KAMER SURESİ 2

1- Günahkarların Cezaları: 15

2- Herşey" ile İlgili Kıraatler ve Buna Dair Nahiv Açıklamaları: 15

3- Eşyanın Takdiri ile İlgili Ehî-i Sünnetin Kanaati: 15

4- Kadere İman Etmeyenler, Kaderi Yalanlayanlar: 16


KAMER SURESİ

 

Rahman ve Rahim Allah'ın adı ile

 

Cumhurun görüşüne güre tümüyle Mekke'de inmiştir.

Mukattl yüce Allah'ın: "Yoksa onlar; Biz birbirine yardım eden bir toplu­luğuz mu diyorlar?" (el-Kamer, 54/44) buyruğundan itibaren; "Kıyamet da­ha büyük bela ve daha acıdır" (el-Kamer, 54/46) buyruğuna kadarki üç âyet müstesnadır, demiştir. Ancak ileride geleceği üzere bu sahih bir rivayet de­ğildir. Ellibeş âyet-ı kerimedir. [1]

 

1. O saat yaklaştı ve ay yarıldı.

2. Eğer bîr âyet görseler yüz çevirirler ve: "Devam edip giden bir bü­yüdür" derler.

3. Hem de yalanladılar ve hevalarına uydular. Halbuki her işin ka­rarlaştırılmış bir vadesi vardır.

4. Andolsun, onlara kendisinde ahkoyucu özelliği olan haberler gel­miştir.

5. En üstün seviyede ve yeterli bir hikmettir (o). Uyarılar ise fayda vermiyor.

6.0 halde onlardan yüz çevir. O günde o çağırıcı bilinmedik bir şe­ye çağırır.

7. Gözlerinden zilletleri okunarak, darmadağın çekirgeler gibi ka­birlerinden çıkarlar;

8. Davetçiye hızlıca koşarak kâfirler: "Bu zorlu bir gündür" derler.

 

"O saat yaklaştı ve ay yarıldı." Yani kıyamet yaklaştı. Bu da daha önce­den açıklamış olduğumuz gibi yüce Allah'ın; 'Yakıtı olan (kıyamet günü) yak­laştıkça yaklaştı" (en-Necm, 53/57) buyruğu gibidir. O halde o geçmiş olan zamana nisbetle oldukça yakın demektir. Çünkü Katade'nin, Enes'ten rivayet ettiğine göre dünya ömrünün büyük bîr bölümü geçmiş bulunmak­tadır. Bu rivayete göre Enes (r.a) şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) güneşin bat­mak üzere olduğu sırada bir hutbe irad elti ve şöyle buyurdu: "Sizin dünya­nızdan (üzerinden) geçen zamana oranla geriye kalan bolümü, ancak bu gün­den geçen süreye göre geriye kalan gibidir." O sırada biz güneşin ancak çok az bîr bölümünü görebiliyorduk. [2]

Ka'b ile Vehb de şöyle demişlerdir: Dünya(nın ömrü) altıbin yıldır. Vehb dedi ki: Bunun begbinaltıyüz yılı geçmiş bulunmaktadır. Bunu da en-Nehhas zikretmektedir.

"Ve ay yarıldı." Ay da yarılmış bulunmaktadır, demektir.

Huzeyfe bu âyet-i kerimeyi: "O saat yaklaştı ve ay yarıldı" şeklinde; fazlası ile okumuştur. İlim adamlarından bir çoğunluk da bu şekilde okumuşlardır. Ayrıca bit Buhari'nin Sahih'inde ve başka eser­lerde îbn Mesud, İbn Ömer, Enes, Cübeyr b. Mut'im ve tbn Abbas (r.an-hunû'dan gelen bir rivayet olarak da sabit olmuştur. [3]

Enes'ten şöyle dediği rivayet edilmiştir: Mekkeliler Peygamber (sav)'dan bir âyet (bir mucize) istediler. Bunun üzerine Mekke'de ay iki kere yarıldı. İşte: "O saat yaklaştı ve ay yarıldı" buyruğundan itibaren: "Devam edip gi-

den bîr büyüdür" buyruğuna kadar olan buyruklar bunun üzerine nazil ol­du. "Devam edip giden" süregiden demektir. Ebu İsa et-Tirmizi dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. [4]

Buhari'nin lafzı ile rivayette Enes şöyle demiştir: Ay iki parçaya ayrıldığı[5]

Bir kesim de; henüz ayın yarılması gerçekleşmiş değildir. Bu gerçekleş­mesi beki enen bir olaydır, demiştir. Kıyametin kopmasının ve ayın yarılma­sının zamanı yaklaşmıştır, demektir. Kıyamet kopacağı vakit sema ve içinde bulunan ay ve diğer şeyler yarılmış ve çatlamış olacaktır. ei-Kuşeyrî de böyle demiştir. el-Maverdî'nin naklettiğine göre bu cumhurun görüşüdür. O ayrıca şöyle demektedir: Çünkü ay varılacağı vakit, onu görmeyecek bir kim­se kalmayacaktır. Buna sebeb ise, bunun bir âyet (mucize, alamet ve belge) olmasıdır. Ayetlerin görülmesi noktasında insanlar birbirine eşittir.

el-Hasen dedi ki: Kıyamet yaklaştı. Kıyamet geleceğinde ikinci defa Su­ra üfürülnıesinden sonra ay yarılmış olacaktır.

"Ve ay yarıldı" buyruğunun, iş açıklık kazandı ve ortaya çıktı, aniamına geldiği de söylenmiştir, Araplar açık ve seçik olan hususlara ayı misal verir­ler. Şair şöyle demiştir:

"Ey anamın oğullan! Bineklerinizin göğsünü doğrultunuz, Çünkü ben sizden başka bir kabileye daha çok meylediyorum. Çünkü artık ihtiyaçlar baş göstermiş gece ise aylıdır. Katedilecek mesafeler için binekler ve yükler bağlanmış bulunuyor."

Ayın yarılmasının karanlık esnasında doğması ile karanlığın yarılması, or­tadan kalkması anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu da sabaha "felak" den­mesine benzer. Çünkü bu durumda karanlık, üzerinden açılıp dağılmaktadır. Nitekim sabahın infilakı (ayrılması) inşikakı (yarılıp, ayrılması) diye de ifa­de edilir. en-Nabiğa'mn şu beyitinde olduğu gibi:

"Onlar bir uğultu ile birlikte geri dönüp gittiklerinde Sabahın yarılması sırasında bir davetçi çağırdı bizi."

Derim ki: Adalet sahibi ahad ravilerin nakli ile ayın Mekke'de varıldığı sa­bit olmuştur. Kur'ân'ın buyruklarının zahirinden anlaşılan da budur. Bu mucizede büıün insanların eşit olması da gerekmez. Çünkü bu bir gece âye­ti (mucizesi) idi. Ayrıca Peygamber (sav)'ın meydan okuması esnasında on­dan iddiasını ispatlamasının istenmesi üzerine gerçekleşmiştir. Rivayet edil­diğine gare Hamza b. Abdu'L-Muttalib, Ebu Cehilin Rasûlullah (sav) Peygam­bere sövmesi üzerine öfkelenip müslüman olunca kendisine, imanında ya-kînini arttıracak bir mucizeyi göstermesini istemiştir. Daha önce de belirtil­diği gibi Sahîh'tz kendilerine bir âyet (mucize) göstermeyi bizzat ıMekkeli-lerin istedikleri de kaydedilmiş bulunmaktadır. Bunun üzerine o da onlara İbn Mesud ve başkalarının rivayet ettiği gibi ayın iki parçaya varıldığını gös­terdi. [6]

Huzeyfe'den rivayete göre o, Medain'de bir hutbe irad etmiş ve sonra şöy­le demiştir: Şunu bilin ki; kıyamet oldukça yaklaştı ve ay Peygamberiniz (sav)'ın döneminde yarılmış bulunuyor[7]

İfadede takdim ve tehir olduğu ve takdirin şöyle olduğu da söylenmiştir: Ay yarıldı ve kıyamet yaklaştı. Bu açıklamayı ibn Keysan yapmıştır. Daha ön­ce el-Ferra'dan söyle dediğini de nakletmiştik: Şayet iki fiil anlam itibariyle birbirine yakın ise herhangi birisini üne alabilir, diğerini sonraya bırakabi­liriz. Bu açıklamaları yüce Allah'ın: "Sonra yaklaşıp sarktı." (en-Necm, 53/8) buyruğunu açıklarken nakletmiştik,

"Eğer bir âyet görseler yüz çevirirler." Bu, onların ayın varıldığını gör­düklerine delildir. İbn Abbas dedi ki: Müşrikler bir araya gelerek Rasûlullah (sav)'ın yanına gittiler ve: Şayet sen doğru söylüyor İsen haydi ayı ikiye ayır da biz de onu görelim, dediler. LJunun yarısı Ebu Kubeys tepesi üzerinde, ya­rısı da Kuayka'an lepesi üzerinde olsun dediler. Rasûlullah (sav) kendileri­ne: "Bunu yaparsam iman edecek misiniz?" diye sordu. Onlar: Evet dediler, Gece dolunay gecesi idi. Rasûlullah (sav) Rabbinden istediklerini kendisine vermesini diledi. Gerçekten de ay iki parçaya ayrıldı. Rasûlullah (sav) da müş­riklere: "Ey filan, ey filan şahit olun" diye seslendi. [8]İbn Mesud'un rivayet ettiği hadiste ise söyle denilmektedir: Rasûlullah (sav) döneminde ay ikiye ayrıldı. Kureyşliler de: Bu Ebu Kebşe'nin oğlunun bü­yüsünden dolayı böyledir. O sizi büyülemiş bulunuyor. Bundan dolayı yol­culuktan dönecek olanlara sorunuz, dediler. Yolculuktan dönenlere sordular. Onlar da: Biz ayın varıldığını gördük, dediler. Bunun üzerine: "O saat yak­laştı ve ay yarıldı, eğer bîr âyet görseler yüz çevirirler" buyruğu i ndi[9] Ya­ni onlar Muhammed (a.s)'ın doğruluğuna delalet eden bir âyet (mucize) gö­recek olsalar, iman etmekten yüz çevirirler.

"Ve; Devam edip giden bir büyüdür, derler." Bu tabir Arapların bir şey geçip gittiğinde kullandıkları: O şey geçip gitti" tabirlerinden alınmıştır. Bu açıklamayı Enes, Katade, Mücahid, el-Ferra: el-Kisaî ve Ebu Ubeyde yapmıştır. en-Nehhas da bunu tercih etmiştir. Ebu'l-Aliye ve ed-Dah-hak de: Muhkem, güçlü ve çetin demektir, diye açıklamışlardır ki, bu da güç ve kuvvet anlamına gelen gelmektedir. Nitekim şair Lakit şöyle demiştir:

"Nihayet eğriliğe rağmen sağlam kararını verdiğinde Gerçekten karan sağlamdı, ne dilinde tutukluk vardı,

ne de yumuşak ve zelildi."

el-Ahfeş de: Bu, halatın iyice eğilip bükülmesi demek olan: alınmıştır.

Bunun "acı" anlamındaki: den geldiği de söylenmiştir. Mesela: " O şey acı oldu, acıdı" demektir.şeklinde muzariinde "mim" harfinin üstün okunması da aynı şekildedir. "Acılık" demektir. Bu şekilde olana: " Acı" denilir. Bu işin başkası tarafından yapılmasını anlatmak üzere de diye kullanılır.

er-Rabi: Devam edip, giden ve etkili olan, diye açıklamıştır. Yeman ge­çip giden, Ebu Ubeyde batıl diye açıkladığı gibi; devamlı, sürekli diye de açık­lamıştır. Şair de şöyle demiştir:

"Ve dosdoğru hiçbir şey üzerine daimi (sürekli ve devamlı) değildir."

Biri ötekine benzer, diye de açıklanmıştır. Yani Muhammed (sav)'ın fiil­leri hep bu şekilde sürüp gitmiştir. O, gerçeği olan hiçbir şey getirmemiştir. Aksine bütün yaptıkları gösterdiği hayallerden ibarettir. Yerden semaya doğru geçip gitmiştir, anlamında olduğu da söylenmiştir.

"Hem de" bizim peygam berimizi "yalanladılar ve nevalarına" sapıklık­larına, kendi seçip tercih ettikleri şeylere "uydular. Halbuki her işin karar­laştırılmış bir vadesi vardır." Amel eden herkes ile ameli karar kılar. Ha­yır cennette onu işleyenlerle birlikte karar kılar, şer de cehennemde onu iş­leyenlerle birlikte karar kılar.

"Kararlaştırılmış bir vade" anlamı verilen lafzı Şeybe "kaP harfini üstün olarak; diye okumuştur. Yani herbir şeyin -herhangi bir öne alınış ya da sonraya birakılış süzkunusu olmaksızın- gerçekleşeceği üzei bir vakti var­dır.

Ebu Cafer b. el-Ka'ka'dan "kaf" harfi ile "re" harfini kesreli olarak: diye okuduğu rivayet edilmiştir. Bu durumda o ikinci kelimeyi "enir: İş"in sıfatı yapmaktadır. Buna göre "her" lafzının mübteda oiarak meıfu gelmiş olması, haberinin de hazfedilmiş olması mümkündür. Şöyle bu-yurulmuş gibi olur: Ummu'l-Kitap'ta CLevh-i Mahfuz'da) karar bulmuş herbir emir mutlaka gerçekleşecektir. "Saat (kıyamet)" lafzına atıf ile merfu olma­sı da mümkündür. O zaman da aniam şöyle olur: Kıyamet ve gerçekleşme­si kararlaştırılmış herbir iş yakınlaştı. Yani kıyamet gününde işlerin karar bu­lacağı vakit de yaklaşmış bulunmaktadır. "Kararlaştırılmış bir vadesi" an­lamındaki lafzı merfu' olarak okuyanlar da bunu "her" lafzının haberi ola­rak böyle okurlar.

