Kırkdokuz ayet olup,
Mekkidir.[1]
"Andolsun
"Tur"a, neşredilmiş kâğıtlar içinde yazılı kitaba, ma'mûr eve,
yükseltilmiş tavana, dolan denize.."
(Tur, 1-6),
Bu sûre, kasem ile
başlaması ve her ikisinde de hasrın beyân edilmesi bakımından, bir önceki sûre
ile bir uygunluk arzeder. Bu sûrenin başlangıcı, öncekinin sonuna uygun düşer.
Çünkü, Önceki sûrenin sonunda, "... vay o kâfirlere" ifâdesi
bulunurken bu sûrenin baş kısmında ise, (ayet. m) "vay artık o gün
yalanlayanlara..." (Tûr. 11) ifâdesi bulunurken, bu sûrenin baş kısmında
bulunmaktadır. O sûrenin sonunda, azaba işaret olmak üzere, "Artık
muhakkak ki o zulmedenler için (...) nasibleri vardır" buyururken, burada
ise, "Rabbinin azabı hiç şüphesiz vakidir..(Tur,7) buyuru İm aktadır.
Ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır:[2]
"et-Tûr" nedir?
"Kitâb-ı mestur" nedir?
Deriz ki: "et-tûr" hakkında bazı izah şekilleri vardır:
1) Tûr,
maruf olan o Tûr Dağı'dır; Allah o dağda Hz. Musa
(a.s)'ya konuşmuştur.
2) Bu,
Cenâb-ı Hakk'ın kendisi için "Sina
dağı..." (Tur, 2) buyurduğu dağdır.
3) Bu, bir
cins isim olup, murad, dağa yemin etmektir. Ancak ne var ki "tûr"
kelimesi, tıpkı (Şuara, 63) kelimesi gibi, büyük dağı ifâde eder.[3]
Kltab-ı Mestûr'a
gelince, yine bu konuda da birkaç izah şekli bulunur: Ma'mür eve gelince, bu
konuda da bazı izahlar bulunmaktadır:
1) Bu, Musa
(a.s)'nm kitabıdır.
2) Semada
bulunan kitap (levh-i mahfuz)dır.
3) Kulların
amel defterleridir.
4)
Kur'ân'dır. Her nasıl olursa olsun, bu kağıtlar içindedir. Biz inşâallah,
Cenâb-ı Hakk'ın neşredilmiş kağıtlar içinde ifadesinin mana ve anlamını İleride
açıklayacağız.[4]
1) Bu, en
yüce semada, Arş'ın hemen yanında bulunan bir evdir. Onun mamur olmakla
nitelenmesi, orayı tavaf eden meleklerin çokluğu sebebiyledir.
2) Bu,
Cenâb-ı Hakk'ın, Mescid-i Haramı'dır ki, o, onu tavaf eden hanlar ve orada
ibadete kapananlar ile mamur olur.
3) ifâdesindeki
lâm, cim içindir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, mamur evlere ve meşhur binalara
kasem etmektedir,[5]
"Yükseltilmiş tavan"a ve "Bahr-i
mescûr "a gelince, buradaki
(mescûrf kelimesinin,
"tutuşturulmuş" anlamında olduğu, nitekim Arapça'da "Fmni
tutuşturdum.." ifâdesinin kullanıldığı söylenmiştir. Yine bu ifâdenin
manasının, "Suyla dolu, dalgalı deniz.." şeklinde olduğu söylendiği
gibi, yine bunun, semâda bulunan bilinen bir deniz olduğu ve kendisine
"Bahru'l-Hayevân-Hayaf Denizi" denildiği de öne sürülmüştür.[6]
Bu şeylerin seçilmiş
olmasının hikmeti nedir? Deriz ki, bu hikmet, muhtemelen bazı şeylerden
kaynaklanabilir:
1) Bu üç
mekân, yani Tur dağı, Beyt-i Mamur ve Bahr-i
Mescûr, üç peygambere ait olup, onlar orada Rableriyle
halvet, insanlardan (geçici süre için) uzak bulunup da Rablerine yakarmak için,
yalnız başlarına kalıyorlardı; Tûr'a gelince, ona, Musa (a.s) yönelmiştir. Beyt
ise, Hz. Muhammed (s.a.s)'indir, Bahr-i Mescûr (dolu deniz) ise, Yunus (a.s)'ındır.
Bunlardan herbiri orada Allah'a seslenmişlerdir. Meselâ Musa (a.s), 'İçinizden
bit takım beyinsizlerin işlediği yüzünden hepimizi helak mı edeceksin? Zaten o
da senin imtihanından başka bir şey değildi... Sen onunla kimi dilersen
sapıklığa götürür, yine onunla kimi dilersen doğru yola iletirsin.."
(Araf, 155) ve "Rabbim, (cemâlini) göster bana, seni göreyim...
"(Araf, 143) demiştir. Hz. Muhammed (s.a.s)'e gelince,
o, (Beyt-i Mamûr'da) "Selâm, bize ve
Allah'ın salih kullarına olsun... Ben seni, senin kendi zâtını medhettiğin gibi
medhedip yüceltemem..."[7]
demiştir. Yunus (a.s)'a gelince, o, "Senden başka hiçbir tanrı yoktur.
Seni tenzih ederim. Gerçekten ben, haksızlık edenlerden oldum"(Enbiya, 87)
demiştir. Böylece bu üç mekân, bu sebeplerden dolayı, şerefli olmuştur. Bundan
ötürü de Cenâb-ı Hak onlara yemin etmiştir. "Kİtâb"ın (Kitab-ı
Mestur) zikredilmesine gelince, çünkü, peygamberlerin bu mekânlarda Allah ile
konuşmaları olmuştur. Kelâm ve söz ise, kitâbda olur. Nitekim, "Kitâb-ı Mestûr"un,
"Tûr"dan hemen sonra gelmesi de, kuvvetli biçimde buna delâlet eder.
Çünkü Musa (a.s)'ın, kendisine nazil olan bir mektubu (kitabı) olup, bu da
Tür Dağı'nda gelmişti.
"Beyt-i Mamûr"la birlikte,
"Yükseltilmiş tavana gelince, bu, Hz. Muhammed (s.a.s)'in şanının azametli
ve ululuğu bilinsin diyedir.
2) Burada
kasem, azabın mutlaka vâki olacağı ve onu men edecek hiçbir şeyin bulunmayacağı
hakikati üzerine bina edilince; zira, Allah'ın azabından bir kurtuluşun
olmayacağı; kendisinden azabı nefyetmek isteyen bir kimsenin, işte, bazı
zamanlarda, zirvesi ve ucubucağı olmayan sivri ve yüksek dağlara sığınarak
(kendisini) korumaya çalışacağı düşünülebileceğinden, Cenâb-ı Hak, bu dağlara
sığınmanın da Allah'ın emri karşısında hiçbir fayda sağlamayacağını beyan
etmiştir. Nitekim, Nûh (a.s) kıssasında yapılan nakilde, Nûh (a.s)'un oğlu
şöyle diyordu: "Bir dağa sığınırım, o beni sudan korur.." dedi.
(oysaki) Bu gün, Allah'ın emrinden, hiçbir koruyucu yoktur.." (Hüd, 43).[8]
Kitab kelimesinin
nekire getirilip de, diğer kelimelerin marife getirilmesinin hikmeti nedir? Biz
deriz ki: Aynı cinsten benzer şeylerle karışabilecek olan şeylerdeki
muhtemel belirsizlik
ve gizlilik, kelime lâm ile marife yapılarak giderilir. Meselâ, "Emiri
gördüm; Vezirin huzuruna girdim" denilir. Ama emir, şöhreti dolayısıyla
başkalarıyla karıştırılmayacak bir derece ve tanınmıştık mertebesine ulaşınca,
kişi de onu bir ululuk ve azamet niteliğiyle vasfetmek isterse, o zaman
"Bu gün öyle bir emir gördüm ki, benzeri yok... Oturuyor idi.. Üzerinde,
hükümdarların alâmeti bulunuyordu.." dersin. Oysa ki sen, o malûm olan ve
bilinen emiri kastediyorsundur.. Bunun sebebi şudur: Sen, kelimeyi nekire
getirmek suretiyle, onun, bilinme sınırlarının dışına çıktığına ve artık,
bizzat azametin künhüyle maruf ve tanınır hale geldiğine işaret ediyorsun.. O
zaman bu, Cenâb-ı Hakk'ın
"O
hak olan (kıyamet), nedir o hak olan (kıyamet) onu sana hangi şey
bildirdi?.."Hakka, ifâdesi gibi olmuş olur. Çünkü kelimesindeki lâm, her
ne kadar marifelik lamı ise de, ancak ne var ki, onun dehşetinin belli olmaması
onu, marifelik halinin dışına çıkarmıştır. İşte burda da böyledir; Tür şöhret
itibariyle nekire getirilmesi halinde karışıklıktan emin plunylacak bir konumda
değjldir (onun için marife getirilmiştir). Beyt-i Mamur da böyledir. Kitaba
gelince, şüphesiz ki o, diğer kitaplardan ayrılıp temayüz etmiştir; şöyleki,
Hz. Peygamber (s.a.s) bunu telaffuz buyurduğunda, kitâb lafzından dinleyenlerin
zihnine ancak o kitâb gelmektedir.. Böylece, karışıklıktan emin olunup, lâm
zikredilsin da zikredilmesin, marifelik halinin faydası hasıl olunca, Cenâb-ı
Hak bir başkasına yönelmiştir ki, bu da, "kitâb" kelimesinin nekire
olarak zikredilmesidir. Diğer nesnelerde, marifelik halinin temin ettiği fayda
ancak tarîf edatı (elif-lâm) ile ek edilince, Cenâb-ı Hak bunu kullanmıştır ki,
bu, buradaki "Kitâb" sözü ile Kur'ân'ın kastedildiğini teyit eder.
Meşhur olduğu İçin, buradaki "kitâb" sözüyle Levh-i Mahfuz da
kastedilmiş olabilir.[9]
Cenâb-ı Hakk'ın,
ifâdesini zikretmesinin hikmeti
nedir? Çünkü, "Kitâb"ın azameti, onun, yazısı ve yaprağı
ile değil, lafzı ile
manası ile meydana gelir. Biz deriz ki: Bu,
yine, işin çok açık olduğuna bir işarettir. Bu
böyledir, zira durulmuş bir kitabta ne olduğu bilinmez.. İşte bu sebeple
Cenâb-ı Hak, "O, neşredilmiş kâğıtlar içindedir. Yoksa, durulmuş kitablar
gibi değildir.." buyurmuştur. Buna göre, bu ifâdeyle Levh-i Mahfuz
kastedilmiş olup, bu, "O, sizin için açılmıştır, yayılmıştır. Hiç kimse
sizi, onu mütalâa etmekten alıkoymaz.." anlamındadır.
Şayet şimdi biz,
"Bu ifadeyle, herkesin amel kitabı, (deften) kastedilmiştir" dersek,
"kitâtT kelimesinin nekire oluşu, o herkesin kitabının, bizatihî
bilinmeyişinden; ifâdelerinin nekire getirilişi ise, onun vasfını beyândan
dolayıdır. Nitekim, Cenâb-ı Hak, bu hususu beyan için, ".. neşredilmiş
olarak kendisine kavuşacak..." (İsra, 13) buyurmuştur Bu böyledir, çünkü,
tanınmayan bir şey, tavsif edildiği zaman, mahfe olmaya daha çok yaklaşmış
olur.[10]
Cenâb-ı Hak, bazı
sûrelerde, çoğul lafızları ile yemin etmiştir. Meselâ bu, Cenâb-ı Hakk'ın,
zârtyit
(Mürselât, 1) (Zariyat, 1) ifâdelerinde
böyledir. Bazı sûrelerde de, müfret lafızlarla yemin etmiştir. Bu, işte bu
sûrede böyledir. Çünkü Cenâb-ı Hak, demiş de, buyurmamıştır. özellikle biz,
buradaki "Tûr" kelimesiyle, tıpkı (Şuara, 63) ifâdesinde olduğu gibi,
büyük bir dağın kastedildiğini söylersek... Cenâb-ı Hak bu hususu "ve
onların üzerine Tûr'u yükselttik... "(Nisa, 154) ayetinde de böyle
getirmiştir. Yani, "dağı kaldırdık.." demektir. Binâenaleyh, bazan
çoğula bazan tekile yemin edişinin hikmeti nedir? Biz deriz ki: Çoğullar da
onların pek çoğunda Cenâb-ı Hak, hareket edenlere yemin etmiştir. Tıpkı bir
rüzgâr da, devamlı aynı kalan ve sabit olan bir şey değildir ki, ona yemin
edilebilsin.. Tam aksine, tek bir rüzgâr da, tek başına değişen ve çeşitleriyle
devam edip giden bir şeydir. O halde, bunlardan elde edilmek istenen maksat,
ancak, tebeddül ve değişme ile elde edilir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, hep aynı
kalan, sabit birşeye değil de, devam eden türlere ve çeşitlere işaret etmek
için, buyurmuştur. Ama, "dağ"a gelince, bu sabittir, değişimi çok
azdır. Dağ, yıllarca, asırlarca, aynen kalır devam edip gider. Dolayısıyla,
Cenab-ı Hak, dağlara yemin ederken, tekil siga ile yemin etmiştir. (en-necmu- yıldız) ve (er-rîh- rüzgâr)
kelimeleri de böyledir. Bunlara kasem edildiği pek maruf değildir, ama Tur'a
kasem edildiği ise varittir.[11]
"Ki, Rabbinin
azabı hiç şüphesiz inecektir. Onu önleyecek de yoktur"
(Tür, 7-8).
Bu ifâdeler, kasemin
konusuna bir işarettir. Bu ifâdelerle ilgili olarak şöyle birkaç bahis
bulunmaktadır:[12]
Birinci Bahis:
Bu bahis, öl harfiyle ilgili olup; bu hususta şöyle birkaç makam
(mukaddime) vardır.
Birinci Makam:
(inne), ismini nasb, haberini de ret' eder. Bunun sebebi,
'nin, hem lafzî, hem de mana bakımından, fiile
benzemesidir. Lafız bakımından benzeyişi, sonunun fetha oluşu, isimlerin başına
gelişi ve nasbettiği kelimenin de, kalıbında oluşundan dolayıdır. Mana bakımından
olan benzerliğe gelince, biz diyoruz ki: Biz ki, müsbet (olumlu) cümleler,
olumsuz cümlelerden öncedirler. İşte bundan ötürü, cümlenin olumlu olduğuna
delâlet eden bir harfe (olumlu cümlelerde) ihtiyaç duyulmamıştır. Binâenaleyh,
meselâ Arablar, "Zeyd
gidicidir..." dediklerinde, bundan, Zeyd'in gidici olduğunun kastedildiği
anlaşılır. Ama, olumsuz cümleler, olumludan sonra geldikleri için, kendilerine,
onları, asıl olan şeyden, yani o müsbet halinden farklı kılacak bir harf ilâve
edilir de, meselâ, "Zeyd, gidici değildir.." denilir. Böylece de,
"Zeyd, gidici değildir" cümlesi bir kimsenin, "Zeyd,
gidicidir" sözünden sonra olmuş olur. Sonra, bir kimsenin, "Muhakkak
ki Zeyd gidicidir" şeklindeki sözü, yine o kimsenin, "Zeyd gidici
değildir" sözünden istinbât edilerek söylenmiştir. Bu cümleleri vaz eden
kimse, adeta, ilk önce, müsbet (olumlu) cümle olarak, "Zeyd
gidicidir" ifâdesini vaz etmiş; bunu olumsuz yaparken de, o müsbet şeklini
değiştiren şeye ihtiyaç duymuş da, onu, o şeklini değiştiren lafız İle
getirmiştir ki, bu da, bir bakıma fiil sayılır. Çünkü sen, bazan o fiilin
yerine olumsuz koyabilirsin. İşte bundan
dolayı, "Sen olmadın,
değilsin" "değiller" şeklinde ifâde edilmiş de, böylece bunların
sonuna fail zamiri getirilmiştir. Şimdi şayet, fiil olmasaydı, bu yapılmazdı. Daha sonra bu
kimse, "Zeyd, gidici değildir" ifâdesinin mukabilinde, nasıl ki
olumsuz cümlelerde, olumsuzluğu ifâde eden bir edat getiriliyor ise, olumlu
cümlelerde de, olumluluğu ifâde eden bir harf getirerek, meselâ "Muhakkak
ki Zeyd, gidicidir" demiş ama, 'nin
fiil olduğunu kasdetmemiştir. Çünkü, kendisinde fiil manası, yani değiştirme,
tağyir etme manası bulunduğu için, fiile
benzemiştir. Çünkü cümleyi, aslı olan
müsbet oluştan, olumsuzluğa çevirir, değiştirir ve tağyir eder. Ama İnne
cümleyi değiştirmez. Böylece de o cümle, olduğu müsbet şekil üzere kalıverir.
Böylece de Inne, fiile benzeyene, yani
'ye benzemiş olur. Nahivcilerin, için, "Bunlar, fiile benzeyen
harflerdir.." dedikleri şey, işte budur.
Bunu iyice kavradığına
göre, şimdi biz diyoruz ki, 'nin faile
benzeyen bir ismi, mef'ûl gibi de bir haberi olduğu ve sen "Zeyd, kerim
olarak geceledi"
dediğin gibi, ref ve nasb ile, "Zeyd, kınanmış değildir..." dersin.
Aynen bunun gibi, 'nin de bir ismi ve bir de haberi vardır. Ne var ki, nin
ismi 'nin ismine; haberi de.onun
haberine Arsflr. Çünkü, 'nin ismi,
mansûb; haberi ise, merfûdur. Zira, öl , asi olanın aksine ilâve edilen bir
harf olup zira ancak, herhangi bir harf
olmaksızın elde edilen aynı müsbet manâyı ifâde etmektedir de, asla ziyâde bir kelime olunca,
çünkü de, aslı değiştiren bir edattır ve
olmadığında maksat da hasıl olmayınca
kelimesi hakkında, merfû ve mansûb, aslı üzere bırakılmıştır. Çünkü asi
olan, failin önce getirilmesidir. (İşte bundan dolayı 'nin ismi önce getirilmiştir). 'de ise bu husus, asi olanın aksine yapılmış
ve mef'ûle benzeyen kısım, faile benzeyen kısımdan, takdim gerekli olarak
takdim edilmiştir. Dolayısıyla da, denilmesi caiz olması halinde, 'de ise,
tıpkı fiilde olduğu gibi, haberini İsmine takdim ederek, denilebilir. Çünkü
fiildir.
İkinci Makam:
Peki, bu elif-nûn maddesi niçin, bazen meksûr, bazan da meftun olabiliyor? Biz
diyoruz ki, elif-nûn maddesinde asıl olan husus, onun meksûr oluşudur. Meftûh
oluşu ise, geçici bir sebepten dolayıdır. Bu söylediğimiz şey, her ne kadar
zahiren, nahivcilerin görüşüne ters düşse bile, ama ne var ki, gerçekte bu
böyledir.
Üçüncü Makam:
Peki, niçin meftûh olana değil de, meksûr olanın haberinin başına lâm geliyor?
Biz deriz ki, biraz önce, belirtildiği gibi, bir kimsenin, "Zeyd
gidicidir" şeklindeki sözü, asıldır. Çünkü, esasen haber verilme ihtiyacı
duyulan şeyler, müsbet olan cümlelerdir. Çünkü, değişiklik, (eğer olursa),
burada olacaktır. Ama, yokluklar, olumsuzlukar, asılları üzere sürüp gitmektedir.
İşte bundan dolayı, "Eyşâda aslolan bekadır; onun sürüp gitmesidir,
değişikliğe uğramamasıdır.." denilmiştir. Daha sonra, bu sözü duyan kimse,
bazan, bunu reddetme ihtiyacını duyar da, meselâ, "Zeyd, gidici
değildir" der. Bunun, üzerine karşı taraf, "Muhakkak Zeyd,
gidicidir" der. Bunun üzerine beriki, yine karşı tarafa bir reddiyede
bulunarak, karşı çıkarak, "Zeyd, elbette gidici değildir" der Derken,
söze ilk başlayan kimse, buna da reddiyede bulunarak, "Muhakkak ki Zeyd, elbette
gidicidir." enne, 'nin makabili
olan bir kelime olmayıp, meksûr olan inneden dallanan (çıkan) bir kelimedir.[13]
İkinci Bahis:
Ayetteki, "Rabbinin azabı..." ifâdesinde şöyle çok kıymetli bir
incelik vardır: Şayet Cenâb-ı Hak, "Allah'ın azabı gelecek,
inecektir.." demiş olsaydı, "Allah" kelimesi, azamet ve heybeti
ifâde eden bir kelime olduğu için, mö'minler, hatta Hz. Peygamber (s.a.s) bile,
bu azabın kendilerini de gelip bulacağından endişe ederlerdi. Çünkü Allah, tek
bir şey şöyle dursun, âlemin tamamından müstağnidir. Böylece Allah,
peygamberini, (derken mü'minleri), "Rabbinin" demek suretiyle,
emniyet içinde bıraktı.. Zira Peygamber, "Rabb" lafzını duyduğunda
emin olur.
Üçüncü Bahis:
Ayetteki, kelimesinde, o azabın, çetin ve şiddetli olacağına bir işaret vardır.
Çünkü, kelimesi de kelimesi de, aynı köktendir, ama lafzı olacak olan şeyin
şiddetine daha fazla delâlet etmektedir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Onu önleyecek de yoktur" buyurmuştur. Bu husustaki incelememiz,
(Fussilet, 46) ayetinin tefsirinde geçmişti.
Biz, biraz önce,
ayetteki, "Tûr, Beyt-i Mamur ve Bahr-i Mescûr" kelimelerinde, hiçbir
savuşturucunun olamayacağına bir delâlet olduğunu söylemiştik. Çünkü, kendinden
azabı def etmeye çalışan kimse, bazan dağın tepesine, bazan da denizin derinliklerine
sığınmakla def etmeye çalışır. Halbuki, bu da fayda vermez.. Tam aksine
yükseltilmiş tavana ulaşmak, Beyt-i Mamura girmek dahi bu azabı
savuşturmayacaktır.[14]
"O gün, gök
sallanıp çalkalanır, dağlar (yerinden kopup) yürür..."
(Tur , 9-10).
Bu ifadelerle ilgili
olarak birkaç mesele vardır:[15]
Bu ayetin
başındaki kelimesini ne nasbetmiştir?
Biz derizki, yaygın olan şey; bunu nasbedenin, £îi j kelimesinin
delâlet ettiği fiil
olup, kelamın takdiri, "O azâb, semânın çalkalandığı günde vâki olacaktır.."
şeklindedir. Ben öyle sanıyorum ki, bunu nasbeden, ifâdesinin delâlet ettiği fiildir.. Ben böyle
diyorum, zira bu izahımıza göre meydana gelecek olan o azabın, işte o günde
meydana gelmesi gerekir. Ancak ne var ki, kendisi ile korkutmanın sağlandığı
azâb, haşrden sonra olandır. Göklerin çalkalanması ise, haşrden öncedir. Biz
bunun manasının, "Gökler çalkalandığı günde o azabı def edecek
yoktur" şeklinde olduğunu söylersek, bu, Cenâb-ı Hakk'tn, "Fakat
hışmımızı gördükleri zaman imanları faide verecek değildir" (Mümin, 85)
ifâdesinin anlamında olmuş olur. Buna göre Cenâb-ı Hak adetâ, "o günde
onun için, bunu savuşturacak hiç kimse yoktur. O gün de, göklerin, gözleriniz
Önünde çalkalandığı, dağların yürüdüğü ve sizlerin, buna hiçbir şeyin fayda vermeyeceğini
ve hiçbir şeyin bunun savuştu ram ayacağını kesinkes anladığınız
gündür..." demek istemiştir.[16]
"Semânın
mevr"i ne demektir? Deriz ki: Semânın (göğün)
yerinden, dalgalanarak, çalkalanarak
çıkması demektir.
Felsefecilerin
ileri sürdüğü şeyin zayıflığını, sen defalarca
anlamıştın. Hak Teâlâ'nın "Dağlar (yerinden
kopup) yürür" ifadesi,
felsefecilerin görüşlerinin aksine delâlet eder. Çünkü felsefeciler,
büyük bir dağın
yerinden çıkabileceği hususunda birlik içindedirler. Nasıl böyle
olmasın ki, çünkü onlar, yerin, içindeki
dağlarla birlikte, yer altında toptenan bir buhar ile sarsıldığını ve o buharın
yeri hareket ettirdiğini söylemektedirler. Durum böyle olunca, biz diyoruz ki:
Gök, "semi'inden çıkarılmak suretiyle, haraketi kabul edebilir. Dağ ise,
hareketsizdir, tabiatı, hareketsiz olmayı iktiza eder. Şimdi tabiatının aksine
olmasına rağmen, bir madde o haraketi kabul ediyorsa, karakterine uygun olduğu
halde başka bir kütle, bu hareketi haydi haydi kabul eder. O halde, o felsefecilerin
"Dairesel harekete kabil olan cisim, müstakim hareketi kabul etmez"
şeklindeki görüşleri son derece tutarsızdır. Ayetteki "mevren" lafzı,
şöyle yüce bir manayı da ifade etmektedir: "Dağlar yürür" ayetinin,
göğün nasıl çalkalandığını ortaya koyan bir ifade olması muhtemeldir. Çünkü
dağlar hareket edip, dağların üzerinde oturanlar da hareket edince, gök,
dağların hareketinin aksi istikamette, bir gezegen olarak gözükebilir. Bu
tıpkı, gemiye binen kimsenin, duran dağı hareket eder gibi görmesine benzer. Bu
sebeple birisi şöyle diyebilir: Gök, çıplak gözle, tıpkı gemiye binen kimsenin
gemi hareket ederken, ayı hareket ediyor olarak görmesi gibi, çıplak gözüyle
dağların hareketinden ötürü, göğün dalgalandığını söyleyebilir. Gök
dalgalanıp-çalkalandığında da böyledir. Dolayısıyla ne gökte, ne de yerde, ne
bir kaçacak yer, ne de sığınacak bir yer vardır.[17]
Göğün çalkalanmasının
ve dağların yürümesinin sebebi nedir? Deriz ki: Bunun sebebi, Allah'ın
kudretidir. Bunun
hikmetine
gelince, bu da, artık bir daha dünyaya dönüşün olamaycağını bildirip,
anlatmadır. Çünkü yer, dağ, gök ve yıldızların hepsi, dünyanın ma'mur olması ve
insanların bunlardan istifade etmesi içindir. Binâenaleyh artık İnsanların
dünyaya yeniden dönüşleri söz konusu olamayacağına göre, bunlarda herhangi bir
fayda kalmamıştır, dolayısıyla Allah Teâlâ bunları yoketmiştir.[18]
Eğer birisi,
"Sen, zamanla ilgili
bir açıklamada bulunacağım,
dolayısıyla da insanın bundan, hem lafız, hem
de mana bakımından bir
takım, neticeler çıkarmasını va'detmiştin. İşte burası yeridir. Çünkü fiile
zamandan başka birşey muzaaf olmaz ve mesela "Falancanın cıkttğı
gün...", "Falancanın girdiği zaman..." denilir. Allah Tealâ,
"Doğrulara (doğruluklarının) fayda verdiği gün..." (Maide, 119)
"Göğün sallanıp çalkaİandığı gün.." ve "(Allah'ın), gökleri ve
yeri yarattığı gün.." buyurmuştur. Aynen bunun gibi, zaman (zarfı) cümleye
de muzaf olur. Öyleyse bunun sebebi nedir? Diyoruz ki: Mekânlar, eşyanın zarfı
olduğu ve herbir şeyin de ancak bir mekanda bulunması gibi, zaman da fiillerin
ve arazların (sıfatların) zarfıdır ki bunlar ancak bir zaman içinde olurlar.
İşte bu iki hususta pek çok kimse şaşırmış, yanılmıştır ve şöyle demişlerdir:
"Eğer mekân bir cevher (varlık) olsaydı, onun içinde bir başka mekan
olurdu ve bu iş sürüp giderdi. Eğer o, araz (sıfat) olsaydı, araz için de
mutlaka bir cevherin olması, cevher içinde mutlaka bir mekanın bulunması
gerekirdi. Böylece ya devr-i fasit, veya teselsül gerekirdi. Yok eğer mekân, ne
cevher, ne de araz ise, bu durumda cevher, ya varlığı olmayan bir şeyde, yahut
da kendisine işaret edilemeyen bir şeyde olurdu. Halbuki bu da olamaz."
Yine onlar, zaman hakkında da şöyle demişlerdir: Eğer zaman yenilenmeyen birşey
olsaydı, bu durumda zaman, sürüp giden şeyter gibi olurdu ki artık zaman
içinde, mazî ve istikbâl diye birşey tesbit
edilemezdi. Yok eğer yenilenen bir şey olursa ve her
yenilenen de bir zaman içinde olacağına göre, o zaman, bunun için de başka bir
zaman söz konusu olurdu ki bu durumda teselsül olurdu."
