NECM SURESİ 2

Surenin İsmi: 2

Önceki Sure ile İlişkisi: 2

Surenin Muhtevası: 2

Surenin Fazileti: 2

Peygamberliğin İspatı Ve Vahiy Olayı: 3

İrab: 3

Belagat: 3

Kelime Ve İbareler: 3

Açıklaması: 4

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 6

Şirkin Haramlığı Ve Putlardan Hiçbir Fayda Gelmeyeceği: 7

Belagat: 7

Kelime ve İbareler: 7

Ayetler Arası İlişki: 8

Açıklaması: 8

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 9

Melekler Allah'ın Kızlarıdır." Diyen Müşriklere Cevap: 10

Belagat: 10

Kelime ve İbareler: 10

Ayetler Arası İlişki: 10

Açıklaması: 10

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 11

İyilik Yapanlara Mükafat, Kötülük Yapanlara Ceza: 11

Belagat: 11

Kelime ve İbareler: 12

Nüzul Sebebi: 12

Ayetler Arası İlişki: 12

Açıklaması: 12

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 13

Zengin Müşriklerin Büyüklerinden Bazılarının Hakka Tâbi Olmadıklarından Dolayı Azarlanması Ve Onlara İbrahim Ve Musa Peygamberlerin Kitaplarındaki Haberlerin Hatırlatılması: 14

Belagat: 14

Kelime ve İbareler: 14

Nüzul Sebebi. 15

Ayetler Arası İlişki: 15

Açıklaması: 15

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 18

Kur'an'dan, Peygamberlikten, Peygamberliğinden Ve Kıyamet Dehşetine Dair Uyarılardan Ders Almak: 18

Belagat: 18

Kelime ve İbareler: 18

Ayetler Arası İlişki: 19

Açıklaması: 19

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 20


NECM SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

Necm, yıldız demektir. Allah, yıldıza yemin ederek sureye başladığı için bu adı almıştır. "en-Necm" kelimesindeki "elif lam" cins içindir. Yani Allah, düşüş ve batış sırasındaki yıldız cinsine yemin ederek söze başla­mıştır. Batış zamanına yemin etmesi şundandır: Yıldız tam semanın orta­sında iken sahradaki insan ona bakarak yolunu bulamaz. Çünkü o sırada doğu-batı, kuzey-güney ayırt edilmez. Ama ufka doğru inmeye başlayınca o cihetin batı olduğunu anlar. Batı ufkuna meyletmesini zikretmesi daha uy­gundur. Çünkü ona bakan insan batışından ciheti tayin edebilir. [1]

 

Önceki Sure ile İlişkisi:

 

Bu surenin bundan önceki Tur süresiyle şu dört hususta bağlantılı ol­duğu görülür:

1- Tur suresinin "yıldızların ardından" diye bitişini takiben bu sure de yıldıza yemin ile başlamıştır.

2- Tur suresinde Kur'an-ı Kerim'in Hz. Peygamberin uydurması oldu­ğu iddiasıyla Allah'a iftira edildiğinden bahsedildikten sonra, bu surede de aynı husus zikredilmiş ve cevap verilmiştir.

3- Tur suresinde müminlerin zürriyetinden ve onların babalarına tâbi olduklarından bahsedilmişti. Bu surede de Yahudilerin zürriyetinden "O si­zi en iyi bilendir, çünkü sizi topraktan yarattı. Ve hani siz annelerinizin karnında ceninler idiniz." (ayet: 32) şeklinde bahsedilmiştir.

4- Mümin babalar hakkında Allah, Tur suresinde "zürriyy'etlerini onlara kattık", yani babaların amelinden onları faydalandırırken, oğullara verdiği­miz ihsanlardan dolayı babalarınkinden bir şey eksiltmedik, demişti. Necm suresinde de kâfirler hakkında veya onların yaşlan büyük oğullan hakkında "İnsan için çalıştığından başka bir şey yoktur." (ayet: 39) buyrulmuştur. [2]

 

Surenin Muhtevası:

 

Akide esaslarım ele alan diğer Mekkî surelerde olduğu gibi bu surenin de konusu; peygamberliğin ispatı, Rasulullah (s.a.)'in Allah'tan vahiy aldığı hususunda doğru olduğunun ispatı, Allah'ın birliği, putların kimseye faydalan olmayacağının açıklanması, Allah'ın kudreti ve öldükten sonra dirilmedir.

Sure önce Cebaril (a.s.) vasıtasıyla vahiy gerçeğinin ispatından, Mi-raç'tan, Rasulullah'ın Rabbine ne kadar yaklaştığından, melekût âleminde hayret verici haller görmesinden ve iki defa Cebrail'i aslî suretiyle melek olarak müşahedesinden bahsederek söze başladı.

Sonra sure, putlara taptıkları için müşrikleri payladı ve bu yaptıkları­nı varlığı olmayan hayalî bir ilâha yapılan batıl bir ibadet diye vasfetti. Ay­rıca melekleri dişi varlıklar kabul ederek onlara Allah'ın kızları say­malarını kınadı. Ancak Allah'ın izni olursa meleklerin şefaat edebilecekle­rini beyan etti.

Sonra sure, kötülük yapanın kötülüğünün iyilik yapanın iyiliğinin karşılığını bulacağı kıyamet günündeki adaleti anlattı. İyilik yapanların özelliklerini zikretti, kâfirlerin İslâm'dan uzak durmalarını ayıpladı ve bü­tün insanlara mesuliyetin ferdî ve şahsî olduğunu binaenaleyh her insanın kendi amelinden hesaba çekileceğini, hiç kimsenin başkasının günahını ve vabilini yüklenmeyeceğini ve kişinin kendisini temize çıkarma gayretinin kabul edilmeyeceğini bildirdi.

Daha sonra Cenab-ı Hakk'm ilminin göklerde ve yerdeki her şeyi ku­şattığını, Allah'ın kudretinin diriltme ve öldürmede, zengin etme ve fakir kılmada, insanı nutfeden yaratmasında, öldükten sonra dirilme, haşir ve neşirde tecelli ettiğini beyan etti.

Tevhidden ve peygamberlikten bahsetti, öldükten sonra dirilmeyi in­kâr eden müşrikleri, Âd, Semud, Nuh ve Lût kavimleri gibi daha güçlü ka­vimleri helak ettiği gibi helak etmekle tehdit etti.

Ve sure, müşriklerin Kur'an'la alay edip ondan yüz çevirmeleri karşısında hayret ifade ederek, müminlerin ise Allah'a ihlas ile ibadet et­melerini emrederek sona erdi. [3]

 

Surenin Fazileti:

 

İbni Merdüveyh'in İbni Mes'ud'dan rivayet ettiğine göre Necm suresi Rasulullah (s.a.)'in ilk defa alenen okuduğu suredir: Onu Mescid-i Haram'-da okumuş, müşrikler dinlemişlerdi.

Buhari, Müslim, Ebu Davud ve Neseî'nin yine İbni Mes'ud'dan rivayet ettiklerine göre o şöyle demişti: "İlk secde ayeti Necm süresindeki ayettir. O indiğinde Rasulullah hemen secde etmiş, beraberindekiler de hepsi secde etmişti. Ancak bir adam gördüm ki o yerden bir avuç toprak almış ona sec­de ediyordu. Daha sonra onun kâfir olarak öldürüldüğünü gördüm." Bu şa­hıs Ümeyye bir Haleftir.

Bir başka rivayette Rasulullah'ın yanında bulunan mümin, müşrik, ins ve cin herkes secde etmiş, sadece Ebu Leheb secde etmemişti. O yerden bir avuç toprak almış "Bu bana yeter" demişti. Muhtemeldir ki Ümeyye ve Ebu Leheb her ikisi de aynı şeyi yapmıştır. [4]

 

Peygamberliğin İspatı Ve Vahiy Olayı:

 

1- Battığı zaman yıldıza and olsun,

2- Arkadaşınız (Muhammedi sapma­dı. Bâtıla da inanmadı.

3- Hevâdan konuşmaz o.

4- O, kendisine gelen vahiyden baş­kası değildir."

5-  Onu müthiş kuvvetlerin sahibi öğretti.

6- Kâmil akıl ve görüş sahibidir. He­men doğruldu.

8- Sonra yaklaştı. Derken sarktı.

9-  İki yay kadar yahut daha yakın oldu.

10-Kuluna  vahyettı.

11-  Onun gördüğünü, kalp yalana Çıkarmadı.

12- Şimdi siz onun bu görüşüne kar- şı da kendisiyle mücadele mi ede- çeksiniz?

13-14- Andolsun ki onu diğer bir de- fa da Sidre-i Münteha'nın yanında gördü.

15-  Ki Cennetü'l-Me'va onun yanın­dadır.

16-  O zaman Sidre'yi buruyordu, onu bürümekte olan.

17- Göz ağmadı, aşmadı da.

18- Andolsun ki o, Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını görmüştü.

 

İrab:

 

"O kendisine gelen vahiyden başkası değildir." ayet-i kerimesi, "Hevâdan konuşmaz o." ayetinden sonra zihinlerde oluşan sualin cevabı olarak gelmiştir. [5]

 

Belagat:

 

"Vahyettiği neyse onu vahyetti" ayetinde, vahyedilen şeyin mübhem bı­rakılması, tazim ve korku vermek içindir. "Buruyordu onu, bürümekte olan" ayetindeki "bürüyen" de aynı maksatla mübhem bırakılmıştır.

"Ve'n-necmi izâ hevâ", 'Ye mâ-yentıku ani'1-hevâ" ayetlerinde "hevâ" ke­limeleri arasında cinas (telâffuzda uyum, benzerlik) vardır. Birincisi fiildir, "düştü" manasındadır; ikincisi isimdir, "arzu ve istek, görüş" manasındadır. [6]

 

Kelime Ve İbareler:

 

Ufukta kaybolup "battığı zaman yıldıza andolsun." Burada yıldızdan maksad muayyen bir yıldız olmayıp yıldız cinsidir. Süreyya yıldızıdır, di­yenler de vardır. Çünkü Süreyya yıldızı batışı sırasında veya kıyamet esna­sında parçalanıp döküldüğü zaman, bir görüşe göre necm adını alır.

Kureyş'in "Muhammed yoldan çıktı, saptı" gibi batıl iddialarına cevap olmak üzere Allah "Arkadaşınız sapmadı," hidayet yolundan ayrılmadı, "Batıla da inanmadı." buyurdu.

"Hevâdan" boş ve batıldan "konuşmaz o. O" konuştuğu şey "kendisine gelen vahiyden" Allah'ın ona vahyettiği şeyden "başkası değildir." "Onu", ona "o müthiş kuvvetlerin sahibi" melek Cebrail "öğretti. Kâmil akıl ve gö­rüş sahibidir."

Cebrail, Allah'ın yarattığı hakiki suretiyle "hemen doğruldu." Rasulul-lah (s.a.) onu bu aslî suretiyle bir defa Miraç'ta, bir defa da peygamberliği­nin başlangıcında Hira mağarasının yanında, yerde olmak üzere iki defa gördü. Rasulullah, Cebrail'i gördüğünde "o en yüksek ufukta" yani bakan kişiye göre yüksekte kalan cihette "idi. Sonra" peygambere "yaklaştı. Der­ken sarktı, iki yay kadar, yahut daha yakın oldu." Burada iki yaydan mak­sat kavis şeklindeki yayın iki ucudur. Yani Cebrail (a.s.) ile Rasulullah (s.a.) arasındaki mesafe yayın ok atarken tutulan orta kısmı ile kıvrık uç tarafı arasındaki mesafe kadardır. Burada ifade edilmek istenen Rasulul­lah (s.a.)'in, kendisine vahiy gelirken melekût alemiyle irtibatını temsilî olarak anlatmak ve mutlaka vahyi duyduğunu belirtmek ve herhangi bir karışıklığa sebep olacak mesafe uzaklığının olmadığını beyan etmektir.

"Kuluna vahyettiği neyse onu vahyetti." Bu ayet iki şekilde anlaşılmıştır. Birinci "Allah vahyedeceği şeyi kulu Cebrail'e vahyetti, o da Rasulullah'a vahyetti." Burada vahyi alanın şanım ta'zim için kim olduğu zikredilmemiş-tir. İkinci mana: "Cebrail, Allah'ın kulu Muhammed'e vahyetti" şeklindedir.

"Onun" Cebrail'i aslî suretiyle "gördüğünü kalp" inkâr edip "yalana çı­karmadı" Ey müşrikler "şimdi siz onun" gözleriyle gördüğü "bu görüşüne karşı da kendisiyle mücadele mi edeceksiniz?", onu yalanlayıp üstün gelme­ye mi çalışacaksınız?

"Andolsun ki" Muhammed (s.a.) "onu" melek suretiyle "diğer bir defa da Sidre-i Münteha'nın yanında gördü." Sidre-i Münteha varlıkların ilmi­nin ve amellerinin ulaşabildiği nihâî nokta, semada en yüksek mekândır. Burası sidr'e benzetilmiştir. Sidr, insanların gölgesinde toplandığı nebik ağacıdır, "ki" mümin, muttaki insanların ruhlarının vardığı "Cennetü'l-me'vâ onun yanındadır."

"Ozaman Sidre'yi" örtüp "buruyordu onu bürümekte olan." Bürüyen şe­ye tazim etmek ve çokluğunu ifade etmek için, ne olduğu belirtilmemiştir.

O Miraç gecesinde Rasulullah'ın "göz"ü gördüğü şeylerden başka tara­fa kayıp "ağmadı" ve kendisine emrolunan şeyi "aşmadı da." Rasulullah, Miraç'ta Cebrail'i altıyüz kanadı ile ufku kapatması gibi "Rabbinin en bü­yük ayetlerinden bir kısmını" ve melekût âleminin garip hallerini "gördü." [7]

 

Açıklaması:

 

"Battığı zaman yıldıza andolsun. Arkadaşınız sapmadı. Batıla da inanmadı." Burada Allah yıldızların batmak üzere gruba doğru yöneldiği zamanki haline yemin etti. Çünkü yönler ancak yıldızın ufka doğru meylet­mesi ile anlaşılır.

Muhammed hak ve hidayet yolundan asla dönmemiş ve batılı dile ge­tirerek de asla ona inanmamıştır.

İbni Ebî Hatem'in Şa'bî ve başkalarından naklettiğine göre Yaradan, yarattıklarından, dilediğinin adı ile yemin edebilir; ama yaratılanlar Yara-dan'dan başkasının adı ile yemin edemez, caiz değildir.

Fahreddin er-Razî, bu sure ile bundan önceki surelerdeki adına yemin edilen ile üzerine yemin edilenler arasında bir karşılaştırma yapmış ve şöyle demiştir: Bu sure ile bundan önceki Saffât, Zâriyat ve Tur surelerin­de yeminler harflerle değil, isimlerle yapılmıştır: Allah Saffât suresin­de "hiç şüphesiz Rabbiniz birdir." diyerek vahdaniyetin (birliğin) ispatı için yemin etmiştir. Haşr suresinde "şüphesiz vaad olunduklarınız mutlaka doğrudur." diyerek haşir ve ceza gününü ispat için yemin etmiştir. Tur su­resinde "şüphesiz Rabbin azabı mutlaka olacaktır. Onu defedecek hiçbir şey yoktur." diyerek, kıyamette azap vâki olduktan sonra devamlı olacağının ispatı için yemin etmiştir. Bu surede ise Muhammed (s.a.)'in peygamberli­ğinin ispatı için yemin etmiştir. Böylece bu üç esas; vahdaniyet, haşir ve peygamberlik tamamlanmıştır.[8]

Şu da unutulmamalıdır: Kur'an-ı Kerim'de vahdaniyet (Allah"n birliği) ve peygamberliğin ispatına dair yapılan yeminler azdır. Halbuki öldükten sonra dirilmeye dair yapılanlar çoktur. Meselâ Zâriyat ve Tûr surelerinde, Burûc, Şems ve Leyi sureleri ve diğer surelerde bu çokça vâkidir. Çünkü vahdaniyete dair deliller çoktur ve hepsi de aklîdir. Peygamberliğin ispatına dair deliller de yine çoktur ki bunlar meşhur ve mütevâtir mucizelerdir.

