Bu
sûre-i celile Kur'an-ı Kerim'in 49. süresidir. Medine'de nazil olmuştur.
18 âyettir. Dördüncü âyette geçen "Hucûrat" kelimesinden dolayı bu
adı almıştır. Sûrenin ihtiva ettiği hususlar şunlardır:
Mü'minlerin
Peygamberimiz (s.a.v)'e karşı hürmet ederek ilâhi emre ve peygamberin
emirlerine karşı muhalefette bulunmamaları.
Peygamberin
huzurunda yüksek sesle konuşulmaması ve dışardan da diğer insanlara çağırıldığı
gibi kendisine çağrılmaması.
Fasıklann
sözlerine kulak verilmemesi ve aralarında düşmanlık, dargınlık ve kırgınlık
bulunan mü'minlerin arasının sulh edilmesi.
Müslümanlara
karşı düşmanlık besleyerek sulha yanaşmayanlarla savaşılması.
Müslümanlar
hakkında kötü zanda bulunulmaması ve alay edilmemesi.
6-
Allah katında üstünlüğün ancak takva ile olduğunun bildirilmesi. Allahü Teâlâ
ayet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
"Ey
iman edenler, Allah'ın ve Resulünün huzurunda öne geçmeyin ve Allah'tan korkun.
Muhakkak ki Allah hakkryle işitendir, bilendir."
Bu
âyetlerle Allahü Teâlâ mü'minlere İslâm ahlâkını, edebi ve pey-
36 HucÛrat Sûresi (Cüz: 26 Âyet: 2)
gambere
karşı nastl davranılacağını Öğreterek "Ey iman edenler, Allah'ın ve
Resulünün huzurunda öne geçmeyin ve Allah'tan korkun" buyurmuştur. Allah
ve Resulünün önüne geçmek, onların emir ve yasaklannı dinlememektir.
Peygamberin huzurunda emirlerine muhalefet etmek veya kabul etmemek de
böyledir. Çünkü peygamber (s.av) hiç bir şeyi kendiliğinden söylemez, Onun
söylediği her şey ilâhi emirdir.
Bu
âyetin nüzul sebebindeki hikmet şudur: Bir kurban bayramı günü Allah Resulü,
bayram namazını kıldırmadan önce, sahabenin bir kısmı kurbanlarını kesmiş.
Namazdan sonra peygamberimiz (s.av) onların kurbanının olmadığını söylemiştir.
Bunun üzerine bu âyet nazit olmuştur. Mesruk (r.a)'un rivayetine göre,
ramazanın şek günü hakkında nazil olmuştur" diyerek olayı şöyle
nakletmişim "Ramazanın girip girmediğinin kesin olarak bilinmediği bir şek
günü biz Hz. Aişe'nin yanında idik. Bize süt ikram edildi, ben oruçlu olduğumu
söyledim, Hz. Aişe "şek günü oruç tutmak yasaklandı bilmiyor musun?"
diyerek bu âyeti okudu. Bu rivayetlerden de anlaşılıyor ki, Allah ve Resulü bir
şeyi emretmeden veya yasaklamadan mü'minlerin yapması caiz değildir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
"Ey
İman edenler, seslerinizi peygamberin sesinden yüksek çıkarmayın. Birbirinize
bağırdığınız gibi peygambere yüksek sesle bağırmayın ki, farkına varmadan
amelleriniz boşa gitmesin."
Bu
âyet-i cel ilenin nüzul sebebi şudur: Beni Temim kabilesinden seksen kişilik
bir gurup elçi olarak Peygamberimiz (s.a.v)'e gelir. Bunların içinde Akraa bin
Habis, Zİrkan bin Bedir ve Attar bin Haccaf da vardır. Bunlar peygamberin
huzuruna girerek "Ey Muhammed, senin dinin güzeldir, doğrudur, şairlerimiz
ve hatiplerimiz hakkında bir şey söyleme. Dinine girmeye bize nr'.saade
et" diyerek yüksek sesle bağtrırcastna peygamberin sesini bastırarak
konuşmuşlardır. Bunun üzerine Allahü Teâlâ bu âyeti inzal ederek şöyle buyurur:
"Ey iman edenler, seslerinizi peygamberin sesinden yüksek çıkarmayın.
Birbirinize bağırdığınız gibi peygambere yüksek sesle bağırmayın ki, farkına
varmadan amelleriniz boşa gitmesin, "Çünkü peygamberin (s.a.v)'ın
huzurunda bulunmanın ve konuşmanın elbette bir ölçüsü vardır. İnsanların
birbirlerine bağırdıkları ve konuştukları
(Cüz:
26 Ayet: 3) Hucûrat Sûresi 37
gibi,
peygamberle konuşulmaz ve huzurunda saygısızlık yapılmaz. Zira o âlemlere
rahmet olarak gönderilmiştir ve bütün insanlığın kurtuluş rehberidir. Elbette
böyle bir peygamberin huzurunda edebe aykırı bir şey yapılamaz. Kendisi buna
müsamaha gösterse bile, Allahü Teâlâ asla buna müsamaha etmez. Nitekim öyle
olmuştur.
