NECM SÛRESİ

 

53

 

İndiği Yer :

 

Mekke

 

İniş Sırası :

 

23

 

Âyet sayısı :

 

62

 

Nüzulü

 

Mushaf'taki sıralamada elli üçüncü, iniş sırasına göre yirmi üçüncü sûredir. İhlâs sûresinden sonra, Abese sûresinden önce Mekke'de nazil olmuştur. Sadece 32. âyetinin Medine'de indiği rivayet edilmiştir, fakat bu âyetin öncesi ve sonra-sıyla olan sıkı anlam bağı ve üslûp birliği bu rivayeti tereddüde açık bırakmakta­dır.[1]

 

Adı

 

İlk âyetinde geçen ve "yıldız" anlamına gelen "necm" kelimesi sûreye ad ol­muştur.[2]

 

Konusu

 

Kur'an'ın Allah tarafından Cebrail vasıtasıyla Hz. Muhammed'e indirilmiş olduğu ve Hz. Peygamber'in Allah'tan aldıklarını sadakatle tebliğ ettiği ortaya konmakta, müşriklerin melekleri Allah'ın kızları, putları da melekleri sembolize eden varlıklar olarak kabul etme şeklindeki inançları mahkum edilmekte, önceki peygamberlere gönderilen vahiylerle Resûlullah'ın getirdikleri arasındaki bazı or­tak noktalara değinilmekte, inkarcılıkları sebebiyle helak edilmiş geçmiş toplum­lardan Örnekler verilmektedir. [3]

 

Meali

 

Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla... 1-2. İndiği sırada yıldıza andol-sun ki bu arkadaşınız ne sapıtmış ne de eğri yola gitmiştir. 3. Kişisel arzula­rına göre de konuşmamaktadır. 4.0, kendisine indirilmiş vahiyden başka bir şey değildir. 5-7. Onu, çok güçlü, üstün niteliklerle donatılmış biri öğretti. O, ufkun en yüce noktasındayken asıl şekliyle göründü. 8. Sonra yaklaştıkça yaklaştı. 9.0 kadar ki iki yay kadar hatta daha yakın oldu. 10. (Allah) kulu­na ne vahyettiyse vahyetti. 11. Gözün gördüğünü kalp yalanlamadı. 12. Şim­di siz şüpheye düşüp gördükleri hakkında onunla tartışmaya mı kalkışıyor­sunuz! 13-14. Andolsun ki onu bir başka iniş esnasında da Sidre-i Münte-hâ'nın yanında gördü. 15. Ki onun yanında huzur içinde kalınacak cennet vardır, 16. O an Sidre'yi bürüyen bürümüştü. 17. Göz ne kaydı ne de hede­finden şaştı. İS. Hiç kuşkusuz o, rabbinin âyetlerinden en büyüğünü görmüş­tü. [4]

 

Tefsiri

 

1-2. Sûreye, Kur'an'm önemli hususlara dikkat çekerken kullandığı bir üslûp olan kasem (yemin) ifadesiyle başlanmakta, Hz. Peygamber ve Kur'an hakkında­ki asılsız isnatlar kesin bir dille reddedilmekte, onun yolunu şaşırmış bir insan ol­madığı gibi kişisel ihtiraslartyla da hareket etmediği, vahyin ve aklın icaplarından sapmadığı belirtilmektedir. Bu özlü anlatımla, onun içten veya dıştan gelebilecek olumsuz etkilere karşı ilâhî koruma altında bulunduğu gerçeği pekiştirilmektedir. Âyette "bu arkadaşınız" anlamındaki "sâhibüküm" tamlamasının kullanılmış ol­ması, muhatapların Hz. Peygamber'i yakından tanıdıklarını[5] yıl­lar yılı onun ne kadar erdemli, makul düşünen ve ölçülü hareket eden bir insan ol­duğunu gözleriyle gördüklerini hatırlatması açısından oldukça manidardır. Zira "sâhib" kelimesi daha çok, uzun süre birlikte olmuş kişiler hakkında kullanılır; di­limizdeki "sohbet" kelimesi de aynı kökten türetilmiştir. [6]

İlk âyette Yüce Allah "necm" üzerine yemin etmiştir. Meâtde "yıldız" şek­linde çevrilen necin kelimesin sözlük anlamları, Kur'an'daki kullanımları ve bağ­lamı dikkate alınarak bu kelime için değişik yorumlar yapılmıştır. Bunları şöyle özetlemek mümkündür:

a) Belirli bir yıldızla sınırlı olmaksızın, yıldız olarak nite­lenebilecek gök cisimleri,

b) Süreyya (Ülker) yıldızı: Araplar necm kelimesini da­ha çok bu anlamda kullanırlardı,

c) Zühre yıldızı: Bazı Arap kabileleri bu yıldıza taparlardı,

d) 49. âyette geçen Şi'râ yıldızı,

e)Hz. Muhammed: Kelime burada me­caz anlamında kullanılmıştır,

f) Kur'ân-1 Kerîm veya o ana kadar inmiş olan kıs­mı: Ara ara, parça parça verilen şeyin her defasında verilen miktarına "necm" de­nir; dolayısıyla burada Kur'an'ın tedricî olarak, parça parça İndirilme özelliğine işaret edilmiş veya Kur'an'ın o ana kadar gelen kısmı kastedilmiş olabilir,

g) Göv­desi olmayan bitkiler: Rahman sûresinin 6. âyetinde kelime bu mânada kullanıl­mıştır. Âyette geçen "hevâ" fiili "inme, meyletme, düşme, yukarıya yükselme" mânalarına gelir; belirtilen yorumlarda, daha çok "inme" anlamı esas alınmıştır. Mesela "necm" yıldız olarak kabul edilince âyette, belirtilen yıldızın veya genel olarak yıldızların ufuktan inişinin, düşüşünün kastedildiği yorumu yapılmıştır, ki böylece gök cisimlerinin sukut (kütle çekimi, gravitation) kanununa tâbi oldukla­rına dikkat çekilmiş olmalıdır; ancak yıldız için bu fiilin hem doğmayı hem bat­mayı ifade etmesi mümkündür. Öte yandan, bu ifadeyle yıldızların kıyamet gü­nünde sönüşüne veya dağılışına işaret edildiği kanaatini taşıyan müfessirler de vardır. Burada Kur'an'ın veya o ana kadar gelmiş kısmının kastedildiği düşünül­düğünde de. vahyin İnmesi esnasında tecelli eden ilâhî irade ve olağanüstülükler üzerine yemin edildiği söylenebilir. Yine, Hz. Muhammed'in kastedilmiş olabile­ceği yorumunda, onun mi'raçtan inmesi veya mekânın üstüne (fizik ötesi âleme) yükselmesi açıklamaları yapılmıştır. Necm kelimesinin "gövdesiz bitki" mânası esas alındığında ise bu fiille birlikte kullanılması, otların yükselip yere yatmasına yani baharın iyice belirgin hale geldiği döneme işaret şeklinde açıklanmıştır. [7]

