|
|
|
|
|
|
İndiği Yer
|
: Mekke |
|
iniş Sırası
|
:76 |
|
Âyetsayısı
|
:49 |
|
Nüzulü
|
|
|
Mushaftaki sıralamada elli
ikinci, iniş sırasına göre yetmiş altıncı sûredir. Secde sûresinden sonra, Mülk
sûresinden önce Mekke'de inmiştir.[1]
İlk âyetinde geçen ve genellikle
Sİna Dağı olarak anlaşılmış olan "Tûr" kelimesi sûreye ad olmuştur. [2]
Yemin ifadeleriyle hesap gününün
kaçınılmaz bir gerçek olduğuna vurgu yapılarak başlayan sûrede,
inkarcıların âhİret hayatıyla yüz yüze gelince karşılaşacakları durum,
ardından cennete lâyık görülecek takva ehlinin mükâfatlan tasvir edilmekte; Resûl-i
Ekrem'in gerçek peygamber olduğunu kanıtlayan delillere yer verilerek (Kur'an'in
benzerini kendilerinin de ortaya koyabilecekleri iddiasında bulunanlara bu hususta
meydan okunmak ve onlara çarpıcı sorular yöneltilmek suretiyle) Resûlullah'a
karşı ileri sürülen asılsız iddialar çürütülmektedir. [3]
Rahman ve rahîm olan Allah'ın
adıyla... 1-8. Tura, açık sahifeler üzerine yazılı Kitaba, Beyt-i Ma'mûr'a,
yükseltilmiş tavana, kaynayan denize andolsun ki, rabbinin azabı mutlaka
gerçekleşecektir; ona engel olabilecek yoktur! 9-10.0 gün gök öyle bir
sallanıp çalkalanır, dağlar yerinden kopup öyle bir yürür ki! 11. İşte o gün
vay haline yalan sayanların! 12. Onlar daldıkları bataklıkta oyalanıp
duruyorlar. 13. O gün cehennem ateşine ite kaka götürülecekler. 14. (Onlara şöyle denecek:)
"Yalan sayıp durduğunuz ateş işte bu! 15. Bu da mı sihir! Yoksa görmüyor
musunuz! 16. Girin oraya! Artık sabretmişsiniz etmemişsiniz, sizin için fark
etmez. Çünkü sadece yaptıklarınızın karşılığını görmektesiniz." 17-18.
Allah'a saygısızlıktan sakınanlar ise,
rablerinin kendilerine verdiği) le mutluluk bularak cennetlerde ve nimetler içinde olacaklardır. Rableri onları
cehennem azabından da korumuş olacaktır. 19-20. (Onlara denecek ki:)
"Yaptıklarınızın karşılığı olarak, sıra sıra
dizilmiş koltuklara yaslanarak afiyetle yiyin için." Ayrıca onları güzel gözlü eşlerlerle evlendireceğiz. 21. İman eden,
soylarından gelenlerin de aynı iman
ile kendilerini izledikleri kimselerin yanlarına bu zürriyetlerini katacağız;
bununla birlikte kendi amellerinden de bir şey eksiltmeyeceğiz. Herkes kendi yapıp ettiğinin hesabı karşılığında
bir rehindir. 22. Onlara canlarının istediği meyve ve etten bol bol
veririz. 23. Orada karşılıklı kadeh alıp
verirler, ama o içecek ne saçmalamaya yol açar ne de günah işlemeye. 24. Sedeflerinde saklı incilere benzeyen genç
hizmetçileri etraflarında dönüp dururlar.
25. (Cennettekiler) birbirlerine dönüp sorarlar: 26. "Doğrusu biz, derler, daha önce yakınlarımız arasındayken için
için bir korku taşımaktaydık (değil mi?) 27. Şimdi ise Allah bize lütfuyla
muamele etti de bizi kavurucu
azaptan korudu. 28. Elbette biz bundan önce yalnız O'na yalvanyorduk. Şüphesiz
ihsanı bol ve çok merhametli olan da yalnız O'dur." [4]
1-8. Yüce Allah alü şey
üzerine kasem (yemin) ederek peygamberleri vasıtasıyla haber verdiği azabm mutlaka
geleceğini ve onu engelleyebilecek hiçbir gücün bulunmadığını bildirmektedir.
Üzerine yemin edilenlerle nelerin kastedildiği ve bunların yemin konusu ile
bağlantısı hakkında değişik açıklamalar yapılmıştır.[5]
Müfessirlerin büyük çoğunluğu, 1.
âyette geçen tûr kelimesini -Kur'an'daki kullanımlarını dikkate alarak- Hz.