Öldükten sonra dirilmeye gelince: Bunun mümkün olduğu aklî delillerle ispat edilir. Mutlaka olacağı ise ancak sem'î veya naklî delillerle sabit olur ki bunlar Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerdir. Bu sebepten Allah, insanların buna iman etmesi için Kur'an-ı Kerim'de çokça buna yemin etmiştir.

Yıldız adı ile yemin edilen bir başka ayet de şudur: "Hayır, işte yıldız­ların düştüğü yerlere and ediyorum, ki eğer hakikaten bu, eğer bilirseniz, büyük bir anddır..." (Vakıa, 56/75,76).

Yıldızlara yemin edilmesindeki hikmet şudur: Yıldızlar âlemi gerek hız, gerek büyüklük ve gerekse çeşit bakımından, dehşet verici bir âlemdir. Meselâ yıldızın ışığının hızı saniyede üçyüz bin kilometredir. Yani yedi sani­yede bir defa arzın etrafını dolaşır. Güneş, dünyadan bir milyon üç yüz bin defa daha büyüktür. Bu otuz milyar güneşten biridir. Güneş sistemi ve on bir gezegen, samanyolunun bir parçasıdır. Samanyolu takriben otuz milyar yıldızdan oluşur. Bunlardan bazıları Güneşten daha büyüktür. Samanyolu genelde elips şeklindedir. Bunun çapı yüz bin ışık yılıdır.[9] Samanyollarmda bulunan korkunç miktardaki gazlardan dolayı aralarındaki çekim kuv­vetinin de etkisiyle meydana gelen patlamalar, bunların ortalarındaki kara delikleri alev saçan yıldızlar haline dönüştürür. Bu olay yüzlerce milyon yıl­da nadiren meydana gelir. Yıldıza benzeyen bu parıltıların yaydıkları man­yetik ışınlar, bilinen normal yıldızların çıkardıkları ışınlardan daha kuvvet­lidir. Bunların dünyadan uzaklığı milyarlarca ışık yılı mesafededir.

Daha önce de açıkladığım gibi güneş bir sene boyunca on iki burçtan geçer. Her burçta bir ay kalır. Böylece on iki ayda (365 gün 6 saat, 9 dakika ve 1 saniyede) yıllık devrini tamamlar. İşte bu seneye "yıldız senesi" denilir ki 21 martta başlar. Ayın da aynı şekilde burçları vardır ki bunlara "Ay'ın mezilleri=durak yerleri" denilir. Ay her gün yeni bir menzilde bulunur. Bir ay boyunca 29 veya 30 menzilden geçer. Son menzile "mihâk" denir. Allah, şu ayette bu menzillere işaret etmektedir: "Güneşi ışık, ayı nur kılan, yılla­rın sayısını ve hesabı bilmeniz için ona menziller takdir eden O'dur." (Yu­nus, 10/5). Ayrıca "Şüphesiz gökleri ve yeri yaratmak insanları yaratmak­tan daha büyüktür." (Gafir, 40/57) ayeti de uzaydaki Kur'anî mucizelerin tıptaki ve insandaki Kur'anî mucizelerden daha büyük olduğuna delâlet et­mektedir. Allah bizden kâinattaki ayetler üzerinde derin derin düşünmemizi ve kâinatın hikmetlerini keşfetmemizi talep etmektedir.[10]

İşte yıldızların bu öneminden dolayı Allah onların adı ile, Muhammed (s.a.)'in Hak'tan sapmış, şaşkın birisi olmadığı ve asla o Hak'tan dönecek birisi de olmadığı üzerine yemin etmiştir. Onun hak yolda oluşunun, dalâ­lette ve yanlışta olmayışının sebebi şu ayette beyan edilmiştir:

"Hevâdan konuşmaz o. O, kendisine gelen vahiyden başkası değildir." Yani onun söyledikleri rastgele, keyfî söylenmiş şeyler değildir, Kur'an diye söyledikleri şahsî arzuları değildir. O sadece Allah'ın kendisine vahiy yolu ile bildirdiğini konuşur ve Allah'ın emrettiklerini hiçbir ilâve ve noksanlık yapmadan kamilen tebliğ eder.

Ahmed bin Hanbel, Ebu Davud ve İbni Ebî Şeybe'nin rivayetlerine gö­re Abdullah bin Amr şeyle dedi: Rasulullah'tan duyduğum ve ezberlemek istediğim her şeyi yazıyordum. Kureyş "Sen Rasulullah'tan duyduğun her şeyi yazıyorsun, halbuki Rasulullah da bir beşerdir, öfke halinde konuşmuş olabilir." diyerek beni bundan menettiler. Ben de yazmaktan vaz geçtim ve bunu Rasulullah'a anlattım. Rasulullah: "Yaz, Allah'a yemin ederim ki ben­den haktan başka bir şey çıkmaz." buyurdular.

Hafız Ebubekir Bezzar'ın Ebu Hüreyre'den rivayetine göre Rasulullah şöyle buyurdu: "Allah'tandır diye size haber verdiğim şeyde, asla şek ve şüphe yoktur."

Ahmed bin Hanbel'in yine Ebu Hüreyre'den rivayet ettiğine göre Ra­sulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ben haktan başka bir şey söylemem." Saha­beden biri "Ya Rasulallah bizimle bazen şaka yapıyorsun?" dedi. Rasulul­lah: "Ben haktan başka bir şey söylemem" dedi.

Sonra Allah Rasulullah'ın mualliminden, Cebrail'den haber vererek şöyle buyurdu:

"Onu müthiş kuvvetlerin sahibi öğretti. Kâmil akıl ve görüş sahibidir. Hemen doğruldu. O en yüksek ufukta idi." Yani Rasulullah'a Kur'an'ı, ilmî ve amelî kuvvetlerin sahibi Cebrail öğretti. Cebrail, yaratılışta güç-kuwet, akılda muteber görüş sahibi, görüşte metanet sahibidir. Rasulullah (s.a.) onu aslî şekli ile görmek istediği zaman Allah'ın yarattığı şekilde durdu. Güneşin önünde, semanın en yüksek cihetinde, en yüksek ufukta Rasulul­lah'a göründü. Ufku tamamen kapattı. İşte bu, Rasulullah'a vahiy getirdi­ği, ilk vahyi getirdiği zamandı.

Cebaril (a.s.)'dan bahseden benzeri bazı ayetler de şunlardır: "Şüphe­siz, muhakkak o, çok şerefli bir elçinin kelâmıdır, çetin bir kudrete sahiptir. Arşın sahibi nezdinde çok itibarlıdır. Orada kendisine itaat olunandır, bir emindir. Sizin arkadaşınız (Muhammed) bir mecnun değil. Andolsun ki o onu apaçık ufukta görmüştür." (Tekvir, 81/19-23).

"Sonra yaklaştı. Derken sarktı. İki yay kadar yahut daha yakın oldu. Kuluna vahyettiği neyse onu vahyetti." Yani önce Cebrail (s.a.) ufukta dur­du, doğruldu, sonra yere yaklaştı, daha da yaklaştı ve indi. Nihayet Rasu-lullah'ın üzerine kadar indi, Rasulullah ile arasındaki mesafe iki yay mik­tarı veya daha az idi. Hemen Cebrail, Allah'ın kulu ve Rasulü Muham-med'e Kur'an'dan, dinî emirlerden vahyedeceklerini etti. "Allah, kulu Mu-hammed'e vahyedeceklerini etti" şeklinde tefsir edenler de olmuştur ki bu manada vahiy olayının büyüklüğüne işaret vardır.

Anlatılan bu vahiy Miraç gecesinde değil, Rasulullah (s.a.) arzda iken olmuştur. Bundan dolayıdır ki Allah sonraki ayetlerde "Andolsun ki onu diğer bir defa da Sidre-i Müntaha'nın yanında gördü" demiştir. İbni Ce-rir'in rivayetine göre "İki yay kadar, yahut daha yakın" ayetinin tefsiri sa­dedinde Abdullah bin Mes'ut Rasulullah'ın "Cebraili gördüm, altı yüz ka­nadı vardı" dediğini nakletmiştir.

Allah, Rasulullah'ın Cebrail'i hayal olarak değil, hakikaten gördüğünü ifade ederek şöyle buyurmuştur:

"Onun gördüğünü kalp yalana çıkarmadı. Şimdi siz onun bu görüşüne karşı da kendisiyle mücadele mi edeceksiniz?" Yani Rasulullah'ın kalbi, onun Cebrail'i kendi suretinde görüşünü reddetmedi. Öyleyse siz Cebrail'i melek suretinde maddî göz ile görmüş olması hususunda onunla nasıl mü­cadele ediyor ve onu tekzip ediyorsunuz? Ayet-i kerimedeki "kalp" manası­na gelen "el-fu'âd" kelimesindeki Lam-ı tarif, ahd içindir ki o, Rasulullah'ın kalbidir. Rasulullah, Cebrail'i gördüğü zaman kalbi "ben seni tanımıyo­rum" demedi, bilakis gördüğünü tasdik etti. Ayrıca şüphe edip de bu cindir veya şeytandır da demedi.

"Andolsun ki onu diğer bir defa da Sidre-i Münteha'nın yanında gör­dü. Ki Cennetü'l-me'va onun yanındadır." Yani Muhammed (s.a.) bir başka zaman Cebrail'i Allah'ın yarattığı surette inerken gördü ki bu Miraç gece­sinde ve Sidre-i Münteha'nın yanında idi. Sidre-i münteha, çoğunluğun gö­rüşüne göre -ki bu meşhurdur- yedinci semada bir ağaçtır. Sahih rivayet­lerde altıncı semadadır. Yaratılmışlar oraya kadar bilebilirler, ordan ötesi­ni hiç kimse bilmez. Müminlerin ruhlarının sığındığı "Cennetü'l-me'va" da oradadır. İsra suresinde geçtiği gibi sahih görüşe göre Miraç; ruh-cesed be­raber olmuştur, bazılarının dediği gibi sadece ruhla olmamıştır. Zira öyle olsaydı miraç hadisesinin bir mucize olma özelliği olmazdı.

Böylece Rasulullah'ın Cebrail'i hakiki suretiyle görmesi iki defa vuku bulmuş olmaktadır: Birisi yerde, diğeri göktedir. Bunların dışında hep in­san suretinde görüyordu. Çünkü bu ona daha kolay geliyor ve daha çok ya­kınlık duyuyordu.

Buna göre "re'âhü: onu gördü" deki zamir Allah'a değil Cebrail'e raci olmalıdır. Bu sebeple ayet-i kerime Rasulullah'ın Allah'ı gördüğünü kesin olarak reddetmektedir. Şu ayetler de bunu teyid etmektedir: "Gözler O'na erişemez, halbuki O, gözleri görür." (En'am, 6/103); "Allah bir insanla an­cak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderir." (Şura, 42/51). Bazılarına göre "yaklaştı, sarktı, yakın oldu, vahyetti" fiilleri­nin faili (öznesi) Allah'tır. Yine "onu gördü" cümlesinde görülen Allah'tır. Buna göre Rasulullah (s.a.) Cenab-ı Hakk'ı görmüştür. Buhari'nin Enes'ten rivayet ettiği şu hadis de buna şahittir: "Sonra onu, bunun üstünde, ancak Allah'ın bildiği yere yükseltti. Sidre-i Münteha'ya kadar geldi. İzzet sahibi Cebbara yaklaştı, sarktı, ona iki yay kadar veya daha yakın oldu. Hemen vahyettiklerinin içinde ona elli vakit namaz vahyetti."

Ancak râcih olan ilk görüştür. Nitekim Müslim'in Ebuzer'den rivayet ettiği şu hadis de buna delildir. Ebuzer sordu: Ya Rasulallah! Rabbini gör­dün mü? Rasulullah da: "Bir nur gördüm." dedi.[11]

Sidre-i Münteha'ya gelince: Ona herhangi bir mekân tayin etmeden, sahih hadiste varid olanın dışında herhangi bir sıfatla tavsif etmeden Kur'an-ı Kerim'in zahirinde geldiği gibi iman ederiz: Ahmed bin Hanbel, Müslim ve Tirmizî'nin rivayet ettiklerine göre îbni Mes'ud şöyle dedi: "Ra­sulullah (s.a.) Miraç gecesinde Sidre-i Münteha'ya kadar götürüldü. Sidre-i Münteha yedinci semadadır. Arzdan yükseltilenler en son oraya kadar yük­selir, oradan kabzolunur; onun üstünden inenler, en son oraya kadar iner, oradan kabzolunur."

Müslim'in Sahih'inde İbni Mesud'dan rivayetine göre Sidre-i Münteha altıncı semadadır. Yine Müslim'in Enes'ten rivayetine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: 'Yedinci semadaki Sidre-i Müntehaya yükseltildiğim­de Sidr'in meyvaları Hecer destisi gibi, yaprakları fil kulakları gibi idi."

Tirmizî'nin Ebubekr'in kızı Esma'dan rivayetine göre Rasulullah (s.a.)'in yanında Sidre-i Münteha zikredildiğinde onun şöyle dediğini işit­tim dedi: "Binekti insan onun dallarından birinin gölgesinde yüz sene yol alır. Yahut gölgesinde yüz yolcu gölgelenir. İçinde altın kelebekler uçuşur. Sanki meyvaları Hecer destisi gibi idi.[12]

"O zaman Sidre'yi buruyordu, onu bürümekte olan." Bazılarına göre Sidre'yi kuşatanlar daima ibadetle meşgul olan meleklerdi ki bunların sayı­sı bilinmeyecek kadar çoktu. Bazılarına göre de Sidre'yi kuşatan Allah'ın nuru idi. Bunun ayette belirtilmemesi Sidre'ye veya kuşatana tazim içindir.

"Göz ağmadı, aşmadı da. Andolsun ki o, Rabbinin en büyük ayetlerin­den bir kısmını görmüştür." Yani, Rasulullah'ın gözü gördüğünden ayrılma­dı ve gördüğünü terketmedi. Rasulullah'ın Cebrail'i ve melekût âleminden başka şeyleri görmesi bir göz yanılması değil, bilakis beşer gözü ile görmesi şeklindedir. Bu da teyid ediyor ki Miraç, cesed-ruh beraberce olmuştur.

Rasulullah Miraç gecesinde Rabbinin büyük ayetlerinden anlatılması mümkün olmayan birisini gördü ki o Cebrail'i melek suretinde görmesi ile Melekler âlemine ait diğer hayret verici hallerdir. "Ayetlerimizden bazıları­nı ona göstermek için" (İsra, 17/1) ayet-i kerimesinde de ifade edildiği gibi Miraçta görülenin tayin edilmemesi onun büyüklüğüne ve önemli oluşuna işaret içindir. Buhari ve başkalarının rivayetlerine göre İbni Mes'ud görü­len ayeti beyan etme sadedinde şöyle dedi: "Cennetten gelmiş yeşil bir ref-ref gördü ki ufku kapatmıştı", Aynı konuda İbni Abbas "Semanın ufkunu kapatmıştı." şeklinde söylemiştir. İbni Zeyd'den gelen rivayet ise "Cebrail'i olduğu gibi gördü" şeklindedir. [13]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:

1- Allah dilediği varlığın adı ile dilediği şey üzerine, dilediği vakitte yemin edebilir. Meselâ yıldızların veya Süreyya yıldızının adı ile yemin et­miştir. -Araplar, Süreyya'ya da necm-yıldız der-. Allah yıldıza, batma vak­tinde yemin etmiştir. Çünkü yıldızlardan yönleri tayin etmede istifade edi­lecek vakit batmak üzere olduğu vakittir. Ama yıldız semanın ortasında iken yerden uzak olur ve yolcu ondan bu maksat için yararlanamaz. Gruba doğru yaklaşınca o zaman doğu-batı, kuzey-güney ayrılır.

