Peygamberlerine İnanmayan Eski Ümmetlerin Kıssaları -1- Nuh Kavminin Kıssası: |
Kureyş Müşriklerine Sitem, Müttekilerin Ve Mücrimlerin Görecekleri Karşılığın Beyanı: |
Peygamberinizin mucizelerinden biri olan kamer (ay)ın yarılmasına dair
haberi ile başladığı için Kamer suresi adını almıştır.
[1]
Önceki surenin sonunda ve bu surenin başında kıyametin yaklaştığı
bildirilmiştir. Meselâ Necm suresi 57. ayette 'Yaklaşan yaklaştı" derken
bu surenin ilk ayetinde de "Saat (kıyamet) yaklaştı." denilmektedir.
Ancak bu surede kıyametin yaklaştığına dair bir delil zikredilmiştir ki bu
"Ay ayrıldı" ayetidir. Buhari ve Müslim'in rivayetlerine göre Enes
şöyle dedi: "Kâfirler Rasulullah'tan (peygamber olduğuna dair) bir delil
istediler, bunun üzerine ay iki defa yarıldı."
2- Nasıl ki peşpeşe gelen Şems
(güneş), Leyi (gece), Duha (kuşluk vakti) sureleri ve bunlardan önce geçen
Fecr (şafak vakti) suresi arasında isimlendirmelerde bir yakınlık ve uyum
görülüyorsa aynı şekilde Necm (yıldız) suresi ile Kamer suresi arasında da
isimlendirme bakımından bir münasebet ve güzel bir uyum bulunmaktadır.
3- Önceki surede peygamberlere
iman etmedikleri için helak edildiklerine kısaca işaret edilen Ad, Semud ve
Nuh kavimlerinin helak edilişleri bu surede genişçe anlatılmaktadır. Necm'den
sonra Kamer suresinin gelmesi En'âm'dan sonra Araf in, Furkan'dan sonra
Şuarâ'nın ve Yasin'den sonra Sâffât'ın gelmesine benzer.
[2]
Diğer Mekkî sureler gibi bu surenin de konusu İslâm akidesinin esaslarını
yerleştirmektir: Kur'an-ı Kerim'in vahiy ile indirilişi ve onun ayetlerini
inkâr edenlere yönelik tehdit ile başlamış, kıyamet gününde mutlaka görülecek
ceza ile, kâfirlere verilecek azabın ve müttakilere verilecek ve ikram
edilecek olan sevapların çeşitlerinin tasviri ile bitmiştir.
Sure ilk olarak kıyamet vaktinin yaklaştığım ve bunun delilini -ki bu,
Rasulullah'ın büyük mucizelerinden biri olan ayın yanlmasıdır- müşriklerin bu
mucize karşısındaki tutumlarını, onu bir sihirdir diye yorumlamalannı ve
Kur'an-ı Kerim'de bulunan caydırıcı azap ve tehditlerden gafil olduklarını
haber verir.
Bunun ardından, duyguları sarsan korkulan alevlendiren ve kıyametin
dehşetleriyle gönüllere korku ve telaş dolduran ifadelerle, onların çekirge
sürüleri gibi koşarak zelil bir şekilde mahşere toplanacakları konusunda
müşrikleri uyarmasını ve onlardan yüz çevirmesini Rasulullah'a emreder.
Sonra, peygamberlerine iman etmemelerinin bir cezası olmak üzere Nuh, Âd,
Semud kavimleri, Lût ve Firavun'un kavimleri gibi geçmiş milletlerin başına
gelen azabın bir benzerinin Mekke kâfirlerinin başına da gelebileceği
uyarısını yapar ve her bir kıssayı ayrı ayrı tafsil ettikten sonra her birinin
sonunda insanı hayret ve dikkate sevkeden korkutucu bir üslûpla "Ki benim
azabım ve tehditlerim nice imiş" mealindeki ayeti getirir. Hemen devamında
da "Andolsun ki biz Kur'anı düşünmek için kolaylaştırmışadır. O halde bir
düşünen var mı?" ayetini zikreder.
Sonra Kureyş müşriklerini bu uyandan gafil olduklan için azarlar ve o
kavimler benzer bir şekilde helak edilebilecekleri konusunda onlan uya-nr. Bu
helak, dünyada öldürülme ve hezimete uğramadır. Ahiret azabı ise daha belâlı ve
daha acıdır: Onlar yüz üstü sürünerek, zelil ve hakir bir şekilde cehenneme
atılacaklardır. Dünyada dalâlet içinde olan bunlar, ahi-rette de ateş içinde
olacaklardır.
Sure şu hususlan beyan ederek bitmektedir: Eşyanın yaratılmasındaki
ölçü ve denge, Allah'ın emir ve iradesinin göz kırpması gibi bir sürat içinde
yerine gelmesi, azgın kavimlerin helakinden ders ve ibret alınması zarureti,
beşerin bütün amellerinin muhafaza altındaki sicil defterlerinde bulunduğu ve
müttakilerin kudretli ve her şeye malik olan Rableri katındaki cennetlerle,
ikramlarla müjdelenmesi.
Kısaca, bu sure müjdelerle ve tehditlerle, geçmiş toplumlann haberlerinden
alınacak ders ve ibretlerle, müşriklerin de benzeri musibetlere uğrayabilecekleri
tehditleri ile ve cennette muttekilere yapılacak ikramlara dair müjdelerle
doludur.
[3]
Kaf suresinin faziletini beyan ederken de geçtiği gibi Ahmed bin
Han-bel, Müslim ve dört Sünen sahihlerinin Ebu Vâkid el-Leysî'den rivayet ettiklerine
göre Rasulullah (s.a.) Ramazan ve Kurban bayramı namazlannda Kaf ve Kamer
surelerini okurdu. Aynca yine bu sureler müjde ve tehdit, varlıklann
yaratılması ve öldükten sonra tekrar diriltilmesi, tevhid, peygamberliğin
ispatı ve başka çok önemli maksatlan ihtiva etmeleri hasebiyle cumalarda,
bayramlarda ve büyük toplantılarda da okunurdu.
[4]
1- Saat yaklaştı ay ayrıldı.
2- Onlar bir mucize görürlerse, yüz çevirirler ve "Kuvvetli bir
sihirdir." derler.
3- Tekzib ettiler. Hevalarma uydular. Halbuki her iş bir gayeye
bağlıdır.
4- Andolsun ki onlara, (inkârdan) vaz geçirecek nice mühim haberler
gelmiştir.
5- Ki (her biri) gayesine ermiş bir hikmettir. Fakat tehdit eden (bu
hadise)ler asla fayda vermiyor.
6- O halde onlardan yüz çevir. O davet edicinin görülmemiş, tanınmamış
bir şeye davet edeceği gün,
7- Gözleri zelil ve hakir olarak yayılmış çekirgeler gibi kabirlerden
çıkaracaklar.
8- O davet ediciye koşarak, içlerinden kâfir olanlar "Bu çok zor
bir gün" diyecek.
"Saat" yani kıyamet "yaklaştı, ay ayrıldı." Buhari
ve Müslim'in rivayetine göre müşrikler Rasulullah'tan peygamber olduğunu
gösteren bir delil istediler. Bunun üzerine ay bir parçası Ebu Kubeys, diğeri
Kuaykân dağı üzerinde olmak üzere ikiye ayrılıverdi.
"Onlar" Muhammed (s.a.)'in peygamberliğine işaret eden
"bir mucize görürlerse yüz çevirirler ve kuvvetli" ve devamlı
"bir sihirdir, derler."
Peygamberi "tekzip ettiler", şeytanın süslediği vesveselere
kapılarak "hevalarına uydular" ve hak apaçık ortada olduğu halde
reddettiler. "Halbuki" hayır olsun şer olsun "her iş bir gayeye
bağlıdır." Yani hayır ve serden her biri ya dünyada Allah'ın yardımına
veya yardımsız bırakmasına, ya da ahirette saadet veya şekavete götürüp Bir
başka ifadeyle her şey mutlaka üzerinde istikrar bulacağı bir sonuca doğru
gider.
"Andolsun ki onlara (inkârdan) vazgeçirecek" geçmiş
ümmetlerin haherlerinden, peygamberlere inanmadıkları için başlarına gelen azap
ve helak edilmelerine dair "nice mühim haberler gelmiştir."
"Ki" her biri "gayesine ermiş" son derece muhkem ve
kusursuz "bir hikmettir. Fakat tehdit eden" bu uyarılar, onlara
"asla fayda vermiyor."
Bu uyarılar onlara fayda vermeyeceğine ve sen de bunu bildiğine göre
"o halde onlardan yüz çevir." Onlarla cedelleşme. "O davet
edicinin" İsrafil'in "görülmemiş, tanınmamış" korku ve ürperti
verici "bir şeye davet edeceği gün, gözleri zelil ve hakir olarak
yayılmış çekirgeler gibi kabirlerden çıkacaklar. O davet ediciye koşarak"
boyun eğerek gidecekler ve "içlerinden kâfir olanlar" bu çok zor bir
gün diyecek." Nitekim Müddessir suresinin 9-10. ayetlerinde o günün
zorluğu şöyle ifade ediliyor: "İşte o gün zorlu bir gündür. Kâfirlere (hiç
de) kolay değildir."
[5]
"Saat yaklaştı, ay yarıldı." ayetinin (1. ayet) nüzul sebebi
ile ilgili olarak Buhari, Müslim ve Hakim'in rivayetlerine göre İbni Mes'ud
şöyle dedi: Rasulullah hicret etmeden önce idi. Mekke'de Ay'ı ikiye ayrılmış
olarak gördüm. "Aya sihir yapıldı." dediler. Bunun üzerine
"Saat yaklaştı, ay ayrıldı." ayetleri indi.
Tirmizî'nin Enes'ten rivayet ettiğine göre Mekkeliler Rasulullah'tan
bir delil istediler de Ay iki defa, ikiye ayrıldı. Bunun üzerine Kamer suresinin
ilk iki ayeti indi.
Muhammed bin Cerir, Ebu Davud et-Tayâlisî ve Beyhakî'nin rivayetlerine
göre Abdullah bin Mes'ud şöyle dedi: Rasulullah'ın döneminde Ay ikiye ayrıldı.
Kureyş: "Bu İbni Ebî Kebşe'nin bir sihridir, sizi büyüledi, se-ferdekilere
de sorun bakalım." dediler. Sordular. Onlar da "evet gördük" dediler.
Bunun üzerine Kamer suresinin ilk iki ayeti indi.
[6]
"Saat yaklaştı" Yani kıyamet yaklaştı, dünyanın yıkılma
zamanı yaklaştı. Yani dünyanın geçen ömrüne nispetle Rasulullah'ın
peygamberliğinden sonra kalan kısmı kıyamete yakındır. Nitekim ayet-i
kerimelerde: "insanlara hesapları yaklaştı, halbuki onlar hâlâ gafletle
yüz çeviriyorlar." (Enbiya, 21/1); "Allah'ın emri geldi, öyleyse onu
acele istemeyin." (Nahl, 16/1) buyrulmaktadır.
Ebu Bekir el-Bezzar'ın Enes'ten rivayetine göre bir gün Rasulullah
(s.a.) ashabına bir konuşma yaptı, güneş batmak üzere idi. Çok az bir parçası
kalmıştı, şöyle buyurdu: "Nefsim kunret elinde olan Allah'a yemin ederim
ki, dünyanın geçen ömrüne nispetle geri kalan ömrü sizin şu geçen gününüze
nispetle, kalan kısmı gibidir. Güneşin çok az bir kısmını görebiliyoruz."
Ahmed bin Hanbel, Buhari ve Müslim'in Sehl bin Sa'd'dan yaptıkları şu
rivayet bunu destekliyor. Sehl şöyle dedi: Rasulullah'ı dinledim şöyle diyordu:
"Şehadet parmağı ile orta parmağını işaret ederek "Benim gönderilişimle
kıyamet böyledir." Deniliyor ki bundan maksat kıyametin kopmasıdır.
Sonra Allah, peygamberin bir mucizesi olmak üzere ayın ikiye ayrılmasını
şöyle haber verdi: "Ay ayrıldı." Yani Rasulullah'ın bir mucizesi ve
kıyametin yakın olduğuna ve mümkün olduğuna açık bir delil olmak üzere ay
ikiye ayrıldı. İbni Kesir şöyle dedi: Sahih senedlerle mütevatir hadislerde
va-rid olduğu gibi bu olay Rasulullah zamanında oldu. Âlimler arasında bu
itit-fakla kabul görmüş bir husustur. Ve yine bu hadise büyük mucizelerden biridir.[7]
On dört asırdan fazla bir süre geçmiş olmasma rağmen kıyamet kop-madığına göre
"yaklaştı" denilmesi "Her gelecek yakındır" esası
itibariyledir.
Ahmed bin Hanbel, Buhari, Müslim ve başkalarının Enes'ten yaptıkları
rivayete göre Mekke halkı Rasulullah'tan kendilerine bir delil göstermesini
istediler, o da onlara ikiye ayrılmış halde ayı gösterdi. Öyle ki Hira dağım
iki parçanın arasında gördüler.
Yine Buhari ve Müslim, İbni Mesud'un şöyle dediğini rivayet ettiler: Ay
ikiye ayrıldı. Bir parçası dağın üstünde, diğeri aşağısında idi. Bunun üzerine
Rasulullah: "şahid olun" dedi.
Zayıf bir görüşe göre de maksat gelecekte ikiye ayrılacağını haber vermektir.
Sonra Allah bu mucize karşısında kâfirlerin tavrını ve inadını haber vererek
şöyle buyurdu:
"Onlar bir mucize görürlerse, yüz çevirirler ve kuvvetli bir
sihirdir derler. " Yani müşrikler peygamberliğe dair bir alâmet,
peygamberin doğruluğuna dair bir delil görseler bunları tasdik ve iman
etmemekte direnirler ve "bu, bütün sihirlerin üstünde kuvvetli bir
sihirdir" diyerek yüz çevirirler.
