Kur'ân'ın Her Yerinde Beşîr Nezîr'den Önce Zikrediliyor, Neden? |
Bu sûre, kırkbeş ayet
olup, Mekkidir.[1]
“Kâf, o çok şerefli
Kur'ân'a yemin ederim" (Kaf, 1).
Ayetin tefsirine
geçmeden önce, sûre ile ilgili olan hususları ele alıyor ve bunların şunlar
olduğunu söylüyoruz:
1) Cenâb-ı
Hakk'ın bu sûredeki, "îşte bu çıkış günüdür.."(Kaf, 42), "işte
çıkış da böyledir.. "(Kaf, 11) ve "İşte bu, bize göre kolay olan bir
haşirdir.. "(Kaf, 44) ayetlerinden dolayı, bu sûre bayram namazında
okunur. Çünkü bayram, zinet ve süslenme günüdür; dolayısıyla insanın, hesap
meydanına çıkacağını; o günde, böbürlenip taşkınlık yapamayacağını, fısk ve
fücurun işlenemeyeceğini bilmesi gerekir. Hz. Peygamber (s.a.s), sûrenin
sonunda, "Onun için benim tehdidimden korkacaklara Kur'ân ile öğüt
ver.."(Kaf, 45) ayetiyle hatırlatma ve Öğüt verme ile emrolununca,
insanlara, o günde kendi hallerine münasib olan şeyi de, "Kâf, o çok
şerefli Kur'ân'a yemin ederim ki.." beyanıyla hatırlatmıştır.[2]
2) Hem bu
sûre, hem de Sâd Sûresi, kendilerine Hurûf-ı Mukattaa ile başlanılması;
Kur'ân'a yeminle başlanılması; edatının ve teaccübün bulunması hususunda
müştereklik arzettikleri gibi, başka bir hususta da müştereklik arzetm işi
erdir ki, o da, her iki sûrenin hem başının, hem de sonunun, (sûrelerin kendi
arasında) bir uyum teşkil etmesidir. Çünkü, Cenâb-ı Hak, Sâd Sûresi'nin
başında "O zikr (ve şeref) sahibi
Kur'ân'a yemin olsun.,"(Sad, 1) buyurmuş,sonunda, "O ancak âlemler
için bir öğüttür" buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak, Kâf
Sûresi'nin başında da, "O çok şerefli Kur'ân'a yemin ederim ''buyurmuş,
sonunda da, "Onun için, benim tehdidimden korkacaklara Kur'ân ile öğüt
ver.." buyurmuştur. Böylece, bu sûreleri, önceki sûreleri bitirdiği şey
ile bitirmiştir.
3) Cenâb-ı
Hak Sâd Sûresi'nde, (müşriklerden naklen), "Ne o! Tanrıları bir tek tanrı
mı yapmış?.."(Sâd, 5) ve "Yürüyün, mabudlarmıza (ibâdette) sebat
edin.." (Sâd, 6) ifadeleriyle, akâid meselelerinin temel maddesi olan
Tevhîd esasını anlatıp onu yerleştirmeye itinâ göstermiştir. Bu sûrede de,
"Öldüğümüz, bir toprak olduğumuz vakit mi!?.. Bu, uzak bir
dönüştür"(Kât, 3) ifadesiyle, akâid esaslarının, en son temel maddesini
anlatmaya itinâ göstermiştir ki, bu da haşr meselesidir. Sâd Sûresi'nin başı,
"mebde" maddesini anlatma sadedinde olunca, Cenâb-ı Hak bu sûrenin
sonunda, "Rabbin o zaman meleklere demişti ki: "Ben muhakkak çamurdan
bir insan yaratacağım.. "(Sad, 7)
buyurmuş ve bu meseleyi, vahdâniyyetin delili olduğu için, Hz. Âdem (a.s)'in
yaratılışının başlangıcını anlatma ile sona erdirmiştir. Kâf Sûresi'nin baş
tarafları, haşr meselesinin izahı sadedinde olunca, Cenâb-ı Hak bu sûrenin
sonunda da, "O gün hepsi süratle çıkmak üzere arz kendilerinden ayrılır.
İşte bu, bize göre kolay olan bir haşirdir.." (Kâf, 44) buyurmuştur.
Ayetin tefsiriyle ilgili birkaç mesele vardır.[3]
(kâf)’ın âlemi kuşatan bir dağın adı olduğu
ileri sürüldüğü gibi, bunun manasının,
"hikmet" olduğu da ileri sürülmüştür ki, "hikmet" de bizim, "iş olup
bitti..." şeklinde
açıklamamızdır. Sâd
'ın da, "Allah doğrudur.." manasına geldiği ileri sürülmüştür. Biz,
bu harflerin, dinleyen kimse, duyduğu o şeyleri iyice dinleyebilmesi, ona
yönelebilmesi ve o güzel sözlerden, üstün manalardan hiçbir şey kaçırmaması
için, Kur'ân'dan, yani onu okumadan önce getirilmiş olan dikkat çekici şeyler
olduğunu açıklamıştık..
Ve yine biz, şunu da
söylemiştik: İbadetlerden kalb ile, lisân ile ve uzuvlarla yapılanlar
bulunmaktadır. Uzuvlarla (bedenen) yapılan ibâdetlerden, mana ve hikmetleri
akıl ile bilinenler olduğu gibi, meselâ Hac'da yapılan ameller cümlesinden olan
şeytan taşlama, Merve ile Safa arasında sa'yetmek, vs. gibi, manası akıl ile
kavramlamıyanlar da bulunmaktadır. Kalben yapılan ibadetler içinde de tevhîd,
haşrin mümkün oluşu, Allah'ın sıfatlan ve peygamberlerin doğruluklarını bilmek
gibi, delil ile aklen anlaşılanlar olduğu gibi, bunların içinde, mana ve
maksatları akıl ile anlaşılmaktan uzak olan ibâdetler de vardır. Bunlar, nakli
deliller olmasaydı, meselâ, uzatılmış, kıldan ince kılıçtan keskin sırat
köprüsü ve kendisiyle kulların amellerinin tartıldığı mizan gibi aklen tasdik
edilmesi ve kesinliğinin ortaya konulması mümkün olmayan hususlardır.
Aynen, lisân ile
yapılan, zikir ibâdetlerinin de bunun gibi olması gerekir.. Dolayısıyla,
bunlardan mana ve hikmetleri akıl ile anlaşılanlar vardır. Ki bu, pek azı
müstesna, Kur'ân'ın tamamı., gibi. Yine bu ibâdetlerden, Hurûf-ı mukattaa gibi,
manası ve maksadı anlaşılamayan, akıl ile bilinemeyen hususlar bulunur. Zira,
bunları telaffuz etmek, sırf emre inkiyâddan dolayıdır. Yoksa, kelâmdaki nakil
güzelliğinden ve bizim, meselâ, "Rabbimiz, bizi bağışla ve bize merhamet
et!." sözümüzde olduğu gibi, bir maksada yönelme bakımından değildir. Tam
aksine bunları söylemek, sadece bir teabbudîlikten (sırf, kutluğumuzu izhar
etmekten) dolayıdır.. Bu hususu, şu değişik zan da teyit eder: Bu harfler kasem
vasıtası olan unsurlardır... Çünkü Allah Teâlâ. incir ile zeytin ile yemin
edince, bu, bu şeyler için bir tazim ve onları yüceltme olmuş olur.
Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, marifetullahın delili ve tarifinde vasıtası olan,
kıymetli sözün temelini oluşturan harfler ile yemin edince, bunun bir
şereflendirme ve tazim olmast, haydi haydi söylenebilir. Bunu iyice kavradığına
göre, şimdi biz diyoruz ki: Yaptığımız bu izah açısından, burada şöyle birkaç
bahis söz konusu edilebilir:[4]
Birinci Bahis: Allah,
ve "Asra,.., Necme yemin olsun ki..." idelerinde olduğu gibi, tek bir
nesne ite yemin ettiği gibi, ve ifadelerinde okluğu gibi, tek bir harf ile de
yemin etmiştir. Bu yemin işi, (Duhâ, 1) (Tarık, 1) ayetlerinde olduğu üzere iki
şeye yapıldığı gibi ifadelerinde olduğu
üzere iki harf ile de yapılmıştır. Yine ve ifadelerinde olduğu üzere üç nesneye
yapıldığı gibi, fadelerinde olduğu üzere
üç harf ile de yapılmıştır.Yine
ayetlerinde olduğu üzere dört şey ile yemin
etmiş olduğu gibi, ve ifadelerinde olduğu üzere, dört harfle de
yapılmıştır. (Tur, 5) (Murselat, 5)
ve (Fecr, 4) ayetlerinde olduğu üzere,
beş şeye yemin edildiği gibi (Meryem. 1) ve (Meryem, 1) ayetlerinde olduğu
üzere, beş harf ile de yemin edilmiştir. Tek bir sûre, yani (Şems,1)ifadesi
hariç, beş şeyden fazlaya yemin edilmediği gibi, beş harften fazlası ile de
yemin edilmemiştir. Çünkü bu, kelimede, bir ağırlık meydana getirir.. Mana
maksadıyla terkib edildiğinde bir ağırlık söz konusu olunca, bir manayt bilmeyi
ihata etmeksizin, ya da bir mana güdülmeksizin terkib olunduğunda, meydana
gelecek olan ağırlık daha şiddetli olur.[5]
Bilinen şeylere yemin
edildiğinde Cenâb-ı Hak, kasem harfini yani vâv'ı getirerek, meselâ buyurmuş, ama harfe yemin ettiğinde kasem
harfi olan vâv'ı getirmemiş ve meselâ
dememiştir... Çünkü yemin, harfin bizzat kendisine edilince, harf
kendisine yemin edilen şey olmuş olur. O halde Cenâb-ı Hak, harfler arasını
dengelemek için, yemin harfi olan vâv'ı, yeminin aleti ve vasıtası olduğu
Üçüncü Bahis:
Cenâb-ı Hak, "Tîn-incir"; "Tûr-Turdağı.." gibi şeylere
yemin etmiş, bunları meydana getiren asıllara, yani unsurlara, atomlara, suya,
toprağa yemin etmemiştir. Yine Cenâb-ı Hak, terkibsiz olarak sadece harfler ile
yemin etmiştir. Çünkü eşya, O'nun kalındadır. O, onları en güzel halleri üzere
terkib eder. Harfler, bir manadan dolayı bir araya getirilmiş, terkib
olunmuşsa, bizim şeklindeki sözlerimizde olduğu gibi, yemin o kelimenin lafzına
değil, manasına yapılmış olur. Eğer bir araya getirmek işi bir manadan dolayı
değilse, mürekkeb değil de, müfred olma daha değerli olur. Dolayısıyla da
Allah, müfred harfler ile yemin etmiştir,
Dördüncü Bahis:
Cenâb-ı Hak, yirmisekiz sûrenin başında, harflere ve sayılara, harflerin sayısı
kadar olan şeylere de, hariç, ondört sürede yemin etmiştir... Çünkü şeylere
yemin etmek, harflere yeminden başka olup, hem sûrelerin başında, hem de
(Müddessir, 32-33) (İnşikak, 17)
(Tekvir, 17) ayetlerinde olduğu gibi, sûrelerin arasında yapılmıştır.
Ama, harflere yemin ise, sûrelerin başı hariç, arasında vâki olmamıştır; bu,
zaten güzel de olmazdı.. Çünkü, manalı, tanzim olunmuş bir sözün arasında,
manası anlaşılamayan şeyleri getirmek duzgun olan manayı bozar.. Eşyâyâ yemin
etmek için iki yer; harflerle yemin etmek ıçm tek yer (sadece baş taraf)
ayrılınca, sûrelerin başındaki eşyaya yemin etme işi sûrelerin başında harflere
yapılan yeminin yarısı kadar kılınmıştır.
Beşinci Bahis:
Harfler ile yemin etmek, Kur-ân'ın her iki yarısında, hatta her yedide birinde
vaM olmuştur. Halbuki, belirli şeyler ile yemin etme işi, sadece son yarıda,
hatta hariç, son her yedide birde
bulunmuştur. Bu böyledir, zira biz, harfler ile yemin edildiği yerde, istisnaî
durumlar hariç, Kur'ân'dan veya Kitâb'tan veya tenzîlden bahsedilmiştir de,
meselâ (Yasin, ı-2), (Mü'min. 1-2)
ve (Bakara, 1-2) buyurulmuştur.
Kur'ân'ın tamamı, harflerle edâ edilen bir mu'cize olunca, bu durum, genel
olarak, Kur'ân'ın hemen hemen her
ilgili olarak, Ankebût
Sûresi'nde bir nebze izahatta bulunmuştuk. Şimdi biz burada, Kât Sûresi'ne
mahsus olan bazı şeyleri ele alalım.[6]
Kâfin, yeri kuşatan ve
semânın uçlarının kendisine varıp dayandığı bir dağın adı olduğu ileri
sürülmüştür, ama bu şu bakımlardan zayıftır:
1) Yaygın
olan kıraat, Kât üzerinde vakıf yapma şeklindedir. Şayet, kaf, bir dağın adı
olsaydı, geçiş halinde vakıf yapmak caiz olmazdı. Çünkü, bunun böyle olduğunu
(onun bir dağın adı olduğunu) söyleyen herkes, Allah'ın buna yemin ettiğini
söylemiştir.
2) Şayet bu,
bir dağın adı olsaydı, ifadesinde olduğu gibi, kasem harfi ile birlikte
getirilirdi. Bu böyledir, zira kasem harfi, kendisi ile yemin edilen şeyin,
yemin edilmeye değer olduğu yerde hazfedilir. Meselâ bu bizim, "Allah'a yemin ederim ki, bunu mutlaka
yapacağım" ifadesinde böyledir. Bu kelimenin (Allah) lafzının, kendisine
yemin edilmeye lâyık ve müstehak olması, ayrıca, kendisine yemin harfiyle
işarette bulunulmaktan müstağnîdir. Ama,
denilmesi güzel olmaz.
3) Eğer Kaf,
bir dağın adı olsaydı, tıpkı (Gâşiye,
12) ve ifâdelerindeki, ve ifadelerinin elifle yazılması gibi, bu da
elifle şeklinde yazılmalıydı. Halbuki,
bütün mushaflarda, sadece harfi
yazılmıştır.
4) Görünen
odur ki, buradaki durum, tıpkı
ifâdelerindeki gibidir. Halbuki bunlar harftirler, isim değil.. Durumun
da böyle olması gerekir.
İmdi, eğer: "Bunun (bir dağın adı olduğu), İbn Abbas'tan
nakledilmiştir.." denilirse, biz deriz ki: Ondan nakledilen, kelimesinin,
dağın adı olduğudur. Ama, "Burada, bu harf ite bu kastedilmiştir"
demeye gelince, ondan böyle bir şey naktedilmemiştir. Bunun manasının, "iş
olup bitti" manasının da,
"Allah doğru oldu, doğru söyledi" şeklinde olduğu ileri sürülmüştür.
Keza "izlemek, peşine düşmek, araştırmak" kökünden gelen bir ism-i
fail olduğu ileri sürüldüğü gibi 'ın da, 'den, bunun da, "muarazada
bulunmak" anlamında olan kökünden olduğu ileri sürülmüştür. Buna göre,
(ayetin manası), "Bu, keşfetmek amacıyla, bütün eşyayı terkîb eden,
izleyenedir" şeklinde olur ki, bu durumda bunun manası, tıpkı Cenâb-ı
Hakk'ın "kitap" ile Kur'ân'ın kastedildiğini söylememiz halinde,
"Yaş-kuru hiçbir şey yoktur ki, o apaçık kitapta bulunmuş olmasın.."
(En'âm,59) ayetinin ifade ettiği mananın aynısı olmuş olur. "Kaf"
hakkında söylenenler bundan ibarettir.[7]
Ama bunun ne şekilde
okunacağı meselesine gelince, kıraatlar çoktur. Şimdi buna göre biz diyoruz ki:
Eğer biz,,yukarda da
beyan ettiğimiz üzere, mebnî olduğunu söylersek, bunun kıraatteki hakkı,
vakıftır. Çünkü, artık kendisinin bir âmili yok demektir. Dolayısıyla da, ses
taklîdî olarak mebnî olan kelimelere benzer... İki sakin harfin bir araya
gelmesinden kaçınmak için, kesre caizdir. Hafifliği tercih etmek için de, fetha
ile harekelenebilir.
Şayet, "Cenâb-ı
Hakk'ın (Beyyine, 1) (En'âm. 52)
ayetlerinde olduğu gibi, biri kelimenin sonunda, diğeri de, diğer kelimenin
başında olmak üzere, iki sakin yanyana geldiğinde, fetha ile harekelemek caiz
olmadığı halde, burada nasıl olur da fetha tercih edilebilir?" denilirse,
biz deriz ki Çünkü söz konusu olan ayetlerde, harekelemek vâcib olmuştur. Bu
harekenin fiilde illâ da kesre olması hali ise, irâb harekesine benzemesinden
dolayıdır. Çünkü fiil üzerine hem ref' hem de nasb hali vaki olan bir mahaldir.
Halbuki fiilde cer görülmez Dolayısıyla bir cer olmadığı herkes tarafından
anlaşılan kesre tercih edilmiştir. Çünki fiilde cer harekesi caiz değildir.
Şayet fetha ile harekelenecek olsaydı, bu durumda da nasb ile karışacaktı..
İsimlerin sonlarında ise, böyle bir karışıklık yoktur. Çünkü isimler, kendisine
üs harekenin de gelebildiği mahallerdir. Binâenaleyh, sakınma mümkün değildir.
Bu sebeple harekelerin en hafifini tercih etmişlerdir.
Eğer biz bu 'ın,
kendisiyle kasem edilen bir harf olduğunu söylersek, onun hakki mecrûr
olmaktır. Bunun
fiili ile mansub olan
bir mef'ûl olması da mümkündür. Buna göre fiilden sonra gelmesi gereken bâ
harf-i cetr'i sanki bulunmamıştır.
Eğer biz bunun,
sûrenin adı olduğunu ve kendisine yemin edildiğini söylersek, bu durumda bunun
hakkı, fethadır. Çünkü bu, artık gayr-i munsarıf kelime olmuştur. Kendilerine
yemin edildiği halde, meselâ "İbrahim'e yemin olsun" ve Ahmed'e yemin
olsun" denildiği gibi, onun cerri, fetha ile olmuş olur.
Yok eğer, "Buna
yemin edilmemiştir" der de bunun, sûrenin adı olduğunu söylersek, o zaman
ise hakkı, mahzûf mübtedanın haberi ve takdiri de, "Bu, Kaf
(Sûresi)dir" şeklinde olduğu için, merfu olmaktır.
Yok, biz bunun yi'
kökünden olduğunu söylersek, tıpkı bizim,
"Bu, davetçidir; bu, çobandır" şeklindeki sözümüzde olduğu
gibi, hakkı tenvîndir.
Yok eğer, biz bunun,
bir dağın adı olduğunu ve kendi ile yemin edildiğini söylersek, o zaman da,
bunun hakkı hem cer, hem de tenvindir.[8]
Şimdi biz, tefsire
dönüyor ve şöyle diyoruz: Sıfat bazen, temyiz (ayırmak) için getirilir ki,
ekseriyetle olan budur. Bu, meselâ bizim, "hadis (yani: mahlûk) olar 'dan
ayrılsın diye, "Kadîm kelâm, Kur'ân"; cimriden ve kınanmış olandan
ayrılsın diye, "Kerim adam..." dememiz gibidir. Bazan da bu sıfat,
medh için getirilir. Bu bizim, "Kerim Allah,.." dememiz gibidir.
Çünkü, varlık aleminde bir başka ilâh yoktur ki, biz Allah'ı ondan bu kerim
vasfıyla ayıralım... Burada şu iki izah yapılabilir: Görünen odur ki, bu sırf
medh için getirilmiştir. Temyiz, ayırdetme meselesine gelince, bu, bizim
Kur'ân'ı okunan şeyin adı kabul etmemiz halinde söz konusudur. Kur'ân'm okunan
şey anlamına geldiğinin delili, "Bir Kur'ân ki, eğer onunla dağlar
yürütüîseydi..."(Rauat) ayetidir.[9]
el-Mecîd kelimesi,
azîm, büyük demektir. "el-Mecîd"in, keremi bol olan anlamına geldiği
de söylenmiştir. Her iki duruma göre de Kur'ân, Mecîd'dir. "Mecîd"in,
azîm anlamına geldiğini söylememize göre bu, Kur'ân'ın faydasının çok muazzam
olmasından dolayıdır. Bir de Kur'ân, Azîm olan Allah'ın bir öğüdüdür. Büyüğün
öğüdü de büyüktür. Bir de, hiç kimse Kur'ân gibisini getirmeye muktedir
olamamıştır. O halde Kur'ân büyüklük, ululuk delilidir, emaresidir. Nitekim
Arapça'da, mağlub olmadığı zaman, denilir. Bunun böyle olduğunun delili de,
Cenâb-t Hakk'ın, "Andolsun ki biz sana, tekrarlanan yedi (ayet-i kerimejyi
ve şu büyük Kur'ân'ı verdik"(Hicr,67) ayetidir. Bu, "Senin
nübüvvetine delâlet eden bir mu'cîze olsun diye, bu Kur'ân, hiç kimsenin
mislini ve dengini getiremeyeceği bir kelâmdır" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın,
"Daha doğrusu o, çok şerefli bir Kur'ân'dır ki mahfuz bir
levhadadır"(Bûruc, 21-22) ayeti de bunun delilidir. Ki bu, "O Kur'ân,
Cenâb-ı Hakk'ın muttali kılması durumu hariç, herhangi bir kimsenin muttali
olmasından korunmuştur. Dolayısıyla, tebdil olunamaz, değiştirilemez; ne
önünden ne de arkasından ona batıl yaklaşamaz.." demektir. O halde Kur'ân,
kendisine güç yetirilemeyen demektir. Binâenaleyh o, büyüktür.
el-Mecîd'in, keremi
bol, çok anlamına alınması durumunda yapılacak olan izahat da şöyledir: Kur'ân,
maksadını onda bulmak isteyen herkesin amacına ulaştığı, umduğu bir biçimde
kerimdir. Kur'ân, onun önünde duran, ona yapışan herkesi, başka şeylerden
müstağni kılandır. Muhtaç olana umduğunu vermek ise, iyiliğini, keremin ve cömertliğin
zirvesidir. Mecîd'in, keremi bol anlamına gelişinin delili, bu kelimenin,
meselâ sözümüzde, Hamîd ile beraber zikredilmiş olmasıdır. Çünkü
"Hamîd" kendisine teşekkür edilen zâttır. Şükür ise, in'âm etme
mukabilinde yapılır. O halde in'âm eden, kerîm olan kimsedir. Binâenaleyh
Mecîd, keremde zirveye ulaşmış kerîmdir.. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis
vardır.[10]
Birinci Bahis:
Kur'ân, kendisiyle kasem edilendir. Öyleyse, "muksemun aleyh" yani
hakkında yemin edilen (konu) nedir? Biz deriz ki: Bu hususta birtakım izahlar
vardır ki, onları şöyle derleyip toparlamak mümkündür: Kendisine yemin edilen
şey, ya hale, ya da söze dair bir karine (karîne-i haliyye, karîne-i makâliyye)
ile anlaşılır. Bunun, söze dair karine olması halinde, bu, ya kendisiyle kasem
edilenden (muksem bih) önce olur, yahut da sonra olur. Şimdi biz muksemun
aleyh'in öne geçmiş olan sözlü bir karineden anlaşıldığını söylersek,
burada harfinden önce gelmiş olan bir
lafız yoktur. Dolayısıyla kelamın takdiri, şeklinde; yahut da şeklinde olur ki, bu tıpkı bir kimsenin
"Yemin olsun ki, bu Hâtem'dir..." demesi gibi olur ki, yani,
"Bu, cömertliğiyle meşhur Hatem'dir" demektir. Yine bir kimsenin,
"Allah'a yemin olsun ki, ay'ı (hilâli) gördüm" demesi gibidir. (Yani,
Ramazanın başlangıç hilâlini...) Eğer biz bunun, sonra gelen sözlü bir
karineden anlaşıldığını söylersek, biz deriz ki, bu şu iki şeydir:
a) Hz.
Peygamber (s.a.s)'in uyarıcı olması...
b) öldükten
sonra dirilme olgusu.. Buna göre
ifadenin takdiri, "Mecîd olan Kur'ân'a yemin ederim ki, sen o
inzârcısın"; yahut da, "Mecîd olan Kur'ân'a yemin ederim ki, ölümden
sonra dirilme ve dönüş mutlaka olacaktır" şeklinde olur. Çünkü bu iki
hususa, açıkça yemin edilmiştir. Birincisine yemin edilmiş olmasının delili;
Cenâb-ı Hakk'ın "Hakîm olan
Kur'ân'a yemin olsun ki, ataları inzâr
olunmamış bir kavmi uyarmak için (gönderilmiş) peygamberlerden bir peygambersin..
"(Yasin, 1-6) ayetleridir. İkincisine yemin edilişinin delili de,
"Andolsun Tura, neşredilmiş kâğıt içinde yazılı kitaba,.. Ki Rabbinin
azabı hiç şüphesiz vaki olacaktır..."(Tur, 1-7) ayetleridir. Bu izah, ıİ
'in, bir dağın adı olduğunu söyleyenlerin görüşüne göre çok net bir izahtır.
Çünkü burada yemin, dağa ve Kur'ân'a yapılmıştır. Orada da yemin, Tûr'a ve
Kitâb-ı Mestûr'a yapılmıştır ki, bu da dağ ve Kur'ân demektir.
İmdi eğer,
"Sence, bu iki izahtan hangisi daha açıktır?" denilecek olursa, ben
derim ki, birincisi... Çünkü, uyarıcı (münzir) olma, ölümden sonra dönüşten
daha yakındır. Bir de, harflerden (hurûf-ı mukattarlardan) sonra Kur'ân'in
geldiğini, muksemun aleyh'in ise, Peygamber (s.a.s)'in resûllük vasfının
olduğunu bitmekteyiz. Ama, hurûf-ı mukattaalardan sonra, ölümden sonra dirilip
dönüşün zikredildiğini görmemekteyiz. Bu husus, pekçok sûrede nazar-ı dikkate alınmıştır.
Meselâ, "EIîf-Lâm-Mîtn. Bu kitabın indirilmesi, ki onda hiçbir şüphe
yoktur, alemlerin Rabbindendir. Yoksa "o, bunu kendiliğinden mi
uydurdu" diyorlar? Hayır, o Rabbinden (gelen bir) haktır... Senden evvel
kendilerine inzâr edici hiçbir (peygamber) gelmemiş olan bir kavme, korkunç
akıbetlerini haber vermen için (indirdik.,)" (Secde, 1-3) ayetleri, bu kabil ifâdelerden
birisidir.
Bir de Kur'ân, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in, Allah'ın elçisi olduğuna delâlet eden bir mü'cizedir..
Binâenaleyh, Kur'ân ile bu hususa (risalete) yemin etmek, ilgili delile, kasem
yoluyla bir işaret etmek olmuş olur. Yoksa, kasemin bizzat kendisi, haşrin
delili değildir... Tam aksine, kasemde, Hz. Peygamber (s.a.s)'in sıdkının
bilinmesinden sonra haşrin kesin olduğunu ifâde eden emareler vardır. Biz bu
hususun, hale dair bir karine ile anlaşıldığını söylersek, bu, Hz. Muhammed
"(s.a.s)'in hak üzere ve sözünün doğru olmasıdır. Çünkü, kâfirler bunu
inkâr ediyorlardı. Tercihe şayan olar ise, bizim ifâde ettiğimiz husustur.
İkinci Bahis:
Ayetteki, (Kat, 2) ifadesi, burada, kendisinden vazgeçilen (idrâb) bir hususun
bulunduğunu gösterir.. Öyleyse vazgeçilen bu kavram nedir? Biz deriz ki:
Vahidinin söylediğine ve Zemahşeri'nin de onayladığına göre, bu, biF kimsenin
"Mesele nedir?" deyip de, "Meselenin daha da açıklanmasın vazıh
hale getirilmesini istiyorum.." demesi gibidir. Biz diyoruz ki: Bizim
tercih ettiğimiz görüşe göre bu ifâdenin takdiri, Allah en iyisini bilir ya,
"Kâf, Mecîd olar Kur'ân'a yemin ederim ki, sen bir uyarıcısın.." şeklindedir.
Buna göre, adeta Cenâb-Hak bundan sonra, "Onlar, bu hususta şüpheye
düştüler. Ben bundan vazgeçiyor ve "Bilakis o kâfirler; kendilerine
içlerinden inzâr edici geldi diye, hayrete düştüler.."(Kaf, 3)
diyorum..." buyurmuştur.[11]
"Bilakis o
kâfirler, kendilerine içlerinden uyaran bir elçi geldi diye, hayrete düştüler
de, "Bu, şaşılacak bir şey!" dediler" (Kâf. 2).
Yani onlar, bu işin
gerçekliği hususunda şüphe ettiklerini, kendisini terkedeceklerini söylemekle
yetinmediler. Buna mukabil, bunun aksine kesin gözüyle baktılar da, bu işi,
şaşılacak şeyler kabilinden olarak takdim ettiler..
Soru: Böylesine büyük çapta bir vecizliğin hikmeti ne olabilir ki, hem
kasem, hem de idrab konusu hazfedilip, ancak uzun bir tefekkürle anlaşılabilecek,
hatta sadece düşünme ile de değil, ancak pek ender bir muvaffakiyet ile
anlaşılabilecek tarzda ima edilmiştir?
Cevap:
Muksemun aleyh hazfedilmiştir, zira bazı yerlerde terketmekten (getirmemekten)
dolayı açıkça anlaşılan mana, zikretmek, yani o şeyi getirmek durumunda
anlaşılamaz.. Bu böyledir, zira, bir kimse büyük bir padişahı bir mecliste anıp
onu medh ü sena ettiğinde, o onu ululamış olur. Fakat birisi ona, "o
burada zikredilmez, anılmaz.." dediği zaman, bunun sözü, hükümdarın büyüklüğüne
öbür arkadaşının yaptığı medihten daha fazla delâlet eder. Binâenaleyh, Allah
Teâlâ adeta, "Senin peygamber oluşunun beyânı onun zikredilmesinden daha
açık ve vazıhtır" demek istemiştir. İdrab konusunun, yani vazgeçilenin
(el-Mudrebu an.h) zikredilmemesine gelince, kendisinden vazgeçilen şey
zikredilip de, ondan, başka bir şey idrâb edildiğinde, bu iki şey arasında
ileri derecede bir farklılık bulunmadığında güzel olur.. Ama, aradaki farklılık
ileri derecede olduğunda, bu iki şeyin "idrâb" ifadesiyle zikredilmesi
güzel olmaz.[12]
Bunu şöyle bir misalle
açıklayalım: "Vezir, falancayı tazim etti, ululadı.. Hatta "Hükümdar bile" denildiğinde güzel
olur, ama, "Kapıcı, falancayı ululadı; hatta "Hükümdar dahi ululadı.."
denildiğinde ise, güzel olmaz. Çünkü bu ikisi arasında, (makam bakımından)
hayli fark vardır.. "İdrâb" ise, derece derece yapılır. O halde
konuşan kimse, kendisinden vazgeçilen şeyi (mudrebu anhu) açıkça getirmeyip
sadece idrâb harfini getirdiğinde, bundan şu iki şey anlaşılır:
a) O, bundan
önce geçmiş olan başka bir şeye işaret etmiştir.
b) Sözün
sahibi, bu işi, olan ve fakat anlatılamayan harika iş kabilinden göstermek
istemiştir. İşte burada da böyledir, çünkü burhan (aklî delil) bulunduğu halde
şüpheye düşmek imkânsız bir şeydir. Fakat bunun aksine kesin gözüyle bakmak
ise, alabildiğine akıldan uzak bir şey olmuş olur.[13]
Üçüncü Bahis: Fiil ile gelen edatı, masdar mesabesindedir. Nitekim sen,
"Kalkmam emrolundu.." diyebildtğin gibi, de diyebilirsin. Yine sen, "Bunun
ona cevabı, ancak şöyle demesi oldu..." diyebildiğin gibi, de diyebilirsin.
Soru: Durum
böyle olduğuna göre, daha niye, ayette masdar şekliyle gelmemiştir? Çünkü,
ilsâk için olan bâ harf-i cerri olmaksızın, denilmesi caiz olduğu halde, denilmesi caiz değildir, tam aksine burada
mutlaka bâ'ntn getirilmesi gerekir. İşte bundan dolayı onlar, uyarıcının
gelişinden hayrete düşmüşlerdir, (Ne dersiniz?)
Cevap: Biz
deriz ki: ifâdesi, her ne kadar mana bakımından masdarın yerini tutabiliyor ise
de, ancak bu İfâde, şekil bakımından bir fiil ve harften meydana gelmiştir.
Ta'dtye için olan harflerin tamamı ise, cer eden harflerdir. Harf-i çerler ise,
fiilin başına gelmezler. Binâenaleyh, vâcib olan, fiilin başına
gelmeyişleridir. En azından gelmemesi caizdir. Binâenaleyh, denilmesi caiz
olduğu halde, harf-i cerrin kendisine gelmesine bir mani olmadığı için,
denilmesi caiz olmaz..
Ayetteki, ifâdesi, onların taaccüblerini iyi anlatmak
için getirilmiş olabileceği gibi, onların teaccüblerini boşa çıkarmak için de getirilmiş
olabilir.
Bunu iyice anlatmak için getirilmiş olmasına gelince, bu şundandır:
Onlar, "içinizden birisine mi uyacağız?!" (Kamer, 24) ve "Siz
ancak, bizler gibi bir beşersiniz.." (Yasin, 15) demişlerdir ki, bu şu
demektir: "Biz gerçekten ve ayrılmaz vasıflar açısından, müşterek olmanıza
rağmen, bu yüce makam nasıl size tahsis edilebilir?"
Bunun, onların
teaccüblerini iptal için gelmiş olmasına gelince, bu şöyledir; Hz. Peygamber
(s.a.s) onlardan biri olup, onların arasında gezip dolaşan biri olarak görülüp,
kendisinde, hem onların hem de onlardan sonra gelenlerin, getirmekten aciz
olduğu şey (Kur'ân) zuhur edince, onlar şöyle demek mecburiyetinde
kalmışlardır: "Bu, ne onun (peygamberin) ne de bizim cinsimizden olan
hiçkimse katından değildir. O halde bu, Allah katındandır.." Onlara, kendi
cinslerinden olmayan birisinin gelip de, onların aciz kalacakları şeyi
getirmesi böyle değildi.
Çünkü onlar bu durumda
şöyle diyeceklerdi: Biz, bunu yapamayız!.. Çünkü, her nev'in bir özelliği
vardır. Meselâ, deve kuşunun özelliği ateşi yutmaktır. Kuşların özelliği ise,
havada uçmaktır. İnsanoğlu ise, buna güç yetiremez. Buna göre şayet,
"Bunun, iptal anlamını ifade için getirilmiş olması mümkündür. Çünkü
onların sözleri batıl idi. Ancak, batılın takriri ise nasıl caiz
olabilir?" denilirse, biz deriz ki: Bir sözün batıl olduğunu ortaya koyan
kimseye, onu, olabilecek en ileri derecede anlatması ve bu hususta, onun
aleyhine delil olabilecek her şeyi zikretmesi, sonra onu iptal etmesi gerekir.