Bu
âyet her ne kadar Beni Temim kabilesi hakkında nazil olmuş ise de hükmü
umumidir. Tefsircilerin çoğu bu âyeti delil getirerek, büyük günah işleyenlerin
amelleri boşa gider demişlerdir. Fakat Hanefi fukahası büyük günahların,
amelleri boşa çıkarmayacağını söylemişlerdir. Şayet insanı dinden çıkaracak bir
kelime söylenirse işte o zaman bütün ameller yok olur, Mü'minlerin buna çok
dikkat etmesi gerekir. Mü'mini dinden çıkaran kelimelerden bazılarını şöyle
sırahyabiliriz: Peygamber (s.a.v)'i alaya almak, Kur'anı Kerim'in hükümlerini
beğenmemek veya kabullenmemek. Kufan-ı Azımüşşan't küçük düşürecek harekette
bulunmak, namazla ve namaz kılanla alay etmek, onu hafife almak. Dine tealluk
eden meselelere sövmek, onları hafife almak, beğenmemek. Buna mü'minlerin çok
dikkat etmesi gerekir. Aksi takdirde farkına varmadan dinden uzaklaşırlar da
haberleri bile olmaz. Bu âyetin nüzulünden sonra Sabit bin Kays peygamberimizin
yanına, ses tonunun yüksek olduğundan gelmez olmuştur. Allah Resulü Kays'ı
çağırtır, kendisinin kötü bir niyeti olmadığını ve ses tonunun yüksek
olduğundan sesi gür çıktığını kendisine bildirir. Bundan sonra o zat peygamber
(s.a.v)'in huzurunda sesini çok az çıkarmaya çalışır. İşte bu sahabenin Hz.
Peygamber (s.a.v)'e karşı sevgisi, ona olan muhabbetleri ve hürmetleridir.
Allahü
Teâlâ onlar hakkında şöyle buyuruyor:
"Seslerini
peygamberin yanında kısanlar, muhakkak ki, onlar Allah'ın gönüllerini takva ile
imtihan ettiği kimselerdir. Mağfiret ve büyük mükâfat onlarındır."
Seslerini
peygamberin yanında kısanlar, yüksek sesle konuşmayanlar muhakkak ki, Allah
onların gönüllerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir. Mağfiret, büyük
mükâfat ve kurtuluş onlarındır. Allah, onların günahlarını affedip kusurlarını
bağışlamış ve mükâfatlarını da kat kat verecektir. İşte onlar kurtuluşa
erenlerin ta kendileridir. Allah, emirlerine itaat edip yasık-larından
sakınanları işte böyle mükâfatlandırır.
38
Hucûrat Sûresi (Cüz: 26 Âyet: 4-5)
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
"Sana
hücrelerin ötesinden seslenenlerin çoğunun akılları ermez."
Bu
âyeti celilenin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (s.a.v) Üsame bin Zeydin
başkanlığında bir seriyyeyi Beni Aşr kabilesine gönderir. Onlar Benî Aşr kabilesiyle
savaşırlar, ileri gelenlerinden çoğunu öldürürler, mallarını ganimet olarak
alırlar ve küçük çocuklarını da esir ederler, alıp Medine'ye getirirler. O
kabileden bir topluluk çocuklarını esaretten kurtarmak için peygamberimiz
(s.a.v)'e gelir. Onların geldiği sırada Allah Resulü de hanımlarından birinin
odasında istirahat etmekteydi. Onlar peygamberin dışarı çıkmasını beklemeden
her odanın arkasından yüksek sesle ve kaba bir şekilde "Ey Muhammed"
diye çağırırlar. Onların bu çağırıp bağırması üzerine Allah Resulü evinden
çıkar, isteklerini öğrenince içlerinden kendilerinin de güvendiği birisini
hakem tayin eder ve onun vereceği karara razı olacağını bildirir. O da
"Ben esirlerin yarısını karşılıksız bırakmanızı, yarısını da bedelini
almanızı teklif ediyorum" der. Allah Resulü de onun teklifini kabul eder.
Bunun üzerine bu âyet nazil olarak şöyle buyu-rulur: "Sana hücrelerin
Ötesinden seslenenlerin çoğunun akılları ermez."
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
"Eğer
onlar sen yanlarına çıkıncaya katlar sabretselerdi, kendileri için elbette daha
hayırlı olurdu. Allah, çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir."
Eğer
o gelenler peygamberin evinden çıkmasını bekleselerdi, elbette kendileri için
daha hayırlı olurdu. Allah gafurdur, tevbe edenlerin günahlarını affeder,
kusurlarını bağışlar. Rahimdir iman edenleri esirger.
Bu
âyeti ceiitenin işaretine göre edepli ve ahlâklı olmak vaciptir. Büyüklerin,
âlimlerin, Allah dostlarının, şeyhlerin huzurunda edepli olmak kişinin
derecesini yükseltir, ona dünya ve âhiret saadetinin kapılarını açar. Bundan
dolayı Allah Resulü "Rabbim beni terbiye etti ve terbiyemi güzel
yaptı" buyurmuştur. Edepli olan sünnetleri muhafaza eder, sünnetleri
muhafaza eden de farzları muhafaza eder, farzları muhafaza edenler de Allah
katında en yüksek makama ulaşır. Böylece iki cihan saadetine kavuşur.
{Cüz:
26 Âyet: 6) Hucûrat Suresi 39
Allahü
Teâlâ âyet-î celilesinde şöyle buyuruyor:
"Ey
İman edenler, eğer fasıkın biri size bir haber getirirse, onun İç yüzünü
araştırın. Yoksa bilmeden bir kavme sataşırsınız da sonra yaptığınıza pişman
olursunuz."