Bu ayet delil isteyen müşriklere bir cevaptır. Tefsir âlimleri şöyle
dediler: Ay ikiye ayrıldığı zaman müşrikler "Muhammed bizi
büyüledi." dediler. Bunun üzerine "bir ayet görseler..." yani
ayın ikiye ayrılışını görseler ayeti indi. Sonra Allah şu sözü ile onların
tutumuna daha da açıklık getirdi:
"Tekzip ettiler, nevalarına uydular. Halbuki her iş bir gayeye
bağlıdır." Yani hak kendilerine geldi de onlar iman etmediler ve
cahillikleri ve akıllarının ermemesi sebebiyle Muhammed (s.a.) sihirbazdır
veya kâhindir diyerek hevâ ve görüşlerinin kendilerine gösterdiği şeylere
uydular. Sonra Allah onları tehdit etti ve onlara her işin kendisine benzer bir
gayede noktalandığını yani hayrın hayırlı insanlarda, şerrin de şerli
insanlarda karar kıldığım haber verdi. "Her iş bir gayeye bağlıdır."
cümlesi müstakil bir cümledir. Bu cümle, kâfirlerin Hz. Peygamber'i tekzip edip
iman etmemelerinin kendilerine hiçbir faydası olmayacağı, çünkü her işin
mutlaka bir hedefi olduğu, Peygamber'in işinin de kendisinin hak üzere, onların
ise batıl yolda olduklarını ortaya çıkaracak bir noktada sonuçlanacağı
konusunda onlara bir cevaptır.
Yine bu cümle Rasulullah'a bir teselli ve zaferin dünyada kendisinin
olacağının, ahirette de kendisine ve tâbi olanlara yüksek dereceler ve cennet
verileceğinin bir müjdesidir.
Sonra Allah inkâr ve sapıklık üzerinde ısrar ettikleri için müşrikleri
azarlayarak şöyle buyurdu: "Andolsun ki onlara, vazgeçirecek nice mühim
haberler gelmiştir." Yani Kur'an-ı Kerim'de Mekke kâfirleri ve emsaline onları
kötülükten men edecek, içinde bulundukları şirkten, putperestlikten, isyandan
ve peygamberi yalanlamaya devam etmekten alıkoyacak, caydıracak ve onlara ders
olacak, peygamberine iman etmedikleri için azap ve cezaya çarpılan kavimlere
ait nice haberler gelmiştir.
Ve Allah bu haberleri şöyle vasıflandırdı:
"Ki (her biri) gayesine ermiş bir hikmettir. Fakat tehdit eden (bu
hadiseler asla fayda vermiyor." Yani Kur'an'daki bu haberler ve ihtiva
ettikleri ibret, ders ve hidayet her biri beyanın zirvesine ulaşmış, herhangi
bir kusur ve noksanı bulunmayan mükemmel birer hikmettir. Ancak bu uyanlar
inatçılar için hiçbir şey ifade etmez. Çünkü onların bu inadıdır onları haktan
uzaklaştıran. Bu manaya göre "Femâ-tüğni'n-nüzür"deki "mâ"
nâfiye-dir. İstifham-ı inkârî olması da sahihtir. O takdirde mana şöyle olur: Bu
haddini bilmez kâfirlere hangi şey veya hangi uyarı fayda verir? Sen ey
peygamber, üzerine düşeni yaptın, açık açık delillerle peygamberliğini
bil-dirdin, geçmiş ümmetlerin başlarına gelenleri onlara haber verdin; fakat
hiç fayda vermedi.
Bu ayetin bir benzeri de şu ayettir: "Bu ayetler ve uyarılar
inanmayacak bir kavme fayda vermez." Veya "ne fayda verir?"
(Yunus, 10/101).
İşte bütün bunlardan sonra Allah, Peygamber'ine onlarla uğraşmaktan
vaz geçmesini emrederek şöyle buyurdu:
"O halde onlardan yüz çevir. O davet edicinin görülmemiş,
tanınmamış bir şeye davet edeceği gün." Yani, ey Muhammed, bırak onları,
onları davet edeceğim diye kendini yorma, çünkü uyanlar onlarda hiçbir tesir
bırakmadı. Onlan bekle, İsrafil'in, korkunç şeye çağıracağı o günü hatırla. O
gün, çetin hesap günü ve dehşetli manzaralar ve imtihanlar günüdür.
"Gözleri zelil ve hakir olarak yayılmış çekirgeler gibi kabirlerden
çıkacaklar." Yani bu kâfirler işte o gün hor ve hakir gözleri yerde bu hal
üzre kabirlerinden çıkarlar. Onlar çokluklan, düzensizlikleri, dağınıklıkları,
çağıncının davetine uyarak hesap yerine doğru hızlıca ilerlemeleri ile her
tarafa yayılmış, birbirine kanşmış çekirge sürülerinrandınrlar.
"O gün insanlar dağılmış kelebekler gibi olacak." (Kana,
101/4) ayeti de bu ayetin benzeridir.
"O davet ediciye koşarak, içlerinden kâfir olanlar "bu çok
zor bir gün" diyecek." Yani davetçiye koşarak, gecikmeden giderler.
Kâfirler der ki: "Bu, kâfirler için korkunç ve zor bir gündür." Lâkin
müminler için çetin değildir. Burada davetçi, İsrafil'dir.
Bu ayetin bir benzeri de: "İşte o (gün) kâfirlerin aleyhinde pek
çetin bir gündür. Kolay değil." (Müddessir, 74/9-10) ayetleridir. Bunun
mefhumu delâlet ediyor ki o gün müminler için kolay hafif bir gündür.
[8]
Bu ayetler şu hususlara delâlet etmektedir:
1- Kıyamet vaktinin
yaklaşması. Her gelecek yakındır. Bu ayet ve benzerlerinin üzerinden onlarca
asır geçmesi, beş milyar sene olduğu tahmin edilen dünyanın ömründe hiçbir şey
sayılmaz.
2- Rasulullah'ın bir mucizesi
olarak Mekke'de ayın ikiye ayrılması hadisesi. Kurtubî şöyle der: Adalet
sıfatını hâiz ravilerin ayrı ayrı nakletmesi ile sabittir ki Mekke'de ay ikiye
ayrılmıştır. Ayetin zahiri de bunu ifade etmektedir. Bunu herkesin görmüş
olması lazım gelmez. Çünkü bu gece meydana gelmiş bir mucizedir ve müşriklerin
meydan okuması sırasında Hz. Peygamberin Allah'tan istemesi üzerine vaki
olmuştur.[9]
Razî de şöyle der: Tarihçilere gelince, onlar bu haberi kabul etmediler. Çünkü çoğu zaman tarihleri gökbilimciler kullanır. Bu hadise de meydana geldiği zaman bu ay tutulması gibi bir şeydir veya gök yüzünde başka bir yerde yarım ay şeklinde bir şey zuhur etmiştir, dediler ve bunu tarihlerinde nakletmediler. Ama Kur'an-ı Kerim en kuvvetli delildir ve bunun en kuvvetli ispat edicisidir. İmkân dahilinde olmasında ise, şüphe yoktur, sâdık peygamber de bunu haber verdiğine göre vaki oluduğuna inanmak farz olur.[10]
Ayın ikiye ayrılması ile ilgili haberler mütevâtir değil âhad
haberlerdir diyenlere göre, bu hususta sünnette tevatür bulunmaması ve bu
ayetin de bu konuda nas olmaması dolayısıyla bu mucizeyi inkâr eden tekfir
edilmez.
3- "Bir ayet görseler,
yüz çevirirler." ayeti gösteriyor ki müşrikler ayın ikiye ayrılışını
gördüler. İbni Abbas şöyle dedi: Müşrikler Rasulullah'ın yanında toplandılar
ve "Doğru isen ayı bize ikiye ayınver; yansı Ebu Kubeys diğer yarısı da
Kuaykaân dağı üzerinde olsun" dediler. Rasulullah (s.a.) onlara
"Bunu yaparsam iman eder misiniz?" dedi. Onlar da "Evet"
dediler. Ayın on dördü idi. Rasulullah (s.a.) onların bu isteğini kendisine
vermesini Allah'tan niyaz etti. Bunun üzerine ay iki parçaya ayrıldı.
Rasulullah müşriklere isim isim sesleniyor ve "Ya fiilân, ya fülân şahid
ol!" diyordu. Nüzul sebebinde geçen İbni Mes'ud hadisi de4mnu teyid
etmektedir.
4- Müşrikler ayın ikiye
ayrılması mucizesini "Bu, kuvvetli, iyi, usta işi bir sihirdir."
demekten başka yalanlama yolu bulamadılar. Ayette geçen "müstemirun"
kelimesinin aslı "el-mirratü"dür. Bu "kuvvet" veya "devamlı,
ardı arası kesilmeyen, geçerli" manalarına gelir. Veya bu kelimenin aslı
"geçti, gitti" manasına gelen "merre"dir. Buna göre
"sihrun müstemirrun" "geçip giden sihir" demek olur.
5-
"Ayın bölünmesi, zaman
zaman meydana gelen tutulmalardan biridir" demek suretiyle müşrikler peygamberlerine
inanmadılar, sapıklıklarının, tercihlerinin ve batıl görüşlerinin peşine
gittiler.
6- Allah "Her işin varıp
karar kılacağı bir yer vardır." demek suretiyle onları tehdit etti. Yani
her iş, o işi yapanı bir yere götürür. Hayır, hayır sahibini cennette, şer,
şer yapanı cehennemde karar kıldırır. Her iş bir hedefe doğru gider. Muhammed
(s.a.)'ın işi de hakikat olduğunun anlaşılacağı bir noktaya doğru gidecek. Aynı
şekilde müşriklerin işi de batıl hali üzre kalacak.
7-
Uyarılanların, mazereti bitmiştir.
Bu kâfirlere de -kabul etseler-kendilerini inkârdan men edecek önceki
milletlerin haberlerinden geldi. Peygamber onlara kıyametin yaklaştığını haber
verdi, kendisinin davasında doğru olduğuna dair delil getirdi, geçmiş
milletlerin hallerini, ahiretin dehşetlerini anlatarak onlara nasihatte
bulundu.
8- Kur'an-ı Kerim'deki bu
haberler veya Kur'an'ın bizzat kendisi mükemmellikte ve beyanda zirveye
ulaşmış bir hikmettir.
9- Kâfirler inanmazlar,
muhalefet ederler, inatlaşırlar ve inkârları üzre ısrar ederlerse, uyanların
onlara faydası olmaz.
10- Kâfirlerin durumu bu olunca
ey Muhammed! Onlarla mücadeleyi, onlara delil getirmeyi bırak, onları ve
onların halini sorma, İsrafil'in, korkunçluğundan dolayı hoşlanmayacakları o
feci, büyük ve çetin şeye çağıracağı günü hatırla, ki o hesap durağı ve
kıyamet günüdür.
11- Kıyamet günü kâfirler
kabirlerinden her tarafa yayılmış çekirge sürüleri gibi dalga dalga, gözleri
yerde zelil bir halde çıkacaklar. Yine bir başka ayette Allah "O gün
insanlar dağılmış kelebekler gibi olacak." (Kâria, 101/4) buyuruyor.
Kurtubî şöyle dedi: Bu ikisi iki ayrı zamanda iki ayrı sıfattır:
Birincisi: Kabirden çıkış esnasında.
Korku içinde çıkacaklar, ne tarafa gideceklerini bilemeyecekler, birbirine
karışacaklar. İşte o zaman dağınık kelebekler gibi kimin ne yöne gittiği belli
olmayacak.
İkincisi: İsrafil'in sesini duyunca o
tarafa doğru yönelecekler. İşte o zaman yayılmış çekirgeler gibi olacaklar.
Çünkü çekirgenin hangi cihete gideceği belli olur.
Bunlar yürürken hızlı gidecekler ve karşılaştıkları sıkıntılardan dolayı
"Kıyamet günü çok zor bir günmüş." diyecekler.
[11]
9- Onlardan evvel Nuh kavmi tekzip etti, onlar kulumuzu yalancı
saymakta ısrar ettiler ve "Mecnun" dediler. O, vazgeçirilmişti.
10- Nihayet o da Rabbine "Ben hakikaten mağlubum, artık intikamı
sen al." diye dua etti.
11- Bunun üzerine biz de şarıl şarıl dökülen bir suya gök kapılarını
açtık.
12- Yeri de kaynaklar halinde fışkırttık da su takdir edilmiş bir emir
üzerinde birleşiverdi.
13- Onu levhalar ve çivilerle yapılmışa (gemiye) yükledik.
14- Ki (o gemi) narkörlük edilmiş bulunan (Nuh'a) mükâfat olmak üzere
bizim gözlerimiz önünde akıp gidiyordu.
15- Andolsun ki biz bunu bir ayet olarak bırakmışızdır. O halde bir
düşünüp ibret alan var mı?
16- Ki benim azabım ve tehditlerim nice imiş!
17- Andolsun ki biz Kur'an'ı düşünmek için kolaylaştırmışızdır. O halde
bir düşünen var mı?
"Gök kapılarını açtık." sözü temsilî istiaredir. Bulutlardan
yağmurun bolca boşalması kapakları açılmış nehrin sularının akışına
benzetilmiştir.
"Onu levhalar ve çivilerle yapılndşa yükledik" sözü tahta ve
çivilerden meydana gelen "gemi"den kinayedir.
[12]
Ya Muhammed "onlardan" yani kavmin Kureyş'ten "evvel Nuh
kavmi" peygamberleri "tekzip etti. Onlar kulumuzu" Nuh'u
"yalancı saymakta ısrar ettiler ve mecnun dediler. O" çeşitli ezalar
ve uygunsuz sözler yüzünden tebliğden "vazgeçirilmişti"
engellenmişti.
"Nihayet o da" kavminin iman etmesinden ümidi kestikten sonra
"Rabbine "Ben hakikaten mağlubum" kavmim bana galip geldi,
"artık intikamı sen al" diye dua etti." Rivayete göre bazan
onlardan biri Nuh'la karşılaştığında onu yakalayıp boğazını sıkıyor, baygın
düşüyordu. Ayıldığında "ey Rabbim kavmimi affeyle, çünkü onlar
bilmiyorlar" diye dua ediyordu.
"Bunun üzerine biz de şarıl şarıl dökülen bir suya gök kapılarını
açtık. Yeri de" her yerini "kaynaklar halinde fışkırttık da su"
ezelde "takdir edilmiş bir emir", bir hal "üzerinde
birleşiverdi." Gökten inen su ile yerden fışkıran kavuştu.
"Onu" yani Nuh'u "levhalar ve çivilerle yapılmış"
muhkem bir gemiye "yükledik. Ki" o gemi kendisine kavmi tarafından
"nankörlük edilmiş bulunan" Nuh'a "mükâfat olmak üzere bizim
gözlerimiz önünde" bizim himayemiz ve gözetimimiz altında "akıp
gidiyordu."
"Andolsun ki biz bunu" bu gemiyi ibret alanlara "bir
ayet olarak bırak-mışısızdır. O halde bir düşünüp ibret alan var mı? Ki benim
azabım ve tehditlerim nice imiş?" Bu sorudan maksat muhatabı, Nuh
peygamberi tekzip edenlerin başına bu azabın indiğini ikrar ettirmektir.
