- 53 -
Mushaf’taki
sıralamaya göre kitabımızın 53., nüzûl sıralamasına göre 23., mufassal kısmının
birinci sûreler grubunun üçüncü sûresi olan Necm sûresi Mekke’de nâzil
olmuştur. Âyetlerinin sayısı 62’dir.
Hamd yalnız ve
yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne,
O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü
sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Mekkî sûrelerden
olup, İhlâs sûresinden sonra nâzil olmuştur. Otuz ikinci âyeti Medenîdir. Adını
ilk âyetinde geçen "necm" kelimesinden almıştır. Ancak bu kelimenin sûrenin
muhtevası ile doğrudan bir ilgisi yoktur.
İçinde secde âyeti
bulunan ve Mekke'de Rasulullah (s.a.s)'ın açıkça her kese karşı okuduğu ilk sûredir.
Buhârî'nin İbn Abbas (r.a)' dan rivâyet ettiği bir hadiste şöyle denilmektedir:
"Peygamber (s.a.s), Necm sûresini okudu ve sonra secde etti. Onunla
birlikte müslüman-lar, müşrikler ve cinler, hepsi birden secde ettiler. Sadece Umeyye
bin Halef secde etmekten kaçındı ve yerden bir avuç toprak alıp alnına sürerek
şöyle deki: "Bana bu yeter"
Habeşistan'a
hicret eden müminler bu hadiseyi duydukları za-man, Mekke'deki müşriklerin
topluca iman ettiklerini zannetmişler ve bazıları Mekke'ye geri dönmeye karar
vermişti. Mekke'ye bir saatlik bir mesafeye geldiklerinde Kinâne kabilesinden
birisi ile karşılaştılar ve Mekke'deki olayı sordular. Meselenin hiç de
kendilerinin haber al-dıkları gibi olmadığını ve müslümanlara işkencenin devam
ettiğini öğ-rendiler. Bunun üzerine Habeşistan'a birincisinden daha kalabalık
bir ikinci hicret yapıldı (İbn Sa'd, et-Tabakâtül-Kübra, Beyrut I, 205-207).
Bu rivâyetlerden
sûrenin risaletin beşinci yılında nazil olduğu anlaşılmaktadır.
Sûre,
müşriklerin Peygamber (s.a.s)'e yönelttikleri itirazlarının asılsız olduğunu,
onun bir peygamber, okuduklarının ise Cibrîl vasıtası ile indirilmiş Allah
kelâmı olduğunu ve Allah’tan başka tapılanların anlamsızlık ve güçsüzlüklerini
ulvî bir ahenkle sıralanmış âyetlerle or-taya koyuyor. Allah Teâlâ, Kur'an'a
"insan sözüdür" diyenlere sadece âyetlerin manaları ile değil, o
eşsiz üslubuyla da cevaplar vermiştir. Kur'an'a "insan sözüdür"
diyenler onun ilâhî yapısı karşısında acze düşmüşler, iddialarını ispata
çağrıldıkları halde buna cesaret bile edememişlerdi: "Kulumuz Muhammed'e
indirdiğimizden şüphede iseniz, onun benzeri bir sûre meydana getirin. Eğer
iddianızda samimi iseniz, Allah dan başka şahitlerinizi de çağırınız"
(el-Bakara, 2/23).
Hz. Muhammed
(s.a.s), müşriklerin iddia ettiği gibi ne kötü bir yola sapmış ve ne de hakkı
çiğneyerek azanlardan olmuştur: Arkadaşınız (Muhammed) ne doğru yoldan sapmış,
ne de azmıştır" (2). O, sadece Rabbinin kendisine vahy ettiğini insanlara
bildirmektedir. Söylediklerinden hiçbirisini kendi arzu ve hevasından
söylememiştir: "O, kendiliğinden konuşmaz" (3). Bu âyet, sadece
Kur'an âyetlerinin değil, Rasulullah (s.a.s)'in kendi söz, fiil ve davranışlarının
da Allah Teâ-lânın yönlendirmesi ve kontrolü dahilinde cereyan ettiğini ortaya
koymaktadır. Bunun içindir ki, İslâm hukukçuları, Sünneti teşriin ikinci
kaynağı olarak kabul etmişlerdir. Peygamberin söylediği her söz, yaptığı her iş
ve onayladığı her davranış, müslümanlar için örnek alınıp, uyulması gereken
kuralları ihtiva eden, teşriin kaynaklarından birer kaynaktırlar.
Bu, bir
sonraki âyette daha açık bir şekilde dile getirilmektedir: "Onun her
konuştuğu, Allah tarafından vahy edilen bir vahiyden başka bir şey
değildir" (4). Yani Allah Teâlâ, kusursuz bir örnek olsun di-ye, Kur'an’ı
ona vahy etmiş ve pratik hayata uygulanışını, onun yaşantısı ile bütün
insanlığa göstermiştir. İnanan insanlar, İslâm'ı Rasu-lullah (s.a.s)'ın
yaşadığını örnek alarak hayatlarına tatbik etmek zorundadırlar.
Bunun
peşinden, vahyi Peygamber (s.a.s)'e getiren Cebrâil (a.s)'dan ve müşriklerin
onun hakkında yaptığı tartışmalardan bahsediliyor. Cebrail (a.s)'ın her yönüyle
mükemmel bir varlık olduğu, vahyi Peygamber'e getirirken görevini eksiksiz
olarak yerine getirdiği haber verilmekte ve onun Rasulullah (s.a.s)'a aslî sûretinde
bir kaç defa gö-ründüğünden söz edilmektedir: "Andolsun, onu diğer bir
defa daha gördü" (13).
Rasulullah
(s.a.s), Mirac'a çıktığı zaman Allah Teâlâ, büyük â-yetlerinden bir kısmını
göstermiş, onu ilâhî azamet hakkında bilgilendirmişti: "Şüphesiz Muhammed
orada Rabbinin, delillerinden en büyü-ğünü gördü" (18). Allah'ın
büyüklüğü, varlığın üzerindeki tahakkümü ve her şeyin O'nun emrine boyun eğişi
çeşitli şekillerde tebliğ edildikten sonra, halâ iman etmeyip, hiçbir anlamı olmayan
ve kendi elleriyle yaptıkları putlara tapan müşriklere hayret ifade eden bir üslupla
şöyle soruluyor: "Şimdi siz ilâh olarak Lât'ı, Uzzâ'yı ve diğer üçüncüleri
olan Menât'ı mı görüyorsunuz?" (19-20).
Mekkeli
müşrikler tapındıkları bu dişi ilâheleri Allah'ın kızları olarak görüyorlardı.
Allah Teâlâ, onların bu akıl dışı ve hiçbir mantık ölçüsüne sığdırılması mümkün
olmayan inançlarını tenkit ederek, ne kadar büyük bir açmazın içerisinde
bulunduklarını gözler önüne sermektedir: "Erkekler sizin de, kızlar
Allah'ın mı? Öyleyse bu insafsızca bir taksimdir" (21-22). Yani siz bu
ilâheleri Allah'ın kızları olarak kabul ediyorsunuz. Bu ne kadar saçma ve
anlamsızdır ki, kendiniz için kız çocuğu edinmeyi bir zül telakki ederken,
utanmadan onları Allah'a nispet edebiliyorsunuz.
Müşrikler,
tapındıkları putları, Allah’a karşı kendilerine birer şefaatçi olarak telakki
ediyor, zor zamanlarında onların korumasına sığınıyorlardı. Bir dertleri olduğu
zaman, bugün de bazı putperest topluluklarda örnekleri görülen tarzda gidip
onlara şikâyetçi oluyorlardı. Halbuki bu putlar, hiç bir anlamı olmayan ve
kimseye ne fayda ne de zarar veremeyecek olan, kendi elleriyle yaptıkları
cansız varlıklardı. Onlar, ellerinde hiç bir delilleri olmadığı halde,
atalarından işitip gördükleri minval üzere, yaptıklarını hiç bir tenkide tabi
tutmadan aynıyla devam ettiriyorlardı: "Taptığınız bu putlar sizin ve
atalarınızın uydurduğu boş isimlerden başka bir şey değildir. Allah onların hak
olduğu hususunda hiç bir delil indirmemiştir" (23).
Bu şekilde
putlar edinip onlara saygı göstererek tapınma olayının bu günkü "ilkel
toplum" anlayışıyla izah edilecek bir tarafı yoktur. Çünkü günümüzde,
kendilerinin çağdaş ve yüksek kültür seviyesinde olduklarını iddia eden bir
takım topluluklar, halâ o eski çağların ilkel anlayışlarının devamı niteliğinde
olan bir tarzda, kendi düşünceleriyle üretip ilahlaştırdıkları bir takım
tağutların, heykellerini dikerek, şikâyet, istek ve arzularını gidip onlara arı
edebiliyor ve onlardan medet umabiliyorlar. İcra edilen tapınma olayı incelendiğinde
bugün yapılanla yüzlerce yıl önce icra edilen tapınmanın mahiyet itibarıyla
birbirinden hiç de farklı olmadığı görülecektir. Bu da, cahiliye anlayışının
geleneksel olduğunu, görüntü itibariyle farklı gibi görünse bile, binlerce yıl
öncesinin yöntemlerinin aynıyla kullanıldığını göstermektedir.
Bu
varlıklardan, yardım ve şefâat dilemenin hiçbir mantıkî dayanağı yoktur. Çünkü,
Allah Teâlâ'nın dilemesi olmadan, hiç bir şeyin bir başkasına faydası ve zararı
dokunamaz. Allah'ın nezih kulları olan melekler bile O'nun izni olmadan hiç
kimseye bir yardım edemezken, Allah'a şirk koşulan cansız şeyler; nasıl bir
fayda sağlayabilir?
Bu gerçekler
ifade edildikten sonra; inkârcıların inkâr ettikleri şey hakkındaki
bilgisizliklerinden bahsedilerek, onların Allah tarafından mutlaka cezalandırılacakları
gerçeği zikredilir.
İman edip
iyilikte bulunanlar ise, en güzel şekilde mükafatlandırılacaklardır. Onlar,
büyük günâhlardan ve hayasızlıklardan şiddetle kaçınırlar. Küçük günâhları ise
Allah tarafından bağışlanacaktır. Bütün bunlar, inkârcıların veya başkalarının
istek ve arzuları doğrultusunda gerçekleşecek değildir. Bu kararı, her şeyi
hakkıyla bilen Allah Teâlâ verecektir. Bu hususu Allah Teâlâ şöyle ifade
etmektedir: "O iyi amellerde bulunanlar küçük kusurları hariç, büyük günâhlardan
ve hayasızlıklardan kaçınırlar. Şüphesiz Rabbin, bağışlaması bol olandır. Kimin
takva üzere olduğunu da O çok iyi bilir" (32).
Bunun
peşinden, Hz. İbrahim (a.s) ve Musa (a.s)'a verilen sa-hifelerde açıklanmış
olan dinin temel prensipleri zikredilir: "Kimse kimsenin günâhını
yüklenmez. İnsan için çalıştığının karşılığından başka bir şey yoktur. İnsan
yaptığı amelinin karşılığını mutlaka görür" (38-40).
Bu âyetler,
çok büyük gerçekleri ihtiva etmektedir: Her insan, işlediği kötü amel işin yalnızca
kendisi ceza görür. Yani suçların şahsiliği prensibi getirilmiştir. Hiç kimse,
başkasının işlediği bir suçtan do-layı sorgulanamaz.
Ayrıca insan,
mükâfat ve ceza olarak, yalnızca kendi işlemiş olduğu şeylerin karşılığını
bulacaktır. Yani göreceği cezalandırma, yaptığı şeylerin karşılığı olacaktır.
Mükâfatlandırma için de aynı prensibe göre karşılık görecektir.
Daha sonra,
Allah Teâlâ'nın mevcudatta cereyan eden bütün hareketlerin yaratıcısı olduğu
vurgulanmaktadır.
İnsan bütün
varlığıyla Allah Teâlâ'ya bağımlıdır. Yaptığı her hareketin ve yaşadığı her
duygunun tek müsebbibi O'dur: "Şüphesiz ki, güldüren de ağlatan da O'dur.
Öldüren de, dirilten de O'dur..." (43-44).
İnsanlar,
Âd'ın, Semûd'un ve onlardan önceki Nuh kavminin helâklerine dair haberleri değişik
şekillerde yorumlayabilirler. Bu günkü materyalist kafaların iddia ettikleri
gibi tabii afet diye nitelendirebilirler. Ama, Allah Teâlâ, bu helâkleri
onların küfürlerinde diretmeleri sonucu başlarına getirdiğini mutlak şekilde
beyan ediyor: Âd ve Se-mûd kavimlerinden önce Nuh kavmini helâk eden de O'dur.
Onlar da-ha zâlim ve daha azgın idiler. Lût kavminin altı üstüne gelen memleketini
yere gömen de O'dur" (52-53). Bu zalim toplulukların takip ettiği yolu
izleyenler de onlar gibi yok edilecek ve ilâhî cezalandırma ile karşılaşacaklardır:
"Onları o kuşatan azap kuşatmıştı" (54).
Sûrenin
sonuna doğru, Hz. Muhammed'in evvelki peygamberler gibi yaklaşan kıyamet ve
cehennem azabıyla uyaran bir uyarıcı ol-duğu tekrar vurgulanarak, kıyamet anının
yaklaştığı ve onun ne zaman vaki olacağının Allah Teâlâ'dan başka hiç kimse tarafından
bili-nemezliği gerçeği ortaya konuluyor:" Bu peygamber de önceki uyarıcılardan
biridir. Kıyamet yaklaştı. Kıyameti Allah'tan başka kimse açığa çıkaramaz"
(56-58).
Kâfirlerin bu
haberler karşısında takındıkları tavırları, tehdit ifade eden bir üslupla dile
getirilmektedir: "Siz, bu söze şaşıyor musunuz? Gülüyor da ağlamıyor
musunuz? Gaflet içinde oyalanıyorsunuz" (59-61).
Sûre, Allah'a
secde edilip, kulluğun sadece O'na tahsis edilmesini emreden âyetle son
buluyor: "Artık Allah'a secde edin ve sadece O'na kulluk yapın" (62).
Rasulullah
(s.a.s) bu sûreyi okuyup, son âyetini tilavet ettikten sonra secdeye kapanmış
ve oradaki müşrikler de dahil herkes birlikte secdeye kapanmıştı. Bazı İslâm düşmanları
bu olay üzerine bir takım uydurma rivâyetlere dayanarak, vahyin gelişindeki güvenirlilik
hakkında şüphe uyandırmaya çalışmışlardır. (Garanik adıyla zikredilen bu olay
için inşallah ileride bilgi vereceğim.
Evet, Necm sûresi, içinde secde âyeti
bulunduğu halde inen ilk sûredir. Yine Mekke’de, gizlilik döneminden sonra
Rasulullah Efendimizin Mekke müşriklerine toplu halde ilk duyurduğu sûre bu sûredir.
Mü’minlerin de müşriklerin de birlikte bulundukları bir ortamda Allah’ın Resûlü,
bu sûreyi baştan sona okumuş, sûrenin sonunda ge-len secde emri gereği Allah’ın
Resûlü ve beraberindeki mü’minler Rabblerine secdeye kapanınca, o anda ne yapacaklarını
bilemeyen, ya da secdeden başka yapabilecekleri hiçbir şey olmayan kâfirler de
secdeye kapanırlar. Hattâ İbni Mes’ud efendimizin rivâyetine göre müşriklerden Umeyye
bin Halef’in dışında secde etmeyen bir tek kâfir kalmaz. O da okunan bu âyetler
karşısında etkilenerek yerden bir avuç toprak alır, yüzüne gözüne sürer ve
“işte secde olarak bu da ba-na yeter” der.
Olay, takriben bi’setin 5.
senesinde meydana gelir. Orada bulunan tüm müşriklerin gerçekleştirdikleri bu
secde, daha önce Mekke’de rahat yüzü göremedikleri için Habeşistan’a hicret
etmiş Müslümanlara farklı ulaştırılır. Mekke’de herkesin Allah’a secde ettiği,
yani Müslüman olduğu haberi kendilerine ulaşan Müslümanlar, sevinçle
Habeşistan’dan öz vatanları Mekke’ye dönerler. Ama bakar görürler ki, durum hiç
de öyle değildir. Mekke’de Müslümanlara karşı zulüm tüm şiddetiyle devam
etmektedir. Müslümanlar önceki sayılarından daha fazlasıyla tekrar Habeşistan’a
dönerler.
Sûrenin
temel konusu vahiydir. Bundan takriben 5 yıl öncesinden, yani Rasulullah Efendimize
gelen ilk vahiy Alâk sûresi, Müddes-sir, Müzzemmil ve Kâlem sûrelerinden bu ana
kadar her fırsatta Ra-sulullah Efendimizin ve ona iman etmiş Müslümanların
ağzından vahyi duymaya alışmış olan Mekke müşriklerinin ilk defa karşılarında
açıktan açığa bir sûrenin ilan edilişi karşısında, Allah vahyine karşı çı-kışları,
vahyi reddedişleri, peygamber karşısında cephe oluşturmaya çalışmalarına
karşılık, bu sûrede genel olarak vahyin konu edildiğini görüyoruz. Vahyin
niteliği, vahyin geliş şekilleri, vahyi getiren Cebrâil’in durumu, vahyi ondan telâkki
eden Rasulullah’ın konumu, vahiy karşısında insanların takındıkları tavırlar
konu edilir.
Ama tabii Kur’an böyle bir tek
konuyu anlatmaz. Kitabımızın bir anlatım usulü olarak, vahiyle birlikte onunla
özdeş başka konular da anlatılır. İşte vahiyle birlikte, onun etrafında âhenkli
bir biçimde pek çok konunun anlatıldığı yıldızlardan bir yıldız sûreyle karşı
karşıyayız.
Sûre, öteki
Mekkî sûrelerin karakteristik bir özelliğiyle, yani ye-minle söze başlar:
1. “Batmakta olan yıldıza
andolsun ki,”
Batmakta olan yıldıza veya
battığı zaman yıldıza yemin olsun ki. Buradaki Necm’den kasıt; ya şu semâmızın
simasını süsleyen, gökyüzünün zîyneti olarak Rabbimizin yarattığı, Rabbimizin
âyetleri olan yıldızlardır, ya da bunun bir başka mânâsı, karanlık dünyayı nûruyla
aydınlatan, parça parça, bölük bölük inen Kur’an sûreleri, Kur’an âyetleridir.
Öyleyse zulmet içindeki insanlığın hayatını, dünyasını aydınlatmak üzere parça
parça, bölük bölük inen vahye yemin olsun ki. Rabbimiz vahyine yemin ediyor. Allah
vahyine, Allah bilgisine yemin olsun ki.
2. “Arkadaşınız (Muhammed),
sapmamış ve azmamıştır.”
Vahiyle hareket eden, hayatını o
vahiyle düzenleyen, istinat noktası vahiy olan sahibiniz, arkadaşınız
sapıtmadı, kendi arzusuna, kendi hevâ ve hevesine uymadı. Kendi kendine, kendi
görüşlerine gö-re bir dünya kurmadı. Kendi fikirleri, kendi hevâ ve hevesleri
istikâmetinde bir hayat yaşamaya yönelmedi. Arkadaşınız sapmadı, sapıtmadı,
yolunu kaybetmedi. Azmadı da, azgınlaşmadı da. Doğru yolu, hak yolu bilememek,
şaşırmak gibi veya bildiği halde doğru yolu terk edip bir başka yola gitmek
gibi bir duruma düşmedi.
Dikkat
ederseniz burada; “arkadaşınız, sahibiniz” denmektedir. Elçimiz, Resûlümüz
demiyor da Rabbimiz, arkadaşınız diyor. Sizin kendisini tanıdığınız, kendisiyle
sohbet edip, arkadaşlık kurduğunuz, sizin lehinize hareket eden dostunuz
deniyor. Şu içinizde doğup büyüyen, çocukluğu, gençliği aranızda geçmiş, tüm
geçmişini tanıdığınız, tüm hayatına muttali olduğunuz, hepinizin yakından
bildiği arkadaşınız. Kırk yıllık geçmişiyle aklına, ahlâkına, eminliğine,
dürüstlüğüne şahit olduğunuz, aleyhinde delil getirebileceğiniz bir tek falsosuna
bile şahit olmadığınız, bir tek yüz kızartıcı suçuna muttali olmadığınız, tek
bir yalanını yakalamadığınız, sizi asla aldatmamış, emânetlerinize zerre kadar
hain davranmamış, Allah kullarını aldatmamış bir insanın, kırk yaşından sonra
birden bire değişerek Allah’tan kendisine böyle bir vahiy gelmediği halde,
Allah yeryüzünde kendisini sözcü seçmediği halde, Allah’a iftira ederek, Allah
kullarını aldatarak; “bana vahiy geliyor” diye yalan söyleyip, insanları
kandırmasını nasıl düşünebiliyorsunuz? Nasıl diyebiliyorsunuz bunu tüm hayatını
tanıdığınız emin bir kimseye? Kendisi asla sapmayan, insanları da saptırmaya
çalışmayan, kendisi asla aldanmayan, sizi de asla aldatmaya çalışmayan
arkadaşınız hakkında nasıl şüphe edebilirsiniz? diye Rab-bimiz elçisinin doğruluğuna,
hak yolda oluşuna şehadette bulunuyor.
