Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:
Ayın İkiye Bölünmesiyle İlgili Rivayetler
Ayın Bölünme Olayı Kıyametin Yakın Alâmetidir
Gayesinin Doruğunda Bir Hikmet
İnatçı İnkarcılardan Yüz Çevirmek
Nuh Kavminin Hakkı Yalanlaması
Geminin Tarihi Bir Belge Olarak Bırakılması
Âd Kavmi'nin Hûd Peygamberi Yalanlaması
İnsanlar Öğüt Ve İbret Alsınlar Diye Kur'ân Kolaylaştırılmıştır
Lût Peygamberin (A.S.) Konuklarına Sataşmak İsteyenler
Kureyş Kâfirlerinin Önceki İnkarcı Sapıklardan Hayırlı Bir Yanları Mı
Vardı?
Küfür Cephesi Oluşturduğu Toplumlara Güvenmesin
Temelinde İnkâr Bulunan Günahlar
Her Şey Belirlenmiş Kader Ölçüsüne Göre Yaratılmıştır
Hayır Ve Şerrin Allah'tan Olduğuna İman
İlahî Emir Bir
Kelimeden İbarettir
Kâinat Çok Hassas Bir Saat Gibi İşliyor
Hayatını Takva Çizgisinde
Tutanların Mükâfatı
Cumhura göre, sûrenin
tamamı Mekke'de inmiştir. Mukatil'e göre, 44,45,46.
âyetleri dışında tamamı Mekke'de inmiştir. Birincilerin tesbiti
daha sıhhatli kabul edilmiştir.[1]
Birinci âyetinde Ay'ın
ikiye bölündüğü konu edildiğinden, bu manâya delâlet eden «Kamer» aynı zamanda sûreye isim olmuştur.
Âyet sayısı: 55
Kelime sayısı: 342
Harf sayısı: 1423[2]
1- Müşriklerin,
ayın ikiye bölünme konusunda da Hz. Peygamber'e
(A.S.) inanmayıp, «devam edegelenbir sihir» iddiaları
üzerinde duruluyor.
2- Cenâb-ı Hakk'ın hükmü gelinceye
kadar, Peygamber'in (A.S.) inkarcı sapıklardan yüz çevirip açıktan bir
çatışmaya kapı açmaması emrediliyor.
3- Âhiret gününde
müşriklerin zelîl, hakîr ve küçültülmüş olarak hasredilecekler! bir uyarı anlamında
haber veriliyor.
4- Daha önce
Hakk'ı yalanlayıp peygambere inanmayan Nuh, Âd ve Semûd kavimleriyle Fir'avn ve
yandaşlarının sonunun hüsran olduğu, ilâhî hükmün inmesiyle yok edildikleri
ibretli birer misâl olarak gösteriliyor.
5- Müşriklerin
âhirette hakarete mâruz kalıp amellerinin cinsine uygun
cezalandırılacakları cok anlamlı bir anlatımla
açıklanıyor.
6- Kâinatta
meydana gelen her olayın ilâhî kazayla vücut bulduğu hatırlatılıyor.
7- Kişinin
amel defterinde yazılı bulunan bütün amellerinin cok
şerefli kâtipler tarafından yazıldığı
bildiriliyor.
8- Takva
sahibi mü'minlerin Allah yanındaki keramet ve
derecelerine, yakınlık ve değerlerine dikkatler çekiliyor.
1- Kıyâmet'in
kopuş saati yaklaştı, Ay yarıldı.
2- Bir âyet
(açık bir belge, bir mu'cize) görseler yüzçevirirler ve «devam edegelen
bir sihir» derler.
3- (Hakk'ı) yalanladılar da kendi heveslerine uydular. Oysa her
işin kararlaştırılmış bir vakti vardır.
4- And olsun ki, onlara öyle haberler geldi ki içinde onları
(tutumlarından) vazgeçireçek olanı da vardı.
5- Gayesinin
doruğuna yükselmiş bir hikmet! Ne var ki, uyarmalar, korkutmalar yarar
sağlamıyor,
6- Onlardan yüzçevir, O gün çağrıcı, bilinmedik (korkunç) bir şeye
çağırır.
7- Onlar da
gözleri korkudan önlerine eğik bir halde kabirlerinden çıkarlar; tıpkı etrafa
yayılan çekirge misâli-
8- Çağrıcıya
doğru koşarlar. Kâfirler ise, «bu zorlu ve sıkıntılı bîr gün!» derler.
Enes b. Mâlik (R.A.) diyor ki:
— «Mekke halkı, Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'den kendilerine bir mu'-cize göstermesini istedi. O da ay'ın ikiye bölünme mu'cizesini gösterdi.»[3]
Tirmizî de bu olayı naklettikten sonra, «o sebeple ikterebe
sûresinin başındaki üç âyet indi»
cümlesini eklemiştir .[4]
Yine Enes (R.A.) anlatıyor:
— Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz bir gün ashabına hitap ederken güneş batmak üzere idi ki konuşmasını
şöyle bitirdi: «Canımı kudret elinde tutan zata yemin ederim ki, geçen süreye nisbetle dünyanın ömründen ancak bu gündüzden kalan zaman
parçası gibi bîr parça ve güneşten görebildiğimiz azıcık şey gibi bir kısım
kalmıştır.» [5]
«Sizle kıyamet şu
ikisi gibi birarada geldiniz» buyururken şehadet parmağıyla orta parmağını gösteriyordu.» [6]
Mekke halkı, Resûlüllah (A.S.) Efendîmiz'den
kendilerine bir âyet (mu'-cize), açık bir belge
göstermesini istedi. Bunun üzerine Peygamber (A.S.) ay't
ikiye bölünmüş parçalar halinde gösterdi; o kadar ki bu iki parça arasındaki açıklıktan
Hıra Dağını görebildiler.[7]
Peygamber (A.S.)
zamanında ay ikiye bölündü; bir parçası şu dağın üzerinde, diğer parçası bu
dağın üzerinde (görüntü verdi).
Bunun üzerine Mekkeli
müşrikler: «Muhammed bizi büyüledi, sihir yaptı» dediler ve sonra «Eğer O
bununla bize sihir yaptıysa, bütün insanlara yapamaz ya»
diyerek olayı araştırmak istediler.[8]
Resûlüllah (A.S.) zamanında ay ikiye bölündü.[9]
Ayın ikiye bölünme
olayı Resûlüllah (A.S.) Efendimiz zamanında meydana
geldi. Bir parçası dağın ötesinde, bir parçası da arka kesiminde idi. Peygamber
(A.S.) bu mu'çize tecelli edince: «Allahım! Sen şâhid ol» dedi. [10]
Peygamber (A.S.)
devrinde ay ikiye bölündü; o kadar ki halk (dakikalarca) durup baktı. Bunun
üzerine Peygamber (A.S.): «Şâhid olunuz!» buyurdu.[11]
Resûlüllah (A.S.) zamanında ay ikiye bölündü. Bunun üzerine Kureyş Kabilesi'ne mensup müşrikler: «Bu, İbn Ebî Kebşe'nin
(yani Muhammed'in) açık sihridir» dediler ve sonra da: «Etrafı kolaçan edip,
dışardan gelen bir kimse var mıdır? Çünkü Muhammed (A.S.) bütün insanların
gözünü boyamaya güç getiremez» şeklinde ilâve ettiler. O sırada seyahattan dönenler oldu. Kendilerine böyle bir olayı
görüp görmedikleri sorulunca, onlar : «Ay'ı iki parçaya ayrılmış bîr halde
gördük» diye cevap verdiler. [12]
«Kıyâmet'in kopuş
saati yaklaştı, ay yarıldı.»
Bu olayla ilgili
rivayetler «haber-i vâhid» kanalıyla gelmişse de hepsini
biraraya getirdiğimizde neredeyse şöhret derecesine
ulaşacak bir kuvvet arzetmektedir.
Bununla beraber ilim
adamlarından bir kısmı bu olayın kıyamette meydana geleceğini, göklerin
yarıldığı bir sırada ayın bölüneceğini söy lemişse de bunu belgelendirememişlerdir.