 

3-4. Kur'an'da değişik vesilelerle İfade edildiği üzere Hz. Peygamber bir be­şerdir, ama Allah'tan vahiy almaktadır. Birinci özelliği onun şahsıyla ilgili bir hu­susu yani asla tannlaştınlmaması gerektiğini, ikinci özelliği de Allah adına bildir­diklerinin sıradan bir insanın sözleri olarak düşünülmeyip lâyık olduğu yerde tu­tulmasının ne kadar önemli olduğunu belirtmektedir. Bu âyetlerde de onun pey­gamber olarak tebliğ ettiklerinin kişisel arzularına göre söylenmiş sözler olamaya­cağına bir vurgu yapıldığı görülmektedir. 3. âyette "konuşma, söyleme" anlamın-da bir fiil kullanılmış olmasından hareketle Resûlullah'ın bütün söylediklerinin vahiy olduğu, dolayısıyla herhangi bir konuda ictihad ettiğinin söylenemeyeceği yorumu da yapılmış olmakla beraber, başka deliller bu yorumu çürütmektedir. Ayrıca, beşer olarak yani günlük hayatın akışı içinde kişisel düşüncelerini belirt­mek üzere veya (yargıç, devlet başkanı, komutan vb.) değişik sıfatlarla söylediği ve o bağlamda değerlendirilmesi gereken sözlerinin bulunduğu da bilinmektedir. Bu âyetlerin asıl konusu Hz. Muhammed'in vahiy almaşım yani peygamberlik sıfatını inkâr edenlere; onu şair, kâhin vb. sıfatlarla niteleyip Kur'an'ı kendisinin uydurduğunu söyleyenlere bir reddiyede bulunmaktır. [8] Bununla birlikte, bu âyetlerin başka delillerle birlikte değerlendirilmesi sonucunda, Resûlullah'ın tebliğ mahiyetinde olmayan söz ve davra­nışlarının da vahyin kontrolü altında bulunduğu ve bir konuda İctihad ettiğinde yanlış sonuca ulaşırsa ona bunun doğrusunun mutlaka bildirildiği anlaşılmaktadır. [9] Tanımı ve Özellikleri 2) Vahiy" başlığı). [10]

 

5-18. Hz. Peygamber'e gelen vahyin kaynağı ve onun Allah katındaki üstün mertebesi hakkında hiçbir kuşku duyulmaması için oldukça canlı bir tasvire yer veren bu âyetlerin üslûbundaki gizemlilik, bir taraftan da duyularla algılanamayan, fizik âlemin ötesine taşan konularda İmanın esas olduğuna ve bu hususta aklın sı­nırlarını zorlamanın anlamsızlığına dikkat çekildiğini düşündürmektedir. Müşah­has unsurlarla bezenmiş izlenimi vermekle birlikte zihni soyut düşünme düzeyine doğru yükselten ve etkileyici bir üslûp taşıyan bu tasvirdeki asıl amacın, tarihin her döneminde değişik biçimler altında benzerleri görülen Mekke putperestlerinin maddî veya manevî bir takım varlıkları devreye sokarak tanrı inancını somut bir tasavvura indirgeme, böylece Allah'tan başka varlıklara tanrılık izafe etme telâk­kisini mahkûm etmek olduğu söylenebilir.

Sûrenin inişi erken Mekke dönemine rastlamakla beraber, bu âyetler küme­sinin ve özellikle 13-18. âyetlerin, Mekke döneminin sonlarına doğru gerçekleşti­ği bilinen mi'rac olayı ile ilgili olduğu kabul edilir. Tefsirlerde bu âyetlerde yer alan kelimeler için yapılan geniş açıklamalar ve buna göre ortaya çıkan farklı yo­rumlar [11] aşağıda özetlenmeye çalışılacaktır.

Pek çok âyette, Kur'ân'ın vahyedilmesi kelâmın asıl sahibi olan Allah'a nis­pet edildiğine göre onu asıl öğretenin Cenab-ı Hak olduğunda şüphe yoktur; Rah­man 55/1-2. âyetinde de "Kur'an'ı Rahman öğretti" buyurularak bu husus ayrıca ifade edilmiştir. Öte yandan Yüce Allah, Şûra 42/51 âyetinde belirtildiği üzere vahyini elçi gönderip onun vasıtasıyla da bildirebifmektedir ve -bazı âyetlerden açıkça anlaşıldığına göre- bu elçi de vahiy meleği Cebrail'dir. [12] Bu durum karşısında, 5. âyette geçen "öğretti" anla­mındaki fiilin öznesinin Allah Teâlâ veya Cebrail olabileceği yorumları yapılmış­tır. Fakat buradaki ifade akışı ve özneyi nitelemek üzere seçilen kelimeler göz önüne alınarak ikinci ihtimal daha güçlü bulunmuştur. Bazı müfessirlerce, burada "öğreten" hakkında övgü ifadesi kullanılmasının öğrenenin faziletine dikkat çek­me anlamı taşıdığı, ayrıca bu ifadeyle inkarcıların "Kesin olarak ona bîr insan öğ­retiyor" tarzındaki iddialarını (Nahî 16/103) reddetmenin amaçlandığı belirtilmiş­tir. 6. âyetteki "üstün niteliklerle donatılmış" diye çevrilen sıfat "çok güçlü veya etki ve nüfuzu çok kuvvetli" mânasına alındığında bunu hem Yüce Allah'ın hem de Cebrail'in sıfatı olarak düşünmek mümkündür. Ayrıca bu tamlama "aklî mele­keleri çok güçlü, korkusuz, sağlam yapılı, heybetli, güzel görünümlü" gibi mâna­lara da gelmektedir ki bunlar Cebrail'in nitelikleri olabilir. 7. âyetteki "asıl sekliy­le göründü" diye tercüme edilen cümlenin öznesini Cebrail olarak düşünen müfes-sİrler burada, onun başka zamanlarda insan suretinde göründüğü halde bu defa gerçek suretinde göründüğüne işaret bulunduğunu söylemişlerdir. Onlar bu yoru­mu bazı rivayetlerle desteklerken, vahiy meleğinin sadece Hz. Muhammed'e ger­çek suretinde görünmüş bulunduğunu ve bunun da hayatında iki defa vâki olduğu­nu belirtirler. Diğer bir yoruma göre İse bu cümlenin öznesi Hz. Peygamber olup burada öğretme fiilinin etkisini yani onun peygambere ait ilimde yükselip doğrul-duğu anlatılmaktadır; dolayısıyla 6. âyetteki "istevâ" fiilinin "doğruluverdi" şek­linde tercüme edilmesi uygun olur. "Ufkun en yüce noktasındayken" dîye çevrilen 7. âyet de söz konusu "doğrulma" veya "asıl şekliyle görünme" anlamındaki fiilin öznesine göre açıklanmaktadır. Bunları Cebrail'in semâda, ufkun en yüce nokta­sında veya ufku tamamen kaplar bir halde görünmesi veya Hz. Peygamber'İn ma­nevî mertebesinin yükselmesi şeklinde özetlemek mümkündür. Belirtilen fiilin birinci öznesini Cebrail, fiilin hemen ardından gelen "vav" harfini bağlaç ve "hüve" zamirini Hz. Muhammedi ifade eden ikinci özne olarak düşünüp "Cebrail ve Pey­gamber en yüce ufukta (güneşin doğduğu yönün en üst noktasında) yükselip doğ­ruldular" mânasını verenler de vardır. [13]İbn Atıyye dilbilim­cilerin bu tür özne takdir edilmesini tasvip etmediklerini; ayrıca "ufuk" kelimesi­nin mânasını bu şekilde sınırlandırmanın mesnetsiz olduğunu belirtir. [14]

