Hücre-i saadetin
arkasından Rasulullah'a (s.a.) bağıran bedevi Arapların tedip edilmesinden
bahsedildiği için bu sureye 'Hucurat" ismi verilmiştir. Hucurat
Rasulullah'ın pâk hanımlarının hücreleridir (tek odalı küçük evleridir).
Rasulü Ekrem (s.a.)'in dokuz tane hanımı vardı. Onlardan her birine ait bir
hücre (oda) bulunuyordu. Rasulullah'a (s.a.) onun pâk hanımlarına rahatsızlık
verilmemesi için bedeviler tedip edilmiştir.
Bu sureye "Ahlâk
ve Adab" suresi de denmiştir. Çünkü bu sure, İslâm toplumunun tazim edilme
keyfiyetini ve uyulması gereken edep kurallarını göstermekte; güzel ahlâk ve
üstün amelleri açığa çıkarmaktadır. Ayrıca burada müminlere beş defa iman
vasfı ile nida edilmiştir: Bu surede ele alınan kuralların esesları şunlardır:
1- Allah ve
Rasulüne (s.a.) itaat etmek.
2-
Rasulullah'a (s.a.) saygı ve hürmet göstermek.
3-
Nakledilen haberleri iyice araştırmak.
4-
İnsanlarla alay etmenin haram kılınması.
5- Tecessüs,
gıybet ve kötü zannın haram kılınması.
[1]
Bundan önce geçen
Fetih süresiyle bu surenin ilişkisi üç noktadan ortaya çıkmaktadır:
1- Önceki surede kâfirlerle savaşmanın bu surede ise bağiler (iç isyana
kalkışanlar) ile savaşmanın hükmü yer almaktadır.
2- Fetih
suresi "Onların iman edip salih amel işleyenlerine Allah hem mağfiret hem
de büyük mükâfat vaadetmiştir." ayetiyle son bulmuş, bu sure ise Allah'ın
kendilerini kâfirlere sert, müminlere merhametli diye vas-fetmesiyle
kazandıkları yüce makamı onlara hatırlatmak için "Ey iman edenler!"
diye başlamıştır.
3- Her iki
surede de, özellikle ilk ayetlerde Rasulullah (s.a.)'m konumunu yüceltme
vardır. Onun Allah tarafından teşrif edilmesi, Hudeybiye sulhunda onun razı
olduğu her şeye müminlerin de razı olmasını ve ona saygı ifade eden hiçbir söz
ve fiili de elden bırakmamalarını gerektirir.
[2]
Medine'de indiği için
bu surenin konusu önceki surede olduğu gibi şer'i hükümlerdir. Buradaki
hükümler İslâm toplumunun sağlam bir eğitim ve yerleşik ahlâk esaslarına göre
tanzim edilmesiyle alâkalıdır. Hatta bu yüzden bu sureye "Ahlâk
suresi" ismi de verilmiştir. Yine bu sure güzel ahlâkı ve edep kurallarına
riayet hakkındadır. Burada ele alınan edep kuralları özel ve genel olmak üzere
iki türlüdür:
Hususî edep kuralları:
Rasulullah'ın (s.a.)
ümmetiyle olan münasebetlerinde riayet edilmesi gereken edep kurallarıdır. Sure
bu tür edep kurallarıyla başlamış, "Ey iman edenler! Allah ve Rasulünün
önüne geçmeyin." ayetiyle Allah'a ve Rasulüne (s.a.) itaati vacip kılarak
ona muhalefet etmekten sakındırmıştır.
Sonra "Ey iman
edenler! Sesinizi Rasulullah'ın sesinin üstüne çıkarmayın." ayetiyle onu
yüceltmek, ondan çekinmek ve onun kadru kıymetini tazim etmek için Rasulullah
(s.a.) konuşurken sesin kısılması emredilmiştir. Sonra da tazim ve ihtiram
için müminlerin Rasulullah'a (s.a.) isim ve künyesi ile değil de peygamberlik
ve nübüvvet sıfatıyla hitap etmeleri istenmiştir. Onun huzurunda sesin
kısılması takvadan kabul edilerek, Uyey-ne b. Hısn vb. şahısların yaptığı gibi
Rasulullah'ın (s.a.) hanımlarına ait hücrelerin (odaların) arkasından
bağıranlar kötülenmiştir.
Surenin sonunda ise
müslüman olup İslâm'a girmenin Allah'a minnet edilip Rasulullah'ın (s.a.)
başına kakılması kınanmıştır: "Müslüman olmalarını senin başına
kakıyorlar."
Toplumsal ve genel
edep kuralları:
Faziletli bir toplum
yapısını kurabilmek için insanların birbirleriyle münasebetleriyle ilgili
olarak güzel ahlâkî davranışların yerleştirilmesi ve ahlâksızlığın
kötülenmesidir.
Bu surede müminlere
haberleri iyice araştırıp fasıkların yaydıkları laflara kulak vermemeleri
emredilerek imanın gerektirdiği davranışlar övülmüş, küfür, fısk ve isyan ise
çirkin gösterilmiştir: "Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber
getirirse onu iyice araştırın."
Sonra surede
birbiriyle savaşan iki müslüman grup arasındaki ihtilâfı çözme yolunu
açıklamıştır. Bunun yolu aralarını düzeltmek, İslâm cemaatine ve birlik
saflarına dönünceye kadar isyankârlar ile savaşmaktır: "Şayet müminlerden
iki fırka bir biriyle savaşırsa aralarını düzeltin."
Yine bu surede
müminler arasında sevgi ve kardeşlik bağlarının kurulması gerektiği ilân
edilmekte, İslâm cemaatinin bozulması; müslüman fertler arasında
anlaşmazlıkların ortaya çıkması; ister erkek ister kadın olsun başkalarıyla
alay etme, arkadan çekiştirme, yüze karşı kaş göz hareketiyle eğlenme ve kötü
lakapla çağırma, tecessüs (gizli hallerin araştırılması), gıybet ve bozgunculuk
vb. sebeplerle hoşnutsuzluk, kin ve nefretin doğmasından müminler
sakmdırılmıştır.
Sonra cinsleri,
renkleri ve unsurları farklı milletler arasındaki eşitlik ve kardeşliğin temel
noktası ilân edilmiştir. Üstünlük ancak takva ile, salih amel ve güzel ahlâkla
mümkündür.
Bu sure bedevilerden
bahsederek son bulmuştur. İman ve İslâm kelimeleri birbirinden ayrılmış,
müminlerin üstün vasıfları ile Allah'a ve Rasulüne (s.a.) iman, Allah yolunda
can ve mal ile cihattan ibaret olmak üzere kâmil mümin olmanın şartları
zikredilmiştir. Bedevilerin İslâm'a girmelerini Rasulü Ekrem'in (s.a.) başına
kakmaları kınanmış, ahlâkî ve dinî değerlere saygı ve tazim göstermenin ilkesi
tespit edilmiştir. Bu ilke Allah'ın kulları murakabe etmesi, göklerdeki ve
yerdeki gaybî haberleri ile yerde ve gökte bulunan her şeyi bilmesi, kulların
bütün amellerini görmesidir.
[3]
1- Ey
iman edenler! Allah
ve Rasulünün huzurunda öne geçmeyin. Allah'tan korkun; çünkü Allah
hakkıyla işiten ve her şeyi bilendir.
2- Ey iman edenler!
Seslerinizi peygamberin sesinden yüksek çıkarmayın. Birbirinize bağırdığınız
gibi ona yüksek sözle bağırmayın. Yoksa hiç farkında olmadan amelleriniz boşa
gidiverir.
3- Rasulullah'ın
yanında seslerini alçaltanlar gerçekte Allah'ın takva için kalplerini seçtiği
kimselerdir. Onlar için mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.
4- Hücrelerin
arkasından seni çağıranlar (var ya) onların çoğunun akılları ermez.
5- Eğer sen çıkıncaya
kadar onlar sabretselerdi elbette kendileri için daha hayırlı olurdu. Allah çok
bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.
"Ey iman edenler!
Allah ve Rasulünün huzurunda öne geçmeyin." ayetinde temsilî istiare
vardır. Burada Rasulullah'ın (s.a.) huzurunda görüşlerini açıklayanlar, edep
gereği arkada yürümesi gerekirken sultanın veya büyük bir hakimin önünde
yürüyen kimseye benzetilmiştir.
"Ey iman edenler!
Seslerinizi peygamberin sesinden yüksek çıkarmayın." cümlesinde teşbih
edatı bulunan bir teşbih vardır.
[4]
"'Allah ve
Rasulünün huzurunda" sözde ve işte, hüküm vermede "öne geçmeyin."
Siz Kur'an ve sünnetin aksini söylemeyin. "Allah'tan korkun" bir
şeyler takdim etme hususunda onun emir ve yasaklarına veya verdiği hükme aykırı
davranmaktan sakının. "Çünkü Allah" sizin sözlerinizi "hakkıyla
işiten" ve yaptıklarınızı "hakkıyla bilendir."
"Ey iman edenler!
Seslerinizi peygamberin sesinden yüksek çıkarmayın" Konuştuğunuz zaman
sesinizi onun sesinden daha yüksek çıkarmayın. "Ona yüksek sözle (sesle)
bağırmayın." Yani onunla alçak sesle konuştuğunuzda kendi aranızda
konuştuğunuz gibi konuşmayın. Aksine sesinizi onun sesinden daha yavaş
çıkartın. Veya birbirinize hitap ettiğiniz gibi ona ismiyle ve künyesiyle hitap
etmeyin. Tazim ve ihtiram için ona "Ey Allah Rasulü!" veya "Ey
peygamber" diye hitap edin.
"Ey iman
edenler!" sözüyle daha dikkatli olmaları, Rasulullah'a (s.a.) daha fazla
ihtimam ve ihtiram göstermelerini sağlamak için nida tekrar edilmiştir.
"Yoksa
amelleriniz hiç farkında olmadan boşa gidiverir." Yani amellerinizin boşa
gitmemesi veya amelleriniz boşa gitme kötülüğü ve korkusu sebebiyle onun
huzurunda yüksek sesle konuşmayın, Yani amellerinizin sevabı boşa çıkar. Zira
küçümseyerek sesi yükseltmek eğer aşağılama ve vurdum duymazlıkla birleşirse
bu, bazan insanı, amelleri batıl kılan küfre kadar götürür.
Yasağa aykırı davranma
korkusu ve edebe riayet için "Rasulullah'ın (s.a.) yanında seslerini
kısanlar" yani yumuşatanlar "gerçekte Allah'ın takva için kalplerini
seçtiği kimselerdir." Burada kastedilen mana şudur: Kuyumcunun altını
diğer maddelerden seçip ayırdığı gibi Allah Tealâ'da onların kalplerini
temizlemiş ve pisliklerden arındırmıştır. Kalplerini takva için eğitmiş ve
takvaya hazır hale getirmiştir.
"Onlar için"
günahları için "mağfiret ve" Rasulullah'ın huzurunda seslerini
kısmaları ve diğer itaatları sebebiyle "büyük bir ecir-mükâfat
vardır." Mükâfat manasına gelen "ecr" kelimesinin nekre
getirilmesi tazim içindir.
"Hücrelerin
arkasından" yani Rasulullah'ın (s.a.) mübarek hanımlarına ait
hücrelerinin (odalarının) arkasından "sana çağıranlar (var ya) işte onların
çoğunun akılları ermez." Çünkü akıl, Rasulü Ekrem'in (s.a.) makamının
önünde çekingenlik ve güzel edebe riayeti gerektirmektedir.
"Hucu-rat" kelimesi "hücre" kelimesinin çoğuludur.
"Hücre"
kelimesi, taşlarla etrafına duvar örülen toprak parçasına denir. Gurfe ve
zulmet kelimeleri de yapı itibariyle "hücre" kelimesi gibidir. Bu
kelimelerin çoğulları "gurufat" ve "zulümat" şeklinde
gelir.
"Eğer sen
çıkıncaya kadar onlar sabretselerdi" yani sen dışarı çıkıncaya kadar
onların bekleyişleri ve sabırları sabit olsaydı "elbette kendileri için
daha hayırlı olurdu." Onların sabretmesi, acele davranmalarından daha
hayırlı olurdu. Çünkü övülmeyi ve sevaba nail olmayı gerektirecek tazim ve
hürmet ancak bu sabırla gerçekleşir.
"(Bununla
beraber) Allah çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir." Zira Rasulullah'a
(s.a.) tazim ve hürmet göstermeyen bu edepsizleri sadece azarlamak ve onlara
nasihat etmekle yetinmiştir.
[5]
"Ey iman edenler!
Allah ve Rasulünün huzurunda önce geçmeyin." ayetinin (1. ayet) nüzul
sebebiyle ilgili olarak Buhari, Tirmizi ve diğerleri İbni Ebi Müleyke'den şöyle
rivayet etmişlerdir: Abdullah b. Zübeyr İbni Ebi Müleyke'ye şu olayı haber
vermiştir: Beni Temim'den bir kafile Rasul-lah'ın (s.a.) yanına gelmişti. Ebu
Bekir "Ku'ka b. Mabed emir tayin edilsin." dedi. Hz. Ömer
"Hayır, Akra b. Habis emir tayin edilsin." deyince Hz. Ebu Bekir
"Sen sadece bana muhalefet etmek istiyorsun" dedi. Hz. Ömer de
"Hayır! Ben sana muhalefet etmek istemedim" diye cevap verdi. Böylece
birbirleriyle tartışmaya başladılar. Bu esnada sesleri de bayağı yükselmişti.
İşte bu olay hakkında "Ey iman edenler! Allah ve Rasulünün huzurunda öne
geçmeyin." sözünden başlayıp "Eğer sen çıkıncaya kadar onlar
sabretse-lerdi elbette kendileri için daha hayırlı olurdu." sözüne kadarki
ayetler nazil olmuştur. Yani bu ayetler Kuka b. Mabed veya Akra b. Hâbis'in
emir tayini hususunda Ebu Bekir (r.a.) ile Hz. Ömer (r.a.)'in Rasulullah'ın
(s.a.) huzurunda tartışmaları hakkında nazil olmuştur.
İbni Münzir, Hasan-ı
Basri'den şöyle rivayet etmektedir: Bazı kimseler Kurban Bayramı gününden önce
kurbanlarını kesmişlerdi. Rasulullah (s.a.) onların yeniden kurban kesmelerini
istedi Bunun üzerine Allah Tealâ "Ey iman edenler! Allah ve Rasulünün
huzurunda öne geçmeyin." ayetini indirmiştir.
İbni Ebi Dünya
Kitabu'l-Edaha'da hadisi şu lafızlarla rivayet etmiştir: Bir kimse, kurbanını
bayram namazından önce kesmişti. Bunun üzerine bu ayet nazil olmuştur.
Taberani Evsat isimli
kitabında Aişe'den (r.a.) şöyle rivayet etmiştir:
Bazıları Ramazan ayı
girdi düşüncesiyle Rasulullah'tan (s.a.) önce oruç tutmuşlardı. Bunun üzerine
Allah Tealâ "Ey iman edenler! Allah ve Rasulünün huzurunda öne
geçmeyin" ayetini indirmiştir.
"Ey iman edenler!
Seslerinizi Peygamberin sesinden yüksek çıkarmayın." ayetinin (2. ayet)
nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Cerir, Katade'den yüksek sesle
konuştuklarından dolayı bu ayetin indirildiğini söylemiştir.
Rivayet olunduğuna
göre bu ayet Sabit b. Kays b. Şemmas hakkında nazil olmuştur. Sabit'in
kulaklarında ağırlık vardı. Bu yüzden Sabit insanlarla yüksek sesle konuşurdu.
Belki de Rasulullah (s.a.) ile de konuşmuş ve sesi Rasulullah'a eza vermişti.
Bu sebeple de Allah Tealâ bu ayeti indirmiştir.
"Rasulullah'ın
(s.a.) yanında seslerini alçaltanlar gerçekte Allah'ın takva için seçtiği
kimselerdir." ayetinin (3. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Cerir
Muhammed b. Sabit b. Kays b. Şemmas'm şöyle dediğini rivayet etmektedir:
"Ey iman edenler!
Seslerinizi peygamberin sesinden yüksek çıkarmayın." ayeti nazil olunca
Sabit b. Kays ağlayarak yola oturmuştu. Asım b. Adiyy b. Aclan oradan
geçiyordu. Ona "Niçin ağlıyorsun?" dedi. Sabit b. Kays " Bu ayet
benim hakkımda nazil oldu diye korkarım. Benim sesim çok gür ve çok
yüksektir." dedi. Bu hususu Rasulullah'a (s.a.) arzetti. Rasu-lullah
(s.a.) ona dua etti ve "Övgüye lâyık bir şekilde yaşamaya, şehid olarak
ölmeye ve cennete girmeye razı değil misin?" dedi. Sabit b. Kays
"Razıyım. Bir daha sesimi Rasulullah'ın (s.a.) sesinin üstüne asla
çıkarmayacağım" dedi. Bunun üzerine Allah Tealâ "Rasulullah 'm
yanında seslerini alçaltanlar gerçekte Allah'ın takva için kalplerini seçtiği
(temizlediği) kimselerdir." ayetini indirmiştir. Bu hadise Buhari ve
Müslim'de Enes b. Ma-lik'ten de rivayet edilmiştir.
İbni Abbas demiştir
ki: "Ey iman edenler! Seslerinizi peygamberin sesinden yüksek
çıkarmayın." ayeti nazil olunca Hz. Ebu Bekir (r.a.) Rasulullah (s.a.)
ile sadece sırdaşı[6] (bir sır söylendiğindeki)
gibi konuşacağına yemin etmişti. Bu sebeple Allah Tealâ Ebu Bekir hakkında
"Rasulullah'ın yanında seslerini alçaltanlar gerçekte Allah'ın takva için
kalplerini seçtiği kimselerdir." ayetini indirmiştir.
"Hücrelerin
ardından seni çağıranlar (var ya) onların çoğunun akılları ermez."
ayetinin (4. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Taberani ve Ebu Ya'la hasen
bir sened ile Zeyd b. Erkam'dan şöyle rivayet etmektedir:
Bedevilerden birkaçı
Rasulullah'a (s.a.) ait hücrelerin (odaların) yanına geldiler ve "Ya
Muhammed!, Ya Muhammed! diye nida etmeye başladılar. Bu sebeple Allah Tealâ
"Hücrelerin ardından çağıranlar (var ya) onların çoğunun akılları
ermez." ayetini indirmiştir.
Abdurrazzak Katade'de
şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Adamın biri
Rasulullah'a (s.a.) geldi ve "Ya Muhammed! Benim birisini methetmem onun
için bir zinet ve gurur, kınamam da utanılacak bir lekedir." deyince
Rasulullah (s.a.): "O şekilde olan Allah'tır." buyurdular. Bunun
üzerine Allah "Hücrelerin ardından seni çağıranlar (var ya) onların
çoğunun akılları ermez." ayetini indirmiştir. Tirmizi'ye göre bu rivayet
mürseldir. Berâ ve başka sahabilerden merfu olarak rivayet edilen başka
rivayetler de vardır. Fakat onlarda ayetin nüzul sebebi yoktur. İbni Cerir vb.
de Hasan-ı Basri'den bunun bir benzerini rivayet etmiştir.
Ahmed b. Hanbel sahih
bir senedle Akra b. Hâbis'ten şöyle rivayet etmektedir:
Akra b. Habis
hücrelerin ardından Rasulullah'a (s.a.) nida etmişti. Ra-sulullah (s.a.) ona
cevap vermedi. Bunun üzerine Akra: Ya Muhammedi "Benim birisini övmem onun
için zinet ve gurur, kötülemem de utanılacak bir lekedir." deyince
Rasulullah: "O dediğin Allah'a mahsustur." buyurdu.
Muhammed b. İshak ve
diğerleri demiştir ki: Bu ayet Beni Temim'in kabalığı hakkında nazil olmuştur.
Onlardan bir heyet Rasulullah'm (s.a.) yanına gelmişlerdi. Mescide girdiler ve
hücrelerin arkasından "Ya Muhammed! Yanımıza çık. Çünkü bizim övmemiz bir
kimse için zinet ve gurur vesilesi, yermemiz de bir lekedir" diye
Rasulullah'ı (s.a.) çağırdılar. Rasulullah (s.a.) onların bağırmalarından
rahatsızlık duydu ve onların yanına çıktı. Dediler ki: Biz sana karşı övünmek
için geldik Ya Muhammed! Ve onlar hakkında "Hücrelerin ardından seni
çağıranlar (var ya) onların çoğunun akılları ermez." ayeti nazil oldu.
[7]
Müminlerin,
peygamberleri ile olan münasebetlerinde riayet etmeleri gereken ihtiram, tazim
ve saygı esasına dayanan özel edep kuralları şunlardır:
1- "Ey
iman edenler! Allah ve Rasulünün huzurunda öne geçmeyin. Allah'tan korkun.
Çünkü Allah hakkıyla işiten ve her şeyi bilendir." Yani ey gerçek imana
sahip müminler! Allah ve Rasulü bir konuda hüküm vermeden önce siz söz
söylemede yahut hüküm vermede veya bir iş yapmada acele davranmayın ve öne
geçmeyin. Belki siz haksız olarak bir hüküm verebilirsiniz. Bütün işlerinizde
Allah'tan korkun. Allah ve Rasulünün (s.a.) izin vermediği bir konuda haddi
aşmaktan sakının. Zira Allah sözlerinizi çok iyi bir şekilde duyar,
fiillerinizi ve niyetlerinizi de çok iyi bilir. Yaptığınız hiçbir şey ona gizli
kalmaz.
Bu ayet açıkça
Allah'ın kitabına ve Rasulullah'm (s.a.) sünnetine ma-halefeti yasaklamaktadır.
Allah'ın dinini tebliğ ettiği için burada Rasulullah (s.a.) da özellikle
zikredilmiştir.
İbni Abbas bu ayetin
"kitap ve sünnetin zıddmı söylemeyen" manasına geldiğini
söylemiştir. Dahhak da "Allah ve Rasulü dışında siz dini bir mesele
hakkında hükmetmeyin." manasına geldiğini söylemiştir.
Bu ayet, ictihad
kaynaklarının hüküm vermede öncelik sırasını da göstermektedir. Ahmed b.