“Arkadaşınız”
ifadesiyle Rabbimiz onları bu konuda düşünmeye çağırıyor. O yabancı birisi
değil ki, sizin arkadaşınızdır. Sizin içinizde doğup büyüyen, bildiğiniz tanıdığınız
bir kimsedir o. Daha önce ona “Muhammed’ül Emin” diyen sizler değil miydiniz?
Hiç düşünmü-yor musunuz? Bir adam belli bir zaman dilimi içinde hem akıllı, hem
deli, hem güvenilir, hem hain olabilir mi?
Belki
Rasulullah Efendimize ve onun getirdiği vahye dün de, bugün de karşı çıkan tüm
kâfirlerin en büyük yanılgı noktaları işte burada oluyordu. Düne kadar
kendisine “Muhammed’ül Emin” dedikleri, her şeylerini kendisine emânet ettikleri
bir insana Allah vahyi iner inmez, o insan Allah vahyiyle konuşmaya başlar
başlamaz, Kur’an gelir gelmez, gelen bu vahiy yeryüzünde, insan hayatında etkili
bir gündem oluşturur oluşturmaz, etkisi çevreye yayılır yayılmaz, vahyi için
Rabbimizin yeryüzünde seçtiği sözcüsünden zerre kadar bir şüphesi olmayan
kâfirler hemen o elçinin bir şair, bir kâhin, bir sihirbaz olduğunu söylemeye
başlıyorlar. Tarih boyunca bu hep böyle olmuştur. Vahyi, Allah’ın insan
hayatına karışmasını reddeden kâfirler, sürekli bu vahiy için odak nokta
seçilmiş elçileri reddetmişlerdir.
Vahyin yeryüzündeki sözcüsüne
karşı çıkıp, onu reddederken de, sadece reddetmekle bu işi götüremeyeceklerini
bildikleri için, Allah sözü olduğu konusunda zerre kadar bir şüpheleri olmadığı
halde “bunu o uydurdu” deme yolunu tutuyorlardı. Rabbimiz de işte böyle
kitabında, her indirdiği sûresinde ısrarla bu sözlerin elçiye ait değil,
kendisine ait olduğunu, elçinin bu sözlere hiçbir ilâve ve çıkarma yetkisinin,
hiçbir gizleme ihanetinin olamayacağını vurgulamaktadır. İşte burada da yeminle
Rabbimiz bu hususu anlatıyor.
3-4. “O, kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması ancak,
bildirilen bir vahiy iledir.”
O peygamber, asla hevâsından,
kendisinden, kendi nefsinin arzularına göre söz söylemez. O peygamber kendisine
gelen Allah sözünün dışında ona kendisinden bir şeyler katıp karıştırarak, kendisinden
bazı ilâveler ve çıkarmalar yaparak kendi kendine bir din oluşturma, kendi
kendine bir sistem kurma yoluna gitmez. O sadece vahyi konuşur. Sadece vahyin
sözcülüğünü, Allah’ın sözcülüğünü yapar. Onun konuştukları sadece Allah
vahyidir. Öyleyse ne oluyor size? Daha önce sevip saydığınız, değer verdiğiniz
bir insana şimdi vahyi konuşmaya başladı, Allah sözlerini gündeme getirmeye
başladı diye mi gazaplanıyorsunuz? Halbuki onun konuştuğu sadece vahiydir.
Allah konuş dediği için o, bunları konuşmaktadır.
Ne zaman
mecnun demişlerdi ona? Ve ne için mecnun demişlerdi? Peygamberliğini ortaya
koyduktan, Kur’an okumaya, Allah’tan aldığı mesajı insanlara ulaştırmaya ve
insanların hayatlarına karışmaya başladıktan sonra demişlerdi bunu. Kur’an’da Allah’ın
kendisine indirdiklerini insanlara dediği, duyurduğu için, insanların
hayatlarının bozukluklarını eleştirip onları Allah’ın istediği kulluğa çağırdığı
için, böylece insanların rahatlarını, keyiflerini kaçırmaya başladığı andan
itibaren bunu demişlerdi. Yani Kur’an okuduğu, Kur’an’la amel ettiği, hayatını
Allah adına yaşamaya başladığı için demişlerdi ona bunu. Bugün de öyle.
İnsanların hayatına karışmadığınız müddetçe, onların bozukluklarına
ilişmediğiniz sürece, onlara hakkı duyurup bâtıllarını tenkit etmediğiniz
sürece, sizden iyisi yoktur. Ama insanların hayatlarına karıştığınız zaman
demeyecekleri yoktur size.
Bu ve benzeri âyetlerden
anlıyoruz ki; Rasulullah Efendimizin söylediği sözlerin tamamı vahiydir, vahye
dayanmaktadır. Onun, bu Allah sözüdür diye bize ulaştırdıkları da vahiydir,
kendi konuştukları da vahiyden kaynaklanmaktadır. O, Allah’ın yeryüzünde
konuşan ya-nıdır. Allah’ın sözcüsüdür. Onun hayatı, sözleri, fiilleri ve
takrirleri Allah tarafından onaylanmıştır. O, sürekli Allah kontrolünde bir
beşerdi ve eğer söyleyip yaptıkları konusunda bir hatası, bir kusuru olmuşsa,
zaten bu hemen Allah tarafından uyarılıp düzeltilmiştir.
Evet, sürekli Allah kontrolünde olan ve Rabbimiz
tarafından kendisine gönderilen vahyi açıklamak ve o vahyin gölgesinde şeriatın
kaidelerini ve esaslarını koymakla mükellef olan Rasûlullah efendimizin
sözlerini elbette vahyin dışında mütalaa etmemiz mümkün olmayacaktır. Çünkü biz
biliyoruz ki vahiy sürekli onun yaptıklarını onaylamak ve düzeltmek
durumundaydı. Rasûlullah efendimizin kendiliğinden, kendi içtihadıyla yaptıkları,
söyledikleri konusunda eğer bir yanlışı, bir hatası olmuşsa gönderdiği vahyiyle
Rabbimiz hemen onu düzeltiyor ve din olarak onun bize yanlış intikaline izin
vermiyordu. Çünkü Rasûlullah efendimiz bizim yasal kulluk örneğimizdi ve ondan
bize intikal eden her şey bizim için dindi ve bizim için bağlayıcıydı. Ama bu
ifademden onun söylediği her sözün Allah tarafından kendisine vahy edilmiş
sözler olduğu manası çıkarılmamalıdır.
Bu
sözümle demek istiyorum ki Rasûlullah efendimizin hadisleri genel olarak vahyin
dışında mütalaa edilmemelidir. Sadece kutsi hadisler bunlardan farklı olarak
Rabbimiz tarafından vahiy yollarından birisiyle Rasûlullah efendimize telkin
edilen sonra da Rasulullah efendimiz tarafından kelimelere dökülen hadislerdir.
Yani bu hadislerin Rabbimize izafe edilmesi lafız itibariyle değil de muhteva
itibariyledir. Böyle bir üslubu Kur’an’da da görmekteyiz. Meselâ Rabbimiz
kitabında her bir peygamberin kavimleriyle konuşmaları Arapça olmamakla
birlikte bu konuşmalarını Arapça bir dille aktardığını görüyoruz.
5-7. “Ona çetin kuvvetlere sahip ve güçlü olan Cebrâil öğretmiştir: En
yüksek ufukta iken doğruluvermiş,”
Ona bu vahyi öğreten melek tanıtılıyor
burada. Arkadaşınıza o vahy edilen Kur’an’ı, çok çetin bir güç sahibi olan, kuvvetleri
çok şedit olan Allah, ya da melek, yani Cebrâil öğretmiştir.
Bakıyoruz Kitabımızın
kimi âyetlerinde Kur’an’ı Rasulullah Efendimize öğretenin Rahmân olan Allah olduğu,
bazı âyetlerinde de bu öğretenin Cebrâil olduğu anlatılır. Meselâ Rahmân
sûresinde:
(Rahmân 1,2)
buyurulurken, yine meselâ Şuarâ
sûresinde:
“Onu Ruhu’l Emin (Cebrâil) indirdi.”
(Şuarâ 193)
buyurulmaktadır.
Öyleyse burada her iki mânânın da düşünül-mesi mümkündür. Ama bu sûreden daha
önce inmiş olan Tekvîr sûresinde, Rasulullah Efendimize vahyi getiren meleğin
özelliklerinin açıklandığı bölüme bakılırsa, burada özellikleri anlatılanın Cebrâil
ol-duğu biraz daha netleşmiş oluyor. Tekvir sûresinde Rabbimiz şöyle buyuruyordu:
“Bu Kur’an, arşın sahibi katında
değerli, güçlü, sözü dinlenen ve güvenilen şerefli bir elçinin getirdiği sözdür.”
(Tekvîr
19,20,21)
Kerîm olan
bir elçinin sözüdür bu Kur’an. Bu kitap, gökyüzünün emini vasıtasıyla
yeryüzünün eminine benim tarafımdan indirilmiş bir kitaptır. Kitap
Allah’tandır, peygamberin kendi sözü değildir. Ama Rabbimiz vahyini Cebrâil
aracılığıyla peygamberine gönderdiği için ona izafe edilmiştir. Buradaki Kerîm
elçiden maksat; Cebrâil’dir. Bakın âyetin devamında Cebrâil’in sıfatları anlatılmaktadır:
Güç sahibidir o. Emniyet sahibidir.
Hıyanet etmez, ezmez, bozmaz, koparmaz, unutmaz. Tam yapar elçiliğini.
Allah’tan aldığını tam getirir peygambere. Hani kâfirler diyor ya; “efendim,
melek peygambere gelinceye kadar vahyi çoktan unutur, tastamam vahyi değil de
muhtevayı anlatır” diyorlar ya. Halbuki o emindir, o güçlüdür, o Ke-rîmdir. O
Rabbinin yanında, arşın yanında büyük bir güç ve kuvvete, yüksek bir mevkiye sahiptir.
Orada, Mele-i A’lâ’da kendisine itaat edilir. Melekler kendisine itaat ederler.
O emindir. O gökyüzünün eminidir. Rabbinden aldığı vahyi peygambere ulaştırma
konusunda gü-venilirdir.
Burada da
deniliyor ki:
Ona bu
Kur’an’ı çok çetin güç ve kuvvet sahibi, görünümüyle, fiziğiyle çarpıcı bir
güzellik sahibi, sağlam, sıhhatli, mükemmel, hikmet ve akıl sahibi olan Cebrâil
(a.s) öğretmiştir.
Burada
Rabbimiz peygamberimize vahiy getiren meleğin özelliklerini anlatıyor. Allah
yanında, melekler yanında, gökler âleminde çok değerli olan, çok makbul olan,
kendisine itaat edilen, saygın olan, güvenilir, emin olan, çok şedit güç ve
kuvvet sahibi olan, akıl, duyu ve beden mükemmelliğine, hikmet mükemmelliğine
sahip, üstün bir yaratılışla yaratılmış bir elçidir o. İşte peygambere vahyi
getiren elçi böyle bir elçidir.
O halde ey insanlar! Böyle bir meleğin
peygambere getirdiği vahiyden nasıl şüphelenebilirsiniz? Nasıl oluyor da böyle
Rabbiniz-den, yaratıcınızdan sizin hayatınıza karışmak üzere, sizin hayatınızı
programlamak üzere böyle bir elçi aracılığıyla, size dünya ve ukba kurtuluşuna
ulaştırmak, sizi cehennemden kurtarıp, cennete ulaştırmak için gelmiş olan bu
kitaba karşı böyle kayıtsız kalırsınız? Böyle bir kitaptan, böyle bir elçiden,
böyle bir peygamberden nasıl şüphe edebilirsiniz?
O, en yüksek bir ufuktaydı. Cebrâil
(a.s) çok yüksek bir ufukta, tüm ufku kaplamış olduğu halde:
(Arşla alâkalı bir soru soruldu)
Arşla alakalı kitabımızın başka sûrelerinde epey bir şeyler
de-meye çalışmıştım. Arş; ulviyet, yükseklik manasına gelen bir kelimedir. Bu
münasebetle hükümdarların üzerine oturdukları "taht" manasında da
kullanılmıştır. Hükümdarların tahtı, mülk ve saltanatın remzi olduğundan arş
kelimesi, kinayeli olarak mülk ve saltanat manasını da taşır. Bazıları
Âyetü'l-kürsî'de geçen Kürsî ile Arş'ın (ikisini de taht manasında kullanarak)
aynı şey olduğunu sanmışlarsa da Arş, Kür-sî'nin üzerindedir. Bu suretle Kürsî
taht manasında düşünülürse Arş, onu kuşatan saray ve sarayın tavanı olarak
kabul edilir. Bir rivayette Kürsî, Arşın ayağının konulduğu yerdir.
Bu iki mana itibarıyla Arş, İslâm'a göre, bütün âlemi
kuşatan, sınırlandırılması ve takdir edilmesi beşer aklının dışında kalan ve gerçeğini
Allah'ın bildiği yüce bir makamdır. Yedi kat gök, cennet, Sidre, Kürsî Arş'ın
altında tasavvur edilir. Arş'ın sınırı, âlemi tasavvurun son sınırıdır. Arş'tan
evvelki Sidre-i Müntehâ geçilmeden Allah'ın cemâli = (Cemâlullah) müşahede
edilemez. Rasulullah (s.a.s.) Mirac gecesinde Sidre-i Müntehâ'yı geçerek Arş'a
ulaşmıştı. Yukarda da belirtildiği gibi Arş'a taht ve tahttan kinaye olarak
mülk ve saltanat manası veril-mişti. (A’râf:54) Ayette: "...Sonra Arş üzerine istiva buyurdu..." denilmektedir.
Bilinen manasıyla taht, bir hükümdarın hükümet işlerini yürütürken üzerine
kurulduğu bir cisimdir. Fakat "tahta çıktı" denilince, "hükümet
işlerini yani saltanatı eline aldı" manası anlaşılır. Yedi kat sema'nın
üstünde ve bütün âlemi içine alan Arş'ın, bilinen taht manasıyla
sınırlanamayacağı şüphesizdir. Binaenaleyh bahse konu olan "el-Arş"
kelimesi mecazî ve kinayî bir mânâ ifade eder. O halde Arş'ın cisim olduğu
iddia edilemez. Arş'ı bütün bir cisim tasavvur etsek bile, cihet ve cismaniyetin
hepsi Arş'ın sınırında sona erdiğinden, bunun üstünde bir cisim, mekan ve cihet
tasavvuru tezat olur. Allah'ın Arş'a istivası da yine mecazî manadadır.
Allah'ın Arş'a istivasının keyfiyetini soran birine İmam Malik İbn Enes:
"İstiva malûm, keyfiyeti akılla idrak edilemez, buna iman vacip ve bu
konuda soru sormak bid'attır." diye cevap verir.
Râgıp el-İsfahânî, "İstiva" kelimesine: Müsâvî
olmak; kendi kendine itidal manasını vermiştir. Arapça olan bu kelime
"alâ" takısı ile "istilâ", "ilâ" takısı ile
"nihayete erme" manasında kullanılır. Bu suretle istiva lügatte:
İstikrar etmek, karar kılmak, kararını bulmak ulüvv-i isti'lâ; yükselmek,
yüksek olmak, üstün olmak müsâvî veya mümâsil veya denk olmak; dosdoğru varmak,
veya kastetmek, istilâ etmek manalarına gelir. Bu lügat anlamlarına göre,
âyette geçen "Sonra Al-lah Arş'a istiva etti" cümlesinin manası: a) Arş'a mülkiyet ve saltanat manası
verilmesi halinde: "Allah bütün mahlûkatı üzerinde düzenli ve sırayla
işleri düzene koydu, hükümlerini muntazam bir şekilde yerine getirdi, hiçbir
engel olmaksızın kudretini tesir ve mahlûkâtı üzerinde "meşîetini"
(dilemesini) cereyan ettirdi." b)
"Mahlûkâtı yarattıktan sonra da başından sonuna kadar hepsini kudret ve
galebesi velâyet ve hâkimiyeti altında tuttu." Bu ifadede istiva, istilâ
manasında kullanılmıştır. c) Arş'a
mülk ve memleket, istivaya da istila manası verilmesi halinde "Sonra Allah
mülkünü hâkimiyeti altında tuttu." d)
İstivaya "müsavî" manası verilmesi halinde de: "Allah Arş
üzerine öyle bir istîlâ ile istiva etmiştir ki sema ve semada bulunanlar O'na
daha yakın, arz ve arzda bulunanlar daha uzak bir mevki ve mesâfede değil,
hepsi müsâvî bir nispettedirler." demektir. Bu cümlede geçen mevki ve müsâvîlik
maddî mânada değil, mecazî manadadır.
“...O gün Rabb'ının tahtını,
bunların da üstünde sekiz (melek) taşımaktadır."
(Hakka:17) Arş'la ilgili olan bu ayetin tefsirinde İbn İs-hak Hz. Peygamber'in:
"Onlar, yani Hamele-i Arş (Arş'ı
taşıyanlar) bu gün dörttür. Kıyamet günü olduğunda Allah onları diğer bir dört
ile te'-yid edecek sekiz olacaklar." buyurduğunu söylüyor. Bir başka
izaha göre Hamele-i Arş olan bu sekizden maksat, Allah'ın hayat, ilim, kudret,
irade, kelâm, semî, basar ve tekvin sıfatlarıdır. İmrân İbn Husayn Peygamberimizin
şöyle buyurduğunu rivayet eder: "(Ezelde)
Allah vardı ve Allah'tan başka bir şey yoktu. Ve Allah'ın Arş'ı su üzerinde bulunuyordu.
Sonra Allah (levh'de) kâinatın tamamını takdir ve tespit etti. Ve göklerle yeri
yarattı..." Arş'ın ıtlak olunduğu pek çok şeylerin hepsinde yücelik ve
yükseklik mânâları vardır. Padişahların oturduğu tahta Arş denilmesi de bu
yükseklik münasebetiyledir. Allah'ın ilk yarattığı ve yükseklik ifade eden
mevcuda da Arş ve Allah'a nispet edilerek Arşullah denilmiştir ki, Allah'ın
kudretinin tecellî ettiği ilk mahlûktur.
Kelam âlimleri ile eski düşünürler Arş'ı, kâinatı her yönden
ku-şatan yuvarlak bir felektir, diye tarif ederler. Dokuzuncu felek ve fe-lek-i
atlas da derler. Rivayet âlimleri bu tahtın ayakları bulunduğunu da kabul
etmişlerdir. Fakat meseleyi tahkik eden âlimlere göre, şerîat örfünde vârid olan
arşın hakikatini tahdit ve takdir, beşerin aklı ve id-raki haricindedir. Bu
konuda vârid olan haberlerde arşın mahiyeti de-ğil, diğer varlıklara nispetle
büyüklüğü bildirilmiştir. Meselâ Peygamberimiz bir kere Ebu Zerr-i Gıfârî'ye: "Ya Ebâ Zer, yedi kat gök ile ye-di kat
yerin kürsî yanında büyüklükleri, ancak bir çölün ortasına atıl- mış bir kapı veya
yüzük halkası gibidir. Arş'ın da kürsîye göre büyük lüğü, o çölün o halkaya
nazaran büyüklüğü derecesindedir" buyurmuştur."
Arşla alakalı bu kısa bilgi ile iktifa edelim. İnşallah sûrenin geri kalan bölümünü
tanımak için 16. ciltte buluşmak üzere Allah’a emanet olun. Ve âhiru dâvanâ
enilhamdü lillahi Rabbilâlemîn.
8-9. “Sonra yaklaşmış ve inmiştir. Araları iki yay aralığı kadar, belki
daha da yakın oldu.”
Cebrâil (a.s), Rasulullah
Efendimize yaklaştı, derken sarkıverdi, ya da doğruluverdi. Peygambere yöneldi
Cebrâil de Rasulullah’la arasında iki yay arası kadar bir mesafe, yahut daha
yakın bir mesafe kaldı. Ve o elçi, Cebrâil (a.s):
10. “Allah o anda kuluna vahy edeceğini etti.”
Elçi, Allah’ın kuluna, Muhammed’e
(a.s) vahy edeceğini vah-yetti. Cebrâil (a.s) o anda Allah’tan alıp getirdiği
vahyi Allah’ın kulu ve elçisi Muhammed’e (a.s) nasıl aktarılacaksa öylece aktardı,
öylece vahy etti. İşte böylece vahiy aktarımı olayı gerçekleşmiş oldu.
Burada
Rasulullah Efendimize ilk vahiy aktarımı olayı ve Ra-sulullah Efendimizin
Cebrâil’i ufukta, tüm ufku kaplamış olduğu halde heyet-i asliyesiyle gördüğü
anlatılıyor. Tekvir sûresinde de bu husus şu ifadelerle anlatılıyordu:
“O
arkadaşınız, o Resul andolsun ki, Cebrâil’i apaçık bir ufukta görmüştür.”