Ayrıca, felsefeciler,
zamanlar hususunda, teselsülü üstlenmiş ve bu görüşleri sebebiyle de, âlemin
kadîm oluğu neticesine varmışlardır. Aynı topluluk, mekânlar hususunda,
teselsülü kabul etmemiş ve herhangibir ayırıcı özelliği tesbit etmeden, zamanla
mekânı birbirinden ayırmışlardır, Bir başka topluluk da hem zaman, hem de mekân
hususlarında, teselsülün olabileceği görüşünü benimsemiş ve âlemin kadîm,
zamanın sınırsız ve boyutların nihayetsiz olduğunu söylemişlerdir. Bu ikinci
grup, bu iki meselede de, her nekadar bize muhalefet etmişler; felsefeciler de
bu iki meseleden birinde bizimle aynı görüşü paylaşıp, diğerinde bize muhalefet
etmişler ise de bunlar, vehm yoluna girmişler ve kendileri üzerinde, zamanlar
hususunda üstlenme yolu bırakmamışlardır.
İmdi eğer, "İlk
yenilenenden önce ne vardı?" denilirse, deriz ki: "Allah'dan önce
hiçbir şey yoktur demek" O'nun ademi, kendisinden öncedir" Zira
bizim, "Ondan önce hiçbirşey yoktu" şeklindeki sözümüz, senin
"Ondan önce yokluğu vardır" şeklindeki sözünden daha geneldir. Çünkü
biz, meselâ "Âdem'den önce bin başlı hayvan yoktu" dersek, doğru
söylemiş oluruz. Bu sözden bizim ya, "Âdem, bin baş hayvandan
öncedir", yahut da, "Bin baş hayvan Âdem'den sonradır"
şeklindeki sözümüzün doğruluğu neticesi çıkmaz. Zira o hayvanlar, hem ondan
önce, hem de sonra yokturlar ve ezel-ebed açısından varltk âlemine
girmemişlerdir. İşte bizim söylediğimiz de böyledir. Buna göre eğer, "Bu
doğru olmaz. Çünkü Allah Teâlâ, mevcut şey olup, âlemden öncedir"
denilirse, deriz ki: "İlk yenilenenden önce hiçbirşey-yoktu"
şeklindeki sözümüzün manası, "zaman açısından, ondan önce hiçbirşey
yoktu" şeklindedir. Allah'dan önce zaman yoktur. Çünkü Allah var iken
zaman yoktu. Zaman ilk yenilenen varlık olmuştur."
Buna göre eğer,
"Allah'ın, kendisi dışında kalan herşeyden önce olması" ne
demektir?" denilirse, deriz ki: Bunun manası, "Başka birşey yokken
Allah vardı" demektir. Sizin ileri sürdüğünüz şey, birşeyi yine kendisiyle
isbât etmektir. O şey ise ancak, isbat edilmesini istediğiniz şeyle sabit
olur" diye itiraz edilemez. Çünkü zamanın başlangıcı, sizin maksadınızdır.
Bu ise ilk yenilenene varıp dayanan husustur. Halbuki münakaşa, yenilenen
hakkındadır. Çünkü hasmınıza göre, varlık âleminde ilk yenilenen diye birşey
yoktur. Aksine her yenilenenden önce, bir yenilenen var" denilemez. Çünkü
diyoruz ki: Biz bunu bir delil olarak zikretmedik, ancak bir mecburiyyetin
olmadığını ve "Eşyanın (alemin) hadis olduğunu, buudların sonlu olup,
lazım ve ilzamı kabul etmemiz halinde bizim aleyhimize birşey terettüb
etmediğini beyan etmek için zikrettik. Böylece ilk söz kabul edilmiş olur.
Sonra o yine bir
ihtiyaç hisseder ve: "Sen, bizim için, ilk yenilenenin var olduğunu
söylemedin mi? Bunu dediğin gibi, onun yok olacağını da söyle" der. Deriz
ki: Hayır, ondan önce zaman denen birşey yoktu. Böylece bu, genel manada bir
olumsuzluk olur. Bu da, misalimizde de bahsettiğimiz gibi, zamanın yokluğundan
Ötürü böyle olmuştur. Bunu iyice kavradığın zaman, zaman bazan bir arazla
bitlikte, bazan da bir arazdan sonra var olmuş olur. Çünkü bizim bu günümüz ve
diğer günlerin hepsi, ilk yenilenen ile seçilmiş olur. İlk yenilenen ile
birlikte var olan bir zaman vardır.
Zaman ve mekân
ifadelerinin, bazı anlayışlara nisbetle, müşkil ve kapalı bir durum olduğunu
anladığına göre, bu zaman ve mekân ifadelen, sıfatla veya izafetle bilinebilir.
Çünkü meselâ, "Çocuk, köle" dediğinde, bunun kime ait olduğu
anlaşılmaz. Ama, onu sıfatla zikredip, yahut muzaaf kılıp, "Küçük köle,
büyük köle", yahut "Beyaz köle, siyah köle" dediğinde, bu,
anlaşılmaya yaklaşmış olur. Aynen bunun gibi, "Zeyd'in kölesi"
dediğin zaman, bu da, anlaşılması kolay birşey olur. Ama zamanın bilinmesine
dair bir gereklilik yoktur. O şey, ancak kendisine mahsus şeylerle bilinebilir.
Çünkü sen, mesela, "insanda mevcut hayvan var" dediğinde, bunu
anlayıştan uzaklaştırmış olursun. Fakat "insan boyu poşu yerinde bir
canlıdır" dediğin zaman, bunu anlaşılmaya yaklaştırmış olursun. O halde
zaman da, kendisine mahsus şey ile belirtilmelidir. Çünkü mâzîfiil, müstakbel
fiil ve hal fiil, zamanla ilgili ifadelerdir. Masdarda ise, mutlak zaman manası
mevcuttur. Binâenaleyh sen, "çıkma zamanı" dediğinde, bu girme ve
benzeri şeylerin zamanından ayrılmış olur. Ama "Çıktığı gün"
dediğinde, bu "çıkma zamanı
günü" şeklindeki sözünün ifade ettiği manayı ifade etmekle
birlikte, danasını da ifade etmiştir. Bu da, bunun
ifâdesinden
de ayrı olduğunu ifade etmesidir. O halde, daha fazla temyiz kabiliyeti olan
şeye muzâf kılmak daha evlâdır. Meselâ, "Adamın kölesi" demen
durumunda, bu köleyi, "kadının kölesinden" ayırdetmen gibidir. Ama
birinci ifade yerine, "Zeyd'in kölesi" demiş olsaydın, daha açık
söylemiş olurdun ve bu daha güzel olurdu.
İşte aynen bunun gibi,
o günün hangi gün olduğunu iyice belirtmek için
demen, "huruç
günü" demenden daha iyidir. Bu açıklamamızdan şu netice ortaya
çıkmaktadır: Zaman, fiile muzâf olur, başkası olmaz. Çünkü zaman fiile
mahsustur,
başkası değildir,
"Onun oturduğu yere otur" ifadendeki mekân zarfı olan
"haysü" müstesna.. Çünkü bu, cümleye muzaf olur. Çünkü mekân zarfı,
zaman zarfına benzer. Cümlelere gelince, bu ancak cümlenin fiil manasını
taşıması vasıtasıyla sahih olabilir. Dolayısıyla da ne de denilemez.
Lafzî inceliklerden
birisi de, oM kelimesinin, "zaman" ile kullanılır olmasıdır. Nitekim
Cenâb-ı Hak, "Kaçış zamanı değildi..." (Sad, 3) buyurmuştur. Arapça'da, "(O adam)
kötü adam oldu" şeklinde kutlanılmaz. Bu böyledir, zira zaman, hep
yenilenmektedir. Yok oluştan sonra başka hayat katmaz. Ama, her hareketten
sonra, başka bir hareket ve her zamandan sonra bir zaman söz konusudur. Cenâb-ı
Hak, işte bu hususa, "Her günde O bir şe'ndedir, iştedir" (Rahman,
29) ayetiyle işaret etmiştir. Yani, O, yaratmazdan önce hiçbir şey
yaratmamıştır, ancak ne var ki, O, yarattıktan sonra her zaman ve sırasıyla
yaratır.. Binâenaleyh, bizim yaşantımızdan sonra ölüm vardır, Ölümümüzden sonra
hayat vardır. Hayatımızdan sonra hesap vardır, hesabımızdan sonra da, ya
devamlı mükâfaat, ya da ayrılmaz bir ceza vardır. O halde bu demektir ki Allah,
fiilde bulunmayı, iş yapmayı asla bırakmaz. Zaman, olumsuzluktan uzak katınca,
olumsuzluk harfine de bir ilâvede bulunulmuş
getirilmiştir.
Buna göre şayet,
"Allah Teâlâ, yok olmaktan külliyyen uzaktır. Binâenaleyh, buradaki kelimesine
o'nın, bitişmemesi gerekirdi" denilirse, biz deriz ki
ifâdesinde tevîl vardır. İşte bundan
dolayı, bahsettiğiniz şey söz konusu olmaz. Bu tevîl de şudur: 'ye benzeyen,
olup, ayetin takdiri, "Zaman, kaçış zamanı değildir" şeklinde
olup, bu, gayet meşhurdur. İşte bundan dolayı, bu kelime "gece" ve
"gündüz" kelimeleriyle değil, "hîn" kelimesiyle kullanılır
olmuştur. Çünkü "hîn", gece ve gündüzden daha süreklidir. O halde bu
demektir ki, gece ve gündüz bazen olmayabilir, ama "hîn" (zaman,
süre) hep vardır..[19]
'Vay artık o gün, (Peygamberleri)
yalanlayanlara. Ki onlar, daldıkları batıl İçinde oyalanıp duranlardır.."
(Tûr, 11-12).
Bu, "Allah'ın
azabının mutlaka geleceğini ve onu def edecek hiçbir güç ve kuvvetin
olmayacağını bildiklerine göre, vay o yalanlayanların haline..." demektir.
8u izaha göre buradaki fâ, manayı birleştirmek için getirilmiş bir ifâde olup,
bu da, mü'minlerin bir emn ü emân içinde olacaklarını bildirmesidir. Çünkü
Cenâb-ı Hak, "Rabbinin azabı mutlaka gelecektir" (Tur, 7) buyurunca,
bunun, kimin başına geleceğini beyan etmemiştir. Şimdi, "Vay artık o gün,
(peygamberleri) yalanlayanlara..." deyince, bu azabın kime tahsiss edilmiş
olduğu anlaşıldı ki, bu da, yalanlayanlardır. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele
vardır:
Birinci Mesela: Sen,
"Vay artık o gün, (peygamberleri) yalanlayanlara..." ifâdesinin, o
azabın kime ineceğini ve kime geleceğini beyân eden bir İfâde olduğunu
söyledin. Binâenaleyh, yalanlamayanlar, azâb olunmayacak demektir. Buna göre,
büyük günah sahipleri, azâb olunmayacaklar, demektir, zira bunlar tekzîb
etmemişlerdir. (Ne dersiniz?).
Cevap: Biz
deriz ki: O azâb, büyük günah sahiplerinin başına gelmeyecektir. Bu husus,
Cenâb-ı Hakk'ın, tıpkı, "her güruh, içine atıldıkça kendilerine bekçileri
sordular: "Size, (bu), azâb ile korkutan (birpeygamber) gelmedi mi? Onlar,
"Evet, dediler, gerçek bize, azâb ile korkutan peygamber gelmiştir. Fakat
biz, (onları) yalanladık..."(Mülk, 8-9)
ayetlerinde bahsedildiği gibidir.
İmdi biz diyoruz ki,
mü'min, o cehenneme hor ve hakir edilmek için atılmayacaktır. O oraya, bir
çeşit İkramla birlikte, temizlenmesi için sokulacaktır. İşte, aynen bunun gibi,
"Veyl", yalanlayanlara aittir. Çünkü "veyl", şiddet ifâde
eden bir kelimedir. Zira, vav, yâ ve lâm harflerinin meydana getirdiği terkip,
hemen hemen daima şiddet manasını ifâde eder. "Savuşturma ve kuvvetli
olma" manalarına gelen kelimesi de ifâdesi de böyledir. "Velî,
sözünde de, kendisine velayet edilene karşı bir kuvvet ve güç bulunmaktadır.
Bunun böyle olduğunun delili, Cenâb-ı Hakkın,
"O gün onlar
cehennem ateşine itilip kakılırlar" (Tur, 13) ayetidir. Çünkü, yalanlayan,
cehenneme itilip kakılacaktır. Halbuki, tasdik eden, böyle değil; o
itilmeyecektir
Biz, nekire bir kelimenin, mübtedâ olabileceğini, daha önce
zikretmiştik. Dolayısıyla ayetteki ji) kelimesi, nekire olduğu halde,
mübtedâdır. Çünkü bu ifâde, mansub takdirindedir. Çünkü, bu, bir bedduadır.
Bunun, mansûb takdirinde oluşunun izahı, (Zariyat, 25) ayetinin tefsirinde
geçmişti. Havd kelimesi, bizzat
Kur'ân'ın kullanışında, bâtıla dalma anlamına tahsis edilmiştir. İşte bundan
dolayı ayette "Sizler de, dalanların daldıkları gibi daldınız"
çjmt»,^ ve "Biz de dalanlarla beraber dalardık" (Müddessir, 45) varid
olmuştur. Bu ifâdede, kelimesinin nekire getirilmesi hususunda, şu muhtemel İki
izah yapılabilir:
a) Bu nekirelik,
çokluk ifâde etmek içindir. Yani, "Büyük, tam olan bir dâima.,
içindedirler" demektir.
b) Bu
kelimenin sonundaki tenvîn, muzâfun lleyh'ten bedeldir. Bu, meselâ, Cenâb-ı
Hakk'ın, ,(Tevbe, 10) ve (Hûd,111) Ve ifâdelerindeki tenvinler gibidir. Onların
dalmalarının temeli, onların yaptıkları bilinen hususlardır. O halde, ifâdesi,
kendinden Önce geçen "yalanlayanlar" ifâdesini, başkalarından
eytrdedecek bir nitelik değildir. Bu, sırf zem için getirilmiş olan bir vasıf
olup, tıpkı senin, "Racîm olan şeytandan sığınırım.." deyip de,
buradaki "racîm" sıfatıyla bu şeytanı "racîm" olmayan
şeytandan ayırdetmeyi kasdetmeyişln gibidir. Ama senin "Âtim adama ikram
ediyorum.." demen böyle değildir. O halde, şeytanı "racîm"
olarak tavsif etmek, onu tanıtmak için değil de, onu kınamak ve zemmetmek
içindir. Medh konusunda da sen, meselâ, "Yaratan Allah; büyük
Allah.." gibi ifâdeler kullanırsın.. Bu ifâdelerdeki sıfatlar, sırf medh
için getirilmiş sıfatlar olup, Allah'ı, yaratmayan İlâhtan veyahutta büyük olmayan
ilâhtan ayırdetmek ve seçmek için değildir. Çünkü, Allah tek'tir, başkası
yoktur.[20]
"O gün, onlar,
cehennem ateşine itilip kakılırlar.."
(Tur, 13).
Bu ayette iigm, lafzI
ve manevî olmak özere, birkaç bahis vardır: Lafzî olanına gelince, bu hususta
birkaç mesele vardır:[21]
Bu ayetin başındaki
kelimesi ne İle mansûb olmuştur? Biz dtyoruz ki: Görünen odur ki, bu kelime,
hemen
kendisinden sonra
gelen ifâde ile mansub olup, bunun
delili, Bu ateş (Tûr, 14) ifadesidir. Takdiri de,
"Onlar, itilip kakıldıkları gün, onlara, "İste bu, kendisini
yalanlayageldiğiniz ateştir", denilir, şeklindedir.
Bu husustaki muhtemel
bir izah da şudur: Bu ayetin başındaki kelimesi, (Tur, 11) kelimesindeki den
bedel olup, takdiri, "O yalanlayanların cehenneme itilip kakıldıkları
günde, işte o günde, yalanlayanların vay haline..." şeklindedir. Bu
böyledir, zira ifâdesinin manası,
"Azabın tahakkuk ettiği gün..." şeklindedir o günde, yalanlayıcılırn
cehenneme itilip kakıldıkları gündür.[22]
ifâdesi, cehennem
ateşinin çok müthiş ve dehşetli olduğuna delâlet eder. Çünkü cehennem bekçileri
oraya yaklaşamaztar; cehennemlikleri cehenneme uzaktan iterler, onları oraya
atarlar, ama kendileri oraya yaklaşamazlar.[23]
kelimesi, mef'ûl-i
mutlak olan bir masdardtr. Ben, masdariarın zikrediliş hikmetlerinden
bahsetmiştim. Bu da, buradaki bu İtmenin, kayda değer, önemli bir itme olduğunu
bildirmektir. İşte bundan dolayı
denilir, fakat meselâ, denilmez. Bu, tıpkı bir kimsenin! hafifçe
dövüldüğünü ve Önemsiz olduğunu belirtmek için "Bu bir dövme değil
ki?" demesi gibidir, "Hakîr kılıcı düşman..." denilir, ama
masdar olmadığı için Bu, düşman değil" ifadesi kullanılmaz. Yine, denilir
de denilmez. Bu ancak, bu ifâdeyi ti
şeklinde okuyanlara göre söylenebilir.
Çünkü bu durumda kelimesi hal olarak mansûb olup, takdiri, onlara "ona
davet edilmişler olarak, o ateşe geliniz...." şeklinde olur.
Manevi olanına
gelince, biz diyoruz ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "O gün, onlar, cehennem ateşine
itilip kakılırlar.." ifâdesi, v cehennem görevlilerinin, kendileri o
cehennemden uzak oldukları halde, cehennemlikleri oraya attıklarına delâlet
eder. Halbuki, Cenâb-ı Hak, (bir başka ayetinde), "O gün onlar yüzleri
üstü ateşte sürüklenirler..."(Kamer, 48) buyurmuştur. Biz deriz ki, buna
şu birkaç açıdan cevâp verebiliriz:
a) Melekler
o cehennemlikleri, cehenneme sürüklerler... Sonra onlar, o husuf ateşe,
cehennem ateşine yaklaştıklarında, onlar onları, o cehenneme uzaktan atarlar.
Böylece, yüz üstü olma işi, ateşin içinde söz konusu olur. Çünkü ateşin içinde
kendini müdafaa zor, daha çetindir. Bunun böyle olduğunun delili de, "...
onlar sıcak suyun içinde sürüklenecekler, sonra ateşte yakılacaklar..."
(Mü'min, 71-72) ayetidir. Yani, onların yüz üstü olmaları cehennemin kaynar
suyundan olacak, onların cehenneme sokuluşları ise daha sonra meydana
gelecektir.
b) Onların
işlerini her zaman bir meleğin üstlenmiş olması mümkündür. Binâenaleyh, onları,
ateşe bir melek iterek atarken, bir başkası da, yüzü koyun atmış
olabilir.
c)
Yüzüstü sürükleyen cehennemin
dışında olduğu halde,
bu yüzüstü sürüklemenin
zincirlerle olması, böylece de onların cehennem ateşine yüzükoyun atılmış
olmaları da mümkündür.
d) Meleklerin,
hor ve hakîr kılmak ve hafife almak için o cehennemlikleri cehenneme atmış
olmaları; daha sonra, onlarla birlikte ateşin içine girip de, onları orada
yüzüstü sürüklemiş olmaları da muhtemeldir.[24]
"İşte sizin, yalanlamakta olduğunuz ateş budur"
(Tur, 14).
Bu ifâde,
"Onlara, "İştesizin, yalanlamakta olduğunuz ateş budur.."
denilir.." takdirindedir,
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, meseleyi iyice ortaya koymak için,
"(De ki): bu da
mı sihirdir?! Yoksa siz, görmüyor musunuz?" (Tur, 15) buyurmuştur.
Bu böyledir, zira bir
şeyi görüp de, oşey, gördüğü şekilde olmazsa, bu durumda bu yanlışlık, şu iki
şeyden birinden dolayı olmuş olur:
a) Görülenden,
b) Görenden...
Bu sebeple, ayetteki, "(Peki) bu da mı sihirdir?" İfâdesi, "Bu
görülen şeyde mi bir şüphe var, yoksa sizin gözlerinizde mi bir arıza
var?!" demek olup, bu ifâdenin başındaki istifham, istifhâm-ı inkâridir.
Yani, "Bu iki şeyden hiçbirisi sabit ve mevcut değildir. O hatde bu
demektir ki, sizin gördüğünüz haktır, ne var ki siz, "Bu, hak
değildir" diyorsunuz. Cenâb-ı Hak, diye söze başlamıştır. Zira onlar,
gördükleri şeyi, sihre nisbet ediyor ve meselâ, ayın ikiye bölünmesi vb.
mucizelere, "sihirdir" diyorlardı. Halbuki o günde, gözle
görmelerinin yanısıra, kendilerine bizzat dokunup idrâk edecekler bir elem ve
acı isabet edip ve bu acı verme de doruk noktaya ulaşınca, onların artık,
"Bu bir sihirdir" demeleri mümkün olmayacaktır. Aksi halde, eğer
durum böyle olmasaydı, onların cehennemden kurtulmayı istemeleri doğru ve
yerinde olmazdı.[25]
"Girin oraya!
İster dayanın ister dayanmayın, sizce hepsi de birdir. Siz ancak, yapageldikîerinizin
cezasına çarpılıyorsunuz.."
(Tûr, 18).
Bu, "Mademki siz,
artık bunu inkâr edemediniz, ne bunun bir sihir olduğu ne de gözlerinizde bir
arıza bulunduğu, (yani olmadığı) tahakkuk edince, o halde girin o cehenneme, o
ateşe.." demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "ister dayanın ister
dayanmayın" ifâdesinde, şöyle İki fayda bulunmaktadır:
a) Kurtuluşun
olmayacağını ve kaçışın
bulunmayacağını beyân.. Çünkü, sabretmeyen kimse, o şeyi, kendi
nefsinden, ya azâb edeni bertaraf edip ona mani olması suretiyle, yahutta ona
gazâb edip, kızarak onu öldürüp de, böylece de kurtulmuş olması suretiyle, onu
kendinden uzaklaştırabilir. Halbuki, bunlardan hiçbiri, âhiret azabı konusunda
bir yarar sağlayamazlar. Zira, azâb edene galip gelemeyen, böylece onu
savuşturamayan ve, derken onu yok etmek suretiyle ondan kurtulamayan kimsenin
işi bitirilemez, böylece de o kimse ölmek suretiyle de (kurtulamaz). O halde,
sabretmek, âdeta sabretmemek
gibidir Zira sabreden de o azâbta
olacak, sabretmeyen de..
b) Ahiret
azabının dünya azabından farklı olduğunu beyân.. Çünkü, dünyada bir cezaya
duçar olmuş olan bir kimse, eğer sabrederse, ya âhirette mükâfaat alması,
yahutta dünyada bu yüzden medhedilmesi ve, hakkında, "Ne cesur insani
Kalbi de ne de kuvvetli adam!" denilmesi süratiyle.. sabrından yararlanmış
olabilir. Ama bu kimse, sabırsızlık gösterip feryâd ü figanı basarsa,
"Çocuklar ve kadınlar gibi çığlık atıp sabırsızlık ediyor!" denilir.
Ahiretteki sabra karşı İse, ne medh u sena ne de mükâfaat söz konusudur. "Sizce
hepsi de birdir" İfâdesine gelince, kelimesi haber, mübtedâsı ise,
"ister dayanın, ister dayanmayın' ifâdesinin delâlet ettiği şey olup,
kelâmın takdiri, "Sabretmek de, sabretmemek de eşittir" şeklindedir.
İmdi eğer: "Bu,
azabın artmasını ve yapmadığı, fakat kafasına koyduğu şeyler sebebiyle de azaba
duçar olmasını gerektirir.." denilirse, biz deriz ki: Burada, şöyle bir
incelik vardır: Mü'min, İmanı sebebiyle şöyle bir fayda elde etmiştir:
Niyetlenip de yapamadığı güzel şeylerden dolayı mükâfaatlandırılır, niyetlenip
de, gerçekleştirmediği kötülükten dolayı ise cezalandırılmaz. Kâfir İse,
küfründen dolayı, mü'minin tam tersinedir. Binâenaleyh, niyetlenip de
yapamadığı güzel şeylerden dolayı kendisine mükâfaat verilmeyeceği gibi,
niyetlenip de yapamadığı kötülüklerden dolayı cezalandırılır ve bu zulüm de
değildir. Çünkü Allah Teâlâ, ona bunu haber vermiştir. O da bunu seçip tercih
etmiş ve bu işe, kendi iradesiyle girmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak âdeta,
"Kim kâfir olur da, küfrü üzere Ölürse, ona ben, ebediyyen
azâb edeceğim. O halde sakınınız.. Kim de
iman ederse, onu ebedî bir mükâfaatla mükâfaatlandıracağım.." demiştir.
Binâenaleyh, kim kütür irtikap edeı, bu emri duyduktan sonra onu devam
ettirirse, şimdi, ceza eden yüce zat, onun tehdit ettiği şeyi gerçekleştirmek için,
ona devamlı bir şekilde ceza verirse, cezâtandırırsa, o zaman o zalim olmaz.[26]
"Şüphesiz ki,
müttakîler, cennetler ve nimetler içindedirler. Rablerinin
kendilerine verdiğiyle, zevk içinde
olarak... Rableri onlan, o çılgın
cehennemin azabından korumuştur. (Şöyle denilir): İyi
amel etmiş
olduğunuz için,
afiyetle yeyin için... Sıra sıra dizilmiş tahtlara kurulmuş
olarak..." Biz şahin gözlü hurileri
onlara eş yaptık..."
(Tûr.
17-20).
Kur'an'ın adeti,
meselâ kafirlerin durumunu beyân ettikten sonra mıTminlerin durumunu beyân
etmek; "terkîb ve terğîb, işi tamam olsun diye, cezanın peşinden mükâfaatı
getirmek, zikretmek şeklinde cereyan etmiştir. Biz, müttakînin ne demek
olduğunu, birkaç yerde izah ettik. Cennet, her ne kadar eğlenme yeri ise de, ne
var ki, bağı bekleyenler son derece güzel bir bağda bulunurlar ama, ondan
yararlanamazlar. İşte bu yozdan Cenâb-ı Hak, 'Ve nimetler içinde..."
buyurmuştur ki bu, o cennetliklerin, bağ bekçileri gibi değil de, eli bol
zengin kişilerin yaptıkları gibi, orada nimetler içinde bulunduklarını ve
onlardan yararlandıklarını ifade ederler.
Ayetteki, "zevk
içinde oldukları halde..." ifadesi de bu manayı destekler. Çünkü, çeşitli
nimetlerden istifâde eden kimsenin, bu nimetlerden istifâde edişinin emaresi,
onun dışında görünebilir, ama kalbi başka şeylerle meşgul olabilir..
Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, buyurunca,
orada duyulan lezzetin doruk noktada bulunduğuna delâlet eder.
Cenab-ı Hakk'ın, "Rablerinin kendilerine
verdiğiyle..." ifâdesi de, bu işin doruk noktada olduğunu gösterir. Zira
zevk duyan kimsenin gönlü, basit ve düşük seviyede olabilir. Dolayısıyla da en
ufacık bir şey onu mutlu eder ve en basit şeyle sevinir.. İşte bu sebeple
Cenâb-ı Hak buyurmuştur ki, "Bu
onların basit gönüllü ve anlayışlı olmalarından dolayı değil, tam aksine, o
nimetlerin çok değerli olmasından ötürüdür. Zira o nimetler, onların Rableri
katmdandır" demektir.
Ayetteki,
"Rableri onları, o çılgın cehennemin azabından korumuştur" ifâdesine
gelince, bu hususta şu iki izah yapılabilir:
a) Bu,
"Onlar,
1) Rablerinin
kendilerine verdiği şeyden dolayı;
2) Rablerinin
kendilerini koruması sebebiyle zevk içindedirler." demektir.
b) Bu,
birinci cümleye atfedilmiş olan başka bir cümledir. Böylece Cenâb-ı Hak âdeta,
onları cennetlere sokup nimetlere gark ettiğini ve onları cehennem azabından
koruduğunu beyân etmiş olur.[27]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "(Şöyle denilir): "iyi amel etmiş olduğunuz İçin, afiyetle yeyin
için.. Sıra sıra dizilmiş tahtlara kurulmuş olarak.." Biz şahin gözlü
hurileri onlara eş yaptık." Bu ifâdede, bu nimetlend irmen in vasıtaları
sırasıyla beyân edilmiştir. Bunların ilki, mesken nimetidir ki bu, ayette,
kelimesiyle beyan edilmiştir. Sonra yeyip içmek, sonra yatak ve yaygılar; sonra
da eşler.. İşte bütün bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın sırasıyla getirdiği dört şeydir.
