2- Allah'ın Gözetimi Altında Bulunmak:
1- Rabbi Hamd ile Teşbih Etme Zamanları"
2- Geceleyin ve Yıldızların Kaybolurken Allah'ı Teşbih
Etmek:
Rahman
ve Rahim Allah'ın adı ile
Bütün müfessirlerin
görüşüne göre tümüyle Mekke'de inmiştir. 49 âyet-i kerimedir.
Hadis imamları Cubeyr
b. Mut'im'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Ben Rasûiullah (sav)'ı
akşam namazında Tur Sûresi'ni okurken dinledim. Hadisi Buharı ve Müslim rivayet
etmiştir.
[1]
[2]
1. Andolsun Tur'a,
2, 3.
Yayılmış sahife(ler) içinde yazılmış kitaba,
4. Beyt-İ Ma'mur'a,
5. Yükseltilmiş tavana,
6. Tutuşturulmuş denize;
7. Rabbİnin azabı elbette vaki olacaktır.
8. Onu önleyebilecek yoktur.
"Andolsun
Tur’a" buyruğunda sözü edilen "Tur" yüce Allah'ın Musa ile
üzerinde konuştuğu dağın adıdır. Yüce Allah bu dağın şerefini yüceltmek,
değerini yükseltmek ve ondaki bazı âyetleri (mucize) hatırlatmak üzere ona
yemin etmektedir. Tur, cennet dağlarından birisidir.
İsmail b. İshak
rivayetle dedi ki: Bize İsmail b. Ebi Üveys anlattı, dedi ki: Bize Ke^sir b.
Abdullah b. Amr b. Avf babasından naklen anlattı. Babası dedesinden şöyle
dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Dört dağ
cennetin dağlarından, dört nehir cennetin nehirlerinden, dört savaş cennetin
savaş lanndandır." Dağlar hangileridir? diye soruldu, o: "Bizi seven,
bizim de kendisini sevdiğimiz Uhud dağı, Tur dağı cennet dağlarından bir dağ,
Lübnan cennet dağlarından bir dağ, Cudi de cennet dağlarından bir dağdır"
[3]deyip,
hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir. Biz bu hadisi bütünüyle
"et-Tezkire" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz.
Mücahİd dedi ki: Tur,
Süryanicede dağ demektir. Bununla kastedilen de Tur-u Sina'dır. es-Süddî de
böyle demiştir.
Mukatil b. Hayyan dedi
ki: Tur diye anılan dağlar iki tanedir. Bunlardan birisine Tur-u Sina, diğerine
ise Tur-u Zita denilir. Çünkü bu dağlarda İncir ve zeytin yetişir.
Tur'un Medyen'de bir
dağ olup adının da Zebir olduğu söylenmiştir, el-Cevheri dedi ki: Zebir, yüce
Allah'ın üzerinde Musa ile konuştuğu dağdır.
Derim ki: Medyen,
arz-ı mukaddeste bir yer olup, Şuayb (a.s)'ın kasaba-sıdır
Tur'un bitki yetişen
dağ olduğu söylenmiştir. Eğer bitki yetişmiyorsa ona Tur denilmez. Bu
açıklamayı İbn Abbas yapmıştır. el-Bakara Sûresi'nde (2/63. âyetin tefsirinde)
yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
"Yayılmış
sahife(ler) içinde yazılmış kitaba." Bununla mü'tninlerin mushaflardan,
meleklerin de Levh-i Mahfuz'dan okuduğu Kur'ân-ı Kerim'i kastetmektedir.
Nitekim yüce Allah bir başka yerde: "Şüphesiz o, oldukça şerefli bir
Kur'ân'dır. Korunan bir kitabtadır." (el-Vakıa, 56/77-78) diye buyurmaktadır.
Bir başka açıklamaya
göre maksat diğer peygamberlere indirilmiş kitab-lardır. Bu kitabların
herbirisi o kitabı okuyanlarca okumak maksadıyla yayıp açtıkları inceltilmiş
bir deri üzerinde bulunuyordu.
el-Kelbî dedi ki: Bu
yüce Allah'ın Musa'ya eliyle yazdığı ve yazarken de Musa'nın kalemin çıkardığı
sesi duyduğu Tevrat'tır.
el-Ferra: Bu amel
defterleridir. Kimisi kitabını sağ tarafından alacak, kimisi sol tarafından
alacaktır. Bunun benzeri: "Kıyamet günü de ona yayılmış bir halde
karşısında bulacağı bir kitab çıkarım." (el-İsra, 17/13) buyruğu ile
"defterler açıldığı zaman" (et-Tekvir, 81/10) buyruklarıdır..
Bunun yüce Allah'ın
semada melekler için yazdığı, olmuş ve olacak şeyleri okudukları kitab olduğu
da söylenmiştir. Bir diğer açıklamaya göre maksat, yüce Allah'ın mü'min olan gerçek
dostlarının kalplerine yazdığı şeylerdir. Bunu da yüce Allah'ın: "İşte
bunlar (Allah'ın) kalplerine imanı yazmış olduğu... kimselerdir."
(el-Mücadele, 58/20) buyruğu açıklamaktadır.
Derim ki: Ancak bu
görüş ifadenin sınırlarını ağan bir açıklamadır. Çünkü bu buyrukta kalplerden
"yazı yazılan deri parçası" diye sözedilmiştir.
el-Müberred dedi ki:
"Üzerinde yazı yazılmak maksadıyla inceltilmiş deri" demektir.
" Yayılmış" demektir. el-Cevheri de es-Sıhah'la böyle demiştir. Üstün
ile: "Üzerinde yazı yazılan ince deri" demektir. Yüce Allah'ın:
"Yayılmış sahîfe içinde" buyruğu da bu anlamdadır. aynı zamanda
"büyük kaplumbağa" demektir. Ebu Ubeyde dedi ki: Bunun çoğulu: diye
gelir. Buyrukta kastedilen anlam İse el-Ferra'mn dediğidir. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
Esasen her bir sahife,
kenarlarının inceliği dolayısı ile "rak" diye anılır. Şair
el-Mütelemmis'in şu beyitinde de bu anlamdadır:
"Sanki üzerinden
geçen uzun zaman dolayısı ile Yazısının satır satır olduğu görülmüş bir gahife
gibidir."
"Re" harfi
kesrelt olarak: " Mülkiyet altında (köle) olmak" demektir.
"Mülkiyet altında bir köle" denilir. el-Maverdi, İbn Abbas'tan
naklettiğine göre o üstün olarak lafzını "doğu ile batı arsındaki
uzaklık" diye açıklamıştır.
"Beyt-i
Ma'mur'a" buyruğu hakkında, Ali, İbn Abbas ve başkaları şöyle demişlerdir:
Bu Ka'be hizasında semadaki bir evdir. Her gün oraya yetmiş-bin melek girer,
sonra oradan çıkarlar ve tekrar bir daha oraya dönmezler.
Ali (r.a) dedi ki: O
altıncı semada bir evdir. Dördüncü semada olduğu da söylenmiştir. Enes b.
Malik, Malik b. Sa'saa'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir; Rasûluüah (sav)
buyurdu ki: "Ben dördüncü semaya götürüldüm. Önümüze Beyt-i Ma'mur
yükseltildi. Onun Kabe'nin tam hizasında olduğunu gördüm. Eğer aşağı düşecek
olursa, Kabe'nin üzerine düşer. Her gün oraya yetmişbin melek girer. Ondan
çıktılar mı bir daha oraya dönmezler.' Bunu el-Maverdi zikretmiştir[4]
el-Kıışeyrî'nin, İbn
Abbas'tan naklettiğine göre Beyt-İ Ma'mur dünya semasında dır.
Ebu Bekr el-Enbarî
dedi ki: İbnu'l-Kevva, Ali (r.a)'a: Beyt-İ Mamur nedir? diye sormuş, o da şöyle
cevab vermiştir: O Arşın altında "ed-Durah" diye anılan yedi semanın
da üstünde bir evdir.
es-Sıhah'da. da
böyledir: "ed-Durah" semada bir ev olup, İbn Abbas'tan rivayete göre
o Beyt-i Ma'mur'dur. Oranın mamur olması ise oraya çokça meleklerin girip
çıkmasından dolayıdır.
el-Mehdevî de İbn
Abbas'tan söyle demektedir: Beyt-i Mamur Arşın hiza-sındadir.
Müslim'in, Sahih'inde
yer alan Malik b. Sa'saa'nın Peygamber (sav)'dan İsra hadisinde yaptığı rivayet
de şöyledir; "Sonra bana Beyt-i Mamur yükseltildi. Ey Cebrail bu nedir?
diye sordum. Dedi ki: Bu Beyt-i Ma'mur'dur. Buraya her gün yetmişbin melek
girer. Ondan çıktılar mı bir daha oraya geri dönmezler. Bu onların üzerindeki
son sorumluluktur." diyerek hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir.
[5]
Sabit'in, Enes b.
Malik'ten rivayetine göre de Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Bana
burak getirildi..." Bu hadiste şu ifadeler de yer almaktadır: "Sonra
yedinci semaya yükseltildik. CebraiJ (a.s) kapının açılmasını istedi. O kim?
diye soruldu, Cebrail dedi. Seninle beraber kim var? diye soruldu, O: Muhammed
(sav) diye cevap verdi, Ona peygamberlik verildi mi, diye soruldu, o: Evet,
ona peygamberlik verildi, dedi. Kapı bize açıldı. İbrahim (a,s) sırtını Beyt-İ
Mamur'a yaslanmış olarak gördüm. Bir de baktım ki oraya her gün yetmişbin melek
giriyor ve tekrar oraya geri dönmüyorlar."
[6]
Yine İbn Abbas'tan
şöyle dediği rivayet edilmektedir: Göklerde ve yerlerde yüce Allah'ın on beş
evi vardır, Bunların yedisi semada, yedisi yerlerde ve biri de Ka'be'dir. Bütün
bu evler Ka'be'nin karşındadırlar.
el-Hasen: Beyt-İ
Mamur, Ka'be'nin kendisidir, demiştir. el-Beytu'1-Ha-ram insanlar tarafından
imar edilen beyttir. Yüce Allah burayı her yıl altıyüzbin kişi ile imar eder.
Eğer insanlar bu kadar sayıyı tamamlayamayacak olurlarsa, Allah bu sayıyı
meleklerle tamamlar. Yüce Allah'ın yeryüzünde kullar için koyduğu ilk ev odur.
er-Rabi b. Enes dedi
ki: Beyt-i Mamur yeryüzünde Adem (a.s) döneminde Ka'be'nin bulunduğu yerde
idi. Nuh (a.s)'ın dönemi gelince, yüce Allah onlara haccetmelerini emrettiği
halde onlar bunu kabul etmediler, ona karşı geldiler. Su yükselince Beyt-i
Mamur kaldırıldı ve dünya semasında onun hizasına yerleştirildi. Her gün orayı
yetmişbin melek imar eder. Sura üfürü-leceği vakte kadar da bir daha oraya geri
dönmezler. (Devamla er-Rabi b. Enes) dedi ki: Aziz ve celil olan Allah
İbrahim'e Beytin yerini Beyt-i Mamur'un bulunduğu yerde gösterdi. Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Hani Biz İbrahim'e Beytin yerini tayin etmiş ve
şöyle demiştik: Bana hiçbir şeyi ortak koşma! Tavaf edenler, orada ikamet
edenler, rüku' ve sucud edenler İçin beytimi temizle!" (el-Hac, 22/26)
"Yükseltilmiş
tavana" buyruğu ile semayı kastetmektedir. Yüce Allah ona
"tavan" adını vermektedir. Çünkü yere nisbetle sema, eve nisbetle
tavan gibidir. Bunu da yüce Allah'ın: "Vegökyüzünü korunmuş bir tavan
yaptık." (el-Enbiya, 21/32) buyruğu açıklamaktadır.
İbn Abbas dedi ki:
Sözü edilen bu tavan arştır. O cennetin tavanıdır.
"Tutuşturulmuş
denize" buyruğu hakkında Mücahid: Alevli ve yakılmış diye açıklamıştır.
Haberde zikredildiğine göre: "Kıyamet gününde deniz tutuşturulur ve ateş
olur" denilmektedir. Katade de: Bunu dopdolu diye açıklamıştır.
Nahivciler en-Nemir b. Tevleb'e ait şu beyiti zikretmektedirler:
"Dilerse dopdolu
bir pınara bakar,
Etrafında da kayın,
ağaçlan ile abanoz ağaçlarını görürsün."