Resûlüllah (A.S.) Mekke'de iken, yaklaşık hicretten beş yıl önce
meydana gelen bu mu'cizenin dünyanın her kıta ve
bölgesinde görülebileceği düşünülemez. Zira kıta ve bölgelere göre metali1
farkı söz konusudur. Diğer bir husus da şudur: Ayın ikiye bölünme olayı birkaç
dakikalık gibi kısa zaman parçası içinde cereyan etmiştir ki, böyle kısa bir
zaman parçası içinde herkesin o anlarda hazır bulunup görme şansına sahip
olması pek mümkün değildir. Bununla beraber o gün seyahattan
dönen kafilede yer alan yolculardan çoğunun olayı gördükleri rivayet edilmiştir.
Sonuç olarak
diyebiliriz ki: Bu olay bir mu'cizedir ve her yönüyle
ilâhî kudreti ve Hz. Muhammed'in (A.S.) hak peygamber
olduğunu yansıtır.
Olayın ileride meydana
geleceği değil, geçmişte meydana geldiğine delâlet eden bir diğer belge, üçüncü
âyettir. Şöyle ki, ayın ikiye bölündüğünü gören müşrikler : «Bu bir sihirdir»
demişlerdir. Böylece ilgili âyet onların mu'cize ve
acık belge karşısında hep aynı düşünce ve duyguyu açığa vuracaklarını
kaydeder: «Bir âyet (mu'cize) görseler, yüz
çevirirler ve devam edegelön bir sihir, derler.»
Ay üzerinde bugün hâlâ
o mu'cizenin izini taşıyan bir belirti var mıdır?
Böyle bir belirti
üzerinde durmaya gerek yoktur. Zira mu'cize, sebepsiz,
illetsiz, aynı zamanda olağanüstüdür; beşer kudretini aşarak meydana gelen bir
olaydır. Şüphesiz onu ikiye bölen kudret, tekrar eski haline döndürebilir ve
üzerinde en küçük bir iz bile
kalmayabilir.
“Bir âvet (Qc|k bir belge, bir mu'cize) görseler yüz çevirirler ve «devam edegelen bir sihir» derler…”
Ayın ikiye bölünmesi,
son peygamberin mu'cizelerinden sadece biridir.
O'nun yaptığı büyük ve kalıcı inkılâp, getirdiği kitap şüphesiz ki mu'-cizelerin en büyüğü ve en devamlısıdır. O'nun bu iki büyük
ve köklü mu'-cizesi karşısında başka mu'cize ve belge aramaya ne gerek vardır.Ne var ki câhil
putperestlerin bâtıla olan aşırı tutkuları, onları körleştirip sa-ğırlaştırmıştı. Atalarının dinine ölçüsüz
bir bağlılıkları vardı. Bunun ötesinde başka bir .İnanç kabul
etmeleri çok zor ve hattâ bazı ahvalde imkansızdı.
O nedenle Kur'ân mu'cizesini ve yapılan
inkılâbın hikmet ve azametini anlayacak ve duyacak, sonra da kavrayacak bir
kültüre ve ruhî bir yapıya sahip değillerdi.
Gözleriyle ayan-beyân
görebilecekleri başka başka mu'cizeler
de istiyorlardı. Ay'ın bölünme mu'cizesi bu
isteklerinin cevabı idi. Ama yine de geçmişe körü körüne bağlılık ve bâtılı
bilgisizce savunma duygu ve inancı ağır basmış; «sihir» damgasını vurmak
suretiyle inatlarını tekrarlamışlardı.
Bu yakınlığı tahmin
etmek, yani yaklaşık bir rakamla ifade etmek mümkün değildir. Dünyanın dört,
beş milyarlık ömrüne ve ilk insanın, elde edilen birtakım arkeolojik belgelere
dayanılarak yaklaşık bir milyon yıl önce yaşadığına bakacak olursak, «yakın»
kavramının bizim sandığı-- mızdan daha değişik bir
anlam taşıdığı anlaşılır. Öyle ki, bu yakın oluş yüzlerce, hattâ binlerce yıl
olabilir. Bunun aksine çok yakın bir tarihte gerçekleşmesi de mümkündür.
Ancak unutmamak
gerekir ki, her işin, her olayın kararlaştırılmış bir vakti ve saati vardır.
Üçüncü âyetle bu husus çok veciz şekilde belirtilmektedir. O bakımdan kâinatta
hâkim bir plân mevcuttur; gelişigüzel hiçbir olayın meydana gelmesi
düşünülemez. Kıyamet olayı da bu plâna göre düzenlenip belirlenmiştir. Ne var
ki, o husus gizli tutulmuş ve peygamberler dahil hiçbir kimseye
açıklanmamıştır. Sadece birtakım belirtileri üzerinde durulmuş ve olayları
izlememize yardımcı olacak belgeler vermekle yetinilmişîir.
O halde ruhlar
alemindeki en son insan ruhu yeryüzüne inince, dün-. yanın ömrü tamamlanmış olacak. Bu son ruhun
ne zaman ineceğini ve o âlemde ne kadar ruhun hâlen mevcut olduğunu bilmiyoruz.
«Gayesinin doruğuna
yükselmiş bir hikmet! Ne var ki, uyarmalar, korkutmalar yarar sağlamıyor.»
Kur'ân-ı Kerîm, taşıdığı cihanşümul esas ve prensipleriyle
insan hayatını gayesinin doruğuna yükseltecek bir muhteva ve kudrettedir. Hukukî
ve ahlâkî sistemleri maddî ve manevî müeyyidelere bağlanıp insan ruhunu yüceltecek;
aile ve topluma güven ve huzur sağlayacak özelliktedir.
Fizikötesinden verdiği
haberlerle insanı ümitsizlikten kurtarıp ic huzuruna
kavuşturmakta; hayatın amaç ve hikmetini en doyurucu şekilde kalp ve kafalara
işlemektedir. Getirdiği bilimsel esaslar, ana fikirler, ilim adamlarına ışık
tutmakta, yol göstermekte ve hareket noktası belirlemektedir. Naklettiği
tarihî kıssaların ibretli safhalarını açıklarken en küçük bir hatâya imkân
vermemekte ve böylece yönlendirici, ibret ve öğüt alıcı kısımlara dikkatleri
çekmektedir.
Böylece Kur'ân'ı hangi yönüyle ele alırsak, mutlaka hikmetin doruğunda
bulunduğunu görürüz. Buna rağmen küfür ve bâtılla şartlanan inkarcı maddeciler
bu ilâhî kaynaktan susuzluklarını gidermek istememekte ve delilsiz, belgesiz
birtakım iddialar ve varsayımlarla hakkı yıpratmaya çalışmaktadırlar. .
«Onlardan yüz çevir. O
gün çağrıcı, bilinmedik (korkunç) bir şeyle çağırır.»
Mekke dönemi, «Tevhîd İnahcı»nın
filizlenecek tohumlarının gönül bahçelerine serpiştirildiği devredir.
Tartışma, sürtüşme ve vuruşma dönemi değildir. Hem insanları akıl, ilim ve imân
yoluyla davet etmek İslâm'ın değişmeyen metotlarından biridir.
O bakımdan önce
kalpler, sonra gerektiğinde kaleler fethedilir. Bunun için bâtılı savunmada,
hakkı reddetmede inatla ısrar eden sapıklardan, İslâm güçleninceye kadar yüz
çevirmek, yani açık bir çatışmaya gitmemek en hayırlı yoldur. Altıncı âyetin
başında «Onlardan (şimdilik) yüz çevir» emri, bu gerçeği ilham etmektedir.
İsrafil'in çağrısı:
Melek İsrafil'in
ikinci defa sûra üflemesiyle ikinci hayat başlamış olur. Şüphesiz böyle bir
çağrı, inkarcı azgınların hiç de hoşuna gitmeyecektir. Çünkü o çok korkunç günün
hesabına davet, onlar için mutlak anlamda ebedî hüsran olacaktır.
