah'a havale
ederiz. Bu konuda takip edilcek en güvenli yol da budur.
"Kim ahdini bozarsa..." bunun günahı ve zararı kendine
döneceği için aslında "kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de" yaptığı
biatinde "Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse" ona "büyük bir
mükâfat" olan cenneti "verecektir."
Cabir b. Abdullah demiştir ki: Biz ağacın altında ölünceye kadar savaşmak
ve asla kaçmamak üzere Rasulü Ekrem'e biat ettik. Münafıklardan olan Cedd b. Kays
dışında bizden hiçbiri biati bozmadı. Cedd b. Kays ise devesinin arkasına
saklanıp cemaatle birlikte hareket etmedi.
[22]
Fethin (Hudeybiye antlaşmasının) Peygamber (s.a.)'e ve ashabı kirama
sağladığı fazilet ve üstünlükler açıklanmış onun peşinden Rasulü Ekrem (s.a.)
ve ashabın sahip oldukları özellik ve hususiyetlerin beyanı getirilmiştir.
Peygamber (s.a.)'in bu surede üç vazifesi zikredilmiştir. (Ahzab suresinde ise
beş vazifesi zikredilmiştir.) Allah Tealâ Rasulü Ekrem (s.a.)'i methederek onun
peygamber olarak gönderilişinin faydasını açıklamış ve peşinden Rasulullah
(s.a.) ile müminler arasında gerçekleşen "Bey'atü'r-Rıdvan"dan
bahsetmiştir. Hz. Peygamber'e (s.a.) biat edenlerin ihlâsını ve Allah'ın dinine
yaptıkları yardımı öğmüş, ahdini bozan ile ahde vefa gösterenlerin elde
edecekleri karşılığı izah etmiştir.
[23]
"Şüphesiz seni biz şahit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak
gönderdik." Yani ey Muhammedi Biz seni peygamberlik vazifesini tebliğ
ettiğine dair bütün insanlara ve ümmetine tanıklık etmen için şahit, itaatkâr
müminlere cenneti müjdeleyici ve isyankâr kâfirleri cehennem ateşiyle korkutan
bir uyarıcı olarak gönderdik.
Seni gönderişimiz "Allah'a ve Rasulüne iman etmeniz, O'nun dinine
ve peygamberine yardım etmeniz O'nu yüceltmeniz ve sabah akşam O'nu teşbih
etmeniz içindir." Yani biz seni Allah'a ve Rasulüne (s.a.) iman etmeniz,
Rasulü Ekrem (s.a.)'e tazim gösterip şirk, çocuk ve zevce sahibi olmak ve
yaradılmışlara banzemek gibi O'nun için uygun olmayan sıfatlardan Allah
Tealâ'yı sürekli olarak tenzih etmeniz için gönderdik. Ayette geçen "sabah
akşam" dan ya "davamlı olarak" veya "günün başında ve
sonunda" manaları kastedilmiş olabilir. İbni Abbas'a göre burada sabah,
öğle ve ikindi namazlan kastedilmiştir. Ayrıca Allah'a yardım etmekten maksat
da O'nun dinine ve peygamberine yardım etmektir.
Zemahşeri demiştir ki: Birinci fiil dışında diğer üç fiildeki zamirler
Allah'a racidir. Bu zamirlerin farklı yerleri gösterdiğini söyleyen kimse doğruluk
ihtimali uzak bir görüş ileri sürmüş olur.
Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamber olduğunu beyan ettikten sonra ona biat
edenlerin aslında kendisine biat ettiklerini beyan etmek ve onları yüceltmek
için Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır:
"Gerçek olan şudur ki sana biat edenler aslında Allah'a biat
etmişlerdir. Allah'ın (kudret ve yardım) eli onların elleri üzerindedir."
Ey peygamber Hudeybiye'de ağacın altında Kureyş ile savaşmak üzere
(Beyatü'r-Rı-van'da) sana biat edenler aslında Allah'a biat etmişler, yani
emirlerini yerine getirmek hususunda ona ahit vermişler ve ona itaat
etmişlerdir. Zira onlar canlarını cennet karşılığı Allah'a satmışlardır. Ayrıca
Rasulü Ekrem'e (s.a.) itaat, gerçekte Allah Tealâ'ya itaattir.
"Allah'ın eli onların elleri üzerindedir." sözüyle de bu manayı
tekit etmiştir. Allah Rasulü (s.a.) ile antlaşma yapmakla Allah Tealâ ile
antlaşma yapmak eşittir. Hem, biatleşme esnasında Allah onlar ile beraberdir,
sözlerini duyar, bulundukları yeri görür kalplerinde ve dış görünüşlerinde
olanı bilir. Allah, Rasulü (s.a.) vasıtasıyla biate iştirak eder. Bunun bir
benzeri de şu ayeti kerimedir: "Tevratta, İndide ve Kur'an da kendi
üzerine vaade-dilmiş bir borç olmak üzere Allah yolunda savaşıp öldürdükleri ve
öldürüldükleri için Allah Tealâ müminlerden canlarını ve mallarını satın
almıştır. Allah 'tan daha çok verdiği sözü tutan kim vardır! O halde onunla
yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu gerçekten büyük
bir kazançtır." (Tevbe, 9/111).
Ayrıca Allah'ın onlara ihsan ettiği hidayet nimeti biat çağrısına olumlu
cevap vermenin üstündedir. Nitekim bu, Allah Tealâ'nın şu sözünde ifade
edilmiştir: "(Ey Muhammed!) Onlar İslâm 'a girdikleri için seni minnet
altında bırakmak istiyorlar. De ki: Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın.
Aksine imana ilettiği için Allah sizi minnet altında bırakmaktadır."
(Hucurat, 17/49).
Kısaca, "Allah'ın eli onların elleri üzerindedir." sözü, daha
önce geçen Rasulü Ekrem'e (s.a.) biat etmenin, Allah'a biat etme olduğu
ifadesini teyid eden yeni bir cümledir.
"Kim anlaşmayı bozarsa kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah'a
verdiği ahde vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir."
Allah ile biat yapmaktan şu netice ortaya çıkar: Kim Nebi (s.a.) ile yaptığı
anlaşmayı bozarsa bunun günahı ve zararı bizzat anlaşmayı bozan kişiyedir, ondan
başkasına sirayet etmez.
Kim verdiği ahde vefa gösterir, sebat edip Rasulü Ekrem'e (s.a.) biat
esnasında verdiği sözü yerine getirirse "Andolsun ki Allah ağacın altında
sana biat ediyorlarken müminlerden razı olmuştur. Onların kalplerindeki
(tedirginlik ve huzursuzluğu) bildiği için üzerlerine huzur ve güven indirmiş
ve onları pek yakın bir fetihle mükafatlandırmıştır." (Fetih, 48/18).
Daha önce geçtiği gibi Hudeybiye'de Semure ağacının altında yapılan
Bey'atü'r-Rıdvan'dır. En doğru görüşe göre o gün Rasulullah'a (s.a.) biat eden
Ashab-ı Kiram'ın sayısı bin dört yüzdür. Bin üç yüz ve bin beş yüz olduğu da
söylenmiştir.
[24]
1- Burada Rasulullah (s.a.)'ın
üç tane mühim vazifesi zikredilmiştir:
a)
Tebliğ vazifesini yaptığına
dair kendi ümmeti ve insanlık aleyhine şahitlik etmesi, şöyle ki Rasulullah
(s.a.), kendilerine gönderilen peygamberlerin Allah'ın Kur'an'da haber verdiği
şekilde peygamberlik vazifesini (Allah'ın gönderdiği emir ve nehiyleri) tebliğ
ettiklerine dair bütün insanlık aleyhinde şahitlik edecektir. Ayrıca ilâhî
risaleti tebliğ ettiğine dair ümmeti aleyhine şahitlik edecektir. Bunu Veda
Haccında "Allah'ım risaleti tebliğ ettim. Ya Rabbi şahit ol" diyerek
ilân etmiştir.
b) Kendisine itaat edenleri
cennetle müjdelemesi
c) İsyankârları cehennem
ateşiyle korkutması.
Ahzab suresinde ise Rasulullah'm beş vazifesi olduğu zikredilmiştir:
"Muhakkak ki biz seni şahit, müjdeleyici, uyarıcı, kendi izniyle Allah'a
çağrıcı ve aydınlatıcı bir ışık olarak gönderdik." (Ahzab, 45/46).
Bunun sebebi şudur: Ahzab suresi Rasulullah (s.a.)'den bahsetmektedir.
Rasulü Ekrem (s.a.)'den, onun karşılaştığı hal ve durumlardan bahseden
surelerin çoğunda onun önemli vazifeleri tafsilatlı bir şekilde ele alınmıştır.
Fetih suresinde ise sadece yukarıda geçen üç vazifesi açıkça zikredilmiş sonra
da "(Onu peygamber olarak gönderişimiz) iman etmeniz, içindir. "
ayetinde onun davetçi yönüne delâlet edecek özellikler zikredilmiştir.
2-
Nebi (s.a.)'nin gönderilmesinde
güdülen gaye Allah ve Rasulüne (s.a.) imana ulaşmak, Allah'ın dinine ve
peygamberine yardım etmek, Allah'ı tazim edip yüceltmek, sözle onu teşbih edip
sürekli olarak veya günün başında ve sonunda yahut da kendisinde tesbihat
bulunan namazlar da O'nu her türlü noksan sıfatlardan tenzih etmektir.
3- Hudeybiye'de Kureyş'e karşı
savaşmak ve ona yardım etmek üzere Rasulü Ekrem'e (s.a.) biat edenler aslında
Allah'a biat etmişlerdir. Bunun bir benzeri de şu ayet-i cehledir: "Kim
peygamber'e (s.a.) itaat ederse doğrusu o Allah'a itaat etmiştir." (Nisa,
4/80).
Allah Tealâ onların yaptığı biati görmektedir. Dolayısıyla bunun karşılığını
hayır olarak onlara verecektir. Sevap verme hususunda Allah'ın eli ahde vefa
gösterme hususunda onların ellerinin üstündedir. Ayrıca Allah'ın onlara hidayet
nimetini vermesi hakkındaki kudret eli onların itaat etme hakkındaki ellerinin
üstündedir. Allah'ın onlara verdiği nimet onların yaptığı biatten üstündür.
Allah'ın kuvvet ve yardımı da onların kuvvet ve yardımlarından fazladır.
Selefin bu konuda takip ettiği yol, Allah Tealâ'yı yaratılmışlara benzemekten,
cisimlere ait sıfatlar ile kol, bacak gibi organlara sahip olmaktan tenzih
etmekle birlikte "el" diye isimlendirilen şeyin zahirine, yani ilk anlamına
iman etmektir. Onlar bu konuda şunları söylemektedirler: Burada elin hakikatini
bilmek Allah'ın zatının hakikatini bilmekle mümkündür. Halbuki yaratılmış
varlıklar buna asla güç yetiremezler. En doğrusu Kur'an-ı Kerim'de ve sahih
sünnette gelen her şeye tam olarak iman etmek ve işin gerçek bilgisini Allah
Tealâ'ya havale etmektir.
Halef (sonraki) alimleri ise daha önce belagat bahsinde geçtiği gibi kinaye
ve istiare yoluyla "el" (yed) kelimesini, kudret, kuvvet, yardım ve
nimet manalarına tevil etmişlerdir.
4- Kendini sevaptan mahrun
bırakıp cezaya müstahak kıldığı için antlaşmayı bozmanın zararı yine bunu
bozan kişiye dönecektir.
5- Biat ile Allah'a verdiği sözü tutan kişiye Allah ahirette büyük bir mükâfat verecek ve onu cennetine sokacaktır. [25]
11- Geri kalan bedeviler sana diyecekler ki: Bizi mallarımız ve ailelerimiz
alıkoydu. Bu sebeple bizim için Allah'tan af dile. Onlar dilleriyle
kalplerinde olmayan şeyi söylemektedirler. De ki: Allah size bir zarar
gelmesini dilerse veya bir fayda elde etmenizi isterse O'na karşı kimin bir
şeye gücü yetebilir! Hayır, Allah sizin yaptıklarınızdan
12- Aslında siz Peygamber'in ve
mü- minlerin ailelerine bir daha döne- meyeceğini zannetmiştiniz ve bu düşünce kalplerinize çok cazip gelmisti. Kötü
bir zanda bulundunuz ve helâk olmayı
haketmiş bir toplu- luk oldunuz.
13-Kim Allah'a ve Rasulüne iman etmezse gerçekten biz kâfirler için alevli bir ateş hazırladık.
14. Göklerin ve yerin hükümranlığı de azap eder. Allah çok ba
edendir.
15- Siz ganimetleri almaya giderken duunun üzerine onlar şöyle
diyeçeklerdir: Aslında siz bizi kıskam- yorsunuz. Aksine onların anlayışı
Seferden geri kalmış bedevilere
16- Seferden geri kalmış bedevilere de ki: Siz pek yakında çok kuvvetli
bir kavme karşı müslüman oluncaya kadar onlarla savaşmaya
çağırılacaksınız. Eğer itaat ederseniz Allah size güzel bir mükâfat verecektir.
Eğer önceden yüz çevirdiğiniz gibi yine yüz çevirecek olursanız size acı bir
şekilde azap edecektir.
17- (Savaşa katılmamaları yüzünden) köre günah yoktur, topala bir günah
yoktur, hastaya da bir günah yoktur. Kim Allah'a ve peygamberine itaat ederse
Allah onu zemininden ırmaklar akan cennetlere sokar kim de yüz çevirirse ona
çok acı bir şekilde azap eder.
"Allah size bir zarar gelmesini dilerse", sözüyle "veya
bir fayda elde etmenizi isterse" sözünde geçen "fayda" ve
"zarar" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.
"(Savaşa katılmamaları yüzünden) köre bir günah yoktur, topala bir
günah yoktur, hastaya da bir günah yoktur." ayetinde özür sahiplerine savaşa
katılmadıkları için günah olmadığı tekit için tekrar tekrar ifade edilerek
itnab yapılmıştır.
[26]
Medine'nin etrafındaki çöllerde yaşayan ve sefere çıkmayıp "geri
kalan bedevi kabileleri sana diyecekler ki: Bizi mallarımız ve
ailelerimiz" sizinle beraber sefere çıkmaktan "alıkoydu." Çünkü
onlarla ilgili işlerimizi yürütecek hiç kimsemiz yok. Seninle bareber çıkmayıp
geri kaldığımızdan ötürü "bizim için Allah'tan mağfiret dile" Bu,
onların uydurduğu bir yalandır. Ra-sulü Ekrem (s.a.)'in kendileri için istiğfar
etmesini istemeleri kötü bir davranış, gerçek tevbe ve pişmanlıktan uzak
yapmacık bir harekettir. Ayrıca bu onların isyankâr müminler olduklarını açıkça
ortaya koymaktadır.
"Onlar dilleriyle kalplerinde olmayan şeyi söylemektedirler."
Bununla Allah Tealâ ileri sürdükleri mazeretlerinde ve Rasulü Ekrem'in (s.a.)
kendileri için istiğfar etmesini istemelerinde yalancı olduklarını ortaya koymuştur.
Yani onlar zahirde Rasulullah (s.a.)'ın kendileri için istiğfar etmesini
istemektedirler. Ayrıca ileri sürdükleri mazeretleri gerçek dışı olduğu için
onlar yalancıdırlar.
"Allah size bir zarar gelmesini dilerse veya bir fayda elde elde
etmenizi isterse O'na karşı kimin bir şeye gücü yetebilir!" Bu söz
olumsuzluk manasında soru cümlesidir. Yani Allah'ın iradesi gereği takdir
ettiği şeyin size ulaşmasına hiç kimse engel olamaz. Burada zarardan maksat
öldürülme, hezimete uğrama, hor ve hakir kılınma, kötü hal gibi cana, mala ve
aileye isabet eden şeylerdir. Fayda ise canı, malı ve aileyi korumayı sağlayan
şeylerdir.
"Aksine Alah Tealâ sizin yaptıklarınızdan habedardır." Yani
önceden böyle olduğu gibi halâ da bu vasıfla muttasıftır. Dolayısıyla seferden
geri kalmanızı ve bundaki maksadınızı da çok iyi bilmektedir. "Bel:
aksine" ke-
limesi bir maksattan başka birine intikal için kullanılmaktadır.
"Aslında siz Peygamber (s.a.)'in ve müminlerin ailelerine bir daha
dönmeyeceklerini zannetmiştiniz." Güya sizin zannınıza göre müşrikler onları
toptan helak edecekti. Bu şekilde siz "kötü bir zanda bulundunuz ve helak
olmayı hak etmiş bir topluluk oldunuz." Yani müslümanlarm müşrikler
tarafından toptan helak edileceğini zannetmek, akide bozukluğu ve kötü niyet
sebebiyle Allah katında helak olmuş bir topluluk oldunuz.
"Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır." Onu istediği
gibi düzenleyerek idare eder. "Dolayısıyla dilediğini bağışlar ve
dilediğine de azap eder." Onun bir şeye yapmak veya yapmamak mecburiyeti
yoktur. "Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." Yani Allah
Tealâ sürekli olarak bu sıfatlara sahiptir. Mağfiret ve rahmet onun
zatındandır. Müslim'in Ebu Hüreyre'den rivayet ettiği bir kudsî hadiste şöyle
varit olmuştur: "Rahmetim gazabımı geçmiştir."
