FETİH SURESİ 3

Surenin İsmi: 3

Önceki Sureyle İlişkisi: 3

Surenin Muhtevası: 3

Surenin Fazileti: 4

Surenin Nüzul Sebebine Göre Siretten Parıltılar: Hudeybiye Anlaşması Ve Rıdvan Biati: 4

Hudeybiye Antlaşmasının Rasulullah'a Sağladığı Kazanımlar: 5

Belagat: 5

Kelime ve İbareler: 5

Nüzul Sebebi: 6

Açıklaması: 6

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 7

Hudeybiye Antlaşmasının Müminler, Münafıklar Ve Müşrikler Hakkındaki Neticeleri: 7

Belagat: 8

Kelime ve İbareler: 8

Ayetler Arası İlişki: 8

Açıklaması: 8

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 10

Peygamberin (S.A.) Vazifeleri,  Peygamber Olarak Gönderilmesinin Yararı Ve Hudeybiye'de Yapılan Biatin Manası: 10

Belagat: 10

Kelime ve İbareler: 10

Ayetler Arası İlişki: 11

Açıklaması: 11

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 12

Hudeybiye'ye Katılmayanların Durumu: 13

Belagat: 13

Kelime ve İbareler: 13

Nüzul Sebebi: 14

Ayetler Arası İlişki: 14

Açıklaması: 15

Hayber Fethine Katılma Talebi: 16

Açıklaması: 22

Müşriklerin Kötülenmesi Ve Hudeybiye Günü Yapılan Sulh Antlaşmasının Hikmeti: 24

Kelime Ve İbareler: 24

Nüzul Sebebi: 25

Ayetler Arası İlişki: 25

Açıklaması 25

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 26

Fetih Yılında Rasulullah'ın (S.A.) Rüyasının Doğrulanması: 27

Belagat: 27

Kelime Ve İbareler: 27

Nüzul Sebebi: 27

Açıklaması: 28

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 29

Rasulullah (S.A.) İle Kendilerine Peygamber Gönderilenlerin Vasıfları: 29

Belagat: 29

Kelime ve İbareler: 29

Ayetler Arası İlişki: 30

Açıklaması: 30

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 31

 


FETİH SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

"Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik." diye fetih müjdesiyle başladığı için bu sureye Fetih suresi denmiştir. Ahmed, Buhari ve Müslim Abdullah b. Muğaffel'in şöyle söylediğini rivayet etmişlerdir: Mekke'nin fethedildiği sene Rasulullah (s.a.) yolculuk esnasında devesinin üstündey­ken Fetih suresini ahenkli bir şekilde okumuştur. Muaviye b. Gurre "İn­sanların başımıza toplanmasından rahatsız olmasaydım Rasulullah'm (s.a.) okuyuşunu size anlatırdım." demiştir. [1]

 

Önceki Sureyle İlişkisi:

 

Bu surenin önceki sure ile münasebeti birkaç yönden ortaya çıkmak­tadır:

1- Yardım manasında fethin verilmesi savaşmaya bağlıdır.

Ahkâf süresindeki "Bana ve size ne yapılacağını da bilemem." ayetinde Rasulullah'm (s.a.) ve müşriklerin karşılaşacağı muamele belirsiz bırakıl­dıktan sonra, Fetih suresinin Rasulullah (s.a.) ve müminlere yapılacak mu­ameleyi açıklamak için nazil olduğu bir hadiste varid olmuştur.

Muhammed suresinde "Kâfirlerle karşılaştığınızda onların boyunları­nı vurun" ayetiyle müminlere kâfirlerle nasıl savaşacakları öğretilmiş, Fe­tih suresinde ise bu durumun meyvası olan yardım ve fetih açıklanmıştır.

2- Muhammed ve Fetih surelerinde müminlerin, müşriklerin ve mü­nafıkların özellikleri açıklanmıştır.

3- Muhammed suresinde Rasulü Ekrem (s.a.) kendi kusurları için bir de mümin erkek ve kadınlar için istiğfar etmesi (19. ayet) emredilmiş, bu surede ise Allah'ın mağfiretinin gerçekleştiği zikredilerek söze başlanmıştır. [2]

 

Surenin Muhtevası:

 

Fetih suresi önceki sure gibi Medenî'dir. Hudeybiye sulhu hakkında Hudeybiye'den ayrıldıktan sonra Mekke ile Medine arasında gece nazil ol­muştur. Bilindiği gibi Medenî sureler Medine'de ortaya çıkan münafıklar­dan bahsetmekte, ibadetler, muamelat ve cihadla alâkalı hükümler koyma­yı hedeflemektedir.

Fetih suresi, Rasulullah (s.a.)'a en büyük fetih (Mekke'nin fethi) ve bundan sonra İslâm'ın yayılacağı müjdesiyle başlamaktadır. Hicretin altın­cı yılında Rasulü Ekrem (s.a.) ile müşrikler arasında yapılan Hudeybiye anlaşması bunun için güzel bir başlangıç olmuştur.

Sonra Allah'ın müminlere yaptığı ve gerçekleşmesi kesin olan vaadi ile kâfirlere yaptığı tehdit burada haber verilmiştir. Müjdeleme ve ikaz et­me, kıyamet günü ümmeti ve bütün mahlukâta şahit olma gibi Rasulul-lah'ın (s.a.) önemli vazifeleri açıklanmıştır.

Bunu dikkat çekici iki husus takip etmiştir.

1- Hudeybiye de ağacın altında Rıdvan biati yapanlar övülmüş, "Sana biat edenler gerçekte Allah'a biat etmişlerdir." buyurularak onların yaptığı beyatm gerçekte Allah'a yapıldığı açıklanmış, "Ağacın altında sana biat et­tiklerinde andolsun ki Allah Tealâ o müminlerden razı olmuştur." buyruğu ile Allah'ın onlardan razı ve hoşnut olduğu tescil edilmiş ve Allah Tealâ on­lara dünyada fethi, ahirette de cenneti vaadetmiştir.

2- Hudeybiye senesinde Rasulullah (s.a.) ile çıkmayıp geri kalan, Eş­lem, Cüheyne, Müzeyne ve Gıfar gibi Medine'deki Arap kabilelerine men­sup münafıklar kötülenmiştir.

Ama, topal, hasta vb. özür sahiplerinin cihad farizasından muaf tutul­duğu, onların cennete girmeleri için Allah'ın ve Rasulü Ekrem'in (s.a.) em­rine itaat etmelerinin yeterli olduğu açıklanmıştır.

Yapılan sulhu onaylaması; müminlerin Mescid-i Haram'a gitmesine engel olan, gurur, kibir ve ırkçılık gibi cahiliye taassubunun tesiri altında bulunan, anlaşmanın baş tarafına besmelenin ve 'Muhammed Allah'ın rasulüdür." ifadesinin yazılmasını kabul etmeyen Kureyş kâfirleri ile ara­larındaki savaşı kesmesi, görünüşte insan haklarını ihlâl eden maddeleri­ne rağmen onları anlaşmanın şartlarını kabulde, Allah ve Rasulüne (s.a.) itaat manasına gelen takva kelimesinde sabit kılması gibi hususlarda Al­lah'ın müminlere verdiği lütuf ve ikramlar hatırlatılmıştır.

Sonra da Peygamber (s.a.)'in müminlerin Mescid-i Haram'a güven ve huzur içinde girdiklerine dair gördüğü rüyanın gerçekleşeceği müjdesi ve­rilmiştir. Bu rüya müminlerin umre için Mekke'ye girdikleri bir sonraki yıl gerçekleşmiştir. "Andolsun ki Allah Tealâ, Rasulünün gördüğünü doğru çı­karmıştır. "

Bu sure üç konu ile son bulmaktadır:

1- Bütün dinlere galip gelmesi için Hz. Muhammed (s.a.) hak din ve hidayetle gönderilmesi.

2- Rasulullah'ın (s.a.) ve müminlerin kendi aralarında merhametli, kâfirlere karşı ise oldukça sert ve katı olarak vasıflandırılması.

3- Salih amel işleyen müminlere mağfiret ve büyük bir mükâfat vaadedilmesi. [3]

 

Surenin Fazileti:

 

Bu sure Nebi (s.a.)'ye Hudeybiye'den döndükten sonra nazil olmuştur. Ahmed, Buhari, Tirmizi ve Nesai Ömer b. Hattab (r.a.)'ın şöyle dediğini ri­vayet etmişlerdir:

Nebi (s.a.) buyurmuşlardır ki "Dün gece bana öyle bir sure nazil ol­muştur ki o sure, bana dünya ve dünyada bulunanlardan daha sevimlidir (o da şudur:) "Allah 'ırı senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışla­ması için sana apaçık bir fetih ihsan ettik."

Başka bir rivayette de şöyledir: "Gece bana öyle bir ayet indirilmiştir ki o benim içinyeryüzündekilerden daha sevimlidir."

Müslim'in Enes (r.a.)'den rivayeti de şöyledir: "Bana dünyanın tama­mından daha sevimlidir." [4]

 

Surenin Nüzul Sebebine Göre Siretten Parıltılar: Hudeybiye Anlaşması Ve Rıdvan Biati:

 

Rasulullah (s.a.) Medine-i Münevvere'de iken Mekke'ye girdiğini ve Kabe'yi tavaf ettiğini rüyasında görmüştür. Bunu ashabına haber verdiğin­de onlar buna çok sevinmişlerdi.

Hicretin altıncı senesi Zilkade ayında Rasulullah (s.a.), harp maksadı olmaksızın Kabe'yi ziyaret için yola çıktı. Beraberinde Muhacir, Ensar ve müslüman Araplardan bin beş yüz kişi bulunuyordu. Peygamberimiz (s.a.) yanında kurbanlık (hedy)[5] götürüyordu. Zulhuleyse denen mevkide umre için ihrama girdi. Mübarek hanımlarından Ümmü Seleme (r.a.) da onunla beraberdi.

Rasulullah (s.a.) ve ashabın yanında yolcu silâhı olan kınından çekil­memiş kılıçlar dışında başka bir silâh yoktu. Rasulü Ekrem (s.a.) Kureyş hakkında bilgi toplaması için bir casusunu, Huzaa kabilesine gönderdi. Mekke ile Medine arasında, Mekke'den iki konak uzakta bulunan "Usfan"a yaklaşınca Rasulü Ekrem'in (s.a.) casus olarak gönderdiği Bişr b. Süfyan el-Kabi "Ey Allah'ın Rasulü! Kureyş sizin geldiğinizi öğrenmiş! Yanlarına sütlü ve yavrusu olan develeri alarak yola çıktılar. (Uzun müddet seferde olmak için hazırlandılar.) Mekke'den çıkıp Zituva'da konakladılar. Seni Mekke'ye asla sokmayacaklarına dair yemin ediyorlar. Sana karşı koymak için değişik kabilelere mensup insanları topladılar, sana karşı savaşacak ve Mescid-i Haram'a gitmene engel olacak toplulukları bir araya getirdi­ler." diyerek Rasulü Ekrem'e (s.a.) geldi.

Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) asıl maksadını, yani umre yapmak dı­şında bir şey istemediğini haber vermesi için Kureyş'e Hz. Osman'ı gönder­di. Bir müddet sonra Hz. Osman'ın öldürüldüğü haberi Rasulü Ekrem'e (s.a.) ulaşınca hemen müminleri biate çağırdı.

Rıdvan ağacının altında toplanıp savaşmak ve asla kaçmamak üzere Rasulullah'a (s.a.) biat ettiler. İşte buna Bey'atü'ş-Şecera veye Bey'atü'r-Rıdvan denir. Seleme b. Ekva (r.a.) demiştir ki; biz Rasulullah'a (s.a.) kaç­mamak üzere biat ettik. Artık ya fetih veya şehadet vardı. Bu durum müş­rikleri korkuttu. Hemen anlaşma yapmak için elçi gönderdiler. Daha sonra da Rasulullah'a (s.a.) Hz. Osman hakkındaki haberin yalan olduğu ulaştı.

Allah Tealâ bu biat hakkında şu ayeti indirdi: "Andolsun ki Allah Te-alâ ağacın altında sana biat ediyorlarken müminlerden razı olmuştur." Asıl fetih Hudeybiye anlaşması olmuştur. Rasulullah'ın (s.a.) Medine'ye dönme-sinen sonra ise Allah Tealâ Hayber'in fethini nasip etmiş, Hz. Peygamber (s.a.) burada elde edilen ganimetleri sadece Hudeybiye de bulunanlara tak­sim etmiştir. Said b. Müseyyeb'in ifadesine göre Hudeybiye'de bulunanlar üç yüzü süvari olmak üzere bin beş yüz kişi idi. Meşhur olan görüşe göre ise onların sayısı bin dört yüz idi.

Kureyş durumu öğrenince Süheyl b. Amr'ı anlaşma yapması için gön­derdi. Rasulullah (s.a.) Süheyl'in geldiğini görünce "Bu adamı gönderdikle­rine göre Kureyş kabilesi anlaşma yapmak istemektedir." buyurdu. Sonra "Sizinle bizim aramızda bir anlaşma metni yaz." dedi ve hemen Ali b. Ebi Talib'i kâtip olarak çağırdı. Süheyl'in anlaşma metnine "Bismillahirrahma-nirrahim" yazılmasını kabul etmeyip onun yerine "Bismikellahümme" yaz­masını istedi ve imza yerinde Hz. Muhammed'in (s.a.) peygamberlikle tav­sif edilmesini (Muhammedün Rasulullah: Allah'ın peygamberi Muham-med, yazılmasını) reddedip yerine "Muhammed b. Abdillah: Abdullah'ın oğlu Muhammed" yazdırdı ve ancak bundan sonra anlaşmanın diğer mad­deleri üzerinde fikir birliğine varıldı.

Hudeybiye anlaşması şu şartlar kabul edilerek imzalanmıştır:

Taraflar on yıl boyunca birbirleriyle savaşmayacak, bu süre zarfında savaş ve saldırı olmadan insanlar güven içinde bulunacaklardı. Şu kadar var ki Kureyş'ten bir şahıs velisinin izni olmaksızın Muhammed'e (s.a.) ge­lirse onlara geri verilecek, Muhammed'in (s.a.) ashabından biri Kureyş'e gelecek olursa geri verilmeyecektir. Kim Muhammed (s.a.) tarafında anlaş­maya girmek ister onunla ahit yaparsa onun tarafında anlaşmaya girmiş olur. Kim de Kureyş'le anlaşma yapar ve onun tarafında anlaşmaya girmek isterse bunu yapar.

Bunun üzerine Huzaa kabilesi hemen Hz.Muhammed (s.a.) tarafında anlaşmaya girdi ve Rasulullah ile anlaşma yaptı, Bekir oğulları kabilesi de Kureyş kabilesinin emanına girerek onların tarafında anlaşmaya dahil oldu.

Müslümanlar anlaşmanın yapıldığı sene Mekke'ye girmeden geri dö­necek, ertesi yıl Kureyş Mekke'den çıkacak ve müslümanlar üç gün Mek­ke'de kalacaklar, ibadetlerini yerine getireceklerdi. Yanlarında sadece yol­cu silahı olan kınından çekilmemiş silahlar bulunabilecekti.

Ömer (r.a.) gibi müslümanlarm büyüklerinden bazıları eşit şartları ta­şımadığı ve müslümanlara zarar verdiği için bu anlaşmaya itiraz etmişler­di. Ancak gerçekte bu anlaşma büyük bir fetihti. Zira Kureyş bu anlaşma ile müslümanlarm varlığını kabul etmiş, kendilerini sürekli meşgul eden ve zayıflatan harplerden müslümanları kurtaran sükûnet ortamı sağlan­mış, müslümanlar emniyet ve güven ortamında İslâm davetini yerine geti­rebilmişlerdir. Bu sayede Arapların çoğu İslâm'a girmişlerdir.

Bundan dolayıdır ki bu olayın kendisi apaçık bir fetihtir veya Mekke fethi için ilk adımdır. Zühri demiştir ki: Hudeybiye'den önce ondan daha büyük bir fetih gerçekleşmemiştir. Anlaşma yapıldığı esnada müslümanla­rm sayısı bin beşyüz veya bin dört yüz civarındaydı. İki sene sonra Mek­ke'nin fethedildiği sene müslümanlar on bin kişi oldular. Onların içinde Halid b. Velid ve Amr b. Ass da vardı. İbni Mesud, Cabir ve Berea (r.a.) de­mişlerdir ki: "Siz Mekke'nin fethini fetih olarak kabul ediyorsunuz. Halbu­ki biz Hudeybiye anlaşmasını fetih sayıyoruz."

Rasulullah (s.a.) Kabe'ye gidemeyip geri döndüğü için kurbanını kes­tikten ve oradan ayrıldıktan sonra Mekke ile Medine arasında yoldayken gece bu sure nazil olmuştur.

Ebu Davud, Ahmed, Nesai ve İbni Cerir Abdullah b. Mesud (r.a.)'un şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:

"Hudeybiye'den Medine'ye yöneldiğimizde gece yarısı uyumak ve isti­rahat etmek için bir yerde konakladık[6] ve bir müddet sonra uyuduk. Gü­neş iyice doğmadan uyanamadık. Biz uyandığımızda Rasulullah (s.a.) halâ uyuyordu. "Onu uyandırın" dedik. Rasulullah (s.a.) uyandı ve "Yapmanız gerekeni yapın. Uyuyan veya unutan kimse işte böyle yapar, yani namazı kaza eder." buyurdu. İbni Mesud demiştir ki: Rasulullah'ın (s.a.) devesini kaybettiğimiz için onu aramaya çıktık, deveyi yuları bir ağaca dolaşmış bir halde bulduk. Onu Rasulullah'a (s.a.) getirdim, Rasulullah (s.a.) deveye bindi. Biz böyle yürürken birden O'na vahiy geldi.

İbni Mesud demiştir ki: Rasulullah (s.a.) vahiy geldiğinde dayanılmaz derecede sıkıntı ve zahmet çekerdi. Bu seferde bu sıkıntıdan kurtulunca "Muhakkak ki biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik" ayetinin nazil olduğunu haber verdi. [7]

 

Hudeybiye Antlaşmasının Rasulullah'a Sağladığı Kazanımlar:

 

1, 2, 3- Biz sana apaçık bir fetih ih­san ettik. Bu, Allah Tealâ'nın senin geçmiş ve gelecek günahlarını ba­ğışlaması, sana olan nimetini ta­mamlaması, seni dosduğru yola iletmesi ve sana hiç kimsenin karşı koyamayacağı bir zaferle yardım etmesi içindir.

 

Belagat:

 

"öncekiler" ve "sonraki" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır. [8]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik." Fetih kelimesi lügatte kapalılığın ortadan kaldırılması manasına gelir. Cihad ıstılahında ise bir beldeyi harp veya başka bir yolla, zorla veya sulh yoluyla ele geçirmek de­mektir. Çünkü ele geçirilmediği müddetçe bir beldenin kapıları kapalıdır. Zafere ulaşmak ve ele geçirilmek suretiyle kapıları açılmış olur. Burada kastedilen mana şudur: Cihad etmen sebebiyle gelecekte Mekke ve diğer beldelerin savaş yoluyla fethini apaçık bir fetih olarak senin için takdir et­tik. Veya burada Mekke'nin fethi vaadedilmiştir.

Alimlerin çoğuna göre buradaki fetihten maksat Hudeybiye antlaşma­sıdır. (Hudeybiye bir kuyunun ismidir. Sonra bu kuyunun bulunduğu me­kâna isim olmuştur.) Sebebin sonuç yerine kullanılması yoluyla mecaz-ı mürsel kabilinden, Mekke'nin fethine sebep olduğu için müslümanlara Hu­deybiye antlaşmasından daha büyük bir fetih yoktur. Müşrikler müslü-manlann arasına karışıp onlarla doğrudan temasta bulunmuşlar, bu saye­de İslâm onların kalplerinde yer bulmuştur. Üç sene zarfında birçok insan müslüman olmuştur. Onlarla müslüman sayısı artmıştır. İşte seneler böyle geçip dururken sonunda müslümanlar on bin kişi olarak Mekke'ye gelmiş ve orayı fethe muvaffak olmuşlardır.

Bir grup müfessire göre ayetteki fetihten maksat Mekke'nin fethidir. Allah Tealâ onu Rasulüne ve müminlere kendisinden bir müjde olarak da­ha meydana gelmeden vaadetmiştir Zemahşeri[9] demiştir ki: O, Mekke'nin fethidir. Bu sure, Hudeybiye antlaşmasının yapıldığı sene Mekke'den dö­nerken Rasulullah'ı (s.a.) fethe hazırlamak için nazil olmuştur. Allah Te-alâ'nın haber vermede takip ettiği adete uygun olarak burada geçmiş za­man sigası kullanılmıştır. Çünkü var olan ve mevcut olan şeyler ne kadar kesinse bu haberin gerçekleşeceği ve doğruluğu da öyle kesindir. Mazi -geç­miş zaman- sigasıyla gelecekten bu şekilde haber vermek açık bir şekilde haber verenin büyüklüğünü ve şanının yüceliğini gösterir.

"Allah'ın seni affetmesi için" O esnada yapılan mücadele mağfiret ve sevabın sebebi olmuştur. Şayet fetih mağfiretin sebebi ve illeti kabul edil­mezse, o zaman, Zemahşeri'nin de ifade ettiği gibi "lâm "m zikredilmesi ayetlerde sayılan mağfiret nimetini tamamlaması, sırat-ı müstakime hida­yet ve karşı koyulamaz bir zaferin topluca elde edilmesi içindir. Yani bütün bunların elde edilmesi için... manasına gelir. Burada sanki şöyle denilmiş­tir: İki cihanda da aziz olman, dünya ve ahiret gayelerini elde etmen için Mekke veya Hudeybiye fethini müyesser kılıp düşmanlarına karşı sana yardımda bulunduk.

"Geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlaması" senden sadır olan ve kı­nama gerektiren her türlü kusur ve hatalarını... Peygamberler büyük ve küçük günah işlemekten masumdur (korunmuştur). Dolayısıyla burada ge­çen "günah'tan maksat peygamberlerin makamına nisbetle en iyi ve en üs­tün olana göre daha az iyi ve üstün olanı yapmaktır. Bu iyilerin hasenatı Allah'a yakın olan kullar (mukarrebin) için kötülük kabilindendir. Veya "vakıada böyle olmamakla birlikte peygamberin yüce nazarında günah olan şeyler" demektir. Bu ayette müslümanları cihada teşvik vardır.

"ve sana olan nimetini tamamlaması" yani dini hakim kılarak pey­gamberlikle devlet idaresini birleştirmek ve ülkelerin fethini ihsan etmek suretiyle sana olan nimetini tamamlar.

"seni dosdoğru yola iletmesi" fetih sebebiyle seni doğru yolda sabit kı­lar. Doğru yol İslâm dinidir, onun tebliğ edilmesidir ve İslâm'ın alâmet ve şiarlarının yerleştirilmesidir.

"Allah Tealâ'nın sana hiç kimsenin karşı koyamayacağı bir zaferle yar­dım etmesi." Allah Tealâ fetih ile, karşı konulamaz bir mukavemet ve güç kazandıran yardımını sana ihsan edecektir. Bundan sonra artık zelil olmak yoktur. Diğer bir yorum da şöyledir: O yardım ve zafere nail olan aziz olur. Bu yardım herkesin ulaşabileceği bir şey değildir. [10]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Sana apaçık bir fetih ihsan ettik" (1. ayet) ayetinin nüzul sebebi ile il­gili olarak Hakim ve başkaları Misver b. Mahrame ile Mervan b. Hakem'in şöyle dediklerini rivayet etmişlerdir: "Fetih suresi başından sonuna kadar

Hudeybiye anlaşması hakkında Mekke ile Medine arasında nazil olmuştur."