Musa'ya peygamberlik görevinin tebliğ edildiği kutlu dağ (Sina Dağı)
anlamıyla açıklamışlardır. Bununla genel olarak dağların kastedildiği kanaatini
taşıyanlar da vardır. [6] Bazı müfessirler ise bu kelimenin kök anlamlarından
olan "uçma" manasıyla bağ kurarak "gayb âleminden duyular
âlemine uçup gelenler (ilhamlar, bilgiler, melekler)" yorumunu yapmışlardır . [7]
2 ve 3. âyetlerde söz konusu
edilen "kitap" ile ilgili olarak yapılan belli başlı yorumlar şunlardır:
a) Hz. Musa'ya verilen
kitap.
b) Kur'ân-ı Kerîm.
c) Hz. Mu-hammed'den önce
indirilmiş ilâhî kitaplar.
d) Yaratılmışlarla
ilgili bütün bilgilerin kayıtlı bulunduğu levh-i mahfuz.
e) Meleklerin göreviyle
ilgili olarak levh-i mahfuzdan istinsah edilmiş kısımlar.
f) Haşir günü insanların
dünyada yapıp ettiklerini ayrıntılı olarak görecekleri amel defterleri [8] 3. âyette geçen "rakk"
kelimesi "sahife, varak" mânasına gelir; daha çok hayvan
(özellikle ceylan) derisinden yapılmış ince deri İçin kullanılır. Burada
"kitap" kelimesiyle Kur'ân-ı Kerim'in kastedildiği yorumunu yapanlar, sürenin
indiği sıralarda Kur'an'ın bu şekilde yazılmaya başlandığı veya -tamamı açısından-
ileride yazılacağına işaret bulunduğu yorumunu yaparlar. "Açık ve yayılmış"
anlamına gelen "menşur" kelimesiyle ilgili olarak Râzî şu ilginç yorumu
yapar: Burada kitabın açıklık özelliğine işaret vardır; zira dürülü, kapalı kitapta
ne bulunduğunu kimse bilemez; şu halde burada söz konusu olan kitap dürülü yazılardan yani
levh-i mahfuzdan farklıdır; bunun anlamı "O size açıktır, onu inceleyip üzerinde düşünmenize
kimse engel olamaz" demektir. [9]
4. âyetteki
"el-beyt'ül-ma'mûr" tamlaması hakkında başlıca iiç yorum vardır:
a) Semâda bulunan bir
evin, bir mescidin adıdır; ilgili rivayetlerde bunun yedinci semâda, Kabe'nin
izdüşümüne denk gelen bir yerde, Arş'ın hizasında bulunduğu, Durah diye de anıldığı, meleklerin
ziyaretiyle şenlendiği belirtilir. Dördüncü ve altıncı semâda veya semânın ve yerin her bir katında bir beyt-i ma'mûr
bulunduğu yönünde de nakiller vardır. Yine rivayetlerde yer alan bilgilere göre
her gün oraya çok sayıda melek girer, Allah'ı takdis ve teşbih ederler;
çıkanlar artık asla (kıyamete kadar)
oraya dönmezler. [10] Şu var ki
bu rivayetlerin âyetteki tamlamayı izah amacı taşıdığı açık değildir. [11]
b) Kabe'nin adıdır. Bu
yorumda mamur kelimesinin, "gelen gideni çok olan, ziyaretçileriyle şenlenen ve
bakımlı olan yer" mânaları esas alınmıştır. [12] Bu yorumu destekleyen bir rivayete göre Allah
Teâlâ onu her yıl belirli sayıda ziyaretçi ile mamur kılar, insanların sayısı bundan eksikse
meleklerle tamamlar,
c) Müminin kalbi
kastedilmiştir. Kalp, kişinin Allah'ı tanıması ve O'na tam bir teslimiyet
göstermesiyle mamur olur. [13]
Hemen bütün müfessirler, 5.
âyette geçen ve "yüksek, yükseltilmiş tavan" anlamına gelen "es-sakf
el-merru'" tamlamasıyla semânın kastedildiğini belirtirler; Enbiyâ sûresinin 32. âyeti de bu
mânayı destekler niteliktedir. Bu konudaki bir rivayete dayanarak bazı müfessirler, bununla (cennetin tavanı olan)
Arş'in kastedildiği yorumunu
yapmışlardır. [14]
6. âyetteki "el-bahru'1-mescûr"
tamlamasında geçen bahr kelimesi "deniz" anlamına gelir; bunun sıfatı
olarak zikredilen mescûr kelimesi ise farklı mânalara gelmektedir. Bu mânalardan
hareketle söz konusu tamlama İçin yapılan belli başlı yorumlar şunlardır:
a) Kızdırılmış, alevlenmiş:
Kelimenin Tekvîr 81/6'daki kullanımı ışığında, kıyametin kopması sırasında -muhtemelen
jeolojik bir patlamayla- denizlerin aşırı ısınması kastedilmiş olabilir. [15]
b) Dolgun, taşbn:
Denizlerin sularla dolu olması
veya okyanuslar kastedilmiş olabilir.
c) Boş: Kıyamet sırasında denizlerin boşalması kastedilmiş olabilir.
d) Tutulmuş,
hapsedilmiş: Denizlerin, dünyanın
düzenini alt üst edecek taşmalar yapmasının engellenmesine işaret olabilir. [16]
e) Karışık, kanşkan:
Suyu birbirine veya tatlısı acısına karışan denizler mânası kastedilmiş olabilir. [17]
f) Tur'dan söz edilmesi
dikkate alınarak, Firavun'un boğulduğu denizin kastedildiği de düşünülebilir. [18] Ayrıca burada, se-mâda Arş'ın altında bulunan bir denize[19] veya cehenneme [20] yemin edildiği yönünde riayetler de bulunmaktadır.