İşte bundan dolayı
Cenâb-ı Hak, "Onun sizden olması sebebiyle şaştınız" buyurmuştur ki,
işte bu, gerçekte bu, o şaşmanın sebebidir.[14]
Suâl: "Peygamber
(s.a.s), beşîr ve nezirdir. Allah Teâlâ ise, hemen hemen Kur'ân'ın her yerinde,
peygamberin beşîr olduğunu, nezîr oluşundan önce getirmiştir O halde, daha niye
Cenâb-ı Hak, "Kendilerinden, bir müjdeci geldi diye şaştılar.,"
dememişlerdir" denilirse, biz deriz ki: Bu müjdenin yeri olmadığı için,
onlar hakkında, sadece uyarıcı ve münzir olmuş, başka şey olmamıştır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Kâfirler, "Bu şaşılacak bir şey!" dediler.."
buyurmuştur.
Zemahşerî şöyle
demiştir: "Bu, başka bir şeyden dolayı duyulan diğer bir teaccübtür. Bu
başka şey de, Cenâb-ı Hakk'ın kendisine, "Öldüğünüz ve toprak oluğunuz
vakit mi?.. Bu, akıldan uzak bir dönüş anlayışıdır.,"(Kaf, 3) ifadesiyle işaret ettiği haşr'dtr. Böylece
onlar, peygamberin, haşrin olabileceği hususunda bir uyarıcı olmasına şaşmışlardır.
Bunun delili, Sâ'd Sûresi'nin başındaki ifâdedir.
Çünkü Cenâb-ı Hak
orada, "O kâfirler içlerinden, tehlikeleri bildiren (bir peygamber)
geldiğine şaştılar... "O, bütün tanrıları bir tek tanrı mı yapmış? Bu,
cidden acâib birşey!" dediler"(Sâ'd, 4-5) buyurmuş ve onların iki
şeyden ötürü teaccüb ettiklerini belirtmiştir. Görünen odur ki onların,
"Bu şaşılacak birşey"(Kaf, 2) ifadeleri, hasra (Kıyamete) değil, o
inzâr edici peygamberin gelişine şaştıklarını gösteren bir ifadedir. Bunun
delili şunlardır:
1) Orada,
Hak Teâlâ, istifham-ı inkârî'den sonra, "Bu cidden acâib bir şey!"
(Sa'd. 5) sözlerini nakletmiş ve "O bütün tanrıları bir tek tanrı mı
yapmış! Bu cidden acâib bir şey.." dediler" buyurmuştur. Burada ise,
"Bu şaşılacak bir şey" buyurmuştur. Dolayısıyla da,
"Bu" zamiriyle işaret edilen şey, sadece inzâr edici bir peygamberin
gelişidir. Daha sonra onlar, "Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi,
(tekrar dirileceğiz)? Bu, uzak bir dönüştür" (Kaf, 3) demişlerdir.
2) Burada,
bu istifham ile uzak görmeyi müteakib ve teaccüb manasını ifade eden bir husus
yer almıştır. Bu da onların, uBu, uzak bir dönüştür" demeleridir. Çünkü
bu, akıldan uzak görme ifadesidir, tıpkı bir teaccüb gibidir. Binâenaleyh eğer
bir önceki ayetteki teaccüb de haşr İle ilgili olsaydı, bu bir tekrar gibi
olurdu.
Buna göre eğer, "Esasen apaçık bir tekrar, "Bu, şaşılacak bir
şey" ifadesini, o inzar edici peygamberin gelişi ile ilgili kılman
durumunda olur. Çünkü onların buna teaccüb ettikleri, ayetteki, "(Bir
peygamber) geldiğine şaştılar" ifadesinden anlaşılmaktadır. O halde,
"Bu, şaşılacak bir şey!" ifadesi bir tekrar olmuş olur?"
denilirse, biz deriz ki: Bu bir tekrar değil, aksine bir takrir (önceki ifâdeyi
anlatan birşey)dir. Çünkü Hak Teâlâ, fiil sîgası ile, "Hayrete
düştüler" buyurup, "Allah'ın işine mi şaşıyorsunuz?" (Hûd, 73)
ayetinde de ifade edildiği gibi, insanın da şaşılmayacak şeylere şaşması mümkün
olup, örfen de, "Acâib olmayan şeylere şaşmanın manası yok"
denilince, buna rağmen onlar buna şaşınca, onlara "Sizin bu hareketinizin
ve şaşmanızın manası yok" denildiğinde, onlar, "Bu acâib bir iş,
nasıl şaşmayalım" demişlerdir ki, bunun böyle oluşunun delili, Hak
Teâlâ'nın bu ayette, fâ-i takibiyye ile, "Kâfirler de dediler ki.."
buyurmuş; Sâ'd Sûresi'nde ise, vâv ile, "O kâfirler, "Bu bir büyücü,
bir yalancıdır dediler" buyurmuştur. Çünkü onların bu sözleri, önceki
ifadeye dayanmayan, işi sarpa sardırma türünden birşey olmuştur. Buradaki,
"Bu, şaşılacak bir şey" ifadesi ise, önceki ifadeye sıkı sıkıya bağlı
bir husustur ve "Onlar şaştılar, onun inzâr edici olmasını yadırgadılar ve
"Bu, şaşılacak birşey, buna nasıl şaşmayalım?" dediler" manasına
gelir. Bunun böyle oluşunun delili, ayetteki uzağa işaret eden, işaretiyle, "Bu, akıldan uzak bir
dönüştür" denilmiş olmasıdır. Halbuki "Bu, şaşılacak bir şey"
ifadesindeki "bu" kelimesi,
yakına ve orada mevcut olana işarettir. Dolayısıyla, ile işaret edilen şeyin,
ile işaret edilenden başka olması gerekir ki bu da ancak yaptığımız izaha uygun
düşer.[15]
"Öldüğümüz ve bir
toprak olduğumuz zaman mı (tekrar dirileceğiz)? Bu, akıldan uzak bir
dönüştür.." (Kaf, 3).
Çünkü onlar, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in peygamber oluşuna şaştıklarını ortaya koydukları gibi,
söyledikleri şeyleri de akıldan uzak gördüklerini ortaya koymulardır Bu tıpkı
Hak Teâlâ'nın onlardan naklen, "Dediler ki: "Bu, atalarımızın
tapmak'u devam ettikleri (putlardan) sizi mütemadiyen vazgeçirmek isteyen bir
adamdan başkası değildir. Bu (Kur'ân), düzülüp uydurulmuş bir iftiradan başkası
değildir" (Sebe, 43) diye haber
vermesi gibidir.
Bu ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:[16]
Ayetteki,
"Öldüğümüz ve toprak olduğumuz zaman mı
(tekrar dirileceğiz)?" ifadesi
"inzar edici (bir elçi)
gelişine..."
ayetinin delâlet ettiği şeyi, onların bizzat dilleri ile yahut halleriyle İnkâr
ettiklerini gösterir. Çünkü inzâr, ancak devamlı bir azab ve elîm bir ceza
hususunda yapılınca, bunda haşre (dirilişe) bir işaret var demektir. İşte bu
sebeple, onlar böyle demişlerdir.[17]
Buo peygamberin
yaptığı inzâra bir işarettir. "Bu. şaşılacak bir şey!" ifadesi de,
daha önce de söylediğimiz gibi, onun gelişine bir işarettir. Binâenaleyh
sıfatlar farklı farklı olunca, diyoruz ki, gelen de, getirilen de mevcuttur,
ortadadır. Fakat getirilen bu inzâr mevcut ise de, inzâr edilen o şey mevcut
olmayınca, onlar buna "O"
ism-İ işaretiyle işaret etmişlerdir, kelimesi, fiilinin masdarıdır ve bu fiü
müteaddî olduğu zaman, masdarı böyle getir. Rücû' da yine bu fiilin masdarıdır,
ama fiil "lâzım" olduğunda masdarı böyle gelir, (rüc'â) masdarı da,
bu fiilin "lâzım' halinin masdarıdır. Rec' kelimesinin de bunun
"lazım" masdarı olması mümkündür. Binâenaleyh ayetteki bu ifadeyle,
manası kastedilmiş olabilir. Yine bununla, müteaddîolan "rec' "
manası kastedilmiş olabilir. Birincisinin delili, (Ayak, 8) ayetidir. İkincisinin
delili de, (Nâziât, 10) ayetidir. Buradaki, "merdûd, mercû' "
(döndürülmüş) manasınadır. Çünkü bu, müteaddîolan "rec' "
masdanndandır. Binâenaleyh eğer bunun müteaddî olandan olduğunu söylersek,
onlar bu işin, aslında güç yetirilebilecek birşey olmasını kabul etmemiş
olurlar.[18]
Ayetin bu ifadeleri,
öldükten sonra dirilişin ve Allah'ın buna kadir oluşunun deliline bir
işarettir. Bu böyledir. Çünkü bu, "Allah Teâlâ, ölülerden herbirinin bütün
parçalarını bilendir. Dolayısıyla onlardan birinin parçasını diğerine
karıştırmaz. O, bunları bir araya getirip, terkib etmeye de kadirdir. Öyle ise
O'nun insanları diriltmesi akıldan uzak görülemez" demek olup, tıpkı
"O, (Allah) (herşeyi) yaratan, hakkıyla bilendir" (Yasin. bi) ayeti gibidir.
Çünkü Allah, yeniden yaratma işinde, ilmin bir etkisi olduğunu belirtmiştir. O
halde ayetteki, "Yerin, onlardan neleri yiyip eksilttiğini bildik"
ifadesi, "O ölülerin parçalarının, toprağın altında darmadağınık olması
sebebiyle, bunlar bize gizli kalmaz'" manasınadır. Bu da, müşriklerin,
"Biz, yerde (çürüyüp) kaybolduğumuz zaman mı, yeni bir yaratılışa mazhar
olacağız?"(Secde, 10) şeklindeki sözlerinin cevabıdır. Yani bu, Allah
Teâlâ'nın, onların hem sözleriyle, hem de hal ve hareketleriyle hakkı çiğneyip,
zulmen yaptıkları İşlerini bildiği gibi, onların paramparça olan cüzlerini de
bildiğine bir işarettir.[19]
Şöyle de denebilir:
Ayetteki, "Katımızda, (herşeyi) hıfz ve tesbtt eden bir kitap vardır"
ifadesi, Allah Teâlâ'nın herşeyi en ince teferruatına kadar bildiğini
göstermektedir. Çünkü ilim, icmâlî (genel) ve tafsilî (detaylı) olmak üzere
ikiye ayrılır. İcmalî ilim, meselâ bir kimsenin, bir kitabı ezberlemesi, onu
anlaması ve o kitapta bulunan bir mesele kendisinden sorulduğunda cevap verebilmesi
ve bu soruyu bilebilmesi gibi olur. Ama bu, o kimsenin, o kitabı harf harf
gözünün Önüne getirmesi ve o anda bölüm bölüm aklından geçirmesi şeklinde
olmaz. Ancak ne var ki, zihnine müracaat ettiğinde, o hususta bir fikir
yenilemeye ve keskin bir bakışa ihtiyaç hissetmez. Tafsili ilim ise, kitapta
olan şeyleri iyico açma ve o meseleleri teferruatlıca ortaya koyma gibidir ki
bu, bir insan için, ancak bir veya birkaç meselede söz konusu olabilir. Ama
kitabın bütün konuları açısından, böyle tafsilatlı bilgi, insan için söz konusu
değildir. O halde, "Katımızda (herşeyi) hıfz ve tesbit eden bir kitab
vardır" cümlesi, "ilim o kitabta olduğu şekilde, Benim katımdadır.
Ben, herşeyi cüz cüz, inceden inceye bilirim" demektir.[20]
Bu ayetteki "hafız"
kelimesinin, mahfuz (korunmuş) manasında olması da mümkündür. Buna göre mana,
"O kitab, değişmeden ve değiştirilmekten korunmuştur, uzaktır" demek
olur. Bu kelimenin, "hafız" (koruyan) manasına olması da mümkündür.
Bu durumda, "Katımızda, onların bütün cüzlerini, işlerini, hiçbiri
unutulmayacak şekilde hepsini koruyan, içine alan bir kitab vardır" demek
otur. Bu ikinci ihtimal, şu iki sebepten ötürü daha doğrudur:
a) Hafız
manasında "hafîz", Kur'ân'da geçmektedir. Nitekim ayette, "Ben
onlar üzerine bir hafîz (koruyucu, gözetleyici) değilim" (Hûd, 86) varid
olmuştur. Yine "Allah, hafızdır ve alimdir" (Şûra, 6) buyurmuştur.
b) Çünkü
"kitap" sözü, daha önce de bahsettiğimiz gibi, teşbih için getirilmiş
bir ifadedir. Dolayısıyla kitap, (mecazî manada) içinde yazılı olan herşeyi
adetâ korur. Yoksa Allah, ezberlemekten (korumaktan) müstağnidir.
Ayetteki, "Hayır, onlar, kendilerine hak gelince onu
yalanladılar" cümlesi de, onlara bir reddiyedir. Buna göre, (hayır)
edatıyla, vazgeçilen (idrâb yapılan) şey nedir?" denilirse, biz deriz ki:
Bu hususta şu iki izah yapılabilir:
a) Bu
ifadenin takdiri, "O inzarcı yalan söylemedi, aksine onlar onu
yalanladılar" şeklindedir ve "Allah Teâlâ onların,"Su, şaşılacak
bir şey!" dediklerini nakledince, bu, onların "O inzârcı elçi yalan
söylüyor" demeleri manasına gelmiştir. İşte bunun üzerine Hak Teâlâ,
"O inzarcı yalan söylemedi, aksine onlar onu yalanladılar"
buyurmuştur.[21]
İmdi eğer
"Hakk" nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta şu izahlar
yapılabilir:
a) Hz.
Peygamber (s.a.s)'in doğruluğuna dâir olan burhanlar (aklî delillerdir.
b) İndirilen
Furkan (Kur'ân)'dır. Bu izah, birincisine yakındır. Çünkü bu da bir
burhandır.
c) Bu, kesin
mucizelerle sabit olan nübüvvettir. Çünkü böylesine sabit olan nübüvvet haktır.
d) Bu,
mutlaka olacak olan "haşr"dır. Çünkü haşr da haktır.[22]
Eğer, "Bize daki
bâ harfinin ne manaya olduğunu, buna ne ihtiyaç olduğunu açıkla. Yani tekzîb
(yalanlama) fiili, zaten müteaddidir. Binâealeyh bu bâ harfi, fiile ikinci bir
mef'ûlü aldarmak için midir, yoksa
"Yakında göreceksin, onlar da görecekler, delilik hanginizde
imiş?" (Nûn, 5-6) ayetinde olduğu
gibi, zaide midir?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta, hem bir bahis,
hem de bir inceleme söz konusudur: Burada bu bâ, müteaddiliği sağlamak için
getirilmiştir. Çünkü "tekzîb" (yalanlama), yalana nisbet etme
demektir. Fakat bu nisbet, bazan sözü söyleyen hakkında, bazan da söz hakkında
olur. Nitekim, "Ben doğru olduğum halde, falanca beni tekzîb etti" dediğin
gibi, "Falanca, falancanın sözünü tekzîb etti" de diyebilirsin. Yine
Arapça'da, "O, onu yalancı saydı" manasında, "Onu tekzîb
etti" (ifatf) denilir. Yine sen, "Ben falancaya, "Zeyd, yarın
gelecek" dedim de, "Hem beni hem de sözümü tekzîb etmek için, Zeyd
kasten gecikti" dersin. O halde söz söyleyene nisbet edilen tekzîb işi,
hem bâ harfi ile, hem de "bâ"sız kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, hem
(Şuara, 141),. hem de (Kamer, 23)
buyurmuştur. Söze nisbet edilen tekzîb de böyledir. Fakat sözü söyleyen
hakkında kullanılan tekzîb'in "bâ"sız olması, daha çok olan bir
durumdur. Nitekim Hak Teâlâ, (Saffât. 127) ve
(Fâtır, 4) buyurmuştur. Söz hakkında kullanılan "tekzîb"in
ise, bâ ile kullanılması durumu daha çoktur. Nitekim Hak Teâlâ, (Kamer, 42)
ve (Kâf, 5) buyurmuştur.
Yine Cenâb-ı Hak,(
Zümer, 32) buyurmuştur. Bunun sebebi şudur: Mef'ûl-ü mutlak, bir masdardır.
Çünkü o, failden kaynaklanan şeydir. Zira, döven kimseden, ancak dövme işi
sudur etmiştir. Fakat bu dövmenin olabilmesi için, dövülecek bir yerin-mahallin
olması ve böylece de o şeyin madrûb (dövülen) ismini alması gerekir. Sonra da
fiile mahal olduğu için, yapılan iş açıkça görülürse, açıkça görüldüğü için, bâ
gibi bir harfe lüzum kalmaz, böylece de o harf olmaksızın, fiil müteaddi
(geçişli) olur. Dövme işinin olabilmesi için, mutlaka bir mahallin (dövülecek
şeyin); içme işinin olabilmesi için, mutlaka içilecek bir şeyin bulunması
gerektiği bilindiği için, "Amr'ı dövdüm" ve "İçki içtim"
denilir. Ama müteaddîlik manası aslında kendinde bulunmayan fiilde, müteaddîlik
manası olsun diye, meselâ "uğradım" dediğinde, işte bu harfe ihtiyaç
hissedilir. Çünkü "Bulutlar uğradı
(gitti)" sözünden bir uğrama manası anlaşılır, ama bundan; kime-neye
uğradığı manası anlaşılmaz.
İmdi, fiil eğer
açıklık-netlik bakımından dövme ve içme fiillerinden; kapalılık (müphemlik)
bakımından da, "uğrama" fiilinden aşağı olursa, harf-i cerre gerek
kalmadan fiili kullanmak caizdir. Çünkü o fiil, mürurun (uğramanın)
açıklığından daha fazla bir açıklık (netlik) arzetmiş; ama onun zuhuru, "dövme"
işinin zuhurundan daha aşağı ve zayıf olduğu için, harf-i çerle kullanılır.
İşte bundan Ötürü, dövme işinin aleti kılmak müstesna, diyemezsin. Ama,
"onu kamçı ve benzeri birşeyle dördüğünde, bunlarda, bâ harfini ziyâde
olmaksızın kullanırsın. Dolayısıyla da bir müştereklik arzetmediği müddetçe
"ona uğradılar" denilemez.
Ama, "ona
dokundum" dediğin gibi, de diyebilirsin. Çünkü mesh (dokunma), eli,
birşeyin üzerinde gezdirmek demektir. Bu yönüyle fiil, tıpkı mürur (uğrama)
fiili gibi olur. Şükür ise, güzel bir fiildir. Fakat bu, ancak İhsanda bulunana
yapılır. O halde, şükürde aslolan, güzel bir fiil olmasıdır. Şükrün başkasına
yapılması ise tıpkı, bir alış-veriş gibidir. Ama dövme işi böyle değildir.
Çünkü vurma, bir cismi başka bir cisme sertçe dokundurma demektir. O halde
dövülen şey, tâ baştan dövmenin manasında vardır. Şükredilen şey ve nesne ise,
ikinci derecede şükrün manasına dâhildir.
Bunu iyice kavradığına
göre, bilesin ki, söyleyen hakkında kullanılan "tekzîb" (yalanlama),
açıktır. Çünkü söyleyen, tasdik veya tekzîb olunan şahıstır. Fakat bu fiil, söz
hakkında böyle açık değildir. Binâenaleyh bu gibi yerlerde fiilin bâ ile
kullanılması daha çoktur. Bu gibi yerlerde bâ harfinin getirilmesi, müteaddilik
manasını
sağlamak içindir.
Ayetteki,
"Kendilerine hak gelince" ifadesinde bahsedilen gelenin, kim ve ne
olduğu hususunda şu iki izah yapılmıştır:
a) Bu,
"tekzib edilen o şey gelince..." manasınadır ve "Onlar, hak
kendilerine geldiğinde onu yalanladılar ve onu, düşünmeye ve tefekküre
bırakmadan yalanladılar"
demektir.
b) Geldiği
söylenen şey, "Inzâr edici geldi diye hayrete düştüler" (Kaf, 2)
ayetinde geldiği bahsedilen şeyin aynısıdır. Buna göre ifadenin takdiri,
"Onlara o inzarcı (uyarıcı elçi) geldiğinde, hakkı yalanladılar"
şeklinde olur. Birinci mana, bahsedilen hakktn geri dönüş (yani diriliş) olması
durumunda uygun olmaz. Çünkü onlar, onu geldiğinde yalanlamıyorlar, aksine,
"işte bu, Rahman'm vaad ettiği şey"(Yasin, 52) diyorlar.[23]
Ayetteki, "Şimdi
onlar şaşkın bir haldedirler" cümlesine gelince, buradaki
"merîc" kelimesi, "muhtelif, karışık" manasınadır. Zeccâc
ve başkaları şöyle demişlerdir: "Çünkü o müşrikler, bazan "Bu
(Muhammed), bir sihirbazdır", bazan "bir şâirdir" diyorlar.
Bazan onun kâhin olduğunu, bazan cinnet içinde (deli) olduğunu söylüyorlardı."
Doğrusu şöyle
denifmesidir: Bu ilgili ayetlerde bahsedilen ihtilafı anlatan bir kelimedir.
Çünkü ayetteki, "Bilakis o kâfirler ... hayrete düştüler"(Kâf, 2) ifadesi, kendisinden vazgeçilen, daha önce
geçmiş birşeyin olduğuna delâlet eder ki biz, daha önce bahsedilen o şeyin,
onların şek ve şüpheleri olduğunu ve bu ifadenin takdirinin, "Şerefli
Kur'ân'a yemin olsun ki, sen bir inzârcısın. Onlar, senin hakkında şüpheye
düştüler. Bilakis (hatta) hayrete düştüler... Hatta bu hak onlara gelince, onu
yalanladılar.." şeklinde olduğunu söylemiştik. Binâenaleyh kâfirlerin bu
durumu şöyle üç dereceyi (kademeyi) ortaya koyar:
Birincisi şek ve şüphe etmektir ki, teaccüb (hayrette kalmak), bunun
üzerinde yer altr. Çünkü şekkedene göre, iki durum da eşittir, olabilir.
Teaccüb edene göre ise, hayret ettiği o şeyin, meydana gelmeme, doğru olmama
tarafı ağır basar. Fakat o bu kademede, onun böyle olmasına kesin hüküm ve
karar veremez. Yalanlama ise, teaccübden daha ileridir. Çünkü yalanlayan kimse,
iddia edilen şeyin aksine kesin gözüyle bakmaktadır. Binâenaleyh onlar, önce
şüphe etmiş, sonra zanna geçmiş, daha sonra da kesin karara geçmişlerdir.
Dolayısıyla onlar mehc (şaşkın) bir hale düşmüşlerdir. Bunun böyle olduğunun
delili, ifadesinin başındaki fâ-i ta'kîbiyyedir. Çünkü bu durumda, onlar şaşkın
ve karışık bir hat üzere oluşları. Önceki şeylere dayanmış olur. Halbuki Zeccâc
ve diğerlerinin verdiği manada, böyle birşey olmaz.
Sual: Eğer,
"Meriç, karışık manasınadır. Halbuki bu üç kademe, aklın muktezasına göre,
biribirinden ayırdedilebilen ve sıralanabilen şeylerdir. Çünkü şüphe eden
kimse, sonunda zan derecesine, zanneden kimse de sonunda kesinlik kararlılık
derecesine ulaşıyor. Kesinliğin olduğu yerde, zan olmaz; zannın olduğu yerde de
şekk kalmaz. Fakat Zeccâc ve diğerlerinin verdiği manada, ayette bahsedilen
karışıklık tahakkuk etmiş olur. Çünkü o müşriklerin bu iddialarında belli bir
tertibleri yoktur. Aksine onlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, bazan kâhin, bazan
mecnûn diyorlar, daha sonra da ona delilik nisbet ettikten sonra, kâhinliği
nisbet ediyorlar. Sihiri nisbetten sonra şiiri, şiiri nisbetten sonra sihiri
nisbet ediyorlar. İşte esas karışıklık ve şaşkınlık budur. Dolayısıyla ayetin
özüne uygun olan durum budur?"
Cevap: Hz.
Peygamber (s.a.s)'in emin (güvenilir-doğru) bir kişi olduğunu, aralarında
'yaşadığı bütün süre boyunca, yalan söylemekten uzak durduğunu bilmelerinden
ötürü, onların böyle bir şüpheden, onun doğru olabileceği zannına geçmeye; onun
elinde ve dilinde kesin mucizeler zuhur ettiği içinde zân derecesinden, onun
doğruluğuna kesinkes hükmetmeye geçmeleri gerekirdi. Binâenaleyh onlar işte bu
tertibi, tam tersine çevirince, ortada bir şaşkınlık ve karışıklık meydana
gelmiş, karışıklıkla birlikte bir anlama tahakkuk etmiş. Fakat Zeccâc ve diğerlerinin
ileri sürdükleri mana, "Hiç şüphesiz siz, çeşitli sözler içindesiniz
(tutarsızsınız)" (Zâriyat, 8) ayetine uygun düşer. Çünkü o müşrikler, Hz.
Peygamber (s.a.s) hakkında, birbirini tutmaz sözler söylüyorlardı. Fakat
"şekk", "zan" ve "kesir" "karar" gibi
şeyler, farklı şeylerdir. Burada şöyle bir incelik vardır: "Merîc"
lafzının, onların zan ve kesin kararları için kullanılması, o kesin kararların
doğru olmayışını gösterir. Çünkü doğru olan kesin şey değişmez. Ama onlardan
kaynaklanan bu kesin şeylerin ise, değişmesi kaçınılmaz. Binaenaleyh onların
işleri muzdarib, birbirine girmiş ve tutarsız haldedir. Ama Allah'ın imana
muvaffak kıldığı mü'min böyle değildir. Çünkü onun inancında tereddüd yoktur ve
inancında ihtimaller yoktur.[24]
"Üstlerindeki
göğe bakmadılar mı? Onu nasıl bina ettik. Onu yıldızlarla nasü süsledik. Onun
hiçbir gediği de yok" (Kâf, 6).
Bu ayet, onların,
"Bu, akıldan uzak bir dönüş!" şeklindeki sözlerinin saçmalığını
gösteren delile bir işaret olup, tıpkı, "Gökleri ve yeri yaratan (Allah) o
insanlar gibisini yaratmaya kadir değil mi?" (Yasin, 81), liGöklerin ve yerin yaratılışı,
insanların yaratılışından daha büyük (bir iştir)"(Mü'min.57) ve
"Görmediler mi ki, gökleri ve yeri yaratan ve bunları yaratmaktan dolayı
yorulmayan Allah, ölüleri diriltmeye kadir değil midir? Elbette kadirdir"
(Ahkâf, 33) ayetleri gibidir.
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:[25]
İstifham hemzesi,
bazan bir sözün başına gelir ve orada vâv bulunmaz, bazan da başında vâv bulunan
bir sözün
başına gelebilir.
Binâenaleyh bu iki durum arasında fark var mıdır? Deriz ki, burada çok ince bir
fark vardır ve
şöyledir: Bir kimse,
"Zeyd hâlâ evde mi? Halbuki güneş doğmuş" der ve istifham hemzesini, inkâri manada,
(böyle olmamalıydı) manasında kullanır. Fakat
"Zeyd henüz evde midir? Halbuki güneş doğmuştur"
dediğinde, buradaki
vâv ile, Zeyd'in son durumunun yanlışlığının, iki yanlış yerine geçen bir
yanlışlık olduğuna, ince bir şekilde işaret etmiş olur. Buna göre o Zeyd'in
evde olduğunu duyduktan sonra adetâ, "Gafil mi oldu ki halâ evdedir"
demek istemiştir. Çünkü bu vâv, kendisinden sonra gelene ters düşen işin, iki
kat olduğunu
ifade eder. Ortada
hernekadar önce gecen bir ma'tûf olmasa da, kişi bu vâv ile, o işin çok nahoş -
yanlış olduğuna işaret etmiş olur.[26]
Buna göre eğer,
"Cenâb-ı Hak bir yerde, buyurmuş, şurada ise fâ ile, buyurmuştur. Bu ikisi
arasındaki fark nedir?" denilirse, deriz ki: Bu ayette, o kâfirlerin,
dönüşü (dirilişi) inkârları bundan önce zikredilmişti, şte bundan dolayı Hak
Teâlâ, onların bu inkârlarına muhalif olan durumu, ta'kibiyye edatıyla
getirerek, buyurmuştur. Buna göre eğer, "Yasin Sûresi'ndeki ayette de
böyle bir durum vardı, yani bu istifhamdan önce, kâfirlerin, "Bu kemikleri
kim diriltecek" şeklindeki itirazları geçmişti. (Binâenaleyh orada böyle
olmalı değil miydi?" denilirse, deriz ki: Orada, göklerin yaratılışıyla
istidlal ediş, inkârın hemen aeşisıra olmadığı için, başka bir delil ile
istidlalde bulunmuştur. Bu delil de, "Onları, A defa yaratan
diriltecektir" iyisin, 79) ayetidir. Hak Teâlâ daha sonra başka bir delil
zikretmiştir. Halbuki buradaki bir delil, bir inkânn hemen peşisıra
gelmektedir. Bundan dolayı Allah Teâlâ bunu fâ edatıyla getirmiştir.
Hak Teâlâ'nın burada,
nazara (baktı) fiilini, Ahkâf Sûresi'nde ise, ra'â (gördü) Sini kullanmasında
ise şöyle bir incelik vardır: Onlar, "Bu, uzak bir dönüştür" '
sözleriyle, dirilişi akıldan uzak bir ihtimal görünce, Allah'da onların bunu
akıldan uzak aömıelerini, olmayacak bir görüş olarak görüp, "Göğe
bakmadılar mı?" buyurmuştur. Çünkü "bakma" fiili,
"görme" fiilinden aşağıdır. Binâenaleyh buradaki "bakma"
adeta, dirilişin inkârına dâir bir bilginin bulunmasıyla ilgili olmuştur.
Dolayısıyla uzak görme, uzak görmeye karşılık olsun diye, burada görme fiilini
kullanmaya gerek olmamıştır. Orada ise, kâfirlerden böyle bir inkâr henüz sudur
etmemiştir. Dolayısıyla Hak Teâlâ onları, bu delile bakmadan daha tam olan
"görme" işi ile iletmek istemiştir.
Daha sonra Hak Teâlâ
bunu, "Göğe" diyerek mükemmelleştirmiş ve güzelleştirmiştir. Burada
dememiştir. Çünkü birşeyin içine takmak, düşünmeyi ve İyice bakmayı ifade eder.
Birşeye doğru bakma da nunu ifade eder. Çünkü "ilâ" harf-i cerh,
mesafenin sonunu bildirir. Dolayısıyla bu Mana işi, zarfın (bakılan şeyin)
adetâ içine girme noktasına kadar varır. Bakış, orada nihayetlenince,
"zarfiyyet" manasının tahakkuk edebilmesi için, onun içine girmesi de
gerekir.
Ayetteki,
"üstlerindeki" ifadesi, bir başka te'kid olup, mana, "O açıktır,
anarın üstündedir. Onlara saklı değildir" şeklindedir.[27]
Ayetteki, "Onu
nasıl bina ettik. Onu yıldızlarla nasıl süsledik. Onun hiçbir gediği yok" ifadesi bu delâletin şekline ve bu
dirilişin, haydi haydi olabileceğine bir Bunun, bu hususa nasıl delâlet ettiği
konusuna gelince, bu şöyledir: İnsanın ar temeli vardır. Bunlar, tıpkı binanın
direkleri ve sütunları mesabesinde olan, iskelettir. Yine insanın, duyma görme
gibi, kuvvetleri ve nurları vardır. Binâenaleyh fjfldenn yapısı, insanın yapısından
daha yüksektir. Göklerin süsü de, insanın etle-yağla süslü (güzel) bir hale
getirilmesinden daha mükemmeldir.
Bu işin, dirilişin
haydi haydi olabileceğine işaret oluşu şöyledir: Göğün hiçbir gediği deliği
yoktur. Binâenaleyh onun yapılması daha zordur. Ama insanın gözenekleri ve
delikleri vardır. Çok güzel te'lif edilmiş yapılmış bir şeyin, tıpkı sımsıkı
dokunmuş bir kumaş gibi; daha zayıf olarak te'lif edilmiş birşeyin de, tıpkı
seyrek-gevşek bir dokunma gibi olduğunda şüphe yoktur. Birincisi insanlarca,
daha zor ve daha enteresan görülür. Binâenaleyh o kâfirler, en iyisinin
Allah'dan sudur ettiğini bile bile, Allah'ın ondan daha kolay ve basiti
yapabilmesini akıldan uzak görüyorlar.
Felsefeciler, bu
ayetin, göğün yarılamayacağına ve delinemeyeceğine delâlet ettiğini
söylemişlerdir. Onlar, "O gökte bir çatlak görebiliyor musun?"
(Mülk, 3) ve "Yedisapasağlam
gök"(Nebe, 12) ayetleri hakkında da bunu söylemişler ve bu hususta
zorlanmışlardır. Çünkü ayetteki, "Onun hiçbir gediği de.yok" ifadesi,
bu hususta sarih (açık) bir ifadedir. Zira birşeyin hiç olmadığını haber
vermek, onun imkânsızlığını ifade etmez. Çünkü, "Falancanın hiçbir sözü
yok" denilmesi halinde, bu cümle, o falancanın söz söylemesinin imkânsız
olduğunu göstermez. Hem sonra Allah Teâlâ, "Gök yüzü yanldığı
zaman..." (Mürselat, 9) ve "Gök parçalandığı zaman..."
(İinfitar, 1) ayetleriyle felsefecilerin görüşlerinin aksini beyan etmiştir.
Yine Cenâb-ı Hak, "Yedi sapasağlam gök" (Nebe, 12) tabirinin
mukabilinde, "Gök de yarılmış ve artık o gün za'fa düşmüştür"(Hakka,
16) buyurmuştur. Yine, "Gök yarılıp, kırmızı sahtiyan gibi bir gül olduğu
zaman..." (Rahman, 37) buyurmuştur. Bütün bunlar, felsefecilerin
görüşlerini reddeden açık ifadelerdir. Onların ileri sürdükleri nakli deliller
ise, delâlet bakımından açık değildir, hatta bu hususa gizli bîr delaletleri
bile yoktur. Onların aklî delilleri, tutundukları naklî delillerden daha zayıf
ve tutarsızdır.[28]
"Yere de
(bakmadılar mı?), onu nasıl döşedik. Ona (nasıl) sabit dağlar koyduk. Onda her
sınıftan, ferahlık veren çiftler bitirdik. (Bütün bunları), taatımıza dönen her
bir kulun kalb gözünü açmak ve ona ibret vermek için
yaptık" (Kâf,
7-8).
Bu ayetler de, bir
diğer delile işarettir ve şöyledir: Yerin delil oluşu hususunda onlar şöyle
demişlerdir: İnsan ölüp de, gıda kuvvetleri ile büyütücü özellikler onu
terkettiğinde, artık
ona bir daha dönmezler. Biz de diyoruz ki: Yer, daha cansız, daha donuk ve daha
sönüktür. Ama Allah Teâlâ onda çeşitli bitkileri bitirmiş ve bu bitkiler orada
büyüyüp gelişmişlerdir. İşte aynen bunun gibi, ölen insana da o hayata bir gün
dönecektir. Allah Teâlâ gökler hakkında üç şey zikrettiği gibi, yer hakkında da
uç şey zikretmiştir. Yer hakkında bahsettiği üç şey şunlardır, yeri yayıp
döşeme, ona sabit dağlar çakma ve onda bitkiler bitirme... Gök için de şu üç
şeyden bahsetmiştir: Göğün yapılması, süslenmesi ve gediksiz hale
getirilmesi... Yer için zikredilenden herbiri, gök için zikredilenlerden
herbirinin mukabilindedir. Binâenaleyh yer için zikredilen yayıp döşeme, gök
için zikredilen "yapılma" (bina)nın mukabilidir. Çünkü medd",
koymak (yerleştirmek), bina ise, kaldırmak dikmek demektir. Dağlar, yerde
sabittir. Yıldızlar da gökte yer almış ve göğü süslemişlerdir. Yeryüzününde
bitkileri bitirme, yeri yarmak manasına gelir. Nitekim Hak Teâlâ, bunu
"Biz, o suyu bol bol döktük. Sonra toprağı iyiden iyi yardık" (Abese,
25-26) buyurarak beyan etmiştir ki, gökleri gediksiz-deliksiz yaratmanın aksine
bir durumdur.