Kitabımızın başka yerlerinde de anlatıldığına göre; Rasu-lullah Efendimiz kendisinden
önce hiçbir peygambere nasip olmadığı halde Cebrâil’i, vahiy meleğini aslî
şekliyle görmüştür. Doğu taraftan, yüksek, apaçık ufuk cihetinden görmüştür
onu. Cebrâil (a.s) ufku kaplamış olduğu halde karşısında durdu, aralarında iki
yay arası kadar, ya da iki zira, iki karış kadar bir mesafe kalmıştı. Bu konuda
hadis kitaplarında epey bilgi vardır.
Burada
gerçekleşmesi anlatılan vahiyle alâkalı bir şeyler söyleyelim: Önce şunu
söyleyelim ki; vahyi gerçek şekliyle bilenler, idrak edenler, onu yaşayan, ona
lâyık görülen Allah elçileridir. Gerçek mahiyetini Allah bilir. Nasıl oldu?
Nasıl oluyordu? Nasıl geliyordu? Bunun mahiyetini Allah bilir, burada şunu
söyleyelim: Vahiy; Allah’ın kendi bilgisini yerde seçtiği peygamberlerine
aktarmasının adıdır. Azîz olan, Hakîm olan, Cebbâr, Kahhâr olan bir Allah, zatı
hakkında ancak kendisinin bildirdiği kadar bilgimizin olduğu Allah, zaman O’nun
dışında, mekân O’nun dışında, zamandan mekândan münezzeh bir Allah, yerde
herhangi birine rahmeten, lütfen bilgisini aktarıyor.
Yine biliyoruz ki; Rabbimiz
yeryüzünde seçtiği elçilerinin dışında hiçbir kimseye vahiy indirmemiştir.
Gerçi yine kitabımızın beyanıyla, Hz. Îsâ’nın (a.s) annesine, Meryem’e ve yine
Mûsâ’nın (a.s) annesine vahiy türünde bazı şeylerin indirildiğini bilmekle
beraber, peygamberler dışında hiç kimseye vahy edilmediğini Kur’an söylüyor.
Öy-leyse burada hemen şu genel kaideyi söyleyelim: Vahyin tanımını an-cak
Resuller yapabilir, Resuller bilebilir. Resullere gelen vahyin nasıl geldiği
konusunda, geliş şekli konusunda, Rasulullah Efendimizden bize intikal etmiş
bazı bilgiler var. Ama vahiy; göklerin ve yerin Rabbi olan, göklerde ve yerde
olanların tümünün sahibi olan, Alîm ve Hakîm olan Allah’ın yeryüzüne,
yeryüzündeki kullarının hayatına karışmak üzere, onların içinden seçtiği
elçilerine sunduğu, aktardığı, lütfettiği bilgisinden gönderme, aktarma
yöntemine, biçimine, şekline denir.
Rabbimize sonsuz hamd ü senâlar
olsun ki, biz kullarını muhatap alarak bize kendi bilgisinden, kulluğumuz adına
bize lâzım olan kadar bilgi aktarmıştır. Eğer Rabbimiz yeryüzünde yarattığı biz
kullarına kulluğumuz noktasında gerektiği kadar, lâzım olduğu kadar bilgi aktarımında
bulunmasaydı, o zaman biz insanlar asla yeryüzünde ka-ranlıklardan
kurtulamayacak, yeryüzünde gerçek bir bilgi namına asla hiçbir şeye ulaşma
imkânımız olmayacaktı.
Şu anda tüm
dünya insanlığını iki grupta düşünüyoruz. Birinci grup; Allah vahyine iman
etmiş, Allah bilgisiyle bilgilenmiş Müslümanlar. İkinci grup da; vahyi
reddetmiş, Allah bilgisini reddetmiş, peygam-ber bilgisini devre dışı bırakmış
tüm kâfir ve müşrik dünya. Dün de, bugün de Allah bilgisini reddederek, vahyi
bir kenara bırakarak, kendi hevâ ve hevesleriyle bilgilenmeye çalışan küfür ve
şirk dünyasının gerçekten hiçbir şey bilmediklerini görürüz. Dün de, bugün de
vahyi devre dışı bırakanların, bilgilerinin sadece zandan ibaret olduğunu
görürüz.
Çünkü
insana bilmediklerini öğreten Allah’tır. Bilgi Allah’tandır. Bilginin kaynağı
Allah’tır. Mü’minleri yeryüzünün en bilgini, en âlimi yapan Allah’tır. Öyle
değil mi? Eğer Allah bize bilgisini açmasaydı, bi-zi muhatap kabul edip, kendi
bilgisini aktarmasaydı, bizler şu anda vahiy bilgisiyle bilgilenmiş olmasaydık,
şu bildiklerimizi nereden bilebilecektik? Şu dünyadan Allah bilgisini, Peygamber
vasıtasıyla bize ulaşmış vahiy bilgisini söküp çıkarsanız ne kalır geriye, hiç
düşündünüz mü? Eğer yeryüzünden vahiy bilgisini söküp alsalar, geriye iki şey
kalır: Kan dökücülük ve ifsat.
Bakara’da Rabbimizin yeryüzünde
bir halife yaratma iradesine muttali olan melekler öyle diyorlardı değil mi?
“Ya Rabbi, yer yüzünde kan döken, ifsat eden bir varlık mı yaratacaksın?” Evet,
demek ki; yeryüzünde insan bu iki özelikten vahiy sayesinde, Allah bilgisi sayesinde
kurtulmuş ve insan olabilmiştir. İnsanı insan yapan, insanı yeryüzünde halife
yapan işte bu Allah bilgisidir. Ama Allah bilgisiyle bilgilenmeyenlere,
vahiyden nasibi olmayanlara bakıyoruz, hiçbir şey bil-miyorlar. Sadece yiyip
içen, gezip dolaşan, basit varlıklar olarak gelip geçiyorlar. Hiçbir şeyden
haberleri olmayan hayvanlar gibi geberip gi-diyorlar.
Dünya üniversitelerine bakın.
Orada okuduklarının, okuttuklarının konusuna bakın, gerçekten hiçbir şey
bilmiyorlar. Meselâ ilgilendikleri ne? İnsan. Peki ne biliyorlar insanla
alâkalı? Ne anlatıyorlar in-sanla alâkalı? Sadece bedenle ilgileniyorlar,
insanın organizmasıyla ilgileniyorlar. İnsanın ruhunu reddederek, mânâsını
görmezden gelerek, onu sadece maddeden ibaret zannediyorlar. Peki bedenle
ilgili bildikleri ne kadar? Sadece yüzde elli bilgileri var. Halbuki insan bedeninin
yarısı ruhtur, ama bundan haberleri bile yoktur.
Cebrâil (a.s) geliyor, Allah’tan
aldığı vahyi yerdeki Allah’ın elçisine bildiriyor ve Allah’ın Resûlü
Cebrâil’den bu vahyi alırken:
11-12. “Muhammed’in gözünün gördüğünü gönlü yalanlamadı. Ey inkarcılar!
Onun gördüğü şey hakkında kendisi ile tartışır mısınız?”
Rasulullah Efendimizin kalbi,
göğsü, alım gücü gözünün gördüğünü yalanlamadı. Allah’ın elçisi, gözlerinin
gördüğü gerçekten şüphe etmedi. O elçi gözünün gördüğünü yalanlamıyor da siz mi
yalanlamaya çalışıyorsunuz? O elçi gözünün gördüğü şey konusunda herhangi bir
şüpheye düşmedi de, onun görüp şüphe etmediği konuda siz mi şüpheleniyorsunuz?
Onun yalanlamadığı şeyi siz mi yalanlamaya çalışıyorsunuz? O gâyet akl-ı selim
bir durumda kendisine gelen vahiyden bir şüphe duymuyor da sizler gördüğü şey
konusunda onunla tartışmaya mı giriyorsunuz?
Allah’ın
Resûlü güpegündüz, ayan beyan gördüğü Allah’ın elçisi Cebrâil konusunda; onun
bir cin, bir şeytan, bir hayal, bir rüya, bir vehim olup olmadığı konusunda
zerre kadar şüphesi olmamıştır. Güpegündüz çok net bir şekilde Allah’ın
elçisini görmüştür. Cebrâil’in (a.s) şeklini daha önce hayalinde canlandırma
imkânı olmadığı için bunun bir hayal olmadığını kesin bilmiştir. Çünkü daha önceden
böylesine azîm, böylesine güzel bir varlığı tahayyül etmesi de mümkün değildi.
Kendi beyanlarıyla Cebrâil’i altı yüz kanadıyla ufku tamamen kaplamış bir
vaziyette görmüştür.
Bir de Rabbimiz yeryüzünde sözcü
seçtiği, vahyine odak nokta seçtiği peygamberinin kalbini, zihnini önceden bu
iş için hazırlayarak bu tür şek ve şüphelerden arındırmıştır. Öyleyse ne oluyor
size ey kâfirler? Gördüklerinden, aldıklarından şüphe etmeyen, kendisinin Allah’ın
elçisi oluşundan zerre kadar kuşkusu olmayan bir elçinin gördükleri konusunda
şüphelenip duruyorsunuz? Sizin şüpheleriniz neye dayanıyor? Gözleriyle gören mi
doğru söylüyor yoksa hiçbir görgüsü, bilgisi, delili olmadığı halde reddeden
sizler mi doğru söylüyorsunuz?
13-15. “Andolsun ki Muhammed
Cebrâil'i sınırın sonunda (Sidretü’l Münteha’da) başka bir inişinde de
görmüştür. Orada Me’vâ cenneti vardır.”
Andolsun ki peygamber, Cibril’i
bir başka seferde de görmüştür. Sidre-i Münteha’nın yanında onu bir kez daha görmüştü.
Allah’ın Resûlü bir gece Mekke’deki Mescid-i Haram’dan, Kudüs’teki Mescid-i
Aksa’ya getirilip, oradan yedi kat semâya geçip Cebrâil ile yolculuğu devam
ederken bir yere ulaşırlar ki, burası Sidretü’l Müntehadır. O Sidre, Cennetü’l
Me’vânın yanındadır. İşte her şeyin son bulduğu, maddenin, maddî dünyanın son
bulduğu o sınırda Cebrâil onu yalnız bıraktıktan sonra Rasulullah Efendimizin
tek başına devam ettiği bir mi’râc yolculuğunun sonunda tekrar Sidre’ye dönüşü
gerçekleşinceye kadar ki geçen zaman dilimine mi’râc, ya da İsrâ yolculuğu
diyoruz.
İşte bu harikulade olay
yaşanırken Sidre’ye dönüşünde Rasu-lullah Efendimizin Cebrâil’i orada aslî
şekliyle tekrar bir daha gördüğü anlatılıyor. Rasulullah Efendimiz demek ki;
iki defa hey’et-i asliyesiyle Cibril’i (a.s) görüyor. Birincisi Rabbimizin bu
sûresinde ve kendi beyanıyla Hıra’da ilk vahyin, Alâk sûresinin inişi esnasında;
ikincisi de mi’râc hadisesinin cereyanı esnasında Sidre-i Müntehada ki, onun
yanında cennetü’l me’vâ vardır.
Sidre-i
Münteha bir izafet terkibi olup "müntehâ sidresi", yani sidrenin
sonu, nihâyeti demektir. Müntehâ kelimesi son, nihâyet, bitiş anlamlarına
gelmektedir. Sidre kelimesi de, ağaç anlamındadır. "Sid-re” Arabistan
kirazı denilen bir ağaca verilen isimdir. Trabzon hurması bu ağacın
cinsindendir, gölgesi gâyet koyu ve latiftir.
Sidretül-müntehâ'
şeklinde Kur'ân-ı Kerim'de işte bu âyette geçmektedir. Ayrıca Peygamberimiz Hz.
Muhammed'in Mirac'ını anla-tan ve bir çok sahabeden rivâyet edilen Hadis-i
şerifte de geçmekte-dir. Hem Kur'an'ın Necm suresinde, hem de Hz. Peygamberin Mira-c'ını
bütün ayrıntılarıyla anlatan hadis-i şerifte geçen Sidretül-Mün-tehâ',
"Cennetin uçlarındandır, üzerinde Sündüs ve İstebrekın Cen-netlerinin
etekleri vardır", diye açıklanmış, Keşşâf'ta da Sidretül-Mün-tehâ'
Cennetin nihâyetinde ve sonundadır, diye geçmektedir.
Ayrıca
Sidretül-Müntehâ', "Allah Teâlâ'nın zât âlemi demektir ki, buraya ne meleklerin
büyükleri, ne de Peygamberlerin büyükleri dâhil olabilir. Nitekim hadis-i şerifte
de Hz. Peygambere refakat eden Cebrâil aleyhisselâm da Peygamberimizi buraya
kadar götürmüş, bu-radan ileriye geçmeye izinli olmadığını ifade ederek, bundan
sonra Cenâb-ı Hakk'ın daveti sebebiyle Hz. Peygamberin yalnızca gidece-ğini bildirmiştir.
İşte bu yüzden bu terkip "son sınır, son hudut veya sı-nırın sonu"
diye anlaşılmıştır.
Hadis-i
şeriflerde ise belirttiğimiz gibi daha çok mi'rac hadisesi ile ilgili
kısımlarda geçmekte ve meşhur hadis kitaplarının; hemen he-men hepsinde söz
konusu edilmektedir: "Sonra beni Sidretül-Mün-teha’ya götürdü. Bir de
gördüm ki, sidr ağacının yaprakları fillerin kulakları gibidir, yemişleri ise
(Yemenin) Hecer (kasabası) testilerine benzer. Allah'ın emrinden her şeyi
bürümekte olan şey Sidre yi ta-mamiyle bürüyünce bana başka bir hal oldu. Artık
Allah'ın mahluklarından onun güzelliğinin bir kısmını bile anlatmaya gücü
yetebilecek hiç bir kimse yoktur... "
(Müslim,
İmân, 259).
İbn
Mesud (r.a)'dan gelen rivâyette de "Resûlullah (s.a.s)
Sid-retül-Müntehâ'ya varınca yeryüzünden çıkan ve yukarıdan inen bura-da son
buluyor"dedi. Allah orada ona kendisinden önce gelen hiç bir peygambere
vermediği üç şeyi verdi: Namazlar beş (vakit) olarak farz kılındı. Kendisine
Bakara sûresinin son âyetleri verildi ve Allah'a hiç bir şeyi ortak
koşmadıkları müddetçe ümmetine büyük günahlar da bağışlandı. İbn Mesud,
"Sidre'nin dört bir tarafı (meleklerle) çevrili iken" (Necm,16)
âyetini okudu ve "Sidre, altıncı göktedir" dedi. Süfyân
"Altından Pervaneler!" dedi ve eliyle işaret edip elini titretti.
Malik b. Mağfel'den başkası da şöyle diyor: "Yaratıkların ilmi
"sidre'de" son bulur ve bunun üstü hakkında bilgileri yoktur"
(Tirmizî,
T. Suver 53).
Mürre'nin
Abdullah'tan rivâyetine göre "Rasulullah (s.a.s) İsrâ gecesinde
Sidretü'l-Müntehâ'ya götürüldü ki, sidre altıncı göktedir..."
(Müslim'den
naklen, Kurtubî, XVII, 94).
Enes'in
rivâyetine göre Rasulullah (s.a.s) şöyle buyuruyor: "Ben
Sidretü'l-Müntehâya götürüldüm. O, yedinci göktedir. Yemişi Hecer (kasabasının)
testileri, yaprakları da fil kulaklarına benziyordu. Dibinden iki zâhir, iki bâtın
olmak üzere dört nehir çıkıyordu. "Ya Cibril bu da ne?"dedim. Cibril:
"Bâtın olanlar Cennettedir; zâhir olanlar ise Fırat ve Nil'dir" diye
cevap verdi"
(Kurtubî
(Darekütnî'nin lafzıyla Müslim'den naklen), XVII, 94).
Bu iki
hadisi sahih kabul edenler onları şöyle telif etmişlerdir: Kökü altıncı gökte,
dalları yedinci göktedir
(Et-Tehanevi,
Keşşafu İstılâhati'l fünûn, İstanbul 1984, I, s. 728; Kurtubî, a.g.e., aynı
yer).
Sidr
denilen bu ağaç Cennetin en üst kısmındadır. Eskilerin ve yenilerin ilminin
ulaştığı son noktadır. Arşın sağında yer almaktadır. Mi'rac gecesinde bu mevkie
vardıklarında Cibril geride kalmış; Re-sulullah (s.a.s) geri kalmasının
sebebini sormuş, Cibril şöyle cevap vermiştir: "Bu makam dostun dostta
kalacağı bir makamdır. Eğer kıl kadar ileri gidersem yanar kül olurum. Bundan
sonrasını geçmek sa-dece sana bahşedilmiştir..."
(Keşşafu
İstilâhati'l-Fünun, "Sidretü'l-Müntehâ" maddesi).
Sidretü'l-Müntehâ'
denilmesinin sebebi, buraya hem büyük meleklerin, hem de büyük peygamberlerin
geçememesi ve burası hakkında bilgilerin yeterli olmamasıdır. Bunun için bu
tabir kullanılmış ve beşerî, yani insanlara ait ilmin son sınırı diye de açıklanmıştır.
Ge-rek peygamberlerin, gerekse diğer yaratılmışlardan her âlimin ilmi burada
son bulur, ondan ileri geçemez. Ayrıca büyük müfessirlerden Fahruddîn er-Râzî,
Sidretü'l Müntehâ'yı, buraya kadar zikredilen mâ-nâlarının yanı sıra,
"hayret-i küsvâ" diye açıklamıştır ki, akılların hayretle kaldığı,
bundan daha şiddetli bir hayretin tasavvur edilemeyeceği, insanın son derecede
hayrete düştüğü bir makam olarak tavsif ettikten sonra; sadece, Hz. Peygamberin
hayrette kalmadığını, şaşmadığını, gördüklerini açıkça gördüğünü kaydetmektedir.
Öyleyse
biz âciz insanların Sidretü'l-Müntehâ'yı kesin olarak "şudur veya
budur" diye açıklamamız mümkün görülmemektedir. Necm suresinin 9. âyetine
ve hadis-i şerifteki rivâyete göre, sadece Peygamberimize "Kâb-ı
Kavseyne" kadar yaklaşmasına müsaade e-dilmiştir. Sidretü'l Müntehâ'dan
ilerisi gayb âlemidir ki, Allah Teâlâ'-dan başka hiç kimsenin ilmine ve
bilgisine giremez, yani insanî ilmin son sınırıdır. Buradan ötesi Allah
Teâlâ'nın "Zât Âlemi" diye adlandı-rıldığı için, bu deyimi açık ve
seçik bir tarzda ortaya koymamız müm-kün değildir.
Evet, bu kitap Allah bilgisidir
ve bu bilgiye ancak çok şerefli ve yüce vasıflara sahip olan Allah’ın elçileri
ulaşabilmektedirler. Allah’ın tertemiz elçilerine ulaşan bu bilgilerden de
elbette tertemiz ve şerefli insanlar istifade edebileceklerdir. Ama şurasını
unutmamak lâzımdır ki, Allah’ın şerefli elçilerinin dışındakiler ne kadar da
temiz ve şerefli olurlarsa olsunlar, Allah elçilerinin ulaştırıldıkları bilgi
zirvesine ulaşmaları asla mümkün olmayacaktır. Necm sûresinin işte bu âyetinde
Rabbimiz şerefli Resûlü’nün bilgi seviyesinin, bilgi kaynağının nasıl onu Sidretü’l
Münteha’ya ulaştırdığını anlatıyor.
Bizlerin o noktaya ulaşmamız
hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Bizler ancak Allah’ın şerefli elçilerine
müracaat ederek, onların bizim seviyemize indirdikleri bilgilere muhtacız ve
ancak o kadarına ulaşabiliriz. Bu da ancak Kitap ve sünnete yakınlığımızla
orantılı olacaktır. Bizler her konuda Allah ve Resûlü’nün bize sunduğu bilgiye
muhtacız. Gerek yaşadığımız bu hayatın bilgisini, gerek yaratılış bilgisini,
ölüm ve ölüm ötesi bilgisini ve tüm bilgileri ancak bu iki kaynaktan elde
edebiliriz.
16. “O zaman Sidre’yi bürüyen
bürüyordu.”
O Sidre’yi bürüyen bürüdü.
Sidre’yi bürüyenin bürüdüğü bir esnada Allah’ın Resûlü Cebrâil’i gördü. Rahmân’ın
nûru bürüyordu sidre’yi, Rahmân’ın sayısız melekleri bürüyordu. Rabbimizin akıllara
sığmayacak âyetleri bürüyordu ki; onu anlatmak mümkün değildir.
17. “Göz şaşmadı, ağmadı, aşmadı
da.”