Hanbel, Ebu Davud, Tirmizi ve İbni Mace Muaz b. Cebelden şöyle rivayet
etmektedirler:
Yemen'e gönderirken
Rasulullah (s.a.) ona "Neyle hükmedeceksin?" diye sordu. Muaz
"Allah'ın kitabıyla." dedi. Rasulullah (s.a.) "Peki onda
bula-mazsan?" deyince Muaz "Rasulullah'm (s.a.) sünnetiyle."
dedi. Rasulullah "Peki onda da bulamazsan?" dedi. Muaz "O zaman
kendi görüşümle ictihad ederim" deyince, Rasulullah (s.a.) onun göğsüne
vurdu ve "Rasulünün elçisini Allah Rasulünün hoşnut olduğu bir şeye
muvaffak kılan Allah 'a ham-dolsun." buyurdular.
Yani Muaz b. Cebel
kendi görüşünü ve içtihadını Kitap ve Sünnet'ten sonraya bırakmıştır. Şayet
önce söyleseydi işte o zaman Allah ve Rasulünün (s.a.) önüne geçmiş olurdu.
Özetle onun bu sözü, içtihadı içine alan bir edep örneğidir. Bundan sonra Allah
Tealâ konuşmada riayet edilmesi gereken edep kurallarından bahsederek şöyle
buyurmuştur: "Ey iman edenler! Seslerinizi peygamberin sesinden yüksek
çıkarmayın." Yani ey Allah ve Rasulüne iman eden müminler! Rasulullah
(s.a.) ile konuştuğunuz zaman seslerinizi onun sesinin üstüne çıkarmayın. Çünkü
yüksek sesle konuşmak ihtiramın azlığına, yavaş sesle konuşmak ise tazim ve
saygıya delâlet etmektedir. Allah'ın müminlere öğrettiği ikinci edep de şudur:
"Birbirinize bağırdığınız gibi ona yüksek sözle (sesle) bağırmayın."
Yani onunla konuştuğunuz zaman, kendi aranızda alışkanlık haline getirdiğiniz
gibi, yüksek sesle konuşmanın aksine ona sakin bir edayla ve teenni ile hitap
edin. Ona saygı göstererek sizi sıkmadan ve usandırmadan yavaş bir eda ile
tebliğ ettiği peygamberlik vazifesinin kadrini takdir ederek "Ya Rasulullah!
veya Ya Nebiyyallah!" diye ona hitap ediniz.
"Yoksa hiç
farkında olmadan amelleriniz boşa gidiverir." Yani Allah Tealâ sizi
alışılmışın dışında sesinizi yükseltmekten nehyetmiştir. Zira bunda farkında
olmadan sevabın gitme veya Rasulullah'ı küçümsemenin küfre götürme endişesi ve
korkusu vardır. Nitekim Malik, Ahmed, Tirmizi, Nesai ve diğerlerinin Bilal b.
Haristen rivayet ettikleri sahih bir hadiste şöyle denilmiştir: "Muhakkak
bir kimse Allah'ı razı edecek bir söz söyler de pek üzerinde durmazsa, karşılık
olarak Allah o kimse için cenneti farz kılar. Bir kimse de Allah 'ı kızdıracak
bir söz söyler ve ona pek aldırış etmezse, cehennemde göklerle yer arasından
daha uzak bir derinliğin içine düşer."
Allah, Rasulüne (s.a.)
aykırı hareket etmenin tehlikelerinden sakındırdıktan sonra "Rasulullah'in
yanında seslerin alçaltanlar gerçekte Allah 'm takva için kalplerini seçtiği
kimselerdir. Onlar için mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır." buyurarak
Rasulullah'ın huzurunda yavaş konuşmayı emretmiştir. Ayetin manası şöyledir:
Rasulullah (s.a.) ile konuşurken, onun meclislerinde bulunurken seslerini
kısanların kalplerini Allah elbette takva için halis kılmış, temizlemiş ve ona
uygun bir mahal kılmıştır. Nasıl altın, ateşle diğer maddelerden arıtılıp
iyisi kötüsünden ayrılmışsa, aynı şekilde Rasulullah'ın (s.a.) huzurunda
edepli bir şekilde bulunanların da Allah kalplerini kötü olan her şeyden
temizlemiştir. Ayrıca edepli bir halde seslerini kısmalarına ve diğer
itaatlanna karşılık onlara büyük bir sevap verilecek ve günahları da
affedilecektir. Bunun bir benzeri de şu ayet-i ke-rime'dir: "(Muhammed'i
(s.a.) size gördermemiz) Allah'a ve Rasulüne (s.a.) inanmanız, onun dinine
yardımcı olmanız ve ona saygı duymanız ve sabah akşam onu teşbih etmeniz
içindir." (Fetih, 48/9)
İmam Ahmed, Mücahid'in
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Hz. Ömer'e "Ey müminlerin emiri! Günah
işlemeye istek duymayan ve günah işlemeyen bir adan hakkında ne dersiniz?"
diye yazılı olarak soru soruldu. Hz. Ömer de cevap olarak, "masiyete istek
duyup da onu yapmayanlar, "gerçekte Allah'ın takva için kalplerini seçtiği
kimselerdir. Onlar için mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır." dedi.
Sonra Allah Tealâ,
Rasulullah'ın (s.a.) evi olan hücrelerin arkasından ve önünden bedevi Arapların
yaptığı gibi Rasulullah'a (s.a.) seslenenleri kınamıştır. Allah Tealâ onları
en iyi ve en üstün şekilde irşad ederek şöyle buyurmuştur:
"Hücrelerin
arkasından seni çağıranlar (var ya) onların çoğunun akılları ermez." Yani
uzaktan, Rasulullah'ın (s.a.) hanımlarına ait hücrelerin (evlerin) arkasından
sana bağıranların -ki onlar Temim kabilesinin kaba insanlarıdır- çoğunun
toplum kurallarına, adaba ve buna benzer şeylere akıllan ermez. Onlar sana
gösterilmesi vacib olan saygı ve ihtiramı idrak edemezler.
"Onların
çoğunun" deyimi ile ya onların tamamı kastedilmiştir (zira Araplar
yalandan sakınmak ve ihtiyatlı konuşmak için bir şeyin çoğunluğunu zikrederek
tamamını kastetmektedir), yahut da maksat onların çoğunlukla akıllarının
ermediğini ifade etmektir.
"Eğer sen
çıkıncaya kadar onlar sabretselerdi elbette kendileri için daha hayırlı
olurdu. (Bununla beraber) Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir."
Yani her zaman ki gibi sen çıkıncaya kadar sabretselerdi bu hususta dünya ve
ahirette kendileri için hayır ve maslahat gerçekleşirdi. Çünkü böyle bir
harekette Rasulullah'a (s.a.) karşı güzel edebe riayet edilmiş ve lâyık olduğu
tazim ve saygı gösterilmiş olur. Allah Tealâ kulların günahlarını
bağışlayıcıdır. Onlara çok merhamet eder. Böylece onlar tevbe ve istiğfara
teşvik edilmişlerdir.
[8]
1- Allah ve
Rasulüne (s.a.) itaat etmek ve Kur'an ve sünnette yer alan bir hükmü
diğerlerine tercih etmek gerekir.
2- Bu
ayetlerle Araplar ve dolayısıyla diğer milletlere de güzel ahlâk ve edep
kuralları öğretilmiştir. Çünkü Araplar, Rasulullah'a (s.a.) hitap ederken edep
dışı ve kaba davranışlarda bulunmuşlardı.
3-
Kurtubi ve İbni Arabi demişlerdir ki:
"Ey iman edenler! Allah ve Rasulünün huzurunda öne geçmeyin." ayeti,
Rasulullah'ın (s.a.) sözlerine itirazın terkedilmesi ve ona tabi olup peşinden
gitmenin gerekliliği hususunda temel kaidedir.
Kıyası bir hüküm
kaynağı olarak kabul etmeyenler bu ayeti delil olarak kullanmış olabilirler.
Ancak bunu delil olarak kullanmaları dayanaksızdır. Zira bir hususta Kitap ve
Sünnet'in delâleti mevcutsa onun yapılması, onun Kitap ve Sünnet'e tercih
edildiği manasına gelmez. Dolayısıyla Kitap ve Sünnet'te şeriatın füru
kısmında kıyasla hükmetmenin vü-cubuna delâlet eden nasslar da mevcut
olduğundan kıyasla hükmetmek Kitap ve Sünnet'in önüne geçmek değildir.[9]
4- Takvalı
olmak emredilmiş ve her türlü emir ve yasaklarda takvaya riayet vacip
kılınmıştır. Allah ve Rasulünün (s.a.) önüne geçmek, takvaya riayet edilmesi
gereken yasaklardan biridir. Allah Tealâ insanları gözetlemekte sözlerini en
ince noktasına kadar işitip, yaptıkları her şeyi bilmektedir.
5- Rasulullah
(s.a.) ile konuşurken sesin kısılması ve onun sesinden daha yüksek seslerle
konuşulmaması vacip kılınmıştır. Zaten Rasulullah'a (s.a.) gösterilmesi gereken
ihtimam ve tazim başka türlü gerçekleşmez. Burada yüksek sesle konuşmanın
yasaklanmasından maksat fısıltıyı gerektirecek şekilde mutlak bir yasaklama
değildir. Bu yasak yüksek sesle konuşmanın peygamberliğin azametine, bu
makamın heybetine uygun düşmeyen ve onu diğer mertebelerin altına düşürücü bir
eda ve sesle olması şartı ile kayıtlıdır.
6- Müminlere
"Ey Muhammedi" veya "Ey Ahmed!" diyerek değil de
Rasulullah'a (s.a.) saygı ve tazim olması için "Ya Rasulallah! Ya
Nebiyyal-lah!" diye hitap etmeleri vacib kılınmıştır.
Bu iki vacib ile
Rasulullah'a (s.a.) tazim ve saygı gösterilmesi, onun huzurunda ve ona hitap
ederken seslerin kısılması hedeflenmiştir.
7- Kadı İbni
Arabi şöyle demiştir: Rasulullah'a (s.a.) vefatından sonra tazim etmek hayatta
iken tazim etmek gibidir. Vefatından sonra kendisinden nakledilen sözün değeri
bizzat onun ağzından işitilen söz gibidir. Nasıl Rasulullah'ın (s.a.)
meclisinde o konuşurken orada bulunanların seslerini yükseltmemeleri vacip ise,
onun mübarek sözü okunurken de hazır bulunanların seslerini yükseltmemeleri ve
ona aykırı davranmamaları vaciptir. Allah Tealâ zamanın geçmesine rağmen
yukarıda ifade edilen hürmet ve tazimin devam ettiğine şu kavli ile dikkatleri
çekmektedir: "Kur'an okunduğunda onu dinleyin ve kulak verin ki size
merhamet olunsun." (Araf, 7/204). Rasulullah'ın (s.a.) sözü de bir açıdan
vahye benzer. Dolayısıyla Kur'an-ı Kerim'e gösterilmesi gereken tazim gibi ona
da saygı göstermek gerekir. Ancak bunun bazı istisnai manaları vardır ki bunlar
fıkıh kitaplarında açıklanmıştır.[10]
8- Sesin
yükseltilmemesine dair mezkûr yasaklama büyük şahsiyetlerin heybetine ve
vakara uygun olmayan sesler hakkındadır. Küçümseme ve aşağılama maksadıyla
sesin yükseltilmesinin ise küfür olduğu hususunda şüphe yoktur. Savaş esnasında
yahut inatçı biriyle yapılan mücadelede yahut da düşmanı korkutmak vb.
maksatlarla sesin yükseltilmesi yasak değildir. Çünkü bunda bir maslahat
mevcuttur.
Bir hadis-i şerifte
varit olduğuna göre Huneyn günü müslümanlar hezimete uğradığında Rasulullah
(s.a.) Abbas b. Abdulmuttalibe "İnsanlara yüksek sesle bağır."
buyurdular. Hz. Abas insanlar içinde sesi en yüksek çıkan kişiydi. Rivayet
olunduğuna göre onlara bir gece baskın yapılmıştı. Abbas "Nerede kaldın ey
sabah!" diye bağırınca sesinin şiddetinden hamile kadınlar çocuklarını
düşürmüşlerdi.
9- Alışılmış
olan orta halin üstünde yüksek sesle konuşmak suretiyle ayetteki yasağa aykırı
hareket etmek, yapılan iyi amellerin boşa gitmesine, sevabın iptaline yol
açmaktadır. "Yoksa farkında olmadan amelleriniz boşa gider." sözü insanın
bilmeden küfre düşmesinin doğurduğu bir netice değildir. Kâfir nasıl imanı
küfre tercih etmeden mümin olamaz ise, aynı şekilde insan bilmediği hususlarda
kâfir olmaz.
Bu durumda
"farkında olmadan" sözü şuna işaret eder: Günahları işlemek kişinin farkına
varmaksızın amellerini hüsrana çeker götürür.
10-
Rasulullah (s.a.) ile veya onun önünde başkalarıyla konuştuklarında
Rasulullah'a tazim olsun diye seslerini alçaltanların kalplerini Allah Te-alâ
takva için seçmiş, her türlü kötülükten temizleyip onların kalplerine Allah
korkusu ve takva duygusunu yerleştirmiştir. Onlar için günahlarının affı ve
büyük bir mükâfat, yani cennet vardır.
11- Heyet
halinde Rasulullah'a (s.a.) gelip mescide giren ve Rasulul-lah'ın (s.a.)
hücresinin arkasından "Ya Muhammed! Haydi dışarı gel! Çünkü bizim
medhimiz bir kimse için zinet ve gurur vesilesi, kötülememiz ise bir
lekedir." diyen Temim kabilesinin bedevileri kaba ve sert tabiatlı, cahil
bir topluluktur. Onlar yetmiş kişiydiler. Rasulullah'a (s.a.) böyle hitap eden Akra
b. Habis idi. Tirmizi'nin Bera b. Azib'den yaptığı rivayette Rasulullah (s.a.)
kaylule (öğle uykusu) için yatmıştı. Onlar da Anber kabilesinin esirleri
hakkında aracılık yapmaya gelmişlerdi. Rasulullah (s.a.) onların yarısını azad
etti, diğer yansını ise fidye karşılığı serbest bıraktı. Şayet sabretse-lerdi
Rasulullah (s.a.) fidye almaksızın hepsini azad edecekti.
Mukatil şöyle
demiştir: Onlar on dokuz kişiydiler. Kays b. Asım, Bibri-kan b. Bedr, Akra b.
Habis, Süveyd b. Haşim, Halid b. Malik, Ata b. Habis, Ka'ka b. Mabed, Veki b.
Veki ve ahmak ve uysal biri olan Uyeyne b. Hısn onlardan idi.
12- Rasulullah'm
(s.a.) dışarı çıkmasını bekleselerdi bu, dünya ve ahi-retleri için daha iyi
olurdu. Zaten Rasulullah (s.a.) kendi özel işlerine ayırdığı vakitler dışında
insanlardan ayrı değildi. Dolayısıyla özel işleriyle meşgul olduğu zaman
rahatsız edilmesi saygısızlıktır.
13-
"Allah çok bağışlayıcı ve çok affedicidir" ayeti tevbeye ve Allah'a
sığınmaya teşviktir.
[11]
6- Ey iman edenler!
Eğer bir fasık size bir haber getirirse onu iyice araştırın. Yoksa bilmeyerek
bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.
7- Hem biliniz ki
aranızda Allah'ın peygamberi vardır. Şayet o birçok konuda size uysaydı
elbetteki sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah imanı size sevdirdi ve onu sizin
kalplerinizde süsledi. İnkarcılığı, fasıklığı ve isyanı da size çirkin
gösterdi. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.
8- (Bu size) Allah'ın
bir lütfü ve nimetidir. Allah hakkıyla bilendir. Yegâne hüküm ve hikmet
sahibidir.
"Fakat size imanı
sevdirdi" sözünden sonra "İşte doğru yolda olanlar bunlardır."
buyurularak muhatap kipinden gaib kipine geçilerek iltifat sanatı yapılmıştır.
"Size imanı sevdirdi
ve onu sizin kalplerinizde süsledi." sözüyle "İnkarcılığı, fasıklığı
ve isyanı da size çirkin gösterdi." sözü arasında mukabele sanatı vardır.
[12]
"Eğer bir
fasık" yani dinin ve şeriatın çizdiği sınırlardan çıkan bir kimse. Fasık
kelimesinin manası, "hurmanın kabuğunu yarıp çıkması" manasından
alınmıştır. Fasık, bir şeyden soyulup çıkmak manasına gelir, "size bir
haber getirirse onu iyice araştırın." Yani hakikatin açıkalanması ve yalanın
ayırt edilerek doğrunun bilinmesini isteyin. İyice araştırın manasına gelen
"fetebeyyenü" kelimesi sebat kökünden "fetesebbetü"
şeklinde de okunmuştur. "Yoksa bilmeyerek bir topluluğa kötülük edersiniz
de" yani kötülük yapma korkusu veya çirkinliği sebebiyle o haberi iyice
araştırın, "sonra yaptığınıza" bu topluluğa karşı yaptığınız hataya
"pişman olursunuz." fevkalâde üzülerek bunun hiç meydana gelmemesini
temenni edersiniz.
"Hem biliniz ki
aranızda Allah'ın peygamberi vardır." Yani batıl şeyler söylemeyin. Çünkü
Allah Tealâ onu derhal Rasulüne (s.a.) haber verir.
"Şayet o"
kendisine haber olarak söylediğiniz gerçek dışı "birçok konuda size
uysaydı elbetteki sıkıntıya düşerdiniz." Yani günah işler ve helake
uğrardınız.
"Fakat Allah size
imanı sevdirdi." Onların ileri sürdükleri mazeretlerin açıklaması
düzeltilmiştir. İmana karşı aşırı sevgi, küfre karşı da aşın nefretleri onların
asıl mazeretlerini teşkil etmektedir. Fasık bir şahsın sözünü duymaları onları
buna sevketmektedir. "ve onu sizin kalplerinizde süsledi. İnkarcılığı,
fışkı ve isyanı da size çirkin gösterdi." Küfür; Allah'ın verdiği
nimetleri inkâr ederek örtmek manasına gelir.
"İşte doğru yolda
olanlar" dinleri üzere sabit olanlar "bunlardır." Yani
kendilerine gelen haberleri iyice araştıranlardır.
Bu son cümle ara
(muteriza) cümlesidir. Buradaki hitap Rasulullah'adır (s.a.).
"(Bu size)
Allah'ın bir lütfü ve nimetidir." Bu cümle "size sevdirdi." ve
"size çirkin gösterdi." cümlelerinin sebep ve illetini ortaya
koymaktadır. Zira sevdirmek ve doğru yola girme (rüşd) Allah'ın bir lütfü ve
nimetidir.
"Allah"
müminlerin ahvalini ve aralarındaki üstünlüğü "hakkıyla bilendir."
Tevfikiyle onlara nimet vermesinde ise "yegâne hüküm ve hikmet
sahibidir."
[13]
"Ey iman edenler!
Eğer bir fasık size bir haber getirirse onu iyice araştırın." ayetinin
(6. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak müfessirlerin çoğu bu ayetin Velid b.
Ukbe hakkında nazil olduğunu zikretmişlerdir.
İbni Cerir, Ahmed,
İbni Ebi Hatim, Taberi, İbni Ebid-Dünya ve İbni Merdüveyh İbni Abbas'tan iyi
bir senetle şöyle rivayet etmektedir: İbni Ab-bas şöyle söylemiştir: Bu ayet
Velid b. Ukbe b. Ebi Muayt hakkında nazil olmuştur. Rasulullah (s.a.) Velid b.
Ukbe'yi Beni Mustalik'e "musaddık"[14]
olarak göndermişti. Velid ile Beni Mustalik arasında kan davası vardı. Beni
Mustalik onun geleceğini işitince onu karşılamaya çıktılar. Velid b. Ukbe
onların bu halini işitince korktu ve geri dönerek şöyle söyledi: "O kavim
beni öldürmeye kastetti ve zekâtlarını vermediler. Bunun üzerine Rasulullah
(s.a.) onlarla savaşmaya karar verdi." Tam bu esnada Beni Mustalik'den bir
heyet çıka geldi. Rasulullah'a (s.a.) şöyle dediler: "Ya Rasulâllah! Biz
senin elçinin geldiğini duyunca ona ikramda bulunmak ve zekâtımızı vermek için
onu karşılamak için çıktık." Rasulullah (s.a.) onların bu sözünü şüpheyle
karşıladı ve "Ya davranışınızdan vazgeçersiniz, yahut bana canım gibi
yakın ve sevgili olan bir adamı sizinle savaşması ve zürriyetlerinizi esir
alması için gönderirim." deyip elini Hz. Ali'nin omuzuna vurdu. Bunun
üzerine "Allah'ın ve Rasulünün öfkesinden yine Allah'a sığınırız."
dediler.
Denilmiştir ki: Onlara
Halid b. Velid gönderildi. Halid b. Velid onları birbirlerine teheccüd için
nida ederken buldu. Zekâtlarını ona teslim ettiler. Halid b. Velid zekât
mallarını alıp geri döndü.
Bu haberi getiren
şahsın Velid b. Ukbe b. Ebi Muayt olduğunda ihtilâf yoktur. Ayet her ne kadar
özel bir şahıs sebebiyle nazil olmuşsa da haberlerin iyice araştırılması ve
fasık bir şahsın sözüne güvenilmemesini açıklaması sebebiyle geneldir.
Hasan-ı Basri şöyle demiştir:
"Allah'a yemin olsun ki ayet özel olarak bu kavim hakkında gelse bile
hükmü kıyamete kadar devam edecektir. Zira onu başka bir nas
neshetmemiştir."
Razi bu konuda, fasık
lafzının Velid b. Ukbe'ye tahsis edilmesinin kötü ve uzak bir görüş olduğunu
vurgulamıştır. Çünkü Velid o konuda zan ve vehmine göre hareket etmiş ve
neticede hata etmiştir. Hata eden kişiye fasık denmez. Kur'an'da birçok yerde
fasık kelimesiyle imandan çıkan kimse kastedilmişken hata yapan Velid'e nasıl
fasık denebilir!
Şu ayetler fasıkın
imandan çıkan kimse olduğu manasını ifade etmektedir:
1- "Muhakkak
ki Allah fasıklar güruhunu hidayete edirmez." (Münafi-kun, 63/6).
2-
"Rabbinin emrinden çıktı." (Kehf, 18/50).
3- "Fasıklara
gelince onların barınağı cehennemdir. Oradan çıkmak istedikleri anda tekrar
oraya döndürülürler." (Secde, 32/20)[15]
Fakat
müfessirlerin çoğunluğuna göre Velid önceleri Rasulullah (s.a.) nezdinde
güvenilir bir şahıstı. Fakat sonra onu yalanlayarak fasık olmuştur. Zahir olan
şudur: Gelen haberleri iyice araştırmadan onun doğrultusunda hareket etmeyi
yasaklamak ve bu konuda insanların nefretini sağlamak için Velid'e fasık
denmiştir. Gerçekte fasık değildir; o Beni Mustalik'in kendisini öldüreceğine
dair yorum yapmış ve içtihad etmiştir.