Taberî kelimenin "yakma"
ve "dolma" şeklinde iki temel mânası bulunduğunu, bunlardan ilkinin dünya hayatındaki denizlere uymadığını,
dolayısıyla "dolu deniz" mânası verilmesinin isabetli olacağını
belirtir. [21] Ancak buradaki denizin "kıyamet koparken
ısınan ve kaynayan deniz" olarak anlaşılmasına da bir engel bulunmadığından mealde "kaynayan deniz"
anlamı tercih edilmiştir.
İbn Âşûr burada üzerine yemin
edilenlerle yeminin amacı arasındaki bağı özetle şöyle açıklar: İlk altı âyette
üzerine yemin edilenler Hz. Musa'nın Firavun'a gönderilmesiyle ilgili
hususlardır. Yeminin konusu ise peygamberlerin uyanlarının esasım oluşturan
ilâhî azabın mutlaka geleceği gerçeğidir. Firavun ve adamlarının helaki de bu
gerçeği inkâr edip Musa'yı yalancılıkla itham etmeleri sebebiyle olmuştur. [22]
9-16. İlk iki âyette kıyamet
sahneleriyle ilgili kısa ve sarsıcı bir tasviri takiben 12. âyette
inkarcıların o günü hiç akıllarına getirmeden sürdürdükleri dünya hayatının, kalıcı
değeri olmayan, boş ve anlamsız bir uğraş ve oyalanmadan ibaret olduğu
belirtilmekte; 13-16. âyetlerde de karşılaşacakları ağır cezanın soyut bir tasavvur olarak kalmaması
için, karşılaşacakları muamele hakkında canlı bir anlatım üslûbu kullanılmakta
ve bunun üzerinde dikkatle düşünülmesi istenmektedir.
âyette, peygamberlerin bildirdiği
gerçekler üzerinde düşünmek ve kabul etmek yerine bunları birer yalan,
gösterdikleri mucizeleri de sihir olarak niteleme yolunu seçenler acı hakikatle
yüz yüze geldiklerinde kendilerine "Bu da mı sihir! Dünyada hakikatlere karşı kör davrandığınız
gibi burada da gözünüz görmüyor mu
yoksa!" şeklinde aşağılayıcı bir
hitapta bulunulacağı haber verilmektedir. [23] Râzî buna yakın bir yoruma yer vermekle beraber
şu hususu da ekler: Kişi bir şeyi
gerçeği hilâfına görüyorsa ya görülende yahut görende bir kusur söz konusudur; inançsızlarca inkâr edilenlerin
şaşmaz bir gerçek olduğu o gün ortaya
çıkacağına göre bu kusurun görenlerde bulunduğu anlaşılmış olacaktır; âyet bu
durumu teyit amacı taşır. [24]
âyetle ilgili başka izahlar da
yapılmış olmakla beraber meal Zemahşerî'nin şu yorumu esas alınarak verilmiştir:
İnkarcılara sabredip etmemelerinin kendileri açısından bir farkının olmayacağı
bildirildikten sonra "Çünkü sadece yaptıklarınızın karşılığını
görmektesiniz" şeklinde bir gerekçe gösterilmiştir; bu
gerekçenin
amacı ise, artık yargılamanın sona erdiğini ve dünyada yapılanların karşılığını görmekte
olduklarını, dolayısıyla orada cezayı hafifletici bir çaba içinde olmalarının yarar
sağlamayacağını, sabır erdeminin ancak imtihan ortamı olan dünya hayatında değer
taşıdığını hatırlatmaktır. [25]
17-28. Kur'an'ın genel
yöntem ve üslûbu doğrultusunda, inkarcılara yapılan uyan ve ceza bildirimini takiben
müminlere de müjdeler verilmekte ve âhirette kendileri için hazırlanmış
bulunan nimetler tasvir edilmektedir. [26]
21. âyette, müminlerin âhirette
yakınlarıyla beraber olup olamayacakları konusuna değinilerek cennet hayatının
güzelliklerini düşünenlerin hatırından geçebilecek önemli bir soruya cevap
verilmiş olmaktadır. Bu âyetten ve başka birçok delilden anlaşıldığına göre cennete
girmenin ön şartı iman sahibi olmaktır. Burada ayrıca, Yüce Allah'ın müminlere,
âhiret mutluluğunu, iman konusunda aynı yolu izleyen nesilleriyle birlikte
yaşama imkânı lütfedeceği, bunun için onların iyi amellerinden bir eksiltmeye
de İhtiyaç olmayacağı bildirilmektedir. İman konusunda sonraki nesillerin
öncekilere uymasını, "Allah'a yürekten inanıp bu inancın gereklerini
yerine getirmek yani O'na samimi kul olmak ve erdemli davranışlarda bulunmak
hususunda geçmişlerini izlemek" şeklinde anlamak uygun olur. Âyette,
cennette bir araya getirilecek yakınların mümin olma özelliğinde birleştikleri
açıkça
belirtildiği dikkate alınarak burada, böyle bir ortak noktada birleşmiş olanlar
arasında dünyadaki sevgi, ilgi ve yakınlıkların cennette de devam edeceğine, bu
noktada
birbirinden ayrılmış olanların ise -muhtemelen oraya özgü algılama biçimine
göre- zaten aynı sevgi hisleriyle dolu olamayacaklarına, dolayısıyla bu ayrılığın
bir ıstırap sebebi oluşturmayacağına işaret edildiği söylenebilir. Nitekim birçok âyet ve hadise
göre cennet hayatında her türlü tasa ve üzüntü son bulacaktır.