Bunları iyice
kavradığına göre, diyoruz ki: İnsanda da, uzatılmış, dikilmiş, Durun-kulak gibi
sabit, gözbebeği dil gibi hareketli, kafatası gibi deliksiz, kılların altında
serinin altında bulunan deri gibi dokunmuş Örtüler ve burun delikleri,
gözenekler, ağız ve sâire gibi yarılmış-delinmiş şeyler vardır. Binâenaleyh bu
yerde ve sapasağlam birbirine zıd şeyleri yaratmaya kadir olan zat, bu
bedenlerde benzerlerini adatmaktan âciz
değildir.
Revâslye"nin ne
demek olduğunu, Lokman Sûresi'nde anlatmıştık. "Behîc" güzel
demektir.[29]
Ayetteki "(Bütün bunları), taatımıza dönen her
bir cJun kaib gözünü açmak ve ona ibret vermek için yaptık" ifadesine
gelince, buradaki "tabsire" ve "zikra"nın, daha Önce geçen
iki şeyle, yani gök ve yer ile ilgili anaları muhtemeldir. Buna göre, Hak
Teâlâ, göğü bir tabsira (kalb gözünü açan )eşi, yeri de bir zikrâ (ibret verici
şey) olarak yaratmıştır. Bunun böyle oluşunun delili :Göklerin süsü, hep sürüp
gitmektedir. Her yıl yeniden süslenmemektedir. O Md» gök, zamanın geçmesine
rağmen, hep aynı görünen bir şey gibidir. Yere ymnce, o, her sene süsünü
yeniden takınmaktadır. O halde göklerden bahsetme ar taösira, yerden bahsetme
de bir tezkira (zikrâ) (ibret-hatırlatma) olmuştur. Bu iki «ayden herbirinin,
yer ile gökten herbirinde mevcut birer durum olmaları da murtemeldir:
Binâenaleyh gök bir "tabsira" olduğu gibi, yer de bir
"tabsira"dır. Keza yer bir
"tezkire" olduğu gibi, gök de bir "tezkire"dir.
Tabsira ile tezkira (zikrâ) anandaki fark şudur: Orada devamedegelen ve
gözlerin önüne dikiüveren ayetler aouğu gibi.unutulduğunda, kendisini
hatırlatan ve yenilenen ayetler de vardır.
Ayetteki, "taatımıza dönen her bir kul için"
ifadesi, "tefekkür etme Mrtama ve delillere bakıp düşünme ile ilgili bir
ifadedir.[30]
"Gökden de
bereketli su indirdik ve onunla bahçeler, biçilecek taneler bitirdik ve
tomurcukları birbiri üstüne binmiş, uzun boylu hurma ağaçlan (yetiştirdik).
(Bunlar), kullarına rızık olmak için(dirler). Biz o (yağmurla), ölü bir
memlekete can verdik, işte (kabirden) çıkış da böyledir" (Kaf, 9-12).
Bu ayetler de, gök ile
yer arasında bulunan, diğer bir delile işarettir. Böylece yapılan istidlal, hem
gök, hem yer, hem de bu ikisi arasındakilerle olmuş olur. Bu istidlal de,
yağmurun gökten indirilip, bitkilerin yerden bitirilimesi meselesidir. Bu
ayetlerle ilgili bir kaç mesele var:[31]
Bu İstidlal, biraz
önce geçen, "Onda her sınıftan, güzel çiftler bitirdik" (Kâf, 8) ile
yapılmıştı. Binâenaleyh aynı
istidlalin,
"Onunla bahçeler, biçilecek taneler bitirdik" ifadesiyle tekrar yapılmasının
hikmeti nedir? Deriz ki: "bitirdik" fiili, bitkilerin bizzat
kendileriyle istidlal etmeyi gösteren
bir ifadedir ki, "Bitkiler,
ağaçlar,
büyör-gelişir"
demektir. İşte aynen bunun gibi, ölümünden sonra, Cenâb-ı Hakk'ın, gökten
indirdiği su vasıtasıyla, büyüme ve gelişme kuvvetini bitkilere yeniden
döndürdüğü gibi, insana da büyüyüp-gelişme kuvvetini yeniden döndürmesiyte,
insanın bedeni de, büyür-gelişir.
Ayetteki,
"biçilecek taneler" ifadesinde takdiri şeklinde olan bir hazîf vardır. Buradaki "hâsîd"
kelimesi, "mahsûd" (biçilecek) manasınadır. Yani, "Biz,
meyveleri koparılıp toplanan, ama aslı (ağacı) kalan ve yılda yahut iki yılda
bir hasad edilip biçilen ekinler yarattık" demektir. Biz, hasad edilen
taneleri (tahılları) bitiriyoruz" takdirinde de olabilir. Fakat birincisi
daha tercihe şayandır.
Ayetteki, "Uzun
boylu hurma ağaçlan..." ifadesi, iki cinsin birbirine karışmasına bir
işarettir. Çünkü bahçelerde, meyvesi toplanan ve yeniden ekilmeksizin her sene
meyve veren ağaçlar vardır. Fakat hurma ağacı, tozlaştırılır (çiçekleri
dölleme) yapılır. Eğer bu tozlaşma olmazsa meyve vermez. O halde bu bağ bahçe,
hem ekllip-biçilen tarla, hem de ağaçların bulunduğu bahçe cinsinden karışık
birşeydir. Binâenaleyh Allah Teâlâ, her sene hasadı yapılan ve ekilip biçilen
şeyler ve hersene ekilip biçilemeyen ama aslı (ağaçlan) sürüp gittiği için
meyve veren şeyler yarattığı gibi, meyveleri açısından iki ayrı cins olan
şeyler de yaratmıştır. Çünkü meyvelerin bir kısmı "fakihe" (sırf
meyve)dir ve kendisinde azık olma Özelliği yoktur. Ekitip-biçilen şeylerin pek
çoğu ise azıktır. Meyvelerden de, hem meyve hem azık özelliğinde olanlar
vardır. Allah Teâfâ ayrıca uzun hurma ağaçları da yaratmıştır.
Ayetteki,"Uzun
boylu" İfadesi, Allah'ın mükemmel kudret ve ihtiyar (irâde) sahibi
olduğunu te'kid eder. Çünkü ekilip-biçilen şeyler hakkında eğer, "Bunun
ürününün toplanabilmesi, güçsüzlüğünden ve ağacın (bitkisinin) küçüklüğünden
(enginliğinden) dolayıdır. Aynen bunun gibi, her sene bunları yenilemeye de
ihtiyaç duyulur. Halbuki bahçelerdeki ağaçlar, büyük ve iri oldukları için,
ayakta kalırlar ve her yıl meyve verirler" denilirse, buna şöyle cevap
verilir: "Uzun hurma ağaçları, zayıf-güçsüz üzüm bağlarından daha kalın ve
daha kuvvetli değiller mi? Ama buna rağmen, onlar her yıl birisinin tozlaştırma
işini yapmasına muhtaç oldukları halde, üzüm bağları buna muhtaç değildir.
Binâenaleyh Allah Teâlâ, ağaçların büyüklüğünden, küçüklüğünden, uzunluğundan,
kısalığından ötürü değil de, herseye özelliğini veren zattır.
Ayetteki, "Tomurcuklan birbiri üstüne
binmiş..." ifadesi, "tıpkı ekinin başağında olduğu gibi, bunların
tomurcuklarının kapçıkları da Üst üste dizilmişlerdir" manasınadır. Bu
enteresan bir durumdur. Çünkü uzun uzun ağaçların meyveleri ortadadır, açıktadır,
ayrı ayrıdır, ceviz, badem ve sâirede olduğu gibi, herbir meyvenin çıktığı bir
asıl (dal) vardır. Halbuki, tıpkı bir başakta olduğu gibi, hurma kapçıkları da
tek bir asıl (dal) üzerindedirler.[32]
Daha sonra Hak Teâlâ,
"Kullarına nzık olmak için" buyurmuştur. Bu hususta, şu iki izah
yapılabilir:
a)
"Rızk" kelimesi, mef'ûl-ü mutlak olarak mansubtur. Çünkü
"bitirme", "rızık verme" fiilinin manastndadır. Buna göre
Hak Teâlâ sanki, "Kullar için, bitirdikçe bitirdik..."
demiştir.
b) Bu
kelime, mef'ûl-ü leh olarak mansubtur. Buna göre sanki, "Biz onları,
kullara nzık olsun için bitirdik" demektedir.
Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var:[33]
Hak Teâlâ, göklerin ve
yerin yaratılmasından bahsederken, "tabsira" ve "zikrâ"
olarak buyurmuş, aslında bunlar da bir tabsira (delil-hüccet) olduğu halde ve
gökte ve yerde tabsira ve tezkire (hatırtatıcı şeyler) olmanın dışında başka
faydalar da olduğu halde, meyvelerden bahsederlerken, "Bir rızık
olarak" (rızkan) buyurmuştur. Şu halde bu iki ifadede değişik kelimeleri
tercih edişindeki hikmet nedir? Deriz ki: Bu hususta şu izahlar yapılabilir:
1) İstidlal
şu iki şeyden, yani iade (yeniden diriltmeden ve yeniden diriltmeden sonra
"bekâ"dan ötürü yapılmıştır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), müşriklere,
ondan sonra devamlı mükâfaatın veya devamlı cezanın olacağı bir hasrın ve
toplanışın ; acağını haber vermiştir. Ama onlar bunu inkâr etmişlerdir. Burada
iadenin (dirilişin) soâtı şöyledir: Gökleri ve yeri yaratmaya kadir olan Allah,
yok olmalarından sonra Dütün mahlûkatı yaratmaya da kadirdir." İkincisine,
yani "beka" İçin yapılan istidlal se şöyledir: Dünyada beka (hayatı
sürdürme), azıklarla olur. Gövdeli ve gövdesiz onları orada ebedî kılmaya da
kadirdir. Binâenaleyh mahlukat için, bunlardan birincisi bir tabsire ve tezkire
olmuştur, ikincisi de hayatın, rızık ile sürüp gideceği hususunda bir tezkira
(hatırlatma) olmuştur. Bu ikisi arasındaki farkın böyle olduğunun delili, ilk
iki ayetten sonra getirilen, "tabsira" ve "zikrâ"
kelimeleridir. Daha sonra da, sudan, suyun indirilişinden, böylece de bitkinin
bitirilişinden bahsedilmesidir.
2) Meyvelerin
faydası açıktır ki bu da rızık olmasıdır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, meyvelerin
faydasını, "nzkan" diye ifade etmiştir. Apaçık olan gök yüzünün
faydası ise, onların zihinlerinden uzak olduğu için, kulların faydası İle
ilgili olmamıştır. Öyle ki eğer kullar, ekin ve meyvenin hiç olmadığını, bir an
için düşünecek olsalar, helak olacaklarını düşünürler. Ama durumun, tersine
olmasının daha uygun oluşuna rağmen, eğer ontar üstlerindeki göğün yok olduğunu
farzetseler, "Bunun bize zararı olmaz" diyebilirler. Tersinin daha
evlâ olduğunu söylemiştik: Çünkü gök, Allah'ın takdiriyle rızıkların sebebidir.
Orada, başka faydalar da vardır. Halbuki meyveler olmasa bile, hayat sürüp
gider. Bu tıpkı, meselâ, Allah Teâlâ'nın bir topluma, bıldırcın eti ile kudret
helvası indirmesi, yine bir başka guruba da gökten o (meşhur) sofrayı indirmesi
gibidir. Binâenaleyh bu demektir ki Allah burada, insanlar için her halükârda
görülebilecek durumu zikretmiştir.
3) Ayetteki
"rızk" kelimesi, kâfirlerin yalanlamaların, çirkinlik bakımından
doruk noktada olduğunu belirtmek için, Kendisinin mün'im (rezzâk) olduğuna bir
işarettir.
Çünkü bu, mün'imi
yalanlamanın, mümkün olan en ileri derecede çirkin birşey olduğuna işarettir.[34]
Allah Teâlâ önceki
ayette, "Taatımıza dönen her bir kulun kaîp gözünü açmak, (tabsiratan) ve
ona ibret vermek (zikra) için" buyurmuş ve kulu, "muntb" (taata
dönen) olarak nitelemiş, göğün yaratılışını böyle muhlis kulları için bir
tabsira (hüccet) saymış ve mutlak manada bütün kullar için bir rızık"
buyurmuştur. Çünkü rızık, herkes için söz konusudur. Fakat ancak munîb olan
kullar, o nimet vereni hatırlayıp, O'na şükrederek yer-içerler, diğerleri ise,
tıpkı hayvanların yediği gibi yer-içerler. İşte bu sebeple, Cenâb-ı Allah,
rızkın, genel olarak bütün kullar için olduğunu belirtir.[35]
Allah Teâlâ tıpkı gök
yer hususunda, herbiriyle ilgili olarak üç şeyden bahsettiği gibi, bu ayette
de, bahçelerin,
tanelerin (tahılların)
ve hurmaların bitirilmesi gibi üç şeyden bahsetmiştir. O üç şeyin, ilk iki ayet
için, uygun düştükleri anlaşılmıştı. Binâenaleyh bu ayette bahsedilen bu üç şey
de, böyle midir? Diyoruz ki: Biz, bu üç şeyin, üç cinse işaret olduğunu
anlatmıştık. Bu üç cins de,
a) Gövdesi
(ağacı) senelerce ayakta kalıp, meyve için herhangi bir işçinin işine muhtaç
olmayanlar,
b) Gövdesi
(sapı) ayakta kalamayıp, her yıl, yeniden ekilen, işçinin işine muhtaç olanlar,
c) Her yıl
Özelliği de (kısmen) kendisinde toplayanlar... Tıpkı yeryüzünün özellikleri, üç
şeye, yani başlangıçta yayılıp
döşenmeye; ikinci safhada, sıra dağlarla ve en ileri safhada da. bitkiler
bitirmeye ve süslenip
donanmaya münhasır
olduğu gibi, meyve ve ekinlerden hiç birisi, biraz önce bahsettiğimiz o üç
cinsin dışında kalmazlar.[36]
Cenâb-ı Hak daha
sonra, "Onunla bitirdik" ifadesine atfederek, "Biz o (yağmurla), ölü bir memlekete can
verdik" buyurmuştur ki bu hususla ilgili şöyle iki bahis vardır:
Birinci Bahis:
Biz, ekini bitirme ve suyu indirme ile istidlâlda bulunulduğunu söylersek, bu,
rızk ile bekâ'nın mümkün olduğunu belirtmek için yapılmış olur. Binâenaleyh,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz o (yağmurla) ... can verdik" beyanı bekâ'nın
delili olduğu gibi, öldükten sonra yeniden dirilmenin de bir delili olduğuna
bir işaret olmuş olur. Ki, bunun da böyle oluşunun delili, ayetteki, "İşte
(kabirden) çıkış da böyledir" cümlesidir.
İmdi, eğer:
"Gökten su indirme (yağmur yağdırma), bekanın ve hayatiyetin beyânı
cindir; üstelik Allah Teâlâ bundan sonra hem, "Biz o (yağmurla) ölü bir
memlekete zan verdik" hem de, "İşte (kabirden) çıkış da
böyledir" demiştir. Böylece, beka "jsusunda yapılan istidlal,
"dihltme"ye dair yapılan istidlalden önce otmuş olur. Halbuki, hayat
vermek, hayatiyeti devam ettirmekten önce gelir. Dolayısıyla, o halde senin
"istidlal" sözün daha nasıl olur? Bu sebepte, ilk önce Cenâb-ı
Hakk'ın, ölüleri ; nrtici olduğunu, daha sonra onların hayatlarını devam
ettiren olduğunu beyan etmek gerekir..." denilirse, biz deriz ki:
İhya (diriltme) delilinin zikredilmesinden sonra gökler ve yer ile,
öldükten sonra : diriltme hususunda istidlal etmek yeterli olunca, Cenâb-ı Hak,
hayatiyetin devamı delilini zikretmiş, sonra bir istidrâkte bulunarak,
"ibkâya dair olan bu delil, nîn de delilidir. Ve bu, daha önce iki kesin
delil geçtiği için, buna muhtaç aeğildir" buyurmuş, böylece de işe,
bekâ'yt beyân etmekle başlayarak, "Ve onunla bahçeler bitirdik"
demiş, daha sonra da ikinci kez "diriltme"yi yeniden zikrederek, Biz
o (yağmurla)... can verdik"buyurmuştur. Eğer biz, suyun indirilmesi ve
otun, wıın bitirilmesi ile yapılan istidlalin, haşr'ın mümkün olduğunu beyan
etmek için iı"-.adığını söylersek, o zaman, "Biz o (yağmurla)... can
verdik" ifadesinin, "onunla bitirdik.
" ifadesinden başka olması gerekir. Ama, bizimdir iki görüşü
söylememiz halinde ortaya çıkan şey,
böyle değildir. Çünkü can vermek, her ne kadar bitirmekten ise de, bununla
istidlal iki değişik başka şey için yapılınca, atıf caiz olmuştur. Nitekim sen, "Ticâret için çıktı ve ziyaret için
çıktı" diyebildiğin halde, "Ticâret için ve ticâret için gitti" denilmesi caiz
değildir. Bu ikincisi ancak, "gitme" "çıkma" başka olduğu zaman caiz olur.
Şimdi biz diyoruz ki:
Hayat verme, rızkı bitirmeden başkadır. Çünkü, gökten •ağmuru yağdırma
sebebiyle, yeryüzü yeşillenir ve yerden çeşitti çiçekler çıkar. Ama bunlar ne
gıdadır, ne azıktırlar. Bunlar ancak, yeryüzünün bir zîneti olup, bu durum Ekini de, ağacı da içine alan genel bir
durumdur. Çünkü, bu durum her yerde mevcut halde, ziraat ve meyve (ağaç) her
yerde bulunmaz. İşte bu diriltme de böyledir.
Buna göre şayet,
"o halde bunun daha önce zikredilmesi gerekirdi. Çünkü, rünün yeşermesi,
ekinlerin ve meyvelerin olgunlaşıp hasat edilmesinden önce olur. Bir de bu
durum heryerde bulunabilir. Ama, ekin ve meyveler böyle değildir"
denilirse, biz deriz ki: Ekinleri ve meyveleri bitirmek, daha mükemmel ve daha
güzel nimet olduğu için, Allah, önce bunlardan bahsetmiştir.[37]
İkinci Bahis:
Bu bahis, ayetteki ifâdesi ile ilgilidir. Biz diyoruz ki: Kendisiyle müennes
bir kelime vasfedildiğinde, kelimesinin
sonuna, tâ'yı getirmek de getirmemek de caizdir. Çünkü bu kelime, v (meyyit)
kelimesinin şeddesiz halidir. "Meyyit" ise, "faîl" vezninde
bir kelime olup, "fail" manasındadır. Binâenaleyh, burada, yani faîl
kalıbının fail manasına alınması durumunda, tâ'yı zikretmek caizdir. Çünkü,
mef'ûl anlamında olan faîi'de, iki tarafta eşittir. Ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın
"Muhakkak ki Allah, muhsinlere yakındır" (Araf, 56) ayetinde böyledir.
Buna göre şaayet,
"Niçin mef'ûl anlamında olan faîi'de, müzekker ile müennes
müsavidir?" denilirse, biz deriz ki: Fail ile mef'ûlün arasını açmaya
duyulan ihtiyaç, hem manaya hem de lafza nazaran, müzekker mef'ûl ile müennes
mef'ûl arasını açmaya duyulan ihtiyaçtan daha fazladır. Bunun mana bakımından
böyle olduğu açıktır, ama lafız bakımından olanının isbâtına gelince, fail ile
mef'ûl arasındaki farklılık, vezindedir. Harf ise, mef'ûl ile mef'ûlün leh
arasındaki muhalefetten daha ileridir.
Bunun böyle olduğu iyi
bilindiğine göre, şimdi biz diyoruz ki: Fail kalıbında, fâi! vezni harf ile
seçilemez.. Çünkü, fail kalıbı, tıpkı
"yardım eden, gören" kelimelerinde olduğu gibi fail anlamına; "kırılmış" "esir
edilmiş'" kelimelerinde de olduğu gibi mef'ûl anlamına gelir.
Binâenaleyh, farklılık sırasında en güçlü durum ve karine hariç, bu iş harf ile
seçilemez. Dolayısıyla da, ufacık bir farklılıkla bunlar birbirinden ayırt
edilemez.
Bu husustaki sözün özü
şudur: Fail, lafzî bir mana İçin; mef'ûl de, hakikî bir mana için vaz
edilmişlerdir. Buna göre adeta birisi, "Mef'ûl lafzını, falan mana için;
faîl lafzını, mef'ûl lafzı yerinde kullanınız.." demiş de, böylece faîl,
adeta mef'ûl için vaz edilmiş, mef'ûl de, mana için vaz edilmiş olur. Lafzın
değişmesi, mananın değişmesine tabi olunca, bir mana mukabili olduğu için,
mef'ûl değişmiş; fakat, lafız karşılığında vaz edildiği için, evvelemirde faîl
kalıbı değişmemiştir..
Buna göre şayet,
"Buradaki ifâde ile, "Ölü arz da onlar için bir ayettir" (Yasin,
33) ayeti arasında ne fark vardır ki, Allah Yasin Sûresi'nde müenneslik tâ'sını
getirmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hak Yasin Sûresi'nde,
yeryüzünün bu hal ile tavsif etmeyi istemiş te, "ölü arz"
buyurmuştur. Çü.ıkû, Bu meyte kelimede, fail oluş manası gayet açıktır. Belde
de asi olan ise hayattır, hayatiyyettir. Çünkü yer, canlı olup hayatiyet
kazandığı zaman meskûn olur. İnsanlar orada oturmaya ve orayı memur etmeye
başlarlar. Böylece de orası belde haline gelir. İşte bu sebeple tâ
düşürülmüştür. Çünkü faaliyet manası burada vardır. Fail manasına olan faîi'de
ise, tâ bulunmaz. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hak'ın, "Güzel bir
belde..."(Sebe, 15) ifadesidir. Çünkü burada failiyyet manası açık olducjü
için tâ harfi getirilmiştir; zahir olmayan yerde ise tâ getirilmemiştir ki,
işte bu, kıymetti bir incelemedir.
Ayetteki, "İşte
(kabirden) çıkış da böyledir" ifadesine gelince bu, "Çıkış da,
diriltme gibidir.." anlamındadır. Buna göre şayet, "İhyâ-diriİtmeye
çıkış değil, çıkarma (ihraç) benzetilir!?" denilirse, biz deriz ki: Bu
kelamın takdiri, "Biz o suyla ölü bir beldeyi dirilttik de, böylece o
belde yarıldı, oradan bitkiler çıktı.. İşte aynen bunun gibi, yer yarılır da,
oradan ölüler çıkıverir.." şeklindedir. Bunun böyle olduğunu, ayetteki
"Bu akıldan uzak bir dönüştür.."(Kaf, 3) cümlesinde geçen Kelimesinin "dönmek, dönüş"
manasına olduğunu söylememiz de destekler. Çünkü Allah Teâlâ, o müşriklere,
imkânsız gördükleri bu hususu beyân etmiştir. Binâenaleyh, şimdi onlar müteaddî
anlamda olan rec'i, (döndürmeyi) uzak ve imkânsız görmüşlerse, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Çıkartmak da bunun gibidir..." demesi gerekirdi. Ama, Cenâb-ı Hak,
"çıkış da böyledir" dediğine göre onların, (lâzım anlamında) rücûu
(dönüş)ü İnkâr ettikleri anlaşılmış olur. İşte bu sebeple de, Cenâb-ı Hak böyle
buyurmuştur. Biz diyoruz ki, burada, bu ikinci görüşe söyleşi bir ince manada
bulunmaktadır. Çünkü onlar müteaddî anlamda olan rec'i, idöndürmeyi) inkâr
ettiklerine göre, bu, ihraç (çıkartmak) anlamında olur. Halbuki, Allah Teâlâ
ise, özellikle hurûç'u (çıkmayı) murad etmiştir. Binâenaleyh bu iki ifâde de,
izahtan müstağnî olmasına rağmen, Kur'ân'ın belağati hususunda çok mükemmel bir
dikkat çekmek vardır. Ki bu, şöyledir: "Rec” ve ihraç" rücûun ve hurucun (dönüşün ve çıkışın) bir
sebebi gibidirler. Sebep bulunmadığında ise, müsebbeb (sonuç) kesinlikle
bulunmaz. Ama, sebep bulunur da, bazan bir engelden dolayı netice, meydana
gelmez.. Nitekim sen, mecazî de olsa, "Onu kırdım, ama kırılmadı.."
dersin. Netice bulunduğunda ise, sebep de haliyle mutlaka bulunur. Ama, netice
olmadığında, az önce de bahsettiğimiz gibi, sebep de olmaz.
Bu iyice
kavranıldığına göre, bu demektir ki onlar, sebebin varlığını inkâr etmişler ve
onu nefyedip kabul edmemişlerdir. Dolayısıyla da, sebep kesinkes bulunmayınca,
neticede bulunmamıştır. Bundan dolayı onlar, her iki durumu birden inkâr etmiş
ve su hususta aşırı gitmişlerdir. Çünkü, sebebi kabul etmemek, neticeyi kabul
etmemek demektir. İşte bu sebeple, onlar nasıl ki, çıkartmayı kabul etmemek
suretiyle bu iki hususu toptan reddetmişlerse, Allah Teâlâ da, bu iki hususu,
"hurûç-çıkış" ile isbat etmiştir.[38]
"Onlardan evvel
Nûh kavmi, Ress yaranı, Semûd (kavmi) de yalanladılar. Ad Firavun ile Lût'un
ihvanı, Eyke yaram ve Tübba' kavmi de... Herbiri peygamberlerini yalanladılar
da, benim tehdidim (onlara) hak oldu..."
(Kaf, 13-14)
Cenâb-ı Hak, onların
hâlini ve günahlarını bunlar için bir hatırlatma olsun diye, peygamberlerini
yalanlayanlardan bahsetmiş ve bunları, onları helak ediş ve köklerini kazıma
azabı ile inzâr etmiştir ki, bunun tefsiri açık olup, burada Hz. Peygamber
(s.a.s)'i tesellî söz konusudur ve peygamberin durumunu, tıpkı kendinden önce
gelen peygamberlerin durumu gibi olduğuna dikkat çekme vardır ki, kavimleri, o
peygamberleri yalanlamış, o peygamberler buna sabretmiş, derken Allah da o
yalanlayanları imha ederek
peygamberlerini takviye etmiştir.[39]
Ayetteki, "Ress
yaram" ifâdesi hakkında, müfessirlerin çeşitli izahları vardır. Kimileri,
bunların, Şuayb (a.s)'ın kavmi olduğunu söylerken, kimileri de, bunların,
şehrin en uç noktasından o mü'min zatın kendilerine geldiği kimseler, yani Hz.
İsa (a.s)'nın kavmi olduğunu söylemişlerdir. Kimileri de, bunların, Ashâb-ı
Uhdûd olduğunu söylemişlerdir. er-Ressu, bunların, kendisine nisbet edildikleri
yerin adı olabileceği gibi, bir fiil de olabilir. Ki bu da, bu kelimenin,
"kuyu eşmek" anlamına gelmesidir. Nitekim, bir kimse bir kuyu
eştiğinde "Resse fiilânun" deyimi kullanılır ki, bu husus Furkan
Sûresi'nde geçmişti.[40]
Cenâb-ı Hak burada,
Lût (a.s) kavmi hakkında buyurmuştur. Çünkü Lût (a.s), İbrahim (a.s)'ın
kavminden kendisinin de tanıdığı bir cemaata peygamber olarak gönderilmişken,
Nûh (a.s) büyük bir kitleye gönderilmiş idi. Cenâb-ı Hak, dememiş, ama demiştir. Ve yine, buna mukabil, demiştir.
Çünkü Firavun, mağrur, kavmini hafife alan ve kavminin işleri hususunda kendi
bildiğine giden despot birisidir. Tubba' ise, kavmine itimât eden bir kimsedir.
Böylece, nazar-ı dikkate alınan, Firavun olduğu için, Cenâb-ı Hak dememiştir.
Ayetteki "Herbiri peygamberlerini yalanladılar
da, benim tehdidim (onlara) hak oldu..." ifâdesi hakkında muhtemel şu iki
izah yapılabilir;
a) "Onlardan
herbiri, kendi peygamberlerini yalanladı.. Dolayısıyla onlar, o peygamberleri
yalanlamış olurlar. Bu manaya göre, er-Rüsül kelimesinin başındaki elif-iâm,
ahd-i haricî olmuş olur.
b) En doğru
olan bu görüşe göre, onlardan herbiri, bütün peygamberleri yalanladılar.
Mananın böyle olması
halinde, kelimenin başındaki elif-lâm cins için olmuş olur. Bu da şu iki
şekilde izah edilebilir:
1) Kendi
peygamberlerini inkâr eden herkes, bütün peygamberleri yalanlamıştır.
2) En
doğrusu olan bu görüşe göre, burada bahsedilenler, hem risâlet müessesesini,
hem de haşri tamamen inkâr edenlerdir.
Ayetteki, ifâdesinin manası ise, "Allah'ın, onların aleyhine, o
peygamberlerine, yardım edeceğine ve o kavimlerini imha edeceğine dair olan
vaîdi hak oldu" anlamındadır.[41]
"Ya Biz, ilk
yaratışta âciz mi kaldık ki, (tekrar diriltmekten âciz olalım?) Hayır, onlar bu
yeni yaratıştan şüphe içindedirler.." (Kâf, 15).
Bu hususta şu iki izah
yapılabilir:
1) Bu,
enfüsî delillerle istidlal etmektir. Çünkü bu, Cenâb-ı Hakk'ında, "Onlara,
ataktaki ve enfüsteki delillerimizi göstereceğiz.. "(Fussilet, 53) buyurduğu
gibi, delillerin, enfüsî (sübjektif) ve afakî (objektif) diye kısımlara
ayrıldıklarını defalarca anlatmıştık. Cenâb-ı Hak, afakî delilleri peşpeşe
sıralayıp, bir kısmını, bir kısmına vâv ile atfederek, "Arzı da
yaydık..." buyurmuştuk. Burada ise, enfüsî delillerden bahsetmiştir. Buna
göre burada, kimileri lafzî, kimileri de manevî olmak üzere, pekçok incelikler
Dulunmaktadır.
Lafzî olanlarına
gelince, bunlar şöyledir: Allah Teâlâ, afakî delillerden Dahsederken, bir
kısmını bir kısmına vâv ile atfederek, meselâ (Kaf, 7)ve (Kâf,
9) buyurmuştur. Ama, enfüsî delillerden bahsederken, o delillerin bir
cins, bunun da ayrı bir cins delil olduğuna işaret etmek için, kendisinden
sonra bir fâ bulunan bir istifham harfi ile zikretmiş ve bunu ona tâbi
kılmamıştır. Bu durum, Yasin Sûresİ'nin sonunda da nazar-ı dikkate alınmıştır.
Çünkü Cenâb-ı Hak, 'İnsan, onu yarattığımızı görmedi mi?" (Yasin, 77)
buyurmuş, afakî delilleri buna atfetmemiştir. Şimdi biz diyoruz ki: Allah Teâlâ
en iyisini bilir ya, burada ifâdesinden
anlaşıldığı üzere, onlardan, bu hususu uzak görme eğilimi sudur etmiştir.
Dolayısıyla da, Allah Teâlâ, en büyük, yani göklerin yaratılmasıyla istidlalde
Dulunmuş, daha sonra istidlal derecesini indirerek, adetâ, "Böylesi bir
istidlale de -âcetyok.. Tam aksine, onların kendilerinde de, bunun
olabileceğinin delili vardır.." demek istemiştir. Halbuki Yasin
Sûresi'nde, onların "akıldan uzak görmeleri"nden Dahsetmemiş,
dolayısıyla da istidlale en aşağıdan başlayarak en üste doğru çıkmıştır.
Manevi olana gelince,
bu şöyledir: Ayette geçen ''ilk yaratış" ifadesiyle, göklerin «aratılması
kastedilmiştir. Çünkü ilk yaratılan göklerdir. Buna göre Hak Teâlâ sanki, önce,
"Üstlerindeki göğe bakmadılar mı?.." buyurmuş daha sonra da, "Ya
Biz, bu yaratmada âciz mi kaldık" buyurmuştur. Bunun böyle oluşunun
delili, HakTeâlâ'nın, "Hâlâ şu hakikati bilmediler mi ki, gökleri ve yeri
yaratmış, onları yaratmaktan yorulmamış Allah... "(Ahkâf, 33) ayetidir. Bu
izahı, Hak Teâlâ'nın bu tefsir ettiğimiz ayetten sonra getirdiği, "Andokun
insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu da
biliriz'1 (Kâf, 16) ayeti de te'yid
eder. O halde bu, insanın yaratılması ile bir istidlal etme gibi olup, atıf
vâvı ile, önce geçen yaratma işine atfedil m iştir, yani göklerin binasına,
yerin yayılıp döşenmesine, suyun indirilip, onunla bağlar-bahçeier bitirme
işine atfedil m iştir.
Tefsirini yaptığımız
ayetteki, "birinci yaratışın" marife, "yani yaratışın" ise
nekire olarak zikredilrnesiyie itgili olarak da şu iki izah yapılabilir:
a) Bu, iki
durumun kendisine varıp dayandığı şeydir. Çünkü birincisini herkes biliyor ve
o, zatı gereği bilinmektedir. İkinci yaratma ise, zatı gereği bilinmediği gibi,
hiç kimse de onu bilmiyor. Bir de bu, onlar bu yeni yaratılışı bilmedikleri
halde, onlardan nakledilmiş bir sözdür.
b) Bu,
onların bu ikinci yaratma işini, her bakımdan inkâr edişlerinin beyanıdır. Buna
göre onlar sanki tamamiyle inkâr sadedinde, "Bizim için hiç bir yaratılış
olabilir mi ki?" demek istemişlerdir.
Ayetteki, ifadesinin takdiri
manası, "Biz âciz kalmadık, aksine onlar, bu yeni yaratılış hususunda bir
şüphe içindedirler" şeklinde olup, bu da, "Fail (yaratıcı) cihetinden
buna bir manî yoktur. Dolayısıyla bu, mef'ûl cihetinden olmuş otur. Bu mef'ûl
da, "yeni yaratma" işidir" demektir. Çünkü onlar, bunun imkânsız
olduğunu söylüyorlardı. Halbuki imkânsız olan şeyin, bir fail ile meydana
gelmesinin imkânsızlığı, o hususta failin acziyeti manasına gelmez.
"Yakın" hakkında, "O, zahirdir, açıktır" gibi ifadeler kullanıldığı
gibi, hakkında şüphe olan şeye de, "mültebes" (iltibas edilen,
karıştırılan, tam anlaşılamayan) ifadesi kullanılır. Ayetteki "lebs"
kelimesi, "emr (İş)"e isnad edilebilir ki bu tıpkı, "Bu, açık
bir iştir - şeydir" dediğimiz gibi, "Bu mültebes bir şeydir" de
dememizde olduğu gibidir. Burada emr (iş), onlara İsnad edilmiştir. Çünkü Hak
Teâlâ, "Onlar ... şüphe içindedirler" buyurmuştur. Bu böyledir, zira
o emr (iş), bir perde arkasında gibidir. Ona bakan, onu görür. Dolayısıyla o
iş, gören tarafından biraz kapalı kalır. İşte bu sebeple Cenab-t Hak, burada,
"Hayır, onlar... şüphe içindedirler" buyurmuştur. deki harf-i cerri,
ibtiday-ı gaye (mesafenin başlangıcı) manasına gelip, sanki, "Bu şüphe,
yeni yaratıştan ötürü olmuştur" demektir.[42]
"Andolsun, insanı
Biz yarattık. Nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu da biliriz. Biz ona
şah damarından daha yakınız" (Kâf, 16).