Mahşer alanına koşan
insanlar, gözlerin alabildiği, neredeyse sınırsız denilecek kadar büyük bir
kalabalık oluştururlar. Herkes şaşkınlık içinde ilerlerken büyük bir çekirge
sürüsü görünümünü yansıtırlar.
Cenâb-ı Hakk'ın, onların o günkü
halini tasviri çok dikkat çekicidir; «Onlar da gözleri korkudan önlerine eğik
bir halde kabirlerinden çıkarlar; tıpkı etrafa yayılan çekirge gibi. Çağrıcıya
doğru koşarlar. Kâfirler ise, «bu zorlu ve sıkıntılı bir gün» derler.»
Yukarıdaki âyetlerle,
ayın ikiye bölünme mu'cizesinin kıyametin yakın
olduğunun alâmeti olarak belirtildi. Buna rağmen inkarcı müşriklerin hakkı
yalanlamaya devam ettikleri üzerinde durularak', birtakım biigiler
verildi. Gayesinin doruğuna yükselen İslâm ye Kur'ân'ın
yüce bir kudreti yansıttıklarına işarette bulunuldu.
Aşağıdaki âyetlerle,
tarih boyunca hak ile bâtılın mücadele halinde bulunduğuna değiniliyor ve
peygamberleri, indirilen kitapları yalanlamanın yeni bir olay olmadığına atıf
yapılarak tarihte bu yüzden yok edilen dört kavim misal yeriliyor.
9- Bunlardan
önce Nuh kavmi, Nuh'u yalanladı; kulumuzu yalanladılar da «delidir» dediler ve
(o kadar üzerine vardılar ki, Nûh davetinden) vazgeçirifdî.
10- O da Rabbına yalvarıp, «yenilgiye uğradım, bana yardım et!» diye
duâ etti.
11- Bunun
üzerine göğün kapılarını sağnak halinde boşanan su
ile açıverdik.
12- Yerden
de göz göz sular fışkırttık. Böylece sular, mukadder
olan bir hükmün gerçekleşmesi üzerine birleşti.
13- Biz,
Nuh'u tahtalar ve çivilerle yapılı gemiye yükledik.
14- Nankörlük
ve inkâr edilen kimseye (Nuh'a) bir
mükâfat olmak üzere verdiğimiz gemi, gözetim ve denetimimiz altında yüzüp yol
alıyordu.
15- And olsun ki biz, o gemiyi bir âyet (açık belge ve tarihî
bir ibret) olarak bıraktık. Acaba öğüt ve ibret alan var mıdır?
16- Benim
azabım ve uyanlarım nasılmış (bir görün)?
17- And olsun ki biz, Kur'ân'ı öğüt
ve ibret için kolaylaştırdık. Öğüt ve ibret alan var mıdır?
18- Âd da
(peygamberlerini) yalanladı. Benim azabım ve uyarılarım nasılmış (bir görün)?
19- Biz,
gerçekten onların üzerine, uğursuzluğu devam eden bir günde ortalığı alt-üst
eden şiddetli bir rüzgâr gönderdik ki,
20-21- İnsanları
bulundukları yerden söküp atıyordu da her biri sanki kökünden devrilen birer
hurma kütüğüne benziyordu. Benim azabım ve uyarılarım nasılmış (bir görün)?
22- And olsun ki biz, Kur'ân'ı öğüt
ve ibret için kolaylaştırdık. Öğüt ve ibret alan var mıdır?
23- Semûd kavmi de (yapılan) uyarıları yalanladı.
24- «Bizden
bir adama mı uyacağız? O takdirde biz, sapıklık, sıkıntı ve delilik içinde
kalırız.
25- Aramızdan
kitap ona mı verilmiş?! Hayır O, çok yalancı şımarığın biridir» dediler.
26- Yarın
kimlerin çok yalancı şımarıklar olduğunu bileceklerdir.
27- Şüphesiz
ki, onları çetin bir sınavdan geçirmek için o dişi deveyi gönderdik ve (Salih
Peygamber'e) «sen onları gözetle ve sab:rlı ol!
28- Suyun
aralarında belli bir sıraya göre taksim edildiğini haber ver, Herbiri su alış sırasına hazır bulunsun.» (dedik).
29- Bu
uyarıya rağmen (bir azgın gözü dönmüşe) arkadaşları seslendiler; o da silahını
kullanarak deveyi düşürüp kesti!
30- Benim
azabım ve uyarılarım nasılmış (bir görün)?
31- Hakikat
biz, üzerlerine bir tek haykırış salıverdik, onlar da, davar ağıhndaki kuru ot gibi oldular.
32- And olsun kî, biz Kur'ân'ı öğüt
ve ibret için kolaylaştırdık. Öğüt ve ibret alan var mıdır?
33- Lût kavmi de yapılan uyarıları yalanladı.
34-35- Bunun
için biz, üzerlerine taş (yağdıran bir yanardağ belâsı) gönderdik; ancak Lût ailesini katımızdan bir nîmet olarak seher vakti kurtardık.
İşte şükreden! biz böyle mükâfatlandırırız.
36- Ve and olsun ki, Lût, onları bizim
şiddetli tutup kahretmemize karşı uyardı; ama onlar, bu uyarılarda şüphe edip
inatlarını sürdürdüler.
37- And olsun ki onlar (o ahlâksız cinsel sapıklar), Lût'un konuklarına sataşmak için devamlı O'na gidip
geldiler. Bu yüzden onların gözlerini silme kör, ettik de «tadın azabımı ve
uyanlarımı!» (dedik),
38-39- And olsun ki, bir sabah devam eden bir azap onlara geliverdi.
«Tadın azabımı ve uyarılarımı!» (dedik),
40- And olsun ki biz, Kur'ân'ı öğüt
ve ibret için kolaylaştırdık. Öğüt ve ibret alan var mıdır?
«Bunlardan önce Nuh
kavmi, Nuh'u yalanladı; kulumuzu yalanladılar da «delidir» dediler ve (o kadar
üzerine vardılar ki, Nuh davetinden) vaz geçirildi.»
Kalpleri uyandırmak,
kafaları aydınlatmak için Ay'ın ikiye bölünme mu'cizesi
ve inkarcıların o olaya «sihir» demeleri açıklandıktan sonra, daha önce gelip
geçen inkarcı azgın kavimlerin kıssalarından uyarıcı, yönlendirici ve ibretli
safhalara geçildi.
Nuh Peygamber'in
(A.S.) uzun yıllar devam eden teblîğ, irşat ve uyarısı bir bakıma istenilen
olumlu sonucu vermemiştir. Üstelik kavmi o büyük peygamberi yalancı saymakla
da kalmamışlar, onu ölümle tehdit edip irşad
görevinden alıkoyacak kadar ileri gitmişlerdi. [13]
Mekkeli'ler de Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in teblîğini yalanlayıp Ona «deli» ve «büyücü»
diyecek kadar ileri gitmişlerdi. Sonra da Ona imân edenlere saldırıp işkence ve
haksızlıkta bulunmuşlar ve Hz. Peygamber'in (A.S.)
vücudunu ortadan kaldırmayı
tasarlamışlardı.
Nuh (A.S.), denediği
bütün yol ve metotlardan olumlu sonuç alamayınca, kavminin doğru yolu
seçmesinden ümidini kesmiş ve aldığı vahiy gereği, onların imân etmiyeceklerini öğrenmiş idi.[14] Bu
durumda Allah'ın yardımını istemekten başka çaresi kalmamış ve o sebeple
inkarcı azgınların yok edilmesini Allah'tan dilemişti. [15]
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ise, Mekkeli'lerden
ümit kesmemiş, iiâhî hükmün ıslâh edip yönlendirici
mahiyette ineceğine kendini inandırmıştı. Zaten konuyla alâkalı âyetlerin
anlatımından ve yapılan işaretlerden de bu husus anlaşılıyordu. Nitekim sonuç
muslihane oldu; Mekkeli müşriklerin çoğu İslâm'ı din olarak seçmek suretiyle
geçmişlerinin üzerine sünger çekmiş oldular.