"Allah'ın seni bağışlaması için..." ayetinin nüzul sebebi ile ilgili olarak Ahmed, Seyhan (Buharı ve Müslim) Tirmizi ve Hakim Enes'in şöyle dediği­ni tahriç etmişlerdir:

"Allah'ın senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlaması için" ayeti Rasulullah (s.a.)'ın Hudeybiye'den dönüşünde nazil olmuştur. Nebi (s.a.) "Bana öyle bir ayet nazil oldu ki benim için yeryüzündeki bütün şeylerden daha sevimlidir." buyurdu ve sonra Ashab-ı kirama onu okudu. Bunun üze­rine onlar "Tebrik ederiz, ey Allah'ın Rasulü! Allah Tealâ sana ne yapacağı­nı beyan buyurmuştur. Acaba bize ne yapacak?" dediler. Bu sebeple "Mü­min erkeklerle mümin kadınları altlarından ırmaklar akan..." ayeti "işte bu büyük bir kurtuluştur." sözüne kadar nazil oldu. İbni Abbas (r.a.) demiş­tir ki: Yahudiler "Bana ve size ne yapılacağını bilemem." ayeti gelince Nebi (s.a.) ile müminleri dillerine dolamış ve "Daha kendisine bile ne yapılacağı­nı bilmeyen bir adama nasıl uyarız diyerek." onlarla alay etmişlerdi. Bu durum Rasulullah'a (s.a.) ağır geldi. Bunun üzerine "Doğrusu biz sana apa­çık bir fetih ihsan ettik." ayeti nazil olmuştur. [11]

 

Açıklaması:

 

"Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik." Ey peygamber doğrusu biz sana asla şüphe olmayacak şekilde açık bir fetih nasip ettik. Bu da ya Mekke fethinin ve imanın yayılmasının sebebi olan Hudeybiye antlaşması­dır, yahut da bizzat Mekke'nin fethidir. Allah Tealâ daha gerçekleşmeden onu vaadetmiş, bu vaad kesinlikle tahakkuk edeceği için de onu geçmiş za­man (mazi) sigasıyla zikretmiştir. Kelime ve ibareler bahsinde açıklandığı gibi bu fetih, Rasulullah (s.a.) ve müminler için Allah'ın büyük bir müjdesi olmuştur.

"Allah'ın senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlaması için" yani ilâhî mağfirete nail olman ile birlikte fetih hakkındaki nimetin tamamlanması doğru yola iletilme ve karşı konulamaz zaferin sana bahsedilmesi için; işte bütün bunlar sebebiyle iki dünya izzeti ve dünya ahiret mutluluğu gerçek­leşir. Mağfiret, peygamberlikten önce senden sadır olan kusurlar ile daha sonra sahip olduğun yüce makama göre daha doğru, daha güzel olanın eksi­ği kabul edilen ufak hataların hepsine şamildir. Halbuki peygamber iken iş­lediği hatalar başkalarına nispetle hata sayılmaz. Bunlar, iyilerin hasenatı­nın Allah'a yakın olanlar (mukarrabîn) için kusur olması kabilindendir. Bu­rada Rasulullah için büyük bir yüceltme sözkonusudur. Hiç kimseyle ortak olmadığı en önemli özelliklerinden biri de işte bu özelliğidir.

Bir grup muhaddis (Ahmed ve Ebu Davud dışındaki kütüb-i sitte mü­ellifleri) Muğire b. Şebe'nin şöyle söylediğini rivayet etmişlerdir: Nebi (s.a.) ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Ona "Senin geçmiş ve gelecek günahların affedilmedi mi? " denilince Allah'a şükreden bir kul da olmaya­yım mı?" buyurdu.

Ahmed ve Müslüm Aişe (r.a.)'nin şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Rasulullah (s.a.) namaz kılar ve ayakları yarılmcaya kadar da kıyamda ka­lırdı. Hz. Aişe ona: "Ey Allah'ın Rasulü! Allah Tealâ senin geçmiş ve gele­cek günahlarını bağışlamışken böyle mi yapıyorsun?" Bunun üzerine Rasu­lullah (s.a.) "Ya Aişe! Şükreden bir kul olmayayım mı?" buyurdular.

"Sana olan nimetini tamamlaması, seni dosdoğru yola ulaştırması ve sana, karşı konulmaz bir zaferle yardım etmesi için." Yani dini hakim kıl­mak, İslâmı yaymak, doğudaki ve batıdaki ülkelerin fethedilmesi, senin şan ve şerefinin yüceltilmesi, sana en büyük dini vererek Allah'ın seni dosdoğru yola iletmesi, ruhunu kabzedinceye kadar seni hidayet üzere sabit kılması, karşı konulmaz kendinden sonra zillet gelmez bir galibiyet ve zaferle düş­manlarına karşı yardım etmesi için sana apaçık bir fetih verdik. [12]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

1- Allah Tealâ Rasulünü (s.a.) ve müminleri açık bir fetihle müjdele­miştir. Alimlerin çoğuna göre bu fetih, daha önce geçtiği gibi Meke fethi­nin, faydalı ilim ve imanın yayılmasının, insanların birbirleriyle kaynaş­masının ve müminlerin kâfirler ile ilişki kurup İslâmı anlatmalarının se­bebi olan Hudeybiye antlaşmasıdır. Musa b. Ukbe demiştir ki: Bir adam Hudeybiye'den ayrılırken "Bu bir fetih değildir. Çünkü onlar, bizim Beytul-lah'a gitmemize engel olmuşlardır." deyince Rasulullah (s.a.) "Bilakis fetih­lerin en büyüğüdür zira müşrikler size karşı beldelerini savaşsız olarak müdafaya razı olmuşlar ve sizden antlaşma talep edip eman için gelmişler ve hoşlarına gitmeyen özelliklerinizi de görmüşlerdir." Zemahşeri Kabe'ye gitmeleri engellenmiş, bu yüzden de Hudeybiye'de kurban kesip tıraş ol­muşlarken bu durumda Hudeybiye antlaşması nasıl bir fetih olabilir? diye bir soru ortaya koymuş sonra da buna şöyle cevap vermiştir: Bütün bunlar sulhtan önce meydana gelmiştir. Müşrikler antlaşma talep edip de antlaş­ma tamam olunca işte bu apaçık bir fetih olmuştur.

Sabi "Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik" ayeti hakkında o Hudeybiye antlaşmasıdır, demiştir. Çünkü bu antlaşmada müslümanlar hiçbir savaşta kazanamadıkları başarı ve faydalar elde etmişlerdir. Allah Tealâ Rasulullah'ın (s.a.) geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamış, Bey'atu'r-Rıdvan yapılmış, Hayber fethedilmiş, kurbanlar yerine ulaşmış, Bizans İran'a, yani Ehl-i Kitap Mecusilere üstün geldiği için de müminler çok sevinmişlerdir. Zühri'nin bu konudaki sözü geçmiştir. Kısaca bu antlaş­ma ile üç şey tahakkuk etmiştir:

a) Düşmanın kuvveti, barış, siyaset ve antlaşma noktasında yeterlilik sahası bilinmiştir.

b) Müminler münafıklardan ayırt edilmiştir.

c) Müslümanların müşriklere karışması müşriklerin İslâm'a girmesi­ne sebep olmuştur.

2- Bu fetih dört fayda sağlamıştır.

a) Şerefli makamına nispetle, en iyi ve en faziletli olanın yerine daha az iyi ve daha az faziletli olanı yapmak mesabesinde sayılan gelmiş ve ge­lecek günahların tamamının affedilmesi ile Rasulullah (s.a.)'m mutlak ola­rak günahlardan beri olması.

b) Devlet idaresi ve peygamberlik vazifelerinin onda birleştirilmesiyle, ona olan nimetin tamamlanması.

c) Peygamberlik vazifesini tebliğ edip hak üzere sabit kılarak en doğru yola götürmesi.

d) Kendinden sonra zilletin olmayacağı, karşı konulmaz bir zafer ve yardıma mazhariyet.

Yeni bir yorumla şunu söylemek de mümkündür: Bu fetih sayesinde İslâm devletinin içte ve dışta bağımsızlığı ile Muhammed (s.a.)'in peygam­berlik yanında devlet başkanı sıfatıyla ortaya çıkması da gerçekleşmiştir. Nitekim Rasulullah (s.a.)'ın dünya ve ahiret izzeti gerçekleşmiş Rasulullah (s.a.) hak din üzere sabit kalmış ve onu dünyanın dört bir yanına yaymıştır.

Hudeybiye sulhu Nebi (s.a.)'nin ümmet ve başkent Medine üzerindeki siyasî hükümranlık sıfatını ortaya koyduğu gibi aynı zamanda müşriklerin Medine'deki İslâm devletini; onun bağımsızlığını kabul etmeleri neticesini doğurmuştur. [13]

 

Hudeybiye Antlaşmasının Müminler, Münafıklar Ve Müşrikler Hakkındaki Neticeleri:

 

4- İmanlarını bir kat daha artırma­ları için müminlerin kalplerine gü­ven ve huzuru indiren O'dur. Gök­lerin ve yerin orduları Allah'ındır. Allah her şeyi hakkıyla bilendir, ye­gâne hüküm ve hikmet sahibidir.

5- (İşte bütün bu lütuflar) mümin erkeklerle mümin kadınları içinde ebedî kalacakları, zemininden ır­maklar akan cennetlere sokmak ve onların kötülüklerini örtmek için­dir. Bu, Allah katında büyük bir kurtuluş olmuştur.

6- (Ayrıca bunlar) Allah hakkında kötü zanda bulunan münafık erkek ve münafık kadınlarla müşrik er­kek ve müşrik kadınlara azap et­mek içindir. Kötülük çemberi onla­rın kendi başlarını çevrelesin. Al­lah onlara gazap etmiş, onları lânetlemiş ve cehennemi onlar için

hazırlamıştır. Ne kötü bir yerdir orası!

7- Göklerin ve yerin bütün orduları Allah'ındır. Allah izzet ve hikmet sahibidir.

 

İrab:

 

"Mümin erkeklerle... cennetlere sokması içindir." Bu cümleden önce mutlaka bir fiil takdir etmek gerekir. Çünkü "Sana geldim" vb. bir fiil söy­lemeden başlangıç cümlesi olarak "Bana ikram etmen için" demek doğru olmaz. Burada ya "Allah'ın seni bağışlaması için..." sözünde olduğu gibi "...sokmak için fethettik" takdir edilmeli veya "...sokmak için huzur ve güve­ni indirdi veya cihadı emretti" vb. cümleler takdir edilmelidir. [14]

 

Belagat:

 

"Mümin erkekleri ve mümin kadınları... cennetlere sokması içindir." cümlesiyle "münafık erkek ve münafık kadınlara azap etmek içindir." cüm­lesi arasında mukabele sanatı vardır. [15]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İmanlarını" yani yakinî bilgilerini "bir kat daha artırmaları için" ve­ya Allah'a ve ahiret gününe imanlanyla birlikte dinin bütün hükümlerine imanları artsın diye "sükûn" kelimesinden alınmış huzur ve sebat manası­na gelen "sekineti müminlerin kalplerine" yani endişe ve huzursuzluk yer­leri olan gönüllere "indiren" yani yaratan "O'dur."

"Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır." Bazen orduları birbirlerine musallat eder, bazen de aralarında antlaşma ortamı yaratır. Hikmeti neyi icap ettiriyorsa onu yapar. Göklerin ve yerin orduları demek semavî ve arzî sebepler demektir.

"Allah Tealâ" maslahatları "hakkıyla en iyi bilen" yarattığı ve tedbir ettiği şeylerde "hüküm ve hikmet sahibidir." Mana şudur: Allah Tealâ ezel­de ve ebette bu sıfatlara sahiptir.

Onların müminlere gelmesini bekledikleri ve zannettikleri "O kötülük çemberi" yani azap, hezimet ve şer dairesi "kendi başlarını çevrelesin" ve onlardan başkasına da sirayet etmesin. Daire aslında bir merkezi kuşatan çember manasına gelir. Daha sonra bu kelime dairenin bir merkezi kuşat­ması gibi insanı çevreleyen olaylar hakkında kullanılmış ve çoğunluklada kötülük ve istenmeyen olaylar hakkında kullanımı yaygınlaşmıştır.

"Allah Tealâ onlara gazap etmiş, onları lanetlemiş..." yani onları rah­metinden öyle bir kovmuş ve uzaklaştırmıştır ki o yüzden cehennemin de­rinliklerine indirilmişlerdir. "Ne kötü bir yerdir orası!"

"Allah Aziz'dir. Yani öyle bir kuvvete sahiptir ki galiptir, asla mağlup edilemez. Yaratmasında "hikmet sahibidir." Kastedilen mana Allah Te-alâ'nın ezelî ve ebedî olarak hikmet ve izzete sahip olduğudur. [16]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ Rasulüne (s.a.) olan lütfü keremini ve peygamberine yar­dım edeceğini haber verdikten sonra onun diğer müminlere karşı bazı üs­tünlükleri ile bazı yardım sebeplerini açıklamıştır. Harp meydanlarında müminlerin ayaklarının sabit kılınarak gönüllerine huzur ve güven veril­mesi nusret ve zaferin sebeplerindendir. Bunun peşinden ordularını birbir­lerine musallat etme adetini (sünnet) açıklamıştır. Sonra müminlere cen­nette ebedî olarak kalmayı vaadederek, kendilerine düşmanlık besleyen münafık ve kâfirlere şiddetli azapla ve laneti ile tehdit ederek mümin or­duların maneviyatını yükseltmiştir. [17]

 

Açıklaması:

 

"İmanlarını bir kat daha artırmaları için müminlerin kalplerine gü­ven ve huzuru indiren O'dur." Yani müminlerin kalplerinde sükûnet, huzur ve sebatı yaratan, meydana getiren bizzat Allah Tealâ'dır. Burada kastedi­len müminler, Hudeybiye günü Allah ve Rasulü Ekrem (s.a.)'e icabet edip Allah'ın hükmüne boyun eğen ve kaçmadan samimiyetle cihad için hazırla­nan sahabe-i kiramdır. Sıkıntı ve belâ anında gönülleri huzursuz olmasın ve imanları artsın diye onların kalplerine huzur ve sebat indirilmiştir. Gü­nümüzde buna askerlerin moralini yükseltme denilmektedir.

Buhari ve diğer imamlar imanın artması ve üstünlüğüne bu ayeti delil göstermişlerdir. Burada imanın artmasının Allah'a imandan sonra dinin hükümlerine şeklinde yorumlaması da doğrudur. İbni Abbas demiştir ki: Rasulü Ekrem (s.a.) ilk olarak tevhidi getirmiştir. İnsanlar sadece Allah'a iman edince de sırasıyla namaz, zekat, cihad ve hac vazifelerini indirmiştir.

Devamındaki ayette Allah Tealâ "Göklerin ve yerin orduları Allah'ın­dır." buyurarak dilemesi halinde kâfirlerden intikam alabileceğini ifade et­miştir. Allah Tealâ kesinlikle meleklerden, insanlardan, cinlerden, şeytan­lardan, zelzeleler, volkanlar, kasırgalar, denizler ve nehirler gibi yeryüzün­de ve gökyüzünde bulunan kevnî kuvvetlerden oluşan ordusunu nasıl ister­se o şekilde idare eder. Dağlan ve ülkeleri yerle bir etmesi için tek bir me­lek göndermesi kâfidir. Fakat O, derin ve geniş bir hikmet ve yüce bir mas­lahat gereği kullara, cihad ve savaş yapma vazifesini yüklemiştir. Bunun için Allah Tealâ "Allah aziz ve hakimdir" buyurmuştur. Yani ezelden ebede mahlukâtın yararına olanı çok iyi bilen ve yaratmasında, takdir ve tedbir etmesinde çok hikmetli olandır. İşte bu hal, iman ile dolan Ebu Bekir'in ko­numuyla tam bir uyum içindedir. Ömer b. Hattab ise: "Biz hak üzere, onlar da batıl üzere değil mi? O zaman niçin böyle bir antlaşmayı kabul ediyo­ruz? diyerek antlaşmanın şartlanndaki zahirî dengesizliği sorgulamakta­dır. Ancak bu olayla onun imanı sarsılmamıştır. Aksine bu hareketi onun sahip olduğu imanın kuvvetine ve yaptığı değerlendirmede müslümanların yararı yönünde çok istekli olduğuna delâlet etmektedir. Zaten bir müddet sonra Allah Tealâ onu ve onun gibi olanların kalplerine huzur ve güven duygusunu indirmiş, Rasulullah'ın (s.a.) sahip olduğu görüşe onun gönlünü açmış ve ilerleyen günler de bu görüşün doğruluğunu ortaya koymuştur.

Allah Tealâ daha sonra "(Bütün bu lütuflar) mümin erkek ve mümin kadınları altlarından ırmaklar akan ve içinde ebedî kalacakları cennete sokmak ve onların yaptığı kötülükleri örtmek içindir. İşte bunlar Allah ka­tında büyük bir kurtuluştur." buyurmak suretiyle iman sahibi kimselere vaadettiği nimetleri zikretmiştir. Müminleri cennete sokmak ve mümin ol­mayanlara azap etmek için Allah dilediği kimseleri ordularıyla imtihan eder. Veya şöyle denebilir: Mümin erkek ve mümin kadınların altından irmaklar akan ve içinde ebedi olarak kalacakları cennetlere sokması, onların günahlarını ortaya çıkarmayıp bu kusurlarından dolayı onlara azap etme­mesi, aksine affetmesi, onları örtüp merhamet etmesi neticesinde kendisi­ne bağlansın diye biz fetih ihsan ettik veya Allah Tealâ huzur ve güveni bu yüzden müminlerin kalplerine indirdi. İşte onların cennete sokulması ve günahlarının örtülmesi vaadi Allah katında büyük bir başarı, her türlü gam ve kederden kurtuluş ve her türlü isteği elde etmektir. Bu "Kim cehen­nemden uzaklaştırılır ve cennete sokulur ise kurtulmuştur." (Ali İmran, 3/185) ayetindeki gibidir.

"Vav" harfi tertip (sıra) gerektirmediği ve cennete girmek asıl, günah­ların örtülmesi ise bu asla tabi olduğu için, günahların affedilmesi cennete girmeden önce olmasına rağmen ayette ondan sonra zikredilmiştir.

Cabir'den (r.a.) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasulü Ekrem (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ağacın altında bana biat etmiş olan kimse cehenneme girmez."

Ayetlerin çoğunda kadınlara da şamil olmak üzere erkeklere hitap edilmişken, cihad mükellefiyeti olmadığı için onların cennete giremeyeceği zannedilmesin diye Allah Tealâ burada mümin kadınları da nassda zikret­miştir. Aynı şekilde mümin kadınların erkeklerle müşterek olmalarına rağ­men vaadedilen mükâfatın erkeklere has olduğu zannedilmesi mümkün olan her yerde Allah kadınları da erkeklerle birlikte zikretmiştir.[18]

"Allah hakkında kötü zanda bulunan münafık erkek ve kadınlarla müşrik erkek ve kadınlara azap etmesi içindir." Yani bizzat müşahede ettik­leri İslâm'ın yayılması, müslümanların zafere ulaşmaları ve İslâm düş­manlarının kahru perişan edilmesinin onlara verdiği hüzün; dünyada ma­ruz kaldıkları öldürülme, perişanlık ve esaret ile, ahirette ise cehennem ile Allah'ın münafık ve müşriklere azap etmesi içindir.

Zira onlar Allah Tealâ ve onun verdiği hüküm hakkında kötü niyet beslemektedir. Rasulü Ekrem (s.a.) ve ashabının mağlup ve perişan olacak­larını, küfrün İslâm'a galip geleceğini zannetmektedirler. Nitekim Allah Tealâ bunu diğer bir ayette şöyle anlatmaktadır: "Aksine siz peygamberin ve müminlerin ailelerine asla dönemeyeceğini zannetmiştiniz." (Fetih, 31/12). Münafıklar daha zararlı ve daha tehlikeli olduğu için ayette müş­riklerden önce zikredilmiştir.

"Kötülük çemberi onların başlarını çevrelesin. Onlara Allah gazap et­miş, onları lanetlemiş ve onlar için cehennemi hazırlamıştır. Ne kötü bir yerdir orası!" Yani müminler hakkında onların zannettiği musibetler onla­rın etrafında dönmektedir. O çemberin dışına çıkamazlar. Öldürülme, esa­ret ve musibetler onların başına gelecektir. Allah onlara kızmış ve onlar için gidecekleri cehennemi hazırlamıştır. Dönülecek ve konaklayacak ne kötü yerdir orası. İşte bu şekildeki bir ceza ile onların dünya ve ahiretteki hallerini birlikte ortaya koymuş oldu.

Sonra Allah Tealâ kâfir ve münafıklardan oluşan İslâm düşmanların­dan intikam almaya kadir olduğunu vurgulayarak "Göklerin ve yerin ordu­ları Allah'ındır. Allah azizdir ve hakimdir." buyurmaktadır. Yani Allah'ın göklerde ve yerde melekler, insanlar, şeytanlar ve düşmanları kahretmek güç ve kuvvetine sahip başka varlıklardan oluşmuş öyle orduları vardır ki herhangi bir şekilde sınırlandırılamazlar. Allah Tealâ ezelden ebede mağ­lup edilemeyen kuvvete sahiptir, azabı geri çevrilemez. O yaratmasında ve mahlûkatı için yaptığı tedbir ve düzenlemede çok hikmet sahibidir.

Bu ayetin iki defa tekrar edilmesinin faydası, Allah'ın rahmet orduları ve azap ordularının bulunduğunu beyan etmektir. Allah Tealâ "O müminle­re karşı çok merhametlidir." buyurarak bu orduları, önce müminlere çok merhametli olduğunu beyan etmek için; ikinci defa ise kâfirlere azap indi­rilmesini açıklamak için zikretmiştir. Rahmet indirmeye uygun olsun diye önce "Allah çok iyi bilen ve çok hikmet sahibi olandır." ifadesini kullanmış­tır. Azabın şiddetine işaret etmek için de "Allah izzet ve hikmet sahibidir." tabirini kullanmıştır. Azap ve tehditle münasip olması için "izzet" kelimesi­ni; mahlûkatın işlerini tam olarak düzenleyip idare etmesi ve rahmetin da­ğıtılması ile uyumlu olması için de "ilim" kelimesini zikretmiştir. Huzur ve güvenin verilmesi, imanın artması ve fethin bu neticeye bağlanması, bütün bunlar Allah'ın ezelî ilminde sabittir ve hikmetiyle de ahenk içindedir. Al­lah Tela göklerin ve yerin ordularını müminlerin cennete sokulmasından önce zikretmiştir. Çünkü Allah Tealâ rahmet ordularını indirir, bu sayede müminler ikram ve saygı görerek cennete sokulur. Sonra da "Bu Allah ka­tında büyük bir kurtuluştur." sözüyle kurbiyet ve Allah'a yakınlık onların olur. Kâfirlere azap edilmesi ve cehennemin hazırlanmasından sonra ordu­lardan bahsedilmesi, öncelikli olarak Allah'ın kâfirlere gazap ettiğini ve onları rahmetinden uzaklaştırıp kovduğunu göstermek içindir. Allah Tealâ kendi ordularından azap meleklerini onlara musallat edecektir.

Rivayet olduğuna göre Hudeybiye antlaşması yapıldığı zaman İbni Ubeyy demiştir ki: "Muhammed (s.a.) Mekkelilerle antlaşma yaptığında veya Mekke'yi fethettiğinde hiç düşmanı kalmayacak mı zannediyor? Rum ve İran nerede?" Bunun üzerine Allah Tealâ göklerin ve yerin ordularının Rumlar ve İranlılardan daha fazla olduğunu beyan etmiştir. [19]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Hudeybiye antlaşmasının Rasulü Ekrem (s.a.) ve müminler için dört fazileti, kâfirler için de dört neticesi vardır.

Rasulullah (s.a.) hakkındaki dört fazileti, daha önce geçtiği gibi, gü­nahlarının bağışlanması, peygamberlik ve devlet başkanlığının birleştiril­mesi, dosdoğru yola hidayet Sdilmesi, dayanma gücü, izzet ve ikbaldir.

Rasulullah (s.a.) ashabı olan müminler hakkındaki dört ilâhî fazilet ise gönül huzuru ve güven duygusu, imanın artması, cennete girme ve ya­pılan kötülüklerin örtülmesidir.