Ayetin son cümlesiyle âdete, bu
konuda verilen müjdenin yanlış anlaşılmaması ve istismar edilmemesi İçin bir
uyanda bulunulmaktadır: "Herkes kendi yapıp ettiğinin hesabı karşılığında
bir rehindir." Şu halde hiç kimse, iman ettikten sonra, iyi amelleri çok az ve
günahları çok fazla olsa bile, dindar ve iyilik sever yakınları sayesinde
cennete gireceğini zannetmemelidir. Bu âyetin "... yanlarına bu zürriyetlerini
katacağız" diye çevrilen kısmı "zürriyetlerini de onların derecesine çıkaracağız"
şeklinde de anlaşılmıştır. Ancak, Taberî ve İbn Atıyye'nin tercih ettiği bu yorumda da
yukarıda belirtilen ana fikir değişmemekte, imanda atalarını izleyen nesillerin
-amel açısından kusurlu olsalar bile- atalarına ilâhî bir ikram ve onurlandırma
olmak üzere onların derecesine yükseltilecekleri anlamı öne çıkarılmaktadır. [27] Âyetin "Herkes kendi ya- pıp ettiğinin hesabı
karşılığında bir rehindir" şeklinde çevrilen son cümlesinde kişinin sorumluluğu, borç
ilişkilerinde önemli bir yeri olan rehin kavramıyla açıklanmıştır. Bİr borca
karşılık teminat olmak üzere nasıl ki borçlu alacaklıya rehin verirse, kul da
Allah'ın huzurunda vereceği hesap karşılığında kendisini rehin vermiş gibidir;
hesabını verebilenler kurtulur, vermeyenler cezalarını çeker. [28] Şayet borcunu ödemeye çalışmış
ve bu Yüce Allah tarafından yeterli görülmüşse rehin kalmaktan kurtulacak, âhiret
saadetine erişecektir. [29] Bu cümle için, herkesin yaptığı iyi kötü her
şeyin kayıt altında olduğu, kimsenin başkasının günahından sorumlu olmayacağı
ve sadece kendi yaptıklarının karşılığını göreceği yorumu da yapılmıştır. [30]Bu itibarla, cümleye "Herkes
kendi yapıp ettiğinin hesabını verecektir" veya "Herkesin durumu
kendi kazancına
bağlıdır" gibi mânalar da verilebilir. Bazı müfessirler Müddessir 74/38-39
âyetlerini dikkate alarak müminlerin, bu âyetteki rehin nitelemesine dahil
olmadığım, burada sadece inkarcıların kastedildiğini söylemişlerse de söz
konusu cümlenin herkesi kapsadığı yorumu daha isabetli görünmektedir. [31]
25-28. âyetlerde, kabirlerinden
kaldırılanlardan söz edildiği kanaatini taşıyan müfessirler bulunmakla beraber
bunların cennete girme mutluluğuna erişmiş kimseler olduğu genellikle kabul
edilir; sözün akışı da bu görüşü desteklemektedir. [32]21. âyetle bağ kurularak, 26-28.
âyetlerde-ki sözleri cennette çoluk çocuğuyla buluşturulmuş olanların
birbirlerine söyleyecekleri de düşünülebilir. Buna göre bu ifadeleri şöyle
izah etmek mümkündür: Doğrusu biz dünyadayken "Acaba burada sizden ayrı
düşer miyiz?" diye kaygı duymaktaydık. Çok şükür ki Yüce Rabbîmiz bizleri
azabından korudu ve cennetinde buluşturdu. Dünya hayatında, Allah'ın burada bizi
bir araya getirmesi için dua ediyorduk, dualarımızı kabul etti, çünkü O'nun ihsanı
boldur, merhameti geniştir. [33]Müfessirlerin çoğu bu
sözleri, cennet ehlinin, o sıradaki durumları ile dünyada çektikleri sıkıntıları
karşılaştırma mahiyetinde aralarında
yaptıkları konuşmalar veya kendilerinin bu mertebeye nasıl eriştiklerini soranlara verdikleri bir cevap olarak düşünüp şöyle
açıklamışlardır: Dünyadayken Allah'a
karşı gelmekten veya burada karşılaşacağımız azaptan için için korkardık; Cenab-ı Allah bize lütfuyla muamele edip bağışladı
veya bizi O'nun rızasına uygun
ameller işlemeye muvaffak kıldı. Tabiî ki dünya hayatında iken yalnız O'na kulluk ve dua ediyorduk, şimdi de tek sığınağımız
O'dur; O vaadinde durur ve engin
merhamet sahibidir. [34]
28. âyette geçen "berr"
kelimesi, âyette olduğu gibi Allah'ın ismi olarak kullanıldığında genellikle şu iki
anlama gelmektedir: 1. Yarattıklarına karşı rahmet, mağfiret, lütuf ve ihsanı bol olan; 2. Sözlerinde ve
haberlerinde doğru (sâdık) kavramına en çok lâyık olan [35] Mealinde birinci
anlam esas alınarak "ihsam bol
olan" şeklinde çevrilmiştir. [36]
29. Sen öğüt vermeye devam et;
rabbinin lütfü sayesinde sen asla ne bir kâhinsin ne de bir mecnun. 30.