"Andolsun onlara" kabul etmeleri halinde küfürlerini sürdürmelerini engelleyecek şekilde "kendisinde alıkoyucu özelliği olan" bazı "haberler gelmiştir." Bundan dolayı yüce Allah onlara kendisine ihtiyaç duyacakları­nı ve kendilerine şifa teşkil edeceğini bildiği hususları hatırlatmıştır. Yoksa sözkonusu edilecek daha başka çok şeyler ele vardır. Onun bize anlattıkla­rı, bizim kendisine ihtiyaç duyduğumuzu bildiği şeylerdir. Bunun dışındaki şeyleri bize sözkonusu etmemiştir. İşte yüce Aüah'ın: "Andolsun onlara... özelliği olan haberler gelmiştir" buyruğu bunu anlatmaktadır. Yani yüce Al­lah bu kâfirlere geçmişteki ümmetlerin haberlerinden "kendisinde alıkoyu­cu özelliği olan haberler"i getirmiştir.

"Alıkoyucu özelliği olan" lafzının asli: şeklinde olup "te" harfi "dal'a dönüştürülmüştür. Çünkü "te" hemsli bir harf, "ze" ise cehr (açıklayıcı) sıfatına sahih bir harftir. Bundan dolayı "te"nin yerine mahreci itibariyle kendisine uygun "dal" harfini getirmiştir. Bu "dal" lıarfi cehr sıfa­tında da "ze" harfine uygun bir harftir. Bu lafız "alıkoymak, vazgeçmek" an­lamına gelir. “Onu alıkoydu, vazgeçildi1' denilir. " da vazgeçti" anlamındadır, "Onu ben alıkoydum, vazgeçirdim."; " o da vazgeçti" demektir.

Nitekim şair şöyle demiştir;

"Süslenmeye gerek duymayacak kadar güzellerin o istekleri, Onu nevasının peşine gitmekten alabildiğine alıkoydu."

*Bu lafız "iftial" vezni ndeki "te"yi "ze"ye dönüştürüp, ze'yi de yine ona id-gam etmek suretiyle:diye de okunmuştur. Bunu ez-Zemahşerî naklet-miştir.

"En üstün seviyede ve yeterli bir hikmettir" buyruğunda kastedilen Kur'ân-ı Kerim'dir. Bu da yüce Allah'ın;

" Kendisinde alıkoyu-cu özelliği olan" buyruğundaki: 'den bedeldir. Hazfedilmiş bir mübteda-nın haberi de olabilir. O... bir hikmettir, demek olur.

"Uyarılar ise" onlar yalanlayıp muhalefet ettikleri takdirde "fayda vermi­yor." Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O âyetler ve korkutmalar iman etmeyecek bir topluluğa fayda vermez." (Yunus, 10/101) Buna göre bu buyruktaki, nefy (olumsuzluk) edatıdır. Uyarıp korkutmaların onlara fay­dası olmaz demektir.

Bunun azarlamak anlamında bir soru olması da mümkündür. Yani onlar uyarıp korkutmalardan yüz çevirmeleri halinde, bunların kendilerine ne faydası oiur ki?

"Uyarıp korkutmalar" lafzının uyarıp korkutmak anlamında olma­sı mümkün olduğu gibi "nezir; Uyarıp korkutandın çoğulu olması da müm­kündür.

"O halde onlardan yüz çevir." Onlara iltifat etme!

Bunun (cihadı emreden) kılıç âyetiyle nesh olduğu söylenmiştir. Bir gö­rüşe göre ifade burada tamam olmaktadır. Daha sonra yüce Allah: "O gün­de o çağırıcı bilinmedik bir şeye çağırır" diye buyurmaktadır. Bu buyruk­taki

" O günde" buyruğunda amel eden "kabirlerinden çıkarlar" (el-Ka-mer, 54/7) buyruğu, yahutla "zilletleri okunarak" anlamındaki lafız ya da "o günü hatırla ki" takdirinde hazfedilmiş bir fiildir. Bir diğer görüşe göre ise, nasb ile gelmesi "fe" harfinin hazfi ve emrin cevabındaki ameli dolayı-sıyladır. Buna göre de ifade: "Sen onlardan yüz çevir, çünkü onlar İçin çağmanın çağıracağı o gün vardır" takdirindedir.

Bir bagka açıklamaya göre: Ey Muhammed, sen onlardan yüz çevir. Çün­kü sen onlara karşı delilini ortaya koymuş bulunmaktasın ve sen: " Onları davetçinin çağıracağı u gün bir görsen7' demek­tir.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir; " Kıyamet gününde sen onlardan yüz çevir, onlara ve hallerine dair bir şey sor­ma!" Çünkü onlar "bilinmedik bir şeye" çağırılacaklar ve onlara büyük bir azap isabet edecektir. Bu da, bir kimseye pek büyük bir işi haber verdiğimiz vakit: Filanın başına geleni hiç sorma! demeye benzer.

Bir başka açıklamaya göre: Davetçinin davet edeceği o günde herbir iş ka­rar bulmuş olacaktır, demektir.

İbn Kesir "bilinmedik" anlamındaki lafzı "kef" harfini sakin olarak; diye okumuştur. Diğerleri bu harfi ötreli okumuşlardır. Bunlar iki ayrı söyle­yiştir. "Zorluk" ve "İş, meşguliyet" kelimelerinde oldu­ğu gibi. Lafız olarak, pek korkunç ve büyük iş demek olup, bu da kıyamet gü­nüdür. "Çağırıcı, davetçi" ise İsrafil (a.s)'dır.

Mücahid ve KaEade'den "kef" harfi esreli, "re" harfi üstün meçhul bir fiil olarak; diye okudukları da rivayet edilmiştir.

"Gözlerinden zilletleri okunarak" buyruğunda geçen: " Gözlerdeki zillet" boyun eğmek ve zelil olmak demektir. Bu zilletin gözle­re izafe edilmesi izzetin de, zilletin de etkilerinin insanın bakışında görülme­sinden dolayıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır; "Gözleri zilletle bakacaktır," (en-Naziat, 79/9); "Zilletten boyunlarını bükmüş, göz ucuyla giz­lice baktıklarını görürsün." (eş-Şura, 42/45)

Bir kimsenin zelil olmasını anlatmak üzere denilir. "Gözünü sakındırdı" (öteye, ileriye bakamadı, önüne baktı gibi).

Hamza, el-Kisaî ve Ebu Amr "Zilletleri okunarak" anlamı verilen lafzı "hı" harfinden sonra "elif ilavesi ile:  diye okumuşlardır. îsm-i failler eğer çoğul (isimlerden önce zikredilecek olurlarsa) tekil olarak gelmeleri caizdir. "Gözlerinden zillet okunarak" gibi, müennes olarak gelmele­ri de caizdir, bu da: "Gözleri Önlerine eğilmiş olarak" (el-Ka-lem, 68/43) buyruğunda olduğu gibidir; çoğul olarak gelmesi de mümkün­dür. Buradaki: "Gözlerinden zilletleri okunarak" buyruğun­da olduğu gibi. Şair de söyle demiştir:

"Ve İyad b. Nizar b. Mead oğullarından Güzel yüzlü genç delikanlılar."

 Zilletleri okunarak" lafzı; " Zelil" lafzının çoğuludur.

Nasb ile gelmesi ise: " Onlardan" lafzındaki "he" ve "mim': (onlar)dan hal olduğundandır. (Yani onların halini bildirir.) Bundan dolayı bu takdire göre "onlardan" anlamındaki iafız üzerinde vakıf yapmak güze) olmaz. Bununla birlikte "çıkarlar" buyruğundaki zamirden hal olması caizdir. O tak­dirde "Onlardan" lafzı üzerinde vakıf yapılabilir.

Mübted'a ve haber olmak üzere: "Güzlerinden zilletleri oku­nur" diye de okunmuştur. Cümlenin i'rabdaki mahalli ise, hal olarak nasp-tır. Şairin şu mısraında olduğu gibi:

"Ben cömertlik ve lütfü onun yanında hazır iki şey olarak gördüm."

"Darmadağın çekirgeler gibi kabirlerinden çıkarlar." buyruğunda ki kabirler demek olup, tekili dir.

"Davetçiye hızlıca koşarak." Bir başka yerele de yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Ogün insanlar darmadağın pervaneler gibi olacak." (el-Karia, 101/4) O halde bunlar iki ayrı zamanda, iki ayrı niteliktir. Bunların birinci­si kabirlerden çıkış esnasındadır. İnsanlar dehşete kapılmış olarak nereye gi­deceklerini bilmeyerek kabirlerinden çıkacaklar, birbirlerine karışacaklar. İş­te o vakit onlar maksad olarak gözettiği belli bir yün olmaksızın darmada­ğınık pervaneler gibi biri diğerinin içine girecektir, karışacaklardır. İkincisi ise davetçinin seslenişini duyacakları vaktin niteliğidir. O vakitte etrafa da­ğılmış çekirgeler gibi olacaklardır. Çünkü çekirgelerin gözettikleri belli bir yönleri vardır.

" Hızlıca koşanlar olarak" demektir. Bu açıklamayı Ebu Ubeyde yapmıştır. Şairin şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır:

"Yurtlan Dicle'dedir onların ve görüyorum ben onları,

Dicle'de semaa (çalgı ve şarkı dinlemeye) hızlıca gittiklerini görüyorum."

ed-Dahhak, yönelenler olarak, Katade, kastedenler olarak, İbn Abbas, ba­kanlar olarak, İkrİme, sese kulaklanm açanlar olarak, diye açıklamışlardır. An­lamlar birbirine yakındır. Bir kimse gözünü ayırmaksızın bir şeye yönelip, gi­decek olursa: "Adam gözünü ayırmaksızın yöneldi, yöne­tir" denilir. Boynunu uzatıp, başını o tarafa dönecek olursa denilir. Şa­ir de şöyle demiştir:

"Nimr b. Sa'd beni köle etti kendisine, halbuki gördüğüm o ki; Nimr b. Sa'd bana itaat eden birisidir ve boynunu uzatmış, başım da bana doğru çevirmiştir,"

Yaratılışında boynunda bir tarafa meyil bulunan deve" demek­tir. " Hızlıca koştu" anlamındadır.

"Kâfirler: Bu zorlu bir gündür, derler." Yani onlar bu sözleri kıyamet gü­nünde karşı karşıya kalacakları zorluklardan ötürü söyleyeceklerdir.[10]

 

9. Bunlardan önce Nuh'un kavmi yalanlamıştı. Kulumuzu yalan­ladı onlar: "(O) delidir" dediler ve o alıkonulmuştu.

10. Nihayet o da Rabbine: "Ben gerçekten yenik düşürüldüm. Artık intikamCımı) ali" diye dua etti.

11. Biz de sağnak sağnak suyla göğün kapılarını açtık.

12. Yeri de kaynaklar halinde fışkırttık da su önceden takdir edil­miş bir emir üzere birbirine kavuştu.

13- Onu levhaları ve çivileri olan (gemi) üzerinde taşıdık.

14. Korumamız altında akıyordu. Nankörlük ile karşılanana müka­fat olmak üzere.

15- Andolsun ki Biz, onu bir âyet olarak bıraktık. O halde var mı ib­ret alıp düşünen?

16. Ya Benim azabım ve uyarıp korkutmalarım nasılmış?

17. Andolsun ki Biz, Kuranı düşünmek için kolaylaştırdık. O hal­de var mı ibret alıp düşünen?

 

"Bunlardan" senin kavminden "önce Nuh'un kavmi yalanlamıştı" buy­ruğu ile yüce Rabbimsz Peygamber (sav)'a örnek teşkil etsin ve onu teselli etsin diye, geçmiş ümmetlerin başından birtakım olayları sözkonusu etme­ye başlamaktadır.

"Kulumuzu" Nuh'u "yalanladı onlar."

ez-Zemahşerî dedi ki: Daha önce; "yalanlamıştı" diye buyurulduğu hal­de, sonradan "yalanladı onlar" diye buyurulmasının anlamı nedir? diye so­rulursa, cevabımız şudur: Bu, onlar kulumuzu ardı arkasına yalanladılar, de­mektir. Yani onlar biri diğerinin ardında onu yalanladılar, arkasından yine yalanladılar. Onlardan yalanlayan bir nesil geçip gittikten sonra arkasından yalanlayan bîr başka nesil geldi, Ya da Nuh kavmi rasûlleri yalanladıkların­dan ötürü bizim kulumuzu yalanladılar. Yani onlar ta baştan beri rasûlleri ya­lanlayıp peygamberliği inkar eden kimseler olduklarından ötürü Nuh'u da ya-lanladilar, çünkü o da peygamberlerden birisidir.

O "delidir dediler ve o alıkonulmuştu." Yani ona hakaret edilerek, öl­dürülmekle tehdit edilerek peygamberlik iddiasında bulunmaktan alıkonul­mak istenmiş, vazgeçmesi söylenmişti. Burada yüce Allah'ın meçhul bir fiil olarak: "Alıkonulmuştu" diye buyurulması âyet sonu oluşundan do­layıdır.

"Nihayet o da" kavmine karşı beddua ederek; "Ben gerçekten yenik dü-şürüldüm" bana karsı direnerek, baş kaldırarak beni yenik düşürdüler. "Artık" benim "intikamımı al diye dua etti."