Ayetteki,
"Andolsun, insant Biz yarattık" ifadesiyle ilgili olarak şu iki izah
yapılabilir:
a) Bu,
insanın yaratılışıyla istidlalde bulunmanın başlangıcıdır. Bu mana, "Biz,
ilk yaratışta âciz mi kaldık" ifadesiyle, göklerin yaratılışının
kastedildiğini söylememize göredir.
b) Bu,
insanın yaratılışının izahını tamamlayan bir ifadedir. Bu mana da, "ilk
yaratılış" ifadesiyle, insanın ilk yaratılışının kastedildiğini
söylememize göredir.
Şöyle de denebilir:
Bu, onların, iddialarından vazgeçmelerini gerektiren bir şeye dikkat çekme
olup, izahı şu şekildedir: Hak Teâlâ, "Andolsun insanı Biz yarattık.
Sefsİnİn ona ne vesveseler vermekte olduğunu da biliriz" buyurunca, bu,
Allah Teâlâ'ya hiçbir şeyin saklı kalmadığına ve O'nun kalblerdekini bile
bildiğine bir işaret olmuş olur.
Ayetteki, "Biz ona şah damarından daha
yakınız" badesi de, Allah'ın ilminin mükemmel oluşunu anlatan bir
ifadedir. "Verîd", içinden kanın geçtiği ve bedenin herbir parçasına
ulaştığı damar demektir. Allah Teâlâ, işte nsana, ilmi ile, bundan daha
yakındır. Çünkü o damarı etin örtmesi mümkündür. Ama Allah'ın ilmini hiçbir şey
kapayıp perdeleyemez. Şöyle de denilebilir: Biz, bu husustaki kudretimiz yegâne
oluşu ile, insana şah damarından daha yakınız. Onun hakkındaki işlerimiz,
hükümlerimiz, tıpkı kanının damarlarında akışı gibi, akar ve geçerlidir.[43]
"Hatırla ki
insanın hem sağında, hem solunda oturan, onun amellerini tesbit etmekte olan
iki de melek vardır. O bir söz söylediği zaman, mutlaka yanında hazır bir gözcü
vardır" (Kâf, 17-18).
Ayetin başındaki edatı zarftır ve âmili, daha önceki ayette
yatan manadır. Burada, mükellefin (İnsanın) başıboş bırakılmamış olduğuna bir
işaret vardır.[44] İmdi biz diyoruz ki: Allah Teâlâ, iki melekten insanın
fiil ve sözlerini aldığı vakit, kula, kulun
olan damarlarından daha yakın olmuş olur. Buna göre mana, "o iki
meleğe, kulun yaptıklarından herhangi birşey saklı kaldığında, kulun halini
muhafaza ve kaydetmemiz daha mükemmel ve tam olur" şeklinde olur.
Şöyle de denebilir:
"Telakki istikbal (karşılama) manasına gelir. Nitekim, Arapça'da,
"Falanca, falan süvarileri telakki etti (karşıladı)" denir. Bu izaha göre, ayetin manası şöyle
olur: "Onu o iki melek telakki ettiğinde (karşılayıp-aldığında), o
kimsenin sağında ve solunda oturan vardır." Buna göre, "Telakki
edenler", kulun ruhunu ölüm meleğinden teslim alan iki melek olmuş olur.
Bunlardan birisi, sâlihlerin ruhlarını kabirlerinden alır ve o ruhları, neşr
(diriliş) gününe kadar, ona sevinç ve sürür verecek yerlerde dolaştırır. Diğeri
de kötü kimselerin ruhlarını kabirlerinden alır ve haşr (diriliş) gününe kadar,
onları, üzüntü ve sıkıntı veren yerlerde dolaştırır. İşte bu sebeble Cenâb-ı
Hak, "O İki melek karşılayıp, insanın bu iki sınıftan hangisinden olduğunu
sordukları vakit, ölen o insanın yanında, yani sağında ve solunda oturanlar
vardır" buyurmuştur. Bu, "iki melek gelir. Ölen o insanın yanında da,
onun amellerini yazan iki diğer melek vardır. Gelenler, o ikisine, bunun hangi
cinsten olduğunu sorarlar. Eğer o, sâlihlerdense, sürür meleği onun ruhunu alır
ve sevinçli olarak diğer meleğe döner. O melek ise, kendi aldığından ötürü
mesrur olmamıştır. Eğer bu adam fâsît-kötü kimselerdense, onun ruhunu da azab
meleği alır ve diğerine mahzun olarak döner. O melek ise, kendi aldığından
mahzun olmamıştır. Anlattığımız bu hususu, 21. ayetteki "saik" ve
"şehîd" ifadeleri de destekler. Buna göre şehîd (müşâhid olan), orada
oturan melekler, saik (sevkedip götüren) de, insanın ruhunu ölüm meleğinden
alıp, insan yeniden dirilinceye kadar, ruhunun olması gereken yere götüren
melekler demektir: Bu mana, bu husustaki iki izahın en meşhuru ve en kolay
anlaşılanıdır. Bir kimsenin,
"Falancanın sağında oturdum" ifadesinde, o kişiye bir saygı ve
ondan çekinme sebebiyle, ondan biraz uzak durmaması vardır.
'Biz ona sah
damarından daha yakınız" yani bedeninin organlarına ve cüzlerine yayılan
damarlarından daha yakınız. Halbuki melek ondan ayrıdır (mesafelidir).
Dolayısıyla bizim onu bilmemiz, yazan (kâtibin) bilgisinden daha
mükemmeldir" demektir, takîb "bekçi" olarak yerleştirilen melek
muazzam, otoriter biridir ve yazandan ona daha yakındır. Kaid ile Celis
demektir. Nitekim manasına kullanılır.[45]
"(Birgün bakarsın ki), ölüm baygınlığı, gerçek olarak gelmiş
"işte bu, senin kaçıp durduğun şey" (denilmiştir)"(Kaf, 10)
Yani, "ölümün,
aklı baştan atan, anlayışları yok eden şiddeti gelince..." demek.
Ayetteki "Gerçek olarak" ifadesi
ile ilgili şu muhtemel izahlar yapılabilir:
a) Bununla
ölüm kastedilmiştir. Çünkü ölümde haktır (gerçektir). Buna göre sanki,
"Ölümün şiddeti, ölümün kendisindedir" demek olur. Bu manaya göre
buradaki "bâ" harf-i cerri müteaddîlik için olur (yani, "ölüm
baygınlığı, hak olan ölümü getirdi" (demektir). Nitekim Arapça’da,
"Falanca, şunu getirdi" denilir.
b) Bu,
"hak" ile, din namına getirilen her şey kastedilmiştir. Çünkü bunlar
da "aktır ve ölümün şiddet ve dehşeti artınca, bunların hak olduğu ortaya çıkar.
Çünkü "Herkes o durumda, imanın ne olduğunu anlar ama, iman ölüm gelmezden
önce kendi sâdır olan ve böylece gayba iman edenler hariç, hiç kimseden artık o
iman kabul ecilemez. Hakkı getirmek demek, onu ortaya koymak demektir. Nitekim
"Hz. Peygamber dini getirdi" denilir, bu, "Dini ortaya
koydu" demektir. Ölümün şiddeti ; -i ortaya koyunca, "ölüm o hakkı
getirdi" denilmiştir. Bu durumda bâ harf-i cerri "mülâbese"
(iç-içe olma) manasının kastedilmiş olması da muhtemeldir. Nitekim Arapça'da,
"Sana geniş bir arzu ve huzurlu bir kalble (iç-içe olarak) geldim"
denilir. Aretteki "işte bu" ifadesi, ölüme işaret olabileceği gibi,
"hak"ka da işaret olabilir. cümlesinin izahına gelince:
Arapça'da,
"Yoldan meyletti (saptı)" manasında denilir. Bu kısmın, Hz. Peygamber (s.a.s)'e bir hitâb olduğu
söylenmiştir, ama bu hoş bir mana değildir. Bunun, kâfirlere bir hitab olduğu
da söylenmiştir ve bu, doğruya daha yakın olandır. Banlardan daha kuvvetlisi
ise, bu hitabın, bunu duyan herkes için genel bir hitab maşıdır. Buna göre Hak
Teâlâ sanki, "Ey dinleyen ve duyan, bu, senin kaçıp r-'duğun şeydir"
demiştir.[46]
"Sûra da
üflenmiştir. işte bu, o va'îdin (tehdidin) gerçekleştiği gündür" (Kâf,
20).
Bu ayet, önceki ayete
ma'tûf olup, bununla ya sûra ilk üfleniş kastedilmiştir ve durumda bu, ölüm
baygınlığı geldiğinde olacak şeylerin bir açıklaması olur; yahut da bununla
sûra ikinci üfleniş kastedilmiştir ki, bunun kastedilmiş olması daha açıktır.
Çünkü ayetteki, "İşte bu, o vaîdin gerçekleştiği gündür" ifadesi, bunun,
ikinci nefha ) olmasına daha uygun düşer ve "Ölüm baygınlığı gerçek olarak
gelmiştir" öldürmeye canını almaya;
"Sûr'a üflenmiştir..."cümlesi de, öldükten sonra on vermeye
(dirilişe) bir işarettir.
Ayetteki, "işte
bu" ifadesiyle ilgili olarak Zemahşerî, "Bu, "sûra
üflenmiştir" ifadesinden anlaşılan nefha (üfleyiş) masdarına bir işarettir
ve mana, "İşte o üfleyiş vakti, va'îd (tehdidin) gerçekleştiği
gündür" şeklindedir" demiştir ki bu görüş tutarsızdır. Çünkü
"yevm" kelimesi eğer mansûb olsaydı, Zemahşerî'nın dediği doğru
olurdu. Fakat bu kelimenin merfû oluşu, "işte bu" diye işaret edilen
şeyin, o günün bizzat kendisi olduğunu gösterir. Masdarlar ise, zamanın bizzat
kendisi olamazlar, ancak zaman içinde yer alırlar. Binâenaleyh evlâ oian, buradaki 'nin, "üflenmiştir" fiilinden
anlaşılan, üflenme zamanına işaret olmasıdır.
Çünkü fiil, masdara
(işe) delâlet ettiği gibi, zamana da (işin zamanına da) delâlet eder. Buna göre
Hak Teâlâ sanki, "İşte o zaman, va'îd günüdür" demiştir.
"Va'îd", haşr, mücazaat ve mükâfaat gibi, vaadedilen ve tehdid edilen
şey demektir.[47]
"(O gün) herkes,
beraberinde bir sevkedici ve bir şâhid (iki melek) bulunduğu halde (mahşere)
gelmiştir"
(Kâf, 21).
Daha önce
"sâik"in, insanı mahşer meydanına, oradan da hakettiği yere sevkedip
götüren melek; "şehld"in de, amelleri yazan melek olduğunu
anlatmıştık. O halde "sâlk", iyi olsun, kötü olsun her insan için söz
konusudur. İyi kimse cennete, kötü kimse de, bunlarla, cehenneme sevkedilir.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kâfirler, bölükler halinde cehenneme
sevkedilirler" (Zümer, 76) ve "Rablerinden ittikâ edenler de, bölük
bölük cennete sevkedilirler" (Zümer, 73) buyurmuştur.[48]
"Andolsun ki sen
bundan habersizdin, işte senden perdeni kaldırıp açtık. Artık bugün gözün
keskindir. Onun yoldaşı olan (melek) dedi ki: "İşte yanımda (yazılı) olan
şey karşındadır." Alabildiğine inâd eden, hayra bütün
hızıyla engel olan,
zâlim ve şüpheci her nankörü (kâfiri) atın cehenneme"
Ayetteki,
"Andolsun ki sen bundan habersizdin" ifadesi ya, "Ona böyle
denilir" veya "Ona böyle denildi" takdirindedir. Nitekim Hak
Teâlâ, "Onlara cehennemin bekçileri dediler ki..." (2ümer, 7) ve
"Onlara, "Girin cehennemin kapılarından" zenildi" (Nahl, 29) buyurmuştur.
Bu ayetteki
"sen" hitabı umûmîdir. Hitabın kâfir için oluşuna gelince, onun
Habtaki hükme dahil oluşu malumdur. Mü'minin hitaba dahil oluşuna gelince,
çünkü 9u durum onun ilmini artırır ve onun için, daha önce ona gizli olan şeyi
ortaya çıkarır, s -cıği şeyi, mu'teber, yakînî bir görüşle bizzat görmüş olur
ve böylece bu haller ve dehşetengiz durumlara nisbetle, sanki daha önce bundan
gafil (habersiz)miş gibi olur. Bu ayette, (Kaf,
19) ayetinde zikretmiş olduğumuz iki İzah söz konusudur:
Gaflet,
karışıklık şüphe gibi, bir tür perdedir.
Hatta daha ötesidir. Çünkü şüpheye düşen kimseye mesele karışık gelir. Gafil
kimseye gelince, onun kalbi tamamen söz onusu meseleden perdelenmiş olur ki,
işte bu bir kılıftır, kalbin örtülmesi gibi arşeydir. Ayetteki, "işte
senden perdeni kaldırıp açtık" ifadesi, "Senin gafletini
(habersizliğini) giderdik de, böylece bugün gözün keskin oldu. Daha önce o
göz sürçüyordu. Ama arkadaşın olan
meleğin gözü keskindi ve o dünyada sana bir dost demektir.[49]
"Onun yoldaşı
olan (melek) dedi ki: "îşte yanımda imah olan şey karşındadır" kısmı
ile buna işaret edilmektedir. Ayetteki, "Karin yoldaş-arkadaş"
hakkında iki izah yapılabilir:
1) Bu, ona
küfrü ve isyanı süslü gösteren şeytandır ki Cenâb-ı Hak bunun hakkında onlara birtakım arkadaşları (kurenâ) sebeb
yaptık..." (Fussitet, 25), "Kim o zikrinden göz yumarsa, biz ona
şeytanı musallat ederiz. Artık iv. onun (ayrılmaz) arkadaşıdır" (Zuhruf. 36) ve "Sen ne kötü
arkadaşmışsın (der)"(Zuhruf,38)
buyurmuştur. Bu ifadeler ile, fısk-u fücur işleyen insana işaret acnmaktadır.
Ayetteki kelimesi, "cehennem için hazırlanmış" manasındadır.
Ayetin genel manası ise şudur: Şeytan, "Bu isyankâr, öyle
birisidir ki, benim yanımda cehennem
için hazırlanmıştır. Ben onu saptırıp, kışkırtarak cehenneme hazırlandım "
der.
Buradaki "kartn"
"Daha önce bahsedilmiş o hazır ve kişiyle beraber olan melek" îmadır.
Bu, onun amellerinin yazıldığı kitaba işarettir. Çünkü şeytanın o vakitte bir
söz söylemeye gücü ve mecali olmaz. Bir de ayetteki, "atîd" bu
kitabın defterlerinin) sıfatıdır. Bir diğer görüşe göre buradaki , ism-i mevsuldur. göre, "atîd"
kelimesi hakkında şu üç ihtimal sözkonusu olabilir:
a) Bunun,
ikinci haber olması. Birinci haber ifadesidir. Buna göre ayetin manası "İşte bu şey, yanımdadır ve
hazırlanmıştır" şeklinde olur.
b) Sadece
atîd kelimesi haberdir. ifadesi ise, "atîd"i başkasından ayıran
(iyice belirleyen) bir
sıfat olarak gelmiştir. Nitekim, meselâ şöyle dersin: "Bu, Zeyd in yanında
olandır ve bu da Amr'ın bana getirdiğidir." Buna göre, "Zeyd'in
yanında"ki ve "bana getirdiği" ifadeleri, işaret olunan şeyi
başkalarından ayırmak içindir. Sonra ise, daha sonraki ifadelerle bu şeyden
haber verilir.
Daha sonra saik
(sürücü) veya şâhid o meleğe "Atın onu cehenneme" denilir. Böylece
bu, bir kişiye verilen bir emir olur. Bu hususta iki izah şekli vardır:
Birincisine göre, Cenâb-ı Hak tıpkı,"At, haydi at" der gibi, iki defa
tekrarlamıştır. İkinci izaha göre ise, Arapların âdeti böyle söylemektir.[50]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Alabildiğine inâd eden her nankörü (kâfiri) atın" ifadesine gelince,
buradaki "keffâr"ın, küfran (nankörlük) masdarından gelmesi
muVrtomoldir. Buna göre mana, "çok nankör" şeklinde olur. Yine bunun
küfür (inkâr) masdarından gelmesi de muhtemeldir. Bu takdirde manası,
"küfrü çok şiddetli" şeklindedir. Fa'âl vezninde bulunan şedde,
manadaki çokluk ve fazlalığa delâlet eder.
İşit kelimesi ise,
fa'îl vezninde olup, fail (ism-i fail) manasındadır. Bu kelime, İyî masdarından gelir ki, "inâd"
kelimesi de bundan türemedir. Buna göre, "keffâr" kelimesi eğer
küfrân (nankörlük) masdarından gelmiş ise, bu, "Onca bolluğuna rağmen
Allah'ın nimetlerini inkâr ettiği için anûd (inada) olmuş demektir.[51]
Ayetteki "Hayra
bütün hızıyla engel olan..." ifadesi ile ilgili iki izah vardır:
1) Bu
kelimenin anlamı, "edası (verilmesi) farz olan malı, alabildiğine
engelleyen, vermeyen" şeklindedir. Eğer yukarıdaki "keffâr"
kelimesi, küfür kökünden alınırsa, bu durumda bu kimse -bunca kuvvetine ve
açıklığına rağmen Allah'ın vahdaniyyetinin
delillerini inkâr etmiş, böylece de o, son derece kâfir ve inadcı biri olmuş
olur. Şöyle ki o, apaçık olan, gerçeğin tâ kendisi, açık mı açık olan şeyi
inkâr etmiştir. Böylece de, her nimete karşılık, o kişiden nankörlük südûr
ettiği için, alabildiğine nankör birisi olmuştur. O aynı zamanda anîd (çok
inadçı)dır. Çünkü bunca bolluğuna rağmen, bu nimetleri hakedip arzulayan
kimseler için reddetmiş, vermek istememiştir.
Ayetteki,
"hayır" kelimesi, mal-mülk manasındadır. Böylece bu ayet, Cenâb-ı
Hakk'ın önce şirkten, ikinci olarak da zekât vermekten kaçınmadan bahsettiği,
"Zekâtı vermeyen müşriklere yazıklar olsun" (Fumim. 7) ayeti gibi
olur. Eğer "keffâr" kelimesini, küfran (nankörlük) kökünden alırsak,
burada son derece kuvvetli bir münasebet bulunffıuş olur. Buna göre Cenâb-ı Hak
sanki şöyle der: "O, Allah'ın nimetlerini inkâr edip nankörlük yaptı da,
bu nimetlere şükür olarak, o mallardan hiçbirşeyi (fakirlere) vermedi."
2) Bunun
manası, "insanları imandan şiddetle alıkoyan" şeklindedir. Buna nöre
ayetteki "hayır", imandır. Çünkü iman, kulların kalblerine girmesi
mahzâ hayır oî..
Binâenaleyh yukarıdaki
"keffflr"ı, "küfür" masdanndan alırsak, kuvvetli ar
münasebet olur. Buna göre sanki Cenâb-ı Hak, "O Allah'ı inkâr etti,
inkârıylada kalmayıp, başkalarının hayrına (yani imanına) da engel olmaya
çalıştı" der.[52]
Ayetteki
"zalim-haddi aşan" kelimesiyle ilgili iki izah vardır: Birincisi, bu
kelimenin, zekâtı çokça engelleyen, hiç vermeyen manasında olmak üzere, “mennâ'
" kelimesiyle ilgili olmasıdır. Buna göre mana, "O, farz olanı edâ
etmedi, hatta bunu da aştı, hatta, müşriklerin âdeti olduğu üzere, faiz ve
hırsızlık gibi şeyler vasıtasıyla haram
aldı" şeklinde olur. İkincisi ise, bu kelimenin, imanı menetme
manasında olmak üzere "mennâ"
kelimesiyle ilgili olmasıdır. Buna göre Cenâb-ı
Hak sanki şöyle der: O, imanı
engelledi. Bununla da yetinmeyip, hatta bunu da aştı iman edenleri aşağılayıp, onlara eziyet etti;
inkâr edene ise yardım edip barıındırdı.[53]
Ayetteki, "Şüpheci..." kelimesiyle
ilgili iki izah vardır:
1) Bu, şüphe
ile dopdolu manasındadır. Bu, "Keffâr, nankörlüğü çok olan; savma1 da,
zekâtını vermeyen anlamındadır" dememize göredir. Buna göre Cenâb-ı
Hak sanki şöyle der: O, zekâtı vermez.
Çünkü âhiret ve mükâfaat konusunda şüphe cnoedir. Şöyle der: Ben, karşılığını
almadığım hiçbir mal vermem."
2) Bu
kelime, şüpheler atmak suretiyle başkalarını da şüphe içinde bırakan
kimse,manasındadır. Böylece bu kelimenin masdarı, her iki manaya da gelmiş
olur. Ayette,
önce bahsettiğimizden
başka, bir diğer tertib (münasebet) daha vardır. Bu da srve denilmesidir: Bu,
Allah'a, Resülüllah'a ve Kıyamet gününe nisbetle kâfirlerin ni beyân etmektir.
Buna göre, "keffârin anîd" ifadesi, onun Allah'a karşı olan Tuna bir
işarettir ve "O, Allah'ı inkâr edip, Allah'ın ayetlerine karşı çok inadcıdır"
"Mennâ'in lil-hayrı mu'tedîn" ifadesi ise, onun Allah'ın Resulüne
karşı war haline bir işarettir ve "O, insanları, peygambere tabî olmaktan
ve peygamberin orada olanlara infâk etmekten engeller. Eziyet edip, çokça
ileri-geri konuşmak haddi aşar" demektir. "Mürîb" kelimesi ise,
onun âhiret konusundaki durumuna işaret eder. Çünkü o, bu hususta şek ve şüphe
içindedir. Cvanetin kopacağına hiç ihtimal vermez.
İmdi eğer "Bu
ayet, cehenneme atılmanın, özellikle bütün bu sıfatlan kendisinde kimselere has
olmasını gerektirir. Halbuki küfür, cehenneme atılmayı ve bunun emredilmesi
için yeterlidir" denilirse, biz deriz ki: Ayetteki, “Alabildiğine inad eden her kâfir"
ifadesinden maksad, "Zâhid olan âlime ver" ifadesinde olduğu gibi, mümeyyiz (ayırıcı) bir sıfatlama
değildir. Bilakis bundan murad, Vasfedilenin , ya övgü, ya kınama-zernm yoluyla
olmak üzere, bu sıfatla nitelendiğini fesken bir tavsiftir. Nitekim, "Bu,
o cömert Hâtem'dir" denilir. O halde ayetteki, keffârin 'anîd..."
ifadesi, o nankör kâfirin, hem inadet, hem de çok engelleyici gösterir. O halde
her keffâr kâfirdir. Çünkü Allah'ın birliğinin delilleri apaçıktır. O'nun
kullarına olan nimetleri pek boldur. Yine her keffâr, çok inadcı ve hayrı
(iyilikleri) engelleyicidir. Çünkü kendi inancını medhederken, hak dini kınar.
Hatta o, hak dinden engelleyicidir. Her keffâr aynı zamanda şüphecidir. Zira o,
haşr (Kıyamet) hususunda şek ve şüphe içindedir. Şu halde her keffâr, işte
bütün bu sıfatlarla mevsuftur.[54]
"Ki o (kâfir),
Allah ile beraber başka bir tanrı daha edinendir. Haydi ikiniz birden onu en
çetin azabın içine atn. Arkadaşı (olan şeytan), "Ey Rabbimiz, onu ben
azdırmadım. Fakat o, (zaten haktan) uzak bir delâlet içindeydi" dedi"
(Kâf, 26-27).
Bu ayet hakkında üç
izah vardır:
1) Bu ifade,
"külle keftâr"dan bedeldir.
2) Bu, onun
üzerine bir atıftır.
3) Bu "Atın cehenneme" ifadesine bir
atıftır. Buna göre sanki Cenâb-ı Hak şöyle demiştir: "Her keffâr ve anîd
olanı, yani, Allah ile beraber başka tanrılar edineni, evet onu cehenneme
attıktan sonra, bundan daha şiddetli bir azabın içine atınız.
Sonra Cenâb-ı Hak, o
kâfirlerin karîni (yoldaşı) olanların, "Ey Rabbimiz, onu ben
azdırmadım" dediğini nakletmiştir ki bu, mukadder bir sorunun cevabıdır:
Sanki kâfir cehenneme atıldığında, "Ey Rabbim, beni şeytanım
saptırdı" der. Bunun üzerine şeytan da der ki: "Ey Rabbimiz, onu ben
saptırmadım". Nitekim hemen bu ifadeden sonra gelen, "Benim huzurumda
çekişmeyin"ifadesi bunu gösterir. Çünkü çekişme, iki taraftan da söz
söylenmesini gerektirir. Nitekim bu esnada da bu olmuştur. Cenâb-ı Hak bu
sûrede ve Sâd Suresi'nde, "Derler ki: "Hayır, asıl siz rahat
görmeyin... Yine onlar derler ki: uEy Rabbimiz bunu bizim önümüze kim
getirirse, onun cehennemdeki azabını katmerli olarak artır... İşte cehennemliklerin
bu davalaşması muhakkak ve fcatf bir gerçektir" (Sad, 60-64) buyurmuştur.
Ayetteki bu ifadeyle
ilgili birkaç mesele var:[55]
Zemahşerî "önceki
ayetteki "karin" ile kastolunan, şeytandır, yoksa, insanın yanında
hazır olan melekler
değildir" der ve buna,
bu ayeti delil getirir. Diğer müfessirter
"Bu "karîn"den murad, melek olup, şeytan değildir"
derler. Bu ayet, bu ikinci fiKri savunanlara daha uygun bir delildir. Bunun
izahı şöyledir: Eğer önceki ayette castolunan "şeytan" olsaydı, bu
durumda, ayeti, "Bu şahıs benim yanımda hazırdır ve ateş için
hazırlanmıştır. Ben onu kışkırtmalarımla buna tazırladım" manasında
olurdu. Çünkü Zemahşerî, o ayetin tefsirinde bunu ifade etmişti.
Buna göre, "Ey
Rabbimiz onu ben azdırmadım" ayeti, Zemahşerî'nin "Onu buna ben
hazırladım" şeklindeki izahına ters düşerdi. Bu durumda Zemahşerî'nin
•öyle deme hakkı vardır: Buna iki şekilde cevap verilir:
a) Şeytan
"Ona bu şeyleri süslü gösterdim, ama onu buna bizzat zorlamadım"
anasında olmak üzere, "Onu bu azaba ben hazırladım" der. Bu durumda,
her iki süzün de şeytandan sâdır olması sahih olur.
b) Bunun,
iki ayrı duruma işaret olması: Birinci durumda şeytan sanki, "Ben bunu
İûemoğu Harından alacağım intikamı göstermek ve de, "izzetine yemin olsun
ki, o (insanların) hepsini azdıracağım"(Sâd. 82) yeminimi yerine getirmek
üzere yaptım" sermştir. Sonra azabı görüp, kendisinin de azabta onunla
ortak ve kışkırtmasından rrû'ü kendine ayrı bir azab olduğunu görünce ki,
Cenâb-ı Hak da, "İşte bu haktır. Ben bu hakkı söyleyeyim: Andolsun,
cehennemi seninle ve onlardan sana tâbi hepsiyle dolduracağım"(Sad,84-85)
buyurmaktadır. O zaman "Ey Rabbimiz
ben azdırmadım" der ve azabın görünmesi esnasında ilk sözünden
döner.[56]
Allah Teâlâ burada,
atıf vâv'ı olmaksızın, önceki ayette
ise, vâv ile buyurmuştur. Bu böyledir,
çünkü evvelkisinde iki manaya birden işaret edilmiştir ve her insanın o
vakitte beraberinde bir sevkedici olduğu
geleceğine ve şâhid (kâtip) meleklerin bu sözü söyleyeceği ifade
edilmiştir, fencisinde ise, böyle iki mana birden söz konusu değildir. Bundan
dolayı vâv'sız filmiştir. ifadesindeki fâ, Hak Teâlâ'nın, "Arkadaşı, "Ey Rabbimiz, azdırmadım.."
der" ifadesinin vâv ile atfedilmesin! gerektirecek derecede ar -nünasebet
arzetmez.[57]
Burada bu sözü
söyleyen tektir ve "Ya Rabbi" değil de, "Ey Rabbimiz"
demiştir. Halbuki Kur'ân'ın çok yerinde, söyleyen tek olduğu zaman, "Ya
Rabbi" ifadesi kullanılmıştır. Meselâ, "Ya Rabbî, bana görün, sana
bakayım" 143), "Ya Rabbî, beni bağışla" (Nûh, 28), "Ya
Rabbî, hapishane bana daha "(Yusuf. 33), "Ya Rabbî, cennette katında
benim için bir ev yap"(Fahrim, 11) Ya Rabbî, insanların ba'solunacağı güne
kadar bana mühlet ver" (Sad, 79) e olduğu gibi. Diyoruz ki: Bütün bu şeylerde
sözleri söyleyen, tâlib (isteyen) ndaki kimselerdir. Talibin de, "Ya
Rabbî, ömrümü uzat, bana ver" demesi ve hoş olmaz. "Bize ver"
derse hoş olur. Çünkü Allah'ın rabb oluşu, talibin, sadece kendi rabbi olduğunu
söylemesine uygun düşmez. Ama burası isteme aeğil de, heybet, azamet ve arzuhal
yeridir. Dolayısıyla, "Ey Rabbimiz, onu ben dım" demiştir.
Ayetteki, "Fakat
o (zaten haktan) uzak bir delâlet içindeydi" ifadesi, "Bu, şeytanın
azdırmasıyla olmamıştı. O zaten sapıktı ve alabildiğine sapıklığa dalmıştı.
Dolayısıyla azdı" demektir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:[58]
Ayetteki,
"dalâlet'in, uzak olarak nitelenişinin izahı nasıl yapılabilir: Deriz ki:
DâlI (sapmış otan), yoldan fazlaca
sapmış ve uzaklaşmış
demektir. Sapıklıkta (dalâlette) epeyce yot almış ve kalmış kimse, maksaddan,
esas yoldan çokça uzaklaşmış olur. Ama saptığını anladığında, kısaca yoldan
döner, dolayısıyla da maksaddan çok uzaklaşmış olmaz. Binâenaleyh "uzak
bir dalâlet" ifadesi, masdarın ism-i fail (ba'îd) ile tavsif edilmesidir
ki, Arapça'da "doğru söz" ve "hoşnut edici hayat" denilir.
Buna göre ayetin manası, "uzaklık sıfatına sahip (zû-bu'd) bir
dalâlet" şeklindedir. Dalaletin müddeti uzun olup, sapan kimse de bu
yanlış yolda uzun müddet gidince, bu, iyice açık ve görülür hale gelir. Çünkü
yoldan sapan ve gittikçe uzaklaşan kimse için, artık semtler ve yönler belirsiz
hale gelir. Esas maksadı göremez, ona ulaşamaz ve yoldan saptığını anlar. Çoğu
kez, bazı vadilere ve çöllere düşüp, aldantp şaşırdığının emareleri ortaya
çıkar. Ama yoldan sapışından az süre geçmiş olan böyfe değildir. Allah Teâlâ
dalâleti, pek çok ayette, bazan "mübîn" (apaçık) vasfı ile bazan da
"ba'îd" (upuzak) vasfı ile nitelemiştir.[59]
Ayetteki bu ifade,
"Ancak hâlis kulların müstesna" (Hicr, 40) ve "Kuilanm üzerinde
senin hiçbir hükümranlığın (gücün) yoktur" (Hicr, 42) ayetlerindeki duruma
işarettir, yani "Bu sapanlar senin kulların değiller" demektir.
Böylece Cenâb-ı Hak bunları, ehl-i inâd saymıştır. "Eğer onların senin
yolunda bir sebatları bulunsaydı, ben (şeytanın), onlar üzerinde bir
hükümranlığım olmazdı." Allah en iyi bilendir.[60]
Şeytan, "Onların
hepsini azdıracağım" demiş olduğu halde, daha nasıl bu sefer, "Onu
ben azdırmadım" demiştir? Deriz ki: Buna şu üç şekilde cevap verilebilir:
İki cevap, Zemahşert'nin tefsirine cevap verirken geçmişti.
Üçüncüsüne gelince,
şöyledir: Ayetteki "Hepsini azdıracağım" ifadesi, "Onları
saptırma gayretlerime devam edeceğim" manasındadır. Nitekim sapmış bir
kimseye, birisi, "Dümdüz bir yoldasın, öyleyse onu bırakma"
dediğinde, böyle diyen kimse hakkında "O, onu saptırdı" denilir.işte
bu ayetteki, "Onu ben azdırmadım" ifadesi de, "Onun azmasının
başlangıcı tarafından olmamıştır" demektir.[61]
Allah Teâlâ buyurdu
ki: ''Benim huzurumda çekişmeyin. Ben size önceden va'îdimi göndermiştim. Benim
katımda söz değiştirilmez. Ben, kullara zulmedici değilim" (Kâf, 28-29).
Bu ifadenin,
"Arkadaşı (olan şeytan), "Ey Rabbimiz, onu ben azdırmadım" (Kaf,
27) ayetinden önce, mahzûf (mukadder) bir sözün bulunduğunun delili
olduğunu içmiştik. Bu da, cehenneme
atılan kişinin, "Ey Rabbimiz, o şeytan beni azdırdı" aernesidir.
Ayetteki, "Benim huzurumda çekişmeyin" ifadesi, "Bu çekişmenin,
Allah'ın huzuruna gelmezden önce, dünyada iken yapılması" gerektiğini
ifade eder.
Ayetteki "Ben size önceden va'îdimi
göndermiştim" ifadesi orada
çekişmekten meneden ve bunun faydasız olduğunu ortaya koyan bir sözdür. Buna
göre Cenâb-ı Hak sanki, "Ben size, şeytana tâbi olmanız durumunda, cehenneme
gireceğinizi dünyada iken bildirmiştim. Ama siz yine de ona tâbi oldunuz"
demiştir.[62]
Eğer, ifadesindeki
"bâ", nasıl "ba"dır? denilirse, deriz ki: Burada birtakım
izahlar yapılmıştır:
a) Bu,
tıpkı "Yağ bitirir" (Müminûn,
20) ayetindeki bâ gibi, zaidedir. 2aide oluşu tabiatıyla bu görüştekilere
göredir. Yine "bll-va'îd"deki bâ,
Allah yeter" ifadesindeki gibi zâiddir.
b) Buradaki
"bâ", müteaddilik (geçişlilik) ifade eden "bâ"dır. Buna
göre, kaddeme" fiili, bu bâ ile birlikte, "tekaddeme" (sundu)
manasınadır. Bu tıpkı, (Hucurat. 1)
ayetindeki fiilin, "tekaddeme" manasına gelişi gibidir.
c) Kelâmda,
takdiri şöyle olan mahzûf bir ifade vardır: "Ben size, va'îd (tehdidle)
tansık olarak, katımda sözün değiştirmeyeceği gerçeğini sunmuştum." Buna
göre Miulan şey, Allah'ın katından sözün değiştirilemeyeceği gerçeği olur.
d) Bu
"bâ", musâhabet (birlikteolma) manasındadır. Nitekim, "Atı, gemi
ve eğeri ile birlikte satın aldım" denilir. "Beraber..."
manasında, "Atı, Sami ve eğeri ile" denilir. Buna göre Cenâb-ı Hak
sanki, terkedilmesi halinde meydana geecek durumu size daha önce
bildirmiştim" demek istemiştir.[63]
Ayetteki, "Benim
katımda söz değiştirilmez" ifadesiyle ilgili şu iki izah muhtemeldir:
1)
"Benim katımda*' ifadesinin mutaallakı, kavi (söz) masdandır, yani
tarafımdan söylenmiş olan söz değiştirilmez" demektir.
