HUCURAT SURESİ 2

Surenin İsmi: 2

Önceki Sureyle İlişkisi: 2

Surenin Muhtevası: 2

Allah'a Ve Rasulullah'a İtaat, Rasulullah'a Hitap Ederken Edebe Riayet Etmek: 3

Belagat: 3

Kelime ve İbareler: 3

Nüzul Sebebi: 4

Açıklaması: 5

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 6

Genel Edep Kuralları -1- Gelen Haberin Araştırılması Gerekliliği: 7

Belagat: 7

Kelime ve ibareler: 7

Nüzul Sebebi: 8

Ayetler Arası İlişki: 8

Açıklaması: 9

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 9

Dahili Anlaşmazlıkları Çözme Yolları Ve Bağilere Uygulanacak Hükümler: 11

Belagat: 11

Kelime ve İbareler: 12

Nüzul Sebebi: 12

Ayetler Arası İlişki: 12

Açıklaması: 13

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 14

Müminlerin Birbirlerine Ve Diğer İnsanlara Karşı Göstermeleri Gereken Davranış Kuralları: 16

Belagat: 16

Kelime ve İbareler: 16

Nüzul Sebebi: 17

Ayetler Arası İlişki: 18

Açıklaması: 18

İslam Ahlakı ve Allah’ın Mü’min Kullarına Tedip İçin Koyduğu Kaideler: 18

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 23

Gerçek İmanın Esasları 25

İrab: 25

Belagat: 25

Kelime ve İbareler: 26

Nüzul Sebebi 26

Ayetler Arası İlişki 26

Açıklaması 26

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 28

 


HUCURAT SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

Hücre-i saadetin arkasından Rasulullah'a (s.a.) bağıran bedevi Arap­ların tedip edilmesinden bahsedildiği için bu sureye 'Hucurat" ismi veril­miştir. Hucurat Rasulullah'ın pâk hanımlarının hücreleridir (tek odalı kü­çük evleridir). Rasulü Ekrem (s.a.)'in dokuz tane hanımı vardı. Onlardan her birine ait bir hücre (oda) bulunuyordu. Rasulullah'a (s.a.) onun pâk ha­nımlarına rahatsızlık verilmemesi için bedeviler tedip edilmiştir.

Bu sureye "Ahlâk ve Adab" suresi de denmiştir. Çünkü bu sure, İslâm toplumunun tazim edilme keyfiyetini ve uyulması gereken edep kurallarını göstermekte; güzel ahlâk ve üstün amelleri açığa çıkarmaktadır. Ayrıca bu­rada müminlere beş defa iman vasfı ile nida edilmiştir: Bu surede ele alı­nan kuralların esesları şunlardır:

1- Allah ve Rasulüne (s.a.) itaat etmek.

2- Rasulullah'a (s.a.) saygı ve hürmet göstermek.

3- Nakledilen haberleri iyice araştırmak.

4- İnsanlarla alay etmenin haram kılınması.

5- Tecessüs, gıybet ve kötü zannın haram kılınması. [1]

 

Önceki Sureyle İlişkisi:

 

Bundan önce geçen Fetih süresiyle bu surenin ilişkisi üç noktadan or­taya çıkmaktadır:

1- Önceki surede kâfirlerle savaşmanın bu surede ise bağiler (iç isya­na kalkışanlar) ile savaşmanın hükmü yer almaktadır.

2- Fetih suresi "Onların iman edip salih amel işleyenlerine Allah hem mağfiret hem de büyük mükâfat vaadetmiştir." ayetiyle son bulmuş, bu su­re ise Allah'ın kendilerini kâfirlere sert, müminlere merhametli diye vas-fetmesiyle kazandıkları yüce makamı onlara hatırlatmak için "Ey iman edenler!" diye başlamıştır.

3- Her iki surede de, özellikle ilk ayetlerde Rasulullah (s.a.)'m konu­munu yüceltme vardır. Onun Allah tarafından teşrif edilmesi, Hudeybiye sulhunda onun razı olduğu her şeye müminlerin de razı olmasını ve ona saygı ifade eden hiçbir söz ve fiili de elden bırakmamalarını gerektirir. [2]

 

Surenin Muhtevası:

 

Medine'de indiği için bu surenin konusu önceki surede olduğu gibi şer'i hükümlerdir. Buradaki hükümler İslâm toplumunun sağlam bir eği­tim ve yerleşik ahlâk esaslarına göre tanzim edilmesiyle alâkalıdır. Hatta bu yüzden bu sureye "Ahlâk suresi" ismi de verilmiştir. Yine bu sure güzel ahlâkı ve edep kurallarına riayet hakkındadır. Burada ele alınan edep ku­ralları özel ve genel olmak üzere iki türlüdür:

Hususî edep kuralları:

Rasulullah'ın (s.a.) ümmetiyle olan münasebetlerinde riayet edilmesi gereken edep kurallarıdır. Sure bu tür edep kurallarıyla başlamış, "Ey iman edenler! Allah ve Rasulünün önüne geçmeyin." ayetiyle Allah'a ve Rasulüne (s.a.) itaati vacip kılarak ona muhalefet etmekten sakındırmıştır.

Sonra "Ey iman edenler! Sesinizi Rasulullah'ın sesinin üstüne çıkar­mayın." ayetiyle onu yüceltmek, ondan çekinmek ve onun kadru kıymetini tazim etmek için Rasulullah (s.a.) konuşurken sesin kısılması emredilmiş­tir. Sonra da tazim ve ihtiram için müminlerin Rasulullah'a (s.a.) isim ve künyesi ile değil de peygamberlik ve nübüvvet sıfatıyla hitap etmeleri is­tenmiştir. Onun huzurunda sesin kısılması takvadan kabul edilerek, Uyey-ne b. Hısn vb. şahısların yaptığı gibi Rasulullah'ın (s.a.) hanımlarına ait hücrelerin (odaların) arkasından bağıranlar kötülenmiştir.

Surenin sonunda ise müslüman olup İslâm'a girmenin Allah'a minnet edilip Rasulullah'ın (s.a.) başına kakılması kınanmıştır: "Müslüman olma­larını senin başına kakıyorlar."

Toplumsal ve genel edep kuralları:

Faziletli bir toplum yapısını kurabilmek için insanların birbirleriyle münasebetleriyle ilgili olarak güzel ahlâkî davranışların yerleştirilmesi ve ahlâksızlığın kötülenmesidir.

Bu surede müminlere haberleri iyice araştırıp fasıkların yaydıkları laflara kulak vermemeleri emredilerek imanın gerektirdiği davranışlar övülmüş, küfür, fısk ve isyan ise çirkin gösterilmiştir: "Ey iman edenler! Si­ze bir fasık bir haber getirirse onu iyice araştırın."

Sonra surede birbiriyle savaşan iki müslüman grup arasındaki ihtilâfı çözme yolunu açıklamıştır. Bunun yolu aralarını düzeltmek, İslâm cema­atine ve birlik saflarına dönünceye kadar isyankârlar ile savaşmaktır: "Şa­yet müminlerden iki fırka bir biriyle savaşırsa aralarını düzeltin."

Yine bu surede müminler arasında sevgi ve kardeşlik bağlarının ku­rulması gerektiği ilân edilmekte, İslâm cemaatinin bozulması; müslüman fertler arasında anlaşmazlıkların ortaya çıkması; ister erkek ister kadın ol­sun başkalarıyla alay etme, arkadan çekiştirme, yüze karşı kaş göz hare­ketiyle eğlenme ve kötü lakapla çağırma, tecessüs (gizli hallerin araştırılması), gıybet ve bozgunculuk vb. sebeplerle hoşnutsuzluk, kin ve nefretin doğmasından müminler sakmdırılmıştır.

Sonra cinsleri, renkleri ve unsurları farklı milletler arasındaki eşitlik ve kardeşliğin temel noktası ilân edilmiştir. Üstünlük ancak takva ile, salih amel ve güzel ahlâkla mümkündür.

Bu sure bedevilerden bahsederek son bulmuştur. İman ve İslâm keli­meleri birbirinden ayrılmış, müminlerin üstün vasıfları ile Allah'a ve Rasulüne (s.a.) iman, Allah yolunda can ve mal ile cihattan ibaret olmak üzere kâmil mümin olmanın şartları zikredilmiştir. Bedevilerin İslâm'a girmelerini Rasulü Ekrem'in (s.a.) başına kakmaları kınanmış, ahlâkî ve dinî değerlere saygı ve tazim göstermenin ilkesi tespit edilmiştir. Bu ilke Allah'ın kulları murakabe etmesi, göklerdeki ve yerdeki gaybî haberleri ile yerde ve gökte bulunan her şeyi bilmesi, kulların bütün amellerini görme­sidir. [3]

 

Allah'a Ve Rasulullah'a İtaat, Rasulullah'a Hitap Ederken Edebe Riayet Etmek:

 

1-  Ey   iman   edenler!   Allah   ve Rasulünün huzurunda öne geçme­yin. Allah'tan korkun; çünkü Allah hakkıyla işiten ve her şeyi bilendir.

2- Ey iman edenler! Seslerinizi pey­gamberin sesinden yüksek çıkar­mayın. Birbirinize bağırdığınız gibi ona yüksek sözle bağırmayın. Yok­sa hiç farkında olmadan amelleri­niz boşa gidiverir.

3- Rasulullah'ın yanında seslerini alçaltanlar gerçekte Allah'ın takva için kalplerini seçtiği kimselerdir. Onlar için mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.

4- Hücrelerin arkasından seni çağı­ranlar (var ya) onların çoğunun akılları ermez.

5- Eğer sen çıkıncaya kadar onlar sabretselerdi elbette kendileri için daha hayırlı olurdu. Allah çok ba­ğışlayıcı ve çok merhamet edicidir.

Belagat:

 

"Ey iman edenler! Allah ve Rasulünün huzurunda öne geçmeyin." aye­tinde temsilî istiare vardır. Burada Rasulullah'ın (s.a.) huzurunda görüşle­rini açıklayanlar, edep gereği arkada yürümesi gerekirken sultanın veya büyük bir hakimin önünde yürüyen kimseye benzetilmiştir.

"Ey iman edenler! Seslerinizi peygamberin sesinden yüksek çıkarma­yın." cümlesinde teşbih edatı bulunan bir teşbih vardır. [4]

 

Kelime ve İbareler:

 

"'Allah ve Rasulünün huzurunda" sözde ve işte, hüküm vermede "öne geçmeyin." Siz Kur'an ve sünnetin aksini söylemeyin. "Allah'tan korkun" bir şeyler takdim etme hususunda onun emir ve yasaklarına veya verdiği hükme aykırı davranmaktan sakının. "Çünkü Allah" sizin sözlerinizi "hakkıyla işiten" ve yaptıklarınızı "hakkıyla bilendir."

"Ey iman edenler! Seslerinizi peygamberin sesinden yüksek çıkarma­yın" Konuştuğunuz zaman sesinizi onun sesinden daha yüksek çıkarma­yın. "Ona yüksek sözle (sesle) bağırmayın." Yani onunla alçak sesle konuş­tuğunuzda kendi aranızda konuştuğunuz gibi konuşmayın. Aksine sesinizi onun sesinden daha yavaş çıkartın. Veya birbirinize hitap ettiğiniz gibi ona ismiyle ve künyesiyle hitap etmeyin. Tazim ve ihtiram için ona "Ey Allah Rasulü!" veya "Ey peygamber" diye hitap edin.

"Ey iman edenler!" sözüyle daha dikkatli olmaları, Rasulullah'a (s.a.) daha fazla ihtimam ve ihtiram göstermelerini sağlamak için nida tekrar edilmiştir.

"Yoksa amelleriniz hiç farkında olmadan boşa gidiverir." Yani amelle­rinizin boşa gitmemesi veya amelleriniz boşa gitme kötülüğü ve korkusu sebebiyle onun huzurunda yüksek sesle konuşmayın, Yani amellerinizin sevabı boşa çıkar. Zira küçümseyerek sesi yükseltmek eğer aşağılama ve vurdum duymazlıkla birleşirse bu, bazan insanı, amelleri batıl kılan küfre kadar götürür.

Yasağa aykırı davranma korkusu ve edebe riayet için "Rasulullah'ın (s.a.) yanında seslerini kısanlar" yani yumuşatanlar "gerçekte Allah'ın tak­va için kalplerini seçtiği kimselerdir." Burada kastedilen mana şudur: Ku­yumcunun altını diğer maddelerden seçip ayırdığı gibi Allah Tealâ'da onla­rın kalplerini temizlemiş ve pisliklerden arındırmıştır. Kalplerini takva için eğitmiş ve takvaya hazır hale getirmiştir.

"Onlar için" günahları için "mağfiret ve" Rasulullah'ın huzurunda ses­lerini kısmaları ve diğer itaatları sebebiyle "büyük bir ecir-mükâfat vardır." Mükâfat manasına gelen "ecr" kelimesinin nekre getirilmesi tazim içindir.

"Hücrelerin arkasından" yani Rasulullah'ın (s.a.) mübarek hanımları­na ait hücrelerinin (odalarının) arkasından "sana çağıranlar (var ya) işte onların çoğunun akılları ermez." Çünkü akıl, Rasulü Ekrem'in (s.a.) maka­mının önünde çekingenlik ve güzel edebe riayeti gerektirmektedir. "Hucu-rat" kelimesi "hücre" kelimesinin çoğuludur.

"Hücre" kelimesi, taşlarla etrafına duvar örülen toprak parçasına de­nir. Gurfe ve zulmet kelimeleri de yapı itibariyle "hücre" kelimesi gibidir. Bu kelimelerin çoğulları "gurufat" ve "zulümat" şeklinde gelir.

"Eğer sen çıkıncaya kadar onlar sabretselerdi" yani sen dışarı çıkınca­ya kadar onların bekleyişleri ve sabırları sabit olsaydı "elbette kendileri için daha hayırlı olurdu." Onların sabretmesi, acele davranmalarından da­ha hayırlı olurdu. Çünkü övülmeyi ve sevaba nail olmayı gerektirecek ta­zim ve hürmet ancak bu sabırla gerçekleşir.

"(Bununla beraber) Allah çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir." Zira Rasulullah'a (s.a.) tazim ve hürmet göstermeyen bu edepsizleri sadece azarlamak ve onlara nasihat etmekle yetinmiştir. [5]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Ey iman edenler! Allah ve Rasulünün huzurunda önce geçmeyin." ayetinin (1. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Buhari, Tirmizi ve diğerleri İbni Ebi Müleyke'den şöyle rivayet etmişlerdir: Abdullah b. Zübeyr İbni Ebi Müleyke'ye şu olayı haber vermiştir: Beni Temim'den bir kafile Rasul-lah'ın (s.a.) yanına gelmişti. Ebu Bekir "Ku'ka b. Mabed emir tayin edil­sin." dedi. Hz. Ömer "Hayır, Akra b. Habis emir tayin edilsin." deyince Hz. Ebu Bekir "Sen sadece bana muhalefet etmek istiyorsun" dedi. Hz. Ömer de "Hayır! Ben sana muhalefet etmek istemedim" diye cevap verdi. Böylece birbirleriyle tartışmaya başladılar. Bu esnada sesleri de bayağı yükselmiş­ti. İşte bu olay hakkında "Ey iman edenler! Allah ve Rasulünün huzurunda öne geçmeyin." sözünden başlayıp "Eğer sen çıkıncaya kadar onlar sabretse-lerdi elbette kendileri için daha hayırlı olurdu." sözüne kadarki ayetler na­zil olmuştur. Yani bu ayetler Kuka b. Mabed veya Akra b. Hâbis'in emir ta­yini hususunda Ebu Bekir (r.a.) ile Hz. Ömer (r.a.)'in Rasulullah'ın (s.a.) huzurunda tartışmaları hakkında nazil olmuştur.

İbni Münzir, Hasan-ı Basri'den şöyle rivayet etmektedir: Bazı kimse­ler Kurban Bayramı gününden önce kurbanlarını kesmişlerdi. Rasulullah (s.a.) onların yeniden kurban kesmelerini istedi Bunun üzerine Allah Tealâ "Ey iman edenler! Allah ve Rasulünün huzurunda öne geçmeyin." ayetini indirmiştir.

İbni Ebi Dünya Kitabu'l-Edaha'da hadisi şu lafızlarla rivayet etmiştir: Bir kimse, kurbanını bayram namazından önce kesmişti. Bunun üzerine bu ayet nazil olmuştur.

Taberani Evsat isimli kitabında Aişe'den (r.a.) şöyle rivayet etmiştir:

Bazıları Ramazan ayı girdi düşüncesiyle Rasulullah'tan (s.a.) önce oruç tutmuşlardı. Bunun üzerine Allah Tealâ "Ey iman edenler! Allah ve Rasulünün huzurunda öne geçmeyin" ayetini indirmiştir.

"Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinden yüksek çıkarma­yın." ayetinin (2. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Cerir, Katade'den yüksek sesle konuştuklarından dolayı bu ayetin indirildiğini söylemiştir.

Rivayet olunduğuna göre bu ayet Sabit b. Kays b. Şemmas hakkında na­zil olmuştur. Sabit'in kulaklarında ağırlık vardı. Bu yüzden Sabit insanlarla yüksek sesle konuşurdu. Belki de Rasulullah (s.a.) ile de konuşmuş ve sesi Rasulullah'a eza vermişti. Bu sebeple de Allah Tealâ bu ayeti indirmiştir.

"Rasulullah'ın (s.a.) yanında seslerini alçaltanlar gerçekte Allah'ın takva için seçtiği kimselerdir." ayetinin (3. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Cerir Muhammed b. Sabit b. Kays b. Şemmas'm şöyle dediğini ri­vayet etmektedir:

"Ey iman edenler! Seslerinizi peygamberin sesinden yüksek çıkarma­yın." ayeti nazil olunca Sabit b. Kays ağlayarak yola oturmuştu. Asım b. Adiyy b. Aclan oradan geçiyordu. Ona "Niçin ağlıyorsun?" dedi. Sabit b. Kays " Bu ayet benim hakkımda nazil oldu diye korkarım. Benim sesim çok gür ve çok yüksektir." dedi. Bu hususu Rasulullah'a (s.a.) arzetti. Rasu-lullah (s.a.) ona dua etti ve "Övgüye lâyık bir şekilde yaşamaya, şehid ola­rak ölmeye ve cennete girmeye razı değil misin?" dedi. Sabit b. Kays "Razı­yım. Bir daha sesimi Rasulullah'ın (s.a.) sesinin üstüne asla çıkarmayaca­ğım" dedi. Bunun üzerine Allah Tealâ "Rasulullah 'm yanında seslerini al­çaltanlar gerçekte Allah'ın takva için kalplerini seçtiği (temizlediği) kimse­lerdir." ayetini indirmiştir. Bu hadise Buhari ve Müslim'de Enes b. Ma-lik'ten de rivayet edilmiştir.

İbni Abbas demiştir ki: "Ey iman edenler! Seslerinizi peygamberin se­sinden yüksek çıkarmayın." ayeti nazil olunca Hz. Ebu Bekir (r.a.) Rasulul­lah (s.a.) ile sadece sırdaşı[6] (bir sır söylendiğindeki) gibi konuşacağına ye­min etmişti. Bu sebeple Allah Tealâ Ebu Bekir hakkında "Rasulullah'ın yanında seslerini alçaltanlar gerçekte Allah'ın takva için kalplerini seçtiği kimselerdir." ayetini indirmiştir.

"Hücrelerin ardından seni çağıranlar (var ya) onların çoğunun akılları ermez." ayetinin (4. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Taberani ve Ebu Ya'la hasen bir sened ile Zeyd b. Erkam'dan şöyle rivayet etmektedir:

Bedevilerden birkaçı Rasulullah'a (s.a.) ait hücrelerin (odaların) yanı­na geldiler ve "Ya Muhammed!, Ya Muhammed! diye nida etmeye başladı­lar. Bu sebeple Allah Tealâ "Hücrelerin ardından çağıranlar (var ya) onla­rın çoğunun akılları ermez." ayetini indirmiştir.

Abdurrazzak Katade'de şöyle dediğini rivayet etmektedir:

Adamın biri Rasulullah'a (s.a.) geldi ve "Ya Muhammed! Benim birisi­ni methetmem onun için bir zinet ve gurur, kınamam da utanılacak bir le­kedir." deyince Rasulullah (s.a.): "O şekilde olan Allah'tır." buyurdular. Bu­nun üzerine Allah "Hücrelerin ardından seni çağıranlar (var ya) onların çoğunun akılları ermez." ayetini indirmiştir. Tirmizi'ye göre bu rivayet mürseldir. Berâ ve başka sahabilerden merfu olarak rivayet edilen başka rivayetler de vardır. Fakat onlarda ayetin nüzul sebebi yoktur. İbni Cerir vb. de Hasan-ı Basri'den bunun bir benzerini rivayet etmiştir.

Ahmed b. Hanbel sahih bir senedle Akra b. Hâbis'ten şöyle rivayet et­mektedir:

Akra b. Habis hücrelerin ardından Rasulullah'a (s.a.) nida etmişti. Ra-sulullah (s.a.) ona cevap vermedi. Bunun üzerine Akra: Ya Muhammedi "Benim birisini övmem onun için zinet ve gurur, kötülemem de utanılacak bir lekedir." deyince Rasulullah: "O dediğin Allah'a mahsustur." buyurdu.

Muhammed b. İshak ve diğerleri demiştir ki: Bu ayet Beni Temim'in kabalığı hakkında nazil olmuştur. Onlardan bir heyet Rasulullah'm (s.a.) yanına gelmişlerdi. Mescide girdiler ve hücrelerin arkasından "Ya Muham­med! Yanımıza çık. Çünkü bizim övmemiz bir kimse için zinet ve gurur ve­silesi, yermemiz de bir lekedir" diye Rasulullah'ı (s.a.) çağırdılar. Rasulul­lah (s.a.) onların bağırmalarından rahatsızlık duydu ve onların yanına çık­tı. Dediler ki: Biz sana karşı övünmek için geldik Ya Muhammed! Ve onlar hakkında "Hücrelerin ardından seni çağıranlar (var ya) onların çoğunun akılları ermez." ayeti nazil oldu. [7]

 

Açıklaması:

 

Müminlerin, peygamberleri ile olan münasebetlerinde riayet etmeleri gereken ihtiram, tazim ve saygı esasına dayanan özel edep kuralları şun­lardır:

1- "Ey iman edenler! Allah ve Rasulünün huzurunda öne geçmeyin. Al­lah'tan korkun. Çünkü Allah hakkıyla işiten ve her şeyi bilendir." Yani ey gerçek imana sahip müminler! Allah ve Rasulü bir konuda hüküm verme­den önce siz söz söylemede yahut hüküm vermede veya bir iş yapmada ace­le davranmayın ve öne geçmeyin. Belki siz haksız olarak bir hüküm verebi­lirsiniz. Bütün işlerinizde Allah'tan korkun. Allah ve Rasulünün (s.a.) izin vermediği bir konuda haddi aşmaktan sakının. Zira Allah sözlerinizi çok iyi bir şekilde duyar, fiillerinizi ve niyetlerinizi de çok iyi bilir. Yaptığınız hiçbir şey ona gizli kalmaz.

