Kur'an'dan, Peygamberlikten, Peygamberliğinden Ve Kıyamet Dehşetine Dair Uyarılardan Ders Almak: |
Necm, yıldız demektir.
Allah, yıldıza yemin ederek sureye başladığı için bu adı almıştır. "en-Necm"
kelimesindeki "elif lam" cins içindir. Yani Allah, düşüş ve batış
sırasındaki yıldız cinsine yemin ederek söze başlamıştır. Batış zamanına yemin
etmesi şundandır: Yıldız tam semanın ortasında iken sahradaki insan ona
bakarak yolunu bulamaz. Çünkü o sırada doğu-batı, kuzey-güney ayırt edilmez.
Ama ufka doğru inmeye başlayınca o cihetin batı olduğunu anlar. Batı ufkuna
meyletmesini zikretmesi daha uygundur. Çünkü ona bakan insan batışından ciheti
tayin edebilir.
[1]
Bu surenin bundan
önceki Tur süresiyle şu dört hususta bağlantılı olduğu görülür:
1- Tur
suresinin "yıldızların ardından" diye bitişini takiben bu sure de
yıldıza yemin ile başlamıştır.
2- Tur
suresinde Kur'an-ı Kerim'in Hz. Peygamberin uydurması olduğu iddiasıyla
Allah'a iftira edildiğinden bahsedildikten sonra, bu surede de aynı husus
zikredilmiş ve cevap verilmiştir.
3- Tur
suresinde müminlerin zürriyetinden ve onların babalarına tâbi olduklarından
bahsedilmişti. Bu surede de Yahudilerin zürriyetinden "O sizi en iyi
bilendir, çünkü sizi topraktan yarattı. Ve hani siz annelerinizin karnında
ceninler idiniz." (ayet: 32) şeklinde bahsedilmiştir.
4- Mümin
babalar hakkında Allah, Tur suresinde "zürriyy'etlerini onlara
kattık", yani babaların amelinden onları faydalandırırken, oğullara
verdiğimiz ihsanlardan dolayı babalarınkinden bir şey eksiltmedik, demişti.
Necm suresinde de kâfirler hakkında veya onların yaşlan büyük oğullan hakkında
"İnsan için çalıştığından başka bir şey yoktur." (ayet: 39)
buyrulmuştur.
[2]
Akide esaslarım ele
alan diğer Mekkî surelerde olduğu gibi bu surenin de konusu; peygamberliğin
ispatı, Rasulullah (s.a.)'in Allah'tan vahiy aldığı hususunda doğru olduğunun
ispatı, Allah'ın birliği, putların kimseye faydalan olmayacağının açıklanması,
Allah'ın kudreti ve öldükten sonra dirilmedir.
Sure önce Cebaril
(a.s.) vasıtasıyla vahiy gerçeğinin ispatından, Mi-raç'tan, Rasulullah'ın
Rabbine ne kadar yaklaştığından, melekût âleminde hayret verici haller
görmesinden ve iki defa Cebrail'i aslî suretiyle melek olarak müşahedesinden
bahsederek söze başladı.
Sonra sure, putlara
taptıkları için müşrikleri payladı ve bu yaptıklarını varlığı olmayan hayalî
bir ilâha yapılan batıl bir ibadet diye vasfetti. Ayrıca melekleri dişi
varlıklar kabul ederek onlara Allah'ın kızları saymalarını kınadı. Ancak
Allah'ın izni olursa meleklerin şefaat edebileceklerini beyan etti.
Sonra sure, kötülük
yapanın kötülüğünün iyilik yapanın iyiliğinin karşılığını bulacağı kıyamet
günündeki adaleti anlattı. İyilik yapanların özelliklerini zikretti, kâfirlerin
İslâm'dan uzak durmalarını ayıpladı ve bütün insanlara mesuliyetin ferdî ve
şahsî olduğunu binaenaleyh her insanın kendi amelinden hesaba çekileceğini, hiç
kimsenin başkasının günahını ve vabilini yüklenmeyeceğini ve kişinin kendisini
temize çıkarma gayretinin kabul edilmeyeceğini bildirdi.
Daha sonra Cenab-ı
Hakk'm ilminin göklerde ve yerdeki her şeyi kuşattığını, Allah'ın kudretinin
diriltme ve öldürmede, zengin etme ve fakir kılmada, insanı nutfeden yaratmasında,
öldükten sonra dirilme, haşir ve neşirde tecelli ettiğini beyan etti.
Tevhidden ve
peygamberlikten bahsetti, öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden müşrikleri, Âd,
Semud, Nuh ve Lût kavimleri gibi daha güçlü kavimleri helak ettiği gibi helak
etmekle tehdit etti.
Ve sure, müşriklerin
Kur'an'la alay edip ondan yüz çevirmeleri karşısında hayret ifade ederek,
müminlerin ise Allah'a ihlas ile ibadet etmelerini emrederek sona erdi.
[3]
İbni Merdüveyh'in İbni
Mes'ud'dan rivayet ettiğine göre Necm suresi Rasulullah (s.a.)'in ilk defa
alenen okuduğu suredir: Onu Mescid-i Haram'-da okumuş, müşrikler dinlemişlerdi.
Buhari, Müslim, Ebu
Davud ve Neseî'nin yine İbni Mes'ud'dan rivayet ettiklerine göre o şöyle
demişti: "İlk secde ayeti Necm süresindeki ayettir. O indiğinde Rasulullah
hemen secde etmiş, beraberindekiler de hepsi secde etmişti. Ancak bir adam
gördüm ki o yerden bir avuç toprak almış ona secde ediyordu. Daha sonra onun
kâfir olarak öldürüldüğünü gördüm." Bu şahıs Ümeyye bir Haleftir.
Bir başka rivayette
Rasulullah'ın yanında bulunan mümin, müşrik, ins ve cin herkes secde etmiş,
sadece Ebu Leheb secde etmemişti. O yerden bir avuç toprak almış "Bu bana
yeter" demişti. Muhtemeldir ki Ümeyye ve Ebu Leheb her ikisi de aynı şeyi yapmıştır.
[4]
1- Battığı zaman
yıldıza and olsun,
2- Arkadaşınız
(Muhammedi sapmadı. Bâtıla da inanmadı.
3- Hevâdan konuşmaz o.
4- O, kendisine gelen
vahiyden başkası değildir."
5- Onu müthiş kuvvetlerin sahibi öğretti.
6- Kâmil akıl ve görüş
sahibidir. Hemen doğruldu.
8- Sonra yaklaştı.
Derken sarktı.
9- İki yay kadar yahut daha yakın oldu.
10-Kuluna vahyettı.
11- Onun gördüğünü, kalp yalana Çıkarmadı.
12- Şimdi siz onun bu
görüşüne kar- şı da kendisiyle mücadele mi ede- çeksiniz?
13-14- Andolsun ki onu
diğer bir de- fa da Sidre-i Münteha'nın yanında gördü.
15- Ki Cennetü'l-Me'va onun yanındadır.
16- O zaman Sidre'yi buruyordu, onu bürümekte
olan.
17- Göz ağmadı, aşmadı
da.
18- Andolsun ki o,
Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını görmüştü.
"O kendisine
gelen vahiyden başkası değildir." ayet-i kerimesi, "Hevâdan konuşmaz
o." ayetinden sonra zihinlerde oluşan sualin cevabı olarak gelmiştir.
[5]
"Vahyettiği neyse
onu vahyetti" ayetinde, vahyedilen şeyin mübhem bırakılması, tazim ve
korku vermek içindir. "Buruyordu onu, bürümekte olan" ayetindeki
"bürüyen" de aynı maksatla mübhem bırakılmıştır.
"Ve'n-necmi izâ
hevâ", 'Ye mâ-yentıku ani'1-hevâ" ayetlerinde "hevâ" kelimeleri
arasında cinas (telâffuzda uyum, benzerlik) vardır. Birincisi fiildir,
"düştü" manasındadır; ikincisi isimdir, "arzu ve istek,
görüş" manasındadır.
[6]
Ufukta kaybolup
"battığı zaman yıldıza andolsun." Burada yıldızdan maksad muayyen bir
yıldız olmayıp yıldız cinsidir. Süreyya yıldızıdır, diyenler de vardır. Çünkü
Süreyya yıldızı batışı sırasında veya kıyamet esnasında parçalanıp döküldüğü
zaman, bir görüşe göre necm adını alır.
Kureyş'in
"Muhammed yoldan çıktı, saptı" gibi batıl iddialarına cevap olmak
üzere Allah "Arkadaşınız sapmadı," hidayet yolundan ayrılmadı,
"Batıla da inanmadı." buyurdu.
"Hevâdan"
boş ve batıldan "konuşmaz o. O" konuştuğu şey "kendisine gelen
vahiyden" Allah'ın ona vahyettiği şeyden "başkası değildir."
"Onu", ona "o müthiş kuvvetlerin sahibi" melek Cebrail
"öğretti. Kâmil akıl ve görüş sahibidir."
Cebrail, Allah'ın
yarattığı hakiki suretiyle "hemen doğruldu." Rasulul-lah (s.a.) onu
bu aslî suretiyle bir defa Miraç'ta, bir defa da peygamberliğinin
başlangıcında Hira mağarasının yanında, yerde olmak üzere iki defa gördü.
Rasulullah, Cebrail'i gördüğünde "o en yüksek ufukta" yani bakan
kişiye göre yüksekte kalan cihette "idi. Sonra" peygambere
"yaklaştı. Derken sarktı, iki yay kadar, yahut daha yakın oldu."
Burada iki yaydan maksat kavis şeklindeki yayın iki ucudur. Yani Cebrail
(a.s.) ile Rasulullah (s.a.) arasındaki mesafe yayın ok atarken tutulan orta
kısmı ile kıvrık uç tarafı arasındaki mesafe kadardır. Burada ifade edilmek
istenen Rasulullah (s.a.)'in, kendisine vahiy gelirken melekût alemiyle
irtibatını temsilî olarak anlatmak ve mutlaka vahyi duyduğunu belirtmek ve
herhangi bir karışıklığa sebep olacak mesafe uzaklığının olmadığını beyan
etmektir.
"Kuluna
vahyettiği neyse onu vahyetti." Bu ayet iki şekilde anlaşılmıştır. Birinci
"Allah vahyedeceği şeyi kulu Cebrail'e vahyetti, o da Rasulullah'a
vahyetti." Burada vahyi alanın şanım ta'zim için kim olduğu
zikredilmemiş-tir. İkinci mana: "Cebrail, Allah'ın kulu Muhammed'e
vahyetti" şeklindedir.
"Onun"
Cebrail'i aslî suretiyle "gördüğünü kalp" inkâr edip "yalana çıkarmadı"
Ey müşrikler "şimdi siz onun" gözleriyle gördüğü "bu görüşüne
karşı da kendisiyle mücadele mi edeceksiniz?", onu yalanlayıp üstün gelmeye
mi çalışacaksınız?
"Andolsun
ki" Muhammed (s.a.) "onu" melek suretiyle "diğer bir defa
da Sidre-i Münteha'nın yanında gördü." Sidre-i Münteha varlıkların ilminin
ve amellerinin ulaşabildiği nihâî nokta, semada en yüksek mekândır. Burası
sidr'e benzetilmiştir. Sidr, insanların gölgesinde toplandığı nebik ağacıdır,
"ki" mümin, muttaki insanların ruhlarının vardığı
"Cennetü'l-me'vâ onun yanındadır."
"Ozaman
Sidre'yi" örtüp "buruyordu onu bürümekte olan." Bürüyen şeye
tazim etmek ve çokluğunu ifade etmek için, ne olduğu belirtilmemiştir.
O Miraç gecesinde
Rasulullah'ın "göz"ü gördüğü şeylerden başka tarafa kayıp
"ağmadı" ve kendisine emrolunan şeyi "aşmadı da."
Rasulullah, Miraç'ta Cebrail'i altıyüz kanadı ile ufku kapatması gibi
"Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını" ve melekût âleminin
garip hallerini "gördü."
[7]
"Battığı zaman
yıldıza andolsun. Arkadaşınız sapmadı. Batıla da inanmadı." Burada Allah
yıldızların batmak üzere gruba doğru yöneldiği zamanki haline yemin etti. Çünkü
yönler ancak yıldızın ufka doğru meyletmesi ile anlaşılır.
Muhammed hak ve
hidayet yolundan asla dönmemiş ve batılı dile getirerek de asla ona
inanmamıştır.
İbni Ebî Hatem'in
Şa'bî ve başkalarından naklettiğine göre Yaradan, yarattıklarından, dilediğinin
adı ile yemin edebilir; ama yaratılanlar Yara-dan'dan başkasının adı ile yemin
edemez, caiz değildir.
Fahreddin er-Razî, bu
sure ile bundan önceki surelerdeki adına yemin edilen ile üzerine yemin
edilenler arasında bir karşılaştırma yapmış ve şöyle demiştir: Bu sure ile
bundan önceki Saffât, Zâriyat ve Tur surelerinde yeminler harflerle değil,
isimlerle yapılmıştır: Allah Saffât suresinde "hiç şüphesiz Rabbiniz
birdir." diyerek vahdaniyetin (birliğin) ispatı için yemin etmiştir. Haşr
suresinde "şüphesiz vaad olunduklarınız mutlaka doğrudur." diyerek
haşir ve ceza gününü ispat için yemin etmiştir. Tur suresinde "şüphesiz
Rabbin azabı mutlaka olacaktır. Onu defedecek hiçbir şey yoktur." diyerek,
kıyamette azap vâki olduktan sonra devamlı olacağının ispatı için yemin
etmiştir. Bu surede ise Muhammed (s.a.)'in peygamberliğinin ispatı için yemin
etmiştir. Böylece bu üç esas; vahdaniyet, haşir ve peygamberlik tamamlanmıştır.[8]
Şu da unutulmamalıdır:
Kur'an-ı Kerim'de vahdaniyet (Allah"n birliği) ve peygamberliğin ispatına
dair yapılan yeminler azdır. Halbuki öldükten sonra dirilmeye dair yapılanlar
çoktur. Meselâ Zâriyat ve Tûr surelerinde, Burûc, Şems ve Leyi sureleri ve
diğer surelerde bu çokça vâkidir. Çünkü vahdaniyete dair deliller çoktur ve
hepsi de aklîdir. Peygamberliğin ispatına dair deliller de yine çoktur ki
bunlar meşhur ve mütevâtir mucizelerdir.
Öldükten sonra
dirilmeye gelince: Bunun mümkün olduğu aklî delillerle ispat edilir. Mutlaka
olacağı ise ancak sem'î veya naklî delillerle sabit olur ki bunlar Kur'an-ı
Kerim ve hadis-i şeriflerdir. Bu sebepten Allah, insanların buna iman etmesi
için Kur'an-ı Kerim'de çokça buna yemin etmiştir.
Yıldız adı ile yemin
edilen bir başka ayet de şudur: "Hayır, işte yıldızların düştüğü yerlere
and ediyorum, ki eğer hakikaten bu, eğer bilirseniz, büyük bir anddır..."
(Vakıa, 56/75,76).