Peygamberlerin, yüce Allah bu hususta kendilerine izin vermeden kavim­leri aleyhine helak olmaları için beddua etmedikleri söylenmiştir.

"Biz de sağnak sağnak" pek çok "suyla göğün kapılarını açtık." Yani onun duasını kabul ettik, bir gemi yapmasını emrettik ve sağnak sağnak, bol bol yağan yağmurla semanın kapıl annı açtık. Bu açıklamayı es-Süddî yapmış­tır. Şair de şöyle demiştir:

"Ey gözlerim cömertçe, bol bol yaş akıtın!

Me'adhların göçebelerinin de, bir yerde ikamet edenlerinin de

en hayırlıları olan o kişi üzerine."

Bunun bol bol akan ve dökülen anlamına geldiği de söylenmiştir. Bir yağ­muru anlatırken İmruu'1-Kays da bu lafzı bu anlamda kullanmıştır:

"Geri döndü; yağdırsın diye yağmurunu saha rüzgarı sıkarak onu Sonra da yöneldi; içinde sağnak güney yağmuru ile."

Dökmek" demektir. "Suyu ve gözyaşını döktü, döker' denilir, " Çokça ve hızlıca konuştu" anlamına da gelir. "Ona malından verdi" demektir.

İbn Ab bas dedi ki: Biz bulut olmaksızın kesintisiz olarak kırk gün sürey­le semanın kapılarını sağnak sağnak yağan su ile (yağmur ile) açtık, demek­tir.

İbn Amir ve Yakub "açtık" anlamındaki lafzı çokluk ifade etmek üzere şed­deli olarak; diye okumuşlardır. Diğerleri şeddesiz olarak: " Aç­tık" diye okumuşlardır.

Bu göğün büyük kapılarının açılması ve su akan yerlerinin genişliği de­mektir. Bunun semadaki Samanyolu olduğu, semanın su akan vadisinin o ol­duğu ve semanın sağnak sağnak su ile oradan açıldığı da söylenmiştir. Bu açıklamayı Ali (r.a) yapmıştır.

"Yeri de kaynaklar halinde fışkırttık" buyruğu hakkında Ubeyd b. Umeyr dedi ki: Yüce Allah yeryüzüne içindeki suyu dışarı çıkarmasını vah-yetti. O da pınarlar halinde sularını dışarı fışkırttı. Bir pmar fışkırmakta ge­cikti. Yüce Allah da ona gazab ettiğinden kıyamet gününe kadar oranın su­yunu oldukça ao ve tuzlu kıldt.

" ...da su önceden takdir edilmiş bir emir üzerine birbirine kavuştu." Gökten gelen sular ile yerden çıkan sular biri diğerinden daha fazla olma­yacak şekilde belli bir miktarda birbirine kavuştu. Bu açıklamayı İbn Kutey-be nakletmiştir. Göğün ve yerin suları birbirine eşitti, demektir.

"Takdir edilmiş" buyruğunun, haklarında hüküm verilmiş (olduğu üze­re), anlamında olduğu da söylenmiştir.

Katade dedi ki: Küfre saptıkları takdirde suda boğulacakları hükmü hak­larında takdir edilmiştir.

Muhammed b. Ka'b dedi ki: Gıdalar bedenlerden önce idi. Kader de be­ladan öncedir, dedikten sonra bu âyet-i kerimeyi okumuştur.

Yüce Allah: " Su... birbirine kavuştu" diye buyurmuştur. Kavuş­mak (iltika); ancak iki ve daha fazla şeyler hakkında kullanılır. Burada buy­ruğun bu şekilde kullanılmasının sebebi, suyun hem çoğul, hem de tekil anlamı ile kullanılabilmesinden dolayıdır. Bir diğer açıklama da şöyledir: Her iki su bir araya gelince lek bir su gibi olduklarından ötürü böyle denilmiş­tir.

el-Cahderî " Her iki su... birbirine kavuştu" diye; el-Hasen de Her iki su birbirine kavuştu" diye okumuşlardır ki; bu iki kı­raatte muslıafın resmine (Hz. Osman dönemindeki yazı şekline) muhaliftir.

el-Kuşeyrî dedi ki; Bazı mushaflarda: " Her iki su birbirine ka­vuştu" şeklindedir. Bu tarz söyleyiş ise Taylsların söyleyişidir.

Semadan gelen suyun kar gibi soğuk, yerden çıkan suyun kaynar gibi sı­cak olduğu da söylenmiştir.

"Onu levhaları ve çivileri olan" bir gemi "üzerinde taşıdık."

Katade " Çiviler" ile geminin (tahtalarının) birbirine bağlandığı çi­vilerin kastedildiğini söylemiştir. el-Kurazî, İbn Zcyd ve İbn Cübeyr de böy­le açıklamıştır. el-Valîbi de bunu İbn Abbas'tan rivayet etmiştir. el-Hasen, Şehr b. Havşeb ve İkrime de şöyle demişlerdir: Burada «özü edilen dalgaların çarp­tığı geminin ön kısmıdır. Ona bu ismin veriliş sebebi suyu ilmesidir. Çünkü: "İtmek ve yarıp gitmek" demektir. Ayrıca bu açıklamayı el-Avfi. İbn Abbas'tan da rivayet etmiştir. O şöyle demiştir: " Geminin göğüs kıs­mı (cephesi, ön tarafi)"dır.

el-Leys dedi ki: "üisar" gemi tahtalarının kendisi ile bağlandığı liften bir ip demektir. es-Sıhah'da da şöyle denilmektedir: "Disar" lafzı "düsur"un ço­ğuludur. Gemi tahtalarının kendisiyle bağlandığı iplere denilir. Çiviler demek olduğu da söylenmektedir. Yüce Allah: "Levhaları ve çi­vileri olan üzerinde" diye buyurmaktadır. Bu kelime aynı şekilde: di­ye de söylenir. Tıpkı: "Zorluk" gibi. 'İtmek" demektir. İbn Abbas amber hakkında şu açıklamayı yapmıştır: " O, denizin bir şekilde İttiği bir şeydir,"; " Onu mızrakla dürttü1' de­mektir. “İten, önüne katıp, sürükleyen adam" demektir.

"Korumamız altında" görmemiz ve gözetimimiz ile "akıyordu." Bizim ko­rumamız ve muhafazamız altında, diye de açıklanmıştır. Bu daha önce Hud Sûresi'nde (Hud, 11/37. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. İnsanların uğurladıkları kimseye: "Allah'ın gözü üzerinde olsun" demele­ri de bu kabildendir. Onun koruması ve muhafazası altında git, anlamında­dır.

Vahyimizle diye de açıklandığı gibi, yerden kaynayan pınarlarla, diye de açıklanmıştır. O gemiyi korumakla görevli meleklerden dostlarımızın gözle­ri ve gözetimi altında, diye de açıklanmıştır. Esasen yüce Allah'ın yaratmış olduğu herbir şeyin O'na izafe edilmesi de mümkündür.

Bir diğer açıklama da: O gemi Bizim dostlarımız ile akıp gidiyordu, şek­lindedir. Nitekim haberde: "Gözlerimizden birisi hastalandı da sen unun zi­yaretine gitmedin"[11] denilmiştir. (Dostlarımızdan biri hastalandı demek olur.)

"Nankörlük ile karşılanana mükafat olmak üzere." Yanı Biz bunu Nuh'a kavminin eziyetlerine karşı sabrettiği için bir sevab ve bir mükafat kıl­dık. Kendisine karşı nankörlük edilen odur. Buna göre "kimseye" laf-zındaki "lam" mefulun leh lamıdır, "Bile bile inkar olunan kimse" de­mek olduğu da söylenmiştir. Buna göre: "Kimse"den kasıt, Nuh (a.s)'dır. Bundan kastın yüce Allah olup, "mükafat" (anlamı verilen ceza)nın da "ikab" anlamında olduğu da söylenmiştir. Biz bunu onların yüce Allah'ı inkar etmelerine bir ceza olarak verdik, demek olur.

Yezid b. Ruman, Katade, Mücahid ile Humeyd;  şeklinde "keP' ve "he" harflerini üstün olarak okumuşlardır ki, şu anlama gelir: Suda boğmak yü­ce Allah'ı inkar eden kimselere bir ceza idi. Suda boğulmaktan Ue b. Anek'ten başkası kurtulmadı. Su onun beline kadar geliyordu. Kurtuluşunun sebebine gelince, Nuh (a.s)'ın gemi yapımı için Hind çınarına ihtiyacı oldu. Bu keresteyi taşımaya imkanı olmadı.  bu keresteyi una Şam'dan taşıyıp getirdi. Yüce Allah da onun bu davranışını mükafatlandırarak suda boğulmak­tan kurtardı.

"Andolsun ki Biz onu bir âyet olarak bıraktık" buyruğu ile yüce Allah bu işi bir ibret olarak bıraktığını kastetmektedir. Bir başka görüşe göre yü­ce Allah bu gemiyi Nuh kavminden sonra gelecek olanlara ibret alacakları bir âyet (belge) olarak terkettiğini ve böylece rasûüeri yalanlamamaları gerektiğini anlamalarını sağladığını kastetmektedir.

Katade dedi ki: Yüce Allah gemiyi Cezire topraklarında bulunan Bakirda denilen yerde bir ibret ve bir belge olarak bıraktı. Öyle ki, bu ümmetin ilk­leri bu gemiyi gördüler. Halbuki ondan sonra yapılmış nice gemi kül olup, gitmişti.

"O halde var mı ibret alıp, düşünen." Öğüt alan ve korkan?

"İbret alıp, düşünen" lafzının aslı dir. Yani "zikr"den "müf-teil" vezninde bir kelimedir. Bu şekliyle söylenişi dile ağır geldiğinden cehr sıfatında "zel" harfine uygun düşmesi maksadı İİe "te" harfi, "dal" harfine kal-bedilmiş, ondan sonra da "zel" harfi bu "dal" harfine idgam edilmiştir. (Böy­lelikle şeddeli "dal" harfi ortaya çıkmıştır.)

"Ya Benim azabım ve uyarıp korkutmalarım nasılmış?" el-Ferra dedi ki:Uyarıp, korkutmak" iki ayrı mastardır. Uya­rıp, korkutanın çoğulu olduğu da söylenmiştir. Uyarıp, kor­kutmak" anlamındadır. Tıpkı İnkar, reddetmek, tepkiyle kar­şılamak" anlamına geldiği gibi.

"Andotsun ki Biz Kur'ân'ı düşünmek İçin kolaylaştırdık." Biz onun ez­berlenmesini kolaylaştırdık, onu ezberlemek isleyene yardım etlik. Onu ez­berlemeye talih bir kimse var mır' Bu hususta ona yardım olunacaktır.

Anlamın şöyle olması da mümkündür: Biz bu Kur'ân'ı öğüt almaya hazır hale geçirdik. Bu da yolculuk yapmak maksadıyla devesine yük vurmayı an­latmak üzere kullanılan: "Devesini yolculuk için hazırladı, ona yük vurdu" ifadesi ile: "Gazaya giımek üzere atını eterle­di ve dizginledi' ifadelerinden alınmıştır. Şair de söyle demektedir:

"Ben onun için atımı dizginlemiş olarak kalktım, İşte o vakit yaptıklarımın karşılığını bana verdi."

Said b. Ciibeyr dedi ki: Allah'ın kitaplarından Kur'ân'ın dışında ezbere oku­nabilmiş bir başka kitap yoktur. Başkaları da şöyle demiştir: İsrailoğullannın böyle bir imkanı yoktu. Onlar Tevrat'ı ancak bakarak okuyabiliyorlardı. Bundan Musa, Harun, Yuşa b. Nıın ve Uzeyr -Allah'ın salavatı üzerlerine ol­sun- müstesnadır. İşte Tevrat yakıldıktan sonra Tzeyr'in Tevrat'ı onlara ez­berinden yazması üzerine -daha önce el-Tevbe Sûresi'nde (9/30. âyet, 2. baş­lıkta) açıklandığı gibi- hakkında fitneye düşmelerinin sebebi budur. Yüce Al­lah bu ümmete içindekilerle öğüt almaları iç.in kitabını ezberlemelerini ko­laylaştırmıştır,

"Tezekkür: İbret ve öğüt almak" iftial veznindedir. Bu da, kendi yapıla­rının bir parçası gibi olsun, bizzat kendileri gibi olsun diye bu hususun on­larda etkili olması, faydalı olması demektir.

"O halde var mı ibret alıp, düşünen?" Kur'ân'ı okuyacak olan?

Ebıı Bekr el-Verrak ve îbn Şevzeb dedi ki: Herhangi bir hayır ve ilim la-leb eden kimse var mı? Bu hususta ona yardım olunacaktır.

Bu buyruğun bu sûrede tekrarlanması dikkati çekmek ve konunun kav­ranılmasını sağlamak içindir.

Denildiği üzere yüce Allah, bu sûrede, bu ümmete geçmiş ümmetlerin haherlerini ve rasûllerin kıssalarını, ümmetlerin rasûllerine nasıl davrandıkla­rını, sonunda işlerinin akıbetinin ne olduğunu, rasûllerin de sonuçta ne ile karşılaştıklarını anlatmaktadır, Böylece herbir kıssa ve herbir haberde ibret­le öğüt alıp düşünmesi halinde dinleyen için bir öğüt almayı gerektirecek bir haber yer almaktadır. İşte yüce Allah herbir kıssayı sözkonusu ettikçe şu: "O halde vai*mı ibret alıp düşünen" diyerek bu âyeti tekrarlamıştır. Çünkü: "Mı" bünyelerinde yerleştirilmiş bulunan ve yüce Allah'ın onlara kar­şı bir delil kılmış olduğu kavrayışlarının dikkat etmelerini isleyen ve sağla­yan bir soru edatıdır. Buna göre: " Mı" lafzındaki "lam" isti'raz (göste­rilmek), "he" de istihraç (delil göstermek) içindir. [12]

 

18. Ad kavmi yalanladı. Ya Benim azabım ve korkutmalarım nastl-mış?

19. Muhakkak Biz üzerlerine uğursuz olan ve sürekli olan bir gün­de sarsar bir rüzgar gönderdik.

20.  İnsanları koparıp atıyordu. Sanki onlar kökünden kopmuş hurma kütükleri idiler.