"Siz ganimetleri almaya giderken, sefere katılmayanlar
diyeceklerdir ki bırakın da" ganimetlerden almak için "sizinle
beraber gelelim." Burada ifade edilen ganimetler Hayber'de elde edilen
ganimetlerdir. Zira Rasulul-lah (s.a.) hicretin altıncı yılı Zilhicce ayında
Hudeybiye'den dönmüş ve Zilhiccenin geri kalan kısmıyla Muharrem ayının
başlarında Medine'de ikamet etmiş, sonra da Yahudilerin sürekli tekrarlanan
taşkınlıkları sebebiyle Hudeybiye'ye katılan ashabıyla birlikte Hayber'e hücum
etmiş ve orayı fet-hetmiştir. Savaş sonunda ganimet olarak birçok mal elde
edilmiştir. Rasu-lü Ekrem (s.a.) bu ganimetleri Hudeybiye'de bulunanlara tahsis
etmişti.
"Onlar Allah'ın sözünü değiştirmek istiyorlar." Allah Tealâ
Hudeybiye'de bulunanlara Mekke'den elde edilecek ganimetlere karşılık Hayber'in
ganimetlerini vaadetmişti. Allah'ın dinine ve Peygamberi'ne (s.a.) yardım
etmeksizin bedeviler ganimetlere ortak olmayı istemektedirler.
"De ki: Bizimle asla gelemezseniz." Bu söz yasaklama
manasında olumsuzluk ifade eder. "Daha önce Allah böyle buyurdu."
Yani Hayber seferine çıkmak için gerekli hazırlığı yapmadan ve Hayber'den
dönmeden önce de Allah bunları söylemişti.
"Bunun üzerine onlar şöyle diyecekler: Aslında siz bizi"
sizinle beraber ganimetlerden pay almamızı "kıskanıyorsunuz."
"Aksine onların anlayışı çok kıttır." Onlar dinî meselelerden
değil de sadece dünya işlerinden anlamaktadırlar. "Aksine onların anlayışı
çok kıttır. " sözüyle Allah Tealâ onların bu görüşünü reddetmiş ve
onların dinî meselelerde cehalet içinde bulunduklarını ortaya koymuştur.
"Seferden geri kalmış bedevilere de ki:" Sefere çıkmayıp geri
kalmanın çirkinliğini hissettirmek ve bunu şiddetle yermek için bedevileri
defalarca bu vasıfla zikretmiştir. "Siz pek yakında çok kuvvetli bir kavme
karşı Müslüman oluncaya kadar onlarla savaşmaya çağırılacaksınız." Yani
iki şeyden biri olacaktır. Ya savaş ya da İslâm; başkası değil. Onlarla savaşma
hususunda "eğer itaat ederseniz Allah size güzel bir mükâfat" yani
dünyada ganimet ahirette cennet "verir."
"Daha önce de yüz çevirdiğiniz gibi yüz çevirecek olursanız"
bu büyük günahınız yüzünden "size acı bir şekilde azap edecektir."
Sefere katılmamaları yüzünden "köre... günah yoktur." Burada
Allah Te-alâ seferden geri kalmayı bazı cezalarla tehdit edince kör, topal ve
hasta gibi özür sahiplerini bu tehditin dışında tutarak onlardan günahı
kaldırmıştır.
"Kim Allah'a ve Peygamberi'ne (s.a.) itaat ederse Allah onu
zemininden ırmaklar akan cennetine sokar." Allah rahmeti gazabını
geçtiğinden va-adindeki üstünlük ve fazlalığı anlatmak için vaadedilen
hususları tafsilatlı bir şekilde zikretmiş, tehditlerini ise anahatlanyla ifade
etmiştir.
"Kim de yüz çevirirse ona çok acı bir şekilde azap eder."
Vaadedilen şeyleri tafsilatlı bir şekilde anlattıktan sonra bu genel ifade
getirilmiştir. Çünkü azapla korkutmak cennetle itaata teşvik etmekten daha
tesirlidir.
[27]
"Köre günah yoktur..." ayetinin (17. ayet) nüzul sebebiyle
ilgili olarak İbni Abbas şöyle söylemektedir: "Eğer önceden yüz
çevirdiğiniz gibi yüz çevirecek olursanız..." ayeti nazil olunca kör,
topal vb. sakatlar ile hastalar: "Bizim durumumuz ne olacak ya Rasulullah?
diye sordular. Bunun üzerine "Köre günah yoktur..." ayeti nazil oldu.
[28]
Münafıkların durumunu beyan ettikten sonra Allah Tealâ sefere katılmayanların
durumunu açıklamıştır. Bazı bedevi kabileleri hezimete uğrayacakları
düşüncesiyle Peygamber (s.a.) ile sefere çıkmaktan çekindiler. Allah Tealâ
onların üç durumunu zikretmiştir:
1-
Hudeybiye seferine
katılmamalarına mallan ve aileleriyle meşgul olmalarını mazeret gösterdiler.
2- Hayber'de elde edilen
ganimetlere ortak olmayı istediler.
3- Çok kuvvetli bir kavme
karşı savaşmaya çağınldılar.
Sonra Allah Tealâ özür sahiplerini cihadı terk hususunda diğerlerinden
istisna etmiştir.
[29]
"Sefere çıkmayıp geri kalan bedeviler sana diyecekler ki: Bizi
mallarımız ve ailelerimiz (bundan) alıkoydu. Bu sebeple bizim için Allah'tan
af dile." Allah Tealâ Rasulü Ekrem'e (s.a.), Hudeybiye yılında umre yapmak
gayesiyle Mekke'ye yola çıktığı zaman ailelerinin yanında kalmayı ve onlarla
meşgul olmayı tercih edip kendisi ile yola çıkmayanların ileri sürdükleri
mazeretlerini haber vermiştir. Bu sefere çıkmayan bedevi kabileleri Medine'nin
çevresinde yaşayan Eşlem, Cuheyne, Müzeyne, Gıfar, Esca ve ed-Dil
kabileleridir. Rasulü Ekrem (s.a.) ile beraber bulunmaktan geri bırakıldıkları
için Allah Tealâ bu kimseler hakkında "Muhallefûn" ifadesini kullanmıştır.
Zira muhallef terkedilmiş, geride bırakılmış manasına gelmektedir.
Kur'an'ın gaybtan verdiği bu haber vakıaya uygun olduğu için bu ayet
Kur'an'ın mucize olduğunu ispat etmektedir.
Mallarıyla ve aileleriyle meşgul olmayı mazeret olarak ileri sürmüşler,
isyan ve emre muhalefet sebebiyle işledikleri ettikleri günahlarından değil de
sırf bu meşguliyet sebebiyle sefere katılmamaktan meydana gelen günahlarını
Allah'ın bağışlaması için Rasulü Ekrem'den (s.a.) kendileri için istiğfar
etmesini istemişlerdir. Zaten bu telepleri sadece laftan ibarettir. Gerçekten
inandıkları için değil de aksine takıyye ve yapmacık bir tavır olarak böyle
davranmaktadırlar. Bu yüzden Allah Tealâ "Onlar dilleriyle kalplerinde
olmayan şeyi söylemektedirler." sözüyle onları reddetmiş ve yalanlamıştır.
Bu sözün manası şudur: Onların ileri sürdüğü mazeretleri doğru değildir. Bunu
dilleriyle söyleyerek yapmacık bir tavır ortaya koymaktadırlar. Kalplerinin
derinliklerinde ise Hz. Muhammed (s.a.)'in ve ashabın hezimete uğrayacağına
inanmakta, Kureyş, Sakif, Kinane ve Mekke yakınlarındaki Ehabiş kabileleri ile
savaşmaktan korkmaktadırlar. Allah Te-alâ'nın "Aslında siz Peygamber'in ve
müminlerin ailelerine bir daha dönmeyeceğini zannetmiştiniz." sözü bunun
delilidir.
"(Habibim) de ki: Allah size bir zarar gelmesini dilerse veya bir
fayda elde etmenizi isterse O'na karşı kimin bir şeye gücü yetebilir. Hayır
Allah sizin yaptıklarınızdan haberdardır." Yani ey Peygamber! Onlara de
ki: Allah'ın sizin hakkınızda istediği hayır veya şerrin size gelmesine kim
engel olabilir? Münafıklık yapsanız da, yapmacık davransanız da Allah'ın sizin
hakkınızda dilediği şeyi geri çevirmeye hiç kimse muktedir olamaz. Bu, ister
malların zayi ve ailenin helak olması gibi bir zararın indirilmesi, isterse
zafer ve ganimet gibi bir faydanın gerçekleştirilmesi olsun farketmez.
Aksine sefere katılmamanız sizin ileri sürdüğünüz mazeretlerden dolayı
değildir. Allah Tealâ yaptığınız işlerin tamamından haberdar olduğu için bu
seferden geri kalmanızın sebebini de çok iyi bilmektedir. Mal ve aileler ile
meşgul olduğunuz için değil de siz asıl şüphe, münafıklık, adilik, kötü inanç,
Kureyş ve yandaşlarından korkmanız ve Allah'a güvenmemenizden doğan kötü
düşünceleriniz yüzünden bu sefere çıkmadınız.
Allah Tealâ "Aslında siz Peygamber'in ve müminlerin bir daha
ailelerine dönmeyeceğini zannetmiştiniz. Bu düşünce kalplerinize çok da cazip
gelmişti. Kötü bir zanda bulundunuz ve helak olmayı haketmiş bir topluluk
oldunuz." buyurarak bunların çirkinlik ve kötülüklerini ortaya koymuştur.
Mana şudur: Sizin bu sefere katılmayıp geride kalmanız ne mazereti olan bir
kişinin fiiline ne de isyankâr bir şahsın yaptığına benzer. Aksine münafıklığınız
sizi geri bırakmıştır. Siz düşmanın müminleri öldürüp kesin olarak yok
edeceğine, dolayısıyla onlardan hiçbirinin ailelerine asla dönmeyeceğine
inanmıştınız. Şeytan da bu düşünceyi kalplerinizde süsleyip cazip hale
getirince hemen onu kabul ettiniz. Allah'ın peygamberine yardım etmeyeceğini
düşündünüz. Böylece Allah nezdinde helak olmuş bir kavim oldunuz. Bu
yaptığınız yüzünden hiçbir hayra lâyık olmadığınız gibi şiddetli azabı da hakettiniz.
Sonra Allah Tealâ "Kim Allah'a ve Rasulüne iman etmezse gerçekten
de biz kâfirler için alevli bir ateş hazırladık." buyurarak kâfirlere
verilecek cezayı haber vermiştir. Yani kim sefere katılmayıp Medine'de kalan bu
bedeviler gibi Allah'ı ve Rasulünü (s.a.) gönülden tasdik etmez ve hem dışa
akseden davranışlarında hem de gönlünde sırf Allah rızasını umarak amel
etmezse, bunun cezası olarak Allah onlar için çok şiddetli bir ateş hazırlamıştır.
Daha sonra Allah Tealâ "Göklerin ve yerin hükümranlığı
Allah'ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine de azap eder. Allah çok bağışlayan
ve çok merhamet edendir." buyurarak her şeyi şamil olan kudretinin
sahasını beyan etmiştir. Ayetin manası şöyledir: Göklerin ve yerin ahalisi
hakkında mutlak olarak tasarruf etme yetkisi sadece Allah'a aittir. Onlar
hakkında istediği gibi tasarruf eder. Onun hükmünü geri çevirecek, takdir
ettiğini kusurlu görüp düzeltecek hiç kimse yoktur. Allah kendi yarattığı
varlıkların hiçbirine muhtaç değildir.
Dilediği kimselerin günahlarını affeder. İnkârı ve masiyeti sebebiyle
de istediği kimselere ateşle azap eder. Allah Tealâ tevbe eden kulların günahlarını
sürekli olarak bağışlayıcı, bütün mahlukâta da çok merhamet edicidir. Ancak,
mağfiret ve rahmetini dilediği kimselere tahsis eder.
Burada ıslah olmaya umumi bir teşvik, sefere iştirak etmeyen bu bedeviler
ve onlar gibi günahkâr olanları tevbe etmeye, Allah'ın emrine dönmeye, Rasulü
Ekrem (s.a.)'e itaat etmeye teşvik vardır.
Yine Allah biat edenleri kendi iradesiyle bağışlayacağını, diğerlerine
ise azap edeceğini açıkça beyan etmiştir. Allah'ın mağfiret ve rahmeti çok
geniş ve şümullü, tam ve mükemmeldir.
[30]
Allah Tealâ aile ve mallarıyla meşgul oldukları iddiasıyla
Hudeybi-ye'ye katılmayan bedevilerin yalan söylediklerini, ganimet elde etmeyi
umdukları, Hayber seferine Rasulü Ekrem (s.a.) ile birlikte gitmek istemeleri
deliliyle açıkça ortaya koymuştur.
Bu hususta Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Siz ganimetleri almaya
giderken (önceki) sefere katılmayanlar diyeceklerdir ki: Bırakın da sizinle
beraber gelelim." Ayetin manası şöyledir: Ey müslümanlar! Siz Hayber'de
elde edilen ganimetleri almaya giderken Hudeybiye umresinde Rasulul-lah'ı
(s.a.) bırakıp Medine'de kalan şu bedeviler diyeceklerdir ki: "Bırakın da
sizinle beraber Hayber savaşında bulunalım." Zira onlar Allah Tealâ'nın
müslümanlara Hayber fethini vaadettiğini ve orada elde edilen ganimetleri
Hudeybiye'de bulunanlara tahsis ettiğini bilmektedirler.
Kısaca, onların mazeret olarak ileri sürdükleri meşguliyetleri doğru
olsaydı Rasulullah (s.a.) ile Hayber'e gitmeyi talep etmezlerdi.
"Onlar Allah 'm sözünü değiştirmek istiyorlar." Yani bu
bedeviler Allah'ın Hayber ganimetlerinin Hudeybiye'de bulunanlara tahsis
edilmesine dair yaptığı vaadin değişmesini istemektedirler. Allah Tealâ
Rasulüne (s.a.), Hudeybiye'de bulunan ashabı dışında hiç kimsenin kendisiyle
beraber Hayber'e gitmemesini emretmiş, Hayber ganimetlerini sadece Hudeybiye
ehline vaadetmiştir. Hudeybiye ye gelmeyen bedevilerden hiç kimse ganimetler
hususunda onlara ortak olamaz. Bunun dışında başka bir hüküm verilemez ve yeni
bir takdir yapılamaz.
Sonra Allah Tealâ "De ki: Bizimle asla gelemezsiniz. Daha önce
Allah Tealâ böyle buyurmuştur." diyerek onların Rasulullah (s.a.) ile
Hayber'e gidemeyeceği kararını açıkça ortaya koymuştur. Bu sözün manası
şöyledir: Ey Peygamber! Onlara açıkça şunu söyle: Siz asla bizimle Hayber'e
gelemezsiniz. Hudeybiye'den Medine'ye dönünce Allah Tealâ bize Hayber ganimetlerinin
özellikle Hudeybiye ehline ait olduğunu başkalarının onda bir payı
bulunmadığını haber vermiştir.
Bunun bir benzeri de şu ayettir: "Şayet seni Allah Tealâ onlardan
bir kavme tekrar döndürür de (seninle beraber) çıkmak için senden izin isterlerse
de ki: Benimle beraber asla çıkmayacaksınız ve düşmana karşı benimle beraber
asla savaşmayacaksınız. Çünkü siz birinci defa (Tebuk seferinde) evinizde
oturup kalmaya razı oldunuz. Simde de arkada kalanlarla (çocuk ve kadınlarla)
beraber oturun." (Tevbe, 9/83)
Daha sonra da Allah "Bunun üzerine onlar diyeceklerdir ki: Aslında
siz bizi kıskanıyorsunuz." sözüyle bedevilerin bunu kabul etmeyip reddettiklerini
haber vermiştir. Yani Hudeybiye'ye katılmayan bedeviler Hudeybiye ehlinden bu
sözü işitince şöyle diyeceklerdir: Aslında siz bizim ganimetlere ortak
olmamızı çekemiyorsunuz. Sizinle beraber gelmemize müsa-de etmeyişinizin tek
sebebi kıskançlıktır.
Bedevilerin bu itirazlarına Allah Tealâ şu sözüyle cevap vermiştir:
"Aksine onların anlayışı çok kıttır." Yani gerçek, onların
iddia ettiği gibi onların ganimetten pay almasına karşı kıskançlık duymanız
değildir. Aksine onların anlayışı çok kıt olduğu için bütün bunlar meydana
gelmiştir. Burada kastedilen mana şudur. Onlar dünya işlerini bilseler ve
anlasalar bile, Allah için cihad etmek, kötü niyeti ıslah etmek ve iman
davasında sadık olmak gibi din ile alâkalı şeylerden de hiç anlamazlar.
İşte bu ayet, onların Allah'ın hükmünü bozmaya çalışmaları ve müminleri
kıskançlıkla itham etmelerinin cehaletten, anlayış ve düşünce kıtlığından
kaynaklandığına ve onların dünyalık dışında hiçbir şey bilmeyen maddeci bir
topluluk olduğuna delâlet etmektedir.
Şayet onlar müminlerle ortak olma isteğinde samimiyseler gerçek özür
sahipleri hariç Allah onları savaşa çağırmıştır. Onların Rasulullah'a (s.a.) ve
iman edenlere karşı samimiyet ve sadakatlerini ispat etmek için cihad
meydanının geniş ve devamlı açık bulunduğunu Allah Tealâ şu aye-tiyle
açıklamıştır:
"(Hudeybiye'ye) seferden geri kalmış bedevilere de ki: Siz pek
yakında kuvvetli bir kavme karşı onlar müslüman oluncaya kadar savaşmaya çağırılacaksınız."