Rasulullah’ın gözü yerinden
kaymadı, şaşıp da sağa sola kay-madı, meyletmedi, aşmadı, azgınlaşmadı da. Yani
göz orada gördüğünü ne yalanladı, ne de inkar etti. Rasulullah’ın gözü orada
sağlıklıydı, mükemmel bir görme özelliğine sahipti. Allah’ın bu iş için önceden
hazırladığı peygamberin gözü, gönlü, ruhu bu işe o kadar hazır ve tahammüllü
idi ki, orada gördükleri onun gözlerini kamaştırmadı, şaşkınlığa sevketmedi,
dikkatini kendisini oraya çağıranın maksadının dışına taşırmadı. Rabbinden
başka şeylere meyletmedi. Sadece em-rolunduğu şeyi yaptı, kendisine verilenden
fazlasına meyletmedi.
18. “Andolsun ki o, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü.”
O Resul orada, yükseltildiği o
makamda Rabbinin büyük âyetlerinden göreceğini gördü. Rabbi ona orada
âyetlerinden göstereceğini gösterdi. Rabbimizin, Rasulullah Efendimize orada
gösterdiği bu büyük âyetler nedir, ne değildir, bilmiyoruz. Anlayabildiğimiz o
ki, Ra-sulullah Efendimiz orada Rabbinin rubûbiyet ve ulûhiyetini, mülk ve
saltanatını gösteren, kelimelerle anlatılması mümkün olmayan ancak müşahede ile
ulaşılabilecek büyük âyetlerinden görebileceklerini gördü. Ama dikkat ederseniz
burada Rabbini gördü denilmeyip Rabbinin âyetlerini gördü deniliyor. Onun için
Resul orada Allah’ı gördü mü gör-medi mi, bunun tartışmasına girmek
istemiyorum. İmam Buhârî’nin, Ayşe annemizden gelen bir rivâyeti var.
Mü'minlerin annesi der ki: “Kim ki Rasulullah hakkında şu üç sözü söylerse,
bilesiniz ki Allah’ın Resûlüne iftira etmiştir, onun hakkında yalan
söylemiştir:
1- “Kim ki
Mi’râc’a çıktığı gece Allah’ın Resûlü Allah’ı görmüştür derse, o kimse
Rasulullah’a iftira etmiştir” der ve En’âm sûresinin şu âyetini okuyarak bu
konuda delil getirir.
“Gözler onu görmez, o bütün gözleri görür. O Latîftir,
haberdardır.”
(En’âm 103)
Gözler O’nu idrak edemez. Gözler
O’nu ihata edemez. Gözler O’nu asla kuşatamaz. Gözler O’nu bu dünyada göremez.
Ama O tüm gözleri görür, tüm gözleri idrak eder, tüm gözleri ihata eder. Hiçbir
göz, hiçbir bakış, hiçbir düşünüş ve hareket O’nun ilminin dışında değildir. O
Allah ki tüm gözlerin, tüm gönüllerin, tüm bedenlerin, tüm zihinlerin, tüm
beyinlerin, tüm akılların düşüncelerin, taşıdıkları niyetleri ve imanları
bilmektedir. Çünkü O latîftir. Âyet-i kerîmede Allah’ın gözler tarafından
görülemeyeceği anlatılmaktadır.
2- “Kim ki,
Allah’ın Resûlü yarını biliyordu, geleceği biliyordu derse, yani gaybı
bildiğini iddia ederse, bu kimse de Allah’ın Resulü’-ne iftira etmiştir”
buyurarak Lokman sûresindeki mugayyebat-ı hamse âyetini okur.
3- “Yine
kim ki, Allah’ın Resûlü Rabbinin kendisine vahy ettiği emirlerden, âyetlerden
kimilerini gizleyip insanlara anlatmamıştır derse, bu kimse de Allah’ın
Resûlüne iftira etmiştir” der ve delil olarak da Mâide sûresi 67. âyeti okur.
İmam Müslim de Ayşe annemizin bu konudaki sözünü şöyle nakleder:
“Kim Rasulullah’ın Allah’ı
gördüğünü iddia ederse o Allah’a yalan iftira etmiştir.”
Abdullah ibni
Mes’ud efendimiz de: “Resul O’nu Sidretü’l Müntehanın yanında gördü” âyetini
tefsir ederken, Rasulullah Efendimizin: “Ben Cebrâil’i Sidretü’l Müntehada altı
yüz kanadıyla gördüm” sözüyle tefsir etmiştir. Yine İmam Müslim, Kitabu’l İman
bölümünde Ebu Hu-reyre efendimiz de burada Rasulullah Efendimizin gördüğünün
Cibril olduğunu söylediğini rivâyet etmektedir. Ancak İbni Abbas efendimizin
Rasulullah’ın Rabbini kalbiyle gördüğü konusunda Müslim’de bir rivâyet vardır.
Doğrusunu Allah bilir.
19,20. “Ey inkarcılar! Şimdi siz de gördünüz değil mi o Lat ve Uzza’yı?
Ve üçüncü olarak da öteki (Put) Me-nat’?
Gördünüz mü Lat’ınızı, Uzza’nızı
ve üçüncüsü olan Menat’ını-zı? Lat, Menat ve Uzza, Mekkelilerin tapınmakta
oldukları putlardı. Daha başka putları vardı da, bunlar onların en meşhurlarıydı.
Hubel, Âsâf, Nâile gibi başka putları da vardı. Bunlar bilhassa Arabistan yarımadasında
yaşayanların putlarıydı. Dikkat ederseniz bunların hepsi de dişiydiler. Bunlara
dişi isimleri veriliyor, dişilik özellikleri veriliyordu. Çünkü adamlar
tanrılarının güçsüz olmalarını istiyorlardı. Tapındıkları bu tanrılarının
kendileri karşısında bir güç ve kuvvet göstermelerini, kendilerine egemen
olmalarını istemiyorlardı. Gerektiği zaman tanrılarını alt edebilmeleri için
seçtikleri tanrıları güçsüzlerden olmalıydı. Şimdi de Allah’ı güçlü bildikleri
için, Allah’ı atlatamayacaklarını, alt e-demeyeceklerini, yönlendiremeyeceklerini
bildikleri için O’na kulluktan kaçıp yönlendirebilecekleri, atlatabilecekleri,
kendileri gibi acizleri seçip onlara tapınan, onlara yasa belirleme yetkisi
vermeye çalışanlar da aynı mantıkla hareket etmeye çalışıyorlar.
Gördünüz mü
putlarınızı? Kulu ve elçisi Muhammed’e (a.s) böyle güçlü, böyle mükemmel bir
elçisi vasıtasıyla bilgisini aktaran, mutlak bilgisiyle yeryüzünü aydınlatan
Allah’ın yanında hiç bir güce sahip olmayan, hiçbir bilgiye sahip olmayan bu
putlarınızın ne anlama geldiğini, ne değer ifade ettiğini anladınız mı?
Kâinatın idaresinde onların hiçbir yetkilerinin olmadığını anladınız mı? Allah
ile onların arasında hiçbir yakınlığın, hiçbir bağın olmadığını, onların Allah
tarafından yaratılmış, kendilerine bile bir menfaat sağlama gücüne sahip
olmayan aciz varlıklar olduğunu anladınız mı? Levh-i Mahfuz’un mutlak bilgi
kaynağına, Sidretü’l Münteha ufuklarına kadar yücelmiş bir elçinin oradan size
getirdiği mutlak doğru bilgiler varken, vahiy bilgisi, Allah bilgisi size gelmişken,
sizler hâlâ bu basit putlar egemenliğinde hevâ ve heveslerinizin peşinde bir
hayat yaşamadan yana sergilediğiniz bu tavırlarınızın size neleri kaybettirdiğinin
farkına varamadınız mı? Bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimizin gerek o günün,
gerekse bugünün tüm putçuluk dünyasına, tüm müşrik dünyaya bir sorusu geliyor:
21-22. “Demek erkekler sizin, dişiler
Allah’ın mı? Öyleyse bu haksız bir paylaşma;”
Demek erkekler sizin, ama dişiler
de Allah’a ait öyle mi? Demek erkekler sizin, dişiler Allah’ın öyle mi? Size
erkek, ona dişi öyle mi? Yani erkek isimlerini kendinize, ama dişi isimlerini
Allah’a veriyorsunuz öyle mi? Siz erkeğe lâyıksınız, ama Allah dişiye lâyık ha?
Müşriklerin tapındıkları bu putların bir özelliği de bunları Allah’la
aralarında aracı kabul etmeleriydi. Ama bu insanlar kendilerine erkekleri
seçiyorlar, kendilerinin güç ve kuvvet sahibi oldukları konusunda ısrarlı davranırlarken
Allah’a dişileri vermeye çalışıyorlardı. Allah’la aralarındaki bu aracıların
dişi olduğunu iddia ediyorlardı.
Allah diyor ki, “hayrola, nerden
çıkarıyorsunuz bunu? Yoksa Allah, yaratıklarından kendisine kızlar edindi de
oğulları size mi verdi? Yani erkekleri kendinize, kızları da Allah’a mı izâfe
etmeye çalışıyorsunuz? Allah berisinde tapındığınız bu putlara, bu aracılara dişilik
özelliği verirken, dişilere tapınmaya çalışırken ne yapmak istiyorsunuz?
Kendiniz için kız çocuğu istemiyorsunuz, kız çocuğunuzun olmasını kendiniz
adına, kendiniz için utanç vesilesi, ar meselesi sayıyorsunuz, ama Allah’a
gelince O’na dişileri vermeye çalışıyorsunuz. Allah’a bir şey isnat ederken
kendinize lâyık görmediğiniz şeyi isnat etmeye çalışıyorsunuz. Öyle değil mi?
İçinizden birisine kız çocuğunun doğumu haberi verilince, öfkeyle, kinle
dolarak yüzü utançtan simsiyah kesiliyor, kendiniz için ar vesilesi saydığınız
o kız çocuklarınızı diri diri gömmeye çalışıyorsunuz, onları değersiz görerek
kendiniz için erkek evlâtlarını lâyık görüyorsunuz da kızları niçin Allah’a izâfe
etmeye kalkışıyorsunuz? Yani size göre, sizin mantığınıza göre değerliler sizin
de değersizler Allah’ın mı? Kim yaptı bu taksimi? Gerçekten bu taksim, bu
ayırım kalleşçe, haksızca bir ayırımdır.”
Müşriklerin
tanrılarına böyle dişilik özelliği vermelerinin, ya da tanrılarında dişilik
özelliği aramalarının altında yatan sebep esasen güçsüzlere, kendilerinden daha
güçsüz varlıklara tapınma istekleridir. Güçsüzleri tanrılaştırıyorlar. Yani
müşrikler isterler ki, tanrıları kendilerine etkin olmasın, kendilerine hakim
olmasın da kendileri o tanrılara hakim olsunlar. İşte böyle kendilerine, kendi
arzularına boyun eğebilecek güçsüz, yumuşak varlıklardan seçerler tanrılarını.
Yani bunlar Allah’a kulluktan kurtulup kendi şehvetlerine, kendi hevâ ve heveslerine
tapınmak istiyorlar. Keyiflerinin istediği gibi sorumsuz ve sınırsızca bir
hayat yaşamak istiyorlar.
Çünkü bakıyoruz bu adamlar
Allah’tan başka kendilerinin ilahları olduklarını iddia ettikleri kimseleri de
kendileri seçiyorlar. Seçtiklerini istedikleri gibi yönlendirebileceklerini
bildikleri için seçiyorlar. Seçtiklerine “bizi şöyle şöyle idare ederseniz sizi
seçeriz, değilse sizi seç-meyiz!” diyebildikleri için seçiyorlar. “Bizden
şunları, şunları istemeyeceksiniz! Bizi şu şu sorumluluklar altına almayacaksınız!
Bizden namaz, zekât, tesettür gibi ağır sorumluluklar istemeyeceksiniz! İçki,
ku-mar, fâiz, zina gibi bizim alışık olduğumuz şeyleri bizim için yasaklamayacaksınız!
Bize lüks ve müreffeh bir hayat sağlayacaksınız! Biz ne istersek, nasıl bir
hayata razıysak onu sağlayacaksınız! Eğer bizim istediğimiz kanunları çıkarır,
bizim istediğimiz hayatı hazırlarsanız Rabb olarak, İlâh olarak biz de sizleri
seçeriz!” diyebildikleri için onları seçiyorlar.
Onları yönlendirebilecekleri,
şartlandırabilecekleri için onları seçiyorlar. Allah’a bunu diyemeyecekleri,
Allah’ı istedikleri gibi şartlandıramayacakları için Allah’ı Rabb kabul
edemiyorlar. Her şeyi kendi arzularına ve kafalarına göre ayarlamak ve düzenlemek
istedikleri, yani kendi kendilerine tapınmak istedikleri, şehvetlerine tapınmak
istedikleri için hayatlarından Allah’ı diskalifiye etmek istiyorlar. “Tamam,
ilâhlardan bir ilâh olarak Allah’ı da dinleyelim, meselâ hayatımızın ibadet
bölümünde. Ama öteki bölümlerinde biraz nefes alabilmek için Allah’tan
başkalarını da dinleyelim” diyorlar. Halbuki bu şirktir. Hayatı parçalamak ve
hayatın bazı bölümlerinde Allah’ı, öteki bölümlerinde başkalarını dinlemek
şirktir.
Müşrikler
güçsüzleri ya da dişileri putlaştırırlar. Lat, Menat, Uz-za hep dişi ismidir.
Bu şehvetperestler dişiyi, kadını putlaştırdıkları için her yerde dişi ararlar,
bulamazlarsa oturdukları mekânlara kadın resimleri asarlar. Her şeyde,
sevecekleri, değer verecekleri her şeyde dişilik ararlar. Güneşi mi sevecekler,
ona dişilik izafe ederler, yıldızlara mı tapınacaklar, onlara dişilik hüviyeti
kazandırırlar, melekleri mi tanrılaştıracaklar, onlara dişilik karakteri
kazandırırlar.
23. “Bunlar sizin ve babalarınızın taktığı adlardan başka bir şey değildir.
Allah onları destekleyen bir delil indirmemiştir. Onlar sadece sanıya ve
canlarının istediğine uymaktadırlar. Oysa onlara Rabblerinden andolsun ki
doğruluk rehberi gelmiştir.”
Bu putlar
sizin ve babalarınızın taktığı isimlerden, yakıştırmalardan başka bir şey
değildir. Öyle değil mi? Siz kendiniz dikmediniz mi bu putları? Sizin kendi eseriniz
değil mi bunlar? Siz koymadınız mı bu yasaları? Siz kendiniz koymadınız mı bu
kanunları? Allah’ın elçisinin, Allah’ın sisteminin, Allah’ın mesajının karşısında
şu savunduğunuz, şu tutunduğunuz demokrasiyi kendiniz icat etmediniz mi? Ona
tutunarak Allah sistemini dışlamaya mı çalışıyorsunuz? Herkes bu de-mokrasiye
inanmalıdır diyerek insanları bu kendi diktiğiniz puta imana mı çağırıyorsunuz?
Bu konuda
Allah size bir delil de indirmemiştir. Bu konuda, bu kendi akıllarınızdan,
kendi hevâ ve heveslerinizden kaynaklanan bu putların, bu isimlerin, bu
yasaların, bu demokrasinin hak olduğuna, doğru olduğuna dair Allah’tan bir
delil, bir âyet de yoktur. Yıllardır bu tür putlar egemenliğinde bir hayat
yaşayan, Allah yasalarını bırakıp bu put sistemlerini uygulayan ülkelerin,
toplumların durumları da belli. Ahlâklarıyla, sosyal yapılarıyla,
gençlikleriyle, sömürüleriyle, vurgunlarıyla, intiharlarıyla kanları ve göz
yaşlarıyla herkesin gözü önündedirler.
“Hayır
hayır, onlar sadece zanna uyarlar” diyor Rabbimiz. Hiçbir bilgiye sahip
değillerdir onlar, sadece zanna tabi oluyorlar ve de nefislerinin, arzularının,
hevâ ve heveslerinin peşinde giderler. Şehvetlerine tâbi olurlar. Canları neyi
istiyorsa, arzuları hevesleri neyi emrediyorsa, bilginin dışında tâbi oldukları
zanları onları nereye sürüklü-yorsa oraya gidiyorlar. Şehvetlerinin peşinde
güdülüp gidiyorlar. Onların kendi nefisleri, arzu ve hevesleri ilâhları, ilâheleri
oluyor da onun peşinde sürüklenip gidiyorlar.
İnsanlar
kendi kafalarından, kendi hevâ ve heveslerinden bir şeyler üretiyor, bir şeyler
dikiyor ve onlara tutunarak Allah âyetlerini, Allah bilgisini, Allah elçilerini
reddetmeye kalkışıyorlar. Kendi elleriyle diktikleri bu putlara
dokunulmazlıklar izâfe ederek, onların kesin doğru olduklarını kabul ederek onların
tartışılmasına bile izin vermiyorlar. Allah diyor ki, “bütün bu yaptıklarınız
sadece isimden ibarettir. Sadece kendi yakıştırdığınız isimden ibarettir bunlar
ve altlarında hiçbir şey yoktur.”
“Meselâ adâlet diyorlar ama
adâletin “a” sına bile rastlamak mümkün değil. Hürriyet diyorlar, eşitlik
diyorlar, yasa diyorlar, demokrasi diyorlar, laiklik diyorlar, din ve vicdan
özgürlüğü diyorlar ama başörtülülere kan ağlatıyorlar. İnsan hakları diyorlar,
adâlet konseyi di-yorlar, güvenlik konseyi diyorlar ama sadece isimden ibaret,
altında bu isme lâyık hiçbir şey yok. Tüm dünyaya korkudan başka, zulümden
başka hiçbir şey yaymıyorlar. Sadece isimden ibarettir bunların yaptıkları
şeyler, altını kazdığınız zaman hiçbir şey çıkmaz, hiçbir anlam ifade etmez,”
diyor Allah. Dayandıkları hiçbir haklı sebep ve dayanakları yoktur.
İşte şu
anda görüyoruz ki tüm müşrik dünya kendilerine böyle putlar egemenliğinde bir
dünya, bir sistem kurarlarken, bir put ihdas edip onun ismini koyarlarken acaba
neye dayanıyorlar? Onların gerçekliği konusunda acaba kendilerine Allah’tan bir
delil gelmiş midir? Hayır, ataları, yahut kendileri böyle bir isim vererek
meseleyi geçiştiriyorlar. Zaten bu tür müşriklerin Allah’a inanmadıkları için
Allah’tan bir delile, Allah’tan bir vahy e dayanma düşünceleri dertleri de yok.
Yani bu adamlar dün de, bugün de kendilerinin, kendi inanışlarının, kendi
dünyalarının sağlam bir dayanağının olmasını da istememektedirler. Onlar sadece
zanna tâbi oluyorlar.
Halbuki onlara Rabblerinden bir
hidâyet, bir delil gelmişti. Rab-bleri onları hiçbir zaman yolsuz yordamsız
bırakmamıştır. Tarihin her bir döneminde Rabbleri onlara kendi bilgisinden
bilgi sunmuştur. İşte son elçiye gelen hidâyet onların karşısında duruyor.
Allah bilgisi, Allah vahyi ve o vahyi en güzel örnekliliğiyle kendilerine sunan
Allah elçisi ayan beyan, taptaze, dimdik karşılarında... Daha Önce Mûsâ’ya
(a.s), Îsâ’ya (a.s), İbrahim, Nuh, Hud, Salih’e (a.s) gönderilen vahiy şimdi
son elçi Muhammed’le (a.s) kendilerine gönderilmişti. Tarihin hiçbir döneminde
insanları vahiy bilgisinden, hidâyetten mahrum bırakmayan rahmeti bol olan
Allah şimdi de bu rahmet kapısını kendilerine aç-mıştı. Peki acaba niye bu
insanlar Rahmân’ın bu rahmetinden istifadeye yanaşmıyorlar? Acaba niye bu
insanlar kendileri için rahmet olan Allah vahyine, Allah bilgisine kulak
vermiyorlar? Niye ilgisiz davranıyorlar bu Kitaba da kendi istek ve arzularını
tanrılaştırıp, kendi he-vâ ve heveslerini sistemleştirip, kendi oluşturdukları
putlara, kendi oluşturdukları yasalara tapınıyorlar? Bakın bunun sebebini bundan
sonraki âyetinde Rabbimiz şöyle bir soruyla açıklar:
24. “Yoksa, her umduğu şey insanın mıdır?”
Yoksa her düşündüğü, her hayal
ettiği, her umduğu, her arzu ettiği, her temenni ettiği şey insanın mıdır?
İnsan her istediğine ulaşa-bileceğini mi zannediyor? Güç ve kuvvetinin sınırsız
olduğunu mu zannediyor bu insan? Kendilerini yaratan Allah’ın kendi arzularına
teslim olduğunu, onlar ne isterlerse, neyi münasip görürlerse Allah’ın onlardan
razı olmak zorunda olduğunu mu zannediyorlar? “Allah bizim arzularımıza
teslimdir, bizim münasip gördüğümüzü elbette o da münasip görecektir” demeye mi
çalışıyor bu insanlar?