Bu
âyet-i edilenin nüzul sebebi şudur: Peygamber (s.a.v) Velid bin Utbe'yi Beni
Mustalik kabilesine zekât memuru olarak gönderir. Kabilenin ileri gelenleri
Resulüllahın elçisine hürmet ve tazimde bulunmak için topluca karşılamak
isterler. Velid, onlann toplu halde kendisine doğru geldiğini görünce
"Bunlar beni öldürmeye geliyorlar" diyerek kaçar. Çünkü Ve-lid'le
onlar arasında cahiliye döneminde bir düşmanlık vardı. Velid, Beni Mustalik
kabilesinin niyetini anlamadan o düşmanlığı bahane ederek kaçmıştır. Mekke'ye
dönünce Allah Resulü durumu sorar o da "Ey Allah'ın Resulü, onlar beni
zekâttan men ettiler ve hepsi silahlanıp beni öldürmek istediler, ben de
aralarından kaçtım" der. Bu act haberi duyan peygamberimiz onlann üzerine
bir ordu göndermeyi düşünür. Onlar bu haberi alınca kabilenin ileri
gelenlerinden bir heyet derhal durumu bildirmek için peygamberimize gelir ve
"Ey Allah'ın Resulü, biz senin memurunu zekâttan men etmedik. Onun geldiğini
öğrenince hürmet ve tazim etmek için toplanıp yanına gidiyorduk, bizi görünce
hemen kaçtı, biz niçin kaçtığını anlamadık" derler ve gerçeği ortaya
koyarlar.
Velîd'in
yanlış beyanda bulunması Allah Resulünü üzer. Bunun üzerine Allahü Teâlâ bu
âyeti İnzal ederek şöyle buyurur: "Ey iman edenler, eğer fasıkın biri size
bir haber getirirse onun iç yüzünü araştırın. Yoksa bilmeden bir kavme
sataşırsınız da sonra yaptığınıza pişman olursunuz." Bu gibi yalan
haberleri yayanlar günümüzde de çoktur. Mü'minleri lekelemek için çeşitli
yalanlar uydurup müslümanların zihnini bulandırmaktadırlar. İşte bunlar
münafıkların ta kendisidir. Halbuki Yüce Halik yalan haber yayanları fastklıkla
vasıflandırmıştır. Demek ki, sadece içki içene fasık denmiyor, Allah'ın
yasaklarına uymayanlara da fasık deniyor. Çünkü bunlar Allah'ın haddini
aşmışlar, emirlerini hiçe saymışlardır. Fasıkların duası ise asla kabul olmaz.
Meşhur
rivayete göre Musa (a.s) kavmini üç gün yağmur duasına çıkartır. Dua yapılır,
fakat yağmur yağmaz. Musa (a.s) münâcaat edip "Ey
40
Hucûrat Sûresi {Cüz: 26 Âyet: 7]
Rabbirn,
üç gündür yağmur duasına çıkıyoruz, henüz yağmur yağmadı, bunun hikmeti nedir?11
der. Hâlik-ı Zülcelâl vahyedip "Ey Musa, bunların hakkında ne senin duanı
kabul ederim ve ne de kendi dualarını kabul ederim. Çünkü sizin aranızda bir
nemmamcı vardır" buyurur. Bunun üzerine Musa (as) "Ey Rabbim, onu
bana haber ver de kavmin içinden çıkarayım" der. Yüce Halik "Ey Musa,
biz sizi koğuculuktan men ediyoruz da şimdi biz mi koğuculuk yapacağız?
Kavminin hepsi tevbe etsin, o da aralarında tevbe eder, o zaman yağmur
veririm" buyurur. Bunun üzerine Musa (a.s) kavmine tevbe ettirir ve sonra
yağmur duasına çıkartır. Allahü Teâlâ da dualarını kabul eder. Mü'minlerin
bundan ibret alması gerekir.
İbn-i
Ömer (r.a)'ın rivayetine göre, Allahü Teâlâ cenneti yarattığı zaman, ona izin
verip "Ey cennet konuş" demiştir. Cennet dile gelerek "Bana
giren saadete erdi" demiştir. Yüce Halik yemin edip "izzetim ve
celatîm hakkı için yedi sınıf insan senin içinde barındırılmaz. 1- Devamlı içki
içen, 2- Devamlı zina eden, 3- Deyyus olan, 4- Koğuculuk yapan, 5- Kendisini
kadın hükmüne koyup erkeklere satan erkek, 6- Sıla-i rahmi kesenler, 7-Allah'a
verdiği sözden dönenler. Düşünebilenler için bu kadarı yeterlidir,
düşünemeyenler için ne söylense yine azdır.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
"Hem
bilin ki, içinizde Allah'ın peygamberi vardır. Şayet o bir çok İşlerde size
uymuş olsaydı, şüphesiz ki sıkıntıya düşerdiniz. Ama Allah size İmanı sevdirmiş
ve onu kalblerinize güzel göstermiştir. Küftü, fasıklığı, isyanı da çirkin
göstermiştir. İşte rüştünü bulanlar da onların ta kendileridir."