Bu ayet açıkça Allah'ın kitabına ve Rasulullah'm (s.a.) sünnetine ma-halefeti yasaklamaktadır. Allah'ın dinini tebliğ ettiği için burada Rasulul­lah (s.a.) da özellikle zikredilmiştir.

İbni Abbas bu ayetin "kitap ve sünnetin zıddmı söylemeyen" manası­na geldiğini söylemiştir. Dahhak da "Allah ve Rasulü dışında siz dini bir mesele hakkında hükmetmeyin." manasına geldiğini söylemiştir.

Bu ayet, ictihad kaynaklarının hüküm vermede öncelik sırasını da göstermektedir. Ahmed b. Hanbel, Ebu Davud, Tirmizi ve İbni Mace Muaz b. Cebelden şöyle rivayet etmektedirler:

Yemen'e gönderirken Rasulullah (s.a.) ona "Neyle hükmedeceksin?" di­ye sordu. Muaz "Allah'ın kitabıyla." dedi. Rasulullah (s.a.) "Peki onda bula-mazsan?" deyince Muaz "Rasulullah'm (s.a.) sünnetiyle." dedi. Rasulullah "Peki onda da bulamazsan?" dedi. Muaz "O zaman kendi görüşümle ictihad ederim" deyince, Rasulullah (s.a.) onun göğsüne vurdu ve "Rasulünün elçi­sini Allah Rasulünün hoşnut olduğu bir şeye muvaffak kılan Allah 'a ham-dolsun." buyurdular.

Yani Muaz b. Cebel kendi görüşünü ve içtihadını Kitap ve Sünnet'ten sonraya bırakmıştır. Şayet önce söyleseydi işte o zaman Allah ve Rasulünün (s.a.) önüne geçmiş olurdu. Özetle onun bu sözü, içtihadı içine alan bir edep örneğidir. Bundan sonra Allah Tealâ konuşmada riayet edil­mesi gereken edep kurallarından bahsederek şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler! Seslerinizi peygamberin sesinden yüksek çıkarmayın." Yani ey Al­lah ve Rasulüne iman eden müminler! Rasulullah (s.a.) ile konuştuğunuz zaman seslerinizi onun sesinin üstüne çıkarmayın. Çünkü yüksek sesle ko­nuşmak ihtiramın azlığına, yavaş sesle konuşmak ise tazim ve saygıya de­lâlet etmektedir. Allah'ın müminlere öğrettiği ikinci edep de şudur: "Birbi­rinize bağırdığınız gibi ona yüksek sözle (sesle) bağırmayın." Yani onunla konuştuğunuz zaman, kendi aranızda alışkanlık haline getirdiğiniz gibi, yüksek sesle konuşmanın aksine ona sakin bir edayla ve teenni ile hitap edin. Ona saygı göstererek sizi sıkmadan ve usandırmadan yavaş bir eda ile tebliğ ettiği peygamberlik vazifesinin kadrini takdir ederek "Ya Rasulul­lah! veya Ya Nebiyyallah!" diye ona hitap ediniz.

"Yoksa hiç farkında olmadan amelleriniz boşa gidiverir." Yani Allah Tealâ sizi alışılmışın dışında sesinizi yükseltmekten nehyetmiştir. Zira bunda farkında olmadan sevabın gitme veya Rasulullah'ı küçümsemenin küfre götürme endişesi ve korkusu vardır. Nitekim Malik, Ahmed, Tirmizi, Nesai ve diğerlerinin Bilal b. Haristen rivayet ettikleri sahih bir hadiste şöyle denilmiştir: "Muhakkak bir kimse Allah'ı razı edecek bir söz söyler de pek üzerinde durmazsa, karşılık olarak Allah o kimse için cenneti farz kı­lar. Bir kimse de Allah 'ı kızdıracak bir söz söyler ve ona pek aldırış etmezse, cehennemde göklerle yer arasından daha uzak bir derinliğin içine düşer."

Allah, Rasulüne (s.a.) aykırı hareket etmenin tehlikelerinden sakın­dırdıktan sonra "Rasulullah'in yanında seslerin alçaltanlar gerçekte Al­lah 'm takva için kalplerini seçtiği kimselerdir. Onlar için mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır." buyurarak Rasulullah'ın huzurunda yavaş konuşmayı emretmiştir. Ayetin manası şöyledir: Rasulullah (s.a.) ile konuşurken, onun meclislerinde bulunurken seslerini kısanların kalplerini Allah elbette tak­va için halis kılmış, temizlemiş ve ona uygun bir mahal kılmıştır. Nasıl al­tın, ateşle diğer maddelerden arıtılıp iyisi kötüsünden ayrılmışsa, aynı şe­kilde Rasulullah'ın (s.a.) huzurunda edepli bir şekilde bulunanların da Al­lah kalplerini kötü olan her şeyden temizlemiştir. Ayrıca edepli bir halde seslerini kısmalarına ve diğer itaatlanna karşılık onlara büyük bir sevap verilecek ve günahları da affedilecektir. Bunun bir benzeri de şu ayet-i ke-rime'dir: "(Muhammed'i (s.a.) size gördermemiz) Allah'a ve Rasulüne (s.a.) inanmanız, onun dinine yardımcı olmanız ve ona saygı duymanız ve sabah akşam onu teşbih etmeniz içindir." (Fetih, 48/9)

İmam Ahmed, Mücahid'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: Hz. Ömer'e "Ey müminlerin emiri! Günah işlemeye istek duymayan ve günah işlemeyen bir adan hakkında ne dersiniz?" diye yazılı olarak soru soruldu. Hz. Ömer de cevap olarak, "masiyete istek duyup da onu yapmayanlar, "gerçekte Allah'ın takva için kalplerini seçtiği kimselerdir. Onlar için mağ­firet ve büyük bir mükâfat vardır." dedi.

Sonra Allah Tealâ, Rasulullah'ın (s.a.) evi olan hücrelerin arkasından ve önünden bedevi Arapların yaptığı gibi Rasulullah'a (s.a.) seslenenleri kı­namıştır. Allah Tealâ onları en iyi ve en üstün şekilde irşad ederek şöyle buyurmuştur:

"Hücrelerin arkasından seni çağıranlar (var ya) onların çoğunun akılla­rı ermez." Yani uzaktan, Rasulullah'ın (s.a.) hanımlarına ait hücrelerin (evle­rin) arkasından sana bağıranların -ki onlar Temim kabilesinin kaba insanla­rıdır- çoğunun toplum kurallarına, adaba ve buna benzer şeylere akıllan er­mez. Onlar sana gösterilmesi vacib olan saygı ve ihtiramı idrak edemezler.

"Onların çoğunun" deyimi ile ya onların tamamı kastedilmiştir (zira Araplar yalandan sakınmak ve ihtiyatlı konuşmak için bir şeyin çoğunlu­ğunu zikrederek tamamını kastetmektedir), yahut da maksat onların ço­ğunlukla akıllarının ermediğini ifade etmektir.

"Eğer sen çıkıncaya kadar onlar sabretselerdi elbette kendileri için da­ha hayırlı olurdu. (Bununla beraber) Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." Yani her zaman ki gibi sen çıkıncaya kadar sabretselerdi bu hu­susta dünya ve ahirette kendileri için hayır ve maslahat gerçekleşirdi. Çünkü böyle bir harekette Rasulullah'a (s.a.) karşı güzel edebe riayet edil­miş ve lâyık olduğu tazim ve saygı gösterilmiş olur. Allah Tealâ kulların günahlarını bağışlayıcıdır. Onlara çok merhamet eder. Böylece onlar tevbe ve istiğfara teşvik edilmişlerdir. [8]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

1- Allah ve Rasulüne (s.a.) itaat etmek ve Kur'an ve sünnette yer alan bir hükmü diğerlerine tercih etmek gerekir.

2- Bu ayetlerle Araplar ve dolayısıyla diğer milletlere de güzel ahlâk ve edep kuralları öğretilmiştir. Çünkü Araplar, Rasulullah'a (s.a.) hitap ederken edep dışı ve kaba davranışlarda bulunmuşlardı.

3-  Kurtubi ve İbni Arabi demişlerdir ki: "Ey iman edenler! Allah ve Rasulünün huzurunda öne geçmeyin." ayeti, Rasulullah'ın (s.a.) sözlerine itirazın terkedilmesi ve ona tabi olup peşinden gitmenin gerekliliği husu­sunda temel kaidedir.

Kıyası bir hüküm kaynağı olarak kabul etmeyenler bu ayeti delil ola­rak kullanmış olabilirler. Ancak bunu delil olarak kullanmaları dayanaksızdır. Zira bir hususta Kitap ve Sünnet'in delâleti mevcutsa onun yapılması, onun Kitap ve Sünnet'e tercih edildiği manasına gelmez. Dolayı­sıyla Kitap ve Sünnet'te şeriatın füru kısmında kıyasla hükmetmenin vü-cubuna delâlet eden nasslar da mevcut olduğundan kıyasla hükmetmek Kitap ve Sünnet'in önüne geçmek değildir.[9]

4- Takvalı olmak emredilmiş ve her türlü emir ve yasaklarda takvaya riayet vacip kılınmıştır. Allah ve Rasulünün (s.a.) önüne geçmek, takvaya ri­ayet edilmesi gereken yasaklardan biridir. Allah Tealâ insanları gözetlemek­te sözlerini en ince noktasına kadar işitip, yaptıkları her şeyi bilmektedir.

5- Rasulullah (s.a.) ile konuşurken sesin kısılması ve onun sesinden daha yüksek seslerle konuşulmaması vacip kılınmıştır. Zaten Rasulullah'a (s.a.) gösterilmesi gereken ihtimam ve tazim başka türlü gerçekleşmez. Bu­rada yüksek sesle konuşmanın yasaklanmasından maksat fısıltıyı gerekti­recek şekilde mutlak bir yasaklama değildir. Bu yasak yüksek sesle konuş­manın peygamberliğin azametine, bu makamın heybetine uygun düşmeyen ve onu diğer mertebelerin altına düşürücü bir eda ve sesle olması şartı ile kayıtlıdır.

6- Müminlere "Ey Muhammedi" veya "Ey Ahmed!" diyerek değil de Rasulullah'a (s.a.) saygı ve tazim olması için "Ya Rasulallah! Ya Nebiyyal-lah!" diye hitap etmeleri vacib kılınmıştır.

Bu iki vacib ile Rasulullah'a (s.a.) tazim ve saygı gösterilmesi, onun huzurunda ve ona hitap ederken seslerin kısılması hedeflenmiştir.

7- Kadı İbni Arabi şöyle demiştir: Rasulullah'a (s.a.) vefatından sonra tazim etmek hayatta iken tazim etmek gibidir. Vefatından sonra kendisin­den nakledilen sözün değeri bizzat onun ağzından işitilen söz gibidir. Nasıl Rasulullah'ın (s.a.) meclisinde o konuşurken orada bulunanların seslerini yükseltmemeleri vacip ise, onun mübarek sözü okunurken de hazır bulu­nanların seslerini yükseltmemeleri ve ona aykırı davranmamaları vaciptir. Allah Tealâ zamanın geçmesine rağmen yukarıda ifade edilen hürmet ve tazimin devam ettiğine şu kavli ile dikkatleri çekmektedir: "Kur'an okun­duğunda onu dinleyin ve kulak verin ki size merhamet olunsun." (Araf, 7/204). Rasulullah'ın (s.a.) sözü de bir açıdan vahye benzer. Dolayısıyla Kur'an-ı Kerim'e gösterilmesi gereken tazim gibi ona da saygı göstermek gerekir. Ancak bunun bazı istisnai manaları vardır ki bunlar fıkıh kitapla­rında açıklanmıştır.[10]

8- Sesin yükseltilmemesine dair mezkûr yasaklama büyük şahsiyetle­rin heybetine ve vakara uygun olmayan sesler hakkındadır. Küçümseme ve aşağılama maksadıyla sesin yükseltilmesinin ise küfür olduğu hususunda şüphe yoktur. Savaş esnasında yahut inatçı biriyle yapılan mücadelede ya­hut da düşmanı korkutmak vb. maksatlarla sesin yükseltilmesi yasak de­ğildir. Çünkü bunda bir maslahat mevcuttur.

Bir hadis-i şerifte varit olduğuna göre Huneyn günü müslümanlar he­zimete uğradığında Rasulullah (s.a.) Abbas b. Abdulmuttalibe "İnsanlara yüksek sesle bağır." buyurdular. Hz. Abas insanlar içinde sesi en yüksek çı­kan kişiydi. Rivayet olunduğuna göre onlara bir gece baskın yapılmıştı. Abbas "Nerede kaldın ey sabah!" diye bağırınca sesinin şiddetinden hamile kadınlar çocuklarını düşürmüşlerdi.

9- Alışılmış olan orta halin üstünde yüksek sesle konuşmak suretiyle ayetteki yasağa aykırı hareket etmek, yapılan iyi amellerin boşa gitmesi­ne, sevabın iptaline yol açmaktadır. "Yoksa farkında olmadan amelleriniz boşa gider." sözü insanın bilmeden küfre düşmesinin doğurduğu bir netice değildir. Kâfir nasıl imanı küfre tercih etmeden mümin olamaz ise, aynı şe­kilde insan bilmediği hususlarda kâfir olmaz.

Bu durumda "farkında olmadan" sözü şuna işaret eder: Günahları iş­lemek kişinin farkına varmaksızın amellerini hüsrana çeker götürür.

10- Rasulullah (s.a.) ile veya onun önünde başkalarıyla konuştukların­da Rasulullah'a tazim olsun diye seslerini alçaltanların kalplerini Allah Te-alâ takva için seçmiş, her türlü kötülükten temizleyip onların kalplerine Allah korkusu ve takva duygusunu yerleştirmiştir. Onlar için günahlarının affı ve büyük bir mükâfat, yani cennet vardır.

11- Heyet halinde Rasulullah'a (s.a.) gelip mescide giren ve Rasulul-lah'ın (s.a.) hücresinin arkasından "Ya Muhammed! Haydi dışarı gel! Çün­kü bizim medhimiz bir kimse için zinet ve gurur vesilesi, kötülememiz ise bir lekedir." diyen Temim kabilesinin bedevileri kaba ve sert tabiatlı, cahil bir topluluktur. Onlar yetmiş kişiydiler. Rasulullah'a (s.a.) böyle hitap eden Akra b. Habis idi. Tirmizi'nin Bera b. Azib'den yaptığı rivayette Rasulullah (s.a.) kaylule (öğle uykusu) için yatmıştı. Onlar da Anber kabilesinin esirle­ri hakkında aracılık yapmaya gelmişlerdi. Rasulullah (s.a.) onların yarısını azad etti, diğer yansını ise fidye karşılığı serbest bıraktı. Şayet sabretse-lerdi Rasulullah (s.a.) fidye almaksızın hepsini azad edecekti.

Mukatil şöyle demiştir: Onlar on dokuz kişiydiler. Kays b. Asım, Bibri-kan b. Bedr, Akra b. Habis, Süveyd b. Haşim, Halid b. Malik, Ata b. Habis, Ka'ka b. Mabed, Veki b. Veki ve ahmak ve uysal biri olan Uyeyne b. Hısn onlardan idi.

12- Rasulullah'm (s.a.) dışarı çıkmasını bekleselerdi bu, dünya ve ahi-retleri için daha iyi olurdu. Zaten Rasulullah (s.a.) kendi özel işlerine ayırdığı vakitler dışında insanlardan ayrı değildi. Dolayısıyla özel işleriyle meşgul olduğu zaman rahatsız edilmesi saygısızlıktır.

13- "Allah çok bağışlayıcı ve çok affedicidir" ayeti tevbeye ve Allah'a sığınmaya teşviktir. [11]

 

Genel Edep Kuralları -1- Gelen Haberin Araştırılması Gerekliliği:

 

6- Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber getirirse onu iyice araştırın. Yoksa bilmeyerek bir top­luluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.

7- Hem biliniz ki aranızda Allah'ın peygamberi vardır. Şayet o birçok konuda size uysaydı elbetteki sıkın­tıya düşerdiniz. Fakat Allah imanı size sevdirdi ve onu sizin kalpleri­nizde süsledi. İnkarcılığı, fasıklığı ve isyanı da size çirkin gösterdi. İş­te doğru yolda olanlar bunlardır.

8- (Bu size) Allah'ın bir lütfü ve ni­metidir. Allah hakkıyla bilendir. Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.

 

Belagat:

 

"Fakat size imanı sevdirdi" sözünden sonra "İşte doğru yolda olanlar bunlardır." buyurularak muhatap kipinden gaib kipine geçilerek iltifat sanatı yapılmıştır.

"Size imanı sevdirdi ve onu sizin kalplerinizde süsledi." sözüyle "İn­karcılığı, fasıklığı ve isyanı da size çirkin gösterdi." sözü arasında mukabe­le sanatı vardır. [12]

 

Kelime ve ibareler:

 

"Eğer bir fasık" yani dinin ve şeriatın çizdiği sınırlardan çıkan bir kim­se. Fasık kelimesinin manası, "hurmanın kabuğunu yarıp çıkması" mana­sından alınmıştır. Fasık, bir şeyden soyulup çıkmak manasına gelir, "size bir haber getirirse onu iyice araştırın." Yani hakikatin açıkalanması ve ya­lanın ayırt edilerek doğrunun bilinmesini isteyin. İyice araştırın manasına gelen "fetebeyyenü" kelimesi sebat kökünden "fetesebbetü" şeklinde de okunmuştur. "Yoksa bilmeyerek bir topluluğa kötülük edersiniz de" yani kö­tülük yapma korkusu veya çirkinliği sebebiyle o haberi iyice araştırın, "sonra yaptığınıza" bu topluluğa karşı yaptığınız hataya "pişman olursunuz." fevkalâde üzülerek bunun hiç meydana gelmemesini temenni edersiniz.

"Hem biliniz ki aranızda Allah'ın peygamberi vardır." Yani batıl şeyler söylemeyin. Çünkü Allah Tealâ onu derhal Rasulüne (s.a.) haber verir.

"Şayet o" kendisine haber olarak söylediğiniz gerçek dışı "birçok konu­da size uysaydı elbetteki sıkıntıya düşerdiniz." Yani günah işler ve helake uğrardınız.

"Fakat Allah size imanı sevdirdi." Onların ileri sürdükleri mazeretle­rin açıklaması düzeltilmiştir. İmana karşı aşırı sevgi, küfre karşı da aşın nefretleri onların asıl mazeretlerini teşkil etmektedir. Fasık bir şahsın sö­zünü duymaları onları buna sevketmektedir. "ve onu sizin kalplerinizde süsledi. İnkarcılığı, fışkı ve isyanı da size çirkin gösterdi." Küfür; Allah'ın verdiği nimetleri inkâr ederek örtmek manasına gelir.

"İşte doğru yolda olanlar" dinleri üzere sabit olanlar "bunlardır." Yani kendilerine gelen haberleri iyice araştıranlardır.

Bu son cümle ara (muteriza) cümlesidir. Buradaki hitap Rasulullah'adır (s.a.).

"(Bu size) Allah'ın bir lütfü ve nimetidir." Bu cümle "size sevdirdi." ve "size çirkin gösterdi." cümlelerinin sebep ve illetini ortaya koymaktadır. Zi­ra sevdirmek ve doğru yola girme (rüşd) Allah'ın bir lütfü ve nimetidir.

"Allah" müminlerin ahvalini ve aralarındaki üstünlüğü "hakkıyla bi­lendir." Tevfikiyle onlara nimet vermesinde ise "yegâne hüküm ve hikmet sahibidir." [13]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber getirirse onu iyice araş­tırın." ayetinin (6. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak müfessirlerin çoğu bu ayetin Velid b. Ukbe hakkında nazil olduğunu zikretmişlerdir.

İbni Cerir, Ahmed, İbni Ebi Hatim, Taberi, İbni Ebid-Dünya ve İbni Merdüveyh İbni Abbas'tan iyi bir senetle şöyle rivayet etmektedir: İbni Ab-bas şöyle söylemiştir: Bu ayet Velid b. Ukbe b. Ebi Muayt hakkında nazil olmuştur. Rasulullah (s.a.) Velid b. Ukbe'yi Beni Mustalik'e "musaddık"[14] olarak göndermişti. Velid ile Beni Mustalik arasında kan davası vardı. Be­ni Mustalik onun geleceğini işitince onu karşılamaya çıktılar. Velid b. Ukbe onların bu halini işitince korktu ve geri dönerek şöyle söyledi: "O kavim be­ni öldürmeye kastetti ve zekâtlarını vermediler. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) onlarla savaşmaya karar verdi." Tam bu esnada Beni Mustalik'den bir heyet çıka geldi. Rasulullah'a (s.a.) şöyle dediler: "Ya Rasulâllah! Biz senin elçinin geldiğini duyunca ona ikramda bulunmak ve zekâtımızı ver­mek için onu karşılamak için çıktık." Rasulullah (s.a.) onların bu sözünü şüpheyle karşıladı ve "Ya davranışınızdan vazgeçersiniz, yahut bana canım gibi yakın ve sevgili olan bir adamı sizinle savaşması ve zürriyetlerinizi esir alması için gönderirim." deyip elini Hz. Ali'nin omuzuna vurdu. Bunun üzerine "Allah'ın ve Rasulünün öfkesinden yine Allah'a sığınırız." dediler.

Denilmiştir ki: Onlara Halid b. Velid gönderildi. Halid b. Velid onları birbirlerine teheccüd için nida ederken buldu. Zekâtlarını ona teslim etti­ler. Halid b. Velid zekât mallarını alıp geri döndü.

Bu haberi getiren şahsın Velid b. Ukbe b. Ebi Muayt olduğunda ihtilâf yoktur. Ayet her ne kadar özel bir şahıs sebebiyle nazil olmuşsa da haberle­rin iyice araştırılması ve fasık bir şahsın sözüne güvenilmemesini açıkla­ması sebebiyle geneldir.