Yani ey Peygamber (s.a.)! Sefere katılmayıp geride kalan şu Bedevilere İslâm
saflarına gereğince ve sadakatle bağlanmak istiyorlarsa şöyle söyle: Yakında
güçlü kuvvetli ve çetin bir kavme karşı cihada çağırılacaksınız. Onları iki
şeyden birini tercih hususunda serbest bırakın: Ya savaşmayı ya da müslüman
olmayı tercih edebilirler. Tercih edebilecekleri üçüncü bir durum söz konusu
olamaz. Müslümanlarla aralarında cizye vs. antlaşma olmayan kâfirlerin hükmü
işte budur. Bu hüküm Arap ve Arap olmayan müşrik ve mürtedlere de şamildir.
Müfessirler müslümanların savaş ile emrolunduğu bu kavmi kötüleme
konusunda dört görüş zikretmişlerdir:
1-
Huneyn savaşının yapıldığı
esnadaki Hevazin ve Gatafan kabileleridir. Onlarla Mekke fethinden sonra
Hicretin sekizinci yılı savaş yapılmıştır.
2-
Sakif kabilesidir.
3-
Müseylemetü'l-Kezzabın
adamları, Yemame savaşına katılanlar ve Beni Hanife'dir. Onlarla Ebu Bekir
Sıddık'in (r.a.) hilâfeti zamanında sava-şılmıştır. Müfessirlerin çoğu
müslümanların kendileriyle cihada çağrılacağı kavmin Beni Hanife ve Hz. Ebu
Bekir'in savaştığı dinden dönen topluluklar olduğu görüşündedirler. Zira Allah
Tealâ "Onlarla müslüman oluncaya kadar savaşmaya çağırılacaksınız."
buyurmaktadır. Kendileri hakkında ya İslâm'a girmek veya savaş dışında herhangi
bir muamele kabul edilmeyenler mürtedler ve Arap müşrikleridir. Arap olmayan
diğer milletlere mensup müşrikler, Ehl-i Kitap ve mecusilerden Ebu Hanife'ye
göre cizye kabul edilir. İmam Şafi'ye göre ise cizye sadece Ehl-i Kitap ve
mecusilerden kabul
edilir, Arap olsun olmasın müşriklerden kabul edilmez. 4- İranlılar,
Rum ve Bizanslılar ile putperestlerdir.
İbni Cerir demiştir ki: "Bu kavmin kimler olduğunu tayin ve
tesbite ne aklî ne de naklî bir delil getirilemez. Bu sebeple biz tayin ve
tasbite hacet olmaksızın bu konuyu olduğu şekliyle bırakıyoruz."
Daha sonra Allah Tealâ "Eğer itaat ederseniz size güzel bir
mükâfat verecektir. Yok önceden yüz çevirdiğiniz gibi yine yüz çevirecek
olursanız size acı bir şekilde azap edecektir." buyurarak itaat etmeleri
durumunda onlara sevap vereceğini vaadetmiş, isyan etmeleri halinde ise onları
azapla tehdit etmiştir. Ayete göre mana şudur: Eğer bu davete icabet edip
cihada çıkar ve vazifelerinizi yerine getirirseniz Allah size güzel bir sevap
verecektir ki o da dünyada bol ganimet, ahirette ise cennettir.
Eğer daha önce Hudeybiye zamanında çağırıldığınız halde geri kalmak
suretiyle yüz çevirdiğiniz gibi yüz çevirecek olursanız günahınız büyük olduğu
için dünyada öldürülme, esaret ve kahr u perişanlıkla, ahirette cehennem
azabıyla size çok acı ve elem verici bir şekilde azap edecektir.
Allah Tealâ gerçekten mazereti olanları cihad farizasından ve cihada
katılmamaya bağladığı tehditten istisna etmiştir. Allah Tealâ bu konuda şöyle
buyurmaktadır:
"(Sefere katılmamaları yüzünden) köre günah yoktur, topala bir
günah yoktur, hastaya da bir günah yoktur." Yani ister körlük, sürekli
topallık, isterse sonradan ortaya çıkmış hastalık gibi özür ve mazeretlere
sahip olanlara güç ve kudretleri olmadığı için cihada katılmamak hususunda
günah yoktur. Özürü sürekli olduğu için ayette âmâ topaldan önce
zikredilmiştir.
Mukatil şöyle demiştir: Ayette istisna edilen özür sahipleri Hudeybiye'ye
katılmayan sakatlardır. Allah Tealâ onların özürlerini kabul etmiştir.
Sonra da Allah Tealâ cihada Allah ve Rasulüne (s.a.) itaata teşvik etmek
için şöyle buyurmuştur: "Kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse Allah
onu zemininden ırmaklar akan cennete sokar, kim de yüz çevirirse ona çok acı
bir şekilde azap eder." Yani ihlas ve samimiyetle Allah ve Rasulüne (s.a.)
itaat edip de Allah'ın dinini yüceltmek ve onu müdafaa etmek için müminlerle
birlikte cihad eden kimseyi Allah Tealâ, ahirette köşklerinin zemininden suyu
bembeyaz parlayan va tatlı tatlı dökülen nehirlerin aktığı cennete sokar,
Allah'a itaat etmeyi kabul etmeyip Allah ve Rasulüne (s.a.) isyan edene de
Allah Tealâ, dünyada onu zillet içinde bırakmak, ahirette ise cehennem
ateşinde yakmak suretiyle elem verici bir şekilde azap eder.
Allah Tealâ, peygamberden sadece birine itaat etmek aslında diğerine
itaat olmasına rağmen burada görülmeyen ve kelâmı işitilmeyen Allah Te-alâ'ya
itaatin ne olduğunu beyan etmek için hem Allah'a hem de Peygamber'e itaatin
ikisi birlikte zikredilmiştir. Allah Tealâ sanki burada şöyle demek
istemiştir: Allah'a itaat Rasulü Ekrem'e (s.a.) itaat etmekle olur, O'nun sözü
de yine Rasulullah'tan (s.a.) duyulur.
[31]
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve
Hikmetler:
Ayetlerde savaşa katılmayan bedevilerin üç durumu haber verilmektedir:
1- Mallarıyla ve aileleriyle
meşgul olmalarını mazaret göstermeleri. Onların bu hali şu hususları
göstermektedir.
a)
Medine'nin çevresinde
yaşayan bir grup bedevinin ileri sürdüğü mazaretler çok zayıf ve sathidir.
Rasulullah (s.a.) yolculuğunun harp için olmadığını insanlara bildirmek için
ihram giydi ve yanında koyun vb. kurbanlık götürdü. Bedeviler ağır davranarak
bu sefere iştirak etmediler ve ailelerine ve mallarına bakacak kimseleri
olmadığından bunlarla meşgul olduklarını gelmemelerine gerekçe gösterdiler.
Bunun üzerine onlar hakkında ayet nazil oldu ve onlar "muhallefîn"
yani terkedilmişler olarak isimlendirildiler.
Bedeviler zayıf bir mevkide olduklarını anladılar ve Rasulullah'a
(s.a.) "Bizim için mağfiret dile!" dediler. Yani biz her ne kadar
mazeret göstersek de kötü bir durumda olduğumuzu kabul ediyoruz. Bu yüzden
bizim için Allah'a istiğfar et de sefere katılmadığımız için bizi affetsin.
b)
Allah Tealâ onların kötülük
ve çirkinliklerini açığa çıkarmış ve kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle
söylüyorlar diye onları yalanlamıştır. İşte bu, tam bir münafıklıktır. Onlar
münafık bir topluluk oldukları için daha önce geçen "münafık erkek ve
münafık kadınlara... azap etmek içindir. " (6. ayet) ayetinde ifade
edilen azap tam bunlara uygun düşer.
c) Bedeviler, Rasulü Ekrem
(s.a.) ile sefere katılmamak kendilerinden zararı defeder ve kendilerine o an
için bir fayda temin eder zannetmişlerdi. Allah Tealâ onların bu tahminlerini
de reddetmiştir. Kısaca bu reddin ihtiva ettiği düşünce şudur: Allah Tealâ'nm
kulları hakkında murat ettiği hayır veya şerri gidermeye hiç kimsenin gücü
yetmez.
d) Allah Tealâ onların ileri
sürdüğü iddiaları tahkir etmiş onların kötü hallerini ortaya koymuş, kötü ve
çirkin tahminlerini açığa çıkarmıştır. Zira onlar "Muhammed (s.a.) ve
ashabı çok azdır. Dolayısıyla bir daha geri dönemezler." demişler ve
Rasulü Ekrem (s.a.) ile müminlerin öldürüleceğini, tamamen yok edileceğini ve
ailelerine bir daha asla dönemeyeceklerini iddia etmişlerdi. Şöyle diyorlardı:
Medine'nin kapısında onlarla savaşan Mekkeliler müslümanlar kendi beldelerine
girdiğinde ve onları kuşattığında hiç savaşmazlar mı?
Şeytan, münafıklığı onların gönüllerine cazip göstermiştir. Bu yüzden
de Allah Tealâ'nın Rasulüne (s.a.) yardım etmeyeceği şeklinde çok kötü
bir zan ve tahminde bulundular. Böylece münafıklığı, sui zannı ve yanlış değerlendirmeyi
bir araya getirmişlerdir.
İşte bütün bunlar sebebiyle Allah, onların helak olmuş, hiçbir şeyi düzgün
olmayan bozuk bir kavim olduklarına dair hükmünü haber vermiştir.
e) Allah Tealâ onları cehennem
azabıyla tehdit etmiş ve onların münafıklıkları sebebiyle kâfir olduklarını
beyan etmiştir.
f)
Allah semalarda ve
yeryüzünde yaşayan mahlukâtı üzerindeki mutlak tasarruf ve idaresi sebebiyle
sahip olduğu üstün kudretini haber vermiştir. Allah Tealâ kullarından
hiçbirine muhtaç değildir. İman edenlere mükâfat vermek inkâr eden ve asi
olanlara da ceza vermek için onları ci-had vb. sorumluluklarla imtihan
etmektedir.
2- Hudeybiye'ye katılmayan
Bedevilerin Hayber'e gitmek istemeleri. Bu olay onların şu özelliklerine işaret
eder:
a) Onlar kalın kafalı, cahil
ve yalancı bir topluluktur. Daha önce sefere katılmamaya mallarıyla va
aileleriyle meşgul olmalarını mazaret göstermişlerdi. Şimdi ise nasıl birlikte
Hayber'e gitmek istiyorlar?
b) Onlar materyalist bir
kavimdir. Korku, tehlike ve savaşma ihtimali bulunan yerlerden şiddetle
kaçmakta ve Hayber Yahudileri'nin zayıf olduğunu hissetiklerinde ise ganimet
elde etmeyi şiddetle arzu etmektedirler.
c) Onlar kâfir bir
topluluktur. Allah'ın sözünü, hükmünü, takdirini ve Hudeybiye ehline yaptığı
vaadini değiştirmek istiyorlar. Zira Allah Tealâ Hudeybiye'den sulh yaparak
döndükleri zaman Mekke fethine karşılık olarak Hayber ganimetlerini sadece
onlara takdir etmiştir.
d) Onlar toplumdan dışlanmayı
ve tecrit edilmeyi hak etmiş bir topluluk oldukları için Allah Tealâ onların
diğer müslümanlar ile Hayber'e çıkamayacaklarına hükmetmiştir.
e) Kin ve haset barındırdığı
için onların kalpleri hastadır. Başkalarına kin besleyen veya haset eden kişi
onları da kendisi gibi zanneder. Bundan dolayıdır ki kendilerinin ganimetten
pay almalarını çekemiyorlar diye müslümanları yalan ve iftira ile itham etmeye
çalışmaktadırlar. Belki de bunu Rasulullah'ın (s.a.) şu sözünden
çıkarmışlardır: "Gelirseniz size mani olmayız ancak size ganimetten pay
yoktur." Rasulullah'ın (s.a.) bu sözünden sonra, "Bu bir
kıskançlıktır." demişlerdir. Onların bunu söylemeleri üzerine müslümanlar
Allah Tealâ "Bunun üzerine onlar şöyle diyecekler: Aslında siz bizi
kıskanıyorsunuz." buyurarak, bu bedevilerin ne söyleceğini daha
Hudeybiye'de iken haber vermiştir, demişlerdir.
f) Onlar anlayışı olmayan bir
kavimdir. Zira her ne kadar dünya işlerini bilseler de cihadı terketmeleri
sebebiyle dini konularda hiçbir şey bilmiyorlar veya bu konulardaki bilgileri
çok azdır.
3- Gelecek savaşların onlar
için tecrübe alanı olması. Bundan da şu neticelere ulaşılır:
a) Allah Tealâ onların yalan
söylediğini daha açık ortaya koymak, kötülüklerini daha ziyade ortaya çıkarmak
için cihad meydanının açık bulunduğunu, dolayısıyla gerçek müslüman iseler pek
güçlü ve kuvvetli bir kavimle karşılaşmada kendilerini denemeleri gerektiğini
haber vermiştir.
b) Allah Tealâ onların önüne
emel kapısını açmış; Allah'a ve Rasulüne (s.a.) itaat etmeleri ve gerçek manada
cihad etmeleri durumunda onlara dünyada nusret ve ganimet, ahirette ise cenneti
vereceğini, Hudeybiye'de yaptıkları gibi ileride de cihaddan kaçmaları halinde
ise cehennem ateşiyle çok acı bir şekilde onlara azap edeceğini açıkça ifade
etmiştir.
Müfessirlerden bazıları "Siz pek yakında kuvvetli bir kavme karşı
... çağırılacaksınız." ayetini Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer'in hilafetinin
doğruluğuna delil getirmişlerdir. Zira onları Hz. Ebu Bekir Beni Hanife ile savaşmaya,
Hz. Ömer de Bizan ve İran ile savaşmaya çağırmıştır.
"Müslüman oluncaya kadar onlarla savaşmaya çağırılacaksınız"
aye-tiyle de kendilerinden cizye kabul edilmeyenlerin hükmünü çıkarmışlardır.
Arap müşrikleri ile mürtedlerden cizye kabul edilmez. Onlar hakkında tercih
edilecek muamele savaş veya onların müslüman olmaları şartına bağlanmıştır.
Üçüncü bir muamele söz konusu değildir.
Fıkıh alimleri "(Sefere katılmamaları yüzünden) köre günah
yoktur..." ayetinden özürlü ve sakatların farz olan cihaddan muaf
oldukları hükmünü çıkarmışlardır. Kör, sürekli topal olan kimse, müzmin bir
hastalığa yakalanan veya evden çıkmasına mani olan bir hastalığa müptelâ olmuş
kimse iyileşinceye kadar cihaddan muaftır. Özür ya tamamen güç ve kuvvetin
bozulması veya her hangi bir organın sakatlanması sebebiyle meydana geldiği
için, burada Kur'an nassı sadece bu üç zümre üzerinde durmaktadır. Diğer
maniler bunlara kıyas edilerek tespit edilebilir. Silahların devlet tarafından
verilmediği gönüllü olarak yapılan cihad halinde silah bulmaya engel olan
fakirlik, çocuk ve hasta gibi zayıf ve ihtiyaç sahipleriyle meşgul olmak vb.
İslâm fıkhında bilinen şeyler, burada cihaddan muaf tutulmayı gerektiren
sebeplere misal gösterilebilir.
İslâm hukukçuların tespitine göre cihada katılmaya engel olan özürlerde
mani ya hissî veya hükmî bir acizlik olmalıdır.
1- Küçüklük, delilik,
kadınlık, savaşa katılmaya engel olan hastalık, açıkça görülen topallık, ruhî
sıkıntı ve savaş alet ve silahlarını temin edememek vs. maniler hissî acizlik
çeşitlerindendir.
2-
Kölelik, alacaklı izin
vermezse vadesi gelmiş borç ve müslüman ebeveynin izin vermemesi de hükmî
acizlik nevilerindendir.
Allah Tealâ'nm "Kim Allah'a ve Peygamber'ine (s.a.) itaat ederse
Allah onu zemininden ırmaklar akan
cennete sokar." ayeti cihada teşvike ve cihadı terketmekten sakındırmaya
delâlet eder. Zira Allah Tealâ kendisine ve Rasulüne (s.a.) itaat edip Allah
yolunda cihad edeni zemininden nehirler akan cennete sokacak, cihada iştirak
etmekten yüzçeviren kimseye de büyük günah işlediği ve İslâm toplumuna zarar
verdiği için çok elem verici bir şekilde azap edecektir.
Cihad düşmanı defetmenin, İslâm topraklarına saldıranları kovmanın,
onların eza ve cefalarından kurtulmanın tek yoludur. İzzetli ve şerefli olmak,
bağımsızlığı korumak, milletin ve vatanın mukaddesatını himaye etmek ve ümmetin
yapısını muhafaza etmenin tek yoludur. Şayet cihad olmasaydı milletler
kaybolur, dinler ve değer yargıları ortadan kalkar, toplumlar erir, halklar ya
ilelebed veya uyanışa geçinceye, başındaki zillet tozlarını silkinceye kadar
zillet, aşağılık ve esaret içinde kalırdı.
İşte bu sebeple Allah Tealâ nefislere çirkin gelse de gerçek imana sahip
olanlar ile mükellefiyetlerin zorluk ve meşakkatlerine karşı sabırlı olanları
ayırt etmek ve insanları imtihan edip iyilik veya kötülük olarak yaptıkları
amellerin karşılığını vermek için müminlere cihad etmeyi farz kılmıştır.