Ya da Allah katında şefaatlerini
umdukları için diktikleri bu putlarından temenni ettikleri şefaate
ulaşacaklarını mı umuyor bu insanlar? Bu putlarının kendilerini
kurtaracaklarını mı bekliyorlar? Allah sistemine alternatif olarak
geliştirdikleri bu sistemlerinin bu dünyada kendilerini mutlu edeceğini, huzur
ve sükuna kavuşturacağını mı bek-liyorlar? Her arzu ettikleri şeyin hemen
gerçekleşivereceğini mi zannediyorlar? Kendilerinin dilediklerine
hükmedebilecek Allah yetkilerine sahip olduklarını mı iddia etmeye çalışıyor bu
insanlar? Rabblerini, mâbudlarını kendi kendilerine belirlemeye mi
kalkışıyorlar? Kendilerini bu yetkinin sahibi mi zannediyorlar? Böyle
yaratıcılarına kafa tutarak, kendi hevâ ve heveslerini Allah vahyinin önüne
geçirerek, küfür ve şirk içinde bir hayat yaşadıkları halde yine de
kendilerinin hidâyette olduklarını temenni etmelerinin kendilerini
kurtaracağını mı umuyorlar? Sadece temenni ettikleri şeyin gerçekleşeceğini mi
zannediyorlar? Hidâyeti, imanı sadece temenniden ibaret mi zannediyorlar? Allah
yasalarını bir kenara bırakarak kendi kendilerine hayat programı yapmaya mı
çalışıyorlar? Nereden, kimden almışlar bu yetkiyi? Halbuki:
25. “Hayatın ilki de, sonu da Allah’ındır.”
Unutmayın ki âhiret de
Allah’ındır, dünya da. Dünyanın da âhi-retin de sahibi Allah’tır. Dünyaya da,
âhirete de egemen olan, dünyada da, âhirette de sözü geçen Allah’tır. Dünyada
da âhirette de tasarruf yetkisi Allah’a aittir. O ne dilerse o olur. Dilediği
her şeyi yapma, yaratma gücü sadece Allah’a aittir. Öyleyse ey kâfirler, ey müşrikler,
kesinlikle bilesiniz ki sizin kendi kendinize küfür ve şirk içinde bir hayat
yaşadığınız halde yine de hidâyette olduğunuza, doğru yolda olduğunuza
hükmetmenizin, bunu temenni etmenizin hiçbir değeri yoktur. Hidâyet ve sapıklık
konusunda, iman ve küfür konusunda Allah’ın hükmü geçerlidir.
Konumu gereği, imtihan gereği
Allah bu dünyada işlediğiniz suçlara dokunmadı diye, Allah’ı dünyada
atlattığınızı zannediyorsunuz belki, ama âhirette ne yapacaksınız? Orası da
bizimdir. Yani dünyanın konusu sizin kendi kendinize plan-program yapmanıza müsaittir.
Hikmeti gereği Allah sizlere irade vermiştir. İmtihan gereği Allah do-kunmuyor
dünyada size. Peki öbür tarafta ne yapacaksınız? Dünya kendinizin
zannediyorsunuz ve aldanıyorsunuz, halbuki dünya Allah’ındır, âhiret de
O’nundur. Dünyanın da âhiretin de mülkü bizimdir, diyor Allah.
Öyleyse unutmayın ki dünyayı da,
âhireti de nasıl elde edeceğinizi bana sormak zorundasınız. Dünya bereketini
de, dünya mutluluğunu da, âhiret saadetini de Allah’tan başka hiç kimse bilmez,
bile-mez. Öyleyse gelin Allah’ın vahyini bir kenara bırakarak kendi kendinize
tanrılar, kullar, şâfiler, şefaat edilecekler belirlemeye kalkışmayın. Çünkü:
26. “Allah, dilediğine ve hoşnut olduğuna izin vermedikçe, göklerde
bulunan nice meleklerin şefaati bir şeye yaramaz.”
Bırakın yeryüzünde resimlerini,
gölgelerini, hayallerini yapıp tapınmaya çalıştığınız bu cansız putları,
onların temsilcileri gözüyle baktığınız göklerde nice melekler, nice mübârek
kullar vardır ki, Allah kendilerine izin vermedikçe onların şefaatleri bile hiç
kimseye bir fayda sağlamaz. Allah izin vermedikçe bu büyük, bu mübârek varlıkların
bile şefaat hakları yokken şu veya bu putun, şu veya bu insanın nasıl şefaat
yetkisi olabilir? Şefaat yetkisi sadece Allah’a aittir. Şefaat edecekleri
belirleme yetkisi de, şefaat edilecekleri belirleme yetkisi de sa-dece Allah’a
aittir. Yarın Allah’ın kendilerine şefaat etme yetkisi verdiği salih kulları,
kayın peder, kayın valide, bacanak, arkadaş, eş, dost dilediklerine değil,
Allah’ın; “şunlara şunlara şefaat edebilirsin” buyurarak karşısına çıkardığı şefaat
edilecekler listesinde isimleri yazılı olan kimselere şefaat edebileceklerdir.
Öyleyse bu dünyada insanlardan kimilerini yarın şefaat edecekler konumunda
görüp Allah’a yapmamız gereken kulluk görevlerimizden bazılarını bu kimselere
yapmaya, onların eteğine yapışmaya gerek yoktur. Çünkü onlara yarın gerçekten
şefaat etme yetkisi verilmiş olsa bile bize bize şefaat edebilecekleri kesin
değildir.
27-28. “Doğrusu âhirete inanmayanlar, meleklere “dişi” adını takarlar.
Oysa onların bu hususta bir bilgileri yoktur, sadece zanna uyarlar, zan ise
şüphesiz gerçeği ifade etmez.”
Âhirete inanmayanlar meleklere
dişi ismi verirler, meleklere dişilik izâfe ederler. Oysa onların bu konuda
hiçbir bilgileri yoktur. Sadece zanna tâbi oluyorlar. Bu da kâfirlerin,
müşriklerin başka bir küfürleridir. Allah’ın en mükemmel kulları olan
meleklerin dişi olduklarını iddia ediyorlar. Bu konuda kendilerine herhangi bir
hüküm ulaşmadığı halde melekler hakkında bu hükmü veriyorlar. Tanrılarını
güçsüzlerden seçen bu insanların melekleri de elbette kendilerine herhangi bir
zarar veremeyecek dişilerden, güçsüzlerden olmalıydı. Güçsüz bir Allah’a, aciz
bir Allah’a, hayata karışmayan, hele hele güçlülere karışamayan bir Allah’a
inanan insanlar elbette böyle dişi, güçsüz bir meleğe inanacaklardı. Kendilerini
her an kontrol edemeyecek, işledikleri günahları, irtikap ettikleri suçları
tespit edemeyecek, her an atlatılabilecek cinsten bir melek kabul ediyorlardı.
Yine anlayabildiğimiz kadarıyla
bunun altında yatan bir başka sebep de onların şehvetperestlikleriydi.
Melekleri şehvetlerine hitap eden cazip varlıklar olarak düşünüyorlardı. Hem şehvetlerini
tatmin eden, hem de böyle kesinlikle kendilerine azap etmeyen, amellerini
tespit konusunda güçlü olmayan, ince, nazik varlıklar olarak kabul et-meye
çalışıyorlardı. Şehvetlerini okşayan ve asla kendilerine zarar veremeyecek
varlıklar. Hainler her şeyin şehvetlerine hitap etmesini istiyorlar.
Halbuki bu
konuda hiçbir bilgileri de yoktu, diyor Allah. Öyle değil mi? Yani bu adamlar,
Allah meleklerini yaratırken orada mıydılar ki onların dişi olduklarını
söylüyorlar? Bir kere onlar kesinlikle meleklerin yaratılışına şahit olmadılar.
Peki görmüşler mi melekleri? Hayır. Halbuki bir şeyi bizzat görmeden,
yaratılışına tanık olmadan o konuda şehadet geçerli değildir. Bilip, görüp, tanımadan
şahitlik olmaz. Çünkü bu melek konusu gaybî bir konudur. İslâm gaybın konusu
olarak bizden meleklere iman ister. Öyleyse bu gayb konusunda söz sahibi sadece
Allah’tır. Bu konuda başka hiç bir bilgi kaynağı yoktur.
Gerçi bazen Rabbimiz meleklerini
insanlara insan sûretinde gösteriyordu. Kur’an’da Lût toplumunun, elçinin evine
m
Burada peygambere ve onun yolunun
yolcularına, Allah vahyine teslim olan, Allah bilgisiyle yol bulan mü’minlere
bir emir geliyor:
29. “Ey Muhammed! Bizi anmaktan yüz çevirenlere ve dünya hayatından
başka bir şey istemeyenlere aldırma.”
“Ey peygamberim, sen yüz çevir
zikrimizden yüz çevirenlerden. Bizim zikrimize, bizim vahyimize, bizim
kitabımıza kulak vermeyenlerden sen de yüz çevir peygamberim. Onların
bilimlerine de, zanlarına da, dünyalarına da kulak verme, kulak asma, onları
dinlemeden, onlara kulak vermeden, onlardan bilgilenmeden yana bir tavır
sergileme. Allah’ın zikrinden, Allah’ın âyetlerinden bilgilenmeyen, sadece
zanlarına tâbi olan insanlardan senin öğreneceğin hiçbir şey yoktur. Vahiyle,
Allah bilgisiyle ilgilerini kesenler kendi zanlarını, kendi hevâ ve heveslerini
putlaştıranları sakın dinlemeyin ey Müslümanlar. Sizler yeryüzünün en âlim
insanları olarak onlardan alabileceğiniz, bilgilenebileceğiniz hiçbir şey
yoktur. Çünkü:
Onlar dünya hayatından başka bir şey
istemiyorlar. Onların tüm çabaları dünya içindir. Dünyayı kıble edinmiş, tüm
sa’ylerini, tüm plan ve programlarını dünyayı kazanma adına yapan insanlardır onlar.
Hayatı sadece bu dünyadan ibaret sayan, bu dünyanın mamur edilmesinden başka
bir derdi olmayan, bu dünyanın zenginliğinden, bu dünyanın rahatından, bu
dünyanın zevk ve sefasından başka bir şey düşünmeyen kimselerdir onlar. Ölüm
ötesi hayata inanmayan, âhiret, hesap, kitap endişesi taşımayan kimselerden
Müslümanların öğrenebilecekleri hiçbir şey yoktur.” Ve:
30. “İşte onların ilimden yana ulaşabildikleri son sı-nır budur.
Doğrusu Rabbin yolundan sapmış olanı pek iyi bilir, doğru yolda olanı da çok
iyi bilir.”
İşte onların bilimlerinin
ulaştığı nokta sadece bu dünyadır. Tüm hedefleri, tüm çabaları dünyadır
onların. Düşünün, şu anda vahy e kulak vermeyenlerin, Allah bilgisiyle
bilgilenmeyenlerin, Allah Kitabından nasibi olmayanların, peygamber uygulamalarından
haberdar olmayanların, yani şu andaki küfür ve şirk dünyanın ilimden
ulaştıkları nokta neresiymiş, ne diyor Rabbimiz? Onların ilimden yana ulaşabildikleri
son sınır dünyadır, diyor Rabbimiz. Kim ne derse desin, kim nasıl düşünürse
düşünsün, işte bu konuda Allah yargısı budur. Şüphesiz doğru yargı Allah yargısıdır.
Eğer Allah
yargısından şüphe içindeyseniz haydi buyurun soralım onlara. Soralım üniversitelere,
soralım bilgi merkezlerine. Uğraştıkları bilim dalı ne? Diyelim ki insan. İnsan
üzerinde araştırma yapıyorlar, insanı tanımaya, insanı tanımlamaya
çalışıyorlar. Peki ne bulabilmişler, ne bilebilmişler insanla alâkalı? Ne
biliyorlar bu konuda? Bildikleri, buldukları sadece şudur: İşte insan, bir kadın
ve bir erkek, dokuz ay bir kadının karnı, sonra yeryüzü, sonra yemek içmek, mutfak
ve tuvalet ve sonra ölüm. İşte bu kadar. İnsanla alâkalı bildikleri bu… Yani
insanın ne doğum öncesine ait, ne ölüm sonrasına ait bir tek bilgi
veremeyeceklerdir. Doğmadan önce insan neydi? Neredeydi? Kim getirdi onu
dünyaya? Ne için getirdi? Bu hayatın mânâsı nedir? Dünyadaki sorumluluğu nedir?
Nasıl bir hayat yaşamalıdır? Ölüm nedir? Kim öldürüyor? Ölüm sonrası nereye
gidiyor? Kendisini neler bekliyor? Ne biliyorlar tüm bu konularda?
Ama bizi
yaratan, bize ve tüm âlemlere egemen olan Rabbi-miz elçisi vasıtasıyla bize
ulaştırdığı bilgisiyle, vahyiyle bizi bilmediğimiz tüm konularda bilgilendirdi.
İnsanın ta Adem’i (a.s) yaratma irade-sinden başlayıp, bizi yeryüzünde halife
yapacağından başlayıp, ta o dönemde
meleklerin ve İblisin bizim tarihimize ortak olduğu bir andan, Adem’in beden ve
ruh birleşiminden, Adem’e esmâyı bildirmesinden, Adem’i bilgilendirmesinden,
irade vermesinden, sonra meleklerin ona secdesinden, İblis’in bu secde emrine
kafa tutup karşı gelmesinden, Adem’in eşi Havva’nın ondan yaratılmasından,
ikisinin birlikte birbirini tamamlayan bir bütünün parçaları olarak cennete
girdirilmelerinden, sonra cennetten çıkarılıp bir imtihan süreci içinde tekrar
dünyaya indirilmelerinden, dünyada hayatın başlangıcından, sonra insanın ana
rahminde şekillenmesinden, ilk 40 günde bir aşama, ikinci 40 günden sonra bir
başka aşama, üçüncü 40 gün içinde bir meleğin kendisine gönderilip ruh
üfürülmesi, Allah’ın emriyle rızkının, ecelinin takdir buyurulması, sonra
yeryüzüne gelmesi, geldiği bu dünyada sadece yemek-içmek değil, Allah, melekler
ve İblis’le bir dünya yaşa-mı gerçekleştirdiği ve nihâyet Allah’ın takdir
buyurduğu ecelinin gelmesiyle, ölümle birlikte her şeyin bitmeyeceği, insanın
yok olup gitme-yeceği, ölüm ötesi bir hayatın, kabrin, kıyametin, haşrin,
neşrin mutla-ka gerçekleşeceği, yaşadığı bu hayattan hesaba çekildikten sonra ya
cennet, yahut da cehenneme sevk edileceği bilgileriyle insanı bilgilendirmesinin
yanında şu küfür ve şirk dünyanın bilgileri ne olabilir ki?
Zikirden
yüz çeviren, Allah’ın kitabını, Allah’ın vahyini tanımayanların bildikleri
hiçbir şey yoktur. Bilgi Allah bilgisidir, bilgi vahiy bilgisidir. Eğer insanlık
kendisini tanımak, insanla ilgili, kendisiyle ilgili tüm problemlerini çözmek,
içinde yaşadığı şu dünyayı kendi hayrına çevirmek istiyorsa o zaman kendisiyle,
yaratılışıyla, yaratılış sebebiyle ilgili doğru bilgiye ulaşmak, hem dünyasını
hem de âhiretini güzelleştirmek, dünyada da ukbâda da kurtuluşa ermek istiyorsa
Allah bilgisine müracaat etmek zorundadır. Kendisini kendisine tanıtan Rabbinin
vahyine kulak vermek zorundadır.
Eğer insanlık insanı tanımak
istiyor, insanın problemlerini çözümlemek istiyorsa vahy e kulak vermek
zorundadır. Vahy e kulak vermeyenleri terk etmek zorundadır. Çünkü insanla
ilgili en kesin, en doğru, en yanılmaz bilgi Allah’ın bilgisidir. Çünkü onu yaratıcından
daha iyi kimse bilemez. İnsanı yaratan Allah’tır. Öyleyse yaratılışı konusunda
Rabbi devreden çıkaramayız. İnsanı Rabble birlik tanımak, Rabble birlik
düşünmek zorundayız. Yani eğer insanı tanımak, insanla ilgili problemleri
çözmek istiyorsanız, insan denen bu varlığı mutlu etmek istiyorsanız Rabbsız
yapamazsınız bunu. Çünkü eğer bu işin başlangıcında Rabb varsa, hayatın başlangıcında
ve de hayatın devamında, ölümünde, ölüm ötesinde Rabb varsa, bu insanı tanımada
ve bu insanla alâkalı problemlerin çözümünde mutlaka bu Rabbin varlığı da
gündeme gelecektir.
Unutmamalıyız
ki insanı mutlu etme hakkı da sadece onu yaratana aittir. Dün ve bugün
dünyadaki tüm beşerî sistemler, tüm bilim dalları, tüm üniversiteler insanın
mutluluğunu amaçladıklarını iddia ederek ortaya çıkmışlardır. Ama insanı
tanımadan, insanla alâkalı te-mel sorunlara doğru cevap bulmadan onun problemlerini
çözmek ve onun mutluluğunu sağlamak asla mümkün değildir. İnsanı tanımayan tüm
beşerî sistemlerin ve ideolojilerin tarihin her döneminde insana saadet değil
felâket getirdiğini bilmeyenimiz yoktur. İnsanın kafasındaki soruların
hiçbirisini çözmesine yardımcı olamadıklarını bilmeyenimiz yoktur. Dünyaya
geldiği andan itibaren insanın kafasında çözümlenmesi gereken bir yığın soru
vardır. Ben kimim? Ben neyim? Ben bu dünyada ne için varım? Beni kim var etti?
Ne adına var etti? Varlık öncesi neydim ben? Neredeydim? Nereden geldim? Nereye
gi-diyorum? Ana karnında ben neydim? Nasıl bir hayatın içindeydim? Ana karnından
önce ben neredeydim? Ölünce ne oluyor? Ölüm nedir? Ölümden sonra ben nereye
gidiyorum? Bu hayat ne için var? Ben ne için dünyaya geliyor ve yaşıyorum?
Bütün bu sorular tek başına insan aklının çözebileceği sorular değildir. Allah
bilgisi olmadan, peygamber bilgisi olmadan yani vahy e kulak vermeden çözülebilecek
sorular değildir bunlar.
İnsanlık
tüm bu sorularının cevabını vahiyde bulmuştur. Vahiyle önce kimlik problemini
halletmiş, varlık sancısını vahiyle bitirmiş, sonra yine vahiyle kulluk
bilincini elde etmiş, rubûbiyet ve ubûdiyet bilincini kazanmıştır. Ama bu
konuda vahy e müracaat etmeyenler gerçekten çok çırpınmışlar, çok yorulmuşlar
ve bir türlü gerçeğe ulaşma imkânı bulamamışlardır. Çünkü:
“Hidâyette olanı da, dalâlette olanı
da, yolunda olanı da, yolundan sapanı da en iyi bilen Rabbindir. Neyin hak,
neyin bâtıl, neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda da hüküm verecek olan
sadece Allah’tır.”
31. “Göklerde olanlar ve yerde olanlar Allah'ındır ki O, kötülük
yapanları yapmakta oldukları kötülüklerle cezalandırır, güzel davranışta
bulunanları da daha güzeliyle ödüllendirir.”
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi
Allah’ındır. Göklerin ve yerin mülkü Allah’a aittir. Göklerde ve yerde ne varsa
hepsinin sahibidir Allah. Göklerde ve yerde ne varsa hepsine egemen olan, tüm
varlıklar üzerinde söz sahibi olan, yönetme hakkı sadece kendisine ait olan
Allah’tır. Tüm varlıkların boyunlarındaki kulluk iplerinin ucu elinde olan
mutlak güç ve kudret, mutlak tasarruf sahibi Allah’tır. Göklerde ve yerde
yegane söz sahibi, yegâne Mâlik O’dur. O Mâliktir, her şey O’-nun mülküdür.
Mülkünde tasarruf hakkı sadece O’na aittir. Göklerde ve yerde kendisinden başka
İlâh, kendisinden başka egemen yoktur. Varlıkları üzerinde kendisinden başka
söz sahibi, kendisinden başka etkili, yetkili yoktur. Kendisinden başka kulluk
edilecek, çektiği yere gidilecek, yasaları uygulanacak varlık yoktur.
Kendisinden başka hatırı kazanılacak, rızası peşinde gidilecek, arzularına
teslim olunacak varlık yoktur. Çünkü varlık O’nundur, varları var eden,
öldüren, dirilten O’dur. Hayatın sahibi O’dur. Hayatı veren de alan da O’dur.
Göklerde ve yerde hayatın sebebi O’dur Göklerde ve yerde, canlı-cansız ne varsa
hepsini yaratan, hepsini hayata getiren ve hepsinin hayatını düzenleyen sahip
O’dur, Mâlik O’dur. Bir karış toprakta, zaman ve mekânın bir karış diliminde
O’ndan başka hiç kimsenin mâlikiyeti, hâkimiyeti yoktur.