"Sonra yaklaştıkça yaklaştı" şeklinde çevrilen 8. âyetteki "denâ" ve "tedellâ" fiillerinin öznesi açık olmadığı için üç türlü yorum yapılmıştır:

a) Cebrail'in Re- sûlullah'a yaklaşması ve ona doğru inişi.

b) Cenab-ı Allah'ın Resûlullah'a yaklaş­ması, onu kendine cezbetmesi.

c) Resûlullah'ın Yüce Allah'a yaklaşması, O'nun çekmesiyle yukarılara yükseltilmesi kastedilmiştir. Bazı müfessirler ikinci fiilin sözlük anlamlarından birine dayanarak burada habîb (seven) ve mahbûb (sevilen) arasındaki naz ve muhabbet tecellilerini ifade eden edebî bir anlatım bulunduğu­nu ileri sürmüşlerdir.

"O kadar ki iki yay kadar hatta daha yakın oldu" diye çevrilen 9. âyetteki "kavseyn" "iki yay" mânasına gelir; "kab" de yayın kabzasıyla kirişlerin bağlan­dığı iki köşe aralığına denir ki bir yayda iki kab bulunur. Kab kelimesinin yayın kabzasıyla kirişi arasını ifade etmek için kullanıldığı da olur. "Kabe kavseyn" ifa­desi hakkında çok geniş açıklamalar ve burada kastedilen mâna ile ilgili değişik yorumlar yapılmıştır. Bunlar şöyle özetlenebilir:

a) O dönemde Araplar bir anlaş­ma yaparlarken iki yay çıkarıp üst üste koyarak tek bir yay görünümü verirler (kablerini birleştirirler), sonra ikisini birlikte çekip bir ok atarlar böylece tam ola­rak ahitleştiklerini simgelerlerdi. Buna göre "kabe kavseyn" hem maddî anlamda fevkalade yakın olmayı hem de manevî bir yakınlığı ifade eder.

b) Hicaz dilinde "kavs" kelimesi bir uzunluk ölçüsü (zira) anlamında kullanılırdı. Buna göre iki ar­şın uzunluğunda bir mesafenin kastedildiği söylenebilir.

c) "Kabe kavseyn" ifade­sini dönüştürme (kalb) yöntemine göre "bir yayın iki ucu arasındaki mesafe kadar" şeklinde anlamak da mümkündür. Âyet "hatta daha yakın oldu" şeklinde tamam­lanmakta, böylece "adetâ elini uzatsa değecek kadar yakındı" mânasına gelen maddî bir yakınlık tasviri yapılarak, -manevî anlamda- Resûlullah'ın vahyi aldığı kaynağın sağlamlığına, araya vahye hiçbir şeyin karışma ihtimalinin bulunmadığı­na dikkat çekmenin amaçlandığı anlaşılmaktadır. Daha çok tasavvuf! ve işâri tef­sirlerde itibar edilen bîr yoruma göre ise buradaki yaklaşma olayı mTracda Allah ile Peygamber'i arasında gerçekleşmiştir.

"(Allah) kuluna ne vahyettiyse vahyetti" diye çevrilen 10. âyette de öznenin Cebrail veya Cenâb-ı Allah olması muhtemeldir. Birinci ihtimale göre mâna "Bu yaklaşmayı takiben Cebrail, Allah'ın, kulu Muhammed'e gönderdiği vahiyleri ona getirip öğretti" şeklinde olur. İkinci ihtimale göre ise âyeti şöyle yorumlamak ge­rekir: Resûlullah rabbine öylesine yaklaştı ki aradaki vasıtalar kalktı ve Allah Te-âlâ kuluna vahyini doğrudan doğruya verdi. Bu âyetlerde mi'rac sırasındaki geliş­melerin anlatıldığı kabul edildiği takdirde ikinci yorum daha kuvvetli olmaktadır. Bize göre âyet şöyle de yorumlanabilir: Cebrail asıl şekliyle göründü, sonra iyice yaklaştı ve Allah onun aracılığıyla kuluna dilediğini vahyetti. Ayetlerin mi'racı anlattığı kabul edilirse "görünme, yüce ufukta, Sidre-i Müntehâ'da olma, inme, çok yaklaşma" gibi ifadeleri mecazi mânada almak, nasılhk ve nicelikle ilgili ol­maksızın Allah'a mahsus fiililer ve sıfatlar olarak anlamak gerekecektir.