Demek onlar "O bir şairdir; zamanın sillesini yiyeceği günü bekliyoruz"
diyorlar öyle mi! 31. De ki: "Bekleyin bakalım, ben de sizinle birlikte
beklemekteyim!" 32. Bunu onlara akılları mı emrediyor yoksa onlar azmış
bir topluluk mu? 33. "Onu kendisi uydurmuştur" diyorlar Öyle mi? Hayır,
hayır; inanmıyorlar. 34. Eğer doğru sözlü iseler onun benzeri bîr söz getirsinler. 35.
Acaba onlar bir şey bulunmadan mı yaratıldılar, yoksa yaratıcı kendileri
midir? 36. Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yaratmışlar? Hayır hayır! Onlar bir
türlü idrak edip inanmıyorlar. 37. Yoksa Rabbinin hazineleri onların
yanında mıdır? Yoksa her şeye egemen olan onlar mıdır? 38. Yoksa onların,
üstüne çıkıp gizli şeyleri dinleyecekleri bir merdivenleri mi var? Eğer öyleyse,
içlerinden dinleyen biri açık bir kanıt getirsin. 39. Kız çocuklar O'na, erkek
çocuklar da size öyle mi! 40. (Resulüm!) Yoksa sen onlardan bir ücret
istiyorsun da, onlar bunun ağırlığı altıda eziliyorlar mı? 41. Yahut gayb bilgisi kendilerinin yanında
da onlar (buradan alıp) mı yazıyorlar? 42.
Yoksa bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Ama asıl tuzağa düşecek olanlar inkarcıların kendileridir! 43.
Yoksa onların Allah'tan başka bir
tanrıları mı var? Allah onların yakıştırdıkları ortaklardan tamamıyla
münezzehtir. 44. Gökten bir kütlenin düşmekte olduğunu görseler "Bunlar üst üste yığılmış bulutlar" derler. 45. Artık
dehşete kapılacakları gün ile yüz yüze
gelinceye kadar onları kendi halleriyle baş başa bırak. 46.0 gün planları onlara hiçbir yarar sağlamayacak ve
kendilerine yardım eden de olmayacak! 47. Şüphesiz o zulmedenlere bundan başka
bir azap daha var; fakat çoğu bunu
bilmez. 48. Sen rabbinin hükmünü sabırla bekle, kuşkusuz sen bizim gözetim ve korumamız altındasın. Her
kalktığında rabbini hamd ile teşbih
et. 49. Gecenin bir kısmında ve yıldızlar çekildiğinde de O'nu teşbih et. [37]
29-49. Yakın çevresinden
haksız ve ağır ithamlara mâruz kalan Resûl-i Ekrem'e, inkârda direnenlerin
düşündükleri ve düşünebilecekleri, söyledikleri ve söyleyebilecekleri, yaptıkları ve
yapabilecekleri ile ilgili hemen bütün ihtimaller hatırlatılıp bunların hiçbirinin
sonuç vermeyeceği, kendisine düşenin azim ve sebatla doğruyu anlatmak olduğu,
bu olumsuzlukların Allah'a olan bağlılığını asla etkilememesi gerektiği,
yeterli bildirim ve öğüt yapıldığı halde akıl ve iz'anlannı harekete geçirmemekte
ısrar edenleri ise kendilerini bekleyen ceza ile baş başa bırakmaktan başka bir
yol bulunmadığı bildirilmektedir.