2- Üzerine yemin edilen konu, Hz. Peygamber'in doğru yolda olduğu­na, hakka tâbi olup dalâlette olmadığına şahitlik yapmaktır. "Dâll", bilme­den hak yolun dışında bir yolda yürüyen demektir. "Gâvî" ise bilerek hak-dan ayrılıp başkasına yönelendir. Burada "dalâl", "hüdâ-hidayet" mukabi­linde, "gayy", "rüşd" mukabilinde kullanılmıştır. Böylece Allah, Peygam-ber'ini ve dinini, Yahudi ve Hristiyanlar gibi dalâlet ehli güruha benzemek­ten tenzih etmiştir.

3- Kur'an-ı Kerim peygamberin sözü değildir, o Allah'dan gelen bir va­hiydir.

4- "O, kendisine gelen vahiyden başkası değildir" ayeti, Rasulullah'ın olaylar hakkında ictihad yapması caiz olmaz diyenlere delil olabilir. Ancak bu yanlıştır. Çünkü ayetin maksadı Kur'an-ı Kerim'in Allah tarafından ge­len bir vahiy olduğunu ispat etmektir. Çünkü bizzat Kur'an içtihadı emret­mektedir. Nitekim Rasulullah savaşlarda Allah'ın haram kılmadığı hususlarda ictihad etmiş, hatta bazı münafıkların Tebuk gazvesine katılmaları­na izin vermiş bu sebeple Allah "Allah seni affetsin, onlara niçin izin ver­din?" (Tevbe, 9/43) diyerek itabda bulunmuştur.

5- "Onu müthiş kuvvetlerin sahibi öğretti." ayeti delâlet ediyor ki Ra-sulullah'ın kalbine Allah tarafından gelen vahiy Cebrail vasıtasıyle oluyor­du. Zira tefsir âlimlerinin görüşüne göre "kuvvetlerin sahibi" Cebrail'dir. Ancak Hasan el-Basrî bunun Cebrail değil, Allah olduğunu söylemiştir.

Allah burada Cebrail'i hem ilim, hem de amel bakımından üstün kuv­vet sahibi, akılda fetanet, görüşte metanet sahibi olarak vasfetmiştir.

6- Allah (s.a.) Cebrail'i iki defa Allah'ın yarattığı gibi aslî suretiyle gördü. Bir defasında doğu ufkunda, semada doğrulup durduğunda gördü. O kadar büyüktü ki doğu ufkunu tamamen kaplamıştı.

Yukarıda ufukta görüldükten sonra Cebrail yere yaklaştı ve Rasulul-lah'a vahyi indirdi. İşte bu onu ilk görüşü idi. Rasulullah (s.a.) yerde idi, Cebrail ona iki Arap yayı kadar veya daha yakın bir mesafede bulunuyordu.

7- Allah bir görüşe göre kulu ve elçisi Muhammed'e vahyedeceğini, et­ti. Vahyin büyük bir hadise olduğunu ifade etmek için burada vahyedilen şeyin ne olduğunu beyan etmedi. Diğer bir görüşe göre de Allah, kulu Ceb­rail'e, onun Muhammed'e (s.a.) vahyedeceği şeyi vahyetti. Bir başka görüşe göre Cebaril, Muhammed (s.a.)'e, Allah'ın kendisine vahyettiği ve konuştu­ğu şeyi vahyetti. Her ne şekil olursa olsun, vahyin asıl kaynağı Allah'dır. Cebrail vasıtadır, kendisine vahyedilen de Muhammed (s.a.)'dir.

8- Rasulullah'ın kalbi Miraç gecesinde gördüklerini yalanlamadı; ki bunlar, Cebrail'i hakiki şekli ile melek suretinde görmesi ve Allah'ın diğer hayret veren ilâhî ayetleridir. Gördüklerini kalbiyle gördü, diyenler de ol­muştur.

9- Allah Rasulullah'ın Miraç gecesinde görüp haber verdiklerini kabul etmeyen Kureyş'in bu tavrını reddederek şöyle buyurdu: Onunla nasıl cedelleşiyor ve şüphelerinizi ileri sürüyorsunuz? O bütün gördüklerini, ayne'l-yakin gördü.

10- Rasulullah (s.a.) Cebrail'i bir başka defasında da Sidre-i Münte-ha'nın yanında gördü. Meleklerin, şehidlerin ve müttakilerin ruhlarının gittiği Cennetü'l-me'vâ'nın yanındadır. İbni Abbas'a göre peygamberlerin ilmi, ancak buraya kadardır, buradan ötesini onlar da bilmezler.

Mehdevî'nin zikrettiğine göre İbni Mes'ud, Rasulullah'ın şöyle dediği­ni nakletti: "Cebrail'i ufukta gördüm, altı yüz kanadı vardı. Tüylerinden inci ve yakutlar saçılıyordu."

Sidre'yi kuşatan şey büyüklüğünün ifade edilmesi için mübhem bıra­kılmıştır. Buraya "Allah'ın nurları, melekler, Allah'ın büyüklüğüne delâlet eden varlıklar" gibi takdirler yapılabilir.

11- Rasulullah'ın gözleri, yakînen gördüğü şeyden sağa sola kaymadı, gördüğünün sınırlarını geçmedi.

12- Rasulullah (s.a.) Rabbinin ayetlerinden birtakım ayetler, gördü ki bunlar ayetlerin en büyükleridir. "Bu en büyük ayetler Rasulullah'ın Ceb­rail'i aslî suretinde görmesidir" diyenlerin bu sözü üzerine Fahreddin er-Razî: "Anlaşılan o ki; bu ayetler Cebrail'den başkadır." demiştir. [14]

 

Şirkin Haramlığı Ve Putlardan Hiçbir Fayda Gelmeyeceği:

 

19, 20- Lât, Uzza ve diğer üçüncüsü olan Menafi gördünüz mü?

21- Erkek sizin de, dişi O'nun mu?

22-  O takdirde bu, insafsızca bir taksim.

23- Bu, sizin ve atalarınızın takdığınız adlardan başkası değildir. Allah onlara hiçbir hüccet indirmedi. On-

lar kuruntudan ve nefislerin arzu ettİğİ hevâdan başkasına tâbi olmuyorlar. Halbuki andolsun, kendileri­ne Rablerinden o hidayet gelmiştir.

24- Yoksa insana her umduğu şey mi var?

25- İşte ahiret de, dünya da Al­lah'ındır.

26- Göklerde nice melek vardır ki onların şefaatleri bile hiçbir şeye yaramaz. Meğer ki Allah'ın dileye­ceği ve razı olacağı kimseler için izin vermesinden sonra ola."

 

Belagat:

 

"Erkek sizin de dişi O'nun mu?" ayeti soru cümlesi ile onların düşüncele­rinin ne kadar gülünç olduğunu tevbih (azarlama) üslûbu ile ifade etmektedir. [15]

 

Kelime ve İbareler:

 

Arapların taptıkları "Lat, Uzza ve üçüncüsü olan diğer Menat'ı gördü­nüz mü?" Bunlardan Lat, Taifte'ki Sakifin veya diğer bir görüşe göre Ku-reyş'in Nahle bölgesindeki putu idi. Hacılara kavut ikram eden Lat adın­daki bir adama benzediği için bu isimle anılmıştır. Uzza, Gatafan kabilesi­nin putudur. Uzza, Nahle vadisinde bir ulu ağaç idi. Rasulullah (s.a.) Mek­ke fethedildiği sene Halid bin Velid'i gönderip onu kestirdi. Halid, hem bal­tayı vuruyor, hem de şöyle diyordu:

"Ey Uzza seni tenzih değil, ediyorum tezlil Çünkü gördüm ki Allah etmiş seni tahkir."

Menat ulu bir kaya idi. Hüzeyl ve Huzaa kabileleri ona tapıyor, kur­banlarını orada kesiyorlardı.

Ayet-i kerime Menat'tan bahsederken "diğeri, üçüncüsü" gibi sıfatlarla onu anmıştır. Çünkü bu ifadeler tahkir için, onun ancak son sıralarda bir değeri olduğunu ifade etmek için kullanılır. Nitekim başka bir ayette "son­rakileri, öncekilerine şöyle dediler" (Araf, 7/38) denilerek sıradan insanlar "sonrakiler", şereflileri de "öncekiler" sözleriyle ifade edilmiştir.

Adıgeçen putlara ilâh ismini veriyorsunuz. "Bu sizin ve atalarınızın" onlara "takdığınız adlardan başka" birşey "değildir" onlarda ilâhlıktan hiç­bir eser yoktur. "Allah onlara" ibadet edilebileceğine dair "hiçbir hüccet in­dirmedi. " Putlara ibadet etme konusunda "Onlar" hiçbir delile dayanmayan "kuruntudan ve nefislerin arzu ettiği hevadan" ve şeytanın "o putlar size Al­lah nezdinde şefaat edecek" diyerek şirin gösterdiği şeylerden "başkasına tâbi olmuyorlar. Halbuki andolsun kendilerine Rablerinden o hidayet" kat'î delil olan peygamber ve kitap "gelmiştir." Ancak onlar, bunları terkettiler.

'Yoksa" putların kendileri için şefaatçi olacaklarını temenni etmeleri dahil "insana her umduğu şey mi var?" Hayır herkes her umduğunu bula­mayacak. Bu ayet-i kerime, onların şefaat konusundaki bu arzularının asla olmayacağını ifade etmektedir. "İşte ahiret de, dünya da Allah'ındır."

"Göklerde" sayısız "nice melek vardır ki onların şefaatleri bile hiçbir şeye yaramaz. Meğer ki Allah'ın dileyeceği ve" buna ehil görüp "razı olacağı kim­seler için izin vermesinden sonra ola." Ancak o takdirde şefaat fayda verir. [16]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah, peygamberliği ve onun doğruluğunu tesbit ettikten sonra pey­gamberin en başta yapması gereken Allah'ın birliğini anlatma ve şirki or­tadan kaldırma hususunu zikretti. Daha sonra putların Allah nezdinde şe­faatçi olamayacağım, küçümseyici, azarlayıcı ve reddedici bir üslûpla be­yan etti. Ve yine hiçbir zararı ve yararı dokunmayan ağaçtan, taştan veya başka madenlerden yapılmış putlara ibadet eden, yaratan ve rızık veren­den başkasını ilâh kabul eden aklın saygın olamayacağım beyan etti. [17]

 

Açıklaması:

 

Allah müşriklerin putlara ibadet etmelerini ve İbrahim'in bina ettiği Kabe'ye benzeterek putlar için puthaneler edinmelerini küçümseyerek, kınayarak şöyle buyurdu: "Lat, Uzza ve üçüncüsü olan diğer Menat 'ı gör­dünüz mü?" Yani siz şu Lât, Uzza ve Menat üzerinde hiç düşündünüz mü? Bunlar birer sağır taş veya yerde biten ağaçtan ibaret şeyler. Bunları nasıl Allah'a eş ve ortak yapıyorsunuz? Bunlar sizin için yaratılmış olup hiçbirisi yaratıcı değil, yaratılmış şeylerdir. Kâinatta azametini bildiğiniz Allah, ibadet edilmeye O daha lâyık değil midir?

Allah, Menafi tahkir etmek ve yermek için, onlara göre değer bakı­mından öbürlerinden sonra geldiğini göstermek için "diğer üçüncüsü" ifa­desini kullandı.

Böyle bir ifade, bir şeyi lâyık olmadığı yere koyma anlayışının kınanıp yerilmesi ve ağır bir üslûpla ayıplanmasıdır. Sakif ve ona bağlı kabileler nakışlı beyaz bir put olan Lât ile övünürlerdi. Bu put Taifte idi. Bir bina içinde bulunur, üzerinde bir örtü olur, başında hizmetçileri beklerdi. Etra­fında geniş bir avlu bulunurdu. Taif halkı ona tazim gösterirlerdi. Lat pu­tu, cahiliye döneminde unu yağ ile kavurup hacılara dağıtan bir adamın şeklini andırıyordu. O adam ölünce putunu yapıp kabrine diktiler, sonra buna tapmaya başladılar.

Uzza, Taif le Mekke arasında Nahle denilen yerde Gatafan'a ait bir ağaçtı. Bir yapı içinde bulunur, üzerine perde örtülürdü. Kureyş bu ağaca tapardı. Nitekim Ebu Süfyan, Uhud günü: "Bizim Uzza'mız var, sizin yok" demişti de buna karşılık Rasulullah (s.a.) yanındakilere "Ona "Allah bizim mevlamızdır, sizin mevlanız yok" deyin" demişti.

Menat ise, Mekke-Medine arasında Gadid vadisinde bulunan bir kaya idi. Cahiliye döneminde Huzâ, Evs ve Hazrec ona ta'zim gösterirler, Kabe ziyaretine giderken oradan niyet ederlerdi, yanında kurbanlar keserlerdi. Arap yarımadasında ayette zikredilen bu üç puttan başka putlar da vardı. Ancak bu üçü en meşhurları olduğu için ayet-i kerimede özellikle bunlar zikredilmiştir.

Putlara tapmaları sebebiyle müşriklerin akıllarının çalışmadığını be­yan ettikten sonra Allah onları başka bir şirkten dolayı yani "melekler Al­lah'ın kızlarıdır" demelerinden dolayı azarlayarak şöyle buyurdu:

"Erkek sizin de, dişi O'nun mu? O takdirde bu insafsızca bir taksim." Yani Allah'ın çocuğu vardır, diyorsunuz sonra dişileri ona veriyor, erkekleri kendinize mi alıyorsunuz? Bu taksimi kendi aranızda bile yapmış olsanız, doğru olmazdı, haktan uzak olurdu. Yaratılmışlar arasında yapılsaydı bir zulüm ve haksızlık olacak olan bu takisimi Rabbinizle kendi aranızda nasıl yapıyorsunuz? 'Yoksa kızlar O'nun, oğullar sizin mi?" (Tur, 52/39) ayeti de bu ayetin bir benzeridir.

Sonra Allah uydurdukları ve düzdükleri yalan ve iftiraları, putlara tapmak suretiyle küfre düşmelerini ve o putlara "ilâh" demelerini reddererek şöyle buyurdu:

"Bu sizin ve atalarınızın taktığınız adlardan başkası değildir. Allah onlara hiçbir hüccet indirmedi." Yani görmeyen, işitmeyen, düşünmeyen ve anlamayan, ne zararı, ne de faydası olmayan bu putlara "ilâh" demeniz si­zin kendi kafanızdan taktığınız bir isimdir. Onların hakikatte hiç ilâh olacak tarafı yoktur. Bunu babalarınız ve siz böyle kabul ettiniz, sonraki ge­lenler öncekileri taklit etti ve bu hususta evlâtlar babalarına tâbi oldular. Allah, bunların ilâh olduğunu ispat edebileceğiniz hiçbir delil indirmedi. Nitekim başka bir ayette Allah: "Sizin Allah'tan gayrı ibadet ettiğiniz şey­lerin hepsi sizin ve babalarınız taktığı isimlerden ibarettir." (Yusuf, 12/40) buyurmuştur.