Hudeybiye antlaşmasının münafıklar ve müşrikler hakkında neticesi ise elem verici azap, Allah'ın gazabı, rahmetten kovulma, lanet ve cehenne­me girmedir.

"İmanları bir kat daha artsın diye" ayeti, imanın artıp eksilebileceğine delâlet eder.

Allah Tealâ'nın "Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır" sözü iki yerde de korkutma ve tehdit içindir. Çünkü şayet Allah münafık ve müşrikleri helak etmek isteseydi bunu yapmasına hiç kimse engel olamazdı. Ancak Allah Tealâ onları malûm bir zamana kadar tehir etmiştir. [20]

 

Peygamberin (S.A.) Vazifeleri,  Peygamber Olarak Gönderilmesinin Yararı Ve Hudeybiye'de Yapılan Biatin Manası:

 

8- Şüphesiz seni biz şahit, müjdele-yici ve uyarıcı olarak gönderdik.

9- (Muhammed'i (s.a.) size gönderi­şimiz) Allah'a ve Rasulüne iman et­meniz, O'na ve Rasulüne yardım et­meniz, O'nu yüceltmeniz ve sabah akşam O'nu teşbih etmeniz içindir.

10- Gerçek olan şudur ki sana biat edenler aslında Allah'a biat etmiş­lerdir. Allah'ın (yardım ve kudret) eli onların elleri üzerindedir. Kim ahdini bozarsa kendi aleyhine boz­muş olur. Kim de Allah'a verdiği ah­de vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.

 

Belagat:

 

"Müjdeleyici" ve "uyarıcı" kelimeleri ile bir de "ahdi bozan" ve "ahde vefa gösteren" kelimeleri arasında tezat vardır.

"Muhakkak ki sana biat edenler aslında Allah'a biat etmişlerdir." aye­tinde, fiille yapılan açık istiare vardır. Bedenler ile cihad etmek üzere söz verme işi mal mukabili ticaret eşyası ödemeye benzetilmiş ve benzetilenin (müşebbehün bih) ismi benzeyen (müşebbeh) için istiare yapılmıştır. Bey' (satış) kelimesinden, Allah yolunda canlarını vermek üzere söz veriyorlar manasına "yubayiune" (biat yapıyorlar) kelimesi türetilmiştir. Burada ben­zetme yönü (vechi şebeh) her ikisininde karşılıklı değişimi (mübadeleyi) içine almasıdır.

"Allah 'm eli onların ellerinin üzerindedir." cümlesinde gizli istiare var­dır. Onların biatleşmesine Allah Tealâ'nın muttali olması, elini kendisine tabi olanlarının elleri üzerine koyan bir sultana benzetilmiştir. Benzeyen (müşebbeh) zikredilmemiş, gizli istiare yoluyla onun gerektirdiği manalar­dan birisi ki burada el kelimesidir- ona işaret olarak getirilmiştir. Yani Al­lah Tealâ biat yapan kimseye benzetilmiş buna karine olarak da el kelime­si zikredilmiştir. El kelimesinin Allah'a isnadı sırf olayı hayalde canlandır-

mak içindir. İnsanların elleriyle birlikte Allah'ın elinin zikredilmesinde ise müşakele sanatı vardır. [21]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Nitekim insanlara şahit olmanız peygamberin de size şahit olması için biz orta bir ümmet kıldık..." (Bakara, 2/143) ayetinde de ifade edildiği gibi "Şüphesiz seni biz" peygamberlik vazifesini tebliğ ettiğine dair kıyamet günü ümmetine "şahit" kendine itaat eden müminlere cenneti ve sevabı "müjdeleyici" kendine isyan edenleri de cehennem azabıyla "uyarıcı olarak gönderdik."

Hz. Muhammed'i (s.a.) gönderişimiz "Allah'a ve Rasulüne iman etme­niz." İslâm dinine ve Allah Rasulüne (s.a.) arka çıkarak "O'na (dinine ve Rasulüne) yardım etmeniz, O'nu" Allah'ı "yüceltmeniz ve sabah akşam" sü­rekli olarak "O'nu teşbih etmeniz" yani O'nun hakkında doğru olmayan şirk ve çocuk sahibi olmak gibi sıfatlardan Allah'ı tenzih etmeniz "içindir." "Tüsebbihu" kelimesi ya "teşbih" manasından türetilmiştir veya "O'nun rı­zasına nail olmak için nafile namaz kılmanız içindir." manasına gelir. Bu­rada Rasulullah'a (s.a.) ve ümmetine hitap edilmiştir.

Hudeybiye günü Bey'atu'r-Radvan'da "sana biat edenler..." biatten maksat Allah için olduğundan "aslında Allah 'a biat etmişlerdir." Nitekim "Kim Rasulü Ekrem'e (s.a.) itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur." (Nisa, 4/80) ayeti de buna benzemektedir. Yani Rasulü Ekrem'e (s.a.) biat etmek ve ona itaat etmekten maksat, Allah'a biat ve onun emirlerini yerine getir­mektir. Ashab-ı Kiram yardım ve onu müdafa hususunda ölünceye kadar savaşmak veya Kureyş'ten kaçmamak üzere Rasulü Ekrem'e biat etmişler­dir. Mubâyea (biatleşme) veya bey'm (alım satım) asıl manası malı mal ile değişmektir. Bu kelime (mubâyea) daha sonra kendilerine verilen cennet güvencesi mukabilinde kâfirler ile yapılan savaşta sebat etmek için söz vermek manasında kullanılmıştır. Ashabın ağaç altında biatleşmesi Mek­ke'ye bir günlük uzaklığı bulunan küçük bir köy olan Hudeybiyede gerçek­leşmiştir, "aslında Allah 'a biat etmişlerdir." Yani Allah onların biat netice­sinde el sıkışmalarını kabul etmiş ve antlaşma bedelini de Allah (c.c.) ver­miştir. Çünkü Rasulü Ekrem (s.a.) ile ahitleşme herhangi bir farklılık ol­maksızın doğrudan Allah (c.c.) ile ahitleşme gibidir.

"Allah 'm eli onların eli üzerindedir." ayeti biatin manasını teyit etmek­tedir. Burada ifade edilmek istenen mana şudur: Allah Tealâ onların yaptı­ğı biate muttali olduğu için onlara bunun mükâfatını verir. Allah'ın onlara yaptığı yardım onların Allah'ın dinine ve peygamberine yaptığı yardımdan daha kuvvetli ve daha büyüktür. "El" (yed) kelimesinin bu ayette galibiyet, yardım ve hidayet nimeti manasında kullanılması mecazîdir. Zira Allah or­gan ve azalardan, cisimlere ait sıfat ve özelliklerden münezzehtir. Selef alimleri Allah'ın bir ele sahip olduğuna inanmaktadır. Ancak onun hiçbir benzeri olmadığını, O'nun elinin yaratılmışların sahip olduğu ellere asla benzemediğini ilâve ederler. Her ne kadar mecaz olduğunu kabul etmek ak-len en doğru ve fikren en isabetli olsa da Kur'an'da ve sahih sünnette gelen bu ve benzeri sıfatlara iman etmekle birlikte işin gerçek ilmini biz Allah'a havale ederiz. Bu konuda takip edilcek en güvenli yol da budur.

"Kim ahdini bozarsa..." bunun günahı ve zararı kendine döneceği için aslında "kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de" yaptığı biatinde "Allah'a ver­diği ahde vefa gösterirse" ona "büyük bir mükâfat" olan cenneti "verecektir."

Cabir b. Abdullah demiştir ki: Biz ağacın altında ölünceye kadar sa­vaşmak ve asla kaçmamak üzere Rasulü Ekrem'e biat ettik. Münafıklar­dan olan Cedd b. Kays dışında bizden hiçbiri biati bozmadı. Cedd b. Kays ise devesinin arkasına saklanıp cemaatle birlikte hareket etmedi. [22]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Fethin (Hudeybiye antlaşmasının) Peygamber (s.a.)'e ve ashabı kira­ma sağladığı fazilet ve üstünlükler açıklanmış onun peşinden Rasulü Ek­rem (s.a.) ve ashabın sahip oldukları özellik ve hususiyetlerin beyanı geti­rilmiştir. Peygamber (s.a.)'in bu surede üç vazifesi zikredilmiştir. (Ahzab suresinde ise beş vazifesi zikredilmiştir.) Allah Tealâ Rasulü Ekrem (s.a.)'i methederek onun peygamber olarak gönderilişinin faydasını açıklamış ve peşinden Rasulullah (s.a.) ile müminler arasında gerçekleşen "Bey'atü'r-Rıdvan"dan bahsetmiştir. Hz. Peygamber'e (s.a.) biat edenlerin ihlâsını ve Allah'ın dinine yaptıkları yardımı öğmüş, ahdini bozan ile ahde vefa göste­renlerin elde edecekleri karşılığı izah etmiştir. [23]

 

Açıklaması:

 

"Şüphesiz seni biz şahit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik." Yani ey Muhammedi Biz seni peygamberlik vazifesini tebliğ ettiğine dair bütün insanlara ve ümmetine tanıklık etmen için şahit, itaatkâr müminlere cen­neti müjdeleyici ve isyankâr kâfirleri cehennem ateşiyle korkutan bir uya­rıcı olarak gönderdik.

Seni gönderişimiz "Allah'a ve Rasulüne iman etmeniz, O'nun dinine ve peygamberine yardım etmeniz O'nu yüceltmeniz ve sabah akşam O'nu teş­bih etmeniz içindir." Yani biz seni Allah'a ve Rasulüne (s.a.) iman etmeniz, Rasulü Ekrem (s.a.)'e tazim gösterip şirk, çocuk ve zevce sahibi olmak ve yaradılmışlara banzemek gibi O'nun için uygun olmayan sıfatlardan Allah Tealâ'yı sürekli olarak tenzih etmeniz için gönderdik. Ayette geçen "sabah akşam" dan ya "davamlı olarak" veya "günün başında ve sonunda" manala­rı kastedilmiş olabilir. İbni Abbas'a göre burada sabah, öğle ve ikindi namazlan kastedilmiştir. Ayrıca Allah'a yardım etmekten maksat da O'nun dinine ve peygamberine yardım etmektir.

Zemahşeri demiştir ki: Birinci fiil dışında diğer üç fiildeki zamirler Al­lah'a racidir. Bu zamirlerin farklı yerleri gösterdiğini söyleyen kimse doğ­ruluk ihtimali uzak bir görüş ileri sürmüş olur.

Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamber olduğunu beyan ettikten sonra ona biat edenlerin aslında kendisine biat ettiklerini beyan etmek ve onları yüceltmek için Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır:

"Gerçek olan şudur ki sana biat edenler aslında Allah'a biat etmişler­dir. Allah'ın (kudret ve yardım) eli onların elleri üzerindedir." Ey peygam­ber Hudeybiye'de ağacın altında Kureyş ile savaşmak üzere (Beyatü'r-Rı-van'da) sana biat edenler aslında Allah'a biat etmişler, yani emirlerini yeri­ne getirmek hususunda ona ahit vermişler ve ona itaat etmişlerdir. Zira onlar canlarını cennet karşılığı Allah'a satmışlardır. Ayrıca Rasulü Ek­rem'e (s.a.) itaat, gerçekte Allah Tealâ'ya itaattir.

"Allah'ın eli onların elleri üzerindedir." sözüyle de bu manayı tekit et­miştir. Allah Rasulü (s.a.) ile antlaşma yapmakla Allah Tealâ ile antlaşma yapmak eşittir. Hem, biatleşme esnasında Allah onlar ile beraberdir, sözle­rini duyar, bulundukları yeri görür kalplerinde ve dış görünüşlerinde olanı bilir. Allah, Rasulü (s.a.) vasıtasıyla biate iştirak eder. Bunun bir benzeri de şu ayeti kerimedir: "Tevratta, İndide ve Kur'an da kendi üzerine vaade-dilmiş bir borç olmak üzere Allah yolunda savaşıp öldürdükleri ve öldürül­dükleri için Allah Tealâ müminlerden canlarını ve mallarını satın almıştır. Allah 'tan daha çok verdiği sözü tutan kim vardır! O halde onunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu gerçekten büyük bir kazançtır." (Tevbe, 9/111).

Ayrıca Allah'ın onlara ihsan ettiği hidayet nimeti biat çağrısına olum­lu cevap vermenin üstündedir. Nitekim bu, Allah Tealâ'nın şu sözünde ifa­de edilmiştir: "(Ey Muhammed!) Onlar İslâm 'a girdikleri için seni minnet altında bırakmak istiyorlar. De ki: Müslümanlığınızı benim başıma kakma­yın. Aksine imana ilettiği için Allah sizi minnet altında bırakmaktadır." (Hucurat, 17/49).

Kısaca, "Allah'ın eli onların elleri üzerindedir." sözü, daha önce geçen Rasulü Ekrem'e (s.a.) biat etmenin, Allah'a biat etme olduğu ifadesini teyid eden yeni bir cümledir.

"Kim anlaşmayı bozarsa kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir." Allah ile biat yapmaktan şu netice ortaya çıkar: Kim Nebi (s.a.) ile yaptığı anlaş­mayı bozarsa bunun günahı ve zararı bizzat anlaşmayı bozan kişiyedir, on­dan başkasına sirayet etmez.

Kim verdiği ahde vefa gösterir, sebat edip Rasulü Ekrem'e (s.a.) biat esnasında verdiği sözü yerine getirirse "Andolsun ki Allah ağacın altında sana biat ediyorlarken müminlerden razı olmuştur. Onların kalplerindeki (tedirginlik ve huzursuzluğu) bildiği için üzerlerine huzur ve güven indir­miş ve onları pek yakın bir fetihle mükafatlandırmıştır." (Fetih, 48/18).

Daha önce geçtiği gibi Hudeybiye'de Semure ağacının altında yapılan Bey'atü'r-Rıdvan'dır. En doğru görüşe göre o gün Rasulullah'a (s.a.) biat eden Ashab-ı Kiram'ın sayısı bin dört yüzdür. Bin üç yüz ve bin beş yüz ol­duğu da söylenmiştir. [24]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

1- Burada Rasulullah (s.a.)'ın üç tane mühim vazifesi zikredilmiştir:

a) Tebliğ vazifesini yaptığına dair kendi ümmeti ve insanlık aleyhine şahitlik etmesi, şöyle ki Rasulullah (s.a.), kendilerine gönderilen peygam­berlerin Allah'ın Kur'an'da haber verdiği şekilde peygamberlik vazifesini (Allah'ın gönderdiği emir ve nehiyleri) tebliğ ettiklerine dair bütün insan­lık aleyhinde şahitlik edecektir. Ayrıca ilâhî risaleti tebliğ ettiğine dair üm­meti aleyhine şahitlik edecektir. Bunu Veda Haccında "Allah'ım risaleti tebliğ ettim. Ya Rabbi şahit ol" diyerek ilân etmiştir.

b) Kendisine itaat edenleri cennetle müjdelemesi

c) İsyankârları cehennem ateşiyle korkutması.

Ahzab suresinde ise Rasulullah'm beş vazifesi olduğu zikredilmiştir: "Muhakkak ki biz seni şahit, müjdeleyici, uyarıcı, kendi izniyle Allah'a çağ­rıcı ve aydınlatıcı bir ışık olarak gönderdik." (Ahzab, 45/46).

Bunun sebebi şudur: Ahzab suresi Rasulullah (s.a.)'den bahsetmekte­dir. Rasulü Ekrem (s.a.)'den, onun karşılaştığı hal ve durumlardan bahse­den surelerin çoğunda onun önemli vazifeleri tafsilatlı bir şekilde ele alın­mıştır. Fetih suresinde ise sadece yukarıda geçen üç vazifesi açıkça zikre­dilmiş sonra da "(Onu peygamber olarak gönderişimiz) iman etmeniz, için­dir. " ayetinde onun davetçi yönüne delâlet edecek özellikler zikredilmiştir.

2- Nebi (s.a.)'nin gönderilmesinde güdülen gaye Allah ve Rasulüne (s.a.) imana ulaşmak, Allah'ın dinine ve peygamberine yardım etmek, Al­lah'ı tazim edip yüceltmek, sözle onu teşbih edip sürekli olarak veya günün başında ve sonunda yahut da kendisinde tesbihat bulunan namazlar da O'nu her türlü noksan sıfatlardan tenzih etmektir.

3- Hudeybiye'de Kureyş'e karşı savaşmak ve ona yardım etmek üzere Rasulü Ekrem'e (s.a.) biat edenler aslında Allah'a biat etmişlerdir. Bunun bir benzeri de şu ayet-i cehledir: "Kim peygamber'e (s.a.) itaat ederse doğru­su o Allah'a itaat etmiştir." (Nisa, 4/80).

Allah Tealâ onların yaptığı biati görmektedir. Dolayısıyla bunun karşı­lığını hayır olarak onlara verecektir. Sevap verme hususunda Allah'ın eli ahde vefa gösterme hususunda onların ellerinin üstündedir. Ayrıca Allah'ın onlara hidayet nimetini vermesi hakkındaki kudret eli onların itaat etme hakkındaki ellerinin üstündedir. Allah'ın onlara verdiği nimet onların yap­tığı biatten üstündür. Allah'ın kuvvet ve yardımı da onların kuvvet ve yar­dımlarından fazladır.

Selefin bu konuda takip ettiği yol, Allah Tealâ'yı yaratılmışlara benze­mekten, cisimlere ait sıfatlar ile kol, bacak gibi organlara sahip olmaktan tenzih etmekle birlikte "el" diye isimlendirilen şeyin zahirine, yani ilk an­lamına iman etmektir. Onlar bu konuda şunları söylemektedirler: Burada elin hakikatini bilmek Allah'ın zatının hakikatini bilmekle mümkündür. Halbuki yaratılmış varlıklar buna asla güç yetiremezler. En doğrusu Kur'an-ı Kerim'de ve sahih sünnette gelen her şeye tam olarak iman etmek ve işin gerçek bilgisini Allah Tealâ'ya havale etmektir.

Halef (sonraki) alimleri ise daha önce belagat bahsinde geçtiği gibi ki­naye ve istiare yoluyla "el" (yed) kelimesini, kudret, kuvvet, yardım ve ni­met manalarına tevil etmişlerdir.

4- Kendini sevaptan mahrun bırakıp cezaya müstahak kıldığı için ant­laşmayı bozmanın zararı yine bunu bozan kişiye dönecektir.

5- Biat ile Allah'a verdiği sözü tutan kişiye Allah ahirette büyük bir mükâfat verecek ve onu cennetine sokacaktır. [25]

 

Hudeybiye'ye Katılmayanların Durumu:

 

11- Geri kalan bedeviler sana diye­cekler ki: Bizi mallarımız ve ailele­rimiz alıkoydu. Bu sebeple bizim için Allah'tan af dile. Onlar dilleriy­le kalplerinde olmayan şeyi söyle­mektedirler. De ki: Allah size bir zarar gelmesini dilerse veya bir fayda elde etmenizi isterse O'na karşı kimin bir şeye gücü yetebilir! Hayır, Allah sizin yaptıklarınızdan

 12- Aslında siz Peygamber'in ve mü- minlerin ailelerine bir daha döne- meyeceğini zannetmiştiniz ve bu  düşünce kalplerinize çok cazip gelmisti. Kötü bir zanda bulundunuz  ve helâk olmayı haketmiş bir toplu- luk                             oldunuz.

13-Kim Allah'a ve Rasulüne iman  etmezse gerçekten biz kâfirler için  alevli bir ateş hazırladık. 

14. Göklerin ve yerin hükümranlığı de azap eder. Allah çok ba edendir. 

15- Siz ganimetleri almaya giderken duunun üzerine onlar şöyle diyeçeklerdir: Aslında siz bizi kıskam- yorsunuz. Aksine onların anlayışı Seferden geri kalmış bedevilere

16- Seferden geri kalmış bedevilere de ki: Siz pek yakında çok kuvvetli

bir kavme karşı müslüman oluncaya kadar onlarla savaşmaya çağırılacaksınız. Eğer itaat ederseniz Allah size güzel bir mükâfat verecektir. Eğer önceden yüz çevirdiğiniz gibi yine yüz çe­virecek olursanız size acı bir şekilde azap edecektir.

17- (Savaşa katılmamaları yüzünden) köre günah yoktur, topala bir günah yoktur, hastaya da bir günah yoktur. Kim Allah'a ve peygamberine itaat eder­se Allah onu zemininden ırmaklar akan cennetlere sokar kim de yüz çevirirse ona çok acı bir şekilde azap eder.

 

Belagat:

 

"Allah size bir zarar gelmesini dilerse", sözüyle "veya bir fayda elde et­menizi isterse" sözünde geçen "fayda" ve "zarar" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.

"(Savaşa katılmamaları yüzünden) köre bir günah yoktur, topala bir günah yoktur, hastaya da bir günah yoktur." ayetinde özür sahiplerine sa­vaşa katılmadıkları için günah olmadığı tekit için tekrar tekrar ifade edile­rek itnab yapılmıştır. [26]

 

Kelime ve İbareler:

 

Medine'nin etrafındaki çöllerde yaşayan ve sefere çıkmayıp "geri kalan bedevi kabileleri sana diyecekler ki: Bizi mallarımız ve ailelerimiz" sizinle beraber sefere çıkmaktan "alıkoydu." Çünkü onlarla ilgili işlerimizi yürüte­cek hiç kimsemiz yok. Seninle bareber çıkmayıp geri kaldığımızdan ötürü "bizim için Allah'tan mağfiret dile" Bu, onların uydurduğu bir yalandır. Ra-sulü Ekrem (s.a.)'in kendileri için istiğfar etmesini istemeleri kötü bir dav­ranış, gerçek tevbe ve pişmanlıktan uzak yapmacık bir harekettir. Ayrıca bu onların isyankâr müminler olduklarını açıkça ortaya koymaktadır.

"Onlar dilleriyle kalplerinde olmayan şeyi söylemektedirler." Bununla Allah Tealâ ileri sürdükleri mazeretlerinde ve Rasulü Ekrem'in (s.a.) ken­dileri için istiğfar etmesini istemelerinde yalancı olduklarını ortaya koy­muştur. Yani onlar zahirde Rasulullah (s.a.)'ın kendileri için istiğfar etme­sini istemektedirler. Ayrıca ileri sürdükleri mazeretleri gerçek dışı olduğu için onlar yalancıdırlar.

"Allah size bir zarar gelmesini dilerse veya bir fayda elde elde etmenizi isterse O'na karşı kimin bir şeye gücü yetebilir!" Bu söz olumsuzluk mana­sında soru cümlesidir. Yani Allah'ın iradesi gereği takdir ettiği şeyin size ulaşmasına hiç kimse engel olamaz. Burada zarardan maksat öldürülme, hezimete uğrama, hor ve hakir kılınma, kötü hal gibi cana, mala ve aileye isabet eden şeylerdir. Fayda ise canı, malı ve aileyi korumayı sağlayan şey­lerdir.

"Aksine Alah Tealâ sizin yaptıklarınızdan habedardır." Yani önceden böyle olduğu gibi halâ da bu vasıfla muttasıftır. Dolayısıyla seferden geri kalmanızı ve bundaki maksadınızı da çok iyi bilmektedir. "Bel: aksine" ke-

limesi bir maksattan başka birine intikal için kullanılmaktadır.

"Aslında siz Peygamber (s.a.)'in ve müminlerin ailelerine bir daha dönmeyeceklerini zannetmiştiniz." Güya sizin zannınıza göre müşrikler on­ları toptan helak edecekti. Bu şekilde siz "kötü bir zanda bulundunuz ve helak olmayı hak etmiş bir topluluk oldunuz." Yani müslümanlarm müşrik­ler tarafından toptan helak edileceğini zannetmek, akide bozukluğu ve kö­tü niyet sebebiyle Allah katında helak olmuş bir topluluk oldunuz.

"Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır." Onu istediği gibi düzen­leyerek idare eder. "Dolayısıyla dilediğini bağışlar ve dilediğine de azap eder." Onun bir şeye yapmak veya yapmamak mecburiyeti yoktur. "Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." Yani Allah Tealâ sürekli olarak bu sıfatlara sahiptir. Mağfiret ve rahmet onun zatındandır. Müslim'in Ebu Hüreyre'den rivayet ettiği bir kudsî hadiste şöyle varit olmuştur: "Rahme­tim gazabımı geçmiştir."