Araplar'da kâhinler ve
mecnunların cinlerle insanlar arasında irtibat sağladığına inanılırdı. Bu
sebeple putperestler Resûlullah'a 29 ve 30. âyetlerde belirtilen türden isnat
ve iftiralarda bulunuyorlardı. 29. âyette Hz. Peygamberle ilgili bu iddiaların
asılsızlığı ortaya konmaktadır. [38] Bu ve benzeri yerlerde "mecnun"
kelimesini -yaygın anlamıyla- "akıl hastası, deli" şeklinde açıklamak
mümkün
olduğu gibi, o günkü inanışlar ışığında "cinlenmiş, cinin hakimiyetine
girmiş" şeklinde yorumlamak da mümkündür. "Kâhin" kelimesinde
ise bu mâna daha belirgindir. [39]
30. âyette geçen
"reybe'l-menûn" tamlaması "zamanın getireceği musibet- ler"i veya
"ölüm"ü ifade etmek üzere kullanılır. Hz. Peygamber'i görevini yapmaktan
alıkoyamayan Kureyşliler onu bertaraf edebilmek için değişik komplolar üzerinde
fikir yürütüyorlardı. Bazıları zamanın yani ölümün nice meşhur şairleri alıp götürdüğünü
hatırlatıp bu işi de zamana bırakmanın uygun olacağını söylüyordu. Bu tavnn o
sıralarda "şair" olarak tanınan insanlara ilişmenin pek hayırlı sonuç getirmeyeceği
telâkkisiyle de bağlantılı olduğu düşünülebilir. Bazı rivayetlerde böyle bir
müzakere sırasında söylenen "Onu bağlayıp hapsedin, öylece ölüp gitmesini
bekleyin" gibi sözler bu âyetin iniş sebebi olarak gösterilmiştir. [40] Sûrenin bir bütün olarak indiği
dikkate alındığında bu rivayetlerdeki bilgileri âyetin özel bir sebep üzerine bütününden
ayrı olarak indiği şeklinde değil, burada söz konusu olaya ve benzerlerine bir
gönderme yapılmış olduğu tarzında anlamak uygun olur. [41]
32. âyette müşriklerin çelişkili
söz ve tutumlarına dikkat çekilmektedir. Zira ResûMlah'ı bir taraftan mecnun
ilân ederlerken diğer taraftan da onu özel yetenek ve ince zekâ gerektiren şairlik
ve kâhinlikle nitelemeleri akıl ve mantığa sığacak iş değildi. [42]Râzî burada aklın söz ve
davranışlardaki önemine İşaret bulunduğunu belirtir ve aklın hisleri kontrol
etme işlevi üzerinde durur. [43]
Bu kısa âyette putperestlerin
Peygamber ve vahiy karşısındaki küstahça tutumları eleştirilirken hilim ve
tuğyan kavramları çerçevesinde dolayh olarak iki büyük zihniyet farkına da dikkat
çekilmektedir. Müfessİrler, buradaki "ahlâm"ın tekili olan hilim kelimesini genellikle
"akıl", âyette bunun karşıtı bir konumda kullanılan "tâgî"nin türetüdiği tuğyanı da "isyanda sınır
tanımama, konuşurken hezeyanlar
savurma" şeklinde açıklamışlardır. [44] Ancak,
özellikle hilimle ilgili bu açıklama iki yönden eksik görünmektedir:
a) Öncelikle hilim,
sadece salt zihinsel yetenek olan aklı değil aynı zamanda basiretli, soğukkanlı,
sabırlı, ölçülü, kısaca erdemli ve hakka uygun davranmayı da kapsayan bir
kavramdır. Tuğyan ise inançta, sözde ve eylemde doğruluk ve adalet sınırını aşmayı,
cahilce ve ahmakça hareket etmeyi ifade eder ve bu anlamıyla tuğyan, kaynaklarda
Câhiliye Araplan'nm cehl, asabiyet, hamiyet gibi terimlerle ifade edilen barbarlık
zihniyetinin bir tezahürü olarak görülür.
b) Câhiliye döneminde de akla
değer verenler vardı; buna rağmen bu yetenek bireyin ve toplumun ruhî ve maddî
hayatını kurtaracak, onlara gerçek anlamda yararlı olacak inanç ve eylemlere
götürme imkânından yoksundu; bu sebeple o döneme "Câhiliye" denilmiştir.
İslâm ise İlâhî irşadla akim yolunu aydınlattı; önüne inanç ve amelle ilgili ölçüler
koydu; böylece insana zihnî, duygusal ve bedenî yetenekleri- ni doğru olarak kullanma fırsatını verdi;
akim salt bir zekice düşünme yeteneği değil,
belirtilen vahiy kaynaklı ölçüler çerçevesinde en doğru, en âdil, dolayısıyla
da nihaî anlamda en yararlı olanı kavrama, bilme yeteneği halini
almasına imkân sağladı. Esasen birçok âyette
Kur'ân-ı Kerîm'in, hidâyet, şifa, nûr (ışık) gibi sıfatlarla anılmasının
anlamı da budur. Sonuç olarak müminler bu kaynaktan aydınlandıkları için
belirtilen anlamda akıl lanyla hareket ederler ve doğru olana inanır, doğru olanı yaparlar; inkarcılar ise kendilerini
belirtilen kaynaktan nasipsiz bıraktıkları
için inanç ve davranışlarda mâkul ve tutarlı olamaz, doğruluk ve adalet sınırım
aşarlar. Hz. Peygamber'i "kâhin, mecnun, şair" gibi gerçek dışı ve
çelişkili iddialarla suçlarken de aynı tutumu sergilemişlerdir.