Allah kötülük yapanlara, günah işleyenlere
işledikleri günahların karşılığını verir. Muhsinlere, Allah’ın kendilerini
gördüğü şuuru içinde bir hayat yaşayanlara, Allah’a lâyık ameller işleyip Rabblerinin
rızası uğrunda hareket edenlere de unutkanlıkları, bir anlık gafletleri, insan
oluşları sebebiyle yaptıkları ufak-tefek kabahatleri bir yana büyük günahlardan
ve hayasızlıklardan kaçınanlara da işlediklerinden daha iyisiyle karşılığını
verir.
Kötülük
yapanlara, günah peşinde koşanlara işledikleri kötülüklere benzer cezalar
verecektir Rabbimiz. Bire bir cezalar verecektir. Ama muhsin davrananlara,
iyilik yapan mü’minlere yaptıkları iyiliklerinin kat kat fazlasını, ya da
mükafatların en güzeli olan cenneti verecektir Rabbimiz. Çünkü mutlak Mâlik
O’dur, sahip O’dur. Mülkü konusunda mutlak tasarruf ta O’nundur. Mülkü konusunda
yarattıklarından hiç kimseye yetki vermemiştir.
Kurduğu bu dünyada yarattığı
kullarına cezayı da, mükafatı da sadece kendisinin takdir ettiğini
bildirmektedir. Bir dünya yarattığını, imtihan için kullarını getirdiğini ve
kullarına bu dünyada irade, seçim özgürlüğü verdiğini, insanların iyiliği de
kötülüğü de seçme hakkına sahip olduklarını, ama bu seçimlerinin sonucuna
kendilerinin katlanmak zorunda olduklarını anlatıyor Rabbimiz. Kötülerin
kötülüklerinin karşılığı kötülükle cezalandırılacaklarını, iyilerin de hüsnaya
ulaşacaklarını anlatıyor. Peki kimlermiş bu hüsnaya ulaşacak olanlar? Ne özellikleri
varmış onların?
32. “Ki onlar büyük günahlardan
ve çirkin işlerden kaçınırlar, yalnız ufak-tefek kusurlar bundan müstesnadır.
Şüphesiz Rabbinin affı geniştir. O, sizi topraktan yarattığı zaman ve siz
annelerinizin karnında bulunduğunuz sırada, sizi en iyi bilendir. Onun için
kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü O kimin muttakî olduğunu en iyi bilendir.”
Onlar günahların ve fuhşiyatın
büyüklerinden sakınırlar. Bunun bilincinde olarak Rabblerinden mağfiret
dileyenler, tevbe edenler hüs-nâya ulaşacaklardır. Şüphesiz ki Rabbin mağfireti
geniştir. Günahların büyüklerinden sakınıldığı sürece, bu konuda hassas davranıldığı
sürece Rabbimiz kusurlarımızın örtüleceğini, ufak tefek işlenen günahların,
kusurların ciddiye alınmayacağını, sıfırlanacağını anlatıyor. Bakın Nesâî’de
İbni Hibban’dan Rasulullah Efendimizin şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir:
“Bir
kul beş vakit namazını kılar, Ramazan orucunu tutar, malının zekâtını verir ve
yedi büyük haramdan da sakınırsa ona cennetin bütün kapıları açılır ve o kul dilediği
kapıdan girer.”
Bu yedi büyük günahla alâkalı
olarak da şunlar sayılır: Zina, içki, sihir, iffetli bir mü’mine zina iftirası,
haksız yere bir Müslümanı öldürmek, fâiz yemek, savaşta düşman karşısından
kaçmak. Tabi büyük günahlar bunlarla sınırlı değildir, başka hadislerde
başkalarının da sayıldığını biliyoruz. Kimileri buna karşı gelmekte ve itiraz
etmektedir. “Efendim, Allah’a karşı işlenen günahın büyüğü küçüğü olmaz,
günahın kime karşı işlendiği önemlidir” demeye çalışıyorlarsa da, hadislerde
geçtiği için böyle diyoruz. Kur’an’da da Rabbimiz böyle buyuruyor.
Hattâ daha
fazla lütufları da vardır Rabbimizin. Ama kötülere, kötülük işleyenlere,
kötülük kazananlara Rabbimiz tarafından takdir edilen ceza işlediklerinin
aynıdır ya da işlediklerinin bir mislidir. Kötülüğün karşılığı misli
mislinedir. Ama Rabbimizin iyilere, iyiliklerine takdir ettiği mükafat böyle
değildir. İyilik ve kötülüklerin karşılıkları farklıdır. İyiliklere kat kat
mükafat veren, karşılık veren Rabbimiz günahın karşılığını tamtamına veriyor.
Bir sevaba on mükafat, bin mükafat verilirken, bir günaha bir ceza, iki günaha
iki ceza verilmektedir.
Anlıyoruz ki günahların ve
sevapların kat sayıları farklıdır. İyiliğin karşılığı bazen bire on, bazen bire
yedi yüz, bazen bire sonsuz mükafat iken, kötülüğün karşılığı ise sadece bire
birdir. Rabbimiz ne kadar da merhametlidir bizim için değil mi? Hattâ bakın bir
adam bir günah işlemeye niyet edip azmetse ama sonra da Allah korkusundan,
âhiret endişesinden dolayı onu yapmaktan vazgeçse, onun karşılığında bir sevap
verilecektir.
Allah sizi topraktan yarattığı zaman,
siz toprak iken ve siz annelerinizin karnında bir cenin iken de, toprak olarak
ve de ana karnında bulunduğunuz sırada, sizi en iyi bilendir. Onun için kendinizi
te-mize çıkarmayın. Çünkü O kimin muttakî olduğunu en iyi bilendir. Sizi toprak
iken adam eden, sizi ana rahminde bir cenin iken size anlama gücü veren, sizi
vahyine, kendi bilgisine muhatap kabul eden, kendi bilgisini aktaran, sizi
vahiyle bilgilendiren, size hayatın mânâsını, Rab-binizi tanıtan, sizi halife
yapan, yeryüzüne egemen kılan, tüm varlıklara hükmetme yetkisi veren O’dur.
Sizi irade sahibi kılan, seçme hakkı tanıyan, yeryüzünde yaratıcınız olarak
kendisine rağmen size isyan etme, zatına kafa tutma hakkı veren O’dur.
Öyleyse ey Allah kulları, gelin
Rabbinizin, sahibinizin lütfedip size verdiği bu yetkiyi kötüye kullanmayın.
Halbuki siz Rabbinizi, Rab-binizin lütuflarını, yaratılışınızı, imtihan için bu
dünyada bulunan kullar olduğunuzu, kendinizin dünyada yaratıcının vekili olarak
bulunduğunuzu unutup, asil olduğunuzu zannedip kendi kendinizi temize çıkarmaya
çalışıyorsunuz. Kendinizi tezkiye etmeye kalkışıyorsunuz. Buna hakkınız yoktur
diyor Rabbimiz.
İnsanları
mutlak anlamda yalnızca Allah tezkiye edebilir. Çün-kü mutlak yaratıcı meydana
getirici O'dur. Nefsin hangi yolla ve nasıl tezkiye edileceğini ancak O bilir.
Fücurdan, günahtan, isyandan sakı-nabilmenin, doğru yola (hidâyete)
girebilmenin yöntemini O bildirir. Rabbimizin bildirdiği tezkiye yollarına
uymayıp da kendini temize çı-karanlar, bir anlamda kendilerini üstün görenler
(kitap ehli olanlar) ya-nılıyorlar. Allah (cc), gönderdiği Kitabı göz ardı
edenleri ve onu az bir para karşılığı satanları âhirette tezkiye etmeyecek,
onları temize çı-karmayacak (Bakara,174). Allah'a verdiği sözden dönenlerin durumu
da bundan farklı değildir (Âl-i İmrân,77).
Nefsin
temiz olduğuna, gerekli feyzi alıp gelişmiş olduğuna hükmetmek ve onu hep
temize çıkarmak. (Nitekim, şâhitlik yapanı tezkiye etmek bu anlamdadır.) Ancak,
bu şekilde nefsi temize çıkar-mak yanlıştır. Yaptığı amelin sonucunu bilmeden,
kaderin sırlarına ulaşmadan nefsi temize çıkarmak bir böbürlenme ve gurura kapılma-dır.
Kitap ve sünnet rehberliğinde bir hayat yaşayarak takvâ sahibi ol-madan,
Allah'ın emir ve yasaklarını yerine getirmeden "kalbim temiz"
diyenlerin yanlış yaptıkları açıkça görülmektedir. Nefsi temizlemenin en
kestirme yolu, takvâ sahibi olmaktır. Takvânın kapsamı, bunun en geçerli yol
olduğunu gösterir. Zâten insanın nefsine fücuru ve takvâyı öğreten Rabbimizdir.
Nefsi temizleyip kurtuluşa ermek, şüphesiz fücuru terk edip takvâya sarılmakla
mümkün olabilir. Peygamberimiz (a.s) şöyle duâ ederdi: "Allah'ım! Benim nefsime takvâsını ver ve onu temizle. Sen onu
temizleyenlerin en hayırlısısın. Sen onun velîsi ve mevlâsısın."
(Müslim,
Zikir ve Duâ 18)
Adamlar hem
Allah tarafından yaratılmışlar, Allah tarafından bu dünyaya getirilmişler, her
şeylerini Allah’a borçlular, hem de Allah’a iftira edip, Allah’ın istemediği
bir hayatı yaşayıp, Allah’ın Kitabından, peygamberinin örnekliğinden habersiz
bir hayat yaşayıp “biz şu anda Allah’ın istediği hayatı yaşıyoruz, bizler
Allah’ın sevgili kullarıyız, bizler cennetin ta ortasına lâyık kimseleriz” diyerek
tezkiye ediyorlar. “Biz kitap ehliyiz, bizim kitabımız var, bizim Tevrat’ımız,
İncil’imiz, Kur’an’ımız var” diyerek kendilerini temize çıkarıyorlar. Ama gelin
görün ki adamların kitaplarıyla uzaktan ve yakından hiçbir ilgileri yok. Allah
diyor ki, biz sizi biliriz. Sizin öncenizi de sonranızı da en iyi bilen biziz.
Sizin yok olduğunuz, henüz yaratılmadığınız döneminizi de, ana rahminde
kendinizi bile bilmediğiniz dönemlerinizi bilen biziz. Gelecekte ne olacağınızı,
başınıza nelerin geleceğini, nasıl bir çizgi takip edeceğinizi de biz
biliyoruz. Öyleyse kendinizi günahsız, kusursuz görerek temize çıkarmaya
kalkışmayın. İyiye kötüye Allah karar versin. İyilerin iyiliğine, kötülerin
kötülüğüne siz değil Allah karar versin.
Kendi
kendimizi temize çıkarmadan, tezkiye etmeden, durumumuzdan mutmain olmadan yana
olmayalım. Kendimize güvenmeden yana olmayalım. Yaptığımız konuşmalarla, birilerini
dinlemelerinizle veya infaklarınızla, ikramlarınızla, berikiler cemaatlarıyla,
ötekiler hocalarıyla, hacılarıyla kesin cennete gideceğimizi iddia ederek kendi
kendimizi tezkiyeden yana olmayalım. İşte bilelim ki bizim bu mutmain halimiz
değişimin önündeki en büyük engeldir. Bizim değişimimizin önündeki en büyük
engel budur.
Çünkü tarihte Yahudi’nin
değişiminin önündeki en büyük engel buydu. Hristiyanın önündeki en büyük engel
de buydu. Onlar bu inançlarından dolayı değişmeye gerek görmediler. Mutmaindiler
çünkü bu konuda. O halleriyle cennete girecek olan bu insanlar, İslâm’ı kabule
gerek görmediler. İşte bakın bu mutmain ve değişime gerek duy-mayan, değişime
razı olmayan, statik ve durağan hayatlarını, geleneklerini devam ettirmeden
yana olan bu insanları reddediyor Allah. Öyleyse şunu kesinlikle kabul etmek
zorundayız ki, hiçbirimiz kendi durumumuzdan mutmain olmamalıyız. Hiçbirimiz
kendi kendimizi tezkiyeden yana olmamalıyız. Hiçbirimiz statükodan yana
olmamalıyız. Çünkü bu değişimin önüne dikilmiş en büyük engeldir. “Ben iyiyim!
Biz iyiyiz!” putu bilelim ki değişmenin önüne dikilmiş en büyük engeldir.
Hiçbir
zaman unutmayalım ki tezkiye Allah’a aittir. Allah’a karşı kendi kendimizi
tezkiye etmeye cüret etmediğimiz gibi, başkalarını da tezkiye etmeye hakkımızın
olmadığını bilelim. Buhârî ve Müslim’in bu konuda Rasulullah Efendimizden
rivâyet ettikleri hadisler çoktur. Bir hadislerinde Allah’ın Resûlü: “Bir
kimseyi tezkiye edip cennetlik olduğunu söyleyen kişinin yüzüne toprak atın.” buyurur.
Yine bir defasında bir kişinin bir kişiyi övüp tezkiye ettiğini gördü de,
Allah’ın Resûlü ona şöyle buyurdu: “Yazık sana! Bu yaptığınla kardeşinin boynunu
kopardın.” Sözlerine şunları ekledi: “Herhangi biriniz birini övecekse
bari ‘böyle olduğunu zannediyorum’ desin ve Allah’a karşı hiç kimseyi tezkiye
etmesin.”
Unutmayalım
ki tezkiye sadece Allah’a aittir. Allah kimin için temizdir demişse o temizdir,
kimin için murdardır demişse o murdardır. Allah’ın kitabında temiz dedikleri,
Allah’a, Allah’ın istediği biçimde ve peygamber örnekliliğinde iman etmiş
Müslümanlardır. Değilse Allah’ın kıstaslarına uymadan bir kişi ben Müslümanım
demekle kendisini temize çıkarma hakkına sahip değildir. Kur’an’ın öngördüğü,
Ra-sulullah Efendimizin örneklediği şekilde yaşayanlar ancak temizdirler.
Allah’ın istemediği bir hayatı yaşayanlara Allah necis demişse, pis de-mişse
onlar istedikleri kadar kendilerini tezkiye etmeye çalışsınlar onlar pistirler.
33-34. “Ey Muhammed! Yüz çevireni ve malından biraz verip sonra
vermemekte direneni gördün mü?”
Şu takvadan, Allah’a kulluktan,
Allah için hayat yaşamaktan yüz çevireni gördün mü? Allah’ın gönderdiği
vahiyden, hayat programından, vahiyden, dinden, peygamberden yüz çevirip kendi
hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir dünya yaşayanı gördün mü? Azıcık verdi de
gerisini kaya gibi sımsıkı elinde tuttu, bağrına bastı, cimrilik yaptı. Allah
kendisine yığınlarla nîmet verdiği halde, nankörlük yaptı da onları Allah
kullarıyla paylaşmaya yanaşmadı.
35. “Görülmeyenin ilmi yanında da o mu görüyor?”
Bu adam Allah’ın istemediği bir
hayatı yaşarken, Allah’ın kendisine verdiğini Allah yolunda harcamaya
yanaşmazken, Allah’ın kendisine verdikleriyle Allah’a kafa tutarken, gayb
bilgisi yanında da onu görüp kendi mutluluğunu kendisi kazanacağını mı zannediyor?
Yani bu adam gayb bilgisine sahip de, istediği zaman Levh-i Mahfuz’u görüyor,
okuyor da, orada ne var ne yok bakıyor da ona göre mi karar veriyor? Yani gayb
bilgisiyle şimdiden geleceği görüyor da malım-mülküm tükenir, kötü bir duruma
düşerim diye mi cimrilik yapıp sahip olduklarından Allah kullarına harcama
yapmamanın kendisi hakkında hayırlı olacağına karar veriyor? Ya da bu anlayışının,
bu davranışının kendisi hakkında yarın kıyamet günü hayırlı olacağını gaybdan
mı görüyor? Nasıl hükmediyor buna?
Hayır hayır, bu adam gaybı
bilmediğine göre, Levh-i Mahfuz’a muttalî olmadığına göre kendisi hakkında
neyin hayırlı, neyin hayırsız olduğunu bilmesi mümkün değildir ve kendi kendine
vahiyden uzak verdiği kararlar, yaşadığı hayat kendisini ne dünyada, ne de
âhirette kurtuluşa ulaştırmayacaktır. Bir de tabi bu cimrilik yapıp vermemenin
dünya ve âhirette kendilerine kaybettireceği şeylerin kendilerine gayb olması,
zararlarını bilememeleri böyle davranmalarına sebep oluyor.
36-37. “Yoksa Mûsâ’nın ve sözünü yerine getiren İbrahim’in kitaplarında
olanlar kendisine bildirilmedi mi ki.”
Yoksa Mûsâ’nın (a.s)
sahifelerindeki bilgiler kendisine haber verilmedi mi? Bu son elçimize
gönderdiğimiz gerçeklerin aynısını ihtiva eden önceki kitaplarımızın gerçekleri
ona ulaşmadı mı? Tevrat ona ulaşmadı mı? Vefa eden, vefalı davranan İbrahim’in
sahifelerindeki gerçek bilgileri duymadı mı?
Burada
Rabbimiz biz kullarını birdenbire tarihle karşı karşıya getirerek bizi tarihin
eskimez gerçekleriyle yüzleştiriyor. İnsanları daha önce İbrahim ve Mûsâ’ya
(a.s) verilen kitaplarla, sahifelerle karşı karşıya getiriyor Rabbimiz. Zaten
kitabımız Kur’an’ın her bir bölümünde ısrarla vurguladığı kitaplara imanın
esprisi işte burada açıklık kazanıyor. Çünkü insanlık yeryüzünde, tarihin hiçbir
döneminde vahiyden uzak, vahiyden mahrum bir dönem yaşamamıştır. İnsanlık zaman
ve mekânın her bir biriminde mutlaka Allah bilgisiyle karşı karşıya bulunmuştur.
Değilse, eğer insanlar yeryüzünün
herhangi bir yerinde vahiyden mahrum bir zaman ve zemin içinde bulunmuş
olsalardı, Allah’ın rahmetinden uzak bir dönem yaşamış olsalardı, o zaman şu
sözü söylemeye hak kazanmış olurlardı: “Ya Rabbi, bizi yarattın, bizi bu
dünyaya getirdin ama getirdiğin bu dünyada bize yol göstermedin, bize bu
dünyada nasıl bir hayat yaşayacağımız konusunda bir bilgi gön-dermedin. Bize
kendini tanıtmadın, bizi varlığından haberdar etmedin. Bize bizden istediğin
kulluğu bildirmedin. Bize razı olacağın hayat programını göstermedin. Bize
kitaplar ve elçiler göndermedin, bu durumda biz ne yapalım?” Ama şimdi hiç kimsenin
bunu demeye hakkı kalmamıştır. Çünkü tarihin her döneminde herkes bu nîmetle,
vahiy nîmetiyle karşı karşıya gelmiştir. İşte Rabbimiz burada önceki kitaplarından,
önceki elçilerine gönderdiği sahifelerinden söz ediyor.
“Suhuf”;
İlk semavi kitaplar; peygamberlere verilen sahifenin çoğulu. Sahife, yazılı
veya yazılacak kâğıttan, kırtastan bir parçadır. Bu da bizim sahife dediğimiz,
safhadan daha genel olarak yaprak ve varak adı verilen parçadan ibarettir.
Çoğulu "sahaif" ve "suhuf"tur. Bu sûretle sahife ve suhuf,
mektuba, risâle ve kitaba da denir. Peygamberlere verilen bu suhuflardan 10
sahife Hz. Âdem'e, 50 sahife Hz. Şit'e, 30 sahife Hz. İdris'e ve 10 sahife de
Hz. İbrahim'e verilmiştir.
Kur'an-ı
Kerim'de "Suhuf-u Ûla (ilk sahifeler)"den bahsedil-mektedir. Bunların
yukarıda bildirilen sahifeler olduğu anlaşılmaktadır
(Taha,133). Ayrıca işte bu
sûrede ve A’lâ sûresinin 38. âyetlerinde Suhuf-u İbrahim'den ve Suhuf-u Musâ’dan
bahsedilmektedir. Bu iki suhufun içerdiği hükümlerle ilgili olarak işte bu
sûrede, bu âyette ve devamında bilgi verilmektedir. Musâ'nın sahifeleri
ifadesiyle Tevrat kastedilmekle beraber, İbrahim'in sahifeleri hakkında Kur'an'ın
dışında, her hangi bir yerde yeterli bilgi yoktur. Hattâ Yahudilerin ve Hıristi-yanların
kutsal metinlerinde bile bunlardan söz edilmez. Sadece Kur'-an-ı Kerim'de
birisi bu sûrede bu âyet devamında, birisi de A'lâ sûresinde olmak üzere iki
yerde Hz. İbrahim'in getirdiği talimattan bazı bölümler zikredilmiştir.
Hz.