Şair burada, dopdolu
bir pınarı göreceği yere kadar yükselen bir dağ keçisini anlatmaktadır.
Denizin ateş ile
dopdolu olması da mümkündür. O vakit birinci görüş gibi olur. Nitekim
ed-Dahhak, Şemir b. Atiyye, Muhammed b. Ka'b ve el-Ah-feş de bunun alevle
tutuşturulmuş tandır durumunda, kızdırılmış ocak anlamı olduğunu
söylemişlerdir. Bundan dolayı ateş yakılan yere de:denilmiştir. Bu açıklamanın
delili de yüce Allah'ın: "Denizler ateşlen-dirildiği zaman"
(et-Tekvir, 81/6) buyruğudur. Ateşle yakıldığı zaman demektir. "Tandırı
ateşledim, ateşliyorum" demektir. Bu da onu ısıttım, kızdırdım,
anlamındadır.
Said b. ei-Müseyyeb
dedi ki: Ali (r.a) yahudilerden birisine: Cehennem nerededir? dedi. Yahudi,
denizde dedi. Ali (r.a), gördüğüm kadarıyla sen doğru söylüyorsun deyip:
"Tutuşturulmuş denize" buyruğunu okudu,
"Denizler
ateşlendir ildiği zaman" (et-Tekvir, 81/6) buyruğunda: "
Ateşlendirildi" lafzında "cim" harfi şeddesiz okunmuştur.
Abdullah b, Amr dedi
kî: Deniz suyuyla abdest alınmamalıdır. Çünkü orası cehennemin tabağıdır.
Ka'b dedi ki: Yarın
deniz ateşle tutuşturulacak ve cehennem ateşine ilave edilecek. Bu da bu
husustaki görüşlerden birisidir.
İbn Abbas dedi ki:
-Tutuşturulmuş anlamı verilen-: "Suyu gitmiş, kalmamış olan"
demektir. Ebu'l-Aliye de böyle açıklamıştır.
Atiyye ve şair
Zu'r-Rimme İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet ederler: Bir cariye su almak
üzere çıktı ve: "(Havuz boştur" dedi (ve buradaki lafzın aynısını
kullandı.)
İbn Ebİ Davud dedi ki:
Zu'r-Rimme'nin bunun dışında rivayet ettiği bir hadis (ashabtan rivayeti)
yoktur.
Bunun "akıtılmış
olan" anlamına geldiği de söylenmiştir. Buna delil de yüce Allah'ın:
"Denizler akıtıldığı zaman." (el-İnfitar, 82/3) buyruğudur. Yani yer
orayı kurutacak ve o denizlerde su kalmayacaktır.
Ali (r.a)'ın ve
İkrime'nin belirttiği üçüncü bir görüş daha vardır. Ebu Mekîn dedi ki: Ben
İkrime'ye "tutuşturulmuş deniz"in mahiyeti hakkında soru sordum. O
dedi ki: O Arşın altında bir denizdir. Ali (r,a) da: O Arşın altında ve katı
suyu bulunan bir denizdir, Buna "bahru'l-hayavan: hayat denizi" adı
verilir. Birinci defa Sur'a üfürülmesinden sonra, kulların üzerine buradan
kırk sabah yağmur yağdırılacak, onlar da kabirlerinde oldukları halde bitki
gibi biteceklerdir.
er-Rabi b. Enes dedi
ki: "Tutuşturulmuş" tuzlu suya karışmış, tatlı su demektir.
Derim ki:
"Denizler akıtıldığı zaman" (el İnfitar, 82/3) buyruğundaki
"akıtma"nın iki yorumundan birisi de bu anlama gelir. Onun tatlı sulu
olanları tuzlu olanlarına karıştırıldığı zaman demek olur. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır, ileride gelecektir.
Ali b. Ebi Talha'nın
rivayetine göre İbn Abbas şöyle demiştin "Tutuşturulmuş" lafzı
hapsolmuş, alıkonulmuş demektir.
"Rabbinin.azabı
elbette vaki olacaktır." buyruğu kasemin cevabıdır.
Yani müşriklerin
.başına gelecektir.
Cübeyr b. Mut'im dedi
ki; Rasûlullah (sav) ile Bedir esirleri hakkında bazı isteklerde bulunmak
üzere Medine'ye geldim. Akşam namazında "Andol-sun Tur'a" buyruğunu
okurken yanına vardım. Yüce Allah'ın: "Rabbinin azabı elbette vaki
olacaktır. Onu önleyebilecek yoktur" buyruğunu duyunca, adeta kalbim
yarıldı ve azabın ineceğinden korkarak müslüman oldum. Azab tepeme inmeden
yerimden kalkacağımı sanmıyordum.
Hişam b. Hassan dedi
ki; Malik b. Dinar ile birlikte el-Hasen'in yanına gittik. Yanında bir adam
vardı. Yüce Allah'ın: "Andolsun Tur'a" buyruğunu okuyordu. Nihayet;
"Rabbinin azabı elbette vaki olacaktır."
"Onu
önleyebilecek yoktur." buyruğuna varınca, el-Hasen de ağladı, arkadaşları
da ağladı. Malik çırpınmaya koyuldu ve nihayet baygın düştü. Bekkar hakimliğe
tayin edilince, iki adam davalaşmak üzere yanına geldiler. Onlardan birisinin
yemin etmesi gerekti. Aralarında sulh yapmak için onları teşvik etti. Ayrıca
karşı tarafın yeminden muaf tutulması karşılığında hasma belirli bir bedeli
kendiliğinden vereceğini söyledi. Ancak hasmı karşı tarafa yemin ettirmekten
başkasını kabul etmedi. Ona: "Andolsun Tur'a" buyruğundan itibaren
yemin ettirerek ona: "Rabbİnin azabı elbette vaki olacaktır." Eğer
sen yatan söyleyen birisi isen; diye söyledi. O da bunu söyleyip, çıktı ve
anında bir tarafı kırıldı.
[7]
9. O gün gök döne döne çalkalanıp sallanır;
10. Dağlar
da yürür.
11. Artık o
gün, yalanlayanların vay haline!
12. Ki onlar
daldıkları batıl içinde oynar dururlar;
13. Cehennem
ateşine doğru şiddetle sürüklenecekleri gün;
14.
(Onlara>: "İşte bu sizin yalan saydığınız ateştir" (denilir.)
15- "Bu
bir büyü müdür? Yoksa siz mi görmüyorsunuz?
16.
"Giriniz oraya! İster sabrediniz, ister sabretmeyiniz. Sizin için birdir.
SİZ ancak İşlediğinizin karşılığını alacaksınız."
"O gün gök döne
döne çalkalanıp sallanır" buyruğundaki: "O gün"
lafzında amel eden,
yüce Allah'ın: "Vaki olacaktır" anlamındaki buyruktur. Yani azab o
gün onlara vaki olacak (başlarına gelecektir.) O günde gök döne döne
çalkalanıp sallanacakür.
Dilbilginleri dedi ki:
"O şey hareket etti, gitti, geldi," demektir. Tıpkı uzun boyiu hurma
ağactnın eğilip bükülmesi gibi. de benzer bir anlamı ifade eder. ed-Dahhak:
Birbirinin içine dalga dalga girer demektir; Mücahİd: Bir çeşit döner
anlamındadır; Ebu Ubeyde ve el-Ahfeş: Eğilip bükülür diye açıklamışlardır. Şair
el-A'şa da şöyle demiştir:
"Onun komşusunun
evinden yürüyüşü Bulutun geçişi gibidir: Ne ağırdır, ne acelecidir."
Özel bir şekiide akıp
gider, diye de açıklanmıştır. Cerir'in şu beyitinde de bu anlamdadır:
"Maktullerin
kanları akmaya devam etti
Dicle'ye, Öyle ki
Dicle'nin suyu kırmızı ve beyaz karışık aktı."
İbn Ab bas dedi ki: O
gün sema içindekiler ile çalkalanıp durur ve hareket ederek sallanır. Bir
diğer açıklamaya göre oradakiler semada döner, durur ve dalgalar halinde
birbirine girerler. (.u-Ji); aynı zamanda "yol" anlamına da gelir.
Şair Tarafe'nin şu mısraında olduğu gibi:
"...iyice
döşenmiş bir yolun üzerinde*
"Dalga"
anlamına da geiir. " Hızlı, dişi deve" demektir. "Butlan
böğürlerinin yan tarafında gidip gelen deve' dernektir. Şair de şöyle
demiştir:
"Yan tarafları
gidip gelen bir atın sırtında..."
Arapların:
"bilemiyorum Gavr denilen yere mi gitti, yoksa Necid'e mi döndü"
demektir, "Toz çıkartan rüzgar" demektir.
Burada semadan kastın
"felek" olduğu, onun "çalkalanmasının da düzeninin bozulup
hareket şeklinin değişmesi olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı İbn Bahr yapmıştır.
"Dağlar da
yürür.™ Mukatıl dedi ki: Dağlar yerinden yer ile dümdüz oluncaya kadar yürüyüp
gider. Ftıgün bulutların dünyada yürüdükleri gibi yürüyeceklerdir diye de
açıklanmıştır. Bunu da yüce Allah'ın: "Sen dağları görür ve onları yerinde
duruyor sanırsın. Halbuki onlar bulutların gitmesi gibi giderler"
(en-Neml, 27/88) buyruğu açıklamaktadır. Buna dair açıklamalar daha önce
el-Kehf Sûresi'nde (18/48. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Artık o gün
yalanlayanların vay haline!" buyruğunda ki: "Vay" helak olan
kimseye söylenen bir sözdür. Başına "fe" gelmesinin sebebi, ifadede
bir çeşit ceza anlamı bulunduğundan ötürüdür.
Ki onlar daldıkları
batıl içinde oynar dururlar." Batıl içerisinde gider gelirler. Bu onların
Muhammed (sav)'ın durumunu yalanlamaya dalışlarına İşarettir. Onların dünyanın
kazanç yollarıyla oyalanıp daldıklarını herhangi bir hesap ve amellerin
karşılığının görülmesini hatırlamadıklarını kastettiği de söylenmiştir, Bu
(lafza dair açıklamalar) daha önceden et-Tevbe Sûresi'n-de (9/69- âyet, 3.
başlıkta) geçmig bulunmaktadır.
"... Şiddetle
sürülecekleri gün" buyruğundaki: " Gün" daha ünce geçen:
"O gün" buyruğundan bedeldir.
"Sürülecekleri"
buyruğu cehenneme şiddetle ve kaba bir surette itilecekleri... anlamındadır.
"Onu şiddetle ittim, iterim" demektir. Yüce Allah'ın: "İşte o
yetimi şiddet ve sitemle itendir," (el-Maun, 107/2) buyruğunda da aynı
lafız kullanılmıştır.
Tefsirde
belirtildiğine göre; cehennem bekçileri onların ellerini boyunlarına
bağlarlar, alınlarını da ayakları ile bir araya getirip yüz üstü cehenneme
doğru iterek boyunlarından da onları şiddetle dürterek götürürler, cehennem
ateşine varıncaya kadar onlara bunu yaparlar.
Ebu Reca el-Utaridi ve
İbn es-Semeyka: "O günde cehenneme davet olunurlar." diye şeddesiz
olarak okumuşlardır. Cehhenem ateşine yaklaştıklarında cehennem bekçileri
onlara şöyle diyecektir;
"İşte bu"
dünyada iken "sizin yalan saydığınız ateştir."
"Bu bir büyü
müdür?" Burada soru azarlamak ve yaptıklarını başa kakmak anlamındadır.
Onlara şu anda gözlerinizle gördüğünüz "bu (azab) bir büyü müdür? yoksa
siz mi görmüyorsunuz?" denilir.
Buradaki
"Yoksa" buyruğunun; "Hayır, bilakis" anlamında olduğu da
söylenmiştir, Hayır siz dünya hayatında iken görmüyor ve akıl er-dirmiyordunuz,
demek olur.
"Giriniz
orayaf" Cehennem bekçileri onlara: Oraya girmekle cehennemin sıcağını
tadınız, derler.