Hasan-ı Basri şöyle demiştir: "Allah'a yemin olsun ki ayet özel olarak bu kavim hakkında gelse bile hükmü kıyamete kadar devam edecektir. Zi­ra onu başka bir nas neshetmemiştir."

Razi bu konuda, fasık lafzının Velid b. Ukbe'ye tahsis edilmesinin kötü ve uzak bir görüş olduğunu vurgulamıştır. Çünkü Velid o konuda zan ve vehmine göre hareket etmiş ve neticede hata etmiştir. Hata eden kişiye fa­sık denmez. Kur'an'da birçok yerde fasık kelimesiyle imandan çıkan kimse kastedilmişken hata yapan Velid'e nasıl fasık denebilir!

Şu ayetler fasıkın imandan çıkan kimse olduğu manasını ifade etmek­tedir:

1- "Muhakkak ki Allah fasıklar güruhunu hidayete edirmez." (Münafi-kun, 63/6).

2- "Rabbinin emrinden çıktı." (Kehf, 18/50).

3- "Fasıklara gelince onların barınağı cehennemdir. Oradan çıkmak is­tedikleri anda tekrar oraya döndürülürler." (Secde, 32/20)[15]

Fakat müfessirlerin çoğunluğuna göre Velid önceleri Rasulullah (s.a.) nezdinde güvenilir bir şahıstı. Fakat sonra onu yalanlayarak fasık olmuş­tur. Zahir olan şudur: Gelen haberleri iyice araştırmadan onun doğrultu­sunda hareket etmeyi yasaklamak ve bu konuda insanların nefretini sağla­mak için Velid'e fasık denmiştir. Gerçekte fasık değildir; o Beni Mustalik'in kendisini öldüreceğine dair yorum yapmış ve içtihad etmiştir. [16]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ müminlere, Allah ve Rasulüne (s.a.) itaat etmelerini, Ra-sulullah'a (s.a.) tazim göstermenin vacip olduğunu açıklamak için onun huzurunda seslerin kısılmasını emrettikten sonra üçüncü bir emri de onların peşinden zikretmiştir. O da şudur: Mümin fert ve toplumların arasında fit­ne çıkmasını önlemek için birileri tarafından getirilen haberlerin, iyice araştırılmasının vacip olması ve mücerred sözlere güvenmekten sakındır­ma emridir. İşte bunlar müslüman toplumun doğru bilgi edinmesinin sağ­lama ve aradaki anlaşmazlık sebeplerinin kökünden sökülmesi için zaruri ve genel kurallardır. [17]

 

Açıklaması:

 

"Ey iman edenler! Eğer size bir fasık bir haber getirirse onu iyice araş­tırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz." Yani ey Allah ve Rasulünü (s.a.) tasdik eden müminler! Şayet bir şeyin yalan olup olmadığına dikkat etmeyen bir fasık size başka bir kimseye zarar verme mahiyetinde olan bir haber getirirse gerçeği iyice araştırarak, o konuda kesin bilgiye sahip olun. Gerçeğin iyice ortaya çık­ması için o haberi ve olayı derinlemesine araştırmadan, hüküm vermede acele davranmayın. Zira bunda durumunu bilmeden bir kavme hak etme­dikleri bir zararı verme ve onlara eza etme ihtimali vardır. Sonra da onlar hakkında hatalı hüküm verdiğiniz için pişman olursunuz. Böyle bir şeyin hiç olmamasını temenni ederek buna çok üzülürsünüz.

"Fasık" kelimesi ile haber manasına gelen "nebe" kelimesinin nekre getirilmesi bu hükmün bütün fasık ve haberlere şamil olduğuna delâlet et­mektedir. Ayet-i kerimede sanki şöyle söylenmiştir: Herhangi bir fasık size herhangi bir haberi getirirse durup onu araştırın, işin açıklanmasını ve ha­kikatin ortaya çıkmasını isteyin. Sadece fasık kimsenin sözüne itimat et­meyin. Zira kim fasıklıktan sakınmazsa fasıklığm bir çeşidi olan yalan söy­lemekten de sakınmaz.[18]

Bu ayet adil olan bir kimsenin verdiği haberin hüccet olduğuna ve fa­sık kimsenin yaptığı şehadetin kabul edilmeyeceğine delâlet etmektedir.

Sonra Allah Tealâ meselelerini saygı ve hürmetle sormaları için ara­larında Allah Rasulünün bulunduğunu müslümanlara hatırlatmıştır. Allah şöyle buyurmuştur:

"Hem biliniz ki aranızda Allah 'in peygamberi bulunmaktadır. Eğer o birçok konuda size uyacak olsaydı kesinlikle sıkıntıya düşerdiniz." Yani bi­liniz ki beraberinizde Allah Rasulü (s..) bulunmaktadır. Dolayısıyla ona hürmet gösterin ve emrine boyun eğin. Çünkü o size fayda verecek şeyleri daha iyi bilir. Hakka uymayan söz söylemeyin. Haberin doğruluğunu iyice araştırmadan, insanlar hakkında hüküm vermede acele etmeyin. Eğer o verdiğiniz haberler ile ima ettiğiniz isabetsiz görüşlerin çoğuna uysaydı, bu sizin sıkıntı, günah ve helake uğramanıza sebep olurdu. Fakat o iyice araş­tırmadan ve üzerinde derinlemesine düşünmeden, kendisine ulaştırılan haber veya görüşle hemen amel etmez.

Allah Tealâ nakledilen haberleri iyice araştırma emrinin devam ettiği­ni göstermek için "size itaat etseydi" demiş, "size uyacak olsaydı." diyerek gelecek zaman sigasını kullanmıştır. Bunun delili "birçok konuda" sözüdür. Yani devamlı olarak kendileri için ortaya çıkan görüşlerin çoğunda Rasu-lullah'ın kendilerine uymasını isteseler o takdirde günaha girer ve helak olurlardı.

"birçok konuda" sözünde bütün görüş ve düşüncelerin hataya nispet edilmemesi açısından müminlere de iltifat edilmiştir.

Bu ayette konuşma adabı güzel bir şekilde öğretilmiş ve azınlık da ol­sa bir kısım insanların görüşlerinin doğru olabileceğine işaret edilmiştir. Bu sebeple "Fakat Allah size imanı sevdirdi ve onu kalplerinizde süsledi. İnkarcılığı, fasıklığı ve isyanı da kötü gösterdi. İşte doğru yolu bulanlar bunlardır." buyurularak bazılarının Beni Mustalik'in durumu anlaşılmca-ya kadar beklemenin zaruri olduğuna dair görüşüne işaret edilmiştir.

Allah size imanı her şeyden çok sevdirecek ve onu kalplerinizin derin­liklerine yerleştirerek tevfikiyle imanı size güzel göstermiş ve yaratıcıyı in­kâr, peygamberi yalanlama manasına gelen küfrü, din sınırından çıkmak manasına gelen fasıklık ve aykırı davranma ve itaatsizlik manasına gelen isyanı size çirkin göstermiştir.

İşte bütün bu sıfatlara sahip olanlar dinin gerektirdiği şeyleri yapa­rak, dinî edebe riayet ederek hak yolunda istikamet üzere bulunanlardır. İyice araştırmadan başkalarının ithamına meyletmezler. "(Bu size) Al­lah'ın bir lütfü ve nimetidir. Allah hakkıyla bilendir, yegâne hüküm ve hik­met sahibidir."

İlâhi bir lütuf ve katından bir nimet olsun diye, imanı size Allah sev­dirdi ve daha önce geçen üç şeyi de çirkin gösterdi. Allah olmuş ve ileride vuku bulacak bütün işleri en iyi bilendir. Mahlukâtın işlerini düzenleyip idare etmede, sözlerinde, yaptıklarında, koyduğu hükümlerde ve takdirin­de hüküm ve hikmet sahibidir. [19]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

1- Hata ile başkalarına eza etmeyi önlemek için ihtiyatlı ve dikkatli olmak, nakledilen haber ve rivayetlerde iyice araştırma yapmak vaciptir. Çünkü bu haberlere dayanarak hemen hüküm veren ve tasdik eden kimse acele davrandığı ve düşünerek, teenni ile hareket etmeyi terkettiği için piş­manlık duyar. Bu sebeple Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Teenni Allah'tan, acele ise şeytandandır.[20]

2- "Size bir fasık bir haber getirirse onu iyice araştırınız." ayeti, eğer adil bir kimse ise tek kişinin verdiği haberin (haberu'l-vahid) kabul edile­ceğine delil teşkil eder. Zira fasık bir kimse bir haber naklettiğinde müslü-mana onu araştırması emredilmiştir. Bir kimsenin fasık olduğu sabit olun­ca onun getirdiği haberin de batıl olacağı hususunda icma vardır. Haber vermek bir emanettir. Fasıklık onun batıl olduğuna karine teşkil eder. Bu­rada haberi kabul için iyice araştırma yapmanın illeti fasıklık sıfatıdır. Fa­sıklık bir kimsede yoksa hükmün illeti de yok demektir. Buradaki icmadan davalar, ikrar, başkasına borçlu olduğunu ikrar, herhangi bir muamelat ko­nusunda maksut bir hakkı başkasına karşı ispat etmek -yani falan şahıs sana şunu gönderdi veya bu benim malımdır, demek- gibi konular bu ka­ideden istisna edilmiştir. Bu konularda haber veren kâfir bile olsa tasdik edilir.

Başkaları üzerinde bir hak ortaya koyma meselesinde ise İmam Şafii ve başka fakihler şöyle demişlerdir: Kâfir nikah akdinde veli olamaz. İmam Malik ve Ebu Hanife'ye göre ise nikâhta veli olabilir. Çünkü onun, kadının malı üzerinde velayeti varsa nikahlandırılması hususunda da velayeti var­dır. Malı konusunda velisi olabiliyorsa nikâhta veli olması öncelikle caizdir. Bir kimse her ne kadar fasık da olsa onun babalık gayreti tam olarak var­dır. Zaten kâfir kimse bu sebeple ailesini himaye etmektedir. Hanefiler, zimmîlerin birbirleri hakkında yaptıkları şehadeti kabul etmişlerdir.

Kısaca bu ayet itikat konuları dışındaki dinî meselelerin ispatı, borç­landırma ve şahitlik konularıyla ilgilidir.

3- Bazıları bu ayeti, fasık bir kimsenin şahitlik yapabileceğine delil ge­tirmişlerdir. Aksi takdirde iyice araştırma emri hiçbir fayda sağlamaz. Ni­tekim Alusi şöyle demiştir: Hanefi mezhebine göre şehadete ehil bile olsa fasıkın şehadeti kabul edilmez. Şayet kadı onun şehadetiyle hüküm verir ise asi olur. Fakat verdiği hüküm yine de geçerlidir.[21]

4- Hanefiler hâli bilinmeyen (meçhulu'1-hâl) bir kişinin verdiği haberin makbul olduğuna bu ayeti delil göstermişlerdir. Zira ayet, fısk sıfatının ha­beri kabulden önce iyice araştırma yapılmasının gerekli olmasının bir şartı olduğuna delâlet etmektedir. Dolayısıyla bu geldiği malalle tahsis edilir ve bu konunun dışındaki meseleler önceki gibi kalır. Yani onlar makbuldür.

5- Ayet-i kerimede haber-i vahidin yakinî (kesin) bilgi gerektirmediği­ne dair bir delâlet vardır. Bunun delili o konunun iyice araştırılmasının va­cip olmasıdır. Zira eğer haber-i vahid kati ilim ifade etseydi o konuda araş­tırma yapmaya ihtiyaç duyulmazdı.[22]

6- İbni Arabi şöyle demiştir: İmam Şafii ve benzerlerin fasıkın imame­tini caiz görmeleri hayret edilecek bir husustur. Bir buğday tanesine dair kendisine güven duyulmayan şahsa din konusunda nasıl güvenilebilir?! Fasıkın arkasında namaz kılan kimsenin sonradan onu gizlice iade etmesi vaciptir. Fakat bir kimsenin razı olmadığı imamların arkasında namazı terketmesi uygun olmaz.[23]

7-  Şayet fasık bir kimse vali olursa hakka uyduğu ölçüde verdiği hü­kümler icra edilir. Hakka muvafık olmayan hükümleri de reddedilir. Fası­kın uyguladığı bir hüküm asla bozulmaz.

8- Bir sözün götürülmesi, bir nesnenin ulaştırılması veya bir işin baş­ka bir şahsa öğretilmesi hususunda, bir şahsın elçisi olması durumunda fa-sığın sözünün kabul edileceğinde fikir ayrılığı yoktur. Çünkü onun kabulü­nü gerektirecek bir zaruret mevcuttur. Fakat fasıkın sözü başka bir şahsın hakkıyla ilişkili ise kabul edilmez.

9-  Bazıları bu ayeti, sahabenin içinde de adil olmayan kimselerin bu­lunduğu görüşüne delil getirmişlerdir. Zira Allah Tealâ; ayet Velid b. Ukbe hakkında nazil olduğundan, fasık lafzını bir sahabe için kullanmıştır. Aye­tin nüzul sebebini lafzın umumiliği dışında tutmak mümkün değildir. Hal­buki Velid b. Ukbe'nin sahabe olduğu konusunda ittifak vardır.

Ancak çoğunluğa göre sahabenin tamamı adildir.

10- Fasık iki kısma ayrılır:

a) Tevili mümkün olmayan fasık. Bu çeşit fasığın haberinin kabul edil­meyeceği konusunda ihtilâf yoktur.

b) Bidatçi olduğu açık olan kimseler diye isimlendirilen Cebriye ve Ka-deriyye gibi olan fasık. Bunun verdiği haberin kabul edilip edilmeyeceği konusunda görüş ayrılığı vardır. İmam Şafii gibi bazı usul alimlerine göre onun hem şehadeti hem de rivayeti kabul edilmez. Fukahanın çoğunluğu ve muhaddislere göre onun şehadeti de rivayeti de makbuldür. Çünkü onun yaptığı şahitlik yalan söylemesi töhmeti (ihtimali) sebebiyle reddedi­lir. Halbuki onun fasıklığı doğru söylemesine mani olmayan bir inanç sebe­biyledir. Yaptığı rivayetlere gelince Rasulullah (s.a.)'dan başkası aleyhine yalan söylemekten sakınan kimse, Rasulullah hakkında yalan söylemek­ten daha çok sakınır.

11- Şayet fasık olan kimse adil iki şahitle hükmetmek gibi zannı gali­bine göre hüküm verse, bu, bilinmeyen bir şeyle amel manasına gelmez. Çünkü bilinmeyen bir şeyle amel demek, söylediği sözlerden zann-ı galip hasıl olmayan bir kimsenin sözünü kabul etmek demektir.

12- Rasulullah'ın (s.a.) ashabın içinde bulunması iyice araştırma, ted­birli olma ve teenni ile hareket etmenin temel taşıdır. Dolayısıyla Rasulullah (s.a.) onları hüküm vermede acele davranmalarına engel olmaktadır. Şayet Velid b. Ukbe'nin gönderildiği kavmi öldürseydi bu büyük bir hata olur, düşman olduğu bu kavmin helak olmasını isteyen kimsenin büyük bir günaha girmesine ve helake uğramasına sebep olurdu.

Allah Tealâ'nm "Hem biliniz ki aranızda Allah'ın Rasulü vardır." sö­züyle "Yalan söylemeyin. Çünkü Allah sizin haberlerinizi ona bildirir de re­zil kepaze olursunuz." manası kastedilmiştir.

13- Allah Tealâ önce imanı, sonra ona mukabil küfür, fasıklık ve isyan­dan oluşan ve ashaba çirkin gösterilen üç şeyi zikretmiştir. İman kalple tasdik, lisan ile ikrar ve azalarla amelden her üçünü içine alan bir isimdir. Küfür, Allah'ı inkâr etmek manasınadır ve kalp ile boyun eğmenin karşılı­ğıdır. Fasıklık dil ile ikrarın, isyan da bedenle amel etmenin karşılığıdır. Dinî hükümler ile amel etmeyi terketmek manasına gelen isyan, bütün gü­nahları içine alır. Bunun manası şudur: Derinlemesine araştırma yapan mümin tekzip edilmez.

14- Eş'ariler "sevdirdi" ve "çirkin gösterdi" sözlerini fiillerin yaratılma­sı (halkü'1-efal) meselesine delil göstermişlerdir. Yani kulların fiilerini sa­dece Allah yaratmıştır. Onun bunda ortağı yoktur. Bunun bir benzeri de şu ayeti kerimedir: "Sizi ve yaptıklarınızı Allah yaratmıştır." (Saffat, 37/96). Eş'ariler bu şekilde, "sevdirdi" ve "çirkin gösterdi" kelimelerini lütf ve tevfi-ke tevil ederek insan kendi fiilinin halikıdır, diyen Kaderiyye[24], İmamiyye ve Mutezile'nin görüşünü reddetmişlerdir.

15- Elbette ki Allah'ın muvaffak kılıp imanı sevdirdiği ve küfrü çirkin gösterdiği kimseler doğru yolu bulanlardır. Allah Tealâ onlara bir lütuf ve nimet olsun diye böyle yapmıştır.

Ashab-ı kiramın "doğru yolu bulanlar" diye isimlendirilmesiyle onla­rın Rasulullah'a (s.a.) ittiba ettiklerine, onun irşadına yapışıp onun maka­mını ve kendi aralarındaki mevkiini bildikleri için rüşdü hak ettiklerine işaret edilmektedir. Ayrıca kendilerini rüşde ulaştıracak işlerden uzak ol­maları bakımından başka bir gruba da tariz yapılmıştır.

16- Allah Tealâ her şeyi en iyi bilendir. Bu yüzden hayrı araştıranla araştırmayanı, Rasulullah'ı (s.a.) hikmetin gerektirdiği şekilde isteyenle is­temeyeni çok iyi bilmektedir. Bunun ötesinde Allah eşyanın hakikatini bi­lir ve onu Rasulüne (s.a.) öğretir. Ona hikmetin gerektirdiği davranışları emreder. Dolayısıyla onun emrettiği yerde durmak ona karşı küstah ve ka­ba davranmaktan sakınmak gerekir.

17- Rasulullah (s.a.) yedinci ayetin ihtiva ettiği manaya göre dua eder­di. İmam Ahmed ve Nesai Ebi Rifaa ez-Zekri'den, o da babasından şöyle ri­vayet etmiştir: Uhud günü müşrikler geri çekilince Rasulullah (s.a.): "Düz saflar olun ki Rabbime hamdü sena edeceğim" deyince herkes onun arka­sında saf oldular. Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Ey Allah'ım! Hamdin tamamı ancak sanadır. Ey Allah'ım! Senin ge­nişlik verdiğini kimse daraltamaz, daralttığına ise kimse genişlik veremez. Senin dalâlette bıraktığını kimse hidayete erdiremez, senin hidayete ulaş­tırdığını kimse saptıramaz. Senin menettiğine kimse veremez, senin verdiği­ne kimse engel olamaz. Senin uzaklaştırdığını yaklaştıracak olmadığı gibi yaklaştırdığını da kimse uzaklaştıramaz.

Ey Allah'ım! Bereketlerinden, rahmetinden, fazlu kereminden ve rız­kından bize genişçe ver. Ey Allah'ım! Ben değişmeyen ve zail olmayan kalıcı nimeti istiyorum.

Ey Allah'ım! İhtiyaç anında nimeti, korku anında emniyeti istiyorum. Ey Allah'ım! Bana verdiğin ve menettiğin şeylerin şerrinden sana sığını­rım.

Allah'ım! Bize imanı sevdir ve onu kalplerimizde süsle. Bize küfrü, fa-sıklığı ve isyanı çirkin göster ve bizi doğruyu bulanlardan kıl.

Allah'ım! Bizim müslüman olarak ruhumuzu kabzet, müslüman ola­rak dirilt. Bizi bedbahtlara değil de salihlere ilhak eyle.

Allah 'im! Senin peygamberlerini yalanlayan ve senin yolundan alıko­yan kâfirleri kahret. Onların üzerine azabını ve musibetini gönder.

Ey gerçek ilâh olan Allah 'im! Kitap ehli olan kâfirleri de kahret." [25]

 

Dahili Anlaşmazlıkları Çözme Yolları Ve Bağilere Uygulanacak Hükümler:

 

9- Eğer müminlerden iki zümre birbiriyle savaşırlarsa aralarını düzeltin. Şayet onlardan biri ötekine karşı halâ tecavüz ederse Allah'ın emrine donunceye kadar sız o tecavüz edenle savaşın. Eğer (Allah'ın emrine) dönerse adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah adil davrananları sever.

10- Muminler ancak kardeştirler.  Öyleyse iki kardeşinizin arasını düzeltin. Allah'tan korkun ki merhamet olunasınız.

 

Belagat:

 

"savaşırlarsa aralarını düzeltin." ayetinde (kati ile ıslâh kelimeleri arasında) tezat vardır.

"Müminler ancak kardeştirler." ayetinde teşbih-i beliğ vardır. Benzer­lik yönü (vech-i şebeh) ile teşbih edatı hazfedilmiştir. Bunun aslı şöyledir: Müminler birbirlerini sevmede kardeş gibidirler. [26]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Eğer müslümanlardan iki zümre" taife, bir insan topluluğu manasına gelir, "birbirleriyle savaşırlarsa aralarını" nasihatle ve onları Allah'ın hük­müne çağırmakla "düzeltin." Nasihat ile veya tehdit ve zor kullanarak on­ların birbirleriyle savaşmalarına engel olun.

"Şayet onlardan biri ötekine tecavüz ederse." Yani haddi aşarak ona zulmederse "siz o tecavüz edenle Allah'ın emrine" yani hakka "dönünceye kadar savaşın. Eğer (Allah'ın emrine) dönerse aralarında adaletli davra­nın. " Telef olan malları insaflı bir şekilde tazmin ederek anlaşmazlık se­beplerini ortadan kaldırın.

"Şüphesiz Allah adil davrananları sever." Yani Allah güzel mükâfat vererek onların yaptığı bu işi över.

Dinde, akidede ve ebedî hayatı gerektiren iman konusunda "Müminler ancak kardeştirler." Din kardeşliği, soy kardeşliği ve arkadaşlıktan çok daha kuvvetli ve devamlıdır. Bu söz iki müslüman grubun arasını düzeltme emrinin illetini beyan etmektedir. Bu yüzden aralarını düzeltme emrinin hemen ardından bu kardeşliğe tekrar işaret edilmiştir.