Yıldızlara yemin
edilmesindeki hikmet şudur: Yıldızlar âlemi gerek hız, gerek büyüklük ve
gerekse çeşit bakımından, dehşet verici bir âlemdir. Meselâ yıldızın ışığının
hızı saniyede üçyüz bin kilometredir. Yani yedi saniyede bir defa arzın
etrafını dolaşır. Güneş, dünyadan bir milyon üç yüz bin defa daha büyüktür. Bu
otuz milyar güneşten biridir. Güneş sistemi ve on bir gezegen, samanyolunun bir
parçasıdır. Samanyolu takriben otuz milyar yıldızdan oluşur. Bunlardan bazıları
Güneşten daha büyüktür. Samanyolu genelde elips şeklindedir. Bunun çapı yüz bin
ışık yılıdır.[9] Samanyollarmda bulunan
korkunç miktardaki gazlardan dolayı aralarındaki çekim kuvvetinin de etkisiyle
meydana gelen patlamalar, bunların ortalarındaki kara delikleri alev saçan
yıldızlar haline dönüştürür. Bu olay yüzlerce milyon yılda nadiren meydana
gelir. Yıldıza benzeyen bu parıltıların yaydıkları manyetik ışınlar, bilinen
normal yıldızların çıkardıkları ışınlardan daha kuvvetlidir. Bunların dünyadan
uzaklığı milyarlarca ışık yılı mesafededir.
Daha önce de
açıkladığım gibi güneş bir sene boyunca on iki burçtan geçer. Her burçta bir ay
kalır. Böylece on iki ayda (365 gün 6 saat, 9 dakika ve 1 saniyede) yıllık
devrini tamamlar. İşte bu seneye "yıldız senesi" denilir ki 21 martta
başlar. Ayın da aynı şekilde burçları vardır ki bunlara "Ay'ın
mezilleri=durak yerleri" denilir. Ay her gün yeni bir menzilde bulunur.
Bir ay boyunca 29 veya 30 menzilden geçer. Son menzile "mihâk" denir.
Allah, şu ayette bu menzillere işaret etmektedir: "Güneşi ışık, ayı nur
kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona menziller takdir eden
O'dur." (Yunus, 10/5). Ayrıca "Şüphesiz gökleri ve yeri yaratmak
insanları yaratmaktan daha büyüktür." (Gafir, 40/57) ayeti de uzaydaki
Kur'anî mucizelerin tıptaki ve insandaki Kur'anî mucizelerden daha büyük
olduğuna delâlet etmektedir. Allah bizden kâinattaki ayetler üzerinde derin
derin düşünmemizi ve kâinatın hikmetlerini keşfetmemizi talep etmektedir.[10]
İşte yıldızların bu
öneminden dolayı Allah onların adı ile, Muhammed (s.a.)'in Hak'tan sapmış,
şaşkın birisi olmadığı ve asla o Hak'tan dönecek birisi de olmadığı üzerine
yemin etmiştir. Onun hak yolda oluşunun, dalâlette ve yanlışta olmayışının
sebebi şu ayette beyan edilmiştir:
"Hevâdan konuşmaz
o. O, kendisine gelen vahiyden başkası değildir." Yani onun söyledikleri
rastgele, keyfî söylenmiş şeyler değildir, Kur'an diye söyledikleri şahsî
arzuları değildir. O sadece Allah'ın kendisine vahiy yolu ile bildirdiğini
konuşur ve Allah'ın emrettiklerini hiçbir ilâve ve noksanlık yapmadan kamilen
tebliğ eder.
Ahmed bin Hanbel, Ebu
Davud ve İbni Ebî Şeybe'nin rivayetlerine göre Abdullah bin Amr şeyle dedi:
Rasulullah'tan duyduğum ve ezberlemek istediğim her şeyi yazıyordum. Kureyş
"Sen Rasulullah'tan duyduğun her şeyi yazıyorsun, halbuki Rasulullah da
bir beşerdir, öfke halinde konuşmuş olabilir." diyerek beni bundan
menettiler. Ben de yazmaktan vaz geçtim ve bunu Rasulullah'a anlattım.
Rasulullah: "Yaz, Allah'a yemin ederim ki benden haktan başka bir şey
çıkmaz." buyurdular.
Hafız Ebubekir
Bezzar'ın Ebu Hüreyre'den rivayetine göre Rasulullah şöyle buyurdu:
"Allah'tandır diye size haber verdiğim şeyde, asla şek ve şüphe
yoktur."
Ahmed bin Hanbel'in
yine Ebu Hüreyre'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Ben haktan başka bir şey söylemem." Sahabeden biri "Ya
Rasulallah bizimle bazen şaka yapıyorsun?" dedi. Rasulullah: "Ben
haktan başka bir şey söylemem" dedi.
Sonra Allah
Rasulullah'ın mualliminden, Cebrail'den haber vererek şöyle buyurdu:
"Onu müthiş
kuvvetlerin sahibi öğretti. Kâmil akıl ve görüş sahibidir. Hemen doğruldu. O en
yüksek ufukta idi." Yani Rasulullah'a Kur'an'ı, ilmî ve amelî kuvvetlerin
sahibi Cebrail öğretti. Cebrail, yaratılışta güç-kuwet, akılda muteber görüş
sahibi, görüşte metanet sahibidir. Rasulullah (s.a.) onu aslî şekli ile görmek
istediği zaman Allah'ın yarattığı şekilde durdu. Güneşin önünde, semanın en
yüksek cihetinde, en yüksek ufukta Rasulullah'a göründü. Ufku tamamen kapattı.
İşte bu, Rasulullah'a vahiy getirdiği, ilk vahyi getirdiği zamandı.
Cebaril (a.s.)'dan
bahseden benzeri bazı ayetler de şunlardır: "Şüphesiz, muhakkak o, çok
şerefli bir elçinin kelâmıdır, çetin bir kudrete sahiptir. Arşın sahibi
nezdinde çok itibarlıdır. Orada kendisine itaat olunandır, bir emindir. Sizin
arkadaşınız (Muhammed) bir mecnun değil. Andolsun ki o onu apaçık ufukta
görmüştür." (Tekvir, 81/19-23).
"Sonra yaklaştı.
Derken sarktı. İki yay kadar yahut daha yakın oldu. Kuluna vahyettiği neyse onu
vahyetti." Yani önce Cebrail (s.a.) ufukta durdu, doğruldu, sonra yere
yaklaştı, daha da yaklaştı ve indi. Nihayet Rasu-lullah'ın üzerine kadar indi,
Rasulullah ile arasındaki mesafe iki yay miktarı veya daha az idi. Hemen
Cebrail, Allah'ın kulu ve Rasulü Muham-med'e Kur'an'dan, dinî emirlerden
vahyedeceklerini etti. "Allah, kulu Mu-hammed'e vahyedeceklerini
etti" şeklinde tefsir edenler de olmuştur ki bu manada vahiy olayının
büyüklüğüne işaret vardır.
Anlatılan bu vahiy
Miraç gecesinde değil, Rasulullah (s.a.) arzda iken olmuştur. Bundan dolayıdır
ki Allah sonraki ayetlerde "Andolsun ki onu diğer bir defa da Sidre-i
Müntaha'nın yanında gördü" demiştir. İbni Ce-rir'in rivayetine göre
"İki yay kadar, yahut daha yakın" ayetinin tefsiri sadedinde
Abdullah bin Mes'ut Rasulullah'ın "Cebraili gördüm, altı yüz kanadı vardı"
dediğini nakletmiştir.
Allah, Rasulullah'ın
Cebrail'i hayal olarak değil, hakikaten gördüğünü ifade ederek şöyle
buyurmuştur:
"Onun gördüğünü
kalp yalana çıkarmadı. Şimdi siz onun bu görüşüne karşı da kendisiyle mücadele
mi edeceksiniz?" Yani Rasulullah'ın kalbi, onun Cebrail'i kendi suretinde
görüşünü reddetmedi. Öyleyse siz Cebrail'i melek suretinde maddî göz ile görmüş
olması hususunda onunla nasıl mücadele ediyor ve onu tekzip ediyorsunuz?
Ayet-i kerimedeki "kalp" manasına gelen "el-fu'âd"
kelimesindeki Lam-ı tarif, ahd içindir ki o, Rasulullah'ın kalbidir.
Rasulullah, Cebrail'i gördüğü zaman kalbi "ben seni tanımıyorum"
demedi, bilakis gördüğünü tasdik etti. Ayrıca şüphe edip de bu cindir veya
şeytandır da demedi.
"Andolsun ki onu
diğer bir defa da Sidre-i Münteha'nın yanında gördü. Ki Cennetü'l-me'va onun
yanındadır." Yani Muhammed (s.a.) bir başka zaman Cebrail'i Allah'ın
yarattığı surette inerken gördü ki bu Miraç gecesinde ve Sidre-i Münteha'nın
yanında idi. Sidre-i münteha, çoğunluğun görüşüne göre -ki bu meşhurdur-
yedinci semada bir ağaçtır. Sahih rivayetlerde altıncı semadadır.
Yaratılmışlar oraya kadar bilebilirler, ordan ötesini hiç kimse bilmez.
Müminlerin ruhlarının sığındığı "Cennetü'l-me'va" da oradadır. İsra
suresinde geçtiği gibi sahih görüşe göre Miraç; ruh-cesed beraber olmuştur,
bazılarının dediği gibi sadece ruhla olmamıştır. Zira öyle olsaydı miraç
hadisesinin bir mucize olma özelliği olmazdı.
Böylece Rasulullah'ın
Cebrail'i hakiki suretiyle görmesi iki defa vuku bulmuş olmaktadır: Birisi
yerde, diğeri göktedir. Bunların dışında hep insan suretinde görüyordu. Çünkü
bu ona daha kolay geliyor ve daha çok yakınlık duyuyordu.
Buna göre
"re'âhü: onu gördü" deki zamir Allah'a değil Cebrail'e raci
olmalıdır. Bu sebeple ayet-i kerime Rasulullah'ın Allah'ı gördüğünü kesin
olarak reddetmektedir. Şu ayetler de bunu teyid etmektedir: "Gözler O'na
erişemez, halbuki O, gözleri görür." (En'am, 6/103); "Allah bir
insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderir."
(Şura, 42/51). Bazılarına göre "yaklaştı, sarktı, yakın oldu,
vahyetti" fiillerinin faili (öznesi) Allah'tır. Yine "onu
gördü" cümlesinde görülen Allah'tır. Buna göre Rasulullah (s.a.) Cenab-ı
Hakk'ı görmüştür. Buhari'nin Enes'ten rivayet ettiği şu hadis de buna şahittir:
"Sonra onu, bunun üstünde, ancak Allah'ın bildiği yere yükseltti. Sidre-i
Münteha'ya kadar geldi. İzzet sahibi Cebbara yaklaştı, sarktı, ona iki yay
kadar veya daha yakın oldu. Hemen vahyettiklerinin içinde ona elli vakit namaz
vahyetti."
Ancak râcih olan ilk
görüştür. Nitekim Müslim'in Ebuzer'den rivayet ettiği şu hadis de buna
delildir. Ebuzer sordu: Ya Rasulallah! Rabbini gördün mü? Rasulullah da:
"Bir nur gördüm." dedi.[11]
Sidre-i Münteha'ya
gelince: Ona herhangi bir mekân tayin etmeden, sahih hadiste varid olanın
dışında herhangi bir sıfatla tavsif etmeden Kur'an-ı Kerim'in zahirinde geldiği
gibi iman ederiz: Ahmed bin Hanbel, Müslim ve Tirmizî'nin rivayet ettiklerine
göre îbni Mes'ud şöyle dedi: "Rasulullah (s.a.) Miraç gecesinde Sidre-i
Münteha'ya kadar götürüldü. Sidre-i Münteha yedinci semadadır. Arzdan
yükseltilenler en son oraya kadar yükselir, oradan kabzolunur; onun üstünden
inenler, en son oraya kadar iner, oradan kabzolunur."
Müslim'in Sahih'inde
İbni Mesud'dan rivayetine göre Sidre-i Münteha altıncı semadadır. Yine
Müslim'in Enes'ten rivayetine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: 'Yedinci
semadaki Sidre-i Müntehaya yükseltildiğimde Sidr'in meyvaları Hecer destisi
gibi, yaprakları fil kulakları gibi idi."
Tirmizî'nin Ebubekr'in
kızı Esma'dan rivayetine göre Rasulullah (s.a.)'in yanında Sidre-i Münteha
zikredildiğinde onun şöyle dediğini işittim dedi: "Binekti insan onun
dallarından birinin gölgesinde yüz sene yol alır. Yahut gölgesinde yüz yolcu
gölgelenir. İçinde altın kelebekler uçuşur. Sanki meyvaları Hecer destisi gibi
idi.[12]
"O zaman Sidre'yi
buruyordu, onu bürümekte olan." Bazılarına göre Sidre'yi kuşatanlar daima
ibadetle meşgul olan meleklerdi ki bunların sayısı bilinmeyecek kadar çoktu.
Bazılarına göre de Sidre'yi kuşatan Allah'ın nuru idi. Bunun ayette
belirtilmemesi Sidre'ye veya kuşatana tazim içindir.
"Göz ağmadı,
aşmadı da. Andolsun ki o, Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını
görmüştür." Yani, Rasulullah'ın gözü gördüğünden ayrılmadı ve gördüğünü terketmedi.
Rasulullah'ın Cebrail'i ve melekût âleminden başka şeyleri görmesi bir göz
yanılması değil, bilakis beşer gözü ile görmesi şeklindedir. Bu da teyid ediyor
ki Miraç, cesed-ruh beraberce olmuştur.
Rasulullah Miraç
gecesinde Rabbinin büyük ayetlerinden anlatılması mümkün olmayan birisini gördü
ki o Cebrail'i melek suretinde görmesi ile Melekler âlemine ait diğer hayret
verici hallerdir. "Ayetlerimizden bazılarını ona göstermek için"
(İsra, 17/1) ayet-i kerimesinde de ifade edildiği gibi Miraçta görülenin tayin
edilmemesi onun büyüklüğüne ve önemli oluşuna işaret içindir. Buhari ve
başkalarının rivayetlerine göre İbni Mes'ud görülen ayeti beyan etme sadedinde
şöyle dedi: "Cennetten gelmiş yeşil bir ref-ref gördü ki ufku
kapatmıştı", Aynı konuda İbni Abbas "Semanın ufkunu kapatmıştı."
şeklinde söylemiştir. İbni Zeyd'den gelen rivayet ise "Cebrail'i olduğu
gibi gördü" şeklindedir.
[13]
Bu ayetler aşağıdaki
hususlara delâlet etmektedir:
1- Allah
dilediği varlığın adı ile dilediği şey üzerine, dilediği vakitte yemin
edebilir. Meselâ yıldızların veya Süreyya yıldızının adı ile yemin etmiştir.
-Araplar, Süreyya'ya da necm-yıldız der-. Allah yıldıza, batma vaktinde yemin
etmiştir. Çünkü yıldızlardan yönleri tayin etmede istifade edilecek vakit
batmak üzere olduğu vakittir. Ama yıldız semanın ortasında iken yerden uzak
olur ve yolcu ondan bu maksat için yararlanamaz. Gruba doğru yaklaşınca o zaman
doğu-batı, kuzey-güney ayrılır.
2- Üzerine
yemin edilen konu, Hz. Peygamber'in doğru yolda olduğuna, hakka tâbi olup
dalâlette olmadığına şahitlik yapmaktır. "Dâll", bilmeden hak yolun
dışında bir yolda yürüyen demektir. "Gâvî" ise bilerek hak-dan
ayrılıp başkasına yönelendir. Burada "dalâl",
"hüdâ-hidayet" mukabilinde, "gayy", "rüşd"
mukabilinde kullanılmıştır. Böylece Allah, Peygam-ber'ini ve dinini, Yahudi ve
Hristiyanlar gibi dalâlet ehli güruha benzemekten tenzih etmiştir.
3- Kur'an-ı
Kerim peygamberin sözü değildir, o Allah'dan gelen bir vahiydir.