"İster
sabrediniz, İster sabretmeyiniz. Sizin için birdir." Yani siz orada iken
ister sabrınız gelsin, ister gelmesin. Sizin için "birdir"
anlamındaki lafzın da haberi hazfedilmiştir. Yani sabretmeniz ya da etmemeniz
sizin için birdir, hiçbir şey size fayda veremez. Nitekim yüce Allah onların
şöyle diyeceklerini bize haber vermektedir: "Şimdi biz sızlansak da,
sabretsek de bizim için birdir." (İbrahim, 14/21)
uSlz ancak
işlediğinizin karşılığını alacaksınız."
[8]
17. Muhakkak
takva sahipleri cennetler ve nimetler İçindedirler.
18.
Rabblerİnİn kendilerine verdiği zevk içerisindedirler. Rabble ri onları
cehennemin azabından dü korumuştur.
19.
"İşleyegeldiğiniz sebebi ile afiyetle yeyin, için;
20.
"Sıra sıra dizili tahtlara yaslananlar olarak." Onlara iri gözlü hurileri
de eş yaptık.
Yüce Allah kâfirlerin
durumunu sözkonusu ettikten sonra mü'mtnlerin de durumunu sözkonusu ederek:
"Muhakkak takva
sahihleri cennetler ve nimetler İçindedirler" diye buyurmaktadır.
"Rabblerİnin
kendilerine verdiği" bağışladığı "Zevk içerisindedirler" pek
çok meyvelere sahiptirler, demektir. Mesela: "Meyveleri çok olan
adam" demektir. Nitekim: " Sütü ve hurması bol kimse" demektir.
Şair de şöyle demiştir:
"Aldattın beni ve
iddia ettin senin
Yazın çok süt ve
hurmalarının bulunduğunu söyledin."
Bu lafzı el-Hasen ve
başkaları ise "elif'siz olarak: diye okumuşlardır ki; bu da Ibn Abbas ve
başkalarının görüşüne göre "zevk, rahat içerisinde hallerinden memnun
oldukları halde" demektir. Mesela: "Hoş sohbet ve şakacı adam"
demektir. Böyle olan kimseye: denilir. Aynı zamanda bu "şımarık ve azgın
kimse" anlamına da gelir. Bu hususa dair açıklamalar daha önce ed-Duhan
Sûresi'nde (44/27. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Rabbleri onları
cehennemin azabından da korumuştur."
Onlara:
"İşleyegeldiğinİz sebebiyle afiyetle yiyin, için" denilecektir.
"Afiyetle
yenilen, içilen şey": Boğaza tıkanıp kalmayan herhangi bir keder ya da
kötü tarafı bulunmayan şey demektir. ez-Zeccac dedi ki: Sizin eriştiğiniz bu
hal size; "Afiyet olsun" demektir.
Bunun sizler cennet
nimetleriyle güzel bir şekilde ve afiyette faydalandı-rılastnız, anlamında
olduğu da söylenmiştir. Yeyiniz, içiniz. Bu sizin için: " Afiyet olsun"
anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu durumda bu lafız mastar konumunda bir
sıfat olur.
Bunun "helal
olarak..." demek olduğu da söylenmiştir. Onda herhangi bir eziyet,
herhangi bir rahatsızlık verici taraf olmaksızın... diye de açıklanmıştır. Siz
ölmeyeceksiniz, anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü kalıcılığı olmayan
veya insanın kendisi ile birlikte kalması sözkonusu olmayan bir nimet,
rahatlık veren bir nimet değildir, onda afiyet yoktur.
"Sıra sıra dizili
tahtlara yaslananlar olarak" buyruğundaki: "Tahtlar" lafzı
(Ar')'in çoğuludur. İfadede şu takdirde hazfedilmiş kelimeler
de vardır: Sıra sıra dizili tahtlar üzerindeki
yastıklara yaslananlar olarak...
İbnu'l-A'rabî dedi ki:
Tek bir saf (sıra) olacak şekilde biri diğerine bitişik demektir. Haberlerde
belirtildiğine göre bunlar, semaya doğru şu kadar, şu kadar uzunlukta
dizilirler. Kul bunlara oturmak istediği vakit bu tahtlar alçalırlar.
Üzerlerine oturdu mu tekrar eski haline dönerler,
İbn Abbas dedi ki:
Bunlar zebercet, inci ve yakut ile süslenmiş, altından tahtlardır. Bir tahtın
büyüklüğü Mekke ite Eyle arası kadardır. "Onlara İri gözlü hurileri de eş
yaptık." Yani Biz onları o hurilerle eşleştirdik.
Yunus b. Habib dedi
ki: Araplar: " Ben ona bir kadını eş yaptım" dedikleri gibi,
"Bir kadın ile evlendim" de derler. Arapların kullanımında -burada
olduğu gibi "be" harfi getirilmek suretiyle ve "bir kadın ile
evlendim" anlamında-: kullanımı yoktur. (Yunus b. Habib) dedi ki: Yüce
Allah'ın: "Onlara İri gözlü hurileri de eş yaptık" buyruğuna (be ile
kullanıma) gelince, onları o hurilerle eşleştirdik anlamındadır ki; bu da
(anlam itibariyle) yüce Allah'ın: "Toplayınız zulmedenleri ve onlara eş
olanları." (es-Saffat, 37/22) buyruğuna benzemektedir. Onların eşlerini
toplayınız anlamındadır.
el-Ferra da dedi ki:
"Be" harfi kullanılarak: "Bir kadın ile evlendim" demek,
Ezd-Î Sermelilerin şivesidir.
"el-Huru'1-ıyn:
İri gözlü huriler"in anlamına dair açıklamalar, daha önceden (ed-Duhan,
44/54, âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
[9]
21. İman
edenlerin, soyları da iman ile kendilerine uyanların, Biz evlatlarını da
kendilerine katarız; amellerinden de bir şey eksiltmeyiz. (Çünkü) her kişi
kendi kazandıkları karşılığında bir rehinedir.
22. Onlara canlarının çekeceği meyve ve eti,
ardarda fazlası ile verdik.
23. Orada
kadehleri elden ele dolaştırırlar. Onlarda İçtiklerinden ötürü ne
saçmalamaları, ne de günah kazanmaları sözkonusu-dur.
24.
Etraflarında sedefleri içinde gizlenmiş incileri andıran delikanlı hizmetçiler
dolaşır durur.
"İman edenlerin, soyları
da iman ile kendilerine uyanların..." buyruğunda: " Kendilerine
uyanların" buyruğu genel olarak vasi elifi ile birinci "te"
şeddeli, "ayn" üstün, ikinci "te" sakin olarak okunmuştur.
Ancak Ebu Amr ifadede bir tek düzelik olsun diye ve yüce Allah'ın:
"Kendilerine katarız" buyruğunu gözönünde bulundurarak "kat'
elifi, "te" sakin, sakin "ayn" ve "nun" ile:
" Onları arkalarına taktık" şeklinde okumuştur[10]
Birinci: "
Soyları da" lafzını İbn Amir, Ebu Amr ve Yakub çoğul olarak okumuş olup
aynca Yakub bunu Nafi'den de rivayet etmiştir. Ancak Ebu Amr bunun
"te" harfini (çoğui olarak okunması halinde cem-İ müennes-i salim
olacağından, cem-i müennesin "te" harfini) meful olarak kesreli
okumuştur. Diğerleri ise bunu ötreli okumuşlardır. Geri kalan kıraat alimleri
ise bunu tekil olarak: “ Soyları" şeklinde "te" harfi ötreli
olarak okumuşlardır. Nafi'den meşhur olan kıraat de budur.
İkincisine gelince -ki
mealde "evlatlarını" diye karşılanmıştır- Nafi1, İbn Amir, Ebu Amr ve
Yakub çoğul olarak ve "te" harfini kesre ile okumuşlardır. Diğerleri
ise tekil olarak ve "te" harfini üstün okumuşlardır.
Bunun anlamı hususunda
farklı görüşler vardır, İbn Abbas'dan dört ayrı rivayet nakledilmiştir.
Birincisine göre o şöyle demiştir: Yüce Allah mü'mi-nin zürriyetini cennette
mü'min ile birlikte onun derecesine yükseltir. İsterse amel itibariyle ondan
aşağıda olsunlar. Böylelikle onun gözü aydınlanmış olacaktır. Daha sonra da bu
âyet-i kerimeyi okumuştur.
en-Nehhas da bunu
"en-Nasih ve'l-Mensuh" adlı eserinde Said b. Cü-beyr'den, o İbn
Abbas'dan diye Rasûlullah (sav)'ın buyruğu ve merfu bir rivayet olarak
zikretmiştir. Buna göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki
aziz ve celil olan Allah mü'minin zürriyeüni, onun evlatlarını onunla birlikte
cennette onun derecesine yükseltir. İsterse onun soyundan gelenler bu dereceye
ameliyle erişememiş olsunlar. Böylelikle yüce Allah çocukları sayesinde
gözünün aydınlanmasını sağlamış olacaktır." Daha sonra da: "İman
edenlerin, soyları da iman ile kendilerine uyanların Biz evlatları da
kendilerine katarız" âyetini okudu.
[11]
Ebu Cafer (en-Nehhas
devamla) dedi ki: Böylelikle hadis Peygamber (sav)'dan gelen merfu bir rivayet
olmaktadır. Zaten böyle olması da gerekir. Çünkü İbn Abbas böyle bir sözü ancak
Rasülullah (sav)'dan naklederek söyleyebilir. Zira bu ileride yapacağı şeylere
dair yüce Allah'tan ve onun üzerine indirmiş olduğu bir hususa dair haber
vermektir. ez-Zemahşerî dedi ki: Yüce Allah, hem kendi nefislerinde
bahtiyarlıkları suretiyle, hem hurilerle ev-lilikleriyle, mü'min kardeşleriyle
güzel sohbetleriyle, çocuklarının ve soylarından gelenlerin de onlarla
birlikte birarada bulunmaları suretiyle çeşitli sevinç ve neşe türlerini
onlara birarada vermiş olacaktır.
Yine İbn Abbas'dan
şöyle dediği zikredilmiştir: Yüce Allah mü'min kimseye iman edecek yaşa
erişmeyen küçük çocuklarını da eriştirecektir. Bu açıklamayı da el-Mehdevî
yapmıştır. Zürriyet (soy, sop) hem küçükler, hem büyükler hakkında
kullanılabilir. Eğer burada "zürriyet" lafzı küçükler hakkında kabui
edilecek olursa yüce Allah'ın: "İman ile" buyruğu meful konumunda
olanların (mealde: kendilerine) lafzından hal konumunda olur ve ifade:
Babaların imanı ile ... takdirinde olur. Şayet "zürriyet" büyükler
hakkında kabul edilirse, o vakit yüce Allah'ın "iman Ue" buyruğu
faillerden ("uyanlar" lafzındaki zamirden) hal olur.
İbn Abbas'tan gelen
üçüncü görüşe göre iman edenlerden kasıt muhacirler ve ensar
*soy!ar"ından kasıt da tabîundur.
Yine ondan gelen bir
rivayete göre eğer babaların derecesi daha yüksek ise, yüce Allah çocukları
babalarının yanına yükseltir. Şayet çocukların dereceleri daha yüksek ise, bu
sefer yüce Allah babalan çocukların mertebesine yükseltir. Bu durumda
"babalar" da "zürriyet: soy" adının kapsamı içerisine
girerler. Yüce Allah'ın: "Onlar için bir diğer delil de Bizim
zürriyetlerini dopdolu gemide taşımamızdır" (Yasin, 36/41) buyruğunda
olduğu gibi.
Yine İbn Abbas'tan,
Peygamber (sav)'a merfu bir rivayet olarak şöyle dediği zikredilmiştir:
"Cennetlikler cennete girdikten sonra onlardan birisi anne babası, hanımı
ve çocukları hakkında soru soracaktır. Bu sefer kendilerine: Onlar senin
eriştiğin mertebeye erişemediler. Bu sefer: Rabbim der, ben hem kendim için,
hem onlar için amelde bulundum, diyecek. Bunun üzerine onların da ona katılmaları
için emir verilir."
[12]
Hatice (r.anha) dedi
ki: Peygamber (sav)'a cahiliye döneminde iken ölmüş iki çocuğum hakkında soru
sordum, bana dedi ki: "Onlar cehennem ateşinde olacaklardır."
Yüzümden hoşlanmadığımı görünce şöyle dedi: "Eğer sen onların bulundukları
yeri görecek olursan, onlara buğzederdin." Bu sefer: Peki ey Allah'ın
Rasûlü, ya senden olan çocuklarım;1 dedi. Peygamber: "Onlar cennette
olacaklardır." Sonra şöyle buyurdu: "Şüphesiz mü'minler ve onların
çocukları cennette, müşrikler ve onların çocukları cehennemde olacaklardır."