[16]
Allah Tealâ müminlere,
Allah ve Rasulüne (s.a.) itaat etmelerini, Ra-sulullah'a (s.a.) tazim
göstermenin vacip olduğunu açıklamak için onun huzurunda seslerin kısılmasını
emrettikten sonra üçüncü bir emri de onların peşinden zikretmiştir. O da şudur:
Mümin fert ve toplumların arasında fitne çıkmasını önlemek için birileri
tarafından getirilen haberlerin, iyice araştırılmasının vacip olması ve
mücerred sözlere güvenmekten sakındırma emridir. İşte bunlar müslüman toplumun
doğru bilgi edinmesinin sağlama ve aradaki anlaşmazlık sebeplerinin kökünden
sökülmesi için zaruri ve genel kurallardır.
[17]
"Ey iman edenler!
Eğer size bir fasık bir haber getirirse onu iyice araştırın. Yoksa bilmeyerek
bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz."
Yani ey Allah ve Rasulünü (s.a.) tasdik eden müminler! Şayet bir şeyin yalan
olup olmadığına dikkat etmeyen bir fasık size başka bir kimseye zarar verme
mahiyetinde olan bir haber getirirse gerçeği iyice araştırarak, o konuda kesin
bilgiye sahip olun. Gerçeğin iyice ortaya çıkması için o haberi ve olayı
derinlemesine araştırmadan, hüküm vermede acele davranmayın. Zira bunda
durumunu bilmeden bir kavme hak etmedikleri bir zararı verme ve onlara eza
etme ihtimali vardır. Sonra da onlar hakkında hatalı hüküm verdiğiniz için
pişman olursunuz. Böyle bir şeyin hiç olmamasını temenni ederek buna çok
üzülürsünüz.
"Fasık"
kelimesi ile haber manasına gelen "nebe" kelimesinin nekre
getirilmesi bu hükmün bütün fasık ve haberlere şamil olduğuna delâlet etmektedir.
Ayet-i kerimede sanki şöyle söylenmiştir: Herhangi bir fasık size herhangi bir
haberi getirirse durup onu araştırın, işin açıklanmasını ve hakikatin ortaya
çıkmasını isteyin. Sadece fasık kimsenin sözüne itimat etmeyin. Zira kim
fasıklıktan sakınmazsa fasıklığm bir çeşidi olan yalan söylemekten de
sakınmaz.[18]
Bu ayet adil olan bir
kimsenin verdiği haberin hüccet olduğuna ve fasık kimsenin yaptığı şehadetin
kabul edilmeyeceğine delâlet etmektedir.
Sonra Allah Tealâ
meselelerini saygı ve hürmetle sormaları için aralarında Allah Rasulünün
bulunduğunu müslümanlara hatırlatmıştır. Allah şöyle buyurmuştur:
"Hem biliniz ki
aranızda Allah 'in peygamberi bulunmaktadır. Eğer o birçok konuda size uyacak
olsaydı kesinlikle sıkıntıya düşerdiniz." Yani biliniz ki beraberinizde
Allah Rasulü (s..) bulunmaktadır. Dolayısıyla ona hürmet gösterin ve emrine
boyun eğin. Çünkü o size fayda verecek şeyleri daha iyi bilir. Hakka uymayan
söz söylemeyin. Haberin doğruluğunu iyice araştırmadan, insanlar hakkında hüküm
vermede acele etmeyin. Eğer o verdiğiniz haberler ile ima ettiğiniz isabetsiz
görüşlerin çoğuna uysaydı, bu sizin sıkıntı, günah ve helake uğramanıza sebep
olurdu. Fakat o iyice araştırmadan ve üzerinde derinlemesine düşünmeden,
kendisine ulaştırılan haber veya görüşle hemen amel etmez.
Allah Tealâ nakledilen
haberleri iyice araştırma emrinin devam ettiğini göstermek için "size
itaat etseydi" demiş, "size uyacak olsaydı." diyerek gelecek
zaman sigasını kullanmıştır. Bunun delili "birçok konuda" sözüdür.
Yani devamlı olarak kendileri için ortaya çıkan görüşlerin çoğunda
Rasu-lullah'ın kendilerine uymasını isteseler o takdirde günaha girer ve helak
olurlardı.
"birçok
konuda" sözünde bütün görüş ve düşüncelerin hataya nispet edilmemesi
açısından müminlere de iltifat edilmiştir.
Bu ayette konuşma
adabı güzel bir şekilde öğretilmiş ve azınlık da olsa bir kısım insanların
görüşlerinin doğru olabileceğine işaret edilmiştir. Bu sebeple "Fakat
Allah size imanı sevdirdi ve onu kalplerinizde süsledi. İnkarcılığı, fasıklığı
ve isyanı da kötü gösterdi. İşte doğru yolu bulanlar bunlardır."
buyurularak bazılarının Beni Mustalik'in durumu anlaşılmca-ya kadar beklemenin
zaruri olduğuna dair görüşüne işaret edilmiştir.
Allah size imanı her
şeyden çok sevdirecek ve onu kalplerinizin derinliklerine yerleştirerek
tevfikiyle imanı size güzel göstermiş ve yaratıcıyı inkâr, peygamberi
yalanlama manasına gelen küfrü, din sınırından çıkmak manasına gelen fasıklık
ve aykırı davranma ve itaatsizlik manasına gelen isyanı size çirkin
göstermiştir.
İşte bütün bu
sıfatlara sahip olanlar dinin gerektirdiği şeyleri yaparak, dinî edebe riayet
ederek hak yolunda istikamet üzere bulunanlardır. İyice araştırmadan
başkalarının ithamına meyletmezler. "(Bu size) Allah'ın bir lütfü ve
nimetidir. Allah hakkıyla bilendir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir."
İlâhi bir lütuf ve
katından bir nimet olsun diye, imanı size Allah sevdirdi ve daha önce geçen üç
şeyi de çirkin gösterdi. Allah olmuş ve ileride vuku bulacak bütün işleri en
iyi bilendir. Mahlukâtın işlerini düzenleyip idare etmede, sözlerinde,
yaptıklarında, koyduğu hükümlerde ve takdirinde hüküm ve hikmet sahibidir.
[19]
1- Hata ile
başkalarına eza etmeyi önlemek için ihtiyatlı ve dikkatli olmak, nakledilen
haber ve rivayetlerde iyice araştırma yapmak vaciptir. Çünkü bu haberlere
dayanarak hemen hüküm veren ve tasdik eden kimse acele davrandığı ve düşünerek,
teenni ile hareket etmeyi terkettiği için pişmanlık duyar. Bu sebeple
Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Teenni Allah'tan, acele ise
şeytandandır.[20]
2-
"Size bir fasık bir haber getirirse onu iyice araştırınız." ayeti,
eğer adil bir kimse ise tek kişinin verdiği haberin (haberu'l-vahid) kabul
edileceğine delil teşkil eder. Zira fasık bir kimse bir haber naklettiğinde
müslü-mana onu araştırması emredilmiştir. Bir kimsenin fasık olduğu sabit olunca
onun getirdiği haberin de batıl olacağı hususunda icma vardır. Haber vermek bir
emanettir. Fasıklık onun batıl olduğuna karine teşkil eder. Burada haberi
kabul için iyice araştırma yapmanın illeti fasıklık sıfatıdır. Fasıklık bir
kimsede yoksa hükmün illeti de yok demektir. Buradaki icmadan davalar, ikrar,
başkasına borçlu olduğunu ikrar, herhangi bir muamelat konusunda maksut bir
hakkı başkasına karşı ispat etmek -yani falan şahıs sana şunu gönderdi veya bu
benim malımdır, demek- gibi konular bu kaideden istisna edilmiştir. Bu
konularda haber veren kâfir bile olsa tasdik edilir.
Başkaları üzerinde bir
hak ortaya koyma meselesinde ise İmam Şafii ve başka fakihler şöyle
demişlerdir: Kâfir nikah akdinde veli olamaz. İmam Malik ve Ebu Hanife'ye göre
ise nikâhta veli olabilir. Çünkü onun, kadının malı üzerinde velayeti varsa
nikahlandırılması hususunda da velayeti vardır. Malı konusunda velisi
olabiliyorsa nikâhta veli olması öncelikle caizdir. Bir kimse her ne kadar
fasık da olsa onun babalık gayreti tam olarak vardır. Zaten kâfir kimse bu
sebeple ailesini himaye etmektedir. Hanefiler, zimmîlerin birbirleri hakkında
yaptıkları şehadeti kabul etmişlerdir.
Kısaca bu ayet itikat
konuları dışındaki dinî meselelerin ispatı, borçlandırma ve şahitlik
konularıyla ilgilidir.
3- Bazıları
bu ayeti, fasık bir kimsenin şahitlik yapabileceğine delil getirmişlerdir.
Aksi takdirde iyice araştırma emri hiçbir fayda sağlamaz. Nitekim Alusi şöyle
demiştir: Hanefi mezhebine göre şehadete ehil bile olsa fasıkın şehadeti kabul
edilmez. Şayet kadı onun şehadetiyle hüküm verir ise asi olur. Fakat verdiği
hüküm yine de geçerlidir.[21]
4- Hanefiler
hâli bilinmeyen (meçhulu'1-hâl) bir kişinin verdiği haberin makbul olduğuna bu
ayeti delil göstermişlerdir. Zira ayet, fısk sıfatının haberi kabulden önce
iyice araştırma yapılmasının gerekli olmasının bir şartı olduğuna delâlet
etmektedir. Dolayısıyla bu geldiği malalle tahsis edilir ve bu konunun
dışındaki meseleler önceki gibi kalır. Yani onlar makbuldür.
5- Ayet-i
kerimede haber-i vahidin yakinî (kesin) bilgi gerektirmediğine dair bir
delâlet vardır. Bunun delili o konunun iyice araştırılmasının vacip olmasıdır.
Zira eğer haber-i vahid kati ilim ifade etseydi o konuda araştırma yapmaya
ihtiyaç duyulmazdı.[22]
6- İbni
Arabi şöyle demiştir: İmam Şafii ve benzerlerin fasıkın imametini caiz
görmeleri hayret edilecek bir husustur. Bir buğday tanesine dair kendisine
güven duyulmayan şahsa din konusunda nasıl güvenilebilir?! Fasıkın arkasında
namaz kılan kimsenin sonradan onu gizlice iade etmesi vaciptir. Fakat bir
kimsenin razı olmadığı imamların arkasında namazı terketmesi uygun olmaz.[23]
7-
Şayet fasık bir kimse vali olursa hakka
uyduğu ölçüde verdiği hükümler icra edilir. Hakka muvafık olmayan hükümleri de
reddedilir. Fasıkın uyguladığı bir hüküm asla bozulmaz.
8- Bir sözün
götürülmesi, bir nesnenin ulaştırılması veya bir işin başka bir şahsa
öğretilmesi hususunda, bir şahsın elçisi olması durumunda fa-sığın sözünün
kabul edileceğinde fikir ayrılığı yoktur. Çünkü onun kabulünü gerektirecek bir
zaruret mevcuttur. Fakat fasıkın sözü başka bir şahsın hakkıyla ilişkili ise
kabul edilmez.
9-
Bazıları bu ayeti, sahabenin içinde de adil
olmayan kimselerin bulunduğu görüşüne delil getirmişlerdir. Zira Allah Tealâ;
ayet Velid b. Ukbe hakkında nazil olduğundan, fasık lafzını bir sahabe için
kullanmıştır. Ayetin nüzul sebebini lafzın umumiliği dışında tutmak mümkün
değildir. Halbuki Velid b. Ukbe'nin sahabe olduğu konusunda ittifak vardır.
Ancak çoğunluğa göre
sahabenin tamamı adildir.
10- Fasık
iki kısma ayrılır:
a) Tevili
mümkün olmayan fasık. Bu çeşit fasığın haberinin kabul edilmeyeceği konusunda
ihtilâf yoktur.
b) Bidatçi
olduğu açık olan kimseler diye isimlendirilen Cebriye ve Ka-deriyye gibi olan
fasık. Bunun verdiği haberin kabul edilip edilmeyeceği konusunda görüş ayrılığı
vardır. İmam Şafii gibi bazı usul alimlerine göre onun hem şehadeti hem de
rivayeti kabul edilmez. Fukahanın çoğunluğu ve muhaddislere göre onun şehadeti
de rivayeti de makbuldür. Çünkü onun yaptığı şahitlik yalan söylemesi töhmeti
(ihtimali) sebebiyle reddedilir. Halbuki onun fasıklığı doğru söylemesine mani
olmayan bir inanç sebebiyledir. Yaptığı rivayetlere gelince Rasulullah
(s.a.)'dan başkası aleyhine yalan söylemekten sakınan kimse, Rasulullah
hakkında yalan söylemekten daha çok sakınır.
11- Şayet
fasık olan kimse adil iki şahitle hükmetmek gibi zannı galibine göre hüküm
verse, bu, bilinmeyen bir şeyle amel manasına gelmez. Çünkü bilinmeyen bir
şeyle amel demek, söylediği sözlerden zann-ı galip hasıl olmayan bir kimsenin
sözünü kabul etmek demektir.
12-
Rasulullah'ın (s.a.) ashabın içinde bulunması iyice araştırma, tedbirli olma
ve teenni ile hareket etmenin temel taşıdır. Dolayısıyla Rasulullah (s.a.)
onları hüküm vermede acele davranmalarına engel olmaktadır. Şayet Velid b.
Ukbe'nin gönderildiği kavmi öldürseydi bu büyük bir hata olur, düşman olduğu bu
kavmin helak olmasını isteyen kimsenin büyük bir günaha girmesine ve helake
uğramasına sebep olurdu.
Allah Tealâ'nm
"Hem biliniz ki aranızda Allah'ın Rasulü vardır." sözüyle
"Yalan söylemeyin. Çünkü Allah sizin haberlerinizi ona bildirir de rezil
kepaze olursunuz." manası kastedilmiştir.
13- Allah
Tealâ önce imanı, sonra ona mukabil küfür, fasıklık ve isyandan oluşan ve
ashaba çirkin gösterilen üç şeyi zikretmiştir. İman kalple tasdik, lisan ile
ikrar ve azalarla amelden her üçünü içine alan bir isimdir. Küfür, Allah'ı
inkâr etmek manasınadır ve kalp ile boyun eğmenin karşılığıdır. Fasıklık dil
ile ikrarın, isyan da bedenle amel etmenin karşılığıdır. Dinî hükümler ile amel
etmeyi terketmek manasına gelen isyan, bütün günahları içine alır. Bunun
manası şudur: Derinlemesine araştırma yapan mümin tekzip edilmez.
14-
Eş'ariler "sevdirdi" ve "çirkin gösterdi" sözlerini
fiillerin yaratılması (halkü'1-efal) meselesine delil göstermişlerdir. Yani
kulların fiilerini sadece Allah yaratmıştır. Onun bunda ortağı yoktur. Bunun
bir benzeri de şu ayeti kerimedir: "Sizi ve yaptıklarınızı Allah
yaratmıştır." (Saffat, 37/96). Eş'ariler bu şekilde, "sevdirdi"
ve "çirkin gösterdi" kelimelerini lütf ve tevfi-ke tevil ederek insan
kendi fiilinin halikıdır, diyen Kaderiyye[24],
İmamiyye ve Mutezile'nin görüşünü reddetmişlerdir.
15- Elbette
ki Allah'ın muvaffak kılıp imanı sevdirdiği ve küfrü çirkin gösterdiği kimseler
doğru yolu bulanlardır. Allah Tealâ onlara bir lütuf ve nimet olsun diye böyle
yapmıştır.
Ashab-ı kiramın
"doğru yolu bulanlar" diye isimlendirilmesiyle onların Rasulullah'a
(s.a.) ittiba ettiklerine, onun irşadına yapışıp onun makamını ve kendi
aralarındaki mevkiini bildikleri için rüşdü hak ettiklerine işaret
edilmektedir. Ayrıca kendilerini rüşde ulaştıracak işlerden uzak olmaları
bakımından başka bir gruba da tariz yapılmıştır.
16- Allah
Tealâ her şeyi en iyi bilendir. Bu yüzden hayrı araştıranla araştırmayanı,
Rasulullah'ı (s.a.) hikmetin gerektirdiği şekilde isteyenle istemeyeni çok iyi
bilmektedir. Bunun ötesinde Allah eşyanın hakikatini bilir ve onu Rasulüne (s.a.)
öğretir. Ona hikmetin gerektirdiği davranışları emreder. Dolayısıyla onun
emrettiği yerde durmak ona karşı küstah ve kaba davranmaktan sakınmak gerekir.
17-
Rasulullah (s.a.) yedinci ayetin ihtiva ettiği manaya göre dua ederdi. İmam
Ahmed ve Nesai Ebi Rifaa ez-Zekri'den, o da babasından şöyle rivayet etmiştir:
Uhud günü müşrikler geri çekilince Rasulullah (s.a.): "Düz saflar olun ki
Rabbime hamdü sena edeceğim" deyince herkes onun arkasında saf oldular.
Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Ey Allah'ım!
Hamdin tamamı ancak sanadır. Ey Allah'ım! Senin genişlik verdiğini kimse
daraltamaz, daralttığına ise kimse genişlik veremez. Senin dalâlette
bıraktığını kimse hidayete erdiremez, senin hidayete ulaştırdığını kimse
saptıramaz. Senin menettiğine kimse veremez, senin verdiğine kimse engel
olamaz. Senin uzaklaştırdığını yaklaştıracak olmadığı gibi yaklaştırdığını da
kimse uzaklaştıramaz.
Ey Allah'ım!
Bereketlerinden, rahmetinden, fazlu kereminden ve rızkından bize genişçe ver.
Ey Allah'ım! Ben değişmeyen ve zail olmayan kalıcı nimeti istiyorum.
Ey Allah'ım! İhtiyaç
anında nimeti, korku anında emniyeti istiyorum. Ey Allah'ım! Bana verdiğin ve
menettiğin şeylerin şerrinden sana sığınırım.
Allah'ım! Bize imanı
sevdir ve onu kalplerimizde süsle. Bize küfrü, fa-sıklığı ve isyanı çirkin
göster ve bizi doğruyu bulanlardan kıl.
Allah'ım! Bizim
müslüman olarak ruhumuzu kabzet, müslüman olarak dirilt. Bizi bedbahtlara
değil de salihlere ilhak eyle.
Allah 'im! Senin
peygamberlerini yalanlayan ve senin yolundan alıkoyan kâfirleri kahret.
Onların üzerine azabını ve musibetini gönder.
Ey gerçek ilâh olan
Allah 'im! Kitap ehli olan kâfirleri de kahret."
[25]
9- Eğer müminlerden
iki zümre birbiriyle savaşırlarsa aralarını düzeltin. Şayet onlardan biri
ötekine karşı halâ tecavüz ederse Allah'ın emrine donunceye kadar sız o tecavüz
edenle savaşın. Eğer (Allah'ın emrine) dönerse adaletli davranın. Şüphesiz ki
Allah adil davrananları sever.
10- Muminler ancak
kardeştirler. Öyleyse iki kardeşinizin
arasını düzeltin. Allah'tan korkun ki merhamet olunasınız.
"savaşırlarsa
aralarını düzeltin." ayetinde (kati ile ıslâh kelimeleri arasında) tezat
vardır.
"Müminler ancak
kardeştirler." ayetinde teşbih-i beliğ vardır. Benzerlik yönü (vech-i
şebeh) ile teşbih edatı hazfedilmiştir. Bunun aslı şöyledir: Müminler
birbirlerini sevmede kardeş gibidirler.
[26]
"Eğer
müslümanlardan iki zümre" taife, bir insan topluluğu manasına gelir,
"birbirleriyle savaşırlarsa aralarını" nasihatle ve onları Allah'ın
hükmüne çağırmakla "düzeltin." Nasihat ile veya tehdit ve zor
kullanarak onların birbirleriyle savaşmalarına engel olun.
"Şayet onlardan
biri ötekine tecavüz ederse." Yani haddi aşarak ona zulmederse "siz o
tecavüz edenle Allah'ın emrine" yani hakka "dönünceye kadar savaşın.
Eğer (Allah'ın emrine) dönerse aralarında adaletli davranın. " Telef olan
malları insaflı bir şekilde tazmin ederek anlaşmazlık sebeplerini ortadan
kaldırın.
"Şüphesiz Allah
adil davrananları sever." Yani Allah güzel mükâfat vererek onların yaptığı
bu işi över.
Dinde, akidede ve
ebedî hayatı gerektiren iman konusunda "Müminler ancak kardeştirler."
Din kardeşliği, soy kardeşliği ve arkadaşlıktan çok daha kuvvetli ve devamlıdır.
Bu söz iki müslüman grubun arasını düzeltme emrinin illetini beyan etmektedir.
Bu yüzden aralarını düzeltme emrinin hemen ardından bu kardeşliğe tekrar işaret
edilmiştir.
"Öyleyse"
anlaşmazlığa düştüklerinde "iki kardeşinizin arasını düzeltin." Anlaşmazlık
en az iki kişi arasında meydana geldiğinden burada özellikle iki kişi
zikredilmiştir. Bu ayetteki "ahaveyküm-iki kardeşiniz" kelimesi
kardeşleriniz manasına gelecek şekilde "ihveteküm" ve
"ihvâneküm" şeklinde de okunmuştur.
Emrine aykırı hareket
etmek ve o konuda ihmalkâr davranmak hususunda "Allah'tan korkun ki"
bu takvanıza karşılık "merhamet olunasınız."
[27]
"Eğer müminlerden
iki zümre birbiriyle savaşırlarsa aralarını düzeltin." ayetinin (9. ayet)
nüzul sebebiyle ilgili olarak Buhari, Müslim, Ah-med, İbni Cerir ve diğerleri
Enes b. Malikten şöyle rivayet etmektedirler:
Rasulullah'a (s.a.)
"Ya Nebiyyallah! Abdullah b. Ubeyy'e gitseniz." denildi. Bunun
üzerine Rasulullah (s.a.) bir eşek üzerinde diğer müslümanlar da yürüyerek ona
doğru yola çıktılar, gübrelenmiş bir araziden geçerken eşek bevletmişti.
Abdullah b. Ubeyy "Onu benden uzaklaştırın. Vallahi onun pis kokusu beni
rahatsız ediyor." dedi Bunun üzerine Abdullah b. Ra-vaha "Allah'a
yemin ederim ki onun eşeğinin sidiği senden daha iyi kokmaktadır." dedi.