2) Bu ifade,
"değiştirilmez" fiiliyle ilgilidir ve "Benim katımda
değiştirilme olmaz" demektir.
Birinci manaya göre, Allah tarafından söylenmiş olan bu sözün ne olduğu
hususunda şu İzahlar yapılabilir:
a) Kendileri
hakkında "Cehenneme atın" emri, onlar mazeret beyan ettikten sonra,
"atmayın" şeklinde değiştirilmez. Binâenaleyh Cenâb-ı Allah,
"Benim katımda söz değiştirilmez" buyurmuştur. Keza Cenâb-ı Hakk'ın,
"Onlara, cehennemin kapılarından girin"(Nahl, 29) şeklindeki emrinde
de bir değişme yoktur.
b) Bu
değişmez söz, "Fakat benden yana
cehennemi bütün cinlerden, insanlardan muhakkak dolduracağım" sözü hak
olmuştur"(Secde, 13) sözüdür. Yani bu hükümde de değişme söz konusu
değildir.
c) Allah'ın
vaadlerinde değişme ve cayma söz konusu olmadığı gibi va'îdterinde de bir cayma
olmaz. Bu, Mürcie'ye karşı bir delildir. Çünkü onlar, Kur'ân'da yer alan
va'îdlerin sadece bir korkutma olduğunu, Allah'ın onlardan hiçbirini
uygulamayacağını söylemişler ve "Kerîm kimse, vaadetti mi, onu mutlaka
tastamam yerine getirir, ama va'îdde (tehdidde) bulundu mu, bundan vazgeçer ve
affeder" demişlerdir.
d) "Allah'ın,
kulları yaratırken, daha önceden "Bu şakîdir (cehennemliktir), şakilerin
işlerini yapacaktır. Şu da muttakîdir, muttakîlerin amellerini işler"
şeklinde vermiş olduğu hükümler (kaderler) değişmez." Bu sözün Allah
katında, insanın gayretiyle değişmesi söz konusu değildir. Sa'îdlik, ancak
Allah'ın muvaffak kılması iledir.
İkinci manaya göre
ise, "değiştirilmez" ifadesiyle ilgili olarak şu izahlar yapılabilir:
a) Bu, "Benim katımda yalan söylenilemez. Benim
huzurumda, birşeyler uydurulamaz, iftira edilemez. Çünkü ben âlimim,
dolayısıyla azanı da, azdıranı da, az azanı da, çok azanı da bilirim.
Dolayısıyla sizin, "Beni şeytan azdırdr şeklindeki sözünüz ile, şeytanın
"Ey Rabbimiz, onu ben azdırmadım" şeklindeki sözü de birşey ifade
etmez, demektir.
b) Bu, Hak
Teâlâ'nın, "Arkanıza dönün, bir nur arayın" (Hadid, 13) ayetinin
manasına bir işarettir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek istemiştir:
"Eğer benim, "Onu şiddetli azaba atın" demememi istiyorsanız,
siz önceden, huzuruma gelmezden önce, küfrünüzü iman ile değiştirmek suretiyle,
bunu değiştirin. Fakat artık şu anda, "Huzurumda çekişmeyin" dediğim
gibi, artık huzurumda sözler değiştirilemez, yani, sizin bu çekişmenizin, daha
önceden, dünyada iken olması gerekirdi. Çünkü ben size "Şeytan sizin için,
apaçık bir düşmandır. Onu düşman edininiz" (Fam, ej buyurmuştum."
c) Bu,
"Küfür, artık katımda iman ile değiştirilemez" demektir. Çünkü ye's
(tam Ölüm) halinde iman makbul değildir. Binâenaleyh "Ey Rabbimiz, Ey
tanrımız" şeklinde burada söylediğiniz sözler, size birşey kazandırmaz,
Kim kâfir olmuşsa, onun ahirette, "Artık inandık, biz müşrik
değildik" demesi birşey kazandırmaz.[64]
Ayetteki, "Söz
değiştirilmez" ifadesi, o andaki "hâlin" nefyine işarettir. Buna
göre Hak Teâlâ, sanki, "Artık bugün, o söz değiştirilemez" demek
demiştir Çünkü (mâ) edatı, muzarinin başına geldiğinde, şimdiki zamanın
olumsuzluğunu (halin nefyini) ifade eder. Nitekim birisi, "Yarın ne
yapacaksın?" der, Karşı öbürü, O "Birşey yapmıyorum, yani o zaman
birşey yapmayacağım" der. Ama birisi, "yarın o ne yapacak?"
dediğinde, buna da, t& Hıçbirşey yapmaz", yahut daha te'kidli olumsuz
ifadeyle "O hiçbirşey .-apmayacak" denilir.
Eğer, "Burada mâ
edatı ile lâ edatı arasında mana bakımından bir farkın olduğunu anlatan, mana
ile ilgili bir izah var mıdır?" denilirse, biz deriz ki: Evet. Çünkü lâ
edatı, r-.msuzluk için kullanılmak üzere icâd edildiği için, olumsuzluğa daha
fazla delâlet scer. Lâ'nın manasında özellikle nehiy gibi birşey yoktur. Bu
müsbet manayı ancak azif veya takdir
yoluyla ifade eder. Velhasıl bunu 'de
olduğu gibi, mecazî ifade eder.
Ama 'ya gelince, bu
sırf nefiylik içindir. Çünkü bu isim olduğu durumlarda, başka manalar için de
kullanılır. Halbuki nefy-hal, hâli nefy, istikbalde müsbete acnüşebileceŞi İçin
mutlaka menfiliği ifade etmez. Nitekim Arapça'da, "O şu anda birşey
yapmıyor, ama ilerde inşaallah yapacaktır" denilir. Dolayısıyla mâ, sadece
nefy etmeye mahsus olmadığından, bu durumda sırf aaffy olmayan bir durum için
kullanılmıştır. Lâ, "istikbalin nefyi içindir ve halin isbatı çndir"
denilemez. Dolayısıyla, istikbâl hususunda, sırf nefy için olan edatla
yetinilmemiştir. Çünkü biz diyoruz ki: Durum böyle değildir. Zira, "Zeyd
yapmayacak, şu anda yapıyor" denilemez. Fakat, "yarın yapmayacak ama
şu anda yapıyor" kelimesi caizdir. Çünkü, "yarın" sözü, zamanı
belirli hale getirmiştir. Dolayısıyla da"yapmıyor" şeklindeki sözün,
bütün istikbali nefy ifade etmez, aksine istikbaldeki zamanların bir dilimi
için nefy (olumsuzluk) ifade etmiş olur.Misallerimizde biz ve deriz ama, "Yarın ve yarından
şova yapacak" diyemeyiz. Aksine burada, istikbal zamanlarından herhangi
bir raııan dilimini, diğer bir zaman diliminden ayırdetmeksizin, hali nefyeder,
istikbali sumlu zikrederiz. Bunun tersine misali de, herhangi bir belirleme
yapmaksızın, "Zeyd tapmayacak ve yapacak" dememizdir ki, bunun caiz
olmayacağı malumdur.[65]
Ayetteki, "Ben,
kullara zulmedici değilim" ifadesi, önce geçen iki izahın ikisine birden
uygun düşer. Biz, ayetteki, "Benim
katımda..." ifadesiyle, Cenâb-ı Hakk'ın, "Haydi ikiniz birden onu en
çetin azabın içine atın..." (Kâf, 26) emrinde ve bir kimsenin,
"Cehennemin kapiîann(dan) girin" denildi" (Nahl, 29) ifadesinde
bir değişikliğin olmayacağı kastedilmesi halinde, bu açıktır. Çünkü Allah
Teâlâ, "Atınız onu cehenneme..." emrinin, ancak inatçı kâfirler için
olduğunu beyan etmiştir. Binâenaleyh Allah, kullarına zulmedici olmaz. Biz,
bununla, "Benim yanımda sözler değiştirilemez. Tam aksine vâcib ve gerekli
olan, benim huzurumda durmazdan önce değiştirmektir" manasının
kastedildiğini söylememiz halinde de, durum yine aynıdır. Çünkü Allah Teâlâ,
daha önce inzârda bulunmuştur. Ve o, peygamberler gönderdikten ve yollan
açıkladıktan sonra azâb etmiştir. Burada, lafzî ve manayla ilgili olmak üzere
birkaç bahis vardır:
Lafzî olanlara
gelince, bu ifâdesindeki bâ ile, ifâdesindeki lâm hakkındadır. Bâ'ya gelince,
biz diyoruz ki, fiilin kendisine taallukunun açık olmadığı yerlerde, mef'ûlün
bih'in başına gelir. Fiilin kendisine taallukunun çok net olduğu yerlerde ise,
mef'ûlün bih'in başına bâ getirmek caiz değildir ve fiilin taallukunun ne çok
net ne de çok gizli olduğu yerlerde ise, mef'ûlü bih'in başına bâ'yı getirmek
ya da getirmemek caizdir. Binâenaleyh, fiilin Zeyd'e (yani mef'ûlün bih'e)
taalluku açık olduğu için, (Zeyd'e vurdum) demlemeyeceği gibi, fiilin kendisine
taalluku kapalı olduğu için, "Zeyd'le çıktım"; Zeyd'le çıktım" "Zeyd'i götürdüm"
yerine, ve denilemez. Ama, her iki taraf da müsavi olduğu için, ve "Ona teşekkür ettim..." denilir.
Aynen bunun gibi, 'nın haberi mef'ûle benzeyip,
de, fiil olması bakımından çok açık ve net bir fiil olmayınca, zira mazî
fiillere, bitişen tâ ve nün gibi zamirlerin, ye gelmesi ve meselâ ve denilmesi
tıpkı ifâdelerinde olduğu gibi onun fiil
olmasını mümkün kılar..
Ancak muzaride, bir
farklılık ortaya çıkar. Çünkü biz, ve diyebiliyoruz. Ama, aynı şeyi ve ona
benzeyenler hakkında söyleyemiyoruz. işte hal böyle olunca, ve ona benzeyenler, mef'ûle taallukları çok
açık olmayan "Onu
sıvazladım..." ve, kendi başına doğrudan doğruya ve bâ ile müteaddî olan
fiillerde denildiği gibi, hem Subr hem
de "Zeyd, cahil değildir" denilebilir. Ama, denilemez. Çünkü ve çok net bir biçimde fiildirler. Ama, ve ona
benzeyen ü böyle değildirler... Bu izah "Bu bir beşer
değildir"'(Yunus, 31) şeklinde okuyanların bu okuyuşlarını teyit eder..
Ki, bu gayet açıktır.[66]
İkinci Bahis:
Şayet bir kimse, "Bâ'nın 'nin haberine bitişmesinin caiz olmaması 'nin
haberinde ise iki durumun eşit olması gibi, 'nın haberinin bâ'ctan hali
olmaması gerekir.." derse, ki bu soruyu şöyle de açabiliriz: apaçık bir fiil olunca, bizonun mef'ûlüne
bâ'nın gelmesinin caiz görmediğimiz gibi, haberine de bâ'nın gelmesini uygun
görmediğimiz için, onu tıpkı fiili
mütalaa etmişizdir bizim ifadelerimize nazaran, bir açıdan fiil olup,
muzari ve emir sığalarına nazaran da, açık bir fiil olmayınca, 'yi mutavassıt
bir fiil görmüşüz de, ifâdelerinin mef'ûllerini kullandığımız gibi, onun
haberine bâ'nın getirilmesini veya getirilmemesini caiz görmüşüzdür. ise,
hiçbir açıdan fiil olmayınca, bunun da, ancak harf-i cer'le mef'ûlün bih olan
fiil gibi kabul edilmesi, tıpkı vam fiilinin mef'ûlünün bâ iie gelmesi hali
gibi, bunun haberinin de ancak bâ harf-i cerriyle gelmesi gerekir. Bunu şu
hususda teyit eder: Biz, ve tabirlerini
ayrı mütalaa edip, herbiri için, diğerinde bulunmayan bir derece takdir
ettiğimizde, 'yi lafız bakımından sona bırakmayı caiz görmüşüz ve
ivebilmişiz... Ama, şeklini tecviz etmemişizdir. Çünkü açıkça fiildir, ise,
açıklık bakımından, 'den aşağıdır. Ama biz, 'nın, sözün tarafından birinden sonra gelmesini caiz
görmemişizdir. ise böyle değildir. Çünkü bir kimsenin demesi caiz değildir.
Ancak, 'ya raci olacak
bir zamir getirip de "Zeyd, zalim değildir" oemesi hali müstesna;
(diyebilir). Böylece, bu ikisi (ve arasında, bir bakıma tür tertip var
demektir. Ama, sözün iki tarafından
birinden sonra getirilebildiği de,
tamamiyle kelâmdan, yani ismiyle haberden sonra getirilmesi caiz değildir,
fakat bu durum, bahsettiğimiz kapalılık ve açıklıktan dolayı, için söz konusudur. " kelâmda ismiyle
haberinden sonra gelebilir. Bâ'nın getirilmesi hakkındaki de böyledir 'nın
haberinin bâ'nın getirilmemesi, 'de ise, her iki sunumun caiz olması, 'de ise,
bâ'nın, haberinin başına getirilmesinin caiz olması, Benî temîm lügatine göre itimada şayan bir
husustur. Çünkü onlar şöyle demişlerdin 'dan sonra gelen şey haber kabul
edildiğinde bu habere bâ'yı getirmek vâcib olur. Bu durumda eğer ona bâ getirilmemiş
ise, o, ya mübtedâ olmak üzere, yahut da başka bir şekil üzere mu'rab (i'râba
tâbi olan) olur da haber olmaz." Bu açıklamaya şu şekilde cevap
verebiliriz: Biz diyoruz ki: 'nın haberine bâ'nın getirilmesi umumî bir
durumdur. Özellikle Kur'ân'da böyledir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Sen, kör
olanları, sapıklıklarından hidâyete
değilsin,.." (Neml, 81); "Sen, kabirlerde tâmûan
işittiremezsin" (Fâtır, 22),
"Onlar, ateşten çıkacak değildirler..."(Bakara, 167) ve (Araf,
29) buyurmuştur.
Ama, haberine bâ'nın
gelmesinin vâcib olduğu görüşüne gelince, hayır (biz buna katılmıyoruz). Çünkü
ye mana bakımından hakikat olarak benzemiş, ama sonradan meydana gelen şeyler o
(el-avârız) açısından, meselâ ona, tâ'nın, nûn'un gelmesi bakımından- ona
muhalefet etmiştir.
Mana bakımından
benzerliğine gelince, her ikisinin de hali nefyetmesi ûeJammdandır bu...
Binâenaleyh bu benzerlik, bâ'nın gelmemesini, muhalefet ise, sâ'nın gelmesinin
vâcib oluşunu iktizâ etmektedir. Ancak, bâ'nın gelmemesini gerektiren durum
daha kuvvetlidir. Çünkü bu gerekçe, hakîkî olan tarafla ilgilidir. Berikisi
ise, arızî olanla ilgilidir. İşin özünden kaynaklanan şey ise, arızî sebeple
olan şeyden daha kuvvetlidir. Bunların mamullerinden önce ya da sonra gelmeleri
meselesinden, bâ'nın gelmesinin vâcib olduğu neticesi de çıkmaz.
Lâm ite ilgili
sözümüze gelince, biz diyoruz ki lâm, izafet manasını gerçekleştirmek çndk.
Nitekim Arapça'da, denildiği gibi "Zeyd'in uşağı..." da denilebilir.
Bu izafet-i maneviyelerde tenvînin
getirilmesiyle olur.. Ama izâfet-i lafziyyelere gelince, ki bu bizim, ifâdelerinde olduğu gibidir çünkü burada
izafet manevî değildir. Binâenaleyh, , tenvînin getirilmesiyle muzâf olmaktan
çıkınca, aslına dönmesi ve ism-i fail sîgası olan kelimesinin kendisine muzâf
olduğu, o ismi, mef'ûlün bih olarak nasb etmesi gerekir ve lâm da getirilmez.
Çünkü, bu durumda artık, ne lafız bakımından, ne de mana bakımından bir izafet
söz konusu değildir. Ne var ki ism-i fail, derece bakımından, fiilden daha
aşağıdadır. Böylece ism-i failin mef'ûl ile olan ilgisi, fiilin mef'ûl ile olan
ilgisinden daha zayıf olmuş olur da, böylece de, mef'ûle taalluku zayıf olan
fiiller cümlesinden ve türünden olmuş olur. Çünkü biz, böylesi fiillerin
mef'ûle taalluklarının hem harf-i cer'le, hem de harf-i cer'siz olabileceğini
beyan etmiştik.. İşte bundan dolayı, denilebildiği gibi, de denilebilir. Bu
Cenâb-ı Hakk'ın, (Yusuf, 43) ifâdesinde olduğu gibi, mef'ûlün öne geçmesi
durumunda söz konusu olur ki, fiilin kendisine taalluku zaytf olduğu için
gelmiştir.
Mana bakımından olanlara
gelince, bu hususta birkaç bahis vardır:[67]
Birinci Bahis: (ez-Zallâmu)
(zâlimun)'un mübalağa ifade eden sığasıdır. Dolayısıyla, bir kimsenin
"zallâm" oluşundan, zulmün aslının mevcut olduğunun söylenmesi gerekir.
Şöyle ki: Bir kimse, "O, kezzâbtır" dediğinde, bundan, onun yalanının
son derece fazla olan bir kişi olması kezzâb oluşunun nefyedi meşinden (o, kezzâb değildir, denilmesinden),
yalanın külliyen nefyedilmesi neticesi çıkmaz.. Çünkü, "Falanca, kezzâb
değildir. Çokça yalan söylemez. Ne var ki o, bazan yalan söyler.."
denilebilir. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesinden, zulmün külliyen
nefyedildiği manası anlaşılmaz. Halbuki, Allah (hiçbir surette) zalim değildir.
Binâenaleyh, bunu nasıl izah edebiliriz?
Biz diyoruz ki: Buna
şu üç bakımdan cevap verilebilir:
a)
"Temmâr" kelimesinin, tamir (hurma satan) manasına gelmesi gibi,
zallâm da, "zâlim" anlamındadır. Bu durumda, ifâdesindeki lâm, nisbeti gerçekleştirmek
için getirilmiş lâm'dır. Çünkü, bu durumda
kalıbı, (zulüm sahibi)
manasınadır. Bu, İmam Zeynuddîn'den istifâde
ile söylenmiş güzel açıklamadır. Allah onun faydalarını devamlı kılsın.
b)
Zemahşeri'nin ileri sürdüğü şu husustur: Bu, takdirî bir durumdur. Faraza
manasına, yani, "öyle olsaydım..." anlamındadır. Buna göre Cenâb-ı
Hak sanki şöyle demek istemiştir: "Rahmet edilmesi gereken o zayıf kuluma
zulmetmiş olsaydım, bu son derece bir zulüm olmuş olurdu.. Halbuki ben, böyle
değilim." Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın zallâm oluşunun nefyedilmesinden,
aynı zamanda O'nun zâlim oluşunun nefyedilmiş olması da gerekir Bu izahı, bu
ifâdenin peşinden lafzının, bir ism-i
zahir olarak getirilmiş olması ortaya kor.. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Onca
genişliğine rağmen, cehennemi doldurduğum gün bile zâlim değilim. Öyle ki,
cehennem bağırdı ve "Artık benim bunlara takatim kalmadı.. Artık bende,
bunlara yer kalmamıştır. Çok fazla oldu.." manasında, istifhanvı istiksâr
olarak "Daha da var
mı?..."(Kaf, 30) demiştir. İşte o günde, benim, o cehenneme sayısız
kimseleri atmama rağmen, ben, bu azabın fazlalığı sebebiyle zulmü çok olan
(zallâm) olmuş değilim.." demek istemiştir." Zemahşerî'nin yapmış
olduğu bu izah, uygun bir izahtır. Çünkü, Allah Teâlâ, "Biz cehenneme,
doldun mu?!., dediğimiz günde zallâm olmadık" demek suretiyle, nefyi
zamana tahsis etmiştir ki bu, "Ben, bütün zamanlarda da zâlim
değildim" demektir.. Ve yine Cenâb-ı Hak, demek suretiyle, ifâdeyi
"kul" lafzı ile tahsis edip, mutlak bırakmamıştır. Aynen bunun gibi,
nefyi de, zulmün çeşitlerinden bir çeşide tahsis etmiş, mutlak bırakmamıştır.
Binâenaleyh bundan, Cenâb-ı Hakk'ın, o vaktin dışında zalim olacağı neticesi
çıkmaz. Ve tahsis edilmiş olsa bile, Cenâb-ı Hakk'ın, kulların dışında
kalanlara karşı zalim olması neticesi çıkmaz.. Böyle bir tahsisin faydast,
bunun, tamîmdense, tasdîke daha çok yakın olmasıdır.
c) Bu, bir
şeyin özellikle zikredilmesinin, o şeyin dışında kalanların nefyedildiğine
delâlet etmeyeceğini gösterir. Çünkü Allah, kendisinin "zallâm"
olmasını nefyetmiştir; bundan, O'nun "zâlim" olmasının ayrıca nefyi
gerekmez. Allah'ın, kullarına karşı "zallâm" olmasını nefyetmesinden,
başkalarına karşı da zallâm olmasını ayrıca nefyetmesi gerekmez.. Nitekim Allah
Teâlâ, insanoğlu hakkında
İkinci Bahis: Cenâb-ı Hak burada, izâfetsiz olarak
(tenvinle) buyururken, öte yandan izafetle (Neml, 81) ve (Fatır,22)
buyurmuştur. Binâenaleyh, bu ikisi arasındaki fark nedir? Biz deriz ki: Söz,
ilk önce, bazan umumîlik İfâde etmek üzere söylenir, daha sonra, tahsis amacı
güdülmeksizin, herhangi bir şeyden dolayı tahsis edilir. Meselâ bir kimse,
"Falanca verir ve vermez.." derki, bunun gayesi meseleyi
genelleştirmektir. Birısona, "kime verir, kime vermez?" dediğinde, o,
"Zeyd'e..." cevabını verir ve tahsis maksadı olmaksızın, tahsis edici
ifâdeyi getirir. Bazan da söz, ta baştan hususî olarak irâd edilir de, meselâ
"Falanca, Zeyd'e malını verir" denilir.
Bunu iyice kavradığına
göre, biz diyoruz ki, Cenâb-ı Hakk'ın,
ifâdesi, -şayet bu haliyle yetinilmiş olsaydı- umumîlik için getirilmiş
bir ifâde olmuş olurdu. Ama Allah burada, bir de "kullar için"
lafzını ifade etmiştir ki bu, zulmetmem eden dolayı olmayıp, tam aksine
onların, Cenâb-ı Hakk'ın zâtından ve kendisin dense, bizzat kendilerinin zulüm
mahalline yakın oluşlarından dolayıdır. Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelince, o,
aslında hadi - hidayet eden" idi. Ama, Cenâb-ı Hak, onun bu özelliğinin
nefyini kastederek, "Sen, körleri,,. hidâyet edici değilsin" (Neml,
81) buyurdu da, "Sen, hâdî değilsin" demedi. Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah kuluna yetmez mi?!" (Zümer,
36) ifâdesi de böyledir.
Üçüncü Bahis:
Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey kulların üzerine çöken hasret..."(Yasin, 30)
ifadesinde olduğu gibi, buradaki "kullar" sözüyle kâfirlerin
kastedilmiş olması muhtemeldir. Ki buna göre mana, "Ben onlara azâb
ediyorum, ama ben onlara zulmedici değilim!" şeklinde olur.
Bu ifâdeyle,
mü'minlerin kastedilmiş olması da muhtemeldir ki bunun izahı şöyle yapılabilir:
Allah Teâlâ adetâ, "Şayet ben o sözümü, hükmümü değiştirmiş ve kâfirlere
merhamet etmiş olsaydım, kullarımı mükellef tutma hususunda ben, mü'min
kullarıma zulmedici olmuş olurdum. Çünkü ben, işte bu günden dolayı onları,
arzu ettikleri şehevî şeylerden men ettim.. Binâenaleyh şimdi şayet mü'minlerin
yaptığını yapmayanlar mü'minlerin elde edecekleri şeyleri elde edecek
olurlarsa, mü'minlerin yaptıkları imân ve ibâdetler, herhangi bir fayda
sağlamamış olur.." demek istemiştir ki, işte bu, Cenâb-ı Hakk'ın, uAteş
ehli ile, cennet ehli eşit değildir. Kazananlar, cennet ehlidirler.."
(Haşr, 20); "De ki, bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?!" (Zümer, 9)
ve "Mü'mİnlerden, mazeretleri olmaksızın oturanlar ile, Allah yolunda
cihâd edenler bir olmaz.. "(Nisa,95) ayetlerinin ifâde ettiği husustur..
Bu ifâdeyle, umumîliğin de kastedilmiş olması muhtemeldir..[68]
"O gün cehenneme,
"Doldun mu?" diyeceğiz. O da, daha var mı?" diyecek" (Kâf,
30).
Ayetin başındaki
"yevm" kelimesinin üzerinde "âmil" olan nedir? Bu hususta
şu izahlar yapılabilir:
a) Bunun
âmili, mutlak manada olmak üzere Ben zulümkâr değilim" ifadesidir.
b) Bunun
âmili, "vakit" kelimesidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Ben, bunu
söylediğim gün zâlim değilim" demiş, "Ben diğer zamanlarda zâlim
değilim" dememiştir ki, bunun izahı daha önce geçmişti. Buna göre eğer,
"O halde böyle bir tahsisin faydası nedir?" denirse, biz deriz ki:
Hususî olanı nefy, tasdik olunmaya, umûmî olan nefyden daha yakındır. Çünkü
zannolunan odur. Zira kısa görüşlü insanlar, "Allah zayıf kulu cehenneme
soktuğu gün ona zulmetmiş olur" diyor da, "Allah onu yarattığı gün,
rızık veriyor, onu büyütüyor, böylece zâlim oluyor" demiyor ve bu kimse,
kulunu cehennemine sokmak suretiyle Allah'ın zâlim olacağını düşünüyor da,
Allah'ın kendi kendisine veya bahsedilmeyen kullarına zulmettiğini düşünemiyor.
Yine bu kimse, sınırsız-sayısız kimseleri cehenneme sokup da orada nihayetsiz olarak
onları bırakanın çok zâlim olduğunu düşünebiliyor. İşte bütün bunlardan ötürü,
Cenâb-ı Hak (bu ifadesiyle), akla gelen hususu nefyetmiş (söz konusu olmadığını
belirtmiş) de, akla gelmeyecek şeyleri nefyetmemiştir.
Ayetteki, "doldun
mu?" ifadesi, "dolduracağım"(Secde. 13) ayetini doğrulayan bir
ifadedir.[69]
Ayetteki, "Daha
var mı?" ifadesi hakkında şu iki izah yapılabilir:
a) Bu, o
cehennemin, içine girenlerin çok fazla olduğunu anlattığı bir ifadedir. Bu
tıpkı, bir kimseyi yaralayarak-parçalayarak dövüp, ona çirkin bir şekilde sövüp
sayan kimseye, dayak yiyenin, "Daha yapacağın birşey kaldı mı?"
demesi gibidir. Bunun böyle oluşunun delili, "Dolduracağım"(Secde,
13) ayetidir. Çünkü buna göre, r-durmanın mutlaka tahakkuk etmesi gerekir.
Dolayısıyla artık cehennemde boş ver kalmamıştır ki, cehennem dahasını istemiş
olsun.
b) Bu, o
cehennemin daha fazlasını istediğini gösteren bir ifadedir. Bu durumda eğer
birisi, "bununla birlikte daha nasıl, Cenâb-ı Hakk'ın, "Mutlaka
cehennemi dolduracağım"(Secde,13) ayetinin manası söz konusu
olabilir?" diyecek olsa, biz deriz ki: Buna da şu şekillerde cevap
verilebilir:
a) Bu söz
bazan, hepsinin oraya doldurulmasından önce söylenmiş olabilir. Bu noktada şöyle bir inceliği açıklamada fayda
var: Cehennem, kâfirlere karşı öfkelenir oe onları ister. Derken orada günahkâr
mü'mintere yer kalır. Bunun üzerine cehennem, kâfirlerden bazılarının, dışarıda
kaldığı zanntna kapılarak, tamamen doldurulmasını İster. Derken günahkâr
mü'minler oraya giriverir de onların imanlarının serinliği, cehennemin
hararetini düşürür ve bunların yakînî inançları, böylece cehennemin öfkesini
dindirir ve cehennem sakinleşir. İşte bazı hadis-i şeriflerde yer a-an şu husus
bu manaya hamledilir: "Cehennem, cebbar (günahkâr mü'min) oraya basıncaya
kadar, daha fazlasını ister. Mü'min, Allah'ın dışında kalanlara karşı
cebbardır, mütekebbir (vakarh)dır. Ama Allah'a karşı boynu bükük
vemütevâlîdir."
b) Cehennem,
kendisi çok geniş olduğu için, önce talepte bulunur. Sonra da kafirlerden bazılarının
dışarda kaldığı zannıyla, Allah'dan, girenlerin artırılmasını ister.
c) Doluluğun dereceleri
vardır. Çünkü ölçek,
silkelenip-yerleştirilmeden doldurulduğunda "Dolduruldu ve
doldu" denilebilir. Ama
silkelenip iyice yerleştirildiğinde,
fazlasını alacak duruma gelir ki, bu durumda onun ilk önce dolu kabul edilişine ters değildir. Aynı durum cehennem
için de söz konusudur. Allah Teâlâ orayı doldurmuştur. Sonra da cehennem,
içindekilerin yerlerini daraltmak ve onlara azab etmek için, dahasını
istemiştir. Ayetteki "mezid" kelimesinin, ism-i mef'ûl artırılacak
şey, yani, "kendisi ilave edilecek kimse var mı?" manasınadır.[70]
"Cennet,
müttakîiere uzak olmayarak, iyice yaklaştınlmıştır"
(Kâf, 31). Buradaki kelimesi, "yakın oldu"
manasına da gelebilir. "Yakın oldu" manası daha açıktır.
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele var:[71]
Cennet bir mekândır.
Mekânlar ise, kendilerine yaklaştırılan yerler olup, kendilerinin getirilmesi-yaklaştırılması söz
konusu olmayan şeylerdir. O halde buradaki yaklaştırmak ne demektir? Diyoruz
ki: Buna şu birkaç açıdan cevap verebiliriz:
1) Cennet,
yerinden ayrılmayan ve taşınmayan bir şeydir. Mü'min, onca uzaklığına rağmen, o
gün ona varmakla emrolunmamıştır. Fakat Hak Teâlâ, mü'min kimse ile, cennet
arasındaki o meseleyi dürmüş ve kısaltmıştır, işte yaklaştırma budur.
Buna göre eğer,
"İzahın böyle yapılması halinde, cennetin mü'minlere yaklaştın İması,
mü'minin cennete yaklaştırılmasından daha evlâ değildir, öyleyse "cennet
... yaklaştırıldı" denilmesinin hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz
ki: Bu, mü'minlere yapılan bir ikramdır. Buna göre Hak Teâlâ sanki mü'min ve
muttakînin şeref ve kıymetini göstermek isteyerek, mü'minin, kendisine yürünen,
gidilen kimselerden olduğunu belirtmiştir.
2) Bu,
mekânın yaklaştırılması manasında bir yaklaştırma olmayıp, cennete girme imkânı
verme manasında bir yaklaştırmadır. Nitekim "O, padişahtan önemli birşey
istedi, ama padişah onun istediğinden çok uzaktır. Daha sonra o, padişahtan,
ihtiyaçlarını gidereceği işaretlerini gördü de, padişaha yaklaştı ve "Ben,
senin halini ona ulaştırmaya devam ettim de ona yaklaştım" der"
denilir. İşte cennet de elde edilmesi uzak ve zor görülen bir yerdir. Çünkü
cennet, kendisindeki paha biçilmez şeyler sebebiyle, Allah'ın lütfü ve fazlı
olmadan, mükellefin onu elde etmeye gücü yetmeyen bir yerdir. Nitekim Hz.
Peygamber (s.a.s) "Hiçbir kimse,
Allah'ın lütfü ve yardımı olmadan cennete giremez" buyurdu' "Sende mi Ya Resûlellah?" diye
sorulunca, Hz. Peygamber (s.a.s) "Ben de" buyurdu. Buna göre,
ayetteki, j£ kelimesi, "hal" olarak mansub olup, ayetin takdîrî
manası "Cennet girilebilir bir hale getirildi" şeklinde olur. Böylece
mesafe bakımından bir uzaklık yoktur. Söz konusu olmamış olur. Öyle ise nasıl,
"Cennet... yaklaştınlmıştır" denilir?
3) Allah
Teâlâ, cenneti gökten yere taşıyıp da mü'minlere yaklaştırmaya kadirdir.
Ayetteki
"üzlitet" fiilinin, "yakm oldu" manasına geldiğini
söylersek, "Cennet bütün güzelliklerini kuşandı" demek olur ki, tıpkı
"Orada nefislerin arzu ettiği herşey var" (Zuhruf, 91) ayetinde
olduğu gibidir.[72]
Bü izaha ve bizim, bu
ifadenin manasının, "cennete girme imkânının verilmesi ve oraya girilir
hale getirilmesi"
şeklinde olduğunu söylememize göre, şu iki izah yapılabilir:
a) Cennet
bundan önce değil de, o günde bu hale getirildi. Ama bunun, cennetin
güzelliklerini takınıp kuşanması manasına olmasına gelince, bu şöyledir: Allah
Teâlâ orada, bu giriş esnasında birtakım zinetler ilavesinde bulunmuş olabilir.
Girişin mümkün hale getirilmesine gelince, bundan önce oraya girmek uzak
görülen bir ihtimaldi. Çünkü Allah Teâlâ, dünyada iken müminlerin cennete
girmelerini takdir etmemiş, bu girişi ahiret için vaad etmiştir. Dolayısıyla da
ancak o gün cennet,girilebilir lale getirilmliş, bu imkân o gün verilmiştir.
b) "Cennet
... yaklaştınlmıştır" ifadesi, "Cennet dünyada iken
yaklaştırıldı" manasındadır. Bu
durumda da bu, ya "o cennetin güzelliklerini takınması" manasındadır,
çünkü cennet yaratılmıştır ve onda herşey yaratılmıştır, yahut da "cennete
girme imkânı verme" manasındadır. Bu da, o cennetin güzel bir kelime,
kelime-i şehadet ile elde edilmesinden ötürüdür.