Cihad İslâm'ın zirvesi ve ebedî cennete götüren bir yoldur. Allah yolunda
şehid olanlar Rableri katında rızıklandırılır. Onlar peygamberler ve
sıddıkların bulunduğu makamdadırlar, işte onlar ne güzel arkadaştır!
[32]
Beyatü'r-Rıdvan'da
Bulunanların Mükafatı:
18, 19- Andolsun ki Allah, ağacın altında sana biat ediyorlarken
müminlerden razı olmuştur da kalplerındekını bildiği için üzerlerine manevi bir
kuvvet indirmiş ve onları yakın bir fetih ve elde edecekleri birçok
ganimetlerle mükafatlandırmıştır. Allah mutlak galiptir, yegane hüküm ve
hikmet sahibidir.
Belagat:
"sana biat ediyorlarken..." cümlesinde biatleşmenin
zihinlerde canlandırılması için geçmiş zaman kipi yerine şimdiki zaman
manasına gelen muzari kipi kullanılmıştır.
[33]
Kelime ve İbareler:
"Andolsun ki Allah ağacın altında sana biat ediyorlarken"
Onlar Rasu-lullah'a Kureyş ile savaşmak, onlardan kaçmamak ve ölümden korkmamak
üzere biat ediyorlarken Hudeybiye'ye iştirak eden "müminlerden razı olmuştur."
Rasulullah'a (s.a.) biat etmeleri sebebiyle Allah onlardan razı olmuştur.
Doğru olan görüşe göre onların sayısı bin dört yüzdür, "onların
kalplerindekini" sadakat, vefa ve biat yapmadaki ihlaslarını "bildiği
için üzerlerine manevi kuvveti" gönül hoşnutluğunu, emniyet ve huzuru
onlara cesaret vermek suretiyle "indirmiş ve onları yakın bir
fetihle" yani Allah Te-alâ yaptıkları biate karşılık olarak Hudeybiye'den
döndükten sonra onları Hayber'in fethi ile "ve birçok ganimetlerle
mükafatlandırmıştır." Yani onları Hayber'de ele geçirdikleri ganimetlerle
de mükafatlandırmıştır. Hayber'de birçok hurma bahçeleri ve ekin tarlaları
vardı Rasulullah (s.a.) bu bahçeleri ve tarlaları Hudeybiye'de kendisine biat
edenler arasında taksim etmiştir. Rasulü Ekrem (s.a.) atlıya iki pay, yaya
olanlara da bir pay vermiştir.
"Allah mutlak galiptir, yegane hüküm ve hikmet sahibidir."
Yani Allah Tealâ ezelde öyle olduğu gibi ebedî olarak da mutlak galiptir.
Mahlukâtm işlerini tedbir ve idare etmede hikmeti neyi gerektiriyorsa onu
dikkate alır.[34]
Nüzul Sebebi:
"Andolsun ki Allah müminlerden razı olmuştur..." ayetinin
(18. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Ebi Hatim, İbni Cerir ve İbni
Merduveyh Seleme b. el-Ekva'm şöyle söylediğini rivayet etmişlerdir: Biz
kaylule[35]
uykusuna yatmıştık. Birden Rasulullah'm (s.a.) münadisi "Ey insanlar! Haydi
biat yapmaya gelin! Haydi biate. Ruhu'l-Kudus (Cebrail) indi." diye nida
etti. Hemen Rasulullah'ın (s.a.) yanma yürüdük. O Semure ağacının altında
bulunuyordu. Ona biat ettik. Bunun üzerine Allah Tealâ "Andolsun ki Allah
müminlerden razı olmuştur..." ayetini indirdi.
Rasulullah (s.a.) bir elini diğerinin üstüne koymak suretiyle Hz. Osman
için kendisi biat etti. Bazıları "Ne mutlu İbni Affan'a. Biz burada iken o
Beytullah'ı tavaf ediyor." deyince Rasulullah (s.a.): "Şu kadar yıl
Mekke'de kalsa bile ben tavaf etmedikçe İbni Affan tavaf etmez."
buyurdular.
Rivayet olduğuna göre Rasulullah (s.a.) Hudeybiye'de konaklayınca Hıraş
b. Umeyye el-Huzai'yi Mekke'lilere gönderdi. Mekke'liler onun gelmesini arzu
ettiler fakat Ehabis onun Mekke'ye gitmesine mani oldu. Bunun üzerine
Rasulullah (s.a.) onlara Osman b. Affan'ı gönderdi. Hz. Osman'ı da hapsettiler
ve öldürmeye yeltendiler. Rasulullah (s.a.) sayıları bin üç yüz, bin dört yüz
veya bin beş yüz kadar olan ashabını çağırdı. Semure veya sidre ağacının altında
toplanarak Kureyş'le savaşmak, onlardan kaçmamak üzere Rasulullah'a (s.a.)
biat ettiler.
Buhari ve Müslim Yezid b. Ubeyd'in şöyle söylediğini rivayet etmişlerdir:
Ben Sele b. el-Ekva'a "Ne üzere Rasulullah'a (s.a.) biat ettiniz"
dedim. "Ölmek üzere." diye cevap verdi.
Müslim Makıl b. Yesar'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ben
Hudeybiye'de ağacın altında Bey'atu'r-Rıdvan'ın yapıldığı o günü bizzat
müşahede ettim. İnsanlar Rasulullah'a (s.a.) biat ederken ben de Rasulullah'm
(s.a.) başında yüksek bir dalın üzerindeydim. Biz bin dört yüz kişiydik."
Makıl b. Yesar demiştir ki: "Biz ona ölmek üzere değil kaçmamak üzere biat
ettik."
Alimler bu iki rivayetin arasını bulmuşlar bir grup Seleme'den gelen
rivayeti, bir grup da Makü'dan gelen rivayeti almışlardır. Buna göre bu iki
hadiste anlatılmak istenen maksat aynıdır. O da Kureyş'le savaş için karşılaşma
durumunda kaçmayıp sebat etmektir. Bu sebeple Cabir b. Abdullah şöyle demiştir:
"Biz ağacın altında ölmek ve kaçmamak üzere Rasulullah'a (s.a.) biat ettik.
Cedde b. Kays dışında hiç kimse bu biati bozmadı. Cedde münafık idi. Cemaatle
birlikte hareket etmeyip devesinin arkasına saklandı." Burada görüldüğü
üzere Cabir (r.a.) iki rivayetin arasını cemetmiştir.
Ahmed, Müslim, Tirmizi ve Ebu Davud Cabir'den şöyle rivayet etmektedir:
Rasulullah (s.a.) "Ağacın altında biat edenlerden hiçbiri cehenneme
gitmez." buyurmuştur.
[36]
Ayetler Arası İlişki:
Allah Tealâ Hudeybiye'ye iştirak etmeyen bedevilerin durumunu açıkladıktan
sonra tekrar ağacın altında biat eden ashabın durumunu açıklamaya dönmüş ve
daha önce geçen "Gerçek olan şudur ki sana biat edenler aslında Allah'a
biat etmişlerdir." ayetindeki manayı zikretmiş ve onların dünyada ve
ahirette elde edecekleri mükâfatı beyan etmiştir. Onların dünyadaki mükâfatlan
Hayber'den birçok ganimete nail olmalarıdır. Allah Tealâ imanlarında sadık
olmaları, yapmış oldukları biatteki samimiyet ve ih-lasları sebebiyle onlardan
razı ve hoşnut olduğunu, onların üzerine manevi bir kuvvet indirdiğini ve
kalplerini rahatlatıp ayaklarını sabit kıldığını haber vermiştir.
Kısaca şöyle denilebilir: Alah Tealâ Rasulullah (s.a.) ile birlikte
sefere iştirak etmeyen bedevilerin durumunu anlattıktan sonra onunla beraber
sefere çıkan samimi müminlerin halini de zikretmiştir. Bu ayet Allah Tealâ'nın
onlardan razı olduğuna delâlet eder. Bu sebeple bu biat
"Beyatu'r-Rıdvan" diye isimlendirilmiştir.
[37]
Açıklaması:
"Andolsun ki Allah ağacın altında sana biat ediyorlarken müminlerden
razı olmuştur." Yani Allah'a yemin olsun ki Hudeybiye'de ağacın altında
Rasulullah'a (s.a.) Kureyş ile savaşmak ve kaçmamak üzere biat eden ihlaslı
müslümanlardan Allah razı olmuştur. "Allah... müminlerden razı olmuştur."
ayeti sebebiyle bu biate Bey'atu'r-Rıdvan denilmiştir. Doğru olan görüşe göre
bu biatte bulunanların sayısı bin dört yüz kadardır.
Buhari Abdurrahman b. Avf in şöyle dediğini rivyet etmiştir: "Hac
için yolculuğa çıkmıştım. Yol üzerinde namaz kılan bir topluluğa rastladım. Onlara:
"Bu ne mescididir?" dedim. Onlar: Bu ağacın bulunduğu yer Rasulullah'a
(s.a.) Bey'atu'r-Rıdvan'ın yapıldığı yerdir, dediler. Said b. el-Müsey-yeb'e
geldim ve ona durumu haber verdim. Said dedi ki: Bana babam kendisinin de
ağacın altında Rasulullah'a (s.a.) biat edenlerden olduğunu söylemiştir.
Abdurrahman b. Avf demiştir ki: Biz ertesi yıl çıktığımızda o ağacın yerini
unuttuk ve onu tespit edemedik. Bunun üzerine Said b. Müseyyeb: Rasulü Ekrem'in
(s.a.) ashabı o ağacı bilemediler de onu siz mi bildiniz, dedi. İbni Ebi Şeybe
Musannefinde Nafii'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hz. Ömer'e altında biat
yapılan ağacın bazı kimselerce ziyaret edildiği haberi ulaşınca kesilmesini
emretti. Bunun üzerine ağaç hemen kesildi.
"Kalplerindekini bildiği için üzerlerine manevi bir kuvvet
indirmiş ve onları yakın bir fetihle..." Allah Tealâ onların kalplerinde
bulunan iman ve sadakati, ihlas ve vefayı ve itaati bildiği için gönül
hoşnutluğu ve sükûneti
üzerlerine indirmiş ve onları Hudeybiye'den döndükten sonra Hayber'in
fethiyle mükafatlandırmıştır. Daha sonra Hayber'in fethinden sonra Mekke'nin
diğer belde ve yerlerin fethini nasip etmiştir.
"Onların kalplerindekini bilmiştir." ayetindeki
"bilmiştir." fiilinin başında bulunan "fa" harfi bu
cümlenin yukarıdaki cümleyi takip ettiğini ifade etmek için getirilmiştir.
Fiil (alime: bilmiştir) önceki cümlede geçen "sana biat
ediyorlarken..." sözüyle ilişkilidir. Çünkü kalplerde olanı bilmek rızadan
önce gelir. O takdirde mana şu sözde olduğu gibidir: Dün çok rahatladım. Çünkü
dün onunla konuştum. Bana gelmişti de. Veya buradaki mana şu sözdeki gibidir:
Dün çok sevindim. Çünkü Zeydin yanma girdim de bana ikramda bulundu. Burada
manadaki tertip ve sıra sebebiyle sevinme, ikram etmeden sonra meydana
gelmektedir. İşte bunun gibi bu ayet-i celile de şu manaya işaret etmektedir:
Allah Tealâ'nm rızası sırf biatleşme esnasında mevcut değildir. Aksine daha
biatleşme esnasında ezelî ilmi ile onların sadık ve vefakâr olduklarını
bilmesi neticesinde Allah'ın rızası gerçekleşmiştir.
"Üzerlerine manevi bir kuvvet indirmiştir." sözünün başındaki
"fa" harfi ise hakiki bir takip ifade eder. Buna göre mana şöyledir:
Allah Tealâ onlardan razı olmuştur. Peşinden onların üzerlerine manevi bir
kuvvet indirmiştir.
"Elde edecekleri birçok ganimetlerle mükafatlandırmıştır. Allah
mutlak galiptir ve yegâne hüküm ve hikmet sahibidir." Allah Tealâ onlara
birçok ganimetleri, yani Hayber ganimetlerini mükâfat olarak ihsan etmiştir.
Hayber ganimetleri Mekke'lilerden elde etmeyi ümit ettikleri ganimetlere
karşılık olarak sadece Hudeybiye'de Bey'atu'r-Rıdvan'da bulunanlara taksim
edilmiştir.
Allah Tealâ ezelde ve ebedde tam bir kudret ve mutlak galibiyet sahibidir.
Mahlukâtın işlerini hikmete uygun ve en doğru şekilde tanzim ve tedbir eder.
Bey'atu'r-Rıdvan'da bulunanlar için dünya ve ahirette izzet, nusret ve yüksek
bir mevki gerçekleştirmiştir.
[38]
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve
Hikmetler:
Allah Tealâ Bey'atu'r-Rıdvan'da bulunanlara maddi ve manevi olmak üzere
iki mükâfat ihsan etmiştir:
1-
Manevi mükâfatı:
Kalplerindeki sadakat ve ahde vefa duygusu, kabul ve itaat hissi sebebiyle
onlara ilâhî rıza ihsan edilmiş, kalplerine sükûnet ve huzur indirilmiştir.
2-
Maddi mükâfatı: Hayber'in
veya Mekke'nin fethi onlara ihsan edilmiştir. Hayber Mekke ile Hudeybiye
arasında bulunan taşımr-taşınmaz birçok mala sahip bir yer idi. Rasulullah
(s.a.) buradan elde edilen ganimetleri Hudeybiye'de bulunan ashabı arasında
taksim etti. Onlara ihsan edilen ganimetlerin İran ve Bizans'tan elde edilen
ganimetler olduğu da söylenebilir.
[39]
Müminlere Vaadedilen
Ganimetler, Fetihler Ve Çeşitli Nimetler:
20- Allah size elde edeceğiniz birçok ganimet vaadetmiştir. (Bu ganimetlerden)
şunları hemen vermiş ve insanların elini sizden çekmiştir ki bunlar, müminlere
bir işaret olsun ve sizi de hidayete ulaştırsın.
21- Henüz elde etmeye muktedir olmadığınız başka ganimetleri de (vaadetmiştir.)
Allah onları ezelî ilmi ve kudretiyle bilmektedir. Allah her şeye hakkıyla
kadirdir.
22- Eğer kâfirler sizinle savaşsalar-dı arkalarına dönüp kaçarlardı.
Sonra da ne bir dost ne de bir yardımcı bulabilirlerdi.
23- Allah'ın öteden beri süre gelen hükmü ve kanunu budur. Allah'ın
kanununda asla bir değiştirme bulamazsın.
24- O sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra, Mekke'nin içinde onların
ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çekendir. Allah yaptıklarınızı
hakkıyla görendir.
Belagat:
"arkalarını dönüp kaçarlardı." sözü hezimete uğramaktan
kinayedir. Çünkü hezimete uğrayan kişi kaçarken arkasını düşmana çevirir.
[40]
Kelime Ve İbareler:
"Allah size birçok ganimet vaadetmiştir." Bunlar kıyamete
kadar sürecek olan fetihlerin akabinde müminlere vaadedilen ganimetlerdir.
"Şunları" yani Hayber ganimetlerini "size hemen vermiş ve
sizden insanların ellerini" bu antlaşma ile Kureyş'in, Hayberliler ve
onların müttefiki olan Beni Esed ve Gatafan kabilelerinin, Rasulü Ekrem (s.a.)
Medine'den Hudeybiye'ye gitmek için çıktığında sizin ailelerinize kasteden
Yahudiler'in ellerini Medine'den onların kalplerine korku salarak
"çekmiştir ki" hemen verilen bu ganimetler "müminler için"
kendilerine yardım edildiğine, görünür-gö-rünmez hallerde Allah tarafından
korunduklarına ve istikamet üzere bulundukları sürece kendilerinden sonra da
müminlerin varlık ve tabiatlarının muhafaza edileceğine dair "bir işaret
olsun" aynı zaman bununla Rasu-lullah'm (s.a.) Hayber'in fethi ve
ganimetlere dair yaptığı vaadinde sadık ve doğru olduğunu bilsinler. "Ve
sizi de hidayete ulaştırsın." Yani her halükârda Allah'ın fazlı keremine
güvenmeye ve her işte Allah'a tevekkül etmeye sizi irşad edip buna muvaffak
kılsın.
Çok kuvvetli bir hazırlık gerektirdiği için "Henüz elde etmeye
muktedir olamadığınız başka ganimetleri" İran ve Bizans'ın ganimetlerini
de vaadet-miştir. "Allah onları ezelî ilmi ve kudretiyle
bilmektedir." Yani bu ganimetlerin sizin elinize geçeceğini ezeli ilmiyle
bilmiş, onları sizin için hazırlamış, onları size ganimet olarak ihsan etmiş
ve o konuda size yardım etmiştir. "Allah her şeye hakkıyla
kadirdir." Allah Tealâ sürekli olarak bu sıfatla muttasıftır. O'nun
kudreti kendisinden kaynaklanan ve kendisine özgü bir kudrettir. Sadece bir
kısım şeylere değil her şeye taalluk eder.
"Eğer kâfirler..." Hudeybiye'de "sizinle
savaşsalardı" hezimete uğrayarak "arkalarını dönüp kaçarlardı. Sonra
da" kendilerini koruyacak "ne bir dost ne de bir yardımcı
bulabilirlerdi."