Her birisi hakkında da, onun mükemmelliğine delâlet eden şeyi zikretmiştir. O
halde, ayetteki sözü, meskene işaret olup, nesneler için meskenler zorunludur.
Ki bu da, mekândır, barınaktır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Çünkü
nimetlenilen yerler bazan, çeşitli sebeplerden dolayı iç açıcı olmayabilirler.
Böylece Cenâb-ı Hak bu zevkin sebebini ve derecesinin yüksekliğini, o
nimetlerin Allah'ın onlara verdiği şeyler cinsinden olduğunu söylemekle beyân
etmiştir ki, biz bunu daha evvel söylemiştik. Yemek yemek ve mutlak izne
gelince, çeşitliliğinden ve çokluğundan dolayı, buna yer verilmemiştir.[28]
Ayetteki "afiyetle..." kelimesi, bu yeme
içmenin, dünyadakinin aksine, zarar ve kötü şeylerden uzak olduğuna bir
işarettir. Çünkü dünyada iken yiyen kimse, hastalanmasından korkar. Böylece de
yediği şey afiyet dolu olmaz. Yine dünyada iken elde bulunan nimetlerin sona
ereceği endişesi duyulur, dolayısıyla da yeme içme bol biçimde olmaz. Halbuki
bütün bunlar, cennet hakkında söz konusu değildir. Dolayısıyla da ne hastalık
ne de yiyeceklerin bitmesi endişesi söz konusudur. Çünkü ahirette,
cennetliklerin yanında, ihtiyacından fazlası vardır. Yiyip içmeden dolayı her
hangi bir günah oluşmayacağı gibi, yiyecekleri elde etmek için bir yorulma ve
çaba da söz konusu değildir. Zira dünyadayken insan, pişirmek, elde etmek için
çalışıp çabalamak, yorulmak, başkasının minneti altında kalmak, yahut da def-i
hacet ve kazurat gibi., şeylerin söz konusu olması sebebiyle, bazan yeme içme
lezzetini terkedebilir; dolayısıyla da bu yeyip içme işi afiyetle cereyan
etmez. Halbuki bütün bunlar, cennette söz konusu değildir.
Ayetteki, ifâdesi, Allah Teâlâ'ntn şöyle diyeceğine bir
işarettir "Ben,
sizin,
Rabbiniz, Yaratıcınız ve fazlımla sizi cennetime sokanınız olarak, benim size
olan lütfum, dünyada iken benim sizi, sâlih amelleri yapmaya muvaffak kılmam ve
sizi, bunları yapmaya yöneltmemdir.
Nitekim Cenâb-ı Hak (ben) size, sizi imana sevketmem sebebiyle in'âmda bulunmuş
olurum. (Hucurat. 17) Ama bu gün ise, size ikram ve in'âm yoktur Zira bu,
va'dimin yerine getirilmesidir." Buna göre şayet, Cenâb-ı Hak, kâfirler
hakkında, "Muhakkak ki sizler, yapageldiğiniz şeylere mukabil
cezalandırılıyorsunuz"(Tur, 16); mü'minler hakkında da, "İyi amel
etmiş olduğunuz için" buyurmuştur. Şu halde, bu iki ifâde arasında fark
var mıdır?" denilirse, ben derim ki, bu iki ifâde arasında, şu bakımlardan
büyük farklar vardır:
1) Bir kere
kelimesi hasr ifâde eder. Dolayısıyla bu, "Sizin cezanız ancak budur"
demek olur. Halbuki, Cenâb-ı
Hak bu ifâdeyi,
mü'minler hakkında getirmemiştir. Zira Cenâb-ı Hak mü'min kimseye,
yapmış olduğunun kat kat mükâfaatla mukabele edecek ve lütfü sebebiyle de bunu
ziyâdeleştirecektir. Şimdi, eğer Allah kuluna in'âmda bulunacaksa, bununla
bulunacaktır.
2) Cenâb-ı
Hak, burada buyururken, orada (Tur, 16)
buyurmuştur
ki, alabildiğine, birbirine denk olduğuna bir işaret olsun diye bu,
"Size, yaptığınız şeylerin aynı ve dengi ile karşılık verilecektir"
demektir. Nitekim sen, "Bu, senjn yaptığının aynısıdır" dersin. Bunun
izahı daha önce geçmiştir. Cenâb-ı Hak mü'min kimse hakkında ise, buyurmuştur
ki, bu "Bu, sizin şu amelinize göre devam edip giden bir husustur"
demektir.
3) Cenâb-ı
Hak orada (Tur, 16) da, sözünü
zikretmiş, burada ise, buyurmuştur. Çünkü "ceza", bir şeyin sona
erdiğini ifâde eder. Zira, birisine ihsanda bulunan kimseye o birisi, onun
karşılığını verip getirdiğinde, ihsanda bulunan kimse artık daha başka bir şey
beklemez.
İmdi, eğer;
"Allah Teâlâ pekçok yerde, müzminlere verilecek mükâfaatı beyan ederken,
"Yaptıklarına bir karşılık olarak.."(Ahkaf, 14) denilirse, buyurarak
"ceza" sözüne yer vermiştir" denilirse, biz deriz ki: O
yerlerde, Cenâb-ı Hak, mükâfaat verilenlere hitabta bulunmamış ve meselâ, "Sen karşılığını görürsün'' dememiş, tam
aksine devamı ve sürekliliği ifâde eden şeyi getirmiştir.
Cennette duyulan haz
ve sevinçlere gelince, bu hususta da, Cenâb-ı Hak şu açıklamalara yer
vermiştir:[29]
a) Zira bu,
nimete gark olmuş, üzerinde bir külfet ve mükellefiyet bulunmayan kimselere has
bir durumdur. Zira, üzerinde, bakmakla mükellef bulunduğu kimselerin külfeti, o
kimseyi adetâ bastırır, onu bir yere yaslandırmaz. Bir işte olan kimse,
yaslanmaya vakit bulamaz. O halde bu durum, hayra ve iyi hâle delâlet
etmektedir.
b) Bir araya
toplanma... Bu hususta da şu iki izah yapılabilir:
1) Herkes
için ayrı ayrı bir sürürün olması ki, bu, açık olan bir mânadır. Zira,
"sıra sıra dizilmiş.." ifâdesi, bunların herkes için ayrı ayrı
olduğuna delalet eder. Çünkü, herkesin sürürü ve zevki, seçilmiş olan aynı
yerde olamaz. "Serîr" lafzında, "sürür" maddesinin harfleri
vardır. Taht ve diğer ifadelerse böyle değildir.
sözü, bu işin sırt saygı için olduğunun delilidir.
Zira, bunlar, ayrı ayrı olsalardı, o zaman, "Orada bulunduğunda, sahibi
kendisine yaslansın diye, her yerde bir tane divan vardır.." denilirdi.
Ayetteki, ifâdesi, dördüncü nimete işarettir. Bunda da
yine, şu bakımlardan, o durumun mükemmelliğine deliller vardır:
1) Evlendiren,
Cenâb-ı Hakk'tır ve iki tarafın işini de üzerine alan O'dur. Zira kullarını,
kendi izni ve müsadesi ile evlendirmektedir. Böyle olan zât, ancak kendisinde,
kullarının ve cariyelerinin huzuru ve rahatı olan şeyleri yapar.
2) Cenâb-ı
Hak, demiş de, dememiştir. Zira, "tezvic" masdarı, harf-i cer
olmaksızın da iki mef'û! alır. Ve meselâ Arapça'da, "Seni onunla evlendirdim..." denilir.
Cenâb-ı Hak, "Seni onunla
evlendirdik..."(Ahzab.37) buyurmuştur ki, bu, bu evlendirmedeki menfaatin
erkeklere ait olduğuna bir işarettir. Onlar, huriler ile lezzetlensinler diye,
evlendirilmişlerdir; yoksa hurîler onlar ile lezzetlensinler diye değildir.. Bu
böyledir, zira harf-i cer olmaksızın da fiil mef'ûl alabilir. İşte, bu
evlendirme işi de, öncelikle onlara taalluk etmiş, daha sonra hurileri
ilgilendirmiştir. Çünkü ifâdesinin
manası, "Onların izdivacını bu yolla, yani hurilerle yaptık"
şeklindedir.
3)
"Eşler" ifâdesini zikretmekle yetinmeme.. Tam aksine onları
güzellikle tavsif etmek ve güzel olandan daha en güzelini seçme... Çünkü
insanoğlunun genel heyeti içinde yer alan uzuvların en güzeli, yüzüdür. Yüzde
yer alan en güzel uzuv da gözdür. Bir de, hem ]y- hem de ifâdeleri, uzuvlarda
uyumun güzelliğine; ruhlardaki kuvvete delâlet eder.. Mizacın güzelliğinin alâmeti,
(beyazlık) vasfı... Huzur ve mutluluğun bolluğuna gelince, iri gözlü olma, o
gözlerden çok mutluluk ve huzur duyma sebebiyledir.[30]
Buna göre şayet,
"Cenâb-ı Hak ifâdesini mazi fiil olarak getirmiş, jnf& İse hâldir.
Daha Önce geçmiş olan bir mazî fiil yoktur ki, böylece bu fiili ona atfedilmiş olsun.. Halbuki, mazî
fiilin mazî fiile ve muzarî fiilin de muzarl fiile atfedilmesi en güzel bir
yoldur (ne dersiniz?)" denilirse, biz deriz ki: Buna, ikisi lafızla, biri
de mana ile ilgili olmak üzere, üç bakımdan cevap veririz:
a) Bu tür
ifade tarzı, pek çok yerde bir güzellik arzeder. Nitekim sen, "Zeyd geldi,
Amr geliyor, Zeyd çıktı" dersin.
b) Ayetteki,
"Şüphesiz müttakîler (sakınanlar), cennette ve nimetler içindedirler"
ifadesi, "Biz onları cennetlere soktuk" manasındadır. Çünkü bu ifade,
"O günde kâfirler, cehenneme itilir; mü'minler de, aynı vakitte, yerlerine
sokulur" takdirindedir. Buna göre Hak Teâlâ, adetâ, "Kâfirlerin
cehenneme itildiği gün, müttakîler de, cennetlerde olacaklar" demiştir:
c) Mana ile
ilgili olan, üçüncü izaha gelince, Allah Teâlâ, mükâfaat vermekten
bahsetmiştir. O halde O, bugünde
kullarını hurilerle eşleştirmiş ve huriler, sanki yaklaşma gününde, zifafı
beklemektedirler.[31]
"İman edip de,
soyları da iman ile kendilerine tabî olanlar (yok mu), biz
onların bu soylarım da kendilerine kattık
ve kendilerinin amellerinden, bir şey
de eksiltmedik. Herkes, kazana mukabilinde bir
rehindir"
(Tûr,
21).
Bu ayette, şöyle
birkaç latîfe (incelik) var:
Birinci İncelik:
Babalık şefkati, dünyadaki gibi ahirette de çoktur ve boldur. İşte bu
sebeple Allah Teâlâ, kullarının kalblerini hoşnud etmiştir. Çünkü evladları
yüzünden, babalarını-atalarını üzmemiş, aksine bunları orada biraraya
getirmiştir.
Buna göre eğer,
"Sen, bazı ayetlerin tefsirinde, Allah Teâlâ'nın, atalarını (babalarını)
oğullarından, oğullan da babalarından ötürü teseltî ettiğini; cennetlik olan
baba ile, cehennemlik olan oğlu zikretmediğini söylemiştin" denilirse, biz
deriz ki: Küçük çocuk babasında, güzel bir babalık bulup hisseder ve babalığa
ters düşen herhangi birşey mevcut olmaz. İşte bundan ötürü Hak Teâlâ, dünyada,
küçükken, çocuğu babası müslüman olduğu için, babasına katmış ve müslüman
saymıştır. Ama çocuk büyüdüğünde, artık müstakil kabul edilmiştir. Eğer
büyükken kâfir olursa, artık bu çocuk babasına nisbet edilmez. Çünkü İslâmiyet,
müstümanlar için tıpkı bir baba gibidir. İşte bundan ötürü Hak Teâlâ,
"Mü'minler ancak kardeştirler" (Hucurat, 10) buyurmuştur. Buradaki, ıhve
"kardeş" kelimesi, doğumdan ötürü olan "kardeşlik"
manasındaki "ah" kelimesinin çoğuludur. "İhvan" da, dostluk
ve sevgi manasında olan, "fhve"nin çoğuludur. O halde, madden ve
örten, küfür de bir baba sayılır. Şimdi bir kimsenin dini, babasının dinine
ters ise, şeriat bakımından, onun başka babası var demektir. Burada, babalan,
hiçbirşeyin çocuklarına şefkatten al (koyamayacağına bir irşâd vardır. Böylece
insanın, ahbap ve dostlan ile, bağ-bahçe İçerisinde refah ve eğlence içinde
oyalanıp da, çoluk çocuğunun geçimini temin etmekten geri kalması en çirkin
birşey olur. Ya cennet ehli, cennetteki hurilerle eğlenirken, evladlarından
nasıl azade kalabilir? Böylece Allah Teâlâ onlara, bunu hatırlatmış ve onların
kalblerini, "Biz onlann bu soylannı kendûerine kattik" ifadesiyle
rahatlatmıştır. Durum böyle olduğuna göre, malını haram yollarda harcayan,
böylece de, çoluk çocuğunu İyi ve kötü kimselere el açar biçimde bırakan
fasıklar hakkında ne düşünürsün?! Böyle olmaktan Allah'a sığınırız. Bu,
vârislerine helâl mal bırakan kimseye, bu malı
sebebiyle, âdeta bir sadaka mükâfaatının yazılacağına
delâlet eder. İşte bundan Ötürü, ölüm döşeğindeki kimsenin, malının üçte
birinden fazlasında tasarruf etmesi (bağışta bulunması) caiz değildir.
İkinci İncelik:
Bu incelik, "Sayleri de iman ile kendilerine tabî olanlar..."
ifadesindedir. Bunun, âhirette bizim onlara katılacağımızın bir delili olması
gerekir. Çünkü dünya yurdunda, sebebler zincirini nazar-ı dikkate atmak daha
çoktur. İşte bundan ötürü, Allah Teâlâ, örfünü insanın önüne gökten bir yiyecek
inmesi şeklinde sürdürmemiştir. Ekme, öğütme ve hamur edip-pişirme gibi şeyler
olmadan, insan o yiyecekleri yiyemez. Âhirette ise, rızıklarını kuluna, kulun
daha önce harcadığı çabalarına bir karşılık olarak, artık âhirette bir çaba
karşılığı olmaksızın verir. Binâenaleyh bunun, Hak Teâlâ'nın, çoğunu babasına,
o çocuk sâiih olmasa da, katacağının apaçık bir delili olması gerekir, dünyada
henüz küçükken ve hiçbirşeye inanma yaşına gelmemişken onu babasından saydığı
gibi...[32]
Üçüncü İncelik:
Bu da, ayetteki İman ile" ifadesindedir. Çünkü Allah Teâlâ, çocuğu,
ebeveynine, iman bakımından tabî kılmıştır, küfür bakımından tabî kılmamtştır.
Bunun delili ise şudur: Bir kimse kâfirken müslüman olsa, onun çocuklarının da
müslüman olduğuna hükmedilir. Ama Allah korusun, birisi irtidâd etse, çocuğunun
da kâfir olduğuna hükmedilmez.
Dördüncü İncelik: Cenâb-ı Hak, dünyadaki durumu beyan için, "tabî kıldık"
buyururken, âhiretteki durumu beyan için de, "onlan kendilerine
kattok" buyurmuştur. Çünkü dünyada iken, küçük olan ve babasına tabî olan
çocuk, tabî olduğu babası gibi sayıldığını idrâk edemez. Çaba gösterenin, çaba
göstermeyene üstünlüğü prensibi sebebiyle, çocuk tabî, baba asıldır. Fakat
âhirette, Cenâb-ı Hak, lutfu gereği, çocuğunu babasına kattığından, o çocuğa
babasındaki derecenin aynısını verir.
Beşinci İncelik: Ayetteki, "Amellerinden birşey eksiltmedik" ifadesi, hem
babaların kalblerini hoşnud tutmak, hem de herhangibir kimsenin babanın
amellerinin mükâfaatının, baba ile çocuk arasında bölüştüm I eceği vehmini
gidermektir. Aksine baba, sa'y-u gayretinin karşılığını alacak, çocuğu için de,
Allah'ın bir lütfü ve rahmeti olarak, babaya verilen derecenin aynısı
verilecektir.
Altıncı İncelik: Cenâb-ı Hak ayette, "amellerinden..." buyurmuş da,
"mükâfaatlanndan..." dememiştir. Çünkü "Amellerinden bir şey
eksiltmedik" ifadesi, onların amellerinin olduğu gibi kaldığının bir
delilidir. Mükâfaat ise, amele karşılık fazlasıyla verilen şeydir. Böylece bu
ifâdede, kendisi için büyük ücret bulunan o amellerin, bakî kalacağına bir
işaret bulunduğu gibi, mükâfaatının fazla fazla verileceğine de bir işaret
vardır. Eğer Cenâb-ı Hak, "Biz onların mükâfaatlarından birşey
noksanlaştırmadık" demiş olsaydı, bu iş, en ufacık bir mükâfaat ile de
hasıl olmuş olurdu. Çünkü Allah Teâlâ'nın kuluna, ameli karşılığı verdiği her
derecedeki bir şey, tam bir mükâfaattır. Bir de Hak Teâlâ, "Biz onların
mükâfaatlanndan bir şey noksanlaştırmadık" demiş olsaydı, şöyle de
denilebilirdi: Allah Teâlâ'nın, kuluna noksan ameline karşılık, tam ve bol
mükâfaat verdiği söylenebilir. Yine, babanın amelinin, hem babaya hem çocuğa
böl üstü rüldüğü söylenebilirdi.
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele var:[33]
"ve irnan
edenler" ifadesi, ne üzerine affedilmiştir? Deriz ki: Bu, "Şüphesiz
müttakîler..." ifadesine atıftır.[34]
Durum böyle olduğuna
göre, Cenâb-ı Hak niçin, "iman edenler" ifadesini
getirmiştir? Halbuki aynı gaye ve
maksad, "Biz
onlara, şahin gözlü hurileri eş yaptık"
(Tûr. 20) ifadesinden sonra, "Biz onların bu
soylarım da kendilerine kattık" ifadesi ile anlatılmıştır. Buna göre
kelamın takdiri, "Biz onlara, şahin gözlü hurileri eş yaptık ve onlara
soylannı kattık" şeklinde olur, (ne dersiniz?) Deriz ki: Bunda şöyle bir
hikmet vardır: Müttakîler, şirkten ve masiyyetten korunan, uzak duran
kimselerdir, dolayısıyla iman edip, salih amel işleyenlerdir. Bu ayette Cenâb-ı
Hak, "îman edenler,." buyurmuştur ki bu, "İmanları sayesinde,
çocukları cennetliklerden olanlar" demektir. Hem sonra baba, büyük günah olsun,
ısrarla küçük günah işlesin, çocuğu bundan ötürü cezalandırılmaz. Aksine bundan
ceza gören babadır. Çoğu kez oğul, babadan önce cennete girer. Burada mana ite
ilgili şöyle bir incelik vardır: Hadislerde yer aldığına göre, küçük çocuk
babasına şefaatçi olacaktır ki bu, babanın ceza göreceğine işarettir.[35]
Bu terkipten, farklı
bir terkip ve takdir yapmak, buna başka
bir mana vermek caiz midir? Deriz ki: Evet. İman
edenler..." ifadesinin, "şahin gözlü huriler" (Tûr, 20) ifadesine
affedilip, takdirî manasının, "Kardeşler halinde karşı
karşıya tahtlar
üzerindedirler"(Hicr, 47) ayetine bir işaret olmak üzere, "Biz onları
hurîerle ve iman edenlerle yaklaştırdık,
biraraya getirdik" seklinde olması mümkündür.
Bu da, "Biz, onların dağınık
hallerini, eşlerini, kardeşlerini ve ayetteki "soylarını tabî
kıldık" ifadesinden ötürü
çocuklarını biraraya topladık" demektir. Bu izahı Zemahşeri
yapmıştır, ama birinci izah daha güzel ve
daha doğrudur.
Eğer, "Allah
Teâlâ, onların arasını birleştirdikten sonra, bu izaha göre, bu hâdisenin, mazî
bir lâfızla anlatılması nasıl doğru olur?" denilirse, biz deriz ki: Bu
hususta, "Her nekadar birleşme zamanı sonra olacak ise de, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Biz onlan, hurilere eş yaptık" ifadesi, Allah'ın onları
bize, ta yarattığı günden eş kılması manasındadır" diyebiliriz.[36]
Ayette geçtiği üzere,
"zürriyet" kelimesi (bu husustaki kıraatlara göre) her iki yerde de
cemî; yine her iki yerde
de müfred olarak
okunduğu gibi, birincisi cemi, ikincisi müfret olarak da okunmuştur.
Binâenaleyh bu üçüncü kıraatin bir izahı var mı? Evet. Bunun sebebi, lafzî
değil, mana ile ilgilidir. Çünkü mü'mine, soyu, imanda tâbidir. Eğer zürriyeti
(soyu) olmasa bile, bu, o mü'minin bin tane çocuğu olsaydı bile, bunların iman
bakımından ona tabî sayılacaklarını gösterir. Ama zürriyeti ona katma işi ise,
hükmen değil, hakikaten olmaktadır. Dolayısıyla bu katma işi, mevcudlar
hakkındadır. Binâenaleyh bu demektir ki: Tabî olan zürriyet, katılanlardan daha
çoktur. Dolayısıyla birincisi cemî, ikincisi müfred olarak getirilmiştir.[37]
Ayetteki, "iman
ile" ifâdesinin nekire getirilmesindeki
hikmet nedir? Deriz ki: Bu. ya "tahsis"dir, ya
"tenkîr"dir. Sanki Cenâb-ı Hak, ya "Biz onlara zürriyetlerini, halis
bir iman sebebiyle
kattık" demek istemiştir, yahut da, "Biz onları onlara, ufacık bir
İman sebebiyle kattık" demek istemiştir. Çünkü çocukta tam manada bir iman
olmaz. Bunun delili ise şudur: İnsanın küçük bir çocuğu olsa, o çocuğun da
babası gibi mü'min olduğuna hükmedilir. Ama bulûğa erip de, açıkça kâfir olur
ve babasının yolundan gitmeyi kabul etmez ise, ona mürted denmeyeceği
söylenmiştir. Böylece onun sözü ile, tabî olmadığı ortaya çıkar. Yine bu
çocuğun mürted sayılacağı, çünkü, tıpkı aslı müslüman olan birisi gibi, mü'min
kabul edildikten sonra kâfir olmuş olduğu da söylenmiştir. Bu durumda, bu
ihtilaftan, insanın imanının kuvvetlenip artacağı anlaşılır. Bu iki izahı,
Zemahşerî yapmıştır.
Yapılan bu izahın
dışında, ayetten şöyle başka bir mananın kastedilmiş olması da
muhtemeldir: ve ayetlerindeki
"ba'z" ve "kül" kelimelerinin sonundaki tenvin gibi, bu
"iman" kelimesinin sonundaki tenvin de, muzafun ileyhten bedeldir.
Buna göre ayetin manası, "Biz onlara soylarını, onların imanı sebebiyle
kattık" şeklinde olur. Çünkü bu tâbi oluş, nasıl olursa olsun, kimden
olursa olsun, iman değildir. Burada söz konusu olan iman, atalarının imanıdır.
Fakat izafet, bir kaydı ve mutlak manada imanın (inancın) iman olmadığını
göstermektedir. Çünkü bir kimsenin, "ağaç suyu, nar suyu" demesi
doğrudur. Ama "su"yu izafetsiz olarak kullanması doğru değildir. O
halde ayetteki "iman" sözü, bu imanın onlara nisbet edilen bir iman
olduğu hissini verir ve bu tıpkı, "Bizim azabımızı gördükleri zaman, o
anda imanları, onlara fayda vermez" (Mü'min, 85) ayetinde ifade edildiği
gibidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "imanları" buyurup, imanı onlara izafe
etmiş, bunu izafetsiz olarak kullanmamıştır. Dolayısıyla, bu imanın, sahih bîr
iman olduğu bilindiği için, izafet murad edilerek, izafetsiz olarak
kullanılmıştır. Babaların imanı hariç, bunun dünyada bir imânı gerektirmeyeceği
anlaşılsın diye de, tenvin muzafun ileyhe bedel olarak getirilmiştir. Bu, güzel
bir izahtır.[38]
Cenâb-ı Hak daha
sonra "Herkes, kazana mukabilinde bir
rehindir" buyurmuştur. Vahidî şöyle der: Bu ifâde, yine cehennemliklerden
bahsetmektedir. Çünkü cehennemde rehin tutulan onlardır. Mü'min ise, rehin
tutulmaz. Çünkü Hak Teâlâ, "Ashab-ı yemîn müstesna, herkes kazana
mukabilinde bir rehindir" (Müdessir, 38-39) buyurmuştur. Bu, aynı zamanda
Mücâhid'in görüşüdür. Zemahşerî ise, bu ifâdenin, herkes hakkında umumî
olduğunu; çünkü herkesin, yaptığı amellere karşılık Allah katında rehin
tutulacağını; zira eğer kişinin yaptığı hayırlı ve güzel ameller ise, bağdan
çözülüp serbest bırakılacağını; aksi halde rehin olduğu için bağlı kalacağını
söylemiştir. Bundan anlaşılıyor ki bu, herkese âit, genel bir ifadedir.
Ayet hakkında şöyle
bir diğer izah daha yapılabilir: "Rehin", fa'îl vezninde, ism-i fail
manasında bir kelimedir. Buna göre mana, "Allah, her kişinin yaptığı şey
sebebiyle bir râhin yani
devamlı olduğunu en iyi bilendir. Eğer bu kimse iyilik yapıp, güzel amellerde
bulunmuş İse, cennette râhin, yani devamlı ve ebedîdir; yok eğer kötü ameller
yapmışsa, cehennemde ebedîdir" şeklindedir. Biz, dünyada amellerin
devamının, zatların devamı ile olacağını söylemiştik. Zira arazlar, ancak
cevherde sürüp giderler ve onda bulunurlar. Ahirette ise, zatların devamı,
amellerin devamı ile sağlanır. Çünkü Allah Teâlâ, o amelleri bakî bırakacak.
Zira onlar, Allah katında "bakî kalan sâlih amellerdir. Allah katında
olanlar ise bakîdir; bakî kalan amel de, onu yapanla birlikte bakî kalacaktır.[39]
"Onlara,
canlarının çekeceği meyveleri ve etleri bol bol verdik. Orada, birbirleriyle
Öyle kadeh çekişirler ki, o (içki) de ne bir saçmalama, ne de bir
günaha sokma (özelliği) var"
(Tur, 22-23).
Yani o ehl-i cennete,
bol bol yiyecek ve içecek veririz. Yiyecekler, meyve ve et; içecekler de, kapış
kapış aldıkları kadehlerdeki şeylerdir. Bu ayetin tefsirinde, bir takım
incelikler var:[40]
Birinci İncelik: Cenâb-ı Hak, "Biz onların nesillerini kendilerine kattık"
(Tür,21) buyurunca. dünyada hükümdarların âdeti olmak üzere, bol bol vereceğini
beyan etmiştir. Çünkü hükümdarlar, kölelerinden birisine verecekleri şeyi
ziyadesiyle verecekleri zaman, onların ekmek ve katıklarını artırırlar. Allah
Teâlâ da, yiyecek türlerinin en üstününü seçmiştir. Bu da, meyve ve ettir.
Çünkü bunlar, nimet ve bolluk içerisinde yüzenlerin yiyecekleridir. Hak Teâlâ,
"canlarının çekeceği" ifadesinde, pek çok güzel sıfatı toplamıştır.
Çünkü Allah Teâlâ, eğer, tek bir tür zikretmiş olsaydı, belki de bu tür
yiyecek, kimilerince pek sevilmeyen ve arzu edilmeyen birşey olabilirdi. İşte bundan
ötürü Cenâb-ı Hak, "Onlara, canlarının çekeceği (...) bol bol
verilir" buyurmuştur.