Sonra da: "İman edenlerin soyları da iman ile kendilerine uyanların..."
âyetini okudu.
[13]
"Amellerinden de
bir şey eksiltmeyiz." Yani ömürleri kısalığı dolayısıyla çocukların
amellerinin mükafatından herhangi bir şey eksiltmeyiz. Çocukları kendilerine
katılacağı için babaların a meilerinin sevabından da bir şey eksiltmeyiz.
"He" ve "mim" (onların amellerinden tabirindeki zamirler)
de yüce Allah'ın: "iman edenler" buyruğuna aittir.
İbn Zeyd dedi ki:
Anlam şudur: "Soyları da, iman ile kendilerine uyanların" soyları
arasına, henüz amel edecek çağa ulaşmamış küçük çocuklarını da katarız. Bu
görüşe göre "he ve mim" zamiri "soylar"a aittir.
İbn Kesir
"amellerinden.., eksiltmeyiz" anlamındaki buyruğu "lam" harfini
kesreli olarak: diye okumuş, diğerleri ise "ayn"ı harfi üstün okumuşlardır.
Ebu Hureyre'den ise med ile: (,^30 diye okuduğu rivayet edilmiştir.
tbnu'l-A'rabî dedi ki:
kullanımlarının hepsi de "onu eksiltti, eksiltir, eksiltmek"
anlamlarındadır.
es-Sıhah'dd da şöyle
denilmektedir: " Onu gitmek istediği yönden alıkoydu ve başka yöne
çevirdi" demektir, de aynı anlamdadır. Buna göre -bu fiilin şekilleri aynı
anlamdadır.
Aynı şekilde:
"Amelinden bir şey eksiltmedi" denilir ve bu da; gibidir. Nitekim
daha önce el-Hucurat Sûresi'nde (49/14, âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır.
"(Çünkü) her kişi
kendi kazandıkları karşılığında bir rehinedir" buyruğunun cehennemlikler
hakkında olduğu söylenmiştir. İbn Abbas dedi ki:
Cehennemlikler
amelleri karşılığında rehin alınacaklardır. Cennetlikler de kendi nimetlerine
ulaşmış olacaklardır. İşte bundan dolayı yüce Allah şöyle buyurmaktadır;
"Herbir nefis kazandıkları karşılığında rehin alınmıştır. As-habu'l-yemin
müstesna." (el-Müddessir, 74/38)
Buyruğun bütün
insanlar hakkında genel olduğu da söylenmiştir. Herkes ameli karşılığında rehin
alınmıştır. Hiçbir kimsenin amelinin sevabı eksik verilmeyecektir. Amelin
sevabına verilecek fazladan mükafat ise yüce Allah'tan bir lütuftur.
Bu buyruğun iman
etmeyip mü'min atalarına kavuşamayan, buna karşılık küfürleri sebebiyle rehin
olarak alıkonulan mü'minlerin soyundan gelen kimseler hakkında olma ihtimali de
vardır.
"Onlara
canlarının çekeceği meyve ve eti ardarda, fazlası İle verdik."
Bütün bunlardan yüce
Allah'tan bir fazlalık olarak onlara bol bol verdik. Yüce Allah bunları
kendilerine hakettiklerinden daha fazla olarak bol bol verecektir.
"Orada kadehleri
elden ele dolaştırırlar." Yani onların biri kadehi diğerinin elinden
alır. Bu da cennetteki mü'min, onun zevceleri ve hizmetçileridir. Kadeh (ke's)
ise şarab içilen kaptır. Aynı zamanda şarab veya başka şeyle dolu olan herbir
kaba da denilir. Boşaldığı takdirde ona kadeh denilmez. Dilde elden ele kadehin
dolaştırılmasının tanıklarından birisi el-Ahtal'm şu beyitleridir:
"Misafirlerine
deve yavrularını kesen bir içki arkadaşı
bana içkide arkadaşlık
etti. Cimri de değildir o, İçkiden sonra sağa sola akılsızca sataşan da
değildir.
Onunla pek hoş şarabı,
içkiyi elden ele dolaştırdık. Horozların ötüştüğü zamana kadar ve develerin çöktüğü
zaman da erişmişti."
İmruu'1-Kays da şöyle
demektedir:
"Sözü aramızda
dolaştırınca ve artık o boyun eğince, Bükülmüş ve salkımları bulunan bir dalı
kırdım."
Bu açıklamalar daha
ünce es-Saffat Sûresi'nde (37/41. âyetin ve devamının tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır.
"Onlarda
içtiklerinden ötürü ne saçmalamaları, ne de günah kazanmaları
sözkonusudur." İçtikleri o içkilerden dolayı aralarında boş sözler cereyan
etmez, günah da sözkonusu olmaz.
"Günah
kazandırmak", " günah" lafzından 'tef il" vezninde bir
lafızdır. Yani bu kadehler onları günahkar kılmaz, çünkü onlar için mubahtır.
" Orada saçmalama
yoktur." Cennette böylesi yoktur diye de açıklanmıştır.
İbn Ata dedi ki: Adn
cennetinde bulunan sakileri melekler, içmeleri Allah'ı zikretmek, kokuları ve
selamlamaları Allah'tan, kendileri cie Allah'ın misafiri olarak bulundukları
Adn cennetlerdeki bir mecliste hangi saçmalama sözkonusu olabilir ki?
"Günah
kazanmak" yalan demektir. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır.
ed-Dahhak dedi ki:
Onlar birbirlerine karşı yalan söylemezler, demektir.
İbn Kesir, İbn
Muhaystn ve Ebu Amr "onlarda... ne saçmalamaları, ne de günah kazanmaları
sözkonusudur" anlamındaki buyruğu isimlerin sonlarım üstün olarak: diye
okumuş, diğerleri ise ötreli ve ten-vin ile okumuşlardır. Bu husus (yani
"fa" edatından sonraki ismin okunuşuna dair açıklamalar) daha önce
el-Bakara Sûresinde; "İçinde alışverişinde, dostluğun da, bir şefaatin de
olmadığı bir gün gelmezden önce..." (el-Bakara, 2/254) buyruğu
açıklanırken geçmiş bulunmaktadır.
"Etraflarında
sedefleri içinde gizlenmiş, incileri andıran delikanlı hizmetçiler dolaşır
durur." Bunlar meyvelerle, çeşitli ikramlarla, yiyecek ve içeceklerle
dolaşırlar. Bunun delili de şu buyruklardır: "Altından tabaklar ve
testiler dolaştırılır onlara." (ez-Zuhruf, 43/71); "Beyaz kaynaktan
doldurulmuş kadehler dolaştırılır onlara." (es-Saffat, 37/45)
Şöyle de denilmiştir:
Bunlar daha önceden geçmiş (vefat etmiş) olan çocuklarından olma
delikanlılardır. Yüce Allah böylece onların gözlerini aydın kılmış ve
sevindirmiş olacakor.
Bir diğer açıklamaya
göre; bunlar başkalarının çocuklarından olup, yüce Aliah'ın kendilerine hizmet
için verdiği kimselerdir. Bunların cennette yaratılmış gılman (genç
delikanlılar) oldukları da söylenmiştir. el-Kelbî dedi ki; Bunlar ebediyyen
yaşlanmazlar.
Bunlar güzellikleri ve
beyazlıkları itibariyle "sedefleri İçinde gizlenmiş incileri
andırırlar."
"Etraflarında
ebedi kılınmış evlatlar dolaşır." (el-Vakıa, 56/17) buyruğu hakkında da
şöyle denilmiştir: Burada sözü edilenler müşriklerin çocuk-. larıdır. Bunlar
cennetliklere hizmetkarlık edeceklerdir. Halbuki cennette yorgunluk da yoktur,
başkasının hizmetine ihtiyaç da yoktur. Ancak yüce Allah böylelikle onların
nimetlerin en nihai dereceleri içerisinde olacaklarını haber vermektedir.
Aişe (r.anha)'dan
rivayete göre Allah'ın peygamberi (salat ve selam ona) şöyle buyurmuştur:
"Cennet ehlinden en alt mertebede olan kişi, hizmetçilerinden birisine
seslendiği halde, bin kişinin hepsi de ona efendim buyur, efendim buyur emrine
hazırız, diye cevab verecekleri kişidir. "[14]
Abdullah b, Ömer'den
de şöyle dediği rivayet edilmektedir: Peygamber (sav) buyurdu ki: "Cennet
ehlinden olup da kendisi için herbirisi diğerinden farklı ve ayrı işte
çatışmamak üzere bin tane hizmetçisi bulunmayan hiçbir kimse yoktur. "[15]
el-Hasen'den rivayete
göre ashab: Ey Allah'ın Rasûlü, dediler. Hizmetçi inciyi andıracağına göre
kendisine hizmet edilen kişi ya nasıl olacaktır? Şöyle buyurdu: "O İkisi
arasındaki fark ondördündeki ay ile en küçük yıldız arasındaki fark gibi
olacaktır. "[16]
el-Kisaî dedi kî:
"O şeyi güneşe karşı örttüm ve korudum" demektir. "Onu içimde
gizledim, sakladım" anlamındadır.
Ebu Zeyd dedi ki; aynı
anlamdadır (onu gizledim.) Her ikisi hakkında (her İki anlam için) kullanılır.
Mesela " İlmi sakladım, gizledim" denilir ve fiil aynı zamanda:
"Onu sakladım, gizledim" diye de kullanılır. Bu şekilde gizlenip,
saklanan şeye; denilir. "Kızı gizledim" demektir, " Onu
gizledim" anlamındadır. Bu şekilde gizlenip saklanan kıza veya cariyeye de
denilir.
[17]
25.
Birbirlerine dönerek karşılıklı soru sorarlar:
26.
"Gerçekten biz daha önce ailelerimiz arasında korku İçinde İdik"
derler.
27.
"Allah bize lütfetti de bizi semum azabından korudu.
28.
"Şüphesiz ki biz önceden O'na İbadet ediyorduk. Gerçekten O, evet O çok
ihsan edendir, çok merhamet edendir."
"Birbirlerine
dönerek karşılıklı soru sorarlar" buyruğu hakkında İbn Abbas dedi ki:
Kabirlerinden diriltilerek kaldırılacaklarında birbirlerine soru
soracaklardır. Cennette "birbirlerine soru soracakları" da söylenmiştir.
Yani onlar dünya hayatındaki yorgunSuktan, akıbetlerinin ne olacağı ile il-giEi
korkularından sözederek bunları birbirlerine hatırlatacaklar ve bu korkularının
gitmesi dolayısıyla yüce Allah'a hamdedeceklerdir.
Birinin diğerine; Siz
bu üstün mevkiye hangi sebeble eriştiniz? diye soru soracakları da
söylenmiştir.
"Gerçekten biz
daha önce ailelerimiz arasında korku içinde idik, derler." Yani
aralarından kendilerine soru sorulan herbir kişi, soru sorana: "Gerçekten
biz daha Önce" yant dünyada iken Allah'ın azabından korkuyor ve çekiniyor
idik diyecektir. "Allah bize" cenneti vermekle ve günahlarımızı
bağışlamakla, bir başka açıklamaya göre imana muvaffakiyet ile ve hidayete
iletmek suretiyle "lütfetti de bizi semum azabından korudu."
e!-Hasen dedi ki:
"Semum" ateşin isimlerinden birisi olup aynı zamanda cehennem
tabakalarından bir tabakadır. Bunun cehennem dediğimiz gibi, ateş ile aynı şey
olduğu da söylenmiştir. Semum azabının ateşi diye de açıklanmıştır.
Çok sıcak bir rüzgar
anlamında "semum" münnes olarak da kullanılabilir. Burdan hareketle:
" Günümüz semuma uğradı" denilir. Semuma uğramış güne denilir, çoğulu
diye gelir.
Ebu Ubeyde dedi ki;
Semum gündüzün olmakla birlikte geceleyin de olabilir. Harur ise geceleyin
olmakla birlikte gündüzün de görülebilir. Semum bazan soğuğun insanı etkilemesi
hakkında kullanılabildiği gibi, çoğunlukla sıcağın ve güneşin etkilemesi
hakkında kullanılır. Recez vezninde şair şöyle demiştir:
"Bugün semıımu
çok, soğuk bir gündür, Bugüne tahammül edemeyeni ben kınamam."