21. Ya Benim azabım ve uyarıp korkutmalarım nasılmış?

22. Andolsun kî Biz Kuranı düşünmek için kolaylaştırdık. O hal­de var mı ibret alıp düşünen?

 

Hud'un kavmi olan "Ad kavmi yalanladı. Ya Benim azabım ve korkut­malarım nasılmış?"

"Korkutmalarım" bu sûrede altı yerde bütün mushaflarda "ye" har­fi hazfedilmiş olarak yer almıştır. Ancak Yakub her iki halde de "ye" harfi­ni okumuş, Verş sadece vasi halinde okumuş, diğerleri ise hazf et mislerdir.

"Uyarılar ise fayda vermiyor." (el-Kamer, 54/5) buyruğun­da (nun harfinden sonra) "ye" harfinin; "Çağırır" (el-Kamer, 54/6) buy­ruğundan da "vav" harfinin hazfedildiğinde ise görüş ayrılığı yoktur.

"Çağırıcı" (el-Kamer, 54/6) buyruğuna gelince, bunun birincisin­de İbn Muhaysın, Yakub, Humeyd ve el-Bezzî her iki halde de "ye" harfini sabit kabul etmişler; Verş ve Ebıs Anır ise vasi halinde sabit kabul etmişler, diğerleri ise hazfetmişlerdır. İkinci: " Çağırıcı (mcaide; davet yi)" (el-Kamer, 54/8)'e gelince, Yakub, İbn Muhaysın ve İbn Kesir her iki halde "ye"yi isbat etmiş (bırakmış), Ebu Anır ve Nafi vasıl halinde isbat etmiş (bırakmış), diğerleri ise hazfetmelerdir.

"Muhakkak Biz üzerlerine" kendileri için "uğursuz olan ve sürekli olan bir günde sarsar bir rüzgar" Kalade ve ed-Dahhak'a göre aşırı soğuk bir rüz­gar "gönderdik." Sesi şiddetli bir rüzgar diye de açıklanmıştır. Buna dair açık­lamalar daha önceden Fussilet Sûresi'nde (41/l6. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

İbn Abbas dedi ki: Bu rüzgar onlara uğursuz kabul ettikleri bir günde gel­mişti. ez-Zeccac bunun çarşamba günü geldiği söylenmiştir, demiştir. İbn Ab­bas dedi ki: Bu ayın son çarşambasında olmuştu. Küçüklerini de, büyüklerini de yok etmişti.

Harun el-Aver "uğursuz" anlamındaki lafzı "ha" harfini kesreli olarak; diye okumuştur. Bu hususa dair açıklamalar daha önce "uğursuz gün­lerde" (Fussilet, 41/16) buyruğu açıklanırken geçmiş bulunmaktadır.

"Uğursuz olan ve sürekli olan bir günde" buyruğu uğursuzluğu sürek­li ve kendilerine getirdiği uğursuzluğu sürüp giden bir gün demektir. Uğur­suz kabul ettikleri bu günde azap onları helak edinceye kadar devam etti. Ce­hennem ateşine onları ulaştınncaya kadar sürüp gitti, diye de açıklanmıştır. ed-Dahhak: Bugün onlar için çok acı idi, demiştir. el-Kisaî de böyle naklet-miştir. Buna göre birtakım kimseler buradaki "sürekli" anlamındaki kelime acılığı ifade eden: gelmektedir, "Nefislerin kendisin­den tiksindiği acı olan bir şey gibi oldu" denilir. Ayrıca yüce Allah: "Şimdi... tadın" (el-Kamer, 54/37) diye buyurmaktadır. Tadılan bir şey ise acı olabi­lir. Bu lafzın güç ve kuvvet anlamına gelen: 'den geldiği de söylenmiş­tir. Yani bu azap onlara uğursuzluğu son derece güçlü ve sağlam kılınmış, uğursuz bir günde onlara gelmişti ki, bu sağlamlığı bozulmasına güç yetiri-lemeyen, iyice ve sağlam bükülmüş bir şey gibi idi.

Çarşamba günü uğursuzluğu sürekli bir gün olduğuna güre, bu günde dua nasıl kabul edilir? Peygamber (sav)'ın duasının bugünde Öğle ile ikindi ara­sında kabul edildiğine dair rivayetler de gelmiş bulunmaktadır. Hem bu hususa dair Cabir yoluyla gelen hadiste daha ünce el-Bakara Sûresi'nde (2/186. âyet, 5, başlıkta) geçmiş bulunuyor denilecek olursa, cevap şu olur: Doğru­sunu en iyi bilen Allah'tır ya, Mesruk'un Peygamber (sav)'dan diye rivayet etmiş olduğu bir habere göre şöyle buyurmuştur: "Cebrail bana gelerek şöyle dedi: Şüphesiz Allah sana gahid ile birlikte bir yemin ile hüküm ver­meni emretmektedir. Yine dedi ki: Çarşamba günü uğursuz ve uğursuzluğu sürekli olan bir gündür. "[13]

Bilindiği.gibi bu hususta onun, salih kimseler için uğursuz olduğuna da­ir bir rivayet varid olmamıştır. Aksine bugünün günahkarlar ve fesad çıkar­tanlar için uğursuz olduğunu kastetmiştir. Tıpkı Kıır'ân-ı Kerim'de sözü edilen uğursuz günler gibi. Bu günler Ad  kavminin kâfirleri için uğursuz idi. On­ların peygamberleri ve aralarından iman eden kimseler için uğursuz değil­di. Durum böyle olduğuna göre çarşamba gününün baş tarafından, güneşin zeval vaktine kadar zalime mühlet verilmesi günün bitmesine doğru zalim eğer zulmünden geri dönmeyecek olunsa, onun aleyhindeki mazlumun ö bed­duasının kabul edileceği uzak bir ihtimal olarak görülemez. Buna göre o gün zalim hakkında uğursuz bir gün olur. Peygamber (sav)'ın bedduası da kâfir­ler hakkında idi. Cabir yoluyla rivayet edilen hadisteki: "(Bundan böyle) ben de önemli ve ağır bir durumla karşılaştığım her seferinde..." sözleri buna işa­rettir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"İnsanları koparıp atıyordu." Bu rüzgarın sıfatı konumundadır. Yani rüzgar onları bulundukları yerden söküp alıyordu. Denildiğine göre onları hur­ma ağacının, kökünden sökülmesi gibi, ayaklarının altından (yerden) onları söküp aldı. Mücahid dedi ki: Rüzgar onları yerden kuparıyordu. Tepeleri üze­rine onlart bırakıyor, boyunlarını kırıyor, başları vücutlarından ayrılıyordu.

Rüzgar insanları evlerden söküp alıyordu, diye de açıklanmıştır.

Muhammed b. Ka'b babasından rivayetle Peygamber (sav)'ın şöyle buyur­duğunu kaydetmektedir: "Rüzgar insanları kabirlerinden söküp çıkardı,"

Denildiğine göre; onlar birtakım çukurlar kazdılar ve bu çukurlara girdi­ler. Rüzgar onları bu çukurlardan söküp alıyor, onları paramparça ediyordu. Kazdıkları bu çukurlar içindeki ne varsa yok olup gitmiş, geriye yerleri çu­kur olarak kalmış hurma ağaçlarının dibini andırıyordu.

Yine rivayet edildiğine göre; onlardan yedi kişi birtakım çukurlar kazmış ve rüzgardan korunmak için onların içinde ayağa kalkmışlardı. İbn îshak de­di ki: Rüzgar şiddetlenince, Ad kavminden yedi kişi ayağa dikildi. Ad kav­minin en güçlü ve en iri yarı olanlarından olan bu şahısların altısının ismi bi­ze zikredilmiş bulunmaktadır. Amr b. el-Huli, el-Haıis b. Şeddad, el-Hilkam, Tikn'in iki oğlu ile Halecan b. Sa'd. Bunlar çocukları, kadınları iki dağ ara­sındaki bir geçite soktuktan sonra kendileri gelen rüzgarın çoluk çotuğa erişmeşini önlemek maksadı ile geçidin ağzına dizildiler. Fakat esen rüzgarlar onları tek tek alıp yere yıktı. Bundan dolayı Ad kavmine mensub bir kadın şu beyitleri söylemiştir:

"Zaman ahp gitti Amr b. Hulî ile Rahat ve huzur kaynağı olan şeyleri, Sonra el-Harisi ve yüksek tepelere çıkan el-Hilkam'ı aldı.

Rüzgarın estiği yeri kapatan o kimseyi de, O belalı günlerde."

et-Taberİ der ki: İfadede hazfedilmiş lafızlar vardır. Yani insanları kökle­rinden söküp alıyor ve onları sanki kökten sökülmüş hurma kütükleri gibi bırakıyordu. Buna göre "kef: sanki" hazfedilmiş fiil İle nasb konumundadır.

ez-Zeccac dedi ki: "Kef 0 sanki)" hal olarak nasb konumundadır. Yani: İnsanları kökünden koparılmış hurma kütüklerine benzeyenler olarak söküp çıkartıyordu. Benzetmenin içinde bulundukları çukurlar için olduğu da söy­lenmiştir.

"Kütükler" lafzı çoğuludur. Herşeyin arkasına denilir. Ad kavmi ise uzun boylu idiler. Bundan dolayı yüzleri üstü yıkılmış, hurma ağaç­larına benzetildiler.

"Kökünden kopmuş hurma kütükleri" buyruğundaki: " Kökünden kopmuş" diye buyurulması (ve kelimenin sonuna yuvarlak "te" getirilmeme­si) "nahl: Hurma ağaçlan" lafzı dolayısı iledir. Bu ise hem müzekker, hem de müennes olabilen bir çoğuldur.

"Kökünden koparılmış olan" demektir. "Ağacı kö­künden söktüm, kopardım."; " O da söküldü, koparıldı" denilir.

el-Kisaî dedi ki: "Kuyuya dibine varıncaya kadar indim" demek­tir. Bir kapta bulunan suyu dibine kadar tamamıyia bitirinceye kadar içmek halinde de bu fiil kullanılır. "Kuyunun dibini yaptım" demektir.

Ebu Bekr b. el-Enbarî dedi ki: İsmail el-Kadi'nin huzurunda el-Müberred'e birileri bu olan bin soru soruldu. Ona: Yüce Allah'ın: "Süleyman'ın emrine de şiddetli rüzgarı verdik." (el-Enbiya, 21/81) buyruğu ile "Gemilere şiddet­li bir fırtına gelip, çatar." (Yunus, 10/22) buyruğu ve: "Onlar içleri boşalmış hurma kütükleri imişler gibi." (d-Hakka, 69/7) buyruğu ve "Sanki onlar kökünden kopmuş hurma kütükleri İdiler" buyruğu arasındaki fark nedir? diye soruldu, o da: üu kabilden buyruklara rastladığınız her yerde is­terseniz müzekker olarak lafza göre kullanırsınız, isterseniz anlama göre mü-ennes olarak kullanırsınız diye cevap verdi.

"Hurma ağacı" lafızlarının aynı manada olup -belirttiği­miz üzere- hem müzekker, hem de müennes olarak kullanılabilecekleri de söylenmiştir.

"Ya Benim azabım ve uyarıp korkutmalarını nasümış? Andolsun ki Biz Kur'ân'ı düşünmek İçin kolaylaştırdık. O halde var mı İbret alıp düşünen?" buyruklarına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. [14]

 

23. Semııd kavmi korkutmaları yalanladı.

24.  "Bizden bit tek İnsana mı, ona mı uyacağız? O takdirde hiç şüphesiz biz bir sapıklık ve çılgınlık İçinde oluruz" dediler.

25. "Vahiy aramızda ona mı verildi? Hayır, o mağrur ve şımarık, çok yalancı birisidir."

26. Yarın kimin mağrur ve şımarık bir yalancı olduğunu bilecekler­dir.

 

"Semud kavmi korkutmaları yalanladı." Semud kavminden kasıt, Salih kavmidir. Bunlar diğer rasûlleri ve kendi peygamberlerini yalanladılar. Ya­hut "korkutmalar" ile aynı şey olan âyetleri yalanladılar.

"Bifcden bir tek İnsana mı, ona mı uyacağız" ve topluluğu terk mi ede­ceğiz?

Ebu'l-Eşheb, îbn es-Semeyka ve Ebu's-Semmal el-Adevî: "Bir tek insana mı?" anlamındaki buyrukları: ile şeklinde rnühteda olarak ref ile okumuşlardır. Haberi ise: "Ona uyacağız" buyruğudur. Diğerleri ise: "Biz bizden tek bir insana mı uyacağız ve onun arkasın-

dan gideceğiz." anlamında nasb ile okumuşlardır. Yine Ebu's-Semmal: “Bir insan mı" şeklinde ref ile; " Bizden birisine" anlamında nasb ile okumuştur.