İmdi, eğer;
"Arzulamak ve canı çekmek, açlık gibi olup, bunda da bir tür elem ve acı
vardır" denilirse, biz deriz ki: Böyle değildir. Aksine "canı
çekme" işinde bir lezzet vardır. Allah Teâlâ da kulu, elem duyacağı bir
biçimde, arzulanan şey olmaksızın, insanı, arzu etme canı çekme duygusu içinde bırakmaz. Aksine
can çekilen şey, arzuyla birlikte mevcuttur. Dünyada İse insan ancak iki şeyden
birisi sebebiyle elem duyar: Ya gerçek bir arzu içinde olduğu halde, onun, arzu
ettiği şeye ulaşmaktan âciz
olması; yahut da, yanında pek çok yiyecek ve içecekler bulunduğu halde, onda
arzu ve isteğin tamamen yok olması sebebiyle... Bu sebeblerin ikisi de ahirette
yoktur.[41]
İkinci İncelik:
Cenâb-ı Hak, "Amellerinden bir şey de eksiltmedik" (Tûr, 21) buyurup,
eksilmenin söz konusu olmadığını belirtince, amellerin mükâfaatımn eksiksiz
hasıl olacağı anlaşılır. İşte bundan sonra Cenâb-ı Hak, eksiltmenin olmayışı,
sadece hakedilenin, müsavi (eşit) bir biçimde verilmesi yoluyla olmayıp, bir
başka yol ile de gerçekleşir. Bu da, ilave etmek ve mükâfaatı bol bol
vermektir. Buna göre eğer, "Allah Teâlâ, yeme ve içmeden çok bahsetmiştir.
Bazı arifler ise şöyle derler: Allah'ın has kullarının, onları yemekten,
içmekten ve Allah'tan başka herşeyden alıkoyup, sadece Allah ile oldukları bir
meşguliyetleri vardır?!" denilirse, biz deriz ki: Bu mükâfaatlar, amellere
karşılıktır. Bundan ötürü, Allah Teâlâ, "İyi amel etmiş oldukları
için" (Tûr, 19) ve "Yaptıklarına bir karşılık olmak üzere..."
(Secde. 17) buyurmuştur. Bilmelerinin karşılığına ise şu ayette işaret
edilmiştir: "Onlara cennette meyveler ve temenni ettikleri şey vardır:
Rabb-i rahimden sözle olan selam vardır" (Yasin, 57) yani, "Hem
canların sevinip, neşe duyacakları şeyler; hem de ruhların arzuladıkları
Allah'a yakınlık vardır."
Allah Teâlâ "Orada, birbirleriyle öyle kadeh
çekişirler ki..." buyurmuştur. Bu, yeme-içme için, bir meclise oturdukları
zaman, hükümdarların adeti üzere olan bir durumdur. Onlara, onlar içerken, bir
taraftan meyve ve etler getirilir. Ayetteki bu ifade, "Birbirlerinden
alıp-verirler" manasındadır. Buradaki fiilin "karşılıklı olarak
birbirinden kapmak, kapışmak, çekip almak" manasında olduğu da
söylenebilir. O zaman onlann bu çekiştirmeleri, kavga ve döğüşteki çekişme
türünden olmayıp, oyun ve eğlence türünden olur. Bunda da bir tür lezzet
vardır. Bu da, dünyadaki içki sofralarının halinin bir anlatımıdır. Çünkü
dünyadaki bu kimseler, çok içmekle övünüyorlar, ama çok yemekle övünmüyorlar.
Bu sebeple, onlardan birisi içtiğinde, diğerinin de, kendisi kadar içmesini
gerekli görürken; bu sofra arkadaşının yediği kadar yemesini gerekli görmüyor.[42]
Ayetteki "Onda ne bir saçmalama, ne de bir günaha
sokma (özelliği) var"
ifadesine gelince, buradaki "onda" zamirinin, cennete râcî olduğunu
söylesek de, kadehe (o içkiye) râcî olduğunu söylesek de birdir. Binâenaleyh bu
ikisinin zikredilmiş olması, içmenin daha önce zikredilmiş olması ve onun
dünyadaki hal üzere anlatılması sebebiyledir. Böylece Hak Teâlâ, "
Ahiretteki içmede, dünyadaki içmede olan mahzurlar olmadığını bildirmektedir.
Zira dünya sarhoşluğundaki saçmalama, aklın baştan gitmesi, günah ise şehvet ve
öfkenin ayaklanması sebebiyle olur. Cennette ise bu durumlar yoktur. Burada bir
üçüncü izah şekli de şöyle denilmesidir: Ahiret içkisi, dünya içkisinin
dokunduğu gibi dokunmaz, bu sebeple de o, günaha sürüklenmez, yani bir günaha
nisbet edilmez.
Bir dördüncü izah
şekli daha vardır ki: Bu da, "te'sîm" ile anlatılmak istenen şeyin
"sarhoşluk" olmasıdır. O zaman bu ifadede güzel bir tertib bulunmuş
olur. Çünkü insanlardan kimi sarhoş olur. Ama aklı yerinde olur ve sağa-soia
saldırgan olmaz. Bu sebeble de sakin durur, uyur; başkasına eziyet vermez,
kendisi eziyet görmez; saçmalamaz, sacmalayana da kulak vermez. Bazı içki
içenler ise, sağa-sola saldırır, onunla-bununla döğüşür. İşte bundan ötürü
Cenâb-ı Hak, "O içkide, ne bir saçmalama, ne de bir günaha sokma
vardır" buyurur.[43]
"O sedefleri
içinde gizlenmiş inci gibi civanlar da kendilerine (hizmet için)
etraflarında döner"
(Tür, 24).
Yani, o civanlar
kadehlerle (tepsilerle) dönüp, dolaşırlar. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ebediliğe
mazhar edilmiş evlatlar, (hizmet için) etrafta dolanır, maîn kaynağından dolu
büyük kablarla, ibriklerle ve kadehlerle... "(Vâkıâ,17-18) buyurmuştur.
Ayetteki, "kendilerine" kelimesi, onların, onlar üzerinde emir, nehiy
ve istihdam gibi tasarrufta bulunma kudretlerinin bulunduğunu açıklamak üzere
getirilmiş olup, "Bunlar, onların mülküdür" manasındadır. Meşhur olan
görüş budur.
Şöyle bir başka izah
da mümkündür: Allah Teâlâ, âhiret içkisinin dünya içkisinden üstün oluşunu
açıklayınca, bu sefer, ahiret delikanlılarının (gılmanlarının),dünya delikanlılarından
üstün olduğunu da beyan etmiştir. Çünkü dünya civanları (delikanlıları,
hizmetkârları), efendilerinin ve hükümdarlarının huzurunda dönüp
dolaştıklarında, ya bir fayda beklentisi, yahut da kendisine karşı müsamaha ve
sevginin artması gibi bir sebeb için, kendi menfaatlanna olmak üzere, onlar
etrafında dönüp dolaşmış olurlar. Ahiretteki bu dönüp dolaşma ise, o
gılmanların bu işi, sadece ehl-i cennet için, ehl-i cennet yararınadır ve
gılmanların onlara, ihtiyaçları yoktur. İşte durumu bu olan hizmetkârın, böyle
olmayanlara göre bir meziyeti vardır. Binâenaleyh gılman bazan, evlatlar
derecesine ulaşır. Ayetteki, "inci gibi" ifadesi, "saflık,
temizlik inci gibi" manasınadır. "Meknûn" (sedefleri içine
gizlenmiş) kelimesi de, renklerindeki berraklığın çok fazla olduğunu ifade
etmek, yahut da sahiblerinin yanından hiç çıkmamış, hiç görülmemiş olan hep
onların yanlarında kalan günyüzü görmemiş kimseler gibi olduğunu anlatmaktadır.[44]
"(Ehl-i cennet)
birbirine yönelip (hallerini) soruştururlar. Derler ki: "Doğrusu
biz, bundan evvel, ailemizin içinde
korkardık. İşte Allah bize lütfetti ve bizi
Semûm azabından korudu. Biz bundan evvel, O'na ibadet
ediyorduk.
Şüphesiz O, evet O,
ben ve rahimdir'(Tûr, 25-28).
Bu, onların dünyada
iken kendileri hakkında cereyan eden şeyi bildiklerine ve ondan bahsettiklerine
bir işarettir. Kâfir de böyledir: O da dünyada sahip olduğu nimetleri unutmaz.
Böylece, dünya hapishanesinden cennete, darlıktan-genişliğe geçmiş olduğunu
görmesi cehiteyle, âhirette mü'minin lezzeti ve sevinci artarken; şerefli
halden, telef haline ve nimet yurdundan çılgın ateşe geçmiş olduğunu görmesi
sebebiyle de, kâfirin elem ve üzüntüsü arttıkça artar. Daha sonra mü'minler,
dünyada iken içinde bulundukları korku ve haşyet halini hatırlarlar da,
"Doğrusu biz, bundan evvel, ailemizin içinde korkardık" derler. Bu,
onların, ulaştıkları âhiret halinin sebebini birbirine sormalarıdır. Böylece
onlar derler ki: Bu (âhiret saadetinin sebebi), Allah korkusudur. Çünkü biz
dünyada iken Allah'dan korkardık. Bundan dolayı Allah bize lütfetti ve bizi
(cehennemin o) sam yeli (gibi olan) azabından korudu."
Burada şöyle bir
incelik var: Onların korkuları dünyanın elden gitmesi, dünyadan (hayattan)
ayrılmaları ve dünyadaki dostlarını terketmeleh sebebiyle olmasıdır. Cennete
konduklarında ise, hatalarını (korkularının boşuna olduğunu) anlarlar.[45]
"Sen, hemen öğüt
vermekte devam et. Çünkü 'sen Rabbinin nimeti
sayesinde, ne bir kâhin, ne de bir mecnunsun. Yoksa,
"O, bir şair. Biz
onun,
zamanın felaketli hadiselerine (çarpılmasını) gözlüyoruz mu diyorlar?
De ki: "Bekleyin. Çünkü ben de
sizinle beraber bekleyenlerdenim"
(Tûr, 29-31).
Bu ayetin, kendinden
önceki ile olan münasebeti açıktır. Çünkü Allah Teâlâ, varlık aleminde, Allah'dan
korkan ve çoluk-cocuğu hakkında bir endişe içinde olan kimselerin olduğunu
beyan etmişti. Hz. Peygamber (s.a.s) de, "Tehdidinden korkana, Kur'ân ile
Öğüt ver" (Kâf. 45) ayetiyle, Allah'dan korkana öğüt vermekle
emrolunmuştur. Sırf Rasûl'ün işi ise sadece emrolunduğu şeyi, yerine
getirmesidir.
Bu ayetlerle ilgili
birkaç mesele var:[46]
Bu mesele, in
başındaki "fâ" edatıyia ilgilidir. Bu ifadenin, kendinden önceki
ayetle olan münasebeti biraz önce anlaşıldı. Binâenaleyh bu ayetlerin, fâ-i takibiyye
ile başlatılması güzel ve yerinde bir iştir.[47]
ıfadesindeki
"fâ"nın manası da.böylece anlaşılmış
olup, bu, "Sen bir kâhin değilsin. Binâenaleyh
değiştirme
ve onların hevâ-u
heveslerine uyma. Çünkü bu, yalancı ve
iftiracıların yoludur. Binâenaleyh sen, hatırlat,
vaz-u nasihat et, çünkü sen müzevvir
(yalancı) değilsin. İşte hatırlatmanın sebebi budur.[48]
Ayetteki "Biz onun, zamanın felaketli
hadiselerine (çarpılmasını) gözetliyoruz" ifadesinin, "Yoksa "O bir
şâir" mi diyorlar" ifadesindeki "şâir" ile alakası nedir?
Deriz ki: Bu hususta şu iki izah yapılabilir:
a) Araplar,
şâirlere eziyet etmekten, onlar hakkında ileri geri konuşmaktan sakınıyorlar,
bu hususta dillerini tutuyorlardı. Çünkü şiir, onlarca ezberlenir ve tedvin
edilir (toplanırdı) ve onlar, "Biz şimdilik onunla çekişemeyiz. Çünkü
onun, şiirin kuvvetiyle bize galib gelmesinden korkuyoruz. Bizim yolumuz,
sabretmek ve onun ölümünü beklemektir" demek istemişlerdir.
b) Hz.
Peygamber (s.a.s), "Hak, Allah'ın dinidir. Getirdiğim şeriat sonsuza kadar
sürüp gidecektir. Kitabım kıyamete kadar okunacak" diyordu. Bunun üzerine
de onlar, "Hiç de böyle değil. O bir şâirdir. Onun, ilahlarımız hakkında
söylediği şeyler, bir şiirdir. Onun bir yardımcısı ve destekçisi yoktur.
İlahlarımızdan ona, bela ve helak ulaşacaktır. Dolayısıyla onun için bunu
bekleyelim" diyorlardı.[49]
"Raybe'l-Menûn",
ne demektir? Deriz ki: "Menûn", ölüm
manasınadır,
"Menn" kökünden, fe'ûl
vezninde bir
kelimedir. "Menn" de "kesmek" demektir. Ölüm de,
lisanı
hayattan kesen birşeydir. İşte bundan ötürü, "menûn" adını
almıştır" denildiği gibi,
"Menûn, zaman manasınadır, "Rab"i de, "zamanın
belaları" demektir" de denilmiştir. Buna göre, ayetteki, ''gözlüyoruz"
ifadesiyle ilgili olarak,
şu izah da muhtemeldir: Bu "Muhammed (hâşâ) bir şâir olduğuna göre,
zamanın
belaları, onun zihnini zayıflatır; onda zayıflık ve gevşeklik meydana
getirir. Böylece
herkes, onun halinin
sahteliğini ve şiirinin kesâdını anlar" demektir.[50]
Peygamber (s.a.s)'e
emretmek,, emredilen şeyin yapılmasını gerektirdiği, en azından bunun mümkün
olduğunu ifade ettiği halde, Cenâb-ı
Hak niçin, "De
ki: Bekleyin!
buyurmuştur. Halbuki böyle bir bekleyiş
haramdır? (denilirse), biz deriz ki: Bu gerçek bir emir değil, bir tehdid olup,
"Bunu bekleyin, çünkü biz de sizin helakinizi bekliyoruz"
manasındadır. Bu tıpkı öfkeli bir efendinin kölesine, "istediğini yap. Ben
senin yaptıklarından habersiz değilim!" demesine benzer. Bu, o işin,
kendisine basit ve kolay olduğunu ifade eden bir emir olur. Bu yine tıpkı,
birisinin, kendisini, başka bir adamla tehdit edip, "Seni Zeyd'e şikayet
edeceğim" diyen birisine, "Şikâyetini yap" yani, "Bu, beni
üzmez, korkutmaz" demesi gibidir.
Burada şöyle bir
incelik de var: Eğer bu kimse, "Aman beni şikâyet etme" deseydi, bu,
onun korktuğunun delili olurdu ve böyle söylemesi ise korkuya ters düşerdi.
Dolayısıyla o, hem lafız, hem de mana bakımından tam bir cevab vermiştir. Buna
göre, "Eğer bu böyle olsaydı, Cenâb-ı Hak, "İster sabredin, ister
sabretmeyin" rrûr, 16) buyurduğu gibi, "İster bekleyin (gözleyin),
ister gözlemeyin" derdi" denilirse, biz deriz ki: Durum böyle
değildir. Çünkü bir kimse, bahsettiğimiz misalde, eğer, "İster beni
şikâyet et, ister şikâyet etme" demiş olsaydı, bu da, onun, o kişiden
korkmadığını ifade ederdi ama, "şikâyet et" deyince, bu kimse onda
korkunun zerresinin olmadığına delâlet eder ve böylece sanki, "Buna hiç
aldırmıyorum. Bunu sen düşünüyorsun. O halde, inandığının aksinin olduğunu
anlamam için, haydi yap yapacağım" demiş olur.[51]
Ayetteki, "Çünkü ben de sizinle beraber
bekleyenlerdenim" ifadesiyle ilgili şu izahlar yapılabilir:
1) Bu,
"Ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim. Ama ben, sizin helâlinizi
bekliyorum" demektir. O kâfirler, Bedir günü ve diğer (savaş) günlerinde
helak edilmişlerdir. Bu ekseri alimlerin izahıdır. Burada bizim söyleyeceğimiz
ise şudur: Bu ifadeyle ilgili, bir takım izahlar yapılabilir ve açıklaması
şöyledir: "Ayetteki, "Biz onun için, raybe'l-menûnu bekliyoruz"
cümlesindeki "menûn" ile, eğer Ölüm kastedilmiş ise, "Ben
de.sizinle beraber bekleyenlerdenim" ifadesi, "Ben de ölümden
korkuyorum. Onu ne kendim, ne başkası İçin istemem. Çünkü ben, öteye ne
gönderdiğimi (ahiret için neler yaptığımı) bilmiyorum. Ben ancak bir uyarıcıyım
ve Rabbimin dediği gibi, "Eğer (O peygamber) ölür veya öldürülürse,
gerisin geri mi döneceksiniz" (Al-iimran.144) diyorum. O halde siz benim
ölümümü bekleyin, ben de bekliyorum. Ama bu sizi sevindirmeyecek. Çünkü benden sonra,
beklediğinizi elde edemeyeceksiniz" demektir.
Bunun, şu manada
olduğu da ileri sürülmüştür: "Ölümümü bekleyiniz. Ben de sizin azab ile
ölümünüzü beklemekteyim."
Eğer,
"raybe'l-menûn" ile, zamanın belalarının sökün etmesinin
kastedildiğini söylersek, bu, "Zamanın akışının etkisini kabul etmemek
olur. Buna göre, sanki Hz. Peygamber (s.a.s), "Ben de sizinle beraber
onları gözleyenlerdenim. Böylece, sizin, helak edici olduğunu zannettiğiniz o
zamanın ne getireceğini ve o gelenden bana ne isabet edeceğini pek iyi göreceğiz"
demiş olur. Bu iki takdire göre de, diyoruz ki, Hz. Peygamber (s.a.s) de
onların beklediği şeyi beklemiştir. Fakat birinci takdirde, o şeyi (ölümü)
meydana geleceğine inanarak beklemiştir; ikincisinde ise, o şeyin birtesirinin
olmadığına inanarak ve bunu bilerek, onu beklemiştir. 8u tıpkı, olması
beklenilen şeyin, olmayacağına inanarak, "Ben de falancanın beklediğini
bekliyorum ki ne olduğunu göreyim" denilmesi tarzında bir ifadedir. Bu bökedir. Zira "Ben de
sizinle beraber gözleyenlerdenim" cümlesinde mef'ûlün (reybe'l-menûn
gözlenen şeyin ne olduğunun) -ayette zikrolunması sebebiyle terkedilmiş olması, mezkûr olmayan bir şeyin
yani "azab"ı kastederek terkedilmesinden daha münasiptir.
2) Bu,
"ben de zamanın tasarruflarını bekliyorum. Böylece onun bir tesirinin
olmadığı anlaşılacak" demektir. Binâenaleyh Hz. Peygamber (s.a.s) bu iki
izaha göre, onların başına bir belanın gelmesini gözlememiştir. Ama buna göre,
onlardan sonra kendisinin bekasını ve davasının yükselmesini
gözetlemekte-beklemektedir. Tercih ettiğimiz bu izahlara göre, Hz. Peygamber
(s.a.s), onların başına birşey gelmesini beklememiş ve "Ben de sizinle
beraber bekleyenlerdenim" demiştir.[52]
"Yoksa bunu,
kendilerine akılları mı emrediyor, yoksa onlar azgınlar güruhu
mudur?"
(Tûr. 32).
Buradaki edatı da, bahsettiğimiz gibi, em-i muttasıla
olup, "Onlara bir öğüt mü indi yoksa akılları mı bunu onlara
emrediyor?" demektir. Çünkü herşey, ya nakil yoluyla tesbit edilir, ya da
akılla... Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Nakfî bir şey mi var, yoksa onların
akıllan mı bu söylediklerini söylemelerini emretmiştir. Yoksa onlar aldanmış ve
azgın bir toplum mudurlar ki hakkında ne nakfî, ne de aklî bir delil bulunmayan
bir şeyi söylüyorlar" demek istemiştir
"Tuğyan",
günah işleyip, sınırı aşmak demektir. Zahiren kötü olan herşey, tuğyandır.
Nitekim Hak Teâlâ, "Su tuğyan edince (yükselince), biz onları gemiye
yükledik" (Haka, 11) buyurmuştur.
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele var:[53]
Ayetten, bahsettiğin
şeyler kastedildiğine göre, daha niçin, ayetin başı mahzuftur? Deriz ki:
Onların söyledikleri şeyin,
yokluğu malum olan bir nakle isnâd edilmiş olması inkâr edilemez. Fakat
onun bir aklî delile isnâd edilmesine gelince bu, onların bunun ma'kûl olduğunu
iddia edişlerinden ötürüdür. Onların tuğyan güruhu olmaları ise, gerçektir.
Dolayısıyla Allah Teâlâ, onların iddia ettiklerini özellikle ifade etmiş ve
böyle buyurmuştur. Binâenaleyh onlar, "Biz aklımıza uyup, böyle
söylüyoruz" derken, Allah Teâlâ, "Hayır, aksine onlar azgın bir
topluluktur" demiş, hakkında ihtilaf bulunan iki hususu zikretmiştir.[54]
Ayetteki,
"Akılları mı emrediyor" ifadesi, akla uygun olmayan şeylerin söylenilmemesi gerektiğine
bir işarettir. Aklen gerekli olan şeyin ise, söylenilmesi gerekir. Binâenaleyh
aklen vâcib olan herşey, emredilmiş olur mu?[55]
"Âlâm" ne
demektir? Deriz ki: Bu, "hilm"in çoğuludur ve hllm, akıl demektir.
Akıl ve hilm, mana bakımından aynı
bandandırlar. Çünkü akıl, insanı bağlar, zapteder.
Böylece kişi, olduğu yerden hareket edemeyen, bağlanmış bir deve gibi olur.
"Hulm" de, hilm kökünden olup, kişinin vakar ve sebatının sebebidir.
Aynen bunun gibi, akıllara, "menetmek" manasindaki "nehy"
masdarından olarak, "nühâ" denilmiştir.
Burada şöyle bir
incelik var: Hulm, Arapça'da, lügaten, uyuyan bir insanın bir rüya görüp de,
ihtilam olmasını, dolayısıyla gusletmesini gerektiren şeydir ki bu, kişinin
buluğa erişinin sebebidir ve o esnadan itibaren, insan mükellef olur. Allah
Teâlâ, hikmetinin inceliklerinden olmak üzere, şehveti akla bağlamıştır. Şehvet
ortaya çıktığında, aklın kemâle erdiği anlaşılır. Böylece Cenâb-ı Hak,
kendisine bağladığı şeye, yani ihtilam olmaya işaretle akla işaret etmiştir ki,
böylece o peygamberin, aklı mükemmel bir nezir (uyarıcı) olduğu anlaşılsın
diyeYoksa bu, insantn şirkten ve cehenneme girmeye adım atmaktan sakınmasına
vesile olan akla işaret değildir. Buna göre burada, biraz Önce bahsettiğimiz,
"insanın her ma'kul geleni söylemesi gerekmediğine, aksine ancak,
mükellefiye uygun düşecek ve onu doğrulayacak sakin, vakur ve asîl aktın
emrettiği şeyi söylemesi gerektiğini" hakikatini te'kîd vardır.[56]
Ayetteki, (bu) ifadesi neye işarettir? Deriz ki: Bu
hususta şu izahlar yapılabilir:
1) Bu,
kapalı bir hususa işaret olup, "onlardan söz ve fiil
olarak meydana gelen
şeyi akılları mı emrediyor?" dernektir. Çünkü onlar, putlara ve heykellere
ibadet ediyor ve bu saçma-sapan sözleri söylüyorlardı.
2) Bu, o
kâfirlerin, "o bir kâhin; o, bir şâir; o bir mecnun" gibi sözlerine
işarettir.
3) Bu, o
"beklemeye bir işarettir. Çünkü onlar, "Biz ... bekliyoruz
(gözlüyoruz)" deyince, Allah Teâlâ, "Helaklerini beklemeyi, onlara
akılları mı emrediyor. Çünkü peygamberlerinin helakini bekleyen her fert,
mutlaka helak olur" demiştir.[57]
Ayetin başındaki "hatta" manasına gelebilir mi?
Diyoruz ki: Evet ve bunun manası,
"Onlar, söz ile, "O bir
şâirdir" diyorlar. Hatta onun, böyle olduğuna
akılları ile de
İnanıyorlar.
Onların akıllarına bu yatıyor" şeklindedir. Yani, bu onlardan, akılları
devrede olmaksızın sudur etmiş bir söz
değildir. Aksine onlar, onun bir kâhin ve
mecnun olduğuna kesinkes inanıyorlar. Bunun böyle
olduğunun delili,
şeklindeki kıraattir. Fakat burada edatı açıktır, ifadesinde edatının
manasına gelmesi ise kapalıdır.[58]
"Yoksa, "Onu
kendisi uydurup söyledi" mi diyorlar? Hayır, hayır, onlar iman etmezler.
Öyle ise, onlar da, eğer doğru söyleyenlerse, onun gibi bir söz
getirsinler!"
(Tûr, 33-34).
Bu ayetler de,
"Yoksa "O bir şâirdir. Biz onun, zamanın felaketli hadiselerine
(çarpılmasını) gözlüyoruz" (Tur,30) ayetiyle ilgili olup, takdiri manası,
biraz önce de bahsettiğimiz gibi, "Sizler, "O bir kâhindir" mi
diyorsunuz, yoksa "O bir şâirdir" mi diyorsunuz, yoksa onun bu
Kur'ân'ı uydurduğunu mu söylüyorsun uz?" şeklindedir.
Cenâb-ı Hak, daha
sonra, bütün bu ihtimallerin batıl olduğunu beyan için, "Öyle ise,
onlarda, eğer doğru söyley enlerse, onun gibi bir söz getirsinler"
buyurmuştur ki bu, "Eğer o bir şâir ise, içinizde beliğ şâirler, zekî
kâhinler, irticalen nutuk atıp kasideler okuyanlar, hikâyeler-masallar
anlatanlar var. Uzun ve kısa olması farketmez, peygamberin getirdiği şeyin bir
benzerini, o halde, onlarda getirip söylesinler" demektir.
"Takavvul"
kelimesiyle, "yalan, murad edilmiş olup, burada şöyle ince bir manaya
işaret vardır: "Tefa'ül" babı, tekellüf ve bir şeyi, aslında öyle
olmadığı halde öyle göstermek için kullanılır. Nitekim aslında hasta olmadığı
halde kendisini hasta gösteren kimse hakkında, Arapça'da, deyimi kullanılır. Bu
durumda onlar, adetâ, "Bu bir yalan olup, bir söz değildir. Bu, ancak,
şeklî söze benzeyen, ama hakikatte böyle olmayan zoraki bir söz, yalan, yani
"takawül"dür" demek istediler. Onlar bu sözü, yalanlayan tarafın
doğru sözlü olduğunu ortaya koymak için böyle dediler. Ayetteki, "Hayır,
hayır, onlar iman etmezler" cümlesi de, şu hususu beyan etmektedir: Onlar,
vahiy inerken, mu'cizeler görüp müşahede ediyorlardı. Binâenaleyh bu durum,
onların, o peygambere başkalarının yanında şehâdet etmelerini ve sahabe
(r.a)'nin olduğu gibi, mü'minler için, birer yıldız olmalarını gerektirirdi..
Halbuki onlar, böyle olmaları şöyle dursun, yıldızdan daha az bile olamadılar.
Bu daha aşağı olup da, onların meselâ, bunları görüp müşahede etmeyen ve
kendileri nezdinde bunların bu şekilde zuhur edip meydana gelmediği mü'minler
topluluğundan birisi olmalarıydı (en azından bir mü'min olmaları...).
Ayetteki, ifâdesinin başındaki fâ, takîbiyye fâ'sı
olup bu, "Durum böyle olduğuna göre, kendi sözlerini doğruya, peygamberin
sözünü de yalana çıkarabilmeleri için onların, o peygamberin getirdiği şeyin
bir mislini ve benzerini getirmeleri vâcib olur..." demektir. Bu ifâdeyle
ilgili birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis:
Bazı ulemâ, ayetteki ifâdesinin, bir işi
veya bir fiili yapabileceğini iddia eden kimseye, bir kimsenin söylemiş olduğu
ve onu acze düşürmeyi amaçlayan
bir emir olduğunu; ki, bunu söyleyenin maksadının da karşı tarafın bundan âciz
olduğunu ortaya koymak olduğunu söylemişlerdir. Görünen odur ki, buradaki emir,
hakikati üzere bırakılmış olan bir emirdir. Çünkü, Cenâb-ı Hak, mutlak olarak
getiriniz dememiş, tam aksine O, "Eğer doğru söyieyenlerse, onun gibi bir
söz getirsinler.." buyurmuştur. Bu takdire göre, şart bulundu mu, onu
getirmekte vâcib olur. Allah'ın kelâmında acze düşüren emir ise, Cenâb-ı
Hakk'ın "Allah güneşi doğudan getiriyor. Haydi sen de onu batıdan
getir" deyince ise, o kâfir şaşırıp kalmıştı.." (Bakara, 258)
ayetindeki, "getir" emridir. Bu, onların (bazı ulemânın) sözlerinde
bir eksiklik meydana getirecek bir konu değildir.