Abdullah'a kavminden bir adam arka çıktı. Her birine kendi arkadaşları arka
çıkınca hurma dalları, elleri ve ayakkabılarıyla kavgaya tutuştular. Bunun
üzerine Allah Tealâ "Eğer müminlerden iki zümre birbiriyle savaşırsa aralarını
düzeltin." ayetini indirmiştir.
Denilmiştir ki:
Rasulullah (s.a.) hastalığında Sa'd b. Ubade'yi ziyarete gidiyordu. Yolda
Abdullah b. Ubeyy'e rastladı. Abdullah b. Ubeyy bir şeyler söyledi. Abdullah b.
Ravaha onun söylediklerini kabul etmedi. Her birine kendi adamları taraf
çıkınca birbirleriyle kavga ettiler. Bunun üzerine ayet nazil oldu. Rasulullah
(s.a.) nazil olan ayeti onlara okuyunca anlaştılar. İb-ni Ravah'a Hazrec
kabilesine, İbni Ubeyy ise Evs kabilesine mensup idi.
İbni Cerir ile Ebni
Ebi Hatim Suddi'nin şöyle söylediğini rivayet etmişlerdir:
Ensar'dan İmran isimli
bir adam vardı. Bu zat Ümmü Zeyd isimli kadını nikâhı altında bulunduruyordu.
Karısı ailesini ziyaret etmek isteyince kocası ona engel oldu. Kadının
ailesinden hiç kimse girmesin diye kadını bir odaya hapsetti. Kadın ailesine
haber gönderdi. Bunun üzerine kadının kabilesi geldi ve onu götürmek istediler.
Adam da kendi kavminden yardım istedi. Onlarda gelip kadını ailesinden ayırmak
isteyince aralarında bir kavga başladı. İşte onlar hakkında bu ayet nazil
olmuştur. Rasulullah (s.a.) onlara elçi gönderdi, aralarında sulh yaptı; onlar
da Allah'ın hükmüne döndüler.
İbni Cerir Hasan-ı
Basri'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: İki kabile arasında husumet
meydana gelmişti. Allah'ın hükmüne çağırıldıklarında ona icabet etmekten yüz
çevirdiler. Bunun üzerine "Eğer müminlerden iki zümre birbiriyle
savaşırsa aralarını düzeltin." ayeti nazil olmuştur.
İbni Cerir Katade'nin
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bize anlatıldığına göre bu ayet
aralarındaki bir hak sebebiyle husumetleşen Ensar'a mensup iki adam hakkında
nazil olmuştur. Biri aşireti kalabalık olduğu için "Ben onu zorla
alırım" demiştir. Diğeri onu Rasulullah'ın (s.a.) hükmüne çağırınca bunu
kabul etmemiş, bu anlaşmazlık karşılıklı itişip kakışmaya kadar varmıştır.
Hatta birbirlerine elleriyle ve ayakkabılarıyla vurmuşlardı. Fakat kılıç
çekmemişlerdi.
Kısaca nüzul sebepleri
çok çeşitli olabilir. Ancak anlatılan olaylar birbirlerine benzemektedir.
[28]
Allah Tealâ müminleri
fasık bir kimsenin verdiği haberden sakındırdıktan sonra burada onun verdiği
haberin yol açabileceği fitne ve anlaşmazlıkları hatta savaşları beyan
buyurmuştur. Allah Tealâ birbiriyle anlaşmazlık halinde olanların aralarının
nasihat, vaaz, irşad ve hakem tayini gibi barış yollarından birisiyle
düzeltilmesini istemiştir. Eğer taraflardan biri diğerine zulmederse haddi aşan
zalimle savaşılmasmı emretmektedir.
Sonra bu barıştırma
hükmüne her iki taraf arasında kardeşlik bağının bulunmasını illet
göstermiştir. Sonra da aracılara ve birbiriyle kavga eden taraflara Allah'tan
korkmalarını ve O'nun emrine itaat etmelerini emretmiştir.
[29]
"Eğer müminlerden
iki zümre birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltin." Yani şayet müslüman
iki grup birbirleriyle savaşırlarsa idarecilerin nasihat ederek, onları
Allah'ın hükmüne çağırarak, onlara doğruyu gösterip şüphe ve ihtilâf
sebeplerini ortadan kaldırarak onları barıştırması gerekir.
Ayette "in"
(şayet) edatının kullanılması, müslümanlar arasında savaş meydana gelmesinin
uygun olmadığına, olsa bile bunun çok nadir olduğuna işaret içindir. Burada
idarecilere hitap edilmiştir. Ayette kullanılan emir sigası bunun vacip
olduğunu ifade etmektedir.
Buhari ve diğerleri
büyük günah bile olsa masiyetin kişiyi imandan çıkartmayacağına bu ayeti delil
getirmişlerdir.
Buhari'nin Sahih'inde
Ebû Bekre'nin şöyle dediği sabit olmuştur: Rasulullah (s.a.) bir gün hutbe irad
ediyordu. Hasan b. Ali (r.a.) da onun yanındaydı. Bir ona bir de insanlara bakmaya
başladı. Şöyle diyordu: "Benim bu oğlum seyyiddir. Umulur ki Allah Tealâ
onun sebebiyle müslümanlar-dan iki büyük zümreyi barıştırır."
Rasulullah'ın (s.a.) buyurduğu gibi uzun savaşlardan sonra Allah Tealâ onun
vasıtasıyla Iraklılar ve Şamlıların arasını ıslah etmiştir.
"Şayet onlardan
biri halâ ötekine tecavüz ederse Allah'ın emrine dönün-ceye kadar siz o tecavüz
edenlerle savaşın." Yani gruplardan biri diğerine karşı haddi aşar, ona
zulmeder, nasihate ve Allah'ın emrine boyun eğmez ise Allah'ın hükmüne ve isyan
çıkarmama emrine dönünceye kadar müslü-manların bu zalim gruba karşı
savaşmaları gerekmektedir. Onlara karşı yapılan harp silahlı veya başka
yollarla olabilir. Onlara karşı maslahatı, yani Allah'ın hükmüne dönmelerini
gerçekleştirecek uygun bir yol takip edilir. Silahsız olarak bu maksat
gerçekleştirildiği takdirde fazlası taşkınlığa yol açar. Ancak onları yola
getirecek bir vesile olarak silah kullanma zorunlu hale gelmişse, onlar
Allah'ın hükmüne dönünceye kadar bu yapılır.
"Eğer (Allah'ın emrine)
dönerse artık aralarını adaletle düzeltin. (Her işinizde) adil davranın.
Şüphesiz ki Allah adil davrananları sever." Yani zalim olan taraf savaştan
sonra zulmünden vazgeçer, Allah'ın emrine ve hükmüne razı olursa müslümanların
bu iki grup arasında adaletle hükmetmesi, Allah'ın hükmüne uygun doğru hükmü
araştırması ve zulümden vazgeçmesi için zulme uğrayan tarafın hakkını vermesi
gerekir.
Ey aracılar! Onların
arasında hükmederken adaletli olun. Şüphesiz Allah adil olanları sever ve
onları en güzel bir şekilde mükâfatlandırır. Bununla Allah her hususta adil
davranmayı emretmiştir.
İbni Ebi Hatim ve
Nesai Abdullah b. Amr'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Dünyada adil davrananlar, Rahman'ın huzurunda bu
davranışlarına karşılık inciden yapılmış minberlerde oturacaklardır.[30]
Müslim ve Nesai
Abdullah b. Amr'dan, oda Rasulullah'dan (s.a.) şöyle dediğini rivayet
etmişlerdir: "Verdikleri hükümlerde, yetkili tayin edildikleri hususlarda
ve ahalileri hakkında adil davranan kimseler Allah katında arşın sağındaki
nurdan minberler üzerindedirler."
Sonra Allah Tealâ harp
dışında en küçük bir anlaşmazlık bile olsa müslümanların birbirlerini
barıştırmalarını emretmiştir. Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır:
"Müminler ancak
kardeştirler. Öyleyse iki kardeşinizin arasını düzeltin. Allah'tan korkun ki
merhamet olunasınız."
Doğruyu tam olarak
göstermek için Allah Tealâ müminlerin kardeş olduğunu, iman gibi tek bir aslın
onları bir araya getirdiğini bu yüzden kavgalı iki kardeşin arasını
düzeltmenin gerektiğini zikretmiş, iki kardeşin arasını düzeltmeye önem
vermelerine ek olarak da onlara Allah'tan korkmalarını emretmiştir. Mana
şöyledir: Onların arasını düzeltin. Bu arabuluculukta ve diğer bütün konularda
Allah'tan sakınmak ve O'na karşı korku ve haşyet duymak prensibiniz olsun.
Şöyle ki: Her ikisi de kardeşiniz olduğu, İslâm'da herkes haklar konusunda
eşit olduğu, herhangi bir üstünlük ve fark olmadığı için, onlardan birine
meyletmeyip sadece hak ve adaleti gerçekleştirmeye çalışın. Emirlere uymak,
yasaklardan sakınmak manasına gelen takva sebebiyle belki size merhamet
edilir.
Burada şu husus dikkat
çekmektedir: Allah Tealâ iki kişinin birbiriyle nizalaşmasından (çekişme ve
kavgasından) bahsederken "Allah'tan korkun" demiştir. İki grubun
arasını düzeltmeden bahsederken böyle dememiştir. Bunun sebebi şudur: İki
kişinin birbiriyle kavgalı olması durumunda bu kavganın genişleme korkusu
vardır. İki grubun kavga etmesi durumunda ise fitne ve mefsedetin eseri zaten
herkesi içine almakta olduğu için geneldir.
"innemâ:
ancak" kelimesi hasr içindir. Kardeşliğin ancak müminler arasında
olabileceğini, mümin ve kâfir arasında kardeşlik olamayacağını ifade
etmektedir. Zira İslâm, kendisine tabi olan fertler arasındaki ortak bağdır.
"innema" edatı aynı şekilde arabuluculuk emri ve onun vacip olmasının
ancak İslâm kardeşliğinin bulunması durumunda söz konusu olduğunu ifade eder.
Yoksa kâfirler arasında söz konusu değildir. Şayet kâfir zımmi veya müste'men
(eman dilemiş ve ona eman verilmiş) ise ona yardım etmek, onu korumak ve ondan
zulmü gidermek vaciptir. Hasmı harbî (harp durumunda) olduğundan müslümana da
mutlak olarak yardım etmek gerekir.
Din kardeşliğini
vurgulayan birçok hadis-i şerif rivayet edilmiştir. Sa-hih-i Buharı de gelen
diğer bir hadis de şöyledir:
"Kul kardeşine
yardım ettiği müddetçe Allah Tealâ da ona yardım eder."
Yine Buhari'de şöyle
rivayet edilmiştir: "Birbirlerini sevmede ve birbirlerine acımada
müminler bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hastalandığında diğer uzuvlar
da uykusuzluk ve ateş ile onun acısına iştirak ederler. " "Mümin
mümin için bir bina gibidir. Onlar birbirlerini tutarlar." Rasu-lullah
(s.a.) bunu söylerken parmaklarını bir birine geçirdi."
Ahmed Sehl b. Sa'd
es-Saidi'den Rasulullah'm (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Müminler içinde bir mümin bedendeki bir başa benzer. Nasıl beden, başta
olan bir rahatsızlık sebebiyle elem duyarsa mümin de iman ehli için öyle elem
duyar."
[31]
1- İslâm
devletlerindeki yönetici ve hakimlere leh ve alevlerine bile olsa onları
Allah'ın Kitabına çağırmak, onlara nasihat edip doğruyu göstermek ve onların
meseleye bakış açılan arasında bir uyum ve ortak nokta tesbit etmek suretiyle
birbiriyle savaşan iki müslüman grubun arasını ıslah etmeleri vaciptir.
2-
Gruplardan biri Allah'ın hükmüne ve Kitabına icabet etmeyip haddi aşar ve
diğerine saldırarak yeryüzünde fesat çıkarırsa, Allah'ın emrine yani Kitabına
dönünceye kadar en hafifinden başlayıp sırasıyla bütün vasıtaları kullanılarak
onlarla savaşılması gerekir. Şayet Allah'ın hükmüne dönerse her iki grubu
insaflı ve adaletli olmaya sevketmek gerekir. Çünkü Allah hak ve adalet ile
hükmedenleri sever ve onlara en güzel mükâfatı verir.
Fukahanm kullandığı
bir terim olarak "Baği topluluk" zahiren caiz fakat gerçekte kati
değil de zanni (zanna dayalı) olan bir yorum sebebiyle devlet başkanına
muhalefet ve isyan eden fırka demektir. Mürtedin ise yorumu kati olarak
batıldır. Dolayısıyla mürted baği değildir. Aynı şekilde müslümanlarla
savaşmayıp sırf itikadı konularda Harici olanlar da baği değildirler. Hariciler
büyük günah işleyenleri tekfir eden ve bazı imamlara söven bidatçilerin bir
türüdür. Ayrıca Allah'a ait veya kullara ait bir şer'î hakka engel olan da baği
sayılamaz. Çünkü bunların tevili olamaz.
Yine bir topluluğa
baği (isyankâr) denebilmesi için onların bir hazırlığı, ordusu ve gücü olması
gerekir. Devlet başkanı onları ortadan kaldırmak için mal sarfetmek ve ordu
hazırlamak gibi bir külfete ihtiyaç duyar. Şayet onlar fertler halinde
olsalardı onları yakalamak çok kolay olurdu. Dolayısıyla hazırlığı, güç ve
kuvveti olmayan fertler baği değildir.
"Eğer müminlerden
iki zümre birbirleriyle savaşırlarsa..." ayetine dayanarak alimlerin çoğu
bağilerin kâfir ve fasık olmadığı görüşündedir. Hz. Ali şöyle demiştir:
"Kardeşlerimiz bize karşı baği olmuşlardır. Fakat onlar yaptıkları işlerde
ve sahip oldukları tevilde hataya düşmüşlerdir." Hz. Ali'ye karşı çıkan
Hariciler ile Ebu Bekir (r.a.) zamanında zekat vermeyenler burada misal olarak
gösterilebilir.
3-
"Eğer müminlerden iki zümre birbiriyle savaşırlarsa aralarını düzeltin..."
ayeti müminin öldürme, ana babaya isyan etme, faiz ve yetim malı yeme gibi
büyük günahları işlemekle imandan çıkmayacağına delildir. Çünkü baği iki gruptan
biri olarak kılınmış ve Allah Tealâ o iki grubu mümin olarak isimlendirmiştir.
4- Baği
topluluğa karşı savaşmak saldırıyı defetmek içindir. Alimler bağiler hakkında
kesin hükmü vermişlerdir. Demişlerdir ki: Eğer taraflardan her ikisi de baği
olarak savaşırlarsa aralan düzeltilir. Anlaşma yapmadan, bu hal (baği) üzere
kalmaya devam ederlerse her ikisine karşı savaşılır. Şayet onlardan biri
ötekine karşı baği ise yapılması gereken sulha razı oluncaya kadar baği olan
tarafla savaşmaktır. Aralarında barış tamam olursa onun adalet ve hak ile
yapılması gerekir. Şayet bir şüphe ileri sürülürse hakikati gösteren kati delil
ve aydınlatıcı hüccetle bu şüphe izale edilir.
Ayet-i kerim'e
bağilerin kabul ettikleri mezheplerin inancının, savaşmadıkları müddetçe
onlara karşı savaşmayı gerektirmediğine delâlet etmektedir. Zira Allah Tealâ:
"Şayet onlardan biri ötekine karşı tecavüz ederse onlarla savaşın."
Buyurmaktadır.[32]
5- Ayet-i
kerime, devlet başkanına veya müslümanlardan birine karşı baği olduğu bilinen
bir zümre ile savaşmanın vücubuna (kesin gerekliğine) açık bir şekilde delâlet
etmektedir. Ayrıca Ahmed ve Kütüb-i Süte sahiplerinin İbni Mesud'dan rivayet
ettikleri "Müslümana sövmek fasıklık, onunla savaşmak ise küfürdür."
hadisini delil göstererek müslümanlar ile savaşıla-mayacağını söyleyen kişinin
bu sözünün batıl olduğuna da bu ayet delâlet etmektedir. Ayetin metni bunu red
hususunda sarihtir.
6- İbni
Arabi şöyle demiştir: Bu ayet, müslümanlarla savaşmak hakkında asıl, tevil
yapan bağilerle harp etmek hususunda umdedir. Sahabe bu ayete dayanmış,
Rasulullah (s.a.) "Amman baği topluluk öldürecektir." sözüyle bunu
kastetmiştir.[33]
7- Fitne
çıkmasına veya birliğin dağılmasına sebep olacaksa imamın kısas cezasını
geciktirmesinin cevazı hakkında ümmet içinde görüş ayrılığı yoktur.
8- Bağiler
ile savaşmak farz-ı kifayedir. Bazıları bunu gerçekleştirdiği takdirde
diğerlerinden bu farz düşer. Bu yüzden Sa'd b. Ebi Vakkas, Abdullah b. Amr,
Muhammed b. Mesleme vb. bazı sahabeler bu işten geri durdular. Ali b. Ebi Talip
onların bu fiilini tasvip etmiştir. Onlardan her biri Hz. Ali'ye daha önce bir
özür beyan etmişlerdi.
9- Allah Tealâ'nın "Eğer (Allah'ın emrine) dönerse artık aralarını
adaletle düzeltin..." kavli, savaş esnasında telef olan mal ve canların
bağiler-den istenmemesinin, anlaşmadaki adaletli bir davranış türünden olduğuna
delâlet etmektedir. Zira bütün bunlar yapılan bir tevile göre meydana gelmiş
hasardır. Bunların talep edilmesi onların anlaşmadan çekilmelerine ve bağide
devam etmelerine sebep olur.
10- Bağilere
karşı yapılacak ilk muamele: Her hangi bir delili olmayan baği bir topluluğun
adil devlet başkanına karşı çıkması durumunda devlet başkanının bütün
müslümanlarla veya kendisine yetecek kadar müslü-manla onlara karşı savaşmadan
önce onları itaata ve İslâm cemaatına girmeye çağırır. Onlarla savaşmadan önce
Allah'ın devlet başkanından istediği hakiki davranış budur. Eğer Allah'ın
enirine dönmeyi ve sulh yapmayı kabul etmezlerse, o zaman onlara karşı
savaşılır. Esirleri öldürülmez, kaçanların ardından gidilmez, yaralıları
öldürülmez, akrabaları, yakınları esir alınmaz, malları ganimet edinilmez.
Devlet başkanının yanında savaşan bağiyi veya baği onu öldürürse biri
diğerinin velisi olması durumunda birbirlerine varis olamazlar. Kasden birini
öldüren katil asla mirasçı olamaz. Ancak yol kesiciler gibi güç ve kuvvetli
olmayan tevil sahiplerinin savaşta telef ettikleri can ve malları tazmin
etmeleri gerekmektedir.
11- Bağilerin
helak ettiği şeyler: Bağiler ve Haricilerin savaş için toplandıkları ve harpten
sonra ayrıldıkları esnada helak olan mal ve kanların tazmin edilemeyeceği
konusunda alimler icma etmişlerdir.
12- Bağilerin
malları, esirleri ve yaralıları: Savaş esnasında Bağiler-den alman malların
durumu hakkında fakihler ihtilâf etmişlerdir. Muhanı-med b. Hasen şöyle
demiştir: Onların malları ganimet olmaz. Ancak onlarla yapılan savaşta
onlardan elde edilen silah ve atlardan istifade edilebilir. Harp bittiği zaman
da malları kendilerine geri verilir.
Ebu Yusuf tan şöyle
rivayet edilmiştir: Bağilerin ellerinden alınan atları ve silahları feydir
(ganimettir); beşe taksim edilir. Tevbe ettikleri takdirde helak ettikleri mal
ve kan bedelini tazmin etmekle sorumlu tutulmazlar.
Malik, Evzai ve Şafii
şöyle söylemişlerdir: Sonradan tevbe ederlerse helak ettikleri mal ve kanlardan
sorumlu tutulmazlar, bağilere ait bir mal aynen duruyorsa onlara iade edilir.
Ebu Hanife'ye göre
bağiler helak ettikleri kan ve malları tazmin ederler. Bağilerden ele geçirilen
esirler ve yaralılar öldürülmezler.
En doğru olan görüşe
göre sahabe-i kiram yaptıkları harplerde bağilerden kaçanların peşine
düşmemiş, yaralıları ve esirleri öldürmemiş, onların ne mallarım ne de
canlarını tazmin etmişlerdir. Bu konuda onlar en güzel örnek teşkil
etmektedir.
İbni Ömer
Rasulullah'ın (s.a.) şöyle buyurduğunu söylemiştir: "Ey Abdullah! Bu
ümmetin bağileri hakkında Allah'ın nasıl hükmettiğini biliyor musun?" İbni
Ömer "Allah ve Rasulü (s.a.) en iyi bilendir." deyince Rasu-lullah
(s.a.): "Yaralıları ve esirleri öldürülmez, kaçanın peşine gidilmez ve
onlardan elde edilen fey (ganimetler) taksim edilmez." buyurdu
Hakim bunun benzerini
İbni Mesud'dan rivayet etmiştir. İbni Ab-bas'tan da buna benzer bir hadis
rivayet edilmiştir.
Onlardan ele geçirilen
mallar aynen duruyorsa kendilerine iade edilir.
13- Bağiler
hakkındaki hükümler: Bağiler bir beldede galibiyet sağlayıp zekâtları
toplayıp, hadleri uygulasalar ve orada dinî hükümleri tatbik etseler,
topladıkları zekâtlar ile uyguladıkları hadler geçersiz sayılmaz. Kitap,
sünnet ve icmaya aykırı olmadıkça verdikleri hükümler bozulmaz.
Davalarda verdikleri
hükümlere gelince, Ebu Yusuf ve İmam Muham-med şöyle söylemişlerdir: Ehl-i
Sünnet ve'1-Cemaata mensup bir kadı'nın kendi görüşüne muavafık olmadıkça bağiy
ehli (isyankârlardan) bir kadı'nın verdiği bir hükme, yaptığı bir şehadete ve
yazdığı bir yazıya icazet (gereklilik) vermesi doğru değildir. O konudaki
davayı yeniden ele alması gerekir.[34]
14- Sahabeden
birine kati olan bir hatanın nisbet edilmesi caiz değildir. Zira onlar
yaptıkları işlerde içtihad etmişler ve Allah'ın rızasını gözetmişlerdir.
Sahabenin tamamı bizim için imamdır kendisine uyulabilecek bir örnektir.