"Siz ganimetleri almaya giderken, sefere katılmayanlar diyeceklerdir ki bırakın da" ganimetlerden almak için "sizinle beraber gelelim." Burada ifade edilen ganimetler Hayber'de elde edilen ganimetlerdir. Zira Rasulul-lah (s.a.) hicretin altıncı yılı Zilhicce ayında Hudeybiye'den dönmüş ve Zil­hiccenin geri kalan kısmıyla Muharrem ayının başlarında Medine'de ika­met etmiş, sonra da Yahudilerin sürekli tekrarlanan taşkınlıkları sebebiyle Hudeybiye'ye katılan ashabıyla birlikte Hayber'e hücum etmiş ve orayı fet-hetmiştir. Savaş sonunda ganimet olarak birçok mal elde edilmiştir. Rasu-lü Ekrem (s.a.) bu ganimetleri Hudeybiye'de bulunanlara tahsis etmişti.

"Onlar Allah'ın sözünü değiştirmek istiyorlar." Allah Tealâ Hudeybi­ye'de bulunanlara Mekke'den elde edilecek ganimetlere karşılık Hayber'in ganimetlerini vaadetmişti. Allah'ın dinine ve Peygamberi'ne (s.a.) yardım etmeksizin bedeviler ganimetlere ortak olmayı istemektedirler.

"De ki: Bizimle asla gelemezseniz." Bu söz yasaklama manasında olumsuzluk ifade eder. "Daha önce Allah böyle buyurdu." Yani Hayber sefe­rine çıkmak için gerekli hazırlığı yapmadan ve Hayber'den dönmeden önce de Allah bunları söylemişti.

"Bunun üzerine onlar şöyle diyecekler: Aslında siz bizi" sizinle beraber ganimetlerden pay almamızı "kıskanıyorsunuz."

"Aksine onların anlayışı çok kıttır." Onlar dinî meselelerden değil de sadece dünya işlerinden anlamaktadırlar. "Aksine onların anlayışı çok kıt­tır. " sözüyle Allah Tealâ onların bu görüşünü reddetmiş ve onların dinî me­selelerde cehalet içinde bulunduklarını ortaya koymuştur.

"Seferden geri kalmış bedevilere de ki:" Sefere çıkmayıp geri kalmanın çirkinliğini hissettirmek ve bunu şiddetle yermek için bedevileri defalarca bu vasıfla zikretmiştir. "Siz pek yakında çok kuvvetli bir kavme karşı Müs­lüman oluncaya kadar onlarla savaşmaya çağırılacaksınız." Yani iki şeyden biri olacaktır. Ya savaş ya da İslâm; başkası değil. Onlarla savaşma hususunda "eğer itaat ederseniz Allah size güzel bir mükâfat" yani dünyada ganimet ahirette cennet "verir."

"Daha önce de yüz çevirdiğiniz gibi yüz çevirecek olursanız" bu büyük günahınız yüzünden "size acı bir şekilde azap edecektir."

Sefere katılmamaları yüzünden "köre... günah yoktur." Burada Allah Te-alâ seferden geri kalmayı bazı cezalarla tehdit edince kör, topal ve hasta gibi özür sahiplerini bu tehditin dışında tutarak onlardan günahı kaldırmıştır.

"Kim Allah'a ve Peygamberi'ne (s.a.) itaat ederse Allah onu zeminin­den ırmaklar akan cennetine sokar." Allah rahmeti gazabını geçtiğinden va-adindeki üstünlük ve fazlalığı anlatmak için vaadedilen hususları tafsilatlı bir şekilde zikretmiş, tehditlerini ise anahatlanyla ifade etmiştir.

"Kim de yüz çevirirse ona çok acı bir şekilde azap eder." Vaadedilen şeyleri tafsilatlı bir şekilde anlattıktan sonra bu genel ifade getirilmiştir. Çünkü azapla korkutmak cennetle itaata teşvik etmekten daha tesirlidir. [27]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Köre günah yoktur..." ayetinin (17. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Abbas şöyle söylemektedir: "Eğer önceden yüz çevirdiğiniz gibi yüz çe­virecek olursanız..." ayeti nazil olunca kör, topal vb. sakatlar ile hastalar: "Bizim durumumuz ne olacak ya Rasulullah? diye sordular. Bunun üzerine "Köre günah yoktur..." ayeti nazil oldu. [28]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Münafıkların durumunu beyan ettikten sonra Allah Tealâ sefere katıl­mayanların durumunu açıklamıştır. Bazı bedevi kabileleri hezimete uğra­yacakları düşüncesiyle Peygamber (s.a.) ile sefere çıkmaktan çekindiler. Al­lah Tealâ onların üç durumunu zikretmiştir:

1- Hudeybiye seferine katılmamalarına mallan ve aileleriyle meşgul olmalarını mazeret gösterdiler.

2- Hayber'de elde edilen ganimetlere ortak olmayı istediler.

3- Çok kuvvetli bir kavme karşı savaşmaya çağınldılar.

Sonra Allah Tealâ özür sahiplerini cihadı terk hususunda diğerlerin­den istisna etmiştir. [29]

 

Açıklaması:

 

"Sefere çıkmayıp geri kalan bedeviler sana diyecekler ki: Bizi malları­mız ve ailelerimiz (bundan) alıkoydu. Bu sebeple bizim için Allah'tan af dile." Allah Tealâ Rasulü Ekrem'e (s.a.), Hudeybiye yılında umre yapmak ga­yesiyle Mekke'ye yola çıktığı zaman ailelerinin yanında kalmayı ve onlarla meşgul olmayı tercih edip kendisi ile yola çıkmayanların ileri sürdükleri mazeretlerini haber vermiştir. Bu sefere çıkmayan bedevi kabileleri Medi­ne'nin çevresinde yaşayan Eşlem, Cuheyne, Müzeyne, Gıfar, Esca ve ed-Dil kabileleridir. Rasulü Ekrem (s.a.) ile beraber bulunmaktan geri bırakıldık­ları için Allah Tealâ bu kimseler hakkında "Muhallefûn" ifadesini kullan­mıştır. Zira muhallef terkedilmiş, geride bırakılmış manasına gelmektedir.

Kur'an'ın gaybtan verdiği bu haber vakıaya uygun olduğu için bu ayet Kur'an'ın mucize olduğunu ispat etmektedir.

Mallarıyla ve aileleriyle meşgul olmayı mazeret olarak ileri sürmüşler, isyan ve emre muhalefet sebebiyle işledikleri ettikleri günahlarından değil de sırf bu meşguliyet sebebiyle sefere katılmamaktan meydana gelen gü­nahlarını Allah'ın bağışlaması için Rasulü Ekrem'den (s.a.) kendileri için istiğfar etmesini istemişlerdir. Zaten bu telepleri sadece laftan ibarettir. Gerçekten inandıkları için değil de aksine takıyye ve yapmacık bir tavır olarak böyle davranmaktadırlar. Bu yüzden Allah Tealâ "Onlar dilleriyle kalplerinde olmayan şeyi söylemektedirler." sözüyle onları reddetmiş ve ya­lanlamıştır. Bu sözün manası şudur: Onların ileri sürdüğü mazeretleri doğ­ru değildir. Bunu dilleriyle söyleyerek yapmacık bir tavır ortaya koymakta­dırlar. Kalplerinin derinliklerinde ise Hz. Muhammed (s.a.)'in ve ashabın hezimete uğrayacağına inanmakta, Kureyş, Sakif, Kinane ve Mekke yakın­larındaki Ehabiş kabileleri ile savaşmaktan korkmaktadırlar. Allah Te-alâ'nın "Aslında siz Peygamber'in ve müminlerin ailelerine bir daha dön­meyeceğini zannetmiştiniz." sözü bunun delilidir.

"(Habibim) de ki: Allah size bir zarar gelmesini dilerse veya bir fayda elde etmenizi isterse O'na karşı kimin bir şeye gücü yetebilir. Hayır Allah si­zin yaptıklarınızdan haberdardır." Yani ey Peygamber! Onlara de ki: Al­lah'ın sizin hakkınızda istediği hayır veya şerrin size gelmesine kim engel olabilir? Münafıklık yapsanız da, yapmacık davransanız da Allah'ın sizin hakkınızda dilediği şeyi geri çevirmeye hiç kimse muktedir olamaz. Bu, is­ter malların zayi ve ailenin helak olması gibi bir zararın indirilmesi, ister­se zafer ve ganimet gibi bir faydanın gerçekleştirilmesi olsun farketmez.

Aksine sefere katılmamanız sizin ileri sürdüğünüz mazeretlerden do­layı değildir. Allah Tealâ yaptığınız işlerin tamamından haberdar olduğu için bu seferden geri kalmanızın sebebini de çok iyi bilmektedir. Mal ve ai­leler ile meşgul olduğunuz için değil de siz asıl şüphe, münafıklık, adilik, kötü inanç, Kureyş ve yandaşlarından korkmanız ve Allah'a güvenmeme­nizden doğan kötü düşünceleriniz yüzünden bu sefere çıkmadınız.

Allah Tealâ "Aslında siz Peygamber'in ve müminlerin bir daha ailele­rine dönmeyeceğini zannetmiştiniz. Bu düşünce kalplerinize çok da cazip gelmişti. Kötü bir zanda bulundunuz ve helak olmayı haketmiş bir topluluk oldunuz." buyurarak bunların çirkinlik ve kötülüklerini ortaya koymuştur. Mana şudur: Sizin bu sefere katılmayıp geride kalmanız ne mazereti olan bir kişinin fiiline ne de isyankâr bir şahsın yaptığına benzer. Aksine müna­fıklığınız sizi geri bırakmıştır. Siz düşmanın müminleri öldürüp kesin ola­rak yok edeceğine, dolayısıyla onlardan hiçbirinin ailelerine asla dönmeye­ceğine inanmıştınız. Şeytan da bu düşünceyi kalplerinizde süsleyip cazip hale getirince hemen onu kabul ettiniz. Allah'ın peygamberine yardım et­meyeceğini düşündünüz. Böylece Allah nezdinde helak olmuş bir kavim ol­dunuz. Bu yaptığınız yüzünden hiçbir hayra lâyık olmadığınız gibi şiddetli azabı da hakettiniz.

Sonra Allah Tealâ "Kim Allah'a ve Rasulüne iman etmezse gerçekten de biz kâfirler için alevli bir ateş hazırladık." buyurarak kâfirlere verilecek cezayı haber vermiştir. Yani kim sefere katılmayıp Medine'de kalan bu be­deviler gibi Allah'ı ve Rasulünü (s.a.) gönülden tasdik etmez ve hem dışa akseden davranışlarında hem de gönlünde sırf Allah rızasını umarak amel etmezse, bunun cezası olarak Allah onlar için çok şiddetli bir ateş hazırla­mıştır.

Daha sonra Allah Tealâ "Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine de azap eder. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." buyurarak her şeyi şamil olan kudretinin sahasını be­yan etmiştir. Ayetin manası şöyledir: Göklerin ve yerin ahalisi hakkında mutlak olarak tasarruf etme yetkisi sadece Allah'a aittir. Onlar hakkında istediği gibi tasarruf eder. Onun hükmünü geri çevirecek, takdir ettiğini kusurlu görüp düzeltecek hiç kimse yoktur. Allah kendi yarattığı varlıkla­rın hiçbirine muhtaç değildir.

Dilediği kimselerin günahlarını affeder. İnkârı ve masiyeti sebebiyle de istediği kimselere ateşle azap eder. Allah Tealâ tevbe eden kulların gü­nahlarını sürekli olarak bağışlayıcı, bütün mahlukâta da çok merhamet edicidir. Ancak, mağfiret ve rahmetini dilediği kimselere tahsis eder.

Burada ıslah olmaya umumi bir teşvik, sefere iştirak etmeyen bu be­deviler ve onlar gibi günahkâr olanları tevbe etmeye, Allah'ın emrine dön­meye, Rasulü Ekrem (s.a.)'e itaat etmeye teşvik vardır.

Yine Allah biat edenleri kendi iradesiyle bağışlayacağını, diğerlerine ise azap edeceğini açıkça beyan etmiştir. Allah'ın mağfiret ve rahmeti çok geniş ve şümullü, tam ve mükemmeldir. [30]

 

Hayber Fethine Katılma Talebi:

 

Allah Tealâ aile ve mallarıyla meşgul oldukları iddiasıyla Hudeybi-ye'ye katılmayan bedevilerin yalan söylediklerini, ganimet elde etmeyi umdukları, Hayber seferine Rasulü Ekrem (s.a.) ile birlikte gitmek istemeleri deliliyle açıkça ortaya koymuştur.

Bu hususta Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Siz ganimetleri almaya giderken (önceki) sefere katılmayanlar diyeceklerdir ki: Bırakın da sizinle beraber gelelim." Ayetin manası şöyledir: Ey müslümanlar! Siz Hayber'de elde edilen ganimetleri almaya giderken Hudeybiye umresinde Rasulul-lah'ı (s.a.) bırakıp Medine'de kalan şu bedeviler diyeceklerdir ki: "Bırakın da sizinle beraber Hayber savaşında bulunalım." Zira onlar Allah Tealâ'nın müslümanlara Hayber fethini vaadettiğini ve orada elde edilen ganimetleri Hudeybiye'de bulunanlara tahsis ettiğini bilmektedirler.

Kısaca, onların mazeret olarak ileri sürdükleri meşguliyetleri doğru olsaydı Rasulullah (s.a.) ile Hayber'e gitmeyi talep etmezlerdi.

"Onlar Allah 'm sözünü değiştirmek istiyorlar." Yani bu bedeviler Al­lah'ın Hayber ganimetlerinin Hudeybiye'de bulunanlara tahsis edilmesine dair yaptığı vaadin değişmesini istemektedirler. Allah Tealâ Rasulüne (s.a.), Hudeybiye'de bulunan ashabı dışında hiç kimsenin kendisiyle bera­ber Hayber'e gitmemesini emretmiş, Hayber ganimetlerini sadece Hudey­biye ehline vaadetmiştir. Hudeybiye ye gelmeyen bedevilerden hiç kimse ganimetler hususunda onlara ortak olamaz. Bunun dışında başka bir hü­küm verilemez ve yeni bir takdir yapılamaz.

Sonra Allah Tealâ "De ki: Bizimle asla gelemezsiniz. Daha önce Allah Tealâ böyle buyurmuştur." diyerek onların Rasulullah (s.a.) ile Hayber'e gi­demeyeceği kararını açıkça ortaya koymuştur. Bu sözün manası şöyledir: Ey Peygamber! Onlara açıkça şunu söyle: Siz asla bizimle Hayber'e gele­mezsiniz. Hudeybiye'den Medine'ye dönünce Allah Tealâ bize Hayber gani­metlerinin özellikle Hudeybiye ehline ait olduğunu başkalarının onda bir payı bulunmadığını haber vermiştir.

Bunun bir benzeri de şu ayettir: "Şayet seni Allah Tealâ onlardan bir kavme tekrar döndürür de (seninle beraber) çıkmak için senden izin ister­lerse de ki: Benimle beraber asla çıkmayacaksınız ve düşmana karşı benim­le beraber asla savaşmayacaksınız. Çünkü siz birinci defa (Tebuk seferinde) evinizde oturup kalmaya razı oldunuz. Simde de arkada kalanlarla (çocuk ve kadınlarla) beraber oturun." (Tevbe, 9/83)

Daha sonra da Allah "Bunun üzerine onlar diyeceklerdir ki: Aslında siz bizi kıskanıyorsunuz." sözüyle bedevilerin bunu kabul etmeyip reddet­tiklerini haber vermiştir. Yani Hudeybiye'ye katılmayan bedeviler Hudey­biye ehlinden bu sözü işitince şöyle diyeceklerdir: Aslında siz bizim gani­metlere ortak olmamızı çekemiyorsunuz. Sizinle beraber gelmemize müsa-de etmeyişinizin tek sebebi kıskançlıktır.

Bedevilerin bu itirazlarına Allah Tealâ şu sözüyle cevap vermiştir:

"Aksine onların anlayışı çok kıttır." Yani gerçek, onların iddia ettiği gibi on­ların ganimetten pay almasına karşı kıskançlık duymanız değildir. Aksine onların anlayışı çok kıt olduğu için bütün bunlar meydana gelmiştir. Bura­da kastedilen mana şudur. Onlar dünya işlerini bilseler ve anlasalar bile, Allah için cihad etmek, kötü niyeti ıslah etmek ve iman davasında sadık ol­mak gibi din ile alâkalı şeylerden de hiç anlamazlar.

İşte bu ayet, onların Allah'ın hükmünü bozmaya çalışmaları ve mü­minleri kıskançlıkla itham etmelerinin cehaletten, anlayış ve düşünce kıt­lığından kaynaklandığına ve onların dünyalık dışında hiçbir şey bilmeyen maddeci bir topluluk olduğuna delâlet etmektedir.

Şayet onlar müminlerle ortak olma isteğinde samimiyseler gerçek özür sahipleri hariç Allah onları savaşa çağırmıştır. Onların Rasulullah'a (s.a.) ve iman edenlere karşı samimiyet ve sadakatlerini ispat etmek için cihad meydanının geniş ve devamlı açık bulunduğunu Allah Tealâ şu aye-tiyle açıklamıştır:

"(Hudeybiye'ye) seferden geri kalmış bedevilere de ki: Siz pek yakında kuvvetli bir kavme karşı onlar müslüman oluncaya kadar savaşmaya çağı­rılacaksınız." Yani ey Peygamber (s.a.)! Sefere katılmayıp geride kalan şu Bedevilere İslâm saflarına gereğince ve sadakatle bağlanmak istiyorlarsa şöyle söyle: Yakında güçlü kuvvetli ve çetin bir kavme karşı cihada çağırı­lacaksınız. Onları iki şeyden birini tercih hususunda serbest bırakın: Ya savaşmayı ya da müslüman olmayı tercih edebilirler. Tercih edebilecekleri üçüncü bir durum söz konusu olamaz. Müslümanlarla aralarında cizye vs. antlaşma olmayan kâfirlerin hükmü işte budur. Bu hüküm Arap ve Arap olmayan müşrik ve mürtedlere de şamildir.

Müfessirler müslümanların savaş ile emrolunduğu bu kavmi kötüleme konusunda dört görüş zikretmişlerdir:

1- Huneyn savaşının yapıldığı esnadaki Hevazin ve Gatafan kabileleri­dir. Onlarla Mekke fethinden sonra Hicretin sekizinci yılı savaş yapılmıştır.

2- Sakif kabilesidir.

3- Müseylemetü'l-Kezzabın adamları, Yemame savaşına katılanlar ve Beni Hanife'dir. Onlarla Ebu Bekir Sıddık'in (r.a.) hilâfeti zamanında sava-şılmıştır. Müfessirlerin çoğu müslümanların kendileriyle cihada çağrılacağı kavmin Beni Hanife ve Hz. Ebu Bekir'in savaştığı dinden dönen topluluk­lar olduğu görüşündedirler. Zira Allah Tealâ "Onlarla müslüman oluncaya kadar savaşmaya çağırılacaksınız." buyurmaktadır. Kendileri hakkında ya İslâm'a girmek veya savaş dışında herhangi bir muamele kabul edilmeyen­ler mürtedler ve Arap müşrikleridir. Arap olmayan diğer milletlere men­sup müşrikler, Ehl-i Kitap ve mecusilerden Ebu Hanife'ye göre cizye kabul edilir. İmam Şafi'ye göre ise cizye sadece Ehl-i Kitap ve mecusilerden kabul

edilir, Arap olsun olmasın müşriklerden kabul edilmez. 4- İranlılar, Rum ve Bizanslılar ile putperestlerdir.

İbni Cerir demiştir ki: "Bu kavmin kimler olduğunu tayin ve tesbite ne aklî ne de naklî bir delil getirilemez. Bu sebeple biz tayin ve tasbite ha­cet olmaksızın bu konuyu olduğu şekliyle bırakıyoruz."

Daha sonra Allah Tealâ "Eğer itaat ederseniz size güzel bir mükâfat ve­recektir. Yok önceden yüz çevirdiğiniz gibi yine yüz çevirecek olursanız size acı bir şekilde azap edecektir." buyurarak itaat etmeleri durumunda onlara sevap vereceğini vaadetmiş, isyan etmeleri halinde ise onları azapla tehdit etmiştir. Ayete göre mana şudur: Eğer bu davete icabet edip cihada çıkar ve vazifelerinizi yerine getirirseniz Allah size güzel bir sevap verecektir ki o da dünyada bol ganimet, ahirette ise cennettir.

Eğer daha önce Hudeybiye zamanında çağırıldığınız halde geri kal­mak suretiyle yüz çevirdiğiniz gibi yüz çevirecek olursanız günahınız bü­yük olduğu için dünyada öldürülme, esaret ve kahr u perişanlıkla, ahirette cehennem azabıyla size çok acı ve elem verici bir şekilde azap edecektir.

Allah Tealâ gerçekten mazereti olanları cihad farizasından ve cihada katılmamaya bağladığı tehditten istisna etmiştir. Allah Tealâ bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"(Sefere katılmamaları yüzünden) köre günah yoktur, topala bir günah yoktur, hastaya da bir günah yoktur." Yani ister körlük, sürekli topallık, is­terse sonradan ortaya çıkmış hastalık gibi özür ve mazeretlere sahip olan­lara güç ve kudretleri olmadığı için cihada katılmamak hususunda günah yoktur. Özürü sürekli olduğu için ayette âmâ topaldan önce zikredilmiştir.

Mukatil şöyle demiştir: Ayette istisna edilen özür sahipleri Hudeybi­ye'ye katılmayan sakatlardır. Allah Tealâ onların özürlerini kabul etmiştir.

Sonra da Allah Tealâ cihada Allah ve Rasulüne (s.a.) itaata teşvik et­mek için şöyle buyurmuştur: "Kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse Al­lah onu zemininden ırmaklar akan cennete sokar, kim de yüz çevirirse ona çok acı bir şekilde azap eder." Yani ihlas ve samimiyetle Allah ve Rasulüne (s.a.) itaat edip de Allah'ın dinini yüceltmek ve onu müdafaa etmek için müminlerle birlikte cihad eden kimseyi Allah Tealâ, ahirette köşklerinin zemininden suyu bembeyaz parlayan va tatlı tatlı dökülen nehirlerin aktı­ğı cennete sokar, Allah'a itaat etmeyi kabul etmeyip Allah ve Rasulüne (s.a.) isyan edene de Allah Tealâ, dünyada onu zillet içinde bırakmak, ahi­rette ise cehennem ateşinde yakmak suretiyle elem verici bir şekilde azap eder.

Allah Tealâ, peygamberden sadece birine itaat etmek aslında diğerine itaat olmasına rağmen burada görülmeyen ve kelâmı işitilmeyen Allah Te-alâ'ya itaatin ne olduğunu beyan etmek için hem Allah'a hem de Peygamber'e itaatin ikisi birlikte zikredilmiştir. Allah Tealâ sanki burada şöyle de­mek istemiştir: Allah'a itaat Rasulü Ekrem'e (s.a.) itaat etmekle olur, O'nun sözü de yine Rasulullah'tan (s.a.) duyulur. [31]

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

Ayetlerde savaşa katılmayan bedevilerin üç durumu haber verilmekte­dir:

1- Mallarıyla ve aileleriyle meşgul olmalarını mazaret göstermeleri. Onların bu hali şu hususları göstermektedir.

a) Medine'nin çevresinde yaşayan bir grup bedevinin ileri sürdüğü mazaretler çok zayıf ve sathidir. Rasulullah (s.a.) yolculuğunun harp için olmadığını insanlara bildirmek için ihram giydi ve yanında koyun vb. kur­banlık götürdü. Bedeviler ağır davranarak bu sefere iştirak etmediler ve ailelerine ve mallarına bakacak kimseleri olmadığından bunlarla meşgul olduklarını gelmemelerine gerekçe gösterdiler. Bunun üzerine onlar hak­kında ayet nazil oldu ve onlar "muhallefîn" yani terkedilmişler olarak isim­lendirildiler.