"Andolsun ki biz Kur'an'ı düşünmek için kolaylaştırmışadır. O
halde bir düşünen var mı?"
[13]
Allah, peygamberlerine inanmayan geçmiş ümmetlerin haberlerini kısaca
verdikten sonra bu haberlerin bazılarını daha geniş bir şekilde tekrar
zikretti. Bunlar Nuh, Âd, Semud ve Lût kavimlerinin kıssaları olmak üzere dört
tanedir. Bu kıssaların zikrinde iki maksat vardır: Geçmiş peygamberlerin kavimleri
ile halleri ne idi ise Rasulullah'ın halinin de aynı olduğunu beyan etmek,
böylece Mekke müşrikleri ve diğer kâfirlere peygamberleri Muhammed (s.a.)'e
inanmamaları halinde başlarına azap geleceğini bildirmek.
[14]
"Onlardan evvel Nuh kavmi tykzib etti, onlar kulumuzu yalancı saymakta
ısrar ettiler ve "mecnundur" dediler. O, vazgeçirilmişti." Yani
ey Muhammed (s.a.) senin kavminden önce Nuh kavmi tekzip etti. Onlar kulumuz
Nuh (a.s.)'ı tekzip ettiler, onu mecnunlukla itham ettiler, "şayet bundan
vazgeçmezsen ey Nuh kesinlikle taşlananlardan olacaksın." (Şuara, 26/116)
diyerek çeşitli ezalarla, çirkin sözlerle, korkutmalarla onu davetini tebliğ
etmekten caydırmaya, alıkoymaya ve engellemeye çalıştırlar.
"Onlardan evvel Nuh kavmi tekzip etti" sözünden sonra
"onlar kulumuzu yalancı saymakta ısrar ettiler." sözünün
zikredilmesi tamimden sonra tahsistir. Yani bütün peygamberler tekzip
edilmiştir, bu yüzden Nuh'u da tekzip ettiler, demektir. "Kulumuz"
ifadesi ona bir şeref atfetmek ve o gün insanlar içinde bu gayeyi (kulluğu)
gerçekleştirenin sadece o olduğuna ve o an için yer yüzünde ondan başka Allah'a
ibadete çağıran kimse olmadığına dikkat çekmek içindir. Ama onu da tekzip
ettiler.
"Nihayet o da Rabbine "Ben hakikaten mağlubum, artık intikamı
sen al" diye dua etti." Yani Nuh (a.s.) "Ben zayıf düştüm, bu
adamlara mukavemet edemiyorum dinini sen destekle, nezdinden bir azap
indirerek benim için onlardan intikam al." diyerek Allah'a dua etti. Nuh
onlara karşı bu yardımı ancak onların isyanını, serkeşlik ve sapıklıktaki
ısrarlarını gördükten sonra istedi. Hemen Allah da şu sözleriyle duasını kabul
ediverdi:
"Bunun üzerine biz de şarıl şarıl dökülen bir suya gök kapılarını
açtık. " Yani onların üzerine bardaktan boşanırcasma çok ve bol su indirdik.
Çok yağmur yağdığı zaman "Yağmur oluktan akıyor" veya "bardaktan
boşanırcasma yağıyor" denildiği gibi, ayette bu ifadenin kullanılması da
mecazen gökten çok su döküldüğünü ifade etmektedir.
"Yeri de kaynaklar halinde fışkırttık da su takdir edilmiş bir
emir üzerinde birleşiverdi." Yani bütün yeryüzünü fışkıran gözeler,
kaynayan kaynaklar haline getirdik de göğün ve yerin suyu, Nuh kavmi hakkında
ezelde takdir edilmiş, verilmiş hüküm üzere birleşiverdi. Allah onların böyle
yapacağını bildiği için helak hükmünü ezelde verdi.
Bu, onların cezalandırılmasına ve onlardan intikam alınmasına delildir.
Sonra Allah Nuh'u nasıl kurtardığını zikrederek şöyle buyurdu:
"Onu levhalar ve çivilerle yapılmışa yükledik." Yani Nuh'u
geniş tahtalardan ve çivilerden yapılmış olan gemiye bindirdik. Bu veciz
ifade, sözün fesahat ve güzelliğine delâlet eder.
"Onu ve gemidekileri kurtardık." (Ankebut, 29/15) ayeti de bu
ayetin benzeridir.
"Ki (o gemi) nankörlük edilmiş bulunan (Nuh)'a mükâfat olmak üzere
bizim gözlerimiz önünde akıp gidiyordu." Yani kavminin Allah'ı inkâr etmesine
karşılık Nuh'a mükâfat ve ona yardım olmak üzere gemi bizim himayemiz ve
gözetimimizde seyrediyordu. İşte bu Allah'ın bir nimetidir, peygamberi tekzip
etmek ise nankörlüktür ve bu nimeti inkârdır.
Bu hadise, birtakım neticeler elde edebilmek için onun sebeplerini
ortaya koymanın bir zaruret olduğuna delildir. Böyle bir şey aynı zamanda
Allah'ın himayesine, yardımına ve korumasına da muhtaçtır.
Sonra Allah gemiyi daha sonraki nesillere ibret olarak bıraktığını şöylece
ifade etti:
"Andolsun ki biz bunu bir ayet olarak bırakmışızdır. O halde bir
düşünen var mı?" Yani gemiyi ibret alabilenlere, bir ibret olsun diye
bıraktık. Diğer bir manaya göre, biz yaptığımız bu fiili ibret ve ders olarak
bıraktık. Var mı bu ayetten ibret ve ders alan?
Katade şöyle dedi: Allah, Nuh'un gemisini daha sonraya bıraktı, hatta
bu ümmetin ilk nesli ona yetişti ve onu gördü. Hafiz İbni Kesir Katade'nin bu
sözüne atıfta bulunarak şöyle dedi: Anlaşılan o ki bırakılan bu "ge-mi"den
maksat Nuh'un gemisi değil gemi cinsidir. Nitekim başka ayetlerde şöyle
deniliyor: "Onlara bir ayet (kudretimizi gösteren alâmet) de
zürriyetle-rini o dolu gemide taşımamız ve kendilerine bunun gibi binecek
şeyleri ya-ratmamızdır." (Yasin, 36/31-32); "Gerçekten biz su taştığı
zaman sizi gemide taşıdık." (Hakka, 69/12)[15]
Bu sebeble işte tam burada Allah şöyle buyurdu:
"O halde bir düşünüp ibret alan var mı?" Yani bu ayetlerden,
Allah'ın kudretine delâlet eden bu hadiseleri düşünüp ibret alan, ders çıkaran
var mı?
"Ki benim azabım ve tehditlerim nice imiş." Yani ey bunları
dinleyen kişi düşün, beni inkâr edene, peygamberlerime inanmayana, uyarıcılarım
peygamberlerin getirdiklerinden ders almayana azabım nasıl imiş, onlara nasıl
destek olmuşum, intikamlarını nasıl almışım? Bir diğer izaha göre "benim
uyarılarım nasılmış düşünün?" Buradaki istifham (soru) tevbih ve tahvif
(azarlama) ve korkutma içindir. Ayette "tehditlerim" kelimesinin cemi
gelip de "azabım" kelimesinin müfred gelmesinde rahmetin gazaba üstün
geldiğine işret vardır, çünkü tehditler, uyarılar, şefkat ve merhametten
kaynaklanmıştır.
"Andolsun ki biz Kur'anı düşünmek için kolaylaştırmışadır. O halde
bir düşünen var mı?" Yani ezberlenmesini kolaylaştırdık, kelimelerinin söylenişini
kolaylaştırdık, insanlar düşünsün diye manasını anlamak isteyenlere manasını
kolaylaştırdık. Peki o halde var mı nasihatlanndan ders alan, ibretlerinden
ibret alan? Şöyle de denilebilir: Yeterli açıklamalar, sadra şifa nasihatlar
vasıtasıyla Kur'an'ı ders ve ibret alınması için kolaylaştırdık.
Bu ayette Kuranı incelemeye, çokça okumaya ve öğrenilmesi konusunda
gayret göstermeye teşvik vardır. Nitekim Allah başka ayetlerde şöyle
buyurmaktadır: "Mübarek bir kitap. Onu sana ayetlerini düşünsünler ve akıl
sahipleri ders alsın diye indirdik." (Sad, 38/29); "Biz onu,
kendisiyle müttakileri müjdeleyesin ve onunla inatçı bir kavmi uy arasın diye
senin diline kolaylaştırdık." (Meryem, 19/97). İbni Abbas şöyle dedi:
Allah onu
Âdem oğullarının diline kolaylaştırmasaydı, hiç kimse Allah'ın kelâmı
ile konuşamazdı."
"Andolsun biz Kur'an'ı kolaylaştırdık..." ayetinin tekrar
etmesindeki hikmet, ders ve ibret alınması, geçmiş ümmetlerin başına gelen
azabın -onların halinden ibret almak için- bilinmesi konusundaki ikazı
yenilemek içindir. Rahman süresindeki her bir nimetin sayılması sırasındaki
ayetin ve yine Murselât suresinde her bir delilin sayılması esnasındaki bir
ayetin tek-rarındaki hikmetler de böyledir, zihinlerde canlı tutulması ve
hiçbir vakit unutulmaması içindir. Bizzat bu kıssalar çeşitli ifadelerle bazısı
daha uzun, bazısı daha kısa olmak üzere Kur'an-ı Kerim'de kaç defa tekrar
edilmiştir. Çünkü tekrar bunların gönüllere yerleşmesine vesile olur,
hatırlatmalar gafili uyarır. Bu kıssaların tekrarlandığı her bir yerde
diğerinde anlaşılamayan faydalar elde edilir.[16]
Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:
1- Nuh kendi zamanında ve
davetinin başında Allah'a kulluk eden tek insandı. Onun kavmi peygamberleri
tekzip edip inkâr edenlerin ilki idi. Bu sebeple Allah, onu "kulumuz"
diyerek şereflendirdi. Çünkü "kulumuz" diye Allah'a izafe edilmesi
Allah'ın ona şeref bahşetmesi demektir. "Kul" kelimesinin seçilmesi,
Nuh'un doğruluğuna ve kavminin onu tekzip etmesinin çirkinliğine "elçimiz"
lafzından daha kuvvetli delâlet ettiği içindir.
2- Nuh'un getirdikleri
karşısında aciz kaldıklarını anlayınca ona mecnun demeleri, onun kendi
doğruluğunu gösteren deliller (ayetler) getirdiğine bir işarettir. Ayetteki
"vazgeçirilmiştir" sözü onun çirkin sözlerle, ölüm tehditleriyle
davetini tebliğ etmesine mani olduklarını ve yasak koyduklarını gösterir.
"Vazgeçirilmiş" sözü kavmin sözü olarak nakledilmiş olması da
mümkündür. O takdirde mana "engel olunmuş bir mecnun, yani cinlerin engel
olduğu bir mecnun dediler" şeklinde olur. Razî, ilk mananın daha doğru
olduğu kanaatindedir.
3- Kendisine mani olmaları neticesinde onları davetten geri kalınca Cenab-ı Hakk'a "Ben mağlubum intikamımı sen al." diye, yani "Ya Rabbi onlar azgınlıklarıyla bana üstün geldiler, bana yardım et." diye dua etti.
4-
Allah duasını kabul etti ve
gemi yapmasını emretti. Sonra onları tufanla yani bulutlardan dökülen ve
yerden fışkıran sularla boğdu. Bu iki su, Allah'ın ezelde onların peygamberi
tekzip edeceklerini bilmesine binaen hükmedip kararlaştırdığı şekilde birleşti.
5- Allah, Nuh'u ve ona iman
edenleri gemiye yükleyerek hıfz ve himayesi altında kurtardı ve Allah bunu,
peygamberliğini inkâr eden kavminin ezalanna sabretmesine karşılık Nuh'a
mükâfat, Allah'ı inkâr eden kâfirlere de bir ceza olarak verdi.
6- Şüphesiz Allah bu hadiseyi
veya gemiyi bir ibret olarak bıraktı, var mı ders alıp korkan? Katade şöyle
dedi: Allah, Nuh'un gemisini Arap yarımadası topraklarından Bakırda denilen
yerde bir delil ve ibret olmak üzere bıraktı, hatta bu ümmetin ilkleri onu
gördü. Halbuki Nuh'un gemisinden sonra yapılan nice gemiler toprak oldu.
7- Allah bu kıssayı
zikrettikten sonra şu iki hususu zikretti:
Birincisi; bütün beşeriyete bir ikaz
olmak üzere azap ve tehdidin nasıl meydana geldiği.
İkincisi; Allah'ın ders ve ibret
alınması veya ezberlenmesi için Kur'an'ı kolaylaştırması ve ezberlemek isteyene
yardım etmesi. Said bin Cübeyr, Kur'an-ı Kerim hariç Allah'ın kitaplarından
hiçbirinin tamamının ezbere okunmadığını söyler.
Bu da gösteriyor ki Allah içindekileri düşünsünler diye bu ümmete kitabını
ezberlemeyi kolaylaştırdı. Haydi var mı okuyan, var mı düşünüp ibret alan? Bu
soru, dikkat çekmek ve zihinlere yerleştirmek için bu surede tekrar tekrar
sorulmuştur.[17]
18- Ad (Hûd'u) tekzip etti. İşte benim azabım ve tehditlerim nice imiş?
19- Çünkü biz uğursuz sürekli bir unde onlarm üstüne çok gürültülü bir firtına gönderdik.
20- İnsanları, sanki onlar köklerinden sökülmüş hurma kütükleri imiş
gii ta temelinden koparıyordu.
21- işte benim azabım ve
tehdıtle- rim nice imiş?
22- Andolsun ki biz Kur'an'ı düşünmek için kolaylaştırmışızdır. O halde
var mı düşünen?
"Âd" kavmi peygamberi Hud'u "tekzip etti." ve ona
eza verdi "İşte benim azabım ve tehditlerim nice imiş! Çünkü biz uğursuz,
sürekli bir günde onların üstüne çok gürültülü bir fırtına gönderdik."
Onların hepsini helak etti. "İnsanları, sanki onlar köklerinden sökülmüş
hurma kütükleri imiş gibi, ta temelinden koparıyordu." Başlan üstüne düşürüp
boyunlarını kırıyordu. Uzun boylu oldukları için hurma ağaçlarına
benzetildiler.