Ayette bahsedilen bu yaklaştırmanın, mekân olarak yaklaştırma manasında
alınması halinde, bu, ancak o vakitte olabilecek bir mana olur ki, "Cennet
işte o ahiret günü müttakilere yaklaştırıldı, getirildi" demektir.[73]
Eğer bu, mekân
bakımından bir yaklaştırma manasına alınıyorsa, mü'min ve kâfirin aynı (mahşer)
meydanında
olmaları hasebiyle, bunun sırf müttakiler için zikredilmesinin hikmet
ve inceliği nedir? Diyoruz ki: Aynı yerde iki şahıs bulunsun ve orada da,
Dunlardan birisine alabildiğine yakın, diğerine de alabildiğine uzak bir yer
bulunsun. Bunu söyle bir misal ile anlatalım: Ayakları kesik birisi ile, hızlı
koşabilen sağlam bir teimse aynı noktada bulunsunlar ve bunların yakınında da
ellerini uzatıp erişemeyecekleri birşey bulunsun. Şimdi o şey, hızlı
koşabilenden, ayağı kesik olan daha yakın olmasına rağmen, ayağı kesik için
daha uzak sayılır. Şöyle de diyebiliriz: Aynı yerde iki şahıs bulunsun:
Bunlardan birisinin etrafı, demirler ve çitlerle kuşatılmış : sun ve bunun
yakınına, el uzatıp ulaşamayacağı birşey konmuş olsun. Bir başkası etrafı böyle çevrilmeden orada bulunsun.
Şimdi o şeyin, etrafı çevrili olandan daha uzak ve nasibi olan kimselere daha
yaktn olduğu söylenebilir.
Ayetteki tabirinin zarf olarak mansub olması da
muhtemeldir. Nitekim Arapça'da, denilir ki bu, "Bana uzak olmayan bir yere
otur" temektir. Buna göre, ayetteki bu ifade te'kiddir, çünkü
"yakın" olan, bazan birşeye - sbetle uzak olur. Zira bir günlük
mesafede olan bir yer, uzak beldelere nisbetle yakın, şehrin gezinti yerlerine
nisbetle uzak olur. Binâenaleyh bir kimse, "Hangisi, Mescid-i Aksa mı,
yoksa en batıda, yahut en doğuda olan belde mi daha yakındır?" ^ediğinde,
ona "Mescid-i Aksa yakındır" denilir. Ama bu kimse, "Mescid-i
Aksa mı, o belde mi daha yakındır?" dediğinde, ona, Mescid-i Aksâ'nın daha
uzak olduğu söylenir. Buna göre ayetteki bu ifade, "Cennet bir mukayese
açısından (herhangi bir bakımdan) değil de, gerçekten yaklaştırıldı"
demektir. Çünkü cennet hakkında, : - mukayese veya bir münasebet açısından,
"Cennet falanca şeye nisbetle daha .zaktır" denilemez.
Bu "gayr" kelimesinin "hal" olarak mansub olması da
muhtemeldir. Buna göre takdir: "Cennet alabildiğine yakın olarak
yaklaştınldı" şeklinde olur, yahut da "Cennet, uzak olmaksızın
yaklaştırıldı" şeklinde olur. Böylece her iki mana birden, yani yakın olma
ve yaklaştırılma elde edilmiş olur. Yahut da bu ifade ile, mekân söz konusu
olmayan bir yakın oluş kastedilmiştir. Böylece de, "gayre ba'îd"
ifadesi ile mekana ait bir yakınlık, "yaklaştırmıştır" ifadesi ile
de, cennetin girilebilir hale getirilmesi manasında bir yakın oluş manası elde
edilir.
Ayetteki
"üzlifet" fiili müennes olduğu halde, "ba'îd" kelimesinin
müennes getirilmemiş olması hususunda şu izahlar yapılabilir:
a) Biz,
"gayr" kelimesinin mef'ûl-ü mutlak olarak mansub olduğunu söylersek,
bu kelamın takdiri, şeklinde olur.
b) Bu kelimenin müzekker getirilişi, tıpkı Hak
Teâlâ'nın, (A'raf, 56) ayetinde de olduğu gibi, ism-i fail manasına olan
"fatl" vezninin, ism-i mef'ûl manasına olan "fa'îl"
manasına alınmasından ötürüdür.
c) Şöyle de
denilebilir: "Gayr" kelimesi mahzûf bir rnasdarın sıfatı olarak,
mef'ûl-ü mutlak olmak üzere mansub olup, takdiri, şeklindedir, yani
"kudretimizden uzak olmayan bir yaklaştırmayla yaklaştırılır"
demektir. Çünkü cennetin bir mekân olduğunu, mekânların ise yaklaştırılabilir
bir şey olmayıp, kendisine yaklaşılan şeyler olduğunu söylemiştik. Bundan
dolayı Hak Teâlâ, "mekanları yaklaştırma, bizim kudretimize göre, uzak
görülecek birşey değildir. Çünkü müttakiler ile cennet arasındaki mesafeyi,
dürüp küçültebiliriz" demek istemiştir.[74]
"İşte, size
vaadolunan. (İşte bu), (Allah'ın taatına) dönen ve (O'nun sınır ve hükümlerine)
riayet eden herkes içindir" (Kâf, 32).
Zemahşerî, bu
ifadenin, iki cümle arasına girmiş bir ara cümle olduğunu söylemiştir.
Çünkü "herkes için" ifadesi,
"müttakîler"den bedeldir. "Rahman inkar edenleri onların
evlerinin tavanlarını gümüşten yapardık" (Zuhruf, 33) ayetinde olduğu gibi
Cenâb-ı Hak adetâ; "Cennet muttakîlere, her Allah'a taate dönene
yaklaştırılır" demektedir. Fakat Zuhruf, 33. ayetteki "bedel",
bedel-i istimal, buradaki ise "bedel-i küll"dür.
Cenâb-ı Allah, ya
"İşte bu mükâfaat, size vaadolunandır" manasında olmak üzere,
mükâfaata işaret etmek için, yahut da "İşte bu yaklaştırma, size
vaadolunan şeydir" manasında olmak üzere, "yaklaştırılmıştır"
ayetinin delâlet ettiği "yaklaştırma" masdanna işaret olmak üzere
o "(işte bu)"... buyurmuştur.
Bu ayetin, müstakil
bir cümle olma ihtimali de vardır ve izahı şöyledir: Bu durumda bu ifade,
vaadedilen şeye değil de, manaya hamledilmiş olur. Nitekim vaadolunan şeye bir
işaret olmak üzere, "Bu senin için..." denilir. Buna göre Hak Teâlâ
sanki, "Bu, sizin için olduğunu söylediğim şeydir" demektedir.
Daha sonra Allah
Teâlâ, "Size vaadolunan" fiilindeki, "size" zamirinden
bedel olmak üzere "her dönen ve riayet edene" buyurmuştur. Ojitti
bilinin yâ ile "onların
vaadolunduklan" şeklinde okunması durumunda, yine bu ifâde ondaki
"onlar" zamirinden bedel olmuş olur.[75]
"Evvftb"
"çokça dönen, yönelen" demektir. Bu kelimenin, günahlarından pişman
olup dönen ve istiğfar eden; "hafîz" kelimesinin , tevbesini
bozmaktan kendini koruyan" manasında olduğu söylenmiştir. Şöyle de
denebilir: "Evvâb", Allah'a tefekkürüyle dönen, yönelen;
"hafîz" da Allah'ı hatırlamayı ve zikrini hep muhafaza eden, hiç
unutmayan kimsedir, yani, fikri ile Allah'a yönelen ve böylece de herşeyin,
O'nun sayesinde olup-bittiğini, herşeyi O'nun varettiğini gören, bu noktaya
vardığında da bollukta ve nimetlere garkolunmuş vaziyette bile unutmayacak lt
biçimde, O'nu muhafaza eder, zikrinde taşır. Bu sıfatların her ikisi de mübalağa
s'gası olup, çokça yönelen ve çokça muhafaza eden (hiç unutmayan) manasınadır.
Burada daha ince,
şöyle birtakım izahlar da yapılabilir: Evvâb, Allah'ın dışındaki varlıklara
yönelirken, hevâ-ü heveslerine uymaktan dönen (kendini alıkoyan); hafîz, Allah'ı,
en şerefli kuvvetleri ile algıladığında O'nu bırakmayan, takvası bununla kemâle
erendir. Böylece bu kelimeler "müttakî" kelimesinin bir tefsiri olmuş
olur. Çünkü Tiüttakî", şirkten ve ta'tîlden (Allah'ın sıfatlarına
inanmamaktan) korunan, O'nu inkâr etmeyen ve O'ndan başkasını kabullenmeyen;
"evvâb", Allah'tan başkasını Kabullenmeyen, Allah'ın dışındaki
herşeyden ei etek çeken, "hafîz" de, Allah'ı bırakıp O'nun dışında
kalan, hiçbirşeye, dönmeyen demektir.[76]
'Rahman'a, gıyabında
saygı gösteren, hakkın taatına yönelmiş bir kalb ile gelen kimselere
hastır" (Kaf, 33).
Bu ayetle ilgili
birkaç izah var:
1) En dikkat
çekici olan bu görüşe göre, bu ifâde, bir manâda (nida olunan)dır. Buna göre
Cenâb-ı Hak sanki, "Ey, Rahman'dan haşyet duyanlar.. Esenlik içinde
cennete giriniz.." buyurmuştur. Nida harfinin hazfolunması, yaygın olan
bir
kullanıştır.
2) Ayetteki ifâdesi, (Kaf, 32) ifâdesindeki ifâdesinden, bedel olup, harf-i cer yeniden
getirilmemiştir.. Buna göre kelâmın takdiri, "Cennet, Rahman'a, gıyabında
saygı gösteren ... kimselere yaklaştırıldı" şeklinde olur.
3)
ifâdesinde, zikredilmemiş olan malûm bir mevsûf
bulunmaktadır. Cenâb-ı Hak sanki şöyle der: "Allah'a dönen her bir şahıs,
her bir kul, vb. kimseler için..." Buna göre, ifâdesi, buradaki mevsûftan
(şahıs, kul) bedel olmuş olur. İşte bunlar, Zemahşerî'nin zikretmiş olduğu üç
izah şeklidir.[77]
O, şöyle (de)
demiştir: ifâdesinin, ya da kelimesinden
bedel olması caiz değildir. Çünkü ve
kelimesiyle, az önce de anlattığımız gibi, zikredilmemiş olan malûm, bilinen
bir mevsûf nitelenmiştir. Bedel ise, kendisinden bedel tutulan hükmündedir.
Böylece edatı kendisiyle vasıflanılan
bir ifâde (sıfat) olmuş olur.. Oysaki, ja ile sıfatla tavsif yapılmaz.
Meselâ, "Bana gelen adam, benimle
oturdu..." denilmesine karşılık, denilemez.. Zemahşerî'nin sözünün tamamı
budur. Buna göre şayet birisi, ile
edatı, ism-i mevsûl olmaları hususunda müşterek oldukları halde, kendisiyle
sıfatlama yapılabilme hususunda niçin müşterek olamasınlar?!" derse, deriz
ki: Mesele aklî bir husus olup, biz bunu u ile ilgili açıklamada beyân
edeceğiz.. Bu konudaki husus, oradan anlaşılacak. İşte (bu amaçla) diyoruz
ki: (mâ) edatı müphem bir isim olup, her
şey için kullanılabilir. İfâde ettiği ise, "o şeydir" şeklindedir.
Fakat "şey", en umumî ve kapsamlı bir ifâdedir. Çünkü cevher, bir
"şey"dir, araz, bir "şey"dir, vâcib bir "şey"dir,
mümkin bir "şey"dir. Anlayışta, daha umumî olan daha hususî olandan
önce gelir. Çünkü sen uzaktan bir gölge görsen, önce desin ki, "Bu bir
şey'dir." Sonra, onun insanlarla alakalı bir şey olduğunu anlayınca,
"(Bu gölgenin sahibi) bir insandır" dersin. Onun bir erkek olduğunu
anladığında da, "O bir adamdır" dersin. Kuvvetli olduğunu gördüğünde
ise "(Güçlü kuvvetli), cesur, vb. dersin. Şu halde daha umumî olan, daha
çok maruftur, tanınır. Anlayışta da, daha hususî olandan önce gelir. Demek
ki, 'nın ifade ettiği her şeyden önce
gelir.. O zaman da, onun sıfat olması uygun olmaz; zira sıfat, mevsûftan sonra
gelir.. Yapılan bu izahlar, aklî cihetten idi. Bunun nahiv bakımından izahına
gelince edatı İle tavsifte
bulunulamaz?). Çünkü, "hakikatler" ile tavsifte bulunulamaz. Meselâ,
"Adam cisim bana geldi..." denilemez. Ama, "Konuşan bir cisim
bana geldi" denilebilir. Çünkü vasıf, mevsûf ile kaimdir. Hakikat ise,
başkasıyla değil, kendikendisiyle kaimdir.. Şu halde başkasına sıfat olan her
bir şeyin anlamı, "Bir şey ki, şöyle şöyle hususiyeti var.."
şeklindedir. O halde bizim (alim) şeklindeki
sözümüz, "Bir şey ki, onda ilim ya da âlimlik var.." anlamındadır. O
halde sıfat mefhûmunun içine, "başka bir durumla birlikte bir şey"
kavramı girmektedir ki, bu da "(Bir şey ki), onun şöyle şöyle özelliği
vardır.." kavramıdır... Fakat
mücerret olarak "şey" anlamındadır; o halde onda, sıfatın kendisiyle
tamamlandığı şey, (kavram) bulunmaz; ki bu da, manası, "şöyle şöyie
vasfı az olan (şey)" şeklinde olan,
başka bir husustur. O halde 'nın sıfat
olması caiz atmamıştır. Bu husustaki söz ortaya çıkınca, (artık deriz ki)
akıllılar hakkında olan edatı, hem akıllılar, hem de gayr-i âkil varlıklar
hakkında olan edatı gibidir. o
halde edatının manası, "Bir insan,
bir melek" ya da, bunlar dışındaki "akıllı hakikatler"
şeklindedir. Hakikatler ise sıfat olarak vaki olmazlar. (ellezî) ifâdesine gelince, bu, hem
hakikatler, hem de sıfatlar hakkında kullanılır. Onun mefhûmuna da,
ile değil de ile yapılan tavsifin
kapsamına girenden daha çok tarif girer..[78]
Ayette bir takım
manevî nükteler bulunmaktadır: "Haşyet" ve "havf" kelimelerinin
anlamı, dilcilere göre aynıdır. Fakat, aralarında böyle bir fark bulunur:
"Haşyet", kendisine haşyet duyulanın azametinden
kaynaklanır.
Çünkü ve harflerini muhtelif kalıplar içinde bir araya
getirilmesi, Terkibi, bir "heybet" anlamını taşımaktadır. Bu sebeple
gerek öndere (seyyid) gerek yaşı ileri adama, şeyh adı verilir; çünkü her ikisi
de, mehabet sahibi olup, arlara saygı duyulur. "Havf" (korku) ise,
haşyet duyanın zayıflığından ileri gelen bir olcudur, ürpermedir. Çünkü ve
harflerinin muhtelif kalıplar halinde terkip solmesi, zayıflık manasına
delâlet eder ki, hîfe ve "korkmak;
gizlenmek" kelimeleri de bunu göstermektedir. Eğer bunların manaları,
birbirine yakın olmasaydı, Meselâ Kur'ân-ı Kerim'de, (Enam, 63) ve
(Araf, 205) şeklinde varid olmazdı. Korkanda olduğu gibi, gizlenende de
bir zayıflık bulunmaktadır. İşte bunu anladığın zaman, o incelik de ortaya
çıkmış olur.. Ki bu da şudur: "Allah, korkunun, kendisinden haşyet
duyulanın azametinden kaynaklandığı durumlarda, Kur'ân'ın pekçok yerinde,
"haşyet" lafzını zikretmiştir. Meselâ "Allah'dan, ancak alimler haşyet duyarlar..."
(Fâtır, 28) ve "Eğer biz Kur'ân'ı
bir dağ indirseydik, muhakkak ki onu,
Allah'ın haşyetinden baş eğmiş, paramparça
görürdün..." (Haşır, 21) buyurmuştur. Dağda bir zayıflık yoktur ki,
korku, bu zayıflıktan neşet etsin.. Şüphesiz Allah çok yüce ve azimdir ki,
kuvvetli olan herkes ondan haşyet duyar.. Yine Cenâb-ı Hak, Onları Rablerini
büyük tanıyıp (O'nun korkusuyla) rikkate gelirler.."(Mü'minun, 57) Duyurmuştur.
Oysaki, melekler (zayıf varlıklar olmayıp), kuvvetlidirler. insanlardan korkuyordun. Halbuki Allah,
Kendisinden
haşyet duymana daha
çok layıktır" (Ahzâb, 37) buyurulmuştur. Yani, "Onları gözünde
büyüterek onlardan korkuyorsun. Oysa ki, sende, onlara nisbetle bir zayıflık
yok..." "Korkma, hüzünlenme..." (Ankebût. 33) buyurulmuştur.
Yani, "Zayıflık göstererek korkma; çünkü onların bir azameti
yok!.." ''Öyle bir günden korkarlar
ki"(Nur, 37) buyurulmuştur. Oysa ki, Allah'ın azametine nisbetle o (kıyamet)
gününün azameti, azdır. "Korkmayıne, hüzünlenmeyiniz..."(Fussilet,
30) buyurulmuştur. Yani, "Ahirette, hoşlanılmayacak herhangi bir şeyin
basınıza geleceği sebebiyle korkmayın... Çünkü, hoşlanılmayacak bütün şeyler,
sizden uzak tutulmuştur..." korkarak, gözetleyerek... (Kassas, 18)
"Beni
öldürmelerinden korkuyorum"(Kasas,33) buyuruimuştur. Çünkü Musa (a.s), tek
ve zayıf (arkasız) idi... Harun (a.s) da, "Şüphesiz ben
korktum"(Taha, 94) demiştir. Bu, Harun (a.s)'un zayıflığından değil de,
Musa (a.s)'nın, Harun (a.s)'un gözündeki azamet ve heybetinden
kaynaklanmaktadır. Yine, "Bunun
için onları bir azgınlık ve kâfirlik bürümesinden endişe ettik
de..."(Kehf, 80) buyurulmuştur. Bu, ondaki (Hızır) bir zâfiyyetten dolayı
değildir.
Sözün özü şudur: Sen,
haşyet kelimesinin kullanımını iyice düşündüğünde, onun, kendisinden haşyet
edilendeki azamet sebebiyle duyulan korku hakkında kullanıldığını görürsün,
havf kelimesinin kullanılışına baktığındaysa, onun, korkan kişideki bir
zâfiyyetten dolayı ileri gelen korku hakkında kullanıldığını anlarsın.. Bu,
ekser yerde böyledir. Bazan, buna rastlanmayabilir, ama bu konuda, çokluk ve
kesret yeterlidir..
2)
"Rahmet" vasfı, çoğunlukla "haşyet "in zıddı ve mukabili
olduğu halde, müttakinin medhine bir işaret olmak üzere "Rahman'dan haşyet
duyan..." buyurmuştur. Şöyle ki, Allah'ın merhameti o kimseyi, azametinden
dolayı haşyet ve korkudan alıkoymamıştır.. Cenâb-ı Hak (Haşır, 21) buyurmuştur
ki, bu, kâfirin kınanmasına bir işarettir. Çünkü, azamet ihtiva edilen Allah
lafzının ifâde ettiği ulûhiyyet, o kâfiri, Allah'tan korkmaya sevketmemiştir.
Cenâb-ı Hak (Fatır, 28) buyurmuştur,
çünkü hasr ifâde eder. Dolayısıyla burada câhil kimsenin, Allah'tan haşyet
edemeyeceğine bir işaret vardır. Böylece Allah Teâlâ, onu iktizâ eden şeyin (azamet)
bulunmasına ve buna bir mâni bulunmamasına rağmen, onun haşyet içinde
bulunamayacağını beyan etmek için zikretmiştir. Ki, haşyeti gerektiren şey de,
ilahî rahmetin olmasıdır. Biz bunu, Yasin Sûresi'nde anlattık.[79].
Burada, bir başka şeyi
ilave etmek istiyoruz ki, o da şudur: Ayetteki, "Rahman" ifâdesi,
mâni olana değil haşyeti iktizâ edene bir işarettir. Bu böyledir, zira,
"Rahmân"ın manası, yaratmak suretiyle, eşyaya ve nesneye varlığını
veren; "RahmârTın manası da, yarattığı o şeylere rızık vermek suretiyle,
onların hayatlarını sürdürmeyi onlara lütfeden, demektir. O halde Allah,
dünyada iken de hem Rahman'dır, hem Rahîm'dir. Rahmandır, zira bizi, rahmetiyle
yoktan var etmiştir. Rahîmdir, zira rızık vermek suretiyle, hayatiyetimizi
sürdürmeyi sağlamıştır. Rızık vermek suretiyle bekayı sağlamanın, bazan,
çaresiz kimseleri yedirip içiren ve meselâ, hakkında "Falancanın
hayatiyetini sağlayan falancadır" denilebilen kimselerden de meydana
geldiği sanılsa bile, Allah'dan başkası hakkında Rahîm denilmez! Allah,
ahirette de, hem Rahman hem Rahîm'dir. Rahmân'dır, çünkü bizi yeniden dirilten
O'dur; Rahîm'dir, çünkü orada bize rızık veren O'dur. Biz bu hususu, Fâtiha'nın
tefsirinde anlatmıştık. Çünkü Biz, şöyle demiştik: Allah, bizi yarattığı için
Rahman olduğuna; bize, dünyada rızık verdiği için, Rahîm olduğuna işaret etmek
için, "Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla..." buyurdu...
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bir rahmet olarak, cümlesinden sonra yeniden, "er-Rahmân,
er-Rahîm" buyurmuştur. Yani, "O, bizi, ahirette ikinci kez yaratacak
olması suretiyle, yine Rahman olarak tecelli etmiştir" demektir.. Biz
bunun böyle olduğunu da, Cenâb-ı Hakk'ın, bunu müteakip getirdiği, ifâdesine
dayanarak söylemiştik.. Ki bu, "O bizi, ikinci kez yaratacak.." demektir.
Allah bize, orada da rızık verdiği için, yine Rahîm'dir. Çünkü o günde mâlik,
O'dur.
Bunu iyice kavradığına
göre şimdi, bil ki, insanın varlığı, kendisinden olan zâttan (Allah'tan)
korkması, başkasından otan korkusu gibi değildir.. Çünkü, bir kimse, bir
başkasına, "Senden, senin benim rızkımı kısmandan, hayatımı değiştirmenden
korkuyorum der. Binâenaleyh, Allah
Teâlâ, eşyanın varlığı kendisinden kaynaklanan bir Rahman olunca, (O'ndan
korkulmaz), fakat O'ndan haşyet duyulur.. Çünkü, eşyanın varlığı, elinde olan
zât onları yok etmeye de kadirdir. İşte bundan dolayı Hz. Peygamber
(s.a.s) "Allah'tan haşyet duymak,
her hikmetin başıdır..." buyurmuştur. Bu böyledir, zira hakîm (hikmetli)
kimse, Allah'tan başkası hakkında düşündüğünde, onu, her an değişebilir ve her
an yok olabilir bir konumda bulur. Ve, çoğu kez Cenâb-ı Hak, o kimsenin zarar
verme imkânı bulamadan, onu yok etmeye de kadirdir. Çünkü, Allah'tan başkası,
eğer Allah zarar vermesini takdir etmemişse, zarar vermeye kadir olamaz. Eğer,
bunu yapabilmişse, bu da, Allah'ın takdiri iledir. Dolayısıyla da o zarar, ya
azâb eden o kimsenin, yahutta azâb edilenin ölümü ile son bulur. Ama, Allah'a
gelince, Allah'ın dilediğini geri çevirecek güç, azabını erteleyecek kuvvet
yoktur. Azabının nihayeti de yoktur.
Cenâb-ı Hak,
ayette buyurmuştur ki, bu, "Onların
korkuları, işlerin, gözün görebileceği bir biçimde zuhur etmesinden önce
meydana gelmiştir.." anlamındadır.
Ayetteki,
"(hakkın) taahna yönelmiş bir kalb ile gelen..." ifâdesi de, bir
başka medh sıfatına işarettir. Çünkü, haşyet içinde olan kimse, bazan
kendisinden haşyet duyulandan kaçar, ona yaklaşmak istemez; böylece de ondan
yararlanamaz. Korkan kimse, kendisine yaklaşamadığı, haşyet duyduğu o şeyin de
Allah Teâlâ'nın hükmü altında olduğunu anlayınca, kaçışının kendisine fayda
vermeyeceğini anlar, böylece de, hiç ürpermeksizin, o korkulan şeye yaklaşır..
İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak "Geldi" buyurmuş, "Kaçan kölenin
kaçıp gitmesi gibi gitmedi.." demek istemiştir. kelimesinin başındaki bâ
hakkında söylenebilecek muhtemel açıklamaları biz Cenâb-ı Hakk'ın, (Kaf, 19) ifâdesindeki jkelimesinde bulunan bâ'yı
izah ederken söylemiştik. Ki bunlardan birisi şudur: Bu bâ harfi, müteaddî
(geçişli) kılmak için getirilmiştir. Yani, "Selîm bir kalb ile bulundu, hazır
oldu" demektir. Ki, bu tıpkı, birisi diğerini götürdüğünde, denilmesi
gibidir.
2) Bu bâ,
"musahabe" anlamındadır. Nitekim Arapça'da, "eğeriyle
beraber" anlamında, "Falanca
eğeriyle birlikte atı satın aldı" denilir. "Ailesiyle birlikte"
"Falanca, ehliyle birlikte gildi." denilir.
3) En meşhur olanına
göre, buradaki bâ harfi, sebebiyye anlamındadır. Nitekim Arapça'da,
"Falan, sadece falancanın görüşüne itibar etti ve ondan olan ümîdi
sebebiyle geldi" denilir. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "o geldi, o
ancak, kalbindeki dönme ve rücû duygusu sebebiyle gelmiştir. O, dönüşün ancak
Allah'a olacağını bildiği için böyle yaptı ve münîb olan kalbi sebebiyle geldi.
"Münîb olan kalb", tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın (Saffât,84) ayetindeki,
kalb-i selîm ifâdesi gibidir. Yani, "şirkten uzak bir kalb ile.."
demektir. Kim şirkten uzak ve selîm olursa, Allah'tan başkasından uzaklaşır,
Allah'a döner, böylece de "münîb" olur. Allah'a dönen kimse ise,
şirkten berîdir; böylece de selîm olmuş olur.[80]
"Selâmetle girin
oraya. İşte bu, ebedîlik günüdür..." (Kâf. 34).
ifâdesindeki
zamiri, (Kâf, 31) ifâdesindeki "cennef'e râcidir. Yani,
"cennetin güzellikleri mükemmelleşip iyice yaklaştırılarak, onlara da,
"Bu, va'dolunduğunuz şeydfr" (Kaf, 32) ifadesiyle, "Muhakkak,
sizin makamınız, yeriniz yurdunuzdur" denildiğinde, o müttakîtere, cennete
girmeleri hususunda izin verilmiş olur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele
vardır:[81]
Bu hitap kime
yapılmıştır? Biz diyoruz ki, (Kaf, 32) ifâdesi tâ ile okunmuşsa, bunun kime
olduğu açıktır. Çünkü
hitabın, kendilerine
va'dde bulunulanlara olduğu gayet açıktır. Yok eğer, yâ ile okunuyorsa, hitap,
müttakileredir. Yani, "müttakflere, oraya girin, denilir" demektir.[82]
Bu, bu cennete girme
işinin, izne bağlı olduğunu gösterir ki, bunda da, ikrama uygun olmayan bir
"bekleme"
bulunmaktadır. Biz
deriz ki: Durum böyle değildir. Çünkü, ikram edilmek istenen birisini,
bahçesine ve bağına davet eden kimse, ona, o bahçenin kapılarını açar ve onu,
oturacağı yere götürür; kapıya, onu selâmlayacak teşrifatçılar diker ve der ki,
"Bahçeme ulaştığında, oraya gir.." Şimdi orada hiç kimse bulunmazsa,
bu, yapılan o ikramı zedeleyen bir husus olmuş olur. Ama, kapısında
"Allah'ın ismiyle girin.." buyurun" diyen kimseler bulunan
şahsın böyle değildir. İkramın bu şekilde olduğunun defili, ayetteki,
"selâmetle" lâdesidir. Bu tıpkı, müsafıri ağırlayan kimsenin,
"Selâmetle, saadetle ve ikramla gir." semesi gibidir.
Ayetteki bâ, hal
manasında olmak üzere, "musahebet" için olan bâ'dır. Yani, Emin
olarak, selâmetle içice olarak girin ..." demektir. Yahutta bunun manası,
"Oraya, size selâm verilmiş kimseler olarak giriniz" şeklinde olur
ki, buna göre onlara, Aftan ve melekleri selâm vermiş olur.
Bence, burada söyleşi
muhtemel bir izah daha vardır ve şudur: Bu ifâde, "mü'minlerin dünyada
iken güzel huylara iletildiklerini bildirdiği gibi, onların o günde 3e güzel
huylara götürülüp irşâd olunduklarını gösteren bir ifâdedir. Çünkü Cenâb-ı Hak,
dünyada iken mü'minlere güzel alışkanlıklardan birisini, "Ey iman edenler,
kendi odalarınızdan başka odalara sahipleriyle alışkanlık peyda etmeden ve
selâm ia vermeden girmeyin"(Nur,27) ayetiyle öğretmiştir. Buna göre
Cenâb-ı Hak adetâ, Burası sizin yurdunuzdur, evinizdir, barkınızdır. Ne var ki,
güzel adetlerinizi Drakmayın. İyi huylarınızı bozmayın; oraya selâm ile
girin.." demek istemiştir. Dolayısıyla da onlar, oradakilere,
"Selâm.." diye bağırarak girerler. Oradakiler de artarın selâmlarını
alırlar ve "esselâmü aleyküm..." derler. Bunun böyle olduğunun Mide, Cenâb-ı Hakk'ın, "Yalnız bir söz
(işitirler): Selâm, selâm!" (Vakıa, 26) ayetidir. Yani, "Onlar
oradakilere, oradakiler de onlara selâm vermiştir." Bu izah, eğer nakle
dayanan bir izah ise, evet, diyecek bir şey yok.. Yok, eğer nakle dayanan bir
izah aeğilse, bu, nakfî bir delilin kendisini teyit ettiği akle uygun bir
izahtır.
Cenâb-ı Hak,
"İşte bu, ebedîlik günüdür" buyurmuştur. Matı, o cennetliklerin
kalblerindeki, bunun sona örebileceği, derken kalblerinde sunun özlem ve
hasretini kalabileceği düşüncesini sona erdirmek için böyle duyurmuştur.
İmdi eğer;
"Mü'min kimse, cennete girdiğinde, orada ebedî kalacağını zaten
bilmektedir. Öyleyse, bunun yeniden hatırlatılmasındaki fayda ve hikmet
nedir?" aenılirse, biz buna şu iki bakımdan cevap veririz:
1) Allah'ın
bu buyruğu, bir ilân, bildirme ve bir ihbar olmak üzere, Allah'ın, cennetlikler
daha dünyada iken söylediği bir söz olup, Allah'ın, cennetlikler oraya ererken
söylediği bir söz değildir. O halde bu izaha göre, Cenâb-ı Hak, bu günümüzde
günün ebedîlik günü olduğunu haber vermiş olur..
2) Kalbler,
söz ile daha fazla tatmin olur.. Zemahşerî
ifâdesinde, takdiri "Bu, ebedîliğin takdir edildiği
gündür.." şeklinde olan bir izmâr
bulunduğunu söylemiştir.[83]
Burada, ister gündüz
isterse gece olsun, "gün" kelimesinin zikredilip de, mutlak zamanın
kastedilmiş olduğu da söylenebilir. Çünkü biz, meselâ, Arapça'da,
"Falancanın oğlu olduğu gün, büyük bir sürür meydana gelir" diye bir
ifâde kullanmaktayız. Şimdi, bu kimsenin oğlu geceleyin doğsa dahi, aynı sevinç
yine bulunmuş olur. Ki böylece, buradaki "gün" ifadesiyle zaman
kastedilmiş olur. Buna göre Cenâb-ı Hak adetâ, "İşte bu, devamlı ikâmet
etmenin zamanıdır" demek istemiştir.[84]
"Orada onlar
için, ne dilerlerse var. Nezdimizde ise daha fazlası var" (Kaf, 35).
Bu ayetlerde son
derece güzel bir tertip vardır. Zira, Allah Teâlâ söze, o cennetliklere ikram
ettiğini beyân etmekle başlamıştır. Çünkü O, "Cennet müttakilere
yaklaştırıldı.." (Kâf, 31) buyurmuş, o müttakîlerin, içindeki onca
güzellikleriyle cennetlerin kendilerinin önüne getirildiği kimselerden
kıldığını belirterek, ikramın ne biçim bir ikram olduğunu açıklamak için,
"Muttaki kimseler cennete yaklaştırıldı.." dememiş, daha sonra da
onlara, "İşte bu, sizlere va'dolunandır" (Kâf, 32) ayetiyle,
"Burası sizindir" demiş, sonrada, "O (Allah'ın taatına) dönen,
O'nun (ahkâmına) riâyet eden... Rahman'a gıyabî saygı gösteren ... kimselere
has ..." (Kaf. 32-33) İfadeleriyle, bunun, onların o salih amellerinin
ücreti olduğunu beyân buyurmuştur. Çünkü, bir şeye bir bedel karşılığı sahip
olan kimsenin, o şeydeki tasarrufu, bir bedel olmaksızın sahip olan kimsenin
tasarrufundan daha tam ve daha mükemmeldir. Çünkü, bedelsiz olarak elde edilen
mülkte rücû söz konusu olabilir. Cenâb-ı Hak, daha önce de, bunun bir ikram
olduğunu beyan ettiğimiz gibi, bu ikrama, "Giriniz emriyle.." renk
katmıştır.. Çünkü, kapısını insanlara açıp da, kapısında, girenleri selâmlayan
kimseler bulundurmayan kimse, tam bir ikramda bulunmuş olmaz.. Cenâb-ı Hak daha
sonra, "İşte bu, ebedîlik günüdür" buyurmuştur ki bu, "Daha
önce, atalarınız Adem (a.s) ile Havva'nın cennetten çıkarılmaları sebebiyle
sizin başınıza gelen şeyden korkmayınız. Bu, artık, kendisinden sonra bir
çıkışın olmayacağı bir giriştir.." demektir.
Allah Teâlâ,
cennetliklerin orada ebedi olduklarını beyan edince, "Rızkınızın sona
ermesinden, dünyada iken ömrü uzun olup, beli bükülerek ihtiyaç içine
düşenlerden olduğunuz (gibi), burada da ihtiyaç içinde kalacağınızdan endişe
etmeyiniz. Tam aksine, sizin için ebedilik söz konusudur. İstifâde edeceğiniz
şeyler bitip tükenmez. Dolayısıyla, istediğiniz vakitte, her istediğiniz şey
vardır. Dönüş Allah'adır. Oraya ulaşıldı mı, artık O'nun katındakiler tavsif
edilemez ve hiç kimse O'na muttali olamaz. O'nun yanında bulunanın azameti,
sana, O'nun katındakilerin üstünlüğünü gösterir" demek istemiştir ki, işte
ayetteki tertip bundan ibarettir. Bu ifâdenin tefsirine gelince, burada şöyle
iki mesele vardır.[85]
Allah Teâlâ, önce
muhatab sigasıyla, "Selâmetle girin
oraya" buyurmuş, daha sonra da bu ayete, "Sizin için"
şeklinde değil de, "Onlar için" şeklinde başlamıştır, bunun hikmeti
nedir? Buna şu birkaç açıdan cevap verebiliriz:
1)
"Selâmetle girin oraya" ayeti, "Onlara, "Selâmetle girin oraya"
denilir" takdirindedir. Dolayısıyla da, bu izaha göre ayette bir
"iltifat" üslûbu söz konusu olmaz.
2) Bu,
"İltifat" üslubuyla gelen bir ifadedir. Hikmeti ise, her iki tarafı
birleştirmektir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Onlar geldiklerinde bunu
ikram et. Onların gelişlerinde sürûr-huzûr vardır, orada olmayışları durumunda
ise, eksiklik-kusur vardır" demiş olmaktadır.