İkinci Bahis:
Mu'tezile, "Ayetteki kelimesi, (muhdes) anlamındadır. Allah, Kur'ân'a
"hadîs" adını verdiğine göre Kur'ân, muhdes olmuş olur"
demektedir. Biz deriz ki: "Hadîs", müşterek bir kelime olup, hem
"muhdes" hem de "kadîm" için kullanılır. İşte bundan
dolayı, "evveliyeti yoktur" anlamında değil de, "zamanı çok
eski, geçmiş" manasında, "Bu, kadîm bir sözdür" denilebilmiştir.
Bunda münakaşa yoktur,.[59]
Üçüncü Bahis:
Nahivciler şöyle demektedirler: "Sıfat mevsûfuna, marifelik ve nekirelik
bakımından uyar. Ne var ki, mevsûf olan "hadis" sözü nekiredir
(belirsizdir). (Sıfat olan) "misi" kelimesi ise, Kur'ân'a râci olan
zamire muzaftır. Marife'ye muzâf olan ise mahfedir, o halde bu nasıl olur? Biz
deriz ki: "Misi" ve "gayr" kelimeleri izafetle marife
olamazlar. Bunlar gibi olan her şeyde böyle olup, bunun sebebi şudur:
"Gayr, misi, vb. ifâdeler, son derece belirsizdirler.. Çünkü sen meselâ,
"Zeyd gibi olan hiçbir şey görmedim" dediğinde bu ifâde, her şeyi
içine alan bir ifade olmuş olur. Çünkü herşey, "şey" olması açısından
Zeyd gibidir. O halde cansız varlıklar, cisim, hacim ve mümkin varlıklar
olmaları açısından, Zeyd gibidirler. Bitkiler, büyüme, gelişme, solma ve yok
olma açılarından, Zeyd gibidirler. Canlılar, hareket etme, algılama ve diğer
vasıflar açısından Zeyd gibidirler. "Gayr" kelimesi muzâf
kılındığında, belirsiz olur. Ama, izâfetsiz kullanıldığında, çoğu kez marife
olur. Çünkü
meselâ sen,
"Zeyd'den başkası..." dediğin zaman, son derece kapalı olur. Zira bu,
sınırsız şeyleri içine alır. İzâfetsiz kullandığında ise, sen çoğu kez,
"gayr" ve "muğayeret" ifâdelerinin aynı babtan olduğunu
söylersin ki, tağayyür kelimesi de böyledir, böylece "gayr"
kelimesini ya cins isimler gibi kılmış, yahutta onu mübtedâ tutarak belli bir
manayı kastetmiş olursun.
Dördüncü Bahis:
Ayetteki, ifâdesi, "Eğer onlar,
"o onu uydurdu" sözlerinde sâdık kimseler iseler" demektir ki
biz bunun, geçmişle ilgili olduğunu ve bu sözün, "o, kâhindir; o,
mecnûndur; o, şâirdir; o, uydurandır" şeklinde varid olduğunu söylemiştik.
Buna göre buradaki ifâdenin anlamı, "Eğer onlar ileri sürdükleri bu şeyler
hususunda sadık kimseler iseler, onlara Kur'ân'ın mislini getirmek basit
olmalıdır. Bu imkânsız olduğuna göre, onlar bütün bu söyledikleri hususlarda
yalancıdırlar.." demektir.[60]
Beşinci Bahis:
Biz, Kur'ân'ın bir mu'cize olduğunu ve bunda herhangi bir şüphenin
bulunmadığını belirtmiştik. Çünkü insanlar meydan okuma esnasında, buna yakın
şeyin mislini bile getirmekten âciz kalmışlardır. Kur'ân'ın mu'cize oluşuna
gelince, bu, fesâhatından ötürü olup, bu, ehl-i sünnetin ekserisinin görüşüdür.
Yine bunun mu'cize oluşu, Allah'ın, insanların akıllarını bunun mislini
getirmekten alıkoymasından, çevirdiğinden ve lisânlarını buna yakın olan bir
şeyi getirmekten men edip bağlaması sebebiyledir. Güç yetirilebilen bir şeyi
getirmeye kadir olanı ondan men etmek, başkasının kadir olamayacağı bir işi,
başkasının yapması gibidir. Zira, bir başkasına, "Ben şu dağı hareket
ettireceğim" diyen kimsenin bu sözü imkânsız görülür. Ve yine bu kimse,
"Öyle bir iş yapacağım ki, o durumda mahluklar bir olmasa bile yerinden
kaldıramayacaklar" dese, bu da imkân harici görülür. Bunların her ikisi
de, iddia ile birlikte olursa mucize sayılır. Nitekim bu, bazı kelâmcıların
görüşüdür. Ve bunda bozuk bir taraf da yoktur.[61]
"Yoksa onlar, bir
Halik olmaksızın mı yaratıldılar? Yahut, yaratıcıları kendileri
midir? (Tûr, 35).
Buradaki edatının,
manasında olmadığında ihtilâf yoktur. Ne var ki, müfessirlerin ekserisi,
bununla, bu ayetin başında bulunan (bulunması gerekli) olan istifhamın
kastedildiği kanaatindedirler. Bu istifham da, ya hemzedir, yahutta 'dir. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, demiş olur. Bunun, sözün arasında gelen,
istifham için getirilmiş olduğu; takdirinin de, "Onlar yaratılmadılar mı?
Yoksa onlar, bir Halıksız olarak mı yaratıldılar? Yoksa, yaratıcıları kendileri
midirler?" şeklinde olduğu da söylenebilir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele
vardır:[62]
Bu ayetin mukabili ile
münasebeti nedir? Biz deriz ki, onlar
Hz. Peygamber (s.a.s)'i yalanlayıp, onun kâhin, mecnûn
ve şâir olduğunu söyleyip, Allah da
peygamberini bütün
bunlardan
aklayınca, onlann yalanlarını boşa çıkarmak için, Peygamberinin doğruluğuna
dair delili getirmiş ve bu işe ilk önce onların kendi nefislerinden
başlamıştır. Buna göre Cenâb-ı Hak adetâ, "Kendilerinde, (nefislerinde),
onun doğru olduğunun delili bulunurken, onlar daha nasıl onu yalanlıyorlar?"
demek istemiştir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın sözü üç şey, yani kendisinin birliği
(tevhîd), haşir ve risâlet (peygamberlik) müessesi hakkındadır. Binâenaleyh,
onların nefislerinde o peygamberin doğruluğunun anlaşılacağı şey bulunmaktadır.
Ki, bunun izahı şudur:
Onlar, yaratılmış
varlıklardır. Beyân ettiğimiz veçhile, her şeyde O'nun birliğine delâlet eden,
bir delil vardır. Bu ise, tevhid delilidir. Biz bunun nasıl izah edileceğini,
defalarca beyân ettik, bunu tekrarlamıyoruz.. Haşre gelince, ilk yaratma işi,
dirilişin imkânının delilidir. Bu söylediklerimizin delili de, Allah Teâlâ'nın,
bu istifhamları, "Yoksa onların, Allah 'tan başka ilahları mı vardır?
Allah onlann şirk koşmalarından münezzehtir" (Tûr, 43) ifadesiyle
bitirmesidir.[63]
Durum, bahsettiğin
şekilde olduğuna göre, daha niçin,
"yaratılmadılar mı?" ifadesi hazfedilmiştir?!"
denilirse, biz deriz ki: Bunun imkânsız
olduğu, bu ifâde varken, buna muhalefet etmenin izahının yapılamayacağı bir
biçimde olmasından dolayıdır.
Buna göre şayet,
"o halde, daha niçin Cenâb-ı Hak ayetin başına "yaratılmadılar
mı?" ifâdesini getirmemiş de, aksine, "Yoksa onlar, bir Hâlıksız
olarak mı yaratıldılar?" demiştir'' denilirse, biz deriz ki: Onların
yaratılmamış olmadıklarının açık ve malûm olmasından dolayıdır bu. (yani,
onların yaratılmış olduğu açık seçiktir). Mezkûr olan ifâde de, bu işin bâtıl
ve imkânsızz oluşunun açık ve seçik olması bakımından, zikredilmemiş olan
yakındır. Buna göre şayet, ifâdesinin
de batıl olduğu açıktır. Zira onlar, hem kendilerini topraktan, sudan ve
nutfeden yaratıldıklarını bilmektedirler" denilirse biz deriz ki: Batıl
olma açısından birinci şık açıktır. Çünkü, onların yaratılmamış olduklarını
iddia eden kimse zarurî, zorunlu olanı inkâr etmiş olur ki, bunu inkâr eden,
pek kesin bir şeyi inkâr etmiş olur.[64]
ifâdesi ile ne
kastedilmiştir? Deriz ki: Bu hususta bir takım
izahlar yapılmıştır: Nakle
dayanan İzahlar şunlardır:
a)
"Onlar, yaratıcısız mı yaratılmışlardır?"
b)
"Onlar, bir şey için değil, boş yere mi yaratılmışlardır?"
c)
"Onlar, babasız annesiz mi yaratılmışlardır?" Bu ifâdenin manasının,
"onlar topraktan yahut sudan yaratılmadılar mı?" şeklinde olması da
muhtemel olup, bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz sizi hakîr bir sudan
yaratmadık mı?" (Murselât, 20) ifadesidir. İkinci istifhamın olumsuzluk
değil, aksine müsbet anlamda olduğu da söylenebilir. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Sizler mi onu yaratıyorsunuz, yoksa yaratıcı Biz miyiz?" (Vakıa,
59); "Sizler mi onu ekiyorsunuz, yoksa ekiciler biz miyiz?" (Vakıa,64);
"Sizler mi onun ağacını inşâ ettiniz, yoksa inşâ ediciler Biz
miyiz?!" (Vakıa,7Z) buyurmuştur. Bütün bu istifhamlar, birincisinde
olumsuz, ikincisinde olumludur. İşte burada da Cenâb-ı Hak, buyurmuştur ki, bu "İşte bu ikincisi
doğrudur" demek olup, bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "İnsanın üzerine uzun
devirden öyle bir zaman geldi ki o, adı sanı anılan bir şey değildi..
"(Dehr, 1) ayetinde olduğu gibidir.
İmdi eğer, "Adem
topraktan yaratılmışken, bu müsbet mâna nasıl olabilir?" denilirse, biz
deriz ki: Toprak, şeysiz yaratılmıştır. Binâenaleyh, insanın yaratılışı
hususunda düşünüp, bu tefekkürünü onun yaratılışının başlangıcına vardığında,
insanın şeysiz olarak yaratıldığını
görürsün. Yahut da şöyle deriz: Bu ifâde ile, "Yoksa onlar, mezkûr veya
muteber olan bir şey olmaksızın mı, yani o hakir şey olmaksızın mı, yani o
hakir su olmadan mı yaratüıldılar" manası kastedilmiştir.[65]
Ayette bahsedilen bu
üç şeyin zikredilmiş olmasının izahı nasıl yapılabilir? Biz deriz ki bu üç şey,
her biri vahdâniyyet
ve haşr görüşüne mâni
olan tertipli ve sıraya konulmuş bir takım sözlerdir. Ki Cenâb-ı Hak bunları
sırasıyla sorarak, "Onlar hiç yaratılmadılar mı ki, bundan dolayı, yani
îcâd etmenin ve yaratmanın mevcut olmayışından dolayı tevhidi (Benim birliğimi);
ilk yaratılış olmadığı için de haşri inkâr ediyorlar!?. Yoksa onlar, şeysiz mi
yaratıldılar? Yani, yoksa onlar, kendilerinin bir şey olmadan yaratıldığını,
dolayısıyla da "iâde"nin, ikinci kez yaratmanın olmayacağını mı
söylüyorlar?" demektir ki, bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Yoksa siz,
bizim sizi boş yere yaratmış olduğumuzu mu sandınız?!" (Mü'minûn, 115)
ayeti gibidir.
Bizim, "Bununla
kastedilen, "Toprak ve su olmadan mı yaratıldılar?" manasıdır.."
şeklindeki görüşümüze gelince, bunun izahı açık olup, bu da şöyledir: Yaratma
işi, bir şey'den olmayıp, tam aksine yoktan var etme şeklinde olmuş olsaydı, o
zaman o şeyin mahlûk olduğu, bazı ahmak kimselere meçhul katırdı. İşte bundan
dolayı bazıları, şöyle demişlerdir: Semâ, tesadüfen yükselmiş ve yaratıcı
olmadan meydana gelmiştir. Ama insanın, ilk önce nutfe, sonra "
'alaka", sonra bir çiğnem et parçası, sonra et ve kemik... olmasına
gelince, onun bu değişik hallerini görüp müşahede ettikten sonra, onun bu
şekilde yaratılmış olduğunu inkâr etmek hiç kimse için
mümkün değildir. İşte
bundan dolayı Cenâb-ı Hak yani,
"Onlara, yaratılışlarının şekli kapalı gelecek bir biçimde mi
yaratıldılar?" demektir. Ki bu da, "Onlar, başlangıçla kendileri
üzerinden bazı haller geçmeksizin, yani onlar o haller içinde önce toprak sonra
su, sonra da nutfe olmaksızın, doğrudan doğruya mı yaratıldılar? Hayır, onlar,
böyle olmadılar. Tam aksine onlar, bu sayılan şeylerden bir şey idiler ve o
şeyden yaratıldılar. Binâenaleyh onlar, "şeysiz" yaratılmadlar ki,
vahdâniyyeti inkâr edebilsinler!.." demektir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı
Hak "Sizi analarınızın karınlarında, üç karanlık içinde, bir yaratılıştan
sonra öbür yaratılışa dönüştürerek yaratıp duruyor" (Zümer, 6)
buyurmuştur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Biz insanı nutfeden yarattık..
"(Mû'minûn,13) sözünü çokça zikretmiştir. "Biz sizi, hakir bir sudan
yaratmadık mı?" (Mür»iât, 20» sözü, burada zikredilen bu iki durumu da
içine alır.. Çünkü, "sizi... sudan yaratmadık mı?" ifadesinin,
yaratma işinin nefyedilmesi ile toplamın nefyedilmiş olmasına delalet etmesi
muhtemeldir. Böylece Cenab-ı Hak sanki "Sizler, su bulunmaksızın mı
yaratıldınız" demiş olur.
Hak Teâlâ'ntn,
"Yoksa onlar bir şeysiz olarak mı yaratıldılar" ifadesi ile,
"Yaratıcı olmaksızın mı yaratıldılar" manası kastedilmiştir
diyenlerin görüşüne göre, ayette güzel bir tertip (sıra) var. Çünkü yaratıcının
olmadığını söylemek, ya âlemin mahluk, dolayısıyla da "mümkin" varlık
olmadığını (vâcibû'l-vucûd olduğunu) söylemekle olur, yahut da âlemin mümkin
olduğunu, ama muhtaç olmadığını söylemekle olur ve bu durumda, "mümkin
varlık", herhangi bir müessir olmadan meydana gelmiş olur ki, her iki
ihtimal de imkânsızdır. Ama Cenâb-ı Hakk'ın, "Yahut yaratıcûar kendileri
midir?" ifadesi, "mahlûkatı
yaratanlar onlar mı? Böylece yaratan kimse, işinin çokluğundan ötürü acze
düşer. Çünkü insanın adeti, yaratmadan (iş yapmaktan) ötürü yorulmaktır.
Dolayısıyla onlara, "Onlar yaratılmadılar mı?" diye sormak, oniarın
bir ilahı olduğunu isbat etmez. "Yoksa bir şeysiz olarak mı
yaratıldılar" da, bundan ötürü, yaratma işi onlara saklı kaldı. Yoksa
onlar, yaratıcıyı, kendileri gibi mi kabul edip, O'na acziyyeti nisbet
ettiler" demektir. Bu ifadenin bir benzeri de Hak Teâlâ'nın, "Ya biz,
ilk yaratışta acz mi gösterdik"(Kaf, 15) ayetidir. Bu, haşre nisbetle
böyledir. Fakat Cenâb-ı Hakk'ın tevhidine nisbetle, bu ifadeler, onlara bir
cevabtır. Çünkü onlar, "Bu işler, farklı şeylerdir. Neticelerin farklı
oluşu, müessirlerinin de farklı olduğuna delâlet eder" demişlerdir ve
onlar, "O, bütün tanrıları bir tek Tanrı mı yapmış?" (Sad,5)
demişlerdir. Bunun üzerine Hak Teâlâ, "Yahut, yaratıcıları kendileri
midir?" buyurmuştur. Çünkü fırıncı, terzi; terzi de duvar ustası olamaz.
Bunlardan herbirini, başka işle meşgul olmaktan alıkoyan bir işi vardır.[66]
"Yoksa gökleri ve
yeri onlar mı yarattılar? Hayır, hayır onlar, iyi bilmiyorlar"
(Tur, 36).
Bu ayetle ilgili şu
izahlar yapılabilir:
1) Zemahşerî'nin
tercih ettiği görüşe göre bu, "Onlar, kendilerinin yaratılmış olduklarını
kesin kes bilmiyor, inanmıyorlar" demektir. Bu durumda ifade, "Onlara
gökleri ve yeri kim yarattı?" diye soracak olursan, onlar,
"Allah" derler" (Lokman, 35) ayetinin manasında olur ki,
bu da "Onlar Allah'ın yaratıcı olduğunu ama, kendilerini yaratmadığını
söylüyorlar" demek olur.
2) Bu, "Yoksa onlar Allah'ın bir olduğunu
bilmiyorlar mı?" demek olur. Bu da, "Durum böyle değildir, yani,
"Bunları onlar yaratmadılar ve Allah'ın bir olduğunu da bilmiyorlar"
manasına gelir.
3) Mef'ûlü
zikretmemek, burada fiili tamamen nefyetme manasını ifade eder, yani
"onlarda bilme kabiliyeti yok" manasına gelir. Nitekim bir kişinin
mezhebini-yolunu beyan etmek İçin, mef'ûl (inandığı veya inanmadığı şey)
belirtilmeksizin, "Falanca mü'min değildir veya filanca kâfir
değildir" denilir. Bu durumda ayetin takdiri, "Gökten ve yeri onlar
yaratmadılar. Onlar bu delillere de iyice inanmıyorlar. Hatta hertûrlû delil ve
mucizeyi getirsen bile, asla inanmayacak, bilmeyecekler" şeklindedir.
Bunun böyle olduğunun delili, Hak Teâlâ'nın ileride getirdiği, "Eğer
gökten bir parça düştüğünü görseler, "Bu, birbiri üstüne yığılmış (kesîf)
bir bulut" derler" (Tur, 44)
ayetidir. Tefsir ettiğimiz ayet, afakî (dış
dünyamızdaki) delillere, bundan önceki ayet de, enfüsî (iç dünyamızdaki)
delillere işarettir.[67]
"Yoksa Rabbinin
hazineleri onların yanında mı? Yoksa onlar, hakim ve gâlib
kimseler mi?"
(Tûr, 37).
Bu ayetle ilgili
olarak şu izahlar yapılabilir:
a) Ayetteki,
"hazineler" ile, rahmet hazineleri; veya
b) "Gaybın
hazineleri" kastedilmiştir.
c) Bu,
insanlara kapalı, ilahî sırlara bir işarettir.
d) Bu,
insanın görmediği ve duymadığı çeşitli mahlûkat hazineleridir. Bu izahlardan,
ilk ikisi nakle, son ikisi ise istinbata (tefekküre) dayanmaktadır.[68]
Ayetteki "Yoksa
onlar, hakîm ve gâlib kimseler mi?" ifadesi de, bu reddiyeyi tamamlayan
bir ifadedir. Çünkü Cenâb-ı Hak böyle söyleyince, onların Allah'ın
rahmetinin-hazinelerinin bekçileri olmadıklarını, dolayısıyla Allah'ın
hazinelerini bilemeyeceklerine işaret etmiştir. Onların sırf bekçileri
olmayışları, o hazineleri bilmemeyi gerektirmez. Zira o bekçilerin, hazineyi
görmüş olmaları mümkündür. Çünkü hazineyi bilmek, hazinenin görevlisi ile
kâtibinin (muhasibinin) işidir. İşte bu sebeble Hak Teâlâ, "Sizler, ne
bekçiler, ne de hazinelerde görevli kâtiblersiniz" demek istemiştir.
"Musaytır" kelimesinin, "hazinenin yazıcıları" manasına
alınması, uzak birşey değil. Çünkü bu kelimenin kökü "satır"a delâlet
eder. "Satır" da, yazmada-kitabta olur. "Musaytır"ın,
"hükümran ve musallat" manasında olduğu da söylenmiştir. Bu kelime
(sin) ile ve (sâd) ile okunur. ile
birlikte olan sinlerin pek çoğu sâd şeklinde de okunmuştur. Nitekim Hak
Teâlâ, ile (Gâşiye, 22) buyurmuştur. Bu
kelime sâd ile şeklinde de okunmuştur.[69]
"Yoksa onlara ait
bir merdiven vardı da, onun üstüne çıkıp (göğü mü) dinliyorlar? Öyle ise,
dinleyicileri, açık bir burhan getirsin"
(Tûr, 38).
Bu ayet de, ilgili
delili tamamlayan bir ifadedir. Çünkü hazinedar ve kâtib olmayanlar da, bazan
ilgili işe, bekçiden ve kâtibten duymak suretiyle muttali olurlar. İşte bu
sebeble Hak Teâlâ, "Siz ne bekçi, ne kâtibsiniz ve ne de bunlarla biraraya
geldiniz. Çünkü hazinelerimin bekçi ve kâtibleri meleklerdir. Siz onların
yanına da çıkamazsınız" buyurmuştur.
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele var:[70]
Ayetin maksadı, göğe
çıkarılmayacağını, tırmanılamayacağını anlatmaktır. Binâenaleyh onların
merdivenleri
olmadığını
söylemekten, onların göğe tırmanmadıkları manası çıkmaz. Öyleyse buna ne
şekilde cevap verilir? Deriz ki: Onların merdivenlerinin olmadığını söylemek,
tırmanamayacaklarını söylemekten, yani göğü dinleyemeyeceklerini söylemekten
daha beliğdir. Ayetin sonu da, bu manaların hepsini kapsamaktadır. Çünkü Hak
Teâlâ, "Öyle ise dinleyicileri, açık bir burhan getirsin"
buyurmuştur.[71]
Merdivenin içinde
dinlenilmez, ancak üzerinde dinlenilir. O halde, "O merdivenin içinde
(göğü) mü dinliyorlar?" ifadesini nasıl izah edebiliriz? Buna şu iki
şekilde cevap veririz:
a) Zemahşerî'nin
söylediğine göre bu ifade, "O merdivenden çıkarak" takdirindedir.
b)
Vahidî'nin belirttiğine göre buradaki "fî" harf-i cerri, (üzerinde) manasındadır. Nitekim "Sizi, hurma dallanna
asacağım"(Tahâ, 71) ayetindeki edatı
manasındadır. Her iki izahta da, bir takdir ve tebdil söz konusu olduğu
için, bunlar zayıftır.[72]
Niçin,
"dinliyorlar" fiilinin mef'ûlü (yani dinlenilen şey) zikredilmemiştir
ve bu mef'ûl nedir? Deriz ki: Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:
a)
Dinlenilmek istenen şey, vahiydir. Buna göre mana, "O kâfirlerin, üzerine
tırmanıp, vahyi dinleyecekleri bir merdivenleri mi var?" şeklinde olur.
b) Bu.
"Onlar, "O bir şâirdir. Allah'ın ortakları var. Haşr olmayacak"
gibi sözleri mi bu merdivene çıkıp dinlediler duydular" demektir.
c) Bu
ifadede mef'ûl direkt olarak terkedilmiştir. Allah Teâlâ sanki, "Onların
göğü dinleme güçleri mi var ki, O (Muhammed (s.a.s)'in) peygamber olmadığını ve
sözünün, Allah'dan olmadığını bilebiliyor" demek istemiştir.[73]
Cenâb-ı Hak buyurmuş "Onun
Kur'ân'ın
benzen bir söz getirsinler" (Tur,
34) dediği gibi, "Getirsinler"
dememiştir (niçin)?
Deriz ki: Allah Teâlâ, onlardan, doğru olmaları farzedilmesi halinde, daha
basit birşeyi yapmalarını istemiştir. Böylece onların, Kur'ân'ın bir benzerini
yapmak için biraraya gelmeleri, görüşlerinin bâtıl olduğuna daha fazla delâlet
eder. İşte bu sebeble Allah Teâlâ orada, "Onun benzeri bir söz
getirsinler" (Tur, 34) demiştir ki
bu, "Bu hususta biraraya gelin, birbirinize destek olun ve onun benzeri
birşey yapın (söyleyin). Çünkü bu iş, birlikte yapıldığında daha basit ve kolay
olur. Ama hep birden bir merdivene çıkmak imkânsızdır. Çünkü merdivene teker
teker çıkılır ve en üst noktada sadece bir kişi bulunur" demektir. İşte bu
sebeble Cenâb-ı Hak, (müfred olarak) "Dinleyicileri... getirsin"
demiştir ki bu, "Merdivenin o en üstünde olan tek kişi, duyduğu şeyi
getirsin, söylesin" demektir.[74]
Ayetteki,
"sultan-ı mübîn" (açık bir burhan) tabirinden
maksad nedir? Deriz ki: Bu, şöyle bir inceliğe
işarettir: Eğer
Allah
Teâlâ onlardan duydukları şeyi istemiş ve onlara,
"Haydi duyanları, duyduğunuzu getirip
söyleyin" denildiğinde, birisi, "Falan falan
şeyleri deyip, uydurduğu şeyleri
söyleyebilirdi. İşte bundan dolayı Hak Teâlâ, "Hayır,
aksine bunda gerekli olan, bunu
söyleyenin, söylediği şeyin gökten duyulduğuna
dâir delil getirmesidir" demiştir.[75]
"Yoksa kızlar
O'nun (Allah'ın), oğullar sizin mi?"
(Tur, 39).
Bu, Cenâb-ı Hakk'ın
ortakları olmadığına ve o kâfirlerin söyledikleri şeyin yanlış olduğuna bir
başka yolla işaret etmektir. O yol da şudur: Tasarruf (yetki) sahibi kimse,
âciz olduğu için, ortaklara muhtaç olur. Halbuki Allah Teâlâ, mutlak kadirdir.
Dolayısıyla O'nun ortaklan (ortaklara ihtiyacı) yoktur. Çünkü o kâfirler,
"Biz, bu putları ve diğer taptığımız şeyleri, Allah'ın ortakları
saymıyoruz. Bunlara, Allah'ın kızları olduğu için saygı gösteriyoruz"
diyorlardı. İşte bundan dolayı Hak Teâlâ da, "kızları da, erkekleri de
Allah yarattığı halde, siz daha nasıl, kızları O'na nisbet ediyorsunuz. Kızları
ve erkekleri, insanlar ölüp gittiği için (nesil sürsün diye) yaratmıştır. Eğer
doğum hadisesi olmasaydı, nesiller sona erer, asıllar, yerlerine fasıllar
(kendilerinden çıkan dallar) geçmeksizin ortadan kalkıp yok olurlardı. İşte
bundan Ötürü Allah Teâlâ üremeyi takdir etmiş, yine bu sebeble cennette üreme
olmayacaktır. Çünkü âhiret yurdu, beka yurdudur. Orada babaların ölümü söz
konusu değildir ki, oğullar yaratmak suretiyle, imâr ve nesli devam işi
sürdürülsün. Bunun böyle olduğu sabit olunca,
çocuk, babasının yok
olması durumuna karşılık yaratılmıştır. Hak Teâlâ işte bundan ötürü, Al-i İmrân
Sûresi'nin başında, "(Allah) hayy (diri) ve Kayyûm'dur"(Ai-i imrân, 3
buyurmuştur ki bu, "Allah, hiç Ölmeyen bir diridir. Dolayısıyla kendisine
vâris olacak bir çocuğa ihtiyacı yoktur. O, değişmeyen ve zayıflamayan bir
kayyûm'dur, dolayısıyla yerine geçsin diye de bir çocuğa muhtaç değildir"
demektir. Zira bu ayet, Necrân hristiyanları hakkında vârid olmuştur.
Daha sonra Hak Teâlâ
bu hususu en beliğ bir biçimde beyan ederek şöyle buyurmuştur: Onlar, Allah'ın
kızları, kendilerinin de oğulları olduğunu söylüyorlar. Halbuki onlar için
kızlar daha uygundur. Çünkü kızların çokluğu, neslin çokluğunu sağlar. Çünkü
çok kızdan, tek bir taneden elde edilecekten daha çok çocuk olması mümkündür.