"Gözün gördüğünü kalp yalanlamadı" diye tercüme edilen 11. âyete "O ku­lun gördüğünü veya kalbin gördüğünü kalp yalanlamadı" mânası da verilebilir; fa­kat 17. âyette "göz" anlamına gelen "basar" kelimesinin kullanılmış olduğu dikka­te alınarak burada da gözle görmenin kastedildiği düşünülüp âyet şöyle yorumla­nabilir: Resûl-i Ekrem'in, Cebrail'i ona özgü müthiş donanımlanyla veya mi'rac-daki o olağanüstü tecellileri görmesi bir hayal ürünü değil, hakikatin ta kendisiy­di; gözün gördüğünü kalp de onaylamıştı. "Şİmdİ siz şüpheye düşüp gördükleri hakkında onunla tartışmaya mı kalkışıyorsunuz!" anlamındaki 12. âyette "görme" fiilinin geniş zaman kalıbında olması burada sözü edilen görmenin bir kereye mahsus olmadığına işaret sayılabilir. Nitekim müteakip âyet de bu mânayı teyit et­mektedir. Burada Resûlullah'ın (gözündeki algılama gücünün kalbine verildiği ve böylece) Rabbini kalbiyle gördüğünün kastedildiği yönünde rivayetler de bulun­maktadır. 13 ve 14. âyetleri "Andolsun ki onu bir başka İniş esnasında da Sidre-i Müntehâ'nın yanında gördü" veya "Andolsun ki onu bir defasında da Sidre-İ Mün-tehâ'nın yanında görmüştü" şeklinde çevirmek mümkündür. Birinci mânayı tercih edenlere göre burada, Resûlullah'ın mertebesinin Cebrail'den üstün olduğuna işa­ret bulunmaktadır. Bu âyetteki "iniş" kelimesinin Cebrail'in inişini anlattığı kana­atini taşıyanlar da vardır. Bu kelimenin Allah Teâlâ hakkında olduğu yorumu da yapılmış olmakla beraber bu zayıf bulunmuştur. 14. âyette geçen "sidretü'1-mün-tehâ" tamlaması için yapılan yorumlan da "yaratılmı şiarca bilinebilirlerin son sı­nırım işaretlediği kabul edilen hudut noktası; akıllara durgunluk verecek ölçüde hayreti arttıran makam" şeklinde özetlemek mümkündür (sidre kelimesinin bir ağaç türünü ifade etmesinden ve "sidretü'l-müntehâ"nın cennetin uçlarında oldu­ğunu belirten rivayetlerden hareketle yapılan yorumlar da sonuç itibariyle özetle­nen bu mâna ile örtüşür).

"Ki onun yanında huzur içinde kalınacak cennet vardır" diye çevirdiğimiz 15. âyet müfessirlerce daha çok "ki onun yanında Me'vâ cenneti vardır" manasıy­la açıklanmıştır. Bu açıklama, "cennetü'l- me'vâ" tamlamasını "müttakîlerin veya şehitlerin ruhlarının varacakları cennet" anlamında, müstakil bir isim olarak dü­şünmüş olan âlimlerin anlayışına uygun düşmektedir. Fakat İslâm âlimleri arasın­daki hakim kanaate göre burada geçen "sığınılacak, barınılacak yer" anlamındaki me'vâ kelimesi cenneti nitelemektedir. [15] bu sebeple, mealde belirtilen mâna tercih edilmiştir.

"O an Sidre'yi bürüyen bürümüştü" mânasına gelen 16. âyetle ne kastedildi-ği hususu oldukça kapalı olup daha çok bu konudaki rivayetler ışığında değişik yo­rumlar yapılmıştır. Bunları, "Resûlullah'ın Sidretü'l-Müntehâ'da bulunduğu esna­da Allah'ın nuru veya melekler yahut yaratılmışların nuru ya da altın bir pervane orayı öylesine kaplamıştı ki Resûlullah kimsenin tasavvur edemeyeceği bir güzel­liğe bürünmüştü" şeklinde özetlemek mümkündür. Bize göre burada anlatılan "bii-rünme, kaplama, Örtme"yi, vâki olacak yakınlık ve müşahedeye bir beşer olan Peygamberimizin tahammül etmesini sağlayacak değişim ve koruma çemberi ola­rak anlamak daha uygundur. 17. âyette belirtildiği üzere bu esnada göz kaymamış ve hedefinden şaşmamıştı; yani Resûlullah gözlerin kamaşacağı, akıllara sığmaya­cak ve insanı hayretler içinde bırakacak şeyler gördüğü halde sağa-sola yönelme­miş, gördüğü olağanüstü şeylerin etkisiyle kendinden geçmemiş, edepte kusur et­memiş; aksine tam bir dikkatle müşahedelerde bulunmuş ve sağlıklı tespitler yap­mıştı. Burada kullanılan fiillerden ilki onun edebini ikincisi de bakışındaki gücü belirtme mânası taşır. Bu âyetin yorumu sırasında Hz. Musa'nın Allah'ı görme ar­zusu ile Hz. Muhammed'in burada yaşadığı olay arasında bir mukayese yapılır ve Hz. Mûsâ örneğinde dağ dayanamayıp parçalandığı ve kendisi de bayılıp yere düş­tüğü halde bu olayda Sİdre ve Resûl-i Ekrem açısından böyle bir durumla karşıla­şamadığı hatırlatılır.

18. âyetteki "Hiç kuşkusuz o, ... görmüştü" anlamındaki cümlede öznenin Hz. Peygamber olduğu açıktır; fakat onun neyi gördüğünü şu mânalardan biriyle açıklamak mümkündür:

a) Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü.

b) Rabbinin en bü­yük âyetlerinden bir kısmını.

c) Rabbinin en büyük âyetlerini gördü. Bunlardan ilk mânayı tercih eden müfessİrlerden bazıları bunu Cebrail'i görmesi şeklinde açık­lamışlar, bazıları da Hz. Peygamber'in rabbini görmüş olması ihtimali üzerinde durarak bu konuyu geniş biçimde tartışmışlardır. İbn Abbas'tan meşhur olarak nakledilen rivayette Peygamber'in rabbini gözüyle gördüğü belirtilirken, kendisi­ne bu konuda soru sorulan Hz. Âişe bu ihtimali reddetmiştir. İbn Mes'ûd ve Ebû Hüreyre'den meşhur olarak nakledilen rivayet de bu yöndedir. İslâm âlimleri bu rivayetleri Allah'ın zâtı, sıfatları ve görülmesine ilişkin âyet ve hadislerle birlikte değerlendirerek iki eğilimi de savunan açıklamalar yapmışlardır. Bazı âlimler Pey­gamber'in Allah'ı gözüyle değil kalbiyle gördüğü, Allah'ın zâtının değil sıfatının tecelli ettiği gibi telifçi yorumlar ortaya koymuşlardır. Bu noktada unutulmaması gereken bîr husus da, anlatılan oluş ve tecellilerin farklı bir âlemde, farklı varlık boyutunda, farklı şartlar içinde gerçekleştiği, dolayısıyla bu bir iman konusudur.