4- "O,
kendisine gelen vahiyden başkası değildir" ayeti, Rasulullah'ın olaylar
hakkında ictihad yapması caiz olmaz diyenlere delil olabilir. Ancak bu
yanlıştır. Çünkü ayetin maksadı Kur'an-ı Kerim'in Allah tarafından gelen bir
vahiy olduğunu ispat etmektir. Çünkü bizzat Kur'an içtihadı emretmektedir.
Nitekim Rasulullah savaşlarda Allah'ın haram kılmadığı hususlarda ictihad
etmiş, hatta bazı münafıkların Tebuk gazvesine katılmalarına izin vermiş bu
sebeple Allah "Allah seni affetsin, onlara niçin izin verdin?"
(Tevbe, 9/43) diyerek itabda bulunmuştur.
5- "Onu
müthiş kuvvetlerin sahibi öğretti." ayeti delâlet ediyor ki Ra-sulullah'ın
kalbine Allah tarafından gelen vahiy Cebrail vasıtasıyle oluyordu. Zira tefsir
âlimlerinin görüşüne göre "kuvvetlerin sahibi" Cebrail'dir. Ancak
Hasan el-Basrî bunun Cebrail değil, Allah olduğunu söylemiştir.
Allah burada Cebrail'i
hem ilim, hem de amel bakımından üstün kuvvet sahibi, akılda fetanet, görüşte
metanet sahibi olarak vasfetmiştir.
6- Allah
(s.a.) Cebrail'i iki defa Allah'ın yarattığı gibi aslî suretiyle gördü. Bir
defasında doğu ufkunda, semada doğrulup durduğunda gördü. O kadar büyüktü ki
doğu ufkunu tamamen kaplamıştı.
Yukarıda ufukta
görüldükten sonra Cebrail yere yaklaştı ve Rasulul-lah'a vahyi indirdi. İşte bu
onu ilk görüşü idi. Rasulullah (s.a.) yerde idi, Cebrail ona iki Arap yayı
kadar veya daha yakın bir mesafede bulunuyordu.
7- Allah bir
görüşe göre kulu ve elçisi Muhammed'e vahyedeceğini, etti. Vahyin büyük bir
hadise olduğunu ifade etmek için burada vahyedilen şeyin ne olduğunu beyan
etmedi. Diğer bir görüşe göre de Allah, kulu Cebrail'e, onun Muhammed'e (s.a.)
vahyedeceği şeyi vahyetti. Bir başka görüşe göre Cebaril, Muhammed (s.a.)'e,
Allah'ın kendisine vahyettiği ve konuştuğu şeyi vahyetti. Her ne şekil olursa
olsun, vahyin asıl kaynağı Allah'dır. Cebrail vasıtadır, kendisine vahyedilen
de Muhammed (s.a.)'dir.
8-
Rasulullah'ın kalbi Miraç gecesinde gördüklerini yalanlamadı; ki bunlar,
Cebrail'i hakiki şekli ile melek suretinde görmesi ve Allah'ın diğer hayret
veren ilâhî ayetleridir. Gördüklerini kalbiyle gördü, diyenler de olmuştur.
9- Allah
Rasulullah'ın Miraç gecesinde görüp haber verdiklerini kabul etmeyen Kureyş'in
bu tavrını reddederek şöyle buyurdu: Onunla nasıl cedelleşiyor ve şüphelerinizi
ileri sürüyorsunuz? O bütün gördüklerini, ayne'l-yakin gördü.
10- Rasulullah
(s.a.) Cebrail'i bir başka defasında da Sidre-i Münte-ha'nın yanında gördü.
Meleklerin, şehidlerin ve müttakilerin ruhlarının gittiği Cennetü'l-me'vâ'nın
yanındadır. İbni Abbas'a göre peygamberlerin ilmi, ancak buraya kadardır,
buradan ötesini onlar da bilmezler.
Mehdevî'nin
zikrettiğine göre İbni Mes'ud, Rasulullah'ın şöyle dediğini nakletti:
"Cebrail'i ufukta gördüm, altı yüz kanadı vardı. Tüylerinden inci ve
yakutlar saçılıyordu."
Sidre'yi kuşatan şey
büyüklüğünün ifade edilmesi için mübhem bırakılmıştır. Buraya "Allah'ın
nurları, melekler, Allah'ın büyüklüğüne delâlet eden varlıklar" gibi
takdirler yapılabilir.
11-
Rasulullah'ın gözleri, yakînen gördüğü şeyden sağa sola kaymadı, gördüğünün
sınırlarını geçmedi.
12-
Rasulullah (s.a.) Rabbinin ayetlerinden birtakım ayetler, gördü ki bunlar
ayetlerin en büyükleridir. "Bu en büyük ayetler Rasulullah'ın Cebrail'i
aslî suretinde görmesidir" diyenlerin bu sözü üzerine Fahreddin er-Razî:
"Anlaşılan o ki; bu ayetler Cebrail'den başkadır." demiştir.
[14]
19, 20- Lât, Uzza ve
diğer üçüncüsü olan Menafi gördünüz mü?
21- Erkek sizin de,
dişi O'nun mu?
22- O takdirde bu, insafsızca bir taksim.
23- Bu, sizin ve
atalarınızın takdığınız adlardan başkası değildir. Allah onlara hiçbir hüccet
indirmedi. On-
lar kuruntudan ve
nefislerin arzu ettİğİ hevâdan başkasına tâbi olmuyorlar. Halbuki andolsun,
kendilerine Rablerinden o hidayet gelmiştir.
24- Yoksa insana her
umduğu şey mi var?
25- İşte ahiret de,
dünya da Allah'ındır.
26- Göklerde nice
melek vardır ki onların şefaatleri bile hiçbir şeye yaramaz. Meğer ki Allah'ın
dileyeceği ve razı olacağı kimseler için izin vermesinden sonra ola."
"Erkek sizin de
dişi O'nun mu?" ayeti soru cümlesi ile onların düşüncelerinin ne kadar
gülünç olduğunu tevbih (azarlama) üslûbu ile ifade etmektedir.
[15]
Arapların taptıkları
"Lat, Uzza ve üçüncüsü olan diğer Menat'ı gördünüz mü?" Bunlardan
Lat, Taifte'ki Sakifin veya diğer bir görüşe göre Ku-reyş'in Nahle bölgesindeki
putu idi. Hacılara kavut ikram eden Lat adındaki bir adama benzediği için bu
isimle anılmıştır. Uzza, Gatafan kabilesinin putudur. Uzza, Nahle vadisinde
bir ulu ağaç idi. Rasulullah (s.a.) Mekke fethedildiği sene Halid bin Velid'i
gönderip onu kestirdi. Halid, hem baltayı vuruyor, hem de şöyle diyordu:
"Ey Uzza seni
tenzih değil, ediyorum tezlil Çünkü gördüm ki Allah etmiş seni tahkir."
Menat ulu bir kaya
idi. Hüzeyl ve Huzaa kabileleri ona tapıyor, kurbanlarını orada kesiyorlardı.
Ayet-i kerime
Menat'tan bahsederken "diğeri, üçüncüsü" gibi sıfatlarla onu
anmıştır. Çünkü bu ifadeler tahkir için, onun ancak son sıralarda bir değeri
olduğunu ifade etmek için kullanılır. Nitekim başka bir ayette "sonrakileri,
öncekilerine şöyle dediler" (Araf, 7/38) denilerek sıradan insanlar
"sonrakiler", şereflileri de "öncekiler" sözleriyle ifade
edilmiştir.
Adıgeçen putlara ilâh
ismini veriyorsunuz. "Bu sizin ve atalarınızın" onlara
"takdığınız adlardan başka" birşey "değildir" onlarda
ilâhlıktan hiçbir eser yoktur. "Allah onlara" ibadet edilebileceğine
dair "hiçbir hüccet indirmedi. " Putlara ibadet etme konusunda
"Onlar" hiçbir delile dayanmayan "kuruntudan ve nefislerin arzu
ettiği hevadan" ve şeytanın "o putlar size Allah nezdinde şefaat
edecek" diyerek şirin gösterdiği şeylerden "başkasına tâbi
olmuyorlar. Halbuki andolsun kendilerine Rablerinden o hidayet" kat'î
delil olan peygamber ve kitap "gelmiştir." Ancak onlar, bunları
terkettiler.
'Yoksa" putların
kendileri için şefaatçi olacaklarını temenni etmeleri dahil "insana her
umduğu şey mi var?" Hayır herkes her umduğunu bulamayacak. Bu ayet-i
kerime, onların şefaat konusundaki bu arzularının asla olmayacağını ifade
etmektedir. "İşte ahiret de, dünya da Allah'ındır."
"Göklerde"
sayısız "nice melek vardır ki onların şefaatleri bile hiçbir şeye yaramaz.
Meğer ki Allah'ın dileyeceği ve" buna ehil görüp "razı olacağı kimseler
için izin vermesinden sonra ola." Ancak o takdirde şefaat fayda verir.
[16]
Allah, peygamberliği
ve onun doğruluğunu tesbit ettikten sonra peygamberin en başta yapması gereken
Allah'ın birliğini anlatma ve şirki ortadan kaldırma hususunu zikretti. Daha
sonra putların Allah nezdinde şefaatçi olamayacağım, küçümseyici, azarlayıcı
ve reddedici bir üslûpla beyan etti. Ve yine hiçbir zararı ve yararı
dokunmayan ağaçtan, taştan veya başka madenlerden yapılmış putlara ibadet eden,
yaratan ve rızık verenden başkasını ilâh kabul eden aklın saygın olamayacağım
beyan etti.
[17]
Allah müşriklerin
putlara ibadet etmelerini ve İbrahim'in bina ettiği Kabe'ye benzeterek putlar
için puthaneler edinmelerini küçümseyerek, kınayarak şöyle buyurdu: "Lat,
Uzza ve üçüncüsü olan diğer Menat 'ı gördünüz mü?" Yani siz şu Lât, Uzza
ve Menat üzerinde hiç düşündünüz mü? Bunlar birer sağır taş veya yerde biten
ağaçtan ibaret şeyler. Bunları nasıl Allah'a eş ve ortak yapıyorsunuz? Bunlar
sizin için yaratılmış olup hiçbirisi yaratıcı değil, yaratılmış şeylerdir.
Kâinatta azametini bildiğiniz Allah, ibadet edilmeye O daha lâyık değil midir?
Allah, Menafi tahkir
etmek ve yermek için, onlara göre değer bakımından öbürlerinden sonra
geldiğini göstermek için "diğer üçüncüsü" ifadesini kullandı.
Böyle bir ifade, bir
şeyi lâyık olmadığı yere koyma anlayışının kınanıp yerilmesi ve ağır bir
üslûpla ayıplanmasıdır. Sakif ve ona bağlı kabileler nakışlı beyaz bir put olan
Lât ile övünürlerdi. Bu put Taifte idi. Bir bina içinde bulunur, üzerinde bir
örtü olur, başında hizmetçileri beklerdi. Etrafında geniş bir avlu bulunurdu.
Taif halkı ona tazim gösterirlerdi. Lat putu, cahiliye döneminde unu yağ ile
kavurup hacılara dağıtan bir adamın şeklini andırıyordu. O adam ölünce putunu
yapıp kabrine diktiler, sonra buna tapmaya başladılar.
Uzza, Taif le Mekke
arasında Nahle denilen yerde Gatafan'a ait bir ağaçtı. Bir yapı içinde bulunur,
üzerine perde örtülürdü. Kureyş bu ağaca tapardı. Nitekim Ebu Süfyan, Uhud
günü: "Bizim Uzza'mız var, sizin yok" demişti de buna karşılık Rasulullah
(s.a.) yanındakilere "Ona "Allah bizim mevlamızdır, sizin mevlanız
yok" deyin" demişti.
Menat ise,
Mekke-Medine arasında Gadid vadisinde bulunan bir kaya idi. Cahiliye döneminde
Huzâ, Evs ve Hazrec ona ta'zim gösterirler, Kabe ziyaretine giderken oradan
niyet ederlerdi, yanında kurbanlar keserlerdi. Arap yarımadasında ayette
zikredilen bu üç puttan başka putlar da vardı. Ancak bu üçü en meşhurları
olduğu için ayet-i kerimede özellikle bunlar zikredilmiştir.
Putlara tapmaları
sebebiyle müşriklerin akıllarının çalışmadığını beyan ettikten sonra Allah
onları başka bir şirkten dolayı yani "melekler Allah'ın kızlarıdır"
demelerinden dolayı azarlayarak şöyle buyurdu:
"Erkek sizin de,
dişi O'nun mu? O takdirde bu insafsızca bir taksim." Yani Allah'ın çocuğu
vardır, diyorsunuz sonra dişileri ona veriyor, erkekleri kendinize mi
alıyorsunuz? Bu taksimi kendi aranızda bile yapmış olsanız, doğru olmazdı,
haktan uzak olurdu. Yaratılmışlar arasında yapılsaydı bir zulüm ve haksızlık
olacak olan bu takisimi Rabbinizle kendi aranızda nasıl yapıyorsunuz? 'Yoksa
kızlar O'nun, oğullar sizin mi?" (Tur, 52/39) ayeti de bu ayetin bir
benzeridir.
Sonra Allah
uydurdukları ve düzdükleri yalan ve iftiraları, putlara tapmak suretiyle küfre
düşmelerini ve o putlara "ilâh" demelerini reddererek şöyle buyurdu:
"Bu sizin ve
atalarınızın taktığınız adlardan başkası değildir. Allah onlara hiçbir hüccet
indirmedi." Yani görmeyen, işitmeyen, düşünmeyen ve anlamayan, ne zararı,
ne de faydası olmayan bu putlara "ilâh" demeniz sizin kendi
kafanızdan taktığınız bir isimdir. Onların hakikatte hiç ilâh olacak tarafı
yoktur. Bunu babalarınız ve siz böyle kabul ettiniz, sonraki gelenler
öncekileri taklit etti ve bu hususta evlâtlar babalarına tâbi oldular. Allah,
bunların ilâh olduğunu ispat edebileceğiniz hiçbir delil indirmedi. Nitekim
başka bir ayette Allah: "Sizin Allah'tan gayrı ibadet ettiğiniz şeylerin
hepsi sizin ve babalarınız taktığı isimlerden ibarettir." (Yusuf, 12/40)
buyurmuştur.
Sonra Allah onların
putlara niçin taptıklarını beyan ederek şöyle buyurdu: "Onlar kuruntudan
ve nefislerin arzu ettiği nevadan başkasına tabi olmuyorlar. Halbuki andolsun,
kendilerine Rablerinden o hidayet gelmiştir. " Yani onların putlara
"ilâh" deme konusunda tâbi şey sırf vehim ve kuruntudan ibarettir.
Onlar uyulması vacib olan Hak tarafına hiç bakmadan sadece nefislerinin arzu
edip meylettiği şeye tabi oluyorlar. Halbuki o putların ilâh olmadığına dair
onlara Allah tarafından apaçık beyan gelmişti. İşte o, kendilerine gönderilen
peygamberin diliyle, Allah tarafından gelip hüccet ve burhan olan, dönüp
bakmadıkları, teslim olup uymadıkları bu Kur'an'dır.