"Öyleyse" anlaşmazlığa düştüklerinde "iki kardeşinizin arasını düzel­tin." Anlaşmazlık en az iki kişi arasında meydana geldiğinden burada özel­likle iki kişi zikredilmiştir. Bu ayetteki "ahaveyküm-iki kardeşiniz" kelime­si kardeşleriniz manasına gelecek şekilde "ihveteküm" ve "ihvâneküm" şek­linde de okunmuştur.

Emrine aykırı hareket etmek ve o konuda ihmalkâr davranmak husu­sunda "Allah'tan korkun ki" bu takvanıza karşılık "merhamet olunasınız." [27]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Eğer müminlerden iki zümre birbiriyle savaşırlarsa aralarını düzel­tin." ayetinin (9. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Buhari, Müslim, Ah-med, İbni Cerir ve diğerleri Enes b. Malikten şöyle rivayet etmektedirler:

Rasulullah'a (s.a.) "Ya Nebiyyallah! Abdullah b. Ubeyy'e gitseniz." de­nildi. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) bir eşek üzerinde diğer müslümanlar da yürüyerek ona doğru yola çıktılar, gübrelenmiş bir araziden geçerken eşek bevletmişti. Abdullah b. Ubeyy "Onu benden uzaklaştırın. Vallahi onun pis kokusu beni rahatsız ediyor." dedi Bunun üzerine Abdullah b. Ra-vaha "Allah'a yemin ederim ki onun eşeğinin sidiği senden daha iyi kok­maktadır." dedi. Abdullah'a kavminden bir adam arka çıktı. Her birine kendi arkadaşları arka çıkınca hurma dalları, elleri ve ayakkabılarıyla kavgaya tutuştular. Bunun üzerine Allah Tealâ "Eğer müminlerden iki zümre birbiriyle savaşırsa aralarını düzeltin." ayetini indirmiştir.

Denilmiştir ki: Rasulullah (s.a.) hastalığında Sa'd b. Ubade'yi ziyarete gidiyordu. Yolda Abdullah b. Ubeyy'e rastladı. Abdullah b. Ubeyy bir şeyler söyledi. Abdullah b. Ravaha onun söylediklerini kabul etmedi. Her birine kendi adamları taraf çıkınca birbirleriyle kavga ettiler. Bunun üzerine ayet nazil oldu. Rasulullah (s.a.) nazil olan ayeti onlara okuyunca anlaştılar. İb-ni Ravah'a Hazrec kabilesine, İbni Ubeyy ise Evs kabilesine mensup idi.

İbni Cerir ile Ebni Ebi Hatim Suddi'nin şöyle söylediğini rivayet et­mişlerdir:

Ensar'dan İmran isimli bir adam vardı. Bu zat Ümmü Zeyd isimli ka­dını nikâhı altında bulunduruyordu. Karısı ailesini ziyaret etmek isteyince kocası ona engel oldu. Kadının ailesinden hiç kimse girmesin diye kadını bir odaya hapsetti. Kadın ailesine haber gönderdi. Bunun üzerine kadının kabilesi geldi ve onu götürmek istediler. Adam da kendi kavminden yardım istedi. Onlarda gelip kadını ailesinden ayırmak isteyince aralarında bir kavga başladı. İşte onlar hakkında bu ayet nazil olmuştur. Rasulullah (s.a.) onlara elçi gönderdi, aralarında sulh yaptı; onlar da Allah'ın hükmü­ne döndüler.

İbni Cerir Hasan-ı Basri'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: İki ka­bile arasında husumet meydana gelmişti. Allah'ın hükmüne çağırıldıkla­rında ona icabet etmekten yüz çevirdiler. Bunun üzerine "Eğer müminler­den iki zümre birbiriyle savaşırsa aralarını düzeltin." ayeti nazil olmuştur.

İbni Cerir Katade'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bize anlatıldı­ğına göre bu ayet aralarındaki bir hak sebebiyle husumetleşen Ensar'a mensup iki adam hakkında nazil olmuştur. Biri aşireti kalabalık olduğu için "Ben onu zorla alırım" demiştir. Diğeri onu Rasulullah'ın (s.a.) hükmü­ne çağırınca bunu kabul etmemiş, bu anlaşmazlık karşılıklı itişip kakışma­ya kadar varmıştır. Hatta birbirlerine elleriyle ve ayakkabılarıyla vurmuş­lardı. Fakat kılıç çekmemişlerdi.

Kısaca nüzul sebepleri çok çeşitli olabilir. Ancak anlatılan olaylar bir­birlerine benzemektedir. [28]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ müminleri fasık bir kimsenin verdiği haberden sakındır­dıktan sonra burada onun verdiği haberin yol açabileceği fitne ve anlaş­mazlıkları hatta savaşları beyan buyurmuştur. Allah Tealâ birbiriyle an­laşmazlık halinde olanların aralarının nasihat, vaaz, irşad ve hakem tayini gibi barış yollarından birisiyle düzeltilmesini istemiştir. Eğer taraflardan biri diğerine zulmederse haddi aşan zalimle savaşılmasmı emretmektedir.

Sonra bu barıştırma hükmüne her iki taraf arasında kardeşlik bağının bulunmasını illet göstermiştir. Sonra da aracılara ve birbiriyle kavga eden ta­raflara Allah'tan korkmalarını ve O'nun emrine itaat etmelerini emretmiştir. [29]

 

Açıklaması:

 

"Eğer müminlerden iki zümre birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzel­tin." Yani şayet müslüman iki grup birbirleriyle savaşırlarsa idarecilerin nasihat ederek, onları Allah'ın hükmüne çağırarak, onlara doğruyu gösterip şüphe ve ihtilâf sebeplerini ortadan kaldırarak onları barıştırması gerekir.

Ayette "in" (şayet) edatının kullanılması, müslümanlar arasında savaş meydana gelmesinin uygun olmadığına, olsa bile bunun çok nadir olduğu­na işaret içindir. Burada idarecilere hitap edilmiştir. Ayette kullanılan emir sigası bunun vacip olduğunu ifade etmektedir.

Buhari ve diğerleri büyük günah bile olsa masiyetin kişiyi imandan çı­kartmayacağına bu ayeti delil getirmişlerdir.

Buhari'nin Sahih'inde Ebû Bekre'nin şöyle dediği sabit olmuştur: Rasulullah (s.a.) bir gün hutbe irad ediyordu. Hasan b. Ali (r.a.) da onun ya­nındaydı. Bir ona bir de insanlara bakmaya başladı. Şöyle diyordu: "Benim bu oğlum seyyiddir. Umulur ki Allah Tealâ onun sebebiyle müslümanlar-dan iki büyük zümreyi barıştırır." Rasulullah'ın (s.a.) buyurduğu gibi uzun savaşlardan sonra Allah Tealâ onun vasıtasıyla Iraklılar ve Şamlıların ara­sını ıslah etmiştir.

"Şayet onlardan biri halâ ötekine tecavüz ederse Allah'ın emrine dönün-ceye kadar siz o tecavüz edenlerle savaşın." Yani gruplardan biri diğerine karşı haddi aşar, ona zulmeder, nasihate ve Allah'ın emrine boyun eğmez ise Allah'ın hükmüne ve isyan çıkarmama emrine dönünceye kadar müslü-manların bu zalim gruba karşı savaşmaları gerekmektedir. Onlara karşı ya­pılan harp silahlı veya başka yollarla olabilir. Onlara karşı maslahatı, yani Allah'ın hükmüne dönmelerini gerçekleştirecek uygun bir yol takip edilir. Silahsız olarak bu maksat gerçekleştirildiği takdirde fazlası taşkınlığa yol açar. Ancak onları yola getirecek bir vesile olarak silah kullanma zorunlu hale gelmişse, onlar Allah'ın hükmüne dönünceye kadar bu yapılır.

"Eğer (Allah'ın emrine) dönerse artık aralarını adaletle düzeltin. (Her işinizde) adil davranın. Şüphesiz ki Allah adil davrananları sever." Yani zalim olan taraf savaştan sonra zulmünden vazgeçer, Allah'ın emrine ve hükmüne razı olursa müslümanların bu iki grup arasında adaletle hük­metmesi, Allah'ın hükmüne uygun doğru hükmü araştırması ve zulümden vazgeçmesi için zulme uğrayan tarafın hakkını vermesi gerekir.

Ey aracılar! Onların arasında hükmederken adaletli olun. Şüphesiz Allah adil olanları sever ve onları en güzel bir şekilde mükâfatlandırır. Bu­nunla Allah her hususta adil davranmayı emretmiştir.

İbni Ebi Hatim ve Nesai Abdullah b. Amr'ın şöyle dediğini rivayet et­mektedir: Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Dünyada adil davranan­lar, Rahman'ın huzurunda bu davranışlarına karşılık inciden yapılmış minberlerde oturacaklardır.[30]

Müslim ve Nesai Abdullah b. Amr'dan, oda Rasulullah'dan (s.a.) şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Verdikleri hükümlerde, yetkili tayin edildikle­ri hususlarda ve ahalileri hakkında adil davranan kimseler Allah katında arşın sağındaki nurdan minberler üzerindedirler."

Sonra Allah Tealâ harp dışında en küçük bir anlaşmazlık bile olsa müslümanların birbirlerini barıştırmalarını emretmiştir. Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır:

"Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse iki kardeşinizin arasını düzel­tin. Allah'tan korkun ki merhamet olunasınız."

Doğruyu tam olarak göstermek için Allah Tealâ müminlerin kardeş olduğunu, iman gibi tek bir aslın onları bir araya getirdiğini bu yüzden kav­galı iki kardeşin arasını düzeltmenin gerektiğini zikretmiş, iki kardeşin arasını düzeltmeye önem vermelerine ek olarak da onlara Allah'tan kork­malarını emretmiştir. Mana şöyledir: Onların arasını düzeltin. Bu arabulu­culukta ve diğer bütün konularda Allah'tan sakınmak ve O'na karşı korku ve haşyet duymak prensibiniz olsun. Şöyle ki: Her ikisi de kardeşiniz oldu­ğu, İslâm'da herkes haklar konusunda eşit olduğu, herhangi bir üstünlük ve fark olmadığı için, onlardan birine meyletmeyip sadece hak ve adaleti gerçekleştirmeye çalışın. Emirlere uymak, yasaklardan sakınmak manası­na gelen takva sebebiyle belki size merhamet edilir.

Burada şu husus dikkat çekmektedir: Allah Tealâ iki kişinin birbiriyle nizalaşmasından (çekişme ve kavgasından) bahsederken "Allah'tan kor­kun" demiştir. İki grubun arasını düzeltmeden bahsederken böyle deme­miştir. Bunun sebebi şudur: İki kişinin birbiriyle kavgalı olması durumun­da bu kavganın genişleme korkusu vardır. İki grubun kavga etmesi duru­munda ise fitne ve mefsedetin eseri zaten herkesi içine almakta olduğu için geneldir.

"innemâ: ancak" kelimesi hasr içindir. Kardeşliğin ancak müminler ara­sında olabileceğini, mümin ve kâfir arasında kardeşlik olamayacağını ifade etmektedir. Zira İslâm, kendisine tabi olan fertler arasındaki ortak bağdır. "innema" edatı aynı şekilde arabuluculuk emri ve onun vacip olmasının an­cak İslâm kardeşliğinin bulunması durumunda söz konusu olduğunu ifade eder. Yoksa kâfirler arasında söz konusu değildir. Şayet kâfir zımmi veya müste'men (eman dilemiş ve ona eman verilmiş) ise ona yardım etmek, onu korumak ve ondan zulmü gidermek vaciptir. Hasmı harbî (harp durumunda) olduğundan müslümana da mutlak olarak yardım etmek gerekir.

Din kardeşliğini vurgulayan birçok hadis-i şerif rivayet edilmiştir. Sa-hih-i Buharı de gelen diğer bir hadis de şöyledir:

"Kul kardeşine yardım ettiği müddetçe Allah Tealâ da ona yardım eder."

Yine Buhari'de şöyle rivayet edilmiştir: "Birbirlerini sevmede ve birbir­lerine acımada müminler bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hastalan­dığında diğer uzuvlar da uykusuzluk ve ateş ile onun acısına iştirak eder­ler. " "Mümin mümin için bir bina gibidir. Onlar birbirlerini tutarlar." Rasu-lullah (s.a.) bunu söylerken parmaklarını bir birine geçirdi."

Ahmed Sehl b. Sa'd es-Saidi'den Rasulullah'm (s.a.) şöyle buyurduğu­nu rivayet etmiştir: "Müminler içinde bir mümin bedendeki bir başa benzer. Nasıl beden, başta olan bir rahatsızlık sebebiyle elem duyarsa mümin de iman ehli için öyle elem duyar." [31]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

1- İslâm devletlerindeki yönetici ve hakimlere leh ve alevlerine bile ol­sa onları Allah'ın Kitabına çağırmak, onlara nasihat edip doğruyu göster­mek ve onların meseleye bakış açılan arasında bir uyum ve ortak nokta tesbit etmek suretiyle birbiriyle savaşan iki müslüman grubun arasını ıs­lah etmeleri vaciptir.

2- Gruplardan biri Allah'ın hükmüne ve Kitabına icabet etmeyip haddi aşar ve diğerine saldırarak yeryüzünde fesat çıkarırsa, Allah'ın emrine yani Kitabına dönünceye kadar en hafifinden başlayıp sırasıyla bütün vasıtaları kullanılarak onlarla savaşılması gerekir. Şayet Allah'ın hükmüne dönerse her iki grubu insaflı ve adaletli olmaya sevketmek gerekir. Çünkü Allah hak ve adalet ile hükmedenleri sever ve onlara en güzel mükâfatı verir.

Fukahanm kullandığı bir terim olarak "Baği topluluk" zahiren caiz fa­kat gerçekte kati değil de zanni (zanna dayalı) olan bir yorum sebebiyle devlet başkanına muhalefet ve isyan eden fırka demektir. Mürtedin ise yo­rumu kati olarak batıldır. Dolayısıyla mürted baği değildir. Aynı şekilde müslümanlarla savaşmayıp sırf itikadı konularda Harici olanlar da baği değildirler. Hariciler büyük günah işleyenleri tekfir eden ve bazı imamlara söven bidatçilerin bir türüdür. Ayrıca Allah'a ait veya kullara ait bir şer'î hakka engel olan da baği sayılamaz. Çünkü bunların tevili olamaz.

Yine bir topluluğa baği (isyankâr) denebilmesi için onların bir hazırlı­ğı, ordusu ve gücü olması gerekir. Devlet başkanı onları ortadan kaldırmak için mal sarfetmek ve ordu hazırlamak gibi bir külfete ihtiyaç duyar. Şayet onlar fertler halinde olsalardı onları yakalamak çok kolay olurdu. Dolayı­sıyla hazırlığı, güç ve kuvveti olmayan fertler baği değildir.

"Eğer müminlerden iki zümre birbirleriyle savaşırlarsa..." ayetine da­yanarak alimlerin çoğu bağilerin kâfir ve fasık olmadığı görüşündedir. Hz. Ali şöyle demiştir: "Kardeşlerimiz bize karşı baği olmuşlardır. Fakat onlar yaptıkları işlerde ve sahip oldukları tevilde hataya düşmüşlerdir." Hz. Ali'ye karşı çıkan Hariciler ile Ebu Bekir (r.a.) zamanında zekat vermeyen­ler burada misal olarak gösterilebilir.

3- "Eğer müminlerden iki zümre birbiriyle savaşırlarsa aralarını dü­zeltin..." ayeti müminin öldürme, ana babaya isyan etme, faiz ve yetim ma­lı yeme gibi büyük günahları işlemekle imandan çıkmayacağına delildir. Çünkü baği iki gruptan biri olarak kılınmış ve Allah Tealâ o iki grubu mü­min olarak isimlendirmiştir.

4- Baği topluluğa karşı savaşmak saldırıyı defetmek içindir. Alimler bağiler hakkında kesin hükmü vermişlerdir. Demişlerdir ki: Eğer taraflar­dan her ikisi de baği olarak savaşırlarsa aralan düzeltilir. Anlaşma yap­madan, bu hal (baği) üzere kalmaya devam ederlerse her ikisine karşı savaşılır. Şayet onlardan biri ötekine karşı baği ise yapılması gereken sulha razı oluncaya kadar baği olan tarafla savaşmaktır. Aralarında barış ta­mam olursa onun adalet ve hak ile yapılması gerekir. Şayet bir şüphe ileri sürülürse hakikati gösteren kati delil ve aydınlatıcı hüccetle bu şüphe izale edilir.

Ayet-i kerim'e bağilerin kabul ettikleri mezheplerin inancının, savaş­madıkları müddetçe onlara karşı savaşmayı gerektirmediğine delâlet et­mektedir. Zira Allah Tealâ: "Şayet onlardan biri ötekine karşı tecavüz eder­se onlarla savaşın." Buyurmaktadır.[32]

5- Ayet-i kerime, devlet başkanına veya müslümanlardan birine karşı baği olduğu bilinen bir zümre ile savaşmanın vücubuna (kesin gerekliğine) açık bir şekilde delâlet etmektedir. Ayrıca Ahmed ve Kütüb-i Süte sahiple­rinin İbni Mesud'dan rivayet ettikleri "Müslümana sövmek fasıklık, onunla savaşmak ise küfürdür." hadisini delil göstererek müslümanlar ile savaşıla-mayacağını söyleyen kişinin bu sözünün batıl olduğuna da bu ayet delâlet etmektedir. Ayetin metni bunu red hususunda sarihtir.

6- İbni Arabi şöyle demiştir: Bu ayet, müslümanlarla savaşmak hak­kında asıl, tevil yapan bağilerle harp etmek hususunda umdedir. Sahabe bu ayete dayanmış, Rasulullah (s.a.) "Amman baği topluluk öldürecektir." sözüyle bunu kastetmiştir.[33]

7- Fitne çıkmasına veya birliğin dağılmasına sebep olacaksa imamın kısas cezasını geciktirmesinin cevazı hakkında ümmet içinde görüş ayrılığı yoktur.

8- Bağiler ile savaşmak farz-ı kifayedir. Bazıları bunu gerçekleştirdiği takdirde diğerlerinden bu farz düşer. Bu yüzden Sa'd b. Ebi Vakkas, Abdul­lah b. Amr, Muhammed b. Mesleme vb. bazı sahabeler bu işten geri durdu­lar. Ali b. Ebi Talip onların bu fiilini tasvip etmiştir. Onlardan her biri Hz. Ali'ye daha önce bir özür beyan etmişlerdi.

9- Allah Tealâ'nın "Eğer (Allah'ın emrine) dönerse artık aralarını ada­letle düzeltin..." kavli, savaş esnasında telef olan mal ve canların bağiler-den istenmemesinin, anlaşmadaki adaletli bir davranış türünden olduğuna delâlet etmektedir. Zira bütün bunlar yapılan bir tevile göre meydana gel­miş hasardır. Bunların talep edilmesi onların anlaşmadan çekilmelerine ve bağide devam etmelerine sebep olur.

10- Bağilere karşı yapılacak ilk muamele: Her hangi bir delili olmayan baği bir topluluğun adil devlet başkanına karşı çıkması durumunda devlet başkanının bütün müslümanlarla veya kendisine yetecek kadar müslü-manla onlara karşı savaşmadan önce onları itaata ve İslâm cemaatına girmeye çağırır. Onlarla savaşmadan önce Allah'ın devlet başkanından istedi­ği hakiki davranış budur. Eğer Allah'ın enirine dönmeyi ve sulh yapmayı kabul etmezlerse, o zaman onlara karşı savaşılır. Esirleri öldürülmez, ka­çanların ardından gidilmez, yaralıları öldürülmez, akrabaları, yakınları esir alınmaz, malları ganimet edinilmez. Devlet başkanının yanında sava­şan bağiyi veya baği onu öldürürse biri diğerinin velisi olması durumunda birbirlerine varis olamazlar. Kasden birini öldüren katil asla mirasçı ola­maz. Ancak yol kesiciler gibi güç ve kuvvetli olmayan tevil sahiplerinin sa­vaşta telef ettikleri can ve malları tazmin etmeleri gerekmektedir.

11- Bağilerin helak ettiği şeyler: Bağiler ve Haricilerin savaş için top­landıkları ve harpten sonra ayrıldıkları esnada helak olan mal ve kanların tazmin edilemeyeceği konusunda alimler icma etmişlerdir.

12- Bağilerin malları, esirleri ve yaralıları: Savaş esnasında Bağiler-den alman malların durumu hakkında fakihler ihtilâf etmişlerdir. Muhanı-med b. Hasen şöyle demiştir: Onların malları ganimet olmaz. Ancak onlar­la yapılan savaşta onlardan elde edilen silah ve atlardan istifade edilebilir. Harp bittiği zaman da malları kendilerine geri verilir.

Ebu Yusuf tan şöyle rivayet edilmiştir: Bağilerin ellerinden alınan at­ları ve silahları feydir (ganimettir); beşe taksim edilir. Tevbe ettikleri tak­dirde helak ettikleri mal ve kan bedelini tazmin etmekle sorumlu tutul­mazlar.

Malik, Evzai ve Şafii şöyle söylemişlerdir: Sonradan tevbe ederlerse helak ettikleri mal ve kanlardan sorumlu tutulmazlar, bağilere ait bir mal aynen duruyorsa onlara iade edilir.

Ebu Hanife'ye göre bağiler helak ettikleri kan ve malları tazmin ederler. Bağilerden ele geçirilen esirler ve yaralılar öldürülmezler.

En doğru olan görüşe göre sahabe-i kiram yaptıkları harplerde baği­lerden kaçanların peşine düşmemiş, yaralıları ve esirleri öldürmemiş, onla­rın ne mallarım ne de canlarını tazmin etmişlerdir. Bu konuda onlar en gü­zel örnek teşkil etmektedir.

İbni Ömer Rasulullah'ın (s.a.) şöyle buyurduğunu söylemiştir: "Ey Ab­dullah! Bu ümmetin bağileri hakkında Allah'ın nasıl hükmettiğini biliyor musun?" İbni Ömer "Allah ve Rasulü (s.a.) en iyi bilendir." deyince Rasu-lullah (s.a.): "Yaralıları ve esirleri öldürülmez, kaçanın peşine gidilmez ve onlardan elde edilen fey (ganimetler) taksim edilmez." buyurdu

Hakim bunun benzerini İbni Mesud'dan rivayet etmiştir. İbni Ab-bas'tan da buna benzer bir hadis rivayet edilmiştir.