«Bunun üzerine göğün
kapılarını sağ-hak halinde boşanan su ile açıverdik.»
Sağnak halinde ve halkın deyimiyle «testiden boşanırcasına»
yağmur yağdı. O bakımdan göğün kapılarının açılması, temsilî ve mecazîdir ve
yağan yağmurun âdetin üstünde boşanırcasına inmesi demektir. Yeryüzü de o
sırada birçok kaynaklarıyla harekete geçirilmiş; derken sular birleşip önüne
geçilmez bir tufan halini almıştır.
Şüphesiz bu olay,
ezelde ilâhî ilim ve takdirle plânlanan bir uygulamadır ki değişmesi veya hatâ
yapması söz konusu değildir. Zira Allah'ın ilmi ve takdiri mümkün değil
yanılmaz.
«Biz, Nuh'u tahtalar
ve çiuilerle yapılı gemiye yükledik.»
Burada gemi yapımında
iki ana malzemeden söz edilmektedir. Biri «levhalar», diğeri «disar»ın çoğulu «düsûr»dur.
«Levha»nın çoğulu olan «elvan», levha haline getirilmiş madenî
veya ahşap madde demektir. O bakımdan biz âyetin mealinde buna karşılık «tahta
levhalar» sözünü kullandık. Bununla beraber, demir madeninin tarihinin çok
gerilere uzandığına bakılırsa o levhaların madenî olması da düşünülebilir.
Düsûr: Ahşap ve madenî çivilere, perçinlere denildiği gibi,
geminin göğüs kısmına da denildiği vakidir. Zira «desere»
fiilinin masdarı olan «ders» göğüsleyip savmak
anlamına gelir. Ayrıca kenetleyip bağlama işinde kullanılan halata da delâlet
ettiği bilinmektedir. Aynı zamanda geminin tahtalarını birbirine kenetleyen
halat mânasına geldiği de tesbit edilen manalarından
biridir. Nitekim Sıhah-i Cevherî'de,
tekili «disar» olan «düsûr»,
geminin levhalarını birbirine sıkıştırıp kenetleyen urgan olarak açıklanmıştır.
Böylece Nuh (A.S.)ın yaptığı geminin ahşap veya madenî levhalardan ve bu
levhaları birbirine bağlayıp sıkıştıran çivilerden veya perçin ve ka-lınça urgandan yapıldığı; suyu
yarıp rahatlıkla seyretmesini sağlayan kuş göğsüne benzer bir göğüsten oluştuğu
ortaya çıkıyor.
«And
olsun ki biz o gemiyi bir âyet (açık belge ve tarihî ibret) olarak bıraktık.,»
Nuh (A.S.)in ilâhî
gözetim altında inşa ettiği geminin. Ondan sonrakilere ibret ve öğüt olsun
diye bırakıldığı açıklanmaktadır. Ancak günümüze kadar çürümeyip kaldığı pek
söylenemez. Bazı senedi olmayan rivayetlere göre : Cenâb-ı
Hakk'ın bu gemiyi uzun yıllar ve asırlar Irak ve
Suriye sınırı yakınında Cizre'nin kuzeydoğusunda yer alan Cudi
Dağı'nda veya Dicle ve Fırat vadisinde, yani Yukarı Mezopotamya'da koruduğu söylenmektedir.
Müfessir Kurtubî ileMüfessir el-Merağî de buna yakın rivayete yer vermiş ve el-Cezira'da Bakırda adlı yerde korunduğuna değinmişlerdir. [16]
Ama günümüze kadar
gerek Ararat (Ağrı) dağında, gerekse Cudi Dağı'nda ve sözü edilen kesimde bütün araştırmalara
rağmen olumlu bir sonuç elde edilememiştir. Bununla beraber bir gün fosilleşmiş
şekline rast-lanılabilir. Zira böyle bir geminin inşa
edildiği hem Tevrat'ta, hem Kur'ân'-da, hem Bârnabas İncil'inde, hem de Hadîslerde açıklanmıştır. O
bakımdan olay ve gemiitıakkında her hangi bir
şüphenin yeri ve anlamı yoktur.
Hûd ve Ankebût sûrelerinde de
bu tarihî olaya geniş yer verilerek aydınlatıcı bilgiler ortaya konmuştur.
Ancak Ankebût Sûresi 15. âyette gemiden söz
edilirken, «onu bir ibret ve belge kıldık» buyurulurken,
konumuzu oluşturan âyette ise, «And olsun ki biz onu
âyet (açık belge ve tarihî bir ibret) olarak bıraktık» buyurulmakta
ve böylece Ankebût Sûresi'n-deki
âyet biraz daha açıklanmaktadır.
Buna rağmen öğüt alan
var mıdır? Cenâb-ı Hak, 15. âyetin son bölümüyle,
insanların nankörce tutumuna ve eşyaya ibretle bakmadıklarına değinmekte ve
«Acaba öğüt ve ibret alan var mıdır?» buyurmak suretiyle öğüt alanların pek az
olduğuna işaret etmektedir.
«Ad da (peygamberlerini) yalandı. Benim azabım ve uyarılarım nasılmiş (bir görün).»
Nûh Kavmi'nden sonra
Âd Kavmi, kendilerinden önce inkarcı azgınları, putperest inatçıları kahreden
tufan Olayından öğüt ve ibret almadılar. Kendilerine yol gösterip uyarıcı
olarak gönderilen Hûd Peygamber'e (A.S.) iltifat
etmediler ve yaptığı tebligatı yalanlayıp hakkı, bütün güçleriyle ve
inatlarıyla red ve inkâr ettiler. Böylece estirilen
ilâhî hidâyet ve rahmet havasına karşı gönül ve vicdan kapılarını kapadılar;
zulüm, tuğyan, saldırı, haklara tecavüz ve ahlâksızlıkta çok ileri gittiler;
derken ilâhî hüküm indi. Azabı gerektiren sebepler harekete geçirildi; öyleki önünde durulmaz şiddetli kasırga, uğursuz
saydıkları bir günde onları birer hurma kütüğü gibi yerden yere çarpıp yok
etti. Fizikî kuvvetlerine mağrur -olan bu kavim, Allah'ın sınırsız kudretini
anlayamadılar ve sünnetullah gereği hüküm inince
artık anlamalarının bir yararı olmadığını az-çok farket-tilerse de bu onlar için kurtarıcı bir dönüş kabul
edilemezdi. Zira ilâhî kanun ve hükümler değişmez. Vakti gelince onu geri
çevirecek bir kuvvet bulunmaz.
Hâ-Mîm Secde Sûresinde
ve el-Hakka Sûresin'de bu kasırganın yedi gece, sekiz
gün devam ettiği açıklanmaktadır. O halde onların uğursuz saydıkları gün diye
çevrisini yaptığımız «yevmi nahs»den maksad, 24 saatlik bir zaman parçası değil, yedi, sekiz
günü kapsayan geniş bir zaman kavramıdır. Zira «yevm»
kavramının üç manaya delâlet ettiği bilinmektedir ki, belirttiğimiz mana
onlardan biridir.
Mekkeli müşrikler de
inkâr ve azgınlıkta ileri gittiklerinden, sıkıntılı günler onları beklemekte
idi. Yakın gelecekte kasırga misâli gelecek olan İslâm ordusunun satveti önünde kudret ve saltanatlarını kaybedeceklerdi.
Kur'ân özellikle Âd Kavmi'nin yıkılıp yok edilmesini uyarıcı
bir misal olarak hatırlatmakta ve inkarcıların hakka dönmelerinde kendilerinden
yana büyük yararların söz konusu olduğuna işaret etmektedir.
«And
olsun ki biz, Kur'ân'ı öğüt ve ibret almak için
kolaylaştırdık. Öğüt ve ibret alan var mıdır?»