"İşte benim azabım ve tehditlerim nice imiş?" görün. Bu ayet
bu suredeki Ad, Semud ve Nuh kıssalarında tekrar edilmiştir. Bu ya korkutmak
ve azarlamak veya beyan içindir. Mesela öğretmen açıklama yapacağı bir meseleye
talebenin dikkatini çekmek için önce sual tevcih eder, sonra açıklar.
"Andolsun ki biz Kur'an'ı düşünmek için kolaylaştırmışızdır."
Daha önce de anlatıldığı gibi içindeki mevcut olan yeterli açıklamalar ve
kıymetli nasihatlardan ders ve ibret alınsın diye onu kolaylaştırdık, demektir.
"Ezberlenmesini kolaylaştırdık" şeklinde anlayanlar da olmuştur.
Zira Kur'an'dan başka semavî kitaplardan hiçbiri ezberlenmiş değildir. Ancak
birinci mana daha münasiptir.
[18]
Allah önce Nuh kavminin inkâr ve tekzibini anlattı. Çünkü onların
tekzibi daha ağır ve sert idi. Zira Nuh onları yaklaşık bin sene davet etti.
Onlar inkârda ısrar ettiler. Sonra Allah, Nuh kavmi kıssasındaki ders
ve ibretleri tekit etmek ve Mekke müşrikleri ve diğerlerine şu veya bu kavim
diye ayırt etmeksizin peygamberlerini tekzip eden herkesin akibetinin helak ve
yok olup gitmek olduğunu açıklamak üzere Hud Peygamber'in kavmi Âd'ın
kıssasını zikretti. Ayette "Nuh kavmi" şeklinde "Hûd kavmi"
demeyip de sadece "Âd tekzip etti" denilmiştir. Çünkü, özel isimle
anlatmak "Hud kavmi" şeklinde izafe ve isnat ederek anlatmaktan daha
etkilidir.
[19]
"Âd tekzip etti. İşte benim azabım ve tehditlerim nice imiş?"
Yani Nuh kavminin peygamberlerini tekzip etme konusunda yaptığı gibi Hud Kavmi
Ad da peygamberlerini tekzip etti. Ey Kureyş ve diğer inkarcılar! Onların
başına gelen azabımız ve tehditlerimiz nasıl imiş bakın, dinleyin:
"Azabım ve tehditlerim nice imiş!" sözü aşağıda söyleneceklere
muhatapların kulak kesilmesi ve onların dikkatlerinin çekilmesi içindir.
"Çünkü biz uğursuz sürekli bir günde onların üstüne çok gürültülü
bir fırtına gönderdik." Yani biz onların başına, uğursuz ve uğursuzluğu da
sürekli olan bir günde çok soğuk ve çok uğultulu bir rüzgâr musallat ettik de
onları helak edip yerle bir etti. O günün uğursuzluğunun devamlı olması dünyevî
azapları ile uhrevî azaplarının o günde birleşmesindendir. Yoksa sırf bir günün
"uğursuzluğu sürekli" diye vasfedilmesi yerinde olmaz.
Gün-ler-geceler hepsi aynıdır. Bu yüzden mesela 13 sayısının uğursuz sayılması
şer'an ve dinen doğru değildir.
"Bunun üzerine uğursuz günlerde onların üzerine uğultulu ve soğuk
bir rüzgâr gönderdik." (Fussillet, 41/)16); "Onların üzerine
aralıksız yedi gece, sekiz gündüz onu (rüzgârı) musallat kıldı." (Hakka,
69/7) ayetleri de, bu ayetin benzerleridir.
'İnsanları, sanki onlar köklerinden sökülmüş hurma kütükleri imiş gibi,
ta köklerinden koparıyordu." Yani işte o şiddetli rüzgâr onları hurma
dallarını kökünden, söküp savurduğu gibi yerden kaldırıp savuruyordu. Mücahid
bu rüzgârın onları kaldırıp sonra başları üstüne yere attığını, boyunlarını
kırıp başlarını gövdelerinden ayırdığını söylemiştir.
Yani uzun boylu, cüsseli olan o insanlar hurma kütükleri gibi yere
cansız düşüyorlardı. Hurma kütüğünden maksat dalı budağı olmayan köklerdir. Bu
insanlar uzun boylu olduklarından ve rüzgâr onları yüz üstü yere attığından,
dalsız budaksız yere düşen hurma ağacına benzetilmişlerdir.
Bu ayet, bu rüzgârın onların başlarım koparıp, başsız bıraktığına
ayrıca cüsseli ve uzun boylu olduklarına, rifzgâra mukavemet edebilmek için
yere tutunmaya çalıştıklarına ve yine onları söküp atan bu rüzgârın çok soğuk
olmasından dolayı kurutup kupkuru ağaçlar haline getirdiğine işaret
etmektedir.
Sonra Allah azabın korkunçluğunu ifade eden ayeti tekrar ederek şöyle
buyurdu:
"İşte benim azabım ve tehditlerim nice imiş?" Yani düşünün
benim cezamı, tehdidimi ve yakalayıvermemü.
Sonra Kur'an-ı Kerim ile bunlara kolayca muttali olunabileceği hususundaki
açıklamayı tekrar ederek şöyle buyurdu:
"Andolsun ki biz Kur'an'ı düşünmek için kolaylaştırmışadır. O
halde var mı bir düşünen." Yani biz Kur'an-ı Kerîm'i içinde indirdiğimiz
mükemmel nasihatlerden ve orada açıkladığımız müjde ve korku veren haberlerden
ders ve ibret alınması için kolaylaştırdık. Var mı ders ve ibret alan? Bu ayet
şöyle de tefsir edilmiştir: Biz Kur'an'ın ezberlenmesini kolaylaştırdık ve
ezberlemek isteyene yardım ettik, onu ezberlemek isteyen var mı?
[20]
Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:
1-
Âd kavmi peygamberleri Hûd'a
iman etmediler, bu yüzden haklı olarak cezaya çarpıldılar. Bundan dolayıdır ki
Allah, "Âd tekzip etti" sözünün hemen ardından korkutmak için
"İşte benim azabım ve tehditlerim nice imiş!" ayetini zikretti.
"Tehditlerim" manasına gelen nüzür kelimesi bu surede altı yerde
geçmektedir. Bu kelime bu surede ve mushafın her tarafında, sonundan
"mütekellim yâ"sı hazfedilerek okunmaktadır. Kurrâdan Yakup hem vakıf
halinde, hem vasi halinde bu yâ'yı izhar ederek "nüzürî" şeklinde
okumuş, Verş ise sadece vasi halinde yâ ile okumuştur.
2-
Bu kavmin cezası, onlara
göre uğursuz bir günde üzerlerine çok soğuk ve çok uğultulu bir rüzgâr
göndermek suretiyle oldu. İbni Abbas'a göre bu, ayın son çarşambası idi,
küçük-büyük hepsini yok etti. Kur'an-ı Ke-rim'de başka yerlerde de zikredilen
"uğursuz günler" peygamberler ve müminler açısından olmayıp kâfirler
açısından olduğu gibi, burada da yine fâ-cir ve müfsidler için uğursuz bir
gündür.
3-
Allah bu rüzgârı
"onları yerlerinden söküp atan" şeklinde zikretti. Deniliyor ki hurma
ağacını kökünden söküp attığı gibi onları da ayaklarının altından söküp
atıyordu. Daha önce de geçtiği gibi Mücahid bu rüzgârın onları yerden kaldırıp
başları üstüne yere çaktığını, boyunları kırıldığını ve başlarının
gövdelerinden ayrıldığını söylemiştir.
Bu rüzgâr insanları alıyor ve yerinden sökülmüş hurma kütüğü gibi
yıkıyordu. Âd'm insanları uzun boylu olarak bilindiğinden, yüz üstü yere kapanan
hurma dallarına benzetilmişlerdir.
[21]
23- Semud uyarıcıları tekzip etti de,
24- İçimizden (bizim gibi) bir beşere mi uyacağız, o takdirde biz kesin
bir sapıklık ve yılgınlıkta oluruz." dediler.
25- Vahiy aramızdan ona mı indirildi? Hayır o şımarık, aşırı bir yalancıdır."
(dediler).
26- Şımarık aşırı yalancı kimmiş yarın bilecekler onlar.
27- Onlara bir imtihan olarak
dişi deveyi gönderen şüphesiz biziz. Şimdi onları gözetle ve sabret.
28- Ve onlara suyun aralarında nöbetleşe olduğunu haber ver. Her biri
içme sırasında gelsin.
29- Bunun üzerine arkadaşlarını çağırdılar, o da cesaretlenip hemen
kılıçla devenin ayaklarını kesti.
30- İşte benim azabım ve uyarılarım nice imiş?
31- Çünkü biz onların üzerine korkunç bir ses gönderdik de hemen
hayvan ağılına konan kuru otlar gibi oluverdiler.
32- Andolsun ki biz Kur'an'ı düşünmek için kolaylaştırdık. O halde bir
düşünen var mı?"
"Semud uyarıcıları" peygamberleri "tekzip etti de"
Bir başka manaya göre, gelen uyan ve öğütleri tekzip ettiler, demektir. Zira
onlar peygamberleri Salih (a.s.)'ın onlara yaptığı uyanlan tekzip etmişlerdi.
"Uyarıcıları" şeklinde çokluk gelmesinin sebebi, bir peygamberi
tekzip etmek bütün peygamberleri tekzip etmek demek olduğundandır. Çünkü bütün
peygamberler dine ait esaslarda aynı şeyleri söylemişlerdir.
"İçimizden" bizim gibi, bizden her hangi bir üstünlüğü
olmayan, peşinden kimsenin gitmediği, yalnız "bir beşere mi
uyacağız?" Biz kalabalık bir cemaatiz, o ise tek başına, ne kral, ne
padişah. Biz nasıl onun peşinden gidelim? "O takdirde biz kesin bir
sapıklık ve çılgınlıkta oluruz, dediler." "Bir beşere mi
uyacağız?" sorusu "hayır, uymayız" manasında nefiydir.
İçimizde daha lâyıkı olduğu halde "vahiy aramızdan ona mı
indirildi? Hayır o şımarık" ve kendisine vahiy geldiği konusunda da
"aşırı bir yalancıdır. " dediler. Ama azap geldiği zaman veya
kıyamet günü "şımarık, aşırı yalancı kimmiş yarın bilecekler onlar."
Salih Peygamber mi, yoksa şımarıklıkları kendilerini hakkı tanımamaya ve
batılın peşine düşmeye sevkeden onlar mı yalancı, bilecekler.
"Onlara bir imtihan olarak dişi deveyi" çıkarıp
"gönderen, şüphesiz biziz. Şimdi" ey Salih ne yapacaklar
"onları gözetle ve " verecekleri sıkıntılara "sabret."
'Ve onlara suyun" deve ile "aralarında nöbetleşe
olduğunu", bir gün deve, bir gün onların içeceğini "haber ver. Her
biri" kendi "içme sırasında gelsin."
"Bunun üzerine" öfkelenip "arkadaşlarını" Şâlif
oğlu Kuddâr'ı "çağırdılar. O da cesaretlenip" etrafindakilerin
arzularına uyarak "hemen kılıçla devenin ayaklarını kesti" ve
öldürdü.
"İşte benim azabım ve uyarılarım nice imiş?" gördüler. Yani
azap yerini buldu. "Çünkü biz onların üzerine korkunç bir ses"
Cebrail'in sesini "gönderdik de hemen hayvan ağılına konan kuru otlar gibi
oluverdiler." Kırılıp geçtiler.
[22]
Bu üçüncü kıssa veya geçmiş ümmetlerin peygamberlerini yalanlamalarına
üçüncü örnek. Zira onların âdeti ve işi peygamberleri inkâr edip yalancı
saymaktır. Mesela Nuh, Hud ve Salih peygamberlerden her birini Rablerinden
gelen vahiy konusunda yalancı saydılar. Bir peygamberi yalanlayan bütün
peygamberleri yalanlamıştır. Çünkü itikat ve din esasları konusunda hepsi
birdir. Salih Peygamber'in mucizesi bir dişi deve idi. Küçük bir nehrin suyunu
bir günde içebiliyor ve kabilenin hepsine yetip artacak kadar süt veriyordu.
İşte bu deveyi öldürdüler. Allah da onları Cebrail (a.s.)'ın bir sesi ile
cezalandırdı, son ferdine kadar ölüp gittiler.
[23]
"Semud uyarıcıları tekzip etti de" Semud kavmi, peygamberleri
Salih (a.s.)'ı tekzip etmek suretiyle Allah'ın bütün elçilerini tekzip etmiş
oldu. Peygamberlerden birine iman etmeyen diğerlerini de inkâr etmiş demektir.
Zira bütün peygamberler Allah'ın birliğine, yalnız ona ibadet, meleklerine,
kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman gibi umumi esaslara ve
dinlerin külliyatına davet etme hususlarında aynıdırlar. Nuh ve Âd kıssalarında
sadece "tekzip ettiler" denildiği halde Lût kavmi kıssası ile bu
kıssada, "uyarıcıları tekzip ettiler" denilmiştir. Aralarında fark
yoktur. Çünkü hepsinin âdeti yalanlamak, inkâr etmektir.
Sonra Allah bunların inkâr için ileri sürdükleri sebepleri şöyle
açıkladı:
1-
"İçimizden (bizim gibi)
bir beşere mi uyacağız? O takdirde biz kesin bir sapıklık ve çılgınlıkta oluruz
dediler." Yani bunlar kendi aralarında şöyle konuştular: Biz, kendi
cinsimizden yalnız, tek, peşinden gideni olmayan, çağırdığı şeyde kendisine
uyanı olmayan bir beşere nasıl tâbi oluruz? Biz, bizim gibi birine boyun
eğersek, bitimsizdir vallahi. Biz ona tâbi olduğumuz takdirde açık bir yanlış
içinde, haktan ve doğrudan uzakta kalmış, "deli" sıfatını kabullenmiş
oluruz veya bu yüzden başımıza azap, musibet ve sıkıntı iner.
2- "Vahiy aramızdan ona
mı indirildi1? Hayır o şımarık, aşırı bir yalancıdır. " Yani nasıl oluyor
da vahiy ve peygamberlik sadece ona geliyor, halbuki aramızda buna ondan daha
lâyık olanlar var. Hayır o kendisine ilâhî vahiy, indiği şeklindeki iddiasında
yalan sınırlarını dahi aşan kibirli, şımarık biridir. İşte bu kibiri onu,
kendisine vahiy geldiği iddiasıyla bizden üstün görmeye itmiştir.