Sonra Allah meselenin
temenni ve ümitlerle olmayacağını, bu putların ne Allah nezdinde şefaatçi olma
konusunda, ne de başka hususta onlara faydası olmayacağını açıkça ifade ederek
şöyle buyurdu: "Yoksa insana her umduğu şey mi var? İşte ahiret de, dünya
da Allah 'indir." İnsanın her temenni ettiği şeyin olması mümkün mü? Her
hayır temenni edenin temennisi, olmaz. Onların, putların kendilerine faydası
olacak ve şefaat edecek şeklindeki temennileri de olmaz. Çünkü dünya ve
ahiretin idaresi, mülkiyeti ve onlar üzerinde tasarrufta bulunma sadece
Allah'a aittir. Ne dünyada, ne de ahirette Allah'ın yanında putların hiçbir
tasarrufu yoktur: "Ne sizin temennileriniz, ne de Ehl-i Kitab'ın
temennileri" (Nisa, 4/123). Ahmed bin Hanbel'in Ebu Hüreyre'den rivayet
ettiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Biriniz temennide
bulunacağı zaman ne temenni edeceğini iyi düşünsün. Çünkü o temennilerinden,
kendisi hakkında hangilerinin yazılacağını bilmez."
Sonra Allah şefaatin
kabul yolunu beyan ederek şöyle buyurdu:
"Göklerde nice
melek vardır ki onların şefaatleri bile hiçbir şeye yaramaz. Meğer ki Allah'ın
dileyeceği ve razı olacağı kimseler için izin vermesinden sonra ola."
Yani göklerdeki meleklerden pek çoğu, bunca ibadette bulunmalarına rağmen,
Allah nezdindeki saygınlıklarına rağmen, Allah'ın kendisine şefaat etmesine
izin verdiklerinin haricinde, hiç kimseye şefaat edemezler. Nerde kaldı ki bu
aklı ve idraki olmayan taşlar, ağaçlar şefaat etsin.
Yani melekler ancak
kendilerine şefaat etme izni çıktıktan sonra ve ancak Cenab-ı Hakk'm şefaat
edilmesini istediği kişilere -tevhid ehlinden oldukları için- şefaat
edecekler. Müşriklerin bu şefaatten hiç nasibi yoktur. İb-ni Kesir şöyle diyor:
Bu, mukarrab melekler hakkında böyle olursa ey cahiller, siz bu putların Allah
nezdinde şefaat etmesini nasıl beklersiniz? Ki Allah hiçbir zaman puta ibadet
etmeyi meşru kılmamış ve izin vermemiş bilakis bütün peygamberlerin dilinde bunu
nehyetmiş ve bu nehyi bütün kitaplarında indirmiştir.[18] Bu,
meleklere ve putlara tapanlara bir azarlamadır.
[19]
Bu ayetler aşağıdaki
hususlara işaret etmektedir:
1- Müşrikler
hiçbir şey düşünemeyen şeylere taptıkları için Allah onlara karşı deliller
ileri sürmüştür. Zira onların Lat, Uzza, Menat gibi ibadet ettikleri şu putlar
işitmez, görmez, kimseye ne zararı, ne yararı dokunur. Bunlara ibadet etmek
nasıl caiz olur? Biliyoruz ki müşrikler putlara, kendilerine faydası olsun,
diye tapıyorlar. Bunlar ise faydası dokunmayan varlıklar. Siz bu putlara
gerçekçi bakıyor musunuz? Baksanız göreceksiniz ki bunlar Allah'a ortak
olamazlar. Siz Allah'ın celâl ve azamet sahibi olduğunu biliyorsunuz. Öyleyse
O, ibadet edilmeye daha lâyıktır.
2- Yine
Allah, müşrikleri azarladı, kınadı ve "Melekler Allah'ın kızlarıdır,
putlar Allah'ın kızlarıdır" gibi sözlerini reddetti. Erkekleri
kendilerine, dişileri ise "Allah'ındır" diyerek O'na lâyık
görmelerinin makul olmadığını, bu taksimin âdil, doğru ve hakkaniyete uygun bir
taksim olmadığını beyan etti.
3- Bu putlar
sizin "ilâh" adını verip bazı sıfatlar isnat ettiğiniz isimlerden
başka bir şey değildir. Bu konuda siz babalarınızı taklit ettiniz. Allah,
onların ilâh olduğuna dair herhangi bir hüccet ve delil indirmedi. Sizin bu
konuda uyduğunuz; zandan veya vehimden, nefsin heva ve heveslerinden ve arzu
ettiklerinden başka bir şey değildir. Rasulullah (s.a.) tarafından bu putların
ilâh olmadığına dair size yeterli açıklama gelmiş olmasına rağmen böyle
yapıyorsunuz. Onlar, vahyin getirdiği kesin delil ile amel etmek ellerinde
olmasına rağmen gidip zan ile amel etmeyi tercih ettiler.
4- Aslında
müşriklerin putlara ibadetindeki olay, gerçeği olmayan kuruntular üzerine
kurulmuş tatlı hayaller ve sırf temennilerden ibarettir. Çünkü onlar, onların
düşlediği gibi kendilerine şefaat edemeyecekler. Onlar kendilerine şefaat etme
yetkisi olmayan yerden şefaat bekliyorlar. Zira dünyada ve ahirette mülk,
tasarruf ve otorite sırf Allah'ındır, O dilediğine verir, dilediğine vermez;
her hangi birinin temennisine göre değil.
5- Meleklere
ve putlara ibadet edip onların kendilerini Allah'a yaklaştırdığını iddia
edenleri Allah azarladı ve şunu bildirdi ki melekler çok ibadet etmelerine ve
Allah nezdinde kendilerinin üstün bir yeri olmasına rağmen onlar bile ancak
Allah'ın şefaat edilmesine izin verdiği kişilere şefaat edebilecekler.
[20]
27- Şüphesiz ahirete
iman etmeyenler meleklere dişi adı takarlar.
28-Halbuki onların
buna dair bilgisi yoktur. Onlar kuruntudan başkasına olmazlar. Kuruntu ise
şttphe-
siz haktan hiçbir şeyi
tfade etmez.
29- Onun için sen,
bizim zikrimize sırt çeviren, dünya
hayatından baş- kasını arzu etmeyen kimselerden
30- Onların ilimden
erebildikleri iş- te budur. Şüphesiz ki Rabbin, yolundan sapan kimseleri çok
iyi bilenin ta kendisidir. O, hidayet bulan kimseleri de pek iyi bilendir.
"Yolundan
sapan", "hidayet bulan" cümleleri arasında tezat vardır.
[21]
"Şüphesiz ahirete
iman etmeyenler meleklere" Allah'ın kızları demek suretiyle "dişi adı
takarlar. Halbuki onların buna dair bilgisi" sağlam bir delili
"yoktur. Onlar" bu konuda sırf "kuruntudan başkasına tabi
olmazlar. Kuruntu ise şüphesiz, haktan hiçbir şeyi ifade etmez." Yani zan
ve kuruntu hak ve hakikat vadisinde bir değer ifade etmez. Çünkü hak ancak
ilimle, yakın (kesin bilgi) ile anlaşılır. Hakikata ait bilgileri elde etmede
zanna itibar yoktur. Zanna ancak uygulamalı işlerde ve ona götüren vasıtalarda
itibar edilir.
"Onun için sen
bizim zikrimize" Kur'an'ımıza ve nasihatlarımıza "sırt çeviren, dünya
hayatından başkasını arzu etmeyen kimselerden yüz çevir, işte onların ilimden
erebildikleri, işte budur." Yani bilgilerinin ulaşabildiği son nokta
dünyaya ait işlerdir, daha ileri geçemez. Çünkü onlar dünyayı ahirete tercih
ettiler. Bu ayet, müşriklerin bütün kaygılarının dünyadan ibaret olduğunu
perçinleyen bir ara cümledir.
Allah peygamberine
verdiği "onlardan yüz çevir" emrinin sebebini beyan sadedinde şöyle
buyurdu: "Şüphesiz ki Rabbin, yolundan sapan kimse leri çok iyi bilenin ta
kendisidir. O, hidayet bulan kimseleri de pek iyi bilendir. " Yani Allah
senin davetine kimin icabet edip etmeyeceğini bilir, öyleyse sen onları davet
ederken kendini yorma, çünkü sana düşen sadece tebliğ etmektir. Sen de
tebliğini yaptın. Allah her iki grubu da bilir, karşılığını ona göre verir.[22]
Allah putlara ibadet ettikleri için müşrikleri kınadıktan ve bu ibadetin
şefaat ve diğer konularda hiç fayda vermeyeceğini beyan ettikten sonra melekler
Allah'ın kızlarıdır, dedikleri için onları tekrar kınadı ve onların bu
iddialarının hiçbir geçerli delile dayanmadığını, akıllarının ermediğini, dünya
ve dünya malından başka şeye önem vermediklerini ve bu yanlış ve bozuk itikat
ve iddialarının cezasını göreceklerini beyan etti.[23]
Allah müşriklerin melekleri dişilikle vasfedip onlara "Allah'ın
kızları" demelerini reddederek şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ahirete iman etmeyenler meleklere dişi adı
takarlar." Yani ahiretin, hesabın ve cezanın varlığını kabul etmeyen şu
inkarcı müşrikler meleklerin dişi olduğunu ve bunların Allah'ın kızları
olduğunu iddia ediyorlar. Allah ise bunların dediklerinden tamamen
münezzehtir.
"Halbuki onların buna dair bilgisi yoktur." Yani onların bu
söylediğini doğrulayacak ellerinde ne sahih bilgileri ne de bir delileri
vardır. Onlar melekleri ne tanıyorlar, ne görmüşler, ne de onlara bunu
güvenilir birisi haber vermiştir. Bilakis bunu tamamen bir cehalet, dalâlet, cüret,
yalan, düzmece ve çirkin bir iftira olarak söylemektedirler.
"Onlar kuruntudan başkasına tâbi olmazlar. Kuruntu ise şüphesiz
haktan hiçbir şeyi ifade etmez." Yani onların tâbi olduğu şey vehimden
veya aslı-esası olmayan kuruntudan ibarettir. Kuruntunun böylesi hiçbir işe
yaramaz, asla hakkın yerini tutmaz. Bir sahih hadiste Rasulullah’ın şöyle
dediği variddir: “Zan (kuruntu ve vehim)den sakının, çünkü zan sözlerin en
yalanıdır.”
“Onun için sen, bizim zikrimize sırt çeviren, dünya hayatından
başkasını arzu etmeyen kikselerden yüz çevir.” Öyleyse ey peygamber, Kur’an-ı
Kerim’den ve Allah’ın öğütlerinden yüz çeviren ve tek derdi dünya olan, ahiret
hakkında düşünmeyi bırakanlardan yüz çevir. Yani onlarla mücadeleyi,
durumlarını önemsemeyi bırak. Zira sen emrolunduğun şeyi tebliğ ettin. Zaten
sana düşen ancak tebliğdir. “Dünya hayatından başkasını arzu etmeyen” sözü
onların haşri inkar ettiklerine işarettir. Nitekim onların “Hayat şu bizim
dünya hayatımızdan başkası değildir” (En’am: 6/29) ve Cenab-ı Hakk’ın onlara,
“Dünya hayatına razı mı oldunuz?” (Tevbe: 9/38) sözleri onların ahireti inkar
ettiklerine delalet eder.
“Onların ilimden erebildikleri işte budur.” Yani dünya ve dünyayı
kazanmak… İşte onların ilimde erişebildikleri en son nokta budur. Dine ve dini
meselelere ilgi duymazlar. Ahmed b. Hanbel’in Hz. Aişe’den rivayet ettiğine
göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Dünya (ahirette) yurdu olmayanın
yurdudur, malı olmayanın malıdır, dünya için aklı olmayan toplar.” Me’sur
dualardan birinde Rasulullah (s.a.v.) şöyle dua etmiştir: “Ey Allah’ım, dünyayı
derdimizin en büyüğü, ilmimizin en sonu kılma.”
“Onlardan yüz çevir” emrinin sebebini veya illetini Cenab-ı Hak şöyle
açıklamaktadır:
“Şüphesiz ki Rabbin yolundan sapan kimseleri çok iyi bilenin ta kendisidir.
O, hidayet bulan kimseleri de pek iyi bilendir.” Yani ey Muhammed, sen bırak
bunları, çünkü Allah o bütün varlıkları yaratandır, hak ve hidayet yolu olan
yolundan sapanı da, hak dine doğru yol bulanı da bilendir. Her gruba veya
herkese yaptığının karşılığını verecektir.
Bu ifadede, ulaşılması mümkün olmayan şeyleri elde etme yolunda
Rasulullah’ın kendisini yormaması için ona bir teselli vardır. Ulaşılması
mümkün olmayan o şey, ilmi yakini bırakıp zanna inanan, hakkı bırakıp batıla
sarılan inatçıların imana gelmesidir. Rasulullah (s.a.)'in güzel huylarından
biri de onların iman etmesini çok arzu etmesi idi. Yine bu ifadede kâfirlere
vaîd (ceza tehdidi) müminlere vaad (mükâfat teşviki) vardır.
[24]
Bu ayetler şu hususları açıklamaktadır:
1-
Allah "Melekler
Allah'ın kızlarıdır, putlar Allah'ın kızlarıdır." diyen kâfirleri,
öldükten sonra dirilmeyi, haşri veya peygamberlerin getirdiği doğru şekli ile
ahireti inkâr eden kişiler olarak vasfetti.
2- Meleklerin dişi olup Allah'ın
kızları olduğuna inanan müşrikleri Allah kınadı, azarladı.
3- Ellerinde melekleri bu şekilde vasfetmelerini haklı gösterecek sağlam bir bilgileri yok. Ne Allah melekleri yaratırken görmüşlerdi, bu dediklerini ne Allah'ın elçisinden duymuşlardı, ne de Allah'ın her hangi bir kitabında bunu okumuşlardı. Bu konuda ancak vehme ve zanna tâbi oluyorlardı. Sağlam ilmî esaslara dayanmayan zan veya vehim ise hakikati tanıma babında hiçbir şey ifade etmez.
4- Dünyadan başka kederi,
tasası olmayan bu inatçı kâfirlerin durumu böyle ise ey peygamber, onlarla
mücadeleyi bırak; zira sen mesajını tebliğ ettin, üzerine vacib olanı yerine
getirdin. Razî burada şöyle der: "Tef-sircilerin çoğu Kur'an-ı Kerim'deki
"fe-a'riz: bırak, yüz çevir" şeklindeki emirlerin hepsi kıtal (cihad)
ayeti ile neshedilmiştir" derler. Bu söz batıldır. Zira "bırak, yüz
çevir" emirleri kıtal ayetine de uygundur, nasıl neshedil-miş olabilir?
İzahı şöyledir: Rasulullah (s.a.) insanları hikmetle ve mev'ıza-i hasene (güzel
sözler) ile davet etmekle emrolunmuştu. birtakım batıl şeylerle kâfirler ona
karşı çıkınca kendisine "Daha güzel olanı ile onlarla mücadele et!"
emri geldi. Sonra bu da fayda vermeyince Allah ona: "Onları ter-ket, delil
ve burhanla onların karşısına çıkma, zira onlar ancak zanna uyarlar, hakka
uymazlar." demiştir. Onlara karşılık vermesi caiz olmakla beraber
Rasulullah (s.a.) onlarla münazara etmemek suretiyle karşılık vermiş
olmaktadır. O halde bu nasıl neshedilmiş olur?[25]
5- Bugün de müşahede ettiğimiz
gibi genel olarak inanmayan insanlar yalnızca dünyaya önem verir, din ve ahiret
işlerinde habersiz olurlar. Bu yönleriyle onlar maddeci insanlardır. Bu
sebeptendir ki Allah onların akıllarının erebildiği, bilgilerinin ulaşabildiği
son noktanın dünyayı kazanmaktan ibaret olduğunu haber vermiştir. Çünkü onlar
dünyayı ahirete tercih ederler. Nitekim ayet-i kerimede: "Şüphesiz bunlar
dünyayı tercih ediyor, arkalarına ağır bir gün bırakıyorlar." (Dehr,
76/27) buyrulmuştur.