Kur'ân-ı Kerîm, öylesine bir kelime dizisine ve cümle
Konumuna; lâfız ve mâna zincirine; akıcılık ve çekicilik üslûbuna sahiptir ki,
beşer gücünü aşmakta ve bir benzerinin ortaya konulmasının mümkün olmadığını
her âye-tiyle ilân
etmektedir. Aynı zamanda berraklık ve ahengiyle; letafet ve inceliğiyle;
kalplere ve kafalara neşter vurmasıyla; duygu ve düşünceleri yönlendirmesiyle;
vicdanları serinletmesiyle gönüllerde taht kurma kudretini taşımakta;
hafızalarda arşivlenmeye geniş imkân veren bütün özellikleri beraberinde
getirmektedir.
Bu hikmete dayalı
olarak, on beş asırdan beri Onu ezberleyip hafızasına nakşedenler birbirini
izlemekte; tek harf ve kelimesine bir halel getirmeden Onu kalplerinde
koruyanların sayısını tesbit etmenin imkânsızlığı her
çağda kendini göstermektedir.
Dünya tarihinde hiçbir
kitap böyle bir mazhariyete erişememiş; hiçbir eser bu kadar kolay
ezberlenememiştir. Çünkü o, insan sözü değil, bütünüyle Allah kelâmıdır.
«Semûd
Kavmi de (yapılan) uyarıları yalanladılar. «Bizden bir adama mı uyacağız? O
takdirde biz sapıklık, sıkıntı ve delilik içinde kalırız» dediler..»
Arap Yarımadası'nda Hicr yöresinde yaşayan Semûd
Kavmi, hakka karşı gelip ilâhî buyrukları teblîğ ile görevli Salih Peygamberi
dört maddeyle suçladılar ve böylece onu hâşâ tam bir yalancı ve düzenbaz
olarak ilân
ettiler: -
1- Bizden
bir adama uyacağız, öyle mi?
2- Böyle bir adama
uyarsak hem sapıtır, hem de
aklımızı yitirmiş oluruz.
3- Aramızda
kala kala semavî buyruk buna mı indirilmiş?!
4- Hayır o,
çok yalancı şımarığın biridir.
Bu suçlamalar,
küçümsemeler Semûd Kavmi'ne çok pahalıya mal oldu.
Faturasını çok ağır ödediler. Bir haykırışla tuz buz olup yeryüzünden
silindiler.
Mekkeli müşrikler de Hz. Muhammed'i (A.S.) benzeri sözlerle, farklı ifadelerle
suçluyor ve tebliğ ettiği ilâhî buyrukları sert şekilde red
ve inkâr ediyorlardı. Öyle ki, hiçbir belge ve mu'eizeye
inanmıyor; olanea güçleriyle bâtılı savunu'yorlardı.
Semûd. Kavmi'nin kulaklarının zarını patlatan, kalplerini
yerinden oynatan o müthiş haykırışın bir benzeri, Mekkeli'lere
de yönelebilirdi. Nitekim çok geçmeden Hz. Muhammed (A.S.) Melek Cebrail'in desteğinde on binin
üstünde müoahid bir orduyla Mekke vadisini çınlattı. Allahu Ekber sesi müşriklerin hem
kalp, hem de kafa kulaklarının zarını patlatıp yüreklerini hoplattı ve kısa
bir süre içinde küfür ve azgınlığı baş aşağı getirip putperestliğe son verdi.
Ne var ki, Mekkeli müşriklerin çoğu imân edeceklerinden dolayı Cenâb-ı Hak onları yok etmedi.
Bu tablo her çağda
ortaya çıkabilir. Yeter ki mü'minler «Tevhîd İnancı» odağında kenetlenmiş olsunlar.
«Şüphesiz ki onları
çetin bir sınavdan geçirmek için o dişi deveyi gönderdik ve (Salih Peygambere)
«sen onları gözetle ve sabırlı ol!» (dedik).
Semûd Kavmi'nin azgınlık ve şirretlikleri bardağı
taşırınca, ilâhî hükmün inmesi mukadder oldu. Son olarak «deve mu'cizesi» istediler. Arzuları doğrultusunda bir dişi deve mu'cizesi tecelli etmesine rağmen, sözlerinde durmadılar ve
deveyi devirip öldürdüler. İçtiği sudan fazla süt veren mu'eize
anlamındaki devenin zuhuru da tesir etmeyince, her şey biranda olup bitti.
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in ortaya
koyduğu, başta Kur'ân olmak üzere birçok âyet ve mu'cizelere «sihir» diyen Mekkeli müşriklere mühlet
verildi. Zira yakın gelecekte" çoğu imân edip İslâm dairesine girecekti. Semûd Kavmi'nin önlerinde böylesine açık bir hidâyet kapısı
yoktu; kalpleri tamamen kararıp haktan uzaklaşmışlardı. O bakımdan çer-çöp olup
gittiler.
«Lût
Kavmi de yapılan uyarılan yalanladılar. Bunun için biz, üzerlerine taş (yağmuru
yağdıran bir püskürük) gönderdik. Ancak Lût ailesini
katımızdan bir nimet olarak seher vakti kurtardık.,»
Dünya tarihinde
benzerine pek az rastlanan bir hayasızlığı kendi aralarında yaygınlaştırıp ona
meşrûilik kazandıran Lût
Kavmi, yapılan bütün uyarı ve tehditlere kulaklarını tıkadılar. Ülkelerine
uğrayan yabancılara bile oinsel sapıklık
doğrultusunda saldıracak kadar gözleri kararmış, kalpleri körelmişti. İnsan
suretine girip Lût Peygamber'e (A.S.) gelen görevli
meleklere bile sarkıntılık yapmaya yeltendiler. Eşi dışında kalan Lût ailesinin, ilâhî nîmete lâyık görülüp Sodom'u seher vaktine doğru terketmeleri
emre-rildi. Arkasından gelen melekler tabii sebepleri
harekete geçirmek suretiyle yanar dağdan lavlar ve püskürükler yükselmeye
başladı. Kısa bir süre içinde şehri belirsiz hale getirdi.
Mekkeli müşriklerin
hayâsızlığı daha başka idi. Onlar inkârlarını inatla, inatlarını gurur ve
tuğyanla birleştirip ardı-arkası kesilmeyen haksızlıklar sergilediler. Yakın
gelecekte kahir ekseriyeti jmân edeceğinden, Cenâb-ı Hak onları helak etmedi. Mekke'nin fethedilmesiyle
putperestliğe ve azgınlığa son verildi.
Kur'ân, bütün bu kıssaları ve olayları kolaylaştırıp ibretli
ve öğütlü safhalarıyla anlatmak suretiyle duygu ve düşünceleri
yönlendirmektedir.
İnsan suretine girip Lût Peygambere gelen meleklere sataşmak isteyen kâfir
sapıkların gözleri silme kör olmuştur. Zira meleklere kötü niyetle dokunmak
mümkün değildir. Nurdan yaratılan o şerefli varlıklar, bütünüyle hayat ve
enerji kaynağıdırlar. İlâhî izin ve inayetle dokundukları yerde ha--yat ve
sağlık başlar; ilâhî gazapla dokundukları yerde hayat söner.
Yukarıdaki âyetlerle, imânla
inkâr arasında sürüp gelen mücadele konu edildi, Mekke'de çok sıkıntılı günler
geçiren mü'minler teselli edilerek, ilâhî gazaba
çarptırılan dört azgın milletin âkibeti üzerinde
durularak uyarıcı, ibret verici safhalarına değinildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
İlâhî uyanlara kalplerinin penceresini açmayan Fir'avn
ve ailesinin tutumu üzerinde duruluyor ve ilâhî kudretin kahredici pençesiyle
nasıl yok edildikleri anlatılıyor. Sonra da yaşamakta olan inkarcı sapıklar
uyarılarak, tarihî olayları iyice sebep ve hikmetleriyle incelemeleri dolaylı
şekilde telkin edilerek hatırlatılıyor.
41- And olsun ki, Fir'avn ailesine de
uyarılar geldi.
42- Onlar
ise, âyetlerimizin hepsini yalanladılar. Biz de onları üstün, çok güçlü
muktedire yakışır şekilde yakalayıverdik.