Sonra Allah onlara şiddetli bir tehdit yönelterek şöyle buyurdu:
"Şımarık, aşırı yalancı kimmiş, yarın bilecekler onlar." Yani
yakın gelecekte bu dünyada azap başlarına indiğinde veya kıyamet günü anlayacaklar
ve ortaya çıkacak kimmiş müfteri, yalancı, aşın şımarık? Rabbinin davetini
tebliğ eden Salih mi, yoksa onu bu konuda tekzip eden onlar mı? Burada asıl
yalancı, şımarık ve kibirlinin onlar olduğu vurgulanmak istenmektedir.
Sonra Allah Salih (a.s.)'a hitaben onların cürmünü şöyle anlattı:
"Onlara bir imtihan olarak dişi deveyi gönderen şüphesiz biziz.
Şimdi onları, gözetle ve sabret." Yani onların isteği üzerine Salih
(a.s.)'ın getirdiği vahiyde onu tasdik etmeleri konusunda kendilerine karşı bir
delil ve bir imtihan olmak üzere, bir ağır kayadan sekiz aylık hamile o büyük
deveyi çıkaran biziz. İşlerinin nereye varacağını ve ne yapacaklarını bekle
şimdi, onlardan sana gelecek ezalara ve onların başına gelecek belâya sabret.
Zîra dünyada ve ahirette zafer senin, sonuç senin lehine olacaktır.
"Ve onlara aralarında suyun nöbetleşe olduğunu haber ver. Her biri
içme sırasında gelsin." Yani onlara kuyunun suyunun deve ile aralarında
taksim edilmiş olduğunu, suyun bir gün devenin bir gün onların olduğunu,
herkesin nöbetinde gelip su alacağını haber ver. Mücahid şöyle dedi: Se-mud
kavmi sıraları olduğu gün gelip sularını içiyorlar, devenin sırasında da gelip
sütünü sağıyorlardı. Yani deve gelmediği gün suya, geldiği gün de süte
geliyorlardı.
Şu ayet de bu ayetin bir benzeridir: "(Salih) şöyle dedi: Bu bir devedir, bir içim günü ona, belirli bir günün içimi de sizedir." (Şuara, 26/155).
"Bunun üzerine arkadaşlarını çağırdılar o da cesaretlenip hemen
kılıçla devenin ayaklarını kesti." Yani, Semud kavmi bu taksimden usanıp,
tez elden bu durumdan kurtulmaya baktılar. Kavmin en berbadı, kahramanı ve
gözünü budaktan esirgemeyeni olan Sâlif oğlu Kuddâr'ı yardıma çağırdılar, onu
deveyi öldürmeye teşvik ettiler, o da bu büyük işe karşı cesaretlendi,
hazırlandı, kılıcıyla devenin ayaklarına vurdu, bacak sinirlerini kestikten
sonra boğazladı.
"İşte benim azabım ve uyarılarım nice imiş?" Yani bak,
onların beni inkâr etmelerine ve onları uyaran ve Allah'ın azabını, haber
veren elçimi tekzip etmelerine karşılık azabım nasılmış, gör. Bu ayet, Semud
kıssasında azap anlatılmadan önce, Nuh kıssasında korku ve dehşet vermek için
azap açıklandıktan sonra, Âd kıssasında ise her ikisini de birleştirmek için
azap açıklandıktan sonra, fakat azabın gelişi bildirilmeden önce
zikredilmiştir.
"Çünkü biz onların üzerine korkunç bir ses gönderdik de hemen hayvan
ağılına konan kuru otlar gibi oluverdiler." Yani biz onların üzerine
Cebrail'in sesini gönderdik, son ferdine kadar öldüler, hiç kimse kalmadı, ot
gibi kuruyup kaldılar ve ağılda davarın ayakları altında çiğnenmiş kuru otlar
ve çalılar haline geldiler. "el-Heşîm" kırılmış, kurumuş dal
demektir. "el-Muhtazır" davarını canavardan korumak için ağıl yapan
kişi demektir. Kıssada benzerlik yönü ise şöyledir: Ağıla konulan yaş dal
zamanla kurur, hayvanlar çiğnedikçe kırılır, geçer. Onlar da yollarda,
caddelerde kırılmış odun parçaları gibi üstüste düşmüş ölüler haline gelebilir.
"Andolsun ki biz Kur'an'ı düşünmek için kolaylaştırdık. O halde
bir düşünen var mı?" Yani biz Kur'an'ı düşünülüp öğüt alınmak için,
olaylardan, hadiselerden ibret alınması için kolaylaştırdık, var mı ders alan?
[24]
Bu ayetlerden şu hususlar anlaşılabilir:
1- Semud kavmi de diğerleri
gibi peygamberlerini ve elçilerini yalancılıkta itham ettiler, getirdikleri
delilleri inkâr ettiler, içlerinden yalnız, peşinden gideni olmayan bir
beşerin peygamber olmasını kabul edemediler ve eğer kendileri ona uyacak
olurlarsa hataya düşeceklerini, doğrudan uzaklaşmış olacaklarını ve bunun bir
çılgınlık olacağını iddia ettiler.
2-
Maksadı inkâr olan bir soru
üslûbu ile şöyle dediler: Semud kavmi içinde Salih'ten daha çok malı mülkü
olan, hali daha iyi olan insanlar varken peygamberlik ona nasıl gelir? Hayır,
o,bu iddiasında yalancıdır, onun maksadı sadece büyüklenmek, hiç de lâyık
olmadığı halde bize karşı kibirlenmektir.
3- Allah onları dünyada ve
ahirette başlarına azap indirmekle tehdit etti. "... yarın bilecekler
..." ifadesi, insanlar arasında yakın gelecekler için söylenen
"bugünün yarını var" sözünde olduğu gibi azabı onların zihninde
yaklaştırmak içindir. Bu söz, onların "Hayır, o çok şımarık bir
yalancıdır." dedikleri zaman meydana gelmiş olmalıdır veya kıyamet günü
görecekleri azap kastedilerek yapılmış bir tehdittir. Aşırı yalancı kimmiş,
onlar mı yoksa Salih Peygamber mi, onlar anlayacak bunu.
4- Allah kayadan onların
istediği gibi büyük bir dişi deve çıkardı. Rivayete göre Salih (a.s.) iki
rekat namaz kıldı, dua etti, hemen onların tayin ettiği kaya yarıldı; içinden
yavrulaması yakın bir deve çıktı. Bu onlar için bir imtihan, bir sınama idi.
"Dişi deveyi gönderen biziz" ayetinin manası "göndereceğiz"
demektir. Gönderme işinin tamamlandığı o zaman için bu müstakbel manasınadır.
Bu dişi devenin imtihan olması, onun garib durumlarının imtihan olması
demektir.
5- Allah, peygamberi Salih
(a.s.)'a şu üç hususu emretmiştir: Ne yapacaklarını bekle, verdikleri
rahatsızlıklara sabret ve suyun bir gün deveye, bir gün onlara şeklinde
aralarında taksim edildiğini onlara bildir. İbni Ab-bas şöyle dedi: Onların
gününde, deve sudan hiç içmezdi, ama onlara süt verirdi. Bir nimet
içindeydiler. Sıra devenin olduğu gün, suyun hepsini içer onlara bir şey
bırakmazdı. Onlar devenin içim gününde veya suya geldiği gün, ondan diledikleri
kadar süt sağarlardı.
6- Bu taksimden usandılar. Semud'un en berbadı Sâlif oğlu Kuddâr'ı deveyi Öldürmesi için kışkırttılar. O da önce bir ok attı, sonra kılıçla ayaklarına vurdu, sonra boğazlayarak öldürdü.
7- Allah onların
peygamberlerini yalanlamalarına, onu inkâr etmelerine ve deveye bu tecavüzü
yapmalarına karşılık onları cezalandırdı. Üzerlerine Cebrail'den sadır olan
bir gürültü gönderdi. Bu gürültüyü işitince son ferdine kadar hepsi öldüler,
onlardan kimse kalmadı, ağılda davarın ayaklan altında çiğnenmiş kuru çalı ve
otlar haline geldiler, ibni Abbas'a göre "el-Muntazır", davarı için
dikenlerden ve çalılardan ağıl yapan kişidir. Bu çalı ve dikenlerden dökülüp de
hayvanların çiğnediklerine de "el-Heşîm" denir. İbn-i Abbas'tan gelen
bir tefsire göre de onlar davarın yediği otlar veya yanmış, çürümüş kemikler
haline geldiler.
8-
Düşünen insan, neticede bu
kavmin başına gelen azap ve helakin bir darb-ı mesel ve tarih için bir ibret
olduğunu görür.
9- Bu acı imtihanı haber veren
Kur'an-ı Kerim'den bu gerçekleri anlamak her insan için kolaydır. O
anlaşılması kolay bir kitaptır. Allah, onun yardımıyla öğüt ve ibretlerin
anlaşılmasını kolaylaştırmıştır. Var mı ders ve ibret alan? Bu mealdeki ayet,
tekit ve daha çok düşündürme için tekrarlanmıştır.
[25]
33- Lût Kavmi uyarıcıları yalanladı.
34- Onların üzerine, taş
yağdıran bir rüzgâr gönderdik. Lût'un ailesi hariç. Biz onları seherde
kurtardık.
35- Tarafımızdan bir nimet olarak. Şükredenleri işte böyle
mükâfatlandınrız.
36- Andolsun (Lût) onlara, azapla
yakalayacağımız uyarısını yapmış bakmışlar, yalan saymışlardıdaaaım H
onlar kötülûk yakasdetmişlerdi, biz de gözlerini kör ediverdik. îşte azabınu ve
tehditlerimitadın-
38- Bir sabah erkenden kararlı
bir azap onlara baskın yaptı.
39- İşte azabımı ve tehditlerimi tadın.
40- Andolsun ki biz Kur'an'ı düşünmek için kolaylaştırdık. O halde var
mı düşünen?
"Lût kavmi uyarıcıları", peygamberleri veya onların diliyle
yapılan uyanları "yalanladı." Daha önce de geçtiği gibi bir
peygamberi yalanlamak hepsini yalanlamak olacağından, onlar sadece Lût'u
yalanladıkları halde "uyarıcıları" şeklinde çokluk olarak gelmiştir.
"Onların üzerine taş yağdıran, bir rüzgâr gönderdik." Helak
ettik "Lût'un ailesi ve iki kızı "hariç. Biz onları seherde
kurtardık." Bu taşlar bir elin rahat kavrayabileceği kadar küçüktü. Seher,
gecenin şafak öncesine rastlayan vaktidir.
"Tarafımızdan bir nimet olarak" onları kurtardık. Biz, Allah
ve Rasulüne inanıp itaat ederek "şükredenleri işte böyle
mükâfatlandırırız."
"Andolsun" kardeşleri Lût "onlara, azapla
yakalayacağımız uyarısını yapmıştı. Fakat onlar bu uyarılara şüpheyle bakmışlar
yalan saymışlardı."
"Andolsun ki onlar" Lût'un "misafirlerine" bile
"kötülük yapmayı kastetmişlerdi" ve bu kötülüğü yapmak için melek
olan misafirlerini kendilerine teslim etmesini istemişlerdi. "Biz de
gözlerini kör ediverdik." Meleklerin ağzıyla onlara dedik ki: "İşte
azabımı ve tehditlerimi tadın."
"Bir sabah erkenden kararlı" ve devamlı "bir azap onlara
baskın yaptı" ve hepsini helak etti. "İşte azabımı ve tehditlerimi
tadın."
"Andolsun ki biz Kur'an'ı düşünmek için kolaylaştırdık. O halde
var mı düşünen?" Beyzavî'ye göre bu ayet-i kerime; geçen kıssaların her
birinin dinleyeni ders ve ibret almaya sevketmesi lazım geldiğini, peygamberleri
tekzip etmenin azabın inmesine sebep olan bir hareket olduğunu bildirmek ve gaflete
düşmesinler diye ikaz ve uyarıları yenilemek için her kıssada tekrar
edilmiştir.
[26]
Lût kavminin bu kıssası, surede anlatılan dördüncü kıssadır. Allah bunu
da o şiddetli azabı ve sebebini bildirmek için zikretti. Bunun sebebi peygamberleri
yalanlayarak bütün kötülükleri irtikap etmeleri, azabı ise yerle bir edip yok
etmektir. Bunları beyan etmekten maksadı ise herkesin ibret alması ve her
azabın mutlaka bir peygamberin uyarısından ve kavminin onu tekzibinden sonra
indiğini bildirmektir.
[27]
"Lût kavmi uyarıcıları yalanladı" Bunların hali de ötekiler
gibidir ki bunlar yalan söylüyor diyerek peygamberlerine muhalefet eden,
kendilerini uyarmak için getirdiği delilleri yalan sayan ve o çirkin işi
(erkeğin erkekle ilişkiye girmesini) irtikap eden Lût kavmidir.
Sonra Allah onların azabını ve helak edilmelerini açıklamak üzere şöyle
buyurdu:
"Onların üzerine, taş yağdıran bir rüzgâr gönderdik. Lût'un ailesi
hariç. Biz onları seherde kurtardık." Yani biz onların üzerine, küçük
çakıl taşları fırlatan bir rüzgâr gönderdik de Lût Peygamber ve ona iman edip
tabi olanlar hariç, bu rüzgâr onların hepsini helak etti, mahvetti. Lût ve beraberindekileri
ise gecenin sonunda, gecenin son altıda biri olan zaman diliminde kurtardık.
Onlar kavimlerinin başına gelenden kurtuldular.
Zaten de Lût'a kavminden hiç kimse, bir kişi dahi iman etmemişti. Hatta
hanımı bile. Kavmine inen, ona da indi. Allah'ın peygamberi Lût ile kızları,
bunların arasından hiçbir kötülük dokunmadan salimen çıktılar.
Onların kurtuluşunun sebebi nimete şükretmeleri idi. Allah şöyle buyurdu:
"Tarafımızdan bir nimet olarak şükredenleri işte böyle mükâfatlandırırız. " Yani şüphesiz biz onları tarafımızdan kendilerine bir ihsan, bir ikram olmak üzere kurtardık. Güzel karşılık böyledir. Biz, iman edip emrimize itaat etmek, yasağımızdan kaçınmak suretiyle nimetimize şükredip nankörlük etmeyeni işte böyle mükâfatlandırırız.
Sonra Allah cezalandırmadaki adaletini -ki bu da birtakım uyarmalardan
sonra azabın gelmesidir- beyan ederek şöyle buyurdu:
"Andolsun, (Lût) onlara azapla yakalayacağımız uyarısını yapmıştı.