6-
Nihayet bu ayetler şu va'îd
ve tehditle bitmiştir: Allah sapıklıkta olanı da, hidayette olanı da en iyi
bilendir. Hayır ise hayır, şer ise şer, herkesin amelinin karşılığını vercektir.
[26]
31- Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah'ındır. (Bunların
yaratılması) kötülük edenleri
yaptıklarına mu- kabil cezalandırılması, güzel hareket edenleri de daha zelîyle
mükâfatlandırması içindir.
32- (Bu insanlar> ufak ufak
suçlar hariç, günahın büyüklerinden ve
fu-
man ve siz henüz analarınızın karınlarında ceninler halinde olduğunuz
sırada sizi çok iyi bilendir. Bunun için kendinizi temize çıkarmayın. O,
sakınan kimdir, çok iyi bilendir."
"Kötülük edenlere ceza", "iyilik edenlere mükâfat"
cümleleri arasında mukabele vardır.
[27]
"Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah 'indir." Malik olan,
yaratan ve tasarrufta bulunan O'dur. Bunların yaratılmasındaki gaye şirk ve benzeri
"kötülük edenleri yaptıklarına mukabil cezalandırması" Allah'ı bir
bilip itaat etmek suretiyle "güzel hareket edenleri de" bu
yaptıklarına karşılık "daha güzeliyle mükâfatlandırması içindir" ki
birincilerin bulacağı cehennem, ikincilerinin nail olacağı cennettir.
Cennet mükâfatına nail olacak bu insanlar, yabancı kadına bakmak gibi
"ufak ufak suçlar hariç", Allah'a şirk koşmak, ana-babaya âsi olmak
gibi "günahın büyüklerinden ve" adam öldürme, zina, zina iftirası,
içki içmek gibi Allah'ın had ile cezalandırdığı "fuhuşlarından
kaçınanlardır. Şüphesiz ki Rabbin mağfireti bol olandır" günahları çokça
bağışlayan, tevbele-ri kabul edendir. Küçük olsun büyük olsun günahlardan
dilediğini affedendir. İyilere mükâfat vaadi, kötülere ceza tehdidinin hemen ardından
bu mağfiret ayetinin gelmesi büyük günah sahiplerinin Allah'ın rahmetinden
ümidi kesmemesi ve her suçu cezalandırmak Allah'a vacibdir vehmine ka-pılmaması
içindir. "O sizi" yani babanız Adem'i "topraktan yarattığı zaman
ve siz henüz analarınızın karınlarında ceninler halinde olduğunuz sırada sizi
çok iyi bilendir. Bunun için kendinizi" överek, iyi işlerinizi sayıp dökerek
"temize çıkarmayın. O" henüz daha yaratmadan önce "sakınan
kimdir, çok iyi bilendir."
[28]
Vahidî, Taberanî, İbnülmünzir ve İbni Ebî Hatem'in Sabit bin el-Hâris
el-Ensârî'den rivayet ettiklerine göre Yahudiler sabîlik çağında bir çocukları
öldüğü zaman "O sıddîktır." derlerdi. Bunu Rasulullah duyduğunda şöyle
buyurdular: "Yahudiler yalan söylüyor, Allah ana karnında hiçbir canlı
yaratmamıştır ki onun şakî veya saîd olduğunu bilmesin." Bunun üzerine
Allah: "O, sizi daha topraktan yarattığı zaman ve siz henüz analarınızın
karınlarında ceninler halinde olduğunuz sırada sizi çok iyi bilendir"
ayetini indirdi.
[29]
Allah Zât-ı Ecell'in göklerde ve yerde ne varsa hepsini bildiğini,
kullarına yaptıklarının karşılığını adaletiyle vereceğini, bu şekilde iyilik
yapana cenneti mükâfat olarak, kötülük yapana cehennemi ceza olarak vereceğini
beyan ettikten sonra, kendisinin bunları yapmaya kadir olduğunu, ulvî ve süflî
bütün âlemin maliki olduğunu, bu iki âlemde dilediği gibi tasarrufta
bulunduğunu, her şeyi kuşatan ilmine uygun olarak herkese amelinin karşılığını
vereceğini zikretti. Sonra iyilikte bulunanların özelliklerini bildirdi; Allah
son derece cömerttir, ikram sahibidir, kullarından dilediğine karşı geniş
mağfiret sahibidir.
[30]
"Göklerde ne var yerde ne varsa Allah'ındır. (Bunların
yaratılması) kötülük edenleri yaptıklarına mukabil cezalandırması, güzel
hareket edenleri de daha güzeliyle mükâfatlandırması içindir." Yani Allah
göklerin ve yerin malikidir, hiçbir şeye muhtaç değildir, yaratılanlar
hakkında, adaletle hükmedendir. Varlıkları hak olarak yarattı. Her şeyi
kuşatan ilmine uygun olarak ister iyilikte bulunan, ister kötülükte bulunan
olsun, insanların her birine neticede amelinin karşılığını verecek, iyilik
yapana iyilikle, kötülük yapana kötülükle muamele edecek: Eğer kişinin ameli
hayırsa karşılığı hayır, şer ise şer olacak.
İbnülcevzî tefsirinde şöyle demektedir: "Bu ayet, Cenab-ı Hakkın
kudretini ve mülkünün genişliğini haber vermektedir. Bu ayet ilk ayet ile,
"liyecziye'llezîne..." ayeti arasında bir cümle-i muterıza (ara
cümlesi) şeklindedir. Çünkü iyilikte bulunanı da, kötülükte bulunanı da en iyi
bilen O ise, her birine hak ettiği karşılığı da O verecektir. Her iki sınıfa
yaptıklarının karşılığını verebilmesi de ancak geniş mülk sahibi olmasıyla
mümkündür."
Sonra Allah iyilikte bulunan o müttakilerin özelliklerini zikrederek
şöyle buyurdu:
"Ufak ufak suçlar hariç, günahın büyüklerinden ve fuhuşlarından kaçınanlardır.
" Yani iyilikte bulunanlar; şirk, adam öldürme, yetim malı yeme gibi
büyük günahlardan, zina gibi fahiş günahlardan uzak duran insanlardır.
Allah'ın, karşılığında cehennem tehdidinde bulunduğu her günaha kebâir (büyük)
günah; yine büyük günahlardan olup da hakkında had cezası bulunan ve hem aklen
hem de dinen son derece çirkin olanlarına da fevâhiş denir. Ancak, harama
bakma gibi "lemem" tabir edilen küçük günahlar ve önemsiz hatalar
hariç "iyilikte bulunanlardan günah sadır olmaz. Ahmed bin Hanbel'in ve
Buhari ve Müslim'in Sa/uMerinde Ebu Hü-reyre'den rivayet ettiklerine göre
Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Allah her Ademoğluna zinadan nasibini
yazmıştır, çaresiz onu yapar. Meselâ gözün zinası bakmaktır, dilin zinası
konuşmaktır, nefis temenni eder ve ister, organ da onu ya tasdik eder (ona
uyar) veya tekzib eder (o günahı işlemez)”
İyilikte bulunan bu “muhsinun” küçük günah işlerlerse, tevbe eder ve
benzerini bir daha yapmazlar.
Bu ayetin bir benzeri de şudur: “Eğer yasakladığımız şeylerin
büyüklerinden kaçınırsanız sizin küçük günahlarınızı gizleriz ve sizi şerefli
bir yere koyarız."
Buhari ve Müslim'de Hz. Ali'den gelen rivayette büyük günahlar yedi
tane sayılmıştır: "Yedi helak ediciden sakının: Allah 'a ortak koşmak,
sihir, haklı durum hariç Allah 'm haram kıldığı canı öldürmek, yetim malı yemek,
faiz yemek, harp günü kaçmak, günahsız ve iffetli mümin kadına zina iftirası
atmak." Hafız Zehebî Kebâir adlı kitabında büyük günahları yetmişe kadar
çıkarmıştır. Taberanî'nin rivayetine göre bir adam İbni Abbas'a: "Büyük
günahlar yedidir" demiş, o da "onlar yediyüze yediden daha yakındır,
ancak istiğfarla büyük günah kalmaz affolunur, ısrarla günah küçük kalmaz
(büyük günah olur)" demiştir.
Sonra Allah "Şüphesiz ki Rabbin mağfireti bol olandır." demek
suretiyle ümit kapısını açmış, ümitsizliği yasaklamıştır. Yani şüphesiz
Allah'ın rahmeti her şeyi kuşatır, tevbe edenler için mağfireti bütün günahları
kapsar. Nitekim ayet-i kerimede: "De ki: Ey kendileri aleyhine haddi aşan
kullarım! Allah 'm rahmetinden ümit kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları
bağışlar. Şüphesiz o çok bağışlayanın, çok merhamet edenin ta kendisidir.
" (Zümer, 39/53 buyrulmuştur.
Sonra Cenab-ı Hak her şeyi bildiğini vurgulayarak şöyle buyurdu:
"O sizi daha topraktan yarattığı zaman ve siz henüz analarınızın
karınlarında ceninler halinde olduğunuz sırada sizi çok iyi bilendir."
Yani Allah şüphe yok sizi görür, babanız Adem'i topraktan yaratıp onun
sulbünden zürriyeti-ni çıkardığı, analarınızın karnında ceninler olarak size
şekil verdiği ve değişik merhalelerde oluşum ve gelişmenizi taahhüt ettiği
zamanlarda bile sizden sâdır olacak sözlerinizi, hareket ve ahvalinizi
biliyordu. Cenin: Ana karnındaki çocuğa denir. "Analarınızın
karınlarında" sözü ile Cenab-ı Hakkın ilim ve kudretinin kemaline dikkat
çekilmiştir. Zira ana karnı son derece bilinmezdir. Orada ceninin her halini
bilen Allah için, kullardan sadır olan diğer haller ona gizli olmaz.
"Bunun için kendinizi temize çıkarmayın, o sakınan kimdir, çok iyi
bilendir." Yani kendinizi övüp durmayın, günahsız, tertemiz göstermeyin,
beğenerek veya riya için kendinizi medhetmeyin, günahlardan temiz olduğunuzu
iddia etmeyi bırakın, itaat ederek Allah'a hamd edin, günahtan kaçının, çünkü
Allah günahlardan sakınanı bilir.
Bu ayetin bir benzeri de şu ayettir: "Kendilerini temize
çıkaranları gördün mü? Hayır Allah dilediğini temize çıkarır ve kimse kıl kadar
haksızlık görmez." (Nisa, 4/49).
Müslim Sahih 'inde rivayet ettiğine göre Muhammed bin Amr bin Atâ şöyle
dedi: Kızıma Berra ismini verdim. Bunun üzerine Ebu Seleme kızı Zeynep bana
"Rasulullah bu ismi yasak etti ve kendinizi temize çıkarmayın, şüphesiz
Allah sizin berr (iyi) olanınızı en iyi bilendir" dedi. Bunun üzerine
"Peki hangi ismi verelim?" dediler. Rasulullah da "Ona Zeynep
adını koyun." dedi. (Berra: İyi, sözüne sadık, demektir.)
Ahmed bin Hanbel, Abdurrahman bin Ebî Bekra'dan rivayet ettiğine göre
babası şöyle dedi: Birisi Rasulullah'm yanında bir adamı medhetti. Bunun
üzerine Rasulullah birkaç defa: "Ne yaptın, arkadaşının boynunu kopardın,
biriniz mutlaka arkadaşını methetmesi lazım geliyorsa: "kanaatimce...,
Allah'ın nezdinde kimseyi temize çıkaramam... -eğer öyle biliyorsa-
zannedersem, o şöyle şöyledir." şeklinde söylesin." buyurdular.
Ahmed bin Hanbel, Müslim ve Ebu Davud'un rivayetlerine göre Hem-mam bin
Haris şöyle dedi: Birisi Hz. Osman'a geldi yüzüne karşı onu övmeye başladı.
Bunun üzerine Mikdad bin Esved hem onun yüzüne toprak serpiyor, hem de şöyle
diyordu: "Rasulullah (s.a.) bize, insanları yüzlerine karşı mübalâğa ile
övenlerle karşılaştığımız zaman yüzüne toprak serpmemizi emretti."
[31]
Bu ayetlerden şu hususlar anlaşılabilir:
1- Yerde ve göklerdeki her şey
hem mülk, hem de yaratma bakımından Allah'ındır. Bu ilâhî kudrete ve ilâhî
mülkün genişliğine bir delildir. Bu ayet bir ara cümledir.
2- Şüphesiz Rabbin kendi
yolundan sapanı en iyi bilendir, hidayet üzöre olanı en iyi bilendir, her
birine hak ettiği karşılığı verecektir. "Li-yeczi-ye" deki
"lâm" akibet-sonuç bildirmeye yönelik ise mana şöyle olur: Sonuçta
kulların içinde iyilik yapan da kötülük yapan da onun karşılığını bulacaktır.
İyilik yapan cenneti, kötülük yapan cehennemi bulacaktır. İşte göklerde ve
yerde ne varsa hepsinin Allah'ın olması, sonuçta herkese kazandığının
karşılığını vermesi içindir.
3- İyilerin iyilikte
bulunanların özelliklerinden biri de onların yukarıda sayılan büyük günahları
istememeleridir. Bu günahlardan şirk, günahların en büyüğüdür. Diğerleri de
Allah'ın cehennem azabına çarptıracağını bildirdiği günahlardır. Ayrıca bu
insanlar zina gibi son derece çirkin olan fevâhişten de uzak dururlar. Fevâhiş,
hakkında "had" cezası bildirilen her türlü günahtır.
Ancak bu kullardan lemem sadır olabilir. Lemem, Kurtubî'nin zikrettiğine
göre Allah'ın hıfz ve riayetine (koruma ve gözetimine mazhar olmuş insanlar
hariç diğer insanların kaçınması çok zor olan küçük günahlardır. Bunlar affedilir,
bu konuda Allah'a tevbe edip, O'na yönelenlerin tevbesini Allah kabul eder.
İbni Mes'ud, Ebu Said el-Hudrî, Huzeyfe ve Mesruk'a göre lemem, fiilî
münasebete varmayan öpme, tutma ve bakma gibi günahlardır. Buhari ve Müslim'in
rivayetlerine göre İbni Abbas şöyle dedi: Ebu Hüreyre'nin şu rivayetinden daha
doğru lememi tarif eden bir şey görmedim: Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Şüphesiz Ademoğlu üzerine zinadan nasibi yazılmıştır, çaresiz onu yapar:
Gözün zinası bakmaktır, dilin zinası konuşmaktır, nefis temenni eder, ister.
Organ da onu ya tasdik eder veya tekzip eder." Yukarıda da geçen bu
hadis-i şerifi aynen tekrar ettim. Çünkü bu, bu konuya açıklık getirmektedir.
İfade edilmek istenen şudur: En çirkin olan ve dünyada hadd cezasını, ahirette
azabı gerektiren gerçek zina bilfiil gerçekleşen ilişkidir. Ancak diğerlerinin
de günahtan nasibi vardır.