Ey
mü'minler, bilin ki içinizde Allah'ın Resulü vardır. Ve o sizin
pey-gamberinizdir. Eğer peygamber Cs.a.v) sizin söylediklerinizin çoğunda size
uymuş olsaydı, şüphesiz ki sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah size imanı
sevdirmiş ve onu kalblerinize güzel göstererek yerleştirmiştir. Küfrü,
fasık-lığı, kötülüğü, isyanı da çirkin göstermiştir. İşte rüştünü bulup
hidayete, kurtuluşa ve saadete erenler bunlardır.
Sahabe-i
kiram Velİd bin Utbe'nin haberini tetkik etmeden hemen Beni Mustalik kabilesine
savaş açılmasını istemişlerdi. Allah Resulü ise, onların kararına hemen
uymamış, neticeyi beklemiştir. Sahabenin isteği üzeri-
(Cüz:
26 Âyet: 8-9) Hucûrat Sûresi 41
ne
Velid'in yalan beyanı ile hemen harekete geçseydi suçsuz yere Beni Mustalik
kabiiesi için büyük bir felâket olurdu. Bunun üzerine bu âyet nazil olmuş,
mü'minleri ikaz etmiştir. Ey mü'minler, bu nimetin şükrünü eda edin. Allah size
imanı sevdirmiş, kalblerinizi iman nuru ile aydınlatmış, küfrü, fışkı, isyanı
ve kötülükleri size çirkin göstermiştir. Siz, Allah ve Re-sulü'nün emirlerine
itaat edin, yasaklarından sakının, peygamberin emrine asla muhalefet etmeyin.
Çünkü o kendi nevasından konuşmaz. Bu Allah'ın size ihsanıdır. Allah, âlimdir,
hakimdir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde bunu şöyle beyan ediyor:
"Bu,
Allah'ın bir fazlı ve nimetidir. Allah hakkıyle bilendir, yegâne hüküm ve
hikmet sahibidir."
Yüce
Hâlik'ın mü'mînlere imanı sevdirip kalplerini nurlandırması, fışkı, küfrü,
kötülükleri çirkin göstermesi bir fazlı ve onlar üzerindeki nimetidir. Ey
mü'minler, sız bu nimetlerin şükrünü eda ediniz. Çünkü Allah her şeyi hakkıyle
bilendir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir. Gerçek iman sahipleri fısk, kötülük
ve küfürden sakınırlar. Allah katında kötü amellerinden dolayı mahcup olmazlar.
Zira kıyamet günü herkese kazandığının karşılığı verilecektir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
"Eğer
müminlerden iki taife birbiriyle döğüşürlerse, aralarını düzeltin. Şayet biri
diğeri üzerine saldırırsa o saldıranla Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar
savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adaletle bulun. Ve adaletli davranın.
Şüphesiz ki Allah adil davrananları sever."
Bu
âyet-i edilenin nüzul sebebi şudur: Bir gün Allah Resulü, sahabesinin yanına
gitmek için merkebine biner ve halkın bulunduğu yere gider. Orada merkebi
bevleder, o sırada münafıkların başı olan Abdullah bin Übey de oradadır.
Merkebin bevlinden rahatsız olan Abdullah, peygambe-
42
Hucûrat Sûresi (Cüî: 26 Âyet: 10-11)
rirnize
hitaben "Merkebinin bevlinin kokusu insanları boğdu, o ne kötü kokuyor,
neden onu burada bevlettirdin?" diyerek burnunu tutar. Onun bu hareketine
peygamberimiz (s.av) çok üzülür. Münafıkların reisinin bu küstahlığını gören
Abdullah bin Revaha derhal müdahale ederek "peygamberin merkebinin bevli
senin teninden daha iyi kokmaktadır" der. Bunun üzerine aralarında
münakaşa başlar ve birbirlerine vurmaya başlarlar. Kısa zamanda her ikisinin
kabilesi de işe karışır ve olay büyür. Bunun üzerine Allahü Teâlâ bu âyeti
inzal ederek şöyle buyurur: "Eğer mü'min-lerden iki taife birbiriyle
döğüşürlerse aralarını düzeltin. Şayet biri diğeri üzerine saldırırsa, o
saldıranla Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar savaşın. Eğer dönerse artık
aralarını adaletle bulun. Ve adaletli davranın. Şüp*-hesiz ki, Allah adil
davrananları sever." Çünkü Allah adaletle hükmedenleri sever ve günahlannı
bağışlar.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
"Mü'minler
ancak kardeştirler. Öyle İse İki kardeşinizin arasını düzeltin. Ve Allah'tan
korkun ki esirgeneslniz."
Mü'minler
ancak kardeştirler. Ey iman edenler, şayet iki kardeşinizin arasında bir
huzursuzluk, bir anlaşamamazlık çıkarsa, siz onların arasını düzeltin. Ve
Allah'tan korkun, aralarında asla haksızlık yapmayın. Eğer aralarında adaletle
hükmederseniz esirgenir, bağışlanırsınız. Şayet haksızlık yaparsınız, o zaman
günaha girer, aranızdaki kardeşlik bağlan çözülür ve Allah'ın yardımı da
üzerinizden kalkar, hem kendi aranızda, hem de düşmana karşı zayıflarsınız.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
"Ey
İman edenler, bir topluluk diğer topluluğu alaya almasın. Belki de onlar
kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki
onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi kendinizi ayıplamayın ve
birbirinizi kötü lakaplarla çağırma-
(Cüz:
26 Ayet: 12) Hucûrat Sûresi 43
yın.
Ne kötü addır imandan sonra fasıldık. Kim de tcvbe etmezse işte onlar
zalimlerin ta kendileridir."