Fakat onlar bu uyarılara şüpheli bakmışlar, yalan saymışlardı." Yani başlarına
azap inmeden önce peygamberleri onlara, eğer iman etmezlerse Allah'ın çetin
azabının, ağır cezasının geleceği uyarısını yapmıştı. Fakat onlar buna kulak
asmadılar, dikkate almadılar bilakis bu uyarılar hakkında şüpheye düştüler,
peygamberi tasdik etmek yerine onu yalanladılar.
Sonra Allah onların inkâr ve yalanlama dışında bir cürmünü daha
zikrederek şöyle buyurdu:
"Andolsun ki onlar misafirlerine (bile) kötülük yapmayı
kasdetmişlerdi biz de gözlerini kör ediverdik. İşte azabımı ve tehditlerimi
tadın." Yani kavmi, Lût Peygamber'den âdetleri olduğu üzre fuhuş yapmak
için misafirlerini kendilerine teslim etmesini istediler. Misafirler de henüz
bıyıkları yeni terlemiş delikanlılar suretinde gelen meleklerdi. Lût'un kötü
huylu yaşlı hanımı kavmine adam göndererek Lût'un misafirleri geldiğini onlara
bildirdi. Hemen dört bir yandan koşup geldiler. Lût kapıyı kapattı. Gece yarısı
kapıyı kırmak için zorluyorlar, Lût da onları uzaklaştırmaya, misafirlerini
korumaya çalışıyordu. Mutlaka girmekte ısrar edince Allah gözlerini kör etti,
hiçbir şey göremez hale geldiler. Geri dönüp gittiler. Duvarlara tutunarak
yürüyorlar ve "sabah olsun Lût'a gösteririz" diyorlardı.
İşte o zaman meleklerin lisanından onlara: "İşte azabımı ve
tehditlerimi tadın." dedik.
Sonra Allah başlarına ne tür bir azabın ne zaman indiğini zikrederek
şöyle buyurdu:
"Bir sabah erkenden kararlı bir azap onlara baskın yaptı."
"Onlara vaad edilen vakit sabahtır." (Hud, 11/81) ayetinde de işaret
edildiği gibi onların yakasını bırakmayan, hiç fırsat vermeyen bir azap, bir
sabah aniden geliverdi. Ayetteki "azab-ı müstakırr" kurtuluşu olmayan
veya tamamen yok edinceye kadar üzerlerinde kalan azap demektir.
Sonra Allah ibreti açıkladı ve onlara denileni aktararak şöyle buyurdu:
"işte azabımı ve tehditlerimi tadın." Yani daha önce size
gelmiş olan uyarılarımızın icabı ve yaptıklarınızın karşılığını şimdi tadın.
"Andolsun ki biz Kur'an'ı düşünmek için kolaylaştırdık. O halde
var mı düşünen?" Yani ders ve ibret alınması için biz Kur'an ayetlerini
kolaylaştırdık. Var mı ibret alan, ders alan? Daha önce de söylediğimiz gibi bu
dört kıssanın her birinin ardından gelen bu ayet te'kit ve tenbih için, ibret
alınması ve caydırıcı olması içindir.
[28]
Bu ayetler şu hususlara delâlet etmektedir:
1-
Lût Kavmi, peygamberlerini
tekzip edince Allah onların üzerine, taş yağdıran bir rüzgâr gönderdi. Suçsuz
ceza, uyarmadan azap yoktur.
2- Allah, peygamberi Lût'u ve
onun dinine tâbi olanları -ki onlar sadece iki kızından ibaretti- kurtardı.
Allah tarafından Lût'a ve iki kızına bir nimet olarak bu kurtarma, gecenin sonunda
seher vaktinde oldu. Mükâfatın böylesini Allah kendisine iman edip itaat eden
herkese verir. Yani nasıl ki bu helak etme bir adaletse kurtarma da Allah
tarafından bir nimet ve ihsandır. Burada, nasıl ki dünyada kurtulma gerçekleşti
ise ahirette de sevap verileceği ifade edilmektedir.
3-
Ceza ancak uyarılardan sonra
verilir. Nitekim Lût Peygamber kavmini uyardı, Rablerinin cezasından, dünyevî
ve uhrevî cezalarla onları cezalandıracağından korkmalarını söyledi. Ama onlar
peygamberin uyarılarını şüpheyle karşıladılar ve onu tasdik etmediler. Bu
ifadelerle Lût (a.s.)'m üzerine düşeni yaptığı beyan edilmiştir.
4-
Bu kavmin inkârlarının
yanına diğer büyük bir cürüm daha eklenmiştir ki o da fuhuş işlemeleridir.
Hatta misafir kılığında Lût (a.s.)'a gelen meleklere karşı da aynı çirkin fiili
yapmak için müsade etmesini istediler.
5-
Meleklere karşı bu
tecavüzlerinde ve Lût'un evini zorlamakta ısrar edince Allah gözlerini kör
ediverdi, artık onları göremez oldular. Rivayete göre Cebrail (a.s.) kanadı
ile onlara vurdu ve kör oldular. Dahhak'a göre ise Allah gözlerinin nurunu
alıverdi, melekleri göremez oldular. Sonra dönüp gittiler.
6- Allah meleklerin dilinden
onlara şöyle dedi: "Lût'un uyardığı o azabımı tadın şimdi." Azabı
tatmanın anlamı, o çirkin fiilin karşılığı ve gerektirdiği cezadır.
7- Sabah vakti, günün ilk
ışıklarıyla beraber umumi ve sürekli olacak bir azap indi. Bu azap onları
ahiret azabına ulaştırıncaya (ölümlerine) kadar yakalarını bırakmadı.
"Bukretin" kelimesi bu azabın daha günün başında olduğunu beyan
etmektedir. Zira fecrin doğuşundan gün iyice ağarın-caya kadar çeşitli
zamanlarda yapılan sabah baskınlarının hepsi için "et-tasbîh"
kelimesi kullanılır. "Bukretin" deyince bu baskının daha şafakla
beraber yapıldığı ifade edilmiş olmaktadır.
8- Allah, onları nihaî olarak
helak eden azaptan önce meleklerin onlara söylediği "Gözlerinizi kör eden
bu azabı tadın." sözünü te'kit için tekrar etmiştir. Çünkü Lût kavmi iki
kere azap gördü. Birisi misafir meleklere saldıranların başına gelen hususi,
diğeri de hepsini vuran umumi azap.
9- Bu kıssanın hedefi ibret ve
ders vermektir. Kur'an-ı Kerimi Allah ibret alınsın, ders alınsın diye
kolaylaştırdı. Lakin ders ve ibretler o kadar çok olmasına rağmen, ibret alma o
kadar azdır. Cenab-ı Hak bu beyanı dikkat çekmek ve tekit etmek için tekrar
etti.[29]
41- Andolsun ki Firavun hanedanına
da uyarıcılar (ve uyarılar) gelmiştir. Onlar bizim ayetlerimizin hepsi
tekzip ettiler. Biz de kendilerini kuvvetli, kudretli bir yakalayışla yakaladık.
"Andolsun ki Firavun hanedanına da uyarıcılar", Musa ve Harun
peygamberler aracılığı ile uyarılar "gelmiştir." ama iman etmediler.
Bilakis "onlar bizim ayetlerimizin hepsini" yani Musa'ya verilen
dokuz delilin hepsini "tekzip ettiler. Biz de kendilerini çok kuvvetli,
kudretli bir yakalayışla yakaladık." Bu ayetlerde Firavunun etrafına
uyarıcılar ve uyarılar geldiğinden bahsedilmiş Firavun'a geldiğinden
bahsedilmemiştir. Ancak şu bilinen bir hakikattir ki kavim uyarılmışsa kavmin
lideri zaten uyarılmıştır.
[30]
Bu beşinci kıssadır. Allah bu özet kıssada Firavun ve kavminin peygamberleri
tekzip ettiklerini haber vererek şöyle buyurdu:
"Andolsun ki Firavun hanedanına da uyarıcılar gelmiştir."
Yani Allah'a yemin olsun ki Firavun ve kavmine Musa ve Harun vasıtasıyla tehditler,
uyarılar ve müjdeler, yani inkâr ettikleri takdirde azap görecekleri ikazı;
iman ederlerse cennete girecekleri müjdesi geldi. "Âl" ile
"kavm" arasındaki fark şudur: Kavim "ÂT'den daha umumidir.
Kavim, başlarında emrinden çıkmadıkları ve işlerini düzene koyup idare edecek
reisleri bulunan topluluktur. Âl ise, iyi işlerinden de kötü işlerinden de
reisin sorumlu olduğu veya reisin iyi işinin de kötü işinin de neticesinin
kendilerine döndüğü topluluktur.
"Onlar bizim ayetlerimizin hepsini tekzip ettiler. Biz de
kendilerini çok kuvvetli, kudretli bir yakalayışla yakaladık." Yani biz
Musa ve Harun'u büyük mucizelerle ve çeşitli delillerle destekledik.
"Âsâ" ve "el" mucizeleri gibi dokuz mucize, bu delillerden
bazıları idi. Bunların hiçbirine iman etmediler. Allah da onları intikamında
galip, kendilerini helak etmede kadir, zat-ı subhaniyesini hiçbir şeyin âciz
bırakamayacağı kahir bir kuvvet ya-kalayışı ile çetin azapla cezalandırıverdi.
Yani Allah onları yok etti, hiç kimse bırakmadı. Onları bu tekziplerinin ve
Allah'ı inkârlarının karşılığı olarak cezalandırdı.
[31]
Firavun ve Kıpti kavminden bahseden bu kısa haber cürüm ve ceza
açıklamaları ihtiva etmektedir. Şöyle ki: Allah onlara birtakım uyarılar ve
müjdeler bildirmek üzere Musa ve Harun’u peygamber olarak gönderdi. Onlar da
bütün bu delilleri veya Allah'ın birliğini ve peygamberlerin peygamberliğini
gösteren mucizeleri tekzip ettiler, yalan saydılar. Bu deliller: Asâ (baston),
el, kıtlık, gözleri kör etme, tufan, çekirge, bit, kurbağa ve kan olmak üzere
dokuz tanedir. Allah, onları Rablerini inkâr, Allah'ın elçilerini tekzip
etmeleri sebebiyle cezalandırdı. Bu ceza sonsuz kudret sahibinden geldiği için
çetin oldu.
Bu surede geçen bu beş kıssa: Nuh, Ad, Semud, Lût kavmi ve Firavun
kıssaları sebep ve netice bakımından ortaktırlar. Sebep ve suç neredeyse
tektir. O da diğer isyanların yanında Allah'ı inkâr, peygamberlerini tekziptir.
Cezalar da tufan, uğultulu bir rüzgâr, Cebrail'in narası, taş fırlatan bir
rüzgâr ve suda boğma gibi muhtelif şekillerde tecelli etse de, netice birdir ki
o da helak ve tamamen yok etmedir. İşte bu kıssalar Kureyş kâfirleri ve
benzerleri için bir derstir, bir ibrettir.
[32]
43- Sizin kâfirleriniz bunlardan
daha mı hayırlı, yoksa kitaplarda sizin için bir beraat mi var?
44- Yoksa onlar: "Biz intikam almaya muktedir bir topluluğuz"
mu diyor-
45- Yakında o topluluk hezimete uğ- rayacak ve arkalarını dönüp kaça-
caklar.
46- Ama onların asıl azap vakti kıyamettir. Kıyamet daha belâlı ve daha acıdır.
47- Şüphesiz günahkârlar sapıklık
ve ateş içindedir.
48- Tadın ateşin dokunmasım." denilerek cehennemde yüzleri ustü sürüklenirler.
49. Şüphesiz biz her şeyi bir ölçü ile
yarattık.
50- Bizim emrimiz ancak bir göz
kırpması gibi, bir tek (kelirne)den
ibarettir.
51- Andolsun ki biz sizin benzerlerinizi helak ettik. Var mı bir ibret
alan?
52- Yaptıkları her şey kitaplardadır (amel defterlerindedir).
53- Küçük ve büyük hepsi yazılmıştır.
54- Şüphesiz takva sahipleri cennetlerde ve ırmaklardadır.
55- Kudret sahibi ve mülkü çok yüce Allah'ın huzurunda, hak
meclisindedirler.
Birinci ayetteki "daha mı hayırlı? beraet mi var?" soruları
istifham-ı inkârîdir (Elbetteki hayır cevabı alınmak için sorulmuştur). Böyle
olmadığını ifade etmek için getirilmiştir.
"Onların asıl azabı kıyamettir. Kıyamet daha belâlı..."
ayetinde "kıyamet" kelimesinin tekrarı korku ve dehşeti artırmak
içindir.
"...günahkârlar sapıklık ve ateş içinde, ... takva sahipleri
cennetlerde ve ırmaklarda" cümleleri arasında mukabele vardır.
"Ateşin dokunması" tabiri mecaz-ı mürseldir. Çünkü
"dokunmak" kelimesi mecazen "elem" manasına kullanılmıştır.
Hakiki mana ile mecazi mana arasındaki alaka ise sebep-sonuç alakasıdır. Zira
ateşin dokunması, elem duyulmasına sebeptir.[33]
Ey Kureyş "sizin kâfirleriniz bunlardan" yani şu yukarıdaki
kıssalarda geçen kâfirlerden "daha mı hayırlı, yoksa" indirilen
semavî "kitaplarda" sizin inkâr edenleriniz azaptan emin olacak, azap
görmeyecektir şeklinde "sizin için bir beraat" bir yazılı vesika
"mı var?"
"Yoksa onlar, biz" Muhammed'den "intikam almaya muktedir
bir topluluğuz mu diyorlar?" Bu sözü Bedir günü Ebu Cehil söylemişti de
bunun üzerine "yakında o topluluk hezimete uğrayacak ve arkalarını dönüp
kaçacaklar" ayeti inmişti.
Nitekim Allah onlara karşı Peygamber'ine yardım etti ve müşrikler
hezimete uğradılar. İşte bu, peygamberliğin hak olduğunu gösteren delillerden
biridir.
"Ama onların asıl azap vakti kıyamettir. Kıyamet" azabı
onların Bedir'de tattığından "daha belâlı ve daha acıdır."
"Şüphesiz günahkârlar" yani kâfirler ve müşrikler dünyada
haktan uzak, hata ve "sapıklık" içinde ahirette "ateş
içindedir."
"O gün" kendilerine "tadın ateşin dokunmasını, denilerek
cehennemde yüzleri üstü sürüklenirler." Ayette geçen "sakar",
cehennemin bir ismidir.