43- Sizin
kâfirleriniz mî bunlardan hayırlıdır, yoksa önceki kitaplarda sizin için bir
berat mı bulunuyordu?
44- Yoksa
onlar, «biz yardım gören (yardımlaşan) bir cemiyet miyiz» diyorlar?
45- Yakında
o cemiyet hezimete uğrayarak arkalarını dönüp kaçacaklar.
46- Hayır,
onlara va'dolunan gün Kiyömet'tir.
Kıyamet günün (azabı) daha korkunç ve daha acıdır.
olsun ki, Fir'avn ailesine de uyarılar geldi. Onlar ise,
âyetlerimizin hepsini yalanladılar. Biz de onları çok üstün, çok güçlü
muktedire yakışır şekilde yakalayıverdik.»
Mısır kralı Fir'avn da inkâr ve zulüm havası içinde saltanatını sürdürürken,
Cenâb-ı Hak ona uyarıcı olarak Musa (A.S.) ile
kardeşi Harun'u (A.S.) gönderdi. Aynı zamanda birtakım açık belgeleri de Musa'ya
vererek, Hakk'ın kudretinin üstünlüğünü inkarcı bir
millete göstermeyi murad etti. Saltanatının
sarsılacağını düşünen ve hep ilâhlık iddiasında günlerini gün ederken, kulluk
mertebesine düşmeyi hiç arzu etmiyen Fir'avn, bu kadri yüce iki peygamberin tebliğ ve irşadını;
getirdikleri mu'cizevî belgeleri red
ve inkâr etti. Bununla kalmayarak onlara «sihirbaz» damgasını vurdu. Sonra da
hem Musa Peygamberi, hem de İsrail oğullarını imhayı plânladı. Onun bu çok
hatalı kararı, bardağı taşıran son damla oldu ve Mısır'ı geceleyin terkeden İsrail oğulları'nı takibe koyuldu. Derken ilâhî
hüküm indi ve Kızıl-deniz onlara mezar oldu.
«Sizin kâfirleriniz mi
bunlardan hayırlıdır, yoksa önceki kitaplarda sizin için bir berat mı
bulunuyordu?»
İslâm'a göre : Cinsi,
özelliği, dili, rengi ve milliyeti ne olursa olsun, küfür tek millettir. Nuh
Kavmi ne ise, Âd Kavmi de onlar gibi idi. Fir'avn ve
yandaşları neyse, Mekkeli kâfirler de o idi. Biri diğerinden hayırlı değildir.
Hepsi de hakkı reddedip bâtılı savunan sapıklardır. İlâhî sünnet gereği, öncekiler
nasıl yok edilip hayat sahnesinden silinmişse, Mekkeli'ler
de siline-, bilirdi. Ancak sık sık belirttiğimiz
gibi, Mekkeli müşriklerin çoğu ileride Allah'a ve Peygamberine imân
edeceklerinden, diğer inkarcı zâlim kavimler gibi yok edilmemişlerdir.
Fir'avn kıssasının bir özeti açıklanırken, Mekkefi müşriklere şu mesaj verilmekteydi: Sizden çok güçlü
ve kudretli olan Fir'avn bile kendini ilâhi azaptan
kurtaramamıştır. Ona göre iyice düşünün de tercihinizi yapın.
«Yoksa onlar, «biz
yardım gören (yardimlaşan) bir cemiyet miyiz»
diyorlar? Yakında o cemiyet hezimete uğrayarak arkalarını dönüp kaçacaklardır.»
Küfür cephesinin
birlik kurması; kendilerine göre güçlü, iddialı ekoller meydana getirmesi
bütünüyle dünyevî amaçlara, kişisel ve toplumsal çıkarlara yöneliktir. İman
cephesinin birlik kurması, ilâhî rızâ ve emir doğrultusunda yüce amaçlara
yönelik bir hikmet taşımaktadır.
İman cephesi bu
düzeyde şuurlu mücadele verdikleri takdirde, Cenöb-ı
Hak, sünnetullah gereği, küfür cephesinin birliğini
çok sürmez hezimete uğratır da arkalarını dönüp kaçarlar. Nitekim Bedir Savaşı,
Mekke'nin fethi bunun açık örneklerinden ikisidir.
Yukarıdaki âyetlerle,
inkarcı zorbalar, Fir'avn kıssasıyla uyarıldı ve
küfür ile zulmün belli kertesine gelip dayanan hiçbir toplum ve milletin ilâhî
gazaptan kurtulamadığı belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle, âhiret gününde suçlu günahkârlara hazırlanan kavurucu azap
konu ediliyor. Her şeyin bir ölçü ve plâna göre yaratılıp takdir edildiğine
dikkatler çekilerek küfür ve azgınlıktan vazgeçilmesi dolaylı şekilde
bildiriliyor. İlâhî ilmin bütün olmuş ve olacak şeyleri önceden tesbit edip yazdığına değinilerek herkesin hesap vermeye
hazırlanması emrediliyor. Sonra da Allah'tan korkup her türlü kötülükten,
küfür ve şirkten sakınan mü'minlere hazırlanan
yüksek mükâfata değiniliyor.
47- Şüphesiz
ki, suçlu günahkârlar sapıklık ve çılgınlık içindedirler.
48- Ateşe
yüzüstü sürülecekleri gün, «Sakar (Cehennem'in)in dokunan azabını tadın!»
(denilecek),
49- Şüphesiz
ki biz, her şeyi (belli) bir ölçüye göre yarattık.
50- Bizim
emrimiz ancak bir defadır, göz açıp kapamak gibi.
51-52- And olsun ki, biz sizin nice benzerlerinizi yok ettik. Öğüt
ve ibret alan yok mudur? Onların işledikleri her şey defterlerdedir.
53- Küçük-büyük
her şey satır satır yazılıdır.
54- Şüphesiz
ki, muttakîler (Allah'tan saygı ile korkup fenalıklardan sakınan mü'minler) Cennetlerde genişlik ve aydınlık içindedirler,
55- Doğruluk
makamında kuvvetli kudretli hükümdarın yanındadırlar.
Müslim'in yaptığı
rivayete göre: Ebû Hüreyre
(R.A.) şöyle demiştir: «Kureyş müşrikleri. Peygamber
(A.S.) Efendimiz'e gelerek kader hakkında tartışmak
istediler. Bunun üzerine 46-49. âyetler indi.»
Gelecekte ümmetim
arasından öyle toplumlar çıkacak ki, onlar kaderi yalanfıyacaklar.»
[17]
«Her ümmetin mecûsisi vardır. Benîm ümmetimin mecûsisi,
«kader diye bîr şey yoktur» diyenlerdir. Onlar hastalanınca gidip sormayın;
öldükleri zaman cenazelerine hazır olmayın.» [18]
«Şu dört şeye
inanmadıkça hiçbir kimse imân etmiş sayılmaz:
1-2- Allah'tan
başka ilâh olmadığına; benim de Allah'ın Resulü bulunduğuma şehadet eder;
3- Öldükten
sonra dirilip ikinci hayata kaldırılacağına inanır;
4- Kaderin
hayrına ve şerrine inanırsa, (dosdoğru imân etmiş olur). [19]
«Şüphesiz ki Cenâb-ı Hak, halkın (yaratılan canlıların) kaderini, gökleri
ve yeri yaratmadan elli bin yıl önce yazmıştır. Arş'ı da su üstünde idi.» [20]
«Şüphesiz kî, suçlu günahkârlar sapıklık ve
çılgınlık içindedirler.»
Kur'ân'da «mücrim» sıfatı daha çok inkarcı günahkârlar hakkında
kullanılmıştır. Zıdlar âleminde önümüze, biri
diğerinin zıddı iki yol konulmuş ve birinin saadete, diğerinin felâkete uzadığı
belirtilerek aydınlatıcı bilgiler verilmiş ve sonra da insanlar bu kavaşakta kendi cüz'i
iradeleriyle baş-başa bırakılmıştır.