Elmahlı'nın, sûrenin başından buraya kadarki kısımla ilgili yorumlan verir­ken ara ara kaydettiği ve önemli bulduğumuz kendi tercihiyle ilgili düşüncelerini şöyle toparlamak mümkündür: Resûlullah, Cebrail'i Kur'an'ın her inen parçası esnasında, hangi surete girmişse Öyle görüyordu. Gerçek suretinde ise bir defa mi'racdan önce gördü, o vakit Cebrail Resûlullah'a inmişti. Bir kere de mi'rac-dan inerken gördü, bunda Resûlullah Cebrail'e doğru iniyordu ve Cebrail Sidre-i Müntehâ'nın yanında onu karşılıyordu. Hz. Peygamber namaz konusunda birkaç defa inip çıkmış olduğundan 13. âyetteki "nezleten uhrâ" tamlamasını "son bir iniş" şeklinde düşünmek daha manidar olur. Dolayısıyla ufukta istiva etmeyi (doğrulmayı) Hz. Peygamber'in kendisine yapılan talim (öğretme) üzerine nü­büvvet ilminde yükselip istikametini alması (en yüksek ufukta istiva etmesi) şek­linde anlamak uygun olur. Cebrail'in tâlimi üzerine Resûlullah en yüksek ufukta istiva ile kalmamış, ondan sonra Allah Teâlâ'ya doğru yaklaşmıştır. Bu durumda 8. âyetteki yaklaşmanın Resûlullah hakkında olduğu, cezbe (çekme) mânası içe­ren "tedellâ" fiiliyle de onun cezbedilmesinin yani aşağıdan yukarı doğru çekilip çıkarılmasının kastedildiğini, dolayısıyla burada mi'raca işaret bulunduğunu söy­leyebiliriz. 9 ve 10. âyetlerden de şu mâna çıkmaktadır: mi'racda Allah'ın has ku­lu olan arkadaşınız Muhammed (a.s.) o istivadan sonra rabbine öyle yaklaştı ki, her vasıta ortadan kalktı yani mi'racda Cebrail dahi vasıta olmaksızın Allah Te-âlâ kuluna her ne vahyetti ise vahyetti. 18. âyetten, Resûlullah'ın, Cenâb-ı Al­lah'ın rubûbiyyetini gösteren, mutlak egemenliği altındakilere ait hayretler uyandırıcı ve söz kalıpları içine sığmayacak nice delilleri veya en büyük delili gördü­ğü anlaşılmaktadır; şu halde bunun mahiyetini açıklamaya kalkmak bizim haddi­miz değildir. Âyette "Rabbini gördü" denmeyip "Rabbinin âyetlerinden en büyü­ğünü gördü" buyunılduğuna göre bu ifadenin zahirinden O'nun zatını gördüğü anlamı çıkmaz. Bu konuyu açıklarken Râzî'nİn kullandığı bir ifade bize başka bir mânayı düşündürdü: Rü'yet (görme) en büyük âyet olunca burada "kübrâ" (en büyük) kelimesini "rü'yet" ile tefsir edebiliriz. Bunu da iki yönlü düşünmek mümkündür: a) Rabbinin âyetlerinden yani mucizelerinden en büyüğü olan rü'yet mucizesini gördü; âhirette ümmetinin göreceği gibi beni gördü demek oia-bilir. b) En büyük âyet olan rü'yetin hakikatini gördü demek olabilir. Çünkü En'âm 6/103 âyetinde geçtiği üzere "basar" (görme) olayının künhünü ve dolayı­sıyla rü'yetin hakikatini Allah bilir. O halde rü'yetin hakikatini görmek, -bîr kud-sî hadiste yer alan "... artık onun kulağı, gözü ve kalbi ben olurum"[16]ifadesiyle Enfâl 8/17 âyetinin mazmunu üzere- Allah Teâlâ'nın Resûlullah'ta tecelli eden en büyük yakınlık âyet ve delillerinden olmuş olur. Bu yoruma göre âyet-i kübrâ (en büyük delil) "hakikat-i Muhammediyye" demektir. Sözün akışı makam-ı Muhammedi'nin açıklanmasıyla ilgili olduğun­dan, biz de (Elmalılı) en büyük âyetin hakikat-i Muhammediyye olduğu kanaati- ni taşıdığımızı belirtmek istiyoruz. Çünkü maksat hangisi olursa olsun, âyetlerin en büyüğünün veya âyetlerden en büyüğünün onda tecelli etmiş bulunduğunda şüphe yoktur. [17]

 

Meali

 

19-20. Gördünüz değil mi (âciz durumdaki) Lât'ı, Uzzâ'yı ve bir diğerini, üçüncüsü olan Menâfi! 21. Erkek çocuklar size de kız çocuklar O'na öyle mi! 22. Ama o takdirde bu insafsızca bir taksim! 23. Bunlar sizin ve ataları­nızın putlara taktığı kuru isimlerden ibarettir. Allah onlara öyle bir yetki ve güç vermemiştir. Onlar (putperestler) sadece kuruntularına ve kişisel arzula­rına uyuyorlar. Oysa şimdi onlara rablerinden bîr yol gösterici gelmiş bulun­maktadır. 24. İnsan arzu ettiği her şeye sahip olabilir mi ki! 25. Ama âhiret de Allah'ındır, dünya da. 26. Göklerde nice melekler vardır ki, Allah diledi­ği ve razı olduğu kulları için izin vermedikçe onların bile şefaati hiçbir fayda sağlamaz, 27. Âhirete inanmayanlar melekleri dişi varlıklar olarak anıyor­lar. 28. Oysa onlarm bu konuda bir bildikleri yok; sadece kuruntularına uyu­yorlar. Kuruntu ise asla gerçek bilginin yerini tutamaz. 29.0 halde bizi an­maktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka arzusu olmayan kişilerden sen de yüz çevir. 30. İşte bildikleri bu kadar. Şüphesiz kendi yolundan sapa­nı en iyi bilen rabbindir, doğru yolu bulanı da en iyi bilen O'dur. [18]

 

Tefsiri

 