"Şüphesiz biz her şeyi" daha olmadan önce Levh-i Mahfuzda
yazılı, bizce bilinen "bir ölçü ile yarattık."
"Bizim emrimiz ancak bir göz kırpması gibi, bir tek (kelime)den
ibarettir." Buradaki "emrimiz" ya işimiz manasına veya olmasını
istediğimiz şeyin var olması için verdiğimiz emir manasınadır. "Bir tek
kelime"den maksat "ol" emr-i ilâhîsidir.
"Andolsun ki biz" geçmişte inkarcılıkta "sizin
benzerlerinizi helak ettik. " Sizi de helak edebiliriz. "Var mı bir
ibret alan?" Bu bir soru değil "ibret alın" manasına emirdir.
"Yaptıkları her şey kitaplardadır." hafaza meleklerinin
defterlerinde veya Levh-i Mahfuz'da yazılıdır. "Küçük büyük, hepsi
yazılmıştır."
"Şüphesiz takva sahipleri cennetlerde ve ırmaklardadır, kudret
sahibi ve mülkü yüce Allah'ın huzurunda, hak meclisindedirler."
"Allah'ın huzurunda" ifadesi mekân olarak O'nun yanında demek
olmayıp derece ve makam olarak Allah'a yakın ihsan ve ikramına lâyık
manasınadır.
"Hak meclisi" ifadesinden maksat memnun olacakları, boş sözün
konuşulmadığı ve günah işlenmeyen bir yerdir. Ancak bu meclis muayyen bir yer
olmayıp cinstir. Yani o müttakiler bu özellikteki meclislerde bulunurlar,
demektir.
[34]
İbni Cerir'in İbni Abbas'tan rivayetine göre Bedir günü müşriklerin
"Biz intikam almaya muktedir bir topluluğuz" demeleri üzerine
"Yakında o topluluk hezimete uğrayacak ve arkalarını dönüp
kaçacaklar." ayeti (45. ayet) indi.
Müslim ve Tirmizî'nin Ebu Hüreyre'den rivayet ettiklerine göre müşrikler
geldi, Rasulullah (s.a.) ile kader konusunda tartıştılar. Bunun üzerine
"Şüphesiz günahkârlar sapıklık ve ateş içindedir." ayetinden (47.
ayet) "Şüphesiz biz her şeyi bir ölçü içinde yarattık." ayetine (49.
ayet) kadar indi.
İbni Hıbbân'ın rivayetine göre Ebu Ümame el-Bâhilî şöyle dedi: Allah'a
yemin ederim ki Rasulullah'ın "şüphesiz günahkârlar sapıklık ve ateş
içindedir. O gün "Tadın ateşin dokunmasını." denilerek, cehennemde
yüzleri üstü sürüklenirler. Şüphesiz biz her şeyi bir ölçü içinde
yarattık." ayetleri (47-49. ayetler)Kaderiyye (Kaderi inkâr edenler)
hakkında indi, dediğini işittim.
Ebu Bekr İbni Harisin Ebu Zürâre el-Ensârî'den naklettiğine göre Rasulullah
(s.a.) "Şüphesiz günahkârlar sapıklık ve ateş içindedir." ayetini
okudu sonra "Bu ayet, bu ümmetin sonundan Allah'ın takdirine inanmayan
bir grup insan hakkında inmiştir." dedi.
[35]
Allah; Nuh, Hud, Salih ve Lût kavimleri gibi geçmiş ümmetlerden bazılarını
peygamberlerine iman etmemeleri sebebiyle helak ettiğini beyan ettikten sonra
Mekkelilere, inkâr üzre devam ettikleri ve sapıklıkta ısrar ettikleri takdirde
başkalarının başına gelen azap ve horlanmanın onların da başına geleceğini
kendilerine anlatmak için soru üslûbu ile azarlayarak hitap etti ve yakında
onların da bu dünyada hezimete uğrayacağını, ahiret-te de daha şiddetli ve daha
belâlı bir azapla karşılaşacaklarını bildirdi.
Sonra ahirette günahkârların yani müşriklerin göreceği azabın çeşidini
ve her şeyi Allah'ın yarattığını ve buyruğunun tekvînî "ol" kelimesi
ile süratle yerine geldiğini beyan etti. Ve müttakilerin, yani iyilerin nail
olacağı sevabı zikrederek sureyi bitirdi.
[36]
"Sizin kâfirleriniz bunlardan daha mı hayırlı, yoksa kitaplarda
sizin için bir beraat mi var?" Yani, ey Kureyş müşrikleri! Peygamberlerine
iman etmedikleri ve semavî kitapları inkâr ettikleri için helak edilen adı
geçen kâfirlerden daha mı iyi durumdasınız, yoksa elinizde, indirilen
kitaplarda "size asla ne bir azap, ne bir ceza ulaşmaz." şeklinde
Allah tarafından gönderilmiş bir beraet mi var?
Yani ey Mekkeliler veya ey Arap toplumu! Sizin kâfirleriniz, sizden
önce geçen ve inkârlarından dolayı helak edilen milletlerin kâfirlerinden daha
hayırlı değildir. Siz onlardan daha üstün değilsiniz ki peygamberlerini inkâr
ettiklerinde onların başlarına gelen azaptan emin olasınız. Peygamberlerin
kitaplarının hiçbirinde Allah'ın azabından korunacağınıza dair bir beraatiniz
de yok.
Bu, Arap müşriklerinden inkârda ısrar edenlere yönelik bir tehdit ve
bir azarlamadır. "Siz'den maksat bazılarıdır, hepsi değil. Onların
kâfirleri daha önce geçen Nuh, Hud, Salih ve Lût kavmi kâfirlerinden daha
hayırlı değildir. Bunlar da aynıdır, belki onlardan daha şer, daha kötüdürler.
"Yoksa onlar "Biz intikam almaya muktedir bir
topluluğuz." mu diyorlar?" Yani yoksa onlar "Biz kalabalık, çok
güçlü bir topluluğuz, cemaatiz. Zafer bizimdir." mi diyorlar? Onlar
aralarında yardımlaşacaklarına ve topluluklarının kendileri için kötülük
düşünenlerin üstesinden geleceğine mi inanıyor ve güveniyorlar?
Allah 'Yakında o topluluk hezimete uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklar."
sözü ile onlara cevap verdi. Yani Mekke kâfirleri veya umumi olarak Arap
inkarcılarının birliği, topluluğu yakında dağılacak, mağlup olacaklar ve
perişan bir halde kaçıp gidecekler. İşte bu, peygamberliğin delillerinden
biridir. Çünkü Allah, o müşrikleri Bedir'de hezimete uğrattı, küfrün başlan,
şirkin direkleri öldürüldü, kalanları da kaçıp gittiler.
Buhari ve Neseî, İbni Abbas'tan rivayet ettiklerine göre Bedir günü
Ra-sullullah (s.a.) çadırında şöyle dua ediyordu: "Ahdini ve vadini yerine
getir ya Rab! Ey Allah'ım, sen öyle dilersen bu günden sonra yer yüzünde
ebediy-yen ibadet olunmazsın (ibadet edecek kimse bulunmaz)." Ebu Bekir
elinden tuttu ve 'Yeter ya Rasulallah, Rabbine yeteri kadar ısrar ettin.” Dedi.
Rasulullah hemen dışarı çıktı, zırhı içinde sevinçle şu ayetleri okuyordu:
“Yakında o topluluk hezimete uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklar. Ama
onların asıl azap vakti kıyamettir. Kıyamet daha belalı ve daha acıdır."
İbni Ebi Hatem'in rivayetine göre İkrime şöyle dedi: "Yakında o
topluluk hezimete uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklar" ayeti
indiğinde Ömer "Hangi topluluk hezimete uğrayacak? Hangi topluluk mağlup
olacak?" diye soruyordu. Ömer daha sonra şöyle dedi: "Bedir günü
Rasulullah'ı zırhının içinde sevinçle 'Yakında o topluluk hezimete uğrayacak ve
arkalarını dönüp kaçacaklar." dediğini görünce bu ayetin tefsirini o gün
anladım.'
Sonra Allah işin sadece hezimete uğramaları ve gerisin geri kaçmalarından
ibaret olmadığını, azabın, bundan daha büyük olduğunu, zira onlara vaad edilen
asıl yerin kıyamet olduğunu, eğer inkâr üzerinde ısrar ederlerse ahirette
şiddetli bir azapla karşılaşacaklarını beyan ederek şöyle buyurdu:
"Ama onların asıl azap vakti kıyamettir. Kıyamet daha belâlı ve
daha acıdır." Yani hayır, onlara vaad edilen uhrevî azabın yeri ve zamanı
şüphe yok ki kıyamettir. Dünyadaki bu öldürülme, esir düşme, yenilme, onlara
vaad edilen azabın tamamı bunlardan ibaret değildir, bu onun sadece bir
başlangıcıdır. Zira ahiret azabı daha büyük, dünya azabından daha acıdır. Aynı
zamanda o devamlı ve ebedidir.
Razı şöyle der -ki bu tefsircilerin çoğunun görüşüdür-: Açıkça görülen
o ki kıyamet azabına karşı uyarma daha öncekilerin hepsine yapılmıştı. Sanki
Allah şöyle demektedir: Senden önce de inkâr edip bunda ısrar edenleri helak
ettik. Senin kavmin onlardan daha hayırlı değildir. Eğer ısrar ederlerse onların
başına gelen bunların başına da gelir. Sonra şüphesiz bu dünya azabı,
görecekleri karşılığın tamamı olmayıp, tamamlanması devamlı azap ile
olacaktır.[37]
Sonra Allah uhrevî azabın çeşidini haber vererek şöyle buyurdu:
"Şühhesiz günahkârlar sapıklık ve ateş içindedir." Yani
Allah'a şirk koşup peygamberlerini yalancı sayanlar, tüm kâfirler ve diğer
fırkalardan işlediği bid'at sebebi ile küfre düşen her bid'atçı kâfir, dünyada
bir bocalama ve şaşkınlık içinde, haktan ve doğru yoldan uzaktadır. Kıyamette de
cehennem, alevli bir ateş içinde olacaktır.
Rahman Suresi "Mücrimler=günahkârlar, simalarıyla tanınır"
(ayet: 41) ayetinde de burada olduğu gibi mücrim kelimesi müşrik için
kullanılmıştır.
Tefsircilerin çoğu bu ayetin Kaderiyye hakkında indiğinde ittifak etmişlerdir.
Vahidî tefrişinde Ebu Hüreyre'ye ulaşan senedi ile yaptığı rivayette onun
şöyle dediğini nakleder: "Kureyş müşrikleri gelmiş Rasullullah ile kader
konusunda tartışıyorlardı, bunun üzerine bu ayetten "Şüphesiz biz her şeyi
bir ölçü ile yarattık." ayetine kadar indi.[38]
Hz. Ayşe'den Rasullullah (s.a.)'in "Bu ümmetin Mecusîsi kadercilerdir.
" dediği rivayet edilmiştir.[39]
İşte bunlar Allah'ın "Şüphesiz mücrim-ler=günahkârlar sapıklık
içindedir" dediği, dünyada haktan uzak bulunan mücrimlerdir. Razî,
Rasulullah'ın bu ayet onlar hakkında indi dediği kaderiyyenin manasını beyan
sadedinde şöyle dedi: Amellerin yaratılması konusunda konuşan her firka
kaderiyyenin hasmı olduğu kanaatine varmıştır: Mesela Cebriyye şöyle der: İtaat
ve isyan Allah'ın yaratması, kaza ve kaderi ile değildir, diyenler işte
kaderciler bunlardır, çünkü onlar böylece kaderi inkâr etmiş oluyorlar.
Mutezile ise kaderci zina edip hırsızlık yaptığı zaman Allah bana bu gücü
verdi, diyen cebriyedir, çünkü kaderin varlığını kabul etmiştir, der. Bu her
iki fırka da kaderci, yaratma Allah tarafindandır, kuldan değildir, diyen
Ehl-i Sünnet'tir, derler.
Doğrusu şudur: Hakkında bu ayet inen kaderiyye, kaderi ve Allah'ın
kudretini inkâr edip hadiselerin hepsi yıldızların etkisiyle meydana gelmektedir,
diyenlerdir. "Kureyş müşrikleri" gelip Rasullullah (s.a.) ile kader
konusunda tartıştı" rivayeti de buna delâlet etmektedir. Zira onların
inancı da bu yönde idi. "Bu ümmetin Mecusisi kadercilerdir." sözüne
gelince, işte bununla Rasulullah zamanındaki kaderciler kastedilmiştir ki
bunlar hadiseler üzerinde Allah'ın kudretini inkâr eden müşriklerdir.
Dolayısıyla Mutezile bunlara dahil değildir. Müşriklerin bu ümmet içindeki
yeri Mecusile-rin geçmiş ümmetler içindeki yeri gibidir.[40]
"O gün "tadın ateşin dokunmasını" denilerek yüzleri üstü
sürüklenirler. " Yani o günahkâr kâfirler cehennemde azap olunurlar,
zelil ve rezil etmek için yüzleri üstü sürüklenirler, yermek ve azarlamak için
kendilerine "Ateşin hararetini, acılarını ve azabının şiddetini
tadın." denilir.
Sonra Allah kâinatta kulların bütün fiilleri dahil, meydana gelen her
şeyin Allah'ın yaratması ile olduğunu beyan sadedinde şöyle buyurdu.
"Şüphesiz biz her şeyi bir ölçü ile yarattık." Yani bütün
eşya hayır olsun, şer olsun, kâinatta meydana gelen bütün fiiller Allah'ın
yaratmasıdır. Hikmetinin gerektirdiği şekilde tertibi, tahkimi ve takdiridir.
Takdir edilene uygun şekilde Levh-i Mahfuz'da yazılmışdır. Var olmadan önce
ilm-i ezelîsinde sabittir. Allah olacağın halini ve zamanını önceden bilir.
Bu ayetin bir benzeri de şu ayetlerdir: "O her şeyi yarattı da,
onu erişilmez bir incelikte takdir etti." (Furkan, 25/2); "Yaratıp
düzelten, takdir edip yol gösteren Rabbin yüce ismini teşbih et." (A'lâ,
87/1, 2, 3).
Ahmed bin Hanbel ve Müslim'in İbni Ömer'den rivayetine göre Rasulullah
şöyle buyurdu: "Her şey kaderledir, hatta acizlik ve tembellik bile."