Sonra Allah onların putlara niçin taptıklarını beyan ederek şöyle bu­yurdu: "Onlar kuruntudan ve nefislerin arzu ettiği nevadan başkasına tabi olmuyorlar. Halbuki andolsun, kendilerine Rablerinden o hidayet gelmiş­tir. " Yani onların putlara "ilâh" deme konusunda tâbi şey sırf vehim ve ku­runtudan ibarettir. Onlar uyulması vacib olan Hak tarafına hiç bakmadan sadece nefislerinin arzu edip meylettiği şeye tabi oluyorlar. Halbuki o put­ların ilâh olmadığına dair onlara Allah tarafından apaçık beyan gelmişti. İşte o, kendilerine gönderilen peygamberin diliyle, Allah tarafından gelip hüccet ve burhan olan, dönüp bakmadıkları, teslim olup uymadıkları bu Kur'an'dır.

Sonra Allah meselenin temenni ve ümitlerle olmayacağını, bu putların ne Allah nezdinde şefaatçi olma konusunda, ne de başka hususta onlara faydası olmayacağını açıkça ifade ederek şöyle buyurdu: "Yoksa insana her umduğu şey mi var? İşte ahiret de, dünya da Allah 'indir." İnsanın her te­menni ettiği şeyin olması mümkün mü? Her hayır temenni edenin temen­nisi, olmaz. Onların, putların kendilerine faydası olacak ve şefaat edecek şeklindeki temennileri de olmaz. Çünkü dünya ve ahiretin idaresi, mülki­yeti ve onlar üzerinde tasarrufta bulunma sadece Allah'a aittir. Ne dünya­da, ne de ahirette Allah'ın yanında putların hiçbir tasarrufu yoktur: "Ne si­zin temennileriniz, ne de Ehl-i Kitab'ın temennileri" (Nisa, 4/123). Ahmed bin Hanbel'in Ebu Hüreyre'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Biriniz temennide bulunacağı zaman ne temenni edeceğini iyi düşünsün. Çünkü o temennilerinden, kendisi hakkında hangilerinin yazıla­cağını bilmez."

Sonra Allah şefaatin kabul yolunu beyan ederek şöyle buyurdu:

"Göklerde nice melek vardır ki onların şefaatleri bile hiçbir şeye yara­maz. Meğer ki Allah'ın dileyeceği ve razı olacağı kimseler için izin vermesin­den sonra ola." Yani göklerdeki meleklerden pek çoğu, bunca ibadette bulun­malarına rağmen, Allah nezdindeki saygınlıklarına rağmen, Allah'ın kendi­sine şefaat etmesine izin verdiklerinin haricinde, hiç kimseye şefaat edemez­ler. Nerde kaldı ki bu aklı ve idraki olmayan taşlar, ağaçlar şefaat etsin.

Yani melekler ancak kendilerine şefaat etme izni çıktıktan sonra ve an­cak Cenab-ı Hakk'm şefaat edilmesini istediği kişilere -tevhid ehlinden ol­dukları için- şefaat edecekler. Müşriklerin bu şefaatten hiç nasibi yoktur. İb-ni Kesir şöyle diyor: Bu, mukarrab melekler hakkında böyle olursa ey cahiller, siz bu putların Allah nezdinde şefaat etmesini nasıl beklersiniz? Ki Allah hiçbir zaman puta ibadet etmeyi meşru kılmamış ve izin vermemiş bilakis bütün peygamberlerin dilinde bunu nehyetmiş ve bu nehyi bütün kitapların­da indirmiştir.[18] Bu, meleklere ve putlara tapanlara bir azarlamadır. [19]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:

1- Müşrikler hiçbir şey düşünemeyen şeylere taptıkları için Allah on­lara karşı deliller ileri sürmüştür. Zira onların Lat, Uzza, Menat gibi iba­det ettikleri şu putlar işitmez, görmez, kimseye ne zararı, ne yararı doku­nur. Bunlara ibadet etmek nasıl caiz olur? Biliyoruz ki müşrikler putlara, kendilerine faydası olsun, diye tapıyorlar. Bunlar ise faydası dokunmayan varlıklar. Siz bu putlara gerçekçi bakıyor musunuz? Baksanız göreceksiniz ki bunlar Allah'a ortak olamazlar. Siz Allah'ın celâl ve azamet sahibi oldu­ğunu biliyorsunuz. Öyleyse O, ibadet edilmeye daha lâyıktır.

2- Yine Allah, müşrikleri azarladı, kınadı ve "Melekler Allah'ın kızlarıdır, putlar Allah'ın kızlarıdır" gibi sözlerini reddetti. Erkekleri kendilerine, dişi­leri ise "Allah'ındır" diyerek O'na lâyık görmelerinin makul olmadığını, bu taksimin âdil, doğru ve hakkaniyete uygun bir taksim olmadığını beyan etti.

3- Bu putlar sizin "ilâh" adını verip bazı sıfatlar isnat ettiğiniz isimler­den başka bir şey değildir. Bu konuda siz babalarınızı taklit ettiniz. Allah, onların ilâh olduğuna dair herhangi bir hüccet ve delil indirmedi. Sizin bu konuda uyduğunuz; zandan veya vehimden, nefsin heva ve heveslerinden ve arzu ettiklerinden başka bir şey değildir. Rasulullah (s.a.) tarafından bu putların ilâh olmadığına dair size yeterli açıklama gelmiş olmasına rağ­men böyle yapıyorsunuz. Onlar, vahyin getirdiği kesin delil ile amel etmek ellerinde olmasına rağmen gidip zan ile amel etmeyi tercih ettiler.

4- Aslında müşriklerin putlara ibadetindeki olay, gerçeği olmayan ku­runtular üzerine kurulmuş tatlı hayaller ve sırf temennilerden ibarettir. Çünkü onlar, onların düşlediği gibi kendilerine şefaat edemeyecekler. On­lar kendilerine şefaat etme yetkisi olmayan yerden şefaat bekliyorlar. Zira dünyada ve ahirette mülk, tasarruf ve otorite sırf Allah'ındır, O dilediğine verir, dilediğine vermez; her hangi birinin temennisine göre değil.

5- Meleklere ve putlara ibadet edip onların kendilerini Allah'a yaklaş­tırdığını iddia edenleri Allah azarladı ve şunu bildirdi ki melekler çok iba­det etmelerine ve Allah nezdinde kendilerinin üstün bir yeri olmasına rağ­men onlar bile ancak Allah'ın şefaat edilmesine izin verdiği kişilere şefaat edebilecekler. [20]

 

Melekler Allah'ın Kızlarıdır." Diyen Müşriklere Cevap:

 

27- Şüphesiz ahirete iman etmeyen­ler meleklere dişi adı takarlar.

28-Halbuki onların buna dair bilgisi yoktur. Onlar kuruntudan başkasına olmazlar. Kuruntu ise şttphe-

siz haktan hiçbir şeyi tfade etmez.

29- Onun için sen, bizim zikrimize  sırt çeviren, dünya hayatından baş- kasını arzu etmeyen kimselerden

30- Onların ilimden erebildikleri iş- te budur. Şüphesiz ki Rabbin, yo­lundan sapan kimseleri çok iyi bile­nin ta kendisidir. O, hidayet bulan kimseleri de pek iyi bilendir.

 

Belagat:

 

"Yolundan sapan", "hidayet bulan" cümleleri arasında tezat vardır. [21]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Şüphesiz ahirete iman etmeyenler meleklere" Allah'ın kızları demek suretiyle "dişi adı takarlar. Halbuki onların buna dair bilgisi" sağlam bir delili "yoktur. Onlar" bu konuda sırf "kuruntudan başkasına tabi olmazlar. Kuruntu ise şüphesiz, haktan hiçbir şeyi ifade etmez." Yani zan ve kuruntu hak ve hakikat vadisinde bir değer ifade etmez. Çünkü hak ancak ilimle, yakın (kesin bilgi) ile anlaşılır. Hakikata ait bilgileri elde etmede zanna iti­bar yoktur. Zanna ancak uygulamalı işlerde ve ona götüren vasıtalarda iti­bar edilir.

"Onun için sen bizim zikrimize" Kur'an'ımıza ve nasihatlarımıza "sırt çeviren, dünya hayatından başkasını arzu etmeyen kimselerden yüz çevir, işte onların ilimden erebildikleri, işte budur." Yani bilgilerinin ulaşabildiği son nokta dünyaya ait işlerdir, daha ileri geçemez. Çünkü onlar dünyayı ahirete tercih ettiler. Bu ayet, müşriklerin bütün kaygılarının dünyadan ibaret olduğunu perçinleyen bir ara cümledir.

Allah peygamberine verdiği "onlardan yüz çevir" emrinin sebebini be­yan sadedinde şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki Rabbin, yolundan sapan kimse leri çok iyi bilenin ta kendisidir. O, hidayet bulan kimseleri de pek iyi bilen­dir. " Yani Allah senin davetine kimin icabet edip etmeyeceğini bilir, öyleyse sen onları davet ederken kendini yorma, çünkü sana düşen sadece tebliğ etmektir. Sen de tebliğini yaptın. Allah her iki grubu da bilir, karşılığını ona göre verir.[22]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah putlara ibadet ettikleri için müşrikleri kınadıktan ve bu ibade­tin şefaat ve diğer konularda hiç fayda vermeyeceğini beyan ettikten sonra melekler Allah'ın kızlarıdır, dedikleri için onları tekrar kınadı ve onların bu iddialarının hiçbir geçerli delile dayanmadığını, akıllarının ermediğini, dünya ve dünya malından başka şeye önem vermediklerini ve bu yanlış ve bozuk itikat ve iddialarının cezasını göreceklerini beyan etti.[23]

 

Açıklaması:

 

Allah müşriklerin melekleri dişilikle vasfedip onlara "Allah'ın kızları" demelerini reddederek şöyle buyurdu:

"Şüphesiz ahirete iman etmeyenler meleklere dişi adı takarlar." Yani ahiretin, hesabın ve cezanın varlığını kabul etmeyen şu inkarcı müşrikler meleklerin dişi olduğunu ve bunların Allah'ın kızları olduğunu iddia edi­yorlar. Allah ise bunların dediklerinden tamamen münezzehtir.

"Halbuki onların buna dair bilgisi yoktur." Yani onların bu söylediğini doğrulayacak ellerinde ne sahih bilgileri ne de bir delileri vardır. Onlar me­lekleri ne tanıyorlar, ne görmüşler, ne de onlara bunu güvenilir birisi haber vermiştir. Bilakis bunu tamamen bir cehalet, dalâlet, cüret, yalan, düzme­ce ve çirkin bir iftira olarak söylemektedirler.

"Onlar kuruntudan başkasına tâbi olmazlar. Kuruntu ise şüphesiz haktan hiçbir şeyi ifade etmez." Yani onların tâbi olduğu şey vehimden veya aslı-esası olmayan kuruntudan ibarettir. Kuruntunun böylesi hiçbir işe yaramaz, asla hakkın yerini tutmaz. Bir sahih hadiste Rasulullah’ın şöyle dediği variddir: “Zan (kuruntu ve vehim)den sakının, çünkü zan sözlerin en yalanıdır.”

“Onun için sen, bizim zikrimize sırt çeviren, dünya hayatından başkasını arzu etmeyen kikselerden yüz çevir.” Öyleyse ey peygamber, Kur’an-ı Kerim’den ve Allah’ın öğütlerinden yüz çeviren ve tek derdi dünya olan, ahiret hakkında düşünmeyi bırakanlardan yüz çevir. Yani onlarla mücadeleyi, durumlarını önemsemeyi bırak. Zira sen emrolunduğun şeyi tebliğ ettin. Zaten sana düşen ancak tebliğdir. “Dünya hayatından başkasını arzu etmeyen” sözü onların haşri inkar ettiklerine işarettir. Nitekim onların “Hayat şu bizim dünya hayatımızdan başkası değildir” (En’am: 6/29) ve Cenab-ı Hakk’ın onlara, “Dünya hayatına razı mı oldunuz?” (Tevbe: 9/38) sözleri onların ahireti inkar ettiklerine delalet eder.

“Onların ilimden erebildikleri işte budur.” Yani dünya ve dünyayı kazanmak… İşte onların ilimde erişebildikleri en son nokta budur. Dine ve dini meselelere ilgi duymazlar. Ahmed b. Hanbel’in Hz. Aişe’den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Dünya (ahirette) yurdu olmayanın yurdudur, malı olmayanın malıdır, dünya için aklı olmayan toplar.” Me’sur dualardan birinde Rasulullah (s.a.v.) şöyle dua etmiştir: “Ey Allah’ım, dünyayı derdimizin en büyüğü, ilmimizin en sonu kılma.”

“Onlardan yüz çevir” emrinin sebebini veya illetini Cenab-ı Hak şöyle açıklamaktadır:

“Şüphesiz ki Rabbin yolundan sapan kimseleri çok iyi bilenin ta kendisidir. O, hidayet bulan kimseleri de pek iyi bilendir.” Yani ey Muhammed, sen bırak bunları, çünkü Allah o bütün varlıkları yaratandır, hak ve hidayet yolu olan yolundan sapanı da, hak dine doğru yol bulanı da bilendir. Her gruba veya herkese yaptığının karşılığını verecektir.

Bu ifadede, ulaşılması mümkün olmayan şeyleri elde etme yolunda Rasulullah’ın kendisini yormaması için ona bir teselli vardır. Ulaşılması mümkün olmayan o şey, ilmi yakini bırakıp zanna inanan, hakkı bırakıp batıla sarılan inatçıların imana gelmesidir. Rasulullah (s.a.)'in güzel huylarından biri de onların iman etmesini çok arzu etmesi idi. Yine bu ifa­dede kâfirlere vaîd (ceza tehdidi) müminlere vaad (mükâfat teşviki) vardır. [24]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler şu hususları açıklamaktadır:

1- Allah "Melekler Allah'ın kızlarıdır, putlar Allah'ın kızlarıdır." diyen kâfirleri, öldükten sonra dirilmeyi, haşri veya peygamberlerin getirdiği doğru şekli ile ahireti inkâr eden kişiler olarak vasfetti.

2- Meleklerin dişi olup Allah'ın kızları olduğuna inanan müşrikleri Al­lah kınadı, azarladı.

3- Ellerinde melekleri bu şekilde vasfetmelerini haklı gösterecek sağ­lam bir bilgileri yok. Ne Allah melekleri yaratırken görmüşlerdi, bu dedik­lerini ne Allah'ın elçisinden duymuşlardı, ne de Allah'ın her hangi bir ki­tabında bunu okumuşlardı. Bu konuda ancak vehme ve zanna tâbi oluyor­lardı. Sağlam ilmî esaslara dayanmayan zan veya vehim ise hakikati tanı­ma babında hiçbir şey ifade etmez.