3) Hak
Teâlâ'nın "Onlar için" ifadesinin, "melekler için"
manasında olması da mümkündür. Buna göre Hak Teâlâ meleklere, "Onlara
hizmetleri yürütün ve bilin ki, onlar için orada istedikleri herşey vardır.
Onların istediklerini, önlerine hazırlayın. Fakat benim katındakilere gelince,
bunlar onların gönüllerinden hiç geçmeyen ve sizlerin bile bilemeyeceğiniz
şeylerdir" demiş olur.[86]
Ayetteki
"mezîd" kelimesinin, "ziyâde, ilave, fazlası" manasına
olduğunu söylemiştik. Böylece bu ayet, tıpkı,
"Güzel güzel
ameller edenler için, en güzel mükâfaat olan cennet ve dahası vardır"
(Yunus, 26) ayeti gibi olur. Buradaki "mezîd" kelimesinin, ism-i
mef'ûl (ziyade edilen şey) manasına olması da muhtemeldir, yani, "bizim
katımızda, umduklarına
ve arzu ettiklerine ilave edeceğimiz şeyler vardır" demektir.[87]
"Biz, bunlardan
evvel, nice nesilleri imha ettik. Onlar kuvvetçe bunlardan daha üstün ve çetin
idiler. (Öyle ki), ölümden kurtulmak için, diyar diyar kaçacak delik
aramışlardı. Fakat kaçma çaresi var mı?" (Kaf, 36).
Hak Teâlâ onları,
önlerindeki o müthiş gün ve elîm-çetîn azab ile korkutup, bu hususta onları
ikaz edince, bu dünyada kendilerini imha edecek ve gelip onları bulacak şeyler
hususunda da inzâr etmiş ve bundan dolayı onlara, kendilerinden önceki
kavimlerin durumlarını anlatmıştır. Bunun ne demek olduğu pek çok yerde geçti.
Buraya has otarı hususlar ise şuntatim
1) Bu, hem
dünyevT azab ile, hem de uhrevî ikabla inzâr etme manasına olan bir ifâdedir. O
halde daha niçin bu ikisinin arasına, Cenâb-ı Hak, "Cennet, müttakilere
... yaklaştırmıştır. Nezdimizde ise daha fazlası vardır" (Kâf, 31-35) ifadesini getirmiştir?
Deriz ki: Bu, onları korku ve ümid (havf ve recâ) ile hakka davettir. Bundan
dolayı Cenâb-ı Hak, bir terhîb (sakındırma) ve bir terğîb (teşvik) olsun diye,
hem muannid kâfirlerin ahiretteki durumunu hem de ibadet eden ve şükreden
kulların yine oradaki durumunu dile getirmiş, sonra da, "Siz, ebedî ve
devamlı olan azabım hususunda bir şüphede iseniz de emsallerinizi helak eden, o
dünyevî azablarım hususunda şüpheniz yok" buyurmuştur.
İmdi, eğer: "Hak
Teâlâ, ahiretle ilgili terğîb ve terhibi birlikte zikrettiği gibi, dünya ile
ilgili terğîb ve terhibi niçin birlikte zikretmemiş, Kendisine şirk koşan
böylece imha ettiği kimselerden bahsettiği gibi, daha önce müslüman olup,
böylece nimete eren kimselerden bahsetmemiştir, niçin?" denilirse, deriz
ki: Nimetler, onlara ulaşmıştır ve onlar nimetler içinde istedikleri gibi
davranmışlardır. Dolayısıyla onlara bunu hatırlatmam ıştır. Fakat onlar, helak
olacaklarından gafil idiler. Dolayısıyla Allah onları, bu hususta inzâr (ikaz)
etti. Ahirette ise onlar bu iki şeyin her ikisinden de gafil oldukları için,
Allah onlara bunun ikisini de hatırlatmıştır.
2) Ayetteki, "Diyar diyar, kaçacak delik aramışlardı"
ifadesinin manası hususunda şu izahlar
yapılabilir:
a) Bu, Hak
Teâlâ'nın Semûd kavmi hakkındaki, "Onlar va'dide kayaları oydular"
(Fecr, 9} ayetinin ifade ettiği husustur. Bu da, onların yerleri yarıp yol
açmaları ve kayaları oyup, evler yapmalarıdır.
b) Ayetteki
bu ifade, "Onlar hep yolculukta idiler. Sığınacak, kaçacak bir yer
bulamadılar" manasındadır. Mananın böyle
olması halinde, bununla Mekkeli
müşrikler kastedilmiş olur, yani onlar, hep yoJcuJuk yaptılar ve bu esnada,
helak olan kavimlerinin izlerini yok
olup gidişlerinin alametlerini- gördüler.
c) Bu ifade, "Onlar, yeryüzünde diğer
insanların temsilcileri-idarecileri oldular" demektir. Hak Teâlâ bu
ifadesiyle, onların kuvvet ve saltanatlarının, kendilerine sağladığı şeyi
anlatmak istemiştir. Mananın böyle oluşuna, ifadenin başındaki "fâ",
delâlet etmektedir. Çünkü bu tabir bu durumda, işin muktezâsına göre
gerçekleştiğini ifade eder. Nitekim sen, "Zeyd Amr'dan güçlüdür,
dolayısıyla o onu yendi" ve " Amr hasta idi, dolayısıyla Zeyd onu
yendi" dersin. İşte burada da Hak Teâlâ, "Onlar, kuvvetçe bunlardan
daha üstün ve
çetin idiler. Dolayısıyla
yeryüzünde idareciler-temsiîciler oldular" demiştir. Buradaki fiil,
şedde ile şeklinde de okunmuştur ki bu kıraat da, bu manaya gelir. Çünkü
"tenkîb", araştırma-inceleme manasına olup, bu da "temsilci
oldu" manasına gelen Ç£ fiilindendir.
3) Ayetteki,
'Fakat kaçma çaresi var mı?" ifadesi, üç manaya muhtemeldir:
a)
"Nakb" fiilini şeddeli okuyanlara göre, "mahîs" kelimesinin
ism-i mef'ûl olması muhtemeldir, yani "Onlar kaçabilecekleri yerler
araştırdılar, fakat kaçabilecekleri yer var mı (yok)" demektir.
b) Bütün
kıraatlara göre, bu ifadenin başındaki istifham, inkârî olup,
"yoktur" manasına gelir.
c) Bu,
müste'nef bir cümledir. Buna göre Hak Teâlâ adetâ, Hz. Muhammed (s.a.s)’in
kavmine, "O eski ümmetler, onca kuvvet ve kudretlerine rağmen yok olup
gittiler. Peki şimdi sizin, kendisine güvendiğiniz bir sığınağınız, bir
kurtuluş yeriniz var mı?" demektedir.
"Mahîs",
tıpkı mahîd gibidir. Fakat
"mahîs" şiddetten dönüp kaçma manasınadır. Bunun gibi olduğunun
delili, Arapların, "Onlar şiddet, belâ ve sıkıntıya düştüler'1
deyişleridir. "Mahîd" ise, mutlak manada dönüp gitme demektir, onlar
için başka bir ihtimal olsa bile... Nitekim Arapça'da, Göz göre göre, yoldan
saptı" denilir, bu manada, denilmez.[88]
"Hiç şüphesiz
bunda, gönlü olan yahut, kendi görerek kulak veren kimseler için elbette bir
öğüt vardır" (Kâf,37).
Ayetteki
"bu" ifadesi, geçen ayette bahsedilen, o helak edilişe bir işarettir.
Bunun, cennetin yaklaştırılması, cehennemin tıka-basa oldurulması gibi, daha
önce zikredilmiş şeylere bir işaret olması da muhtemeldir. "Zikrâ"
"öğüt" kelimesi masdar olup, "tezekkür" (hatırlama) ve
tezkire (hatırlatmak) manasınadır. Aslında "zikrâ" kelimesi de, fiilinin bir masdandır.
Ayetteki, "gönlü
olan kimseler için" İfadesindeki "kalb" ile, aklında tutan ve
unutmayan bir kalb (akıl) kastedilmiştir" denilmiştir, yani "Aklında
tutan ve unutmayan bir kalbi olanlar için..." demektir. Nitekim Arapça'da,
"Çok mal" manasında, "Falanın malı var" denilir.
Dolayısıyla burada "kalb" kelimesinin nekire getirilişi, ifade ettiği
mananın mükemmelliğine delâlet eder. Evlâ olan işi zikrettikten sonra, işin
vazıh (açık) olduğunu ve ufacık kalbi (aklı) alan için bile saklı olmadığını
anlatmak için bunun böyle nekire getirilmiş olduğunun söylenmesidir. Nitekim
Arapça'da, "Ona şey ver, bir kuruş olsa bile" denilir. Biz
de "Cennet, hayır işler yapanlar içindir, bu hayır bir tek hasene olsa
bile!" deriz. Buna göre Hak Teâlâ, sanki, "bunda, kalb denilebilecek
en ufak birşeyi olan kimse için bir öğüt vardır. Bu durumda artık kim öğüt
almazsa, onun hiç kalbi yok demektir" buyurmuştur. Bu tıpkı,
"(Onlar), sağır, dilsiz, kördürler" (Bakara, 18) ayetinde olduğu
gibidir. Çünkü o münafıkların, kulakları, dilleri ve gözleri, kendilerinden
istenilen esas işleri yerine getirmemişlerdir, dolayısıyla yok sayılmışlardır.
Aynen bunun gibi, bundan öğüt almayanın da, kalbi yok sayılmıştır. "Onlar
hayvan gibidirler, hatta daha sapıktırlar, şaşkındırlar" (Araf, 179) ayeti
de böyledir, yani, "Onlar cansız varlıklar gibidirler" manasınadır.
Yine, "Onlar sanki odunlar gibidirler" (Münafikûn, 4) ayeti de
böyledir, yani, "O münafıkların şekilleri var, ama hatırlayan -öğüt alan
kalbleri, şükreden lisanlan yok" manasınadır.
Ayetteki, "Yahut
kendi görerek kulak veren kimseler için..." ifadesi, "dinleyen"
manasınadır. Çünkü "seni atmak" (kulak vermek), dinlemeden kinayedir.
Zira dinlemeyen kimse, sanki kulağını tutup, dinlemekten onu alıkoymuş gibidir.
Binâenaleyh onu verip serbest bıraktığında, dinleme gerçekleşir. Buna göre,
"Kalb kelimesinin nekire getirilmesi, "teksîr" (çokluk) manasını
ifade eder" diyenlerin görüşüne göre, "Yahut kendi görerek kulak
veren..." ifadesinin onun üzerine (atfedilişteki) terkibin güzelliği
ortaya çıkar. Çünkü buna göre Hak Teâlâ şöyle demiş olur: "Bunda, herşeyi
zekasıyla bulup çıkaran, zeki, ezberleyen (öğüt alan) bir kalb (akıl) sahibi
kimseler için, yahut da kulak verip, inzarcıyı dinleyen böylece öğüt alan
kimseler için bir öğüt var."
Ama bu ifade ile,
"velevki bu vasıfları olmayan da olsa, ufacık bir kalbi dahi olan
kimse" manasının kastedilmiş olduğunun söylenmesinde, böylesi bir tertib
güzelliği ortaya çıkmaz" denilirse, biz deriz ki: Bizim verdiğimiz bu
manaya göre, ayetin tertibi daha güzel olmuş olur. Çünkü kelamın takdiri,
Cenâb-ı Hakk'ın âdeta şöyle demiş olması şeklindedir: Bunda dinleyip öğrenen,
zekî bir kalbi bulunan herkes için bir öğüt vardır." Şimdi biz diyoruz ki:
Tertib, daha düşükten, daha üstün olana doğru olur. Buna göre Hak Teâlâ âdeta,
"Bunda, iş çok net olduğu için, az-çok kalbi olan herkes için bir öğüt vardır.
Binâenaleyh eğer bu öğüt herkes için gerçekleşmezse, dinleyen için
gerçekleşmiştir" demek istemiştir.
Ayetteki, "Yahut
kulak veren kimseler için" ifadesi de, bu manayı destekler. Çünkü Hak
Teâlâ, bunun yerine, "yahut dinleyen kimseler için..." dememiştir.
Çünkü dinleme, ilave bir arzunun olmasını gerektirir. Ama kulak vermek,
"Bu öğüt, kulağını tıkamayan, aksine onu serbest bırakan kimseler için
gerçekleşir, velevki bu kimse hususen dinlemek istemese bile... Çünkü bu,
yüksek bir sesi duyan kimse gibidir. Çünkü bu duyma işi, özellikle dinleme
niyeti olmasa bile, sırf kulakların açık olması ile, meydana gelir. Fakat gizli
ses, ancak dinleme ve peşine düşme ile duyulabilir. imdi biz diyoruz ki: Öğüt
çok net ve berrak olduğu için, şöyle veya böyle kalbi olan herkes için
gerçekleşir. Eğer böyle kimse için tahakkuk etmezse, hali ne olursa olsun,
ister dinleme gayretinde olsun, isterse olmasın, kulağı tıkalı olmayan herkes
için tahakkuk eder. Buna göre eğer, "Ayetteki, "Kendi görerek"
ifadesi "hal" cümlesidir. İşte bu, sırf kulak vermenin kâfî
olmayacağına delâlet etmektedir?" denilirse, biz deriz ki: "Bu, bizim
anlattığımızı doğrulamaktadır. Çünkü biz, bahsedilen öğüdün, az-çok kalbi olan
herkes için tahakkuk edeceğini, eğer onun için tahakkuk etmezse, kalbi ile
hazır vaziyette iken, kulak verdiği zaman, bu, onun için gerçekleşeceğini
söyledik. Evvelkine göre bunun manası, "Muhafaza eden, aklında tutan bir
kalbi bulunmayan kimse için bu öğüt, o kimsenin huzur-i kalb ile kulak vermesi
durumunda gerçekleşir. Böylece o kimsenin huzur-i kalb içinde olması durumunda,
onun ezberleyen-aklında tutan bir kalbi olmuş olur. Velev ki bunun yokluğu
farzedilse bile... Bu, bizim i-fi jij cümlesinin hal olduğunu söylememiz
durumunda böyledir. Fakat biz bunun hal olmadığını söylersek, bahsedilen şey
artık söz konusu olmaz ve bu başka manaya gelir. O mana da şudur: ayetin
başındaki (bu), Kur'ân'a işarettir. Bunun izahı da şöyledir: Allah Teâlâ,
sûrenin başında, "Kâf. O şerefli Kur'ân'a yemin ederim ki, bilakis o
kâfirler hayrete düştüler..." (Kâf, 1-2) buyurup, onların hayretlerini
bertaraf edecek hususlara yer verip, Hz. Muhammed (s.a.s)'in gerçek bir uyarıcı
(peygamber) ve hasrın kaçınılmaz bir hadise olduğunu beyan edip, hem dünyadaki
hem de âhiretteki sevâb ve cezalarıyla, terhîb ve terğîbte bulununca ve sözü
böyle tamamlayınca, "Hiç şüphesiz bunda, yani bahsi geçen Kur'ân'da
(ayetlerde), kalbi olan, yahut da duyan kimseler için bir öğüt vardır."
buyurmuş, daha sonra da, yani, "Sizin hayrete düştüğünüz o inzarcı da,
buna şâhid, orada hazırdır" demiştir. Bu tıpkı, "Biz seni, bir şâhid
olarak gönderdik" (Ahzâb, 45) ve "Peygamber, size karşı bir şâhid
olsun diye..." (Bakara, 143) ayetlerinde beyan buyrulduğu gibidir.[89]
"Andolsun Biz
gökleri, yeri ve ikisi arasındaki şeyleri altı günde yarattık. Bize (bundan
dolayı) bir yorgunluk da dokunmamıştır" (Kâf, 38).[90]
Hak Teâlâ bir kere
daha aynı delili tekrar etmiştir. Bunun izahını Secde Sûresi'nde yapmış ve
maddenin üç cinsten ibaret olduğunu söylemiştik:
a) Gökler...
Cenâb-ı Hak, göklere bir hareket vermiş, onlara bir takım hususiyetler ve belli
yerler vermiştir.
b)
Yeryüzü... Hak Teâlâ yeryüzünü yaratmış sonra onu oval hale getirmiştir.
c) Allah
Teâlâ, gök ile yer arasında bulunan şeylerin zatlarını ve çeşitlerini
yaratmıştır. Cenâb-ı Hak, bütün bunları, altı devre içinde yarattığına işaret
için, "Altı günde yarattık" demiştir.
Bunun bu manada
olduğunun delili şudur: "Günler" sözü İle, lügat bakımından anlaşılan
mananın kastedilmiş olması imkânsızdır. Çünkü "gün", Arapça'da,
güneşin doğumundan batımına kadar, yeryüzünün üzerinde durmasından ibarettir.
Gökler yaratılmazdan önce, ne güneş ne de ay vardı. Ne var ki, gün zikredilir,
kendisiyle "vakit, zaman" murad edilir. Nitekim Arapça'da,
"Hükümdarın oğlu olduğu gün, büyük bir sevinç olur; falancanın öldüğü gün
de, büyük bir üzüntü meydana gelir" ifâdeleri kullanılır. Velev ki, doğum
ya da ölüm, geceleyin olmuş olsa bile - dolayısıyla, "gün" sözüyle,
illâ da gün kastedilmiş olmaz. Bu kimse, "gün" ifadesiyle, sadece
zaman ve vakti kastetmiştir. " Yevm" kelimesinin, fiillere izafe
edilmesindeki durumu anladığına göre, Cenâb-ı Hakk'ın, "altı
günde..." ifâdesindeki "yevm" kelimesinin zikredilmesindeki
manayı da anla...[91]
Bazı müfesstrler, bu
ayetle, yahudilere bir reddiyenin kastedildiğini söylemişlerdir. Çünkü
yahudiler, şunu iddia etmektedirler: Allah Teâlâ, âlemi yaratmaya pazar günü
başladı.. Âlemi yaratmayı, altı günde tamamladı ki, en son gün cuma günü idi.
Cumartesi günü dinlendi ve arşının üzerinde sırt üstü yattı. İşte bundan dolayı
Cenâb-ı Hak, bunlara bir reddiye olsun diye, "Bize (bundan sonra) bir
yorgunluk da dokunmamıştı" buyurmuştur. Halbuki, görünen odur ki, bu ifâde
ile, müşriklere karşı bir reddiye kastedilmiş ve göklerin, yerin ve ikisi
arasındakilerin yaratıl m asiyi a istidlalde bulunulmuştur. Ayetteki,
ifâdesinin anlamı da, "Biz ilk yaratmadan dolayı yorulmadık ki, ikinci kez
"iâde"ye, yeniden yaratmaya kadir olmayalım..." şeklinde olup,
bu tıpkı, Cenâbı Hakk'ın, "Ya biz ilk yaratışta aciz mi
gösterdik..."(Kâf, 15) ayetinin ifâde ettiğini ifâde etmektedir.[92]
Yahudilerin
söylediğine ve Tevrat'ta nakledilen o hususa (altı günde yaratma, yedinci günde
dinlenme...) meselesine gelince, bu ya onlar tarafından yapılmış bir tahriftir,
yahutta onlar, Tevrat'taki ayetin hükmünü anlayamamışlardır. Bu böyledir,
pazar, pazartesi... gibi ifâdeler, birbirlerinden ayrılmış zaman dilimleridir.
Binâenaleyh, göklerin yaratılmasına pazar günü başlanmış olsaydı, "zaman"ın,
maddelerden önce bulunmuş olması gerekirdi. Halbuki zaman, maddelerden ayrı
düşünülemez. Böylece de maddeler yaratılmazdan önce başka bir takım maddeler
olmuş olur, bunun neticesinde de, âlemin kadîm olduğu hükmüne varılır ki, bu
felsefecilerin izlediği yoldur. Enteresandır ki, felsefeciler ile müşebbihe
arasında alabildiğine ihtilaf bulunmaktadır. Çünkü felsefeciler, Allah'a hiçbir
sıfat isnat etmezler ve, "Allah Teâlâ sıfat kabul etmez. Tam aksine o, her
bakımdan tektir. O halde O'nun ilmi, kudreti ve hayatı, O'nun hakikati, aynısı
ve zâtıdır" derler. Müşebbihe ise, Allah'a, maddelerde bulunan hareket,
sükûn, İstiva (doğrulma, dik durma), oturma, yükselme ve inme gibi... sıfatları
isnat ederler. O halde bu demektir ki, bu iki grup arasında tam bir aykırılık
vardır.
Sonra yahudiler, bu
sözlerinde, bu iki meseleyi birleştirmiş, felsefecilere mahsus olan hususta,
yani âlemin kadîm
olması meselesinde felsefecilerin yolunu tutmuşlardır. Çünkü yahudiler,
maddelerin yaratılmasından önce, birtakım günlerin ve muayyen zamanların
bulunduğunu kabul etmişlerdir. Yine yahudiler, Müşebbihe'ye mahsus olan,
"Arş üzerinde istiva, doğrulma" meselesi hususunda, Müşebbihe'nin
yolunu benimserler, hem zaman, hem de mekân hususunda hata etmişler,
sapıtmışlar, saptırmışlardır.[93]
"Ne derlerse sen,
şimdilik sabret. Rabbini, güneşin doğusundan evvel ve batışından önce, hamd ile
teşbih et. Gecenin bir cüz'ünde ve secdelerin peşlerinde de O'nu teşbih
et..." (Kâf, 39-40).
Biraz önce bahsi geçen
o müfessirier, bu ayetin manasının, "O yahudilerin, benim yorulduğuma ve
sırtüstü yattığıma dair söylediklerine sabret" şeklinde olduğunu
söylemişlerdir. Bizim verdiğimiz manaya göreyse, onların "O müşriklerin,
"Muhakkak ki bu, acaip bir şeydir" demelerine sabret!" şeklinde
olur. Ve "Rabbini hamd ile teşbih et..." Bizim, verdiğimiz mana ise
daha doğrudur. Çünkü bu, mezkûr olan bir husustur. Yahudilerin ve onların
sözlerinin zikri ise geçmemiştir.
Ayetteki,
"Rabbini, hamd ile teşbih et..." emri hususunda, şu muhtemel izahlar
yapılabilir:
1) Bu, Allah
Teâlâ'mn, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "namaz kılmasını emreden bir ifâdedir.
Böylece bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Gündüzün iki tarafında ve geceye yakın bir
zamanda namaz kıl... "(Hûd, 114) ayeti gibi olur. Ayetteki, "Güneşin
doğuşundan evvel ve batışından önce..." ifâdesi, gündüzün iki tarafına;
"Gecenin bir cüzünde de .. onu teşbih et" ifâdesi de, "geceye
yakın bir'zaman"a bir işarettir.
Bunu şu şekilde
açabiliriz: Hz. Peygamber (s.a.s)'in, biri Allah'a ibâdet etmek, diğeri de
mahlûkatı hidayete sevketmek gibi, iki ana görevi vardı. Binâenaleyh, Hz.
Peygamber mahlûkatı hidâyete sevkedip de, onlar da iktidâ etmeyince, kendisine,
"Diğer işine, yani Hakka ibâdete yönel..." denildi.
2) ifâdesinin
manası, "Onu, o müşriklerin dediklerinden tenzih et; onların karşı
koymalarından usanma! Tam aksine, onlara Allah'ın azametini hatırlat ve O'nu
şirkten ve imkân dahilinde olan "haşr"dan aciz olmaktan tenzih et..
Bu işleri, güneşin doğumundan ve batımından önce yap. Çünkü bu iki vakit, onların
bir araya geldikleri, toplandıkları vakittir. Gecenin evvelinde de, O'nu teşbih
ve tenzih et. Çünkü bu da, Arabların bir araya geldikleri vakittir"
şeklinde olur ki, bu da, "Senin, onların yalanlamalarından dolayı
usanmaman, ümitsizliğe düşmemen gerekir. Çünkü, senden önceki peygamberlere de
eziyyet edildi, yalanlandılar, ama yalanlanmalarına ve eziyete sabredip göğüs
gerdiler" demektir. Mananın böyle olması halinde, Cenâb-ı Hakk'ın,
ifâdesinin, söyleşi açık bir manası söz konusudur ki, bu manada bizim biraz Önce
de bahsettiğimiz gibi, Hz. Peygamber (s.a.s)'in işinin, biri ibadet, diğeri de
hidâyete sevk olmak üzere iki şey olduğuna işaret etmektir. O halde, ifâdesinin
anlamı, "Yaptığın secdenin ve ibâdetin hemen peşinden, secde ile ibâdet
secdelerin peşinden de hidâyete iletmenin senin hakkında tahakkuku için,
Rabbini, kavmin bir araya geldiğinde, akli delillerle tenzih et"
şeklindedir.
3) Bu
ifâdeyle, "Subhânellâh del" manası kastedilmiştir. Bu böyledir, zira
belli bazı lafızlar, Arapların dilinde, o lafızları söyleme anlamına gelir.
Binâenaleyh, biz meselâ, (kebbera)
deriz, bununla bir kimsenin, "Allahu ekber" demesini kastederiz.
(selleme) tabirini kullanır, bununla,
"Esselâmü aleykum" demek kasdederiz
(hamdele) sözüyle de, kişinin, "Elhamdülillah" dediği; (hellele)
sözüyle kişinin, "Lâ ilahe illallah" demesi ve (sebbeha) sözüyle de, kişinin
"Sübhâ-nellahi" demesi kastedilir.
Bunu da şu şekilde
açabiliriz: Bütün bunlar, insanın konuşmasında tekerrür eden, kullanılan
şeylerdir. İhtiyaç, bunların neler olduğunu haber vermeye zorlar.. Binâenaleyh,
bir kimse, "Falanca, Lâilâhe illallah" dedi; veya, "Falanca,
Allahu Ekber" dedi" diyecek olsa, söz uzamış olur. Binâenaleyh,
ihtiyaç, bu cümleleri söyleyen kimsenin, o sözlerini aynen tekrar etmemek için,
bunu ifâde eden tek bir lafzı kullanmaya sevketmiştir. Bu izahın, tefsirini
yaptığımız ifâdeyle münasebetine gelince, o da şudur: O müşriklerin, Hz.
Peygamber (s.a.s)'i yalanlamaları, onun sözüne sasıtmaları veya Hz. Peygamber
(s.a.s)'le alay etmeleri, örfe göre, Hz. Peygamber (s.a.s)'in onlara Janet
etme, sövüp sayma ve onlara beddua etme ile meşgul olmasını gerektirmiştir.
İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Onların söylediklerine sabret, onlara
beddua etmek yerine, Allah'ı teşbih et, O'na hamdet, ve zînnûn (balık sahibi),
yani Yunus (a.s) gibi olma; yahutta, Nuh (a.s) gibi olma. Çünkü Nuh "Ey
Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden yurd tutan hiçbir kimse bırakma!" (Nuh, 26)
demiştir. Tam aksine, Rabbine duâ et, onların küfürde ısrarları sebebiyle canın
sıkıldığında, Rabbini içinden zikretmeye devam et.." demiştir. Burada
söyleşi birkaç bahis bulunur:[94]
Birinci Bahis:
Allah, "tesbîh" kelimesini, meselâ
(Teğabun, 1) ve (Fussilet, 38)
ayetinde olduğu gibi, bazan lâm ile,
(vakı'a, 74) ve (Kaf, 39) ayetlerinde olduğu gibi, bazan bâ ile (insan, 26), (Ahzab.42) ve
(A'la, 1) ayetlerinde olduğu gibi, bazan
harf-i cersiz olarak kullanmıştır. Binâenaleyh, bunların arasındaki fark nedir?
Biz diyoruz ki, bu fiilin bâ e kullanılmasına gelince, -ki en mühimi budur-
burada öncelikle ele alınması gereken budur; çünkü Cenâb-ı Hak buyurmuştur.
Şimdi biz diyoruz ki:
Bizim, buradaki ifâdesi ile,
"Habibim, sübhânellâh ae!" manası kastedilmiştir" dememiz
halinde bu bâ harf-i cerri, musahabe için olmuş : jr ve mana "Allah'ın
hamdiyle bir ve beraber ol!" demek olur. Buna göre Cenâb-ı Hak, adeta,
"Ey habibim, Subhânellâhi ve'l-hamdülillâhi de!" demiş olur. Yok,
"Bu fâde ile, Cenâb-ı Hakk'ı tenzih kastedilmiştir.." dememiz halinde
de mana, "Onu tenzih et. O'na, hamd ile yaklaş!.. Yani, O'nu teşbih et;
kendisini teşbih etmeye seni •nuvaffak kıldığı için de onu şükret.. Çünkü,
ebedî mutluluk, O'nu teşbih edenler cindir.." şeklinde olur. Buna göre bu
demektir ki, bilindiği için, mef'ul zikredilmemiştir.
takdiri ise,
"Allah'ı, Rabbinin hamdiyle teşbih et!" şeklinde olup, Allah'ı, o
Rabbinin hamdiyle içice olarak teşbih et.." demektir.
Ama, "Bu
ifâdeyle, "Namaz kıl!" manası kastedilmiştir" dememiz halinde,
biz : yoruz ki, bunun, namazda Fâtiha'nın okunmasını emreden bir ifâde olması
-nuhtemeldir. Nitekim Arapça'da, "Falanca, şu sûre ile namaz tddı..."
yahut da, "O Kul Hüvellâhu Ehad..." sûresi ile namaz idi.." denilir ki, buna göre Cenâb-ı Hak
adeta, "Elhamdülillah ile namaz kıl. Yani, kıIdığın namazda, Fatiha Sûresi
okunmuş olsun.." demek istemiştir. Ama bu, bu konuda yapılan izahların en
uzak olanıdır.
Bu fiilin, harf-i
cersiz müteaddi olmasına gelince, biz diyoruz ki: Asıl olan da budur: Çünkü
"tesbîh" maddesi, harf-i cer olmaksızın müteaddîdr. Çünkü, bunun
manası kötü şeylerden uzak tutma, beri kılma, tenzih etme demektir.
İlgili fiilin lâm ile
kullanılması hususunda da şu iki izah yapılabilir:
1) Bu, tıpkı
bir kimsenin, "Ona nasihat ettim..." Ona teşekkür ettim..."
demesinde olduğu gibidir.
2) Bu, en
açık olan durumu beyân etmek içindir. Yani, "Onlar, kalbleri sırf Allah'ın
rızası ile dolup taştığı halde, Allah'ı teşbih ederler..." demektir.
İkinci Bahis:
Cenâb-ı Hak orada, (Kâf, 39) buyurmuş,
hemen sonra da, bâ harf-i cerrine yer vermeksizin buyurmuştur. Binâenaleyh, bu
iki yer arasındaki fark nedir? Biz diyoruz ki:
1) Namazın,
"Allah, Rabbinin hamdiyle içice olduğun halde teşbih eti" şeklinde
olduğunu söylememiz halinde, bu iki yerdeki durum aynıdır, farksızdır. Bu
böyledir, ifâdesi, bir kimsenin tıpkı,
demesi gibidir. Ne var ki, iadesi, kendisine delâlet ettiği için, birincide
mef'ûl-ü bih sarih (yani lafza-ı celâl) zikredilmemiştir.
2) Önce
geçen şey kendisine delâlet ettiği için, (ifâdesinin geçtiği yerde), ifâdesini
zikretmemiştir. Bizim, ifâdesi ile,
"Namaz kıl!" manası kastedilmiştir" şeklindeki görüşümüze göre
buna verilecek ikinci cevap da şudur: Birinci ifâdenamaz kılmayı; ikinci
ifâde ise Cenâb-ı Hakk'ı tenzih etmeyi
emreden bir ifâde olmuş olur. Yani, "Rabbinin hamdine bürünmüş olarak
(Fatihayı okuyarak) vaktinde namaz kıl, geceleyin de Rabbini, kendisine
yakışmayan şeylerden tenzih et..." demektir. Bu durumda, bu, hem amefe,
(uzuvlarla yapılan amele), hem zikre, hem de tefekküre bir işaret olmuş olur. O
halde ayetteki ifâdesi, amellerin en
hayırlısına, yani namaza; ifâdesi, zikre ve ifâdesi de, seslerin dindiği, iç
âlemin berraklaştığı bir zamanda, tefekkür etmeye bir işarettir.. Yani
"Fikrinle de, Cenâb-ı Hakk'ı O'na yakışmayan her türlü kötü şeylerden
tenzih et..." demektir. Bil ki, Allah Teâiâ ancak kemâl sıfatlarıyla ve
celâl vasıflarıyla muttasıftır.
Ayetteki, tabirine
gelince, bunun tefsiri hususunda denilebilecek olan bazı şeyler, daha önce
geçmişti. Bu hususta, söylenebilecek bir başka izah da şudur: Bu, teşbihi devam
ettirme emrine bir işarettir. O halde, ifâdeleri, namazın vakitlerine bir
işarettir.tabiri ise "Secdeyi, yani namazı bitirdikten sonra, Allah'ı
teşbih ve tenzîhi bırakma, bütün vakitlerinin de teşbih ile geçmesi için,
secdelerin peşinden teşbihe devam et.." anlamındadır. Dolayısıyla bu
ifâdeler, Cenâb-ı Hakk'ın "Unuttuğunda Rabbini an.." (Kehf, 24)
ayetlerinin bildirdiği manayı ifâde eder. Bir işi bitirince hemen başkasına
giriş ve yalnız Rabbine yönel." Bu ifâde, (İdbâre's-sücud) şeklinde de
okunmuştur.[95]
Üçüncü Bahis:
ifâdesindeki fâ'yt nasıl izah edebiliriz? Biz deriz ki, bu fâ, geceleyin teşbih
etme emrini tekîd eder.. Zira, şart manasını kapsamaktadır. Buna göre sanki
Cenâb-ı Hak, "Geceden olan zamana
gelince, (onda) Allah'ı yine tenzih et.." demektir. Bu böyledir, zira şart
tahakkuk ettiği zaman, ceza (meşrût)nın da bulunması gerekir. Buna göre Cenâb-ı
Hak adetâ, "Gündüz, meşguliyyet zamanıdır ve meşguliyetlerin çokça
bulunduğu bir vakittir. Geceye gelince, bu, her şeyin dindiği ve sona erdiği
bir zamandır. O halde gece, tesbîh vaktidir" demiştir. Yahut da, biz
ifâdeyi tersten alır da şöyle deriz: "Gece, uyuma, işlerden uzaklaşma ve
gaflet zamanıdır. Öyleyse, geceyi gafletle ayırma; tam aksine onda Rabbini an
ve O'nu tenzih et..."
Dördüncü Bahis: ifâdesinin başındaki edatı
hakkında, şu iki izah yapılabilir:
a) Bu,
"ibtidâ-i gaye" (mesafenin başlangıcını) bildiren 'dir, Yani,
"Gecenin başından itibaren O'nu teşbih et.." Buna göre, uykunun
bastırıp bastırmayacağına nisbetle ilgili durum farklılık göstereceği için,
Cenâb-ı Hak, bu sürenin başlangıcının sonunu belirtmemiştir. Nitekim Arapça'da,
(sürenin sonu zikredilmeksizin)"Gecenin başından itibaren seni
bekliyorum..." denilir.
b) Bu jf'in,
"min-i teb'iziyye" olması.. Buna göre mana, ''Gecenin bil- kısmım
teşbihe ayır" şeklinde olur. Nitekim, Arapça'da "Malından istifa
ettir; gecenin bir kısmında ise uyanık ol (ibâdet et).." denilir.
Beşinci Bahis:
Ayetteki ifâdesi, neye atfedilmiştir?