"Bir insan mı" anlamındaki buyruğun ref ile okunması "Mı veril­di" anlamındaki fiilin delalet ettiği bir fiil takdiri ile okunmuştur. Sanki: " Bizden bir insana mı peygamberlik veriliyor?" denilmiş gibidir. Buna karşılık "bir tek .a" anlamındaki buyruğun nasb ile okunması, "biz­den" anlamındaki zamirden hal olması dolayısı ile mümkündür. Onu nasb eden de zarftır. İfade de "Bizden olan tek bir beşere mi peygamberlik veriliyor?" takdirindedir. Bununla birlikte "ona (mı) uyacağız" lafzındaki zamirden hal olması da mümkündür. O tek başına ve kimse tara­fından yardım görmeyen bir kimse olduğu halde mi... demek olur.

"O takdirde hiç şüphesiz biz bir sapıklık" haktan uzaklaşmıştık "ve çılgınlık" delilik "İçinde oluruz dediler." Bu tabir Arapların: "Aşı­rı derecede keyifli olduğundan adeta deli gibi davranan dişi deve' tabirle­rinden alınmıştır. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır. Şair de dişi devesin­den şöylece söz etmektedir:

"Yolcu onu yürüsün diye sarstığında yorucu yürüyüşten ötürü onda bir hızlı yürüyüşün ve bir temponun olduğunu görünce, Onun isteyerek koşusundan adeta bir deli olduğunu sanırsın." [15]

Yine İbn Abbas şöyle demiştir: Buradaki: " ÇılgınlıkMan kasıt, azap-lır. el-Ferra da böyle demiştir. Mücahid haktan uzaklaşış diye açıklarken, es-Süddî: Bir yanış içinde (izlemektir) diye açıklamıştır. Şair de şöyle demişür:

"Bugün ayıktın mı yoksa Hirr'e özlem mi duydun, Sevgiden ötürü alevli ve yanan bir delilik de olur,"

Ebu Ubeyde dedi ki: Bu lafız ateşin alevi demek olan: çoğulu­dur. Deli deve ise, sertliğinden adeta alevlenir gibi olduğundan şu tarafa, bu tarafa rastgele gider. Ayet: Şüphesiz o vakit Biz karşı karşıya kalacağımız şey­di Hıırada beyitin bazı lafızları ile ilgili iki buçuk ssnrlık hıgat açıklamaları ayrıca gerek görülmediğinden tercüme edilmemiştir.

Serden ötürü bedbahtlık ve sıkmtı İçerisindeyiz, demektir,

"Vahiy aramızdan ona mı verildi?" Semud halkı arasından risalet özel­likle ona mı verüdi? Halbuki Semud kavmi arasında malı ondan daha çok, du­rumu daha güzel kimseler de vardır.

Bu, inkar ve red anlamını taşıyan bir sorudur.

"Hayır, o mağrur ve şımarık, çok yalancı birisidir." Yani iddia ettiği gi­bi değildir. O büyüklenmek istemekte ve haketmediği halde bize karşı üs­tünlük sağlamaya çalışmakta, bunun yollarını aramaktadır.

"Şımarmak, zorbalık yapmak ve çalışkanlık" anlamındadır. At ça­lımlı ve gayretli ise onun bu halini anlatmak üzere: denilir. İmruu'l-Kays da bir köpekten sözederken şöyle demektedir:

"Bizi av düşkünü, ve ava alışmış (bir köpek) yetişir, Çok iyi işitir, çok güzel görür, avın yerini çok iyi bilen olarak peşine çok iyi takılır.

Dişleri birbirine geçmiş, bükülmüş kaburga kemikleri, Usanmadan avı izler bu işte maharetlidir, gayretlidir ve

ciddiyetle, gayretle yapar."

Bunun "azgın ve şımarık" anlamına geldiği de söylenmiştir, "Azmak ve şımarmak" anlamına gelir. Şair de şöyle demiştir:

"Sizler ipek giyince bundan ötürü sunardınız,

Halbuki önceden ülkeleri kimin fethettiğini bilmezsiniz."

Fiil: şeklinde kullanılır. İsm-i faili şeklinde ge­lir. Çoğulu da:şeklindedir. Tıpkı: " Sarhoş, sarhoşlar" gi­bi. Şair şöyle demektedir:

"Kendisi sebebiyle şımarmış dağ keçilerini bıraktı,

Ve mızrak darbeleri onun (savaşın) kahramanlarını yere yıkmıştır."

Bunun, haketmediği mevkiye doğru haddini aşarak geçmeye kalkışan kim­se, anlamına geldiği de söylenmiştir, anlam birdir.

İbn Zeyd ve Abdu'r-Rahman b. Hanıma d şöyle demişlerdir: "Mağrur ve şımarık" söylediğine aldırmayan kimse demektir.

Ebu Cafer ile Ebu Kilabe: "Bi2im en şeririmiz ve en kötümüz" anlamında olmak üzere "şın" harfini üstün ve "re" harfini şeddeli olarak: "Daha şerli, daha kötü" diye okumuştur.

"Yarın kimin mağrur ve şımarık bir yalancı olduğunu bileceklerdir." Kıyamet gününde azabı göreceklerdir yahut dünya hayatında azabın üzer­lerine ineceği vakit bunu göreceklerdir, demektir.

İbn Amir ve Hamza, "bileceklerdir" buyruğunu "ye" harfi yerine "te" ile Hz. Salih'in kavmine bir hitabı diye okumuşlardır. ("Bileceksiniz" demek olur.) Diğerleri ise "ye" harfiyle, yüce Allah tarafından, Salih (a,s.)a onların duru­munu haber veren bir fiil anlamını verecek şekilde okumuşlardır.

"Yarın" buyruğu da insanların yakınlığı anlatmak üzere kullanmayı adet edindikleri üsluba göre kullanılmıştır. Nitekim Araplar akıbetlerin yakınlığı­nı anlatmak üzere: Muhakkak yarın bugünle beraberdir, derler. Şair de şöyle demiştir:

"Onda ölümün şaşmaz okları vardır, Bugün ölmeyen bir kimse yarın ölecektir."

et-Tirimmah da şöyle demiştir:

"Teselli edin beni, ağıtçılar ağıt yakmadan,

Ve can böğürler arasında çırpınmadan.

Yarın gelmeden önce (yapın humı!) vay yazık bana yarından ötürü,

Arkadaşlarım gittiği halde ben gitmesem,"

O bu sözleriyle bizatihi yarını değil, ölüm zamanını kastetmektedir. "Kimin mağrur ve şımarık bir yalancı" buyruğundaki lafzını

Ebu^Kilabe asla uygun olarak "şın" harfini üstün, "re" harfini şeddeli olarak: "Daha kötü" diye okumuştur. Ebu Hatim ise şöyle demektedir: Arap­lar şiirdeki zaruret hali dışında hemen hemen: "Daha şerli, daha kö­tü" ve; " Daha iyi, daha hayırlı" diye kullanmazlar. (Yani bunları başta hemze olmaksızın kullanırlar.) Ru'be'nin şu mısraında olduğu gibi:

"Bilal insanların en hayırlısı ve en hayırlılarının oğludur."

Bunun yerine onlar (baştaki hemzeyi telaffuz etmeksizin): "O kavminin hayırlısıdır, insanların kötüsüdür" derler. Yüce Allah: "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz." (Al-i İmran, 3/110) buyruğu iie: "Hangisinin makamca daha kötü olduğunu bi­leceklerdir, " (Meryem, 19/75) diye buyurmakta (ve burada da "en hayırlı" ile "daha kötü" lafızlarının başlarında hemze bulunmamakta)dır

Ebu Hayve'den rivayete göre ise o, bu lazfı "şın" harfini üstün, "re" har­fini şeddesiz okumuştur. Mücahid ve Said b. Cübeyr'den ise "şın" harfini öt-reli, "re" harfini şeddesiz okuduğu rivayet edilmiştir. en-Nehhas dedi ki; Bu da: "Mağrur ve şımarık" anlamındadır. "Tedbirli adam" der­ken şeklinin kullanılması da bunun gibidir. [16]

 

27. Gerçekten Biz onlara İmtihan olmak üzere o dişi deveyi gönde­ririz. Artık onları gözetle, sabret.

28. Ve suyun aralarında pay edilmiş olduğunu onlara haber ver. Hcr-biri su içme sırasında hazır olsun.

29. Bunun üzerine onlar arkadaşlarını çağırdılar. O da alacağını alıp dişi deveyi önce ayaklarını biçip devirdi.

30. Peki, ya azabım ve uyarıp korkutmalarım nasıl oldu?

31. Hakikaten Bte üzerlerine bir tek çığlık gönderdik ve hayvan ağı­lına konulan çerçöp gibi oldular.

32. Andolsıın ki Biz Kur'ân'ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Peki, öğüt alan bir kimse var mı?

 

"Gerçekten Biz onlara imtihan olmak üzere" onları sınamak için... -Bu (anlamdaki buyruk)- mef'uliin lehtir."O dişi deveyi göndeririz." Onların is­tedikleri dağdan onu çıkartacağız. Rivayet edildiğine göre Salih iki rekat na­maz kıldıktan sonra Allah'a dua etmiş, sonra onların tayin ve tesbit ettikle­ri kaya parçası açılarak dişi devenin hörgücü ortaya çıkmış. Oradan on ay­lık gebe ve çokça tüylü bir deve olarak çıktı,

"Artık onları gözetle!" Ne yapacaklarını gözle! "Sabret." Onların eziyet­lerine katlan.

sabret" buyruğundaki "u" harfinin aslı "te"dir. İtbak sıfatında "sad"a uygun düşmesi için "ti"ya dönüşmüştür.

"Ve suyun aralarında" yani Semudlular ile dişi deve arasında "pay edil­miş olduğunu onlara haber ver." Suyu bir gün dişi deve içecek, bir gün de onlar kullanacaklardı. Nitekim yüce Allah bir başka yerde: "Onun da belli bir su içme nöbeti vardır Sizin de belirli bir günde su içme nöbetiniz vardır." (eş-Şuara, 26/155) diye buyurmaktadır.

İbn Abbas dedi ki: Onların su içme nöbetinde dişi deve sudan hiçbir şey içmezdi. Buna karşılık onlara süt verirdi, bol nimetler içerisinde bulunuyor­lardı. Devenin su içme günü oldu mu deve .suyun tamamını içer ve onlara hiçbir şey kalmazdı. Yüce Allah'ın: "Aralarında" diye buyurması (ve akıl sahibi varlıklara ait zamir kullanması) şundan dolayıdır: Araplar hayvan­larla birlikte Ademoğulları hakkında bir durumu haber verecek olurlarsa, Ade-moğullarını galip getirirler. (Onlara ait zamirleri kullanırlar.)

Ebu'z-Zübeyr, Cabir'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bizler Rasûkıl-lah (sav) ile birlikte Tebuk gazasına çıktığımızda Hicr diyarında konaklayın­ca şöyle buyurdu: "Ey insanlar, siz de bu türden mucizeler isteyip durmayın. İşte Salih kavmi! Bunlar peygamberlerinden Allah'ın kendilerine bir dişi deve göndermesini istediler. Yüce Allah da onlara o dişi deveyi gönderdi. Şu yoldan suya gidiyor ve kendi su içme gününde sularının tamamını içiyordu. Onlar da su içmediği günde kendilerinin içtikleri su kadarını da o deveden süt olarak sağıyorlardı. [17] İşte yüce Allah'ın: "Ve suyun aralarında pay edilmiş olduğunu onlara haber ver" buyruğunun anlamı budur.

"Herbiri su içme sırasında hazır olsun" buyruğunda geçen laf­zı, sudan hakedilen pay demektir. Bir Arap meselinde (atasözünde): " Sonuncuları su içme payı itibariyle en az olanlarıdır" denil­mektedir. Bu da asıl itibariyle deveferin su içmesi hakkında böyledir. Çün­kü en son gelen deve geldiğinde havuzun suyunun bitirilmiş olduğunu gö­rür.      

"Hazır olsun" lafzı; O su İçme nöbeti kimin ise o suda hazır bu­lunsun, demektir. Bundan dolayı dişi deve su içeceği gün suyun yanına ge­lirdi, onların su içecekleri gün ise yanlarından kaybolurdu. Bu açıklamayı Mu-katil yapmıştır.

Mücahid de şöyle demektedir: Devenin su içmediği günü onlar suyun ba­şına gelir, su İhtiyaçlarını karşılarlardı. Dişi devenin su içmeye gittiği gün ise gelip onun sütünü sağarlardi.

"Bunun üzerine onlar arkadaşlarını" onu kesmeye teşvik ile "çağırdı­lar. O da alacağını alıp, dişi deveyi önce ayaklarını biçip devirdi." Yani o bu işi yapmayı Üstlendi.

" Alacağını alıp" fiilinin, bu fiili üstlendi anlamına gelmesi Arap­ların: " Elime aldım" tabirlerinden dolayıdır. Şair Hassan'ın şu beyitin-de de bu anlamda kullanılmıştır:

"İkisi de şarap olsun ve sen bana öyle bir kadeh sun. ki O ikisi de dilime doğru gelsin."

Muhammed b. İshak dedi ki: (Dişi deveyi boğazlayan kişi) dişi deveye gi­dip geldiği yol üzerinde bir ağacın dibinde pusu kurdu. Ona bir ok attı. Bu ok bacağının adalesine saplandı. Sonra kılıç ile üzerine hamle yapıp ayak bi­leklerini kesti. Bu sefer deve yere yıkıldı ve bir defa böğürdü. Bu sefer kar­nındaki yavrusu düştü, sonra da deveyi kesti. Karnındaki yavrusu dağjn ba­şındaki bir kayanın yanına gitti. Böğürdü, sonra da o kayaya sığındı. Salih (a.s) yanlarına geldi. Dişi devenin kesilmiş olduğunu görünce ağladı ve: Al­lah'ın yasağını çiğnediniz, Allah'ın azabının geleceğini size bildiriyorum, de­di. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce el-Araf Sûresi'nde (7/77-7?, âyetle­rin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

İbn Abbas dedi ki; O deveyi boğazlayan kişi kırmızı, mor tenli, kızıl saç­lı, başının ön tarafı dar, arka tarafı enlice birisi idi.