Onların arasında meydana gelen çekişme ve münakaşadan el çekmek ve onlar
hakkında hayırdan başka bir şey söylememek ile emro-lunduk. Çünkü sahabeliğin
çok önemli bir konumu ve değeri vardır. Rasu-lullah (s.a.) onlar hakkında kötü
konuşmaktan nehyetmiş, Allah Tealâ onları affetmiş ve onlardan razı olduğunu
haber vermiştir. Alimlerden birine sahabe arasında meydana gelen savaşlarda
akıtılan kanlardan sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: "Onlar daha önce
geçmiş bir ümmettir. Onların kazandıkları kendilerine sizin kazandığınız size
aittir. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilmezsiniz." (Bakara,
2/134).
Başka bir alime aynı
olay sorulunca şöyle demiştir: "Onlar öyle kanlardır ki Allah Tealâ elimi
onlara bulaştırmamıştır. O halde dilimi de onlara bulaştırmayayım." Yani
hataya düşmekten ve isabetli olmayacak şekilde bazıları aleyhine hüküm vermekten
sakındığı için bu zat böyle cevap vermiştir.
İbni Furek şöyle
demiştir: Sahabe arasında meydana gelen çekişme ve anlaşmazlıkların seyir yolu,
kardeşleriyle Yusuf (a.s.) arasındaki olayların meydana geliş şekline
benzemektedir.
15- Müminler
neseb itibariyle değil de din ve hürmet itibariyle ancak kardeştirler. Kurtubi
şöyle demiştir: Zira kan ve nesep kardeşliği dinlerin farklı olması sebebiyle
kesilmektedir. Halbuki neseplerin farklı olması sebebiyle din kardeşliği
kesilmez.[35]
Buhari ve Müslim'de Ebu
Hüreyre'den şöyle söylediği rivayet edilmiştir: Rasulullah (s.a.) buyurmuştur
ki: "Birbirinize haset etmeyin, birbirinize buğz etmeyin, birbirinizin
gizli hallerini araştırmayın, gizlice birbirinizin konuştuklarını dinlemeyin,
almaya rağbetiniz yoksa malın fiyatını artır-mayın. Ey Allah'ın kulları! Kardeş
olun."
Daha önce
müslümanların kardeşliği hakkında birçok hadis geçmiştir. O halde müslümanlar
kardeştir, İslâm ise onların babasıdır. Kardeşlerin soyu nasıl babalarına
bağımlı ise müslümanların soyu da İslâm'a bağlıdır.
16-
"Müminler ancak kardeştirler. O halde iki kardeşinizin arasını düzeltin."
ayeti ile bir önceki ayet daha önce de geçtiği gibi baği olmanın (meşru devlete
isyan etmenin) imanı ortadan kaldırmadığına delâlet etmektedir. Zira baği olmalarına
rağmen Allah Tealâ onları mümin kardeşler diye isimlendirmektedir.
Haris el-Aver demiştir
ki: Örnek şahsiyet olan Hz. Ali'ye Cemel ve Sıf-fin ehlinden baği olanlarla
savaşmaktan soruldu: Onlar müşrik midir? dendiğinde Hz. Ali "Hayır, onlar
müşriklikten kaçmışlardır." "Peki onlar münafık mıdır?"
denildiğinde, "Hayır değiller, zira münafıklar Allah'ı pek az
zikrederler." "Öyleyse onların durumu nedir?" diye sorulduğunda:
"Kardeşlerimiz bize karşı zulmetmişlerdir." demiştir.
Aynı şekilde ayet
müminler arasında din kardeşliği lafzının mutlak olarak kullanılmasının
cevazına delâlet etmektedir.
"aralarını
düzeltin..." sözünden bir birine düşman müminlerin arasının
düzelebileceğini ümit eden kişinin onların arasını düzeltmesi gerektiği
anlaşılır.[36]
11- Ey iman edenler!
Bir kavim diğer bir kavimle alay etmesin. Belki de onlar kendilerinden daha
hayırlıdır. Kadınlar da kadınları alaya
almasınlar. Belki (alay edilenler)
kendilerinden daha hayırlıdır. Bir- birinizi ayıplamayın ve kötü lakap-
larla Çağırmayın. İmandan sonra fasıklık
ne kötü bir addır! Artık kim tevbe
etmezse, işte onlar zalim- lerin ta kendileridir.
12- Ey iman edenler!
Zannın bir çokaçının. Çünkü zannın bir
kısmı günahtır. Birbirinizin kusu- runu araştırmayın. Birbirinizin gıy-
betini yapmayın. Hiç sizden birisi
kardeşinin etini yemekten hoş- lamr mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkunuz. Şüphesiz Allah
tevbeleri kabul edici ve ǰk merhamet
edicidir.
13- Ey insanlar!
Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden
yarattık. Tanış- manız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Sizin Allah
nezdinde en üstün olanınız, şüphesiz takvaca en ileri olanınızdır. Muhakkak ki
Allah her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olandır.
"Hiç sizden
birisi ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?" cümlesinde temsilî
teşbih vardır. Gıybet eden kimse ölü insanın etini yiyen kimseye
benzetilmiştir. Burada kötü şekillere benzetme yapılarak işin çirkinliği
ortaya konulmuştur.[37]
"Bir kavim diğer
bir kavim ile" burada kavim ile erkekler kastedilinektedir, "alay
etmesin" onlarla istihza edip hakir görmesin ve onları ayıplamasın. Alay
etme sözle ve fiille olduğu gibi bazan işaretle de olabilir. "Birbirinizi
ayıplamayın." zira bir gün siz de ayıplanırsınız. Ayetteki
"lemz" kelimesi ta'n etmek, sözle veya el, göz vb. şeylerle kusurlara
dikkatleri çekmek manasına gelmektedir, "ve kötü lakaplarla
çağırmayın." Yani birbirinizi hoşa gitmeyen lakaplarla çağırmayın.
Ayetteki "nebz" kelimesi örfen kötü sayılan lakaplara mahsustur. Ey
kâfir!, Ey fasık! gibi ifadeler çirkin lakaplardandır.
"İmandan sonra
faşıklık ne kötü bir addır." Yani imana girdikten ve mümin olarak
tanındıktan sonra alay etmek, ayıplamak ve kötü lakaplarla çağırmaktan dolayı
fasık diye zikredilmek gerçekten kötü bir isim ve kötü bir şöhrettir. Burada
müminlere kâfirlik ve fasıklık vasıflarının nispet edilmesinin çok çirkin bir
davranış olduğu anlatılmak istenmiştir.
"Artık kim tevbe
etmezse." yani yasak olan bu davranışlardan vazgeçip tevbe etmezse
"işte onlar zalimlerin ta kendileridir." İtaat etmek yerine isyan
etmeleri ve kendilerini azaba maruz bırakmaları sebebiyle başkaları değil de
bizzat zalimler onlardır.
"Zannın bir
çoğundan sakının" yani zandan uzakta olun. "Zann" kesin ilimle
şek veya vehim arasındaki orta yerdir. Bir şüphe, kuvvetli veya zayıf bir emare
sebebiyle sonradan nefse gelen bir düşünce veya kanaat zanndır. Ayette "zannın
bir çoğundan" şeklinde mübhem bir ifade kullanılması, her türlü zanda
ihtiyatlı olunması içindir.
Amelî hükümlerde
ictihad yapmak gibi bazı zanni bilgilere tabi olmak ise vaciptir.
Ulûhiyet ve
peygamberlik konularında zannî bilgilere dayanmak ve müminler hakkında kötü
zanna sahip olmak gibi bazı hususlardaki zanlar ile kati nassa aykırı olan
zanlar haramdır.
Dünya hayatıyla ilgili
konularda zanna uymak ise mubahtır, "çünkü zannın bir kısmı
günahtır." Yani kendisine ceza verilmesi icap eden bir günahtır. Hayır
sahibi müminler hakkında sui zanda bulunmak gibi çokça meydana gelen zanlar
günah olan zanlardandır. Bu cümle zannın çoğundan kaçınma emrinin sebebini
bildirmektedir.
"Birbirinizin
kusurunu araştırmayın." Tecessüs, insanların mahrem konularını ve
kusurlarını araştırmak, onların gizlediği hususları ortaya çıkarmak demektir.
"Birbirinizin
gıybetini yapmayın." Gıybet, bir kardeşini arkasından hoşlanmadığı bir
vasıfla zikretmektir. Her ne kadar zikrettiğin vasıf onda bulunsa da bunun onun
olmadığı bir yerde söylenmesi gıybettir.
"Hiç sizden
birisi ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?" Yani bu davranışı güzel
olmaz. Burada gıybet eden kimse başka bir şahsın şeref ve onuruna dil uzattığı
için onun bu hali en çirkin bir davranışa benzetilmiştir. Ayrıca herkes
tarafından cevabı açıkça bilinen bir şey sorularak mübalağa yapılmış,
genelleme yapmak için ölü kardeşin etini yemek fiili herhangi bir şahsa nisbet
edilmiş, bunun çirkinliğini ortaya koymak için "işte bundan
tiksindiniz." kavli getirilmiştir. Sanki şöyle denmektedir: Hayatta iken
bir insanın gıybetinin yapılması öldükten sonra etinin yenmesi gibidir. O
halde nasıl size insan etinin yenmesi teklif edildiğinde bundan tiksiniyorsanız,
aynı şekilde insan eti yemek gibi çirkin olan gıybetten de tiksinin. "O
halde" yaptığınız gıybetten tevbe ederek gıybet etme hususunda
"Allah'tan" Allah'ın takdir ettiği cezadan "korkun."
"Şüphesiz ki
Allah tevbeleri kabul edici ve çok merhamet edicidir." Allah çokça tevbe
edenlerin tevbelerini kabul eder ve onlara merhamet edip, onları hiç günah
işlememiş bir kimse gibi günahsız hale getirir.
"Ey insanlar!
Doğrusu biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık." Yani Adem ve
Havva'dan veya bir ana ile bir babadan var ettik. Herkes bu konuda müsavidir.
Dolayısıyla kökünüz bir olduğu müddetçe nesep ile övünmeye bir yol yoktur.
"Sizi millet ve kabilelere ayırdık." Ayetteki "şuub" kelimesi
şa'b kelimesinin çoğuludur. Özel bir vatana sahip veya Mudar ve Ra-bia gibi
aynı kökten gelen insanların oluşturduğu bir topluluk demektir. Millet manasına
gelen bu kelime kabileleri bünyesinde toplamaktadır. Dolayısıyla kabileden
daha geneldir. Kabile milletten daha küçük topluluklara denmektedir.
Araplara göre toplum
yapısı yedi tabakaya ayrılır: Şa'b, kabile, imara, batın, fahz, fasile ve
aşiret. Araplar arasındaki bu ayırıma şöyle bir misal verilebilir: Huzeyme
şa'bdır, Kinane kabile, Kureyş imare, Kusay batın, Abdimenaf fahz, Haşim
fasile, Abbas da aşirettir.
"Tanışmanız
için" ecdadınız ve kabilelerinizle övünmeniz için değil de birbirinizi
tanıyıp bilesiniz diye "sizi milletlere ve kabilelere ayırdık." O halde
siz nesebinizin büyük ve yüce olmasıyla övünmeyin. Zira övünme vesilesi ancak
takvadır. "Sizin Allah nezdinde en üstün olanınız şüphesiz takvaca en
ileri olanınızdır." Ancak takva ile nefisler kemale erer, şahıslar üstünlük
kazanırlar. Takva, emredilen hususları tam olarak yerine getirmek, yasaklanan
şeylerden de sakınmak manasına gelmektedir.
"Muhakkak ki
Allah her şeyi bilen ve her şeyden hakkıyla haberdar olandır." O sizi ve
her şeyi bilir. Nasıl açıktan yaptığınız şeylerden haber-darsa aynı şekilde
gizli olarak yaptığınız ve içinizde gizlediğiniz şeylerden de hakkıyla
haberdardır.[38]
"Ey iman edenler!
Bir kavim diğer bir kavimle alay etmesin." ayetinin (11. ayet) nüzul
sebebiyle ilgili olarak Dahhak şöyle demiştir: Bu ayet surenin birinci
ayetinin nüzul sebebinin açıklamasında bahsedilen Beni Te-mim'in gönderdiği
heyet hakkında nazil olmuştur. Beni Temimden gelen bir heyet Ammar, Habbab,
İbni Fuheyra, Bilal, Suheyb, Selman, İbni Hu-zeyfe'nin azatlısı Salim gibi
fakir sahabeleri yırtık, eski elbiseler içinde görünce onlarla alay
etmişlerdi. Bunun üzerine o heyetteki müminler hakkında bu ayet nazil
olmuştur.
Mücahid şöyle
demiştir: Ayette geçen alay etme işi zenginin fakir ile alay etmesidir. İbni
Zeyd demiştir ki Allah'ın günahlarını kapattığı kimse Allah'ın günahlarını
açığa çıkardığı kimse ile alay etmesin. Belki de dünyada onun günahlarının
açığa çıkarılması, ahirette kendisi için daha hayırlıdır.
Denilmiştir ki bu ayet
Sabit b. Kays b. Şemmas hakkında nazil olmuştur. Bir adam Cahiliye döneminde
kötü olarak bilinen annesi yüzünden İbni Kays'ı ayıplamıştı. Adam sonra
yaptığından utanarak başını önüne eğdi. Bunun üzerine Allah Tealâ bu ayeti
indirdi.
Bu ayetin İkrime b.
Ebi Cehil hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. İkrime müslüman olarak
Medine'ye geldiğinde müslümanlar onu görünce "Bu ümmetin firavununun
oğlu" dediklerinde İkrime bunu Rasulullah'a (s.a.) şikâyet etti. Bunun
üzerine bu ayet nazil oldu.
Ayetin nüzul sebebiyle
ilgili olarak özetle şu denebilir. Ayetin nüzul sebebi olan vakıaların birden
fazla olmasında bir mahzur yoktur. Dolayısıyla zikredilen bütün olaylar ayetin
nüzul sebebi olabilir. Burada önemli olan sebebin hususiliği değil de lafzın
umumiliğidir.
"Kadınlar da
kadınları alaya almasın." ayetinin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni
Abbas şöyle demiştir: Safiyye b. Huyey b. Ahtab Rasulullah'a (s.a.) gelip
"Ya Rasulallah! Kadınlar beni "Ey Yahudi kızı Yahudi! diyerek
ayıplıyorlar." deyince Rasululah (s.a.) şöyle buyurdu: "Onlara benim
babam Harun, amcam Musa, kocam da Muhammed'dir deseydin ya." Bununu üzerine
Allah bu ayeti indirmiştir.
Denilmiştir ki: Bu
ayet kısa olduğu için Rasulullah (s.a.)'in Ümmü Seleme (r.a.)'yi ayıplayan
hanımları hakkında nazil olmuştur.
"Birbirinizi kötü
lakaplarla çağırmayın." ayetinin nüzul sebebiyle ilgili olarak dört sünen
sahibi, Ebu Cübeyra b. ed-Dahhak'tan şu hadisi rivayet etmişlerdir:
Dahhak demiştir ki:
"Bizim aramızda bir adam vardı. Onun iki üç tane ismi olduğundan onlardan
birisiyle kendisine hitap edilirdi. Adam belki de bu isimlerden hoşlanmıyordu.
İşte bu yüzden bu ayet nazil olmuştur." Tirmizi bu hadisin hasen olduğunu
söylemiştir.
Hakim ve diğerleri de
Ebu Cübeyra hadisini rivayet etmişlerdir. Ebu Cübeyra şöyle demiştir: Cahiliyet
zamanından kalma lakaplar vardı. Rasulullah (s.a.) bir adamı lakabıyla
çağırınca kendisine "Ya Rasulallah! O bu lakaptan hoşlanmıyor."
denildi. Bunun üzerine "Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın."
ayeti nazil olmuştur.
Ebu Cübare'den yapılan
rivayetin Ahmed b. Hanbel'deki lafzı şöyledir: Bizim içimizde bulunan Beni
Selem'e kabilesi hakkında "Birbirinizi kötü isimlerle çağırmayın."
ayeti nazil olmuştur. Rasulullah (s.a.) Medine'ye geldiğinde bizim aramızda
her bir şahsın iki üç ismi bulunuyordu. Rasulullah (s.a.) Beni Seleme'den bir
şahsı bu isimlerden biri ile çağırınca "Ya Rasulallah! O buna çok
kızıyor." denildi. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.[39]
"Birbirinizin
gıybetini yapmayın." ayetinin (12. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak İbnü'l-Münzir
İbni Cüreyc'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bu ayetin Selman-ı Farisi
hakkında nazil olduğu ileri sürülmüştür. Sel-man-ı Farisi bir şeyler yedikten
sonra uyumuştu. Bir adam onun yemesinden ve uyumasından bahsedince bu ayet
nazil olmuştur.
"Ey insanlar!
Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık." ayetinin (13. ayet)
nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Ebi Hatim, İbni Ebi Müley-ke'nin şöyle
dediğini rivayet etmiştir: "Mekke fethedildiği gün Bilal Kabe'nin üstüne
çıktı ve ezan okudu. Bunu gören bir şahıs "Kabe'nin üstünde bu siyah köle
mi ezan okuyor?" dedi. Bunun üzerine "Ey insanlar! Doğrusu biz sizi
bir erkek ile bir dişiden yarattık." ayeti nazil oldu. Rasulullah (s.a.)
onları çağırdı. Onları neseplerle ve çok mala sahip olmakla övünmekten ayrıca
fakirleri küçük görmekten nehyetti.
İbni Asakir Mübhemat
isimli kitabında şöyle demiştir: Ebu Bekir b. Ebi Davud'un tefsirinde, bu
ayetin Ebû Hind hakkında nazil olduğunu rivayet ettiğini İbni Beskavil'in bir
yazısında görmüştüm. Rasulullah (s.a.) Beni Beyada'ya Ebû Hind'i kendilerinden
bir kadınla evlendirmelerini emretmişti. Onlar "Ya Rasulallah!
Kızlarımızı azatlı kölelerimizle mi evlendirelim" deyince bu ayet nazil
olmuştur. Zühri demiştir ki: Bu ayet özellikle Ebû Hind hakkında nazil
olmuştur.
[40]
Allah Tealâ, mümin
olan bir şahsın Allah'a, Rasulullah'a (s.a.) ve fasık kimselere karşı yapması
gereken adabı açıkladıktan sonra bir müminin bir başka mümine ve mümin olmayan
diğer insanlara karşı göstermesi gereken edep kurallarını beyan etmiştir. Bu
davranışları şöylece sıralamak mümkündür:
1- Alay
etmekten, işaretle veya el kol hareketleriyle dalga geçmekten, insanları kötü
lakaplarla çağırmaktan, sui zandan, insanların kusurlarını ve mahrem konularını
araştırmaktan, gıybet ve koğuculuktan kaçınmak.
2- İnsanlar
arasındaki eşitliğin gerekliliği.
3- Üstünlük
ve ayrıcalık ölçüsünün takva, salâh ve ahlâkî olgunluk olduğuna inanmak.
Yukarıda zikredilen
genel davranış kurallarının serdedilmesinde ilâhî tertibin üstünlüğü açıkça
görülmektedir. Zira Allah Tealâ önce fasıklann verdiği haberlere dayanmak
dolayısıyla fertler ve gruplar arasında bir anlaşmazlık ve kavganın vuku
bulacağını zikretmiş, sonra anlaşmazlığa sebep olacak kötü ahlâktan nehyetmiş,
sonra da kök ve yaratılış itibariyle insanlığın vahdetini, temelde bir, eşit
ve aynı olduğunu ilan etmiştir. İşte bütün bunlar İslâm ümmetinin birlik ve
vahdetini korumak için alınmış tedbirlerdir. Böylece Allah Teala İslam’ı
yaymak ve heryerde Allah’ın kelimesini yüceltmek için İslam ümmetini diğer
ümmet ve milletler ile münasebetlerinde kendisine uyulacak bir örnek yapmıştır.
[41]
1-
İnsanlarla alay etmenin yasaklanması.
"Ey iman edenler!
Bir kavim diğer bir kavimle alay etmesin. Belki de onlar kendilerinden daha
hayırlıdır. Kadınlar da kadınları alaya almasın. Belki (alay edilenler)
kendilerinden daha hayırlıdır." Yani ey Allah ve Rasulüne (s.a.) iman
edenler! Erkeklerden oluşan bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin.
Belki alay edilenler Allah katında alay edenlerden daha hayırlıdır. Yahut Allah
nezdinde hakir görülenin kadri, kendisini hakir görüp alay edenden daha
büyüktür. Belki Allah onu daha çok sevmektedir. İşte bu hareket kesin olarak
haramdır. Şu sözde olduğu gibi bu ayette de yasaklama ve haram kılma hükmünün
illeti zikredilmiştir:
Şiir: Fakiri küçük
görme sakın, belki zaman yükseltirken onu, eğilir diz çökersin sen.
"Belki de onlar
kendilerinden daha hayırlıdır." sözü yasaklama hükmünün illet ve sebebini
ortaya koymaktadır.
Hakim ve Hilye'de Ebu
Nu'am'm Ebu Hüreyre'den rivayet ettikleri bir hadiste Rasulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Saçı başı
dağınık, toz içerisinde, elbisesi yırtık ve insanların gözlerinden ırak nice
insanlar vardır ki Allah için bir şey yapacağına yemin etse (Allah) onu
muhakkak yerine getirir."
Ahmed ve Müslim'in
rivayetinde hadisin lafzı şöyledir: "Kapılardan kovulmuş, saçı başı
dağınık nice insanlar vardır ki Allah için bir şey yapmaya yemin etse (Allah)
onu mutlaka yerine getirir."
Normalde kadınlar da
erkeklerle birlikte buradaki hitabın şümulüne girseler de söz konusu
yasaklamanın onlara şamil olmadığı vehmini gidermek için yasaklama onlar için
de ayrıca zikredilmiş ve böylece yasaklamanın manası kadınlar için de
vurgulanmıştır. Bu yapılırken şöyle bir üslûp kullanılmıştır. Önce erkekler
hakkındaki yasaklama nass olarak zikredilmiş, kadınlar hakkındaki yasaklama
ise ona atfedilmiştir. Alay etmek çoğunlukla bir topluluk içinde yapıldığı için
burada çokluk kipi kullanılmıştır. Ayette kadınlar da kadınlarla alay etmesin
denilmiştir. Belki onlardan alaya maruz kalanlar alay edenlerden daha
hayırlıdır.
Buradaki yasaklama
hükmü sadece erkek ve kadın topluluklarına tahsis edilmiş değildir. Tek tek
fertlere de şamildir. Zira yasaklamanın illeti geneldir. İllet umumi olduğu
için hükmün de umumi olması gerekir.