Bedeviler zayıf bir mevkide olduklarını anladılar ve Rasulullah'a (s.a.) "Bizim için mağfiret dile!" dediler. Yani biz her ne kadar mazeret göstersek de kötü bir durumda olduğumuzu kabul ediyoruz. Bu yüzden bizim için Al­lah'a istiğfar et de sefere katılmadığımız için bizi affetsin.

b) Allah Tealâ onların kötülük ve çirkinliklerini açığa çıkarmış ve kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar diye onları yalanlamıştır. İşte bu, tam bir münafıklıktır. Onlar münafık bir topluluk oldukları için daha önce geçen "münafık erkek ve münafık kadınlara... azap etmek için­dir. " (6. ayet) ayetinde ifade edilen azap tam bunlara uygun düşer.

c) Bedeviler, Rasulü Ekrem (s.a.) ile sefere katılmamak kendilerinden zararı defeder ve kendilerine o an için bir fayda temin eder zannetmişlerdi. Allah Tealâ onların bu tahminlerini de reddetmiştir. Kısaca bu reddin ihti­va ettiği düşünce şudur: Allah Tealâ'nm kulları hakkında murat ettiği ha­yır veya şerri gidermeye hiç kimsenin gücü yetmez.

d) Allah Tealâ onların ileri sürdüğü iddiaları tahkir etmiş onların kötü hallerini ortaya koymuş, kötü ve çirkin tahminlerini açığa çıkarmıştır. Zira onlar "Muhammed (s.a.) ve ashabı çok azdır. Dolayısıyla bir daha geri dö­nemezler." demişler ve Rasulü Ekrem (s.a.) ile müminlerin öldürüleceğini, tamamen yok edileceğini ve ailelerine bir daha asla dönemeyeceklerini id­dia etmişlerdi. Şöyle diyorlardı: Medine'nin kapısında onlarla savaşan Mekkeliler müslümanlar kendi beldelerine girdiğinde ve onları kuşattığın­da hiç savaşmazlar mı?

Şeytan, münafıklığı onların gönüllerine cazip göstermiştir. Bu yüzden

de Allah Tealâ'nın Rasulüne (s.a.) yardım etmeyeceği şeklinde çok kötü bir zan ve tahminde bulundular. Böylece münafıklığı, sui zannı ve yanlış de­ğerlendirmeyi bir araya getirmişlerdir.

İşte bütün bunlar sebebiyle Allah, onların helak olmuş, hiçbir şeyi düz­gün olmayan bozuk bir kavim olduklarına dair hükmünü haber vermiştir.

e) Allah Tealâ onları cehennem azabıyla tehdit etmiş ve onların müna­fıklıkları sebebiyle kâfir olduklarını beyan etmiştir.

f) Allah semalarda ve yeryüzünde yaşayan mahlukâtı üzerindeki mut­lak tasarruf ve idaresi sebebiyle sahip olduğu üstün kudretini haber ver­miştir. Allah Tealâ kullarından hiçbirine muhtaç değildir. İman edenlere mükâfat vermek inkâr eden ve asi olanlara da ceza vermek için onları ci-had vb. sorumluluklarla imtihan etmektedir.

2- Hudeybiye'ye katılmayan Bedevilerin Hayber'e gitmek istemeleri. Bu olay onların şu özelliklerine işaret eder:

a) Onlar kalın kafalı, cahil ve yalancı bir topluluktur. Daha önce sefe­re katılmamaya mallarıyla va aileleriyle meşgul olmalarını mazaret gös­termişlerdi. Şimdi ise nasıl birlikte Hayber'e gitmek istiyorlar?

b) Onlar materyalist bir kavimdir. Korku, tehlike ve savaşma ihtimali bulunan yerlerden şiddetle kaçmakta ve Hayber Yahudileri'nin zayıf oldu­ğunu hissetiklerinde ise ganimet elde etmeyi şiddetle arzu etmektedirler.

c) Onlar kâfir bir topluluktur. Allah'ın sözünü, hükmünü, takdirini ve Hudeybiye ehline yaptığı vaadini değiştirmek istiyorlar. Zira Allah Tealâ Hudeybiye'den sulh yaparak döndükleri zaman Mekke fethine karşılık ola­rak Hayber ganimetlerini sadece onlara takdir etmiştir.

d) Onlar toplumdan dışlanmayı ve tecrit edilmeyi hak etmiş bir toplu­luk oldukları için Allah Tealâ onların diğer müslümanlar ile Hayber'e çıka­mayacaklarına hükmetmiştir.

e) Kin ve haset barındırdığı için onların kalpleri hastadır. Başkalarına kin besleyen veya haset eden kişi onları da kendisi gibi zanneder. Bundan dolayıdır ki kendilerinin ganimetten pay almalarını çekemiyorlar diye müslümanları yalan ve iftira ile itham etmeye çalışmaktadırlar. Belki de bunu Rasulullah'ın (s.a.) şu sözünden çıkarmışlardır: "Gelirseniz size mani olmayız ancak size ganimetten pay yoktur." Rasulullah'ın (s.a.) bu sözün­den sonra, "Bu bir kıskançlıktır." demişlerdir. Onların bunu söylemeleri üzerine müslümanlar Allah Tealâ "Bunun üzerine onlar şöyle diyecekler: Aslında siz bizi kıskanıyorsunuz." buyurarak, bu bedevilerin ne söyleceğini daha Hudeybiye'de iken haber vermiştir, demişlerdir.

f) Onlar anlayışı olmayan bir kavimdir. Zira her ne kadar dünya işleri­ni bilseler de cihadı terketmeleri sebebiyle dini konularda hiçbir şey bilmi­yorlar veya bu konulardaki bilgileri çok azdır.

3- Gelecek savaşların onlar için tecrübe alanı olması. Bundan da şu neticelere ulaşılır:

a) Allah Tealâ onların yalan söylediğini daha açık ortaya koymak, kö­tülüklerini daha ziyade ortaya çıkarmak için cihad meydanının açık bulun­duğunu, dolayısıyla gerçek müslüman iseler pek güçlü ve kuvvetli bir ka­vimle karşılaşmada kendilerini denemeleri gerektiğini haber vermiştir.

b) Allah Tealâ onların önüne emel kapısını açmış; Allah'a ve Rasulüne (s.a.) itaat etmeleri ve gerçek manada cihad etmeleri durumunda onlara dünyada nusret ve ganimet, ahirette ise cenneti vereceğini, Hudeybiye'de yaptıkları gibi ileride de cihaddan kaçmaları halinde ise cehennem ateşiyle çok acı bir şekilde onlara azap edeceğini açıkça ifade etmiştir.

Müfessirlerden bazıları "Siz pek yakında kuvvetli bir kavme karşı ... çağırılacaksınız." ayetini Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer'in hilafetinin doğru­luğuna delil getirmişlerdir. Zira onları Hz. Ebu Bekir Beni Hanife ile sa­vaşmaya, Hz. Ömer de Bizan ve İran ile savaşmaya çağırmıştır.

"Müslüman oluncaya kadar onlarla savaşmaya çağırılacaksınız" aye-tiyle de kendilerinden cizye kabul edilmeyenlerin hükmünü çıkarmışlardır. Arap müşrikleri ile mürtedlerden cizye kabul edilmez. Onlar hakkında ter­cih edilecek muamele savaş veya onların müslüman olmaları şartına bağ­lanmıştır. Üçüncü bir muamele söz konusu değildir.

Fıkıh alimleri "(Sefere katılmamaları yüzünden) köre günah yoktur..." ayetinden özürlü ve sakatların farz olan cihaddan muaf oldukları hükmü­nü çıkarmışlardır. Kör, sürekli topal olan kimse, müzmin bir hastalığa ya­kalanan veya evden çıkmasına mani olan bir hastalığa müptelâ olmuş kim­se iyileşinceye kadar cihaddan muaftır. Özür ya tamamen güç ve kuvvetin bozulması veya her hangi bir organın sakatlanması sebebiyle meydana gel­diği için, burada Kur'an nassı sadece bu üç zümre üzerinde durmaktadır. Diğer maniler bunlara kıyas edilerek tespit edilebilir. Silahların devlet ta­rafından verilmediği gönüllü olarak yapılan cihad halinde silah bulmaya engel olan fakirlik, çocuk ve hasta gibi zayıf ve ihtiyaç sahipleriyle meşgul olmak vb. İslâm fıkhında bilinen şeyler, burada cihaddan muaf tutulmayı gerektiren sebeplere misal gösterilebilir.

İslâm hukukçuların tespitine göre cihada katılmaya engel olan özür­lerde mani ya hissî veya hükmî bir acizlik olmalıdır.

1- Küçüklük, delilik, kadınlık, savaşa katılmaya engel olan hastalık, açıkça görülen topallık, ruhî sıkıntı ve savaş alet ve silahlarını temin ede­memek vs. maniler hissî acizlik çeşitlerindendir.

2- Kölelik, alacaklı izin vermezse vadesi gelmiş borç ve müslüman ebe­veynin izin vermemesi de hükmî acizlik nevilerindendir.

Allah Tealâ'nm "Kim Allah'a ve Peygamber'ine (s.a.) itaat ederse Allah  onu zemininden ırmaklar akan cennete sokar." ayeti cihada teşvike ve ciha­dı terketmekten sakındırmaya delâlet eder. Zira Allah Tealâ kendisine ve Rasulüne (s.a.) itaat edip Allah yolunda cihad edeni zemininden nehirler akan cennete sokacak, cihada iştirak etmekten yüzçeviren kimseye de bü­yük günah işlediği ve İslâm toplumuna zarar verdiği için çok elem verici bir şekilde azap edecektir.

Cihad düşmanı defetmenin, İslâm topraklarına saldıranları kovma­nın, onların eza ve cefalarından kurtulmanın tek yoludur. İzzetli ve şerefli olmak, bağımsızlığı korumak, milletin ve vatanın mukaddesatını himaye etmek ve ümmetin yapısını muhafaza etmenin tek yoludur. Şayet cihad ol­masaydı milletler kaybolur, dinler ve değer yargıları ortadan kalkar, top­lumlar erir, halklar ya ilelebed veya uyanışa geçinceye, başındaki zillet toz­larını silkinceye kadar zillet, aşağılık ve esaret içinde kalırdı.

İşte bu sebeple Allah Tealâ nefislere çirkin gelse de gerçek imana sa­hip olanlar ile mükellefiyetlerin zorluk ve meşakkatlerine karşı sabırlı olanları ayırt etmek ve insanları imtihan edip iyilik veya kötülük olarak yaptıkları amellerin karşılığını vermek için müminlere cihad etmeyi farz kılmıştır.

Cihad İslâm'ın zirvesi ve ebedî cennete götüren bir yoldur. Allah yo­lunda şehid olanlar Rableri katında rızıklandırılır. Onlar peygamberler ve sıddıkların bulunduğu makamdadırlar, işte onlar ne güzel arkadaştır! [32]

Beyatü'r-Rıdvan'da Bulunanların Mükafatı:

18, 19- Andolsun ki Allah, ağacın altında sana biat ediyorlarken müminlerden razı olmuştur da kalplerındekını bildiği için üzerlerine manevi bir kuvvet indirmiş ve onla­rı yakın bir fetih ve elde edecekleri birçok ganimetlerle mükafatlandır­mıştır. Allah mutlak galiptir, yega­ne hüküm ve hikmet sahibidir.

Belagat:

"sana biat ediyorlarken..." cümlesinde biatleşmenin zihinlerde canlan­dırılması için geçmiş zaman kipi yerine şimdiki zaman manasına gelen muzari kipi kullanılmıştır. [33]

Kelime ve İbareler:

"Andolsun ki Allah ağacın altında sana biat ediyorlarken" Onlar Rasu-lullah'a Kureyş ile savaşmak, onlardan kaçmamak ve ölümden korkmamak üzere biat ediyorlarken Hudeybiye'ye iştirak eden "müminlerden razı ol­muştur." Rasulullah'a (s.a.) biat etmeleri sebebiyle Allah onlardan razı ol­muştur. Doğru olan görüşe göre onların sayısı bin dört yüzdür, "onların kalplerindekini" sadakat, vefa ve biat yapmadaki ihlaslarını "bildiği için üzerlerine manevi kuvveti" gönül hoşnutluğunu, emniyet ve huzuru onlara cesaret vermek suretiyle "indirmiş ve onları yakın bir fetihle" yani Allah Te-alâ yaptıkları biate karşılık olarak Hudeybiye'den döndükten sonra onları Hayber'in fethi ile "ve birçok ganimetlerle mükafatlandırmıştır." Yani onları Hayber'de ele geçirdikleri ganimetlerle de mükafatlandırmıştır. Hayber'de birçok hurma bahçeleri ve ekin tarlaları vardı Rasulullah (s.a.) bu bahçeleri ve tarlaları Hudeybiye'de kendisine biat edenler arasında taksim etmiştir. Rasulü Ekrem (s.a.) atlıya iki pay, yaya olanlara da bir pay vermiştir.

"Allah mutlak galiptir, yegane hüküm ve hikmet sahibidir." Yani Allah Tealâ ezelde öyle olduğu gibi ebedî olarak da mutlak galiptir. Mahlukâtm işlerini tedbir ve idare etmede hikmeti neyi gerektiriyorsa onu dikkate alır.[34]

Nüzul Sebebi:

"Andolsun ki Allah müminlerden razı olmuştur..." ayetinin (18. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Ebi Hatim, İbni Cerir ve İbni Merduveyh Seleme b. el-Ekva'm şöyle söylediğini rivayet etmişlerdir: Biz kaylule[35] uy­kusuna yatmıştık. Birden Rasulullah'm (s.a.) münadisi "Ey insanlar! Hay­di biat yapmaya gelin! Haydi biate. Ruhu'l-Kudus (Cebrail) indi." diye nida etti. Hemen Rasulullah'ın (s.a.) yanma yürüdük. O Semure ağacının altın­da bulunuyordu. Ona biat ettik. Bunun üzerine Allah Tealâ "Andolsun ki Allah müminlerden razı olmuştur..." ayetini indirdi.

Rasulullah (s.a.) bir elini diğerinin üstüne koymak suretiyle Hz. Os­man için kendisi biat etti. Bazıları "Ne mutlu İbni Affan'a. Biz burada iken o Beytullah'ı tavaf ediyor." deyince Rasulullah (s.a.): "Şu kadar yıl Mek­ke'de kalsa bile ben tavaf etmedikçe İbni Affan tavaf etmez." buyurdular.

Rivayet olduğuna göre Rasulullah (s.a.) Hudeybiye'de konaklayınca Hıraş b. Umeyye el-Huzai'yi Mekke'lilere gönderdi. Mekke'liler onun gel­mesini arzu ettiler fakat Ehabis onun Mekke'ye gitmesine mani oldu. Bu­nun üzerine Rasulullah (s.a.) onlara Osman b. Affan'ı gönderdi. Hz. Os­man'ı da hapsettiler ve öldürmeye yeltendiler. Rasulullah (s.a.) sayıları bin üç yüz, bin dört yüz veya bin beş yüz kadar olan ashabını çağırdı. Semure veya sidre ağacının altında toplanarak Kureyş'le savaşmak, onlardan kaç­mamak üzere Rasulullah'a (s.a.) biat ettiler.

Buhari ve Müslim Yezid b. Ubeyd'in şöyle söylediğini rivayet etmişler­dir: Ben Sele b. el-Ekva'a "Ne üzere Rasulullah'a (s.a.) biat ettiniz" dedim. "Ölmek üzere." diye cevap verdi.

Müslim Makıl b. Yesar'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ben Hudey­biye'de ağacın altında Bey'atu'r-Rıdvan'ın yapıldığı o günü bizzat müşahede ettim. İnsanlar Rasulullah'a (s.a.) biat ederken ben de Rasulullah'm (s.a.) başında yüksek bir dalın üzerindeydim. Biz bin dört yüz kişiydik." Makıl b. Yesar demiştir ki: "Biz ona ölmek üzere değil kaçmamak üzere biat ettik."

Alimler bu iki rivayetin arasını bulmuşlar bir grup Seleme'den gelen rivayeti, bir grup da Makü'dan gelen rivayeti almışlardır. Buna göre bu iki hadiste anlatılmak istenen maksat aynıdır. O da Kureyş'le savaş için karşı­laşma durumunda kaçmayıp sebat etmektir. Bu sebeple Cabir b. Abdullah şöyle demiştir: "Biz ağacın altında ölmek ve kaçmamak üzere Rasulullah'a (s.a.) biat ettik. Cedde b. Kays dışında hiç kimse bu biati bozmadı. Cedde münafık idi. Cemaatle birlikte hareket etmeyip devesinin arkasına saklan­dı." Burada görüldüğü üzere Cabir (r.a.) iki rivayetin arasını cemetmiştir.

Ahmed, Müslim, Tirmizi ve Ebu Davud Cabir'den şöyle rivayet etmek­tedir: Rasulullah (s.a.) "Ağacın altında biat edenlerden hiçbiri cehenneme gitmez." buyurmuştur. [36]

Ayetler Arası İlişki:

Allah Tealâ Hudeybiye'ye iştirak etmeyen bedevilerin durumunu açık­ladıktan sonra tekrar ağacın altında biat eden ashabın durumunu açıkla­maya dönmüş ve daha önce geçen "Gerçek olan şudur ki sana biat edenler aslında Allah'a biat etmişlerdir." ayetindeki manayı zikretmiş ve onların dünyada ve ahirette elde edecekleri mükâfatı beyan etmiştir. Onların dün­yadaki mükâfatlan Hayber'den birçok ganimete nail olmalarıdır. Allah Te­alâ imanlarında sadık olmaları, yapmış oldukları biatteki samimiyet ve ih-lasları sebebiyle onlardan razı ve hoşnut olduğunu, onların üzerine manevi bir kuvvet indirdiğini ve kalplerini rahatlatıp ayaklarını sabit kıldığını ha­ber vermiştir.

Kısaca şöyle denilebilir: Alah Tealâ Rasulullah (s.a.) ile birlikte sefere iştirak etmeyen bedevilerin durumunu anlattıktan sonra onunla beraber sefere çıkan samimi müminlerin halini de zikretmiştir. Bu ayet Allah Tealâ'nın onlardan razı olduğuna delâlet eder. Bu sebeple bu biat "Beyatu'r-Rıdvan" diye isimlendirilmiştir. [37]

Açıklaması:

"Andolsun ki Allah ağacın altında sana biat ediyorlarken müminler­den razı olmuştur." Yani Allah'a yemin olsun ki Hudeybiye'de ağacın altın­da Rasulullah'a (s.a.) Kureyş ile savaşmak ve kaçmamak üzere biat eden ihlaslı müslümanlardan Allah razı olmuştur. "Allah... müminlerden razı ol­muştur." ayeti sebebiyle bu biate Bey'atu'r-Rıdvan denilmiştir. Doğru olan görüşe göre bu biatte bulunanların sayısı bin dört yüz kadardır.

Buhari Abdurrahman b. Avf in şöyle dediğini rivyet etmiştir: "Hac için yolculuğa çıkmıştım. Yol üzerinde namaz kılan bir topluluğa rastladım. On­lara: "Bu ne mescididir?" dedim. Onlar: Bu ağacın bulunduğu yer Rasulul­lah'a (s.a.) Bey'atu'r-Rıdvan'ın yapıldığı yerdir, dediler. Said b. el-Müsey-yeb'e geldim ve ona durumu haber verdim. Said dedi ki: Bana babam kendi­sinin de ağacın altında Rasulullah'a (s.a.) biat edenlerden olduğunu söyle­miştir. Abdurrahman b. Avf demiştir ki: Biz ertesi yıl çıktığımızda o ağacın yerini unuttuk ve onu tespit edemedik. Bunun üzerine Said b. Müseyyeb: Rasulü Ekrem'in (s.a.) ashabı o ağacı bilemediler de onu siz mi bildiniz, de­di. İbni Ebi Şeybe Musannefinde Nafii'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hz. Ömer'e altında biat yapılan ağacın bazı kimselerce ziyaret edildiği ha­beri ulaşınca kesilmesini emretti. Bunun üzerine ağaç hemen kesildi.

"Kalplerindekini bildiği için üzerlerine manevi bir kuvvet indirmiş ve onları yakın bir fetihle..." Allah Tealâ onların kalplerinde bulunan iman ve sadakati, ihlas ve vefayı ve itaati bildiği için gönül hoşnutluğu ve sükûneti

üzerlerine indirmiş ve onları Hudeybiye'den döndükten sonra Hayber'in fethiyle mükafatlandırmıştır. Daha sonra Hayber'in fethinden sonra Mek­ke'nin diğer belde ve yerlerin fethini nasip etmiştir.

"Onların kalplerindekini bilmiştir." ayetindeki "bilmiştir." fiilinin ba­şında bulunan "fa" harfi bu cümlenin yukarıdaki cümleyi takip ettiğini ifa­de etmek için getirilmiştir. Fiil (alime: bilmiştir) önceki cümlede geçen "sa­na biat ediyorlarken..." sözüyle ilişkilidir. Çünkü kalplerde olanı bilmek rı­zadan önce gelir. O takdirde mana şu sözde olduğu gibidir: Dün çok rahat­ladım. Çünkü dün onunla konuştum. Bana gelmişti de. Veya buradaki ma­na şu sözdeki gibidir: Dün çok sevindim. Çünkü Zeydin yanma girdim de bana ikramda bulundu. Burada manadaki tertip ve sıra sebebiyle sevinme, ikram etmeden sonra meydana gelmektedir. İşte bunun gibi bu ayet-i celile de şu manaya işaret etmektedir: Allah Tealâ'nm rızası sırf biatleşme esna­sında mevcut değildir. Aksine daha biatleşme esnasında ezelî ilmi ile onla­rın sadık ve vefakâr olduklarını bilmesi neticesinde Allah'ın rızası gerçek­leşmiştir.

"Üzerlerine manevi bir kuvvet indirmiştir." sözünün başındaki "fa" harfi ise hakiki bir takip ifade eder. Buna göre mana şöyledir: Allah Tealâ onlardan razı olmuştur. Peşinden onların üzerlerine manevi bir kuvvet in­dirmiştir.

"Elde edecekleri birçok ganimetlerle mükafatlandırmıştır. Allah mut­lak galiptir ve yegâne hüküm ve hikmet sahibidir." Allah Tealâ onlara birçok ganimetleri, yani Hayber ganimetlerini mükâfat olarak ihsan etmiş­tir. Hayber ganimetleri Mekke'lilerden elde etmeyi ümit ettikleri ganimet­lere karşılık olarak sadece Hudeybiye'de Bey'atu'r-Rıdvan'da bulunanlara taksim edilmiştir.

Allah Tealâ ezelde ve ebedde tam bir kudret ve mutlak galibiyet sahi­bidir. Mahlukâtın işlerini hikmete uygun ve en doğru şekilde tanzim ve tedbir eder. Bey'atu'r-Rıdvan'da bulunanlar için dünya ve ahirette izzet, nusret ve yüksek bir mevki gerçekleştirmiştir. [38]

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

Allah Tealâ Bey'atu'r-Rıdvan'da bulunanlara maddi ve manevi olmak üzere iki mükâfat ihsan etmiştir:

1- Manevi mükâfatı: Kalplerindeki sadakat ve ahde vefa duygusu, ka­bul ve itaat hissi sebebiyle onlara ilâhî rıza ihsan edilmiş, kalplerine sükû­net ve huzur indirilmiştir.

2- Maddi mükâfatı: Hayber'in veya Mekke'nin fethi onlara ihsan edil­miştir. Hayber Mekke ile Hudeybiye arasında bulunan taşımr-taşınmaz birçok mala sahip bir yer idi. Rasulullah (s.a.) buradan elde edilen gani­metleri Hudeybiye'de bulunan ashabı arasında taksim etti. Onlara ihsan edilen ganimetlerin İran ve Bizans'tan elde edilen ganimetler olduğu da söylenebilir. [39]

Müminlere Vaadedilen Ganimetler, Fetihler Ve Çeşitli Nimetler:

20- Allah size elde edeceğiniz birçok ganimet vaadetmiştir. (Bu ganimet­lerden) şunları hemen vermiş ve in­sanların elini sizden çekmiştir ki bunlar, müminlere bir işaret olsun ve sizi de hidayete ulaştırsın.