Yine Ahmed ve Müslim'in Ebu Hüreyre'den rivayet ettikleri sahih hadiste
Rasullullah şöyle buyurdu: "Allah'tan yardım iste, acze düşme, başına bir
iş gelirse "Allah takdir etti, dilediğini yaptı" de. "Keşke
şöyle şöyle yapsaydım, şöyle olurdu." deme, çünkü "Yapsaydım,
etseydim (gibi sözler)" şeytanın işine kapı açar."
Ahmed bin Hanbel, Tirmizî ve Hakimin İbni Abbas'tan rivayetlerine göre
Rasulullah ona şöyle buyurdu: "Evlât, sana birkaç kelime öğreteyim:
Allah'ı koru (dinine uy) ki O da seni korusun, Allah'ı koru (dinine uy) ki
karşında O'nu bulasın. İstediğin zaman Allah'tan iste. Yardım istediğin zaman
Allah'tan iste. Şunu iyi bil: Ümmet sana bir hususta faydalı olmak için bir
araya gelse, Allah'ın senin için yazdığından başka hiçbir şekilde faydalı
olamazlar. Yine sana bir hususta zarar vermek için bir araya gelseler,
Allah'ın senin hakkında yazdığından başka hiçbir zarar veremezler. Kalemler
kaldırıldı, sayfalar kurudu."
Şurası bilinen hususlardandır: Yazmak, kulu buna mecbur etmek, farz
kılmak manasına gelmez. Eşyayı önceden bilmek öyle yapmaya mecbur edecek
manasına gelmez. Ama bu, kâinattaki her şeyi Allah'ın önceden bildiğini
gösterir.
Sonra Allah yarattıkları hakkında iradesinin ve takdirinin geçerli olduğunu
açıklama sadedinde şöyle buyurdu:
"Bizim emrimiz ancak bir göz kırpması gibi bir tek (kelime)den
ibarettir." Yani eşyanın yaratılması hakkında bizim emrimiz sadece bir
defada olur, ikinci defa bir te'kide ihtiyaç kalmaz. Bir kelime ile
emrettiğimiz şey göz kırpması hızı içinde meydana gelir, var olur, bir an bile
gecikmez. Göz kırpmak, gözü kapayıp açmaktadır. Bu, eşyayı icad etmede Cenab-ı
Hakk'ın isteğinin süratle yerine geldiğini anlatmak için bir misaldir ki bu
sürat göz kapayıp açmak kadar veya daha kısadır. Nitekim Allah bunu bir ayet-i
kerimede şöyle buyurmuştur: "Bir şeyi murad ettiği zaman O'nun yaptığı ona
"ol"demekten ibarettir. Hemen olur." (Yasin, 36/82).
Sonra geçmiştekilerin helakinden ibret alınmasına ve hakkın bulunmasına
tekrar dikkatleri çekerek şöyle buyurdu:
"Andolsun ki biz sizin benzerlerinizi helak ettik. Var mı bir
ibret alan1?" Yani biz, geçmiş ümmetlerden peygamberleri tekzib eden
inkarcılıkta sizin benzerlerinizi helak ettik ey Kureyş! Allah'ın bunları
perişan etmesinden, onlar için azap takdir etmiş olmasından ders alan var mı?
Bu öğütlerden ders alıp, aklını başına toplayarak bunun bir hakikat olduğunu
bilen, neticede geçmiş ümmetlerin başına gelen bu cezadan korkan var mı?
Bu ayette "eşyâaküm" kelimesi "emsâleküm"
benzerleriniz manasınadır. Nitekim şu ayette de aynı manada gelmiştir:
"Daha önce benzerlerine yapıldığı gibi kendileriyle arzu ettikleri şey
arasına perde çekilmiştir." (Se-be, 34/54).
Bütün bunların ardından Allah yaptıklarının tamamını sayıp dökeceğini,
kendisinin onlar üzerindeki murakebesini bildirerek şöyle buyurdu:
"Yaptıkları her şey kitaplardadır. Küçük ve büyük hepsi
yazılmıştır." Yani ister hayır, ister şer olsun; fertlerin, kabilelerin ve
ümmetlerin yaptıklan ve yapacakları her şey Levh-i Mahfuz'da ve hafaza
meleklerinin defterlerinde yazılmıştır. "İnsan hiçbir söz söylemez ki,
yanında gözetleyen yazmaya hazır biri bulunmasın." (Kaf, 50/18) ayetinde
de beyan edildiği gibi kulların amellerinden, sözlerinden büyük veya küçük
olsun, önemli veya önemsiz olsun mutlaka her şey Levh-i Mahfuz'da ve meleklerin
kütük ve defterlerinde yazılmıştır.
Ahmed bin Hanbel, Neseî ve İbn-i Mace'nin Hz. Ayşe'den rivayet ettiklerine
göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ey Ayşe, sakın ha günahların küçük
görülenlerini yapayım, deme. Çünkü onların da Allah tarafından bir soranı
vardır."
Sonra Allah sevapla ceza, kâfirlerin göreceği ceza ile mümin ve
müttakilerin nail olacağı mükâfat arasında bir mukayese ve bir karşılaştırma
yapmak için mümin ve müttakilerin bulacağı karşılığın çeşidini zikrederek şöyle
buyurdu:
“Şüphesiz takva sahipleri cennetlerde ve ırmaklardadır. Kudret sahibi
ve mülkü çok yüce Allah’ın huzurunda, hak meclisindedirler” Yani şaki insanların
azar, tehdit ve tahkir içinde cehennemde yüz üstü sürüklenmelerinin aksine,
muttaki insanlar içinden bal, süt, su ve sarhoş etmeyen şarab ırmaklarının
aktığı cennetler içinde olacaklar, Allah'ın rızası, ikram ve ihsanına nail
olacakları cennetler içinde, boş lakırdıların konuşulmadığı, günahın
işlenmediği hak meclislerinde bulunacaklar. Dilediğini yapmaya kadir olan,
hiçbir şeyin kendisini aciz bıkaramayacağı Rablerinin katında, saygın bir mevki
ve makamda bulunacaklar. O Rab ki büyük mülkün sahibi, her şeyin yaratıcısı ve
takdir edicisi, onların istediğini yapmaya muktedir olandır.
Ahmed bin Hanbel, Müslim ve Neseî'nin Abdullah bin Amr'dan
Rasu-lullah'a ulaştırarak rivayet ettiği hadiste Rasulullah şöyle buyuruyor:
"Adaletli hükmedenler kıyamet günü Allah'ın nezdinde arşın sağında nurdan
minberler üzerinde olacaklar ki bunlar idareciliğinde ve hükmünde çoluk çocuğu
içinde ve sorumluluğunu üzerine aldığı kişiler hakkında adaletli
hükmedenlerdir."
[41]
Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:
1- Birisi bir cürüm işler ve
belirli bir ceza ile cezalandırılırsa, bu cezaya aynı cürmü işleyen benzeri
herkes çarptırılır. Arap veya Kureyş kâfirleri, inkârları yüzünden helak
edilen geçmiş milletlerin kâfirlerinden daha iyi değillerdir ve ellerinde
peygamberlere inmiş kitaplarda ceza görmeyeceklerine dair bir vesika veya bir
beraet senedi de yoktur.
2-
Kureyş kâfirleri
kendilerinin sayıca çok, kuvvetçe üstün olmaları, müslümanların da az ve zayıf
olmaları sebebiyle onlara karşı zafer kazanmaya muktedir olduklarını iddia
ettiler. Ancak beşerî güç dengeleri ilâhî kudret, hikmet ve nusret terazisinde
bozulabilir: "Nice az sayıda bir birlik Allah'ın izniyle çok sayıdaki
birliği yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/249).
Onun için Allah bu surede "O topluluk yakında hezimete uğrayacak
ve arkalarını dönüp kaçacaklar." dedi. Bedir günü ve sonraki gazalarda da
dediği gibi oldu. İşte bu peygamberliğin doğruluğunu gösteren delillerden biridir.
İbni Abbas "Bu ayetin inişiyle Bedir arasında yedi sene vardır." demiştir.
Buna göre ayet, hatta surenin tamamı Mekke'de nazil olmuştur. Buhari'nin
rivayetine göre müminlerin annesi Hz. Ayşe şöyle dedi: "Ama onların asıl
azap vakti kıyamettir. Kıyamet daha belâlı ve daha acıdır." ayeti Mekke'de
Rasulullah'a indiğinde ben daha oyun oynayan bir çocuk idim." İbni Abbas
hadisi ve Bedir günü Ebubekir'in kıssası daha önce geçti.
3- Kâfirlerin azap görmesi
dünyada öldürülmekten, esir düşmekten, hezimet, zillet ve horlanmaktan ibaret
değildir. Onlar için ahirette başka bir azap vardır ki o daha çetin, daha
büyük, daha belâlı, daha acı, daha devamlı ve kalıcıdır.
4-
Kâfirler ve müşrikler haktan
uzakta ve cehennem ateşindedirler. Cehennemde tahkir etmek ve zelil kılmak maksadıyla
yüz üstü sürüklenecekler.
5-
Allah her şeyin
yaratıcısıdır. Dolayısıyla hiçbir cebir ve baskı olmaksızın kulların bütün
fiillerini de yaratan O'dur: "Sizi ve yaptıklarınızı yaratan
Allah'tır." (Saffât 37/96); "Şüphesiz biz her şeyi bir ölçü içinde yarattık.
" Allah kadirdir, ancak O hiç kimseyi bir şey yapmaya zorlamaz, kulun
isteğine ve hürriyetine bırakır.
Müşrikler hadiseler üzerinde Allah'ın değil de yıldızların gücünü kabul
ettikleri için kaderci sayılmışlardır. Müslümanların kadercileri de "Namaz
kılmak, zina yapmak gibi kulların fiillerinde Allah'ın kudretinin bir etkisi
yoktur, kul kendi fiilini yaratır." dedikleri için kaderci diye
adlandırılmıştır.
Kurtubî şöyle der: Ehl-i Sünnet'in akidesi şudur: Allah her şeyi takdir etti. Yani onları yaratmadan önce mikdarlannı, hallerini ve zamanlarını biliyordu. Sonra onlardan her birini ilm-i ezelîsinde bildiği şekilde yarattı. Dolayısıyla süflî ve ulvî âlemde Allah'ın ilminden, kudretinden ve iradesinden sadır olmayan hiçbir şey meydana gelmez. İnsanların bu hadiselerdeki yeri ise kazanma, çalışma ve hadiselerin kendisine nispetinden ibarettir. Çünkü bütün bunlar Allah'ın kudreti, yardımı ve ilhamı ile onlara kolaylık vermesi sayesinde olmaktadır. Kur'an ve sünnette açıkça beyan edildiği gibi ondan başka yaratıcı yoktur. Mesele Kaderiyye ve başkalarının da dediği gibi "Ameller bizim elimizde, eceller başkasının elinde" şeklinde değildir. Ebu Zer (r.a.) şöyle nakleder: Necran heyeti Rasulullah'a geldi ve "Ameller bizim elimizde, eceller başkasının elinde" dediler. Bunun üzerine "Şüphesiz biz her şeyi bir ölçü içinde yarattık." ayeti indi. Heyet: "Ya Muhammed günahları da bizim hesabımıza yazıyor da, bize azap edecek mi?" dediler. Ra-sulullah (s.a.) onlara: "Siz kıyamet günü Allah'ın davalılarısınız."[42] dedi.
6- Allah'ın yaratma
hususundaki emrinin yerine gelmesi son derece süratlidir, göz kırpmaktan daha
hızlıdır, bir kelimeden ibarettir ki o da "ol" demesidir.
7- Allah müşriklere yaptığı
ikazı ve azarlamayı tekrar etti ve geçmiş ümmetlerden inkârda kendilerinin
benzerlerini helak ettiğine dikkatlerini çekti ki ibret alınsın, bunların
üzerinde düşünülsün.
8- Müşriklerden önce o
ümmetlerin yaptıklarının hepsi ve onlardan sonra da yapacaklarının -ister
hayır, ister şer olsun- hepsi, Levh-i Mah-fuz'da veya hafaza meleklerinin
defterlerinde, onların hesabına yazılmıştır. Büyük olsun küçük olsun her günah,
kişi onu işlemeden önce işleyenin üzerine yazılmıştır, işlediği zaman da
yazılır. Kâfirlerin dünyada hemen görecekleri helak, yaptıklarına karşılık ahirette
onlar için hazırlanmış azap hepsi yazılmıştır. Diğer inkarcıların yapacakları
da yazılmıştır.
9-
Mukayese ve karşılaştırma
yapmak için, teşvik ve korkutmak için Allah kâfirlerin halini anlattıktan sonra
müminlerin de halini anlattı: Müminler, müttakiler köşklerinin altından su,
şarap, süt ve bal nehirlerinin aktığı ebedî cennetler içinde olacaklar. Onlar,
dilediğini yapmaya kadir, her şeyin maliki Rablerinin yanında bir saygınlık ve
bir mevki sahibidirler. Boş sözün konuşulmadığı, günahın işlenmediği hak
meclisindedirler ki o da cennettir.
Daha önce de izah edildiği gibi buradaki "Rablerinin yanında"
olmaktan maksat O'nun nazarında bir mevki rütbe, makam sahibi olma ve manevi
bir yakınlıktır.
[43]
[1] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/125.
[2] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/125.
[3] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/125-126.
[4] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/126.
[5] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/127-128.
[6] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/128.
[7] İbni Kesir, IV/261.
[8] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14128-131.
[9] Kurtubî, XVII/126.
[10] Razî, XXIX/28.
[11] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/131-132.
[12] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/133.
[13] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/134.
[14] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/134.
[15] İbni Kesir, IV/264.
[16] Garâibul-Kur'an, Neysâbûrî,
XXVII/52.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale
Yayınları: 14/134-137.
[17] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/137-138.
[18] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/139.
[19] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/139-140.
[20] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/140-141.
[21] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/141.
[22] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/142-143.
[23] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/143.
[24] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/143-145.
[25] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/145-146.
[26] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/147-148.
[27] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/148.
[28] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/148-150.
[29] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/150-151.
[30] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/152.
[31] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/152-153.
[32] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/153.
[33] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/154-155.
[34] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/155-156.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 14/156.
[36] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/156.
[37] Razî,XXIX/68.
[38] Müslim, Tirmizî ve İbni Mace
rivayet etmiştir.
[39] İbni Mace, Cabir'den de
"Bu ümmetin Mecusîsi Allah'ın takdirlerini inkâr edenlerdir. " şeklinde
rivayet etmiştir, ancak bu zayıftır.
[40] Razî, XXIX/69-70.
[41] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/157-161.
[42] Kurtubî, XVTI/148.
[43] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/161-163.