Onlardan ele geçirilen mallar aynen duruyorsa kendilerine iade edilir.

13- Bağiler hakkındaki hükümler: Bağiler bir beldede galibiyet sağla­yıp zekâtları toplayıp, hadleri uygulasalar ve orada dinî hükümleri tatbik etseler, topladıkları zekâtlar ile uyguladıkları hadler geçersiz sayılmaz. Ki­tap, sünnet ve icmaya aykırı olmadıkça verdikleri hükümler bozulmaz.

Davalarda verdikleri hükümlere gelince, Ebu Yusuf ve İmam Muham-med şöyle söylemişlerdir: Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaata mensup bir kadı'nın kendi görüşüne muavafık olmadıkça bağiy ehli (isyankârlardan) bir ka­dı'nın verdiği bir hükme, yaptığı bir şehadete ve yazdığı bir yazıya icazet (gereklilik) vermesi doğru değildir. O konudaki davayı yeniden ele alması gerekir.[34]

14- Sahabeden birine kati olan bir hatanın nisbet edilmesi caiz değil­dir. Zira onlar yaptıkları işlerde içtihad etmişler ve Allah'ın rızasını gözet­mişlerdir. Sahabenin tamamı bizim için imamdır kendisine uyulabilecek bir örnektir. Onların arasında meydana gelen çekişme ve münakaşadan el çekmek ve onlar hakkında hayırdan başka bir şey söylememek ile emro-lunduk. Çünkü sahabeliğin çok önemli bir konumu ve değeri vardır. Rasu-lullah (s.a.) onlar hakkında kötü konuşmaktan nehyetmiş, Allah Tealâ on­ları affetmiş ve onlardan razı olduğunu haber vermiştir. Alimlerden birine sahabe arasında meydana gelen savaşlarda akıtılan kanlardan soruldu­ğunda şöyle cevap vermiştir: "Onlar daha önce geçmiş bir ümmettir. Onla­rın kazandıkları kendilerine sizin kazandığınız size aittir. Siz onların yap­tıklarından sorguya çekilmezsiniz." (Bakara, 2/134).

Başka bir alime aynı olay sorulunca şöyle demiştir: "Onlar öyle kanlar­dır ki Allah Tealâ elimi onlara bulaştırmamıştır. O halde dilimi de onlara bu­laştırmayayım." Yani hataya düşmekten ve isabetli olmayacak şekilde bazı­ları aleyhine hüküm vermekten sakındığı için bu zat böyle cevap vermiştir.

İbni Furek şöyle demiştir: Sahabe arasında meydana gelen çekişme ve anlaşmazlıkların seyir yolu, kardeşleriyle Yusuf (a.s.) arasındaki olayların meydana geliş şekline benzemektedir.

15- Müminler neseb itibariyle değil de din ve hürmet itibariyle ancak kardeştirler. Kurtubi şöyle demiştir: Zira kan ve nesep kardeşliği dinlerin farklı olması sebebiyle kesilmektedir. Halbuki neseplerin farklı olması se­bebiyle din kardeşliği kesilmez.[35]

Buhari ve Müslim'de Ebu Hüreyre'den şöyle söylediği rivayet edilmiş­tir: Rasulullah (s.a.) buyurmuştur ki: "Birbirinize haset etmeyin, birbirinize buğz etmeyin, birbirinizin gizli hallerini araştırmayın, gizlice birbirinizin konuştuklarını dinlemeyin, almaya rağbetiniz yoksa malın fiyatını artır-mayın. Ey Allah'ın kulları! Kardeş olun."

Daha önce müslümanların kardeşliği hakkında birçok hadis geçmiştir. O halde müslümanlar kardeştir, İslâm ise onların babasıdır. Kardeşlerin soyu nasıl babalarına bağımlı ise müslümanların soyu da İslâm'a bağlıdır.

16- "Müminler ancak kardeştirler. O halde iki kardeşinizin arasını dü­zeltin." ayeti ile bir önceki ayet daha önce de geçtiği gibi baği olmanın (meşru devlete isyan etmenin) imanı ortadan kaldırmadığına delâlet et­mektedir. Zira baği olmalarına rağmen Allah Tealâ onları mümin kardeşler diye isimlendirmektedir.

Haris el-Aver demiştir ki: Örnek şahsiyet olan Hz. Ali'ye Cemel ve Sıf-fin ehlinden baği olanlarla savaşmaktan soruldu: Onlar müşrik midir? den­diğinde Hz. Ali "Hayır, onlar müşriklikten kaçmışlardır." "Peki onlar mü­nafık mıdır?" denildiğinde, "Hayır değiller, zira münafıklar Allah'ı pek az zikrederler." "Öyleyse onların durumu nedir?" diye sorulduğunda: "Kardeş­lerimiz bize karşı zulmetmişlerdir." demiştir.

Aynı şekilde ayet müminler arasında din kardeşliği lafzının mutlak olarak kullanılmasının cevazına delâlet etmektedir.

"aralarını düzeltin..." sözünden bir birine düşman müminlerin arası­nın düzelebileceğini ümit eden kişinin onların arasını düzeltmesi gerektiği anlaşılır.[36]

 

Müminlerin Birbirlerine Ve Diğer İnsanlara Karşı Göstermeleri Gereken Davranış Kuralları:

 

11- Ey iman edenler! Bir kavim di­ğer bir kavimle alay etmesin. Belki de onlar kendilerinden daha hayır­lıdır. Kadınlar da kadınları alaya  almasınlar. Belki (alay edilenler)  kendilerinden daha hayırlıdır. Bir- birinizi ayıplamayın ve kötü lakap- larla Çağırmayın. İmandan sonra  fasıklık ne kötü bir addır! Artık  kim tevbe etmezse, işte onlar zalim- lerin ta kendileridir.

12- Ey iman edenler! Zannın bir çokaçının. Çünkü zannın bir  kısmı günahtır. Birbirinizin kusu- runu araştırmayın. Birbirinizin gıy- betini yapmayın. Hiç sizden birisi  kardeşinin etini yemekten hoş- lamr mı? İşte bundan tiksindiniz. O  halde Allah'tan korkunuz. Şüphesiz Allah tevbeleri kabul edici ve ǰk  merhamet edicidir.

13- Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir  erkekle bir dişiden yarattık. Tanış- manız için sizi milletlere ve kabile­lere ayırdık. Sizin Allah nezdinde en üstün olanınız, şüphesiz takvaca en ileri olanınızdır. Muhakkak ki Allah her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olandır.

 

Belagat:

 

"Hiç sizden birisi ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?" cümle­sinde temsilî teşbih vardır. Gıybet eden kimse ölü insanın etini yiyen kim­seye benzetilmiştir. Burada kötü şekillere benzetme yapılarak işin çirkinli­ği ortaya konulmuştur.[37]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Bir kavim diğer bir kavim ile" burada kavim ile erkekler kastedilinektedir, "alay etmesin" onlarla istihza edip hakir görmesin ve onları ayıp­lamasın. Alay etme sözle ve fiille olduğu gibi bazan işaretle de olabilir. "Birbirinizi ayıplamayın." zira bir gün siz de ayıplanırsınız. Ayetteki "lemz" kelimesi ta'n etmek, sözle veya el, göz vb. şeylerle kusurlara dikkat­leri çekmek manasına gelmektedir, "ve kötü lakaplarla çağırmayın." Yani birbirinizi hoşa gitmeyen lakaplarla çağırmayın. Ayetteki "nebz" kelimesi örfen kötü sayılan lakaplara mahsustur. Ey kâfir!, Ey fasık! gibi ifadeler çirkin lakaplardandır.

"İmandan sonra faşıklık ne kötü bir addır." Yani imana girdikten ve mümin olarak tanındıktan sonra alay etmek, ayıplamak ve kötü lakaplarla çağırmaktan dolayı fasık diye zikredilmek gerçekten kötü bir isim ve kötü bir şöhrettir. Burada müminlere kâfirlik ve fasıklık vasıflarının nispet edil­mesinin çok çirkin bir davranış olduğu anlatılmak istenmiştir.

"Artık kim tevbe etmezse." yani yasak olan bu davranışlardan vazgeçip tevbe etmezse "işte onlar zalimlerin ta kendileridir." İtaat etmek yerine is­yan etmeleri ve kendilerini azaba maruz bırakmaları sebebiyle başkaları değil de bizzat zalimler onlardır.

"Zannın bir çoğundan sakının" yani zandan uzakta olun. "Zann" kesin ilimle şek veya vehim arasındaki orta yerdir. Bir şüphe, kuvvetli veya zayıf bir emare sebebiyle sonradan nefse gelen bir düşünce veya kanaat zanndır. Ayette "zannın bir çoğundan" şeklinde mübhem bir ifade kullanılması, her türlü zanda ihtiyatlı olunması içindir.

Amelî hükümlerde ictihad yapmak gibi bazı zanni bilgilere tabi olmak ise vaciptir.

Ulûhiyet ve peygamberlik konularında zannî bilgilere dayanmak ve müminler hakkında kötü zanna sahip olmak gibi bazı hususlardaki zanlar ile kati nassa aykırı olan zanlar haramdır.

Dünya hayatıyla ilgili konularda zanna uymak ise mubahtır, "çünkü zannın bir kısmı günahtır." Yani kendisine ceza verilmesi icap eden bir gü­nahtır. Hayır sahibi müminler hakkında sui zanda bulunmak gibi çokça meydana gelen zanlar günah olan zanlardandır. Bu cümle zannın çoğun­dan kaçınma emrinin sebebini bildirmektedir.

"Birbirinizin kusurunu araştırmayın." Tecessüs, insanların mahrem konularını ve kusurlarını araştırmak, onların gizlediği hususları ortaya çı­karmak demektir.

"Birbirinizin gıybetini yapmayın." Gıybet, bir kardeşini arkasından hoşlanmadığı bir vasıfla zikretmektir. Her ne kadar zikrettiğin vasıf onda bulunsa da bunun onun olmadığı bir yerde söylenmesi gıybettir.

"Hiç sizden birisi ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?" Yani bu davranışı güzel olmaz. Burada gıybet eden kimse başka bir şahsın şeref ve onuruna dil uzattığı için onun bu hali en çirkin bir davranışa benzetilmiş­tir. Ayrıca herkes tarafından cevabı açıkça bilinen bir şey sorularak müba­lağa yapılmış, genelleme yapmak için ölü kardeşin etini yemek fiili her­hangi bir şahsa nisbet edilmiş, bunun çirkinliğini ortaya koymak için "işte bundan tiksindiniz." kavli getirilmiştir. Sanki şöyle denmektedir: Hayatta iken bir insanın gıybetinin yapılması öldükten sonra etinin yenmesi gibi­dir. O halde nasıl size insan etinin yenmesi teklif edildiğinde bundan tiksi­niyorsanız, aynı şekilde insan eti yemek gibi çirkin olan gıybetten de tiksi­nin. "O halde" yaptığınız gıybetten tevbe ederek gıybet etme hususunda "Allah'tan" Allah'ın takdir ettiği cezadan "korkun."

"Şüphesiz ki Allah tevbeleri kabul edici ve çok merhamet edicidir." Al­lah çokça tevbe edenlerin tevbelerini kabul eder ve onlara merhamet edip, onları hiç günah işlememiş bir kimse gibi günahsız hale getirir.

"Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık." Yani Adem ve Havva'dan veya bir ana ile bir babadan var ettik. Herkes bu ko­nuda müsavidir. Dolayısıyla kökünüz bir olduğu müddetçe nesep ile övün­meye bir yol yoktur. "Sizi millet ve kabilelere ayırdık." Ayetteki "şuub" keli­mesi şa'b kelimesinin çoğuludur. Özel bir vatana sahip veya Mudar ve Ra-bia gibi aynı kökten gelen insanların oluşturduğu bir topluluk demektir. Millet manasına gelen bu kelime kabileleri bünyesinde toplamaktadır. Do­layısıyla kabileden daha geneldir. Kabile milletten daha küçük toplulukla­ra denmektedir.

Araplara göre toplum yapısı yedi tabakaya ayrılır: Şa'b, kabile, imara, batın, fahz, fasile ve aşiret. Araplar arasındaki bu ayırıma şöyle bir misal verilebilir: Huzeyme şa'bdır, Kinane kabile, Kureyş imare, Kusay batın, Abdimenaf fahz, Haşim fasile, Abbas da aşirettir.

"Tanışmanız için" ecdadınız ve kabilelerinizle övünmeniz için değil de birbirinizi tanıyıp bilesiniz diye "sizi milletlere ve kabilelere ayırdık." O hal­de siz nesebinizin büyük ve yüce olmasıyla övünmeyin. Zira övünme vesile­si ancak takvadır. "Sizin Allah nezdinde en üstün olanınız şüphesiz takva­ca en ileri olanınızdır." Ancak takva ile nefisler kemale erer, şahıslar üs­tünlük kazanırlar. Takva, emredilen hususları tam olarak yerine getirmek, yasaklanan şeylerden de sakınmak manasına gelmektedir.

"Muhakkak ki Allah her şeyi bilen ve her şeyden hakkıyla haberdar olandır." O sizi ve her şeyi bilir. Nasıl açıktan yaptığınız şeylerden haber-darsa aynı şekilde gizli olarak yaptığınız ve içinizde gizlediğiniz şeylerden de hakkıyla haberdardır.[38]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Ey iman edenler! Bir kavim diğer bir kavimle alay etmesin." ayetinin (11. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Dahhak şöyle demiştir: Bu ayet sure­nin birinci ayetinin nüzul sebebinin açıklamasında bahsedilen Beni Te-mim'in gönderdiği heyet hakkında nazil olmuştur. Beni Temimden gelen bir heyet Ammar, Habbab, İbni Fuheyra, Bilal, Suheyb, Selman, İbni Hu-zeyfe'nin azatlısı Salim gibi fakir sahabeleri yırtık, eski elbiseler içinde gö­rünce onlarla alay etmişlerdi. Bunun üzerine o heyetteki müminler hak­kında bu ayet nazil olmuştur.

Mücahid şöyle demiştir: Ayette geçen alay etme işi zenginin fakir ile alay etmesidir. İbni Zeyd demiştir ki Allah'ın günahlarını kapattığı kimse Al­lah'ın günahlarını açığa çıkardığı kimse ile alay etmesin. Belki de dünyada onun günahlarının açığa çıkarılması, ahirette kendisi için daha hayırlıdır.

Denilmiştir ki bu ayet Sabit b. Kays b. Şemmas hakkında nazil olmuş­tur. Bir adam Cahiliye döneminde kötü olarak bilinen annesi yüzünden İb­ni Kays'ı ayıplamıştı. Adam sonra yaptığından utanarak başını önüne eğdi. Bunun üzerine Allah Tealâ bu ayeti indirdi.

Bu ayetin İkrime b. Ebi Cehil hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. İkrime müslüman olarak Medine'ye geldiğinde müslümanlar onu görünce "Bu ümmetin firavununun oğlu" dediklerinde İkrime bunu Rasulullah'a (s.a.) şikâyet etti. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.

Ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak özetle şu denebilir. Ayetin nüzul se­bebi olan vakıaların birden fazla olmasında bir mahzur yoktur. Dolayısıyla zikredilen bütün olaylar ayetin nüzul sebebi olabilir. Burada önemli olan sebebin hususiliği değil de lafzın umumiliğidir.

"Kadınlar da kadınları alaya almasın." ayetinin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Abbas şöyle demiştir: Safiyye b. Huyey b. Ahtab Rasulullah'a (s.a.) gelip "Ya Rasulallah! Kadınlar beni "Ey Yahudi kızı Yahudi! diyerek ayıplıyorlar." deyince Rasululah (s.a.) şöyle buyurdu: "Onlara benim babam Harun, amcam Musa, kocam da Muhammed'dir deseydin ya." Bununu üze­rine Allah bu ayeti indirmiştir.

Denilmiştir ki: Bu ayet kısa olduğu için Rasulullah (s.a.)'in Ümmü Se­leme (r.a.)'yi ayıplayan hanımları hakkında nazil olmuştur.

"Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın." ayetinin nüzul sebebiyle ilgi­li olarak dört sünen sahibi, Ebu Cübeyra b. ed-Dahhak'tan şu hadisi riva­yet etmişlerdir:

Dahhak demiştir ki: "Bizim aramızda bir adam vardı. Onun iki üç ta­ne ismi olduğundan onlardan birisiyle kendisine hitap edilirdi. Adam belki de bu isimlerden hoşlanmıyordu. İşte bu yüzden bu ayet nazil olmuştur." Tirmizi bu hadisin hasen olduğunu söylemiştir.

Hakim ve diğerleri de Ebu Cübeyra hadisini rivayet etmişlerdir. Ebu Cübeyra şöyle demiştir: Cahiliyet zamanından kalma lakaplar vardı. Rasulullah (s.a.) bir adamı lakabıyla çağırınca kendisine "Ya Rasulallah! O bu lakaptan hoşlanmıyor." denildi. Bunun üzerine "Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın." ayeti nazil olmuştur.

Ebu Cübare'den yapılan rivayetin Ahmed b. Hanbel'deki lafzı şöyledir: Bizim içimizde bulunan Beni Selem'e kabilesi hakkında "Birbirinizi kötü isimlerle çağırmayın." ayeti nazil olmuştur. Rasulullah (s.a.) Medine'ye gel­diğinde bizim aramızda her bir şahsın iki üç ismi bulunuyordu. Rasulullah (s.a.) Beni Seleme'den bir şahsı bu isimlerden biri ile çağırınca "Ya Rasulal­lah! O buna çok kızıyor." denildi. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.[39]

"Birbirinizin gıybetini yapmayın." ayetinin (12. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak İbnü'l-Münzir İbni Cüreyc'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bu ayetin Selman-ı Farisi hakkında nazil olduğu ileri sürülmüştür. Sel-man-ı Farisi bir şeyler yedikten sonra uyumuştu. Bir adam onun yemesin­den ve uyumasından bahsedince bu ayet nazil olmuştur.

"Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık." ayeti­nin (13. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Ebi Hatim, İbni Ebi Müley-ke'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Mekke fethedildiği gün Bilal Ka­be'nin üstüne çıktı ve ezan okudu. Bunu gören bir şahıs "Kabe'nin üstünde bu siyah köle mi ezan okuyor?" dedi. Bunun üzerine "Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık." ayeti nazil oldu. Rasulullah (s.a.) onları çağırdı. Onları neseplerle ve çok mala sahip olmakla övünmekten ayrıca fakirleri küçük görmekten nehyetti.

İbni Asakir Mübhemat isimli kitabında şöyle demiştir: Ebu Bekir b. Ebi Davud'un tefsirinde, bu ayetin Ebû Hind hakkında nazil olduğunu ri­vayet ettiğini İbni Beskavil'in bir yazısında görmüştüm. Rasulullah (s.a.) Beni Beyada'ya Ebû Hind'i kendilerinden bir kadınla evlendirmelerini em­retmişti. Onlar "Ya Rasulallah! Kızlarımızı azatlı kölelerimizle mi evlendi­relim" deyince bu ayet nazil olmuştur. Zühri demiştir ki: Bu ayet özellikle Ebû Hind hakkında nazil olmuştur. [40]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ, mümin olan bir şahsın Allah'a, Rasulullah'a (s.a.) ve fasık kimselere karşı yapması gereken adabı açıkladıktan sonra bir müminin bir başka mümine ve mümin olmayan diğer insanlara karşı göstermesi gere­ken edep kurallarını beyan etmiştir. Bu davranışları şöylece sıralamak mümkündür:

1- Alay etmekten, işaretle veya el kol hareketleriyle dalga geçmekten, insanları kötü lakaplarla çağırmaktan, sui zandan, insanların kusurlarını ve mahrem konularını araştırmaktan, gıybet ve koğuculuktan kaçınmak.

2- İnsanlar arasındaki eşitliğin gerekliliği.

3- Üstünlük ve ayrıcalık ölçüsünün takva, salâh ve ahlâkî olgunluk ol­duğuna inanmak.

Yukarıda zikredilen genel davranış kurallarının serdedilmesinde ilâhî tertibin üstünlüğü açıkça görülmektedir. Zira Allah Tealâ önce fasıklann verdiği haberlere dayanmak dolayısıyla fertler ve gruplar arasında bir an­laşmazlık ve kavganın vuku bulacağını zikretmiş, sonra anlaşmazlığa se­bep olacak kötü ahlâktan nehyetmiş, sonra da kök ve yaratılış itibariyle in­sanlığın vahdetini, temelde bir, eşit ve aynı olduğunu ilan etmiştir. İşte bü­tün bunlar İslâm ümmetinin birlik ve vahdetini korumak için alınmış ted­birlerdir. Böylece Allah Teala İslam’ı yaymak ve heryerde Allah’ın kelimesini yüceltmek için İslam ümmetini diğer ümmet ve milletler ile münasebetlerinde kendisine uyulacak bir örnek yapmıştır. [41]

 

Açıklaması:

 

İslam Ahlakı ve Allah’ın Mü’min Kullarına Tedip İçin Koyduğu Kaideler:

 

1- İnsanlarla alay etmenin yasaklanması.

"Ey iman edenler! Bir kavim diğer bir kavimle alay etmesin. Belki de onlar kendilerinden daha hayırlıdır. Kadınlar da kadınları alaya almasın. Belki (alay edilenler) kendilerinden daha hayırlıdır." Yani ey Allah ve Rasulüne (s.a.) iman edenler! Erkeklerden oluşan bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin. Belki alay edilenler Allah katında alay edenlerden daha hayırlıdır. Yahut Allah nezdinde hakir görülenin kadri, kendisini ha­kir görüp alay edenden daha büyüktür. Belki Allah onu daha çok sevmek­tedir. İşte bu hareket kesin olarak haramdır. Şu sözde olduğu gibi bu ayet­te de yasaklama ve haram kılma hükmünün illeti zikredilmiştir:

Şiir: Fakiri küçük görme sakın, belki zaman yükseltirken onu, eğilir diz çökersin sen.

"Belki de onlar kendilerinden daha hayırlıdır." sözü yasaklama hük­münün illet ve sebebini ortaya koymaktadır.

Hakim ve Hilye'de Ebu Nu'am'm Ebu Hüreyre'den rivayet ettikleri bir hadiste Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Saçı başı dağınık, toz içerisinde, elbisesi yırtık ve insanların gözlerin­den ırak nice insanlar vardır ki Allah için bir şey yapacağına yemin etse (Allah) onu muhakkak yerine getirir."