21- Henüz elde etmeye muktedir ol­madığınız başka ganimetleri de (va­adetmiştir.) Allah onları ezelî ilmi ve kudretiyle bilmektedir. Allah her şeye hakkıyla kadirdir.

22- Eğer kâfirler sizinle savaşsalar-dı arkalarına dönüp kaçarlardı. Sonra da ne bir dost ne de bir yar­dımcı bulabilirlerdi.

23- Allah'ın öteden beri süre gelen hükmü ve kanunu budur. Allah'ın kanununda asla bir değiştirme bu­lamazsın.

24- O sizi onlara karşı muzaffer kıl­dıktan sonra, Mekke'nin içinde on­ların ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çekendir. Allah yaptık­larınızı hakkıyla görendir.

Belagat:

"arkalarını dönüp kaçarlardı." sözü hezimete uğramaktan kinayedir. Çünkü hezimete uğrayan kişi kaçarken arkasını düşmana çevirir. [40]

Kelime Ve İbareler:

"Allah size birçok ganimet vaadetmiştir." Bunlar kıyamete kadar süre­cek olan fetihlerin akabinde müminlere vaadedilen ganimetlerdir. "Şunla­rı" yani Hayber ganimetlerini "size hemen vermiş ve sizden insanların elle­rini" bu antlaşma ile Kureyş'in, Hayberliler ve onların müttefiki olan Beni Esed ve Gatafan kabilelerinin, Rasulü Ekrem (s.a.) Medine'den Hudeybiye'ye gitmek için çıktığında sizin ailelerinize kasteden Yahudiler'in ellerini Medine'den onların kalplerine korku salarak "çekmiştir ki" hemen verilen bu ganimetler "müminler için" kendilerine yardım edildiğine, görünür-gö-rünmez hallerde Allah tarafından korunduklarına ve istikamet üzere bu­lundukları sürece kendilerinden sonra da müminlerin varlık ve tabiatları­nın muhafaza edileceğine dair "bir işaret olsun" aynı zaman bununla Rasu-lullah'm (s.a.) Hayber'in fethi ve ganimetlere dair yaptığı vaadinde sadık ve doğru olduğunu bilsinler. "Ve sizi de hidayete ulaştırsın." Yani her halü­kârda Allah'ın fazlı keremine güvenmeye ve her işte Allah'a tevekkül et­meye sizi irşad edip buna muvaffak kılsın.

Çok kuvvetli bir hazırlık gerektirdiği için "Henüz elde etmeye muktedir olamadığınız başka ganimetleri" İran ve Bizans'ın ganimetlerini de vaadet-miştir. "Allah onları ezelî ilmi ve kudretiyle bilmektedir." Yani bu ganimet­lerin sizin elinize geçeceğini ezeli ilmiyle bilmiş, onları sizin için hazırla­mış, onları size ganimet olarak ihsan etmiş ve o konuda size yardım etmiş­tir. "Allah her şeye hakkıyla kadirdir." Allah Tealâ sürekli olarak bu sıfatla muttasıftır. O'nun kudreti kendisinden kaynaklanan ve kendisine özgü bir kudrettir. Sadece bir kısım şeylere değil her şeye taalluk eder.

"Eğer kâfirler..." Hudeybiye'de "sizinle savaşsalardı" hezimete uğraya­rak "arkalarını dönüp kaçarlardı. Sonra da" kendilerini koruyacak "ne bir dost ne de bir yardımcı bulabilirlerdi."

"Allah'ın" geçmiş milletler hakkında "öteden beri süregelen hükmü ve kanunu (sünnetullah) budur" peygamberlerin galibiyeti, müminlerin ilâhî yardıma mazhar olmaları ve kâfirlerin hezimete uğramasıdır. Bunun bir benzeri de Allah Tealâ'nın şu sözüdür: "Allah elbette ben ve peygamberle­rim galip gelecek diye yazmıştır." (Mücadele, 58/21). Yani Allah bunu de­vam eden ve sabit ilâhî bir kanun (sünnetullah) kılmıştır. "Allah'ın kanu­nunda asla bir değiştirme bulamazsın." "O sizi" destekleyip "onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra" Hudeybiye'de "Mekke'nin içinde onların" yani kâfirlerin "ellerini sizden çekendir." Mekke müşriklerinden seksen kişi siz­den bir şeyler koparmak için karargâhınızın etrafında dolaşmışlardı. Yaka­landılar ve Rasulullah'a (s.a.) getirildiler. Onları affetti ve serbest bıraktı. İşte bu davranış antlaşmanın sebebi olmuştur. "Allah onların yaptıklarını hakkıyla görendir." Yani bütün işlere sürekli muttali olmaktadır. [41]

Nüzul Sebebi:

"O sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra Mekke 'nin içinde onların ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çekendir." ayetinin (24. ayet) nü­zul sebebiyle ilgili olarak Müslim, Tirmizi ve Nesei Enesin şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Hudeybiye günü Rasulullah'ın dalgınlığından (gırra)[42] yararlanmak maksadıyla Tenim dağından[43] seksen silahlı adam Rasulul-lah (s.a.) ve ashabının bulunduğu yere indiler. Bir müddet sonra yakalan­dılar. Rasulullah (s.a.) onları serbest bıraktı. Bunun üzerine Allah Tealâ "O sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra Mekke 'nin içinde onların ellerini sizden sizin ellerinizi de onlardan çekendir." ayetini indirdi.

Müslim Seleme b. el-Ekva'dan, Ahmed ve Nesei Abdullah b. Mugaffel el-Müzeni'den, İbni İshak da Abdullah b. Abbas'tan bunun benzeri hadisler rivayet etmişlerdir.

Ahmed b. Hanbel'in Abdullah b. Mugaffel el- Müzeni'den rivayet ettiği hadis şöyledir: Biz Rasulullah (s.a.) ile birlikte Allah Tealâ'mn Kur'an'da ifade ettiği ağacın dibinde bulunuyorduk. Ağacın bazı dallan Rasulullah'ın sırtına değiyordu. Ali b. Ebi Talib ile Süheyl b. Amr ise Rasulullah'ın (s.a.) önünde bulunuyordu. Rasulü Ekrem (s.a.) Ali b. Ebi Talib'e: "Bismülahir-rahmanirrahim yaz." deyince Süheyl onun elinden tuttu ve: "Biz Rahman ve Rahimi bilmeyiz. Bu konuda bizim bildiğimiz şekli yaz. Bismikellahüm-me yaz", dedi.

Ali b. Ebi Talib "Bu, Allah'ın Rasulü Muhammed'in Mekkelilerle yaptı­ğı sulh antlaşmasıdır." yazınca Süheyl yine onun elini tuttu ve "Eğer sen Al­lah'ın Rasulü isen o zaman biz sana zulmettik. Sen yine bizim bildiğimiz gi­bi yaz. Bu Muhammed b. Abdullah'ın yaptığı sulh antlaşmasıdır yaz." dedi.

İşte tam bu esnada üzerlerinde silah bulunan otuz delikanlı çıkageldi. Bize doğru harekete geçtiler. Rasulullah (s.a.) onlara beddua edince Allah Tealâ onların basiretlerini aldı. Biz de kalktık ve onları yakaladık. Rasu­lullah (s.a.) onlara herhangi bir şahısla anlaşmalı olarak mı geldiniz? Size birisi eman mı verdi? diye sorunca onlar da "Hayır" dediler. Rasulullah (s.a.) onları serbest bıraktı. Bunun üzerine "O, sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra Mekke'nin içinde onların ellerini sizden sizin ellerinizi de onlardan çekendir." ayeti nazil oldu. [44]

Ayetler Arası İlişki:

Allah Tealâ Hudeybiye'de bulunan ashaba Hayber ganimetlerini va-adettikten sonra peşinden onun dışında başka nimetleri de zikretmiştir:

1- Allah'ın onlara verdiği fetih ve ganimetler mükâfatın tamamı değil­dir. Aksine Allah onlara her hangi bir sınırlama yapmadan birçok ganimet vaadetmiştir. İşte onların elde edecekleri her ganimet bundan sayılır. Allah onların daha sonra elde edecekleri ganimetleri bilmektedir.

2- Onlara İran, Bizans, Hevazin vb. yakında fethedilecek ülkelerin ga­nimetlerini vaadetmiştir.

3- Müslümanlara ilâhî yardım, kâfirleri zillet içinde yardımsız bırak­mak Allah'ın öteden beri süre gelen kanunudur (sünnetullah).

4- Allah mümin kullarına, Hudeybiye'de kâfirlerin şerli ellerini onlar­dan uzuk tutmak suretiyle de bir nimet ihsan etmiştir. [45]

 

 

Açıklaması:

 

"Allah size elde edeceğiniz birçok ganimet vaadetmiştir. (Bu ganimet­lerden) şunları size hemen vermiş ve insanların elini sizden çekmiştir ki bü­tün bunlar müminler için bir işaret olsun ve- sizi de hidayete ulaştırsın." Ey müminler! Allah Tealâ size kıyamete kadar geçen süre zarfında kâfirlerden ve müşriklerden bol ganimet elde edeceğinizi vaadetmiştir. Fakat Hayber ganimetlerini size hemen ihsan etmiş, Hudeybiye'de sulh yoluyla Kureyş'in elini sizden çekmiş, Hayber Yahudileri ile onların müttefiki olan Esed ve Gatafan kabilelerinin sizinle savaşmalarına engel olmuş ve onların kalple­rine korku salmıştır. Bu sebeple düşmanlarınızın içlerinde gizledikleri sa­vaştan size her hangi bir kötülük dokunmaz. İşte bütün bunlar Ona şük­retmeniz için ihsan edilmiştir. Bu nimetler, vaadettiği şeylerin tamamında Rasulullah'ın (s.a.) doğru söylediğini ve sayıları az olmasına rağmen düş­manlarına karşı Allah'ın onları koruduğu ve yardım ettiğini bilmeleri için bir alâmet olsun diye bu alâmetle veya ayetle hidayetleri artsın, veya bu alâmet onları hak yolunda hidayet üzere sabit kılsın da Allah'ın emrine bo­yun eğsinler ve Rasulullah'a (s.a.) itaat etsinler diye ihsan edilmiştir.

"Henüz elde etmeye muktedir olamadığınız başka ganimetleri de (va­adetmiştir. Allah onları ezelî ilmi ve kudretiyle bilmektedir. Allah her şeye kadirdir." Yani Allah Tealâ size Hudeybiye sulhu sayesinde Hayber'in fethi dışında başka ganimetler ve fetihler de vaadetmiştir. Hali hazırda onları elde etmeye muktedir değilsiniz. Allah Tealâ ezelî ilmi ile Huneyn gazve­sinde Hevazin ganimetleri, İran ve Bizans fetihleri gibi fetihlerde bulunup ganimetler elde edeceğinizi bilmektedir. Allah Tealâ her şeyi yapabilecek mutlak güç ve kuvvetin sahibidir. Hiçbir şey onu aciz bırakamaz.

"Eğer kâfirler sizinle savaşsalardı arkalarını dönüp kaçarlardı. Sonra da ne bir dost ne de bir yardımcı bulabilirlerdi." Yani şayet Hudeybiye'de Kureyş kâfirleri sizinle savaşa tutuşsalardı Allah Tealâ Rasulüne (s.a.) ve müminlere mutlaka yardım ederdi. Kâfirlerin ordusu da kaçarak hezimete uğrarlardı. Sonra da sizinle savaşmak için kendilerini koruyacak bir mu­hafız, kendilerine destek olacak bir dost ve size karşı kendilerine yardım edecek bir yardımcı bulamazlardı.

"Allah'ın öteden beri süregelen kanunu budur. Allah'ın kanununda asla bir değiştirme bulamazsın." Yani kâfirlere karşı iman ordusuna yardım etmek, hakkı yükseltip batılı alçaltmak, Bedirde sevdiği mümin kullarına müşrik düşmanlarına karşı yardım ettiği gibi kuvvetler dengesiz bile olsa mümin kullarını düşmanlarına galip kılmak, işte bütün bunlar Allah'ın mahlukâtı hakkında cereyan eden kadim adet ve kanunudur (sünnetul-lah). İşte bu sünnetullah aynen devam etmektedir. Onun değiştirilmesi söz konusu olamaz.

"O sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra, Mekke'nin içinde onla­rın ellerini sizin ellerinizi de onlardan çekendir. Allah yaptıklarınızı hak­kıyla görmektedir." Hudey.biye yılında Rasulullah'ı (s.a.) ve beraberindeki­leri Kabe-i Muazzama'dan alıkoymak için geldiklerinde Mekke'nin içinde ve etrafında müşriklerin ellerini müslümanlardan, müslümanların ellerini de müşriklerden çeken bizzat Allah Tealâdır. Zira nüzul sebebi bahsinde geçtiği gibi Mekkelilerden seksen kişi silahlı olarak Rasulullah'm (s.a.) dal­gınlığından faydalanmak maksadıyla Tenim dağı tarafından Rasulü Ek­rem'in (s.a.) bulunduğu yere doğru indiler. Müslümanlar onları yakaladı­lar. Bir müddet sonra da onları serbest bıraktılar. İşte müslümanlarla müşrikleri bir birlerinden uzak tutması, Allah'ın müminlere ihsan ettiği bir lütuftur.

Allah Tealâ mümin ve müşrik kullarının yaptığı amelleri çok iyi bil­mektedir. Bu konuda hiçbir şey ona gizli kalmaz. Buna göre "Sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra..." sözünden maksat Mekke'nin fethi değil­dir. Doğru olan görüşe göre bu ayet Mekke savaş yoluyla fethedildiği halde Mekke'nin fethinden önce Hudeybiye'de nazil olmuştur. Buna göre bu ayet­ten maksat müslümanlara baskın yapmak için gelen müşriklerin esir alın­dıktan sonra müslümanlar tarafından öldürülmemeleridir. [46]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

1- Allah Tealâ samimi müminlere kıyamete kadar düşman ganimetle­rini, bunların bir numunesi olarak hali hazırda Hayber ganimetlerini va-adetmiştir.

2- Bu nimeti tamamlanması ve ilâhî bir lütuf olarak Allah Tealâ mü­min kullarını korumuş, Mekke müşrikleriyle harp etmek, onların eza ve cefasına uğramaktan onları himaye etmiş ve bu antlaşma ile onları birbir­lerinden uzaklaştırmıştır. Aynı şekilde Allah Tealâ Hudeybiye ve Hayber'e sefere çıktıktan sonra Yahudilerin ellerini Medine'den, Yahudiler ile müt­tefikleri olan Esed ve Gatafan kabilelerinin ellerini de Hayber'de müslü­manlarla savaşmaktan çekmiştir. Esed ve Gatafan Uyeyne b. Hısn ve Avf b. Malik en-Nadri ile onların beraberindekiler, Hayber'de müslümanlar ta­rafından kuşatıldığında onlara yardım için gelmişlerdi. Allah Tealâ onların gönüllerine korku saldı ve onları müslümanlardan uzaklaştırdı. Allah Te-alâ müslümanların hidayetini artırarark onları hidayet üzere sabit kıldı.

3- Allah Tealâ kıyamete kadar müminlere fetihler ve ganimetler va-adetmiştir. Hevazin'den elde edilen ganimetler ile İran ve Bizans ganimet­leri bu kabildendir. Bütün bu ganimetleri müminler ummuyorlar iken Allah Tealâ önceden haber vermiştir. Bu vaatler Rasulullah'ın (s.a.) pey­gamberliğinde sadık olduğuna ve Kuranın mucizevi tarafına (icazına) de­lâlet eden gaybi olaylardır.

4- Allah'ın müminlere yaptığı ihsanlarından biri de onlardan düşman­ların serlerini uzaklaştırmasıdır. Gatafan ve Esed kabileleri ile Hayber eh­line yardım etmek isteyen kabileler ister savaşsınlar isterse savaşmasınlar onlara nusret erişmez. Galibiyet müslümanlarmdır. Bu kesin olarak tahak­kuk edecek ilâhî bir hükümdür. Kâfirler de kendilerine lütufta bulunacak, faydalı olabilecek ne bir dost ne de kendilerini müdafaa edebilecek bir yar­dımcı bulabilirler. Kâfirlerin bundan hiçbir nasibi yoktur. Allah'ın daha ön­ceki adeti ve yolu hep düşmanlarına karşı dostlarına yardım etmesi şeklin­de tahakkuk etmiştir. Allah'ın değişiklik kabul etmeyen, öteden beri de­vam eden değişmez kanununu böyledir.

5- Müminlere yardımı tekid için Allah Tealâ sulhun dayanaklarını müşriklerle karşılaşmadan önce ve sonra sağlamlaştırmış, müslümanlarla kâfirler arasında harp çıkmasına mani olmuştur. Hatta kâfirler savaşacak olsa idi mutlaka hezimete uğrayıp gerisin geri kaçacaklardı. Müslümanlar onlara karşı muzaffer olduktan sonra da müminlerin ellerini onlardan çek­miştir. "Onlara karşı muzaffer olduktan sonra..." sözünden maksat da bu­dur. Yani "siz onları esir aldıktan ve onlara hakim olduktan sonra öldürme vuku bulmamıştır." Zira bir kimsenin düşmanına galip gelmesi halinde onu serbest bırakması çok uzak bir ihtimaldir. Buna rağmen Allah Tealâ her iki tarafın ellerini birbirlerinden çekmiştir. [47]

 

Müşriklerin Kötülenmesi Ve Hudeybiye Günü Yapılan Sulh Antlaşmasının Hikmeti:

 

25- Onlar inkâr eden ve sizin Mes-cid-i Haram'ı ziyaretinize ve alıko­nulmuş hediyelerin mahalline ulaş­masına engel olanlardır. Eğer kendilerini henüz tanımadığınız mümin erkeklerle mümin kadınları  bilmeyerek çiğneyip de o yüzden size bir sıkıntı ve vebal isabet etmeşeydi (size fetih için elbette izin verilirdi.) Allah dilediği kimselere rahmet etmek için böyle yapmıştır. Şayet onlar (Mekke'deki müslümanlar) seçilip ayrılmış olsalardı  biz dan (Mekke-Ulerden) inkâr  edenleri elem verici bir azaba çarptırmıştıkbile.

26- Hani o vakit kâfirler kalplerine taassubu, cahiliye taasubunu yer­leştirmişlerdi ki Allah hemen Rasulünün (s.a.) ve müminlerin üzerine sükûnet ve güvenini indir­di, onların takva sözünü tutmaları­nı sağladı. Zaten onlar da buna da­ha lâyık ve ehil idiler. Allah her şe­yi hakkıyla bilendir.

 

Kelime Ve İbareler:

 

"Onlar sizin Mescid-i Haram'ı ziyaretinize.." yani oraya varmanıza "ve alıkonulmuş hediyelerin de"

"Hedy" kelimesi burada iki manada anlaşılabilir:

1- Mekke'ye götürülen her şey.

2- Allah'a yaklaşmak maksadıyla Harem-i Şerife takdim edilip, hac veya umre için Beytullah'ı ziyaret esnasında orada boğazlanacak kurban­lık koyunlardır. Umre esnasında kurban kesmek sünnettir.

"mahalline" Yani kendisinde kurban kesimi adet olmuş yere "ulaşması­na engel olanlardır." Kurbanların kesildiği yer Mina veya Mekke'deki harem mıntıkasıdır. Burada kendisinde kurban kesmenin helâl olduğu (caiz olduğu) yer değil de öteden beri kurban kesim yeri olan Mina kastedilmiştir.

"Eğer" Mekke'de kâfirlerle birlikte bulunan ve müşriklere karıştıkları için de bizzat "kendilerini tanıyamadığınız mümin erkeklerle mümin ka­dınları bilmeden çiğneyip de" Burada ayaklarıyla çiğnemekten maksat he­lak edip öldürmektir. Nitekim hadis-i şerifte şöyle varid olmuştur: "Ey Al­lah'ım! Mudar kabilesini şiddetle çiğneyerek perişan et." Buna göre ayette­ki ifadenin manası şöyledir: Size fetih için izin verilmesi halinde farkında olmadan onları helak edip de "o yüzden onlar" dolayısıyla "size bir sıkıntı ve vebal" yani onları yanlışlıkla öldürmeniz sebebiyle diyet ve keffaret ver­me zorunluluğu, onlara üzülmeniz ve bu konuda kâfirlerin sizi ayıplaması gibi istenmeyen ve sıkıntı veren şeyler "olmasaydı."

Burada sözün gelişi anlaşıldığı için "levlâ'nın cevabı hazfedilmiştir. Takdiri şöyledir: olmasaydı elbette size fetih için izin verilirdi. Veya sizin el­lerinizi müşriklerden çekmezdi. İkinci takdire göre mana şöyledir: Şayet kâfirler arasında bulunan müminleri bilmeden helak edip de o yüzden size kötü bir hal isabet etme çirkinliği olmasaydı ellerinizi müşriklerden çek­mezdik.

"Allah dilediği kimselere rahmet etmek için böyle yapmıştır." Bu cümle Allah Tealâ'nın müminleri korumak için ellerini onlardan çekmesinin illet ve sebebini açıklamaktadır. Buna göre mana şöyledir. Bunlar Allah'ın mü­minlerden dilediği kimseleri daha çok hayır yapmaya, bazı müşrikleri de müslüman olmaya tevfik ve hidayet etmesi içindir.

"Şayet onlar" kâfirlerden "seçilip ayrılmış olsalardı biz onlardan" Mekke ehlinden "inkâr edenleri" ölüm veya esaret ile "elem verici bir azaba çarptırmıştık bile."

"Hani o vakit kâfirler kalplerine taassubu" gurur ve kibir ile hakka bo­yun eğmeye engel olan "cahiliye taassubunu yerleştirmişlerdi ki" işte o ta­assuptur ki Rasulullah'ın (s.a.) ve ashabının Mescid-i Harama gitmesine engel oldu. Delilsiz, burhansız, yerli yerinde olmayan bir taassuptu o. "Al­lah hemen Rasulünün ve müminlerin üzerine sükûnet ve güvenini indirdi." Yani onların üzerine sebatkârlık ve vakarı indirmiştir. Bu yüzden onlarla olması muhtemel bir savaştan vazgeçmek üzere antlaşma yapmışlardır. Zaten kâfirlerdeki gurur ve kibir müslümanlarda yoktu ki onlarla savaş­sınlar.

"Onların" müminlerin "takva sözünü" yani lâ ilahe illallah Muhamme-dün Rasulullah" demek olan şehadet kelimesini "tutmalarını sağladı." Tak­va kelimesinin Bismillahirrahmanirrahim olduğu da söylenmiştir. Yani Al­lah onlar için takva kelimesini tercih etmiştir. Şöyle bir yorum da yapıl­mıştır: Allah onları sebatkârlık ve ahde vefakârlığa mecbur etmiştir. Takvanın sebebi ve esası olduğu için "kelime" lafzı takvaya izafe edilmiştir, (kelimetü't-takva ).

"Zaten onlar da bu kelimeye" kâfirlerden "daha lâyık ve ehil idiler." "Ehil" kelimesi "lâyık" kelimesine açıklık getiren bir atıftır. Allah her şeyi hakkıyla bilendir. Her şeyin ehlini O bilir ve lâyık olana onu kolaylaştırır. [48]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Eğer kendilerini henüz tanımadığınız mümin erkek ve mümin kadın­ları bilmeyerek çiğneyip de..." ayetinin (25. ayet) nüzul sebebiyle ilgili ola­rak Taberani ve Ebu Ya'la Ebu Cum'a Cüneyd b. Seb'i[49] den şöyle rivayet etmektedir. Demiştir ki: Ben günün başında kâfir olarak Rasulullah'a (s.a.) karşı savaştım. Günün sonunda da müslüman olarak onunla beraber sa­vaştım. Biz otuz erkek ve dokuz kadın idik. Hakkımızda "Eğer kendilerini henüz tanımadığınız mümin erkek ve kadınları bilmeyerek çiğneyip..." ayeti nazil olmuştur.