4- İster büyük ister küçük
olsun günahından tevbe edip bağışlanmasını isteyen için Allah'ın mağfireti
geniştir. Mağfirete nail olamayanlar ise kötülükte ısrar eden ve tevbesiz
ölenlerdir. Nitekim şu ayet-i kerimelerde bu ifade ediliyor: "Muhakkak
Allah, kendisine şirk koşulmayı affetmez. Bunun dışındakilerde dilediği
kişileri affeder." (Nisa, 4/48), "Muhakkak onlar Allah ve Rasulünü
inkâr ettiler ve onlar fasıklar olarak öldüler." (Tevbe, 9/84).
5- Allah kullarına
kendilerinin bütün ahvalini, efâlini ve akvâlini bildiğini bildirdi. İnsanları
onlardan daha iyi bildiğini, babalan Âdem (a.s.)'ı topraktan yarattığı zamandan
başlayıp analarının karnında devam edip geldiklerini, oluşum ve gelişimlerinde
su ve toprağa dayanan gıdalara dayandıklarını bildiğini zikretti. Zira
herkesin aslı topraktandır. Toprak gıda olur, sonra nutfe (meni) olur. Bütün
bunların zikredilmesinde Allah'ın sapıklığa düşenleri bilmekte olduğu
vurgulanmaktadır.
6- Allah insanın kendisini
temize çıkarıp medhü sena etmesini yasak etti. Çünkü bu hal riyadan daha uzak,
huşuya daha yakındır. Ve Allah ih-lâs içinde amelde bulunup yasaklarından uzak
duranları bilir. İbni Abbas şöyle demiştir: Rasulullah (s.a.) hariç bu ümmetten
hiç kimseyi tezkiye edemem (günahsızdır diyemem).
[32]
33, 34- Şimdi (haktan) dönen, (malından) biraz verip de gerisini sert
kaya gibi elinde tutan adamı gördün mü?
35- Gaybın ilmi onun nezdindedir de kendisi mi görüyor?
36, 37- Yoksa Musa'nın ve vazifesini tastamam ifa eden İbrahim'in
sahifelerinde olanlardan haberdar mı edilmedi?
38- Hakikaten hiçbir günahkâr di-
39- Hakikaten insan için kendi çadan bakası yoktur-
40, 41-Hakikaten çalıştığı ileride
görülecek, sonra buna en kâmil
karşıhk verilecektir.
42- Şüphesiz ki en son gidiş
ancak Rabbinedir.
43- Hakikat şu: Güldüren de,
ağlatandaO'dur.
44- Hakikat şu: Öldüren de, dirilten de O'dur.
45, 46- Hakikaten meniden, döküldüğü zaman erkek ve dişi iki çifti O
yarattı.
47- Şüphesiz ki tekrar diriltmek de Ona aittir.
48- Hakikat şu: (İnsanı) muhtaç olmaktan O kurtardı ve O sermaye sahibi
kıldı.
49- Hakikat şu: Şi'ra'nın Rabbi de O.
50- Hakikat şu: Evvelki Âd'ı O helak etti,
51- Semud'u da. Öyle ki bırakmadı.
52- Daha evvel Nuh kavmini de. Çünkü bunlar çok zalim ve çok azgınların
ta kendileri idi.
53, 54- (Lût kavminin) altı üstüne gelen kasabalarını da O, kaldırıp
yere çarptı da, onlara giydirdiğini giydirdi.
"... giydirdiğini giydirdi" ayetinde neyin giydirildiği tazim
için müb-hem bırakılmıştır.
"Güldüren-ağlatan", "öldüren-dirilten" kelimeleri
arasında tezat vardır.
[33]
"Şimdi" hakka tâbi olup orada sebat etmekten yüz çevirip
"dönen", malından "biraz verip de gerisini" getirmeyip
"sert kaya gibi elinde tutan adamı gördün mü?"
"Gaybın ilmi onun nezdindedir de" onun adına başkasının
ahiret azabını yükleneceğini sadece "kendisi mi görüyor" biliyor?
"Yoksa Musa'nın ve vazifesini tastamam ifa eden İbrahim’in
sahifelerinde olanlardan haberdar mı edilmedi?"
"Hakikaten hiçbir günahkar diğerinin günahını çekmez. Hakikaten
insan için kendi çalıştığından başkası yoktur." Herkes kendi yaptığı
hayırdan faydalanacak, başkasının hayrından ona fayda olmayacak.
İyilik yapanlar için bir takdir, kötülük yapanlar için de bir tekdir olmak
üzere mahşer halkı tarafından "hakikaten çalıştığı ileride görülecek.
Sonra buna" insanın bu çalışmasına hiçbir eksiltme yapılmadan "en
kamil karşılık verilecektir."
"Şüphesiz ki" ölümden sonra kıyamette "en son
gidiş" ve varış, nihaî dönüş "ancak Rabbinedir. Hakikat şu:"
Dünyada "öldüren de" haşir için "dirilten de O'dur."
"Hakikaten meniden" ana rahmine "döküldüğü zaman erkek
ve dişi iki çifti O yarattı. Şüphesiz ki" bu ilk yaratmadan sonra
kıyamette ruhları cesetlere iade etmek suretiyle "tekrar diriltmek de
O'na aittir."
"Hakikat şu:" insanlardan dilediğine mal vermek suretiyle
"muhtaç olmaktan O kurtardı ve O sermaye sahibi kıldı."
"Hakikat şu:" Bazı Arap kabilelerinin cahiliye devrinde
taptığı o parlak "Şi'ra yıldızının Rabbi de O."
"Hakikat şu: Evvelki Âd'ı O helak etti. Semud'u da. Öyle ki
bırakmadı. Daha evvel Nuh kavmini de. Çünkü bunlar çok zalim ve çok azgınların
ta kendileri idi."
Evvelki Âd, Hud kavmidir. Bunlar Nuh'un neslinden gelen Âd'ın oğullandır.
Diğer Âd kavmi ise Salih Peygamber'in kavmi Semud'dur.
"Daha evvel Nuh kavmini de" sözünden maksad Âd ve Semud'dan
önce helak edilen Nuh kavmidir. Nuh Peygamber bunlara dokuz yüz elli sene
tebliğde bulunduğu halde ona iman etmedikleri gibi eza vermekten de geri
durmadılar. Lût kavminin "altı
üstüne gelen kasabalarını da" Cebrail'e emretmek suretiyle "O
kaldırıp yere çarptı da onlara giydirdiğini giydirdi." Burada ne
giydirildiğinin kapalı bırakılması bir korku salmak ve gelen musibetin hepsine
geldiğini ifade etmek içindir.
[34]
Vahidî ve İbni Cerir'in rivayetlerine göre Mücahid ve İbni Zeyd, 33-41
arası ayetlerin Velid bin Muğire hakkında indiğini söylemişlerdir. Velid
müslüman olmuştu. Müşriklerden birisi onu ayıpladı ve: "Niçin büyüklerin
dinini terkettin ve onları sapık saydın ve onların cehennemde olduklarını iddia
ettin?" dedi. O da "Allah'ın azabından korktum." cevabını verdi.
Bunun üzerine o şahıs, Velid'in kendisine bir miktar mal vermesi halinde günahlarını
yükleneceğine kefil oldu. Bunun üzerine Velid tekrar müşrik oldu. Sonra
vaadettiği malın bir kısmını verdikten sonra cimrilik yapıp gerisini vermedi.
Bunun üzerine bu ayetler indi.
Muhammed bin Ka'b el-Kurazî'ye göre ise Ebu Cehil hakkında inmiştir.
Ebu Cehil, "Vallahi aslında Muhammed üstün ahlaktan başka bir şey
emretmiyor" demişti. "Biraz verip de gerisini sert kaya gibi
tuttu" ayeti işte bunu ifade etmektedir.
İbni Ebi Hatem'in rivayetine göre İkrime şöyle dedi: Rasulullah bir
gazaya çıkacaktı. Birisi gelip binek istedi. Rasulullah (s.a.) ona verecek binek
bulamadı. O adam bir ahbabını gördü, ona: "Bana bir şey ver." dedi. O
da "Günahlarımı sen çekmen şartı ile şu genç devemi sana vereyim."
dedi. Adam "Olur." dedi. Bunun üzerine bu ayetler indi.
Vahidî'nin rivayetine göre Hz. Ayşe şöyle dedi: Rasulullah (s.a.) gülüp
eğlenen bir grup insana rastladı. Onlara: "Benim bildiğimi siz bilseniz kesinlikle
az güler çok ağlarsınız." buyurdu. Bunun üzerine Cebrail "Güldüren
de, ağlatan da O'dur" ayetini (43. ayet) indirdi. Rasulullah hemen o
g-ruba geri dönüp şöyle dedi: Daha kırk adım gitmemiştim ki Cebrail bana geldi
ve "Git onlara de ki: Allah şöyle diyor: "Hakikat şu: Güldüren de
ağlatan da O."
[35]
Allah ilminin genişliğini ve kıyamet günü iyilik ve kötülük yapanlara
karşılığını verecek üstün kudrete sahip olduğunu ve müşriklerin putlara ibadet
etmelerindeki cahilliklerini beyan ettikten sonra bir kısmının indirilen vahyi
duymasına rağmen İslâm'a girmekten ve iman etmekten ısrarla kaçtığını İbrahim
ve Musa Peygamberlerin şeriatlarında olduğu gibi diğer bütün şeriatlarda da
şahsî veya ferdî sorumluluk prensibinin esas olduğunu, hiçbir kişinin bir
başkasının günahını yüklenemeyeceğini, her insanın ancak kendi yaptığı hayırdan istifade
edeceğini, bu bilindiği halde kalkıp da başkasının günahını yüklenebileceğini
iddia eden kişinin bu iddiasının ne kadar kötü olduğunu hayret ifade eden,
azarlayıcı bir üslûpla zikretti.
[36]
Allah kendisine itaat etmekten kaçınan herkesi azarlayıp zemmederek
şöyle buyurdu:
"Şimdi (haktan) dönen, (malından) biraz verip de gerisini sert
kaya gibi elinde tutan adamı gördün mü? Gaybın ilmi onun nezdindedir de kendisi
mi görüyor?" Yani hayırdan dönen, hakka uymaktan kaçan, malından biraz
verip sonra başkasının onun günahını yüklenmesi uğruna vermekten vazgeçen veya
İbni Abbas'ın tefsirine göre biraz itaatta bulunup sonra bunu kesen o kişinin
durumu sana haber verildi, bildirildi mi? İnkarı imana tercih eden bu kâfirin
nezdinde, ona göre gâib olan azap hakkında bilgi var da, o kıyamet gününde
arkadaşının kendi adına günahlarını yükleneceğine mi inanıyor? Hayır, iş onun
zannettiği gibi değildir.
Bu ayetler "İşte o, tasdik etmemiş, namaz da kılmamış, fakat
yalanlamış arkasını dönmüş." (Kıyame, 75/31-32) ayetleri ile aynı mealde
ayetlerdir.
Sonra Allah bütün din ve nizamların ittifak ettiği "sorumluluğun
şahsîliğini" ona hatırlatarak şöyle buyurdu: 'Yoksa Musa'nın ve
vazifesini tastamam ifa eden İbrahim'in sahifelerinde olanlardan haberdar mı
edilmedi?" Yani, yoksa o Tevrat'ın fasıllarında ve "Bir zamanlar
Rabbi İbrahim'i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine
getirince "Ben seni insanlara önder yapacağım." demişti."
(Bakara, 2/124) ayetinde beyan edildiği gibi kendisine emrolunanı eksiksiz ve
tastamam yapan, elçilik vazifesini en mükemmel şekli ile eda eden İbrahim'in
sahifelerinde bildirilenlerden haberdar edilmedi mi? İbrahim (a.s.) bütün
emirleri yerine getirip bütün yasak olanları terkettikten ve peygamberlik
vazifesini eksiksiz tebliğ ettikten sonra bütün hal ve haketlerinde söz ve
fiillerinde insanlar için kendisine uyacakları bir önder olmaya hak
kazanmıştır.
İbrahim ve Musa'ya gelen kitapları zikretmekle yetinilmiştir. Çünkü
müşrikler kendilerinin İbrahim'in dini üzre olduklarını, Ehl-i Kitap da
Tevrat'a uyduklarım iddia ederler. Âlâ suresi 19. ayette İbrahim (a.s.)'ın
sahifeleri önce, Musa (a.s.)'a gelen sonra zikredildiği ve zaman olarak da öyle
olduğu halde burada bunun aksi olarak önce Musa'nın sahifelerinin
zikredilmesinin sebebi İbrahim (a.s.)'ın sahifeleri zaman bakımından daha uzak
olması ve onlardaki öğütlerin müşrikler arasında meşhur olmamasıdır. Halbuki
Musa'nın Tevrat'ı daha vakın, daha yaygın ve daha çoktu.
Sonra Allah, İbrahim ve Musa Peygamberlere gelen kitaplarda neler
bulunduğunu beyan sadedinde şöyle buyurdu:
1-
"Hakikaten hiçbir
günahkâr diğerinin günahını çekmez" Yani hiç kimse başkasının günahı
sebebiyle muâhaze olunmaz, herkes inkâr veya herhangi bir günah olsun işlediği
cürmün günahını yalnız kendisi çeker, onun adına bir başkası çekmez. İşte bu,
"ferdî mesuliyet' veya "şahsî mes'uliyet" veya "Eğer yükü
ağır gelen kimse onu taşımak için çağırsa, bu çağırdığı akrabası da olsa ondan
bir şey taşınmaz." (Fâtır, 35/18) ayeti gibi birçok ayette beyan edildiği
"hiç kimse başkasının günahı sebebiyle muâhaze olunmaz" prensibidir.
2-
"Hakikaten insan için
kendi çalıştığından başkası yoktur." Yani onun için sadece çalıştığının
ecri, yaptığının karşılığı vardır, yapmadığı bir işin ecrini hak etmez. Bu
prensip yukarıdakinin mukabilidir. Yani hiç kimse bir başkasının sorumluluğunu
veya günahını yüklenmeyeceği gibi ecir ve sevap olarak da ancak kendisi için
yaptığının karşılığını alacaktır. Ayetin maksadı salih amellerin ve her bir
amelin karşılığı olduğunu beyan etmektir. Dolayısıyla hayra sevap, şerre ceza
verilir. Ayet-i kerimede salih amele daha fazla teşvik etmek için "çalıştığı"
şeklinde mazi sığası ile ifade edilmiştir.
İmam Şafiî bu ayetten ölüler için okunan Kur'an'ın sevabının onlara
ulaşmayacağı hükmünü çıkarmıştır, çünkü bu onların kendi işi ve kazancı
değildir. Ancak dört mezhepte itimad edilen şudur ki yapılan kıraetin sevabı
ölülere ulaşır. Çünkü bu bir hibedir ve okunduğu zaman rahmetlerin indiği
Kur'an ile dua etmektir. Nitekim hadis-i şeriflerde duanın ve sadakanın ölüye
ulaştığı sabit olmuştur ve bunun üzerinde icma edilmiştir. Müslim Sahih'inde,
Buhari Edebü'l-Müfred'de ve İbni Mâce hariç diğer Sünen sahiplerinin Ebu
Hüreyre'den rivayet ettiklerine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"İnsan öldüğü zaman ameli kesilir. Ancak şu üç şeyden dolayı kesilmez:
Sadaka-i cariye, kendisinden faydalanılan bir ilim veya ona dua eden salih bir
evlât." Kurtubî şöyle dedi: "Birçok hadis bu hükme delâlet ediyor:
Başkası tarafından yapılan salih amelin sevabı mümine ulaşır."[37]
3-
"Hakikaten çalıştığı
ileride görülecektir." Yani onun ameli muhafaza edilmektedir, mizanında bulacaktır,
ondan hiçbir şey zayi olmaz. İhmalkâr davrananları kınamak ve ilân etmek için
kıyamet günü bu çalışması ona ve mahşer halkına arzolunacaktır. Nitekim ayet-i
kerimede şöyle buyrulur: "De ki: Yapın, amellerinizi Allah da, Rasulü de,
müminler de görecektir. Sonra görüleni ve görülmeyeni bilen Allah'a
döndürüleceksiniz de O size yapmakta olduklarınızı haber verecektir."