Müslim İbni Mace Ebu
Hüreyre'nin şöyle söylediğini rivayet etmişlerdir:
Rasulullah (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah Tealâ sizin şekillerinize ve
mallarınıza bakmaz. Fakat kalplerinize ve amellerinize bakar." Dolayısıyla
ayrıcalık ancak kalbin ihlâsı, gönül temizliği ve amellerin sadece Allah için
yapılmasıyla elde edilebilir. Ne dış görünüş ve servetle, ne renk ve suretle,
ne de soy ve cinsle bir ayrıcalık kazanılabilir.
2- İşaretle
ve sözle ayıplamanın yasaklanması.
"Birbirinizi
ayıplamayın." Yani insanları ayıplamayın, birbirinize kötü söylemeyin, söz
ve fiille veya işaretle alay etmeyin. Allah Tealâ kaş göz hareketleriyle veya söz
ve fiille müminlerin ayıplanmasını, insanın kendisini ayıplaması gibi kabul
etmiştir. Zira müminler tek bir nefis gibidirler. Bir mümin kardeşini
ayıpladığında sanki kendisini ayıplamış gibidir.
Bunun bir benzeri de
şu ayettir: "Nefislerinizi öldürmeyin." (Nisa, 4/29). Yani
birbirinizi öldürmeyin.
Ahmed ve Müslim Numan
b. Beşir'den O da Rasulullah (s.a.)'dan şöyle rivayet etmişlerdir: Rasulullah
(s.a.) buyurmuştur ki: "Müminler bir insan gibidirler. Baş acı çektiğinde
hepsi acı çekerler, göz acı çektiğinde yine hepsi acı çekerler."
Sözle ve fiil ile alay
edenler kötülenmişlerdir. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:
"Sözle ve fiille
alay edenlere yazıklar olsun." Hemz fiille, lemz ise sözle olur. Allah
Tealâ "Çokça ayıplayan ve durmadan laf götürüp getiren kimselerden
hiçbirine itaat etme." (Kalem, 68/11) ayetinde bu vasıfla muttasıf olan
kimseleri ayıplamıştır. Bu ayetin manası şöyledir: Bunlar insanları hakir görüp
kötü söz söyler ve onlarla alay ederler ve sözle ayıplama manasına gelen
koğuculuk için insanlar arasında koşuştururlar.[42]
"Suhriyye"
kelimesi ile "lemz" kelimeleri arasında şöyle bir fark vardır:
Güldürücü bir şekilde bir şahsı onun yanında mutlak olarak hakir görmek
suhriyyedir. Lemz ise ister onun yanında ister arkasından olsun güldürücü veya
başka bir tarzda bir kimsenin kusurlarına dikkatleri çekmektir. Buna göre
lemz, suhriye kelimesinden daha geneldir. Genellik ifade etmesi için âmm
(umumi) olan şeyin hâss (özel) olan şeye atfedilmesi kabilinden lemz, suhriye
kelimesine atfedilmiştir.
3- Bir şahsı
işittiğinde hoşlanmayacağı kötü lakaplarla çağırma.
"Birbirinizi kötü
lakaplarla çağırmayın." Yani bir müslümanın kardeşine fasık, münafık diye
hitap etmesi veya müslüman olan birine Yahudi veya Hristiyan demesi yahut bir
kimseye köpek, eşek, domuz diye hitap edilmesi gibi birbirinize kızdırıcı kötü
lakaplar takmayın. Sözü geçen ifadelerle hitap eden kişi tazir cezasına
çarptırılır. Âlimler ister kendisinin veya babasının, isterse annesinin veya
kendisine nispet edilen herhangi bir şahsın bir vasfı olsun, bir insana
hoşlanmadığı bir lakabın verilmesinin haram olduğunu açıkça ifade etmişlerdir.
Ayette geçen tenabüz bu ad takma fiilinin birden fazla kişi arasında olduğunu
gösterir. Bu kelimenin kullanılmasının sebebi şudur: Onlardan her biri
diğerine hemen kötü bir lakapla mukabelede bulunur. Yani bir kimseye kötü
lakapla çağırma onun da aynı şekilde mukabelede bulunmasına yol açar. Sözlü
ayıplama böyle değildir. Zira çoğunlukla bir taraf böyle bir davranışta
bulunur.
Bu genel hükümden bir
kimsenin kendisinin kötü kabul etmediği bir lakapla meşhur olması durumu
istisna edilmiştir. Bu durumda böyle lakapların bir şahıs için kullanılması
caizdir. Hadis ravilerinden A'meş (şaşı) ve A'rac (topal) isimleri buna misal
gösterilebilir.
Övgü ifade eden
lakapların verilmesi haram ve mekruh değildir. Nitekim Hz. Ebu Bekir'e (r.a.)
eski manasına gelen "Atik" lakabı, Hz. Ömer'e (r.a.) hakla batılı
ayıran manasına gelen "Faruk", Hz. Osman'a iki nur sahibi manasına
gelen "Zünnureyn", Hz. Ali'ye de toprak sahibi manasına gelen
"Ebu Türab[43] Halid b. Velid"e
Allah'ın kılıcı manasına gelen "Seyful-lah", Amr b. Assa İslâm'ın
dahisi manasına gelen "Dahiyet'ül-İslâm" lakabı verilmiştir.
"imandan sonra
faşıklık ne kötü bir isimdir." Yani iman ettikten ve tevbe ettikten sonra
bir kimseye fasık, kâfir veya zinakâr denilmesi veya imana girdikten sonra
fasık diye zikredilmesi çok çirkin bir vasıftır. Buradaki fasıklıktan maksat,
cahiliye ehlinin İslâm'a girdikten ve İslâm'ı iyice anladıktan sonra yaptıkları
gibi çirkin lakaplarla insanların birbirlerini çağırmalarıdır. Burada özellikle
bir kimseye çirkin lakaplarla hitap edilmesinden hasıl olan fasıklık sıfatının
imanla bir arada bulunması zemme-dilmiştir. Söz konusu davranış fasıklık kabul
edilerek bunun kötülüğü ortaya konmuş ve bu davranış çok iğrenç gösterilmiştir.
Böylece söz konusu yasaklamanın illet ve sebebi ortaya konmuştur.
"Kim tevbe
etmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir." Allah'ın yasak kıldığı
bu üç davranıştan dolayı (alay etme, ayıplama, kötü lakaplarla çağırma) tevbe
etmeyen kimseler zalimlerdendir. İtaattan sonra isyan etmeleri ve kendi
nefislerini azaba maruz bırakmaları yüzünden başkaları değil de nefislerine
zulmedenler bizzat onlardır.
Asilerin burada
zulüm sıfatıyla vasfedilmelerinin sebebi şudur: Bir kimsenin yasak olan şeyi
yapmada ısrar etmesi küfürdür. Zira yasaklanan bir hususu emredilen bir şeymiş
gibi yapması sebebiyle bir şeyi konulması gereken yerin dışında başka bir yere
koymuş olmaktadır.
4- Suizannm
yasaklanması ve haram kılınması:
"Ey iman edenler!
Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır." Yani Ey
Allah ve Rasulünü (s.a.) tasdik edenler! Zannın çoğundan uzak durun. Çünkü
bunlar arasında hayır sahibi kimseler hakkında suizanda bulunmak gibi bazıları
vardır ki işte bizzat bunlar kötüdür. Zira bu, dış görünüş itibariyle doğru,
salih ve emin olan bir kimseyle alâkalıdır.
Açıktan sarhoş olan
veya fahişelerle zina edenler gibi açıktan günah işleyen kimseler hakkında
onlardan uzak durmak ve onların tuttuğu yoldan sakınmak ve sakındırmak için
suizan beslemek caizdir. Ancak bu zannın sözle ifade edilmesi gerekir. Çünkü
içteki zannın söylenip açığa vurulması günahtır.
Sonra Allah Tealâ
hayır yapan kimseler hakkında suizanda bulunmak veya mümin bir kimse hakkında
kötü bir düşünceye sahip olmak gibi bir kısım zanlann günaha düşürmesini zanda
bulunma yasağının illeti olarak göstermiştir. Nitekim Allah Tealâ başka bir
ayette de şöyle buyurmuştur: "Böylece siz kötü bir zanda bulundunuz ve
helak olmayı hak eden bir kavim oldunuz." (Fetih, 48/12).
Mümin kimseler
hakkında suizanda bulunulmasını haram kılan birçok hadis-i şerif varid
olmuştur:
İbni Mace Abdullah b.
Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasu-lullah'ı (s.a.) Kabe'yi tavaf
ederken gördüm. Şöyle diyordu: "Sen ne hoşsun, kokun da ne kadar hoş. Sen
ne büyüksün, hürmetin de ne kadar büyük. Muhammed'in nefsini kudret elinde
bulunduran Allah'a yemin ederim ki müminin hürmeti onun mal ve canı Allah
katından senin hürmetinden daha büyüktür." Bir mümin hakkında ancak
hüsnüzanda bulunmak gerekir.
İbni Abbas bu ayet
hakkında şöyle demiştir:
Allah Tealâ bir
müminin bir mümin hakkında hüsnüzan dışında bir düşünceye sahip olmasını
yasaklamıştır.
İmam Malik, Buhari,
Müslim ve Ebu Davud Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet etmektedirler:
Rasulullah (s.a.) buyurmuştur ki: "Zandan sakının ha. Çünkü zan sözlerin
en yalan olanıdır. Birbirinizin mahrem hallerini araştırıp soruşturmayın,
birbirinizle çekişmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize kızmayın ve
birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları kardeş olunuz."
Müslim ve Tirmizi'nin
başka bir rivayeti de şöyledir: "Birbirinizle alâkanızı kesmeyin,
birbirinize sırt çevirmeyin, birbirinize kızmayın, birbirinize haset etmeyin.
Kardeş olun ey Allah'ın kulları! Bir müslümana diğer bir müslüman kardeşine üç
günden fazla dargın durması helâl olmaz."
5- Mahrem
hallerin araştırılmasının haram kılınması:
"Birbirinizin
gizli hallerini araştırmayın." Yani müslümanların mahrem hallerini ve
kusurlarını araştırıp da onların gizlediği şeyleri açığa çıkarmaya çalışmayın.
Onların sırlarına muttali olmak istemeyin. Tecessüs, gizli olan kusurların ve
mahrem şeylerin araştırılmasıdır. Tahassüs ise haber araştırmak,
hoşlanmadıkları halde bir topluluğun sözlerini dinlemek veya kapı arkasından
konuşulanlara kulak vermektir.
Ebu Davud, Ebu Berze
el-Eslemi'nin şöyle dediğini nakletmiştir: Rasulullah (s.a.) bize bir hutbe
irad etti ve şöyle buyurdu: "Ey kalplerine iman girmediği halde dilleriyle
mümin olduklarını söyleyenler! Müslümanların mahrem hallerini araştırmayın.
Müslümanların mahrem hallerini araştıran kimseyi, Allah, kendi evinde rezil
rüsvay eder."
Taberani Harise b.
en-Numan'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Ümmetimin (hoş
olmayan) üç huyu vardır: Uğursuz sayma,[44]
haset etme ve suizanda bulunma." Bir adam "Ya Rasulallah! Bu
özelliklere sahip kimselerin bunlardan kurtulmalarını sağlayacak şeyler
nelerdir?" deyince Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Haset etmişsen
Allah'a istiğfar et. Zanda
bulunmuşsan
onun zaten hakikati yoktur. Bir kuşun uçmasını uğursuz say-mışsan geç
git."
Yine
Ebu Davud, Ebu Ümame ve diğer sahabelerden Rasulullah'ın (s.a.) şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Bir
hükümdar insanlardan şüphe duyarsa şüphesiz onları ifsad eder."
Ebu
Gılabe şöyle demiştir: Hz. Ömer e Ebu Mihcen es-Sakafi'nin evinde
arkadaşlarıyla içki içtiği haber verilince derhal oraya gitti. İçeri girince
bir de baktı ki onun yanında sadece bir kimse var. Ebu Mihcen Hz. Ömer'e
"Senin böyle yapman helâl değildir. Çünkü Allah tecessüsü
yasaklamıştır." deyince Hz. Ömer dışarı çıkıp orayı terketti.
6- Bir kimsenin arkasından hoşlanmadığı şeyleri söylemek manasına gelen
gıybetin haram kılınması:
"Birbirinizin
gıybetini yapmayın. Hiç sizden bı^nı olu kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?
Bundan tiksindiniz... Yan: birbirinizin arkasından hoşlanılmayan şeyleri
söylemeyin. İster bu arkadan konuşma açıktan ister işaret vb. şeylerle olsun
farketmez. Gıybeti yapılan kimse bundan rahatsızlık duyar. Bu hüküm bir
kimsenin din ve dünyasında ahlâk ve fıtratında, malı, evlâdı, zevcesi,
hizmetçisi, giysisi vb. hakkında hoşuna gitmeyen her sözü içine alır.
Ebu
Davud, Tirmizi ve İbni Cerir'in Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri bir hadiste
Rasulullah (s.a.) gıybetin ne olduğunu açıklamıştır. "Rasulul-lah'a Ya
Rasulallah! Gıybet nedir?" denildi Rasulullah (s.a.): "Kardeşini
hoşlanmadığı bir şekilde zikretmendir.' buyurdu. Peki söylediğim şey kardeşimde
varsa?" denilince Rasulullah (s.a.) 'Şayet söylediğin şey onda varsa onun
gıybetini yapmış olursun. Yok söylediğin şey onda mevcud değilse ona iftira
etmiş olursun." buyurdu.
Ebu
Davud Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Peygamber (s.a.)'e
"Safiyye'nin şu şu özellikleri (kusur olarak! sana yeter. Yani o kısa boyludur."
dedim. Bunun üzerine Rasulullah s.a. şöyle buyurdu: "Sen öyle bir şey
söyledin ki bu sözün deniz suyuna karıştırılacak olsa onu bulandırırdı."
Sonra
Allah Tealâ gıybetten nefret ettirmek için gıybeti ölü insanın etini yemeye
benzetmiştir. Sizden birisi hiç ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?
Bundan nasıl tiksindiyseniz bir kimsenin arkasından kötü konuşmaktan da aynı
şekilde kaçının. Allah Tealâ gıybeti ölü insanın bedenini yemeğe benzetmiştir.
Bu teşbihi insanları gıybetten tiksindirmek için yapmıştır. Zira insan etinin
yenmesinin dinen haram olması bir yana zaten insanın tabiatı buna karşı bir
tiksinti duyar.
Bu
ayet gıybetin dinen haram ve çirkin olduğuna delâlet etmektedir. Bu sebeple
gıybetin haramlığı konusunda icma vardır. Gıybet eden kimsenin Allah'a tevbe
etmesi ve gıybet ettiği kimseden de helâllik dilemesi ge-
rekmektedir.
Bu hükümden ancak cerh ve tadil ile vaaz ve nasihatte olduğu gibi fayda tarafı
ağır basan konular istisna edilmiştir. Buhari'nin Ai-şe'den rivayet ettiği bir
hadis buna misal gösterilebilir: Günahkâr bir adam huzuruna gelmek için izin
istediğinde Rasulullah (s.a.) "Aşiretinin ne kötü bir mensubudur! Ona izin
verin." buyurmuştur. Aynı şekilde Rasulullah'm (s.a.) Fatıma b. Kays'a
söylediği sözü de fayda tarafı ağır bastığında bir kimsenin arkasından
konuşulabileceğine misaldir. Rasulullah şöyle buyurdu: "Ebu Cehm'e
gelince o sopasını omuzundan indirmez. Muaviye ise malı olmayan bir fakirdir.[45]
Gıybetin
haram kılınması, insanlık onurunun korunmasıyla yakından alâkalıdır. Bu durum
birçok sahih hadiste değişik açılardan ifade edilmektedir.
Buhari
ve Müslim'in Ebu Bekre'den rivayet ettikleri bir hadiste Rasulullah (s.a.)
veda hutbesinde şunları söylemiştir: "Şu içinde bulunduğunuz gün, şu ay ve
şu belde nasıl muhterem ise şüphesiz kanlarınız, mallarınız ve namuslarınız da
öyle size muhterem ve mukaddestir."
Ebu
Davud ve Tirmizi Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:
Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Müslümanın malı, namusu ve canı
başka bir müslümana haramdır. Bir müslüman kardeşini tahkir etmesi, bir
kimseye şer olarak yeter."
Yine
Ebu Davud, Ebi Bürde el-Belvi'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ey kalplerine iman girmediği halde
dilleriyle iman ettiklerini söyleyenler! Müslümanların gıybetini yapmayın ve
onların gizli hallerini araştırmayın. Müslümanların mahrem hallerini araştıran
kimsenin de Allah mahrem hallerini araştırır. Allah kimin mahrem hallerini
anştırırsa kendi evinde onu rezil rüsvay eder."
"Öyleyse
Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah tevbeleri kabul edici ve çok merhamet
edicidir." Yani size emrettiği ve yasak ettiği şeylerde Allah'tan sakının
Allah'ı gözetip O'ndan korkun. Gıybetten tiksinip uzaklasın: Şüphesiz Allah
Tealâ kendisine tevbe edenin tevbesini kabul eder ve tekrar kendisine yönelen
kimseye de çok merhamet eder.
Alimlerin
çoğunluğuna göre gıybet eden kimsenin tevbe ederken takip edeceği yol şöyledir:
a) Gıybet etmeyi terketmeli.
b) Bir daha o günaha dönmemeye kesin olarak karar vermeli.
c) Yaptığına pişman olmalı,
d) Gıybetini ettiği kimseden helâllik dilemeli.
Bazı
alimler ise şöyle demişlerdir: Gıybet edenin gıybetini yaptığı kimseden
helâllik dilemesi şart değildir. Zira gıybetini yaptığını ona bildirmesi
halinde belki de öncekinden daha çok o kişiye rahatsızlık vermiş olabilir.
Öyleyse gıybet eden kimsenin gıybet ettiği meclislerde aynı şahsı övmesi ve
mümkün oldukça gıybete konu olan hususun onda bulunmadığını söylemesi gerekir.
Nitekim
Ahmed ve Ebu Davud Muaz b. Enes el-Cüheni'den şöyle rivayet etmişlerdir:
Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Gıybet eden bir münafığa karşı bir
mümini koruyan kimseye Allah kıyamet günü onu cehennem ateşinden koruyacak bir
melek gönderir. Kötülemek maksadıyla bir mümin hakkında bir şey uyduran kimseyi
Allah, söylediği şeyden sıyrılıp çıkıncaya kadar cehennem köprüsünde hapseder.
7- Kök ve yaratılış itibariyle insanlar arasında eşitliğin olması ve takvanın
üstünlük ölçüsü kabul edilmesi:
"Ey
insanlar! Doğrusu biz sızı bir erkekle bir dişiden yarattık. Tanışmanız için
de sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Sızın Allah nezdinde en üstün
olanınız şüphesiz takvaca en iteri olanınızdır. Şüphesiz ki Allah her şeyi
bilen ve her şeyden hakkıyla haberdar olandır. Daha önceki ayetlerde üstün
ahlâk ile edeplenmeleri için iman sahibi kimselere hitap edilmiştir. Burada ise
Allah, muhataplardan istenen şeyin beyanına münasip olması, önceki ayette
yasaklanan hususların, vurgulanması ve insanlarla alay etme, kaş göz
hareketleri ve söz ile onlan ayıplama vb. mutlak yasaklar hakkındaki hitabın
bütün insanlara genelleştirilmesi için Ey insanlar!" diyerek, insan
cinsinin vasfı olan insanlık sıfatıyla nida etmiştir.
Buna
göre mana şudur: Ey insanoğlu' Şüphesiz sizi bir asıldan, yani Adem ve
Havva'dan yarattık. O halde şovunuz aynı olduğu için siz eşitsiniz. Bir ana ve
bir babadan meydana geldiğiniz için soylarınız ile övünmeye mahal yoktur.
Dolayısıyla bu konuda herkes müsavidir. O halde birbiri-niz ile alay etmeniz ve
birbirinizi ayıplamanız doğru değildir. Siz soy itibariyle kardeşsiniz.
Birbirinizi
bilmezlikten gelmeniz ve birbirinize muhalefet etmeniz için değil sizi
birbirinizle tanışasmız diye milletler ve onun bir alt birimi olan kabileler
halinde yarattık. Ayette kastedilen mana şudur: Allah Tealâ sizi tanışmanız
için yaratmıştır; soylar ile övünmeniz için değil. Zira aranızda üstünlük
ölçüsü ancak takvadır. Öyleyse kim takva sıfatıyla muttasıf olursa en değerli,
en üstün ve en şerefli olan ancak odur. Allah sizi ve yaptıklarınızı çok iyi
bilmektedir. İçinizde sakladığınız düşüncelerden, durumlardan ve yaptığınız
işlerden de çok iyi haberdardır.
Bu
ayet evlilikte din birliği dışında küfür=denklik şartı ileri sürmeyen Malikiler
için bir delildir. Zira "Sizin Allah nezdinde en üstün olanınız takvaca
en ileri olanınızdır." sözü buna delâlet etmektedir. Bu konuda birçok
sahih hadis vardır.
Ebu
Bekir el-Bezzar Müsned'inde Huzeyfe'den şöyle rivayet etmektedir: Rasulullah
(s.a.) buyurmuşlardır ki: "Hepiniz Adem'in çocuklarısınız. Adem ise
topraktandır. Vallahi bir kavim ya babalarıyla övünmeyi terkeder yahut..."
İbni
Ebi Hatim ve Tirmizi İbni Ömer'in şöyle söylediğini rivayet etmişlerdir:
Mekke'nin fethedildiği gün Rasulullah (s.a.) devesi Kasva'nm üzerinde elindeki
asa ile rükünleri selamlayarak Kabe'yi tavaf etti. Mes-cid-i Haram'da devesini
çöktürecek bir yer bulamadı. Neticede kendisi insanların önüne gelip durduktan
sonra deveyi oradan çıkartıp Batn-ı Mesire götürdü. Ve deve oraya çöktürüldü.
Bir müddet sonra Rasulullah bineğinin üzerinde insanlara bir hutbe irad etti.