Adının Kudar b. Salif olduğu söylenir. el-Efveh el-Evdi şöyle demiştir:

"Yahut ondan önce, Kudar gibi ki,

Azgınlıkta kimileri ona uymuştu da helak olup gittiler..."

Araplar kasaba Semud hanedanından uğursuz birisi olan Kudar b. Salif e benzeterek "Kudar" adını verirler. Şair Mühelhil şöyle demiştir:

"Bizler onların kafalarını kılıçlarla vuruyoruz,

Yolculuktan gelenlere ikram olmak üzere kasapların vurdukları gibi."

Züheyr de bunu sozkonusu ederek şöyle demektedir:

"O (savaş) sizler için uğursuz evlatlar doğurur

hepsi de Ad'm kırmızı tenlisi gibidir,

Sonra bunları emzirir, sonra da sütten keser."

Şair burada savaşı kastetmekte ve Semud kavminden de Ad diye sözetmek-tedir. (30. ayetin benzeri daha önce geçmişti.)

"Hakîkaten Biz üzerlerine bir tek çığlık gönderdik." Bununla Cebrail (a.s)'ın çığlığını kastetmektedir ki, daha önce Hud Sûresi'nde (11/67. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır,

"Ve hayvan ağılma konulan çerçöp gibi oldular" âyetindeki: " Hayvan ağılına konulan" lafzını el-Hasen, Katade ve Ebu'l-Aliye "zı" harfini üstün olarak: diye okumuşlardır ki, bununla ağılı, ahin kastederler. Diğerleri ise orada çalışan kişiyi kastetmek anlamında "21" harfini esreli okumuşlardır. es-Sıhah'ta şöyle denilmektedir: "Ağılda çalışan ki­şi" demektir.

Yüce Allah'ın: "hayvan ağılına konulan çerçöp gibi oldular" anlamında­ki buyrukta "zı" harfi kesreli okunmuştur. Kesreli okunması halinde bu ke­lime ism-i fail olur. Üstün okuyan kimse ise, ism-i meful olarak okur. Nite­kim hayrı az olan adama: “ O ağılı uğursuz kimse" denilir.

Ebu Ubeyd dedi ki: Benim anladığım kadarıyla kişinin malına: de­nilmiş olmalıdır. Çünkü o böylelikle bu serveti yanında alıkoymuş (hazret-

miş) ve başkalarına karşı engellemiş okır. O bakımdan bu kelime: vez­ninde ve fakat: anlamındadır.

el-Mehdevî dedi ki: "Hayvan ağılına konulan" anlamındaki kelimenin "21" harfini esreli okumak halinde bu kelime mastar olur. Anİamı da ağıla konul­mak durumunda olan çerçöp demek okır. "Zı" harfini üstün okumaya göre "kendisinden ağıl yapılan ağaç" anlamına gelmesi de mümkündür. İbn Ab-bas dedi ki: " Koyunlarına ağaç ve dikenleri kullanarak ağıl yapan adam" demektir. Bunlardan yere düşüp koyunların ezdiği şeylere de: ): Çerçöp'1 denilir. Şair şüyle demiştir:

"Çürümüş çerçöp olmuş, ğarkad ağaçlarının bulunduğu yerde yayılan Bir ateşin dumanı gibi, bir toz kaldırdılar."

Yine ondan nakledildiğine göre bu koyunların yediği ot gibi demektir. On­dan bir başka rivayete göre yanmış, çürümüş kemikler gibi demektir. Bu Ka-tade'nin de görüşüdür. Said b. Cübeyr de şöyie demiştir: Bu rüzgarlı bir gün­de duvarlardan etrafa savrulan toprak demektir.

Süfyan e.s-Sevrî dedi ki: Bu senin asa ile oraya vurman halinde ağıldan dö­külen şeylerdir. Bu lafız "fail" vezninde olup "mef ul" anlamındadır.

İbn Zeyd dedi ki: Araplar önceleri yaşken, sonradan kuruyan herşeye "he-şim: sonradan kuruyup ufalma istidadını gösteren bitki" derler.

Alıkoymak, engellemek" demektir."müftail" veznindedir. Bu kökten olmak üzere: " Develerine ağaç toplayıp, rüzga­rın soğuğunu ve yırtıcı hayvanların zararını develerinden uzak tutmak maksa­dıyla topladığı bu ağaçları üslüste koymak" demektir. Şair şöyle demektedir:

"Sen her iki tarafta da bineklerin leşlerini görürsün, Sanki onların kemikleri üstüste yığılmış (ağıl maksadıyla bir araya getirilmiş) ağaçların odunları gibidir."

İbn Abbas'tan rivayete göre onlar dövülen ve ufaltılan buğday gibi oldu­lar. Bu açıklamaya göre: “ Ekini için bir depo edinen kimse"; Başak ve samanın kırıntıları" anlamına gelir.

"Andolsun ki Biz, Kur'ân'ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Peki öğüt alan bir kimse var mı?" [18]

 

33- Lut kavmi de korkutmaları yalanladı.

34. Biz, üzerlerine ufak taş yağdıran bir rüzgar gönderdik. Lut'un ailesi müstesna. Onları seher vaktinde kurtardık.

35.  Tarafımızdan bir nimet olmak üzere. İşte Biz, şükredenlerî böyle mükafatlandırırız.

36. Andolsun ki onları yakalayıverişimizle korkutmuş idiyse de on­lar, korkutup uyarmaları şüphe ile karşılamışlardır.

37. Andolsun onlar misafirlerine dahi kötülük yapmak istediler de gözlerini silme kör ettik. "Şimdi azabımı ve korkutmalarımı ta­dın."

38. Andolsun yerini bulmuş ve geri çevirilemez bir azap sabahle­yin erkenden onları bastırdı.

39- Şimdi de azabımı ve korkutmalarımı tadın.

40. Andolsun Biz, Kur'ân'ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Peki var mı öğüt alıp, düşünen?

 

"Lut kavmi de korkutmaları yalanladı" buyruğu ile yüce Allah, yine Lut kavminden Luc'u yalanlamaları üzerine süz et inektedir.

"Biz üzerlerine ufak taş yağdıran bir rüzgar gönderdik." Onlara küçük çakıl taşları atan bir rüzgar gönderdik.

en-Nadr (b. Şumeyl) dedi ki: Ayette sözü geçen: "Rüzgar ile bir­likte gelen küçük çakıl taşlan" demektir. Ebu Ubeyde de; bu taş anlamında­dır, demiştir. es-Sıhah'va da şöyle denilmektedir: Hu, küçük çakıl taşlarını kal­dıran şiddetli rüzgar demektir. böyledir. Şair Lebid şöyle demiş­tir:

"Ahalisi etrafını boşalttı diye, çekti üzerine eteklerini

Çok şiddetli esen ve küçük çakıl taşlarını kaldıran herbir şiddetli rüzgar."

 Rüzgar şiddetlice esti" demektir. Bu şekilde esen rüzgara; ile denilir. ei-Ferezdak da şöyle demiştir:

"Şam'ın şimaline yönelerek bize vuruyor

Çakıl taşlarını tıpkı etrafa saçılmış, atılmış pamuk gibi."

"Lut*un ailesi" dini üzere ona uyanlar "müstesna." Bunlar sadece onun iki kızından ibaretti. "Onları seher vaktinde kurtardık." el-Ahfeş dedi kî; (Bu­radaki "seher vaktinde" anlamındaki lafzı) tenvinii getirmesi belirtisiz olma­sından dolayıdır. Eğer muayyen bir günün seher vakti olsaydı, buna tenvin getirmezdi. (Gayrı munsarıf kılar ve üstün getirdi.) Bunun bir benzeri de yü­ce Allah'ın belirtisiz olarak zikrettiği: "Herhangi bir şehre çekip gidin." (el-Bakara, 2/6l) diye buyurmasıdır.

Buna karşılık: "Allah'ın iradesi ile Mısır'a girin." (Yu­nus, 12/99) diye buyurmuş ve bunu her türlü irabı kabul eden bir kelime ola­rak kullanma mistir.

ez-Zeccac da böyle demiştir: "Seher" kelimesi eğer nekre (belirtisiz) olup onunla seherlerden bir seher kastediliyor ise, munsarıf gelir. Mesela: "Bir seher vakti ona gittim" denilir. Şayet muayyen bir günün se­herini kastedecek olursa, munsarıf olarak kullanılmaz. "Ey filan ona bu seher vakti gittim ve ona seher vakti gittim" denilir.

Seher, gecenin son vakti ile tan yerinin ağarması arasındaki zamandır. Arapcada bu gecenin karanlığının, gündüzün ilk vaktindeki aydınlığa karış­ması anlamındadır. Çünkü bu vakitte gecenin kalıntıları ile gündüzün ilk be-İirtileri bir arada bulunur.

"Tarafımızdan bir nimet olmak üzere." Lut'a ve onun iki kızına bizden bir nimet ihsan ederek "bunu yaptık." "Nimet" lafzının nasb ile gelmesi mef ulun bih oluşundan dolayıdır.

"İşte Bİz şükredenleri" yani Allah'a iman edip Ona itaat edenleri "böy­le mükafatlandırırız."

"Andolsun" ki Lut "onları" azabımız ile "yakalayıverişimizle" onlan

azab ile alışımızla "korkutmuş idiyse de, onlar korkutup uyarmaları şüp­he ile karşılamışlardır." Rasûlümüzün kendilerini kendisi ile uyarıp korkut­tuğu azap hususunda şüphe etmişler, onu tasdik etmemişlerdi. " Şüphe ile karşılamışlardı" buyruğu; "Şüphe etmek"ten "tefaul" vez­nine getirilmiş bir fiildir.

"Andokun onlar misafirlerine dahi kötülük yapmak istediler." Yani on­dan yanına misafir kılığında gelen melekleri önceden (Hud, 11/77 ve deva­mı âyetlerin tefsirinde) geçtiği üzere onlarla hayasız fiiller yapmak isteği ile kendilerine teslim etmesini İstemişlerdi.

"Ondan bu işi istedim, bu işi istemek" diye kulla­nılır. "Merayı aradı, aramak bulmak istedi" demektir. Hadiste de şöyle denilmiştir: " Sizden herhan­gi bir kimse küçük abdest bozmak istediği takdirde küçük abdesti için yu­muşak ya da aiçak bir yer arasın. "[19] denilmiştir.

"Gözlerini silme kör ettik" buyruğu ile ilgili olarak rivayet edildiğine gö­re Cebrail (a,s) kanadıyla onlara vurmuş, oniar da kör olmuşlardır. Denildi­ğine göre gözleri de yüzlerinin diğer tarafları gibi dümdüz olmuş ve göz açık­lığı görülmez olmuştu. Tıpkı esen rüzgarın yer üzerindeki toprağı sürükle­mesi sonucu üzerindeki izleri silip götürmesi gibi.

Bir diğer açıklamaya göre yüce Allah gözleri sağlıklı olmakla birlikte on-ian kör etti, o bakımdan onlar da melekleri görememişlerdi.

ed-Dahhak dedi ki: Allah gözlerini kör etmişti, onlar da elçileri göreme­diler. Bunun üzerine: Eve girdiklerinde biz onları gerçekten görmüştük, nereye gittiler? dediler ve onları görmeksizin geri döndüler.

"Şimdi azabımı ve korkutmalarımı tadın." Yani Biz onlara... tadın de­dik. Bu emir kipinden kasıt, olanı haber vermektir.

Yani Lut'un kendisi ile kendilerini uyarıp korkuttuğu azabımı Ben onla­ra tattırdım, demektir.

"Andolsun yerini bulmuş ve geri çevirflemez bir azap sabahleyin er­kenden onları bastırdı." Sürekli bir azap onlar arasında karar buldu ve bu onları ahiret azabına kavuşturuncaya kadar yakalarını bırakmayacaktır. Sö­zü edilen bu azap yaşadıkları şehirlerinin üzerlerine devrilmesi, üstünün al­tına getirilmesidir.

: Sabahleyin" buyruğu burada nekre olduğu için munsarıf gelmiş­tir (tenvin almıştır).

"Şimdi de azabımı ve korkutmalarımı tadın." Onlara inen gözlerin kör olması azabı, kendisi ile helak edildikleri azabın dışındadır. Bundan dolayı burada tekrarlanması güzeldir.

" Andolsun Biz Kur'ân'ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Peki var mı Öğüt alıp düşünen?" buyruğuna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmak­tadır. [20]

 

41. Andolsun Firavun hanedanına uyarıp korkutanlar gelmişti.

42. Âyetlerimizin hepsini yalanladılar. Biz de onları muktedir ve herşeye galip gelenin yakalayışı İle alıverdik.

 

"Andolsun Firavun hanedanına uyarıp korkutanlar gelmişti" buyruğun­da Firavun hanedanından kasıt Kıbtilerdir.

Uyarıp korkutanlar" da Musa ile Harun'dur. Bazan çoğul lafız, ikil hakkında da kullanılabilir.

"Ayetlerimizin hepsini yalanladılar." Tevhidimize, peygamberlerimizin peygamberliğine delalet eden bütün mucizelerimizi yalanlamışlardı. Bunlar asa, el, kıtlık yılları, tarnse[21]  tufan, çekirgeler, haşerat, kurbağalar ve kan­dır.