"Allah'ın" geçmiş milletler hakkında "öteden beri
süregelen hükmü ve kanunu (sünnetullah) budur" peygamberlerin galibiyeti,
müminlerin ilâhî yardıma mazhar olmaları ve kâfirlerin hezimete uğramasıdır.
Bunun bir benzeri de Allah Tealâ'nın şu sözüdür: "Allah elbette ben ve
peygamberlerim galip gelecek diye yazmıştır." (Mücadele, 58/21). Yani
Allah bunu devam eden ve sabit ilâhî bir kanun (sünnetullah) kılmıştır.
"Allah'ın kanununda asla bir değiştirme bulamazsın." "O
sizi" destekleyip "onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra"
Hudeybiye'de "Mekke'nin içinde onların" yani kâfirlerin
"ellerini sizden çekendir." Mekke müşriklerinden seksen kişi sizden
bir şeyler koparmak için karargâhınızın etrafında dolaşmışlardı. Yakalandılar
ve Rasulullah'a (s.a.) getirildiler. Onları affetti ve serbest bıraktı. İşte bu
davranış antlaşmanın sebebi olmuştur. "Allah onların yaptıklarını hakkıyla
görendir." Yani bütün işlere sürekli muttali olmaktadır.
[41]
Nüzul Sebebi:
"O sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra Mekke 'nin içinde
onların ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çekendir." ayetinin
(24. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Müslim, Tirmizi ve Nesei Enesin şöyle
dediğini rivayet etmişlerdir: Hudeybiye günü Rasulullah'ın dalgınlığından
(gırra)[42]
yararlanmak maksadıyla Tenim dağından[43]
seksen silahlı adam Rasulul-lah (s.a.) ve ashabının bulunduğu yere indiler. Bir
müddet sonra yakalandılar. Rasulullah (s.a.) onları serbest bıraktı. Bunun
üzerine Allah Tealâ "O sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra Mekke
'nin içinde onların ellerini sizden sizin ellerinizi de onlardan
çekendir." ayetini indirdi.
Müslim Seleme b. el-Ekva'dan, Ahmed ve Nesei Abdullah b. Mugaffel
el-Müzeni'den, İbni İshak da Abdullah b. Abbas'tan bunun benzeri hadisler
rivayet etmişlerdir.
Ahmed b. Hanbel'in Abdullah b. Mugaffel el- Müzeni'den rivayet ettiği
hadis şöyledir: Biz Rasulullah (s.a.) ile birlikte Allah Tealâ'mn Kur'an'da
ifade ettiği ağacın dibinde bulunuyorduk. Ağacın bazı dallan Rasulullah'ın
sırtına değiyordu. Ali b. Ebi Talib ile Süheyl b. Amr ise Rasulullah'ın (s.a.)
önünde bulunuyordu. Rasulü Ekrem (s.a.) Ali b. Ebi Talib'e:
"Bismülahir-rahmanirrahim yaz." deyince Süheyl onun elinden tuttu ve:
"Biz Rahman ve Rahimi bilmeyiz. Bu konuda bizim bildiğimiz şekli yaz. Bismikellahüm-me
yaz", dedi.
Ali b. Ebi Talib "Bu, Allah'ın Rasulü Muhammed'in Mekkelilerle
yaptığı sulh antlaşmasıdır." yazınca Süheyl yine onun elini tuttu ve
"Eğer sen Allah'ın Rasulü isen o zaman biz sana zulmettik. Sen yine bizim
bildiğimiz gibi yaz. Bu Muhammed b. Abdullah'ın yaptığı sulh antlaşmasıdır
yaz." dedi.
İşte tam bu esnada üzerlerinde silah bulunan otuz delikanlı çıkageldi.
Bize doğru harekete geçtiler. Rasulullah (s.a.) onlara beddua edince Allah
Tealâ onların basiretlerini aldı. Biz de kalktık ve onları yakaladık. Rasulullah
(s.a.) onlara herhangi bir şahısla anlaşmalı olarak mı geldiniz? Size birisi
eman mı verdi? diye sorunca onlar da "Hayır" dediler. Rasulullah
(s.a.) onları serbest bıraktı. Bunun üzerine "O, sizi onlara karşı
muzaffer kıldıktan sonra Mekke'nin içinde onların ellerini sizden sizin
ellerinizi de onlardan çekendir." ayeti nazil oldu.
[44]
Ayetler Arası İlişki:
Allah Tealâ Hudeybiye'de bulunan ashaba Hayber ganimetlerini
va-adettikten sonra peşinden onun dışında başka nimetleri de zikretmiştir:
1-
Allah'ın onlara verdiği
fetih ve ganimetler mükâfatın tamamı değildir. Aksine Allah onlara her hangi
bir sınırlama yapmadan birçok ganimet vaadetmiştir. İşte onların elde
edecekleri her ganimet bundan sayılır. Allah onların daha sonra elde edecekleri
ganimetleri bilmektedir.
2-
Onlara İran, Bizans, Hevazin
vb. yakında fethedilecek ülkelerin ganimetlerini vaadetmiştir.
3-
Müslümanlara ilâhî yardım,
kâfirleri zillet içinde yardımsız bırakmak Allah'ın öteden beri süre gelen
kanunudur (sünnetullah).
4-
Allah mümin kullarına,
Hudeybiye'de kâfirlerin şerli ellerini onlardan uzuk tutmak suretiyle de bir
nimet ihsan etmiştir.
[45]
"Allah size elde edeceğiniz birçok ganimet vaadetmiştir. (Bu
ganimetlerden) şunları size hemen vermiş ve insanların elini sizden çekmiştir
ki bütün bunlar müminler için bir işaret olsun ve- sizi de hidayete
ulaştırsın." Ey müminler! Allah Tealâ size kıyamete kadar geçen süre
zarfında kâfirlerden ve müşriklerden bol ganimet elde edeceğinizi vaadetmiştir.
Fakat Hayber ganimetlerini size hemen ihsan etmiş, Hudeybiye'de sulh yoluyla
Kureyş'in elini sizden çekmiş, Hayber Yahudileri ile onların müttefiki olan
Esed ve Gatafan kabilelerinin sizinle savaşmalarına engel olmuş ve onların
kalplerine korku salmıştır. Bu sebeple düşmanlarınızın içlerinde gizledikleri
savaştan size her hangi bir kötülük dokunmaz. İşte bütün bunlar Ona şükretmeniz
için ihsan edilmiştir. Bu nimetler, vaadettiği şeylerin tamamında Rasulullah'ın
(s.a.) doğru söylediğini ve sayıları az olmasına rağmen düşmanlarına karşı
Allah'ın onları koruduğu ve yardım ettiğini bilmeleri için bir alâmet olsun
diye bu alâmetle veya ayetle hidayetleri artsın, veya bu alâmet onları hak
yolunda hidayet üzere sabit kılsın da Allah'ın emrine boyun eğsinler ve
Rasulullah'a (s.a.) itaat etsinler diye ihsan edilmiştir.
"Henüz elde etmeye muktedir olamadığınız başka ganimetleri de (vaadetmiştir.
Allah onları ezelî ilmi ve kudretiyle bilmektedir. Allah her şeye
kadirdir." Yani Allah Tealâ size Hudeybiye sulhu sayesinde Hayber'in fethi
dışında başka ganimetler ve fetihler de vaadetmiştir. Hali hazırda onları elde
etmeye muktedir değilsiniz. Allah Tealâ ezelî ilmi ile Huneyn gazvesinde
Hevazin ganimetleri, İran ve Bizans fetihleri gibi fetihlerde bulunup
ganimetler elde edeceğinizi bilmektedir. Allah Tealâ her şeyi yapabilecek
mutlak güç ve kuvvetin sahibidir. Hiçbir şey onu aciz bırakamaz.
"Eğer kâfirler sizinle savaşsalardı arkalarını dönüp kaçarlardı.
Sonra da ne bir dost ne de bir yardımcı bulabilirlerdi." Yani şayet Hudeybiye'de
Kureyş kâfirleri sizinle savaşa tutuşsalardı Allah Tealâ Rasulüne (s.a.) ve
müminlere mutlaka yardım ederdi. Kâfirlerin ordusu da kaçarak hezimete
uğrarlardı. Sonra da sizinle savaşmak için kendilerini koruyacak bir muhafız,
kendilerine destek olacak bir dost ve size karşı kendilerine yardım edecek bir
yardımcı bulamazlardı.
"Allah'ın öteden beri süregelen kanunu budur. Allah'ın kanununda
asla bir değiştirme bulamazsın." Yani kâfirlere karşı iman ordusuna yardım
etmek, hakkı yükseltip batılı alçaltmak, Bedirde sevdiği mümin kullarına müşrik
düşmanlarına karşı yardım ettiği gibi kuvvetler dengesiz bile olsa mümin
kullarını düşmanlarına galip kılmak, işte bütün bunlar Allah'ın mahlukâtı
hakkında cereyan eden kadim adet ve kanunudur (sünnetul-lah). İşte bu
sünnetullah aynen devam etmektedir. Onun değiştirilmesi söz konusu olamaz.
"O sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra, Mekke'nin içinde
onların ellerini sizin ellerinizi de onlardan çekendir. Allah yaptıklarınızı
hakkıyla görmektedir." Hudey.biye yılında Rasulullah'ı (s.a.) ve
beraberindekileri Kabe-i Muazzama'dan alıkoymak için geldiklerinde Mekke'nin
içinde ve etrafında müşriklerin ellerini müslümanlardan, müslümanların ellerini
de müşriklerden çeken bizzat Allah Tealâdır. Zira nüzul sebebi bahsinde geçtiği
gibi Mekkelilerden seksen kişi silahlı olarak Rasulullah'm (s.a.) dalgınlığından
faydalanmak maksadıyla Tenim dağı tarafından Rasulü Ekrem'in (s.a.) bulunduğu
yere doğru indiler. Müslümanlar onları yakaladılar. Bir müddet sonra da onları
serbest bıraktılar. İşte müslümanlarla müşrikleri bir birlerinden uzak tutması,
Allah'ın müminlere ihsan ettiği bir lütuftur.
Allah Tealâ mümin ve müşrik kullarının yaptığı amelleri çok iyi bilmektedir.
Bu konuda hiçbir şey ona gizli kalmaz. Buna göre "Sizi onlara karşı
muzaffer kıldıktan sonra..." sözünden maksat Mekke'nin fethi değildir.
Doğru olan görüşe göre bu ayet Mekke savaş yoluyla fethedildiği halde Mekke'nin
fethinden önce Hudeybiye'de nazil olmuştur. Buna göre bu ayetten maksat
müslümanlara baskın yapmak için gelen müşriklerin esir alındıktan sonra
müslümanlar tarafından öldürülmemeleridir.
[46]
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve
Hikmetler:
1- Allah Tealâ samimi
müminlere kıyamete kadar düşman ganimetlerini, bunların bir numunesi olarak
hali hazırda Hayber ganimetlerini va-adetmiştir.
2- Bu nimeti tamamlanması ve ilâhî bir lütuf olarak Allah Tealâ mümin kullarını korumuş, Mekke müşrikleriyle harp etmek, onların eza ve cefasına uğramaktan onları himaye etmiş ve bu antlaşma ile onları birbirlerinden uzaklaştırmıştır. Aynı şekilde Allah Tealâ Hudeybiye ve Hayber'e sefere çıktıktan sonra Yahudilerin ellerini Medine'den, Yahudiler ile müttefikleri olan Esed ve Gatafan kabilelerinin ellerini de Hayber'de müslümanlarla savaşmaktan çekmiştir. Esed ve Gatafan Uyeyne b. Hısn ve Avf b. Malik en-Nadri ile onların beraberindekiler, Hayber'de müslümanlar tarafından kuşatıldığında onlara yardım için gelmişlerdi. Allah Tealâ onların gönüllerine korku saldı ve onları müslümanlardan uzaklaştırdı. Allah Te-alâ müslümanların hidayetini artırarark onları hidayet üzere sabit kıldı.
3- Allah Tealâ kıyamete kadar
müminlere fetihler ve ganimetler va-adetmiştir. Hevazin'den elde edilen
ganimetler ile İran ve Bizans ganimetleri bu kabildendir. Bütün bu ganimetleri
müminler ummuyorlar iken Allah Tealâ önceden haber vermiştir. Bu vaatler
Rasulullah'ın (s.a.) peygamberliğinde sadık olduğuna ve Kuranın mucizevi
tarafına (icazına) delâlet eden gaybi olaylardır.
4- Allah'ın müminlere yaptığı
ihsanlarından biri de onlardan düşmanların serlerini uzaklaştırmasıdır.
Gatafan ve Esed kabileleri ile Hayber ehline yardım etmek isteyen kabileler
ister savaşsınlar isterse savaşmasınlar onlara nusret erişmez. Galibiyet
müslümanlarmdır. Bu kesin olarak tahakkuk edecek ilâhî bir hükümdür. Kâfirler
de kendilerine lütufta bulunacak, faydalı olabilecek ne bir dost ne de
kendilerini müdafaa edebilecek bir yardımcı bulabilirler. Kâfirlerin bundan
hiçbir nasibi yoktur. Allah'ın daha önceki adeti ve yolu hep düşmanlarına
karşı dostlarına yardım etmesi şeklinde tahakkuk etmiştir. Allah'ın değişiklik
kabul etmeyen, öteden beri devam eden değişmez kanununu böyledir.
5-
Müminlere yardımı tekid için
Allah Tealâ sulhun dayanaklarını müşriklerle karşılaşmadan önce ve sonra
sağlamlaştırmış, müslümanlarla kâfirler arasında harp çıkmasına mani olmuştur.
Hatta kâfirler savaşacak olsa idi mutlaka hezimete uğrayıp gerisin geri
kaçacaklardı. Müslümanlar onlara karşı muzaffer olduktan sonra da müminlerin
ellerini onlardan çekmiştir. "Onlara karşı muzaffer olduktan
sonra..." sözünden maksat da budur. Yani "siz onları esir aldıktan
ve onlara hakim olduktan sonra öldürme vuku bulmamıştır." Zira bir
kimsenin düşmanına galip gelmesi halinde onu serbest bırakması çok uzak bir
ihtimaldir. Buna rağmen Allah Tealâ her iki tarafın ellerini birbirlerinden
çekmiştir.
[47]
25- Onlar inkâr eden ve sizin Mes-cid-i Haram'ı ziyaretinize ve alıkonulmuş
hediyelerin mahalline ulaşmasına engel olanlardır. Eğer kendilerini henüz
tanımadığınız mümin erkeklerle mümin kadınları
bilmeyerek çiğneyip de o yüzden size bir sıkıntı ve vebal isabet
etmeşeydi (size fetih için elbette izin verilirdi.) Allah dilediği kimselere
rahmet etmek için böyle yapmıştır. Şayet onlar (Mekke'deki müslümanlar) seçilip
ayrılmış olsalardı biz dan
(Mekke-Ulerden) inkâr edenleri elem
verici bir azaba çarptırmıştıkbile.
26- Hani o vakit kâfirler kalplerine taassubu, cahiliye taasubunu yerleştirmişlerdi
ki Allah hemen Rasulünün (s.a.) ve müminlerin üzerine sükûnet ve güvenini indirdi,
onların takva sözünü tutmalarını sağladı. Zaten onlar da buna daha lâyık ve
ehil idiler. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.
"Onlar sizin Mescid-i Haram'ı ziyaretinize.." yani oraya varmanıza
"ve alıkonulmuş hediyelerin de"
"Hedy" kelimesi burada iki manada anlaşılabilir:
1-
Mekke'ye götürülen her şey.
2-
Allah'a yaklaşmak maksadıyla
Harem-i Şerife takdim edilip, hac veya umre için Beytullah'ı ziyaret esnasında
orada boğazlanacak kurbanlık koyunlardır. Umre esnasında kurban kesmek
sünnettir.
"mahalline" Yani kendisinde kurban kesimi adet olmuş yere "ulaşmasına engel olanlardır." Kurbanların kesildiği yer Mina veya Mekke'deki harem mıntıkasıdır. Burada kendisinde kurban kesmenin helâl olduğu (caiz olduğu) yer değil de öteden beri kurban kesim yeri olan Mina kastedilmiştir.
"Eğer" Mekke'de kâfirlerle birlikte bulunan ve müşriklere
karıştıkları için de bizzat "kendilerini tanıyamadığınız mümin erkeklerle
mümin kadınları bilmeden çiğneyip de" Burada ayaklarıyla çiğnemekten
maksat helak edip öldürmektir. Nitekim hadis-i şerifte şöyle varid olmuştur:
"Ey Allah'ım! Mudar kabilesini şiddetle çiğneyerek perişan et." Buna
göre ayetteki ifadenin manası şöyledir: Size fetih için izin verilmesi halinde
farkında olmadan onları helak edip de "o yüzden onlar" dolayısıyla
"size bir sıkıntı ve vebal" yani onları yanlışlıkla öldürmeniz
sebebiyle diyet ve keffaret verme zorunluluğu, onlara üzülmeniz ve bu konuda
kâfirlerin sizi ayıplaması gibi istenmeyen ve sıkıntı veren şeyler
"olmasaydı."
Burada sözün gelişi anlaşıldığı için "levlâ'nın cevabı
hazfedilmiştir. Takdiri şöyledir: olmasaydı elbette size fetih için izin
verilirdi. Veya sizin ellerinizi müşriklerden çekmezdi. İkinci takdire göre
mana şöyledir: Şayet kâfirler arasında bulunan müminleri bilmeden helak edip de
o yüzden size kötü bir hal isabet etme çirkinliği olmasaydı ellerinizi
müşriklerden çekmezdik.