İbni Ebi Hatim'in rivayeti ise şöyledir: "Biz üç erkek dokuz kadın idik. Bizim hakkımızda "Eğer kendilerini henüz tanımadığınız mümin erkek ve kadınlar..." ayeti nazil olmuştur. [50]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ Kureyş kâfirleriyle müminlerin birbirlerinden uzaklaşa­rak el çekmeleri ve kendi aralarında yaptıkları Hudeybiye antlaşmasının kesinlik kazanması gibi müminlere ihsan ettiği nimetleri zikrettikten son­ra "Eğer kendilerini henüz tanımadığınız mümin erkek ve kadınları bilme­yerek çiğneyip de o yüzden size onlardan sıkıntı ve vebal isabet etme ihtima­li olmasaydı (size fetih için elbette izin verilirdi.) ayetiyle karşılıklı ateşke­sin sebeplerini beyan etmiş ve sulh antlaşmasının hikmetinin müminleri korumak olduğunu izah etmiştir. İslâm'ın yayılması, insanların akın akın İslâm'a girmeleri, hiçbir makul delile dayanmayan cahiliye gurur ve taas­subunun izlerinin kaldırılması, Rasulullah'ın (s.a.) ve ona tabi olan mü­minlerin kalplerine sekinet, gönül huzuru ve sebatkârlık duygusunun indi­rilmesi ve verdikleri sözleri tutmalarının sağlanması hep bu sulh antlaş­ması sebebiyle gerçekleşmiştir.

Daha önce bu antlaşmanın nasıl tamamlandığı bazı rivayetlerle anla­tılmıştır. Şöyle ki: Rasulullah (s.a.) Kureyş kâfirlerine karşı savaşmaya ka­rar verince onlar da ertesi yıl Kureyş'in üç gün Mekke'yi müslümanlar için boşaltması mukabilinde bu yıl geri dönmelerini istemek için Süheyl b. Amr, Huveytib b. Abdiluzza ve Mikriz b. Hafsi Rasulullah'a (s.a.) gönderdiler. Rasulullah (s.a.) bu şartı kabul etti ve daha önce zikredildiği şekilde aralarında bir antlaşma metni yazıldı. [51]

 

Açıklaması

 

"Onlar inkâr eden ve sizin Mescid-i Haramı ziyaretinize ve alıkonul­muş hediyelerin mahalline ulaşmasına engel olanlardır." Yani Allah'ın bir olduğunu inkâr edenler başkaları değil elbette Kureyş müşrikleridir. Ey müslümanlar! Siz ona daha lâyık ve ehil olduğunuz halde Beytullah'ı tavaf etmenize de onlar engel olmaktadır. İnat ve taşkınlıkları yüzünden bulun­duğu yerde hapsedilmiş, Beytullah'a götürülen kurbanlık hayvanların ma­halline ulaşmasına onlar mani olmaktadır. Rasulullah (s.a.) yetmiş deve götürmüştü. Kurbanlıkların mahalli kendisinde kurban kesimi adet olmuş mekândır. Orası da Harem bölgesinde kesimin helâl olduğu Mina veya Mekke'deki harem dahilidir.

Allah Tealâ Harem hudutlarının dışında bulundukları halde vardıkla­rı yeri (Hudeybiye) kurban kesim yeri kılarak onlara ruhsat vermiştir.

"Eğer kendilerini henüz tanımadığınız mümin erkekler ile kadınları bilmeyerek çiğneyip de o yüzden size bir sıkıntı ve vebal isabet etme ihtima­li olmasaydı." Yani şayet Mekke'de imanlarını gizleyen kavminden korktu­ğu için gönlünde saklayan mustazaf mümin erkek ve kadınlar bulunma-saydı elbetteki fetih için size izin verirdik. Ve sizin ellerinizi onlardan çek­meniz, onları öldürüp kökten temizlemeniz için sizi onların başına belâ ya­pardık. Ancak, onlar arasında tanımadığınız, savaşın tuzağına düşmüş mümin erkek ve kadın toplulukları vardır ki öldürerek onları çiğneyip geç­tiğinizden dolayı onlar cihetinden size sıkıntı, üzüntü ve onların müslü-man olduğunu bilmeden öldürme vukuu bulduğu için de hata ile öldürme­ye karşılık kefaret ve günah isabet edebilirdi. İşte o zaman müşrikler de müslümanlar kendi dindaşlarını öldürüyor demeye başlarlardı.

"Allah dilediği kimselere rahmet etmek için böyle yapmıştır." Yani Al­lah Tealâ müminleri müşriklerin esaretinden kurtarmak ve onlardan çoğu­nun imana dönmesini sağlamak için sizin elinizi onlardan çekip, sizinle on­lar arasına girip savaşa engel olmuştur.

"Şayet onlar seçilip ayrılmış olsalardı biz onlardan (Mekke 'lilerden) inkâr edenleri elem verici bir azaba çarptırmıştık bile." Yani iman edenler inkâr edenlerden seçilip de bugün tamamen irtibatı kesmek diye isimlendi­rilecek şekilde birbirlerinden aynlsalardı, onları öldürmeniz için sizi onla­ra musallat etmek suretiyle kâfirleri elem verici bir azapla, yani ölümle ce­zalandırırdık.

Allah "Hani o vakit kâfirler kalplerine taasubu, cahiliyye taassubunu yerleştirmişlerdi ki Allah hemen Rasulünün ve müminlerin üzerine sükûnet  ve emniyetini indirmiş ve onların takva sözünde durmalarını sağlamıştı. Zaten onlar da buna daha lâyık ve ehil idiler. Allah her şeye hakkıyla bilen­dir." buyurarak azabın sınırlarını veya vaktini beyan etmiştir. Yani biz on­ları, kalplerine hakka boyun eğmeyen, mantık tanımayan ve ikna edici bir delile de dayanmayan cahiliye taasup ve gururunu yerleştirdikleri anda el­bette ki cezalandırırız. Kalplerine yerleştirdikleri bu taassup onların Hu-deybiye anlaşmasının baş tarafına besmeleyi ve Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberlik vasfını yazmayı kabul etmemeleridir.

Allah Tealâ Rasulü (s.a.) ve müminler üzerine hoşnutluk sebat ve sa­bır indirmiştir. Kâfirlerin gönlüne giren taassubu onların kalplerine sok­madığı gibi onları rıza ve teslimiyet üzere sabit kılmış, kelime-i tevhidi ve­ya kelime-i şehadeti onların içine sindirmiştir. Veya onların Hareme tazi­mini ve orada savaşı terketmelerini sağlamış, kâfirlerin yaptığı gibi Ha-rem'in hürmetini bozmak için onları kışkırtmamıştır.

Zaten bu kelimeye kâfirler değil müminler daha lâyık ve ehildir. Çün­kü onlar bozuk akideli kâfirlerin zıddına sahih akidenin, salâh ve hayrın sahipleridir.

Allah Tealâ hayra lâyık olanlarla olmayanları hakkıyla bilendir. Nesai Ubey b. Ka'b dan şöyle rivayet etmektedir: Ubey b. Ka'b "Hani o vakit kâ­firler kalplerine taassubu, cahiliyye taassubunu yerleştirmişlerdi." ayetiyle ilgili olarak "Şayet onların yaptığı gibi sen de taassuba düşecek olsaydın elbette Mescid-i Haram fesada uğrardı." şeklinde açıklama getirmişti. Bu durum Hz. Ömer'e ulaşınca Ubey b. Kaba sert çıktı. Bunun üzerine Ubeyy: "Biliyorsun ki ben Rasulullah'ın (s.a.) huzuruna giriyordum. O da Allah'ın kendisine öğrettiği bilgileri bana öğretiyordu." deyince Hz. Ömer: "Tamam, sen ilim ve Kur'an ehli bir zatsın. O zaman sen Allah'ın ve Rasulünün öğ­rettiği şeyleri oku ve öğret." dedi. [52]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

1- Allah Tealâ Kureyş'i kınamış ve kötülemiştir. Çünkü Rasulullah (s.a.) ve ashabı umre için ihram giydiklerinde Kureyş Hudeybiye yılında Mekke'ye girmelerine ve bahsedilen kurbanların mahalline ulaşmasına en­gel olmuşlardı. Halbuki bu davranış onların itikatlarından kaynaklanmı­yordu. Böyle davranmaya onları kibirleri sevketmiş, dinen inanmadıkları bir şeyi yapmaya onları cahiliye taassubu itmiştir. Bu sebeple Allah Tealâ onları kınamış ve yaptıkları işten dolayı onları tehdit etmiştir.

2- Allah katında müminin değeri büyüktür. Hudeybiye sulhu, olması muhtemel bir savaşın hengâmesinde öldürülmesinler diye üç erkek ve do­kuz kadın için akdedilmiştir. Böyle bir savaş neticesi onlar öldürülseydi müşrikler, kendi dindaşlarını öldürüyorlar diye müslümanları ayıplardı.

Ayrıca Allah Tealâ onları hata ile öldürme keffaretiyle yükümlü tutardı. Zi­ra daru'l-harpten hicret etmemiş ve mümin olup olmadığı bilinmeyen bir kişiyi öldüren diyet cezasıyla değil keffaret ile yükümlü tutulmuştur.

Bu hükmü ihtiva eden ayet şöyledir: "Hata ile öldürülen size düşman bir kavimden olan mümin ise o takdirde mümin bir köleyi azat etmek gere­kir." (Nisa, 4/92).

3- "bilmeyerek" sözü sahabenin üstünlük ve faziletine, masiyet ve had­di aşmaktan beri olmak gibi üstün sıfatlara sahip olduklarına delâlet et­mektedir. Çünkü onlardan bir kimseye kötülük isabet etmişse bu bilmeye­rek ve kasıtsız olarak sadır olmuştur. Onların bu hali şu sözünde karınca­nın Hz. Süleyman'ın (a.s.) ordusu için yaptığı vasıflandırmaya benzer: "Ki Süleyman ve ordusu farkında olmadan sizi ezmesinler." (Nemi, 27/18).

4- Mekkelilerin müslüman olmalarını sağlamak için bu başarılı anlaş­madan sonra müslümanlann müşriklerle savaşmalarına Allah Tealâ izin vermemiştir. Gerçekten bu anlaşmadan sonra onların çoğu hakiki müslü­man olmuş ve Allah'ın rahmetine yani cennetine girmişlerdir.

5- Şayet müminler kâfirlerden ayrılmış olsaydı Allah kâfirlere kılıçla (savaşla) azap ederdi. Fakat Allah Tealâ müminleri kâfirlere karşı müda­faa etmektedir.

6- "Şayet henüz tanımadığınız mümin erkekler ile mümin kadınları çiğneyip de..." ayeti müslümanm can ve mal emniyetine riayet edilmesinin vacip olduğuna ve kâfirlerle iç içe bulunması durumunda bile onu öldürme­nin yasak olduğuna delâlet etmektedir. Ancak, düşman tarafından müslü-manlara karşı ön safa itilip de kendilerini korumak için kalkan ve ilerle­meyi sağlayacak bir hile olarak kullanılan müminlerin öldürülmesinde ol­duğu gibi kesin ve genel bir zaruret ve maslahat durumu müstesnadır.

Zaruret olması da kâfirlere ulaşmak ancak ön safta kalkan olarak kul­lanılan müminlerin öldürülmesiyle gerçekleşmesidir.

Genel olması da onların öldürülmesi bütün ümmete kati olarak yarar sağlayan bir çare olmasıdır. Düşmanın ön saflarında tutulan müslümanın öldürülmesiyle ümmetin tamamı için bir maslahat gerçekleştirilmiş olur. Onlar müslümanlar tarafından öldürülmese bile zaten düşman tarafından öldürülecekler ve bütün ümmet onların istilasına maruz kalacaktır.

Kati olmasının manası onların öldürülmesinden meydana gelecek maslahatın kesinliğidir.

Bütün bu kayıtlarla birlikte bu konuda maslahatın (müslüman toplu­mun yararının) muteber olduğu hususunda ihtilâf yoktur. Zira düşmanın ön saflarında bulunan müslümanlann öldürüleceği kesindir. Bu ya düş­man eliyle olacaktır. O zaman düşmanın, bütün müslümanları istilâ etmesi gibi büyük bir mefsedet meydana gelecektir. Veya onlar müslümanlann eliyle öldürüleceklerdir. O takdir de düşman helak edilecek ve bütün müs-lümanlar kurtulacaktır.

Müslümanların, düşman tarafından kendilerini korumak için kalkan olarak kullanılan müslümanları kasten öldürmelerinin caiz olmadığı konu­sunda da ihtilâf yoktur. İhtilâf böyle bir durumda diyet veya keffaretin va­cip olup olmaması noktasındadır. Hanifelere göre diyet de keffaret de ge­rekmez. Şafii ve Sevri'ye göre ise hem diyet hem de keffaret vacip olur.

7- Mekke müşriklerinin müslümanlann Mescid-i Haram'a girmelerine engel olmalarının makul bir sebebi yoktur. Onlar bunu herhangi kati bir delil ve hüccetle teyit etmeksizin sırf cahiliye taassubu ve kibiri sebebiyle yapmaktadır. Allah dışında ibadet ettikleri ilâhlarına olan taassupları ile onlar dışında başka bir şeye ibadet etmeme inadı onları böyle davranmaya sevketmiştir.

Ayrıca cahiliye putlarına olan bu taassubları onları sulh anlaşmasının başına "Bismillahirrahmanirrahim" ile "Muhammedün Rasulullah" ifade­lerinin yazılmasına karşı çıkmaya sevketmiştir.

8-  Müminlere ise Allah Tealâ gönül huzuru ve vakarı indirmiş onları rıza, sabır ve teslimiyet üzere sabit kılmış, onların kalplerine müşriklerin kalplerine soktuğu taassup ve kızgınlığı sokmamış ve onlara "Lâ ilahe il­lallah" sözünü benimsetmiştir. Çünkü Allah onları İslâm dini ve Rasulul-lah'a (s.a.) sahabe olmak için seçmiştir. [53]

 

Fetih Yılında Rasulullah'ın (S.A.) Rüyasının Doğrulanması:

 

27- Andolsun ki Allah, Rasulünün gördüğü rüyanın hak olduğunu tas- dSk etmiştir. İnşaaUah emniyet için- de, başlarınızı tıraş ettirerek, kısaltSrak korkusuzca mutlaka Mescid-i  Haram'a gireceksiniz. Ancak Allah SİZİn bilmediSinizi bilmekte için bunun dışında size yakın bir fetih vermiştir.

28-Onu (hak dini) diğer bütün dinere 6aP kıhnak için Rasulünü hidayetle ve hak din ile gönderen O'dur. Buna şahit olarak Allah ye­ter.

 

Belagat:

 

"başlarını tıraş ettirerek, kısaltarak..." cümlesinde tezat sanatı vardır. [54]

 

Kelime Ve İbareler:

 

"Andolsun ki Allah, Rasulünün gördüğü rüyanın..." hakkında onu tas­dik etmiştir, yalanlanmamıştır. Burada "fi" harfi çeri hazfedilmiş "rüya" ke­limesi doğrudan fiile bağlanmı;tır. Zemahşeri "bi'1-hakkı - hak ile olduğu" kelimesindeki "bi" harfi ceninin ilişkili olduğu kelimenin "sadaka - tasdik etti" fiili olduğunu söyler. Bu takdirde mana rüyanın hak olduğunun tasdik edilmesidir. "bi'l-hakkı"daki "bi"nin "rüya" kelimesi ile ilişkili olması da mümkündür. O takdirde de mana hakdan başka bir şey olmayan rüyanın tasdik edilmesi olur. Bu da onun gördüğü rüyaların karmakarışık düşler olmadığı manasına gelir.

Buradaki "bi'l-hak" kelimesinin yemin kabul edilmesi de (Hakka ye­min olsun ki...) caizdir. O zaman ya batılın zıddı olan hak veya Allah'ın Es-ma-i Hüsnası'ndan olan Hak ismi kastedilmiş olur.

"...elbette gireceksiniz" cümlesi, "bi'l-hakkı" kelimesi yemin kabul edi­lirse bu yeminin cevabı, birinci ve ikinci görüşe göre de mahzuf bir yeminin cevabıdır.

Vaadin "inşaallah" cümlesiyle Allah'ın iradesine bağlanması kulları eğitmek maksadıyladır.

"başlarınızı tıraş ettirerek, kısaltarak, korkmadan Mescid-i Haram'a elbette gereceksiniz." Bunun geciktirilmesi hususunda "sizin bilmediğinizi" hikmeti "bilmekte olduğu için bunun dışında" yani Mekke'ye girmek veya Mekke'nin fethi dışında "size yakın bir fetih" yani Hayber'in fethini "vermiş­tir." Sonra da ertesi yıl Rasulullah'ın (s.a.) gördüğü rüya gerçekleşmiştir.

"Onu (hak dini) bütün dinlere galip kılmak için" yani hak olanlarını neshetmek, batıl olanlarının fesadını ortaya çıkarmak suretiyle hak dini bütün dinlere üstün kılmak için "Rasulünü hak din ve hidayetle gönderen O'dur." Fetih vaadi burada tekrar vurgulanmıştır.

Vaadinin tahakkuk edeceğine veya mucize göstererek peygamberin nübüvvetine "şahit olarak Allah yeter." [55]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Andolsun ki Allah, Rasulünün gördüğü rüyanın hak olduğunu tasdik etmiştir." ayetinin (27. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Firyabi, Abd b. Humuyd ve Delail isimli eserinde Beyhaki Mücahidin şöyle dediğini riva­yet etmiştir: "Rasulullah (s.a.)'a Hudeybiye'de iken ashabıyla birlikte kimi başları tıraşlı kimi de saçlarını kısaltmış olarak Mekke'ye girdiği gösteril­miştir. Rasulullah (s.a.) kurbanı Hudeybiye'de kesince ashabı: "Gördüğün rüya nerede kaldı Ya Rasulullah! dediler. Bunun üzerine "Andolsun ki Al­lah, Rasulünün gördüğü rüyanın hak olduğunu tasdik etmiştir." ayeti nazil oldu.

Katade demiştir ki: Rasulullah (s.a.) rüyasında bu sıfat üzere Mek­ke'ye girdiğini görmüştü. Hudeybiye'de Kureyş'le sulh yapınca münafıklar şüpheye düşmüşlerdi. Nihayet Rasulullah (s.a.) Mekke'ye gireceğini söyle­yince Allah Tealâ "Andolsun ki Allah, Rasulünün gördüğü rüyanın hak ol­duğunu tasdik etmiştir." ayetini indirmiştir. Bununla Mekke'ye bir başka yıl gireceklerini dolayısıyla Rasulullah'ın (s.a.) gördüğü rüyanın mutlaka tahakkuk edeceğini onlara bildirmiştir.

Rüya hadisesi şöyledir: Rasulullah (s.a.) Medine-i Münevvere'de[56] iken rüyasında bir meleğin kendisine şöyle dediğini görmüştür: "İnşaallah emni­yet içinde, (kiminiz) başlarınızı tıraş ettirerek, (kiminiz de) kısaltarak korku­suzca mutlaka Mescid-i Haram'a gireceksiniz." Rasulullah (s.a.) bu rüyasını ashabına anlatınca çok sevindiler ve o yıl kesin olarak Mekke'ye girecekleri­ne kanaat getirdiler. Mescid-i Haram'a gitmelerine müşrikler tarafından engel olunup da iş sulh ile neticelenince bazı imanı zayıf münafıklar: "Ne saçlarımızı kökünden tıraş ettik, ne kısalttık, ne de Mescid-i Haram'ı göre­bildik." demeye başladılar. Şöyle de demişlerdi: "Rasulullah (s.a.) Beytullah'a gelip orayı tavaf edeceğimizi vaadetmedi mi?" Bunun üzerine basiret sahibi bir zat onlara "O size oraya bu sene gideceğinizi mi söyledi?" deyince: "Hayır" dediler. Bunun üzerine "Mutlaka oraya gidip Beytullah'ı tavaf ede­ceksiniz." dedi. Allah Tealâ onu tasdik etmek için bu ayeti indirmiştir.

Siyer kitaplarında şöyle bir hadise yer almaktadır: Ömer b. Hattab de­miştir ki: Ben Rasulullah'a (s.a.) gelip "Sen Allah'ın peygamberi değil mi­sin? dedim." Rasulullah (s.a.) "Evet" diye cevap verdi. "O zaman" dedim "Niçin dinimiz hakkında bu hale razı olalım." Rasulullah (s.a.) "Ben Al­lah'ın rasulüyüm. Ben ona isyan etmiş değilim. Benim yardımcım Odur." buyurdu. Ben de "Peki o zaman bizim Beytullah'a gidip orayı tavaf edeceği­mizi sen söylemedin mi?" dedim. Sonra Hz. Ebu Bekir'e geldim ve "Ey Eba Bekir! Bu zat hakikaten Allah'ın rasulü değil mi?" dedim. "Evet" dedi. "Pe­ki biz hak üzere, düşmanlarımız da batıl üzere değil mi?" dedim. "Evet" de­di. "O zaman" dedim "Dinimizi niçin alçaltıyoruz."

Ebu Bekir (r.a.) Hz. Ömer'e şöyle cevap vermiştir: "O, Allah'ın rasulüdür. Yardımcısı Allah iken o Rabbine isyan etmez. O zaman onun (anlama­dığımızı bize kapalı gelen) emirlerine de[57] sarıl. Allah'a yemin olsun ki o hak üzeredir." Ona dedim ki: "Peki Beytullah'a gidip orayı tavaf edeceğimi­zi söylemedi mi?" Hz. Ebu Bekir "Evet" dedi ve devam etti. "O sana bu yıl mı oraya gideceğini haber verdi?" "Hayır" dedim. Hz. Ebu Bekir: "Sen ora­ya mutlaka girecek ve Beytullah'ı tavaf edeceksin." dedi.[58]

 

Açıklaması:

 

"Andolsun ki Allah, rasulünün gördüğü rüyanın hak olduğunu tasdik etmiştir. İnşaallah emniyet içinde başlarını tıraş ettirerek, kısaltarak kor­kusuzca mutlaka Mescid-i Harama gireceksiniz. Ancak Allah sizin bilme­diğinizi bilmekte olduğu için bunun dışında size yakın bir fetih vermiştir." Yani Allah'a yemin olsun ki Allah, Rasulullah'ın gördüğü rüyanın tevilinin hak olduğunu tasdik etmiştir. Siz Allah'ın izni ve meşietiyle bu yıl yani Hudeybiye yılı değil de gelecek yıl Mescid-i Haram'a düşman tehlikesi ol­maksızın, kiminiz saçlarını tamamen kesmiş, kiminiz de saçlarını kısalt­mış olarak korkmadan gireceksiniz.

İşte bunlar emniyet ortamını sağlamlaştırmak içindir. Zira Allah Mek­ke'ye girme esnasında onlar için emniyet ve güven meydana getirmiş, orada kaldıkları sürece de hiç kimseden korkmayacak şekilde onların korku hisle­rini gidermiştir. Rasulullah (s.a.) ile ashabının Mekke'ye girmeleri hicretin yedinci senesi Zilkade ayında tahakkuk etmiştir. Rasulullah (s.a.) Zilkade ayında Medine'ye döndükten sonra Zilhicce ve Muharrem aylarını orada ge-

çirmiştir. Safer ayında Hayber seferine çıkmış Allah Tealâ Hayber'in bir kısmını savaş yoluyla, bir kısmını da anlaşma ile fethini ihsan etmiştir.

Hicretin yedinci senesi Zilkade ayında umre için Hudeybiye ehli ile birlikte Medine'den çıkmış, Zulhuleyfe'de ihram giymiş ve beraberinde kurbanlık hayvan da götürmüştü. Söylendiğine göre bu hayvanlar yetmiş tane deve idi. Rasulullah (s.a.) ve ashabı telbiye getirererk yürüdüler. Hu­deybiye sulh anlaşmasında Mekke'lüerin ileri sürdüğü şarta riayet ederek kınlarından çekilmemiş kılıçlarıyla Mekke'ye girdiler.