4- Dünyadan başka kederi, tasası olmayan bu inatçı kâfirlerin duru­mu böyle ise ey peygamber, onlarla mücadeleyi bırak; zira sen mesajını tebliğ ettin, üzerine vacib olanı yerine getirdin. Razî burada şöyle der: "Tef-sircilerin çoğu Kur'an-ı Kerim'deki "fe-a'riz: bırak, yüz çevir" şeklindeki emirlerin hepsi kıtal (cihad) ayeti ile neshedilmiştir" derler. Bu söz batıldır. Zira "bırak, yüz çevir" emirleri kıtal ayetine de uygundur, nasıl neshedil-miş olabilir? İzahı şöyledir: Rasulullah (s.a.) insanları hikmetle ve mev'ıza-i hasene (güzel sözler) ile davet etmekle emrolunmuştu. birtakım batıl şey­lerle kâfirler ona karşı çıkınca kendisine "Daha güzel olanı ile onlarla mü­cadele et!" emri geldi. Sonra bu da fayda vermeyince Allah ona: "Onları ter-ket, delil ve burhanla onların karşısına çıkma, zira onlar ancak zanna uyarlar, hakka uymazlar." demiştir. Onlara karşılık vermesi caiz olmakla beraber Rasulullah (s.a.) onlarla münazara etmemek suretiyle karşılık ver­miş olmaktadır. O halde bu nasıl neshedilmiş olur?[25]

5- Bugün de müşahede ettiğimiz gibi genel olarak inanmayan insanlar yalnızca dünyaya önem verir, din ve ahiret işlerinde habersiz olurlar. Bu yönleriyle onlar maddeci insanlardır. Bu sebeptendir ki Allah onların akıl­larının erebildiği, bilgilerinin ulaşabildiği son noktanın dünyayı kazan­maktan ibaret olduğunu haber vermiştir. Çünkü onlar dünyayı ahirete ter­cih ederler. Nitekim ayet-i kerimede: "Şüphesiz bunlar dünyayı tercih edi­yor, arkalarına ağır bir gün bırakıyorlar." (Dehr, 76/27) buyrulmuştur.

6- Nihayet bu ayetler şu va'îd ve tehditle bitmiştir: Allah sapıklıkta olanı da, hidayette olanı da en iyi bilendir. Hayır ise hayır, şer ise şer, her­kesin amelinin karşılığını vercektir. [26]

 

İyilik Yapanlara Mükafat, Kötülük Yapanlara Ceza:

 

31- Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah'ındır. (Bunların yaratılması)  kötülük edenleri yaptıklarına mu- kabil cezalandırılması, güzel hareket edenleri de daha zelîyle mükâfatlandırması içindir.

32-  (Bu insanlar> ufak ufak suçlar  hariç, günahın büyüklerinden ve fu-

man ve siz henüz analarınızın karın­larında ceninler halinde olduğunuz sırada sizi çok iyi bilendir. Bunun için kendinizi temize çıkarmayın. O, sakınan kimdir, çok iyi bilendir."

 

Belagat:

 

"Kötülük edenlere ceza", "iyilik edenlere mükâfat" cümleleri arasında mukabele vardır. [27]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah 'indir." Malik olan, yaratan ve tasarrufta bulunan O'dur. Bunların yaratılmasındaki gaye şirk ve benzeri "kötülük edenleri yaptıklarına mukabil cezalandırması" Allah'ı bir bilip ita­at etmek suretiyle "güzel hareket edenleri de" bu yaptıklarına karşılık "da­ha güzeliyle mükâfatlandırması içindir" ki birincilerin bulacağı cehennem, ikincilerinin nail olacağı cennettir.

Cennet mükâfatına nail olacak bu insanlar, yabancı kadına bakmak gibi "ufak ufak suçlar hariç", Allah'a şirk koşmak, ana-babaya âsi olmak gibi "günahın büyüklerinden ve" adam öldürme, zina, zina iftirası, içki iç­mek gibi Allah'ın had ile cezalandırdığı "fuhuşlarından kaçınanlardır. Şüp­hesiz ki Rabbin mağfireti bol olandır" günahları çokça bağışlayan, tevbele-ri kabul edendir. Küçük olsun büyük olsun günahlardan dilediğini affeden­dir. İyilere mükâfat vaadi, kötülere ceza tehdidinin hemen ardından bu mağfiret ayetinin gelmesi büyük günah sahiplerinin Allah'ın rahmetinden ümidi kesmemesi ve her suçu cezalandırmak Allah'a vacibdir vehmine ka-pılmaması içindir. "O sizi" yani babanız Adem'i "topraktan yarattığı zaman ve siz henüz analarınızın karınlarında ceninler halinde olduğunuz sırada sizi çok iyi bilendir. Bunun için kendinizi" överek, iyi işlerinizi sayıp döke­rek "temize çıkarmayın. O" henüz daha yaratmadan önce "sakınan kimdir, çok iyi bilendir." [28]

 

Nüzul Sebebi:

 

Vahidî, Taberanî, İbnülmünzir ve İbni Ebî Hatem'in Sabit bin el-Hâris el-Ensârî'den rivayet ettiklerine göre Yahudiler sabîlik çağında bir çocukla­rı öldüğü zaman "O sıddîktır." derlerdi. Bunu Rasulullah duyduğunda şöy­le buyurdular: "Yahudiler yalan söylüyor, Allah ana karnında hiçbir canlı yaratmamıştır ki onun şakî veya saîd olduğunu bilmesin." Bunun üzerine Allah: "O, sizi daha topraktan yarattığı zaman ve siz henüz analarınızın karınlarında ceninler halinde olduğunuz sırada sizi çok iyi bilendir" ayeti­ni indirdi. [29]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Zât-ı Ecell'in göklerde ve yerde ne varsa hepsini bildiğini, kulla­rına yaptıklarının karşılığını adaletiyle vereceğini, bu şekilde iyilik yapana cenneti mükâfat olarak, kötülük yapana cehennemi ceza olarak vereceğini beyan ettikten sonra, kendisinin bunları yapmaya kadir olduğunu, ulvî ve süflî bütün âlemin maliki olduğunu, bu iki âlemde dilediği gibi tasarrufta bulunduğunu, her şeyi kuşatan ilmine uygun olarak herkese amelinin kar­şılığını vereceğini zikretti. Sonra iyilikte bulunanların özelliklerini bildirdi; Allah son derece cömerttir, ikram sahibidir, kullarından dilediğine karşı geniş mağfiret sahibidir. [30]

 

Açıklaması:

 

"Göklerde ne var yerde ne varsa Allah'ındır. (Bunların yaratılması) kö­tülük edenleri yaptıklarına mukabil cezalandırması, güzel hareket edenleri de daha güzeliyle mükâfatlandırması içindir." Yani Allah göklerin ve yerin malikidir, hiçbir şeye muhtaç değildir, yaratılanlar hakkında, adaletle hük­medendir. Varlıkları hak olarak yarattı. Her şeyi kuşatan ilmine uygun olarak ister iyilikte bulunan, ister kötülükte bulunan olsun, insanların her birine neticede amelinin karşılığını verecek, iyilik yapana iyilikle, kötülük yapana kötülükle muamele edecek: Eğer kişinin ameli hayırsa karşılığı ha­yır, şer ise şer olacak.                       

İbnülcevzî tefsirinde şöyle demektedir: "Bu ayet, Cenab-ı Hakkın kud­retini ve mülkünün genişliğini haber vermektedir. Bu ayet ilk ayet ile, "liyecziye'llezîne..." ayeti arasında bir cümle-i muterıza (ara cümlesi) şeklin­dedir. Çünkü iyilikte bulunanı da, kötülükte bulunanı da en iyi bilen O ise, her birine hak ettiği karşılığı da O verecektir. Her iki sınıfa yaptıklarının karşılığını verebilmesi de ancak geniş mülk sahibi olmasıyla mümkündür."

Sonra Allah iyilikte bulunan o müttakilerin özelliklerini zikrederek şöyle buyurdu:

"Ufak ufak suçlar hariç, günahın büyüklerinden ve fuhuşlarından ka­çınanlardır. " Yani iyilikte bulunanlar; şirk, adam öldürme, yetim malı ye­me gibi büyük günahlardan, zina gibi fahiş günahlardan uzak duran in­sanlardır. Allah'ın, karşılığında cehennem tehdidinde bulunduğu her gü­naha kebâir (büyük) günah; yine büyük günahlardan olup da hakkında had cezası bulunan ve hem aklen hem de dinen son derece çirkin olanları­na da fevâhiş denir. Ancak, harama bakma gibi "lemem" tabir edilen küçük günahlar ve önemsiz hatalar hariç "iyilikte bulunanlardan günah sadır ol­maz. Ahmed bin Hanbel'in ve Buhari ve Müslim'in Sa/uMerinde Ebu Hü-reyre'den rivayet ettiklerine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Allah her Ademoğluna zinadan nasibini yazmıştır, çaresiz onu yapar. Meselâ gö­zün zinası bakmaktır, dilin zinası konuşmaktır, nefis temenni eder ve ister, organ da onu ya tasdik eder (ona uyar) veya tekzib eder (o günahı işlemez)”

İyilikte bulunan bu “muhsinun” küçük günah işlerlerse, tevbe eder ve benzerini bir daha yapmazlar.

Bu ayetin bir benzeri de şudur: “Eğer yasakladığımız şeylerin büyüklerinden kaçınırsanız sizin küçük günahlarınızı gizleriz ve sizi şerefli bir yere koyarız."

Buhari ve Müslim'de Hz. Ali'den gelen rivayette büyük günahlar yedi tane sayılmıştır: "Yedi helak ediciden sakının: Allah 'a ortak koşmak, sihir, haklı durum hariç Allah 'm haram kıldığı canı öldürmek, yetim malı ye­mek, faiz yemek, harp günü kaçmak, günahsız ve iffetli mümin kadına zina iftirası atmak." Hafız Zehebî Kebâir adlı kitabında büyük günahları yetmi­şe kadar çıkarmıştır. Taberanî'nin rivayetine göre bir adam İbni Abbas'a: "Büyük günahlar yedidir" demiş, o da "onlar yediyüze yediden daha yakın­dır, ancak istiğfarla büyük günah kalmaz affolunur, ısrarla günah küçük kalmaz (büyük günah olur)" demiştir.

Sonra Allah "Şüphesiz ki Rabbin mağfireti bol olandır." demek sure­tiyle ümit kapısını açmış, ümitsizliği yasaklamıştır. Yani şüphesiz Allah'ın rahmeti her şeyi kuşatır, tevbe edenler için mağfireti bütün günahları kap­sar. Nitekim ayet-i kerimede: "De ki: Ey kendileri aleyhine haddi aşan kul­larım! Allah 'm rahmetinden ümit kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günah­ları bağışlar. Şüphesiz o çok bağışlayanın, çok merhamet edenin ta kendisi­dir. " (Zümer, 39/53 buyrulmuştur.

Sonra Cenab-ı Hak her şeyi bildiğini vurgulayarak şöyle buyurdu: "O sizi daha topraktan yarattığı zaman ve siz henüz analarınızın karınlarında ceninler halinde olduğunuz sırada sizi çok iyi bilendir." Yani Allah şüphe yok sizi görür, babanız Adem'i topraktan yaratıp onun sulbünden zürriyeti-ni çıkardığı, analarınızın karnında ceninler olarak size şekil verdiği ve de­ğişik merhalelerde oluşum ve gelişmenizi taahhüt ettiği zamanlarda bile sizden sâdır olacak sözlerinizi, hareket ve ahvalinizi biliyordu. Cenin: Ana karnındaki çocuğa denir. "Analarınızın karınlarında" sözü ile Cenab-ı Hakkın ilim ve kudretinin kemaline dikkat çekilmiştir. Zira ana karnı son derece bilinmezdir. Orada ceninin her halini bilen Allah için, kullardan sa­dır olan diğer haller ona gizli olmaz.

"Bunun için kendinizi temize çıkarmayın, o sakınan kimdir, çok iyi bi­lendir." Yani kendinizi övüp durmayın, günahsız, tertemiz göstermeyin, be­ğenerek veya riya için kendinizi medhetmeyin, günahlardan temiz olduğu­nuzu iddia etmeyi bırakın, itaat ederek Allah'a hamd edin, günahtan kaçı­nın, çünkü Allah günahlardan sakınanı bilir.

Bu ayetin bir benzeri de şu ayettir: "Kendilerini temize çıkaranları gördün mü? Hayır Allah dilediğini temize çıkarır ve kimse kıl kadar hak­sızlık görmez." (Nisa, 4/49).

Müslim Sahih 'inde rivayet ettiğine göre Muhammed bin Amr bin Atâ şöyle dedi: Kızıma Berra ismini verdim. Bunun üzerine Ebu Seleme kızı Zeynep bana "Rasulullah bu ismi yasak etti ve kendinizi temize çıkarma­yın, şüphesiz Allah sizin berr (iyi) olanınızı en iyi bilendir" dedi. Bunun üzerine "Peki hangi ismi verelim?" dediler. Rasulullah da "Ona Zeynep adı­nı koyun." dedi. (Berra: İyi, sözüne sadık, demektir.)

Ahmed bin Hanbel, Abdurrahman bin Ebî Bekra'dan rivayet ettiğine göre babası şöyle dedi: Birisi Rasulullah'm yanında bir adamı medhetti. Bunun üzerine Rasulullah birkaç defa: "Ne yaptın, arkadaşının boynunu kopardın, biriniz mutlaka arkadaşını methetmesi lazım geliyorsa: "kana­atimce..., Allah'ın nezdinde kimseyi temize çıkaramam... -eğer öyle biliyor­sa- zannedersem, o şöyle şöyledir." şeklinde söylesin." buyurdular.

Ahmed bin Hanbel, Müslim ve Ebu Davud'un rivayetlerine göre Hem-mam bin Haris şöyle dedi: Birisi Hz. Osman'a geldi yüzüne karşı onu öv­meye başladı. Bunun üzerine Mikdad bin Esved hem onun yüzüne toprak serpiyor, hem de şöyle diyordu: "Rasulullah (s.a.) bize, insanları yüzlerine karşı mübalâğa ile övenlerle karşılaştığımız zaman yüzüne toprak serpme­mizi emretti." [31]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetlerden şu hususlar anlaşılabilir:

1- Yerde ve göklerdeki her şey hem mülk, hem de yaratma bakımından Allah'ındır. Bu ilâhî kudrete ve ilâhî mülkün genişliğine bir delildir. Bu ayet bir ara cümledir.

2- Şüphesiz Rabbin kendi yolundan sapanı en iyi bilendir, hidayet üzöre olanı en iyi bilendir, her birine hak ettiği karşılığı verecektir. "Li-yeczi-ye" deki "lâm" akibet-sonuç bildirmeye yönelik ise mana şöyle olur: Sonuç­ta kulların içinde iyilik yapan da kötülük yapan da onun karşılığını bula­caktır. İyilik yapan cenneti, kötülük yapan cehennemi bulacaktır. İşte gök­lerde ve yerde ne varsa hepsinin Allah'ın olması, sonuçta herkese kazandı­ğının karşılığını vermesi içindir.

3- İyilerin iyilikte bulunanların özelliklerinden biri de onların yukarı­da sayılan büyük günahları istememeleridir. Bu günahlardan şirk, günah­ların en büyüğüdür. Diğerleri de Allah'ın cehennem azabına çarptıracağını bildirdiği günahlardır. Ayrıca bu insanlar zina gibi son derece çirkin olan fevâhişten de uzak dururlar. Fevâhiş, hakkında "had" cezası bildirilen her türlü günahtır.

Ancak bu kullardan lemem sadır olabilir. Lemem, Kurtubî'nin zikret­tiğine göre Allah'ın hıfz ve riayetine (koruma ve gözetimine mazhar olmuş insanlar hariç diğer insanların kaçınması çok zor olan küçük günahlardır. Bunlar affedilir, bu konuda Allah'a tevbe edip, O'na yönelenlerin tevbesini Allah kabul eder. İbni Mes'ud, Ebu Said el-Hudrî, Huzeyfe ve Mesruk'a gö­re lemem, fiilî münasebete varmayan öpme, tutma ve bakma gibi günah­lardır. Buhari ve Müslim'in rivayetlerine göre İbni Abbas şöyle dedi: Ebu Hüreyre'nin şu rivayetinden daha doğru lememi tarif eden bir şey görme­dim: Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Şüphesiz Ademoğlu üzerine zinadan nasibi yazılmıştır, çaresiz onu yapar: Gözün zinası bakmaktır, dilin zinası konuşmaktır, nefis temenni eder, ister. Organ da onu ya tasdik eder veya tekzip eder." Yukarıda da geçen bu hadis-i şerifi aynen tekrar ettim. Çünkü bu, bu konuya açıklık getirmektedir. İfade edilmek istenen şudur: En çir­kin olan ve dünyada hadd cezasını, ahirette azabı gerektiren gerçek zina bilfiil gerçekleşen ilişkidir. Ancak diğerlerinin de günahtan nasibi vardır.