(Tevbe: 9/105) Yani size onu haber verecek ve eksiksiz size karşılığını
verecektir. Hayır ise hayır, şer ise şer verecektir.
4- “Sonra buna en kamil
karşılık verilecektir” Yani insana çalışmasının karşılığı verilir, eksiltmeden
bütünüyle amelinin karşılığını görür. Kötülükse misli ile cezalandırılır,
iyilik ise on mislinden yedi yüz misline kadar mükâfatlandırılır.
5-
"Şüphesiz ki en son
gidiş ancak Rabbinedir." Yani kıyamet günü dönüş ve varış Allah'adır,
başkasına değil. O insanların küçük büyük bütün amellerinin karşılığını
vercektir. Bu ifade kötüler için bir tehdit ve korkutma, iyiler için bir
teşvik ve sevdirmedir ki kulların kıyamet günü Allah'a döndürülmeleri ve
amellerinin karşılığını almaları için O'na arzolunacaklan konusunda düşünmeyi
gerektirmektedir. Nitekim başka ayetlerde de buna işaret edilmiştir. Meselâ:
"Her şeyin mülkiyeti elinde olan Allah'ı tenzih ederim. O'na döndürüleceksiniz."
(Yasin, 36/83). İbni Ebî Hatem'in rivayetine göre Amr bin Meymun el-Evdî şöyle
dedi: Muaz bin Cebel ayağa kalkıp bizim kabileye şöyle dedi: Ey Evd oğulları,
ben Allah Rasulünün size gönderdiği elçisiyim. Bilirsiniz ki dönüş Allah'adır,
ya cennete veya cehennemedir."
6-
"Hakikat şu: Güldüren
de, ağlatan da O'dur." Yani dünyada dilediğini sevindirerek güldüren,
dilediğini üzerek ağlatan, kullan hakkında gülmeyi de ağlamayı da, sevinç ve
üzüntü ile bunların sebeplerini yaratan da O'dur. Bu ikisi ayrı şeylerdir.
Denilmek istenen şudur: Sevindirecek sa-lih ameli, üzüntü verecek kötü ameli
yaratan O'dur. Bu ilâhî kudretin delilidir. Burada özellikle ağlama ve gülme
vasıflarının zikredilmesinin sebebi bu sıfatların ta'lil edilememesi, sebebinin
bilinemeyişidir. Yani hiç kimse gülme ve ağlama sıfatının canlılar içinde
sadece insanda bulunuşunun sebebini bulamaz.
7-
"Hakikat şu: Öldüren de
dirilten de O'dur." Yani Allah "O, hanginizin daha güzel amel
edeceğini imtihan etmek için ölümü de dirimi de takdir eden ve
yaratandır." (Mülk: 67/2) ayetinde de beyan edildiği gibi ölümü de, hayatı
da yaratan O'dur. O öldürmeye de, diriltmeye de, tekrar yaratmaya da kadirdir.
8-
"Hakikaten meniden,
döküldüğü zaman erkek ve dişi iki çifti O yarattı. " Yani insan veya
hayvan cinsinden her birini meniden veya rahme dökülüp atılan az bir sudan
erkek ve dişi iki sınıf olarak yaratan sonra o nutfeye ruh üfleyen neticede onu
bir insan veya hayvan bünyesi yapan Allah'tır. Bu, nutfeye arız olan zıtlıklar
cümlesindendir. Zira aynı nutfenin bir kısmı erkek, bir kısmı dişi olarak
yaratılır.
9- Şüphesiz tekrar diriltmek
de O'na aittir." Yani kıyamet günü ruhları cesetlere iade edecek
Allah'tır. Allah nasıl ki insanı hiç yoktan yarattı ise, onu tekrar yaratmaya
da kadirdir ki işte bu kıyamet günü ikinci yaratılıştır. Bu, haşre işarettir.
10-
"Hakikat şu: (İnsanı)
muhtaç olmaktan O kurtardı ve O sermaye sahibi kıldı." Yani insanlar için
gördüğü hikmet ve maslahata göre kullarından dilediğini zengin yapmak, fakir
yapmak veya mal verip vermemek her ikisi de Allah'ın elinde, onun yetki ve
tasarrufundadır.
11-
"Hakikat şu: Şi'ra'nın
Rabbi de O." Yani şiddetli sıcaklarda Cevzâ'nın gerisinde görülen
"Mirzemü'l-cevzâ" veya "Abûr"da denilen o parlak, ışıl ışıl
yıldızın sahibi de işte O'dur ki Huzâa ve Himyer kabileleri o yıldıza
taparlardı.
Yıldızların içinde iki tane Şi'ra adında yıldız vardır. Birisine
Yemâniy-ye, diğerine Şâmiyye denir. Öyle görülüyor ki -Razî'nin de dediği gibi-
birine Yemâniyye denilmesi Yemen halkının ona tapmasından dolayıdır. Bu yıldıza
ilk tapan kişi Arab eşrafından Ebu Kebşe'dir. Bu yüzden Kureyş, kendi dinlerine
muhalefet eden Rasulullah'ı, yine kendilerine muhalefet etmiş olan Ebu Kebşe'ye
benzeterek "Ebu Kebşe'nin oğlu" demişlerdi. Ebu Kebşe ana tarafından
Rasulullah'ın dedeleri arasındadır. Ebu Süfyan Mekke'nin fethi günü İslâm
ordusunun önünden geçişini seyrederken: "Vallahi Ebu Kebşe'nin oğlunun
işi krallığa dönüştü." demişti. Ayrıca Kureyş müşrikleri de "Ebu
Kebşe'nin oğlundan bir şey görmedik." şeklinde konuşurlardı.
12- "Hakikat şu: Evvelki
Âd'ı O helak etti." Yani Hûd Peygamber'in kavmi olan eski Âd'ı Allah helak
etti. Nuh'tan sonra ilk helak edilen ümmet bunlardır. "Görmedin mi Rabbin
ne yaptı Âd'e, o direkli İrem'e ki o beldelerde bir benzeri yaratılmayandı."
(Fecr, 89/6-8) ayetlerinde de işaret edildiği gibi bu kavme Nuh'un oğlu Sâm'ın
oğlu İrem'in oğlu Âd denilir. Bunlar en güçlü, en kuvvetli ve Allah ile
Rasulüne karşı en âsi kavim idiler. Bu yüzden Allah onları 'Yedi gece, yedi
gün üzerlerine musallat ettiği uğultulu azgın bir rüzgâr ile..." (Hakka,
69/6-7) helak etti. Müberrid'e göre diğer Ad da Salih Peygamber'in kavmi
Semud'dur.
13- "Semud'u da (helak
etti). Öyle ki, bırakmadı." Yani Âd'ı helak ettiği gibi, Semud'u da helak
etti, günahları yüzünden onları cezalandırıp perişan etti. Öyle ki her iki
kavimden de kimse kalmadı. Nitekim ayette: "Şimdi onlardan bir kalan
görüyor musun?" (Hakka, 69/8) diyerek buna işaret edilmektedir.
14-
"Daha evvel Nuh kavmini
de. Çünkü bunlar çok zalim ve çok azgınların ta kendileri idi." Yani Âd
ve Semud, bu iki kavimden önce de Nuh kavmini helak etmiştik. Çünkü onlar Âd ve
Semud'dan daha zalim, daha azgın, kendilerinden sonra gelenlerden daha isyankâr
ve sınır tanımaz bir kavim idiler. Çünkü zulmü başlatan onlardı, zulmü başlatan
daha zalimdir. Nitekim bir hadiste: "Kim kötü bir yol açarsa, o kötülüğün
ve daha sonra onu yapanların günahı onun üzerinedir."[38]
Nuh kavminin daha azgın sayılmasının sebebine gelince: Onlar, Nuh (a.s.)'ın
kendilerini uzun müddet davet etmesi sebebiyle uzun zaman öğüt dinleme
imkanları oldu, buna rağmen isyan ederek Allah'a karşı azgınlık yaptılar, inkâr
üzerinde ısrar edip büyüklük tasladılar. O kadar ki Nuh Peygamber'i: "Ey
Rabbim yer yüzünde kâfirlerden yurt tutan (veyA gezip dolaşan) hiçbir kimse
bırakma." (Nuh, 71/26) diyerek haklarında beddua etmeye mecbur bıraktılar.
15- "(Lût kavminin) altı
üstüne gelen kasabalarını da o kaldırıp yere çarptı da onlara giydirdiğini
giydirdi." Yani Lût kavminin köylerini kasabalarını altını üstüne
getirerek yere çaldı. Bu köyleri önce yukarı kaldırdıktan sonra yere çalan
Cebrail idi. Sonra Allah üzerlerine pişmiş kerpiçten taş yağmuru yağdırdı da o
köyleri taşlarla ve çeşitli azaplarla örttü. Nitekim Şuara suresinin 173.
ayetinde bu zikredilmiştir: "Onların üzerine şiddetli bir yağmur
yağdırdık da, uyarılmışların yağmuru fena olmuştu." Harap edilen bu
köyler "alt-üst olmuş" manasına "el-mü'tefeket" kelimesi
ile ifade edildi. Çünkü bu ismin fiili olan "i'tefeket" "ters
döndü, altı üstüne geldi" manasınadır.
"Onlara giydirdiğini giydirdi." ayetinde ne giydirildiğinin mübhem bırakılması, giydirilen o azabın büyüklüğünü ve umumiliğini ifade etmek içindir. Katade şöyle der: Lût kavminin köylerinde on altı bin insan yaşardı. O vadi bunların üzerine fırın ağzından çıkan gibi ateş, petrol ve katran püskürttü. [39]
Bu ayetler şu hususlara delâlet etmektedir:
1- Allah ibret ve ders
alınması ve yapılanların çirkinliğini göstermek için özellikle müşriklerden
belirli birinin fiilinin kötülüğünü zikretti ki bu kişi kıyamet günü kendi
günahlarını çekmesi için birine bu dünyada bir parça mal vermeyi vaadetmiş,
bunun da pek azını verdikten sonra kalanını kesmişti.
2- Bu kişinin ilkel cahiliye aklının saflığından başka esas zafiyet noktası
gaybı bilmeyişidir. Onun için Allah "Onun göremediği azap hakkında bilgisi
mi var?" demek suretiyle bunu reddetti.
3-
Allah, İbrahim ve Musa'ya
gönderilen kitaplarda bildirilen şu on esası hatırlattı:
a) Hiç kimsenin başkasının günahından sorumlu olmaması. İşte bu "hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü üslenmez." (İsra, 17/15) prensibidir.
b) Her insan ameli ile, her
kişi ihsanı ile başbaşadır. Amel ve salih niyet olmadan sevap olmaz.
c) Amelin devamlı bir eseri
vardır, o ameli yapanın mizanında muhafaza edilir; hayır olsun şer olsun,
ondan hiçbir şey kaybolmaz.
ç)
Her insan yaptığının ve
çalışmasının karşılığını eksiksiz görecek. Kötülük misli ile, iyilik o
mislinden yedijpüz misline kadar karşılık görecektir.
d)
Bütün yaratıkların dönüş ve varışı
Allah'adır; sonra iyi, sevabını; kötü, cezasını bulur.
e) Gülmeyi ve ağlamayı, sevinci ve üzüntüyü Allah yaratır. Allah gülmeyi ve ağlamayı diğer canlılar arasında sadece insana vermiştir. Diğer canlılar arasında hem gülen hem ağlayan yoktur.
f) Allah ölümü ve hayatı ve
bunların sebeplerini yarattı.
g) Allah tek bir şeyden erkek
ve dişi olmak üzere iki zıt sınıfı yaratmıştır ki bu "şey" nutfe
(meni)dir, yani bir parçacık sudur.
ğ) Allah yeniden diriliş için
cesetlere ruhları iade etmeye gücü yetenin ta kendisidir ki bu haşirdir.
h) Allah insanların nzıklannı
farklı yaratmış; istediğini zengin, istediğini de fakir yapmıştır.
Son beş esas Allah'ın kudretine delâlet etmektedir. Allah yine kudretine
delâlet eden başka beş örnek veya misal daha vererek bunu vurgulamıştır. Bu
örnekler şunlardır:
1- Allah, Şi'ra'nın Rabbidir.
Allah diğer yıldızların da Rabbi olduğu halde sadece Şi'ra'nın Rabbidir
denmesinin sebebi, Himyer ve Huzâa kabilelerinin ona tapmalarından dolayıdır.
2- Allah o âsi, güçlü,
mütekebbir Âd'ı uğultulu bir rüzgârla helak etti.
3-
Allah, Salih Peygamber'in
kavmi Semud'u da isyanlarından ve azmalarından dolayı helak etti.
4- Allah Ad ve Semud'dan önce
de daha zalim ve daha azgın olan Nuh kavmini helak etti. Daha azgın sayılmalarının
sebebi Nuh Peygamber onların arasında uzun müddet bulunmasına rağmen kendisine
iman etmemiş olmalarıdır. Hatta içlerinden bazıları çocuğunun elinden tutuyor
Nuh'a götürüyor ve: "Oğlum bu adama dikkat et bu yalancıdır, babam beni
buna getirdi ve benim sana dediğimin aynısını bana dedi." diyor böylece o
baba inkâr üzere ölüyor, küçük de babasının tavsiyesi üzere büyüyordu.
5- Allah, Lût kavminin
şehirlerini helak etti; onların altını üstüne getirdi, yerle bir etti, o
şehirleri taş yığınları haline getirdi. Allah şöyle buyuruyor: "Altını
üstüne getirdik ve üzerine kerpiçten taş yağdırdık." (Hıcr, 15/74).
[40]
55- Şimdi Rabbinin nimetlerinden hangisi hakkında şüphe edersin?
56- İşte bu da korkutan evvelkilerden bir korkutucudur.
57- Yanaşan yaklaştı.
58- Onu Allah'dan başka açığa çıka-
59- Şimdi siz bu söze mi şaşıyorsunuz?
60- Ve gülüyorsunuz, ağlamıyorsunuz?
61- Siz gafil ve oyuna kapılmış kişilersiniz.
62- Haydi On'a secde edin, kulluk edin.
"Gülüyorsunuz, ağlamıyorsunuz" cümleleri arasında tezat
sanatı vardır. "Ta'cebûn", "tadhakûn",
"lâ-tebkûn" kelimelerinin sonlarında ses uyumu (seci) vardır.
[41]
"Şimdi" ey insan "Rabbinin" birliğine ve kudretine
delâlet eden "nimetlerinden hangisi hakkında şüphe edersin?"
"İşte bu" peygamber "de" Allah'ın azabından
"korkutan evvelki" aynı şeyden korkutan "peygamberlerden"
bir "korkutucudur." Onların kendi kavimlerine gönderilmesi gibi, bu
da size gönderilmiştir.
"Yaklaşan" o kıyamet "yaklaştı. Onu Allah'tan başka
açığa çıkaracak" ne zaman olacağını bilecek ve ona gücü yetecek kimse
"yoktur." Çünkü kıyamet "mugayyabâf'tan yani ne zaman olacağını
Allah'tan başkasının bilemeyeceği hususlardandır.
"Şimdi siz bu söze" bu Kur'an'a "mı şaşıyorsunuz?