33. âyetin son cümlesi genellikle
"Onlar iman etmezler; ne kadar delil getirilse koyu taassupları içinde
inkarcılıklarını sürdürürler" şeklinde anlaşılmıştır. Fakat bu bağlamda
cümleye "(dediklerine) kendileri de inanmıyorlar" tarzında da mâna verilebilir. [45]
35. âyette muhataplar her şeyden
önce kendi yaratılışları üzerinde düşünmeye ve muhakeme zincirini buna göre
oluşturmaya çağınlmaktadır. Ayetin "Acaba onlar bir şey bulunmadan mı
yaratıldılar!" diye çevrilen kısmı, daha çok "Acaba onlar yaratıcısız
mı yaratıldılar!" manasıyla açıklanmıştır. [46] Bu kısma "Acaba onlar sebepsiz mi
yaratıldılar!" şeklinde mâna vermek de mümkündür; bu takdirde, onlara
gayesiz, boş yere mi yaratıldıkları sorulmuş olmaktadır. Bir yoruma göre ise bu
cümlede "Kendilerini cansız, akıl nimetinden mahrum, gösterilen kanıtları
anlayamaz varlıklar gibi mi görüyorlar!" mânası bulunmaktadır. [47] Buhârî, bu ve müteakip iki
âyetin, Bedir savaşını takiben esir düşen müşriklerle ilgili görüşme yapmak
üzere Medine'ye gelen Cübeyr b. Mut'im'in gönlünde iman ateşini yakan bir etki
oluşturduğuna dair bir rivayet aktarmıştır. Bu rivayette Cübeyr'in şöyle dediği
belirtilir: "Hz. Peygamber akşam namazında Tûr sûresini okumuş, ben de dinlemiştim;
'em hulikû (...) em hümü'l-müsaytırûn' âyetlerine[48] gelince kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu.". [49]
36-43. âyetlerde inkarcıların Hz.
Muhammed'i peygamberlik görevine lâyık görmeme ve Allah hakkında sapkın
iddialar ileri sürme tarzındaki küstahça tavırları eleştirilmekte, bilgisizlik ve acizliklerine
rağmen böyle bir değerlendirme hakkını nasıl
kendilerinde bulabildikleri onları hafife alan bir üslûpla sorulmakta, üs- telik Resûlullah'ın onlara her hangi bir maddî
yük de getirmediğine dikkat çekilmektedir.
Bir yoruma göre 42. âyetin ilk
cümlesinde, Mekkeliler'in Resûl-i Ekrem'i öldürmek için suikast hazırlığı
içinde oldukları, son cümlesinde de planlarının boşa çıkacağı ve asıl kendilerinin
perişan olacakları haber verilmektedir. Nitekim Medine'ye hicretten kısa bir süre
önce müşrikler Dârünnedve'de toplanıp bu konuyu enine boyuna tartışmış, müşterek
bir suikast planı hazırlamışlar. [50] fakat bu plan boşa çıktığı gibi ResûluDah'ı
öldürmeyi planlayan suikastçıların kendileri de kısa bir süre sonra Bedir savaşında
Öldürülmüşlerdi. [51]
Söz konusu inkarcıların apaçık
kanıtlar karşısında bile inatlarını sürdürdüklerini anlatmak üzere 44. âyette
somut bir Örnek verilmekte, -İsrâ 17/90-92'de belirtildiği üzere- istedikleri
gibi gökten bir kütle düşünüşe ve bunu gözleriyle görseler dahi gelip kafalarına
çarpmadıkça onun varlığını kabullenmek istemeyecekleri, "bulut
yığınlarıdır" gibi sözlerle geçiştirmeye çalışacakları belirtilmektedir. [52]45. âyette de böylesine bağnaz
bir tutum içinde olanları, kendilerini bekleyen dehşetli günle baş başa bırakma
dışında bir yol olmadığı ifade edilmiştir. Bu âyette sözü edilen gün hemen bütün
müfessirlere göre kıyamet günüdür. 47. âyette bundan başka bir azap ile daha
karşılaşacakları belirtilmiş, fakat azabın mahiyeti açıklanmamıştır. Bazı müfessirlere
göre bundan maksat kabir azabı, bazılarına göre ise açlık, yakınlarını ve servetini
kaybetme ya da Bedir savaşı vb. hezimetlere uğrama gibi dünyevî belalardır. [53] Taberî, bu konuda bir
sınırlandırmaya gitmeksizin inkarcıların -kabir azabı dahil- kıyamet gününden önce
karşılaşacakları her türlü musibeti bu kapsamda düşünmenin uygun olacağını belirtir. [54]
48 ve 49. âyetlerde
Resûlullah'ın ilâhî gözetim ve koruma altında bulunduğu bildirilerek ondan görevini
azim ve sebatla sürdürmesi istenmekte, maneviyatını yükseltecek en büyük
gıdanın her zaman Allah'ı yüceltmek, O'na olan İnanç ve güvencini zinde tutmak olduğu
hatırlatılmaktadır. İbn Abbas,49. âyetin sonunda geçen (yıldızlar çekildiğinde
yapılması istenen) teşbihten maksadın sabah namazından Önce kılınan iki rekât
nafile namaz olduğunu söylemiştir. Resûlullah'ın sabah namazının bu iki rekât
sünnetine çok ayrı bir önem verdiğine dair hadisler bulunmaktadır. [55] Bu âyetlerde geçen teşbih ile genel
olarak "Allah'ı noksanlıklardan tenzih ederek anma" mânasının veya farz
yahut nafile namazların kastedildiği yorumlan yapılmıştır Avnra burada belirtilen
vakitlerle ilgili olarak değişik görüşler ortaya konmuş, "her
kalktığında" diye çevirdiğimiz ifade için "oturduğun bir mecliste
ayağa kalktığında, namaza kalktığında, yatağından kalktığında" gibi
açıklamalar yapılmıştır. [56]
Sûre, -mushaf tertibine göre-
"yıldız" anlamına gelen Necm sûresine geçileceğini haber verircesine
yıldızlardan söz eden bir cümle ile sona ermektedir. [57]
[1] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:V/87.