4- İster büyük ister küçük olsun günahından tevbe edip bağışlanmasını isteyen için Allah'ın mağfireti geniştir. Mağfirete nail olamayanlar ise kötü­lükte ısrar eden ve tevbesiz ölenlerdir. Nitekim şu ayet-i kerimelerde bu ifa­de ediliyor: "Muhakkak Allah, kendisine şirk koşulmayı affetmez. Bunun dı­şındakilerde dilediği kişileri affeder." (Nisa, 4/48), "Muhakkak onlar Allah ve Rasulünü inkâr ettiler ve onlar fasıklar olarak öldüler." (Tevbe, 9/84).

5- Allah kullarına kendilerinin bütün ahvalini, efâlini ve akvâlini bil­diğini bildirdi. İnsanları onlardan daha iyi bildiğini, babalan Âdem (a.s.)'ı topraktan yarattığı zamandan başlayıp analarının karnında devam edip geldiklerini, oluşum ve gelişimlerinde su ve toprağa dayanan gıdalara da­yandıklarını bildiğini zikretti. Zira herkesin aslı topraktandır. Toprak gıda olur, sonra nutfe (meni) olur. Bütün bunların zikredilmesinde Allah'ın sa­pıklığa düşenleri bilmekte olduğu vurgulanmaktadır.

6- Allah insanın kendisini temize çıkarıp medhü sena etmesini yasak etti. Çünkü bu hal riyadan daha uzak, huşuya daha yakındır. Ve Allah ih-lâs içinde amelde bulunup yasaklarından uzak duranları bilir. İbni Abbas şöyle demiştir: Rasulullah (s.a.) hariç bu ümmetten hiç kimseyi tezkiye edemem (günahsızdır diyemem). [32]

 

Zengin Müşriklerin Büyüklerinden Bazılarının Hakka Tâbi Olmadıklarından Dolayı Azarlanması Ve Onlara İbrahim Ve Musa Peygamberlerin Kitaplarındaki Haberlerin Hatırlatılması:

 

33, 34- Şimdi (haktan) dönen, (malın­dan) biraz verip de gerisini sert kaya gibi elinde tutan adamı gördün mü?

35- Gaybın ilmi onun nezdindedir de kendisi mi görüyor?

36, 37- Yoksa Musa'nın ve vazifesini tastamam ifa eden İbrahim'in sahifelerinde olanlardan haberdar mı edilmedi?

38- Hakikaten hiçbir günahkâr di-

39- Hakikaten insan için kendi çadan bakası yoktur-

40, 41-Hakikaten çalıştığı ileride  görülecek, sonra buna en kâmil  karşıhk verilecektir.

42-  Şüphesiz ki en son gidiş ancak  Rabbinedir.

43-  Hakikat şu: Güldüren de, ağlatandaO'dur.

44- Hakikat şu: Öldüren de, dirilten de O'dur.

45, 46- Hakikaten meniden, döküldüğü zaman erkek ve dişi iki çifti O yarattı.

47- Şüphesiz ki tekrar diriltmek de Ona aittir.

48- Hakikat şu: (İnsanı) muhtaç olmaktan O kurtardı ve O sermaye sahibi kıldı.

49- Hakikat şu: Şi'ra'nın Rabbi de O.

50- Hakikat şu: Evvelki Âd'ı O helak etti,

51- Semud'u da. Öyle ki bırakmadı.

52- Daha evvel Nuh kavmini de. Çünkü bunlar çok zalim ve çok azgınların ta kendileri idi.

53, 54- (Lût kavminin) altı üstüne gelen kasabalarını da O, kaldırıp yere çarptı da, onlara giydirdiğini giydirdi.

 

Belagat:

 

"... giydirdiğini giydirdi" ayetinde neyin giydirildiği tazim için müb-hem bırakılmıştır.

"Güldüren-ağlatan", "öldüren-dirilten" kelimeleri arasında tezat vardır. [33]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Şimdi" hakka tâbi olup orada sebat etmekten yüz çevirip "dönen", malından "biraz verip de gerisini" getirmeyip "sert kaya gibi elinde tutan adamı gördün mü?"

"Gaybın ilmi onun nezdindedir de" onun adına başkasının ahiret aza­bını yükleneceğini sadece "kendisi mi görüyor" biliyor?

"Yoksa Musa'nın ve vazifesini tastamam ifa eden İbrahim’in sahifelerinde olanlardan haberdar mı edilmedi?"

"Hakikaten hiçbir günahkar diğerinin günahını çekmez. Hakikaten insan için kendi çalıştığından başkası yoktur." Herkes kendi yaptığı hayırdan faydalanacak, başkasının hayrından ona fayda olmayacak.

İyilik yapanlar için bir takdir, kötülük yapanlar için de bir tekdir ol­mak üzere mahşer halkı tarafından "hakikaten çalıştığı ileride görülecek. Sonra buna" insanın bu çalışmasına hiçbir eksiltme yapılmadan "en kamil karşılık verilecektir."

"Şüphesiz ki" ölümden sonra kıyamette "en son gidiş" ve varış, nihaî dönüş "ancak Rabbinedir. Hakikat şu:" Dünyada "öldüren de" haşir için "dirilten de O'dur."

"Hakikaten meniden" ana rahmine "döküldüğü zaman erkek ve dişi iki çifti O yarattı. Şüphesiz ki" bu ilk yaratmadan sonra kıyamette ruhları ce­setlere iade etmek suretiyle "tekrar diriltmek de O'na aittir."

"Hakikat şu:" insanlardan dilediğine mal vermek suretiyle "muhtaç ol­maktan O kurtardı ve O sermaye sahibi kıldı."

"Hakikat şu:" Bazı Arap kabilelerinin cahiliye devrinde taptığı o par­lak "Şi'ra yıldızının Rabbi de O."

"Hakikat şu: Evvelki Âd'ı O helak etti. Semud'u da. Öyle ki bırakmadı. Daha evvel Nuh kavmini de. Çünkü bunlar çok zalim ve çok azgınların ta kendileri idi."

Evvelki Âd, Hud kavmidir. Bunlar Nuh'un neslinden gelen Âd'ın oğul­landır. Diğer Âd kavmi ise Salih Peygamber'in kavmi Semud'dur.

"Daha evvel Nuh kavmini de" sözünden maksad Âd ve Semud'dan ön­ce helak edilen Nuh kavmidir. Nuh Peygamber bunlara dokuz yüz elli sene tebliğde bulunduğu halde ona iman etmedikleri gibi eza vermekten de geri durmadılar.  Lût kavminin "altı üstüne gelen kasabalarını da" Cebrail'e emretmek suretiyle "O kaldırıp yere çarptı da onlara giydirdiğini giydirdi." Burada ne giydirildiğinin kapalı bırakılması bir korku salmak ve gelen musibetin hepsine geldiğini ifade etmek içindir. [34]

 

Nüzul Sebebi.

 

Vahidî ve İbni Cerir'in rivayetlerine göre Mücahid ve İbni Zeyd, 33-41 arası ayetlerin Velid bin Muğire hakkında indiğini söylemişlerdir. Velid müslüman olmuştu. Müşriklerden birisi onu ayıpladı ve: "Niçin büyüklerin dinini terkettin ve onları sapık saydın ve onların cehennemde olduklarını iddia ettin?" dedi. O da "Allah'ın azabından korktum." cevabını verdi. Bu­nun üzerine o şahıs, Velid'in kendisine bir miktar mal vermesi halinde gü­nahlarını yükleneceğine kefil oldu. Bunun üzerine Velid tekrar müşrik ol­du. Sonra vaadettiği malın bir kısmını verdikten sonra cimrilik yapıp geri­sini vermedi. Bunun üzerine bu ayetler indi.

Muhammed bin Ka'b el-Kurazî'ye göre ise Ebu Cehil hakkında inmiş­tir. Ebu Cehil, "Vallahi aslında Muhammed üstün ahlaktan başka bir şey emretmiyor" demişti. "Biraz verip de gerisini sert kaya gibi tuttu" ayeti işte bunu ifade etmektedir.

İbni Ebi Hatem'in rivayetine göre İkrime şöyle dedi: Rasulullah bir gazaya çıkacaktı. Birisi gelip binek istedi. Rasulullah (s.a.) ona verecek bi­nek bulamadı. O adam bir ahbabını gördü, ona: "Bana bir şey ver." dedi. O da "Günahlarımı sen çekmen şartı ile şu genç devemi sana vereyim." dedi. Adam "Olur." dedi. Bunun üzerine bu ayetler indi.

Vahidî'nin rivayetine göre Hz. Ayşe şöyle dedi: Rasulullah (s.a.) gülüp eğlenen bir grup insana rastladı. Onlara: "Benim bildiğimi siz bilseniz ke­sinlikle az güler çok ağlarsınız." buyurdu. Bunun üzerine Cebrail "Güldü­ren de, ağlatan da O'dur" ayetini (43. ayet) indirdi. Rasulullah hemen o g-ruba geri dönüp şöyle dedi: Daha kırk adım gitmemiştim ki Cebrail bana geldi ve "Git onlara de ki: Allah şöyle diyor: "Hakikat şu: Güldüren de ağla­tan da O." [35]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah ilminin genişliğini ve kıyamet günü iyilik ve kötülük yapanlara karşılığını verecek üstün kudrete sahip olduğunu ve müşriklerin putlara ibadet etmelerindeki cahilliklerini beyan ettikten sonra bir kısmının indiri­len vahyi duymasına rağmen İslâm'a girmekten ve iman etmekten ısrarla kaçtığını İbrahim ve Musa Peygamberlerin şeriatlarında olduğu gibi diğer bütün şeriatlarda da şahsî veya ferdî sorumluluk prensibinin esas olduğu­nu, hiçbir kişinin bir başkasının günahını yüklenemeyeceğini, her insanın  ancak kendi yaptığı hayırdan istifade edeceğini, bu bilindiği halde kalkıp da başkasının günahını yüklenebileceğini iddia eden kişinin bu iddiasının ne kadar kötü olduğunu hayret ifade eden, azarlayıcı bir üslûpla zikretti. [36]

 

Açıklaması:

 

Allah kendisine itaat etmekten kaçınan herkesi azarlayıp zemmede­rek şöyle buyurdu:

"Şimdi (haktan) dönen, (malından) biraz verip de gerisini sert kaya gi­bi elinde tutan adamı gördün mü? Gaybın ilmi onun nezdindedir de kendi­si mi görüyor?" Yani hayırdan dönen, hakka uymaktan kaçan, malından bi­raz verip sonra başkasının onun günahını yüklenmesi uğruna vermekten vazgeçen veya İbni Abbas'ın tefsirine göre biraz itaatta bulunup sonra bu­nu kesen o kişinin durumu sana haber verildi, bildirildi mi? İnkarı imana tercih eden bu kâfirin nezdinde, ona göre gâib olan azap hakkında bilgi var da, o kıyamet gününde arkadaşının kendi adına günahlarını yükleneceğine mi inanıyor? Hayır, iş onun zannettiği gibi değildir.

Bu ayetler "İşte o, tasdik etmemiş, namaz da kılmamış, fakat yalanla­mış arkasını dönmüş." (Kıyame, 75/31-32) ayetleri ile aynı mealde ayetlerdir.

Sonra Allah bütün din ve nizamların ittifak ettiği "sorumluluğun şah­sîliğini" ona hatırlatarak şöyle buyurdu: 'Yoksa Musa'nın ve vazifesini tas­tamam ifa eden İbrahim'in sahifelerinde olanlardan haberdar mı edilme­di?" Yani, yoksa o Tevrat'ın fasıllarında ve "Bir zamanlar Rabbi İbrahim'i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince "Ben seni insanlara önder yapacağım." demişti." (Bakara, 2/124) ayetinde beyan edil­diği gibi kendisine emrolunanı eksiksiz ve tastamam yapan, elçilik vazife­sini en mükemmel şekli ile eda eden İbrahim'in sahifelerinde bildirilenler­den haberdar edilmedi mi? İbrahim (a.s.) bütün emirleri yerine getirip bü­tün yasak olanları terkettikten ve peygamberlik vazifesini eksiksiz tebliğ ettikten sonra bütün hal ve haketlerinde söz ve fiillerinde insanlar için kendisine uyacakları bir önder olmaya hak kazanmıştır.

İbrahim ve Musa'ya gelen kitapları zikretmekle yetinilmiştir. Çünkü müşrikler kendilerinin İbrahim'in dini üzre olduklarını, Ehl-i Kitap da Tevrat'a uyduklarım iddia ederler. Âlâ suresi 19. ayette İbrahim (a.s.)'ın sahifeleri önce, Musa (a.s.)'a gelen sonra zikredildiği ve zaman olarak da öyle olduğu halde burada bunun aksi olarak önce Musa'nın sahifelerinin zikredilmesinin sebebi İbrahim (a.s.)'ın sahifeleri zaman bakımından daha uzak olması ve onlardaki öğütlerin müşrikler arasında meşhur olmaması­dır. Halbuki Musa'nın Tevrat'ı daha vakın, daha yaygın ve daha çoktu.

Sonra Allah, İbrahim ve Musa Peygamberlere gelen kitaplarda neler bulunduğunu beyan sadedinde şöyle buyurdu:

1- "Hakikaten hiçbir günahkâr diğerinin günahını çekmez" Yani hiç kimse başkasının günahı sebebiyle muâhaze olunmaz, herkes inkâr veya herhangi bir günah olsun işlediği cürmün günahını yalnız kendisi çeker, onun adına bir başkası çekmez. İşte bu, "ferdî mesuliyet' veya "şahsî mes'uliyet" veya "Eğer yükü ağır gelen kimse onu taşımak için çağırsa, bu çağırdığı akrabası da olsa ondan bir şey taşınmaz." (Fâtır, 35/18) ayeti gibi birçok ayette beyan edildiği "hiç kimse başkasının günahı sebebiyle mu­âhaze olunmaz" prensibidir.

2- "Hakikaten insan için kendi çalıştığından başkası yoktur." Yani onun için sadece çalıştığının ecri, yaptığının karşılığı vardır, yapmadığı bir işin ecrini hak etmez. Bu prensip yukarıdakinin mukabilidir. Yani hiç kim­se bir başkasının sorumluluğunu veya günahını yüklenmeyeceği gibi ecir ve sevap olarak da ancak kendisi için yaptığının karşılığını alacaktır. Aye­tin maksadı salih amellerin ve her bir amelin karşılığı olduğunu beyan et­mektir. Dolayısıyla hayra sevap, şerre ceza verilir. Ayet-i kerimede salih amele daha fazla teşvik etmek için "çalıştığı" şeklinde mazi sığası ile ifade edilmiştir.