İbrahim (a.s) indirilen sahifelerin mübarek ramazan ayının ilk gecesi
indirildiğine dair Vâsıle b. el-Eska' (r.a)'den gelen bir rivâyet vardır (Ahmed
İbn Hanbel, IV,107). Bu sahifelerin ihtiva ettiği hakikatlerin tevhid, ibadet,
ahlâk, muamelât ve ahkâm esasları olduğunu anlamak için herhangi bir vesikaya
gerek yoktur. Çünkü Cenab-ı Hakkın risâlet ve nübüvvetle ilgili koyduğu
şartlardan ve Kur’an-ı Kerim'den bunu anlamak kolaydır. Nitekim işte bu
âyetlerde ilk sahifelerin yani Hz. İbrahim ve Hz. Musâ sahifelerinin ihtiva
ettiği gerçekler şöyle maddelendirilebilir. Bunlar her peygamberin getirdiği şeriatta
temel esasların aynılığını, değişmezliğini göstermesi bakımından da önemlidir:
Herkes yaptıklarından mesuldür. Bir şahsın yaptıklarından ancak kendisi
sorumludur. Hiç kimse başkasının cezasıyla cezalandırılmaz. Her şahıs
yaptığının karşılığını görecektir. Başkasının yaptığı amellere kimse ortak
olamaz. Hiç kimse yapmadığı amelin karşılığını ala-maz. Ve "Dönüş
Allah’adır. Güldüren ve ağlatan, dirilten ve öldüren; çiftleri, erkek ve
dişiyi, döl yatağına düşen meni'den yaratan O'dur. Öldükten sonra dirilten
O'dur. İhtiyaçları veren ve zenginleştiren O'dur. Gökte ve yerde olanların Rabbi
O'dur".
Kur’an'da
peygamberlerin sözlerini ve mücâdelelerini incele-diğimiz zaman, kendilerine
indirilen sahifelerin içeriği ile ilgili örnekleri çoğaltmak mümkün olur.
Taberi'de Hz. Şit'e verilen sahifelerden şöy-le bir cümle nakledilmektedir:
"Âdem oğullarına söyle ki, bir şart koştuklarında ona şahit tutsunlar, ta
ki inkar edemesinler. Nitekim Âdem, benim ahdimi unuttu İblis de onu aldattı ve
Cennetten çıkmasına se-bep oldu" (Taberi, Tarih, I/93).
Hem bu
sahifelerin, hem de diğer semavi kitapların; kitap gön-derilmeyen peygamberlerin
tebliğ görevinde hükümlerine tabi olduk-ları metinler olduğunu ifade bakımından
da şöyle denilmektedir "İdris (a.s) Şît aleyhisselâmın suhufunu okurdu ve
ahaliyi o kitabın hükmü-ne davet ederdi. Hak Teâlâ ona da otuz sahife gönderdi.
O bu sahi-feleri kendi eliyle yazdı. Âdem (a.s)'dan sonra ilk kalem tutup yazı
ya-zan İdris (a.s)'dır." İdris (a.s) şöyle dedi: "Ya Rıdvân, ben Hak
Teâlâ-nın peygamberiyim. Benim makamımın cennet olacağını suhufta gör-düm"
(Taberî, Tarih, I/95, 97).
Suhuf
kelimesi Kur’an-ı Kerîm'de devamlı bu çoğul sığasıyla kullanılır şöyle ki: 1-
Suhufu Müneşşera: Dağıtılmış sahifeler halinde tezkireler manâsınadır
(Müddessir, 52). Bu, Kur’an tabiriyle, ehl-i küf-rün, bütün insanlığa rehberi
olarak indirilen Kur’an yerine, şahısları adına bir takım sahifelerden oluşan
tezkireler indirilmesini istemelerini ifade etmektedir. Bu istek kendisini
toplumdan üstün ve ayrı gören küfür egosunun tezahürlerinden biridir. Ancak bu
istekleri gerçekleşse bile yine de inanmayacakları, belirtilmektedir
(Müddessir, 53). Neşredilmiş, dağıtılmış sahifelerle ilgili olarak
"Sahifeler neşredildiği vakit" (Tekvir,10) buyurulmaktadır. Neşredilen
bu sahifeler iki çeşittir. Bun-lardan birincisi amel defterleridir ki bunların
neşri, hesap işin açılma-ları demektir. İbnül-Mümin'in İbn Cüreyc'den
rivâyetine göre, "İnsan ölünce sahifesi dürülür. Sonra kıyamet günü açılır
ve ona göre hesabı görülür." İkincisi de; "Artık kitabı sağ eline
verilen kişi der ki: Alın kita-bımı okuyun. Kitabı sol eline verilen ise, o da
der ki: Keşke bana ki-tabım verilmeseydi" (Hâkka,19-25); "Artık kimin
kitabı sağ yanından verilirse; o, kolay bir hesap ile sorguya çekilecek...
Kiminde kitabı sır-tının arkasından verilirse; o da helâki çağıracak"
(İnşikak,7-10) olarak bildirilen hesabın görüşülmesinden (rüyetinden) sonra
ilâm gibi neş-redilip dağıtılacak sahifelerdir. Bunların neşri, dağıtılıp sahiplerine
ve-rilmesi demektir. Buna bazı hadislerde "Tetâyur-ı suhuf sahifelerin u-çuşması"
tabir olunmuştur. 2- Suhuf-u Mükerrame ve Suhuf-u Mutah-hare: Bu ikisi de Kur'an-ı
Kerimin isimleridir. Kur'an-ı Kerimi vasıflar-lar. Birincisi "O Kur'an,
şerefli -üstün, yüceltilmiş, tertemiz kılınmış sa-hifelerdedir-"
(Abese,13-14) şeklinde; ikincisi de, "Allah'tan gönderilmiş bir elçi ki,
tertemiz sahifeleri okumaktadır. Onların içinde dosdoğru yazılı hükümler
vardır" (Beyyine, 2-3) şeklindedir.
Kur’an-ı
Kerim Mekke'de inmeye başlamıştır. İndiği günden iti-baren hem ezberlenmiş, hem
de her biri ağaçtan, deriden, taştan, ke-mikten, yapraktan birer safha ve levha
üzerine tespit edilmiş, ayrı ayrı defterlere yazılmış, itina ile zapt ve
hıfzedilmiştir. Bunlara mushaf gibi hepsi bir cildde olmak manasına suhuf
denilemezse de, her biri bir sahife demek olacağından, ayrı ayrı bir halde
sahifeler manasına su-huf kavramı onları kapsar. Burada suhuf Kur’an-ı Kerim
sahifeleri ma-nâsına kullanıldığına göre, Kalem sûresinin birinci âyetinde
kendisine yemin edilen kalemin Levh-i Mahfûza yazdığı sahifelere, meleklerin
Levh-i Mahfûzdan istinsah edip vahiy ile getirdikleri sahifelere ve son-ra
mushaf sahifelerini teşkil eden alel-umum Kur’an sahifelerine sa-dıktır. Kur’an
sahifelerinin iki kapak arasında toplanmış mevcut şek-line Mushaf denmesi
bundandır.
(Buhâri,
Tefsiru Sûre-i Gâf, 9)
Peki acaba bu kitaplarda, bu
sahifelerde ne vardı? Neyi hükmetmişti Rabbimiz bu kitaplarda?
38-41. “Hiç bir günahkâr başkasının günah yükünü yüklenmez; İnsan ancak
çalıştığına erişir. Onun çalışması şüphesiz görülecektir. Sonra ona karşılığı
eksiksiz verilecektir.”
Rabbimizin önceki elçilerine
gönderdiği kitaplarında da bu son elçiye gönderilen kitaptakilerin aynısı
varmış. Bir kere hiçbir kimse bir başkasının yükünü yüklenmeyecek, bir
başkasının günahından sorumlu tutulmayacaktır. Herkesin kazandığı kendisinedir,
kimse başkasının yükünü taşımaz. Her bir nefis, her bir kimse kendi lehinde ve
aleyhinde kazandıklarıyla, yaptıklarıyla sorumludur. Hiç kimse kendi
kazandıklarının, kendi yaptıklarının dışında başkalarının amelleriyle
değerlendirilmeyecektir. Kimse kimseye yardımcı olamayacak, kimse kimsenin
günahlarını hafifletemeyecektir. Kimse kimsenin yükünü yüklenemeyecek, kimse
kimseye yardım edemeyecek, kimse kimseye bir fayda sağlayamayacaktır. Çünkü insanlar
için ancak kendi sa’-yi, kendi mesaisi, kendi çalışıp çabalaması, kendi ameli,
kendi kazan-dıkları vardır. Herkes kendi sa’yinin, kendi amellerinin
karşılığını göre-cektir. Tastamam, eksiksiz olarak işlediklerinin karşılığı
kendisine verilecektir. Hiç kimse zerre kadar bir haksızlığa uğratılmayacaktır.
42. “Doğrusu son varış Rabbinedir.”
Çünkü nihâyet varış Rabbinedir.
Dönüş Allah’adır. Yaşadığınız bu hayatın sonunda bir gün Allah’a dönecek,
yaptıklarınızın hesabını Allah’a ödeyeceksiniz. Rabbinizin sorgulamasıyla ve
hakkınızda vereceği hükümle karşı karşıya kalacaksınız. Hayır ya da şer, iyilik
ya da kötülük ne yapmışsanız, onların değerlendirilmesiyle karşı karşıya geleceksiniz.
İnsanlar, toplumlar, mü’minler, kâfirler, zalimler, mazlumlar, yeryüzünde kan
kusturanlar, kan emenler, kanı emilenler, sömürenler, sömürülenler, aç
bırakılanlar, aç bırakanlar, ezenler, ezilenler, hepsi yarın Allah’ın huzurunda
toplanacaklar. Attıkları her adımları, alıp verdikleri her nefesleri onları ölüme
doğru yaklaştırmaktadır, hesaba, kitaba yaklaştırmaktadır.
43. “Doğrusu, güldüren de ağlatan da O’dur.”
Ağlatan da O’dur, güldüren de.
Birbirine zıt olan ağlamanın sebeplerini de, gülmenin sebeplerini de yaratan
Allah’tır. Gamı, kederi, sevinci, neşeyi de yaratan Allah’tır. Yarın kimilerini
yaptıklarının karşılığı olarak cennetle güldürecek, kimilerini de cehennemle
ağlatacak olan da O’dur. Kimilerini işledikleri kötü amellerini içinde toplayan
amel defterleriyle ağlatacak, kimilerini de güzel amelleriyle güldürecek. Kolay
bir hesapla sevinç içinde ehlinin yanına, kendisini bekleyen zevçlerinin ve
zevcelerinin yanına gönderecek.
Güldüren ve ağlatan Allah’tır.
Öyle değil mi, Allah’ın ağlattığını kim güldürebilir? Allah’ın güldürdüğünü kim
ağlatabilir? Allah’ın öldürdüğünü kim diriltebilir? Allah’ın hayat verdiğinin
hayatını ondan başka kim alabilir? İnsanlığın kaderi Allah’ın elindedir.
44. “Doğrusu dirilten de, öldüren de O’dur.”
Yine dirilten de O’dur, öldüren
de. Hayat ve ölüm konusunda söz sahibi O’dur. Hayatı veren de, alan da O’dur.
Hayat sahibi, tüm varlığın, hayatın sebebi O’dur ve sonunda ölümü tattıracak
olan da O’dur. Göklerde ve yerlerde canlı-cansız ne varsa hepsini yaratan, hepsini
hayata getiren ve hepsinin hayatını düzenleyen O’dur. Onun hayat verdiklerini
kimse öldüremez, öldürdüklerini de kimse dirilte-mez. Var mı Allah’tan başka
böyle güç ve kudret sahibi? Tüm dünya birleşse Allah’ın öldürdüğü bir canlıyı
tekrar diriltebilirler mi? Olmayan birinin, yok olan birinin yaratılmasından
söz etmiyorum. Bırakın yoktan bir insan yaratmalarını, ölmüş, ruhu çıkmış ama
bedeni yerinde duran, organları yerinde duran, sadece ruhu çıkıp gitmiş bir
cesede yeniden hayat verebilecekler mi? Şu egemenlik bizdedir, yetki bizdedir,
yasa koyma hakkı bize aittir diyenler insanın, ya da kendilerinin bir tırnağını
bile yaratabilirler mi? Biz mâlikiz diyenler, mülkün sahibi biziz diyenler
kendi hayatlarına mâlik olabiliyorlar mı? Ölmemeyi becerebiliyorlar mı?
Saçlarının ağarmasına, bellerinin bükülmesine engel olabiliyorlar mı?
45-46. “Doğrusu, atıldığı zaman bir meniden erkek ve dişi olarak iki
çifti (Eşi) yaratan O’dur.”
Gerek insanlardan, gerekse
hayvanlardan erkek ve dişi çiftleri yaratan Allah’tır. Hem de bir meniden ki, o
rahme atılmıştır. Ana rahmine atılmış bir meniden erkeği ve dişiyi yaratan O’dur.
Rabbimiz
burada kendi yaratıcılığına dikkat çekiyor. Erkeği ve kadını atılmış bir
meniden yarattığını haber veriyor. Akıldan, fikirden, iradeden, bilgiden mahrum
bir damla suyun erkek ve kadın olması gerçekten akıllara durgunluk veren bir
şey. Atılan bir damla sudan erkek ya da dişi olarak bir insan meydana geliyor.
Bu bir damla suyun içinde eli, ayağı, gözü, kulağı, eti, derisi, kemiği olan,
konuşan, gülen, ağlayan, hisseden, iman eden, küfreden, erkek olan, kadın olan
bir insan çıkıyor. Bunu Allah’tan başka yapabilecek yoktur. Dost da, düş-man
da, mü’min de, kâfir de biliyor ki, Allah bu insanı işte bu bir damla sudan
meydana getiriyor. Bu bir damla suya “erkek ol! Ya da kadın ol!” diyor ve
sonunda Rabbimizin fermanıyla birisi erkek diğeri de kadın oluyor. Bunu Allah’tan
başka kimse yapamaz. Meninin içindeki bu sistemi koyan Allah, dilediğini erkek
dilediğini de kadın yapıyor. Ne yaptığını, ne yapacağını bilen Rabbimiz bu
dengeyi çok güzel kuruyor. Öyle değil mi? Eğer yeryüzünde sadece erkek veya
sadece kadın olsaydı o zaman insan türünün kökü kesilirdi.
47. “Doğrusu ölümden sonra tekrar dirilten de O’-dur.”
Bu dünyadaki yaratma Allah’a ait
olduğu gibi, diğer yaratma da O’na aittir. Ölümden sonraki diriliş de Allah’a
aittir. Dünyadaki bu hayatı var eden Allah elbette ölümünden sonra insanları
tekrar yaratmaya, tekrar diriltmeye kâdirdir.
48. “Doğrusu zengin eden de
varlıklı kılan da O’-dur.”
O’dur zengin kılan, kanaatkar
kılan. Fakiri zengin eden, servet veren O’dur. Doyuran O’dur, besleyen O’dur,
rızık veren O’dur. Şu anda sahip olduğumuz her şeyi veren O’dur. Ev, arazi,
bağ, bahçe, mal, mülk veren O’dur. Dilediğine zenginlik, dilediğine de fakirlik
veren O’dur.
Düşünün bir
meni iken, basit bir kan pıhtısı, basit bir su damlası iken, elimiz yok,
ayağımız yok, aklımız yok, fikrimiz yok, gücümüz-kuvvetimiz yokken,
varlığımızdan bile haberdar değilken, kendimizi bile korumaktan acizken bizi
yaratan, bizi adam eden Allah’tır. Ana rahminden dünyaya geldiğiniz günü bir
hatırlayın. Neyiniz vardı? Aklımız yoktu, bilgimiz yoktu, malımız, gücümüz,
çevremiz, kredimiz, hattâ baba evinde bize ait bir odamız bile yoktu. Hiçbir
şeysiz, yapayalnız, güçsüz, kuvvetsiz, bakışsız, görüşsüz, konuşmasız aciz bir
varlıktık. Bize mal verdi, mülk verdi, servet verdi. Her şeyimizi kendisine
borçluyuz.
Öyleyse bu âyetler çerçevesinde
kendi kendimize şunu diyeceğiz: Bizi yaratan, bizi pek çok nîmetleriyle
perverde eden ne bu Rabbimize karşı bu halimiz ne böyle? Kim tarafından
yaratıldık? Kimlere minnet duygusu içindeyiz? Kimin ekmeğini yiyor, kimin kılıcını
sallamaya çalışıyoruz? Kim var etti bizi? Kime kulluk ediyoruz? Kim verdi bu
servetlerimizi, kimin yolunda kullanıyor, harcıyoruz? Var mı Allah’tan başka
zenginlik veren? Var mı Allah’tan başka mülke sahip olabilen? Şu yeryüzünde
tanrılık iddiasında bulunan, “insanlar bize itaat etmek, bizim yasalarımıza
tabi olmak zorundadır” diyenler içinde sahip oldukları zenginliklerini
koruyabilen var mı? Hani nerede bizden önceki zenginler? Nerede güçlüler? Nerede
melikler, hükümdarlar? Şu anda onların hepsi de üzerlerine basa basa, tepine
tepine gezdiğiniz bir dünyanın, bir toprağın altında değiller mi?
49. “Doğrusu Şi’ra yıldızının Rabbi O’dur.”
Yine O Allah Şi’ra yıldızının
Rabbidir. Yıldızların Rabbi, yıldızların yaratıcısı, yıldızların yasasını
koyan, yıldızlara egemen olan, onların hayat programlarını belirleyen de
Allah’tır. Yani ey insanlar, sizler yıldızların Rabbi olan Allah’ı bırakıp ta
O’nun yarattıklarını tanrılaştırmaya mı çalışıyorsunuz? Tüm yıldızların
boyunlarındaki iplerin ucu elinde olan Allah’ı bırakıp ta O’nun yarattıklarına
mı tapınmaya çalışıyorsunuz? Hayır hayır, kulluk yaratıcının hakkıdır.
Yıldızları yaratan, yerdekileri ve göktekileri yaratan Allah’tır. Öyleyse hamd
da Allah’a aittir. Övgü ve senâ Allah’a aittir. Övülmeye lâyık tek varlık Allah’tır.
Kulluk edilmeye lâyık tek varlık O’dur.
Böyle iken Allah’ı tanımayanlar
başkalarına hamd etmeye çalışıyorlar. Başkalarını övmeye, başkalarına kulluk
etmeye, Allah’ın yarattığı varlıkları yaratana denk tutmaya çalışıyorlar. Kimileri
Allah’ın yarattığı yıldızları, ayı, güneşi, kimileri maddeyi Allah yerine
koyarak Allah’a denk tutuyor, kimileri Allah’ın yarattığı kulları Allah
makamına oturtarak O’na denk tutuyorlar. Kimileri yeryüzünde O’na arkadaşlar,
ahbaplar, vekiller ve yetkililer izâfe ederek, kimileri Allah’a çocuklar izâfe
ederek, kimileri Allah’ın yarattığı ateşe, kimileri taşa, toprağa, ki-mileri
kadına, kimileri Allah makamına oturttukları insanlara, tâğutlara tapınarak
onları Allah’a denk tutmaya çalışıyorlar. Halbuki bunların hepsi birer
yaratıktır. Hepsi de Allah’ın yarattığı kullardır. Kulluk onların değil, onları
var edicinin hakkıdır.
Yıldızları
yaratan Allah’tır. Hem şu gökyüzündeki dünyanızdan milyonlarca kere daha büyük
yıldızları, hem de şu anda karşılarında vecd ve istiğrak halinde secdelere
kapandığınız, kendilerine arz-ı ubûdiyetlerde bulunduğunuz, alkışladığınız,
kulluğun zirve noktasında huzurlarında kendinizden geçtiğiniz her türlü sosyal
ve ekonomik yıldızları, sanat dünyasının yıldızlarını yaratan da O’dur. Toplum
içinde yıldızı parlayanları yaratan O’dur. Allah yanında, yaratıcıları yanında
göktekilerin bile bir değeri yokken yerdekilerin ne değerleri var ki onlara
tapınmaya çalışıyorsunuz?
50-51. “İlk Âd milletini, Semûd milletini yok edip geri bırakmayan O’dur.”
O Allah ki ilk Âd’ı helâk etti.
Semûd’u da yok eden O’dur. Unutmayın ki onlar da sizin gibi davrandılar.
Yaratıcılarına karşı, Rab-blerine ve Rabblerinin elçilerine karşı savaş
açtılar. Allah’ın kendilerine bir rahmet olarak gönderdiği Hud’u (a.s)
dinlemediler. Allah’ın elçisinin kendilerine Allah’tan getirdiği hayat
programıyla ilgilenmediler. Allah karşısında kendilerini güç kuvvet sahibi,
egemenlik sahibi gördüler.
Fecr sûresinde Rabbimizin beyan
buyurduğu gibi gerçekten Âd kavmi gibisi memleketlerde bir daha yaratılmamıştır.
Güçlerine, kuvvetlerine, yeryüzünde kurdukları medeniyetlerine güvenerek “yeryüzünde
bizden daha güçlü kuvvetli kim var?” diyorlardı.