Ahmed ve Müslim'in rivayetinde hadisin lafzı şöyledir: "Kapılardan kovulmuş, saçı başı dağınık nice insanlar vardır ki Allah için bir şey yap­maya yemin etse (Allah) onu mutlaka yerine getirir."

Normalde kadınlar da erkeklerle birlikte buradaki hitabın şümulüne girseler de söz konusu yasaklamanın onlara şamil olmadığı vehmini gider­mek için yasaklama onlar için de ayrıca zikredilmiş ve böylece yasaklama­nın manası kadınlar için de vurgulanmıştır. Bu yapılırken şöyle bir üslûp kullanılmıştır. Önce erkekler hakkındaki yasaklama nass olarak zikredil­miş, kadınlar hakkındaki yasaklama ise ona atfedilmiştir. Alay etmek ço­ğunlukla bir topluluk içinde yapıldığı için burada çokluk kipi kullanılmış­tır. Ayette kadınlar da kadınlarla alay etmesin denilmiştir. Belki onlardan alaya maruz kalanlar alay edenlerden daha hayırlıdır.

Buradaki yasaklama hükmü sadece erkek ve kadın topluluklarına tahsis edilmiş değildir. Tek tek fertlere de şamildir. Zira yasaklamanın ille­ti geneldir. İllet umumi olduğu için hükmün de umumi olması gerekir.

Müslim İbni Mace Ebu Hüreyre'nin şöyle söylediğini rivayet etmişlerdir:

Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah Tealâ sizin şekil­lerinize ve mallarınıza bakmaz. Fakat kalplerinize ve amellerinize bakar." Dolayısıyla ayrıcalık ancak kalbin ihlâsı, gönül temizliği ve amellerin sade­ce Allah için yapılmasıyla elde edilebilir. Ne dış görünüş ve servetle, ne renk ve suretle, ne de soy ve cinsle bir ayrıcalık kazanılabilir.

2- İşaretle ve sözle ayıplamanın yasaklanması.

"Birbirinizi ayıplamayın." Yani insanları ayıplamayın, birbirinize kötü söylemeyin, söz ve fiille veya işaretle alay etmeyin. Allah Tealâ kaş göz ha­reketleriyle veya söz ve fiille müminlerin ayıplanmasını, insanın kendisini ayıplaması gibi kabul etmiştir. Zira müminler tek bir nefis gibidirler. Bir mümin kardeşini ayıpladığında sanki kendisini ayıplamış gibidir.

Bunun bir benzeri de şu ayettir: "Nefislerinizi öldürmeyin." (Nisa, 4/29). Yani birbirinizi öldürmeyin.

Ahmed ve Müslim Numan b. Beşir'den O da Rasulullah (s.a.)'dan şöy­le rivayet etmişlerdir: Rasulullah (s.a.) buyurmuştur ki: "Müminler bir in­san gibidirler. Baş acı çektiğinde hepsi acı çekerler, göz acı çektiğinde yine hepsi acı çekerler."

Sözle ve fiil ile alay edenler kötülenmişlerdir. Nitekim Allah Tealâ şöy­le buyurmuştur:

"Sözle ve fiille alay edenlere yazıklar olsun." Hemz fiille, lemz ise sözle olur. Allah Tealâ "Çokça ayıplayan ve durmadan laf götürüp getiren kimse­lerden hiçbirine itaat etme." (Kalem, 68/11) ayetinde bu vasıfla muttasıf olan kimseleri ayıplamıştır. Bu ayetin manası şöyledir: Bunlar insanları hakir görüp kötü söz söyler ve onlarla alay ederler ve sözle ayıplama ma­nasına gelen koğuculuk için insanlar arasında koşuştururlar.[42]

"Suhriyye" kelimesi ile "lemz" kelimeleri arasında şöyle bir fark vardır: Güldürücü bir şekilde bir şahsı onun yanında mutlak olarak hakir gör­mek suhriyyedir. Lemz ise ister onun yanında ister arkasından olsun gül­dürücü veya başka bir tarzda bir kimsenin kusurlarına dikkatleri çekmek­tir. Buna göre lemz, suhriye kelimesinden daha geneldir. Genellik ifade et­mesi için âmm (umumi) olan şeyin hâss (özel) olan şeye atfedilmesi kabilin­den lemz, suhriye kelimesine atfedilmiştir.

3- Bir şahsı işittiğinde hoşlanmayacağı kötü lakaplarla çağırma.

"Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın." Yani bir müslümanın karde­şine fasık, münafık diye hitap etmesi veya müslüman olan birine Yahudi veya Hristiyan demesi yahut bir kimseye köpek, eşek, domuz diye hitap edilmesi gibi birbirinize kızdırıcı kötü lakaplar takmayın. Sözü geçen ifade­lerle hitap eden kişi tazir cezasına çarptırılır. Âlimler ister kendisinin veya babasının, isterse annesinin veya kendisine nispet edilen herhangi bir şah­sın bir vasfı olsun, bir insana hoşlanmadığı bir lakabın verilmesinin haram olduğunu açıkça ifade etmişlerdir. Ayette geçen tenabüz bu ad takma fiili­nin birden fazla kişi arasında olduğunu gösterir. Bu kelimenin kullanılma­sının sebebi şudur: Onlardan her biri diğerine hemen kötü bir lakapla mu­kabelede bulunur. Yani bir kimseye kötü lakapla çağırma onun da aynı şe­kilde mukabelede bulunmasına yol açar. Sözlü ayıplama böyle değildir. Zi­ra çoğunlukla bir taraf böyle bir davranışta bulunur.

Bu genel hükümden bir kimsenin kendisinin kötü kabul etmediği bir lakapla meşhur olması durumu istisna edilmiştir. Bu durumda böyle la­kapların bir şahıs için kullanılması caizdir. Hadis ravilerinden A'meş (şaşı) ve A'rac (topal) isimleri buna misal gösterilebilir.

Övgü ifade eden lakapların verilmesi haram ve mekruh değildir. Nite­kim Hz. Ebu Bekir'e (r.a.) eski manasına gelen "Atik" lakabı, Hz. Ömer'e (r.a.) hakla batılı ayıran manasına gelen "Faruk", Hz. Osman'a iki nur sa­hibi manasına gelen "Zünnureyn", Hz. Ali'ye de toprak sahibi manasına ge­len "Ebu Türab[43] Halid b. Velid"e Allah'ın kılıcı manasına gelen "Seyful-lah", Amr b. Assa İslâm'ın dahisi manasına gelen "Dahiyet'ül-İslâm" laka­bı verilmiştir.

"imandan sonra faşıklık ne kötü bir isimdir." Yani iman ettikten ve tevbe ettikten sonra bir kimseye fasık, kâfir veya zinakâr denilmesi veya imana girdikten sonra fasık diye zikredilmesi çok çirkin bir vasıftır. Bura­daki fasıklıktan maksat, cahiliye ehlinin İslâm'a girdikten ve İslâm'ı iyice anladıktan sonra yaptıkları gibi çirkin lakaplarla insanların birbirlerini çağırmalarıdır. Burada özellikle bir kimseye çirkin lakaplarla hitap edil­mesinden hasıl olan fasıklık sıfatının imanla bir arada bulunması zemme-dilmiştir. Söz konusu davranış fasıklık kabul edilerek bunun kötülüğü ortaya konmuş ve bu davranış çok iğrenç gösterilmiştir. Böylece söz konusu yasaklamanın illet ve sebebi ortaya konmuştur.

"Kim tevbe etmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir." Allah'ın ya­sak kıldığı bu üç davranıştan dolayı (alay etme, ayıplama, kötü lakaplarla çağırma) tevbe etmeyen kimseler zalimlerdendir. İtaattan sonra isyan et­meleri ve kendi nefislerini azaba maruz bırakmaları yüzünden başkaları değil de nefislerine zulmedenler bizzat onlardır.

Asilerin burada zulüm sıfatıyla vasfedilmelerinin sebebi şudur: Bir kimsenin yasak olan şeyi yapmada ısrar etmesi küfürdür. Zira yasaklanan bir hususu emredilen bir şeymiş gibi yapması sebebiyle bir şeyi konulması gereken yerin dışında başka bir yere koymuş olmaktadır.

4- Suizannm yasaklanması ve haram kılınması:

"Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kıs­mı günahtır." Yani Ey Allah ve Rasulünü (s.a.) tasdik edenler! Zannın ço­ğundan uzak durun. Çünkü bunlar arasında hayır sahibi kimseler hakkında suizanda bulunmak gibi bazıları vardır ki işte bizzat bunlar kötüdür. Zira bu, dış görünüş itibariyle doğru, salih ve emin olan bir kimseyle alâkalıdır.

Açıktan sarhoş olan veya fahişelerle zina edenler gibi açıktan günah işleyen kimseler hakkında onlardan uzak durmak ve onların tuttuğu yol­dan sakınmak ve sakındırmak için suizan beslemek caizdir. Ancak bu zan­nın sözle ifade edilmesi gerekir. Çünkü içteki zannın söylenip açığa vurul­ması günahtır.

Sonra Allah Tealâ hayır yapan kimseler hakkında suizanda bulunmak veya mümin bir kimse hakkında kötü bir düşünceye sahip olmak gibi bir kısım zanlann günaha düşürmesini zanda bulunma yasağının illeti olarak göstermiştir. Nitekim Allah Tealâ başka bir ayette de şöyle buyurmuştur: "Böylece siz kötü bir zanda bulundunuz ve helak olmayı hak eden bir kavim oldunuz." (Fetih, 48/12).

Mümin kimseler hakkında suizanda bulunulmasını haram kılan birçok hadis-i şerif varid olmuştur:

İbni Mace Abdullah b. Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasu-lullah'ı (s.a.) Kabe'yi tavaf ederken gördüm. Şöyle diyordu: "Sen ne hoşsun, kokun da ne kadar hoş. Sen ne büyüksün, hürmetin de ne kadar büyük. Muhammed'in nefsini kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki müminin hürmeti onun mal ve canı Allah katından senin hürmetinden da­ha büyüktür." Bir mümin hakkında ancak hüsnüzanda bulunmak gerekir.

İbni Abbas bu ayet hakkında şöyle demiştir:

Allah Tealâ bir müminin bir mümin hakkında hüsnüzan dışında bir düşünceye sahip olmasını yasaklamıştır.

İmam Malik, Buhari, Müslim ve Ebu Davud Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Rasulullah (s.a.) buyurmuştur ki: "Zandan sakının ha. Çünkü zan sözlerin en yalan olanıdır. Birbirinizin mahrem hal­lerini araştırıp soruşturmayın, birbirinizle çekişmeyin, birbirinize haset et­meyin, birbirinize kızmayın ve birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah'ın kul­ları kardeş olunuz."

Müslim ve Tirmizi'nin başka bir rivayeti de şöyledir: "Birbirinizle alâ­kanızı kesmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, birbirinize kızmayın, birbirini­ze haset etmeyin. Kardeş olun ey Allah'ın kulları! Bir müslümana diğer bir müslüman kardeşine üç günden fazla dargın durması helâl olmaz."

5- Mahrem hallerin araştırılmasının haram kılınması:

"Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın." Yani müslümanların mah­rem hallerini ve kusurlarını araştırıp da onların gizlediği şeyleri açığa çı­karmaya çalışmayın. Onların sırlarına muttali olmak istemeyin. Tecessüs, gizli olan kusurların ve mahrem şeylerin araştırılmasıdır. Tahassüs ise ha­ber araştırmak, hoşlanmadıkları halde bir topluluğun sözlerini dinlemek veya kapı arkasından konuşulanlara kulak vermektir.

Ebu Davud, Ebu Berze el-Eslemi'nin şöyle dediğini nakletmiştir: Ra­sulullah (s.a.) bize bir hutbe irad etti ve şöyle buyurdu: "Ey kalplerine iman girmediği halde dilleriyle mümin olduklarını söyleyenler! Müslüman­ların mahrem hallerini araştırmayın. Müslümanların mahrem hallerini araştıran kimseyi, Allah, kendi evinde rezil rüsvay eder."

Taberani Harise b. en-Numan'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ra­sulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Ümmetimin (hoş olmayan) üç huyu vardır: Uğursuz sayma,[44] haset etme ve suizanda bulunma." Bir adam "Ya Rasulallah! Bu özelliklere sahip kimselerin bunlardan kurtulmalarını sağlayacak şeyler nelerdir?" deyince Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Haset etmişsen Allah'a istiğfar et. Zanda

bulunmuşsan onun zaten hakikati yoktur. Bir kuşun uçmasını uğursuz say-mışsan geç git."

Yine Ebu Davud, Ebu Ümame ve diğer sahabelerden Rasulullah'ın (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

"Bir hükümdar insanlardan şüphe duyarsa şüphesiz onları ifsad eder."

Ebu Gılabe şöyle demiştir: Hz. Ömer e Ebu Mihcen es-Sakafi'nin evin­de arkadaşlarıyla içki içtiği haber verilince derhal oraya gitti. İçeri girince bir de baktı ki onun yanında sadece bir kimse var. Ebu Mihcen Hz. Ömer'e "Senin böyle yapman helâl değildir. Çünkü Allah tecessüsü yasaklamıştır." deyince Hz. Ömer dışarı çıkıp orayı terketti.

6- Bir kimsenin arkasından hoşlanmadığı şeyleri söylemek manasına gelen gıybetin haram kılınması:

"Birbirinizin gıybetini yapmayın. Hiç sizden bı^nı olu kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Bundan tiksindiniz... Yan: birbirinizin arkasından hoşlanılmayan şeyleri söylemeyin. İster bu arkadan konuşma açıktan ister işaret vb. şeylerle olsun farketmez. Gıybeti yapılan kimse bundan rahatsız­lık duyar. Bu hüküm bir kimsenin din ve dünyasında ahlâk ve fıtratında, malı, evlâdı, zevcesi, hizmetçisi, giysisi vb. hakkında hoşuna gitmeyen her sözü içine alır.

Ebu Davud, Tirmizi ve İbni Cerir'in Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri bir hadiste Rasulullah (s.a.) gıybetin ne olduğunu açıklamıştır. "Rasulul-lah'a Ya Rasulallah! Gıybet nedir?" denildi Rasulullah (s.a.): "Kardeşini hoşlanmadığı bir şekilde zikretmendir.' buyurdu. Peki söylediğim şey kar­deşimde varsa?" denilince Rasulullah (s.a.) 'Şayet söylediğin şey onda var­sa onun gıybetini yapmış olursun. Yok söylediğin şey onda mevcud değilse ona iftira etmiş olursun." buyurdu.

Ebu Davud Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Peygamber (s.a.)'e "Safiyye'nin şu şu özellikleri (kusur olarak! sana yeter. Yani o kısa boy­ludur." dedim. Bunun üzerine Rasulullah s.a. şöyle buyurdu: "Sen öyle bir şey söyledin ki bu sözün deniz suyuna karıştırılacak olsa onu bulandırırdı."

Sonra Allah Tealâ gıybetten nefret ettirmek için gıybeti ölü insanın etini yemeye benzetmiştir. Sizden birisi hiç ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Bundan nasıl tiksindiyseniz bir kimsenin arkasından kötü ko­nuşmaktan da aynı şekilde kaçının. Allah Tealâ gıybeti ölü insanın bedeni­ni yemeğe benzetmiştir. Bu teşbihi insanları gıybetten tiksindirmek için yapmıştır. Zira insan etinin yenmesinin dinen haram olması bir yana zaten insanın tabiatı buna karşı bir tiksinti duyar.

Bu ayet gıybetin dinen haram ve çirkin olduğuna delâlet etmektedir. Bu sebeple gıybetin haramlığı konusunda icma vardır. Gıybet eden kimse­nin Allah'a tevbe etmesi ve gıybet ettiği kimseden de helâllik dilemesi ge-

rekmektedir. Bu hükümden ancak cerh ve tadil ile vaaz ve nasihatte oldu­ğu gibi fayda tarafı ağır basan konular istisna edilmiştir. Buhari'nin Ai-şe'den rivayet ettiği bir hadis buna misal gösterilebilir: Günahkâr bir adam huzuruna gelmek için izin istediğinde Rasulullah (s.a.) "Aşiretinin ne kötü bir mensubudur! Ona izin verin." buyurmuştur. Aynı şekilde Rasulullah'm (s.a.) Fatıma b. Kays'a söylediği sözü de fayda tarafı ağır bastığında bir kimsenin arkasından konuşulabileceğine misaldir. Rasulullah şöyle buyur­du: "Ebu Cehm'e gelince o sopasını omuzundan indirmez. Muaviye ise malı olmayan bir fakirdir.[45]

Gıybetin haram kılınması, insanlık onurunun korunmasıyla yakından alâkalıdır. Bu durum birçok sahih hadiste değişik açılardan ifade edilmek­tedir.

Buhari ve Müslim'in Ebu Bekre'den rivayet ettikleri bir hadiste Rasu­lullah (s.a.) veda hutbesinde şunları söylemiştir: "Şu içinde bulunduğunuz gün, şu ay ve şu belde nasıl muhterem ise şüphesiz kanlarınız, mallarınız ve namuslarınız da öyle size muhterem ve mukaddestir."

Ebu Davud ve Tirmizi Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet etmiş­lerdir: Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Müslümanın malı, namusu ve canı başka bir müslümana haramdır. Bir müslüman kardeşini tahkir etme­si, bir kimseye şer olarak yeter."

Yine Ebu Davud, Ebi Bürde el-Belvi'nin şöyle dediğini rivayet etmek­tedir: Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ey kalplerine iman girmediği halde dilleriyle iman ettiklerini söyleyenler! Müslümanların gıybetini yap­mayın ve onların gizli hallerini araştırmayın. Müslümanların mahrem hal­lerini araştıran kimsenin de Allah mahrem hallerini araştırır. Allah kimin mahrem hallerini anştırırsa kendi evinde onu rezil rüsvay eder."

"Öyleyse Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah tevbeleri kabul edici ve çok merhamet edicidir." Yani size emrettiği ve yasak ettiği şeylerde Allah'tan sakının Allah'ı gözetip O'ndan korkun. Gıybetten tiksinip uzaklasın: Şüp­hesiz Allah Tealâ kendisine tevbe edenin tevbesini kabul eder ve tekrar kendisine yönelen kimseye de çok merhamet eder.

Alimlerin çoğunluğuna göre gıybet eden kimsenin tevbe ederken takip edeceği yol şöyledir:

a) Gıybet etmeyi terketmeli.

b) Bir daha o günaha dönmemeye kesin olarak karar vermeli.

c) Yaptığına pişman olmalı,

d) Gıybetini ettiği kimseden helâllik dilemeli.

Bazı alimler ise şöyle demişlerdir: Gıybet edenin gıybetini yaptığı kimseden helâllik dilemesi şart değildir. Zira gıybetini yaptığını ona bildirmesi halinde belki de öncekinden daha çok o kişiye rahatsızlık vermiş olabilir. Öyleyse gıybet eden kimsenin gıybet ettiği meclislerde aynı şahsı övmesi ve mümkün oldukça gıybete konu olan hususun onda bulunmadığını söyle­mesi gerekir.

Nitekim Ahmed ve Ebu Davud Muaz b. Enes el-Cüheni'den şöyle riva­yet etmişlerdir: Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Gıybet eden bir mü­nafığa karşı bir mümini koruyan kimseye Allah kıyamet günü onu cehen­nem ateşinden koruyacak bir melek gönderir. Kötülemek maksadıyla bir mümin hakkında bir şey uyduran kimseyi Allah, söylediği şeyden sıyrılıp çıkıncaya kadar cehennem köprüsünde hapseder.

7- Kök ve yaratılış itibariyle insanlar arasında eşitliğin olması ve tak­vanın üstünlük ölçüsü kabul edilmesi:

"Ey insanlar! Doğrusu biz sızı bir erkekle bir dişiden yarattık. Tanış­manız için de sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Sızın Allah nezdinde en üstün olanınız şüphesiz takvaca en iteri olanınızdır. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilen ve her şeyden hakkıyla haberdar olandır. Daha önceki ayetlerde üstün ahlâk ile edeplenmeleri için iman sahibi kimselere hitap edilmiştir. Burada ise Allah, muhataplardan istenen şeyin beyanına münasip olması, önceki ayette yasaklanan hususların, vurgulanması ve insanlarla alay et­me, kaş göz hareketleri ve söz ile onlan ayıplama vb. mutlak yasaklar hak­kındaki hitabın bütün insanlara genelleştirilmesi için Ey insanlar!" diye­rek, insan cinsinin vasfı olan insanlık sıfatıyla nida etmiştir.

Buna göre mana şudur: Ey insanoğlu' Şüphesiz sizi bir asıldan, yani Adem ve Havva'dan yarattık. O halde şovunuz aynı olduğu için siz eşitsi­niz. Bir ana ve bir babadan meydana geldiğiniz için soylarınız ile övünme­ye mahal yoktur. Dolayısıyla bu konuda herkes müsavidir. O halde birbiri-niz ile alay etmeniz ve birbirinizi ayıplamanız doğru değildir. Siz soy itiba­riyle kardeşsiniz.

Birbirinizi bilmezlikten gelmeniz ve birbirinize muhalefet etmeniz için değil sizi birbirinizle tanışasmız diye milletler ve onun bir alt birimi olan kabileler halinde yarattık. Ayette kastedilen mana şudur: Allah Tealâ sizi tanışmanız için yaratmıştır; soylar ile övünmeniz için değil. Zira aranızda üstünlük ölçüsü ancak takvadır. Öyleyse kim takva sıfatıyla muttasıf olur­sa en değerli, en üstün ve en şerefli olan ancak odur. Allah sizi ve yaptıkla­rınızı çok iyi bilmektedir. İçinizde sakladığınız düşüncelerden, durumlar­dan ve yaptığınız işlerden de çok iyi haberdardır.

Bu ayet evlilikte din birliği dışında küfür=denklik şartı ileri sürmeyen Malikiler için bir delildir. Zira "Sizin Allah nezdinde en üstün olanınız tak­vaca en ileri olanınızdır." sözü buna delâlet etmektedir. Bu konuda birçok sahih hadis vardır.

Ebu Bekir el-Bezzar Müsned'inde Huzeyfe'den şöyle rivayet etmekte­dir: Rasulullah (s.a.) buyurmuşlardır ki: "Hepiniz Adem'in çocuklarısınız. Adem ise topraktandır. Vallahi bir kavim ya babalarıyla övünmeyi terkeder yahut..."