Ama çok erkeğin, tek bir dişiyi, pek çok çocuğa hamile bırakması mümkün
değildir. Baksana, koyunların dişisi nadiren kesilir. Zira türün bekâsının dişi
ile sağlandığı sabit olduğu için, üreme bakımından bunlar daha faydalıdır. İşte
bu sebeple Allah Teâlâ, "Ben, yok olmayan bir kayyumum. Türün devamı
hususunda, Benim, hadis (mahluk) bir şahsa ihtiyacım yoktur. Siz insanlar ise,
dünyevî ölümden korkuyorsunuz. Halbuki âlemin bekası, daha ziyade dişilerle
sağlanır. Buna rağmen, sizler kendinizi kızlardan tebrie ediyorsunuz. Allah
Teâlâ'nın hiçbirşeye ihtiyacı yok iken ve herşeyden müstağni iken, onun kızları
olduğunu söylüyorsunuz" demek İstemiştir. Bu izaha göre, geçen ayetteki
ifade, Allah'ın bir başlangıcı olmayışına nazaran, Allah'ın hiçbir ortağı
olmadığına, bu ayet ise, Allah'ın fânî olmayışına nazaran, yine O'nun ortakları
olmadığına bir işarettir.
İmdi, eğer, "Bu
iş, herkesin anlayacağı şekilde çirkin bir şey olmasına rağmen, daha nasıl
Allah'ın kızları bulunduğu söylenmiştir? Halbuki bunu söyleyenlerin,
mükellefiyeti kaldıracak akılları vardı. Bu kadar bir akıl bile, bu sözün
yanlış olduğunu anlamaya yeterlidir?" denilirse, biz deriz ki: Onların bu
görüşe (inanca), akıllarına tabî olup, nakle itibar etmeyişleri sevketmiştir.
Çünkü onları bu konuda takib ettikleri yol, felsefecilerin yoludur. Çünkü
felsefecilerin, "Açık (sarih) akla (yani aktın açık olarak gösterdiği
şeylere), uyması gerekir. Nakil ise, kendisine uyulmaktan uzaktır. Ona ancak,
akla uygun olduğu zaman uyulur. Nakil akla uyduğunda ise nakle uymaya zaten
gerek kalmaz. Çünkü bu durumda akıl yeterlidir" derler ve şöyle ilave
ederler: "Babaya, çocuğunun varlığına sebeb olduğu için "vâlid"
(doğumuna sebeb olan) denilmiştir. İste bundan dolayı, birşey birşeyden
çıktığında, "Bu ondan tevellüd etti" denilir. Bu sebeble Araplar,
"hummâ"nın (vücuddaki ateşin) midede karışan yiyeceklerin,
bozulmasından (yanmasından) meydana geldiğini söylerler. Bu sebeble onlar:
"Allah, meleklerin meydana gelmelerinin vâcib ve zorunlu bir
sebebidir" diyorlar. O'na bundan dolayı "Vâlid" (baba) adını
veriyor ve Allah'ı bu şekilde isimlendirirken, O'na noksanlık getirecek
şeylerle O'nu adlandırmaktan tenzih edilmesi gerektiğine aldırmıyorlardı ve
nakle itibar etmedikleri için de, Allah'ın isimleri (ve sıfatları) konusunda
şeriatın getirdiği en güzel isimlerle yetinmenin vâcib oluşuna da dikkat
etmiyorlardı. İşte bu sebeble, Allah'a ve O'nun sıfatlarına mecazî ve hakikî
kelimelerin verilebileceğini söylüyor, böylece de mesela O'na mecazî olarak,
asık, ma'şûk, baba, vâlid v.b. adlar veriyor, ama "oğul, mevlûd" gibi
adlan, ittifakla vermiyorlardı ki, bu bir dalâlettir.[76]
"Yoksa sen
onlardan (peygamberlikten dolayı) bir ücret istiyorsun da, bundan dolayı onlar,
ağır bir borç yükü altına mı girmişler?"
(Tür, 40).
Bu ayetin, kendinden
öncekilerle münasebetinin izahı da şöyle yapılır: Müşrikler, şeriatı (dinî
hükümleri) bir kenara atıp, aklen doğru sandıklan şeylere uyup, yokluktan sonra
var olana, "mevlûd" (doğmuş-üremiş), bunları yoktan var edene de,
"vâlid" adını verince, bu sebeble ve müşrik olmaları sebebiyle kâfir
olmuşlardır. İşte bu sebeple, Hak Teâlâ onlara, "Sizi, şeriatı bir tarafa
atmaya, peygambere uymamaya sevkeden şey nedir? Bu, o peygamberin sizden
herhangi bir ücret istemesinden ötürü müdür?" demek istemiş, onların buna
"evet" demeleri mümkün olmayınca, geriye onların ancak
"Hayır" cevabını vermeleri kalmıştır. Binâenaleyh biz de onlara
diyoruz ki: Sizin söylediğiniz gibi bir mana olmasa dahi, iftira etmenizi caiz
gören ve lafız bakımından Allah'ın makamını hafife almayı gerektiren
felsefecilerin sözüne nasıl uyuyor ve mana bakımından adaleti (uygunluğu),
lafız bakımından iyiliği ve güzelliği size emreden ve size' 'Açık ve vazıh
manalara (gerçeklere) tâbi olun. Eğiten ve terbiye eden güzel kelimeler
kullanın" diyen zata tabî olmuyorsunuz?" buyurmuştur ki bu son derece
güzel bir açıklamadır.
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:[77]
"Yoksa onlar
(...) mı diyorlar?"(Tûr,33) ve "Yoksa onlar,
bir tuzak kurmak mı istiyorlar"
(Tür, 42) vb. ayetlerinde
olduğu
gibi, niçin, "Yoksa onlar bir ücret mi istiyorlar?"
buyurulmamış da, isteme işi Hz. Peygamber
(s.a.s)'e nisbet
edilerek,
"Yoksa sen onlardan bir ücret mi istiyorsun..." buyurulmuştur, bunun
faydası nedir? Biz deriz ki: Bunda iki
fayda bulunmaktadır:
Birinci Fayda:
Hz. Peygamber (s.a.s)'in kalbini teselli etmek. Bu böyledir, çünkü onlar
Kur'ân'ı dinlemekten imtina edip tabî olmaktan yüz çevirince, bu durum Hz.
Peygamber (s.a.s)'e ağır geldi. Bunun üzerine de Rabbi ona, "Sen, üzerine
düşeni yaptın. O halde, iman etmediler diye, canın sıkılmasın.. Sen, kınanacak
değilsin.. Sen ancak, eğer onlardan bir ücret talep etmiş olsaydın,
kınanırdın.. Peki, sen onlardan bunu istedin de mi, bu onlara ağır geldi?!.
Hayır, o halde senin hiçbir kabahatin yok.." dedi.
İkinci Fayda:
Şayet "Yoksa onlar... istiyorlar
mı?" buyurulmuş olsaydı, o zaman, ücretin mutlak olarak nefyedilmesi,
(istenmemiş olduğu) gerekirdi ki, bu böyle değildir. Çünkü onlar hem şirk
koşuyorlar, hem de onlardan, liderleri tarafından bir ücret talep ediliyor..
Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelince, Cenâb-ı Hak ona,
"Sen onlardan bir
ücret istemiyorsun, buna rağmen onlar sana uymuyorlar. Senden başkaları ise onlardan ücret talep ediyor ve onlar da
bu talebe muhatap oluyorlar, buna rağmen yine de onlara tabî oluyorlar. Bu ise
sapıklığın zirvesidir.." demiştir.[78]
Eğer bir kimse,
edatının, ancak ya hakiki olarak ya
da takdiren ifâdenin ortasında gelmesini açıklaman
gerekir.. O halde, burdaki hangi durumdur?" dese, biz deriz ki: Burada
Cenâb-ı Hak sanki, "Sen onlara, sırf Allah rızası için mi hidâyet
gösteriyorsun, yoksa buna mukabil onlardan bir ücret mi talep ediyorsun?"
buyurmuştur. Bu durumda, birinci kısmın terkoiunması, yadırgama ve nefyin onun
hakkında vâkî olmaması sebebiyledir. Bu tıpkı, "Yoksa Allah'ın kızları mı
var?"(Tur,39) ayetinde olduğu gibidir. Çünkü kelâmın takdiri "O, bu
mudur, yoksa O'nun kızları mı vardır?" şeklindedir. Ancak birinci kısmın zikredilmeyişi,
birinci kısım hakkında Allah tarafından bir yadırgama ve inkârın vaki
olmayışıdır. Birde, onların, "O Muhammed, Allah'ın rızasını istemiyor. O
ancak, bu dünyada önderlik ve ücret istiyor" demelerinden dolayıdır.[79]
Cenâb-ı Hakk'ın,
hassaten buyurmuş olmasında meselâ
"Sen onlardan bir şey mi
istiyorsun?"
veya "Sen onlardan bir mal mı
istiyorsun?" vb.
şeklinde
demiş olsaydı, başkasında olmayacak olan bir fayda ve mana mı vardır? Biz deriz
ki, evet. Daha önce benden, Kur'ân'daki her lâfzın, biz bilmesek bile, bir mana
ve hikmeti vardır şeklinde bir söz sâdır olmuştu. Burada da görünen odur ki, bu
kelimenin getirilmiş olması, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yaptığı ve getirdiği
şeyde onların maslahat ve menfaatleri olduğuna bir işarettir. Çünkü ücret
ancak, kendisinden bir ücret talebini ifâde eden bir şey yapıldığında
istenilir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Sen onlara öyle bir şey getirdin
ki, şayet buna mukabil bir ücret talep etsen, onlar da, senin bu davetinde kendileri
için ve onlara olan mükemmel fayda ve menfaatleri bilselerdi, şüphesiz sana,
bütün varlıklarını sunarlar ve kendilerini sana feda ederlerdi.. Bununla
beraber sen, onlardan herhangibir şey talep de etmiyorsun!.." buyurmuştur.
İşte, Cenâb-ı Hak, yerine veya
buyurmuş olsaydı, bu fayda meydana gelmezdi.. Allah en iyi bilendir.[80]
Bu ifâde, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in onlardan, herhangi bir
ücret talep etmemiş olduğuna delâlet eder. Cenâb-ı
Hakk'ın "Ben bu
(tebliğe) karşılık sizden akrabahkda sevgiden
başka hiçbir mükâfaatistemiyorum.."(Şûra,23)
ifâdesi ise, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in herhangi bir ücret talep etmediğine delâlet etmektedir. Şu
halde, bunları nasıl uzlaştıracağız? Biz
deriz ki: Aralarında herhangi bir aykırılık yoktur.
Bilakis, herbiri de doğrudur ve her ikisi
de tek bir söz gibidir. Bunun izahı şudur:
akrabalıkdan
sevgiden başka hiçbir mükâfaat
..." (Şûra, 23) ifadesinden
kastedilen,
"Ben sizden, dünyaya yönelik bir mükâfaat istemiyorum.. Benim
mükâfaatım ancak ve ancak Allah'a
yaklaşmaya karşı muhabbet ve sevgi duymadır.
Bir de, Allah'ın kâmil kulları, Allah'a, O'nun eksik
kullarından daha yakındır. Allah'ın
kendileriyle konuşup, onların da kendisiyle konuştuğu;
kendilerini kullarının kemâle
Allah'a, kendileriyle konuşmayıp, onları elçi olarak göndermediği,
böylece de kâmil hale gelemeyen kimselerden daha yakındırlar.
Bu izaha göre bu,
Cenâb-ı Hakk'ın "Benim mükâfaatım ancak Allah'a aittir" (Yunus, 72)
ayetinin izafe ettiği manada olmuş olur. Ben de buna mütemayilim. Nitekim Hz.
Peygamber (s.a.s) "Ben, kıyamet gününde sizlerle, diğer ümmetlere karşı
iftihar edeceğim.."[81] buyurmuştur.
Cenâb-ı Hakk'ın, bundan dolayı onlar, bir borçtan ağır yükün
altına mı girmişler.." ifâdesine gelince.. Daha önce yapmış olduğumuz açıklamalar,
"Yoksa sen onlardan bir ücret (mi) istiyorsun" ayetinden
kastedilenin, dünya mükâfaatı olduğunu; "De ki: "Ben bu (tebliğe)
karşılık sizden, akrabalıkda (veya Allah'a yakınlıkta) sevgiden başka hiçbir
mükâfaat istemiyorum" (Şûra. 23) ayetinden kastolunanın ise umûm olup,
daha sonra istisna yapılmış olduğunu beyan etmiştir. Şu halde Vahidî'nin
söylediği şeye hacet yoktur. Çünkü, bu istisna, istisnâ-i munkati olup, manası
da "Sizden hiç bir ücret istemiyorum, şu kadar var ki akraba hukukunu gözetmenizi
beklerim" şeklindedir. Ki biz bunu orada zikretmiştik, oraya bakılabilir.[82]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Bundan dolayı onlar, ağır bir borç yükü
altına mı girmişler.." ifâdesi, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in
onlardan hiçbir şey
talep etmemiş olduğuna bir işarettir.
Şayet onlardan herhangi bir ücret talep etmiş olsaydı,
ona tabi olmayı terk etme
haklan
olmazdı. Meğer ki yükleri çok ağır olsun. Yani ellerinde ne varsa alması,
vermedikleri hiç bir
şey bırakmamaları, böylece malları gittikten başka ağır bir borç
yükü altında kalmaları durumunda, ancak o
zaman tabi olmayı bırakabilirlerdi.[83]
Cenâb-ı Hak daha
sonra, "Yahut gayb,
kendilerinin yanındadır da (bunu) onlar mı yazıyorlar?"(Tûr, 41).
buyurmuştur.
Bu ifâde de, yukarda
zikrettiğimiz tertip üzeredir. Buna göre, Cenâb-ı Hak onlara sanki, "Siz,
şeriatı ve onun güzelliklerini neye binâen terkettiniz? Söylediğiniz şeyleri,
makûl şeyler diye isimlendirdiğiniz bozuk
vehimlerinize dayanarak söylediniz.. Halbuki peygamber (s.a.s) sizden herhangi
bir ücret talep etmemektedir. Sizler ise bilmiyorsunuz.. Binâenaleyh, siz mazur
değilsiniz. Çünkü mazeret, ya sizin borçlu olmanızda, yahutta o peygamberin
getirdiği şeyle muhtaç olmamanızda söz konusu olabilir. Halbuki bu hususta,
üzerinizde bir borç yoktur ve siz, size getirilen o şeyden müstağni de
kalamazsınız. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır.[84]
Kelâmın takdiri
nasıldır? Biz deriz ki, burada herhangi bir takdir yapmaya ihtiyaç yoktur. Tam
aksine ( fi edatı),
daha önce de bahsettiğimiz
gibi, ortada gelen bir istifhamdır. Buna göre Cenâb-ı Hak adetâ, "Onları,
Allah rızası için mi hidâyete sevkediyorsun, yoksa sen onlardan herhangi bir
ücret istiyorsun da, onlar onun için mi diretiyorlar? Yahutta, gaybın bilgisi
onların yanında da, bu yüzden onlar senin söylediğine ihtiyaç duymuyorlar,
bundan ötürü mü sana tabî olmuyorlar?[85]
kelimesinin başındaki
elif-lâm, ne tür bir elif-lâm'dır?
Cins için mi, yoksa ahd için midir? Biz diyoruz ki,
görünen odur ki, bu ifâde ile,
gaybın türü kastedilmiştir. Bu tıpkı bir
kimsenin, muayyen bir eti değil de, et yeme işini
beyân etmeyi kastederek,
"Et satm alıyorum" demesi gibidir. O halde,
"Gaybın ve şehâdetin
âlimi..."(Haşr,22) deyiminde ise,
elif-lâm cins içindir ve bu
elif-lâm, her tür gaybı içine almaktadır.[86]
Bu izaha ve şahsın
yanında gayb bilgisi bulunmayacağına
göre, daha gayb bilgisi nasıl olur da onların nezdinde
bulunabilir ki? Biz
deriz ki: Bunun anlamı, "Başkalarına
göre gayb sayılan şey, onların yanında mevcut
mu?" şeklindedir. Bu ifâdenin, "...
biz onun,
semânın felâketi hadiselerifne çarpûması)m gözetliyoruz" (Tûr, 30)
ifadesiyle ilgili
olduğu ileri sürülmüş olup, bu, "Gayb bilgisi sizin yanınızda mı ki,
o peygamberin sizden önce öleceğini
bifebiliyorsunuz?" demektir. Ama bu zayıf bir
ihtimaldir. Zira, bu iki ayet arasına çok
uzun bir fasıla girmiştir. Yahut da
"De ki:
"Gözleyiniz..."(Tur, 31) hitabıyla ilgilidir. Dolayısıyla, bununla
ilgili olması,
ötekisiyle İlgili
olmasına mâni olur.[87]
"Onlar mı
yazıyorlar?" ifâdesindeki hikmet
nedir? Biz deriz ki: Bu, bu işin iyice açık olduğunu
göster-
mek ve peygamber
yanında bulunan gayb bilgilerinin, vahy
ile bilinen bir takım emirler, sırlar, hükümler,
haberler vb. türünden olduğuna bir
işarettir ki, peygamber bütün bunlar hakkında, onların öyle
olduğuna dair kesin
inanca sahiptir ve peygamber tıpkı, ferasetli gözükmek isteyen
kimsenin "Şu iş şöyledir"
dediği gibi de demektedirler.
İmdi, eğer feraset
göstermek isteyene, "söylediğin bu hususu sen el yazınla yaz.."
denilecek olsa, o, buna yanaşmaz ve "Ben bu hususta, kesinliği ve
katiyyeti iddia etmiyorum. Ancak ne var ki ben bunu, zan ve fikir yürütme
yoluyla söylüyorum.." der. Eğer bu şahıs, söylediği bu şey hususunda kesin
bir inanca sahip ise, "Bunu,
benim cümlem olarak
yazınız ve kitâblarınızı da, "Falanca gün şöyle şöyle olacak diye
yazınız" der. Binâenaleyh, yaptığımız bu izaha göre, ifâdesinin manası,
"Onlar, Muhammed (s.a.s)'in derecesinde midirler ki, böylece bundan
müstağni oldular da yüz çevirdiler?" şeklinde olur.
İbn Kuteybe'den
nakledildiğine göre, bu ifâdede geçen
sözü ile "hüküm verme" kastedilmiş olup, manası, "o halde
onlar da mı hükmediyorlar?" şeklinde olur. İbn Kuteybe, verdiği bu manâ
hususunda Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Aranızda, Allah'ın kitabıyla, yani
"Allah'ın hükmü ile" hükmet" ifadesine tutunmuştur. Halbuki, bu
kastedilmemiştir. Tam aksine bu ifâde, izmâr kabilinden bir ifâde olup, manası,
"Allah'ın kitabında olan ile hükmet" şeklindedir. Nitekim Arapça'da
meselâ, "Falanca, Şâfî'nin mezhebine göre hüküm veriyor" denilir ki,
bu, "Şafî'nin mezhebinde olan şeylerle" demektir. Ve nitekim,
beraberinde, halkın idarecisinin bir kitabı bulunan bir elçi, "Melikin
kitabına göre hareket edin.." der..[88]
"Yoksa sana bir
tuzak mı kurmak istiyorlar? Fakat o küfredenler kurdukları o tuzağa kendileri
düşüp mağlub olmuşlardır"
(Tûr, 42).
Bu ifâdeyle ilgili
birkaç mesele vardır:[89]
Bu iki ifâde
arasındaki ilgi ve münasebet nedir? Biz deriz ki, bu ilgi ve münasebet, Cenâb-ı
Hakk'ın,
ifâdesinden ne
kastedildiğinin izah edilmesiyle ortaya çıkacaktır. Bu sebeple bazı
müfessirler, "Yoksa onlar sana tuzak mı kurmak istiyorlar? Ama ne var ki,
tuzağa düşenler onlar olacaktır.." manasını vermişlerdir ki bu,
"Onlar, sana tuzak kuramıyacaklar. Çünkü, Allah'ın bizzat kendisi seni
koruyacak ve koruması ile de sana yardım edecek.." demektir. Bu izaha göre
şimdi biz (Tûr.41) ifâdesini,
ifadesiyle, ilgili olduğunu söyleyenlerin sözünü söylersek, burada son derece
güzel bir tertibin bulunduğu görülecektir. Bu tertip de, "Onlar, "Biz
onun, zamanın felâketli hadiseierifne çarpılmasını gözetliyoruz..." (Tûr,
30) deyince, onlara, "Sizler gaybı biliyorsunuz da, böylece Muhammed'in
sizden önce öleceğini söylüyorsunuz? Yoksa, bir tuzak mı kuruyor da böylece,
"Biz onu öldüreceğiz, böylece de o bizden önce ölecek diyorsunuz?.. Eğer
şimdi siz, gaybı bildiğinizi iddia ediyorsanız, yalancısınız.. Yok eğer,
sizler, ona galip geleceğinizi sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Çünkü Allah, size
karşı onu koruyacak ve size karşı, ona yardım edecektir.." şeklindedir.
Ama bizim, bu ifâde
ile, "O, sizi doğruya sevketmesine karşılık, sizden bir mal istemiyor.
Halbuki sizler, eğer onun hidâyeti olmasaydı, gayb âleminden olduğu içip, onun
getirdiğini bilemezdiniz.." manasının kastedilmiş olduğunu söylemenize
göre, biz deriz ki bu hususta şu izahlar yapılabilir:
1) ifâdesi
ile, "Yoksa onlar, şeytandan ve onun saptırmasından kaynaklanan bir tuzak
kurup da, böylece muratlarına ermek mi istiyorlar?" mânası kastedilmiştir.
Ki buna göre Cenâb-ı Hak adetâ, "Sen onlardan bir ücret istemiyorsun.
Onlar gaybı bilmiyorlar. O halde, onlar sana muhtaçtırlar, ama senden yüz
çevirip, şeytanın tuzağını tercih
ettiler ve onun saptırmasına
razı oldular." demek istemiştir. Bu izahımıza göre, öjîij
kelimesiyle, tercih etme ve arzu duyma manaları kastedilmiş olur. Nitekim
Cenâb-ı Hak bu fiili (bu manada), "Kim de dünya ekinini isterse ona da
bundan veririz... "(Şura.20) ve "Yalancılık etmek için mi Allah'ı
bırakıp düzme tanrılar diliyorsunuz..." (Saffât. 86) ayetlerinde
getirmiştir. Bunlardan daha açık olarak da, "Şüphesiz dilerim ki, sen
kendi günahınla birlikte benim günahımı da yüklenesin de..." (Maide, 29)
ifâdesinde kullanılmıştır.[90]
2) Allah
daha iyi bilir ya, bu ifâde ile şu mananın kastedilmiş olduğu da söylenebilir:
"Yoksa onlar, Allah'a tuzak kurmak mı istiyorlar? O halde o tuzaklar,
kendilerine ulaşacaktır. Bu demektir ki onlar, en yakın zamanda, o tuzağa
düşmüş olacaklardır." Bu manaya göre sözün tertibi şöyledir: "Bu yüz
çevirişleri hususunda, yani Hz. Peygamber (s.a.s)'e ittibâ etmeyişleri
hususunda bir mazeret ve bir hüccetleri kalmadığına göre, bu demektir ki onlar,
ilahî azabın, başlarına gelmesini istiyorlar. Çünkü allan onlara, kendilerinden
herhangi bir ücret istemeyen ve onları, hiç bilgileri olmayan şeylere ileten
bir peygamber göndermiştir. Onların yanında, daha önce kitâb da yoktu.. Buna
rağmen onlar, yüz çeviriyorlar. O halde bu demektir ki onlar, Cenâb-ı Hakk'ın
onları helak etmesini ve kendilerine tuzak kurmasını (cezalandırmasını)
istiyorlar. Çünkü, kâfirin, küfründe ilerlemesi için ona fırsat vermek, bir
tuzaktır ve günâhlarını iyice artırmasına mühlet tanımaktır. Bu istıdrâcın
yanlış bir şey olduğu söylenemez, zira Allah'ın fiilleri hakkında, tuzak kurma
ve kötülük yapma ifâdeleri, ancak "müşakele ve mukabele"den dolayı
kullanılabilir. el-Mekru (tuzak, hile) de böyledir. Dolayısıyla, "Allah,
kâfirlere kötülük yaptı" Allah, haddi aştı
denilemez. Ama, daha önce, -kâfirler hakkında bu tür ifâdeler
kullanılmışsa, hemen bunun peşinden, lafızla ilgili bir münasebetten dolayı,
Allah hakkında da bu ifâdeler kullanılabilir. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın,
"Bir kötülüğün cezası,
dengi bir kötülüktür.." (Şûra, 40) "Kim size karşı haddi
aşarsa,
siz de ona karşı ... haddi aşm.." (Bakara, 194)
"Hile
yaptılar, Allah da hilelerini bozdu.."(Al-i İmran, 54) ve
"Bir tuzak
kuruyorlar, ben de bir tuzak kuruyorum.." (Tarık, 15-16) ifâdelerinde
böyledir. Çünkü biz diyoruz ki, el-keyd
kelimesi, her ne kadar kendisinden sudur eden
kimseye göre güzel olsa dahi, başına gelmiş olduğu
kimseyi üzen şey demektir.
Baksana, İbrahim (a.s), hiç mukabele olmaksızın,
"Allah'a yemin
ederim ki, siz arkanızı dönüp gittikten sonra, ben putlarınıza elbette bir tuzak
kuracağım" (Enbiyâ, 57) buyurmuştur.[91]
ifâdesindeki fayda
nedir? Bu söz ile bir kimsenin, demesi arasındaki fark nedir?
Biz diyoruz ki, buradaki fayda, kâfirin,
tuzak kurmayı istemesi mukabilinde değil de, küfrü mukabilinde tuzağa düşmüş
olduğunu belirtmektir. Şimdi Cenâb-ı Hak şayet, "Onlar, tuzak kurmak
İstiyorlar, o halde tuzağa düşecek olanlar onlardır" demiş olsaydı, bu
sözden, onlar tuzak kurmayı istemedikleri sürece tuzağa düşmeyecekleri manası
anlaşılırdı.. Ki bu bahsettiğimizi, buradaki el-keydu kelimesiyle şeytanın
tuzağı, yahut Allah'ın onlara azâb etmesi anlamında- "Allah'ın
tuzağı" manasının kastedilmiş olduğu da teyit eder. Zira, "Fakat o
küfredenler (kurdukları o) tuzağa kendileri düşüp mağlub olmuşlardır"
cümlesi, şeytanın tuzağa düşürdüğü ve Allah'ın azâb ettiği manasında, Allah'ın
tuzağa düşürmüş olduğu her kâfiri içine alan bir ifâdedir. Bahsettiğimiz bu
izaha göre, bu cümlenin manası, "Sen onları, Allah'ın nzası için mi hakka
ve hakikata sevked i yorsun? Yoksa bu işe karşılık, onlardan bir ücret mi
istiyorsun da, böylece işlerini ağırlaştırıyorsun da, sana uymaktan imtina
ediyorlar? Yoksa, yanlarında gaybın hilesi mi vardır ki, sana ihtiyaç
hissetmiyor ve senden yüz çeviriyorlar? Yoksa, bu son iki şıktan herhangi bir şey
mevcut değil midir ki, böylece onlar ilahî azabı seçiyorlar? Halbuki,
küfürlerinden dolayı bu ilahî azâb, onlardan hiçbir şekilde
savuşturuImayacaktır. Çünkü kâfirler, muhakkak ki azâb göreceklerdir"
şeklinde olur.[92]
Keyd kelimesinin, belirsiz
getirilmesinin faydası nedir? Çünkü Cenâb-ı Hak, kapalılık izâle olsun diye,
meselâ yahut veyahut da başka bir
şekilde söylememiştir... Biz deriz ki, buradaki fayda, o azabın, onların
kestiremedikleri bir cihetten gelip, onları bulacağına bir işarettir. Buna göre
Cenâb-ı Hak sanki, "Onların bu hususta hiçbir bilgileri olmaksızın bu azap
ansızın gelip onlara çatacaktır.." demek istemiştir. Veyahut da bu, daha
önce de defalarca bahsettiğimiz gibi Cenâb-ı Hakk'ın bu tuzağın büyük olduğunu
murat etmiş olması sebebiyledir.[93]
"Yahut onların,
Allah'tan başka bir tanrıları mı var? Allah, onların katmakta oldukları
ortaktan münezzehtir"
(Tur, 43).