Bunun gibi içimizde
iki ayrı eğilim gösteren nefis ve ruhumuz da mücadele halindedirler. Hangisi
üstünlük sağlarsa, diğeri ona uyar. Böylece nefis felâkete uzanan yolda, ruh
ise saadete giden yolda yürümek ister. Çünkü nefis aşağı; ruh ise yüce
âlemdendir. Felâkete uzanan yolda ise, nefsin iştihasını
kamçılayan aşağı âlemin birçok nesnesi yer almıştır. Saadete uzanan yolda ise,
«nîmet külfet karşılığı» kuralı gereğince üzücü, sıkıcı, korkutucu,
sınavlardan geçirici birçok engeller bulunmaktadır.
İnsanın gerek
içindeki, gerekse dışındaki bu zıdları bize ancak
kitap ve peygamber tanımlayıp tanıtmaktadır. Sonra da kişi bu iki kaynağa aklıyla,
sağ duyusuyla yönelirse, sapıklıktan ve çılgınlıktan kurtulur. Aksine bir tutum
içine girerse, sapıklık ve onun tabii neticesi olan çılgınlık havasına girer.
«Şüphesiz ki biz, her
şeyi (belli) bir ölçüye göre yarattık.»
Âyetin açık
anlatımından, her şeyin kader çizgisine göre gerçekleşeceği anlaşılmaktadır.
Böylece kâinatta var kılınan her şey, önceden çizilmiş bir plâna ve
belirlenmiş kadere göre yaratılmıştır.
Şüphesiz «kader»
konusu oldukça zor ve karmaşıktır. Resûlüllah (A.S.)
Efendimizden bu hususta kırka yakın hadîs rivayet edilmiştir. Aynı zamanda ashab-ı kiramın kaderle ilgili birtakım açıklamaları
olmuştur.
O halde konu
alabildiğine geniş ve esnektir. Üzerindeki yüz yılların inceleme ve araştırması
ciltlerle kitap meydana getirmiştir.
Biz burada konunun
detayına inmek istemiyoruz. Günkü hem yorucu olur, hem de tefsirimizin hacmi
buna müsait değildir. Sadece Ehl-i Sün-net'in görüş, yorum ve açıklamasının özetini nakletmekle
yetiniyoruz:
«Cenâb-ı
Hak henüz eşyayı yaratmadan önce, ezelî ilminde yer alan hilkat kanununun, pılân ve programının gereği, yaratacağı şeylerin miktarını,
ölçü ve anlamını, amaç ve hikmetini, ahvâl ve zamanını, başlangıç ve sonunu
bilmektedir. Yeryüzünde ne kadar insanın ne kadar süre yaşayacağını; herbirinin bulunacağı ortam ve şartlar düzeyinde hayatını
nasıl düzenleyip değerlendireceğini; kendi irâde, aKıl,
zekâ, düşünce ve duygusuyla nasıl bir yo! izleyeceğini; ruhunda var olan Allah
ve din duygusunu geliştirip geliştirmiyeceğini yine
ezelî ve ebedî ilmiyle tesbît edip Levh-i Mahfuz'a yazmıştır. O'nun ilmi elbette yanılmaz, tesbitinde hatâ olmaz. Olaylar ancak O'nun tesbitine göre ortaya çıkar. İşte bu kaderdir. Ezelde
bilinip yazıldığı için biz onları işlemiyoruz; işleyeceğimiz için yazılmıştır.
Böylece küllî irâde bütün ortam ve şartlan, kaynak ve imkânları hazırlayıp
insanoğlunun önüne koymuş ve onu birçok yeteneklerle donatmakla kalmamış, bir
de aklına ışık tutacak, yol gösterecek kitap indirmiş, peygamber göndermiş ve
sonra da onu cüz'i iradesiyle başbaşa
bırakmıştır.
Bunun için insanlar
yaptıklarından sorumludurlar. Kendi irâde ve imkânlarını kullanıp aklın
rehberliğinde hareket ederek kendini hidâyet çizgisine getiren kişilere
hidâyet kapısı Allah dilerse açılır. O
çizgiye kendini getirmeyenler dalâlette kalır.»
Sahîh hadîslerle sabit
olan İslâm'ın imânla ilgili bu şart ve esası, konunun ilmî cihetini bilmeyen
ve sadece cümlenin zahirine bakıp hüküm çıkarma cesaretinde bulunan bazı
câhiller, «Allah şer işlemez ve şerri emretmez. Onun için şerrin Allah'tan
olduğu söylenemez» gibi birtakım yersiz çıkış ve iddialarda bulunurlar. Oysa
mesele ve cümlenin delâlet ettiği mâna onların sandığı veya anladığı gibi
değildir. Önce şunu belirtelim ki, sözü edilen cümleyi reddetmek, Resûlüllah'ın (A.S.) beyânına karşı çıkmak olur ki bu son
derece tehlikelidir.
Sonra da şöyle
açıklayalım:
Kâinatta insanlardan
yana hazırlanmış bir hayat kanunu vardır. Kuran buna «sünnetullah»
demektedir. Bu kanunlar değişmez ve hedefine doğru ilerler. İnsanoğlu akıl,
irâde ve zekâsını peygamber haberiyle birleştirip sünnetullaha
uyarsa, hem dünyada, hem de âhirette mutlu ve
bahtiyar olur. Sözü edilen yeteneklerini aksi istikamette kullanır da sünnetullaha uymazsa, kendine şer kapısını açıp yazık
etmiş olur. Sünnetullah kimseye uymaz, ama herkes
mutlaka ona uymak zorundadır. Bu, öyle bir kanundur ki, ezelde sağlam bir plâna
ve programa bağlanmıştır, artık değişmesi söz konusu olamaz.
İşte «hayır ve şerr Allah'tandır» sözünün gerçek anlamı ve hükmü budur.
Yoksa Cenab-i Hak hiç kimseyi şerre itmez ve hiç
kimseye haksızlık da etmez.
«Kader» çok yönlü bir
kavramdır. Sözlükte şu manalara delâlet eder:
a) Kaza ve
hüküm,
b) ölçü ve
miktar,
c) güç ve takat,
d) rızık taksimi..
Ancak ilim adamlarından bir
kısmı, «kader» ile
«kaza» kavramları arasında fark
bulunduğunu belirterek şöyle bir açıklamada bulunmuşlardır: Kader, Cenâb-ı Hakk'ın olacak şeyleri ve
olayları henüz meydana gelmeden bilip takdir etmesidir. Kaza, Cenâb-ı Hakk'ın bilip takdir
ettiği şey ve olayların vakti gelince ortaya çıkıp gerçekleşmesidir.
Özellikle son bir asır
içinde yetişen müfesirlerimiz ve ilgili ilim adamlarımız,
49. ayette geçen «kadersin ikinci maddedeki mânaya delâlet ettiğini dikkate
alarak, kâinatta yaratılan her şeyin belli bir ölçü ve miktara, denge ve
düzene, sonra da ihtiyaca göre meydana getirildiğini belirtmişlerdir.
Öyje ki, güneş ile dünya arasındaki uzaklık; yerkürenin 23
derece meyilli olması; atmosfer tabakasının kalınlığı ve oluştuğu gaz nisbeti; yeryüzünün onda yedisinin denizlerle kaplı
bulunması; karada ve denizdeki canlıların birbirlerini yemek suretiyle hem
hayatlarını sürdürmeleri, hem de canlılar âleminde dengeyi sağlamaları hep
belli bir plân ve programa göre ayarlanmıştır. Gelişigüzel, nisbetsiz,
ölçüsüz ve hesapsız hiçbir şey yoktur.
Yeryüzünde bu denge ve
düzeni bozan insanlardır. Ormanları yok etmek suretiyle hem «erozyon» denilen
toprak kayması ve aşınmasına, hem yağmur dengesinin bozulmasına, hem de oksijen
kaynağı olup insanlara sağlık ve hayat veren bitki örtüsünün kalkmasına sebep
olmuşlardır. Bu misalleri çoğaltmak mümkündür. Önemli olan, ilâhî denge ve
düzen kanunlarını bilip ona göre hayatımızı yönlendirmemizdir.
«Bizim emrimiz ancak
bir defadır, göz açıp kapamak gibi.»