19-30. Hz, Muhammed'İE getirdiği bilgilerin, buyrukların ve uyarıların kay­nağı ve bunların kendisine nasıl bildirildiği konusunda edebî ve çarpıcı bir üslûp­la verilen bilginin hemen ardından Kureyş putperestlerine hitap edilerek bir de tan­rılık yakıştırdıkları ve ululadıklan putların ne kadar hakir, zelil, âciz oldukları üze­rinde düşünmeleri istenmektedir. 19-20. âyetlerde put isimlerinin zikredilmesi Ku­reyş örneğini öne çıkarmakla beraber, müteakip âyetlerde yer alan delillendirme tarzından burada, insanlık tarihi boyunca görülegelen, biçimleri farklı olsa da, tev-hid inancını zedelemesi ve İnsanı yaratılmışlara, alelade varlıklara kul etmesi açısından özde bu tip davranış biçimiyle örtüşen bütün itikadı sapkınlıkların mahkum edilmesinin hedeflendiği anlaşılmaktadır. Özetle, bu âyetlerde Allah'a şirk koşma mahiyeti taşıyan inanç ve davranışların sağlam bir bilgi kaynağına dayanmadığı üzerinde durulmaktadır. Açıktır ki, Allah'ın varlığını ve kudretini evrende kolay­ca gözlemleyebilen insanın, bunun ötesinde, Allah'ın sıfatları ve rubûbiyyetini na­sıl ortaya koyduğu hususunda bir iddiada bulunabilmesi ancak O'nunla doğrudan temas kurabilmesine veya O'nun tarafından yetkilendirilmiş bir elçiden bilgi al­masına bağlıdır. Müşrikler ise putların kendilerini Allah'a yaklaştıracağını um­duklarını söylüyor, böylece Allah ile doğrudan temas kuramadıklarını itiraf etmiş oluyorlar, bununla birlikte inançlarının ve davranışlarının Allah'tan bilgi getiren bir elçinin bildirdiklerine dayandığını da ileri sürmüyorlardı; hatta Kur'an'da yüz­lerine vurularak belirtildiği üzere, kendilerine bir peygamber ve doğru yolu göste­recek bir ilâhî kitap gelmesini de temenni ediyorlardı. Böyle bir durumda geriye sadece söylenenlerin ve yapılanların aklî muhakemeye vurulması kalmaktadır ki, âyetlerde bu açıdan da onların ne kadar yaya kaldıkları, kolayca sonuca ulaşmala­rını sağlayacak sade bir mantık örgüsü içinde ortaya konmaktadır: Onlar melekle­ri Allah'ın çocukları sayarken, üstelik O'na ortak koştukları düzmece tanrılara isim koyarken bilgi kaynaklan nedir? Bu hususta hiçbir sağlam kaynağa dayanma­dıkları ve kendilerini kişisel arzulara, yani zihni İşletmek yerine kör taklitle dav­ranmanın verdiği rehavete bırakıverdikleri açıktır. Onlar Allah'a çocuk İzafe et­meye kalkışırken de erkek çocukları kendilerine, akıllarınca küçümseyip horladık­ları kadın cinsini ise Allah'a ayırmanın ne kadar saçma ve çelişkili olduğunu dahi fark etmiyorlar! [19]

19-20. âyetlerde anılan Lât, Uzzâ ve Menât Kureyşliler'in en fazla önem ver­dikleri putların isimleridir. Araplar melekleri Allah'ın kızları saydıklarından onla­rı sembolize eden putlara da kadın isimleri verirler ve kentlileri için Allah katında şefaatçi olacaklarına inanarak onlara taparlardı. Burada zikredilen putların Ka­be'nin içinde bulunduğunu söyleyenler bulunmakla beraber, tarih kaynaklarında­ki bilgiler bunların başka yerlerde ve ayrı tapınaklarda bulunan putlar olduğunu göstermektedir. Bunlardan başka çeşitli kabilelerin kendilerine mahsus, kapıcıları ve bakıcıları bulunan tapınakları da vardı. [20]

Bu âyetler açıklanırken tefsirlerde garânîk diye meşhur olmuş bir olaydan söz edilir. Garânîk sözlükte "beyaz su kuşu, kuğu, turna; beyaz tenli genç ve gü­zel kız" anlamlarına gelen "gurnûk" (gırnîk) kelimesinin çoğuludur. Kureyş kabi­lesi mensupları putlarının Allah'ın kızları olduğuna inanır ve Kabe'yi tavaf eder­ken, "Lât, Uzzâ ve bir diğeri, üçüncüsü olan Menât hürmetine! Çünkü bu üçü ulu kuğulardır ve şüphesiz şefaatleri umulan varlıklardır" diyerek onları yüksekte uçan kuşlara -veya diğer bir anlayışa göre (melekleri Allah'ın kızları olarak gör­dükleri için) genç ve güzel kızlara- benzetirlerdi. Bazı ilk dönem İslâm tarihi kay­naklarında yer alan bir rivayete göre bir gün Hz. Peygamber Kabe'nin civarında Kureyşliler'le birlikte otururken Necm sûresini okumaya başlamış, 19-20. âyetle­re gelince şeytan 20. âyetin devamı gibi "İşte onlar ulu kuğulardır (garânîk); şüp­hesiz şefaatleri umulmaktadır" anlamına gelen bir metni Resûlullah'a okutmuş; bu durumdan memnun olan Kureyşliler de sûrenin sonunda onunla birlikte secdeye kapanmışlardı. Zira onlara göre Resûlullah bu sözü söyleyerek onların putlarının Allah katında şefaatçi olacaklarını kabul etmiş, dolayısıyla kendi putperestlik din­lerine onay vermiş oluyordu. Bu rivayet, İslâmî literatürde geniş incelemelere ko­nu olduğu gibi, özellikle Hz. Peygamber hakkında kitap yazan birçok şarkiyatçı ta­rafından, Kur'ân-ı Kerîm'i tenkit etmek için bir malzeme olarak kullanılmıştır, Ancak bu konuda yapılan bilimsel incelemeler bu rivayetin sağlam olmadığını, ba­zı sahih hadis kaynaklarında Necm sûresinin nüzulünün ardından müşriklerin sec­de ettiklerinin belirtilmesinin ise başka sebeplerle izah edilebileceğini ortaya koy­muştur. [21] Nitekim birçok ünlü şarkiyatçı da bu hikâyenin tarihî bir değer taşımadığını ve asılsız olduğunu kabul etmişlerdir. İslâm inançla­rı açısından bakıldığında da bu rivayetin içeriğini Hz. Muhamtned'in peygamber­liği süresince izlediği genel tebliğ çizgisi, tevhid konusundaki tavizsiz titizliği ve duyarlılığı, ayrıca vahyi alıp tebliğ etmedeki korunmuşluğu ilkesiyle bağdaştırmak mümkün değildir. Öte yandan aşağıda açıklanacak olan 26-28. âyetler de böyle bir ihtimali ortadan kaldırmakta, putlar bir yana, O izin verip razı olmadıkça melek­lerin bile şefaatlerinin faydası olmayacağını bildirmektedir. [22]