[2] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:V/87.
[3] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:V/87.
[4] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:V/88-89.
[5] Allah'ın
yemin etmesi ve Kur'an'da yer alan kasemler konusunda genel bilgi ve değerlendirme
için bk. Zâriyât 51/1-6
[6] İbn Atıyye V,
185
[7] Beyzâvî VI,
88
[8] Zemahşerî,
IV, 33; İbn Atıyye, V, 185; Râzî, XXVIII, 239
[9] XXVIII, 240
[10] bk. Taberî,
XXVII, 16-18; Zcmahşerî, IV, 33; İbn Atıyye, V, 186
[11] İbn Âşûr,
XXVII, 39
[12] Zemahşerî,
IV, 33
[13] Beyzâvî, VI,
89; ayrıca bk. Abdurrahman Küçük, "Beytülma'mûr", Dİ A, VI,
94-95
[14] Şevkânî, V,
110; Elmahlı, VE, 4551-4552
[15] Gâfır
40/72'de de fiil -edilgen haliyle- "yakılma" manasına kullanılmıştır
[16] Taberî, XXVII, 18-19; İbn Aüyye, V, 186
[17] Şevkânî, V,
110
[18] İbn Âşûr, XXVII, 39-40; Elnıahlı,
VII, 4552
[19] Taberî, XXVD,
20
[20] İbn Atıyye, V, 187
[21] XXVII, 19-20
[22] XXVII, 36;
Râzî'nin burada zikredilen üç mekân Tûr Dağı, deniz ve Kabe ile üç
peygamber [Hz. Musa, Hz. Yûnus ve Hz. Muhammed] arasında bağ kuran tevili
için bk. XXVIII, 239-240
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/89-91.
[23] Zemah-şerî,
IV, 34
[24] XXVIII, 247
[25] IV, 34
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/91-92.
[26] cennet ve
nimetleri hakkında bilgi ve değerlendirme için bk. Bakara 2/25; Zuhruf
43/68-73; M. Süreyya Şahin - Bekir Topaloğlu, "Cennet", DİA,
VII, 374-386
[27] Taberî,
XXVII, 24-26; İbn Atıyye, V, 189
[28] Allah'ın kullarından
aldığı söz hakkında bilgi için bk. A'râf 7/172
[29] yakın bir
izah için bk. Zemahşerî, IV, 35
[30] Taberî, XXVII,
28
[31] Râzî, XXVIII,
252-253
[32] Taberî, XXVII,
30; Şevkânî, V, 114
[33] İbn Âşûr,
XXVII, 56-58
[34] Şevkânî, V,
114-115; Hâzin, VI, 93-94
[35] Suat Yıldırım, "Ber", Dİ
A, V, 468
[36] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:V/92-94.
[37] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:V/94-95.
[38] İbn Atıyye,
V, 191
[39] bk. Toshihiko
Izutsu, Kur'ân'da Allah ve İnsan, s. 158-165; A. Fischer,
"Kâhin", İA, VI, 71-73; ayrıca bk. A'râf 7/184, Hicr 15/6
[40] Taberî, XXVII, 3];
Zemahşerî, IV, 35
[41] Ateş, IX, 84-85
[42] Zemahşerî, IV,
35-36
[43] bk. XXVIII,
257
[44] meselâ bk.
Râzî, XXVIII, 257-258; Şevkânî, V, 115
[45] Elmalılı, VI,
4560; Kur'an'ın muhataplarına onun bîr benzerini ortaya koymaları için çağrı
yapması ve meydan okuması konusunda bk. Bakara 2/23; Enfâl 8/31
[46] âyetin varlık
felsefesi açısından yapılmış bir yorumu için bk. Elmalılı, VE, 4561-4562
[47] Taberî, XXVII,
33; İbn Atıyye, V, 192
[48] 35-37.
âyetlere
[49] Buhârî,
"Tefsir", 52
[50] bk. Müsned,
I, 348
[51] Zemahşerî,
IV, 36
[52] Taberî,
XXVII, 36
[53] İbn Atıyye,
V, 194
[54] XXVII, 36-37
[55] bk. Buhârî,
'Teheccüd", 27; Müslim, "Müsâfırîn", 94, 96
[56] bk. Taberî,
XXVII, 38-40; İbn Atıyye, V, 194
[57] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:V/95-99.