"Uyarıp korkutanlardın rasûller oldukları da söylenmiştir. Çünkü Musa kendilerine peygamber olarak gelinceye kadar Yusuf ve onun oğulları on­lara peygamber olarak gelmişti. "Uyarıp korkutanlar" (anlamı verilen): "uyarıp, korkutmak" anlamında olduğu da söylenmiştir.

"Biz de onları muktedir" dilediğini yapmaya güç yetiren "ve herşeye ga-lib gelenin" intikam alışında yenik düşürenin (Aziz)in "yakalayışı ile alıver-dik." [22]

 

43. Sizin kâfirleriniz bunlardan hayırlı mıdır? Yoksa kitaplarda si­zin İçin bir beraat mı var?

44. Yoksa onlar: "Biz birbirine yardım eden bir topluluğuz" mu di­yorlar?

45- Yakında o topluluk yenilecek ve arkalarını dönerek kaçacaklar­dır.

46. Asıl onlara vaad olunan vakit kıyamettir ve o kıyamet daha bü­yük bela ve daha acıdır.

 

"Sizin kâfirleriniz bunlardan hayırlı mıdır?" buyruğu ile yüce Allah, Araplara hitab etmektedir. Bununla Muhammet! (sav)'ın ümmetinin kâfirle­rini kastettiği de söylenmiştir. Bunun bir soru olduğu da söylenmiştir. Yani bu nefy anlamında inkar sorusudur. Sizin kâfirleriniz küfürleri sebebiyle he­lak edilmiş bulunan geçmiş ümmetlerin kâfirlerinden daha hayırlı değildir­ler, demektir.

"Yoksa kitaplarda" peygamberlere indirilmiş oian kitaplarda "sizin için" azaptan kurtulacağınıza dair "bir beraat nü var?" İbn Abbas dedi ki: Yok­sa sizin için levh-i mahfuzda azaptan kurtulacağınıza dair bir ifade mi var?

"Yoksa onlar: Biz birbirine yardım eden" sayı ve güçlerinin çokluğu do­layısıyla kendisine karşı konulamayan "bir topluluğuz" bir cemaatiz "mu di­yorlar?"

Yardım eden" anlamındaki buyruğun bu şekilde kullanılıp, şeklinde gelmeyişinin sebebi, âyet sonu oluşundan dolayıdır.

Yüce Allah onların bu sözlerini reddederek şöyle buyurmaktadır;

"Yakında o topluluk" yani Mekke kâfirleri topluluğu "yenilecek." Bu Be­dir günü ve başka gazalarda gerçekleşti.

Genel olarak: " Yenilecek" şeklinde "ye" ile meçhul bir fiil olarak okunmuş, "Topluluk" lafzı da ref ile okunmuştur. Ruveys. Ya-kub'dan: "Yeneceğiz" şeklinde "nun" ve kesreli "ze" İle; "Top­luluğu" lafzını da nasb ile okuduğunu rivayet etmiştir. (Yakında o toplulu-

ğu yeneceğiz, demek olur,)

"Ve arkalarını dönerek kaçacaklardır." Genel olarak bu, onlar hakkın­da bir haber olmak üzere: "Dönerek kaçacaklardır" şeklinde okun­muştur. Ancak İsa, İbn İshak ve Yakub'dan rivayetle Ruveys rauhatab kipi olarak "te" ile: Dönerek kaçacaksınız" diye okumuşlardır. " Ar­ka" lafzı ise dirhem ve dinar gibi cins isimdir. Lafzan tekil olmakla birlikte maksad -âyet sonu olduğundan ötürü- çoğuldur.

Mukatil dedi ki: Bedir günü Ebu Cehil atını mahmuzlayarak safın önüne çıkıp şöyle dedi: Bugün biz Muhammed ve arkadaşlarından intikam alaca­ğız. Bunun üzerine yüce Allah: "Biz birbirine yardım eden bir topluluğuz... Yakında o topluluk yenilecek ve arkalarını dönerek kaçacaklardır" buy­ruğunu indirdi.

Said b. Cübeyr dedi ki: Sad b. Ebi Vakkas dedi ki: Yüce Allah'ın: "Yakın­da o topluluk yenilecek ve arkalarını dönerek kaçacaklardır'' buyruğu na­zil olunca, hangi topluluğun bozguna uğrayacağını bilemiyordum. Bedir gü­nü gerçekleşince Peygamber (sav)'ın zırhı üzerinde olduğu halde ileri atıla­rak: "Allah'ım, Kureyş Sana ve Rasûlüne karşı böbürlenmesiyle, büyüklen-mesiyle meydan okuyarak gelmiş bulunuyor. Sen hemen sabahleyin onları bozguna uğrat" dedikten sonra; "Yakında o topluluk yenilecek ve arkala­rını dönerek kaçacaklardır." diye buyurdu. O zaman ben de bu âyetin te­vilinin ne olduğunu öğrenmiş oldum[23] Bu ise Peygamber (sav)'ın mucize-lerindendir, Çünkü o gayba dair haber vermiş ve haber verdiği gibi gerçek­leşmişti.

(Hadiste geçen ve) "Onları bozguna uğrat" (anlamındaki) lafız ile aynı kök ten gelen: "Zaman onun aleyhine geldi ve onu helak etti" de­mektir. en-Nabiğa'nın şu mısraında da bu anlamda kullanılmıştır:

"Lübed'i helak eden. ne iae onu da helak etti."

  Onun aleyhine (işini) bozdum" demektir.

İbn Abbas dedi ki: Bu âyetin nüzulü ile Bedir gazvesi arasında yedi yıi-lık bir süre geçmiştir. Buna göre bu âyet-i kerime Mekke'de inmiştir.

Ancak Buhari'de mü'minlerin annesi Aişe (r.anha)'dan şöyle dediği zik­redilmektedir: Muhammed (sav)'a Mekke'de ben oyun oynayan çağda küçük bir kız iken: "Asıl onlara vaad olunan vakit kıyamettir ve o kıyamet daha büyük bela ve daha acıdır" buyruğu nazil olmuştur[24]

tbn Abbas (r.a)'dan gelen rivayete göre de Peygamber (sav) Bedir günü kendisine ait çadırda iken şöyle demiştir: "Allah'ım, Senin bana ahdini ve va­adini gerçekleştirmeni diliyorum. Eğer dilersen bugünden sonra ebediyyen Sana ibadet olunmayacak." Ebu Bekir (r.a) elinden tutup: Ey Allah'ın Rasû-lü, bu kadar sana yeter, çünkü Rabbine gerçekten ısrarla dua etmiş bulunu­yorsun. O sırada o zırhını giyinmişti, çıkarken de şöyle diyordu: "Yakında o topluluk yenilecek ve arkalarını dönerek kaçacaklardır. Asıl onlara va­ad olunan vakit kıyamettir. Ve o kıyamet daha büyük bela ve daha acı­dır." [25] Yani (Kıyamet) Bedir günü onlara isabet edenlerden daha büyük bir bela ve daha acıdır, demektir.

" Dana büyük bela" lafzı "Büyük İş" anlamındaki lafızdan gelmektedir. " Bu iş ona gelip, isabet etti" demektir. da mastardır. İbnu's-Sikkit dedi ki: “Ona bir musibet gelip çat­tı" denilir. (Birinci kelimeden sonraki kelimelerden biri) onu tekid etmek için kullanılır. [26]

 

47. Muhakkak ki günahkarlar sapıklıkta ve çılgın ateş İçindedirler.

48. O gün yüzleri üzere ateşe sürüklenirler. "Cehennemin dokun­masını tadın!"

49. Çünkü Biz herşeyi bir takdir ile yarattık.

"Muhakkak ki günahkarlar sapıklıkta ve çılgın ateş İçindedirler" buy­ruğuna dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

 

1- Günahkarların Cezaları:

 

"Muhakkak ki günahkarlar sapıklıkta" haktan yan çizip uzaklaşmakta"ve çılgın ate§" yanmak azabı "içindedirler." Bu sûrede az önce geçtiği üzere, delilik içerisindedirler, diye de açıklanmıştır.

. (2"O gün yüzleri üzere ateşe sürüklenirler. Cehennemin dokunmasını ta-dınP buyruğu ile ilgili olarak Müslim'in Sahih 'inde Ebu Hureyre'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Kureyş müşrikleri gelerek Rasûlullah (sav) ile ka­der hususunda tartışmaya koyuldular. Bunun üzerine: "O gün yüzleri üze­re ateşe sürüklenirler. Cehennemin dokunmasını tadın (denilir). Çünkü Biz, herzeyi bir takdir İle yarattık." buyruğu nazil oldu. [27]

Bu hadisi Tirmizi de rivayet etmiş olup hasen, sahih bir hadistir demiştir. [28] Yine Müslim, Tavus'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ben Rasûlullah (sav)'ın ashabından birtakım kimselere yetiştim. Onlar: Herşey bir kader ile­dir, diyorlardı. Ayrıca Abdullah b. Ömer'i de şöyle derken dinledim: Peygam­ber (sav) buyurdu ki: "Herşey bir kader iledir. Acizlik ve beceriklilik, çalış­kanlık bile. Yahut: Beceriklilik, çalışkanlık ve acizlik bile" dedi. [29]

Bu da kaderiyenin görüşünü çürütmektedir.

"Tadın" buyruğu onlara: Tadın denilir, demektir. "Dokunması" ise içine düşecekleri vakit duyacakları acı ve ızdıraptır.

"Sekar" Cehennemin isimlerinden birisi olup, lafız munsarıf değildir. Çünkü müennes ve rnarife bir isimdir, Leza ve cehennem kelimeleri de böyledir. Ata dedi ki: Sekar cehennemin altıncı katıdır. Kutrub da: "Sekar" lafzı; "Güneş onu şiddetlice yaktı" ifadesinden gelmektedir,  Aşırı sıcak bir gün" demektir. [30]

 

2- Herşey" ile İlgili Kıraatler ve Buna Dair Nahiv Açıklamaları:

 

"Çünkü Bizherşeyi" buyruğundaki: "...i" lafzı genel olarak nasb ile okunmuştur. Ancak Ebu's-Semmal mübteda olarak ref" ile (js) diye oku­muştur. Nasb ile okuyanlar bir fiil takdirine güre böyle okurlar. Kufelilerin tercihi de budur. Çünkü: " Çünkü, muhakkak" bir fiil ister. O bakımdan böyle bir fiil takdiri daha uygundur. Ayrıca "herşeyl" lafzının nasb ile okun­ması yüce Allah'ın mahlukatı hakkında umumiliğe daha çok delalet etmek­tedir. Zira hazfedilmiş fiili açıklayan: "...i yarattık" fiilini hazfedip, bi­rinci fiili de açığa çıkartacak olursak, o vakit ifade: "mu­hakkak Biz herşeyi bir kader ile yarattık" şeklinde olur. Bu durumda da: "...i yarattık" lafzının "şey"in sıfatı olması uygun düşmez. Zira sıfa­tın mevsuftan önceki lafızlarda ameli sözkonusu değildir. Kendisinden ön­ceki lafızlarda amel edenin tefsiri de olması sözkonusu olmaz. [31]

 

3- Eşyanın Takdiri ile İlgili Ehî-i Sünnetin Kanaati:

 

Ehl-i sünnetin kabul ettiği görüş şudur: Yüce Allah, herşeyi takdir etmiş­tir. Yani onların miktarlarını, hallerini ve zamanlarını var edilmeden önce bil­miştir. Sonra da bunlardan ezeli ilmindeki şekli ile var olacağını bildiği şeyleri var etmiştir. İster yüce alemde, ister alt herşey, alemde yüce Allah'ın ilim, kudret ve iradesi ile sadır olar. Yaratıkların bunda herhangi bir etkisi yoktur. Mahlukatın meydana gelen bu olaylarda bir çeşit kesb (kazanmak), çaba, nisbet ve izafeden öte herhangi bir katkıları olama2. Bütün bunlar da yüce Allah'ın onlara bu işi kolaylaştırması, O'nun kudreti, tevfiki ve ilhamı ile gerçekleşir. O her türlü eksiklikten münezzehtir, O'ndan başka hiçbir ilah yoktur, O'nun dışında yaratıcı yoktur. Tıpkı Kur'ân-ı Kerim ve sünnetin açıkça ifade ettiği gibi. Durum kaderiyenin ve ameller bizim, eceller ise biz­den başkasının elindedir, diyenlerin söyledikleri gibi değildir.

Ebu Zerr (r.a) dedi ki: Necranlıların heyeti Rasûlullah (sav)'ın huzuruna gelerek şöyle dediler: Ameller bizim, eceller İse bizden başkasının elindedir. Bunun üzerine bu âyet-İ kerimeler, yüce Allah'ın: "Çünkü Biz herşeyi bir tak­dir İle yarattık" buyruğuna gelinceye kadar indi. Bu sefer onlar: Ey Muham­medi Bizim günah işleyeceğimizi yazdığı halde bize azap mı edecek dediler? Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Kıyamet gününde sizler Allah'ın hasımları olacaksınız" diye buyurdu. [32] [33]

 

4- Kadere İman Etmeyenler, Kaderi Yalanlayanlar:

 

Ebuz-Zübeyr, Cabir b. Abdullah (r.a)'dan şöyle dediğini rivayet etmek­tedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki; "Bu ümmetin mecusileri yüce Allah'ın ka­derlerini yalanlayan kimselerdir. Bunlar hastalanacak olursa onlara ziyare­te gitmeyiniz, ölürlerse cenazelerinde bulunmayınız. Onlarla karşılaşacak olur­sanız, onlara selam vermeyiniz." Bu hadisi İbn Mace, Sünen'inde rivayet et­miştir. [34]

Yine İbn Mace, İbn Abbas ve Cabir'den şöyle dediklerini rivayet etmek­tedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Ümmetimden iki sınıf insan vardır ki on­ların İslam'dan herhangi bir payları yoktur. Bunlar mürcie ile kaderiye­dir. "[35]

en-Nehhas senedini kaydederek dedi ki: Bize İbrahim b. Şerik el-Kuft an­lattı, dedi ki: Bize Ukbe b. Mukrem ed-üabbi anlattı, dedi ki: Bize Yunus b.