İbni Ebi Hatim ve Tirmizi İbni Ömer'in şöyle söylediğini rivayet et­mişlerdir: Mekke'nin fethedildiği gün Rasulullah (s.a.) devesi Kasva'nm üzerinde elindeki asa ile rükünleri selamlayarak Kabe'yi tavaf etti. Mes-cid-i Haram'da devesini çöktürecek bir yer bulamadı. Neticede kendisi in­sanların önüne gelip durduktan sonra deveyi oradan çıkartıp Batn-ı Me­sire götürdü. Ve deve oraya çöktürüldü. Bir müddet sonra Rasulullah bine­ğinin üzerinde insanlara bir hutbe irad etti. Allah'a hamdedip lâyıkı veçhi­le ona sena ettikten sonra şöyle buyurdu:

"Ey insanlar! Allah Tealâ şüphesiz cahiliye ayıbını ve atalarla, ecdatla büyüklenmeyi sizden gidermiştir. İnsanlar iki kısımdır: Bir kısmı iyilik sa­hibi, muttaki ve Allah nezdinde çok değerlidir. Bir kısmı ise günahkâr, şaki ve Allah o göre değersizdir." Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:

"Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Tanış­manız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Sizin Allah katında en üstün olanınız şüphesiz takvaca en ileri olanınızdır. Muhakkak ki Allah her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olandır." Rasulullah (s.a.) sonra "Ben bu sözü­mü söylüyor, kendim için ve sizin için Allah'tan mağfiret diliyorum." buyur­dular.[46]

Taberi Âdabu'n-Nüfus'da şöyle rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a.) Teşrik günlerinin ortasında Mina'da devesinin üstünde şöyle bir hutbe irad

etmiştir:

"Ey insanlar! Dikkat edin. Şüphesiz Rabbiniz tektir, babanız da tektir. Dikkat edin. Ne Arab'ın Acem'e, Acem'in Arab'a ne de siyahın kızıl deriliye, kızıl derilinin de siyaha bir üstünlüğü söz konusu değildir. Üstünlük ancak takva ile olur. Dikkat edin. Tebliğ ettim mi?" Orada bulunanlar "Evet" de­yince Rasulullah (s.a.) "Burada hazır bulunanlar, bunları burada olmayan­lara tebliğ etsinler." buyurdu.

Müslim ve İbni Mace'nin Ebu Hüreyre'den rivayet ettikleri şu hadis daha önce geçmiştir:

"Allah Tealâ sizin şekillerinize ve mallarınıza bakmaz. Fakat kalpleri­nize ve amellerinize bakar."

Taberani'nin Ebu Malik el-Eşari'den rivayet ettiği bir hadiste Rasulul­lah (s.a. şöyle buyurmuştur: "Allah sizin ne soyunuza sopunuza  ne de beden ve mallarınıza bakar. Fakat o sizin kalplerinize bakar. Doğru ve temiz bir kalbe sahip olana Allah Tealâ sevgi ve şefkat gösterir. Adem'in evlâtları­sınız siz. Sizin Allah tarafından en çok sevileniniz şüphesiz en muttaki ola-nınızdır." [47]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

1- Birinci ayetteki yasaklamaya göre Allah Tealâ üç şeyi haram kıl­mıştır:

a) İnsanlarla alay etmek.

b) Söz ve hareketlerle bir kimseyi ayıplamak.

c) Kötü lakaplarla çağırmak.

Allah'ın yasakladığı şeyleri yapan -ki bunları yapmak fasıklık olduğu için asla caiz değildir- tevbe etmezse, başkasına zulmetmesi sebebiyle ken­disini azaba maruz bıraktığı için zalimlerdendir. Bu hj.krr.un illeti açıktır. Alaya ve sözle ayıplanmaya maruz kalan veya kotu bir lakapla çağırılan kimsenin bu işleri yapan kimselerden daha hayırlı olması ihtimali bu yasa­ğın illetidir.

Çirkin lakaplarla çağırmanın yasaklığı hukrr.ur.den topal manasına gelen a'rac, gözü iyi görmeyen manasına gelen a ses ve kambur manasına gelen ahdeb gibi kendisi hakkında çoğunlukla bir lakabın kullanılması yaygınlaşmış ve bu lakapla tanınan kimseler istisna edilmiştir.

Hz. Ebu Bekir'e Sıddık, Hz. Ömer e Faruk. Hz. Osman a Zinnureyn denmesi; Huzyeme'ye Zişşehadeteyn, Ebu Hureyreye Zişşimaleyn, Hirbak b. Amr'a Zilyedeyn, Hz. Hamza'ya Allah'ın Aslanı. Halid b. Velid'e de Al­lah'ın kılıcı (Seyfullah) denmesi gibi güzel vasıflarla lakaplandırmaya ge­lince, bunlar caizdir. Böyle güzel lakaplarla çağırma hem Araplar hem Arap olmayanlar arasında alışılmış ve kabul görmüş bir kullanımdır. Zaten böyle güzel isimlerle çağırılma herkes tarafından da istenen bir hususiyettir.

Zemahşeri şöyle demiştir: Nebi s.a. den şöyle rivayet olunmuştur: "Bir müminin diğer bir mümin üzerindeki haklarından birisi de çok sevdiği isimlerle onu isimlendirmesidir. Bir kimseye künye vermek sünnetten ve gü­zel edeptendir."

Hz. Ömer şöyle demiştir: Künyeleri yaygmlaştırın. Çünkü künyeler dikkatleri celbeder."

2- İkinci ayetteki nehiy sigasmın delâletine göre Allah Tealâ üç şeyi daha haram kılmıştır:

a) Hayır ve iman sahibi kimselere karşı suizanda bulunmak.

b) Başkasının gizli hallerini araştırmak (tecessüs).

c) Başkalarının arkasından hoşlanmadığı şeyleri konuşmak (gıybet). Bir kimse veya bir varlık hakkında beslenen zannın hükümleri çeşitlidir:

Birincisi: Allah Tealâ müminler hakkında hüsnüzanda bulunmak. Bu tür zan dinen gereklidir. Buhari, Müslim Tirmizi, Nesai, ve İbni Mace'nin Ebu Hüreyre'den rivayet ettikleri bir kudsî hadiste şöyle varid olmuştur: "Kulum beni nasıl zannediyorsa ben öyleyim."

Ahmed, Müslim, Ebu Davud ve İbni Mace'nin Cabir'den rivayet ettik­leri bir hadis-i şerifte Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sizden biriniz Allah hakkında iyi zanda bulunuyor bir halde ruhunu teslim etsin."

Ebu Davud ve Hakim'in Ebu Hüreyre'den rivayet ettikleri bir hadiste de Nebi (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Zannın güzel olması ibadetin güzel ol­masından kaynaklanır."

Adil kimselerin şehadetlerinin kabul edilmesi, kıblenin araştırılması, helak olan mallara değer biçilmesi ve cezası dinen takdir edilmemiş kesme, yaralama gibi cinayetlerin diyetlerinin takdir edilmesi gibi konularda zan­da bulunmak, vacip olan zanna misal gösterilebilir.

İkincisi: Allah Tealâ hakkında, hayır ve salâh sahibi kimseler ile adaleti açık müslümanlar hakkında kötü zanda bulunmak gibi haram olan zanlar.

Kurtubi ve Alusi'nin zikrettiği bir hadiste peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah Tealâ müslümanın kanını, ırzını ve onun hakkında kötü düşünülmesini haram kılmıştır."

Hz. Aişe'den merfu olarak rivayet edilen bir hadiste de Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim bir kardeşi hakkında kötü zan beslerse Rab-bi olan Allah hakkında kötü düşünmüş olur." Zira Allah Tealâ "Zannın ço­ğundan sakının." buyurmuştur.

Ebu Davud Hz. Safiyye'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasulullah (s.a.) itikaf yapıyordu. Bir gece ziyaret etmek maksadıyla ona geldim. Bir müddet onunla konuştuktan sonra ayrılmak için ayağa kalktım. Beni ge­çirmek için Rasulullah (s.a.) da ayağa kalktı. Rasulullah'ın (s.a.) kaldığı yer Üsame b. Zeyd'in eviydi. Bir müddet sonra Ensar'dan iki adam oradan geçtiler; peygamberi (s.a.) görünce hızlandılar. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) "Yavaş olun, o Safiyye b. Huyey'dir." deyince onlar da "Sübhanallah (Aklımıza herhangi bir şüphe gelmedi) ya Rasulallah! " diyerek cevap ver­diler. Rasulullah (s.a.) onlara hitaben şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz şeytan insan vücudunda kanın aktığı yerlerde cevelan eder. Bu yüzden kalbinize bir kötülük düşmesinden korktum."

Açıktan kötü işlerle uğraşan veya şüpheli şeylerle meşgul olan kimse­ler hakkında kötü zanda bulunmak haram değildir. Zira Allah Tealâ şüp­heli ve töhmet altında bırakıcı yerlerden uzak durulmasını emretmiştir. Dolayısıyla böyle kötü yerlerde bulunan bir kimseyi hiç kimse kendisinden daha çok düşünecek değildir.

Üçüncüsü: Bir müslüman hakkında güzel düşünmek veya fasıklığı açık olan bir kimse hakkında suizanda bulunmak gibi mendup (dinen hoş görülen) zanlar:

Eusat isimli kitabında Taberani ile İbni Adiy'in Enes'ten rivayet ettik­leri bir hadiste -ki bu hadis zayıftır- Rasulullah s.a.) şöyle buyurmuştur: "Suizan ile insanlardan korunun." Eğer suizan sadece insanların şerrinden korunmak maksadıyla olur ve başka bir gaye taşımazsa, bu durumda men­dup olan zan söz konusudur. Bu çeşit zanlar kötulenmediği gibi övülmüş­tür de. İşte yukarıdaki hadis bu şekilde yorumlanmıştır. Su hikmetli söz de bu manadadır. "Hüsnüzan bir tehlike, sıkıntı seheb: olabıar. Suizan ise bir korunmadır."

Eğer suizannm başkasına sirayet eden bir etkisi bulunursa bu durum­da insanlar hakkında suizanda bulunmanın haramlığı soz konusu olur.

Dördüncüsü: Dinin fer'î amelî hükümlerinin içtıhad yoluyla istinbatın-da zanna göre hareket etmek, namazın üç rekat rnı dert rekat mı kılındı­ğında şüphe meydana gelmesi durumunda zann-ı galibe göre amel etmek gibi mubah olan zanlar.

Gizli işleri araştırmak manasına gelen tecessüse gelince: bu büyük gü­nahlardandır. Hoşlanmadıkları halde bir topluluğu sözlerini dinlemek ma­nasına gelen tahassüs de haramdır. Ancak bu kelime haberleri tahkik et­mek manasında da kullanılmaktadır. Nitekim şu avene bu manada kulla­nılmıştır: "Yusuf u ve kardeşlerini araştırın...    (Yusuf. 12/87).

Gıybet de haramdır. Kurtubi'nin beyanına göre büyük günahlardan ol­duğuna dair icma vardır. Bir kimsenin gıybetini yapan kişinin Allah'a tev-be etmesi ve daha önce geçtiği gibi bir grup alime göre gıybetini yaptığı şa­hıstan helâllik dilemesi gerekmektedir. Bazı alimlere göre ise bu zorunlu değildir.

Gıybet, ifk ve bühtan arasında şöyle bir fark vardır:

Gıybet bir kimse hakkında onda bulunan bir vasfı onun bulunmadığı bir yerde zikretmek iken, ifk bir kimsenin başkasından duyduğu bir şeyi söylemesidir. Bühtan ise bir kimse hakkında onda bulunmayan bir vasfın onda bulunduğunu söylemektir. Allah Tealâ gıybet etmeyi ölü insanın etini yemeğe benzeterek gıybete karşı şiddetle nefret edilmesini sağlamaktadır.

Alimler gıybet hükmünde olmayan hususları zikretmişlerdir. Buna gö­re kendisine başka türlü ulaşılamayan seran geçerli bir maksatla yapılma­sı halinde bir şahsın gıybetini yapmak haram olmaz.[48] Buna göre gıybet etmenin haram olmadığı beş mesele bulunmaktadır.

a) Zulme uğramak: Zulme maruz kalan kimsenin bunu ortadan kal­dırması için hakime şikayette bulunma hakkı vardır. Buhari ve Tirmizi'nin Ebu Hüreyre'den rivayet ettikleri şu hadis bunun delilidir.  "Bırakın onu.
Çünkü hak sahibinin konuşma hakkı vardır."

Bir başka delili de şu hadislerdir: Kütüb-ü Sitte müellifleri Ebu Hü­reyre'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Zengin olan bir kimsenin, hakkı gecik­tirmesi zulümdür."

Ebu Davud, Tirmizi, Nesai ve İbni Mace Şureyd'den şöyle rivayet et­mişlerdir: "İmkânı olan kimsenin borcunu ödememesi onun şerefini(n leke­lenmesini) ve cezalandırılmasını helal kılar."

Fetva sormak: Bir kimse müftüye falanca şu şekilde bana zulmetti. Hakkımı almanın yolu nedir? diyebilir. Zira Hz. Aişe'den nakledilen Buha­ri ve Müslim'in rivayet ettiği bir hadiste Hind Rasulullah'a (s.a.) şöyle de­
miştir: "Ebu Süfyan çok cimri bir adamdır. Bana ve çocuğuma yetecek ka­dar nafaka vermiyor. Onun haberi olmadan malından alabilir miyim?" Bu­nun üzerine Rasulullah (s.a.) "Evet alabilirsin." buyurmuştur.

Fasıklardan sakındırmak: İçki düşkünü olan ve fuhuş yapılan yerle­re gidip gelen kimseler gibi fasık ve facir bir kimsenin, arkasından konuş­mak gıybet olmaz. Zira Taberani, Duafa isimli kitabında İbni Hibban ve İb­
ni Adiy'in Beha b. Hakimden rivayet ettikleri bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "İnsanların sakınması için fasık kimselerde bulunan kötü hasletle­ri zikredin."   

Beyhaki'nin Enes'ten rivayet ettiği zayıf bir hadiste de şöyle buyrul-maktadır: "Haya örtüsünü atmış kimselerin gıybeti olmaz. (Bu gibi kimse­leri dile almak gıybet sayılmaz) Size yasakladığı meselelerde Allah'tan kor­kun ve sizde bulunan kötü hasletler hakkında Allah'a tevbe edin."[49]

d) Herkesçe bilinemeyen gizli kötülüklerden sakındırmak: Şahitlerin, hadis ravilerinin, müelliflerin ve müftülerin liyakat sahibi olmamaları ha­linde cerhedilmeleri ile dünürlükte bulunan veya bir kimseye ortak olmak isteyen kimseye nasihatte bulunulması gibi konular bunun misalleridir.

e) Başka bir lakapla tanınmıyorsa bir kimsenin a'ver, a'meş ve a'rac gibi meşhur olan bir lakapla tanıtılması:

Karafi, alimlerin haram olan gıybetin hükmünden istisna ettiği bu altı meseleyi şu şekilde sıralamıştır:

a) Nasihat etmek.

b) Şahitlerin cerh ve tadili (şahsiyetlerinin ve ahlaki durumlarının araştırılması).

c) Fasıklığı aleni yapan kimsenin kusurunu ortaya koyma.

d) Bidatçıların ve sapık fikirlerin bulunduğu kitapların kusurunu or­taya koyma. Bu tür kitapların kötülük ve kusurlarını insanlar arasında yaymak gerekir.

e) Gıybet yapılan konunun, yanında gıybet yapılanla hakkında gıybet edilen kimse tarafından bilinmesi.

f) İdarecilerin huzurunda bir kimseden davacı olmak.

3- Üçüncü ayette üç husus zikredilmiştir:

a) Eşitlik: İnsanlar asıl itibariyle bir ve temelde tarağın dişleri gibi müsavidirler. Çünkü herkes bir ana ve bir babadan doğmuştur. İnsanlar aynı zamanda haklar ve kanuni sorumluluklar açısından da eşittirler. İşte
bütün bunlar gerçek demokrasinin remel esaslarıdır.

Allah Tealâ insanları bir erkekle bir dışı der. yarattığını beyan buyur­muştur. O isteseydi Adem (a.s.)'i yarattığı gibi erkek ve dişi bulunmadan da insan yaratırdı. Veya İsa (a.s.) gibi babasız olarak sadece bir kadından yaratabileceği gibi Havva gibi kadın olmadari da ınsar. var edebilirdi.

b) İnsanların birbiriyle tanışması: Allah Tealâ nişanlan sırf tanışsın­lar, birbirleriyle irtibat kurup yardımlaşsınlar diye kar. ve evlilik bağıyla bağlı kabile ve milletler halinde yaratmıştır. Ycksa ne birbirlerini tanıma­yıp irtibatlarını koparmaları, birbirlerine düşmanlık yapmalar., düşmanlık ve çekişmeye götüren sözle alay etme. dalga geçme ve gıybet etmeleri, ne de nesep ve asaletle övünmeleri için yaratmıştır Butun bunlar kök ve in­sanlığın neş'et ettiği kaynağın birliği prensibi ile çelişen, uydurma ve veh­me dayanan değerlerdir.

c) İnsanlar arasında üstünlük ölçüsünün sadece takva olması: Allah nezdinde en değerli olanlar ve Allah a göre dünya ve ahirette en yüksek de­recede bulunanlar şüphesiz kendi nefsini de toplumu da en çok ıslaha çalı­
şan takvalı kimselerdir.

Övünmeye konu olabilecek husus, ancak emredilen hususları harfiyen yerine getirmek ve yasaklardan da son derecede kaçınmak manasına gelen takvadır.

Bir hadiste şöyle varid olmuştur: Kim insanların en kıymetlisi olmak isterse Allah 'tan korksun."

Ebu Hüreyre'den o da Nebi <s.a. den şöyle rivayet etmiştir: "Allah Te­alâ kıyamet günü şöyle diyecektir: Ben nesebi yarattım. Siz de nesepçilik yaptınız. Halbuki sizin en muttakinizi en değerli kabul ettim. Siz ise falan oğlu falan demekten başkasını kabul etmediniz. Ben yarattığım nesebi bu­gün yüceltirim de alçaltırım da. Sizin neseplerinizi de öyle yaparım. Nerede takva sahibi kimseler? Muttakiler nerede?"

Taberi Ebu Hüreyre'nin hadisinden şunu rivayet etmiştir: Rasulullah(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Her ne kadar bana diğerlerinden daha yakın ne­sepler bulunsa da benim dostlarım şüphesiz muttakilerdir. İnsanlar amelle-riyle gelirken siz dünyayı omuzlarınızda taşıyarak gelirsiniz. Siz: Ya Mu­hammedi dersiniz Ben de böyle böyle" derim." Sonra Rasulullah (s.a.) sağ ve sol tarafına döndü. (Yani sizinle ilgilenir, size dönerim, demek istedi.)

4- Malik "Şüphesiz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık." ayetini din­darlık dışında nesebin evlilikte denkliğin şartı olmadığına delil getirmiştir. Buna göre azatlı kölelerin (mevali) Arap kadınlarıyla evlenmeleri caizdir. Nitekim Ensar'dan bir kadının azatlı kölesi olan Salim Velid b. Utbe'nin kı­zı Hind'le, Bilal-i Habeşi Abdurrahman b. Avf m kırkardeşiyle, Zeyd b. Ha­ris ise Zeyneb b. Cahş ile evlenmişlerdir. Bu durumda sadece dindarlıkta denklik nazarı itabara alınır.

Rasulullah (s.a.) Ahmed ve Kütübü-ü Sitte'de rivayet edilen bir hadis­te şöyle buyurmuştur: "Bir kadınla malı, soyu, güzelliği ve dini için evleni­lir. Sen dindar olanını seç ki iki elin toprağa değsin." (bereketi ve hayrı bu­lasın).

Alimlerin büyük çoğunluğuna göre evliliğin amacı olan süreklilik ve istikrarı gerçekleştirmek, gerçek hayatın gereklerini gözetmek için örf ile amel edilerek evlilikte mal ve soyda denklik nazarı itibara alınmalıdır. [50]

 

Gerçek İmanın Esasları

 

14- Bedeviler 'İman ettik" dediler. De ki: Siz iman etmediniz. Fakat "Teslim olduk" deyin. Zira henüz iman kalplerinize girmedi. Eğer Allah a ve Rasulüne itaat ederseniz yaptığınız amellerden hiçbir şey ekşitilmez. Şüphesiz Allah çok ba­ğışlayıcı çok merhametlidir.

15- Müminler ancak Allah'a, Rasulüne iman edip sonra da asla şüpheye düşmeyen ve Allah yolun­da mallarıyla ve canlarıyla cihad eden kimselerdir, işte imanlarında sadık olanlar bizzat onlardır.

16- De ki: Siz dininizi Allah'a mı öğ­retiyorsunuz?! Halbuki Allah gök­lerde ve yerde ne varsa hepsini bi­
lir. Allah şüphesiz her şeyi bilendir.

17- Müslüman olmalarını senin ba­şına kakıyorlar. De ki: Müslüman olmanızı başıma kakmayın. Aksine, şayet gerçekten de iman sahibi ise­niz sizi imana muvaffak ettiği için size Allah minnet eder.

18- Şüphesiz ki Allah göklerde ve yerdeki gaybı bilmektedir. Allah yaptıklarınızı çok iyi görmektedir.

 

İrab:

 

"amellerinizden hiçbir şeyi eksiltmez." kavlindeki "la yelitküm" sözü lâ-te-yelîtü fiilinden türetilmiştir. Aynı lafız başka bir kıraatta (elete-ye'litü kökünden) "lâ ye'litküm" şeklinde de okunmuştur. Her iki kıraatta mana aynıdır. [51]

 

Belagat:

 

"Bedeviler iman ettik dediler. Onlara de ki: Siz iman etmediniz." aye­tinde fiillerin olumlu olumsuz şekilleri ile yapılan tezat sanatı vardır.

"Siz dininizi Allah'a mı öğretiyorsunuz." ayetinde azarlamak için olumsuzluk manasında istifham (istifham-i inkârî) kullanılmıştır. [52]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Bedeviler" çölde yaşayan (gayrı medenî) Araplar "iman ettik." yani ge­tirdiğin şer'î hükümleri tasdik edip emredilen hususları yerine getirdik. "dediler." İman güven ve gönül huzuru içinde kalben tasdikten ibarettir. "De ki: Siz iman etmediniz. Fakat teslim olduk, deyin." Yani biz zahirde ita­at ettik. İslâm teslim olmak, zahiren boyun eğmek, açıktan kelimeyi şeha-det getirip savaşı, direnmeyi terketmekten ibarettir. "Zira henüz iman kalplerinize girmedi." Fakat iman edeceğiniz beklenmektedir.