Cenâb-ı Hak sonsuz ve sınırsız kudret sahibidir. Acizlik,
bıkkınlık, yorgunluk, bitkinlik gibi beşerî sıfatlar ve arazlar O'na nisbet edilemez. O mutlaka ganî ve mutlak azizdir. Emri
engelsiz olarak nafizdir; hükmü değişmez, sözü askıda kalmaz. Bir şeyi murad ettiğinde ona sadece «oi!»
der, o da oluverir. Bu göz açıp kapama kadar seri ve anidir.
Ancak O'nun «ol»
mânasına gelen «kün emri», iki türlü tecelli eder:
Biri doğrudan, sebepleri oluşturmadan olayı, olacak ,şeyi bir anda meydana
getirir. Mu'cize bu cümledendir. Melekût
Âlemi'ne yönelen emirler de böyle.. İkincisi, daha çok madde âlemine
yöneliktir, tecelli edince sebep ve illetlerin oluşmasını sağlar.
Âhiret Âlemi'nde ise, birinci tecellide belirttiğimiz gibi,
sebep ve illetleri oluşturmaya yönelmeden,doğrudan irâde edileni vücuda getirir.
“And
olsun ki biz sizin nice benzerlerinizi yok ettik. Öğüt ve ibret alan yok
mudur?”
Kur'ân, hayatın hedef ve amacından sapanları uyarırken sık sık gelip geçen millet ve kavimlerin yıkılıp yok
edilmelerine dikkatleri çekmekte ve bunun sebeplerini araştırmamızı iihâm etmektedir. Öyle ki, Kur'ân,
ilâhî hüküm gereği yok edilen bir milletin hayatının önemli safhalarına yer
verir ve hangi sebeplerle kendilerini helak edilme çizgisine getirdiklerini
açıklar. Sonra da onlardan geriye kalan harabeleri gezip görmemizi emrederek
birtakım öğüt alınacak bilgiler toplamamızda sayılmayacak faydaların
bulunduğuna dolaylı şekilde atıfta bulunur.
Şüphesiz bütün bunlar,
tarihi çok iyi okumamıza, araştırıcı bir ruh taşımamıza ve tarih felsefesini
bilmemize bağlıdır. Ancak o zaman tarihî kalıntılara ve benzeri eserlere
baktığımızda öğüt ve ibret almamız gerçekleşebilir.
«Onların işledikleri
her şey defterlerdedir. Küçük-büyük her şey satır satır
yazılıdır.»
Oluşturulan hayat
sistemi akıllara durgunluk verecek bir duyarlılık düzeyinde çalışmakta ve her
şey yüklendiği programı kusursuz yerine getirmeye çalışmaktadır. Sonra da
hayat çarkında ilâhî hitaba lâyık görülen ve O'nun sayısız iltifatlarına
erişen insanoğlu, diğer canlılara nisbetle ön safta
bulunuyor ve büyük bir sorumluluk taşıyor. Zira varlıkta tesbit
edebildiğimiz hemen her şeyin insandan yana yaratılıp onun hizmetine baş
eğdirildiğini görüyoruz.
Bu kadar mazhariyetler
içinde kâinatın özü ve mayası sayılan insanoğlunun yüklendiği program nedir,
ona neden bunca sorumluluk yöneltilerek ilâhî hitaba muhatab
tutulmuştur? Şüphesiz, o da Allah'ı bilip O'na ibâdet etmek ve O'nun adına
yeryüzünde konuşup O'nun kurallarından yana buyruklarını yerine getirmek için
yaratılmış ve bu doğrultuda ebediyen ilâhî rahmet ve inayete mazhar kılınması için de ondan yana sonsuz bir hayat
hazırlanmıştır.
O bakımdan insanın
günlük, saatlik, hattâ aniık hayatı bütünüyle kontrol
altında tutulmakta ve işlediği her şey anında tesbit
edilip yazılmaktadır. Bu kontrol ve yönlendirme, her yanıyla ona, yüklendiği
programı kusursuz yerine getirmeyi hatırlatmakta ve aksine bir yol izlemesi halinde
hilkatinin hikmetinden uzaklaşacağını
ilham etmektedir.
«Şüphesiz ki
muttakîler (Allah'tan saygı ile korkup fenalıklardan sakınan mü'minler) cennetlerde genişlik ve aydınlık içindedirler.
Doğruluk makamında kuvvetli kudretli hükümdarın yanındadırlar.»
Takva: Bilindiği gibi,
çok yönlü, çok manalı bir kavramdır. Özetliye-cek
olursak, maksadı daha iyi anlamış oluruz. Şöyle ki, takva, tahkîk de: recesindeki imân atmosferi içinde Allah'tan saygı ile
korkup her türlü şirkten, fenalıktan, ahlâksızlıktan sakınmak; kulluk görevini
yerine getirme azim ve gayretiyle farz ve vâcib
ibâdetleri vaktinde yerine getirmek, sünnetleri ihmal etmeyip günlük hayatı
kitap ve sünnete göre düzen ve dengede tutmaktır.
Kendini takvanın bu
düzeyine getiren mü'minlere iki büyük ecir ve mükâfat
vazedilmektedir;
a) Geniş ve aydınlık cennet,
b) Doğruluk makamında o çok kudretli, kuvvetli
hükümdarın yanında
mutluluğa erişmek.
Zira bir insan için,
kurtuluşun en büyüğü, Cennet'e erişmekse, saadetin en büyüğü Cenâb-ı Hakk'm iltifatına lâyık
bir dereceye yükseltilmektir.
Kamer Sûresi'ne, ayın
ikiye bölünmesiyle kıyametin yakın olduğu bildirilerek başlandı; Allah'a ve âhirete dosdoğru imân edip hayatını takva çizgisinde düzene
sokan mü'minlere âhirette
hazırlanan iki büyük mükâfat müjdelenerek sûre noktalandı.
Bu sûrenin de
tefsirini bize müyesser kılan Cenâb-ı Hakk'a sonsuz hamd-u senalar;
O'nun buyruklarını ümmetine kusursuz ve noksansız teb-lîğ eden Resûlüllah (A.S.)
Efendimize de salât-ü selâmlar olsun.
[1] Tefsîr-i Kurtubî : 17/125
[2] Lübabu't.-tevil: 4/201
[3] Lübabu’t-te'vîl
: 4/201
[4] Müsned-i Bezzâr
- Tefsîr-i İbn Kesîr : 4/260
[5] Müsned-i Ahmed
: 3/223
[6] Müsned-i Ahmed
: 3/223
[7] Buharî/tefsîr:54,münâkıb:27-Müslim/münafıkun:46-Ahmed:3/207/220
[8] Buharî/tefsir : 54- Müslim/münafıkun: 47- Tirmizî/tefsir :
54-'Ahmed:1-/447-3/275-4/82
[9] Buharî: İbn
Abbas (R.A.)dan
[10] Müslim/münafıkun: 44- Tirmizî/tefsîr
:' 54- Ahmed:
1/447
[11] Müslim/münafıkun : 43, 47,
48- Buharî/menâkıb : 27, 36,
tefsîr : 54- Ahmed : 1/377,
413-3/279, 287-4/82.
[12] Müsned-i Ahmed
: 4/82
[13] Bilgi için bak : Şuârâ
Sûresi: 116. âyetin tefsiri.
[14] Bilgi için bak :
Hûd Sûresi :
36. âyetin tefsiri
[15] Bilgi için bak : Nuh Sûresi : 26. âyetin tefsiri
[16] Bilgi için bak:
Tefsîr-i Kurtubî : 17/133- Tefsîr-i Merâğî
: 27/84
[17] Tirmizi/kader : 16- Ahmed : 1/330- 2/90,
125, 181-5/90
[18] İbn Mâce/mukaddeme
: 10, 35- Ahmed
: 2/86- 5/407
[19] İbn Mâce/mukaddeme
: 10- Ahmed : 1/97, 133
[20] Müslİm-kader : 16- Tirmizî/kader
: 18- Ahmed
; 2/169