"Şüphesiz ki biz
önceden ona İbadet ediyorduk." Yani dünya hayatında iken kusurlarımızı
bağışlamak suretiyle bize lütufta bulunması için dua ediyorduk. Buradaki:
"O'na dua ediyorduk (mealde: ibadet ediyorduk)" buyruğunun, O'na
ibadet ediyorduk, anlamında olduğu da söylenmiştir.
"Gerçekten O,
evet O çok ihsan edendir, çok merhamet edendir." buy-ruğundaki "
Gerçekten O" lafzını Nafî ve el-Kisaî "Çünkü O" anlamında olmak
üzere hemze harfi üstün olarak diye okumuşlardır. Diğerleri ise mübteda olarak
esreli okumuşlardır.
"Çok ihsan
eden" çok lütfeden demektir. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır. Yine ondan
gelen rivayete göre: O vaadini gerçekleştirendir, demektir, îbn Cüreyc de
böyle açıklamıştır.
[18]
29. Artık
sen öğüt vermeyi sürdür. Sen Rabbinln nimeti sayesinde kahin de değilsin, deli
de değilsin.
30. Yoksa
onlar: "O bir şairdir. Biz onun zamanın ızdırap veren musibetine uğramasını
bekliyoruz." mu diyorlar?
31- De ki:
"Bekleyedurun, şüphesiz ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim."
32. Onlara
bunu akılları mı emrediyor? Yoksa onlar azgınlar topluluğu mudur lar?
33. Yoksa
onlar-. "Onu kendisi uydurup düzüyor" mu? derler? Hayır, onlar iman
etmezler.
34. Eğer
doğru söyleyenler iseler haydi onun gibi bir söz getirsinler.
"Artık sen*ey
Muhammed, kavmine Kur'ân-ı Kerim ile "öğüt vermeyi sürdür. Sen Rabbinİn
nimeti sayesinde" Rabbinin sana gönderdiği risalet sa-
yesinde, vahiysiz
olarak yarın neler olacağını haber vererek sözlerini uyduran bir "kahin
de değilsin, deli de değilsin."
Bu, onların Peygamber
(sav) hakkındaki sözlerini reddeden bir buyruktur. Çünkü Ukbe b. Ebi Muayt: O
bir delidir, Şeybe b. Rabia: O bir sihirbazdır, diğerleri ise: O bir kahindir,
demişlerdi. Yüce Allah onların hepsinin yalancı olduklarını belirtip
iddialarını reddetmektedir.
Şöyle de denilmiştir:
" Sen Rabbinin nimeti sayesinde" buyruğu yemindir. Allah'ın nimetine
yemin olsun ki, sen bir kahin de değilsin, bir deli de değilsin, demek olur.
Bunun kasem olmadığı, bir kimsenin: Allah'a hamdolsun ki, sen cahil değilsin.
Yani Allah seni böyle bir şeyden uzak tutmuştur anlamında bir buyruk olduğu da
söylenmiştir.
"Yoksa onlar: O
bir şairdir... mu diyorlar?" Yani onlar Muhammed bir şairdir diyorlar.
Sibeveyh dedi ki: Allah'ın kullarına bu buyruklar ile, kendi ifadelerinde
kullanılan üslub ile hitab edilmiştir. Ebu Cafer en-Nehhas da şöyle demiştir:
Bu güzel bir açıklamadır. Şu kadar var ki, bunun gerekli şekilde açıklaması
yapılmamıştır. Sibeveyh şunu anlatmak istiyor: "Yoksa" lafzı Arapçada
bir konudan başka bir konuya geçiş için kullanılır. Şairin şu ifadelerinde
olduğu gibi:
"Sen
güzelliğinden süslenme ihtiyacı olmayan birisinden uzak mı kalırsın,
yoksa kınar
mısın?"
Burada ifade tamam
olmaktadır. Sonra şair bir başka konuya geçerek şunları söylemektedir:
"Yoksa halat onu
tanıyamadığı için mi kopmuş oluyor?"
İşte yüce Allah'ın
Kitabında bu türden varid olmuş olan buyrukların anlamı takrir (doğruyu söyletmek)
azarlamak ve bir konudan, başka bir konuya geçiş kabilindedir. Nahivciİer, bu
gibi anlatımlarda kullanılacak edata: "Aksine, belki" edatını örnek
gösterirler.
"Biz onun,
zamanın ızdırab veren musibetine uğramasını bekliyoruz." Katade dedi ki:
Kâfirlerden bir topluluk: Siz Muhammed'in ölümünü bekleyiniz. Filan oğullarının
şairinin işini ölüm hallettiği gibi, sizi de ölüm Muhammed'den kurtaracaktır,
demişlerdi.
ed-Dahhak dedi ki: Bu
sözleri söyleyenler Abdu'd-Dar oğullandır. Onlar bu sözleriyle onun şair
olduğunu söylemiş oluyorlardı. Yani bundan önce şairler nasıl öldiiyse, o da
pek yakında ölecektir. Üstelik babası da genç yaşta ölmüştü. Belki o da babası
gibi genç yaşta ölür.
el-Ahfeş dedi ki: Bu
ifade; " Biz onu zamanın ızdırab veren musibetine uğrayıncaya kadar
bekliyoruz" anlamındadır. Burada harf-i cer hazfedilmiştir. Nitekim
"Zeyd'e gittim" denilirken denilmesi de buna benzer.
"Izdırab veren
musibet": İbn Abbas'ın açıklamasına göre ölümdür. Ebu'1-Ğavl et-Tuhevî de
şöyle demiştir:
"Onlar beni
el-Vekaba suyunun koruluğundan döverek alıkoydular O (dövme) ölümün
dağınıklıklarını biraraya getiriyordu."
Şair burada şunu
anlatmak istiyor: Dövmek değişik yerlerde bulunan dağınık bir topluluğu
biraraya getirir. Eğer onların bulundukları yerlerde ölümleri gelecek olursa,
ölüm de onlara dağınık gelecekti. Biraraya gelip toplanmaları sonucunda da
ölümleri de onlara hep birlikte gelmiş oldu.
es-Süddî, Ebu
malik'ten, o İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Rayb"
Kur'ânl Kerim1 de şüphe ve tereddüt anlamındadır. Yanlız et-Tur Sûresi'ndeki
bir yer müstesnadır. "Rayfoe'l-menım" zamanın olayları ve musibetleri
demektir. Şair de şöyle demiştir:
"Başına gelecek
zamanın musibetlerini bekle, olur ki Bir gün boşanır yahutta onun helali
(kocası) ölür."
Mücahid de şöyle
demiştir: "Zamanın musibeti* zamanın olayları anlamındadır.
"el-Menun" zaman ile aynı şeydir. Ebu Zueyb dedi ki:
"Sen zamandan ve
onun musibetlerinden mi iz dır ab çekiyorsun? Halbuki zaman (musibetlere)
tahammül göstermeyen kimselerin
mazeretini
kabul etmez."
[19]
el-A'şa'da şöyle
demiştir:
"Gözleri zayıf
gören ve zamanın, musibetleri ile hastalıklara
miibtela kıldığı,
Yakınlarının
kendisinde sevinilecek hiçbir taraf bulamadıkları bir
adam gördü diye
mi?..."
el-Esmaî dedi ki:
"el-Menun" gece ve gündüz demektir. Onlara bu ismin veriliş sebebi
ömrü eksiltmeleri ve ecelleri sona erdirmeleridir. Yine ondan nakledildiğine
göre zamana "menun" deniüş sebebi, hayatın gücünü alıp götürmesinden
dolayıdır. "el-Meniyye" de bu şekildedir.
Ebu Ubeyde dedi ki:
Zamana bu ismin veriliş sebebi onun zamanla insa-nı zayıf düşürmesinden
dolayıdır. Bu da Arapların: "Güçsüz, zayıf halat"1 tabirlerinden
alınmıştır. "İnce toz" demektir.
el-Ferra dedi ki:
"el-Menun" müennes bir lafızdır, tekil ve çoğul olarak böyle gelir.
el-Esmaî de: Bu çoğulu bulunmayan tekil bir lafızdır, demiştir. eİ-Ah-feş de
böyle demiştir: Bu, tekili bulunmayan çoğul bir lafızdır, "el-Menun"
müzekker ve müennes olarak gelir. Bunu müzekker olarak kabul eden "zaman"
anlamında ya da ölüm anlamında kabul ederken, müennes olarak kabul edenler ise
manasını gözönünde bulundurarak müennes kabul etmişler. Sanki bununla:
"Ölüm" lafzını kastetmiş gibi olurlar.
"De ki
bekleyedurun." Yani ey Muhammed, onlara: Bekieyedurun de. "Şüphesiz
ben de sîzinle birlikte bekleyenlerdenim." Başınıza gelecek azabı
gözetleyenlerdenim, demektir. Bedir günü kılıçla azaba uğratıldılar.
"Onlara
bunu" sana bu iftiraları yapmayı "akılları mı emrediyor? Yoksa onlar
azgınlar topluluğu mudurlar?" Akılsız olup haddi aşan kimseler midirler?
Buradaki: "Yoksa" lafzının: " Hayır" anlamında olduğu
söylenmiştir. Yani hayır, onlar hak kendileri için açıklık kazanmış olsa dahi,
haddi aşarak küfre sapmışlardır.
Artır b. el-As'a şöyle
sorulmuş: Senin kavmine Allah kendilerini akıl ile nitelendirmiş olduğu halde,
ne oidu da iman etmediler? Şöyle dedi: Onlar yine Allah'ın tuzağa düşürdüğü
akıllardı. Yani Allah onlara bu hususta tevfi-kini vermemişti.
"Akılları"
lafzının "zihinleri" anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü akıl
kâfire verilmiş değildir, Eğer akit olsaydı, mutlaka iman ederdi. Kâfire
verilen zihinden İbarettir ve bu, ona karşı bir delil olmuştur. Zihin genel
olarak ilmi öğrenebilir, öğrenme kabiliyetine sahibtir, Akıl İse ilmin çeşitleri
ve nitelikleri arasında ayırım yapar ve emir ve nehyin sınırlarının ölçülerini
tesbit eder.
Peygamber (sav)'dan
rivayet edildiğine göre bir adam şöyle demiş: Ey Allah'ın Rasûlü, o filan
hristiyan çok akıllıdır. Peygamber şöyle buyurdu: "Sus, Öyle deme! Kâfirin
aklı yoktur. Sen yüce Allah'ın: "Derler ki: Eğer biz dinleseydik ve
aklımızı kullanmış olsaydık, cehennemlikler arasında olmazdık." (el-Mülk,
67/10) buyruğunu hiç duymadın mı?"
[20]
îbn Ömer yoluyla gelen
hadiste de şöyle denilmektedir: Peygamber (sav) onu azarladıktan sonra şöyle
buyurdu: "Sus (öyle deme)! Çünkü akıllı bir kimse Allah'a itaatin gereği
ne ise onu yapandır."
[21] Bunu
et-Tirmizi el-Hakim Ebu Abdillah senedi ile birlikte zikretmiş bulunmaktadır.
"Yoksa onlar: Onu
kendisi uydurup, düzüyor mu, derler." Onu yani Kur'ân'ı kendisi mi uydurup
düzdü, derler.
"Söz söylemek
uydurmak için kendisini zorlamak" demektir. Çoğunlukla da yalan hakkında
kullanılır. Nitekim; "Söylemediğim şeyleri hakkımda söyledi" ve
"Söylemediğim şeyleri bana söylettin" denilir ki, benim böyle
söylediğimi iddia ettin anlamındadır. " Ona yalan söyledi, hakkında yalan
uydurdu" demektir. "Ona tahakküm etti, demektir. Şair de şöyle
demiştir:
"Doğruluk ve
nimet yurdunda bir konaklama,
Ve hiçbir tabib benim
aleyhime herhangi bir hüküm uydurmadı."
Buna göre birinci
"yoksa" inkar için, ikincisi ise müsbet bir anlam ifade etmek için
getirilmiştir. Yani durum onların dedikleri gibi değildir.
"Hayır
onlar" bile bile inkar ederek ve büyüklenerek "iman etmezler."