Ve" istihza ederek "gülüyorsunuz", yaptıklarınıza üzülerek
"ağlamıyorsunuz?"
"Siz" sizden istenilenlerden habersiz, onlardan yüz çevirmiş,
"gafil ve oyuna kapılmış kişilersiniz."
"Haydi" sizi yaratan Allah'a kul olduğunuzu artık kabul
ettiyseniz, "O'na secde edin", önünde eğilin, ilâhhk yakıştırdığınız
putlara değil, O'na "kulluk edin."
[42]
Bundan önceki ayetlerde Allah önce insana verdiği nimetleri saydı,
yaratıp zengin kıldığını anlattı. Sonra bu nimetlere karşı nankörlük edenleri
kudretiyle nasıl helak ettiğine dair örnekler verdi, öldürmenin de diriltmenin
de kendi elinde olduğunu zikretti. Bu ayetlerde ise Allah'ın nimetlerinden her
hangi birini inkâra kalkış insanı kınadı, şüphe eden, batılı tutup hakka karşı
mücadele edenlerin başına gelen musibetin benzerinin onun da başına
gelebileceğini haber verdi. Sonra ona Kuranın ve Peygamber'in uyarılarını
hatırlattı. Tevhidi ve peygamberliği beyan ettiketn sonra "yaklaşan
yaklaştı" ifadesiyle haşrin yaklaştığını beyan ederek bu sureyi bitirdi.
Kur'an'ı inkâr edip onu yalan saymaya, Kur'an'ın getirdikleri ile amel etmemeye
ve onun ders ve hikmetlerinden gafil kalıp yüz çevirmeye karşı uyanda bulundu.
Allah'a tam manasıyla boyun eğmeye, ihlâs ve itina ile yalnız O'na ibadet
etmeye çağırdı.
[43]
"Şimdi Rabbinin nimetlerinden hangisi hakkında şüphe
edersin?" Yani ey gerçekleri yalan sayan insan, Rabbinin nimetlerinden
hangisi hakkında şüphe eder, tereddüde düşersin? Bu ayet Rahman suresinde
defalarca tekrar eden "Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlayabilirsiniz?" ayetinin benzeridir. Burası söz başlangıcıdır. Hitap
umumidir, her insanadır. "Nimetler"den maksad daha önce sayılan
nimetlerdir ki bunlar Allah'ın kullarını yaratması, zengin kılması, yeri göğü
ve bunlarda insan için nice nimetleri yaratmasıdır.
"İşte bu da (azaba karşı) evvelki uyarıcılardan bir
uyarıcıdır." Yani bu Kur'an veya bu peygamber Muhammed (s.a.) de önce
gelip geçmiş uyarıcı peygamberler cümlesinden bir uyarıcı, korkutucu ve ikaz
edicidir. Yani Kur'an-ı Kerim de önceki semavî kitaplar gibi uyarıcıdır.
Peygamber kendinden önce geçmiş peygamberler gibi size gönderilmiş bir
elçidir, onlar nasıl kavimlerini uyarmışlarsa, o da sizi uyarmaktadır. Nitekim
ayet-i kerimede: "De ki: ben peygamberlerden ilk defa gelmiş biri
değilim." (Ahkaf, 46/9); "O ancak, şiddetli bir azap öncesi sizi
uyarıcıdır." (Sebe, 34/46) buyrulmaktadır. Yine bir hadiste Rasulullah
(s.a.): "Ben çıplak uyarıcıyım."[44]
buyurdular. Yani gördüğü çok şiddetli şer karşısında acele edip bir şey giymeye
dahi fırsat bulamadan süratle kavmine koşup onları uyaran kişi gibiyim.
"Yaklaşan yaklaştı." Bu ayet-i kerime "kıyamet
yaklaştı" (Kamer, 54/1); "Kıyamet koptuğu zaman..." (Vakıa, 56/1);
"İnsanlara hesapları yaklaştı." (Enbiya, 21/1) ve "Ne bilirsin,
belki kıyamet yakındır." (Şura, 42/17) ayetlerinde de yakınlığı anlatılan
kıyametin yaklaştığını ifade etmektedir. Bu ayette kıyametin her gün biraz daha
yaklaştığına, kopmak üzere olduğuna dikkat çekilmiştir. Ayet-i Kerimeler sıra
ile şu üç aslı ispat için kıyamete işaret etmektedir. Birinci asıl Allah ve
Allah'ın birliği: "Şimdi Rabbi-nin nimetlerinden hangisi hakkında şüphe
edersin"?" İkinci asıl: Peygamber ve peygamberlik: "Bu bir uyarıcıdır."
Sonra haşir ve kıyamet: "Yaklaşan yaklaştı." Ahmed bin Hambel'in Sehl
bin Sa'd'den rivayet ettiği hadiste Ra-sulullah (s.a.) şehadet parmağı ile orta
parmağım hafif ayırarak: "Ben ve kıyamet işte böyleyiz." buyurdular.
Yine Ahmed bin Hanbel, Buhari ve Müslim'in rivayetlerine göre Sehl bin Sa'd,
Rasulullah (s.a.)'in şehadet ve orta parmakları ile işaret ederek: "Benim
peygamber olarak gönderilişim ve kıyamet işte böyledir." dediğini
nakletmiştir.
"Onu Allah'tan başka açığa çıkaracak yoktur." Yani kesinlikle
Allah'tan başka onun zamanını açıklayıp ortaya çıkarmaya gücü yetecek ve
bildirecek bir varlık yoktur. Çünkü kıyametin ne zaman kopacağı mugay-yabâtın
(bilinmeyen beş şeyin) en gizlilerindendir. Öyleyse siz, hiç farkında olmadan
ansızın gelivermeden önce ona hazırlanın. Bu mealde başka ayetler de vardır:
"Şüphesiz kıyametin bilgisi Allah'ın nezdindedir." (Lokman, 31/34) ve
"Onu tam vaktinde, ancak O açıklayacak." (Araf, 7/187).
Bir başka ifade ile ayetin manası şudur: Kıyamet bütün şiddeti ve korkuları
ile varlıkları sardığı zaman Allah'tan başka onu kaldırmaya gücü yeten kimse
olmayacaktır. Şöyle mana vermek daha uygundur: Allah'tan başka kıyameti öne
alacak veya geciktirecek kimse yoktur. Kurtubî de bunu tercih etmiştir.
Sonra Allah, müşrikler ve benzerlerinin Kur'an-ı Kerim'i inkâr etmelerinden
dolayı onları azarlayarak şöyle buyurdu:
"Şimdi siz bu söze mi şaşıyorsunuz ve gülüyorsunuz,
ağlamıyorsunuz1? Siz gafil ve oyuna dalmış kişilersiniz." Yani sizden bir
tekzip olmak üzere Kur'an-ı Kerim'in sahih ve doğru olmasına nasıl
şaşıyorsunuz, alay ederek ona gülüyorsunuz, alay edilecek Kitap olmadığı halde
ayetleriyle alay ediyorsunuz, inananların yaptığı gibi ağlamıyorsunuz ve siz
onu ciddiye almıyorsunuz, habersizsiniz, yüz çevirmişsiniz veya ona karşı
mütekebbir davranıyorsunuz? Buradaki istifham, istifham-ı tevbihdir.
"Haydi Allah'a secde edin, kulluk edin." Yani ey müminler,
hidayet üzere olduğunuza şükretmek için secdeye varın, Allah'a boyun eğin, ibadetle
meşgul olun, samimi olun, Allah'ı tek bilin. Çünkü Allah, sizin böyle
davranmanıza lâyıktır. Rivayet olunur ki bu ayeti okuduğu zaman Rasu-lullah
secdeye gitti. Yanında bulunan müslümanlar ve kâfirler de secde yaptı:
Buhari'nin İbni Abbas'tan rivayet ettiğine göre Rasulullah, Necm suresinde
secde yaptı, yanında bulunan müslümanlar, müşrikler, cinler ve insanlar da
secde etti. Ahmed bin Hanbel ve Neseî, Cafer bin Muttalib'den rivayet
ettiklerine göre Rasulullah (s.a.) Mekke'de Necm suresini okudu ve secde yaptı,
beraberindekiler de secdeye gitti. Muttalip diyor ki -o gün henüz müslüman
olmamıştı- "Ben başımı kaldırdım, secde etmedim." Bundan sonra Necm
suresini okurken kimi duysa, onunla beraber secde ederdi.
[45]
Bu ayetlerden şu hususlar anlaşılabilir:
1-
'Yerde ne varsa hepsini
sizin için yaratan sonra (iradesi ile) semaya yönelip yedi gök halinde onları
düzenleyen O'dur. O her şeyi bilendir" (Bakara, 2/29) ayetinde de ifade
edildiği gibi Kur'an-ı Kerim yaratma, rızık verme, zengin yapma, sağlık ve
kâinatın tamamını insanın maslahatına amade kılma gibi insana verilen
nimetlerden bazılarını ifade ettikten sonra, Allah hangi zamanda olursa olsun,
insanın hâlâ şüphe ve tereddüt geçirmesini, Allah'ın sayısız nimetleri
konusunda cedelleşmesini asla kabul etmez.
2- Önceki kitaplar hangi
konularda uyarmışsa Kur'an-ı Kerim de onlarda uyarı yapan bir kitaptır.
Rasulullah da öyle: Önceki peygamberlerin uyardığı Hak konusunda Rasulullah da
uyarmıştır. Eğer insanlar itaat ed-relerse, felaha erer, kurtulurlar. Bunlar
aynen İbrahim, Musa ve diğer peygamberlerin kitaplarındankilere uygundur.
3-
Kıyamet yaklaştı. Ayet-i
Kerime'de kıyamet "yaklaşan" manasında olan "el-âzifetün"
kelimesiyle ifade edilmiştir. Çünkü her gelecek yakındır.
Allah'tan başka kıyametin vaktini öne alacak veya geciktirecek yoktur.
4- Allah, müşriklerin Kur'an'ı
tekzip etmelerini, ayetleri ile alay ederek gülmelerini, azap tehdidinden
korkup çekinerek ağlamamalarını, Allah'ın kitabından yüz çevirip
oyalanmalarını azarladı.
Rivayete göre bu ayet nazil olduktan sonra Rasulullah'ın hiç güldüğü
görülmedi, ancak tebessüm ederdi. Kurtubî'nin zikrettiğine göre Ebu Hü-reyre
şöyle dedi: "Şimdi siz bu söze mi şaşıyorsunuz?" ayeti indiğinde
Suffe ashabı "İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn" deyip ağlamaya
başladılar. Göz yaşlan yanaklarından akıyordu. Onların ağlamasını duyunca
Rasulullah da ağladı. Sonra şöyle buyurdu: "Allah korkusundan ağlayan,
ateşe girmeyecek, Allah'a isyanda ısrar eden de cennete girmeyecek. Şayet siz
günah işlemeyecek olsanız, mutlaka Allah Sizi yok eder ve günah işleyecek
sonra da kendilerini af ve merhamet edeceği bir kavim getirir. Şüphesiz O
esirgeyici ve bağışlayıcıdır."
Ebu Hazım şöyle dedi: Bir gün Cebrail Rasulullah'a indiğinde yanında ağlayan bir adam gördü ve kim bu?" diye sordu. Rasulullah (s.a.) "o filandır" dedi. Bunun üzerine Cebrail: "Biz insanoğlunun bütün amellerini tartabiliriz ancak ağlamayı tartamayız. Çünkü Allah, bir damla göz yaşı ile cehennemden, okyanusların söndüreceği yer kadar yer söndürür" dedi.
5- Allah hidayete karşı bir
şükür olmak üzere azamet ve celali için kendisine secde edilmesini ve ibadetle
meşgul olunmasını emretti. İbni Mes'ud böyle demiş, Ebu Hanife ve Şafii de bu
görüşü benimsemişlerdir. Yani "Allah'a secde edin" emrinden maksad
tilavet secdesidir. Bu mesele surenin başındaki açıklamalar esnasında da
geçtiği gibi İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre Necm suresi okununca,
Rasulullah secde etti, beraberindeki müşrikler de secde etti. İbni Ömer bu
secdeden maksadın farz olan namaz secdesi olduğunu söylemiştir. Yani İbni Ömer
tilavet secdesinin vacib olmadığı kanaatinde idi. İmam Malik de bu görüştedir.
Kurtubî: "Birinci görüş daha sahihtir." demiştir.
[46]
[1] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/83.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 14/83.
[3] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/83-84.
[4] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/84.
[5] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/85.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 14/86.
[7] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/86-87.
[8] Razî, 28/277.
[9] Işık yılı altı milyon mile
eşittir. Teksas eyaletinin Huston şehrinde bulunan Amerikan Uzay Bilimleri
Merkezi'nin yıllık toplantısına sunulan çalışma raporlarına göre Amerikan uzay
bilimcileri iki Samanyolu tespit etmişler. Bunlar bugüne kadar tesbit edilenlerinin
dünyaya en uzak ve en eski olanlarıdır. Rapora göre bu iki Samanyolu dünyadan
17 milyar ışık senesi uzaklıkta bulunuyor ve bunlar Big-Benk denilen o büyük
patlama sırasında oluşmuştur. Rapora göre bu iki Samanyolu, yıldızlara benzeyen
ve çok kuvvetli elektrik ve mıknatıs yayan (Kâzâr) ışınlarından daha eski ve
daha uzaktır.
[10] İnsan taşıyan ilk uzak aracı
12 Nisan 1961 senesinde Sovyet Rusya'da astronot Ga-garin komutasında uzaya
gönderildi ve dünya çevresinde döndü. Döndükten sonra Rus gazetecilerin
kendisine yönelttiği "Allah'ı buldun mu?" sorusuna bilinen o inkâr
mantığı ile cevabı "Bulamadım." olmuştu. Sonra başka bir Sovyet astronotu
olan ve Gagarin'den daha uzun müddet uzayda kalan Titov, dünyaya döndüğü zaman
aynı soru sorulduğunda: "Evet Yaratıcı'nın büyüklüğünü, ay, güneş ve
dünya arasında koyduğu çekim kanunlarına hakim olmaktaki büyük tasarrufumu
gördüm." diye cevap vermiştir.
[11] Alûsî XXVII7/52 ve devamı.
[12] Hecer, Medine yakınlarında
destisiyle meşhur bir köydür. (en-Nihaye, 3/104). Mütercim.
[13] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/87-92.
[14] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/92-94.
[15] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/95.
[16] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/95-96.
[17] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/96.
[18] İbni Kesir, IV/255.
[19] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/96-99.
[20] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/99.
[21] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/100.
[22] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/100-101.
[23] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/101.
[24] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/101-102.
[25] Razî, XXVIII/311.
[26] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/102-103.
[27] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/104.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 14/104-105.
[29] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/105.
[30] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/105.
[31] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/105-107.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 14/107-109.
[33] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/110.
[34] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/111-112.
[35] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/112.
[36] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/112-113.
[37] Kurtubî, XVII/114.
[38] Hadis sahihtir, Müslim, Ebu
Ömer ve Cerir bin Abdullah'dan rivayet etmiştir.
[39] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/113-117.
[40] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/117-118.
[41] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/119.
[42] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/119-120.
[43] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/120.
[44] Rasulullah kendisini böyle
birine benzetti. İbnussikît, bu kişinin Has'am kabilesinden bir adam olduğunu
Zî'1-Hılsa günü Avf bin Amir'in ona hücum edip onun ve hanımının elini
kestiğini söylemiştir. {en-Nihaye, III/225)
[45] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/120-122.
[46] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/122-123.