Bu
âyet-i edile, evlerinin arkasından kendilerine alaylı bir şekilde çağrılan
mü'minlerin fakirleri ve kimsesizleri hakkında nazil olmuştur. Bazı tefsirciler
Said bin Kays hakkında nazil olduğunu söylemiştir. O bir gün peygamberimiz
(s.a.v)'in huzuruna gelir, oturacak yer bulamaz, bir zatın yanına oturmak
ister, o müsade etmeyince Sabit alay etmeye ve azarlamaya başlar. Bunun üzerine
bu âyet nazil olup mü'minleri ikaz ederek şöyle buyurulmuştur:
"Ey
iman edenler, bir topluluk diğer topluluğu alaya almasın. Belki de onlar
kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki
onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi kendinizi ayıplamayın ve
birbirinizi kötü lâkaplarla çağırmayın. Ne kötü addır imandan sonra fasıklık.
Kim de tevbe etmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir." Kim bir
rnü'min kardeşine fasıkhkla, kötü lâkapla ta'n ederse kendisini ta'n'etmiş
olur. Muhammed bin Ka'b, kötü lâkabı şöyle tarif etmiştir:
İman
eden bîr mü'mine küfür kelimelerini takmak, Yahudi, Hıristiyan, kâfir ve insanı
dinden uzaklaştıracak kelimeleri ona takarak söylemek, çağırmak gibi. "Ey
kâfir, hey dinsiz" gibi. Bir insanın hoşlanmadığı kelimeler de kötü
lâkaptır. Mü'nıin, mü'min kardeşini sözlerle, hareketlerle, kelimelerle
incitmemelidir. Müslümanın hoşlanmadığı ismi takıp onu incitmek haramdır.
Mü'minin kanını dökmek, malını gasbetmek, namusuna göz dikmek nasıl haramsa,
onu incitmek de o şekilde haramdır, Mü'min için adların en kötüsü kendisine
küfür kelimesini isnad etmektir. Buna her müslümanın azami şekilde dikkat
etmesi gerikir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
"Ey
iman edenler, zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü bazı zan günahtır.
Birbirinizin kusurunu araştırmayın, kimse kimseyi çekiştirmesin. Hangi biriniz
ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır. İşte bundan tiksindiniz değil mi?
Allah'tan korkun, şüphesiz ki Allah tevbeleri kabul edendir, çok
esirgeyicidir"
Bu
âyet-i celileler, müslümanlara İslâm ahlâkını talim ediyor, güzel
44
Hucûrat Sûresi (Cüz: 26 Âyet: 12)
ahlâkı
öğretiyor. Onların yapması ve yapmaması gereken hususları bildiriyor. İlâhi
emir ve yasakların hepsinde insanlar için büyük hikmetler, men-faatlar vardır.
Bu da İman edenlere verilen değerin ifadesidir. Bundan dolayı Hâlik-ı Zülcelal
"Ey iman edenler, zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü bazı zan
günahtır" buyurmuştur. Zira zan, daima düşmanlığı, kötülüğü, doğurur,
aradaki birlik, beraberlik ve kardeşliği bozar, toplumun huzurunu kaçırır.
Bundan dolayı zan haram kılınmıştır, Ebu Süfyan (r.a) zannı, günaha götüren ve
günaha götürmeyen diye ikiye ayırmıştır. Günah olun zan, bir mesele hakkında
kesin bilgi olmadan onu biliyormuş gibi herkese yalan yanlış anlatmaktır. İşte
bu zan sahibini günaha götürür. Günaha götürmeyen zan, her hangi bir kimsenin
aleyhine olan bir meseleyi bilip, onu kimseye ifşa etmemek, o sırrı
saklamaktır. İşte bu zan sahibini günaha götürmez. Çünkü o, kendisini günaha
götürecek sim ifşa işini yapmamıştır.
Bir
insan hakkındaki kötü bir şeyi bilmek, bileni günaha götürmez, ancak onu ifşa
edip yaymadığı sürece bu durum söz konusudur. Çünkü Yüce Halik; zannın
bazısının günah olduğunu beyan ederek "Birbirinizin kusurunu araştırmayın"
buyuruyor. Mü'minlerin, birbirlerinin kusur ve ayıplarını araştırmaları
aralarındaki birlik, beraberlik, kardeşlik, dostluk bağlarını zayıflatacağı
için Allahü Teâlâ bunu yasaklamıştır. Bir toplumda birlik, beraberlik, huzur,
dostluk, sevgi, saygı ve itimat bulunmazsa o tOp-lum ırıl-rılmnirn ım|r
r%|m-ıırn m-j^jcı lf»c|l] t jcİTDO ^ttloklDır) a]İ3e||İÖİO@ bstîl-
lum
yıkılmaya, yok olmaya mahkumdur, islâm ahlâkının güzelliğine bakınız ki aynı
âyette "İman edenlere hitaben" kimse kimsenin gıybetini yapmasın ve
çekiştirmesin" Duyurulmaktadır. Allahü Teâlâ gıybeti de yasaklamıştır.