Allah'a hamdedip lâyıkı veçhile ona sena ettikten sonra şöyle buyurdu:
"Ey
insanlar! Allah Tealâ şüphesiz cahiliye ayıbını ve atalarla, ecdatla
büyüklenmeyi sizden gidermiştir. İnsanlar iki kısımdır: Bir kısmı iyilik sahibi,
muttaki ve Allah nezdinde çok değerlidir. Bir kısmı ise günahkâr, şaki ve Allah
o göre değersizdir." Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:
"Ey
insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Tanışmanız için
sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Sizin Allah katında en üstün olanınız
şüphesiz takvaca en ileri olanınızdır. Muhakkak ki Allah her şeyi bilen ve her
şeyden haberdar olandır." Rasulullah (s.a.) sonra "Ben bu sözümü
söylüyor, kendim için ve sizin için Allah'tan mağfiret diliyorum." buyurdular.[46]
Taberi
Âdabu'n-Nüfus'da şöyle rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a.) Teşrik günlerinin
ortasında Mina'da devesinin üstünde şöyle bir hutbe irad
etmiştir:
"Ey
insanlar! Dikkat edin. Şüphesiz Rabbiniz tektir, babanız da tektir. Dikkat
edin. Ne Arab'ın Acem'e, Acem'in Arab'a ne de siyahın kızıl deriliye, kızıl
derilinin de siyaha bir üstünlüğü söz konusu değildir. Üstünlük ancak takva ile
olur. Dikkat edin. Tebliğ ettim mi?" Orada bulunanlar "Evet" deyince
Rasulullah (s.a.) "Burada hazır bulunanlar, bunları burada olmayanlara
tebliğ etsinler." buyurdu.
Müslim
ve İbni Mace'nin Ebu Hüreyre'den rivayet ettikleri şu hadis daha önce
geçmiştir:
"Allah
Tealâ sizin şekillerinize ve mallarınıza bakmaz. Fakat kalplerinize ve
amellerinize bakar."
Taberani'nin
Ebu Malik el-Eşari'den rivayet ettiği bir hadiste Rasulullah (s.a. şöyle
buyurmuştur: "Allah sizin ne soyunuza sopunuza ne de beden ve mallarınıza bakar. Fakat o sizin kalplerinize bakar. Doğru ve temiz bir kalbe sahip olana
Allah Tealâ sevgi ve şefkat gösterir.
Adem'in evlâtlarısınız siz. Sizin Allah tarafından en çok sevileniniz şüphesiz en muttaki ola-nınızdır."
[47]
1-
Birinci
ayetteki yasaklamaya göre Allah
Tealâ üç şeyi haram kılmıştır:
a) İnsanlarla alay etmek.
b) Söz ve hareketlerle bir
kimseyi ayıplamak.
c) Kötü lakaplarla
çağırmak.
Allah'ın
yasakladığı
şeyleri yapan -ki bunları yapmak fasıklık olduğu için asla caiz değildir- tevbe etmezse, başkasına
zulmetmesi sebebiyle kendisini azaba
maruz bıraktığı için zalimlerdendir. Bu hj.krr.un illeti açıktır. Alaya ve sözle ayıplanmaya maruz
kalan veya kotu bir lakapla çağırılan
kimsenin bu işleri yapan kimselerden daha hayırlı olması ihtimali bu
yasağın illetidir.
Çirkin lakaplarla çağırmanın yasaklığı hukrr.ur.den topal manasına gelen a'rac, gözü iyi görmeyen manasına gelen a ses ve
kambur manasına gelen ahdeb gibi
kendisi hakkında çoğunlukla bir lakabın kullanılması yaygınlaşmış ve bu lakapla tanınan kimseler istisna
edilmiştir.
Hz. Ebu Bekir'e Sıddık, Hz. Ömer
e Faruk. Hz. Osman
a Zinnureyn denmesi; Huzyeme'ye
Zişşehadeteyn, Ebu Hureyreye Zişşimaleyn,
Hirbak b. Amr'a Zilyedeyn, Hz. Hamza'ya Allah'ın Aslanı. Halid b. Velid'e de Allah'ın kılıcı
(Seyfullah) denmesi gibi güzel vasıflarla lakaplandırmaya gelince, bunlar caizdir. Böyle güzel lakaplarla çağırma
hem Araplar hem Arap olmayanlar
arasında alışılmış ve kabul görmüş
bir kullanımdır. Zaten böyle güzel isimlerle çağırılma herkes tarafından
da istenen bir hususiyettir.
Zemahşeri şöyle demiştir: Nebi s.a. den şöyle
rivayet olunmuştur: "Bir müminin diğer bir mümin üzerindeki haklarından
birisi de çok sevdiği isimlerle onu isimlendirmesidir. Bir
kimseye
künye
vermek sünnetten ve güzel edeptendir."
Hz. Ömer şöyle demiştir: Künyeleri yaygmlaştırın.
Çünkü künyeler dikkatleri celbeder."
2-
İkinci
ayetteki nehiy sigasmın delâletine göre Allah Tealâ üç şeyi daha haram
kılmıştır:
a) Hayır ve iman sahibi
kimselere karşı suizanda bulunmak.
b) Başkasının gizli hallerini
araştırmak (tecessüs).
c) Başkalarının arkasından hoşlanmadığı şeyleri konuşmak (gıybet). Bir
kimse veya bir varlık hakkında beslenen zannın hükümleri çeşitlidir:
Birincisi: Allah Tealâ müminler hakkında hüsnüzanda bulunmak. Bu
tür zan dinen gereklidir. Buhari, Müslim Tirmizi, Nesai, ve İbni Mace'nin Ebu
Hüreyre'den rivayet ettikleri bir kudsî hadiste şöyle varid olmuştur:
"Kulum beni nasıl zannediyorsa ben öyleyim."
Ahmed,
Müslim, Ebu Davud ve İbni Mace'nin Cabir'den rivayet ettikleri bir hadis-i
şerifte Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sizden biriniz Allah
hakkında iyi zanda bulunuyor bir halde ruhunu teslim etsin."
Ebu
Davud ve Hakim'in Ebu Hüreyre'den rivayet ettikleri bir hadiste de Nebi (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Zannın güzel olması ibadetin güzel olmasından
kaynaklanır."
Adil
kimselerin şehadetlerinin kabul edilmesi, kıblenin araştırılması, helak olan
mallara değer biçilmesi ve cezası dinen takdir edilmemiş kesme, yaralama gibi
cinayetlerin diyetlerinin takdir edilmesi gibi konularda zanda bulunmak, vacip
olan zanna misal gösterilebilir.
İkincisi: Allah Tealâ hakkında, hayır ve salâh sahibi kimseler
ile adaleti açık müslümanlar hakkında kötü zanda bulunmak gibi haram olan
zanlar.
Kurtubi
ve Alusi'nin zikrettiği bir hadiste peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah Tealâ müslümanın kanını, ırzını ve onun hakkında kötü düşünülmesini
haram kılmıştır."
Hz.
Aişe'den merfu olarak rivayet edilen bir hadiste de Rasulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Kim bir kardeşi hakkında kötü zan beslerse Rab-bi olan Allah
hakkında kötü düşünmüş olur." Zira Allah Tealâ "Zannın çoğundan
sakının." buyurmuştur.
Ebu
Davud Hz. Safiyye'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasulullah (s.a.) itikaf
yapıyordu. Bir gece ziyaret etmek maksadıyla ona geldim. Bir müddet onunla
konuştuktan sonra ayrılmak için ayağa kalktım. Beni geçirmek için Rasulullah
(s.a.) da ayağa kalktı. Rasulullah'ın (s.a.) kaldığı yer Üsame b. Zeyd'in
eviydi. Bir müddet sonra Ensar'dan iki adam oradan geçtiler; peygamberi (s.a.)
görünce hızlandılar. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) "Yavaş olun, o
Safiyye b. Huyey'dir." deyince onlar da "Sübhanallah (Aklımıza
herhangi bir şüphe gelmedi) ya Rasulallah! " diyerek cevap verdiler.
Rasulullah (s.a.) onlara hitaben şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz şeytan insan
vücudunda kanın aktığı yerlerde cevelan eder. Bu yüzden kalbinize bir kötülük
düşmesinden korktum."
Açıktan
kötü işlerle uğraşan veya şüpheli şeylerle meşgul olan kimseler hakkında kötü
zanda bulunmak haram değildir. Zira Allah Tealâ şüpheli ve töhmet altında
bırakıcı yerlerden uzak durulmasını emretmiştir. Dolayısıyla böyle kötü
yerlerde bulunan bir kimseyi hiç kimse kendisinden daha çok düşünecek değildir.
Üçüncüsü: Bir müslüman hakkında güzel düşünmek veya fasıklığı
açık olan bir kimse hakkında suizanda bulunmak gibi mendup (dinen hoş görülen)
zanlar:
Eusat
isimli kitabında Taberani ile İbni Adiy'in Enes'ten rivayet ettikleri bir
hadiste -ki bu hadis zayıftır- Rasulullah s.a.) şöyle buyurmuştur: "Suizan
ile insanlardan korunun." Eğer suizan sadece insanların şerrinden korunmak
maksadıyla olur ve başka bir gaye taşımazsa, bu durumda mendup olan zan söz
konusudur. Bu çeşit zanlar kötulenmediği gibi övülmüştür de. İşte yukarıdaki
hadis bu şekilde yorumlanmıştır. Su hikmetli söz de bu manadadır.
"Hüsnüzan bir tehlike, sıkıntı seheb: olabıar. Suizan ise bir
korunmadır."
Eğer
suizannm başkasına sirayet eden bir etkisi bulunursa bu durumda insanlar
hakkında suizanda bulunmanın haramlığı soz konusu olur.
Dördüncüsü: Dinin fer'î amelî hükümlerinin içtıhad yoluyla
istinbatın-da zanna göre hareket etmek, namazın üç rekat rnı dert rekat mı
kılındığında şüphe meydana gelmesi durumunda zann-ı galibe göre amel etmek
gibi mubah olan zanlar.
Gizli
işleri araştırmak manasına gelen tecessüse gelince: bu büyük günahlardandır.
Hoşlanmadıkları halde bir topluluğu sözlerini dinlemek manasına gelen tahassüs
de haramdır. Ancak bu kelime haberleri tahkik etmek manasında da
kullanılmaktadır. Nitekim şu avene bu manada kullanılmıştır: "Yusuf u ve
kardeşlerini araştırın... (Yusuf.
12/87).
Gıybet
de haramdır. Kurtubi'nin beyanına göre büyük günahlardan olduğuna dair icma
vardır. Bir kimsenin gıybetini yapan kişinin Allah'a tev-be etmesi ve daha önce
geçtiği gibi bir grup alime göre gıybetini yaptığı şahıstan helâllik dilemesi
gerekmektedir. Bazı alimlere göre ise bu zorunlu değildir.
Gıybet,
ifk ve bühtan arasında şöyle bir fark vardır:
Gıybet
bir kimse hakkında onda bulunan bir vasfı onun bulunmadığı bir yerde zikretmek
iken, ifk bir kimsenin başkasından duyduğu bir şeyi söylemesidir. Bühtan ise
bir kimse hakkında onda bulunmayan bir vasfın onda bulunduğunu söylemektir.
Allah Tealâ gıybet etmeyi ölü insanın etini yemeğe benzeterek gıybete karşı
şiddetle nefret edilmesini sağlamaktadır.
Alimler
gıybet hükmünde olmayan hususları zikretmişlerdir. Buna göre kendisine başka
türlü ulaşılamayan seran geçerli bir maksatla yapılması halinde bir şahsın
gıybetini yapmak haram olmaz.[48] Buna
göre gıybet etmenin haram olmadığı beş mesele bulunmaktadır.
a) Zulme uğramak: Zulme maruz kalan kimsenin bunu ortadan kaldırması
için hakime şikayette bulunma hakkı vardır. Buhari ve Tirmizi'nin Ebu
Hüreyre'den rivayet ettikleri şu hadis bunun delilidir. "Bırakın onu.
Çünkü hak sahibinin konuşma hakkı vardır."
Bir
başka delili de şu hadislerdir: Kütüb-ü Sitte müellifleri Ebu Hüreyre'den
şöyle rivayet etmişlerdir: "Zengin olan bir kimsenin, hakkı geciktirmesi
zulümdür."
Ebu
Davud, Tirmizi, Nesai ve İbni Mace Şureyd'den şöyle rivayet etmişlerdir:
"İmkânı olan kimsenin borcunu ödememesi onun şerefini(n lekelenmesini) ve
cezalandırılmasını helal kılar."
Fetva
sormak: Bir kimse müftüye falanca şu şekilde bana zulmetti. Hakkımı almanın
yolu nedir? diyebilir. Zira Hz. Aişe'den nakledilen Buhari ve Müslim'in
rivayet ettiği bir hadiste Hind Rasulullah'a (s.a.) şöyle de
miştir: "Ebu Süfyan çok cimri bir adamdır. Bana ve çocuğuma yetecek kadar
nafaka vermiyor. Onun haberi olmadan malından alabilir miyim?" Bunun
üzerine Rasulullah (s.a.) "Evet alabilirsin." buyurmuştur.
Fasıklardan
sakındırmak: İçki düşkünü olan ve fuhuş yapılan yerlere gidip gelen kimseler
gibi fasık ve facir bir kimsenin, arkasından konuşmak gıybet olmaz. Zira
Taberani, Duafa isimli kitabında İbni Hibban ve İb
ni Adiy'in Beha b. Hakimden rivayet ettikleri bir hadiste şöyle buyurulmuştur:
"İnsanların sakınması için fasık kimselerde bulunan kötü hasletleri
zikredin."
Beyhaki'nin
Enes'ten rivayet ettiği zayıf bir hadiste de şöyle buyrul-maktadır: "Haya
örtüsünü atmış kimselerin gıybeti olmaz. (Bu gibi kimseleri dile almak gıybet
sayılmaz) Size yasakladığı meselelerde Allah'tan korkun ve sizde bulunan kötü
hasletler hakkında Allah'a tevbe edin."[49]
d) Herkesçe bilinemeyen gizli kötülüklerden sakındırmak: Şahitlerin,
hadis ravilerinin, müelliflerin ve müftülerin liyakat sahibi olmamaları halinde
cerhedilmeleri ile dünürlükte bulunan veya bir kimseye ortak olmak isteyen
kimseye nasihatte bulunulması gibi konular bunun misalleridir.
e) Başka bir lakapla tanınmıyorsa bir kimsenin a'ver, a'meş ve a'rac gibi
meşhur olan bir lakapla tanıtılması:
Karafi,
alimlerin haram olan gıybetin hükmünden istisna ettiği bu altı meseleyi şu
şekilde sıralamıştır:
a) Nasihat etmek.
b) Şahitlerin cerh ve tadili (şahsiyetlerinin ve ahlaki durumlarının
araştırılması).
c) Fasıklığı aleni yapan kimsenin kusurunu ortaya koyma.
d) Bidatçıların ve sapık fikirlerin bulunduğu kitapların kusurunu ortaya
koyma. Bu tür kitapların kötülük ve kusurlarını insanlar arasında yaymak
gerekir.
e) Gıybet yapılan konunun, yanında gıybet yapılanla hakkında gıybet
edilen kimse tarafından bilinmesi.
f) İdarecilerin huzurunda bir kimseden davacı olmak.
3- Üçüncü ayette üç husus zikredilmiştir:
a) Eşitlik: İnsanlar asıl itibariyle bir ve temelde tarağın dişleri gibi
müsavidirler. Çünkü herkes bir ana ve bir babadan doğmuştur. İnsanlar aynı
zamanda haklar ve kanuni sorumluluklar açısından da eşittirler. İşte
bütün bunlar gerçek demokrasinin remel esaslarıdır.
Allah
Tealâ insanları bir erkekle bir dışı der. yarattığını beyan buyurmuştur. O
isteseydi Adem (a.s.)'i yarattığı gibi erkek ve dişi bulunmadan da insan
yaratırdı. Veya İsa (a.s.) gibi babasız olarak sadece bir kadından
yaratabileceği gibi Havva gibi kadın olmadari da ınsar. var edebilirdi.
b) İnsanların birbiriyle tanışması: Allah Tealâ nişanlan sırf tanışsınlar,
birbirleriyle irtibat kurup yardımlaşsınlar diye kar. ve evlilik bağıyla bağlı
kabile ve milletler halinde yaratmıştır. Ycksa ne birbirlerini tanımayıp
irtibatlarını koparmaları, birbirlerine düşmanlık yapmalar., düşmanlık ve
çekişmeye götüren sözle alay etme. dalga geçme ve gıybet etmeleri, ne de nesep
ve asaletle övünmeleri için yaratmıştır Butun bunlar kök ve insanlığın neş'et
ettiği kaynağın birliği prensibi ile çelişen, uydurma ve vehme dayanan
değerlerdir.
c) İnsanlar arasında üstünlük ölçüsünün sadece takva olması: Allah
nezdinde en değerli olanlar ve Allah a göre dünya ve ahirette en yüksek derecede
bulunanlar şüphesiz kendi nefsini de toplumu da en çok ıslaha çalı
şan takvalı kimselerdir.
Övünmeye
konu olabilecek husus, ancak emredilen hususları harfiyen yerine getirmek ve
yasaklardan da son derecede kaçınmak manasına gelen takvadır.
Bir
hadiste şöyle varid olmuştur: Kim insanların en kıymetlisi olmak isterse Allah
'tan korksun."
Ebu
Hüreyre'den o da Nebi <s.a. den şöyle rivayet etmiştir: "Allah Tealâ
kıyamet günü şöyle diyecektir: Ben nesebi yarattım. Siz de nesepçilik yaptınız.
Halbuki sizin en muttakinizi en değerli kabul ettim. Siz ise falan oğlu falan
demekten başkasını kabul etmediniz. Ben yarattığım nesebi bugün yüceltirim de
alçaltırım da. Sizin neseplerinizi de öyle yaparım. Nerede takva sahibi
kimseler? Muttakiler nerede?"
Taberi
Ebu Hüreyre'nin hadisinden şunu rivayet etmiştir: Rasulullah(s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Her ne kadar bana diğerlerinden daha yakın nesepler bulunsa
da benim dostlarım şüphesiz muttakilerdir. İnsanlar amelle-riyle gelirken siz
dünyayı omuzlarınızda taşıyarak gelirsiniz. Siz: Ya Muhammedi dersiniz Ben de
böyle böyle" derim." Sonra Rasulullah (s.a.) sağ ve sol tarafına
döndü. (Yani sizinle ilgilenir, size dönerim, demek istedi.)
4- Malik "Şüphesiz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık."
ayetini dindarlık dışında nesebin evlilikte denkliğin şartı olmadığına delil
getirmiştir. Buna göre azatlı kölelerin (mevali) Arap kadınlarıyla evlenmeleri
caizdir. Nitekim Ensar'dan bir kadının azatlı kölesi olan Salim Velid b.
Utbe'nin kızı Hind'le, Bilal-i Habeşi Abdurrahman b. Avf m kırkardeşiyle, Zeyd
b. Haris ise Zeyneb b. Cahş ile evlenmişlerdir. Bu durumda sadece dindarlıkta
denklik nazarı itabara alınır.
Rasulullah
(s.a.) Ahmed ve Kütübü-ü Sitte'de rivayet edilen bir hadiste şöyle
buyurmuştur: "Bir kadınla malı, soyu, güzelliği ve dini için evlenilir.
Sen dindar olanını seç ki iki elin toprağa değsin." (bereketi ve hayrı bulasın).
Alimlerin
büyük çoğunluğuna göre evliliğin amacı olan süreklilik ve istikrarı
gerçekleştirmek, gerçek hayatın gereklerini gözetmek için örf ile amel edilerek
evlilikte mal ve soyda denklik nazarı itibara alınmalıdır.
[50]
14- Bedeviler 'İman ettik" dediler. De ki: Siz iman etmediniz. Fakat
"Teslim olduk" deyin. Zira henüz iman kalplerinize girmedi. Eğer Allah
a ve Rasulüne itaat ederseniz yaptığınız amellerden hiçbir şey ekşitilmez.
Şüphesiz Allah çok bağışlayıcı çok merhametlidir.
15- Müminler ancak Allah'a, Rasulüne iman edip sonra da asla şüpheye
düşmeyen ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden kimselerdir,
işte imanlarında sadık olanlar bizzat onlardır.
16- De ki: Siz dininizi Allah'a mı öğretiyorsunuz?! Halbuki Allah göklerde
ve yerde ne varsa hepsini bi
lir. Allah şüphesiz her şeyi bilendir.
17- Müslüman olmalarını senin başına kakıyorlar. De ki: Müslüman olmanızı
başıma kakmayın. Aksine, şayet gerçekten de iman sahibi iseniz sizi imana
muvaffak ettiği için size Allah minnet eder.
18- Şüphesiz ki Allah göklerde ve yerdeki gaybı bilmektedir. Allah
yaptıklarınızı çok iyi görmektedir.
"amellerinizden
hiçbir şeyi eksiltmez." kavlindeki "la yelitküm" sözü
lâ-te-yelîtü fiilinden türetilmiştir. Aynı lafız başka bir kıraatta
(elete-ye'litü kökünden) "lâ ye'litküm" şeklinde de okunmuştur. Her
iki kıraatta mana aynıdır.
[51]
"Bedeviler
iman ettik dediler. Onlara de ki: Siz iman etmediniz." ayetinde fiillerin
olumlu olumsuz şekilleri ile yapılan tezat sanatı vardır.
"Siz
dininizi Allah'a mı öğretiyorsunuz." ayetinde azarlamak için olumsuzluk
manasında istifham (istifham-i inkârî) kullanılmıştır.
[52]
"Bedeviler"
çölde yaşayan (gayrı medenî) Araplar "iman ettik." yani getirdiğin
şer'î hükümleri tasdik edip emredilen hususları yerine getirdik.
"dediler." İman güven ve gönül huzuru içinde kalben tasdikten
ibarettir. "De ki: Siz iman etmediniz. Fakat teslim olduk, deyin."
Yani biz zahirde itaat ettik. İslâm teslim olmak, zahiren boyun eğmek, açıktan
kelimeyi şeha-det getirip savaşı, direnmeyi terketmekten ibarettir. "Zira
henüz iman kalplerinize girmedi." Fakat iman edeceğiniz beklenmektedir.
Münafıklığı
terkedip ihlâsla "Eğer Allah ve Rasulüne itaat ederseniz
amellerinizden" amellerinizin sevabından "hiçbir şey eksiltilmez.
Şüphesiz Allah" müminlerden sadır olan kusurları "çok bağışlayıcı
ve" fazlı kereminden ihsan ederek onlara karşı "çok
merhametlidir."
"Müminler"
yani imanlarında sadık olanlar "ancak Allah ve Rasulüne iman edip sonra da
şüpheye düşmeyen" yani hiçbir şekilde imanlarından şüphe duymayan "ve
Allah yolunda" yani Ona itaat ve O'nun rızasını kazanma yolunda
"mallarıyla ve canlarıyla cihad eden kimselerdir, imanlarında sadık
olanlar işte bizzat onlardır." Yoksa kalpleri iman etmediği ve sadece
zahiren müslüman oldukları halde "İman ettik" diyenlerin bu sözleri
doğru değildir.