"Eğer" Muhammed'in bu Kur'ân'ı uydurduğu iddialarında "doğru
söyleyenler iseler, haydi onun gibi" ona benzeyen "hîr söz" bir
Kur'ân'ı kendiliklerinden "getirsinler."
el-Cahderi:
"Haydi onun gibi bir söz getirsinler" buyruğunu izafet iie
okumuştur. (Onun gibi birisinin sözünü getirsinler, demek olur.) Buna göre
"onun gibi" lafzındaki "he" (o zamiri) Peygamber (sav)'a
ait olur. Kendisiyle Kur'ân'ın kastedildiği "söz* lafzının ona izafe
edilmesinin sebebi ise, Kur'ân ile gönderilenin kendisi oluşundan doiayıdır.
Çoğunluğun kıraatine göre ise "he: o" zamiri Kur'ân'a aittir.
[22]
35. Yoksa
onlar bir şeysiz mi yaratıldılar? Yoksa yaratanlar onlar mıdır?
36. Yoksa
göklerle yeri onlar mı yarattılar? Hayır, onlar yakîn sahibi değildirler.
37. Yoksa
Rabbİnİn hazineleri onların yanında mıdır? Yoksa egemen olanlar onlar mıdır?
38. Yoksa
onların dinlemek için merdivenleri mi var? O halde onların dinleyicileri
apaçık delil getirsin.
39. Yoksa
kız çocuklar O'nundur da, oğullar sizin midir?
40. Yoksa
sen onlardan ücret mi İstiyorsun da, bu nedenle onlar borçtan dolayı ağır bir yük
altına mı girmişler?
41. Yoksa
gayb onların yanındadır da, onlar mı yazıyorlar?
42. Yoksa
onlar bir tuzak mı kurmak istiyor? Fakat o inkar edenlerin kendileridir asıl
tuzağa düşenler.
43. Yoksa
onların Allah'tan başka ilahları mı yardır? Allah onların ortak koşmakta
olduklarından münezzehdlr.
"Yoksa onlar bir
şeysiz mi yaratıldılar?" buyruğundaki: " Zaid (fazladan)" gelmiş
bir sıladır. İfade; "Bir şeysiz mi yaratıldılar" takdirindedir.
İbn Abbas dedi ki:
Kendilerini yaratıp herşeylerini belli bir takdir ve ölçü ile var eden bir Rab
olmadan rnı yaratıldılar, demektir. Annesiz ve babasız mı yaratıldılar,
anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani bu durumda onlar aklı ermeyen cansız
bir varlık gibi ve Allah tarafından kendilerine karşı bir delilin ortaya
konulmamış olduğunu mu ileri sürüyorlar? Durum hiç de öyle değildir. Onlar bir
nutfeden, bir alakaden (sülük gibi kan emen bir kan parçasından) ve bir
çiğnemlik etten yaratılmadılar mı? Bu açıklamayı İbn Ata yapmıştır,
İbn Keysan dedi ki:
Yoksa onlar boşuboşuna yaratılıp ve "hiçbir şeysiz" bir şekilde
başıboş mu terkedildiler? Onlar başka bir şey için mi yaratıldılar, demektir.
Bu durumda: “...den ...dan: "lam: için" anlamındadır.
"Yoksa yaratanlar
onlar mıdır?" Yani kendi kendilerini yaratanların kendileri olduklarını,
bundan dolayı Allah'ın emrine uymadıklarım mı söylüyorlar? Halbuki oniar bu
görüşte değildirler. Yaratılmış olduklarını kabul ettiklerine göre, onlardan
başka bir yaratıcı var demektir. Peki, putları ter-kederek O'na ibadet etmeyi
kabul etmekten ve O'nun ölümden sonra diriltmeye kadir olduğunu İtiraf
etmekten kendilerini alıkoyan nedir?
Yoksa göklerle yeri
onlar mı yarattdar?" Durum hiç de böyle değildir. Onlar hiçbir şey
yaratmamışlardır,
"Hayır,
onlar" hakka "yakln sahibi değildirler."
"Yoksa Rabbinİn
hazineleri onların yanında mıdır?" Yoksa Rabbinin hazineleri yanlarında
bulunduğu için Allah'a muhtaç olmadıklarından, O'nun emrinden yüz mü
çeviriyorlar?
İbn Abbas dedi ki:
Rabbinİn hazineleri yağmur ve nzıktır. "Rahmetin anahtarları" olduğu
da söylenmiştir. İkrime, peygamberliktir diye açıklamıştır. Yani Rabbinin
risalet anahtarları onların elinde bulunup onlar bunu istedikleri yere mi
koyabilirler? Yüce Allah'ın "hazineler"i örnek göstermesinin sebebi,
"hazine"nin çeşitli türden biriktirilecek şeyleri toplayıp bir arada
tutmak üzere hazırlanan bîr ev, oda (veya kasa) oluşundan dolayıdır. Yüce
Rab-bimizin muktedir olduğu şeyler ise, bütün türlerin içinde bulunduğu sonsuz
hazinelere benzer. Onların sonu yoktur.
"Yoksa egemen
olanlar onlar mıdır?" buyruğu hakkında İbn Abbas: Otorite sahibi olup
varlıkları istediklerine boyun eğdirenler onlar mıdır? diye açıklamıştır. Yine
ondan gelen rivayete göre, batıl peşinde olanlar, diye açıklamıştır, ed-Dahhak
da böyle demiştir. İbn Abbas'tan gelen bir başka rivayete göre her* işin
velayeti (kontrol ve gözetimi)ni üzerlerine alanlar onlar mıdır? Ata: Yoksa
herkesi ve herşeyi kahredici güce sahib rabler onlar mıdır? diye açıklamıştır.
Yine Ata dedi ki: "Sen benim üzerime otorite kurdun, egemen oldun"
denilir, Sen beni kendine boyun eğdirdin, hizmetçi edindin, demektir. Ebu
Ubeyde de böyle demiştir.
es-Sıhah'ta şöyle
denilmektedir: bir şeyi kontrol altında tutmak, onun durumlarını yakından
tetkik edip amelini yazmak maksadı ile o şeye musallat olan, egemen olan
demektir. Bunun kökü "satımdan gelmektedir. Çünkü kitab satır satır
yazılır. Bu durumda olan birisinin yaptığı işe: "Egemen, musallat
olan" denilir, "Bizim üzerimize musallat oldun, egemen oldun"
denilir.
îbn Bahr dedi ki:
"Yoksa egemen olanlar onlar mıdır?" buyruğu Hafa-za melekleri onlar
mıdır? demektir. Bu içine yazılanları muhafaza eden kitabın satır satır
yazılışından alınmış bir tabirdir. Buna göre burada: Egemen olan yüce Allah'ın
Levh-i Mahfuz'da yazdığını muhafaza eden, koruyan" demek olur. Bunun üç
türlü söylenişi vardır. Birincisi, genelin de okuyuş şekli olan
"sad" harfi ile telaffuzudur. İkinci "sin" harfi ile olup
İbn Muhaysın, Humeyd, Mücahid, Kumbul, Hişam ve Ebu Hayve'nin kıraatidir,
"Sad" ile "zel" arasında (işmam ile) okuyuş da üçüncü
okuyuş olup, bu da daha Önce "es-sırat: Yol"da (el-Fatıha, 1/6, âyet,
27. başlıkta) geçtiği üzere Hamza'nın kıraatidir.
"Yoksa onların
dinlemek için merdivenleri mi var?" Yani onlar üzerine çıkarak haberleri
dinledikleri ve böylece Muhammed (sav)'a vahiy yoluyla ulaştığı gibi,
kendilerinin gayb ilmine erişebildikleri, üzerinde semaya çıktıkları,
yükseldikleri bir yollarının, araçlarının bulunduğunu mu iddia ediyorlar?
"O halde onların
dinleyicileri apaçık delil getirsin." Yani onların izle dikleri bu yolun
hak olduğuna dair apaçık bir delil, bir belge ortaya koysun.
"Süllem:
merdiven" üzerine yükselinebilinen tekilidir, (Özellikle develer için
ağaçtdan yapılan bir çeşit) Özengiye bu ismin verildiği de olur. Ebu Rubeys
es-Salebi dişi devesini anlatırken şöyle demektedir:
"Sahibi çabukça
ayrılmak istediği devesinin çöktüğü yerde ayağını Össenginin bir basamağına
bıraktı mı, kalbi yerinden oynatır."
Züheyr de şöyle
demekledir:
"Kim ölüm
sebeblerinden çekinirse, karşılaşır onlarla İsterse semanın yollarına merdiven
dayayıp çıksın."
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Ben yapmadığım
bir günahı benim için yaptı diye iddia ettin Böylece bunun benden darılmaya
mazeret teşkil eden bir merdiven olmasını istedin."
İbn Mukbil de bu lafzı
çoğul olarak kullanarak şöyle demektedir:
"Ülkelerin dört
bir yanı kuşatamaz kişiyi,
Ve semada onun için
merdivenler yapılmaz."
[23]
"Dinlemek
için" dinlemek maksadıyla üzerinde yükseldikleri... demek olup, yüce
Allah'ın: "(Hurma dallarında" (Ta-Ha, 20/71) buyruğunun "DalSarı
üzerinde" anlamına gelmesi gibidir. Bu açıklamayı el-Ahfeş yapmıştır,
Ebu Ubeyde de: O yolla
dinleyebilecekleri... demektir, diye açıklamıştır. ez-Zeccac da: Yani onların
Peygamber (sav)'a vahiy getiren Cebrail gibi bir elçileri mi vardır?
"Yoksa kız
çocuklar O'mmdur da, oğullar sizin midir?" buyruğu ile yüce Allah onları
azarlamak ve yaptıkları çirkinliği yüzlerine vurmak üzere, ne kadar beyinsizce
iddialarda bulunduklarını ifade etmektedir. Yani sizler kendinize
yakıştırmadığınız haide kız çocukları Allah'a mı nisbet ediyorsunuz? Akli
yapısı bu durumda olanların öldükten sonra dirilişi inkar etmeleri uzak
görülecek bir ihtimal değildir,
"Yoksa sen
onlardan" ri.saieti tebliğ etmen karşılığında "ücret mi İstiyorsun
da, bu nedenle onlar borçtan dolayı ağır bir yük altına mı girmişler?"
Yani bunları
kendilerinden ödemelerini istediğin bu borçları ile karşı karşıya bıraktığın
yükümlülükten ötürü, ağır bir yük altına girmiş ve bitkin mi düşmüşler?
"Yoksa gayb
onların yanındadır da onlar mı yazıyorlar?"
İnsanlar için
gaybların ilminden dilediklerini mi yazıyorlar?
Şöyle de
açıklanmıştır: Yani onlar insanlara gayb olan bilgilere mi sahiptirler ki,
Allah Rasûlünün kendilerine bildirmiş olduğu kıyamet, cennet, cehennem ve
öldükten sonra dirilişin batıl olduğunu öğrenmiş mi bulunuyorlar?
Katade dedi ki; Onlar:
Zamanın başına getireceği musibetleri bekliyoruz, deyince, yüce Allah da:
"Yoksa gayb onların yanındadır da onlar mı yazıyorlar?" ve
böylelikle Muhammed'in ne zaman öleceğini ya da işinin sonunda nereye
varacağını mı biliyorlar? diye buyurdu.
İbn Abbas dedi ki:
Levh-i Mahfuz onların yanında olduğundan dolayı onlar da içinde bulunanı yazıp
insanlara orada bulunanları mı haber veriyorlar?
el-Kutebî dedi ki:
"Yazıyorlar" hükmediyorlar, "kitab" da hüküm demektir.
Yüce Allah'ın: "Rabbiniz kendi üzerine rahmeti yazdı." (el-En'am,
6/54) buyruğunda da hükmetti, demektir. Peygamber (sav)'in şu buyruğu da böyledir:
"Nefsim elinde olana yemin olsun ki, ben aranızda Aİlah'ın kitabı gereğince
hükmedeceğim.
[24]"Allah'ın hükmü
gereğince hükmedeceğim, demektir.
"Yoksa
onlar" Daru'n-Nedve'de sana karşı "bir tuzak mı kurmak istiyorlar?
Fakat o inkar edenlerin kendileridir asıl tuzağa düşenler." Asıl kendilerine
tuzak kurulanlar onlardır. "Kötü düzen ise ancak sahihlerini kuşatır."
(Fatır, 35/43) Bu ise onların Bedir'de öldürülmeleri ile gerçekleşmiştir.
"Yoksa onların
Allah'tan başka" yaratan, rızık veren ve alıkoyan "İlahları mı
vardır? Allah onların ortak koşmakta olduklarından münezzehdir."