Çünkü o da, toplumun huzurunu, ahlâkını, saadetini dengesini bozan, kardeşleri
biribirine düşman eden, birlik ve beraberliği yıkan en büyük bir mikroptur,
hastalıktır. Bunun için, gıybet edenlere hitaben "Hangi biriniz ölü
kardeşinin etini yemekten hoşlanır? İşte bundan tiksindiniz değil mi?"
buyurularak, gıybet etmenin ölü kardeş eti yemek kadar çirkin ve kötü olduğunu
Hâlik-ı Mutlak beyan etmiştir. İnsanı can damarından vuran bu ifadeler
mü'minlere güzel ahlâkı kazandırmak, kötü ahlâk ve huylardan onları
uzaklaştırmak ve İslâm kardeşliğini pekiştirmek içindir. Gıybetin günahı
zinanın günahından daha büyüktür. Nitekim Hz. Cabir ile Ebu Said (r.a)
Peygamberimiz (s.a.v)'den şöyle rivayet etmişlerdir:
"Sizi
gıybetten sakındırırım. Şüphesiz ki gıybet etmenin günahı zinanın günahından
daha şiddetlidir" buyurmuştur. Zina eden kimse, tevbe ettiği zaman Allah
onun tevbesini kabul eder, günahlarını bağışlar. Fakat
(Cüz:
26 Âyet; 12) Hucûrat Sûresi 45
gıybet
eden kimse gıybet ettiği şahıstan helâllik almadıkça Allah onun tev-besini
kabul etmez. Bunun için gıybetin günahı zinanıhkinden daha büyüktür, daha
şiddetlidir. Enes (r.a) de şöyle rivayet etmiştir: "Bir gün Allah Resulü
bize zinanın kötülüklerinden ve günahından bahsediyordu, bu esnada bir dirhem
faizin günahının otuz altı defa zina etmeye bedel olduğunu ve bundan daha
kötüsünün ise bir mü'mın erkek ve kadına iftira edip namusunu kirletmek
olduğunu haber verdi.
"Bu
hadis gıybetin ne kadar kötü ve günahının ne kadar büyük olduğuna delâlet eder.
İmam-ı Süddi'nin rivayet ettiği bir hadiste, İçlerinde Sel-man-ı Farisî ve Hz.
Ömer'in de bulunduğu bir topluluk sefere çıkarlar, ka-nak yerine gelip
çadırlarını kurarlar ve yemeklerini pişirirler, onlar bu işleri yaparken Selman
hazretleri yorgunluğun vermiş olduğu rehavetle uykuya dalar, arkadaşlarına
yardımcı olamaz. Arkadaşlarından bazıları "Selman bize yardımcı olmadı, o
çadırların kurulmasını ve yemeklerin pişirilmesini bekliyor" diye hakkında
konuşurlar. Bu esnada da Selman uyanır, arkadaşları peygamber (s.a.v)'den katık
almak için onu gönderirler. O, Peygamberimiz Cs.a.v)'e gelip katık talebinde
bulunur. Allah Resulü "Onlar katıklarını yediler" buyurur. Selman
arkadaşlarına gelip bunu haber verir. Arkadaşları hiç bir şey yemediklerini
söyleyerek "Bunda, bir hikmet vardır" deyip hep beraber
Peygamberimizin yanına giderler ve "Ey Allah'ın Resulü, sözlerinizin hepsi
haktır, fakat biz hiç bir şey yemedik, bunun hikmeti nedir?" derler. Bunun
üzerine peygamberimiz (s.a.v) "Arkadaşınız uyurken söylemiş olduğunuz
sözler sizin için katıktır" buyurarak bu âyeti okumuş ve "bilmez
misiniz ki gıybet etmek et yemek gibidir. Et de yemeklerin efendisi ve
üstünüdür" buyurmuştur. Onlar, Allah Resulünden bu sözleri işitince
Selmandan helâllik dilemişler ve tevbe etmişlerdir. Bu da gösteriyor ki, gıybet
eden mü'lininlerin hemen tevbe etmeleri vaciptir. Çünkü Allah tevbeleri kabul
edendir, çok esirgeyicidir" buyurmuştur. Bu da gösteriyor ki, mü'min hangi
günahı işlerse işlesin, tevbe yapması kendisine vaciptir. Dilerse Allah
tevbesini kabul eder, dilerse azap eder. Yalnız samimiyetle yapılan tevbeleri
Allah kabul eder. İmam-ı Ebulleys (r.a), gıybetten dolayı yapılan tevbe
hususunda âlimlerin ihtilaf ettiğini söylemiştir. Eğer gıybeti yapılan, o
gıybeti duymuş İse ondan helâllik almadan gıybet edenin tevbesi kabul olmaz.
Şayet duymamış ise gıybet edenin tev-besî kabul olur. Hakkında gıybet edilen
uzakta ve kendisine ulaşılması mümkün olmazsa, o zaman gıybet eden kişinin
tevbesi kabul olur. Çünkü mü'minin arkasından yapılan dua Allah katında
makbuldür, tevbe de buna benzer. Yalnız tevbede aranan husus yukarda da ifade
edildiği gibi, sadâkattir. O, olmadıkça tevbe kabul olmaz,
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
46
Hucurat Sûresi (Cüz: 26 Âyet: 13)
"Ey
İnsanlar, doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbîrinizle
tanışasınız diye milletler ve kabileler haline koyduk. Muhakkak ki Allah
katında en değerliniz, O'ndan en çok korkam-nızdır. Hakîkaten Allah her şeyi
bilen, herşeyden haberdar olandır."