Cenab-ı Hak, tevhîdden yeniden bahsetmeye
başlamıştır ki, bu da, "Yahut kızlar O'nun, oğullar sizin mi?" (Tûr,
39) ayetinin ifâde ettiği manaya delâlet eder. ifadesiyle ilgili olarak, şöyle
kıymetli bir bahis söz konusudur. Dilciler, kelimesinin, "tesbîh"
(cinsinin) alan ismi olduğunu söylemişlerdir ki, biz bu hususu, "Haydi akşama
girerken, sabaha ererken Allah'ı tenzih edin.."(Rum, 17) ayetinin
tefsirinde açıklamış ve bunun pekçok inceliklerinden bahsetmiştik.. Buna göre
şayet, "Biz, ifâdesinin bir masdar
olduğunu ve "fu'lân" vezninde olduğunu söylüyor, böylece de,
kelimesini, Lafzatullah'ın olmadığı yerlerde de getirebiliyoruz. Ve nitekim,
"Allah'ı teşbihte (...) vardır" manasında . denilmektedir..."
denilirse, biz deriz ki: Bu, tıpkı bir kimsenin, harf-i çerdir; zarf ifâde eder" deyip de, harfleri
yani ve
'yi mübtedâ tutarak bunlara haber getirmesi gibidir. Ne var ki, aslında,
harfler mübtedâ olmazlar.. Buna da şu şekilde cevâp verilebilir: Burada ve harf-i çerleri isim gibi kabul edilmişler
ve meselâ senin, "Zeyd'den aldım" ve "Para, cüzdandadır,
kesededir" cümlesinde olduğu gibi, asıl kullanılışları (harf oluşları)
üzere bırakılmamışlardır. (Yani, yukardaki kullanılışlarında isim, burada ise,
harfdirler). Aynen bunun gibi kelimesi
de, geçtiği yerlerde, kullanıldığı şekil üzere bırakılmamıştır. Çünkü bu
durumda bu ifâde, artık alem değildir. Nitekim meselâ, "Zeyd (kelimesi)
fa'l vezni üzeredir" denilir. Bahsettiğimiz yerde ise, teşbih lafzı böyle
değildir. (Sübhânellâh dersek, cins-i âlem alır, meselâ de ise, masdar olur).[94]
ifâdesindeki hakkında, şu iki
izah yapılabilir:
a) Bu,
masdanyye olup, manası, "Onu, onlara şirk koşmalarından tenzih
ederim" şeklinde olur.
b) Haberiyye
(ism-i mevsûl) olup, manası, "Allah'ı, onların şirk koştukları şeylerden
tenzih ederim.." şeklindedir. Bu izaha göre, bunun, yani nın, "o çocuktan" şeklinde
manalandırılması muhtemeldir. Çünkü onlar, "kızlar Allah'ındır.."
dediler de, bunun üzerine O da, "Allah, kızlardan ve oğullardan
münezzehtir.." buyurmuştur. Yine bu
'nın, "ilâhlar gibisinden..." şeklinde mana alması da muhtemeldir.
Çünkü o müşrikler, O'nun, kendilerinin, taptıkları ilâhlar gibi olduğunu
söylüyorlardı da, işte bunun üzerine, "Allah onların taptıkları o şeyler
gibi olmaktan münezzehtir" buyurdu.[95]
"Eğer gökten bir
parça düşer görseler, "(Bu) derler, birbiri üstüne yığılmış bir
buluttur"
(Tür, 44).[96]
Bu ayetin önceki
ayetle münasebetini de şöyle izah
edebiliriz: Allah Teâlâ, o müşriklerin görüş ve
inançlarının,
yanlış ve nazarı
dikkate alınmayacak birşey olduğunu
beyân edince, onlar için artık hiçbir mazeret
kalmadığını bildirmiştir. Çünkü bunca mucizeler ortaya çıkıp, deliller ve
gerçekler batıldan ayrılıp seçildikten sonra, onlar iman etmediler. Bundan
sonra da, "Eğer gökten bir parça düşer görseler, "Bu, birbiri üstüne
yığılmış bir buluttur" der" yani bu mucizeyi de inkâr ederler"
buyurmuştur. Ne var ki mucize, en bariz şeyde gösterilirse, daha açık olmuş
olur. Bunu şöyle izah edebiliriz: Bir kimse evinden, bir şey getirse ve onu bu
şekilde yapanın kendisi olduğunu iddia etse, çoğu kez onu dinleyenlerin
kalbine, o şeyin tâ evinde iken böyle olduğu, onu bu şekle onun sokmadığı
düşüncesi gelebilir. Ama bu kimse, insanlara, "İstediğiniz şeyi getirin,
ondan size bunun gibisini yapıp göstereceğim" dese, akla gelen bu düşünce
ve şüpheler silinir. Ne var ki insanlarca, en açık şey, insanın beşiği ve
yatağı mesabesinde olan yeryüzü ile, tavanı ve kubbesi mesabesinde olan
gökyüzüdür. Araplar, asıl inançları itibariyle, felsefecilerin yolu üzere
idiler. Dolayısıyla da, "Biz felsefecilerin görüşüne iltifat etmeyiz ve
Allah'ı son derece tenzih ediyoruz. Hatta O'nun görülemeyeceğini ve zatına
ilave bir vasıfla vasfedilemeyeceğini söylüyoruz ki böylece O, gerçekte tek
olsun. O halde bizim yolumuz nasıl, Allah'a yontulmuş putları ortak koşanların
yolu sayılabilir?" diyorlardı.
Biz diyoruz ki:
Sizler, kâinatta meydana gelen hadiseleri, yıldızlara bağlayıp, yıldızlara dua
edip-yalvarma yolunu açınca, cahiller bunu sizden öğrenip, bir yol (din)
edindiler. Şimdi Arapların câhiliyye çağında, aslında felsefecilerin yolunu
takib ettikleri; felsefecilerin de, herşeyi tabiata bağladıkları ve "yerin
özelliği, oluşmadır (kendi kendine olmadır). Göğün özelliği ise, ayrılıp
çözülmeye manî olmak (parçalanmamak)tır" ddikleri sabit olunca, Hak Teâlâ,
tabiat fikrini çürütmek ve hâdiselerde hür ve irade sahibi bir yüce zatın
(kendisinin) müessir olduğunu göstermek için Kur'ân'ın pek çok yerlerinde buna
reddiyede bulunup cevap vermiş ve meselâ, "Eğer biz dilersek onları yere
geçiririz, yahut gökten üstlerine parçalar düşürürüz" (Sebe, 9)
buyurmuştur. Şimdi Cenâb-ı Hak burada da, "Eğer biz, son derece garib
(alışılmamış) birşeyi en açık ve bilinen yani hep gözleri önünde olan ve hiç
kimsenin ilaçlarla-başka çarelerle bir parçasını düşürmek için ona
ulaşamadığını bildikleri o gökyüzünde getirecek-gösterecek olsak, bunu da inkâr
ederler onlar. O halde bu durum, bundan daha az açık olanda gösterilse ya nasıl
olur?" demek istemiştir. Bahsettiğimiz bu izahı ve gökyüzü konusunda,
Arapların, felsefecilerin yolunu takib ettiklerini, Hak Teâlâ'nın onların,
"Gökyüzünü üstümüze parça parça düşüresin" (isra, 92) dediklerini
belirttiği bu ifadesi de destekler. Bu "Senin iddiana göre, Ey Muhammed,
bu mümkündür. Bize göre ise mümkün değildir" demektir.
"Kisfe" kelimesi,
parça-kısım demektir. Arapça'da, elbisenin parçası manasında da
"kisfe" denilir.
Ayetle ilgili birkaç
bahis vardır:[97]
Birinci Bahis:
Gök parçası hakkında "kisf" kelimesi kutlanılır. Dilciler bu
kelimenin, elbise parçası hakkında da kullanıldığını söylemişlerdir. Çünkü
Allah Teâlâ, göğü, açılıp yayılmış (serilmiş) bir beze benzetmiştir. Bundan
ötürü de, geçtiği ayetlerde, meselâ, buna işaret ederek, "Gökler, Allah'ın
elinde durulmuştur" (Zümer, 67) ve "Göğü dürüp topladığımız
gün..." (Enbiya, 104) buyurmuştur.
İkinci Bahis:
"Kusûf", gök hakkında; "husuf" da yer hakkında
kullanılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Onları yere geçiririz" (Sebe, 9) buyurmuştur. Ki bu, "Ay
tutulması için "husuf", güneş tutulması için de "küsûf"
kullanılır" diyenlerin delilidir. Bunun izahı şöyledir: Hâ'nın mahreci,
kşf'ın mahrecinden aşağıdadır. Kâfin mahreci ise, hâ'nın mahrecinin üstünde
olup, ona bitişiktir. Binâenaleyh mahreci aşağıda olan, aşağıda olan için;
yukarıda olan da, yukarıda olan için kullanılmıştır. İşte bundan dolayı
Araplar, güneş ve gök için "küsûf" ve "kesf'i; ay ve yer
hakkında da "husuf" ve "hasf'i kullanmışlardır ki bu, Araplar'ın
tıpkı, kuyunun üstünde duran şahsı ifade için, üstü noktalı kelimeyle diye;
kuyunun dibinde olan şahsı ifade için de, altı noktalı kelimeyle diye anlamları
kabilindendir.[98]
Üçüncü Bahis:
Cenâb-ı Hak, bulutlar hakkında onlar, aydan aşağıda oldukları halde,
"Allah onları kısef (parça parça) kılar" (Rum, 48) buyurmuş; ay
hakkında ise, "Ay da hüsûfeder (tutulur)"(Kıyam, 8) buyurmuştur.
Çünkü ay tutulduğunda, onun üstünde bir benzeri vardır ki bu da, tutulduğu
zaman, güneştir. Buluta gelince, buna, yeryüzündekilere nisbetle, onun hakkında
"kisef" kullanılmıştır. Çünkü yeryüzündekiler bulutu görürler. Bu
sebeple Cenâb-ı Hak, buluta nisbetle, ay hakkında "hüsûf "u
kullanmamış; ay hakkında bunu, güneşe nisbetle; bulut hakkında da yere nisbetle
söylemiştir.[99]
Ayetteki
"sakıt" (düşer-düşen) kelimesi hakkında şu iki izah yapılabilir:
a) Bu,
ikinci mef'ûldür. Çünkü Arapça'da,
"Zeyd'i
âlim gördüm" denilir.
b) Bu kelime
"hal"dir. Nitekim Arapça'da "Onu ayakta iken dövdüm"
denilir. İkinci ihtimal daha uygundur. Çünkü "re'y" (görme) fiili,
iki mef'ÛI aldığında, genelde, "ilm" (bilmek) manasına gelir. Nitekim
sen, "Bu görüşü doğru görüyorum" ve "Bu izahı açık
görüyorum" dersin. Fakat bu fiil bir mef'uI aldığında, gözün görmesi
manasına gelir, genelde... Nitekim meselâ, "Zeyd'i gördüm" dersin.
Allah Teâlâ da, "Onlar bizim azabımın gördüklerinde..."(Mümin,85) ve
"Eğer bir insan görürsen..." (Meryem,26) buyurmuştur. Bu iki ayette
de, gözün görmesi kastedilmiştir.[100]
Ayette
"sakıt" (düşen) kelimesinin kullanılmasında, bu
kökte, başka bir kökten bir kelimenin
kullanılmasında
olmayan bir ince mana
vardır: Çünkü onlarca, gökten bir
parçanın kopup düşmesi mümkün değildir. İşte bu
sebeple Cenâb-ı Hak, şu iki açıdan, onların inançlarına ters olsun diye,
"sakıt" kelimesini kullanmıştır:
1) Kopma
işine,
2) Düşme
işine ters o\sun diye.. Eğer Cenâb-ı Allah, "Onlar, kopmuş veya asılı
kalmış bir parça görseler..." demiş olsaydı, bu ince mana temin
edilemezdi.[101]
Ayette, "derler" ifadesinin yer almasında, şöyle bir diğer
incelik var: Çünkü bu, ayetin geliş maksadı olan, o müşriklerin inadını ortaya
koymadır. Zira onlar, böyle bir zamanda, bir takım izahlar
(yorumlar-ihtimaller) zikrediyorlar ve böylece pes demiyorlardı ve onlar
inanmaksızın, sırf lisânen "Bu bir bulut" diyorlardı. Buna göre,
onların inadlarını daha iyi ortaya koyma bakımından, ayetteki "görme"
fiili ile, "bilme" manasının kastedildiği söylenebilir. Bu durumda
ayet, "Onlar, düşen şeyin, göğün bir parçası olduğunu kesin kes bilip
anlamalarına rağmen, bunu görmemezlikten geliyor, inadlarını sürdürüyor ve
"Bu, kesîf bir buluttur" diyorlardı" demektir.[102]
Ayetteki, "Bu,
birbiri üstüne yığılmış bir buluttur" derler"
ifadesi, onların, yalanlamaktan âciz
kaldıkları ve "yeryüzüne birşey düşmedi" demeleri mümkün olmadığında,
te'vile (yoruma) ve hayale
başvuracaklarına İşarettir. Ayetteki,
"merkum" ifadesi, "birbiri üzerine
binmiş, kesîf, yığılmış" demek olup, adetâ "Onlar,
kendilerinden,
üzerlerine gelen o şeyi defedemezler" demektir. Çünkü bulut, tıpkı
hava gibi olup, bir cismin kendisine
nüfuz etmesine manîdir. Ama kesîf bulut, daha
kuvvetli bir maniadır. İşte bu sebeple, müşrikler,
bunun, kesîf dolayısıyla da kuvvetli
ve sert olduğunu söylemek istemişlerdir.[103]
Bu ifadede,
"bu" ism-i işaretinin getirilmemesi, meselâ, denilmemesi, işin, çok
açık ve müşriklerin
inadının çok belli
olduğuna bir işarettir. Dolayısıyla o müşrikler, artık münakaşa ve münazara
sebebinin kalmayacağı birşeyin getirmekten hoşlanmamışlar ve bu sebeble,
"Birbiri üstüne yığılmış bir bulut" demişlerdir. Fakat, mübteda'nın
hazfi, o hususta birşey söyleyen için bir mecal (bir açık kapı) kalsın diye de
yapılır. Böylece muhatapları onları yalanladığında, onlar, "Biz, ona,
"Birbiri üstüne yığılmış bir bulut" yani, "onun gibi birşey
dedik" derler" ve avam (cahil) kimselere karşı tutumları
(aldatmacaları) işte böyle sürüp gider. Bu, birsöz söyleyip de, onun kabul
görüp görmeyeceğini bilemeyen, korkak (fazla tedbirli) bir kimsenin metodudur.
Böylece bu kişi, sözünü iki ihtimali! olarak söyler: Eğer bir ihtimalin kabul
edilmediğini görürse, diğer manayı kastettiğini söyler, yok kabul gördüğünü
görürse, maksadını açıkça ortaya kor.[104]
"Artık onları,
çarpılacakları o günleriyle karşılaşıncaya kadar bırak"
(Tur. 45).
Bu, "Onların, bu
yanlış inançlarından dönmeyecekleri ortaya çıktığına göre, onları bırak. Tâ ki
çarpılacakları o günleriyle karşılaşsınlar" demektir.
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele var:[105]
Buradaki
"bırak" fiili bir emirdir ve "Artık Hz. Peygamber için, onları
İslâm'a çağırma müsaadesi kalma- mıştır" denilmesi gerekir. Ama durum
böyle değil (ne dersiniz?) Buna birkaç bakımdan cevap verilir:
1) "Bu
ayetler, tıpkı "Yüz çevir"
(Bırak) "Geri dur" ifadeleri gibi olup, bu gibi ifadelerin hepsi de,
kıtal (cihâd) ayetiyle mensuhtur." Bu izah zayıftır.
2) Bununla,
emir manası değil, tehdid manası kastedilmiştir. Bu tıpkı, suç işleyen kölenin
efendisinin, o köleye nasihat eden kimseye, "Bırak! O, suçunun cezasını
çekecek" demesi gibidir.
3) Bununla,
ismen beklenmeksizin "inad edenler" kastedilmiştir. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.s), insanları umûmî olarak hakka ve İslâm'a davet ediyordu. Bu
hitab ile inadı meydana çıkan değil de, inadı henüz aşikâr olmayan kimseler
kastedilmiştir. Allah Teâlâ bunlar hakkında "onları terket" buyurmam
ıştır. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, daha önce geçmiş olan, "Sen öğüt
vermekte devam et. Çünkü sen Rabbinin nimeti sayesinde ne bir kâhin ne de bir
mecnunsun" (Tûr, 29) ayetidir. Cenâb-ı Allah burada ise, "Onları ...
bırak" demiştir. Şimdi Hak Teâlâ'nın orada bahsettiği kimseler, "Biz
(...) bundan evvel ailemiz içinde korkanlardık" (Tur, 26) diyen, o
endişeli kimseler; burada bırakılmasını emrettiği kimseler de, "O bir şât.
Biz onun, zamanın felaketli hadiseleriyle çarpılmasını gözlüyoruz" (Tûr,
30) diyen kimselerdir.[106]
1) Buradaki
"hattâ", "gaye" (sınır) içindir. Buna göre Hak
Teâlâ sanki, "Sen onları, o güne
kadar bırak; onlarla
konuşma sonra o gün geldiğinde, sözünü yeniden söyle
ve "Ben size dememiş miydim
ki Kıyamet gelecek, hesab
yapılacak, azab ebedî
olacak" der. Binâenaleyh o güne kadar onlarla konuşma;
onlara bildirmek İçin,
o gün gelince onlarla konuş" demek istemiştir.
2)
"Hattâ" ile, lâm harf-i cerrinin kullanılabildiği "gaye"
(için) manası kastedilmiş olup, tıpkı "ölsün diye" manasında "Ona
yiyecek-içecek verme ölsün diye"
denilmesi gibidir. Çünkü maksadı göstermek için kullanılan
"lâm" edatının
dahil
olduğu kelimede, maksadı gösteren fiil sona ermiş olur. Dolayısıyla bu
kelimede, hem "gaye" hem "İllet" (sebep) manası mevcud
olur. Hattâ ve "lâm"ı bu manada kullanmak caizdir. Belki de
"Yakfn sana gelinceye kadar Rabbine ibadet et" (Hıcr. 99) ayetiyle bu
mana kastedilmiş olup, "Sana yakîn gelinceye dek..." manasındadır.
Buna göre şayet, "Peygamberin, bırakmadığı kimseler de, o gün ile karşılaşacaklardır"
denilirse, biz deriz ki: Ayetteki "çakılacakları" ifadesiyle
"helak edilecekleri" manası kastedilmiştir. Binâenaleyh ahiretten
endişe eden ve Cenâb-ı Hakk'ın emir ve yasaklarını unutmayan kimseler helak
olmazlar. Böylece onlar, bunlardan istisna edilmiş olurlar. Nitekim Mak Teâlâ
bu durumu, "Göklerde ve yerde olanlar, Allah'ın diledikleri müstesna, hep
düşüp ölecekler" (Zümer, 68) ayetiyle anlatılmıştır. Biz o ayetin
tefsirinde, hakkı kabullenip, hesab gününün mutlaka olacağını bilen kimselerin,
o Kıyamet sayhası (narası) koptuğunda, gök gürültüsünün korkutacağını bilen ve
dolayısıyla onun sesini duymaya hazır olan kimse gibi olduğunu; bunu bilmeyenin
de müthiş gürültünün az sonra geleceğini bilmeyen kimse gibi olacağını,
dolayısıyla o sayha koptuğunda, bilmeyen kimsenin çok sarsılacağını; bilenin
ise sarsılmayacağını söylemiştik. Bu durumda, o günle karşılaşma tehdidi, o
günle karşılaşacak olan herkes için söz konusu olmaz. Fakat ancak o gün yani
böyle nitelik taşıyan gün, çarpılacak kimseler için olur. İşte bu, Cenâb-ı
Allah'ın, "Eğer Rabbinden ona bir nimet erişmiş olmasaydı, o mutlaka o
ıssız yere kınanmış olarak bırakılırdı" {Kai«n. 49) ayetinde ifade
buyurduğu gibidir. Çpnkü burada, olmadığı söylenen şey, çırılçıplak bırakılma
işi değildir. Çünkü bu iş, Hak Teâlâ'nın, "Biz onu, hasta olduğu halde,
çırılçıplak bırakırız" (sattat,
ayetinde de belirtildiği gibi, tahakkuk edecektir. Binâenaleyh bu
ayette, olmadığı söylenen şey, beraberinde kınanma bulunan, çırılçıplak
bırakmadır. İşte söz konusu olmayan şey budur.[107]
"Hattâ".
kendinden sonra gelen muzarî fiili bazan mansub, bazan da merfû kılar. İki
durum arasındaki fark şöyledir:
Eğer fiil, gelecek
zamana ait olup, şimdiki zaman için değil ise, "hattâ" edatı bunu
nasbeder. Nitekim sen, "Derecemin yükselmesi için, fıkıh öğrendim"
dersin. Çünkü bu yükselme işinin ileride olacağını bekliyorsun. Eğer o fiil,
şimdiki zamanla ilgili İse, "hattâ", o muzarî fiili ref eder. Nitekim
"Tekrar ediyorum öyle ki kuvvetim tükeniyor sonra da uyuyorum"
"Tekrar ediyorum,
öyle ki kuvvetim tükeniyor, sonra da uyuyorum dersin. Bunun sebebi şudur:
"Hattâ", gelecek zamanda kullanıldığında "gaye" (sınır)
içindir. Lâm-ı ta'lîl ise, garaz (maksad) içindir. Maksad, fiilin gayesidir.
Nitekim "Niçin o evi yapıyorsun?" dediğinde, muhatab
"li's-süknâ" (Oturmak için) der. Böylece, "derecem yükselir diye" şeklindeki
sözü, "yükseleyim diye" sözü gibi olur. Her ikisinde de, hattâ ve
lâm'dan sonra, mukadder bir edatı
vardır.
Buna göre eğer,
"Hal (şimdiki zaman) manası murad edildiğinde refedişinin, istikbal manası
murad edildiğinde de nasbedişinin sebebi hakkında ne birşey söyledin, ne birşey
zikrettin" dersen, biz deriz ki: Gelecek zaman fiili, eğer beklenen birşey
olur, dört gözle umulan ve zihinde olması beklenen bir şey söz konusu olursa, o
bunu, manasına uygun bir lafızla yapmayı gözetir. İşte bundan dolayı,
nahivciler şöyle demişlerdir: İzafet terkibinde, muzâf, mana bakımından bir
şeyi bir şeye çekince,
o
onu lafızla da çekmiş sürüklemiş olur. Söylediğimiz bu hususu, şu da teyit
eder: Muzarîfiil, ancak edatlarıyla
mansûb olur. Bu gibi yerlerde, fiilin sırf gelecek zaman olması gereklidir.
Fiili, şimdiki zaman için olması haline getirecek harf ise, fiilin mansub
olmasına mânidir. Çünkü senin, demen
caiz değildir. Şöyle diyerek buna itiraz edemezsiniz: "Sin ve sevfe
kelimeleri, fiili, gelecek zamana tahsis etmelerine rağmen, fiili
nasbedemiyorlar. Tam aksine, "Sizden hastalar bulunacağını
bilmiştir.." (Müzemmil, 20) ayetinde olduğu gibi, nasb edatının nasb
etmesine mani olurlar?" Biz deriz ki, sîn ile sevfe, fiili gelecek zamana
tahsis etmenin dışında başka bir manaya gelmezler. ile
ise, sadece gelecek için kullanılan bir manayı ifâde ederler.
Binâenaleyh, sîn ile sadece gelecek zaman sabit olup, gelecek zamanda bir manâ
sabit olmaz. O halde gözetilen şey, istikbâlin bizzat kendisi değil, istikbâlde
olacak şeydir. Bunu şöyle bir misalle açıklayabiliriz:' "Allah'a, beni
bağışlaması için ibâdet ediyorum" dediğinde, edatının bir maksat için getirmiş
olursun" ki, o maksat da, mağfirettir. Mağfiret ise, gelecek zamanda olur.
Ama sen, "Senden bağışlanmamı
diliyorum Rabbim.[108] dediğinde, sîn harfini, bu mağfiretin
gelecekte vaki olacağım bildirmek için getirmiş olursun. Kelâmın maksadının,
sadece istikbâlin beyânı olduğu yer ile, kelâmın maksadının istikbâlde bir mana
(iş, fiil) olduğu yer arasında bir fark bulunur. Ancak ne var ki, gelecek
zaman, manada tahakkuk eder. Dolayısıyla, kendisiyle istikbâl manası ortaya
çıksın diye, bir mana getirilmiştir. Sözün maksadının yeri ve mahalli ortaya
çıksın diye de, istikbâl zikredilmiştir.[109]
"O gün, tuzakları
hiçbir biçimde kendilerine fayda vermeyecek, onlara yardım
da edilmeyecektir..."
(Tur, 46).
Cenâb-ı Hak, "O
günleriyle karşılaşıncaya kadar.." buyurup, iyi ve kötü olan herkes de,
kendi günü ile karşılaşacağı için, Allah, herkesin, kendine ait gününün
sıfatını tekrarlamış ve sayesinde, o müşriklerin günlerinin, mü'minlerin
günlerinden başka olacağını ve ayrılacağını beyan eden ifâdeyi getirerek "O
gün ... kendilerine fayda vermeyecek..." buyurmuştur ki, işte bu gün,
mü'minlerin gününden başka olup, ona uymaz. Zira, Cenâb-ı Hak, mü'minlerin günü
hakkında, "Sâdıklara,
doğruluklarının fayda verdiği gün... "(Maide, 119) buyurmuştur. Bu ayetle
ilgili birkaç mesele vardır:[110]
ifâdesi hakkında şu
iki izah yapılabilir:
1) Bu ayetin
başındaki kelimesi (Tûr, 45) kelimesindeki kelimesinden bedeldir.
2) Bu
da (Tûr, 45) ifâdesinin zarfıdır.. Yani,
"Onlar va'd olunmuş günlerine, tuzaklarının kendilerine fayda vermeyeceği
bu günde kavuşurlar..." demektir.
Buna göre şayet, "Böyle bir takdirden, o günün bu günün içinde
olması ve dolayısıyla da, bu günün o günün zarfı olması neticesi ortaya
çıkar.." denilirse, biz deriz ki: Bu, tıpkı bir kimsenin, şu cümlesi
mesabesindedir: "Falancanın öldürülme günü, suçlarının ortaya çıktığı
günde gelir, tahakkuk eder." Buna bir mâni yoktur. Biz, (Tûr, 11)
ifâdesinde, zaman meselesini, zamanın zarf olabileceğini ve zaman olmasına
rağmen, kelimesinin zaman ifâde eden edata muzaf olabileceğini söylemiştik.[111]
Cenâb-ı Hak,
"Ogün, tuzakları hiçbir hiçinde kendilerine fayda vermeyecek..." buyurmuş da, şu
yüce ve kıymetli nükteden dolayı; fiili
de, harf-i cersiz olarak müteaddî
olmasına rağmen,
buyurmamıştır.,.. Bir yüce nüktede şudur: Bir kimsenin ifâdesinden, onun
ona fayda vermiş olduğu anlaşılır. Ama şeklindeki sözünden ise, o kimsenin
ondan bir zararı defettiği anlaşılır. Bu böyledir, zira o kimsenin demesinin
gerçek manası "O bana, kendisi istifâde etmeksizin kazandırdı"
demesinin manası ise, "O benim orada bulunmama ihtiyaç bırakmadı;
başkasının orada bulunması, benim orada bulunmama gerek bırakmadı.."
şeklindedir. Nitekim kendisinden bir şey yapması istenilen birisi, "Benim
yerime çocuğumu kabul edin; çünkü o, benim yerimi tutar.." der. Yani,
"O, sizin yanınızda benim yerime geçer ve böylece de, beni orada bulunma
meşakkatinden kurtarır" demektir. O halde, ayetteki ifâdesi, "Onlardan o zararı gideremez,
savuşturamaz.." anlamındadır. Bir kimsenin, "Onlardan zararı
gideremez" şeklindeki sözünün, "Onlara fayda vermez..."