Yüce Allah ortağı
bulunmaktan kendi zatını tenzih etmektedir.
el-Halil dedi ki;
et-Tur Sûresi'nde bulunan bütün: "(fi): Yoksa" lafızları istifham
(soru) edatı olup atıf edatı değildir.
[25]
44. Eğer
gökten düşen bir parça görseler: "Üstüste yığılmış bir buluttur"
diyeceklerdir.
45. Şimdi
onları baygın düşüp yıkılacakları günleri İle karşılaşana kadar bırak.
46. O günde
tuzaklarının kendilerine hiçbir faydası olmaz. Onlara yardım da olunmaz.
"Eğer gökten
düşen bir parça görseler" buyruğunu yüce Allah onların: "Eğer doğru
söyleyenlerden isen haydi üzerimize gökten parçalar indir." (eş-Şuara,
26/187) sözleri ile "Yahut iddia ettiğin gibi gökyüzünü üzerimize parça
parça düşüresin." (el-İsra, 17/92) sözlerine cevab vermek üzere indirmiştir.
Yüce Allah bu buyrukla, eğer bunu yapmış olsaydı onların: "Üstüste yığılmış
bir buluttur" diyeceklerini haber vermektedir. Yani bu gördüğünüz şey, bir
bölümü diğerinin üzerine yığılmış ve üzerimize düşmüş bir buluttur. Üzerimize
düşen sema değildir, diyeceklerdir. Bık bile inatİaşanlann veya geçmişlerini
taklidin istilasına uğramış olanların uygulaması budur. Müşrikler arasında bu
iki özellik de vardır,
"Bir şeyin bir
parçası" demek ofan in çoğuludur. Mesela: " Bana kumaşından bir parça
ver" denilir. Yine bunun çoğulu olarak de kullanılırile 'in aynı şey
olduğu söylenmiştir.
el-Ahfeş dedi ki: Kim
diye okursa, bunu tekil kabul etmiş, diye okuyan ise çoğul kabul etmiş olur. Bu
hususa dair yeterli açıklamalar el-İsra Sûresi'nde (17/92. âyetin tefsirinde)
ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır, Yüce Allah'a hamdolsun.
"Şimdi onları
baygın düşüp yıkılacakları günleri ile karşılaşana kadar bırak" buyruğu
kılıç (savaşı emreden) ayet ile nesholmuştur.
"Baygın
düşecekleri" buyruğu genel olarak "ye" harfi üstün okunmuştur.
İbn Amir ve Asım ötreli okumuşlardır. el-Ferra dedi ki: Bunlar yarıi iki ayrı
söyleyiştir. Tıpkı Mutlu ol-du': fiili gibidir.
Katade: Bundan kasıt
ölecekleri gündür, demiştir, Bedir günü olduğu da söylenmiştir. Bunun Sur'a ilk
defa üfürüleceği gün olduğunu söyleyenler de vardır. Kıyamet gününde onlara
akıllarını başlarından alacak şekilde azabın gelmesinin kastedildiği de
söylenmiştir.
" Baygın düşüp
yıkılacakları" buyruğunun "ye" harfi ötreli okunduğu takdirde:
"Allah onu baygın düşürüp yere yıktı" şeklinden geldiği de
söylenmiştir[26]
"O günde
tuzaklarının" Peygamber (sav)'a dünyada iken kurdukları tuzaklarının
"kendilerine hiçbir faydası olmaz. Onlara" Allah tarafından
"yardım da olunmaz."
" O günde"
lafzı, " Baygın düşüp yıkılacakları günleri" lafzından bedel olarak
nasb ile gelmiştir.
[27]
47. O
zulmedenler için de muhakkak bundan önce bir azab vardır. Fakat onların çoğu
bilmezler.
48. Rabbinİn
hükmüne kadar sabret. Muhakkak ki sen Bizim gözetimimiz altındasın. Kalktığın
vakitte de Rabbinİ hamd İle teşbih et.
49. Gecenin
bir kısmında da, yıldızların kaybolması vaktinde de O'nu teşbih et.
"O
zulmedenler" kâfir olanlar "için de muhakkak bundan" bir görüşe
göre ölümlerinden "onca bir azab vardır." İbn Zeyd, bunlar ağrılar,
hastalıklar, belalar, mal ve çocukların gitmesi gibi dünya musibetleridir,
demiştir. Mücahid, bu yedi yıl boyunca devam eden açlık ve sıkıntılı yıllardır.
İbn Abbas o ölümdür dediği gibi, yine ondan kabir azabıdır, dediği de
nakledilmiştir. el-Bera b. Azib ile Ali (r.a) da böyle demişlerdir. Buradaki
“Önce", " Başka" anlamındadır.
Ahiret azabından daha
hafif bir azab(larî) vardır, diye de açıklanmıştır.
"Fakat onların
çoğu" azabın başlarına geleceğini "bilmezler." Bir diğer
açıklamaya göre: "Fakat onların çoğu" sonunda nereye varacaklarını
"bilmezler."
Yüce Allah in:
"Rabbinin hükmüne kadar sabret. Muhakkak ki sen Bizim gözetimimiz
altındasın" buyruğuna dair açıklamalarımızı iki başlık altında sunacağız:
[28]
"Rabbinİn hükmüne
kadar sabret," Denildiğine göre; Rabbinin sana yüklemiş olduğu risalet vazifelen
hususunda Rabbinin hükmüne sabret, diye açıklandığı gibi, Allah'ın, kavminden
gelen sıkıntılarla mübtela kıldığı hususlarda O'nıın belasına (sınamalarına)
karşı sabret, diye de açıklanmıştır. Sonra bu kılıç (cihadı emreden) âyetiyle
nesh olmuştur.
[29]
Yüce Allah'ın:
"Muhakak ki sen Bizim gözetimimiz altındasın." Bizim tarafımızdan
görülmektesin. Biz senin neier yaptığını görüyor, neler söylediğini
işitiyoruz. Bizim seni göreceğimiz, koruyacağımız, himaye edeceğimiz,
kollayacağımız ve seni gözeteceğimiz bir konumdasın, diye de açıklanmıştır.
Anlamlar birdir.
Yüce Allah'ın Musa
(a.s)'a söylediği: "Benim gözetimim altında yetişti-rilesin
diye."(Ta-Ha, 20/39) buyruğu da bu anlamdadır. Bu da benim korumam ve muhafazam
altında yetiştirilesin, demektir. Daha Önce (Ta-Ha, 20/39. âyetin tefsirinde)
geçmiş bulunmaktadır.
"Kalktığın
vakitte de Rabbint hamd ile teşbih et. Gecenin bir kısmında da, yıldızların
kaybolması vaktinde de O'nu teşbih et" buyruğuna dair açıklamalarımızı
iki başlık halinde sunacağız:
[30]
"Kalktığın
vakitte de Rabbİni hamd ile teşbih
et" buyruğunda yer alan "kalktığın vakifin te'vili hususunda farklı
görüşler vardır: Avn b. Malik, İbn Mesud, Ata, Said b. Cübeyr, Süfyan es-Sevri
ve Ebu'l-Ahvas şöyle demişlerdir: Meclisinden kalkacağı vakit Allah'ı teşbih ederek
"subhanallahi ve bi hamdihi" yahutta "subhanekellahumme ve bi
hamdike" der. Eğer meclis bir hayır meclisi ise fazladan bir de güzel
övgüde bulunulmuş olur. Şayet böyle değil ise bu sefer o meclisin keffareti
olur. Bu tevilin delili Tİrmizi'nin rivayet ettiği Ebu Hureyre'nin naklettiği
şu hadistir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Her kim bir mecliste oturur da
orada boş sözleri fazlalaşacak olursa meclisinden kalkmadan önce de: "Allah'ım,
seni hamdinle teşbih ederim. Şehadet ederim ki senden başka hiçbir ilah yoktur.
Senden mağfiret diler ve sana tevbe ederim," diyecek olursa, mutlaka o
meclisinde olan hatalar ona bağışlanır." (Tirmizi) dedi ki: Bu hasen,
sahih, garib bir hadistir.
[31]
Yine Tirmizi'de
kaydedildiğine göre İbn Ömer şöyle demiştir: Rasûluilah (sav)'ın bir tek
mecliste yerinden kalkmadan önce yüz defa istiğfar getirdiğini sayardık:
"Rabbirn, bana mağfiret buyur, tevbemi kabul buyur. Çünkü şüphesiz
tevbeleri çokça kabul eden, günahları çokça bağışlayan sensin" (diyordu.)
(Tirmizi) dedi ki: Bu hasen, sahih, garib bir hadistir.
[32]
Muhammed b. Ka'b,
ed-Dahhak ve er-Rabi şöyle demişlerdir: Bu, namaz için kaikacağın vakit...
anlamındadır. ed-Dahhak da şöyle demiştir: Kişi kalkacağı vakit: "Allah en
büyüktür, Allah'a çokça hamd u senalar olsun. Sabah akşam Seni eksikliklerden
tenzih ederim Allah'ım" der.
Ancak el-Kiya
et-Taberi dedi ki: Bunun böyle olması ihtimali uzaktır. Çünkü yüce Allah'ın:
"Kalktığın vakit" diye buyurması tekbirden sonra teşbihte bulunmaya
delalet etmemektedir. Kalkıştan sonra getirilecek olan şey, tekbirdir, bundan
sonra da teşbih getirilir, demektir. O halde bundan maksad İbn Mesud (r.a)'ın
dediği gibi, nereden olursa olsun kalkacağın vakittir.
Ebu'l-Cevza ile Hassan
b. Atiyye de söyle demişlerdir: Uykundan kalkacağın vakit anlamındadır. Hassan
dedi ki: Bundan maksat, ameline yüce Allah'ı zikrederek başlamasıdır.
el-Kelbî dedi ki; Sen
yatağından kalkıp namaza -ki bu sabah namazıdır-başlayacağın vakte kadar
dilinle Aliah'ı zikret. Bu hususta sahih çeşitli rivayetler vardır. Bunlardan
birisi Ubade'nin Peygamber (sav)'dan yaptığı şöyle dediğine dair rivayetidir:
';Her kim geceleyin uyanıp da:
Allah'tan başka hiçbir
ilah yoktur. O bir ve tektir, O'nun ortağı yoktur. Mülk yalnız O'nundur, hamd
de yalnız O'nadır. O herşeye güç yetirendir. Yüce Allah'a hamdolsun, Allah her
türlü eksiklikten münezzehtir. Allah en büyüktür. Allah ile olmadıkça hiçbir
şeye güç ve takat getirilemez." dedikten sonra: Allah'ım bana mağfiret
buyur der yahutta dua ederse, onun duası kabul olunur. Eğer abdest alır, namaz
kılarsa namazı da kabul olunu[33] Bunu
Buharı rivayet etmiştir.
[34]
İbn Abbas'tan rivayet
edildiğine göre Rasûluilah (sav) geceleyin namaz kılmak üzere kalktığı vakit
şöyle dermiş:
"Allah'ım, hamd
yalnız Sanadır. Sen göklerin, yerin ve onlarda bulunanların nurusun. Hamd
Sanadır. Gökleri, yeri ve orada bulunanları var eden ve varlıklarını ayakta
tutan Sensin. Hamd yalnız Sanadır. Göklerin, yerin ve onlarda bulunanların
Rabbi Sensin. Sen haksin, vaadin haktır, sözün haktır, Sana kavuşmak haktır,
cennet haktır, cehennem haktır, kıyamet haktır, peygamberler haktır, Muhammed
haktır. Allah'ım, ben Sana testim oldum, Sana güvenip dayandım, Sana inandım,
Sana dönüyorum, Senin adınla düşmanlık ediyor ve Senin önünde muhakeme oluyor,
Senin hükmüne başvuruyorum. Önceden işlediklerimi, sonradan İşleyeceklerimi,
gizlediklerimi, açıkladıklarımı Sen bana mağfiret buyur! Üne geçiren de Sensin,
geri bırakan da Sensin. Senden başka hiçbir ilah yoktur, Senin dışında da
hiçbir ilah yoktur."
[35]
Hadis Buhari ve Müslim
tarafından rivayet edilmiştir.
Yine İbn Abbas'tan
rivayet edildiğine göre Peygamber (sav) geceleyin uyandı mı yüzünden uykuyu
siler, sonra da Al-i İmran Sûresi'nin sonundaki on âyet-i kerimeyi okurdu.