Bıı
âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Kays bin Sabit'in kulakları ağır
işittiğinden peygamberimiz (s.a.v)'in sözlerini anlayabilmek için, her zaman
yakınına oturur. Bir gün geç gelmiş, sahabe yerini almış, tazimle Aİ-lah
Resulünü dinlerlerken Sabit çıkagelir ve cemaatı yara yara peygamberimizin
yanına kadar gider. Onun bu durumunu gören cemaatın içinden birisi "Ne
oldu buna da boş yere oturmuyor, halkı yara yara peygamberimizin yanına gidiyor"
der. Sabit de bunu işitir ve bu sözü kimin söylediğini sorar, cemaat da
"filan söyledi" derler. Buna kızan Sabit, onun annesinin adı
ile" Vay falan kadının oğlu, sen bana söz söyleyecek adam mısın?"
diyerek o zatı halkın içinde mahcup eder. O da başını önüne eğerek sükût eder.
Bunun üzerine bu âyet nazil olur ve şöyle Duyurulur:
"Ey
insanlar, doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve bir birinizle
tamşasınız diye milletler ve kabileler haline koyduk. Muhakkak ki Allah katında
en değerliniz, O'ndan en çok korkanınızdır. Hakikaten Allah her şeyi bilen, her
şeyden haberdar olandır." Peygamberimiz (s.a.v) bu âyeti Kays bin Sabit'e
okuyunca hemen tevbe istiğfar eder. Bazı tefsirciler ise bu âyetin nüzul
sebebini Mekke'nin fethinden sonra göstermişlerdir. Mekke fethedildikten sonra
Allah Resulü Hz. Bilal'e ezan okumasını buyurmuş. Bilal Ha beşli olduğu için
oldukça esmer idi. Haris bin Hişam "Bundan başka adam bulamadılar mı da,
bu kara adama ezan okutuyorlar?" demiştir. Halbuki Hz. Bilal (r.a)'in sesi
çok güzeldi. Haris ve onun gibi düşünenler üstünlüğü asalette, varlıkta ve
renkte görüyorlardı. Halbuki Allah katındaki üstünlük takva iledir. Bunun
üzerine bu âyet nazil olmuştur. İnsanların renkleri, dilleri, ırkları, dînleri,
boylan ve huyları ne olursa olsun, hepsi Âdem babamızla Havva anamızdan meydana
gelmiştir. Alla-hü Teâlâ onları tanışmaları, anlaşmaları, çeşitli cemiyetler
kurmaları İçin milletlere ve kabilelere ayırmıştır. Nesep, millet, ırk üstünlük
için bir meziyet değildir. Allah katında üstünlük ancak takva ile olur. Soy ve
sopu ile öğünenlere kıyamet günü Hâlik-ı Zülcelâl, peygamberimiz Cs.a.v)'den
naklolunan bir hadiste şöyle diyecektir:
(Cüz;
26 Âyet: 14) Hucûrat Sûresi 47
"Ey
kullarım, siz dünyada nesebinizle, soy sopunuzla öğünüp 'Ben falan oğlu falanım1
dediniz, benim nesebimi küçük görüp, kendi nesebinizi yücelttiniz. Benim
nesebim takvadır, siz onu küçük gördünüz, takva sahiplerini ve benim emrime
itaat edenleri hakir gördünüz, onları beğenmediniz. Şimdi gidin, nesebiniz sizi
kurtarsın, öğündüğünüz şeyler size yardımcı olsun. Şimdi benim müttekî kullarım
aziz oldu, nesebîyle öğünenler rezil oldu, Halbuki ben âyetlerimi gönderip
Allah katında en üstününüzün takva sahipleri olduğunu bildirmiştim. Buna rağmen
siz nesebinizle öğündünüz. Şimdi gidin, nesebinizden mükâfatınızı alın.
"İşte o zaman neşe-biyle öğünenler, takva sahiplerini beğenmeyenler lâyık
oldukları azaba uğrayacaklardır. Ey mü'minler, siz Allah katında sizi aziz
edene ve değeri olana talip olun, sizi rezil edene talip olmayın. Boş şeylerle
ömrünüzü geçirmeyin ve takvadan ayrılmayın. Kurtuluş, saadet, huzur ondadır,
diğerleri boştur, hayaldir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
"Bedeviler
dediler ki, İman ettik'. De ki: Siz İman etmediniz 'ama müslüman olduk' deyin. İman
henüz kalbinize yerleşmedi. Şayet Allah'a ve peygamberine itaat ederseniz
amellerinizden birşey eksiltmez. Muhakkak ki Allah çok yarhğayıcı, çok
esirgeyicidir."
İbn-i
Abbas (r.a)'ın anlattığına göre, bu âyet-i kerîmenin nüzul sebebi şöyle
olmuştur: Esedoğulları bir kıtlık yılında çoluk-çocuklarıyla birlikte
Rasûlullah (s.a.v)'e geldiler, Müslümanlıklarını îlan ettiler. Şöyle dediler:
"Yâ Rasûlallah! Biz kendi isteğimizle Müslüman olduk Evlâdü iyâlimizle
(çoluk çocuğumuzla) sana geldik ki, bizi ganimet malından faydalandıra-sın
diye. Hem de, başkalarına verdiklerinden daha çok bize vererek..."