şeklindeki sözünden daha beliğ olduğunda şüphe yoktur. Şimdi Cenâb-ı Hak,
mü'minler hakkında şayet, "Doğruluklarının, onların yerini tutacağı gün..."
demiş olsaydı, bundan, onların faydalanmış oldukları anlaşılmazdı. İşte bu
sebeple Cenâb-ı Hak, "Sâdıklara, doğruluklarının fayda verdiği
gün..." (Maide, 119) buyurmuştur ki, sanki Cenâb-ı Hak adetâ "Onların
doğruluklarının, kendilerinin yerini aldığı (artık suâl ve hesaba gerek kalmadığı..)
gün..." buyurmuştur. Buna göre Cenâbı Hak adetâ, mü'minler hakkında,
kâfirler hakkında da buyurmuştur ki bu, ancak, İlm-i beyandan nasibini almış;
yakın bir zekâ ile, Allah'ın ayetlerini düşünen, Allah'ın da onu buna muvaffak
kıldığı kimselerden başkasının muttali olamayacağı hususlardandır..[112]
Asi olan, failin
mef'ûlden, zamirin ise ismi zahirden önce getirilmesidir.. Bunlardan birinci
hususa gelince, failin, fiile bitişik olmasından dolayıdır. İşte bundan dolayı,
Araplar, aynı kelimede peşpeşe dört hareke bulunmasın diye,
"yaptım..." diyerek, lamı sakin getirmişlerdir. Ama yine onlar, "Sana vurdu..."
demiş, ama fiilin lâmelfiilini (burada bâ) sakin getirmemişlerdir. Zira burada
kâf, mef'ül zamiri olup, munfasıl bir zamirdir. Ama, zamirin zahir isimden önce
getirilmesine gelince, bu da, kısa söylemenin, iyice ihtisar etmenin düşünülmüş
olması sebebiyledir. Çünkü sen, "Zeyd, bana vurdu..." dediğinde bu,
demenden daha kısa olur. Eğer orada bir kısaltma yoksa, -ki bu senin, ve
Zeyd, bana uğradı; o bana rastladı..." demendir-, burada failin
önce getirilmesi evlâdır. Şimdi burada Cenâb-ı Hak şayet, demiş olsaydı, mef'ûlün önce getirilmesi daha
güzel olurdu. Ama o, buyurunca, bu, tıpkı bizim, dememiz gibi olmuştur. O halde
daha niçin faili başa almamıştır?. (Ne dersin?)
Cevap: Biz
deriz ki: Burada da, yine ilm-i beyândan elde edilen şöyle bir İncelik
bulunmaktadır: Daha mühim olanın başa alınması, daha evlâdır.. Şimdi, Cenâb-ı
Hak şayet, demiş olsaydı, bu sözü duyan kimse çoğu kez, "Onların tuzakları
başkalarına fayda vermedi.." der ve bu faydayı onlar hakkında bekler ve
umar. Ama o ta işin başından "Onlara..." ifâdesini duyunca, artık
ümidi kesilir, böylece de, fayda veremeyecek olan şeyin ne olduğunu beklemeye
koyulur.[113]
Biz, keyd kelimesinin
"kendisinden kaynaklandığı kişi
tarafından bu iş güzel görülse bile, başına geldiği
kimseyi
üzen şey" anlamına geldiğini söylemiştik. O halde, özellikle
bu üzücü şeyin zikredilmesini ve
meselâ mutlak anlamda, "Onlara fiillerinin fayda vermeyeceği gün.."
denilmemesinin hikmeti nedir? Biz deriz ki, bu, "evlâ bittarîk"
yapılan bir kıyastır. Çünkü onlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ve mü'minlerin
yaptığını yapıp, bunun, amellerin en güzeli olduğunu zannediyorlardı. işte bundan
dolayı Cenâb-ı Hak, onların; en güzel olduğunu zannettikleri bu amellerden daha
aşağı olan amellerden ümitlerini kesmesi için, "Onların en güzel olduğuna
inandıkları o amelleri dahi fayda vermedi... (Bunun dûnunda olanlar nasıl fayda
verecek?!.." buyurdu. (Böylece de bu, "evlâ bittarîk" bir kıyâs
oldu..)
Burada, söyleşi bir
diğer izah da yapılabilir: Allah Teâlâ daha önce, "Yoksa, bir tuzak mı
kurmak istiyorlar?" (Tur, 42) buyurup, ve biz de, "O müfessirlerin
ekserisi, bu ifâdeyle, onların Hz. Peygamber (s.a.s)'i öldürme hususundaki
tedbir ve plânlan kastedilmiştir kanaatinde olduklarını" belirttiğimize
göre, Cenâb-ı Hak buyurmuştur ki, bu,
"Onlara, bu tuzaktan dünyada fayda vermemiştir. O halde onlar, bu
tuzaklarının kendilerine fayda vermeyip zarar verdiği günde ne yapacaklardır?.."
anlamındadır.[114]
Ayetteki, "Onlara
yardım da edilmeyecektir" cümlesine gelince, bu hususta şu izahlar
yapılabilir:
a) Bu cümle,
bu yardımın şeklini tamamlayan bir ifâdedir. Ki o da şudur: Davette bulunan
kimse itk önce, başkasından yardım istemeye, böylece de minnet altında kalmaya
ihtiyaç duymaksızın, meydana gelebilecek kötülükleri bertaraf edebilmek için,
bazı tedbirler alır. Sonra, bu tedbirler ona bir fayda sağlamayınca,
başkasından yardım bekler bu sefer., İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Onlara,
kendi nefislerinin fiilleri hiçbir fayda vermediği gibi, ümitsizlik anı ile,
ikbâllerinden ümidi kesildiği anda, onlara, başkaları da fayda veremez.."
buyurmuştur.
b) Bu cümle
ile kastedilen, "Onların şefaatleri, bana hiçbir fayda vermez ve o ilâhlar
beni... kurtaramazlar da.."(Yasin,23) ifâdesinden kastedilenin aynısı
olmuş olur: O halde, ifâdesinin manası, "Onların o putlara tapışları,
onların, "işte bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizde.." (Yunus,
18) ve "Biz onlara sırf, bizi Allah 'a yaklaştırsınlar diye
tapıyoruz.." (Zümer, 3) demeleri de fayda vermez. O halde, "Onlara
yardım da edilmeyecektir" ifadesinin manası, "onların şefaatçileri
olmadığı gibi, ya bir şefaatçinin şefaati, yahutta bir yardımcının yardımı ile
o azabı def edecek bir yardımcıları da yoktur.." şeklindedir.[115]
c) Biz
diyoruz ki, kelimesindeki izafet,
masdann failine değil, mef'ûtüne izafeti kabiiindendir. Buna göre Cenâbı Hak
adeta, "Onlara, şeytanın onlar için kurduğu tuzağı da fayda
vermeyecektir.." demek istemiştir. Ki bunu şu şekilde izah edebiliriz: Sen
"Zeyd'in Amr'ı dövmesi beni şaşırttı..." diyebileceğin gibi
"Amr'ın dövmesi (veya dövülmesi) beni şaşırttı..." da diyebilirsin.
Binâenaleyh sen, masdarla yetindiğinde, muzafun ileyh, ancak karine ve niyetle
bilinebilir. Bu sebeple sen bir kimsenin,
dediğini duyduğunda, Zeyd'in, hem döven, hem de dövülen olması
muhtemeldir.. Ama bir kimsenin, "Hırsızlığından dolayı hırsızın kesilmesi
beni hayrete düşürdü..." dediğini duyduğunda, karine, bu masdann,
mef'ülüne muzaf olduğunu gösterir.
Buna göre şayet,
"bu, açık olanı yeniden açıklama kabilinden olduğu için fasittir. Çünkü,
tuzağa düşmüş olanın tuzağı asla fayda vermez ve benim böyle olduğum da herkes
tarafından bilinir. Dolayısıyla bu, herhangi bir beyâna ihtiyaç duymaz. Ne var
ki tuzak kuranın tuzağının fayda vereceği sanılır. İşte bu sebeple Cenab-ı Hak,
bunun da fayda vermeyeceğini belirtmiştir.." denilirse, biz deriz ki:
Şeytanın, onlara karşı kurduğu tuzak, putlara tapmaları hususunda olmuştur.
Onlar da, bunun faydalı olduğu zannındaydılar. Ama, onların, Hz. Peygamber
(s.a.s)'e kurdukları tuzağa gelince, onlar bunun ahirette kendilerine fayda
vermeyeceğini biliyorlardı. Onlar bunun, ahirette değil de, dünyada fayda
sağlamasını istiyorlardı. Binâenaleyh
problem,
ilk izahı yapana yönelmiş olur. Bizim söylediğimiz şey hakkında iyice
düşündüğünde, bu iki izahın hiçbiri için bir problemin bulunmadığını anlarsın.[116]
"Muhakkak ki o
zulmedenlere, bundan evvel de bir azâb var. Fakat onların
çoğu bilmezler"(Tûr, 47).
Bu ayetin kendinden
öncekilerle münasebeti hususunda şu iki izah yapılabilir:
a) Bu ifâde
Cenâb-ı Hakk'ın, (Tûr, 45) ayetiyle ilgilidir. Çünkü bu ayet, onlarla
savaşmanın (henüz) caiz olmadığına delâlet ediyor ki, işte bundan dolayı o
ayetin, kıtal meşru kılınmadan önce indiği söylenmiştir. Bu durumda Cenâb-ı Hak
sanki, mutlak anlamda, "Onları, ister savaşmaksızın bırak, istersen
bırakma.. Onlar için, kıyamet gününden önce Bedir gününün azabı vardır. Çünkü
onların kılıçtan geçirilmeleri hükmedilmiştir," buyurmuştur. Böylece bu,
föü emrinin, Bedir emrinin, Bedir günündeki o ilahî azâbla neshedileceğini va'd
eden bir beyân olmuş olur.
b) Bu ayet,
Cenâb-ı Hakk'ın, (Tûr, 46) ifadesiyle ilgilidir. Zira, Allah, onların
tuzaklarının kendilerinden herhangi bir şeyi bertaraf edemeyeceğini beyan
edince, "Bu fayda vermeyişle de yetinilmeyerek, tam aksine, onların
tuzaklarının fayda vermemesinin yanısıra, onlar için başka bir "veyl"
daha vardır ki, bu da, onlar için hazırlanmış olan o (Bedir) azabıdır.."
buyurmuştur. Şimdi şayet Cenâb-ı Hak, sadece, "O tuzakları onlardan hiçbir
şeyi savuşturamayacak" demiş olsaydı, bu, o tuzağın fayda vermeyeceği
gibi, zarar da vermeyeceğini düşündürebilirdi. Ama bu İfadeyle birlikte, bir
de, "Muhakkak ki o zulmedenlere (...) bir azab var..." buyurunca,
böyle bir zan ortadan kalkmış oldu. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:[117]
Eğer ayette geçen azabın Bedir azabı olduğunu söylersek, bu ayette
bahsi geçen zalimler, Mekkeliler olmuş olur. Yok bu azabla, kabir azabının
kastedildiğini söylersek, ayette geçen, "zalimler" kelimesi, bütün
zalimleri kapsayan bir ifâde olmuş olur.[118]
Buradaki zulümle ne kastedilmiştir? Biz deriz ki, bu hususta şu izahlar yapılabilir:
a) Bu,
onların, peygamberlerine karşı kurmuş oldukları
tuzaktır.
b) Onların
putlara tapışlarıdır.
c) Onların
küfürleridir. Bu üçüncü şık, ikinci şıkla münasebet arzeder.[119]
Müfessirlerin
ekserisine göre ayette geçen ifâdesinin anlamı, "bundan önce" demek
olup, bunu, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Biz,
o en büyük azâbtan önce de onlara
mutlaka yakın azabtan taddıracağız"(Secde, 21)
ifâdesi de teyid eder. Bu hususta şu diğer iki izah da yapılabilir:
a) Bu ifâde,
"devam ve şiddet bakımından bundan daha az..." anlamına gelir.
Nitekim Arapça'da, "Elem verme
bakımından, dövme, öldürmeden daha aşağıdır" denilir. Bu manaya göre,
dünya azabının, ahiret azabından daha hafif olduğunda şüphe yoktur. Mananın
böyle olması halinde burada, ahiret azabının büyük olacağına dikkat çekilmiş
olur. Bu böyledir, zira, bir kimse, yani, "Öldürme ve kabirdeki azâb
bakımından bundan daha az elem verici olan bir azâb..." dediğinde, düşünen
birisi düşünür de, "Öldürmenin, kendisinden aşağı o azâb, olsa olsa çok
büyük olur.." hükmüne varır.
Buna göre, şayet,
"O halde bu mana, "Biz, o en büyük azâbtan önce de onlara mutlaka
yakın azâbtan taddıracağız" (Secde, 21) ayeti hakkında söylenilmesi mümkün
değildir" denilirse, biz deriz ki: Bunu kabul ediyoruz, ancak ne var ki,
burada bu ikincisi ile bir kimsenin, "Senin ısrarlarının altında fesatlar
vardır; senin maksadımı altında da, yorgunluklar vardır..." sözü tarzında
bir mananın kastedilmiş utması mümkündür. Ki bunun izahı şudur: Onlar,
Allah'tan başkasına ibadet edip tapınca, nefislerini, esasen kendisi için
yaratıldığı amacın dıştnda kullandıkları için, böylece kendilerine
zulmetmişlerdir. İşte bu sebeple onlara, "Sizin için, bu zulmün ötesinde,
azâb vardır" denilmiştir.[120]
Ayetteki ifâdesi neye işarettir?
Biz diyoruz ki, öyle görünüyor ki bu, "o gün"e işaret olup, bu
hususta başka
iki izah daha
yapılabilir:
a) Bu,
çarpılmalarına bir işarettir. ifâdesi de, vaki olacak olan azaba bir işarettir.
O halde, illi 'nin buna da bir işaret olduğu söylenebilir. Şöyle de denilebilir:
Daha Önce, "Rabbinin azabı hiç şüphesiz vâkidir"(Tur,7)cümlesi
geçmişti. O halde, bu ayetteki ifâdesinin anlamı, "o azabın
dışında..." demektir.
b) Bu İfâde,
"onların tuzaklarının dıştnda" anlamına gelmektedir. O halde onların tuzaklarına bir işaret olup, biz
bunun ne demek olduğunu, biraz önce verdiğimiz bir misalle açıkladık ki, bu da
bir kimsenin, "Senin ısrarların altında mefsedet ve mahrumiyetler
yatar" tarzındaki sözü gibidir. Allah en iyi bilendir.[121]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Fakat onların çoğu bilmezler" buyruğuna gelince, biz bu hususta da
şu İzahları yapabiliriz:
1) Bu ifâde
Arapların Örfüne göre söylenmiştir. Çünkü
Arablar, yekûnu, ekseriyetle ifâde ederler. Nitekim
Cenâb-ı Hak, "Onların ekserisi buna inanırlar.."(Sebe, 41) buyurmuştur.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, yalan olmaktan uzak kalacağı için, konuşanın böyle
konuşmasının güzel olduğununu bildirmek amacıyla, aynı tarzda konuşmuştur.
2) Onlardan
iman edenler olup da, fakat insanlar tarafından bilinmeyenler bulunabilirdi.
3) Onlar,
genel olarak bilmezler, ama bazı hallerde bilebilirler. Bunun en azı da,
kendilerine fayda vermeme dahi, onların, "kesif halinde" (can boğaza
dayandığında) bilmeleridir.[122]
Ayetin sonundaki
ifâdesinin mef'ulünün, daha
önce geçen şey, yani, "Onlar için bundan aşağı bir azab
da vardır"
ifâdesi olduğu söylenebileceği gibi, bunun, hiç
mef'ûl olmadığı da söylenebilir. Buna göre mana,
"Onların ekserisi
habersizdirler, cahildirler" şeklinde olur.[123]
"Sen Rabbinin
hükmüne (rıza ile) sabret. Çünkü muhakkak sen, bizim İnayetimiz altındasın.
Kalkacağın zaman da, Rabbini hamd ile teşbih ve tenzih
et..."
(Tur. 48).
Biz, bunun ne demek
olduğunu, (Kaf, 39) ayetinin tefsirinde
zikretmiştik. Biz, orada söylediklerimizin bir kısmına burada işaret edelim.
Zira, aradan uzun zaman geçmesi, unutmaya sebep olabilir. Şimdi biz diyoruz ki,
Cenab-ı Hak, "Onları
bırak"(Tur, 45) buyurunca, bu ifâde de, artık onlara nasihatta
bulunmanın faydasının kalmadığına bir işaret vardır; Özellikle de, Cenâb-ı Hakk'ın
(Tûr. 44) İfâdesi gelince... İste bu, tıpkı Nûh (a.s)'ın yaptığı
"Ya Rabbî,
yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma" (Nûh, 26)
şeklindeki beddua ile Yunus (a.s)'ın yaptığı duâ gibi, Hz. Peygamber (s,a.s)'ı
badduftya sevkeden bir sebep oldu. İste
bunun üzerine Cenâb-ı Hak yani,
"Lanetini teşbih İle değiştir." "Rabbini tenzihe sarılarak onu
an.." Yani, "Allah'ım, onlan heiâk et" diyeceğine, beni teşbih
et" buyurdu. Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbinin hükmüne sabret. O balığın
yoldaşı olan (Yunus a.s) gibi olma"(Kalem,48) buyruğuna baksana...[124]
Ayetteki,
"Çünkü muhakkak inayetimiz
altındasın" cümlesi hakkında
şu izahlar yapılabilir:
1) Allah
Teâlâ, onların o peygambere tuzak kurduklarını beyan buyurunca, bu, hilelerini
tamamlayamasınlar diye, örfen, onları hemen ortadan kaldırmaya götüren
sebeplerden birisi olabilirdi. Bu vaki olmayınca Cenâb-ı Hak, "Sabret,
endişelenme, çünkü sen bizim himâyemizdesin.." buyurdu.
2) Allah
Teâlâ, "Sabret, onlara bedduada bulunma. Sen, bizim inayetimiz altındasın.
Seni gözetliyoruz. Bu durum olabilecek hallerin ve durumların en efdali üzere
olmanı gerektirir. Ne var ki, senin Bizi tenzih etmen, yarattığımız kullar
aleyhine duâ etmenden daha efdaldir. O halde, daha üstün olanını seç... Çünkü sen,
Bizim gözlerimiz Önündesin..." buyurmuştur.'
3) Halini
başkasına açan kimsenin bu hareket tarzında, kendisine şikâyette bulunulanın,
şikâyet edenin halini bilmediği hissi bulunur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak,
"Sabret, halini şikâyet etme. Sen, bizim gözlerimiz önündesin. Biz seni
görmekteyiz. Binâenaleyh, şikâyetinin bir faydası yoktur" buyurmuştur,
Cenâb-ı Hakk'ın (Kâf, 39) ifâdesinde
bulunmayan, ancak buraya mahsus birkaç mesele vardır.[125]
fiilindeki lâm
hakkında şu muhtemel izahlar yapılabilir:
1) Bu
lâm, anlamında olup, kelamın takdiri,
"Allah hükmedinceye kadar sabret.." şeklindedir.
2) Sabır'da,
sebat manası vardır. Buna göre, adetâ Cenâb-ı Hak, "Rabbinin hükmüne sebat
et.." demek istemiştir. Nitekim Arapça'da, "Falanca, kılıcını taşımak
için sabr ü sebat etti" denilir.
3) Bu lâm,
sebep anlamına kullanılan lâm'dır. Nitekim Arapça'da, "Niçin çıktın?"
denilir de, buna cevaben, "Falancanın bana, çıkma emrini vermesinden
dolayı" denilir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak demiştir ki bu, "Allah'ın emrini,
tutmaya sabra sebep yap" demektîr. Çünkü O, "Başka bir şeyden dolayı
değil, sana verilen bu hükümden dolayı sabret” buyurmuştur.[126]
hükümden dolayı
sabret" buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak,
burada bir başka yerde
de,
(Tahâ.39) buyurmuştur. (Niçin?) Biz deriz ki,
Cenâb-ı Hak orada (Tahâ), zamiri müfred
-ki bu mütekellim
yâ'sıdır- getirince,
fi kelimesini de müfret getirmiştir.
Burada ise, çoğul zamirini, yâni yi getirince, fi kelimesini de çoğul yaparak,
buyurmuştur. Bu izah, lafız
bakımındandır.
Manâ bakımından olana
gelince, burada koruma işi, daha tam ve daha mükemmeldir. Çünkü
"sabr", Hz. Peygamber (s.a.s)'in rahmet binitidir. Zira insanlar,
onun aleyhine birleşmişler, onun için tuzaklarım birleştirmişler ve onun işi
hakkında karşılıklı müşaverede
bulunmuşlardır. Allah'ın, Hz. Nûh (a.s)'a, henüz Tufan kopmadan önce gemiyi
emretmesi, gemi edinmesi gerektiği emrini vermesi ve yeryüzünün her tarafı
suyun altında kalmışken, onun boğulmaktan korunması, mahlûkatın gözünde, büyük
bir himayeye muhtaç olan bir husus olmuştur. İşte bundan dolayı da, (Hûd. 37) buyurmuştur.[127]
kelimesinin başındaki
bâ'nın, ilgi ve münasebetinin izahı nasıl yapılabilir? Biz deriz ki, bu, bütün
bakımlardan
ortada olan bir
husustur. Şimdi biz, bunun "hıfzetmek, muhafaza etmek" anlamını
taşıdığını söylersek, takdiri, "Sen bizim gözlerimiz önünde
mahfuzsun.." şeklinde olur. Biz bunun "ilim" manasını ifâde
ettiğini söylersek, bunun takdiri, yani, "Sen, bizim seni göreceğimiz bir
mekândasın.." demek olur ki, bunun takdiri de, "Sen, bizim
gözlerimizle görülüyorsun.." demektir. Bu durumda bu, tıpkı bir kimsenin,
"Ben onu gözlerimle gördüm.." demesi gibi olur ki, bu da, "Alet
olan kalemle yazıldı.." denilmesi gibidir. Ki, her ne kadar Allah'ın
görmesi, bir alet ile olmasa da...
Buna göre şayet,
"Cenâb-ı Hakk'ın şu iki yerde, yani Tâhâ'’da (Taha, 39); burada da, demesi
arasında ve ile harfi cerri arasında ne fark vardır?" denilirse, biz deriz
ki: Orada 'nın anlamı, "O onu, Allah'ın
razı olduğu bir biçim üzere görür.." şeklinde olup, bu tıpkı bir kimsenin,
"Onu, gözlerimin önünde yap.." demesi gibidir ki, bu da "Benim
rızâm üzere yap.." demek olup, takdiri, "Benim gözüme girecek ve
benim dönüp ona bakabileceğim bir tarzda yap" şeklindedir. Çünkü, birisi
bir başkasına ait bir şey yapar da, onun da hoşuna gitmezse, o ona bakmaz,
gözünü kaldırıp bakmaz bile Bâ'ya gelince, biz bu hususu, (Kâf, 39) ayetinin
tefsirinde zikretmiştik.[128]
Ayetteki,
"kalkacağın zamanda..." ifâdesine gelince, bu hususta da şu izahlar
yapılabilir:
1)
"Yerinden kalktığında..." demek olup, bu da, "kalkmaya
azmettiğinde, kalkma zamanı geldiğinde henüz kalkmadan önce..." demektir.
Nitekim bir haberde, "Kim meclisinden kalkmazdan önce
"Subhânellâh" derse, bu, o kimseden o mecliste sâdır olmuş boş ve
malâyanî şeyler için bir keffâret olarak yazılır" şeklinde varid olmuştur.
2) "Uykudan
kalktığında..." Bu hususta da varid olan haber, Hz. Peygamber (s.a.s)'in,
uyanır uyanmaz tesbihatta bulunduğuna delâlet eder.
3)
"Namaza kalktığında..." Yine bir haberde, Hz. Peygamber (s.a.s)'in,
namaza başlarken, "Allah'ım, seni
tenzih ederim... Hamdinle överim, ismin
yücedir... Şanın ve şerefin uludur. Senden başka ilah yoktur" dediği varid
olmuştur.
4)
"Herhangi bir iş için kalktığında..." Özellikle de kavminle,
mücahede, mücâdele ve onlara beddua etmek için kalktığında Rabblni, O'nun
hamdine bürünmüş olarak teşbih et ve düşmanlık ve intikam almak için olan
kalkışını, Allah'ı zikretmek ve onu tesbihatta bulunmak için kalkışınla değiştir.,"
5)
"Gündüzün kalkarken.. Çünkü gece, sükûnet; gündüz de, talep etme
zamanıdır.. O halde kalkma işi, gündüz daha elverişlidir." Bu durumda bu
ifâde, Cenâb-ı Hakk'ın, "Gecenin bir kısmında da O'nu teşbih et..."
(Hicr, 49) ayeti gibi olmuş olur ki, bu, geriye kalan zamana bir
işarettir,"Sabahın ilk vakti" demektir.[129]
"Gecenin bir
kısmında ve yıldızların batışından sonra dahi teşbih et..."
(Tur, 49).
Bunun tefsiri daha
önce geçti. Bu, aynen "Haydi akşama girerken ve sabaha ererken Allah'ı
tenzîh (ve teşbih) edin"(Rum, 17)
ayeti gibidir. Teşbihin bu vakitlere tahsis edilişlerinin hikmet ve manasını
anlatmıştık. Dolayısıyla bu sûreyi, bir hikmetle sona erdirelim: Allah Teâlâ
burada ''Yıldızların batışından
sonra..."
Kâf Suresi'nde ise, "Secdelerin arkalarında..."'(Kaf,
40) buyurmuştur. Şöyle denebilir: Bu
ikisinin manası da aynıdır. Çünkü "sücûd", sâcid (secde) edenin
çoğulu olup, yıldızlar için de secde söz konusudur. Nitekim Hak Teâlâ,
"Yıldız ve ağaç secde ederler" (Rahman, 6) buyurmuştur, buradaki
yıldız (necm) kelimesi ile, gökteki yıldızların murad edildiği söylendiği gibi,
"gövdesi olmayan bitkilerin" kastedildiği de söylenmiştir. Nitekim
Hak Teâlâ, "Gökte ve yerde olan herkes, yani herşey Allaha secde eder (Raf,15)
buyurmuştur.Yahut da "nücûm" ile, görevler kastedilmiştir. Çünkü her
göreve Arapça'da, "necm" denir. Buna göre mana, "Namaz vazifeni
bitirdiğinde "Sübhânellâh" de" şeklinde olur. Nitekim bir
hadiste:
"Kim, namazının
peşlstra, on kere "Sübhânellâh", on kere "Elhamdülillah",
on kere de "Allahu Ekber" derse, ona bin sevab yazılır[130] buyurulmuştur. Böylece her iki ayettede mana
aynı olmuş olur. Çünkü secde etmek de
görevlerdendir. Meşhur ve zahir olan mana ise, "EdMre'n-nucûm"
(yıldızların batışı) ifadesiyle, sabah vaktinin kastedilmiş olmasıdır. Çünkü
yıldızlan da Allah Teâlâ idare eder. Böylece
güneşin doğuşu ve ışığı ile, yıldızların ışıkları
görünmez olur. Mananın böyle olması halinde, biraz önce beşinci maddede
bahsettiğimiz gibi, "Kalkacağın zaman..." ifadesi ile, gündüz
vaktinin kastedildiği, çünkü gündüzün, kalkmayı isteme vakti olduğu ortaya
çıkmış olur. yani "İnsanın uyanık
olduğu zaman" İle sabah namazı vaktinde, tesbihatta bulunmaktan hâli
kalma, yani uyku vaktinin dışında, hep tesbihatta bulun.
Bu sûrenin tefsirinin
sonu budur. Allah en iyi bilendir. Hamd, Rabbu'l-âlemîn olan Allah'a, salât-u
selâm da, efendimiz Hz. Muhammed (s.a.s)'e, O'nun âline ve ashabına olsun.
(Amin).[131]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/407.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/409.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/409.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/409-410.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/410.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/410.
[7] Buhari Ezan 148.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/410-411.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/411.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/412.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/412.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/412-413.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/413-414.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/414-415.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 20/415.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/415.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/415-416.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/416.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/416-419.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/419-420.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/420.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/420-421.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/421.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/421-422.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/422.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/423-424.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/424-425.
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/425.
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/425-426.
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/426-427.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/427-428.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/428-429.
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/429-430.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/430.
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/430.
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/430.
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/430.
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/431.
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/431-432.
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/432.
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/432-433.
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/433.
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/433-434.
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/434.
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/435.
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/435-436.
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 20/436.
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/436.
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/436.
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/436.
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/436-437.
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/437-438.
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/438.
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/438.
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/439.
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/439.
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/439.
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/439.
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/440-441.
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/441.
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/442.
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/442.
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/442-443.
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/443.
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/443-444.
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/444-445.
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/445-446.
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/446.
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/446.
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/446-447.
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/447.
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/447.
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/447.
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/448.
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/448.
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/448-449.
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/450.
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/450-451.
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/451.
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/451.
[81] Müsnd, 2/172.
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/451-452.
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/452.
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/452-453.
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/453.
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/453.
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/453.
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/453-454.
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/454.
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/454-455.
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/455-456.
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/456.
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/456.
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/456-457.
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/457.
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/457-458.
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/458-459.
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/459.
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/459.
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/459.
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/459-460.
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/460.
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/460.
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/460.
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/461.
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/461.
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/461-462.
[108] Matbu nüshada böyledir. Muhtemelen doğrusu şeklindedir
(ç.).
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/462-463.
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/463-464.
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/464.
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/464.
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/465.
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/465.
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/466.
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/466-467.
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/467.
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/467.
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 20/467-468.
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/468.
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/468.
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/468-469.
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/469.
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/469.
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/470.
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/470.
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/470-471.
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/471.
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/471-472.
[130] Kenzul-Ummal 16/44081.
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/472-473.