Allah Tealâ Rasulullah'ın (s.a.) rüyasını tasdik ettikten ve orada bulu­nan topluluğun kötü zanda bulunmasından sonra şu sözü getirmiştir. "An­cak Allah Tealâ" fethin gelecek yıla ertelenmesi hususunda "sizin bilmedi­ğiniz" hikmet ve maslahatı "bildiği için bunun dışında size yakın bir fetih" yakın bir zamanda meydana gelecek Hayber fethini "vermiştir.[59]

"İnşaallah" sözü kulları eğitmek ve bütün işlerini Allah'ın meşietine bağlamaya irşad etmek içindir.

Allah Tealâ şu kavliyle her hususta Rasulullah'ı (s.a.) tasdik ederek onun gördüğü rüyanın doğruluğunu bir kez daha tekit etmiştir:

"Onu (hak dini) diğer bütün dinlere galip kılmak için Rasulünü hida­yetle ve hak din ile gönderen Odur. Buna şahit olarak Allah yeter." Yani ön­ceki dinleri neshetmek ve bozuk itikatlarının fesadını ortaya çıkartmak su­retiyle İslâm dinini bütün dinlere üstün kılmak için Rasulü Muhammed'i (s.a.) faydalı ilim, amel-i salih ve dosdoğru hidayet yoluna irşad eden İslâm diniyle gönderen bizzat Allah Tealâ'dır. İslâm dinini diğer dinlere üstün kı­lacağı hususundaki bu vaadine ve Hz. Muhammed'in (s.a.) kendi peygam­beri olduğuna ona yardım edeceğine şahit olarak Allah kâfidir. Bu ayetle Hudeybiye sulhunun baş kısmına "Allah'ın Rasulü Muhammed" ifadesinin yazılmasını kabul etmeyen Süheyl b. Amr'ın bu tavrı reddedilmiş, Rasulul­lah (s.a.) teselli edilmiş, Rasulullah'ın (s.a.) gördüğü rüyanın doğruluğu te-yid edilmiş ve "Onu diğer bütün dinlere galip kılmak için" ifadesiyle de Mekke'nin fethedileceği müjdelenmiş olmaktadır. [60]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Peygamberlerin (a.s.) gördüğü rüyaların hak olduğunda asla şüphe yoktur. Fakat bu rüyaların ne zaman gerçekleşeceği ancak Allah'ın ilmiyle tayin ve tesbit edilir. Rasulullah'ın (s.a.) ashabıyla birlikte Mescid-i Ha­rama gireceğine dair verdiği haber, her hangi bir zamanla belirlenmiş değildi. Sahabe bu haberden onun Hudeybiye yılında vukuu bulacağını anla­mışlardır. Fakat Allah'ın benzersiz hikmeti vardır. Allah Tealâ uygun gör­düğü maslahat, hayır ve hikmete göre eşyayı yaratır. Rasulullah'ın (s.a.) rüyasını ertesi yıl gerçekleştirerek tasdik etmiştir. Bu iki yıl arasında da Hayber'in fethini ihsan etmiştir.

Düşmanın şerrinden emin bir halde Mekke'ye girmişler, umre için ora­da kaldıkları esnada da hiç kimseden korkmamışlardı.

Saçların tamamen kesilmesi ve kısaltılması erkeklere mahsustur. Her ikisi de caizdir. Buhari ve Müslim'de şöyle bir hadis vardır: Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah Tealâ saçlarını tamamen tıraş edenlere rahmet eylesin." Ashab "Saçlarını kısaltanlara da rahmet eylesin mi ya Rasulallah" deyince Rasulullah (s.a.): "Allah saçlarını tamamen tıraş etti­renlere rahmet eylesin." buyurdu. Ashab-ı Kiram tekrar "Saçlarını kısaltan­lara da rahmet eylesin mi ya Rasulullah?" deyince Rasulullah (s.a.) "Allah saçlarını tamamen tıraş edenlere rahmet eylesin." buyurdu. Ashab-ı Kiram tekrar "Saçlarını kısaltanlara da rahmet eylesin mi Ya Rasulallah?" deyin­ce Rasulü Ekrem (s.a.) üçüncüde veye dördüncüde "Evet saçlarını kısaltan­lara da rahmet eylesin." buyurdular.

Allah Tealâ Rasulullah'ın (s.a.) gördüğü rüyayı tasdik ettiğini vurgula­mak için her konuda onu tasdik ettiğini zira onu hidayet ve hak din olan İslâm peygamberi olarak gönderdiğini açıklamıştır. Rasulullah'ın (s.a.) gönderilmesi hak din olan İslâm'ın diğer batıl dinlere galip gelmesi içindir. Mucizelerle onun peygamberliğinin doğruluğuna, O'nun Allah katından gönderilmiş bir peygamber olduğuna ve İslâm dinini diğer dinlere galip kı­lacağına gerçek ve adil şahit olarak Allah kâfidir.[61]

 

Rasulullah (S.A.) İle Kendilerine Peygamber Gönderilenlerin Vasıfları:

 

29- Muhammed Allah'ın Rasulüdür. Onun beraberinde bulunanlar kâ­firlere karşı sert, kendi aralarında ise çok merhametlidirler. Onları rü-kûya varırken ve secde ederken gö­rürsün. Allah'tan lütuf ve rıza ister­ler. Onların nişanları yüzlerinde secde izidir. İşte onların Tevrat'ta­ki vasıfları budur, İncil'deki vasıf­ları da (şöyledir: Onlar) filizini ya­rıp çıkarmış git gide onu sağlamlaş­tırarak kalınlaşmış ve gövdesi üze­re doğrulup kalkmış bir ekine ben­zerler ki bu, ekincilerin de hoşuna gider. (Ashab hakkındaki bu teş­bih) onunla kâfirleri öfkelendirmek içindir. İman edip salih amel işle­yen onlara Allah hem mağfiret, hem büyük mükâfat vaadetmiştir.

 

Belagat:

 

"sert" ve "merhametlidirler" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.

"Onların incil'deki misali (şöyledir: Onlar) filizini yarıp çıkarmış, git gide onu sağlamlaştırarark kalınlaşmış ve gövdesi üzere doğrulup kalkmış bir ekine benzerler." cümlesinde temsilî teşbih vardır. Aradaki benzerlik yö­nü (vech-i şebeh) birden fazladır.

Bu surede, "mübinen" kelimesinden "azimen" kelimesine kadar bütün ayet sonlarının, fasılaların tek tarz üzere, aynı harfle biterek gelmesi dik­kat çekmektedir. [62]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Onun beraberinde bulunan" müminler "kâfirlere karşı sert" katı ve çe­tin "kendi aralarında ise çok merhametlidirler." Onlar baba ile oğul gibi birbirlerine kalplerinde sevgi ve şefkat beslerler. Ayetin manası şöyledir: Onlar düşmanlarına karşı savaşta çok çetin ve sert, kendi aralarında ise oldukça merhametlidirler. Bunun bir benzeri de şu ayet-i kerimedir: "Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse Allah öyle bir kavim getirir ki Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler. Müminlere karşı alçak gö­nüllü, kâfirlere karşı da onurlu ve zorludurlar." (Maide, 5/54). "Onları rü­kû ederken ve secdeye varırken görürsün." Çünkü onlar vakitlerinin ekseri­yetini namazla geçirirler. "Allah 'tan lütuf ve rıza isterler." Sevap ve Allah'ın rızasını talep ederler.

"Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir." Burada maksat çok secde etmekten meydana gelen bir alâmet veya ahirette, dünyada onların çok secde ettiklerini gösterecek bir beyazlık ve nur halidir.

"İşte onların Tevrat'taki" hayret verici bir olaya misal olarak kullanı­lan mükemmel "vasıfları budur. İncil'deki vasıfları da" şöyledir. Onlar "fili­zini" veya kökün etrafındaki küçük dallarını "çıkarmış, git gide onu sağ­lamlaştırarak kalınlaşmış, gövdesi" kökü ve serpilen dalları "üzere doğru­lup kalkmış bir ekine benzerler ki" güzelliği sebebiyle "bu, ekincilerin de ho­şuna gider."

Allah Tealâ sahabe-i kiram için bu benzetmeyi yapmıştır. Çünkü onlar sayıları itabariyle az ve kuvvetsizdiler. Kısa bir süre zarfında çoğaldılar ve kuvvet kazandılar. Artık o derece yükseldiler ki bütün insanlığın sevgisini ve beğenisini kazandılar.

"Onunla kâfirleri öfkelendirmek içindir." Bu cümle öncesinin delâlet ettiği mahzuf bir mana ile ilişkilidir. Buna göre mana şudur: Ashab hak­kında yapılan bu teşbih onunla kâfirleri öfkelendirmek içindir. Kuvvetlene­rek büyümek ve sağlam bir hale gelmek hususunda ashabın ekine benzetil­mesinin illet ve sebebi kâfirleri kızdırmaktır.

"İman edip salih amel işleyen onlara Allah hem mağfiret hem de büyük bir mükâfat" cennet "vaadetmiştir." Onlardan sonra gelen mümin erkek ve kadınlar için de aynı şekilde mağfiret ve mükâfat vardır. Kâfirler bu ayeti işitince buna çok kızmışlardı. "Onlara (minhüm)" kavlindeki "min" harf-i cerri teb'iz (kısımlara ayırma) için ("onlardan" anlamında) değil de cinsi be­yan içindir. "Onlardan sahabe cinsine dahil olanlara" demektir. Zaten onla­rın tamamı bu sıfata sahiptir. (Meal bu tefsire göre yapılmıştır.) [63]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Peygamberi (s.a.) hidayet ve hak din ile gönderdiğini beyan ettikten sonra Allah Tealâ, Rasulullah'm (s.a.) ve kendisine peygamber gönderilen topluluğun durumunu açıklamış "Şahit olarak Allah sana yeter." ayetinde ifade edilen şehadeti "Muhammed Allah'ın Rasulüdür." sözüyle tekit et­miştir. Sonra, onun ashabını düşmana karşı sert ve çetin, müminlere ise şefkatli ve merhametli olmak, çok ibadet etmek, Allah'ın rızasını ve sevabı­nı şiddetle arzu etmek, dünya ve ahirette nur ile temeyyüz etmek, güçsüz  ve kuvvetsiz bir halden güçlü kuvvetli bir hale geçmek ve Allah'ın kendile­rine mağfiret ve cennet vaadetmesi gibi güzel sıfatlarla vasıflandırmış ve onların Tevrat ve İncil'de bulunan özelliklerini de beyan etmiştir. [64]

 

Açıklaması:

 

"Muhammed Allah'ın Rasulüdür." Yani Muhammed seksiz şüphesiz Allah tarafından gönderilmiş gerçek bir peygamberdir.

"Onun beraberinde bulunanlar, kâfirlere karşı sert ve çetin, kendi ara­larında ise çok merhametlidirler." Yani onun ashabı Allah'ı inkâr edenlere ve kendilerine düşmanlık edenlere karşı dayanıklılık, katılık ve sertlikle, birbirlerine karşı da yumuşak ve merhametli olmak ile temeyyüz ederler. Nitekim Onların bu özellikleri başka ayetlerde şöyle ifade edilir: "Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse Allah öyle bir kavim getirir ki on­ları sever, onlar da Allah'ı severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirle­re karşı da onurlu ve zorludurlar." (Maide, 5/54). Başka bir ayet de şöyle­dir: "Ey iman edenler! Size yakın olan kâfirlerle muharebe edin. Onlar siz­de büyük bir azim ve sertlik bulsunlar."

Ahmed, ve Müslim Ebu Hüreyre'nin sahih bir hadiste Rasulullah'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Birbirlerine karşı sevgi, merhamet ve şefkat göstermek hususunda müminler bir vücuda benzer. Onun her hangi bir uzvu rahatsız olduğunda diğerleri de uykusuzluk ve ateş ile ona iştirak ederler."

Buhari ve Müslim, Tirmizi ve Nesei'nin Ebu Musa el-Esari'den rivayet ettiği hadis şöyledir: Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Mümin mü­min için tuğlaları birbirine kenetlenmiş bina gibidir."

Hasan-ı Basri şöyle demiştir: Ashab-ı Kiram'm kâfirlere karşı göster­diği sertliğe dair şu bilgiler ulaşmıştır: Onlar bırakın bedenlerini elbiseleri­nin bile kâfirlerin elbisesine değmesinden sakınıyorlardı. Kendi araların­daki merhamet ve şefkatleri hakkında da şu bilgiler ulaşmıştır: Birbiriyle görüşen müminler mutlaka musafaha yapıp kucaklaşırlardı.

Musafahanm caiz olduğu hususunda alimler ittifak etmişlerdir. Bu sünnete devamlı olarak riayet etmek, kendilerine muhalif olanlara karşı sertlik gösterip kendi dindaşlarına merhamet etmek bütün müminlerin va­zifesidir.

"Onları rükûya varırken ve secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler." Yani ihlâslı bir şekilde çok namaz kıldıklarını müşahede eder­sin. Çoğunlukla onları rükû ve secde halinde görürsün. Sevap ve Allah'ın rızasını isterler, Allah katında sevabın en büyüğü olan cennete girmeyi ve Allah'ın rızasını umarlar. Allah rızası cennetten daha büyük bir nimettir. "Allah'ın rızası daha büyüktür." (Tevbe, 9/72).

"Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir." Onların en belirgin alâmetleri yüzlerinde bulunan nur, parlaklık ve vakardır. Süddi demiştir ki: Namaz onların yüzlerini güzelleştirmiştir. Seleften birisi de şöyle demiştir: Gece çok namaz kılanın gündüz yüzü güzel olur.

İbni Mace Cabir'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Gece çok namaz kılanın gündüz yüzü güzel olur." Gerçekte bu merfu değil mevkuf bir hadistir.

Yine selef ulemasından birisi şöyle demiştir: "Muhakkak iyilerin kalp­lerinde bir nur, yüzlerinde bir ışık, rızıklarında bir genişlik ve insanların gönüllerinde onlara karşı bir muhabbet bulunur."

Müminlerin emiri Osman b. Afvan (r.a.) şöyle demiştir: "Bir kimsenin içinde sakladığı bir sırrı Allah Tealâ mutlaka onun yüzünde veya lisanının sürçmesinde ortaya çıkarır." Bu sözden şu mana kastedilmiştir: İbadetin, salâhın ve Allah için İhlasın izini Allah Tealâ müminin yüzünde ortaya çı­karır. Bunun için Ömer b. Hattab (r.a.) şöyle demiştir: "Kim içini düzeltirse Allah da onun dışını düzeltir."

İmam Ahmed Ebi Said el-Hudri'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Şayet biriniz kapısı ve menfezi ol­mayan kapalı bir mağaranın içinde amel etseydi Allah Tealâ bunu mutlaka olduğu gibi insanlara gösterirdi."

Aynı şekilde Ahmed b. Hanbel ve Ebu Davud İbni Abas (r.a.)'dan Ra­sulullah in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Muhakkak düzenli bir hal, güzel yaşantı ve itidal, peygamberliğin yirmi beş parçasından biridir."

"İşte onlaran Tevrattaki vasıfları budur. İncil'deki vasıfları da (şöyle­dir: Onlar) filizini yarıp çıkarmış, gitgide onu sağlamlaştırarak kalınlaş­mış ve gövdesi üzere doğrulup kalkmış bir ekine benzer ki bu, ekincilerin hoşuna gider. (Ashab hakkındaki bu teşbih) kâfirleri öfkelendirmek içindir." Yani sahabeye ait bu vasıf onların Tevrat'ta ve İncil'de bulunan vasıfları­dır. Onlar başlangıçta zayıf idiler ve sayıları da az idi. Tıpkı filizlenip dal­ları etrafına serpilen ve sertleşip kuvvetlenen kökün desteklediği ve tuttu­ğu bir ekin gibi ashab-ı kiram da artmış çoğalmış ve güçlenmiştir. Bilindiği gibi ekinin bu hali, sağlamlığı ve güzel görünümü sebebiyle çiftçilerin ho­şuna gider.

Müminin imanı da böyledir. İslâm'a ilk girdiği esnada zayıftır. İlim ve iman ehliyle sürekli birlikteliği sebebiyle kuvvet kazanır ve neticede eşit seviyeye çıkarak onlar gibi olur. Bazen de onlardan daha kuvvetli bir ima­na sahip olabilir.

"İman edip salih amel işleyen onlara Allah hem mağfiret hem de bü­yük bir mükâfat vaadetmiştir." Yani Allah kendisine ve Peygamberine (s.a.) iman edip salih amel işleyenlere günahlarını bağışlayıp bol mükâfat ver­meyi ve cennete sokmayı vaadetmiştir. Allah'ın vaadi haktır, gerçektir ve kesinlikle tahakkuk edecektir. Zira Allah asla vaadinden dönmez.

Bütün bu vasıflar sahabe-i kirama ve onların izini takip eden ve onla­rın yolu üzere yürüyen iman toplulukları, İslâm orduları ve birbirini izle­yen nesillere şamildir.

Müslim Sahih'inde Ebu Hüreyre (r.a.)'nin şöyle söylediğini rivayet et­miştir: Rasulullah (s.a.) buyurmuştur ki: "Ashabıma sövmeyin. Nefsim yedi kudretinde bulunan Allah 'a yemin olsun ki şayet sizden biri Uhud dağı ka­dar altını infak etmiş olsa onlardan birinin verdiği ne bir müdd (hurma vs.) ne de onun yarısının sevabına erişemez" [65]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Ayet-i kerime Muhammed b. Abdullah (s.a.) için risalet ve nübüvvet vasıflarını sağlam bir şekilde ortaya koymuş ve ashab-ı kiramı da sekiz sı­fatla vasıflandırmıştır:

1, 2- Onlar kâfir düşmanlara karşı sert, katı ve hoşgörüsüz; müminle­re karşı ise yumuşak, merhametli, şefkatli ve iyilik severdir. Kâfirlerin na­zarında onlar öfkeli ve asık suratlı, mümin kardeşlerinin nazarında ise gü­ler yüzlü ve hoş çehrelidir.

3, 4- İhlaslı olmak, rızık genişliği nimetine de şamil en büyük mükâfa­tı yani cenneti ve Allah'ın rızasına nail olmayı umma özellikleri yanında, çokça namaz kılıp Allah'ı zikrederler. Onlar ihlaslı bir şekilde yaptıkları amelleriyle cenneti ve Allah'ın rızasını talep etmektedirler.

5- Nur, güzel yaşantı, huşu ve Allah için tavazu onların dünya ve ahi-retteki en belirgin alâmetleridir.

6- Kur'an, Tevrat ve İncil'den her birinde bu özelliklerle vasıflandırıl­mışlardır.

7- Onlarda hayır ve bereket çok büyük olmuştur. Zira onlar zayıf ve az iken, sonra, tıpkı filizlenerek büyüyüp sağlamlaşan ve sertleşen bir ekin gibi kuvvet ve güç kazanarak çoğaldılar. Doğrusu Allah Tealâ Muhammedi (s.a.) ve ashab-ı kiramı kâfirleri öfkelendirmek için bu hale getirmiştir.

8- Allah Tealâ onların tamamına ve güzel bir şekilde onlara tabi olan­lara -ki onlar amelleri salih olan müminlerdir- günahlarının bağışlanacağı­nı ve sonu gelmez nimet olan cenneti vaadetmiştir. Sahabenin faziletini anlatan ve onlardan kötülükle bahsetmekten nehyeden başka ayetler ve hadisler de gelmiştir.

Sahabenin tamamı adildir. Onlar Allah'ın sevgili ve seçkin kulları, peygamberlerden sonra diğer mahlukât içinde en seçkin kişilerdir. Buna dair yukarıda bazı hadisler geçmişti.

"Andolsun ki Allah ağacın altında sana biat ediyorlarken müminler­den razı olmuştur." (18. ayet).

"Müminlerden öyle adamlar vardır ki Allah 'a verdikleri söze sadıktır­lar." (Ahzab, 33/23).

"(Bilhassa o fey) hicret eden fakirlere aittir ki onlar Allah'tan fazlu ke­rem ve hoşnutluk isterler; onlar Allah 'a ve peygamberine yardım ederlerken yurtlarından çıkarılmışlardır. İşte bunlar sadıkların ta kendileridir. Onlar­dan evvel (Medine'yi) yurt ve iman (evi) edinmiş olan kimseler kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler. Onlara verilen şeylerden gönüllerinde bir ih­tiyaç bulmazlar. Kendilerinde fakru zaruret bulunsa bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin hırsından ve cimriliğinden korunursa işte kur­tuluşa erenler onlardır." (Haşr, 8-9)

İşte bütün bu ayetleri okuyan, Allah'ın onları övmesinin ve onların sıdkına ve felahına şehadet etmesinin önemini anlayabilir.

Ahmed b. Hanbel, Buhari, Müslim ve Tirmizi'nin İbni Mesud'dan riva­yet ettikleri bir hadiste Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sizin en ha­yırlınız benim içinde yaşadığım asırdakilerdir. Sonra onları takip edenler gelir."

İmam Malik "Onun beraberinde bulunanlar" ayetini sahabe-i kirama buğzeden Rafizilerin tekfir edileceğine delil getirmiştir. Demiştir ki: Çünkü onlar sahabeye öfke duymaktadırlar. Halbuki sahabeye öfke duyan bu ayet sebebiyle kâfir olur.

İbni Kesir de demiştir ki: Alimlerden bazıları bu hususta İmam Ma-lik'in görüşünü kabul etmişlerdir. Fakat onlara fasık demek daha doğru olur.

Alimlerden bazıları sahabenin fikir ayrılığı ve aralarında vaki olan sa­vaş hakkında şöyle demiştir: Allah Tealâ bizim elimizi o kanlardan uzak tutmuştur. O halde biz onunla dilimizi kirletmeyelim. Onların arasında meydana gelen hadiselerin meydana geliş şekli Yusuf (a.s.) ve kardeşleri arasında cereyan eden hadiselere benzemektedir. [66]

 

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/375.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/375.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/375-377.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/377.

[5] Mekke'ye giden kişinin "Harem "e en'am (deve, inek, koyun) cinsinden bir hayvanı hediye olarak götürmesi sünettir. Buna "Hedy" denir.

[6] Taris: Bir kavmin uyuyup istirahat etmek ve sonrada gitmek için bir yerde konakla­ması demektir.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/377-379.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/380.

[9] Zemahşeri, III/135.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/380-381.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/381-382.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/382-383.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/383-384.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/385.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/385-386.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/386.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/386.

[18] Razî, XXVIII/82.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/387-389.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/389-390.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/391-392.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/392-393.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/393.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/393-395.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/395-396.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/398.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/398-400.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/400.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/400.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/400-402.

[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/402-406.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/406-409.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/410.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/410.

[35] Öğle vakti uyumaya kaylule denir.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/410-411.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/412.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/412-413.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/413-414.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/415.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/415-416.

[42] Gırra: Dalgınlık ve gaflet demektir. Bu kimseler kendilerine karşı hazırlanma fırsatı bulamadan Rasulullah'a (s.a.) ve ashaba baskın yapmak istiyorlardı.

[43] Temim, Mekke ile Seraf arasında bulunan bir ihrama girme yeridir.

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/416-417.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/417-418.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/418-419.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/419-420.

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/421-423.

[49] İbni Kesir demiştir ki: Doğrusu Ebu Ca'fer Habib b. Seb'dir.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/423.

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/423-424.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/424-425.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/425-427.

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/428.

[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/428-429.

[56] Zahir olan şudur: Rüyanın Medine'de görüldüğü görüşü Hudeybiye'de görüldüğü görüşünden daha sahihtir.

[57] Garz: Onun yolunda yürü.

[58] İbni Kesir, IV/194-200.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/429-430.

[59] fealime" lafzının başındaki "fa" bu lafzı "saddeka" lafzına atfetmek, bir de ilm-i ilâhinin Rasulullah'ın (s.a.) rüyasından önce var olduğunu ifade etmek içindir. Zira burada takip ve tertipten maksat görünen ve meydana geleni bilmektir, yoksa ilm-i bilmek değildir.

[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/430-431.

[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/431-432.

[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/433.

[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/433-434.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/434-435.

[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/435-437.

[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/437-438.