Bunların asıl niyetlerini Allahü Teâlâ bu âyet-i kerîmeyi indirerek buyurdu ki:
"Yâ Muhammedi Bu Arap kabilesi sana derler ki: "Biz, Allah'ı ve seni
tasdik ederek iman eyledik? Sen onlara de ki: "Sizin zâhirinizdeki
ikrarınız gibi bâtınınızda (içinizde) tasdik yoktur. Siz müminlerden
değilsiniz, siz görünüşte boyun eğip itaat eder gözüktünüz. Böylece niyetiniz
çoluk-ço-cuğunuzun esenliğini sağlamaktır. Yoksa sizin gönüllerinize îman
muhabbeti girmemiştir. Sizde gerçek tasdik yoktur. Sizin zahiriniz Allah ve
Rasûlüne itaatli olduğu gibi, bâtınınız da İtaatli olursa, Allah sizin
amellerinizin sevabını hiç eksiltmeksizin size tastamam verecektir. Allah Teâlâ
gö-
48
Hucûrat Sûresi (Cüz; 26 Âyet: 15-16-17-18) i
nüllerinde
tasdik olanlara "Gafur ve RahîrrTdir (çok bağışlayandır ve pek acıyandır).
îmanlarında
samimi olanlar kimdir? Allahü Teâlâ onu beyan ederek şöyle buyurur:
"Mü'minler
ancak o kimselerdir ki Allah'a ve Rasûlüne iman ettikten sonra şüpheye sapmayıp
Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşırlar. İşte onlar (îmanlarında) sadık
olanların ta kendileridir."
Yâni
îmanlarında sâdık olanlar o kimselerdir ki, Allah'ın vahdaniyetini, Rasûlünün
peygamberliğini açıkta ve gizlide tasdik ederler. Bu îmanlarında, ne Allah'a ne
de Rasûlüne karşı gönüllerinde hiçbir şüpheye yer vermezler. Allah'a itaat
ederler. Onun rızasını kazanmak için, mallarıyla-canlarıyla İslâm dininin
düşmanlarına karşı kılıç sallarlar. Bu âyeti kerîme gelince Rasûlullah (s.a.v)
münafıklara onu okudu. Onlar ise "Biz bâtınlarımızda da tasdik
ediyoruz," diye yemîn ettiler.
Yüce
Allah buyurdu ki:
"De
ki; Siz dîninizi Allah'a mı öğretiyorsunuz? Halbuki Allah, göklerde ne var
yerde ne varsa bilir. Allah herşeyi hakkiyle bilendir."
Sizin
ne haddinize ki Allah'a dinini bildireceksiniz! Sen ne hal üzeresin ki, Allah
onu bilmesin de üstelik sen Allah'a dinini bîldiresin! O öyle bir Allah ki,
yer-gök ehlinin gizli sırlarını da bilir. Ona gizli birşey yoktur. Bütün
nesneyi her yönüyle tam bilir. Sizin gönlünüzde gerek (tasdik) olsun ve gerekse
(tekzip) olsun, onu bilen bir padişahtır.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
{Cüz:
26 Âyet: 17-18) Hucûrat Sûresi 49
"Onlar
İslama girdikleri İçin seni minnet altına sokuyorlar. De ki: Müslümanlığınızı
benim basma kakmayın. Eğer doğru kimseler-seniz bilesiniz ki, sizi imana
erdirdiği için asıl Allah size lütufta bulunmuştur."
"Onlar
İslâm'a girdiklerini senin başına kakıyorlar. De ki: "Müslümanlığınızı
benim başıma kakmayın. Bilakis sizi îmana muvaffak ettiği için size Allah
minnet eder. Eğer siz ("İnandık" demenizde) sadık (insan)larsanız.
Şüphesiz göklerin ve yerin gaybım Allah bilir. Allah, ne yapıyorsanız hakkıyla
görücüdür."
Yâ
Muhammedi Bu kabile çoluk-çocuğumuzla îmana geldik diye sana. minnet ederler.
Bunu senin başına kakarlar. De ki: Müslüman olmakla bana minnet etmeyin,
Bilâkis Allah, sizi îman etmeye muvaffak kıldığı için, ona hamdedin. Eğer siz
zâhirimizde-bâtınımızda tasdik ediyoruz diyorsanız; Allah'ın gökdekilerin
sırlarını da bildiğini unutmayın. Bu boş dâvadan vazgeçin.
Allah,
sizi o fiillerinize göre kıyamet günü mukâfaatlandırsın. Bu âyet-i celîlelerden
şu anlaşılır: Mü'min olanların amellerinde ihlâslı olmaları ve riyayı
terketmeleri gerekir. Yaptıkları işlerinde ucba (kendilerini beğenmeye)
düşmeyeler. Allah'a minnet etmeyeler. Çünkü asıl bütün minnet hakkı
Allah'ındır. Kulun üstünlüğü yoktur ki, minnete hakkı olsun. Çünkü O, insanı
kendini tanıması için yarattı. İbâdete de yatkın yarattı. İbâdet etmeye
elverişli el-ayak gibi organlar verdi. Bundan ibret almanız gerekir. Sonra da
Allah'ı tesbîh (noksanlıklardan uzak) etmeniz lâzım. Size Hak kelâmı işiterek
itaat etmeniz yakışır. Kulluk ederek ibâdette olmanız yaraşır. Fayda bu
itaattadır. Kulun nesi var ki, insana güç-kuvvet veren Allah'a minnet eylesin?
Yaptıklarını -hâşâ- gözünde büyütsün... Kulun minneti Allah'dan görüp O'na
samimiyetle itaat etmesi uygundur.