"Allah dilediği kimselere rahmet etmek için böyle yapmıştır."
Bu cümle Allah Tealâ'nın müminleri korumak için ellerini onlardan çekmesinin
illet ve sebebini açıklamaktadır. Buna göre mana şöyledir. Bunlar Allah'ın müminlerden
dilediği kimseleri daha çok hayır yapmaya, bazı müşrikleri de müslüman olmaya
tevfik ve hidayet etmesi içindir.
"Şayet onlar" kâfirlerden "seçilip ayrılmış olsalardı
biz onlardan" Mekke ehlinden "inkâr edenleri" ölüm veya esaret
ile "elem verici bir azaba çarptırmıştık bile."
"Hani o vakit kâfirler kalplerine taassubu" gurur ve kibir
ile hakka boyun eğmeye engel olan "cahiliye taassubunu yerleştirmişlerdi
ki" işte o taassuptur ki Rasulullah'ın (s.a.) ve ashabının Mescid-i
Harama gitmesine engel oldu. Delilsiz, burhansız, yerli yerinde olmayan bir
taassuptu o. "Allah hemen Rasulünün ve müminlerin üzerine sükûnet ve
güvenini indirdi." Yani onların üzerine sebatkârlık ve vakarı indirmiştir.
Bu yüzden onlarla olması muhtemel bir savaştan vazgeçmek üzere antlaşma
yapmışlardır. Zaten kâfirlerdeki gurur ve kibir müslümanlarda yoktu ki onlarla
savaşsınlar.
"Onların" müminlerin "takva sözünü" yani lâ ilahe
illallah Muhamme-dün Rasulullah" demek olan şehadet kelimesini
"tutmalarını sağladı." Takva kelimesinin Bismillahirrahmanirrahim
olduğu da söylenmiştir. Yani Allah onlar için takva kelimesini tercih
etmiştir. Şöyle bir yorum da yapılmıştır: Allah onları sebatkârlık ve ahde
vefakârlığa mecbur etmiştir. Takvanın sebebi ve esası olduğu için
"kelime" lafzı takvaya izafe edilmiştir, (kelimetü't-takva ).
"Zaten onlar da bu kelimeye" kâfirlerden "daha lâyık ve
ehil idiler." "Ehil" kelimesi "lâyık" kelimesine
açıklık getiren bir atıftır. Allah her şeyi hakkıyla bilendir. Her şeyin ehlini
O bilir ve lâyık olana onu kolaylaştırır.
[48]
"Eğer kendilerini henüz tanımadığınız mümin erkek ve mümin kadınları
bilmeyerek çiğneyip de..." ayetinin (25. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak
Taberani ve Ebu Ya'la Ebu Cum'a Cüneyd b. Seb'i[49]
den şöyle rivayet etmektedir. Demiştir ki: Ben günün başında kâfir olarak
Rasulullah'a (s.a.) karşı savaştım. Günün sonunda da müslüman olarak onunla
beraber savaştım. Biz otuz erkek ve dokuz kadın idik. Hakkımızda "Eğer
kendilerini henüz tanımadığınız mümin erkek ve kadınları bilmeyerek
çiğneyip..." ayeti nazil olmuştur.
İbni Ebi Hatim'in rivayeti ise şöyledir: "Biz üç erkek dokuz kadın
idik. Bizim hakkımızda "Eğer kendilerini henüz tanımadığınız mümin erkek
ve kadınlar..." ayeti nazil olmuştur.
[50]
Allah Tealâ Kureyş kâfirleriyle müminlerin birbirlerinden uzaklaşarak
el çekmeleri ve kendi aralarında yaptıkları Hudeybiye antlaşmasının kesinlik
kazanması gibi müminlere ihsan ettiği nimetleri zikrettikten sonra "Eğer
kendilerini henüz tanımadığınız mümin erkek ve kadınları bilmeyerek çiğneyip
de o yüzden size onlardan sıkıntı ve vebal isabet etme ihtimali olmasaydı
(size fetih için elbette izin verilirdi.) ayetiyle karşılıklı ateşkesin
sebeplerini beyan etmiş ve sulh antlaşmasının hikmetinin müminleri korumak
olduğunu izah etmiştir. İslâm'ın yayılması, insanların akın akın İslâm'a
girmeleri, hiçbir makul delile dayanmayan cahiliye gurur ve taassubunun
izlerinin kaldırılması, Rasulullah'ın (s.a.) ve ona tabi olan müminlerin
kalplerine sekinet, gönül huzuru ve sebatkârlık duygusunun indirilmesi ve
verdikleri sözleri tutmalarının sağlanması hep bu sulh antlaşması sebebiyle
gerçekleşmiştir.
Daha önce bu antlaşmanın nasıl tamamlandığı bazı rivayetlerle anlatılmıştır.
Şöyle ki: Rasulullah (s.a.) Kureyş kâfirlerine karşı savaşmaya karar verince
onlar da ertesi yıl Kureyş'in üç gün Mekke'yi müslümanlar için boşaltması
mukabilinde bu yıl geri dönmelerini istemek için Süheyl b. Amr, Huveytib b.
Abdiluzza ve Mikriz b. Hafsi Rasulullah'a (s.a.) gönderdiler. Rasulullah (s.a.)
bu şartı kabul etti ve daha önce zikredildiği şekilde aralarında bir antlaşma
metni yazıldı.
[51]
"Onlar inkâr eden ve sizin Mescid-i Haramı ziyaretinize ve
alıkonulmuş hediyelerin mahalline ulaşmasına engel olanlardır." Yani
Allah'ın bir olduğunu inkâr edenler başkaları değil elbette Kureyş
müşrikleridir. Ey müslümanlar! Siz ona daha lâyık ve ehil olduğunuz halde
Beytullah'ı tavaf etmenize de onlar engel olmaktadır. İnat ve taşkınlıkları
yüzünden bulunduğu yerde hapsedilmiş, Beytullah'a götürülen kurbanlık
hayvanların mahalline ulaşmasına onlar mani olmaktadır. Rasulullah (s.a.)
yetmiş deve götürmüştü. Kurbanlıkların mahalli kendisinde kurban kesimi adet
olmuş mekândır. Orası da Harem bölgesinde kesimin helâl olduğu Mina veya
Mekke'deki harem dahilidir.
Allah Tealâ Harem hudutlarının dışında bulundukları halde vardıkları
yeri (Hudeybiye) kurban kesim yeri kılarak onlara ruhsat vermiştir.
"Eğer kendilerini henüz tanımadığınız mümin erkekler ile kadınları
bilmeyerek çiğneyip de o yüzden size bir sıkıntı ve vebal isabet etme ihtimali
olmasaydı." Yani şayet Mekke'de imanlarını gizleyen kavminden korktuğu
için gönlünde saklayan mustazaf mümin erkek ve kadınlar bulunma-saydı elbetteki
fetih için size izin verirdik. Ve sizin ellerinizi onlardan çekmeniz, onları
öldürüp kökten temizlemeniz için sizi onların başına belâ yapardık. Ancak,
onlar arasında tanımadığınız, savaşın tuzağına düşmüş mümin erkek ve kadın
toplulukları vardır ki öldürerek onları çiğneyip geçtiğinizden dolayı onlar
cihetinden size sıkıntı, üzüntü ve onların müslü-man olduğunu bilmeden öldürme
vukuu bulduğu için de hata ile öldürmeye karşılık kefaret ve günah isabet
edebilirdi. İşte o zaman müşrikler de müslümanlar kendi dindaşlarını öldürüyor
demeye başlarlardı.
"Allah dilediği kimselere rahmet etmek için böyle yapmıştır."
Yani Allah Tealâ müminleri müşriklerin esaretinden kurtarmak ve onlardan çoğunun
imana dönmesini sağlamak için sizin elinizi onlardan çekip, sizinle onlar
arasına girip savaşa engel olmuştur.
"Şayet onlar seçilip ayrılmış olsalardı biz onlardan (Mekke
'lilerden) inkâr edenleri elem verici bir azaba çarptırmıştık bile." Yani
iman edenler inkâr edenlerden seçilip de bugün tamamen irtibatı kesmek diye
isimlendirilecek şekilde birbirlerinden aynlsalardı, onları öldürmeniz için
sizi onlara musallat etmek suretiyle kâfirleri elem verici bir azapla, yani
ölümle cezalandırırdık.
Allah "Hani o vakit kâfirler kalplerine taasubu, cahiliyye
taassubunu yerleştirmişlerdi ki Allah hemen Rasulünün ve müminlerin üzerine
sükûnet ve emniyetini indirmiş ve
onların takva sözünde durmalarını sağlamıştı. Zaten onlar da buna daha lâyık ve
ehil idiler. Allah her şeye hakkıyla bilendir." buyurarak azabın
sınırlarını veya vaktini beyan etmiştir. Yani biz onları, kalplerine hakka
boyun eğmeyen, mantık tanımayan ve ikna edici bir delile de dayanmayan cahiliye
taasup ve gururunu yerleştirdikleri anda elbette ki cezalandırırız. Kalplerine
yerleştirdikleri bu taassup onların Hu-deybiye anlaşmasının baş tarafına
besmeleyi ve Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberlik vasfını yazmayı kabul
etmemeleridir.
Allah Tealâ Rasulü (s.a.) ve müminler üzerine hoşnutluk sebat ve sabır
indirmiştir. Kâfirlerin gönlüne giren taassubu onların kalplerine sokmadığı
gibi onları rıza ve teslimiyet üzere sabit kılmış, kelime-i tevhidi veya
kelime-i şehadeti onların içine sindirmiştir. Veya onların Hareme tazimini ve
orada savaşı terketmelerini sağlamış, kâfirlerin yaptığı gibi Ha-rem'in
hürmetini bozmak için onları kışkırtmamıştır.
Zaten bu kelimeye kâfirler değil müminler daha lâyık ve ehildir. Çünkü
onlar bozuk akideli kâfirlerin zıddına sahih akidenin, salâh ve hayrın sahipleridir.
Allah Tealâ hayra lâyık olanlarla olmayanları hakkıyla bilendir. Nesai
Ubey b. Ka'b dan şöyle rivayet etmektedir: Ubey b. Ka'b "Hani o vakit kâfirler
kalplerine taassubu, cahiliyye taassubunu yerleştirmişlerdi." ayetiyle
ilgili olarak "Şayet onların yaptığı gibi sen de taassuba düşecek olsaydın
elbette Mescid-i Haram fesada uğrardı." şeklinde açıklama getirmişti. Bu
durum Hz. Ömer'e ulaşınca Ubey b. Kaba sert çıktı. Bunun üzerine Ubeyy:
"Biliyorsun ki ben Rasulullah'ın (s.a.) huzuruna giriyordum. O da Allah'ın
kendisine öğrettiği bilgileri bana öğretiyordu." deyince Hz. Ömer:
"Tamam, sen ilim ve Kur'an ehli bir zatsın. O zaman sen Allah'ın ve
Rasulünün öğrettiği şeyleri oku ve öğret." dedi.
[52]
1-
Allah Tealâ Kureyş'i kınamış
ve kötülemiştir. Çünkü Rasulullah (s.a.) ve ashabı umre için ihram
giydiklerinde Kureyş Hudeybiye yılında Mekke'ye girmelerine ve bahsedilen
kurbanların mahalline ulaşmasına engel olmuşlardı. Halbuki bu davranış onların
itikatlarından kaynaklanmıyordu. Böyle davranmaya onları kibirleri sevketmiş,
dinen inanmadıkları bir şeyi yapmaya onları cahiliye taassubu itmiştir. Bu
sebeple Allah Tealâ onları kınamış ve yaptıkları işten dolayı onları tehdit
etmiştir.
2- Allah katında müminin
değeri büyüktür. Hudeybiye sulhu, olması muhtemel bir savaşın hengâmesinde
öldürülmesinler diye üç erkek ve dokuz kadın için akdedilmiştir. Böyle bir
savaş neticesi onlar öldürülseydi müşrikler, kendi dindaşlarını öldürüyorlar
diye müslümanları ayıplardı.
Ayrıca Allah Tealâ onları hata ile öldürme keffaretiyle yükümlü
tutardı. Zira daru'l-harpten hicret etmemiş ve mümin olup olmadığı bilinmeyen
bir kişiyi öldüren diyet cezasıyla değil keffaret ile yükümlü tutulmuştur.
Bu hükmü ihtiva eden ayet şöyledir: "Hata ile öldürülen size
düşman bir kavimden olan mümin ise o takdirde mümin bir köleyi azat etmek gerekir."
(Nisa, 4/92).
3-
"bilmeyerek" sözü
sahabenin üstünlük ve faziletine, masiyet ve haddi aşmaktan beri olmak gibi
üstün sıfatlara sahip olduklarına delâlet etmektedir. Çünkü onlardan bir
kimseye kötülük isabet etmişse bu bilmeyerek ve kasıtsız olarak sadır
olmuştur. Onların bu hali şu sözünde karıncanın Hz. Süleyman'ın (a.s.) ordusu
için yaptığı vasıflandırmaya benzer: "Ki Süleyman ve ordusu farkında
olmadan sizi ezmesinler." (Nemi, 27/18).
4-
Mekkelilerin müslüman
olmalarını sağlamak için bu başarılı anlaşmadan sonra müslümanlann müşriklerle
savaşmalarına Allah Tealâ izin vermemiştir. Gerçekten bu anlaşmadan sonra
onların çoğu hakiki müslüman olmuş ve Allah'ın rahmetine yani cennetine
girmişlerdir.
5- Şayet müminler kâfirlerden ayrılmış olsaydı Allah kâfirlere kılıçla (savaşla) azap ederdi. Fakat Allah Tealâ müminleri kâfirlere karşı müdafaa etmektedir.
6-
"Şayet henüz
tanımadığınız mümin erkekler ile mümin kadınları çiğneyip de..." ayeti
müslümanm can ve mal emniyetine riayet edilmesinin vacip olduğuna ve kâfirlerle
iç içe bulunması durumunda bile onu öldürmenin yasak olduğuna delâlet
etmektedir. Ancak, düşman tarafından müslü-manlara karşı ön safa itilip de
kendilerini korumak için kalkan ve ilerlemeyi sağlayacak bir hile olarak
kullanılan müminlerin öldürülmesinde olduğu gibi kesin ve genel bir zaruret ve
maslahat durumu müstesnadır.
Zaruret olması da kâfirlere ulaşmak ancak ön safta kalkan olarak kullanılan müminlerin öldürülmesiyle gerçekleşmesidir.
Genel olması da onların öldürülmesi bütün ümmete kati olarak yarar
sağlayan bir çare olmasıdır. Düşmanın ön saflarında tutulan müslümanın
öldürülmesiyle ümmetin tamamı için bir maslahat gerçekleştirilmiş olur. Onlar
müslümanlar tarafından öldürülmese bile zaten düşman tarafından öldürülecekler
ve bütün ümmet onların istilasına maruz kalacaktır.
Kati olmasının manası onların öldürülmesinden meydana gelecek
maslahatın kesinliğidir.
Bütün bu kayıtlarla birlikte bu konuda maslahatın (müslüman toplumun
yararının) muteber olduğu hususunda ihtilâf yoktur. Zira düşmanın ön saflarında
bulunan müslümanlann öldürüleceği kesindir. Bu ya düşman eliyle olacaktır. O
zaman düşmanın, bütün müslümanları istilâ etmesi gibi büyük bir mefsedet
meydana gelecektir. Veya onlar müslümanlann eliyle öldürüleceklerdir. O takdir
de düşman helak edilecek ve bütün müs-lümanlar kurtulacaktır.
Müslümanların, düşman tarafından kendilerini korumak için kalkan olarak
kullanılan müslümanları kasten öldürmelerinin caiz olmadığı konusunda da
ihtilâf yoktur. İhtilâf böyle bir durumda diyet veya keffaretin vacip olup
olmaması noktasındadır. Hanifelere göre diyet de keffaret de gerekmez. Şafii
ve Sevri'ye göre ise hem diyet hem de keffaret vacip olur.
7- Mekke müşriklerinin
müslümanlann Mescid-i Haram'a girmelerine engel olmalarının makul bir sebebi
yoktur. Onlar bunu herhangi kati bir delil ve hüccetle teyit etmeksizin sırf
cahiliye taassubu ve kibiri sebebiyle yapmaktadır. Allah dışında ibadet ettikleri
ilâhlarına olan taassupları ile onlar dışında başka bir şeye ibadet etmeme
inadı onları böyle davranmaya sevketmiştir.
Ayrıca cahiliye putlarına olan bu taassubları onları sulh anlaşmasının
başına "Bismillahirrahmanirrahim" ile "Muhammedün Rasulullah"
ifadelerinin yazılmasına karşı çıkmaya sevketmiştir.
8-
Müminlere ise Allah Tealâ gönül huzuru ve
vakarı indirmiş onları rıza, sabır ve teslimiyet üzere sabit kılmış, onların
kalplerine müşriklerin kalplerine soktuğu taassup ve kızgınlığı sokmamış ve
onlara "Lâ ilahe illallah" sözünü benimsetmiştir. Çünkü Allah onları
İslâm dini ve Rasulul-lah'a (s.a.) sahabe olmak için seçmiştir.