İmam Şafiî bu ayetten ölüler için okunan Kur'an'ın sevabının onlara ulaşmayacağı hükmünü çıkarmıştır, çünkü bu onların kendi işi ve kazancı değildir. Ancak dört mezhepte itimad edilen şudur ki yapılan kıraetin seva­bı ölülere ulaşır. Çünkü bu bir hibedir ve okunduğu zaman rahmetlerin in­diği Kur'an ile dua etmektir. Nitekim hadis-i şeriflerde duanın ve sadaka­nın ölüye ulaştığı sabit olmuştur ve bunun üzerinde icma edilmiştir. Müs­lim Sahih'inde, Buhari Edebü'l-Müfred'de ve İbni Mâce hariç diğer Sünen sahiplerinin Ebu Hüreyre'den rivayet ettiklerine göre Rasulullah (s.a.) şöy­le buyurdu: "İnsan öldüğü zaman ameli kesilir. Ancak şu üç şeyden dolayı kesilmez: Sadaka-i cariye, kendisinden faydalanılan bir ilim veya ona dua eden salih bir evlât." Kurtubî şöyle dedi: "Birçok hadis bu hükme delâlet ediyor: Başkası tarafından yapılan salih amelin sevabı mümine ulaşır."[37]

3- "Hakikaten çalıştığı ileride görülecektir." Yani onun ameli muhafaza edilmektedir, mizanında bulacaktır, ondan hiçbir şey zayi olmaz. İhmalkâr davrananları kınamak ve ilân etmek için kıyamet günü bu çalışması ona ve mahşer halkına arzolunacaktır. Nitekim ayet-i kerimede şöyle buyrulur: "De ki: Yapın, amellerinizi Allah da, Rasulü de, müminler de görecektir. Sonra görüleni ve görülmeyeni bilen Allah'a döndürüleceksiniz de O size yapmakta olduklarınızı haber verecektir." (Tevbe: 9/105) Yani size onu haber verecek ve eksiksiz size karşılığını verecektir. Hayır ise hayır, şer ise şer verecektir.

4- “Sonra buna en kamil karşılık verilecektir” Yani insana çalışmasının karşılığı verilir, eksiltmeden bütünüyle amelinin karşılığını görür. Kötülükse misli ile cezalandırılır, iyilik ise on mislinden yedi yüz misline ka­dar mükâfatlandırılır.

5- "Şüphesiz ki en son gidiş ancak Rabbinedir." Yani kıyamet günü dö­nüş ve varış Allah'adır, başkasına değil. O insanların küçük büyük bütün amellerinin karşılığını vercektir. Bu ifade kötüler için bir tehdit ve korkut­ma, iyiler için bir teşvik ve sevdirmedir ki kulların kıyamet günü Allah'a döndürülmeleri ve amellerinin karşılığını almaları için O'na arzolunacaklan konusunda düşünmeyi gerektirmektedir. Nitekim başka ayetlerde de buna işaret edilmiştir. Meselâ: "Her şeyin mülkiyeti elinde olan Allah'ı tenzih ede­rim. O'na döndürüleceksiniz." (Yasin, 36/83). İbni Ebî Hatem'in rivayetine göre Amr bin Meymun el-Evdî şöyle dedi: Muaz bin Cebel ayağa kalkıp bizim kabileye şöyle dedi: Ey Evd oğulları, ben Allah Rasulünün size gönderdiği el­çisiyim. Bilirsiniz ki dönüş Allah'adır, ya cennete veya cehennemedir."

6- "Hakikat şu: Güldüren de, ağlatan da O'dur." Yani dünyada diledi­ğini sevindirerek güldüren, dilediğini üzerek ağlatan, kullan hakkında gülmeyi de ağlamayı da, sevinç ve üzüntü ile bunların sebeplerini yaratan da O'dur. Bu ikisi ayrı şeylerdir. Denilmek istenen şudur: Sevindirecek sa-lih ameli, üzüntü verecek kötü ameli yaratan O'dur. Bu ilâhî kudretin deli­lidir. Burada özellikle ağlama ve gülme vasıflarının zikredilmesinin sebebi bu sıfatların ta'lil edilememesi, sebebinin bilinemeyişidir. Yani hiç kimse gülme ve ağlama sıfatının canlılar içinde sadece insanda bulunuşunun se­bebini bulamaz.

7- "Hakikat şu: Öldüren de dirilten de O'dur." Yani Allah "O, hanginizin daha güzel amel edeceğini imtihan etmek için ölümü de dirimi de takdir eden ve yaratandır." (Mülk: 67/2) ayetinde de beyan edildiği gibi ölümü de, hayatı da yaratan O'dur. O öldürmeye de, diriltmeye de, tekrar yaratmaya da kadirdir.

8- "Hakikaten meniden, döküldüğü zaman erkek ve dişi iki çifti O ya­rattı. " Yani insan veya hayvan cinsinden her birini meniden veya rahme dökülüp atılan az bir sudan erkek ve dişi iki sınıf olarak yaratan sonra o nutfeye ruh üfleyen neticede onu bir insan veya hayvan bünyesi yapan Al­lah'tır. Bu, nutfeye arız olan zıtlıklar cümlesindendir. Zira aynı nutfenin bir kısmı erkek, bir kısmı dişi olarak yaratılır.

9- Şüphesiz tekrar diriltmek de O'na aittir." Yani kıyamet günü ruhları cesetlere iade edecek Allah'tır. Allah nasıl ki insanı hiç yoktan yarattı ise, onu tekrar yaratmaya da kadirdir ki işte bu kıyamet günü ikinci yaratılış­tır. Bu, haşre işarettir.

10- "Hakikat şu: (İnsanı) muhtaç olmaktan O kurtardı ve O sermaye sahibi kıldı." Yani insanlar için gördüğü hikmet ve maslahata göre kulla­rından dilediğini zengin yapmak, fakir yapmak veya mal verip vermemek her ikisi de Allah'ın elinde, onun yetki ve tasarrufundadır.

11- "Hakikat şu: Şi'ra'nın Rabbi de O." Yani şiddetli sıcaklarda Cevzâ'nın gerisinde görülen "Mirzemü'l-cevzâ" veya "Abûr"da denilen o parlak, ışıl ışıl yıldızın sahibi de işte O'dur ki Huzâa ve Himyer kabileleri o yıldıza taparlardı.

Yıldızların içinde iki tane Şi'ra adında yıldız vardır. Birisine Yemâniy-ye, diğerine Şâmiyye denir. Öyle görülüyor ki -Razî'nin de dediği gibi- birine Yemâniyye denilmesi Yemen halkının ona tapmasından dolayıdır. Bu yıldıza ilk tapan kişi Arab eşrafından Ebu Kebşe'dir. Bu yüzden Kureyş, kendi din­lerine muhalefet eden Rasulullah'ı, yine kendilerine muhalefet etmiş olan Ebu Kebşe'ye benzeterek "Ebu Kebşe'nin oğlu" demişlerdi. Ebu Kebşe ana tarafından Rasulullah'ın dedeleri arasındadır. Ebu Süfyan Mekke'nin fethi günü İslâm ordusunun önünden geçişini seyrederken: "Vallahi Ebu Keb­şe'nin oğlunun işi krallığa dönüştü." demişti. Ayrıca Kureyş müşrikleri de "Ebu Kebşe'nin oğlundan bir şey görmedik." şeklinde konuşurlardı.

12- "Hakikat şu: Evvelki Âd'ı O helak etti." Yani Hûd Peygamber'in kavmi olan eski Âd'ı Allah helak etti. Nuh'tan sonra ilk helak edilen üm­met bunlardır. "Görmedin mi Rabbin ne yaptı Âd'e, o direkli İrem'e ki o bel­delerde bir benzeri yaratılmayandı." (Fecr, 89/6-8) ayetlerinde de işaret edildiği gibi bu kavme Nuh'un oğlu Sâm'ın oğlu İrem'in oğlu Âd denilir. Bunlar en güçlü, en kuvvetli ve Allah ile Rasulüne karşı en âsi kavim idi­ler. Bu yüzden Allah onları 'Yedi gece, yedi gün üzerlerine musallat ettiği uğultulu azgın bir rüzgâr ile..." (Hakka, 69/6-7) helak etti. Müberrid'e göre diğer Ad da Salih Peygamber'in kavmi Semud'dur.

13- "Semud'u da (helak etti). Öyle ki, bırakmadı." Yani Âd'ı helak etti­ği gibi, Semud'u da helak etti, günahları yüzünden onları cezalandırıp peri­şan etti. Öyle ki her iki kavimden de kimse kalmadı. Nitekim ayette: "Şim­di onlardan bir kalan görüyor musun?" (Hakka, 69/8) diyerek buna işaret edilmektedir.

14- "Daha evvel Nuh kavmini de. Çünkü bunlar çok zalim ve çok az­gınların ta kendileri idi." Yani Âd ve Semud, bu iki kavimden önce de Nuh kavmini helak etmiştik. Çünkü onlar Âd ve Semud'dan daha zalim, daha azgın, kendilerinden sonra gelenlerden daha isyankâr ve sınır tanımaz bir kavim idiler. Çünkü zulmü başlatan onlardı, zulmü başlatan daha zalim­dir. Nitekim bir hadiste: "Kim kötü bir yol açarsa, o kötülüğün ve daha son­ra onu yapanların günahı onun üzerinedir."[38] Nuh kavminin daha azgın sayılmasının sebebine gelince: Onlar, Nuh (a.s.)'ın kendilerini uzun müd­det davet etmesi sebebiyle uzun zaman öğüt dinleme imkanları oldu, buna rağmen isyan ederek Allah'a karşı azgınlık yaptılar, inkâr üzerinde ısrar edip büyüklük tasladılar. O kadar ki Nuh Peygamber'i: "Ey Rabbim yer yü­zünde kâfirlerden yurt tutan (veyA gezip dolaşan) hiçbir kimse bırakma." (Nuh, 71/26) diyerek haklarında beddua etmeye mecbur bıraktılar.

15- "(Lût kavminin) altı üstüne gelen kasabalarını da o kaldırıp yere çarptı da onlara giydirdiğini giydirdi." Yani Lût kavminin köylerini kasa­balarını altını üstüne getirerek yere çaldı. Bu köyleri önce yukarı kaldırdık­tan sonra yere çalan Cebrail idi. Sonra Allah üzerlerine pişmiş kerpiçten taş yağmuru yağdırdı da o köyleri taşlarla ve çeşitli azaplarla örttü. Nite­kim Şuara suresinin 173. ayetinde bu zikredilmiştir: "Onların üzerine şid­detli bir yağmur yağdırdık da, uyarılmışların yağmuru fena olmuştu." Ha­rap edilen bu köyler "alt-üst olmuş" manasına "el-mü'tefeket" kelimesi ile ifade edildi. Çünkü bu ismin fiili olan "i'tefeket" "ters döndü, altı üstüne geldi" manasınadır.

"Onlara giydirdiğini giydirdi." ayetinde ne giydirildiğinin mübhem bı­rakılması, giydirilen o azabın büyüklüğünü ve umumiliğini ifade etmek içindir. Katade şöyle der: Lût kavminin köylerinde on altı bin insan yaşar­dı. O vadi bunların üzerine fırın ağzından çıkan gibi ateş, petrol ve katran püskürttü. [39]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler şu hususlara delâlet etmektedir:

1- Allah ibret ve ders alınması ve yapılanların çirkinliğini göstermek için özellikle müşriklerden belirli birinin fiilinin kötülüğünü zikretti ki bu kişi kıyamet günü kendi günahlarını çekmesi için birine bu dünyada bir parça mal vermeyi vaadetmiş, bunun da pek azını verdikten sonra kalanını kesmişti.

2- Bu kişinin ilkel cahiliye aklının saflığından başka esas zafiyet nok­tası gaybı bilmeyişidir. Onun için Allah "Onun göremediği azap hakkında bilgisi mi var?" demek suretiyle bunu reddetti.

3- Allah, İbrahim ve Musa'ya gönderilen kitaplarda bildirilen şu on esası hatırlattı:

a) Hiç kimsenin başkasının günahından sorumlu olmaması. İşte bu "hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü üslenmez." (İsra, 17/15) pren­sibidir.

b) Her insan ameli ile, her kişi ihsanı ile başbaşadır. Amel ve salih ni­yet olmadan sevap olmaz.

c) Amelin devamlı bir eseri vardır, o ameli yapanın mizanında muha­faza edilir; hayır olsun şer olsun, ondan hiçbir şey kaybolmaz.

ç) Her insan yaptığının ve çalışmasının karşılığını eksiksiz görecek. Kö­tülük misli ile, iyilik o mislinden yedijpüz misline kadar karşılık görecektir.

d)  Bütün yaratıkların dönüş ve varışı Allah'adır; sonra iyi, sevabını; kötü, cezasını bulur.

e) Gülmeyi ve ağlamayı, sevinci ve üzüntüyü Allah yaratır. Allah gül­meyi ve ağlamayı diğer canlılar arasında sadece insana vermiştir. Diğer canlılar arasında hem gülen hem ağlayan yoktur.

f) Allah ölümü ve hayatı ve bunların sebeplerini yarattı.

g) Allah tek bir şeyden erkek ve dişi olmak üzere iki zıt sınıfı yarat­mıştır ki bu "şey" nutfe (meni)dir, yani bir parçacık sudur.

ğ) Allah yeniden diriliş için cesetlere ruhları iade etmeye gücü yetenin ta kendisidir ki bu haşirdir.

h) Allah insanların nzıklannı farklı yaratmış; istediğini zengin, istedi­ğini de fakir yapmıştır.

Son beş esas Allah'ın kudretine delâlet etmektedir. Allah yine kudreti­ne delâlet eden başka beş örnek veya misal daha vererek bunu vurgu­lamıştır. Bu örnekler şunlardır:

1- Allah, Şi'ra'nın Rabbidir. Allah diğer yıldızların da Rabbi olduğu halde sadece Şi'ra'nın Rabbidir denmesinin sebebi, Himyer ve Huzâa kabi­lelerinin ona tapmalarından dolayıdır.

2- Allah o âsi, güçlü, mütekebbir Âd'ı uğultulu bir rüzgârla helak etti.

3- Allah, Salih Peygamber'in kavmi Semud'u da isyanlarından ve az­malarından dolayı helak etti.

4- Allah Ad ve Semud'dan önce de daha zalim ve daha azgın olan Nuh kavmini helak etti. Daha azgın sayılmalarının sebebi Nuh Peygamber on­ların arasında uzun müddet bulunmasına rağmen kendisine iman etmemiş olmalarıdır. Hatta içlerinden bazıları çocuğunun elinden tutuyor Nuh'a gö­türüyor ve: "Oğlum bu adama dikkat et bu yalancıdır, babam beni buna ge­tirdi ve benim sana dediğimin aynısını bana dedi." diyor böylece o baba in­kâr üzere ölüyor, küçük de babasının tavsiyesi üzere büyüyordu.

5- Allah, Lût kavminin şehirlerini helak etti; onların altını üstüne ge­tirdi, yerle bir etti, o şehirleri taş yığınları haline getirdi. Allah şöyle buyu­ruyor: "Altını üstüne getirdik ve üzerine kerpiçten taş yağdırdık." (Hıcr, 15/74). [40]

 

Kur'an'dan, Peygamberlikten, Peygamberliğinden Ve Kıyamet Dehşetine Dair Uyarılardan Ders Almak:

 

55- Şimdi Rabbinin nimetlerinden hangisi hakkında şüphe edersin?

56- İşte bu da korkutan evvelkilerden bir korkutucudur.

57- Yanaşan yaklaştı.

58- Onu Allah'dan başka açığa çıka-

59- Şimdi siz bu söze mi şaşıyorsunuz?

60- Ve gülüyorsunuz, ağlamıyorsunuz?

61- Siz gafil ve oyuna kapılmış kişi­lersiniz.

62- Haydi On'a secde edin, kulluk edin.

 

Belagat:

 

"Gülüyorsunuz, ağlamıyorsunuz" cümleleri arasında tezat sanatı var­dır. "Ta'cebûn", "tadhakûn", "lâ-tebkûn" kelimelerinin sonlarında ses uyumu (seci) vardır. [41]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Şimdi" ey insan "Rabbinin" birliğine ve kudretine delâlet eden "ni­metlerinden hangisi hakkında şüphe edersin?"