23 ve 28. âyetlerde, Allah'a ortak koşanların sağlam bir bilgiye değil zanna dayandıkları belirtilmekte; ayrıca 23. âyette onların, bilgi kaynağı açısından içine düştükleri zaafı arttıran bir duruma, dinî meselelerde bile kişisel arzularına uyduk­larına, dolayısıyla sübjektif âmillerle hareket ettiklerine değinilmekte ve bu tutum­ları eleştirilmektedir. Kur'an'da zan kelimesi bazen olumlu bir içerikte kullanıl­makla birlikte bu ve benzeri yerlerde, "insanların, başta iman meseleleri olmak üzere hayatî önemi olan konularda sağlıklı bilgi edinme yöntemlerine başvurmak­sızın kendi tahmin ve kuruntularına göre hareket etmeleri" anlamına gelmektedir. Bu mâna ile bağlantılı olarak 24. âyette de insanın temenni ettiği, kendi kafasında kurduğu her şeyin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı, "Şu varlıklar bana şefaat­çi olur" diyerek putlardan veya daha başka sıradan varlıklardan ebedî kurtuluşu için şefaat ve yardım beklemesinin, kendini bu tür boş inançlara kaptırmasının saç­malığı ve realiteye uymayan kuruntuların kişiyi hayal kırıklığına ve hüsrana uğra­tacağı hatırlatılmaktadır. Ardından gerek âhiretin gerekse dünyanın Allah'ın irade­sine bağlı olduğuna, şefaat konusunun da bu iradeden bağımsız düşünülemeyece­ğine dikkat çekilmektedir. Taberî, 24. âyette geçen "insan" kelimesiyle Hz. Mu-hammed'in kastedildiği, bu ve müteakip âyette, ona verilen yüce mertebenin ken­di arzu ve temennisine dayalı olmayıp Allah'ın lütfü olduğuna işaret edildiği yo­rumunu yapmıştır. [23] Ancak İbn Atıyye'ye göre ifade bunu kapsayacak bir genellik taşısa da âyetlerden böyle bir anlam çıkarmayı gerektiren bir sebep yoktur. [24]

 

Meali

 

31-32. Göklerde ve yerde ne varsa hep Allah'ındır. Sonunda O, kötülük yapanlara işlediklerinin cezasını verecek; iyilik yapanları, ufak tefek kusur­lar hariç, büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınanları ise daha güzeliy-le ödüUendirecektîr. Şüphesiz rabbinin bağışlaması çok geniştir. Sizi toprak­tan yarattığı zamanki halinizi de, annelerinizin karınlarında cenin olarak bu­lunuşunuzu da en iyi bilen O'dur. Şu halde kendinizi temize çıkarmaya kal­kışmayın! Kimin günahtan sakındığını en iyi bilen O'dur. [25]

 

Tefsiri

 

31. Önceki âyetlerde Resûlullah'tan, gerçekleri bilmek, anlamak istemeyen ve yapılan uyanlara yüz çeviren kişilere aldırış etmemesi ve onlardan yüz çevir­mesi istenmiş; herkesin taşıdığı niyeti, kimin doğruya ve kimin sapkınlığa yönel­diğini Cenâb-ı Allah'ın çok iyi bildiği hatırlatılmıştı. Burada da, göklerin ve yerin egemenliği kendisine ait olan Allah tarafından imtihan amacıyla bu farklı tercih­lere müsaade edildiğine imada bulunulmakta; ama bunun sonsuza dek böyle git­meyeceği, bir gün O'nun herkese kendi yaptığının karşılığını mutlaka tattıracağı haber verilmektedir. Âyette kötülük yapanların, bunun cezasını görecekleri belir­tildiği halde iyilik yapanların yaptıklarından daha güzeliyle ödüllendirilecekleri­nin bildirilmesi, Yüce Allah'ın haksızlık etmesinin ve hak edilenden fazla ceza vermesinin asla düşünülemeyeceğini, O'nun kötülere adaletiyle, iyiliklere ise in­sanıyla muamele edeceğini, bu sonunculara hak ettiklerinden fazlasını vereceğini
göstermektedir. [26]

âyetle birlikte "Sonunda O, kötülük yapanlara işlediklerinin cezasını ve­recek, iyilik yapanları, ufak tefek kusurlar hariç, büyük günahlardan ve çirkin iş­lerden kaçınanları ise daha güzeliyle ödüllendirecektir" diye çevrilen cümle, 29. âyete bağlanarak "Dünya hayatından başka arzusu olmayan kişilerden sen de yüz
çevir, çünkü O,... ödüllendirecektir" veya 30. âyetle irtibatlandınlarak "Şüphesiz kendi yolundan sapanı en iyi bilen rabbindir; nitekim O,... ödüllendirecektir" şek­linde de yorumlanmıştır. [27]

 

32. Ödüllendirilmeyi hak edenlerin temel bir niteliğine daha dikkat çekilmek­tedir. Buna göre Allah katında makbul insan olma sadece iyilikseverlikle tanımla­namaz; onlar ayrıca büyük günahlardan ve çirkin fiillerden kaçınan, kısaca ahlâkî duyarlılığı gelişmiş ve eylemlerine yansımış müminlerdir. "Ufak tefek kusurlar" diye çevrilen "lemem" kelimesi kapsamına giren fiiller için tefsirlerde, haram olan öpme, dokunma, bakma gibi örnekler verilmiştir. Ayrıca kelimenin sözlük anlamı­na ve bu konudaki bazı rivayetlere dayanılarak "lemem" şu mânalarla da açıklan­mıştır:

a) Kişinin aklından geçirdiği fakat eyleme dönüştürmediği kötülükler.

b) Yapmaya başlamışken pişmanlık duyup vazgeçtiği kötülükler.

c) müslüman olma­dan önce işlediği şirk ve diğer günahlar.

d) Dünyada cezayı âhirette de azabı hak ettirmeyecek derecedeki günahlar. [28]

Âyetin "sizi topraktan yarattığı zamanki halinizi" anlamı verilen kısmı "sizi sının günahını yüklenemez, b) Kesp: Herkes bütün sırlarını ve inceliklerini bile­meyeceğimiz bir sınav düzeni içinde iradî seçimler yapmak durumundadır, c) He­sap verme: Dünya hayatında iradî seçimle yaptığı her iş mahşer günü insanın önü­ne konacak, iyilik ve kötülükleri görülecek, bu konuda tamamen âdil bir yargıla­ma yapılacaktır, d) Karşılık verme: Sözü edilen yargılamanın sonunda herkese yaptıklarının karşılığı tastamam verilecektir, e) Nihaî takdir: Yapılanların karşılı­ğı verilirken kimsenin en küçük bir haksızlığa uğratılmayacağı kesin olmakla be­raber, ilâhî lütuf ve bağışlama hususu Yüce Allah'ın mutlak iradesine bağlıdır; bu konuda mümine düşen, ümitvar olmak, ama buna güvenerek gevşeklik gösterme­mektir.