[53]
27- Andolsun ki Allah, Rasulünün gördüğü rüyanın hak olduğunu tas- dSk
etmiştir. İnşaaUah emniyet için- de, başlarınızı tıraş ettirerek, kısaltSrak
korkusuzca mutlaka Mescid-i Haram'a
gireceksiniz. Ancak Allah SİZİn bilmediSinizi bilmekte için bunun dışında size
yakın bir fetih vermiştir.
28-Onu (hak dini) diğer bütün dinere 6aP kıhnak için Rasulünü hidayetle
ve hak din ile gönderen O'dur. Buna şahit olarak Allah yeter.
"başlarını tıraş ettirerek, kısaltarak..." cümlesinde tezat
sanatı vardır.
[54]
"Andolsun ki Allah, Rasulünün gördüğü rüyanın..." hakkında
onu tasdik etmiştir, yalanlanmamıştır. Burada "fi" harfi çeri
hazfedilmiş "rüya" kelimesi doğrudan fiile bağlanmı;tır. Zemahşeri
"bi'1-hakkı - hak ile olduğu" kelimesindeki "bi" harfi
ceninin ilişkili olduğu kelimenin "sadaka - tasdik etti" fiili
olduğunu söyler. Bu takdirde mana rüyanın hak olduğunun tasdik edilmesidir.
"bi'l-hakkı"daki "bi"nin "rüya" kelimesi ile
ilişkili olması da mümkündür. O takdirde de mana hakdan başka bir şey olmayan rüyanın
tasdik edilmesi olur. Bu da onun gördüğü rüyaların karmakarışık düşler olmadığı
manasına gelir.
Buradaki "bi'l-hak" kelimesinin yemin kabul edilmesi de
(Hakka yemin olsun ki...) caizdir. O zaman ya batılın zıddı olan hak veya
Allah'ın Es-ma-i Hüsnası'ndan olan Hak ismi kastedilmiş olur.
"...elbette gireceksiniz" cümlesi, "bi'l-hakkı"
kelimesi yemin kabul edilirse bu yeminin cevabı, birinci ve ikinci görüşe göre
de mahzuf bir yeminin cevabıdır.
Vaadin "inşaallah" cümlesiyle Allah'ın iradesine bağlanması
kulları eğitmek maksadıyladır.
"başlarınızı tıraş ettirerek, kısaltarak, korkmadan Mescid-i
Haram'a elbette gereceksiniz." Bunun geciktirilmesi hususunda "sizin
bilmediğinizi" hikmeti "bilmekte olduğu için bunun dışında" yani
Mekke'ye girmek veya Mekke'nin fethi dışında "size yakın bir fetih"
yani Hayber'in fethini "vermiştir." Sonra da ertesi yıl
Rasulullah'ın (s.a.) gördüğü rüya gerçekleşmiştir.
"Onu (hak dini) bütün dinlere galip kılmak için" yani hak
olanlarını neshetmek, batıl olanlarının fesadını ortaya çıkarmak suretiyle hak
dini bütün dinlere üstün kılmak için "Rasulünü hak din ve hidayetle
gönderen O'dur." Fetih vaadi burada tekrar vurgulanmıştır.
Vaadinin tahakkuk edeceğine veya mucize göstererek peygamberin
nübüvvetine "şahit olarak Allah yeter."
[55]
"Andolsun ki Allah, Rasulünün gördüğü rüyanın hak olduğunu tasdik
etmiştir." ayetinin (27. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Firyabi, Abd
b. Humuyd ve Delail isimli eserinde Beyhaki Mücahidin şöyle dediğini rivayet
etmiştir: "Rasulullah (s.a.)'a Hudeybiye'de iken ashabıyla birlikte kimi
başları tıraşlı kimi de saçlarını kısaltmış olarak Mekke'ye girdiği gösterilmiştir.
Rasulullah (s.a.) kurbanı Hudeybiye'de kesince ashabı: "Gördüğün rüya
nerede kaldı Ya Rasulullah! dediler. Bunun üzerine "Andolsun ki Allah,
Rasulünün gördüğü rüyanın hak olduğunu tasdik etmiştir." ayeti nazil oldu.
Katade demiştir ki: Rasulullah (s.a.) rüyasında bu sıfat üzere Mekke'ye
girdiğini görmüştü. Hudeybiye'de Kureyş'le sulh yapınca münafıklar şüpheye
düşmüşlerdi. Nihayet Rasulullah (s.a.) Mekke'ye gireceğini söyleyince Allah
Tealâ "Andolsun ki Allah, Rasulünün gördüğü rüyanın hak olduğunu tasdik
etmiştir." ayetini indirmiştir. Bununla Mekke'ye bir başka yıl
gireceklerini dolayısıyla Rasulullah'ın (s.a.) gördüğü rüyanın mutlaka tahakkuk
edeceğini onlara bildirmiştir.
Rüya hadisesi şöyledir: Rasulullah (s.a.) Medine-i Münevvere'de[56]
iken rüyasında bir meleğin kendisine şöyle dediğini görmüştür: "İnşaallah
emniyet içinde, (kiminiz) başlarınızı tıraş ettirerek, (kiminiz de) kısaltarak
korkusuzca mutlaka Mescid-i Haram'a gireceksiniz." Rasulullah (s.a.) bu
rüyasını ashabına anlatınca çok sevindiler ve o yıl kesin olarak Mekke'ye
gireceklerine kanaat getirdiler. Mescid-i Haram'a gitmelerine müşrikler
tarafından engel olunup da iş sulh ile neticelenince bazı imanı zayıf
münafıklar: "Ne saçlarımızı kökünden tıraş ettik, ne kısalttık, ne de
Mescid-i Haram'ı görebildik." demeye başladılar. Şöyle de demişlerdi:
"Rasulullah (s.a.) Beytullah'a gelip orayı tavaf edeceğimizi vaadetmedi
mi?" Bunun üzerine basiret sahibi bir zat onlara "O size oraya bu
sene gideceğinizi mi söyledi?" deyince: "Hayır" dediler. Bunun
üzerine "Mutlaka oraya gidip Beytullah'ı tavaf edeceksiniz." dedi.
Allah Tealâ onu tasdik etmek için bu ayeti indirmiştir.
Siyer kitaplarında şöyle bir hadise yer almaktadır: Ömer b. Hattab demiştir
ki: Ben Rasulullah'a (s.a.) gelip "Sen Allah'ın peygamberi değil misin?
dedim." Rasulullah (s.a.) "Evet" diye cevap verdi. "O
zaman" dedim "Niçin dinimiz hakkında bu hale razı olalım."
Rasulullah (s.a.) "Ben Allah'ın rasulüyüm. Ben ona isyan etmiş değilim.
Benim yardımcım Odur." buyurdu. Ben de "Peki o zaman bizim
Beytullah'a gidip orayı tavaf edeceğimizi sen söylemedin mi?" dedim.
Sonra Hz. Ebu Bekir'e geldim ve "Ey Eba Bekir! Bu zat hakikaten Allah'ın
rasulü değil mi?" dedim. "Evet" dedi. "Peki biz hak üzere,
düşmanlarımız da batıl üzere değil mi?" dedim. "Evet" dedi.
"O zaman" dedim "Dinimizi niçin alçaltıyoruz."
Ebu Bekir (r.a.) Hz. Ömer'e şöyle cevap vermiştir: "O, Allah'ın
rasulüdür. Yardımcısı Allah iken o Rabbine isyan etmez. O zaman onun (anlamadığımızı
bize kapalı gelen) emirlerine de[57]
sarıl. Allah'a yemin olsun ki o hak üzeredir." Ona dedim ki: "Peki
Beytullah'a gidip orayı tavaf edeceğimizi söylemedi mi?" Hz. Ebu Bekir
"Evet" dedi ve devam etti. "O sana bu yıl mı oraya gideceğini
haber verdi?" "Hayır" dedim. Hz. Ebu Bekir: "Sen oraya
mutlaka girecek ve Beytullah'ı tavaf edeceksin." dedi.[58]
"Andolsun ki Allah, rasulünün gördüğü rüyanın hak olduğunu tasdik
etmiştir. İnşaallah emniyet içinde başlarını tıraş ettirerek, kısaltarak korkusuzca
mutlaka Mescid-i Harama gireceksiniz. Ancak Allah sizin bilmediğinizi bilmekte
olduğu için bunun dışında size yakın bir fetih vermiştir." Yani Allah'a
yemin olsun ki Allah, Rasulullah'ın gördüğü rüyanın tevilinin hak olduğunu
tasdik etmiştir. Siz Allah'ın izni ve meşietiyle bu yıl yani Hudeybiye yılı
değil de gelecek yıl Mescid-i Haram'a düşman tehlikesi olmaksızın, kiminiz
saçlarını tamamen kesmiş, kiminiz de saçlarını kısaltmış olarak korkmadan
gireceksiniz.
İşte bunlar emniyet ortamını sağlamlaştırmak içindir. Zira Allah Mekke'ye
girme esnasında onlar için emniyet ve güven meydana getirmiş, orada kaldıkları
sürece de hiç kimseden korkmayacak şekilde onların korku hislerini gidermiştir.
Rasulullah (s.a.) ile ashabının Mekke'ye girmeleri hicretin yedinci senesi
Zilkade ayında tahakkuk etmiştir. Rasulullah (s.a.) Zilkade ayında Medine'ye
döndükten sonra Zilhicce ve Muharrem aylarını orada ge-
çirmiştir. Safer ayında Hayber seferine çıkmış Allah Tealâ Hayber'in
bir kısmını savaş yoluyla, bir kısmını da anlaşma ile fethini ihsan etmiştir.
Hicretin yedinci senesi Zilkade ayında umre için Hudeybiye ehli ile
birlikte Medine'den çıkmış, Zulhuleyfe'de ihram giymiş ve beraberinde kurbanlık
hayvan da götürmüştü. Söylendiğine göre bu hayvanlar yetmiş tane deve idi.
Rasulullah (s.a.) ve ashabı telbiye getirererk yürüdüler. Hudeybiye sulh
anlaşmasında Mekke'lüerin ileri sürdüğü şarta riayet ederek kınlarından
çekilmemiş kılıçlarıyla Mekke'ye girdiler.
Allah Tealâ Rasulullah'ın (s.a.) rüyasını tasdik ettikten ve orada bulunan
topluluğun kötü zanda bulunmasından sonra şu sözü getirmiştir. "Ancak
Allah Tealâ" fethin gelecek yıla ertelenmesi hususunda "sizin bilmediğiniz"
hikmet ve maslahatı "bildiği için bunun dışında size yakın bir fetih"
yakın bir zamanda meydana gelecek Hayber fethini "vermiştir.[59]
"İnşaallah" sözü kulları eğitmek ve bütün işlerini Allah'ın
meşietine bağlamaya irşad etmek içindir.
Allah Tealâ şu kavliyle her hususta Rasulullah'ı (s.a.) tasdik ederek
onun gördüğü rüyanın doğruluğunu bir kez daha tekit etmiştir:
"Onu (hak dini) diğer bütün dinlere galip kılmak için Rasulünü
hidayetle ve hak din ile gönderen Odur. Buna şahit olarak Allah yeter."
Yani önceki dinleri neshetmek ve bozuk itikatlarının fesadını ortaya çıkartmak
suretiyle İslâm dinini bütün dinlere üstün kılmak için Rasulü Muhammed'i
(s.a.) faydalı ilim, amel-i salih ve dosdoğru hidayet yoluna irşad eden İslâm
diniyle gönderen bizzat Allah Tealâ'dır. İslâm dinini diğer dinlere üstün kılacağı
hususundaki bu vaadine ve Hz. Muhammed'in (s.a.) kendi peygamberi olduğuna ona
yardım edeceğine şahit olarak Allah kâfidir. Bu ayetle Hudeybiye sulhunun baş
kısmına "Allah'ın Rasulü Muhammed" ifadesinin yazılmasını kabul
etmeyen Süheyl b. Amr'ın bu tavrı reddedilmiş, Rasulullah (s.a.) teselli
edilmiş, Rasulullah'ın (s.a.) gördüğü rüyanın doğruluğu te-yid edilmiş ve
"Onu diğer bütün dinlere galip kılmak için" ifadesiyle de Mekke'nin
fethedileceği müjdelenmiş olmaktadır.
[60]
Peygamberlerin (a.s.) gördüğü rüyaların hak olduğunda asla şüphe
yoktur. Fakat bu rüyaların ne zaman gerçekleşeceği ancak Allah'ın ilmiyle tayin
ve tesbit edilir. Rasulullah'ın (s.a.) ashabıyla birlikte Mescid-i Harama
gireceğine dair verdiği haber, her hangi bir zamanla belirlenmiş değildi.
Sahabe bu haberden onun Hudeybiye yılında vukuu bulacağını anlamışlardır.
Fakat Allah'ın benzersiz hikmeti vardır. Allah Tealâ uygun gördüğü maslahat,
hayır ve hikmete göre eşyayı yaratır. Rasulullah'ın (s.a.) rüyasını ertesi yıl
gerçekleştirerek tasdik etmiştir. Bu iki yıl arasında da Hayber'in fethini
ihsan etmiştir.
Düşmanın şerrinden emin bir halde Mekke'ye girmişler, umre için orada
kaldıkları esnada da hiç kimseden korkmamışlardı.
Saçların tamamen kesilmesi ve kısaltılması erkeklere mahsustur. Her
ikisi de caizdir. Buhari ve Müslim'de şöyle bir hadis vardır: Rasulullah (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Allah Tealâ saçlarını tamamen tıraş edenlere rahmet
eylesin." Ashab "Saçlarını kısaltanlara da rahmet eylesin mi ya
Rasulallah" deyince Rasulullah (s.a.): "Allah saçlarını tamamen tıraş
ettirenlere rahmet eylesin." buyurdu. Ashab-ı Kiram tekrar
"Saçlarını kısaltanlara da rahmet eylesin mi ya Rasulullah?" deyince
Rasulullah (s.a.) "Allah saçlarını tamamen tıraş edenlere rahmet
eylesin." buyurdu. Ashab-ı Kiram tekrar "Saçlarını kısaltanlara da
rahmet eylesin mi Ya Rasulallah?" deyince Rasulü Ekrem (s.a.) üçüncüde
veye dördüncüde "Evet saçlarını kısaltanlara da rahmet eylesin."
buyurdular.
Allah Tealâ Rasulullah'ın (s.a.) gördüğü rüyayı tasdik ettiğini vurgulamak
için her konuda onu tasdik ettiğini zira onu hidayet ve hak din olan İslâm
peygamberi olarak gönderdiğini açıklamıştır. Rasulullah'ın (s.a.) gönderilmesi
hak din olan İslâm'ın diğer batıl dinlere galip gelmesi içindir. Mucizelerle
onun peygamberliğinin doğruluğuna, O'nun Allah katından gönderilmiş bir
peygamber olduğuna ve İslâm dinini diğer dinlere galip kılacağına gerçek ve
adil şahit olarak Allah kâfidir.[61]
29- Muhammed Allah'ın Rasulüdür. Onun beraberinde bulunanlar kâfirlere
karşı sert, kendi aralarında ise çok merhametlidirler. Onları rü-kûya varırken
ve secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler. Onların
nişanları yüzlerinde secde izidir. İşte onların Tevrat'taki vasıfları budur,
İncil'deki vasıfları da (şöyledir: Onlar) filizini yarıp çıkarmış git gide
onu sağlamlaştırarak kalınlaşmış ve gövdesi üzere doğrulup kalkmış bir ekine
benzerler ki bu, ekincilerin de hoşuna gider. (Ashab hakkındaki bu teşbih)
onunla kâfirleri öfkelendirmek içindir. İman edip salih amel işleyen onlara
Allah hem mağfiret, hem büyük mükâfat vaadetmiştir.
"sert" ve "merhametlidirler" kelimeleri arasında tezat
sanatı vardır.
"Onların incil'deki misali (şöyledir: Onlar) filizini yarıp
çıkarmış, git gide onu sağlamlaştırarark kalınlaşmış ve gövdesi üzere doğrulup
kalkmış bir ekine benzerler." cümlesinde temsilî teşbih vardır. Aradaki
benzerlik yönü (vech-i şebeh) birden fazladır.
Bu surede, "mübinen" kelimesinden "azimen"
kelimesine kadar bütün ayet sonlarının, fasılaların tek tarz üzere, aynı harfle
biterek gelmesi dikkat çekmektedir.
[62]
"Onun beraberinde bulunan" müminler "kâfirlere karşı
sert" katı ve çetin "kendi aralarında ise çok
merhametlidirler." Onlar baba ile oğul gibi birbirlerine kalplerinde sevgi
ve şefkat beslerler. Ayetin manası şöyledir: Onlar düşmanlarına karşı savaşta
çok çetin ve sert, kendi aralarında ise oldukça merhametlidirler. Bunun bir
benzeri de şu ayet-i kerimedir: "Ey iman edenler! İçinizden kim dininden
dönerse Allah öyle bir kavim getirir ki Allah onları sever, onlar da Allah'ı
severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı da onurlu ve
zorludurlar." (Maide, 5/54). "Onları rükû ederken ve secdeye
varırken görürsün." Çünkü onlar vakitlerinin ekseriyetini namazla
geçirirler. "Allah 'tan lütuf ve rıza isterler." Sevap ve Allah'ın
rızasını talep ederler.
"Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir." Burada maksat
çok secde etmekten meydana gelen bir alâmet veya ahirette, dünyada onların çok
secde ettiklerini gösterecek bir beyazlık ve nur halidir.