"Siz
dininizi Allah'a mı öğretiyorsunuz?" İman ettik sözünüzü O'na mı
bildiriyorsunuz? "Halbuki Allah göklerde ve yerde ne varsa hepsini
bilir." Hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. Bu sözle onların cehaleti ortaya
konulmuş ve onlar azarlanmışlardır.
"Müslüman
olmalarını senin başına kakıyorlar." Yani müslüman olmalarını sana
yapılmış bir iyilik ve ihsan olarak görüyorlar. "Müslüman olmanızı başıma
kakmayın." Müslüman olmanızı bana yapılmış bir iyilik ve ihsan olarak
görmeyin.
"Aksine
eğer" iman iddiasında "doğru sözlü iseniz sizi imana muvaffak ettiği
için Allah size minnet eder." Zira bilinmektedir ki hidayet hidayete
ermeyi gerektirmez. Burada "doğru sözlü iseniz" şartının cevabı
mahzuf-tur. Önceki kısım buna delâlet etmektedir. Buna göre cevap şöyledir.
Eğer iman iddiasında doğru sözlü iseniz o zaman bu nimeti ve ihsanı size Allah
bahsetmiştir.
"Şüphesiz
Allah göklerdeki ve yerdeki gaybı" gaybi bilgiyi "bilmektedir."
Gizli ve açık "Allah yaptıklarınızı görmektedir." Buna göre
aklınızdan geçirdiğiniz düşünceleriniz Ona nasıl gizli kalabilir?
[53]
"Bedeviler
iman ettik dediler." ayeti (14. ayet) kıtlık yılında Medine'ye gelip
kalben iman etmedikleri halde kelime-i şehadet getiren ve Rasulullah (s.a.)'a
"Biz bütün yüklerimiz ve çocuklarımızla sana geldik. Falan kabile gibi
sana karşı savaşmadık da. Zekât gelirlerinden bize de ver." deyip sonra
müslüman olmalarını Rasulullah (s.a./ın basma kakmaya başlayan Esed b. Huzeyme
oğullarından bir grup hakkında Allah Tealâ bu ayeti indirmiştir.[54]
Süddi
şöyle demiştir: Bu ayet Fetih suresinde zikri geçen bedeviler hakkında nazil
olmuştur. Müzeyne, Cüheyme, Eşlem. Gıfar. ed-Dil ve Eşca Bedevileri canlarını
ve mallarını emniyete almak i çır. iman ettik" demişlerdi. Bu kabileler
sefer için Medine'ye çağırıldıklarında ise gelmediler.[55]
Allah
Tealâ müminleri takvaya teşvik ettikten sonra Bizim soyumuz şereflidir. O halde
şerefli olmak bize ait bir hususiyettir demeleri yüzünden bedevileri
kötülemiş, imanlarının zayıf olduğunu beyan ermiş. Allah ve Rasulünü (s.a.) kalben
tasdik ederek ihlâslı olmak ve Allah yolunda itaat maksadıyla cihad etmekten
ibaret olan sahih imanın esaslarını tayin ve tespit etmiştir. Ayrıca gönüllerde
gizli olan ve açıktan yapılan her şeyi bildiğini dolayısıyla onların sahip
olduğu imanın zayıflığını ve kuvvetliliğini de bildiğini haber vermiş ve mümin
olan bir kimsenin imanını Rasulul-lah'ın (s.a.) başına kakmasının uygun
olmadığını, aksine Rasulullah'ın (s.a.) eliyle hidayete muvaffak kılması
sebebiyle Allah in onlara ihsan ve lütufta bulunduğunu ifade etmiştir.
[56]
Bedeviler:
"İman ettik dediler. De ki: Sız iman etmediniz. Fakat "Teslim
olduk" deyin. Zira henüz iman kalplerinize girmedi." Yani çölde hayat
sürenlerden bir topluluk -ki onlar kendilerinin iman makamında oldukların iddia
ederek İslâm'a girenlerin ilklerinden olan Esed oğullarıdır- "Biz Allah'ı
ve Rasulünü (s.a.) tasdik ettik, artık iman tam olarak kalplerimize
yerleşmiştir." demişlerdi.
Allah
Tealâ onların kâmil bir imana sahip olmadıklarını, tasdiklerinin ise ihlâs, gönül
huzuru ve Allah'a tam olarak güven duygusundan doğan sahih bir tasdik
olmadığını açıklayarak onların bu sözlerini reddetmiş ve onların "Ya
Rasulallah! Biz sana boyun eğdik ve teslim olduk. Bundan sonra seninle
savaşmayacağız." demelerini emretmiştir. Onlara imanın henüz kalplerine
yerleşmediğini, aksine onların iddilarmm gerçek bir itikad ve halis bir niyet
taşımayan sırf dille söylenmiş bir söz olduğunu bildirmiştir. Bu sebeple
onların iman etmedikleri haber verildiği zamana kadar olumsuz bir manaya delâlet
eden "lemmâ" cezim harfiyle ifade edilmiştir, "siz iman
etmediniz" sözüyle sadece geçmişte onların mümin olmadıkları
kaste-dilmemiştir. Aksine onların imansızlık halleri bu haberin verildiği zamanda
da devam etmektedir.
Bu
ayet imanın İslâm'dan daha hususi olduğuna delâlet etmektedir. Ehl-i Sünnet
mezhebi bu görüştedir. Nitekim Cebrail hadisi buna delâlet etmektedir. Bu
hadiste Cebrail (a.s.) Rasulullah'a (s.a.) önce İslâm'ı, sonra imanı, sonra da
ihsanı sorarak genel olandan özel olana sonra da en özel olana yükselmiştir.
Bundan dolayıdır ki iman ancak kalp ile gerçekleşir. İman gönül huzuru ve
Allah'a güven duygusu ile kalbin tasdikidir. Mücer-red olarak dilin şehadet
getirmesi ve Rasulullah'm (s.a.) getirdiklerine zahiren boyun eğmek manasına
gelen İslâm daha geneldir.
Bu
görüş bazı Ehl-i Sünnet alimlerine[57] göre
iman ve İslâm'ın bir kabul edilmesine mani değildir. Bunun delili Allah'ın Lût
(a.s.) ve beraberindeki müminler hakkındaki şu sözüdür:
"Biz
oradaki bütün müminleri çıkardık. Orada bir ev dışında hiç müs-lüman
bulamadık." (Zariyat, 51/35, 36).
Sonra
Allah Tealâ "Eğer Allah'a ve Rasulüne itaat ederseniz yaptığınız
amellerden hiçbir şey eksiltilmez. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcı ve çok
merhametlidir." buyurarak onları gerçek imana teşvik etmiştir. Yani eğer
Allah ve Rasulüne (s.a.) tam olarak iman eder, sahih bir şekilde onları tasdik
eder ve ihlâsla amel ederseniz, yaptığınız amellerinizin mükâfatından hiçbir
şey eksiltmez. O halde ihlâssız yaparak amellerinizi zayi etmeyin. Allah Tealâ
kendisine yönelip tevbe eden ve ihlâsla amel eden kimselerin günahlarını örter
ve onları affeder. Onlara acır ve tevbe ettikten sonra onlara azap etmez. Bu
ayetle daha önce işlenen günahlardan tevbe etmeye müminler teşvik edilmiş ve
sonradan iman etmiş olanların gönülleri teselli edilmiştir. Bunun bir benzeri
de şu ayettir: "Biz onların amellerinden hiç eksiltmedik." (Tur.
52/21).
Sonra
Allah Tealâ müminlerin sahip olması gereken sıfatları ve imanın hakikatini
beyan buyurmuştur: "Müminler ancak Allah 'a ve Rasulüne iman edip sonra da
asla şüpheye düşmeyen ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden
kimselerdir. İşte imanlarında sadık olanlar bizzat onlardır." Yani sahih
ve halis imana sahip kâmil müminler o kimselerdir ki Allah'ı ve onun Rasulü Muhammed
(s.a.)'i tam olarak kalbiyle tasdik edip bunu diliyle ikrar eder, sonra da
bundan asla şüphe duymaz ve imanı asla sarsılmaz. Bilakis tek bir hal üzere,
yani tasdik hali üzere sabit kalırlar. Gerçek müminler Allah'a itaat etmek ve
onun rızasına nail olmak için Allah'ın dinini yüceltmek maksadıyla mallarıyla
ve canlarıyla hakkıyla cihad ederler. İşte söz konusu bu vasıflara sahip olan
kimseler gerçekten iman sıfatına sahip ve müminlerin arasına girmeye lâyık
doğru sözlü kimselerdir. Bu kimseler, iman ile kalpleri dolmadığı halde
rnuslüman olduklarını açıklayan bir kısım bedeviler gibi değildirler.
İmam
Ahmed Ebu Said el-Hudri'nin şöyle dediğin: rivayet etmektedir: Rasulullah
(s.a.) buyurmuştur ki: "Müminler dünyada uç kısma ayrılmıştır: a) Allah
ve Rasulüne (s.a.) iman edip bu hususta asla şüpheye düşmeyen ve Allah yolunda
mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler. b> Kendileri sebebiyle insanların
mallarına karşı güvende olduğu kimseler, o Bir şeye aşırı istek duyduğunda
Allah Tealâ'nın terkettiği kimseler.
Allah
Tealâ onlara, yaptıkları işlerin hakikatini bildiğini şöyle bildirmiştir:
"De
ki: Siz dinînizi Allah'a mı öğretiyorsunuz?! Hc'.b^k: Allah göklerde ve yerde
ne varsa hepsini bilir. Allah şüphesiz her şeyi bilendir." Ey peygamber
onlara şöyle söyle: İman ettik diyerek içinizdeki dindarlığı Allah'a mı haber
veriyorsunuz. Halbuki O her şeyi bilir. Hiçbir şey O na gizli değildir. Allah
göklerde ve yerde bulunan cansız varlıkları, bitkileri, hayvanları, insanları
ve cinleri bilmekte iken sizin varlığını iddia ettiğiniz imanın gerçekliğini
nasıl bilmez? O halde kalplerinizde bulunanın aksini ileri sürmekten sakının.
Bu
ayette dinin sadece Allah için olması gerektiğine işaret edilmiştir. Yani sanki
şöyle denmiştir: Siz dine Allah için değil de kendi menfaatiniz için girdiniz.
Bu davranışınız asla makbul değildir
Daha
sonra Allah Tealâ onların müslürnanlığının Allah için olmadığını şu kavliyle
açıklamıştır:
"Müslüman
olmalarını senin basma kakıyorlar." Yani ey Peygamber! Onlar "Bütün
sahip olduğumuz şeyler ve ailelerimizle sana geldik. Falan filan kabileler gibi
sana karşı savaşmadık da." diyerek müslüman olmalarını sana yapılmış bir
iyilik olarak görüyorlar.
Onların
bu davranışını Allah Tealâ şöyle reddetmiştir: "De ki: Müslüman olmanızı
başıma kakmayın. Aksine gerçekten de iman sahibi iseniz sizi imana muvaffak
ettiği için size Allah minnet eder." Yani Ey Peygamber! De ki: Ey
bedeviler, İslâm dinine girmeyi bana yapılmış bir iyilik saymayın. Zira imanın
faydası yine size dönecektir. Dolayısıyla Allah'ın bunu başınıza kakma hakkı
vardır. Zira şayet sizin mümin olduğunuz iddiası doğru ise, sizi imana irşad
edip imanın yolunu göstermesi ve İslâm dinini ka-bule sizi muvaffak kılması
sebebiyle asıl size nimet verip minnet eden, noksan sıfatlardan münezzeh olan
Allah'tır. Burada onların iman iddiasında yalancı olduklarına da işaret
edilmiştir.
Rasulullah
(s.a.)'ın Huneyn günü Ensar'a söylediği şu sözler de buna benzer: "Ey
Ensar! Sizi dalâlet içinde bulmuştum Allah benim sayemde sizi hidayete ulaştırmadı
mı? Darmadağınık bir haldeydiniz. Benim sayemde Allah sizi bir araya getirmedi
mi? Siz aç ve fakir bir halde bulunuyorken benim sayemde Allah sizi
zenginleştirmedi mi?" deyince Ensar: "Evet ya Rasulullah! Allah ve
Rasulü en büyük nimeti vermiş ve en büyük ihsanda bulunmuştur." demiştir.
Daha
sonra da Cenab-ı Allah şöyle buyurarak her şeyi bildiğini vurgulamıştır:
"Şüphesiz
ki Allah göklerde ve yerdeki gaybı bilmektedir. Allah yaptıklarınızı çok iyi
görmektedir." Yani Allah Tealâ göklerin ve yerin her tarafındaki görünen
ve görünmeyen her şeyi çok iyi bilmektedir. İnsanın içinde gizlediği düşünceler
de bu cümledendir. Allah Tealâ yaptığınız bütün amellere muttalidir. Bu
sebeple yapılan bir iyiliğe iyilikle, kötülüğe de kötülükle karşılık
verecektir.
Zihinlerde
ve kalplerin derinliklerinde iyice yerleşsin ve daima gönüllerde ifadesini
bulsun diye, ayette Allah'ın bütün kâinatı bildiği gerçeği tekrar edilip
vurgulanmıştır.
[58]
1- Genel olarak insanları takvaya teşvik eden önceki ayetlerden sonra bu
ayetlerde imanı zayıf olan kimselerin kınanması konusu işlenmiştir.
Sırf
ölüm korkusuyla boyun eğmek ve zahiren müslüman olduğunu söyleyerek sadece dil
ile iman ehli zümresine dahil olmak yetmez. Bunun için kalben itaat edip iman
etmek gerekmektedir.
2- Eğer insanlar Allah için samimi bir şekilde iman ederlerse Allah Tealâ
yaptıkları amelleri sebebiyle onlara büyük sevap bahşeder. Elde ettikleri
mükâfatlardan da hiç eksiltme yapmaz.
3- Sonradan iman etmiş kimseler için bir sıkıntı mevzu bahis değildir.
Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. İradesiyle kullarının bütün günahlarını
bağışlar. Onlara karşı oldukça merhametli olduğu için tevbe ettikten
sonra artık azap etmez.
4- Ayette geçtiği şekilde gerçek imanın esasları şunlardır:
a) Sadece ortağı olmayan Allah'a iman etmek.
b) Hz. Muhammed (s.a.)'in Allah'ın gönderdiği peygamberlerin sonuncusu
olduğuna iman etmek.
c) Bu konuda asla şüphe duymadığı gibi aksine asla sarsılmayan kesin ve
kâmil bir itikada sahip olmak.
d) Allah yolunda mal ve canı ile cihad etmek; zira bu imanın mihenk taşı
ve delilidir.
İşte
gerçekten mümin olanlar bunları tasdik edip şüpheye düşmeyen, bu imanı cihad ve
salih amel ile gerçeğe dönüştüren kimselerdir. Onlar öldürülme korkusu ve bir
şey elde etme arzusuyla muslüman olan kimseler gibi değildirler. Onlar aksine
imanlarında sadıktırlar
Cihadı
ya Allah'ın dinine destek olmak ve Islan a insanları davet etmek için yapmak
yahut gaspedilmiş hakları ve işgal edilmiş toprakları geri almak için yapmak
gerekmektedir. Bu sebeple Rasulullah s.a.) Ebi Musa el-Eşari'den rivayet edilen
müttefekun aleyh ı Buhar: ve Müslim'in rivayet ettiği) bir hadiste şöyle
buyurmuştur: "Kim Allah'ın kelimesi (dini,) yücelsin diye savaşırsa, işte
o Allah yolundadır."
Ülke
topraklarını savunmak hakkında Allah Teali şöyle buyurmuştur: "Onlara
gelin; ya Allah yolunda savaşın veya topraklarınızı müdafaa edin denildiğinde
"Harp etmeyi bilseydik elbette sızin peşinizden gelirdik."
dediler." (Ali İmran, 3/164).
5- Bir kimsenin mümin olduğunu Allah'a bildirmesine hacet yoktur. Noksan
sıfatlardan münezzeh olan Allah, bir kimsen sahip olduğu dini bildiği gibi
kâinatta ki her şeyi de bilmektedir. 'Sız Allzh z dininizi mi öğ
retiyorsunuz?" ayeti onların cehaletini ortaya koymaktadır.
6- İman etmenin faydası yine bizzat mümin olan kimseye döndüğü için bir
kimsenin müslümanhğını başka bir kimsenin başına kakması doğru değildir.
Aksine bütün bu minnet, ihsan ve nimetin sahibi olan, iman
yolunu kullara gösterip irşad eden ve onları iman etmeğe muvaffak kılan
Allah'tır.
Bu
konuda sadık olanlar Allah'ın kendilerini hidayete erdirdiğini itiraf
edenlerdir. Burada hidayetin manası iman yolunu göstermektir.
"İşte
imanlarında bizzat sadık olanlar onlardır." sözünde bu ayetin inmesine
sebep olan bedevilerin yalancı olduklarına dair tarizde bulunulmuştur. Bu
sebeple Allah Tealâ "De ki: Sız iman etmediniz." buyurmuştur. Bu
şekilde bedeviler azarlanmış olmaktadır.
7- Ayet-i kerime'nin ilk anlamı bedevilerin gerçek manada mümin olmadıklarına,
aksine zahiren İslâm'ı benimsemiş müslümanlar olduklarına delâlet etmektedir.
Buna göre daha önce de geçtiği gibi İslâm daha genel
bir mana ifade ederken iman daha özel bir manada kullanılmıştır. Burada adı
geçen bedeviler münafık da değildirler. Aksi takdirde Beraet suresinde olduğu
gibi Allah Tealâ onları azarlar ve farklı bir üslûp kullanırdı.
8- Şüphesiz ne yerde ne de gökte Allah'a gizli kalan hiçbir şey bulunmaz.
Kalpler ve gönüllerde bulunan duygu ve düşünceler de buna dahildir. Dolayısıyla
Allah Tealâ hakiki iman ile yalancı imanı, korkuları, istekleri ve İslâm'a
girmeye götüren sebepleri çok iyi bilmektedir.
[59]
[1] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/439.
[2] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/439.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 13/440-441.
[4] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/442.
[5] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/442-444.
[6] Zeccac demiştir ki: Takdir
şöyledir: Boşa çıkmaması için sesinizi yükseltmeyin.
[7] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/444-446.
[8] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/446-448.
[9] Sırar: Sır vermek manasına
gelir. Yani sır sahibi gibi veya sesi kısık olduğu için sır verir gibi
manasınadır.
[10] Kurtubî, XVI/302; İbnu'l
Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, IV/1701.
[11] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/448-451.
[12] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/452.
[13] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/452-453.
[14] İbnu'l Arabî,
Ahkâmu'l-Kur'an, IV/1703.
[15] Musaddık: Koyun sürüsünün
zekâtını toplayan memur demektir.
[16] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/453-454.
[17] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/454-455.
[18] Razî, XXVIII/119.
[19] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/454-456.
[20] Zemahşerî, III/149.
[21] Beyhaki Şuabu'l-Iman'da Enes
b. Malik'ten rivayet etmiştir. Bu hadis zayıftır.
[22] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an,
III/396.
[23] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an,
III/399.
[24] İbnu'l Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an,
III/1703.
[25] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/456-460.
[26] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/461.
[27] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/461-462.
[28] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/462-463.
[29] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/463.
[30] İsnadı iyi ve sağlamdır.
Ricali Buhari'nin şartlarına uygundur.
[31] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/463-465.
[32] Kurtubî, XVI/317; Cassas,
Ahkâmu'l-Kur'an, III/401.
[33] İbnü'l-Arabî,
Ahkâmu'l-Kur'an, IV/1705.
[34] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an,
III/403
[35] Kurtubî, XVI/322
[36] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an,
III/404.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale
Yayınları: 13/466-470.
[37] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/471.
[38] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/471-473.
[39] Buhari, Edebü'l-Müfred.
[40] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/473-475.
[41] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/475-476.
[42] Karafi, Furûk, IV/209.
[43] Beni Mudlece arazisinde bir
hurmanın altında Rasulullah tarafından uykusundan uyandırıldığında üzerinde
toprak kaldığı için Hz. Ali'ye Ebu Türab denmiştir.
[44] Tayra: Uğursuz sayma ve
kötüye yorma demektir. Tatayyür denilmesi daha ince bir mana ifade eder.
Tatayyür kalpte bulunan kötü zan manasına gelirken tayra ise bu zanna bağlı
olarak kaçma vs. fiillerdir. Bunların ikisi de haramdır. Zira "Rasulullah
(s.a.) bir şeyi güzele yormayı sever, uğursuz saymaktan hoşlanmazdı." Ayrıca
uğursuz sayma aynı zamanda Allah Teala hakkında kötü zanda bulunmak demektir.
Fe'l, beraberinde hayır bulunduğu zannedilen şeydir ki tayra ve tatayyürün
zıddıdır. Güzel söz ve güzel isimlendirme caiz olan uğurlu saymadır. Mushaftan
çıkarılan uğurluluk, kum falı ve kura çekmek ile arpa falı gibi şeyler
haramdır. Zira bunlar fal okları türün-dendir. Cahileyet zamanında üç tane ok
vardı birinde "yap" birinde "yapma" diğerinde ise
"boş" yazılıydı. Bunlardan birisi çekilirdi. Şayet "yap"
yazılı ok çıkarsa hemen o iş yapılırdı, "yapma" yazılı ok bulunursa
bu uğursuzluğe yorumlanarak ondan vazgeçilir-di. Şayet "boş" yazılı
ok çıkmış ise o zaman kura tekrar edilirdi. İşte kura ile hareket etme gaybın
bu oklar ile taksim edilmesini talep etme manasına gelir. Bu yüzden bu işe
kısmet ve nasip istemek manasına istiksam denir. Yani kötüden iyi taksimin
çıkmasını istemektir, (bkz. Karafi, Furûk, IV/238, 240).
[45] Sübül'üs-Selâm,
III/129.
[46] Hadisin senedinde Ali b. Medeni'nin babası olan
Abdullah b. Cafer vardır. Bu zat zayıftır.
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/476-485.
[48] İhya'u Ulumi'd-Din, Gazalî, III/132.
[49] "Fasıkın gıybeti yapılmaz" hadisi sahih
değildir.
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/485-490.
[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/491.
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/491-492.
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/492.
[54] Esbabu’n-Nüzul, Vahidi, 225.
[55] Kurtubî, XVI/348.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/493.
[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/493.
[57] Razî, XXVIII/141.
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/493-496.
[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/496-498.