Biz diyoruz ki, bunun, ayetteki, "güneşin batmasından önce..."
ifâdesine atfedilmesi mümkündür. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Rabbini,
güneşin doğuşundan evvel, batışından önce ve secdelerin peşlerinden hamd ile
teşbih et..." demek istemiş, bunların arasına da, "Gecenin bir
cüz'ünde de... O'nu tesbîh et..." ifâdesini koymuştur. Buna göre burada,
biraz önce de bahsettiğimiz gibi, teşbihi sürdürme emri yatmaktadır. Böylece
Cenâb-ı Hak adeta, "Güneşin doğumundan önce teşbih et. Güneşin doğumundan
önce secdeyi bitirme vakti geldiğinde tesbihatta bulun, güneşin batımından önce
teşbih et; güneşin batımından önce secdeyi bitirdikten sonra da teşbih
et.." demiş olur. Böylece de bu, geceyi teşbih ile geçirmeye bir işaret
olmuş ulur. Bu ifâdenin, ayetteki, ifâdesine atfedilmiş olması da muhtemeldir.
Buna göre bu ifâde, câr ile mecrûrun ikisine birden atfedilmiş olur ve takdiri
de, "Hem gecenin bir kısmında, hem de secdelerin peşisıra O'na tesbihatta
bulun..." şeklinde olur.[96]
"Nida edenin,
yakın bir yerden nida edeceği güne kulak ver" (Kaf. 41).
Bu, teşbihin gayesinin
ne olduğuna bir işaret olup, "Allah'ı tenzihle meşgul ol ve o münâdî'yi
gözle.." demektir ki, bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "Sana ölüm gelinceye
kadar Rabbine ibadet et"(Hicr,99) ayeti gibidir. Bu ifâdeyle ilgili birkaç
mesele vardır:[97]
Onun kulak verdiği şey
nedir? Biz deriz ki bu hususta, şu
muhtemel üç izah yapılabilir:
a) Bu fiilin
mef'ûlü tamamen hazfedilmiştir. Maksadı da, "Dinleyici ol, bu gafiller ve
yüz çevirenler gibi olma!" demektir. Nitekim Arapça'da, bizatihî dinlenen
herhangi bir şey kastedilmeksizin, "O, dinleyen, itaat eden bir
adamdır" denilir ki, bu da tıpkı, "Falanca, aldatıcıdır; falanca
verir ve vermez.." denilmesi gibidir (mef'ûlleri hazfedilmiştir).
b) Bu,
"Sana vahyolunanı dinle" demektir.
c) Bu,
"O münadinin nidasını dinle" demektir.[98]
ifâdesindeki kelimesi, hangi fiil ile mansûbtur? Biz deriz
ki: Bu da, birinci meseleye dayalı bir husustur. Şimdi biz, fiilinin mef'ûlü
yoktur" dersek, bunun âmili (nasbedeni), "çıkış günü.."(Kâf,42)
ifâdesinin delâlet ettiği şey olup, takdiri, "Onlar, o münadînin nida
ettiği günde çıkarlar" şeklinde olur. Eğer biz bunun mefûlünün,
"vahyedilen şey" olduğunu söylersek, o zaman takdirî, "O
münadînin nida ettiği günde vahyedileni dinle.." şeklinde olur. Söylediğimiz
bu hususta şöyle bir izah da yapılabilir: "O münadînin nida ettiği günde
vahyedilen şeyi dinle!.."
Buna göre şayet,
"Ayetteki ifâdesi, "sabret ve
teşbih et" ifadelerine atıftır ki, hem sabretme hem de tesbihatta bulunma
dünyada söz konusudur; kulak verme, dinleme de, dünyada söz konusu olan bir
şeydir. Halbuki, o münadînin nida ettiği günde vahyedilen şey ise, dünyada
dinlenemez..." denilirse, deriz ki, bundan bu çıkmaz. Çünkü, "Dünyada
namaz kıl, ahirette cennete gir" manasında denilir. İşte burada da
böyledir. fiilinin, "gözle!"
manasında olması da muhtemeldir. Böylece bunların, dünyada iken meydana
gelmeleri mümkün olabilir. Eğer biz, "O sayhayı, yani münadînin, "Ey
kemikler, dirilip ayağa kalkın.." demestni-dinle.." anlamındadır
dersek, o zaman söz konusu sorunun cevabı anlaşılmış otur. Bu durumda buna
verebileceğimiz bir başka cevap da Cenâb-ı Hakk'ın, "Sur'a üfürülmüş,
artık Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere, göklerde kim varsa, yerde kim
varsa düşüp ölmüştür" (Zümer, 68) demesidir.
Şimdi biz diyoruz ki,
"Allah'ın diledikleri kimseler", o sayhanın, o naranın olacağını
bilip de, ona hazır olan ve o sayhanın kendilerini rahatsız etmeyeceği
kimselerdir. Bu tıpkı şuna benzer: Birisi, bir şimşeğin çaktığını görür ve onun
neticesinde kuvvetli bir gök gürültüsünün olabileceğini bilir, onu bekler ve
vaki olduğunda da onu dinler. Bir başkası da, bundan habersizdir. Şimdi, o gök
kuvvetlice gürlediğinde, çoğu kez, onu beklemeyen kimse bayılıp düşerken, onu
dinlemeye hazır olan kimse bundan etkilenmez. İşte bu yüzden Cenâb-ı Hak, "O
günde bayılıp yere düşenlerden olmayasırî diye, buna kulak ver, dinle..."
buyurdu.[99]
O münadinin nida
edeceği şey nedir? Bu hususta hem aklî, hem de naklî muhtemel birtakım izahlar
yapılabilir ki, bunları şöyle toparlayabiliriz: O münadî, ya Allah'tır, ya
Meleklerdir veyahut da bu ikisinin dışında kalanlardır. Bunlarda, zahire göre,
ins ve cinnin mükellefleridir.. Çünkü, başkaları nida edemez. Şimdi biz, o
münadinin Allah olduğunu söylersek, bu hususta şu izahlar yapılabilir:
a) Allah,
zulmedenleri, onlara eş olanları ... bir araya toplayın..." (Saffat. 22)
diye nida eder.
b) Allah,
''Alabildiğine inâd eden, hayra bütün hızıyla engel olan her nankörü atrn
cehenneme"(Kaf,24) ve (cennetliklere) "Selâmetle girin oraya,..
"(Kâf,34) diye nida eder. Cenâb-ı Hâkk'ın, "Tutun onu da, (ellerini)
bağlayın.."(Hakka, 30) ifâdesi de böyledir. Bunun böyle olduğunun
delilleri, Cenâb-ı Hakk'ın, "Nida edenin yakın bir yerden nida edeceği
gün..." (Kâf, 41) ve "Yakın bir mahalde yakalanmışlar.." set», 5)
ifâdeleridir.
c) Bu iki
şeyden başkasıdır. Bunun böyle olduğunun delili ise, "Onlara, "Benim
ortaklarım nerede?" diye nida edileceği gün.."(Fussilet, 47) vs.
ayetidir.[100]
O münadînin, Allah'tan
başkası olduğunu söylememiz halinde de şu izahlar yapılabilir:
a) İsrafil
(a.s)'in, "Ey çürümüş kemikler, bir araya gelmek için toplanın ve
"fasl" yani Allah'ın vereceği hükmü dinleyin,." şeklindeki
nidâsıdır.
b) Bu, nefse
yapılan nidadır. Nitekim nefse, "Cennetteki ya da cehennemdeki yerini
alması için, "Dön Rabbine..."(Fatır, 28) diye nida edilir.
c) Bir
münadî, "şunlar cennete, şunlar da cehenneme" diye nida eder. Nitekim
Cenâb-ı Hak, "Bir kısım cennette,
bir kısım da cehennemde..."
(Şûra, 7) buyurmuştur.
Bu münadînin
"mükellef" ins veya cin olduğunu söylememiz halinde de şu denebilir:
Bu, Allah Teâlâ'nın, "Ey Malik diye nida ettiler.. "(Zuhruf, 77)
ayetinde beyan ettiği husus vs.dir. Ancak görünen odur ki, burada kastedilen,
ilk iki izahtan biridir. Çünkü ayetteki el-münadî'nin başındaki elif-lâm, tarif
içindir. Bahsi geçmese dahi, meleğin o günde münadî olması, durumu malum olan
bir keyfiyyettir (onun için elif-lâm getirilmiştir). Nitekim bahsi geçmese
dahi, Hz. Peygamber (s.a.s) kastedilerek, "Dedi..." denilir. O
münadînin Allah Teâlâ olmasına gelince, Allah Teâlâ'nın münadî olduğu, hemen bu
sûrede, (Kaf, 24) ifâdesi geçmiştir ki, bu bir nidadır. Yine Cenâb-ı Hakk'ın
"O gün cehenneme, "Doldun mu?" deriz" (Kaf, 30) ifâdesi ki,
bu da bir nidadır. Mükellef ise böyle değildir.
Ayetteki, "Yakın bir yerden..." ifâdesi, o sesin herkes
tarafından duyulacağına, hiç kimseye saklı kalmayacağına, tam aksine onu
dinleme hususunda herkesin müsavi olacağına bir işarettir. İzahın böyle
yapılması halinde, ayetteki "münadîden, Allah Teâlâ'nın kasteditmesi uzak
bir ihtimal" olmaz. Çünkü ayetteki, "yakın bir yer" ifâdesi ile
bizzat mekânın kendisi değil, o nidanın duyulacağı kastedilmiştir ki, bunun
Allah'tan olması, (doğruya) daha yakın bir ihtimaldir. Ve bu, Cenâb-ı Hakk'ın
bu sûredeki "Biz ona, şah damarından daha yakınız''(Kâf, 16) ayeti
kabilindendir ki, bu, mekân ile olmaz.[101]
"O gün (bütün
halk), o hak sayhayı işiteceklerdir. İşte bu, (kabirden) çıkış günüdür"
(Kâf, 42).
Bu, bizim,
"Dinle, gafillerden olma ki, o sayha gününde bayılıp yere
serilmeyesin.." diye ifâde ettiğimiz mananın ortaya konulmasıdır. Bunun
izahı şöyledir: "Dinle, yani dinlemezden önce onun meydana gelmesi
konusunda uyanık ol, bekle.. Çünkü, duyma işi mutlaka olacaktır. Sen ve onlar,
bu hususta eşitsiniz. O halde bu demektir ki, onlar da duyacaklar. Ne var ki
onlar, dinlemeye hazır olmadan duyacaklar, böylece de yıkılıp, yere düşecekler;
sen ise, onu dinlemeye hazır olarak onu duyacaksın.. Dolayısıyla bu, sende,
mutlaka olması gerektiği kadarıyle etkili olacaktır..."
Ayetteki, kelimesi hususunda şu muhtemel izahlar
yapılabilir:
a) Bu,
Zemahşerî'nin söylemiş olduğu şu husustur: Bu ayetin başındaki bu kelimesi, bir
önceki ayetteki kelimesinden bedel olup, her ikisinin âmili de, "işte bu
çıkış günüdür" ifadesinin delâlet ettiği şeydir. Yani, "Onlar.
duydukları gün çıkacaklar" demektir.
b) Bu
ifâdedeki 'nin âmili, ifâdesindeki şey olup, bunun da ne olduğunu daha önce
zikretmiştik..
c) Şöyle de
denebilir: Daha önce de bahsettiğimiz gibi, ifâdesindeki 'nin âmili,
ifâdesindeki âmili de, fiilidir.
Çünkü, ifâdesindeki fjî'hin, her ne
kadar kendisine muzâf olduğu fiili ile
mansub olması caiz olmasa dahi, başkasının bunda âmil olması ve bunu nasbetmesi
caizdir. Nitekim Arapça'da, "Amr'm,
kendisini dövdüğü ve Amr'ın idareci olduğu gün, Zeyd'in halini ve zilletini
hatırla., "denilir ki bu sözü söyleyen kimse, "Zeyd'in, kerîm iken,
iyi ve güzel halde iken herhangi bir sebeple zillete dûçâr olduğunu beyan etmek
istemiştir. Dolayısıyla, misâlimizdeki ifâdesindeki 'nin, ifâdesi ile mansub
olması caiz değildir. Çünkü, bu sözü söyleyenin maksadı, Zeyd'in halini ve
zilletini hatırlatmaktır. Bu ise, dövülme günüdür. Ne var ki, ifâdesindeki
yevme ifadesiyle mansubtur. fâ ifâdesi de böyledir. İşte ayette de böyledir.
Cenâb-ı Hak, korkup böylece de bayılıp yere yıkılanlardan olmasın diye,
"Nida edenin ... nida edeceği güne kulak ver" buyurmuş, sonra bu
nidayı, onların duyacağı günde, "o münadînin nida etmesiyle" beyân
edip açıklamıştır ki bu, "Bu, birkısım insanların duyamayacağı bir
biçimde, gizli bir nida değildir. Tam aksine münadînin nidasının en batı
uçtakine nisbeti, en doğu uçtakine nisbeti gibi olacaktır. Ve hepiniz de onu
duyacaksınız" demektir. Böylesi bir sesi dinleyebil m esi için, insanın
buna hazır olması gerektiğinde şüphe yoktur. İnsanın buna hazır olması da,
nefsini, Allah'a ibâdetle, O'nu zikir, onu tefekkürle meşgul etmesiyle olur.
Böylece, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sabret, teşbih et.. Münadînin nida edeceği ve
onların sayhayı duyacakları güne kulak ver..." ifadelerinden, işte böylesi
değerli bir netice elde edilmiştir.. Ayetteki
kelimesinin başındaki elif-lam da tarif ifâde etmektedir. Çünkü o
sayhanın ne olduğu bilinmektedir. Allah onu, defaatla dile getirmiştir.
Nitekim, "O ancak, tek bir sayhadır" (Yasin, 53), "O ancak, tek
bir sayhadır" (Sattat, 19) ve ".. Tek bir nefha, üfürme..."
(Hakka. 13) ayetlerinde böyledir. Ayetteki J*Jb ifâdesindeki bâ harf-i cerrinin
"sayha"ya taalluk etmesi mümkündür. Buna göre, "Hak olan o
sayhayı onlar duyarlar..." demek olur ki, bu izaha göre, burada şu
açıklamalar yapılabilir:
1)
"Hakk", haşr anlamındadır. Yani, "Haşır sayhasını... duyarlar.
Bu haşr, onların duyacakları haktır" demektir. Nitekim Arapça'da, "O,
bu sözü konuştu.." anlamında, "Seyyid, "Ey kavmim
toplanın!" diye nara attı.." denilir. Bu durumda kelamın takdiri,
"Onlar, "Ey kemikler, toplanın, bir araya gelin!" çığlığını
duyarlar.." demek olur ki, işte "el-hakk" kelimesiyle, burada bu
kastedilmiştir.
2)
"el-Hakk" kelimesiyle, "yakîn" kastedilmiştir. Çünkü
"hak" yakîndir. Nitekim, "Ondan o sayha yakînen sudur etti, bir
yankı değildi.." anlamında, "Zan ve tahmin değil, falanca yakînen
nara attı..." denilir.
Buna göre ayetteki
hakk kelimesi sayha'nın sıfatı yerine geçmiş olur. Nitekim Arapça'da,
"İstekli olan bir dinleyişle dinledi; kuvvetli olan bir haykırışla
haykırdı.." denilir. Buna göre Cenâb-ı Hak adetâ, "Kesin olan o
sayhayı duyacakları günde..." demek istemiştir.
3) Bu,
"gerçekle içice olan bir sayhadır, yani, o sayhanın meydana gelmesi
gerçektir..." demektir. Nitekim Arapça'da, "Ol!" denilir, oda,
tahakkuk eder, oluverir" denilmektedir. Yine, "Saadetle, selâmetle
içice olarak" manasında, "Selâmetle, saadetle dön!.." denilir.
Buna göre şayet, "Biraz daha açıklar mısın? Çünkü, bâ gerçekte
"ilsâk" İçindir. Binâenaleyh bu gibi yerlerde ilsâk'tn anlamı nasıl
anlaşılır?" denilirse, biz deriz ki: Fiilin müteaddî olması, bazan bâ ile
gerçekleşir. Nitekim Arapça'da, "Gitmeyi Zeyd'e (adeta) yapıştırdı, icra
ettirdi" manasında, "Falanca Zeyd'i götürdü" denilir. Böylece
de, o gitme işi Zeyd'le kaim olmuş olur; derken Zeyd de mef'ûl olmuş olur.
Şimdi, ifâdesinin, "(İsrafil), "Ey kemikler bir araya toplanın!
dedi.." manasına varıp dayandığını söylersek, bu, masdann bâ harf-i cerri
ile müteaddi olması demek olur ki, Arapça'da da, "Zeyd'in Amr'ı götürüşü beni
hayran bıraktı.." denilir. İşte ifâdesi de böyledir ki bu "Hak
hususunda sesini yükselt" demek olur ki, bu hak da, haşr'dır. Bu hususu,
eğer Allah dilerse bir başka yer ve zamanda açıklayacağız.
Bir başka izaha göre
de şöyle diyebiliriz: Ayetteki ifâdesi, fiiline taalluk etmektedir. Yani,
"Onlar o sayhayı hak ile dinlerler" demektir. Mananın böyle olması
halinde, burada şu iki izah yapılabilir:
a) Bu, tıpkı
bir kimsenin, "Onu yakînen dinledim.." demesi gibidir.
b) ifâdesinin
başındaki bâ, kasem bâ'sı olup, buna göre mana, "Onlar o sayhayı, hak olan
Allah'ın adına yemin ederim ki, duyacaklardır" şeklinde olur ki, bu şık
zayıftır ifâdesindeki "gün"e işaret etmektedir. Buna göre
mana, "İşte o gün, çıkış günüdür" şeklinde olur.
b) Bu, o
münadînin nidasına bir işarettir.[102]
"Öldürecek de
diriltecek de şüphesiz ki biziz biz. Dönüş de ancak bizedir" (Kâf 43).
Yasin Sûresi'nde,
"Biziz biz" ifadesiyle ilgili olan açıklamaları yaptık. Ayetteki,
"Öldürecek de, diriltecek de..." ifadesine gelince, buradaki
"diriltme" ile ilk diriltme kastedilmiş olup, "öldürme" ile
de ilk ölüme işaret edilmiş olur. Ayetteki,
"ancak bizedir" ifadesi, hasrın olacağını gösteren bir
ifadedir. En ma'rife (en bilinen) şey olduğu için Cenâb-ı Hakk'a işaret olan
"Biziz biz" ifâdesi önce getirilmiştir. Nitekim bir kimse herkesçe
bilinen meşhur kişi "benim ben" manasında, der. Öldürecek,
diriltecek" ifadeleri, bu azameti te'kid eden hususlardır. "Dönüş de
ancak bizedir" ifadesi ise, esas anlatılmak istenen şeyi ortaya koyan
ifadedir.[103]
"O gün hepsi,
süratle çıkmak üzere, yeryüzü onlardan ötürü yarılır. îşte bu bize çok kolay
gelen bir haşrdır"
(Kâf, 44).
Bu ayetin başındaki
"yevm" (gün) kelimesinin âmili (yani zarfı olduğu fiil), "çıkış
günü" (Kâf, 42) ifadesinden anlaşılan "çıktş" fiili olup,
"yeryüzü, onlardan ötürü yarıldığı gün, onlar hızlıca çıkarlar"
takdirindedir.
Ayetteki,
"süratle" kelimesi, çıkanların "narini göstermektedir. Çünkü
ayetteki fâ "onlardan" lafzı, onların bu yarılmanın sebebinin onlar
olduğunu
gösterir. Böylece de o
yarılma işi, onlar kabirden çıkacakları zaman olmuş olur. Nitekim Arapça'da,
" ve"Onun için açıldı, açılmıştır" denilir.
Böylece, sira'an
"süratle" kelimesi, mef'ulün durumunu beyan eden "hal"
olur. Buna göre Hak Teâlâ âdeta, "süratle çıkan kimseler olarak..."
demek istemiştir. "Sirâ' " kelimesi, "serî'nin çoğuludur ve
tıpkı "Kirâm'ın, kerîm kelimesinin çoğuiu olması gibidir.
"Bu, bir
haşrdır" ifadesindeki, diJi "Bu" kelimesinin, o yarılma işine
bir işaret olması muhtemel olduğu gibi, "süratle çıkıştan" anlaşılan
"çıkarma" işine de işaret olabilir. Yine bunun manasının, "O
haşr, bize çok kolay bir haşrdır" şeklinde olması da muhtemeldir. Çünkü
haşr meselesi, daha önce geçen ayetlerden de anlaşılmaktadır.
Ayetteki, "Bize çok kolay" ifadesine gelince,
buradaki Ö* câr-mecrûru, "ihtisas" için öne geçmiş olup, "Bu iş,
başkasına değit, ancak bize kolaydır" demektir ve kâfirlerin, "Bu,
ihtimali uzak bir dönüştür" (Kâf, 3) şeklindeki sözlerine tekrar bir
cevaptır. Haşr, toplamak demektir. Kıyamet gününde, mahlukatın herbirinin
parçaları bir araya toplanacak, ruhlar (canlar) da bedenleriyle birleşecektir,
yani Allah Teâlâ, her ruhu bedeniyle birleştirecek, böylece de dağılmış,
paramparça olmuş ve çürümüş ümmetleri, yeniden toplayıp bir araya getirecektir.
Binâenaleyh bu. işlerin hepsi haşr (toplama) hususunda aynıdır.[104]
"Biz onların
neler demekte olduklarını daha iyi bileniz. Onların üstünde bir zorba değilsin
sen. Bundan dolayı, benim tehdidimden korkacak olanlara Kur'ân ile öğüt ver"
(Kâf, 45).
Bu ayetle ilgili şu
izahlar yapılabilir:
a) Bu, Hz.
Peygamber (s.a.s)'i ve mü'minlerin kalbini teselli eden bir ifade olup,
mü'minleri, Hz. Peygamber (s.a.s)'e emredilen o sabır ve teşbihe teşvik olup,
"Sana dediğimiz işle meşgul ol. Bize şikâyetlerde bulunman, seni
maksadından alıkoymasın. Çünkü biz, onların sözlerini biliyor ve amellerini
görüyoruz" demektir. Yaptığımız bu İzaha göre, ayetteki, "Onların
üstünde bir zorba değilsin sen" ifadesi buna uygun düşmektedir ve "Sen,
"Onları hidayete sevketmek üzere gönderildim. Öyle ise ben, daha nasıl bu
rehberlikten meşgul edecek şeylerle, namazla, teşbihle oyalanırım" deme.
Çünkü sen onların duygularına, kuvvelerine ve kudretlerine hükmetmek için
gönderilmedin. Sen, sadece gerçeği tebliğ etmekle emrolundun ve bu işi de
yaptın. O halde sabret, tesbihâtta bulun ve Allah'ın aranızda hüküm vereceği o
günü bekle" demektir.[105]
b) Bu bir
tehdid ve korkutma ifâde etmektedir. Çünkü, "Dönüş de ancak bizedir"
(Kâf,43) ayeti, onların ne yaptıklarını Allah'ın bildiğini göstermesi
bakımından açık bir tehdiddir. Zira bir kimse, eninde sonunda, varacağı yerin
padişah olduğunu bilebilir. Fakat o padişahın, kendisinin her yaptığını
bilemeyeceğine inanabilir. Dolayısıyla işte bu duygu ve inancı, kişiyi yapmak
istediği kötü şeylerden, (kanunsuz işlerden) alıkoymayabilir. Ama bu kimse,
padişahın, kendisinin ne yaptığını bildiğini, gıyabında iken de sanki onun
yanında imiş gibi olduğunu, işin sonunda dönüp ona varacağını bildiğinde, işte
bu duygu, onu kötü işlerden alıkor. jşte bu sebeple Hak Teâiâ, hem "Dönüş
de ancak bizedir"(Araf,43) hem de,
"Biz ... çok iyi bileniz" buyurmuştur ki, işte bu açık bir tehdiddir
ve bu bu mana ile tıpkı, "Nihayet hepinizin dönüp gidişi ancak
Rabbinizedir. Artık neler yapmakta olduğunuzu o size haber verir. Çünkü O,
göğüslerin içinde olan her gizliyi bile hakkıyla bilendir.." (Zümer, 7)
(Yunus, 23) ayetlerinde ifade edildiği gibidir.[106]
c) Bu, hasrı
anlatan bir ayettir. Çünkü Cenâb-ı Hak, kudretinin mükemmel, irâdesinin geçerli
oluşundan ötürü, hasrın kendisine pek kolay geleceğini beyan etmiştir. Fakat
bunun tam ve mükemmel olabilmesi kapsamlı bir ilmi gerektirir ki böylece iki
ayrı bedenin parçalarını, yani Zeyd'in bedeninin dağılmış parçalarını, Amr'ın
bedeninin parçalarından seçip ayırabilsin. İşte bundan dolayı, Hak Teâlâ adetâ,
"Bu, kudretimizin mükemmelliğinden ötürü, bize pek kolay gelen bir
haşrdir, ilmimizin durumundan ve değerinden ötürü, herbir bedenin parçaları
bizce meçhul değildir" demek istemiştir. Bu izaha göre ayetteki, ifadesi,
"Biz, o müşriklerin, "ölüp de toprak olduğumuz zaman mı (yeniden
diriltilecek misiz)" (Saffât, 16) ve "Toprağm içinde (parçalanıp)
kaybolduğumuz zaman mı (yeniden diriltilecek misiz?) (Secde, 10) şeklindeki
sözlerinde ileri sürdükleri şeyleri biliriz" demektir.[107]
Buna göre bu "Biz
onların yitmiş, kaybolmuş, hiç kimse bilemez dedikleri herşeyi, her parçayı
biliriz" demek olup, "Biz onların böyle dediklerini biliriz"
demek değildir. Birinci manaya göre, bu ifadedeki, mâ-i masdariyye olup,
"Onların dediklerini biliriz" manasındadır. İkinci manada ise, mâ-i
haberiyyedir. Buna göre, ayetteki, "Biz daha iyi biliriz" demesi
doğru olmaz. Çünkü O'nun dışında o parçalan bilebilecek hiç kimse yoktur ki
Allah, "Biz daha iyi biliriz" demiş olsun. (Buna ne dersiniz?) Biz
deriz ki: Bunun cevabt, şöyle bir kaç şekilde daha önce de verilmişti:
1) vezni,
fiilin aslında müşterekliği gerektirmez. Nitekim "Allah, kendisinden korkmana, ehakk,
yani daha layıktır" (Ahzâb. 37), "Meclis ve topluluk bakımından daha
güzel"(Meryem, 73) ve "Bu ona daha kolaydır" (Rum. 27)
ayetlerinde de böyledir.
2) Bu,
"Biz onların dediğini, her âlimin bildiği şeyleri bilmesinden daha iyi
biliriz" manasınadır. Fakat birincisi daha sahih daha açık, daha net ve
daha meşhurdur.
Ayetteki,"Onların
üstünde bir zorba değilsin sen" ifadesiyle ilgili şu izahlar yapılabilir
a) Bu, yine
Hz. Peygamber {s.a.s)'i teselli içindir. Çünkü Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber
(s.a.s)'e, diğer işine, yani ibadete yönelmeyi emretme lütfunda bulununca,
diğer işinden, yani peygamber olarak gönderilmesi ile doğan vazifeden geri
durmaması gerektiğini haber
verdi ki, bu
tıpkı bir padişahın,
kullarından
adamlarından) birine
iki ayrı işi emredip, o iki işten birinde âciz ve kusurlu olduğu ortaya çıkınca
ona, "O iki işten diğerine dön. Senin âciz kaldığın beriki işi yapabilecek
Kimseyi göndeririz" demesi gibidir. İşte bundan ötürü Hak Teâlâ,
"Sabret, tesbihde bulun; sen onlar üzerinde bir zorba değilsin" buyurmuştur
ki, bu da, "Onların bu işe yanaşmamaları, senden kaynaklanan bir zorbalık
ve bir tekebbür sebebiyle olmamıştır ki, böylece onlar kötü huyundan ötürü
tiksinip bu işten vazgeçsinler. Aksine sen onlara karşı merhametli ve
şefkatlisin. Bu hususlarda elinden geleni yaptın, tebliğde bulundun. Ama onlar
imtina edip yüz çevirdiler. Şimdi zorbalık yaparak, birinci işinden sarf-ı
nazar etme. Sabra ve teşbihe yönel" buyurmuştur ki bu, "Sen, Rabbinin
nimeti sayesinde, bir mecnûn değilsin ... Hiç şüphesiz, büyük bir ahlâk
üzeresin sen "(Kalem, 2-4) ayetinin manasındadır.
b) Bu, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in ortaya koyduğu hidayeti beyandır. Çünkü Hak Teâlâ onu, bir
zorlayıcı, bir zorba olarak değil, bir inzarcı (ikazcı) ve bir doğruya
sevkedici olarak göndermiştir. Bu mana da tıpkı, "Seni onların üzerine bir
bekçi olarak göndermedik" (Nisa, 80) ayetindeki gibidir, yani, "Sen
onları küfürden ve cehennemden koruyacak birisi olarak göndermedik"
demektir. Ayetteki ifadesi, bir kimsenin ''Bugün sizin üzerinizde olan kimdir,
yani sizin idareciniz bugün kimdir?" sorusuna cevaben, "Bugün falanca
bizim üzerimizdedir.." manasındadır.[108]
c) Bu, henüz
o azabın vaktinin gelmediğini anlatan bir ifadedir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)
inzârda bulunup, çeşitli sebepler ortaya döküp ve gerekli açıklamalarda bulunup
da onlar iman etmeyince, Hz. Peygamber (s.a.s), "işte şimdi o azabın
vaktidir" dedi de, bunun üzerine Hak Teâlâ, "biz onların dediklerini
daha yi biliriz. Sen onlar üzerine bir zorba değilsin. Eğer onlar iman etmedilerse,
benim azabımı, onlardan geri kalan ve iman edeceklerini umduğun kimselere
hatırlat da, sonra onlara musallat ol" buyurdu. Bu görüşü, müfessirlerin
bu ayetin, kıtal (savaş) ayetlerinden Önce nazil olduğunu söylemeleri de
destekler. Bu izaha göre ayetteki "Bundan dolayı, benim tehdidimden
korkacak olanlara, Kur'ân ile öğüt ver" ifadesi, "Onların geriye
kalanlarından, o va'îd (tehdid) gününden korkanlara, Kur'ân'ı okuyarak öğüt
ver" demektir. Bu hususta şöyle başka izahlar da yapılabilir:
1) Biz, önceki
izahlarımızın birisinde, Hak Teâlâ'nın, "Onların dediklerine sabret ve
tesbîhatta bulun " ifadesinin manasının, "Bana ibadete yönel"
şeklinde olduğunu söylemiştik. Daha sonra Hak Teâlâ, "Hidayete ulaştırma
işini büsbütün bırakma, aksine mü'minlere öğüt ver. Çünkü öğüt mü'minlere fayda
verir. Cahillerden ise yüz çevir" buyurmuştur.
Ayetteki, "Kur'ân
ile..." ifadesi hususunda da şu izahlar yapılabilir:
a) Bu,
"Kur'ân'daki şeyleri hatırlat ve onlara Kur'ân oku. Böylece onlar için
Kur'ân'daki faydalar gerçekleşsin" demektir.
b) Bu,
"Kur'ân ile öğütle, yani Kur'ân mucize olduğu için, onun ile kendinin bir
peygamber olduğunu açıkla. Peygamber olduğun anlaşılınca, onların her
söylediğin sözü kabul etmeleri gerekir" demektir.
c) Bu ifade
ile, "Kur'ân'daki tebliğ ve tezkir (va'z-u nasihat) ile gelen emirlerin
gereğini hatırlat" manası kastedilmiştir. Bu durumda, "Kur'ân ile
zikir", Peygamber (s.a.s)'in ondan istifadesi için olur ki bu,
"Kur'ân'ı göz önüne al ve onlara, bu Kur'ân'da sana haber verilen şeyleri
onlara hatırlatmak suretiyle, onlara öğüt ver" demektir. Birinciye göre
bunun manası, "Sayesinde öğüt alsınlar diye, onlara Kur'ân'ı oku"
şeklindedir.[109]
Ayetteki, "Benim vaadimden korkacak olanlara..." ifadesi,
"haşyet" kelimesinin, korkulan varlığın azametine, "havf"
kelimesinden daha çok delâlet ettiğini gösteren bir cümledir. Çünkü Hak Teâlâ,
korkutan şeyin, kendi azabı ve va'îdi olduğunu belirtirken, "havf"
kelimesini kullanmış; korkutan şeyin bizzat kendi yüce zatı olduğunu belirtirken
ise, "haşyet" kelimesini kullanarak, "Benden haşyet c/uyun
"(Bakara, 150) buyurmuştur.
Bu ayette, akâiddeki
üç temel inanca işaret vardır: "Öğüt ver" ifadesi, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, öğüt verme, hatırlatma ve va'z-u nasihat etme ile görevli olduğuna;
"Kur'ân ile" dediği için de, Kur'ân'ın, kendisine indirildiği zat
olduğuna; "va'idim" (tehdidim) sözü, ahiret gününe, yine
"vaîdim" ifadesi, Allah'ın bir olduğuna bir işarettir (yani nübüvvet,
âhiret ve tevhide bir işarettir). Çünkü eğer Allah Teâlâ, "Allah'ın
vaîdinden korkacak olana öğüt ver" demiş olsaydı, o zaman cahilin zannı,
her yöne (her manaya) kayardı. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, burada
"va'îdim..." buyurdu. Çünkü mütekellim (1. tekil şahıs) zamiri,
a'rafu'l-ma'ârif (mahfelerin en marifesi)dir ve bu hususta ortaklık olmadığını
ve olamayacağını en güzel şekilde gösteren bir şeydir.
Sûrenin başında, baş
ile sonun, manaca birbirlerine yakın olduğunu, çünkü sûrenin başında,
"KâY. O şerefli Kur'ân'a yemin ederim ki." buyurulmuş, sonunda da,
"Kur'ân ile öğüt ver.." buyurulmuş olduğunu söylemiştik.
Burası, bu sûrenin
tefsirinin sonudur. Hamd, âlemlerin Rabbine, salat-u selâm da, peygamberlerin
sonuncusu ve efendisi olan, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, bütün O'nun âline,
ashabına, ezvâcına, soyuna olsun. (Amin).[110]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/247.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/249.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/249-250.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/250-251.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/251.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/251-252.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/252-253.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/253-254.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/254.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/254-255.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/255-256.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/256-257.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/257.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/257-258.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/258-260.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/260.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/260.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/260-261.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/261.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/261-262.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/262.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/262.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/263-264.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/264-266.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/266.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/266.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/267.
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/267-268.
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 20/268-269.
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/269.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/260.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/270-271.
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/271.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/271-272.
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/272.
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/272-273.
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/273-274.
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/274-275.
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/275-276.
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/276.
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/276-277.
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/277-278.
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/278-279.
[44] Burada, oldukça muğlak olan İki satırlık bir kısım
tercüme edilmedi (ç.).
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/279-280.
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/280-281.
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/281-282.
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/282.
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/282-283.
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/283-284.
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/284.
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/284-285.
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/285.
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/285-286.
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/286.
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/286-287.
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/287.
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/287-288.
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/288.
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/288.
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/288.
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/288-289.
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/289.
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/289-290.
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/290-291.
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/291-292.
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/292-294.
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/294-296.
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/296.
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/297.
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/297-298.
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/298.
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/298-299.
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/299-300.
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/300-301.
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/301.
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/301-302.
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/302-303.
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/303-304.
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/304-306.
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/306.
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/306.
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/307-308.
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/308.
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/308-309.
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/309.
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/309.
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/309-311.
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/311-313.
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/313.
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/313-314.
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/314.
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/314-315.
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/315-316.
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/316-318.
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/318-319.
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/319.
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/319.
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/320.
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/320-321.
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/321.
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/321-324.
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/324.
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/324-325.
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/325.
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/326.
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/326.
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/326-327.
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/327-328.
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/328.