43-49. âyetlerde İnsanın hayat-ölüm çizgisi içinde cereyan eden her oluşun ve genelde evrende olup biten her şeyin Allah Teâla'nın irade ve kudretine bağlı bulunduğunu gösteren örnekler verilmekte; 50-54. âyetlerde de inkarcılıkları sebe­biyle helak edilen bazı eski toplumların başına gelenler hatırlatılmaktadır. 47. âyette geçen ve "öteki yaratma" diye tercüme edilen "en-neş'etü'l- uhrâ" tamla­ması genellikle "öldükten sonra diriltme" manasıyla açıklanmıştır. Râzî, Önceki âyetlerde insanın yaratılışından söz edilmesini ve başka bazı delilleri dikkate ala­rak bu tamlamayla, cenine ruhun üflenmesine işaret edilmiş olabileceği kanaatine ulaştığını belirtir  [29]48. âyet "Zengin eden de O'dur, yoksul kılan da" şeklinde de anlaşılmıştır. [30]

49. âyette geçen Şi'râ, bazı Arap kabilelerinin şans kaynağı saydıkları, baht­larını kendisine bağladıkları ve bu sebeple taptıkları en parlak yıldız olarak anla­şılmıştır. Batı dillerinde yazılan meal ve tefsirlerde, Şi'râ karşılığında genellikle "Sirius" kelimesinin kullanılması da bu anlamdan hareketle yapılmış bir çeviridir. [31] Sirius, dilimizde Akyıldız veya Şuarayıyemânî olarak bilinen ve Büyükkö-pek takım yıldızı içinde yer alan en parlak yıldızın adıdır. Öyle anlaşılıyor ki, âyet­te Yüce Allah'ın Şi'râ'nm da Rabbi olduğu belirtilerek, bir tür şirk olan bu gibi te­lakkilerin temelden yıkılması hedeflenmektedir.

53. âyette geçen ve "altı üstüne getirilmiş şehirler" genellikle, Lût kavmi ve oturdukları yerler şeklinde açıklanmıştır; fakat benzer felâketlere uğratılarak ilâhî cezaya çarptırılmış bütün toplumların kastedilmiş olması da muhtemeldir. [32]

 

55-62. Bunca nimet, hatırlatma ve uyarıya rağmen Allah'ın birliğini ve âhi-ret hayatının varlığını tartışma konusu yapma küstahlığını gösteren, Kur'an'ın ver­diği bilgi ve çağrılar karşısında akıl ve iz'anı harekete geçirmek yerine gaflet için- de oyalanmaktan haz alanlar eleştirilmektedir. Buna rağmen 62. âyette kısa ve etkileyici bir ifadeyle herkes Allah'a kulluk etmeye ve O'na olan saygısını belli et­meye çağnıLmakta, böylece sûre asıl mesajın tekrar edilmesiyle bitirilmektedir.

56. âyeti "Bu, önceki uyanlar gibi bir uyandır" şeklinde de çevirmek müm­kündür. Burada Hz. Muhammed'in, Kur'an-ı Kerîm'in, önceki toplumlar hakkın­da verilen haberlerin veya müteakip âyette yer alan kıyamet uyarısının kastedildi­ği yönünde yorumlar yapılmıştır. 57. âyette kıyametin her an biraz daha yaklaştı­ğı uyarısı yapıldıktan sonra 58. âyette onu Allah'tan başka açığa çıkaracak veya onun zamanını ve nasıl olacağını bilecek yahut onu engelleyebilecek kimse bulun­madığı bildirilmektedir. [33] Âlimlerin çoğun­luğuna göre son âyette secde etmek gerekir. [34]

 



[1] Derveze, 1,212,228

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/103.

[2] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/103.

[3] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/103.

[4] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/104.

[5] Şevkânî, V, 122

[6] Allah'ın yemin etmesi ve Kur'an'da yer alan kasemler konusunda genel bilgi ve değerlendirme için bk. Zâ-riyât 51/1-6

[7] Ta-berî, XXVII, 40-41; Beyzâvî, VI, 98-99; Şevkânî, V, 122; Elmalıh; VII, 4569-4570

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/104-105.

[8] Taberî, XXVII, 42; Râzî, XXVIII, 281-284

[9] bu konularda bilgi için bk. Nisa 4/59,105; Mâide 5/67; vahyin mahiyeti, çeşitle­ri ve yolları hakkında bk. "Tefsire Giriş" bölümü, "I. Kur'ân-ı Kerîm A

[10] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/105-106.

[11] bk. Taberî, XXVII, 42-57; Râzî, XXVIII, 284-295; Elmalılı, VII, 4572-4589

[12] bk. Bakara 2/97; Nahl 16/102; Şuarâ 26/193

[13] Taberî, XXVII, 43-44

[14] V, 197

[15] Bekir Topaloğlu, "Cennet", DİA, VII, 376

[16] Müsned, VI, 256; Buhârî, "Rikak", 38

[17] VII, 4570,4574,4576,4577,4579-4580, 4582-4583,4586,4588-4589. Mi'rac olayının mahiyeti ve bu esnada vahyedilenler hakkında bilgi için bk. tsrâ 17/1

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/106-112.

[18] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/112.

[19] Arapların kadın cinsini hor görme telakkisi hakkında bk. Nahl 16/58-59; Zuhruf 43/17-19

[20] bilgi İçin bk, Mustafa Çağrıcı, "Arap", DM, m, 316-321

[21] Buhârî, "Tefsir", 53/4

[22] bilgi için bk. İsmail Cerrahoğlu, "Garânîk", DİA, XIII, 361-365; ayrıca bk. Hac 22/52

[23] XXVII, 62

[24] V, 202; Şefaat hakkında bilgi için bk. Bakara 2/48,255

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/113-115.

[25] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/115.

[26] Râzî, XXIX-, 6

[27] Râzî, XXIX, 5-6

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/116-117.

[28] Taberî, XXVII, 65-69. Günah çeşitleri ve bü­yük günah hakkında bilgi için bk. Nisa 4/31; "çirkin işler" diye çevrilen ve "fahi­şe" kelimesinin çoğulu olan "fevâhiş", "hayasızlıklar, kötülükler" şeklinde de ter­cüme edilebilir, bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/135; En'âm 6/151

[29] XXIX, 21

[30] Şevkânî, V, 135

[31] mesela bk. Arthur J. Arberry, The Koran, s. 552; Hamidullah, Le Saint Coran, s. 528

[32] Râzî, XXIX, 24

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/116-117.

[33] Şevkânî, V, 136; Elmalılı, VII, 4615

[34] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/119-120.