"İşte onların Tevrat'taki" hayret verici bir olaya misal
olarak kullanılan mükemmel "vasıfları budur. İncil'deki vasıfları
da" şöyledir. Onlar "filizini" veya kökün etrafındaki küçük
dallarını "çıkarmış, git gide onu sağlamlaştırarak kalınlaşmış,
gövdesi" kökü ve serpilen dalları "üzere doğrulup kalkmış bir ekine
benzerler ki" güzelliği sebebiyle "bu, ekincilerin de hoşuna
gider."
Allah Tealâ sahabe-i kiram için bu benzetmeyi yapmıştır. Çünkü onlar
sayıları itabariyle az ve kuvvetsizdiler. Kısa bir süre zarfında çoğaldılar ve
kuvvet kazandılar. Artık o derece yükseldiler ki bütün insanlığın sevgisini ve
beğenisini kazandılar.
"Onunla kâfirleri öfkelendirmek içindir." Bu cümle öncesinin
delâlet ettiği mahzuf bir mana ile ilişkilidir. Buna göre mana şudur: Ashab hakkında
yapılan bu teşbih onunla kâfirleri öfkelendirmek içindir. Kuvvetlenerek
büyümek ve sağlam bir hale gelmek hususunda ashabın ekine benzetilmesinin
illet ve sebebi kâfirleri kızdırmaktır.
"İman edip salih amel işleyen onlara Allah hem mağfiret hem de
büyük bir mükâfat" cennet "vaadetmiştir." Onlardan sonra gelen
mümin erkek ve kadınlar için de aynı şekilde mağfiret ve mükâfat vardır.
Kâfirler bu ayeti işitince buna çok kızmışlardı. "Onlara (minhüm)"
kavlindeki "min" harf-i cerri teb'iz (kısımlara ayırma) için
("onlardan" anlamında) değil de cinsi beyan içindir. "Onlardan
sahabe cinsine dahil olanlara" demektir. Zaten onların tamamı bu sıfata
sahiptir. (Meal bu tefsire göre yapılmıştır.)
[63]
Peygamberi (s.a.) hidayet ve hak din ile gönderdiğini beyan ettikten
sonra Allah Tealâ, Rasulullah'm (s.a.) ve kendisine peygamber gönderilen
topluluğun durumunu açıklamış "Şahit olarak Allah sana yeter."
ayetinde ifade edilen şehadeti "Muhammed Allah'ın Rasulüdür." sözüyle
tekit etmiştir. Sonra, onun ashabını düşmana karşı sert ve çetin, müminlere
ise şefkatli ve merhametli olmak, çok ibadet etmek, Allah'ın rızasını ve sevabını
şiddetle arzu etmek, dünya ve ahirette nur ile temeyyüz etmek, güçsüz ve kuvvetsiz bir halden güçlü kuvvetli bir
hale geçmek ve Allah'ın kendilerine mağfiret ve cennet vaadetmesi gibi güzel
sıfatlarla vasıflandırmış ve onların Tevrat ve İncil'de bulunan özelliklerini
de beyan etmiştir.
[64]
"Muhammed Allah'ın Rasulüdür." Yani Muhammed seksiz şüphesiz
Allah tarafından gönderilmiş gerçek bir peygamberdir.
"Onun beraberinde bulunanlar, kâfirlere karşı sert ve çetin, kendi
aralarında ise çok merhametlidirler." Yani onun ashabı Allah'ı inkâr
edenlere ve kendilerine düşmanlık edenlere karşı dayanıklılık, katılık ve
sertlikle, birbirlerine karşı da yumuşak ve merhametli olmak ile temeyyüz
ederler. Nitekim Onların bu özellikleri başka ayetlerde şöyle ifade edilir:
"Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse Allah öyle bir kavim
getirir ki onları sever, onlar da Allah'ı severler. Müminlere karşı alçak
gönüllü, kâfirlere karşı da onurlu ve zorludurlar." (Maide, 5/54). Başka
bir ayet de şöyledir: "Ey iman edenler! Size yakın olan kâfirlerle
muharebe edin. Onlar sizde büyük bir azim ve sertlik bulsunlar."
Ahmed, ve Müslim Ebu Hüreyre'nin sahih bir hadiste Rasulullah'ın şöyle
dediğini rivayet etmiştir: "Birbirlerine karşı sevgi, merhamet ve şefkat
göstermek hususunda müminler bir vücuda benzer. Onun her hangi bir uzvu
rahatsız olduğunda diğerleri de uykusuzluk ve ateş ile ona iştirak
ederler."
Buhari ve Müslim, Tirmizi ve Nesei'nin Ebu Musa el-Esari'den rivayet
ettiği hadis şöyledir: Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Mümin mümin
için tuğlaları birbirine kenetlenmiş bina gibidir."
Hasan-ı Basri şöyle demiştir: Ashab-ı Kiram'm kâfirlere karşı gösterdiği
sertliğe dair şu bilgiler ulaşmıştır: Onlar bırakın bedenlerini elbiselerinin
bile kâfirlerin elbisesine değmesinden sakınıyorlardı. Kendi aralarındaki
merhamet ve şefkatleri hakkında da şu bilgiler ulaşmıştır: Birbiriyle görüşen
müminler mutlaka musafaha yapıp kucaklaşırlardı.
Musafahanm caiz olduğu hususunda alimler ittifak etmişlerdir. Bu
sünnete devamlı olarak riayet etmek, kendilerine muhalif olanlara karşı sertlik
gösterip kendi dindaşlarına merhamet etmek bütün müminlerin vazifesidir.
"Onları rükûya varırken ve secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf
ve rıza isterler." Yani ihlâslı bir şekilde çok namaz kıldıklarını
müşahede edersin. Çoğunlukla onları rükû ve secde halinde görürsün. Sevap ve
Allah'ın rızasını isterler, Allah katında sevabın en büyüğü olan cennete
girmeyi ve Allah'ın rızasını umarlar. Allah rızası cennetten daha büyük bir
nimettir. "Allah'ın rızası daha büyüktür." (Tevbe, 9/72).
"Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir." Onların en
belirgin alâmetleri yüzlerinde bulunan nur, parlaklık ve vakardır. Süddi
demiştir ki: Namaz onların yüzlerini güzelleştirmiştir. Seleften birisi de
şöyle demiştir: Gece çok namaz kılanın gündüz yüzü güzel olur.
İbni Mace Cabir'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Gece çok namaz kılanın gündüz yüzü güzel olur."
Gerçekte bu merfu değil mevkuf bir hadistir.
Yine selef ulemasından birisi şöyle demiştir: "Muhakkak iyilerin
kalplerinde bir nur, yüzlerinde bir ışık, rızıklarında bir genişlik ve
insanların gönüllerinde onlara karşı bir muhabbet bulunur."
Müminlerin emiri Osman b. Afvan (r.a.) şöyle demiştir: "Bir
kimsenin içinde sakladığı bir sırrı Allah Tealâ mutlaka onun yüzünde veya
lisanının sürçmesinde ortaya çıkarır." Bu sözden şu mana kastedilmiştir:
İbadetin, salâhın ve Allah için İhlasın izini Allah Tealâ müminin yüzünde
ortaya çıkarır. Bunun için Ömer b. Hattab (r.a.) şöyle demiştir: "Kim
içini düzeltirse Allah da onun dışını düzeltir."
İmam Ahmed Ebi Said el-Hudri'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Şayet biriniz kapısı ve menfezi olmayan
kapalı bir mağaranın içinde amel etseydi Allah Tealâ bunu mutlaka olduğu gibi
insanlara gösterirdi."
Aynı şekilde Ahmed b. Hanbel ve Ebu Davud İbni Abas (r.a.)'dan Rasulullah
in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Muhakkak düzenli bir hal, güzel
yaşantı ve itidal, peygamberliğin yirmi beş parçasından biridir."
"İşte onlaran Tevrattaki vasıfları budur. İncil'deki vasıfları da
(şöyledir: Onlar) filizini yarıp çıkarmış, gitgide onu sağlamlaştırarak
kalınlaşmış ve gövdesi üzere doğrulup kalkmış bir ekine benzer ki bu,
ekincilerin hoşuna gider. (Ashab hakkındaki bu teşbih) kâfirleri öfkelendirmek
içindir." Yani sahabeye ait bu vasıf onların Tevrat'ta ve İncil'de bulunan
vasıflarıdır. Onlar başlangıçta zayıf idiler ve sayıları da az idi. Tıpkı
filizlenip dalları etrafına serpilen ve sertleşip kuvvetlenen kökün
desteklediği ve tuttuğu bir ekin gibi ashab-ı kiram da artmış çoğalmış ve
güçlenmiştir. Bilindiği gibi ekinin bu hali, sağlamlığı ve güzel görünümü
sebebiyle çiftçilerin hoşuna gider.
Müminin imanı da böyledir. İslâm'a ilk girdiği esnada zayıftır. İlim ve
iman ehliyle sürekli birlikteliği sebebiyle kuvvet kazanır ve neticede eşit
seviyeye çıkarak onlar gibi olur. Bazen de onlardan daha kuvvetli bir imana
sahip olabilir.
"İman edip salih amel işleyen onlara Allah hem mağfiret hem de büyük
bir mükâfat vaadetmiştir." Yani Allah kendisine ve Peygamberine (s.a.)
iman edip salih amel işleyenlere günahlarını bağışlayıp bol mükâfat vermeyi ve
cennete sokmayı vaadetmiştir. Allah'ın vaadi haktır, gerçektir ve kesinlikle
tahakkuk edecektir. Zira Allah asla vaadinden dönmez.
Bütün bu vasıflar sahabe-i kirama ve onların izini takip eden ve onların
yolu üzere yürüyen iman toplulukları, İslâm orduları ve birbirini izleyen
nesillere şamildir.
Müslim Sahih'inde Ebu Hüreyre (r.a.)'nin şöyle söylediğini rivayet etmiştir:
Rasulullah (s.a.) buyurmuştur ki: "Ashabıma sövmeyin. Nefsim yedi
kudretinde bulunan Allah 'a yemin olsun ki şayet sizden biri Uhud dağı kadar
altını infak etmiş olsa onlardan birinin verdiği ne bir müdd (hurma vs.) ne de
onun yarısının sevabına erişemez"
[65]
Ayet-i kerime Muhammed b. Abdullah (s.a.) için risalet ve nübüvvet
vasıflarını sağlam bir şekilde ortaya koymuş ve ashab-ı kiramı da sekiz sıfatla
vasıflandırmıştır:
1, 2- Onlar kâfir düşmanlara
karşı sert, katı ve hoşgörüsüz; müminlere karşı ise yumuşak, merhametli,
şefkatli ve iyilik severdir. Kâfirlerin nazarında onlar öfkeli ve asık
suratlı, mümin kardeşlerinin nazarında ise güler yüzlü ve hoş çehrelidir.
3, 4- İhlaslı olmak, rızık
genişliği nimetine de şamil en büyük mükâfatı yani cenneti ve Allah'ın
rızasına nail olmayı umma özellikleri yanında, çokça namaz kılıp Allah'ı
zikrederler. Onlar ihlaslı bir şekilde yaptıkları amelleriyle cenneti ve
Allah'ın rızasını talep etmektedirler.
5- Nur, güzel yaşantı, huşu ve
Allah için tavazu onların dünya ve ahi-retteki en belirgin alâmetleridir.
6- Kur'an, Tevrat ve İncil'den her birinde bu özelliklerle vasıflandırılmışlardır.
7-
Onlarda hayır ve bereket çok
büyük olmuştur. Zira onlar zayıf ve az iken, sonra, tıpkı filizlenerek büyüyüp
sağlamlaşan ve sertleşen bir ekin gibi kuvvet ve güç kazanarak çoğaldılar.
Doğrusu Allah Tealâ Muhammedi (s.a.) ve ashab-ı kiramı kâfirleri öfkelendirmek için
bu hale getirmiştir.
8- Allah Tealâ onların
tamamına ve güzel bir şekilde onlara tabi olanlara -ki onlar amelleri salih
olan müminlerdir- günahlarının bağışlanacağını ve sonu gelmez nimet olan
cenneti vaadetmiştir. Sahabenin faziletini anlatan ve onlardan kötülükle
bahsetmekten nehyeden başka ayetler ve hadisler de gelmiştir.
Sahabenin tamamı adildir. Onlar Allah'ın sevgili ve seçkin kulları,
peygamberlerden sonra diğer mahlukât içinde en seçkin kişilerdir. Buna dair
yukarıda bazı hadisler geçmişti.
"Andolsun ki Allah ağacın altında sana biat ediyorlarken müminlerden
razı olmuştur." (18. ayet).
"Müminlerden öyle adamlar vardır ki Allah 'a verdikleri söze sadıktırlar." (Ahzab, 33/23).
"(Bilhassa o fey) hicret eden fakirlere aittir ki onlar Allah'tan fazlu
kerem ve hoşnutluk isterler; onlar Allah 'a ve peygamberine yardım ederlerken
yurtlarından çıkarılmışlardır. İşte bunlar sadıkların ta kendileridir. Onlardan
evvel (Medine'yi) yurt ve iman (evi) edinmiş olan kimseler kendilerine hicret
edenlere sevgi beslerler. Onlara verilen şeylerden gönüllerinde bir ihtiyaç
bulmazlar. Kendilerinde fakru zaruret bulunsa bile onları kendilerine tercih
ederler. Kim nefsinin hırsından ve cimriliğinden korunursa işte kurtuluşa
erenler onlardır." (Haşr, 8-9)
İşte bütün bu ayetleri okuyan, Allah'ın onları övmesinin ve onların
sıdkına ve felahına şehadet etmesinin önemini anlayabilir.
Ahmed b. Hanbel, Buhari, Müslim ve Tirmizi'nin İbni Mesud'dan rivayet
ettikleri bir hadiste Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sizin en hayırlınız
benim içinde yaşadığım asırdakilerdir. Sonra onları takip edenler gelir."
İmam Malik "Onun beraberinde bulunanlar" ayetini sahabe-i
kirama buğzeden Rafizilerin tekfir edileceğine delil getirmiştir. Demiştir ki:
Çünkü onlar sahabeye öfke duymaktadırlar. Halbuki sahabeye öfke duyan bu ayet
sebebiyle kâfir olur.
İbni Kesir de demiştir ki: Alimlerden bazıları bu hususta İmam
Ma-lik'in görüşünü kabul etmişlerdir. Fakat onlara fasık demek daha doğru olur.
Alimlerden bazıları sahabenin fikir ayrılığı ve aralarında vaki olan savaş
hakkında şöyle demiştir: Allah Tealâ bizim elimizi o kanlardan uzak tutmuştur.
O halde biz onunla dilimizi kirletmeyelim. Onların arasında meydana gelen
hadiselerin meydana geliş şekli Yusuf (a.s.) ve kardeşleri arasında cereyan
eden hadiselere benzemektedir.
[66]
[1] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/375.
[2] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/375.
[3] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/375-377.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 13/377.
[5] Mekke'ye giden kişinin
"Harem "e en'am (deve, inek, koyun) cinsinden bir hayvanı hediye
olarak götürmesi sünettir. Buna "Hedy" denir.
[6] Taris: Bir kavmin uyuyup
istirahat etmek ve sonrada gitmek için bir yerde konaklaması demektir.
[7] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/377-379.
[8] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/380.
[9] Zemahşeri, III/135.
[10] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/380-381.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 13/381-382.
[12] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/382-383.
[13] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/383-384.
[14] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/385.
[15] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/385-386.
[16] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/386.
[17] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/386.
[18] Razî, XXVIII/82.
[19] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/387-389.
[20] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/389-390.
[21] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/391-392.
[22] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/392-393.
[23] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/393.
[24] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/393-395.
[25] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/395-396.
[26] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/398.
[27] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/398-400.
[28] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/400.
[29] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/400.
[30] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/400-402.
[31] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/402-406.
[32] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/406-409.
[33] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/410.
[34] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/410.
[35] Öğle vakti uyumaya kaylule denir.
[36] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/410-411.
[37] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/412.
[38] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/412-413.
[39] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/413-414.
[40] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/415.
[41] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/415-416.
[42] Gırra: Dalgınlık ve gaflet
demektir. Bu kimseler kendilerine karşı hazırlanma fırsatı bulamadan
Rasulullah'a (s.a.) ve ashaba baskın yapmak istiyorlardı.
[43] Temim, Mekke ile Seraf
arasında bulunan bir ihrama girme yeridir.
[44] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/416-417.
[45] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/417-418.
[46] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/418-419.
[47] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/419-420.
[48] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/421-423.
[49] İbni Kesir demiştir ki:
Doğrusu Ebu Ca'fer Habib b. Seb'dir.
[50] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/423.
[51] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/423-424.
[52] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/424-425.
[53] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/425-427.
[54] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/428.
[55] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/428-429.
[56] Zahir olan şudur: Rüyanın
Medine'de görüldüğü görüşü Hudeybiye'de görüldüğü görüşünden daha sahihtir.
[57] Garz: Onun yolunda yürü.
[58] İbni Kesir, IV/194-200.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale
Yayınları: 13/429-430.
[59] fealime" lafzının
başındaki "fa" bu lafzı "saddeka" lafzına atfetmek, bir de
ilm-i ilâhinin Rasulullah'ın (s.a.) rüyasından önce var olduğunu ifade etmek
içindir. Zira burada takip ve tertipten maksat görünen ve meydana geleni
bilmektir, yoksa ilm-i bilmek değildir.
[60] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/430-431.
[61] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/431-432.
[62] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/433.
[63] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/433-434.
[64] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/434-435.
[65] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/435-437.
[66] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/437-438.