"İşte bu" peygamber "de" Allah'ın azabından "korkutan evvelki" aynı şeyden korkutan "peygamberlerden" bir "korkutucudur." Onların kendi ka­vimlerine gönderilmesi gibi, bu da size gönderilmiştir.

"Yaklaşan" o kıyamet "yaklaştı. Onu Allah'tan başka açığa çıkaracak" ne zaman olacağını bilecek ve ona gücü yetecek kimse "yoktur." Çünkü kı­yamet "mugayyabâf'tan yani ne zaman olacağını Allah'tan başkasının bile­meyeceği hususlardandır.

"Şimdi siz bu söze" bu Kur'an'a "mı şaşıyorsunuz? Ve" istihza ederek "gülüyorsunuz", yaptıklarınıza üzülerek "ağlamıyorsunuz?"

"Siz" sizden istenilenlerden habersiz, onlardan yüz çevirmiş, "gafil ve oyuna kapılmış kişilersiniz."

"Haydi" sizi yaratan Allah'a kul olduğunuzu artık kabul ettiyseniz, "O'na secde edin", önünde eğilin, ilâhhk yakıştırdığınız putlara değil, O'na "kulluk edin." [42]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Bundan önceki ayetlerde Allah önce insana verdiği nimetleri saydı, yaratıp zengin kıldığını anlattı. Sonra bu nimetlere karşı nankörlük eden­leri kudretiyle nasıl helak ettiğine dair örnekler verdi, öldürmenin de di­riltmenin de kendi elinde olduğunu zikretti. Bu ayetlerde ise Allah'ın ni­metlerinden her hangi birini inkâra kalkış insanı kınadı, şüphe eden, batılı tutup hakka karşı mücadele edenlerin başına gelen musibetin benzerinin onun da başına gelebileceğini haber verdi. Sonra ona Kuranın ve Peygam­ber'in uyarılarını hatırlattı. Tevhidi ve peygamberliği beyan ettiketn sonra "yaklaşan yaklaştı" ifadesiyle haşrin yaklaştığını beyan ederek bu sureyi bitirdi. Kur'an'ı inkâr edip onu yalan saymaya, Kur'an'ın getirdikleri ile amel etmemeye ve onun ders ve hikmetlerinden gafil kalıp yüz çevirmeye karşı uyanda bulundu. Allah'a tam manasıyla boyun eğmeye, ihlâs ve itina ile yalnız O'na ibadet etmeye çağırdı. [43]

 

Açıklaması:

 

"Şimdi Rabbinin nimetlerinden hangisi hakkında şüphe edersin?" Ya­ni ey gerçekleri yalan sayan insan, Rabbinin nimetlerinden hangisi hak­kında şüphe eder, tereddüde düşersin? Bu ayet Rahman suresinde defalar­ca tekrar eden "Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?" ayetinin benzeridir. Burası söz başlangıcıdır. Hitap umumidir, her insana­dır. "Nimetler"den maksad daha önce sayılan nimetlerdir ki bunlar Allah'ın kullarını yaratması, zengin kılması, yeri göğü ve bunlarda insan için nice nimetleri yaratmasıdır.

"İşte bu da (azaba karşı) evvelki uyarıcılardan bir uyarıcıdır." Yani bu Kur'an veya bu peygamber Muhammed (s.a.) de önce gelip geçmiş uyarıcı peygamberler cümlesinden bir uyarıcı, korkutucu ve ikaz edicidir. Yani Kur'an-ı Kerim de önceki semavî kitaplar gibi uyarıcıdır. Peygamber ken­dinden önce geçmiş peygamberler gibi size gönderilmiş bir elçidir, onlar na­sıl kavimlerini uyarmışlarsa, o da sizi uyarmaktadır. Nitekim ayet-i kerime­de: "De ki: ben peygamberlerden ilk defa gelmiş biri değilim." (Ahkaf, 46/9); "O ancak, şiddetli bir azap öncesi sizi uyarıcıdır." (Sebe, 34/46) buyrulmaktadır. Yine bir hadiste Rasulullah (s.a.): "Ben çıplak uyarıcıyım."[44] buyurdular. Yani gördüğü çok şiddetli şer karşısında acele edip bir şey giymeye dahi fırsat bulamadan süratle kavmine koşup onları uyaran kişi gibiyim.

"Yaklaşan yaklaştı." Bu ayet-i kerime "kıyamet yaklaştı" (Kamer, 54/1); "Kıyamet koptuğu zaman..." (Vakıa, 56/1); "İnsanlara hesapları yak­laştı." (Enbiya, 21/1) ve "Ne bilirsin, belki kıyamet yakındır." (Şura, 42/17) ayetlerinde de yakınlığı anlatılan kıyametin yaklaştığını ifade etmektedir. Bu ayette kıyametin her gün biraz daha yaklaştığına, kopmak üzere oldu­ğuna dikkat çekilmiştir. Ayet-i Kerimeler sıra ile şu üç aslı ispat için kıya­mete işaret etmektedir. Birinci asıl Allah ve Allah'ın birliği: "Şimdi Rabbi-nin nimetlerinden hangisi hakkında şüphe edersin"?" İkinci asıl: Peygamber ve peygamberlik: "Bu bir uyarıcıdır." Sonra haşir ve kıyamet: "Yaklaşan yaklaştı." Ahmed bin Hambel'in Sehl bin Sa'd'den rivayet ettiği hadiste Ra-sulullah (s.a.) şehadet parmağı ile orta parmağım hafif ayırarak: "Ben ve kıyamet işte böyleyiz." buyurdular. Yine Ahmed bin Hanbel, Buhari ve Müslim'in rivayetlerine göre Sehl bin Sa'd, Rasulullah (s.a.)'in şehadet ve orta parmakları ile işaret ederek: "Benim peygamber olarak gönderilişim ve kıyamet işte böyledir." dediğini nakletmiştir.

"Onu Allah'tan başka açığa çıkaracak yoktur." Yani kesinlikle Al­lah'tan başka onun zamanını açıklayıp ortaya çıkarmaya gücü yetecek ve bildirecek bir varlık yoktur. Çünkü kıyametin ne zaman kopacağı mugay-yabâtın (bilinmeyen beş şeyin) en gizlilerindendir. Öyleyse siz, hiç farkında olmadan ansızın gelivermeden önce ona hazırlanın. Bu mealde başka ayet­ler de vardır: "Şüphesiz kıyametin bilgisi Allah'ın nezdindedir." (Lokman, 31/34) ve "Onu tam vaktinde, ancak O açıklayacak." (Araf, 7/187).

Bir başka ifade ile ayetin manası şudur: Kıyamet bütün şiddeti ve kor­kuları ile varlıkları sardığı zaman Allah'tan başka onu kaldırmaya gücü yeten kimse olmayacaktır. Şöyle mana vermek daha uygundur: Allah'tan başka kıyameti öne alacak veya geciktirecek kimse yoktur. Kurtubî de bu­nu tercih etmiştir.

Sonra Allah, müşrikler ve benzerlerinin Kur'an-ı Kerim'i inkâr etme­lerinden dolayı onları azarlayarak şöyle buyurdu:

"Şimdi siz bu söze mi şaşıyorsunuz ve gülüyorsunuz, ağlamıyorsunuz1? Siz gafil ve oyuna dalmış kişilersiniz." Yani sizden bir tekzip olmak üzere Kur'an-ı Kerim'in sahih ve doğru olmasına nasıl şaşıyorsunuz, alay ederek ona gülüyorsunuz, alay edilecek Kitap olmadığı halde ayetleriyle alay edi­yorsunuz, inananların yaptığı gibi ağlamıyorsunuz ve siz onu ciddiye almı­yorsunuz, habersizsiniz, yüz çevirmişsiniz veya ona karşı mütekebbir dav­ranıyorsunuz? Buradaki istifham, istifham-ı tevbihdir.

"Haydi Allah'a secde edin, kulluk edin." Yani ey müminler, hidayet üzere olduğunuza şükretmek için secdeye varın, Allah'a boyun eğin, iba­detle meşgul olun, samimi olun, Allah'ı tek bilin. Çünkü Allah, sizin böyle davranmanıza lâyıktır. Rivayet olunur ki bu ayeti okuduğu zaman Rasu-lullah secdeye gitti. Yanında bulunan müslümanlar ve kâfirler de secde yaptı: Buhari'nin İbni Abbas'tan rivayet ettiğine göre Rasulullah, Necm su­resinde secde yaptı, yanında bulunan müslümanlar, müşrikler, cinler ve in­sanlar da secde etti. Ahmed bin Hanbel ve Neseî, Cafer bin Muttalib'den rivayet ettiklerine göre Rasulullah (s.a.) Mekke'de Necm suresini okudu ve secde yaptı, beraberindekiler de secdeye gitti. Muttalip diyor ki -o gün he­nüz müslüman olmamıştı- "Ben başımı kaldırdım, secde etmedim." Bundan sonra Necm suresini okurken kimi duysa, onunla beraber secde ederdi. [45]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetlerden şu hususlar anlaşılabilir:

1- 'Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan sonra (iradesi ile) semaya yönelip yedi gök halinde onları düzenleyen O'dur. O her şeyi bilendir" (Baka­ra, 2/29) ayetinde de ifade edildiği gibi Kur'an-ı Kerim yaratma, rızık ver­me, zengin yapma, sağlık ve kâinatın tamamını insanın maslahatına amade kılma gibi insana verilen nimetlerden bazılarını ifade ettikten sonra, Allah hangi zamanda olursa olsun, insanın hâlâ şüphe ve tereddüt geçirmesini, Allah'ın sayısız nimetleri konusunda cedelleşmesini asla kabul etmez.

2- Önceki kitaplar hangi konularda uyarmışsa Kur'an-ı Kerim de on­larda uyarı yapan bir kitaptır. Rasulullah da öyle: Önceki peygamberlerin uyardığı Hak konusunda Rasulullah da uyarmıştır. Eğer insanlar itaat ed-relerse, felaha erer, kurtulurlar. Bunlar aynen İbrahim, Musa ve diğer pey­gamberlerin kitaplarındankilere uygundur.

3- Kıyamet yaklaştı. Ayet-i Kerime'de kıyamet "yaklaşan" manasında olan "el-âzifetün" kelimesiyle ifade edilmiştir. Çünkü her gelecek yakındır.

Allah'tan başka kıyametin vaktini öne alacak veya geciktirecek yoktur.

4- Allah, müşriklerin Kur'an'ı tekzip etmelerini, ayetleri ile alay ede­rek gülmelerini, azap tehdidinden korkup çekinerek ağlamamalarını, Al­lah'ın kitabından yüz çevirip oyalanmalarını azarladı.

Rivayete göre bu ayet nazil olduktan sonra Rasulullah'ın hiç güldüğü görülmedi, ancak tebessüm ederdi. Kurtubî'nin zikrettiğine göre Ebu Hü-reyre şöyle dedi: "Şimdi siz bu söze mi şaşıyorsunuz?" ayeti indiğinde Suffe ashabı "İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn" deyip ağlamaya başladılar. Göz yaşlan yanaklarından akıyordu. Onların ağlamasını duyunca Rasulullah da ağladı. Sonra şöyle buyurdu: "Allah korkusundan ağlayan, ateşe girme­yecek, Allah'a isyanda ısrar eden de cennete girmeyecek. Şayet siz günah iş­lemeyecek olsanız, mutlaka Allah Sizi yok eder ve günah işleyecek sonra da kendilerini af ve merhamet edeceği bir kavim getirir. Şüphesiz O esirgeyici ve bağışlayıcıdır."

Ebu Hazım şöyle dedi: Bir gün Cebrail Rasulullah'a indiğinde yanında ağlayan bir adam gördü ve kim bu?" diye sordu. Rasulullah (s.a.) "o filan­dır" dedi. Bunun üzerine Cebrail: "Biz insanoğlunun bütün amellerini tar­tabiliriz ancak ağlamayı tartamayız. Çünkü Allah, bir damla göz yaşı ile cehennemden, okyanusların söndüreceği yer kadar yer söndürür" dedi.

5- Allah hidayete karşı bir şükür olmak üzere azamet ve celali için kendisine secde edilmesini ve ibadetle meşgul olunmasını emretti. İbni Mes'ud böyle demiş, Ebu Hanife ve Şafii de bu görüşü benimsemişlerdir. Yani "Allah'a secde edin" emrinden maksad tilavet secdesidir. Bu mesele surenin başındaki açıklamalar esnasında da geçtiği gibi İbni Abbas'tan ri­vayet edildiğine göre Necm suresi okununca, Rasulullah secde etti, berabe­rindeki müşrikler de secde etti. İbni Ömer bu secdeden maksadın farz olan namaz secdesi olduğunu söylemiştir. Yani İbni Ömer tilavet secdesinin vacib olmadığı kanaatinde idi. İmam Malik de bu görüştedir. Kurtubî: "Birin­ci görüş daha sahihtir." demiştir. [46]

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/83.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/83.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/83-84.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/84.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/85.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/86.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/86-87.

[8] Razî, 28/277.

[9] Işık yılı altı milyon mile eşittir. Teksas eyaletinin Huston şehrinde bulunan Amerikan Uzay Bilimleri Merkezi'nin yıllık toplantısına sunulan çalışma raporlarına göre Ameri­kan uzay bilimcileri iki Samanyolu tespit etmişler. Bunlar bugüne kadar tesbit edilenle­rinin dünyaya en uzak ve en eski olanlarıdır. Rapora göre bu iki Samanyolu dünyadan 17 milyar ışık senesi uzaklıkta bulunuyor ve bunlar Big-Benk denilen o büyük patlama sırasında oluşmuştur. Rapora göre bu iki Samanyolu, yıldızlara benzeyen ve çok kuvvetli elektrik ve mıknatıs yayan (Kâzâr) ışınlarından daha eski ve daha uzaktır.

[10] İnsan taşıyan ilk uzak aracı 12 Nisan 1961 senesinde Sovyet Rusya'da astronot Ga-garin komutasında uzaya gönderildi ve dünya çevresinde döndü. Döndükten sonra Rus gazetecilerin kendisine yönelttiği "Allah'ı buldun mu?" sorusuna bilinen o inkâr mantığı ile cevabı "Bulamadım." olmuştu. Sonra başka bir Sovyet astronotu olan ve Gagarin'den daha uzun müddet uzayda kalan Titov, dünyaya döndüğü zaman aynı soru sorulduğun­da: "Evet Yaratıcı'nın büyüklüğünü, ay, güneş ve dünya arasında koyduğu çekim ka­nunlarına hakim olmaktaki büyük tasarrufumu gördüm." diye cevap vermiştir.

[11] Alûsî XXVII7/52 ve devamı.

[12] Hecer, Medine yakınlarında destisiyle meşhur bir köydür. (en-Nihaye, 3/104). Müter­cim.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/87-92.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/92-94.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/95.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/95-96.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/96.

[18] İbni Kesir, IV/255.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/96-99.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/99.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/100.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/100-101.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/101.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/101-102.

[25] Razî, XXVIII/311.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/102-103.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/104.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/104-105.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/105.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/105.

[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/105-107.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/107-109.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/110.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/111-112.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/112.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/112-113.

[37] Kurtubî, XVII/114.

[38] Hadis sahihtir, Müslim, Ebu Ömer ve Cerir bin Abdullah'dan rivayet etmiştir.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/113-117.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/117-118.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/119.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/119-120.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/120.

[44] Rasulullah kendisini böyle birine benzetti. İbnussikît, bu kişinin Has'am kabilesin­den bir adam olduğunu Zî'1-Hılsa günü Avf bin Amir'in ona hücum edip onun ve hanımının elini kestiğini söylemiştir. {en-Nihaye, III/225)

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/120-122.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/122-123.