[36]
Zeyd b. Eşlem dedi ki:
Sen öğlen vakti yattığın kayluie uykusundan, öğle namazım kıimak üzere
kalktığın vakit, demektir.
İbnu'l-Arabî dedi ki:
Kaylule uykusu ile ilgili herhangi bir rivayet bulunmamaktadır. O da gece
uykusu gibi değerlendirilir.
ed-Dahhak dedi ki:
Bundan kasıt, namaz kılmak üzere kalktığı vakit namazdaki teşbihlerdir.
el-Maverdî dedi ki: Bu
teşbihin ne oİduğu hususunda iki görüş vardır. Birincisine göre bu, kişinin
rükû' esnasında "subhane rabbiye'1-azim" ile sücud esnasında
"subhane rabbiye'1-a'la" demesidir. İkinci görüşe güre ise bu namaza
başlarken okunan duadır.
Bu sırada kişi:
"Allah'ım, Seni hamdinie teşbih ederim. Senin adın pek mübarektir, şanın
pek yücedir, senden başka hiçbir ilah yoktur"[37] der.
Îbnul-Arabî dedi ki:
Bundan kastın, namazdaki teşbih olduğunu söyleyenlerin görüşlerini ele alacak
olursak, bu getirilen teşbihlerin en faziletlîsidir. Bu konudaki rivayetler pek
çoktur. Bunlann en büyüğü Ali (r.a)'dan, onun Peygamber (sav)'dan rivayet
ettiği sabit olmuş şu rivayettir. Peygamber (sav) namaza kalktı mı:
"Yüzümü yönelttim..." diye dua ederdi.
[38]
Biz bunu da,
benzerlerini de el-En'am Sûresi'nin sonlarında (6/1Ö1-1Ö3. âyetler, 3.
başlıkta) zikretmiş bulunuyoruz.
Buhari'de de Ebu Bekir
es-Sıddîk (r.a)'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü,
dedim. Bana namazım esnasında yapacağım bir dua öğret. Şöyle buyurdu:
"Allah'ım,
gerçekten ben nefsime çokça zulmettim. Senden başka da kimse günahları bağışlamaz.
O haide kendi nezdinden bana bir mağfirette bulun ve bana merhamet eyle.
Şüphesiz ki Sen günahları çok çok bağışlayan ve çok çok merhametli olansın,
de."
[39]
[40]
"Gecenin bir
kısmında da, yıldızların kaybolması vaktinde de O'mı teşbih et" buyruğuna
dair açıklamalar yeteri kadarıyla yüce Allah'ın: "Gecenin bazısında ve
secdelerin aralarında da O'nu teşbih et." (Kaf, 50/40) buyruğu
açıklanırken geçmiş bulunmaktadır.
"Yüdıiların kaybolması
vakti" buyruğu hakkında Ali, İbn Abbas, Cabir ve Enes, bununla sabah
namazının iki rekatını kastetmektedir, demişlerdir. Kimi ilim adamları âyeti bu
görüşe göre yorumlayarak hükmünü mendub diye kabul etmiş ve beş vakit namaz
ile nesholduğunu söylemişlerdir.
ed-Dahhak ve İbn
Zeyd'den rivayet edildiğine göre yüce Allah'ın: "yıldızların
kaybolması" buyruğu ile yüce Allah, sabah namazını kastetmektedir
demişlerdir. Taberî'nin tercih ettiği görüş de budur.
İbn Abbas'tan bunun
namazların sonlarında teşbih getirmek olduğu rivayet edilmiştir. "
Yıldızların kaybolması vakti" lafzındaki hemzeyi yedi kıraat imamı
kesreli olarak ve mastar kipi şeklinde okumuşlardır. Nitekim bunu Kaf
Sûresi'nde (anılan âyet-İ kerimenin tefsirinde) açıklamış bulunuyoruz. Salim
b. Ebi'1-Ca'd ve Muhammed b. es-Serneyka ise hemzeyi üstün olarak: ( j£ıj)
diye okumuşlardır. Benzeri bir kıraat Yakub, Sellam ve Ey-yub'dan da rivayet
edilmiştir ki, bu da: "Arka" kelimesinin çoğuludur. "İşin
sonu" demektir.
Tirmizi'nin rivayet
ettiğine göre Muhammed b. Fudayl, Rişdin b. Kü reyb'den, o babasından, o İbn
Abbas'tan, o da Peygamber (sav)'dan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Yıldızların kaybolması" tan yeri ağarmadan önce iki rekat namaz
kılmaktır. Secdelerin ardları İse akşam namazından sonra iki rekat kılmaktır.
(Tirmizi) dedi ki: Bu garib bir hadistir. Biz bunu mer-fu rivayet olarak ancak
bu yolla Muhammed b. Fudayl ile Rişdin b. Kureyb yoluyla biliyoruz. Ben
Muhammed b. İsmail'e (Buhari'ye): Muhammed b. Fudayl ile Rişdin b. Kureyb
hakkında, bunların hangisi daha sika (sağlam ve güvenilir) ravidir, diye
sordum, o: Her ikisine de yaklaşmam. Bununla birlikte bana göre Muhammed daha
ağır basar, dedi. (Tirmizi) dedi ki: Abduliah b. Abdu'r-Rahman'a bu hususu
sordum, o da; Her ikisine de yaklaşmam. Bununla birlikle Rişdin b. Kureyb bana
göre ikisi arasında tercihe değer olandır, dedi. Tirmizi dedi ki; Uygun görüş
Ebıı Muhamıned'in görüşüdür. Bana göre de Rişdin b. Kureyb, Muhammed'den daha
ağır basar ve daha eskidir. Ayrıca Rişdin, İbn Abbas'a yetişmiş ve onu
görmüştür[41]
Müslim'in, Sahih'inde
de Aişe (r.anha)'dan şöyle dediği zikredilmektedir:
Peygamber (sav) sabah
namazından (farzından) Önce iki rekatten daha çok ve ısrarla hiçbir nafileye
devam etmiş değildir[42]'
Yine Aişe'den, onun da Peygamber (sav)'dan rivayetine göre Peygamber şöyle
buyurmuştur: "Sabah namazının iki rekati dünyadan ve İçindeki şeylerden
daha hayırlıdır."
[43]
et-Tur Sûresi'nin
tefsiri burada sona ermektedir.
[44]
Yüce Allah'a hamdolsun.
[1] Buharı, I, 265, III, 1110, IV, 1475, 1K39; Müslim, I,
33K; îbn Mace, I, 272; Muvatta, I, 78; Müsned, IV, 80, K4, 35,
[2] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
16/391
[3]
İbn Adiyy, el-Kami, VI, 59; hadisin ravisi "Kesir h. AhduIIah b. Amr b.
Avf, habasından o dedesinden" şeklindeki senedi hadis otoriteleri
"miinker" bir rivayet olarak değerlen-dirmişlerdir.dhn Adiyy,
el-Kamil, VI, 57.)
[4]
Müslim, I, 150; Buharı, III, 1173, 1441'de Enes b. Malikin Malik b. Sa\saa'dan
uzunca Miraç hadisini rivayeti yer almakla birlikte, orada el-Beytu'l-Ma'mıır
sadece ona yetmişbin meleğin girişi söz konusu edilerek zikredilmekledir.
Buradaki şekliyle rivayet: Maverdi, Nüket, V, 377; Heyhaki, Şuabu'l-İman, III,
43H'den -Amr b. el-As'dan diyerek-; İbn Kesir, Tefsir, IV, 240, -Siiddiden, Bize
zikredildi, diyerek.
[5] Müslim, I, 150.
[6]
Müslim, I, 146.
[7] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
16/392-397
[8] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
16/397-400
[9] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
16/400-402
[10]
Ebu Amr'ın kıraati ile diğerleri arasında açık bir Fark vardır. Ebu Amrın
kıraati şöylece meallendirilebilir: "İman edenlere gelince, -ki Biz
onların zürrjyetlerini de iman ile arkalarına taktık- (kıyamette de)
zürriyetlerini onlara katarız..."
[11] Hakim, Müstedrek, II, 509; Beyhaki, es-Sünenu'l-Kübra,
X, 268; Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, VII, 114; senedindeki raviJerden Kays b.
er-RahiYıin nisbeten îayıf olduğu kaydıyla.
[12] Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, IV, 114 senedindeki
ravilerden Muhammed h. Ahdurrah m,,« h. r.ııTiran'ın 7avıf niduiu kavdıvla.
[13]
Müsned, I, 134; Zehebi, Mizanu'l-l'tidai, VI, 254, hadîsin senedinde yer alan
ve Ali (r.a.)'den önceki ravt olan Zazanın bu rivayeti kendisinden aktardığı
şahıs o!an Muham-tned b. Osman hakkında şunları söylemektedir: "Muhammed
b. Osman'.ın kim olduğu bilinmemektedir. Ben onu çeşitli yerlerde araştırdım.
Münker bir haber rivayet etmiştir" dedikten sonra bu rivayeti kaydetmekte
ve bunun Abdullah b. Ahrned tarafından Müsned'deki "ziyadat" olarak
kaydedildiğini belirtmektedir. Zehebi'nin bu söyledikleri, Müsned'dcki
gösterilen yerdeki bilgilerle aynıdır.
[14]Deylemi, Firdevs, I, 217.
[15] İhnu'I-Mübarek, Zühd, s. 551; Hennad b. es-Serri,
Zühd, I, 133; Taberi, Tefsir, XXV, 96; Münziri, Terğib, W, 280; İbn Kesir, Tefsir,
FV, 457
[16] Süyuti, td-Durru'i-Mensur, VII, 634'de Katade'den
"Hana ulaştığına göre (belegani)..." diyerek
[17] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
16/402-408
[18] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
16/409-410
[19] Burada şair beyitin birinci mısraında zaman anlamında
"el-menun" lafzını, ikinci mısraında da "dehr" lafzını
kullanmıştır. Mücahid'in açıklamasında da menun, dehr yani zaman diye
açıklanmıştır.
[20] Hadis olarak kaynağını tespit edemedik.
[21] el-Haris b. Ebi Usame, Müsnedu'l-Haris
(Zevaidu'l-Heysemi), II, 811.
[22] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
16/410-415
[23] Beyit ile ilgili üç satıra yakın bir açıklama doğrudan
tefsiri ilgilendirmediğinden tercüme edilmemiştir
[24] Bk İhtı Ahdilberr, et-Temhid, IX 78.
[25] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
16/415-419
[26] O takdirde: "Bavısın düşürülecekleri...'' dive
meali yanılabilir.
[27] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
16/420-421
[28] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
16/421-422
[29] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
16/422
[30] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
16/422
[31] Tirmizi, V, 494; Müsned, I!, 494.
[32] Tirmizi, V, 4y4; Ne.sai, es-Sünenu'l-Kübra, VI, 119,
[33] Buhari, I,387;Tirmizi,V, 480; Darimi, II,377; Ebu
Davud, IV, 314; İbn Mace, II 1276;Müsned,V,313.
[34] Hadisin baş tarafındaki “geceleyin uyanırsa” tabiri
ile ilgili iki satırlık bir sözlük açıklaması gerek olmadığından tercüme
edilmemiştir.
[35] Buhari, I,377,V,3228,VI, 2689,2709;Müslim,I,533;
Tirmizi,V, 481;Ebu Davud,I, 205; MuvattaI,215;Müsned,I298,308.
[36] Buhari, I,401,IV, 1666;Müslim,I 526;Ebu
Davud,II,47;Nesai,III,211;İbn Mace, I, 433;Muvatta,I,121;Müsned I 243
[37] Müslim, I, 299; Müsned,
III,
50, 69.
[38] Müslim, I, 534-535, 536; Tirmizi,
V,
4H5, 4ü6, 487; Darimi, I, 309; Ebu Davud, 1, 201,
Müsned, I, 94.
[39] Buhari, I, 286, V, 2331; Müslim, IV, 2078; Tirmizi, v,
543; İbn Mace, II, 1Z<51; Müsned, 1.3.
[40] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
16/422-425
[41] Tirmizi,
V,
392; Taberani,
Evsat, VII,
265.
[42] Müslim, I, 501; Ebu Davud, II, 19; Müsned, VI, 43, 54,
170.
[43] Müslim, I, 501; Tirmizi, II, 275; Nesai, III, 252;
Müsned, VI, 265.
[44] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
16/426-427