Münafıklığı terkedip ihlâsla "Eğer Allah ve Rasulüne itaat ederseniz amellerinizden" amellerinizin sevabından "hiçbir şey eksiltilmez. Şüphesiz Allah" müminlerden sadır olan kusurları "çok bağışlayıcı ve" fazlı keremin­den ihsan ederek onlara karşı "çok merhametlidir."

"Müminler" yani imanlarında sadık olanlar "ancak Allah ve Rasulüne iman edip sonra da şüpheye düşmeyen" yani hiçbir şekilde imanlarından şüphe duymayan "ve Allah yolunda" yani Ona itaat ve O'nun rızasını ka­zanma yolunda "mallarıyla ve canlarıyla cihad eden kimselerdir, imanla­rında sadık olanlar işte bizzat onlardır." Yoksa kalpleri iman etmediği ve sadece zahiren müslüman oldukları halde "İman ettik" diyenlerin bu sözle­ri doğru değildir.

"Siz dininizi Allah'a mı öğretiyorsunuz?" İman ettik sözünüzü O'na mı bildiriyorsunuz? "Halbuki Allah göklerde ve yerde ne varsa hepsini bilir." Hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. Bu sözle onların cehaleti ortaya konulmuş ve onlar azarlanmışlardır.

"Müslüman olmalarını senin başına kakıyorlar." Yani müslüman ol­malarını sana yapılmış bir iyilik ve ihsan olarak görüyorlar. "Müslüman ol­manızı başıma kakmayın." Müslüman olmanızı bana yapılmış bir iyilik ve ihsan olarak görmeyin.

"Aksine eğer" iman iddiasında "doğru sözlü iseniz sizi imana muvaffak ettiği için Allah size minnet eder." Zira bilinmektedir ki hidayet hidayete ermeyi gerektirmez. Burada "doğru sözlü iseniz" şartının cevabı mahzuf-tur. Önceki kısım buna delâlet etmektedir. Buna göre cevap şöyledir. Eğer iman iddiasında doğru sözlü iseniz o zaman bu nimeti ve ihsanı size Allah bahsetmiştir.

"Şüphesiz Allah göklerdeki ve yerdeki gaybı" gaybi bilgiyi "bilmekte­dir." Gizli ve açık "Allah yaptıklarınızı görmektedir." Buna göre aklınızdan geçirdiğiniz düşünceleriniz Ona nasıl gizli kalabilir? [53]

 

Nüzul Sebebi

 

"Bedeviler iman ettik dediler." ayeti (14. ayet) kıtlık yılında Medine'ye gelip kalben iman etmedikleri halde kelime-i şehadet getiren ve Rasulullah (s.a.)'a "Biz bütün yüklerimiz ve çocuklarımızla sana geldik. Falan kabile gibi sana karşı savaşmadık da. Zekât gelirlerinden bize de ver." deyip son­ra müslüman olmalarını Rasulullah (s.a./ın basma kakmaya başlayan Esed b. Huzeyme oğullarından bir grup hakkında Allah Tealâ bu ayeti in­dirmiştir.[54]

Süddi şöyle demiştir: Bu ayet Fetih suresinde zikri geçen bedeviler hakkında nazil olmuştur. Müzeyne, Cüheyme, Eşlem. Gıfar. ed-Dil ve Eşca Bedevileri canlarını ve mallarını emniyete almak i çır. iman ettik" demiş­lerdi. Bu kabileler sefer için Medine'ye çağırıldıklarında ise gelmediler.[55]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ müminleri takvaya teşvik ettikten sonra Bizim soyumuz şereflidir. O halde şerefli olmak bize ait bir hususiyettir demeleri yüzün­den bedevileri kötülemiş, imanlarının zayıf olduğunu beyan ermiş. Allah ve Rasulünü (s.a.) kalben tasdik ederek ihlâslı olmak ve Allah yolunda itaat maksadıyla cihad etmekten ibaret olan sahih imanın esaslarını tayin ve tespit etmiştir. Ayrıca gönüllerde gizli olan ve açıktan yapılan her şeyi bil­diğini dolayısıyla onların sahip olduğu imanın zayıflığını ve kuvvetliliğini de bildiğini haber vermiş ve mümin olan bir kimsenin imanını Rasulul-lah'ın (s.a.) başına kakmasının uygun olmadığını, aksine Rasulullah'ın (s.a.) eliyle hidayete muvaffak kılması sebebiyle Allah in onlara ihsan ve lütufta bulunduğunu ifade etmiştir. [56]

 

Açıklaması

 

Bedeviler: "İman ettik dediler. De ki: Sız iman etmediniz. Fakat "Tes­lim olduk" deyin. Zira henüz iman kalplerinize girmedi." Yani çölde hayat sürenlerden bir topluluk -ki onlar kendilerinin iman makamında oldukla­rın iddia ederek İslâm'a girenlerin ilklerinden olan Esed oğullarıdır- "Biz Allah'ı ve Rasulünü (s.a.) tasdik ettik, artık iman tam olarak kalplerimize yerleşmiştir." demişlerdi.

Allah Tealâ onların kâmil bir imana sahip olmadıklarını, tasdiklerinin ise ihlâs, gönül huzuru ve Allah'a tam olarak güven duygusundan doğan sahih bir tasdik olmadığını açıklayarak onların bu sözlerini reddetmiş ve onların "Ya Rasulallah! Biz sana boyun eğdik ve teslim olduk. Bundan sonra seninle savaşmayacağız." demelerini emretmiştir. Onlara imanın henüz kalplerine yerleşmediğini, aksine onların iddilarmm gerçek bir itikad ve halis bir niyet taşımayan sırf dille söylenmiş bir söz olduğunu bildirmiştir. Bu sebeple onların iman etmedikleri haber verildiği zamana kadar olum­suz bir manaya delâlet eden "lemmâ" cezim harfiyle ifade edilmiştir, "siz iman etmediniz" sözüyle sadece geçmişte onların mümin olmadıkları kaste-dilmemiştir. Aksine onların imansızlık halleri bu haberin verildiği zaman­da da devam etmektedir.

Bu ayet imanın İslâm'dan daha hususi olduğuna delâlet etmektedir. Ehl-i Sünnet mezhebi bu görüştedir. Nitekim Cebrail hadisi buna delâlet etmektedir. Bu hadiste Cebrail (a.s.) Rasulullah'a (s.a.) önce İslâm'ı, sonra imanı, sonra da ihsanı sorarak genel olandan özel olana sonra da en özel olana yükselmiştir. Bundan dolayıdır ki iman ancak kalp ile gerçekleşir. İman gönül huzuru ve Allah'a güven duygusu ile kalbin tasdikidir. Mücer-red olarak dilin şehadet getirmesi ve Rasulullah'm (s.a.) getirdiklerine za­hiren boyun eğmek manasına gelen İslâm daha geneldir.

Bu görüş bazı Ehl-i Sünnet alimlerine[57] göre iman ve İslâm'ın bir ka­bul edilmesine mani değildir. Bunun delili Allah'ın Lût (a.s.) ve beraberin­deki müminler hakkındaki şu sözüdür:

"Biz oradaki bütün müminleri çıkardık. Orada bir ev dışında hiç müs-lüman bulamadık." (Zariyat, 51/35, 36).

Sonra Allah Tealâ "Eğer Allah'a ve Rasulüne itaat ederseniz yaptığınız amellerden hiçbir şey eksiltilmez. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir." buyurarak onları gerçek imana teşvik etmiştir. Yani eğer Allah ve Rasulüne (s.a.) tam olarak iman eder, sahih bir şekilde onları tas­dik eder ve ihlâsla amel ederseniz, yaptığınız amellerinizin mükâfatından hiçbir şey eksiltmez. O halde ihlâssız yaparak amellerinizi zayi etmeyin. Allah Tealâ kendisine yönelip tevbe eden ve ihlâsla amel eden kimselerin günahlarını örter ve onları affeder. Onlara acır ve tevbe ettikten sonra on­lara azap etmez. Bu ayetle daha önce işlenen günahlardan tevbe etmeye müminler teşvik edilmiş ve sonradan iman etmiş olanların gönülleri teselli edilmiştir. Bunun bir benzeri de şu ayettir: "Biz onların amellerinden hiç eksiltmedik." (Tur. 52/21).

Sonra Allah Tealâ müminlerin sahip olması gereken sıfatları ve ima­nın hakikatini beyan buyurmuştur: "Müminler ancak Allah 'a ve Rasulüne iman edip sonra da asla şüpheye düşmeyen ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden kimselerdir. İşte imanlarında sadık olanlar bizzat onlardır." Yani sahih ve halis imana sahip kâmil müminler o kimselerdir ki Allah'ı ve onun Rasulü Muhammed (s.a.)'i tam olarak kalbiyle tasdik edip bunu diliyle ikrar eder, sonra da bundan asla şüphe duymaz ve imanı asla sarsılmaz. Bilakis tek bir hal üzere, yani tasdik hali üzere sabit kalırlar. Gerçek müminler Allah'a itaat etmek ve onun rızasına nail olmak için Al­lah'ın dinini yüceltmek maksadıyla mallarıyla ve canlarıyla hakkıyla cihad ederler. İşte söz konusu bu vasıflara sahip olan kimseler gerçekten iman sı­fatına sahip ve müminlerin arasına girmeye lâyık doğru sözlü kimselerdir. Bu kimseler, iman ile kalpleri dolmadığı halde rnuslüman olduklarını açık­layan bir kısım bedeviler gibi değildirler.

İmam Ahmed Ebu Said el-Hudri'nin şöyle dediğin: rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a.) buyurmuştur ki: "Müminler dünyada uç kısma ayrılmış­tır: a) Allah ve Rasulüne (s.a.) iman edip bu hususta asla şüpheye düşme­yen ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler. b> Kendileri sebebiyle insanların mallarına karşı güvende olduğu kimseler, o Bir şeye aşırı istek duyduğunda Allah Tealâ'nın terkettiği kimseler.

Allah Tealâ onlara, yaptıkları işlerin hakikatini bildiğini şöyle bildir­miştir:

"De ki: Siz dinînizi Allah'a mı öğretiyorsunuz?! Hc'.b^k: Allah gökler­de ve yerde ne varsa hepsini bilir. Allah şüphesiz her şeyi bilendir." Ey pey­gamber onlara şöyle söyle: İman ettik diyerek içinizdeki dindarlığı Allah'a mı haber veriyorsunuz. Halbuki O her şeyi bilir. Hiçbir şey O na gizli değil­dir. Allah göklerde ve yerde bulunan cansız varlıkları, bitkileri, hayvanları, insanları ve cinleri bilmekte iken sizin varlığını iddia ettiğiniz imanın ger­çekliğini nasıl bilmez? O halde kalplerinizde bulunanın aksini ileri sür­mekten sakının.

Bu ayette dinin sadece Allah için olması gerektiğine işaret edilmiştir. Yani sanki şöyle denmiştir: Siz dine Allah için değil de kendi menfaatiniz için girdiniz. Bu davranışınız asla makbul değildir

Daha sonra Allah Tealâ onların müslürnanlığının Allah için olmadığı­nı şu kavliyle açıklamıştır:

"Müslüman olmalarını senin basma kakıyorlar." Yani ey Peygamber! Onlar "Bütün sahip olduğumuz şeyler ve ailelerimizle sana geldik. Falan filan kabileler gibi sana karşı savaşmadık da." diyerek müslüman olmala­rını sana yapılmış bir iyilik olarak görüyorlar.

Onların bu davranışını Allah Tealâ şöyle reddetmiştir: "De ki: Müslü­man olmanızı başıma kakmayın. Aksine gerçekten de iman sahibi iseniz si­zi imana muvaffak ettiği için size Allah minnet eder." Yani Ey Peygamber! De ki: Ey bedeviler, İslâm dinine girmeyi bana yapılmış bir iyilik sayma­yın. Zira imanın faydası yine size dönecektir. Dolayısıyla Allah'ın bunu ba­şınıza kakma hakkı vardır. Zira şayet sizin mümin olduğunuz iddiası doğ­ru ise, sizi imana irşad edip imanın yolunu göstermesi ve İslâm dinini ka-bule sizi muvaffak kılması sebebiyle asıl size nimet verip minnet eden, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'tır. Burada onların iman iddiasın­da yalancı olduklarına da işaret edilmiştir.

Rasulullah (s.a.)'ın Huneyn günü Ensar'a söylediği şu sözler de buna benzer: "Ey Ensar! Sizi dalâlet içinde bulmuştum Allah benim sayemde sizi hidayete ulaştırmadı mı? Darmadağınık bir haldeydiniz. Benim sayemde Allah sizi bir araya getirmedi mi? Siz aç ve fakir bir halde bulunuyorken benim sayemde Allah sizi zenginleştirmedi mi?" deyince Ensar: "Evet ya Rasulullah! Allah ve Rasulü en büyük nimeti vermiş ve en büyük ihsanda bulunmuştur." demiştir.

Daha sonra da Cenab-ı Allah şöyle buyurarak her şeyi bildiğini vurgu­lamıştır:

"Şüphesiz ki Allah göklerde ve yerdeki gaybı bilmektedir. Allah yaptık­larınızı çok iyi görmektedir." Yani Allah Tealâ göklerin ve yerin her tarafın­daki görünen ve görünmeyen her şeyi çok iyi bilmektedir. İnsanın içinde gizlediği düşünceler de bu cümledendir. Allah Tealâ yaptığınız bütün amel­lere muttalidir. Bu sebeple yapılan bir iyiliğe iyilikle, kötülüğe de kötülük­le karşılık verecektir.

Zihinlerde ve kalplerin derinliklerinde iyice yerleşsin ve daima gönül­lerde ifadesini bulsun diye, ayette Allah'ın bütün kâinatı bildiği gerçeği tekrar edilip vurgulanmıştır. [58]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

1- Genel olarak insanları takvaya teşvik eden önceki ayetlerden sonra bu ayetlerde imanı zayıf olan kimselerin kınanması konusu işlenmiştir.

Sırf ölüm korkusuyla boyun eğmek ve zahiren müslüman olduğunu söyleyerek sadece dil ile iman ehli zümresine dahil olmak yetmez. Bunun için kalben itaat edip iman etmek gerekmektedir.

2- Eğer insanlar Allah için samimi bir şekilde iman ederlerse Allah Tealâ yaptıkları amelleri sebebiyle onlara büyük sevap bahşeder. Elde et­tikleri mükâfatlardan da hiç eksiltme yapmaz.

3- Sonradan iman etmiş kimseler için bir sıkıntı mevzu bahis değildir. Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. İradesiyle kullarının bütün günah­larını bağışlar. Onlara karşı oldukça merhametli olduğu için tevbe ettikten
sonra artık azap etmez.

4- Ayette geçtiği şekilde gerçek imanın esasları şunlardır:

a) Sadece ortağı olmayan Allah'a iman etmek.

b) Hz. Muhammed (s.a.)'in Allah'ın gönderdiği peygamberlerin sonun­cusu olduğuna iman etmek.

c) Bu konuda asla şüphe duymadığı gibi aksine asla sarsılmayan kesin ve kâmil bir itikada sahip olmak.

d) Allah yolunda mal ve canı ile cihad etmek; zira bu imanın mihenk taşı ve delilidir.

İşte gerçekten mümin olanlar bunları tasdik edip şüpheye düşmeyen, bu imanı cihad ve salih amel ile gerçeğe dönüştüren kimselerdir. Onlar öl­dürülme korkusu ve bir şey elde etme arzusuyla muslüman olan kimseler gibi değildirler. Onlar aksine imanlarında sadıktırlar

Cihadı ya Allah'ın dinine destek olmak ve Islan a insanları davet et­mek için yapmak yahut gaspedilmiş hakları ve işgal edilmiş toprakları geri almak için yapmak gerekmektedir. Bu sebeple Rasulullah s.a.) Ebi Musa el-Eşari'den rivayet edilen müttefekun aleyh ı Buhar: ve Müslim'in rivayet ettiği) bir hadiste şöyle buyurmuştur: "Kim Allah'ın kelimesi (dini,) yücelsin diye savaşırsa, işte o Allah yolundadır."

Ülke topraklarını savunmak hakkında Allah Teali şöyle buyurmuş­tur: "Onlara gelin; ya Allah yolunda savaşın veya topraklarınızı müdafaa edin denildiğinde "Harp etmeyi bilseydik elbette sızin peşinizden gelirdik." dediler." (Ali İmran, 3/164).

5- Bir kimsenin mümin olduğunu Allah'a bildirmesine hacet yoktur. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, bir kimsen sahip olduğu dini bildiği gibi kâinatta ki her şeyi de bilmektedir. 'Sız Allzh z dininizi mi öğ­
retiyorsunuz?" ayeti onların cehaletini ortaya koymaktadır.

6- İman etmenin faydası yine bizzat mümin olan kimseye döndüğü için bir kimsenin müslümanhğını başka bir kimsenin başına kakması doğ­ru değildir. Aksine bütün bu minnet, ihsan ve nimetin sahibi olan, iman
yolunu kullara gösterip irşad eden ve onları iman etmeğe muvaffak kılan Allah'tır.

Bu konuda sadık olanlar Allah'ın kendilerini hidayete erdirdiğini iti­raf edenlerdir. Burada hidayetin manası iman yolunu göstermektir.

"İşte imanlarında bizzat sadık olanlar onlardır." sözünde bu ayetin in­mesine sebep olan bedevilerin yalancı olduklarına dair tarizde bulunul­muştur. Bu sebeple Allah Tealâ "De ki: Sız iman etmediniz." buyurmuştur. Bu şekilde bedeviler azarlanmış olmaktadır.

7- Ayet-i kerime'nin ilk anlamı bedevilerin gerçek manada mümin ol­madıklarına, aksine zahiren İslâm'ı benimsemiş müslümanlar olduklarına delâlet etmektedir. Buna göre daha önce de geçtiği gibi İslâm daha genel
bir mana ifade ederken iman daha özel bir manada kullanılmıştır. Burada adı geçen bedeviler münafık da değildirler. Aksi takdirde Beraet suresinde olduğu gibi Allah Tealâ onları azarlar ve farklı bir üslûp kullanırdı.

8- Şüphesiz ne yerde ne de gökte Allah'a gizli kalan hiçbir şey bulunmaz. Kalpler ve gönüllerde bulunan duygu ve düşünceler de buna dahildir. Dolayısıyla Allah Tealâ hakiki iman ile yalancı imanı, korkuları, istekleri ve İslâm'a girmeye götüren sebepleri çok iyi bilmektedir. [59]

 

 

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/439.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/439.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/440-441.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/442.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/442-444.

[6] Zeccac demiştir ki: Takdir şöyledir: Boşa çıkmaması için sesinizi yükseltmeyin.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/444-446.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/446-448.

[9] Sırar: Sır vermek manasına gelir. Yani sır sahibi gibi veya sesi kısık olduğu için sır verir gibi manasınadır.

[10] Kurtubî, XVI/302; İbnu'l Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, IV/1701.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/448-451.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/452.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/452-453.

[14] İbnu'l Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, IV/1703.

[15] Musaddık: Koyun sürüsünün zekâtını toplayan memur demektir.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/453-454.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/454-455.

[18] Razî, XXVIII/119.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/454-456.

[20] Zemahşerî, III/149.

[21] Beyhaki Şuabu'l-Iman'da Enes b. Malik'ten rivayet etmiştir. Bu hadis zayıftır.

[22] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, III/396.

[23] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, III/399.

[24] İbnu'l Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, III/1703.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/456-460.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/461.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/461-462.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/462-463.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/463.

[30] İsnadı iyi ve sağlamdır. Ricali Buhari'nin şartlarına uygundur.

[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/463-465.

[32] Kurtubî, XVI/317; Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, III/401.

[33] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, IV/1705.

[34] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, III/403

[35] Kurtubî, XVI/322

[36] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, III/404.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/466-470.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/471.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/471-473.

[39] Buhari, Edebü'l-Müfred.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/473-475.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/475-476.

[42] Karafi, Furûk, IV/209.

[43] Beni Mudlece arazisinde bir hurmanın altında Rasulullah tarafından uykusundan uyandırıldığında üzerinde toprak kaldığı için Hz. Ali'ye Ebu Türab denmiştir.

[44] Tayra: Uğursuz sayma ve kötüye yorma demektir. Tatayyür denilmesi daha ince bir mana ifade eder. Tatayyür kalpte bulunan kötü zan manasına gelirken tayra ise bu zanna bağlı olarak kaçma vs. fiillerdir. Bunların ikisi de haramdır. Zira "Rasulullah (s.a.) bir şeyi güzele yormayı sever, uğursuz saymaktan hoşlanmazdı." Ayrıca uğursuz sayma aynı zamanda Allah Teala hakkında kötü zanda bulunmak demektir. Fe'l, beraberinde hayır bulunduğu zannedilen şeydir ki tayra ve tatayyürün zıddıdır. Güzel söz ve güzel isimlendirme caiz olan uğurlu saymadır. Mushaftan çıkarılan uğurluluk, kum falı ve kura çekmek ile arpa falı gibi şeyler haramdır. Zira bunlar fal okları türün-dendir. Cahileyet zamanında üç tane ok vardı birinde "yap" birinde "yapma" diğerinde ise "boş" yazılıydı. Bunlardan birisi çekilirdi. Şayet "yap" yazılı ok çıkarsa hemen o iş yapılırdı, "yapma" yazılı ok bulunursa bu uğursuzluğe yorumlanarak ondan vazgeçilir-di. Şayet "boş" yazılı ok çıkmış ise o zaman kura tekrar edilirdi. İşte kura ile hareket etme gaybın bu oklar ile taksim edilmesini talep etme manasına gelir. Bu yüzden bu işe kısmet ve nasip istemek manasına istiksam denir. Yani kötüden iyi taksimin çıkmasını istemektir, (bkz. Karafi, Furûk, IV/238, 240).

[45] Sübül'üs-Selâm, III/129.

[46] Hadisin senedinde Ali b. Medeni'nin babası olan Abdullah b. Cafer vardır. Bu zat zayıftır.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/476-485.

[48] İhya'u Ulumi'd-Din, Gazalî, III/132.

[49] "Fasıkın gıybeti yapılmaz" hadisi sahih değildir.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/485-490.

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/491.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/491-492.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/492.

[54] Esbabu’n-Nüzul, Vahidi, 225.

[55] Kurtubî, XVI/348.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/493.

[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/493.

[57] Razî, XXVIII/141.

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/493-496.

[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/496-498.