Âd kavmi
yeryüzünde büyüklük tasladı, müstekbir davrandı. “Yeryüzünün en süper gücü
biziz” dediler. Allah’ın elçisi Hud’a (a.s) ve beraberindeki Müslümanlara karşı
haksız yere büyüklük tasladılar. Allah’ın elçisi Hud (a.s) kendilerini Allah’ın
azabıyla korkutunca da de-diler ki, “bizden daha kuvvetli hiç kimse yoktur. Yeryüzünde
hiç kimse bizi alt edemez. Bizimle kim baş edebilir? Kim bizimle boy ölçüşebilir?
Hiç kimse bize azap gönderemez. Kimse bizim huzurumuzu boza-maz. Bizler şu anda
sahip olduğumuz güç ve kuvvetle, şu anda zirvedeki medeniyetimiz, uzun
boylarımız, güçlü pazılarımızla her şeyi bertaraf ederiz. Bize bir azap gelse
bile biz onu savuşturma gücüne sahibiz.” Uzun boylarına, güçlü pazılarına,
mevcut medeniyetlerine güvenerek Allah’a ve Allah elçilerine kafa tutmaya
kalkıştılar. Ama kendilerini yaratan, bu güçlerini kendilerine veren Allah’tan
gafil oldular. Allah’ın kendilerinden daha güçlü olduğunu hesap edemediler.
Kime kafa tuttuklarını, kime karşı geldiklerinin, kiminle savaşa tutuştuklarının
farkına varamadılar. Allah’la, Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın sistemiyle,
Allah’ın elçisiyle alay ettiler.
Allah’ın
elçisiyle pazarlığa tutuştular. “Tamam, ilâh olarak Allah’ı kabul edelim ama
tek ilâh olarak asla kabul etmeyiz” diyorlar. “İlâhlardan birisi olarak O’nu da
dinleyelim, ilâhlardan birisi olarak O’na da kulluk yapalım, ama tek ilâh
olarak sadece O’na kulluğa hayır” dediler. “Çünkü bizim hayatımıza karışacak
başka ilâhlarımız da var. Hayatımızda sözünü dinleyeceğimiz başka Rabblerimiz
de var. Bizim Allah’tan başka hukuk tanrılarımız, eğitim, şifa, siyasal
tanrılarımız da var. Tamam bu tanrılardan birisi olarak Allah’ı da dinleyelim,
ama öteki tanrılarımızı da dinlemek zorundayız” dediler.
Allah da
onlara “Sarsar” denen şiddetli, çok soğuk bir fırtına ya da taş
yağdıran azgın, atiye bir fırtına gönderdi de taş taş üstünde kalmadı. Her şeyi
büküp büküp atıverdi. Allah o kahredici, helâk edici, mahvedici rüzgarı o
kavmin üzerine sekiz gün yedi gece mûsâllat kıldı, rüzgara emretti, o da o
onların üzerine esip durdu. Yani salladı durdu orayı. Her şeyi birbirine vurdu,
her şeyi birbirine kattı, hepsi mahvoldular, sanki orada hiç insan yaşamamıştı
der başka bir sûrede Rabbimiz. Sanki onlar orada tuş oldular, yerle bir
oldular. Sanki içi boş hurma kütüklerine, içini kurt yemiş hurma kovanlarına döndüler.
Yirmi metre, otuz metre boyundaki insanlar kadınlarıyla, erkekleriyle, çocuklarıyla
diz çöküp uzanıverdiler yerlere. Güçleri, kuvvetleri, pazıları, baldırları, medeniyetleri
hiçbir şeye yaramadı. Varlıkları onları bu helâkten kurtaramadı.
Onlardan
sonra onların yerine Semûd’u getirdi Rabbimiz. Semûd kavmine de kardeşleri
Salih’i elçi olarak gönderdi. Bu toplum da Allah’ı ve elçisini reddetti.
Allah’ın hayatlarına karışmasına izin ver-mediler. Peygambere hayat hakkı
tanımadılar. Rivâyetlere göre kendilerinden öncekilerin rüzgar ve sarsıntıyla
yok edildiklerini bildikleri için güya dağların üzerlerinde kayalardan
mağaralar yontarak kendilerini Allah’tan gelebilecek muhtemel bir azaba karşı
sağlama almaya çalıştılar. Bunlar da tıpkı kendilerinden öncekiler gibi
Allah’ın bu âyetine tahammül edemediler. Allah’ın kendilerine gönderdiği deve
âyetini ortadan kaldırmaya yöneldiler. Allah’ın yasasını ortadan kaldırmaya
yöneldiler. Allah’ın arzında Allah’a hayat, Allah’ın âyetine hayat hakkı
tanımadılar ve kendileri için hayır olan, tek suçu kendilerine süt verip onları
beslemek olan bu deveyi ayaklarından biçerek öldürüverdiler.
Bunun üzerine onları da Allah’tan
bir racfe yakalayıverdi. Bir sayha, bir ses, bir titreşim, geberin diye bir ses
yakaladı da dizlerinin üzerinde çöküverdiler. Oldukları yerde diz çöküverdiler.
Güvendikleri evleri, villaları, saltanatları, medeniyetleri bir anda çöküverdi.
Güçleri, kuvvetleri teknolojileri bir sayha ile bir anda çöküverdi. Bir saika,
bir yıldırım, bir titreşim, ya da geberin diye bir ses geliverdi de ne evleri,
ne köşkleri, ne medeniyetleri kendilerini helâkten kurtaramadı. Keşke daha
önceden secdeye kapansalardı. Keşke daha önceden Rable-rinin emirlerine boyun
büküp O’nun istediği hayatı yaşamaya yönelselerdi. Onlar böyle diz çökmeye
yanaşmayınca Rabbimiz zorla diz çöktürüverdi onları.
52. “Daha önce de Nuh milletini yok eden O’dur; çünkü onlar çok zalim
ve pek taşkın kimselerdi.”
Daha önce de Nuh toplumunu helâk
etmişti Rabbimiz. Nuh kavmi, çok uzun ömürlü insanlardı. Ama Rabblerine isyan eden,
Rab-blerinin kendilerine açtığı rahmet kapısı Nuh’a (a.s) ve onun getirdiği
hayat programına değer vermeyen bu insanları uzun ömürleri kurtaramadı. Çünkü
onlar da zalim ve tuğyan içinde bir hayatın adamıydılar.
Allah’ın
kendilerine gönderdiği Nuh’u (a.s) yalanladılar. Rab-bimiz de onu ve
beraberindeki inananları, onun safında yer alıp, tercihlerini peygamberden yana
kullanan, peygamberin mücâdelesini destekleyenleri bir gemide kurtardı.
Peygamberle birlikte ona iman e-den, tercihini peygamber yolunda olmaya
kullanan, oylarını peygamberin gemisinde, peygamberin terekesinde, peygamberin
safında olmaya kullananları kurtardı, ötekilerin tamamını bir tufanla helâk
etti. Allah’a kafa tutan, peygamberi reddeden, içlerindeki salih kimseleri
putlaştırıp Allah’tan gelen vahyin önüne bunları kalkan olarak diken bu zalimleri
de böylece helâk etti Rabbimiz.
Kur’an’ın başka âyetlerinde, “çünkü
onlar kör bir toplumdu” diyor Rabbimiz. Kördü onlar, gerçeği görecek gözleri
yoktu. Allah’tan gelen mesajla ilgilenmediler, Allah’ın elçisine değer
vermediler, hakkın ne olduğunu hiçbir zaman bilemediler. Kör bir toplum
olmalarından ötürü de denizde boğulmayı hak ettiler ve sonunda da cehennemi
boyladılar.
Bir toplumu
daha helâk etti Rabbimiz. Allah’a, Allah’ın elçisine karşı gelen, hayatlarına
Allah’ı da, Allah’ın elçisini de karıştırmak istemeyen, kendi bildiklerince bir
hayat yaşamaktan yana tavır sergileyen Nuh toplumu da helâk edilirken, beri
tarafta aynı toplum içinde Allah’a ve Allah’ın elçisine teslim olanlar da kurtulanlardan
oldu. Başka kimi helâk etmiş Rabbimiz?
53-54. “Lût milletinin kasabalarını yere batıran, onları gömdükçe gömen
O’dur.”
Helâk edilen toplumlardan birisi
de Lût’un (a.s) toplumudur. Altı üstüne getirilen kasabalardan birisi de Lût’un
(a.s) toplumudur. Çünkü onların âlemlerde görülmemiş, yeryüzünde hiçbir kavmin
yap-madığı korkunç bir hastalıkları vardı: Lûtîlik. Erkeğin kadınları bırakıp
erkeklere gitmesi. Lût’un (a.s) toplumunun pisliği buydu. “Allah’ın elçi-si
yapmayın, etmeyin, sizler fahişeye mi gidiyorsunuz? Aşırılığa, fah-şaya mı
gidiyorsunuz? Dünyalarda sizden önce hiçbir kavimde görül-memiş, hiç kimsenin
yapmadığı bir hayasızlığı mı yapmak istiyorsu-nuz? İnsanların dışında hayvanlar
âleminde bile benzeri görülmemiş çok çirkin bir şeyi mi yapmaya gidiyorsunuz?
Allah’ın istemediği bir hayatı yaşamaktan vazgeçin,” diye uyarır.
Ama toplum adam olmaya yanaşmaz. “Hattâ
çıkarın bu peygamberi şehrimizden! Atın bu adamları şehrimizden, çıkarın onları
beldemizden, atın bu adamları okullarımızdan, sürün bu adamları kentimizden, yok
edin bunları! Temizleyin bu adamları sokaklarımızdan, çünkü bunlar temizlenmek
isteyen kimselerdirler. Temizlik istiyor bunlar. Aşırı temizlikten yanalar
bunlar. Madem ki temizlik istiyorlar, madem ki temizlikten yanalar, öyleyse
çıkarın bunları şehrimizden de diledikleri yerde diledikleri kadar
temizlensinler. Bunlar memleketin düzenini bozuyorlar. Bunlar ülkenin
yeknesaklığını zedeliyorlar. Bunlar bizim ülkemizde fitne çıkarıyorlar. Bizler
ne güzel erkek erkeğe, kadın kadına bir ayırım yapmadan cinsel arzularımızı
tatmin edip keyiflerimize bakarken, bu adamlar Allah’tan, dinden, Allah
yasalarından bahsederek homoseksüelliğe, zinaya karşı çıkarak bizim huzurumuzu
kaçırıyorlar. Yok haramdı, yok helâldi diyerek bizim iştahımızı kaçırıyorlar.
Huzurumuzu kaçıran, bize Allah’ı, âhireti, haramı, helâlı, hesabı, kitabı, namusu,
iffeti hatırlatan ve böylece zevklerimizi kaçıran bu insanları çıkarın
ülkemizden de biz de rahat bir şekilde istediğimiz suçları işleyebilelim,
keyfimize göre bir hayat yaşayabilelim” diyorlar-dı.
Kur’an’ın
başka sûrelerinde anlatıldığına göre Rabbimiz de onların üzerine öyle bir
yağmur yağdırdı ki, işlerini bitiriverdi. Kasabanın altını üstüne getiriverdi
de Lût’a (a.s) iman eden iki kızcağızı hariç kâfirlerin kökünü kazıyıverdi.
Onun içindir ki Lût kavminin Kur’an’da bir başka ismi de “Mu’tefikat”tır. Yani
altı üstüne getirilmiş bir toplum... Allah üzerlerine bir yağmur göndermiş, o
yağmurun arasında taş yağdırmış ve melekler de her biri beş bin kişiden ibaret
olan iki şehrin altını üstüne getirivermişlerdir. Bu toplumun bulunduğu yer bugünkü
Bahru’l Muhît yâni ölü deniz diye anılan Lût gölü ve çevresidir. Burası deniz
seviyesinden çok daha aşağılarda bir çukurdur ki, bu toplumun yere battığının
göstergesidir.
55. “Ey Kişi! Rabbinin hangi nîmetinden şüpheye düşersin?”
Öyleyse ey bu âyetleriyle
Rabbinin gücünü, kudretini, Rabbi-nin nîmetlerini tanıyan insan, söylesene
Rabbinin hangi nîmetine karşı şüpheli davranıyorsun? Tüm bu gerçekleri bilen seni
Rabbinin vahyine karşı, Rabbinden sana gelen hayat programına karşı şüpheye
sevk eden ne? Yani işte sizden önceki toplumların nasıl helâk edildiklerini
gördünüz. Allah’a kafa tutanların âkıbetlerine muttali oldunuz. Hal böyleyken
halâ onların yolunu mu takip etmeye çalışıyorsunuz? Onlar Allah’ın vahiy
nîmeti, kitap nîmeti, risâlet nîmetini yalanlayıp şüpheye düştüler, bu nîmetler
konusunda peygamberlerle münakaşaya tutuştular da Allah onların işlerini bitirivermedi
mi?
56. “İşte ilk uyaranlar gibi bu Muhammed de bir uyarandır.”
İşte bu uyarılar ilk peygamber
Hz. Adem’den (a.s) bu yana de-vam edip gelen uyarılardır. Hz. Adem’den (a.s) bu
yana Allah’ın tüm elçileri Rabblerinden gelen bu uyarılarla toplumlarını
uyarmışlardır. İşte şu anda da son elçinin uyarılarıyla karşı karşıyasınız. Ama
siz bilirsiniz. İsterseniz ilgilenmeyin bu uyarılarla. Kulak vermeyin bu son elçinin
uyarılarına. İsterseniz kitapsız ve peygambersiz bir hayat yaşamaya devam edin.
Ama unutmayın ki:
57. “Kıyamet yaklaştıkça yaklaşmıştır.”
Unutmayın ki yaklaşan
yaklaşmıştır. Kıyamet yaklaşmıştır. Göklerin, yerlerin, tüm kâinatın, tüm
varlıkların, insanların, meleklerin, dağların, taşların yok olacağı kıyamet
yaklaşmıştır.
58. “Onu Allah’tan başka ortaya koyacak yoktur.”
Allah’tan başka o kıyameti
getirecek, gerçekleştirecek, açacak, keşfedecek, onun ne zaman gerçekleşeceğini
bilecek hiçbir güç ve kudret yoktur. Ama Allah onu size açmayacaktır. Kıyamet
saati gelip çatana kadar onun zamanını hiç kimseye bildirmeyecektir. O emir
verdi mi kıyamet kopacaktır. Artık göklerde ve yerde hayat bitecektir.
59. “Bu söze mi şaşıyorsunuz?”
Ne oluyor? Allah’ın bu sözüne mi
şaşıyorsunuz? Allah’ın kitabına mı şaşıyorsunuz? İnanılmayacak bir söz mü kabul
ediyorsunuz Allah’ın kitabını? Allah’ın bu sözünde tuhaflık mı görüyorsunuz? Tuhaf
mı buluyorsunuz Allah’ın kıyamet hükmünü? Siz bilirsiniz.
60-61. “Gülüyorsunuz. Ağlamıyorsunuz, habersiz oyalanmaktasınız.”
Allah’ın bu âyetlerini duyduğunuz
halde ağlamıyorsunuz da gülüyor musunuz? Kıyamet, hesap, kitap o kadar yaklaştı
ki, defterlerinizin dürülmesi o kadar yakın ki, siz halâ ağlamıyorsunuz da gülüyorsunuz?
Ağlanacak halinize gülüyorsunuz. Öyle bir hayat yaşıyorsunuz ki, öyle bir
dünyanız var ki hep gülmeden, eğlenmeden ibaret. Yaklaşan ölümü, yaklaşan
kıyameti unutup keyif peşinde koşuyorsunuz. Ağlanacak halinize gülüyor, gaflet
içinde bir hayatın içine gömülüyorsunuz. Başınıza geleceklerden habersiz
oyalanıyorsunuz, başınızı dik tutmaya çalışıyorsunuz. Hayır hayır, vazgeçin bu
gidişten.
62. “Artık secdeye varın Allah’a kulluk edin.”
Hemen bir secde edelim.
Rabbimizden bir secde emri geliyor. Artık secdeye varın. Secdeye yaklaşın.
Allah karşısında bel bükün, boyun eğin. Hayatınızın her konusunda Rabbinizi
dinleyin. O’nun emirlerine itaat edin. O’nun emir ve yasakları karşısında boyun
bükün. Allah karşısında ukalalık etmeyin. O’nun kitabından habersiz bir hayat
yaşamaya kalkışmayın. Kendi görüşlerinizi, kendi anlayışlarınızı Allah’ın emir
ve yasaklarının önüne geçirmeyin. Allah’a akıl vermeye, yol göstermeye
kalkışmayın. Her konuda Allah’ı dinleyin. Allah’a kulak verin. Allah’ın
istediği gibi yaşayın. Allah ne demişse, nasıl tarif et-mişse, hemen hiç
beklemeden, savsaklamadan, şeytan gibi duymaz-dan, anlamazdan gelmeden hemen
uygulamaya koyarak Rabbinize secde edin. “Tamam ya Rabbi, baş üstüne ya Rabbi,
anladım ya Rabbi, hemen uygulamaya koyuyorum ya Rabbi!” diyerek Allah’a sec-de
edin.
Meselâ
Rabbiniz tarafından size örtünün denilmişse, Rabbiniz-den böyle bir emir
almışsanız, hemen hiç beklemeden bu konuda secdeyi gerçekleştirin. Hemen
Rabbinizin istediği biçimde örtünün. İşte bu konuda secde hemen emri yerine
getirmektir. Veya meselâ na-maz kılın, çocuklarınızı Müslümanca eğitin, Kitapla
tanışın, sünnetle buluşun, hayatınıza Allah’ın istediği biçimde program yapın
denilmişse, hemen hiç beklemeden, hiç zaman kaybetmeden “baş üstüne ya Rabbi”
diyerek bütün bunları uygulamaya koymak üzere secde edeceğiz. Tüm bu konuların
secdesini, teslimiyetini gerçekleştireceğiz Allah’ın izniyle.
Secde
inkıyattır. Secde Allah’ın emirlerine boyun eğmek, itaat etmektir. Secde, “baş
üstüne ya Rabbi! Anladım ya Rabbi! Hemen gereğini yerine getiriyorum ya Rabbi!”
demektir. İtiraz etmemenin, yan çizmemenin, savsaklamamanın beyanıdır secde.
Uygulamaya koymanın beyanıdır secde. Secde, Kur’an okununca, Kur’an’da gelen
Rabbimizin emirlerine, yasaklarına, beyanlarına evet demek, inandım demek, ben
buna teslim oldum demektir.
Öyleyse Kur’an âyetleri okununca
aklı işin içine karıştırmadan secde etmek zorundayız. Namaz kıl denince, iyi
ama yahu abdestim yok demeden, itiraz etmeden, mâzeretlerin arkasına saklanmadan,
aklı işin içine karıştırmadan hemen namaza doğrulmak zorundayız. “Tamam anladık
da hele bir çocukları büyüteyim. Hele şu müşterileri bir savayım. Hele şu okulu
bir bitireyim. Ya iyi de elbisem temiz değil. Şunları, şunları bir bitireyim de
ondan sonra kılayım,” dememeliyiz. Teslim olunmalıdır, hemen secde edilmelidir.
Tıpkı, “asanı taşa vur ey Mûsâ!” şeklindeki emir karşısında aklı işine
karıştırmadan, ya acaba suyla bunun ne ilgisi var demeden Hz. Mûsâ’nın teslim
olup emri uyguladığı gibi biz de Rabbimizin tüm emirlerini uygulayacak, hemen
hiç beklemeden secde edeceğiz.
Secdeniz,
boyun bükmeniz Allah’a olsun. Yaklaşmanız Allah’a olsun. İbadetiniz,
kulluğunuz, teslimiyetiniz, bağlılığınız, sığınmanız, güvenmeniz Allah’a olsun.
Sûrenin ta başında ifade ettiğimiz gibi Rabbimizin bu secde emrini alan
Rasulullah Efendimiz ve beraberindeki mü’minler secdeye kapanırlarken, sûreyi
Rasulullah Efendimizin mübârek fem-i saadetlerinden dinleyen oradaki müşrikler
de secdeye kapanmak zorunda kalıyorlardı. Çünkü bütün bu Rabbimizin âyetlerini
dinleyen hiçbir kimsenin başka bir seçeneği yoktu. Çünkü o günün insanı bu
ifadeleri gâyet güzel anlıyordu. Anlayan herkes, mü’min, kâfir tercihini
secdeden yana yapmak zorunda kalıyordu. Rabblerine teslimiyet anlamına bir
secde gerçekleştiriyorlardı. Bu secde elbette ki Müslümanlar adına Rabblerine
bağlılıklarının devamı, tescili anlamına, Rabblerine kulluklarının, Rabbleri yolundaki
kavgalarının devamı anlamına bir secdeydi. Kıyamete kadar bu kavga yeryüzünde
devam edecekti.
Bu sûre ile
alâkalı da bu kadar söz yeter. Rabbim gereğiyle amel etmeyi hepimize nasip
etsin, kolay getirsin inşallah. Vel hamdü lillahi Rabbil’âlemîn.