Bukeyr, Said b. Meysere'den anlattı. O Enes'ten dedi ki: Rasûlullah (sav) bu­yurdu ki: "Hayır da, şer de bizim elimizdedir, diyen kaderiyenin benim şe­faatimden herhangi bir payları yoktur. Ben de onlardan değilim, onlar da ben­den değildir. "[36]

Müslim'in Sahih 'indeki rivayete göre İbn Ömer kaderiye mensuplarıyla ilişkisinin* olmadığını belirtmiştir. Kâfirden başkasından ise beri olunmaz. Da­ha sonra bu hususu şu sözleriyle pekiştirmiştin Abdullah b. Ömer'in adına yemin ettiği zat hakkı İçin, eğer onlardan herhangi birisinin Uhud dağı ka­dar altını bulunup da bunu infak edecek olursa, kadere iman etmediği sü­rece Allah ondan kabul etmeyecektir. "[37]

Bu da yüce Allah'ın münafıklar hakkındaki şu buyruğuna benzemektedir: "Harcamalarının kendilerinden kabul edilmesini engelleyen sadece şudur: Onlar Allah'a ve Rasûlüne kâfir olmuşlardır..." (et-Tevbe, 9/54) Bu da açıkça anlaşılan bir husustur. [38]

Ebu Hureyre dedi ki: Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Kadere iman üzüntü ve kederi giderir." [39]

 

50. Emrimiz ancak birdir ve bir göz kırpması gibidir.

51. Andolsun Biz, benzerlerinizi helak ettik. O halde var mı bir dü­şünen?

52. İşledikleri herşey de defterlerdedir.

53. Küçük, büyük herşey satır satır yazılıdır.

54. Muhakkak ki takva sahihleri cennetlerde ve ırmaklardadır.

55. Sıdk meclisinde, gayet muktedir bir melikin yanındadırlar.

 

"Emrimiz ancak birdir" bir defadır "ve bir göz kırpması gibidir." Yani Benim yarattıklarım hakkındaki kaza ve hükmüm göz değmesinden, kırpma­sından daha hızlıdır.

" Göz kırpması (değmesi) acele ile bakmak"tır. "Gözü şimşeğe değiverdi" denilir.

es-Sıhah'ta şöyle denilmektedir: “Onu çabucak görüverdi" de­mektir. İsmi: , "Şimşek ve yıldız parladı" deni­lir.

"Andolsun Biz benzerlerinizi helak ettik." Geçmiş ümmetler arasından küfürleri itibariyle size benzeyenleri helak ettik. Size uyanları ve sîze yardım­cı olanları helak ettik, diye de açıklanmıştır.

"O halde var mı bir düşünen?" Öğüt alan.

"İşledikleri herşey de defterlerdedir." Onlardan önceki bütün ümmet­lerin hayır ve şer türünden işledikleri herşey aleyhlerine yazılmıştır. Bu da yüce Allah'ın: "Çünkü Biz herşeyl bir takdir ile yarattık" buyruğunu açık­lamaktadır.

"Defterlerdedir." Levh-i Mahfuzdadır demektir. Hafaza meleklerinin yaz­dıkları defterlerdedir, diye açıklandığı gibi, Ummu'l-Kitap'ta (kitapların ana-sında)dır, diye de açıklanmıştır.

"Küçük büyük herşey satır satır yazılıdır." Küçük olsun, büyük olsun her-bir günah onu işleyecek olan kimse hakkında, onu işlemeden önce -onun kar­şılığını görmek üzere- yazılıdır. Onu işlediği vakit de yazılır.

"Yazdı, yazar" demektir. -anlam itibariyle- onun . gibidir.

Yüce Allah, kâfirlerin durumunu anlattıktan sonra müminlerin durumu­nu da:

"Muhakkak ki takva sahipleri cennetlerde ve ırmaklardadır" diye açık­lamaktadır.

"Irmaklardadır." Su, şarap, bal ve sudan akan ırmakları kastetmektedir. Bu açıklamayı İbn Cüreyc yapmıştır.

"Irmak(lar)" lafzının âyet-i kerimede tekil olarak gelmesinin sebe­bi ise, âyet sonu oluşundandır. Diğer taraftan tekil bir lafız da bazan çoğul anlamını verebilir,

"aydınlık ve bolluk içerisindedir" anlamına geldiği de söylenmiş­tir. Aydınlığı sebebiyle gündüze: denilmesi buradan geldiği gibi; "Yarayı açtım" tabiri de buradan gelmektedir. Şair de şöyle de­mektedir:

"Elimi üzerine (darbeye) iyice yerleştirdim ve onan açıklığını daha da açtım, Onun önünde duran, arkasında ne var görebiliyordu."

Ebu Miclez, Ebu Nehik, el-A'rec, Talha b. Musarrıf ve Katade bu lafzı iki ötreli olarak; diye okumuşlardır. Bu şekliyle "nehar: gündüz"ün çoğu­lu ve onların geceleri olmayacaktır, anlamını verir gibidir. Tıpkı: "Bu­lut" lafzının çoğulunun: diye gelmesi gibidir. el-Ferra şöyle demiştir; Araplardan birisi bana şu beyiti okumuştur:

"Eğer sen gececi isen ben gündüzcü kimseyim, Sabahı ne zaman görürsem, hiçbir şeyi beklemem."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Şayet iki tirid olmasaydı, zayıflayarak ölür giderdik. Gece tiridi ile gündüzleri gelen bir tirid."

"Sıdk meclisinde" yani boş sözün, günaha sokacak ifadelerin yer alma­dığı hak meclisi olan cennetlerde "gayet muktedir" dilediği herşeye güç ye-tiren "bir melikin yanındadırlar." Buyruğundaki "Yanında" lafzı burada yakınlık, yakın mevki, mertebe, şeref ve üstünlük ve makam anlamı­nı veren bir yakınlıktır. (Cafer) es-Sadık dedi ki: Allah sıdk yerini övmüş bu­lunmaktadır. Orada sıdk ehli olanlardan başkası oturmayacaktır,

Osman el-Betti: " Sıdk meclislerinde" diye çoğul olarak okumuştur. "Meclisler" ise insanların çarşı-pazarlarda ve başka yerlerde oturdukları yerler anlamına gelir.

Abdullah b, Bureyde dedi ki: Cennet ehli her gün şanı yüce ve mübarek olan Cebbar'ın huzuruna girerler. Yüce Rabblerine Kur'ân okurlar, herkes de kendisine ait olan mecliste oturmuş olacaktır. Oturdukları yerler inci, yakut, zeberced ve altın ile gümüşten olup amellerine göre bu yerleri tesbit edilmiş olacaktır. Bundan dolayı gözleri aydın olduğu kadar hiçbir şeyle gözleri ay­dın olmayacaktır. Bundan daha büyük ve daha güzel hiçbir şey de işitmeye-ceklerdir. Sonra da ertesi gün aynı şekilde gözlerini aydınlatacak bu hale tek­rar gelinceye kadar konakladıkları yerlerine geri döneceklerdir.

Sevr b. Yezid de Halid b. Ma'dan'dan şöyle dediğini zikretmektedir: Bi­ze ulaşttğma göre melekler kıyamet gününde müminlere gelerek: Ey Allah'ın dostları, haydi kalkınız derler. Onlar: Nereye, diye sorarlar. Melekler: Cen­nete diye cevab verirler. Bunun üzerine müminler şöyle derler: Siz bizleri bi­zi istediğimiz yerden başka yere götürüyorsunuz. Melekler: Gitmek istediği­niz yer neresidir? diye sorarlar, müminler şu cevabı verirler: Gayet muktedir bir melikin yanında sıdk meclisi, derler,

Bu haber bu anlamı ite fakat özel bazı kimseler hakkında da şöylece ri­vayet edilmiştir: Yüce Allah'ı iyice akSetmiş bir kesimi melekler -diğer insan­lar hesaplan görülmekte iken- cennete götürürler. Bunlar meleklere: Bizi ne­reye taşıyorsunuz? diye sorarlar. Melekler: Cennete diye cevap verirler. Bu kimseler; Sizler bizleri bizim asıl istediğimiz yerden başkasına götürüyorsu­nuz deyince, melekler: Sizin istediğiniz yer neresidir? diye sorarlar. Bu sefer: Haber verdiği şekilde: "Sıdk meclisinde gayet muktedir bir melikin yanın­dadırlar" buyruğunda olduğu gibi, o candan sevdiğimiz ile birlikte sıdk mec­lisidir, diye cevap verirler. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

et-Kamer Sûresi'nin tefsiri burada sona ermektedir. Yüce Allah'a hamdolsun. [40]

 

 



[1] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 16/495

[2] Deylemi, Firdevs, (V, 36i; Ebu Abdullah el-Makclisi, el-Elıadisu'l-Mahtara, Vtl, 121; Ta-beri, Tarih, I, 16.

[3] Buhari, III, 1330, 1404, 1405, IV, 1842: 1844; Müslim, IV, 2158, 2159; lirinizi, V, 398: w.v.n«) 1   \ıı  411. 4%. III, 275, 278, IV, Hl.

[4] Tirmizi, V, 397; Müsned, III, 165.

[5] Buharı. IV, 1843, 1844; Müslim, IV, 2159; Müsned, III,

[6] lîaj taraflarda: "Ve ay yarıldı" buyruğu açıklanırken kaydedilen dip nota bakınız

[7] Hakim, Müstedrek, IV, 651; İbn EN Şeyhe, Musannef, VII. 139; Münîiri, Terğib, IV, 124.

[8] el-Miibarekfftrl, Tlıhfetu'l-Ahvefi, TX 123-124'te İbn Mes'ııd'un benzer rivayetini şerh eder­ken; buna yakın bir rivayetin İbn Alıbn.s ve başkaları Lalarından da nakledilmiş oldu­ğunu kaydetmektedir.

[9]  Ta valisi. Müsnerf. I. 18: es-Sasi. Mûsned. I. 402: el-bılekai. İtikadu. Ehli's-Sünne, FV, 794.

[10] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 16/5496-504

[11] Bu lafızla tleği! de, ;ıynı niHiıacla hir ibarenin geçtiği uzunca hır kudsı haılis i;in l>k. Müs­lim, IV, 1990; tbn Hibhan, Sahih, I, 503, 111, 224, XVI, 366; İshak Iı. Rahcveyh, Miis-ned,l-3. I, 115; Ueyhaki, Şuabu't-îman, VI, 534.

[12] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 16/504-510

[13] Elin Aviine, Müaned, IV. 57; Iteyhaki, esSünenu'l-Kitbra, X, 170; Taberani, Evsaf, VI, iiw el-Kamil, I, 238.

[14] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 16/510-514

[15] Burada beyitin bazı lafızları ile ilgili iki buçuk satırlık lugat açıklamaları ayrıca gerk görülmediğinden tercüme edilmemiştir.

[16] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 16/51-518

[17] Taherani, Evsat, IX, 37; Mııhfimmed h, İshak el-Fakihi, Akbaru Mekke, D, 251 -

[18] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 16/518-522

[19] Bbu Davud, I, 1; Müsııed, IV, 396, 399, 4l4; Hakim, Müstedrek, III, 528; Beyhaki, es-Sünenu's-Suğra, I, 64; es-Sünenu'l-Kübra, I, 93; Tayalisi, Müsned, I, 71.

[20] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 16/523-526

[21] Musa (a.s.) Firavun hanedanına bedduasının dik1 getirildiği Yunus,. âyetle, "mallarını yok et; itimi" diye dua elliği zikredilmektedir. Buradaki "lanve" ile aynı kok-fendir. lîıı kelime ile sözü geçen ayetteki duanın kabulüne işaret edilmek istenmiş ol­malıdır.

[22] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 16/526-

[23] Benzer haai rivayetler: Taheri, Tefsir, X, 17, 18,

[24] Buhari IV, 1846,1910; Ahclıırrczzak, Mu&annef, III, 352; Heyhaki, Şuabu'l-îman, II, 432

[25] Buharı, III, 1067, IV, 1845, 1846, 1856; Müsned, I, 329.

[26] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 16/527-529

[27] Müslim, IV, 2046; İbn Mace, I, 32; Mtisned, II, 476.

[28] Tirmizi, V, 39H-

[29] Müslim, IV,2045; Muvatta, II, «99; Mtisned, II, 110.

[30] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 16/529-530-

[31] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 16/530

[32] Bazı yönleriyle farklı benzer rivayetler: Ta beri, Tefsir, XVII, 109, 110, 111; İbn Hihban, Sahih, XIV, 6; Tirmizi, IV, 459, V, 398; İbn Mace, 1, 32; Müsned, II, 476.

[33] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 16/531

[34] ibn Mace, I, 35; İbn Ömer'den benzer bir rivayet: Ebu Davudi, IV, 222.

[35] ibn Mace, I, 28; Tirmizi, IV, 454.

[36] Deylemi. Firdeus, III, 23S.

[37] Müslim, I, 37; Tirmiai, V, 6; Ebu Daoud, V, 223.

[38] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 16/531-532

[39] İbn Hacer d-Askalani, Lisanu'l-Mizan, II, 12 de hu hadisin es-Seri b. Asım b. Sehf'in ortaya çıkarttığı "helalar'dan biri olduğunu söylemektedir.

 

 

 

 

[40] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 16/532-535