Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular
Bitki Ve Ağaç Türleri Secde Etmektedirler
Göğün Yükseltilmesi Ve Dengenin Kurulması
Yeryüzü Sadece Enam İçin Alçaltılıp Konulmuştur
Yeryüzünü Kaplayan Bitki Örtüsü
İnsan Kuru Balçıktan Yaratılmıştır
Cann (Cin) De Dumansız Ateşten Yaratılmıştır
İki Doğunun Ve İki Batının Rabbı
İki Denizin Birbirine Salıverilmesi
İkisinden Çıkarılan İnci Ve Mercan
Göktekiler Ve Yerdekiler Hep O'ndan İster
Âhiret Gününde İnsan Ve Cinlerin Hesabını Görmeğe Yönelme
Göklerin Ve Yerin Sinirini Aşmak Mümkün Mü?
Dünya'nın Yerçekim Kuvvet Sınırını Aşmak
Yalın Ateş Ve Bunaltıcı Gaz
Gönderilmesi
Göğün Yarılıp Gül Rengine
Dönüşmesi Ve Yağ Misali Erimesi
Cennet'teki Meyvalar Kolayca Devşirilirler
Gözlerini Sadece Eşlerine Çeviren Dilberler
İyiliğin Karşılığı Ancak İyiliktir
el-Hasan, Urve b. Zübeyr'e, İkrime, Atâ' ve Câbir'e göre ;
Tamamı Mekke'de inmiştir. İbn Abbas'a
göre : 29. âyeti dışında tamamı Mekke'de inmiştir. İbn
Mes'ud ve Mukatil'e göre :
Tamamı Medine'de inmiştir. Ancak birincilerin görüşü daha sahîh kabul
edilmiştir. [1]
Ayet sayısı: 76 veya
78
Kelime sayısı: 351
Harf sayısı: 1636 [2]
1- İnsana
verilen anlama ve anlatma yeteneği konu ediliyor.
2- Güneş ve
Ay dahil her şeyin belli bir hesaba göre düzenlendiği ve hareket ettiği
açıklanıyor.
3- Kâinatta
mutlak bir düzen ve dengenin hâkim olduğu ve insanın bu düzene uyması
belirtiliyor.
4- Yerkürenin
ancak «enam», yani insanlar ve cinler veya canlılar için yaratıldığına dikkat
çekilerek ana fikir veriliyor.
5- Cânn (cin)ın da yalın zehirli
ateşten yaratıldığı haber veriliyor.
6- İki doğu,
iki batı deyimi kullanılarak dünyanın yuvarlak olduğuna ve güneşin etrafında
döndüğüne işaret ediliyor.
7- Birbirine
salıverilen iki denizin kavuşmasına bir engel konulduğu bildirilerek ilim
adamlarına temel bilgi veriliyor.
8- Denizin
özelliklerinden ve faydalarından söz ediliyor.
9- Yerin ve
göklerin çekim kuvveti alanının ancak ilim, hesap ve kesin bilgilerle nüfuz
edilip aşılabileceği kapalı bir anlatımla işleniyor.
10- Kıyametin
kopmasıyla gökte meydana gelecek değişikliklerin bazı önemli kısım ve
safhaları üzerinde duruluyor.
11- Ahiret
gününde kimseden niçin günah işlediğinin sorulmayacağı;zira her şeyin anında
yazılıp tesbit edildiğinin ortaya konulacağı haber
veriliyor.
12- Cehennem'e
girecek suçlu günahkârların
uğratılacakları azabın
safhalarından birine değinilerek yönlendirici anlamda İnkarcılar tehdit ediliyor.
13- Cennet'teki
yüksek nimetler konu edilerek birtakım misaller veriliyor.
1- Rahman
(olan Allah);
2- Kur'ân'ı öğretti.
3- İnsanı
yarattı;
4- Ona
anlatma ve açıklama yeteneği verdi.
5- Güneş ve
Ay hesap iledir,
6- Bitki ve ağaç (türleri) secde ederler.
7- Gökyüzünü
o yükseltti ve mizanı (ölçü-tartıyı) koydu.
8- Sakın
mizanda (ölçü, tartı, denge ve düzende) hakkı, insafı aşmayın!
9- Tartıyı
adaletle ayakta tutun, tartıyı eksik tartmayın.
10- Yeryüzünü
de anoak ve sadece canlı varlıklar için alçaltıp
koydu.
11- Onda
meyveler ve salkım tomurcuklu hurma ağacı vardır.
12- Kabuklu,
kapçıklı taneler ve güzel kokulu bitkiler mevcuttur.
13- O halde
(ey insanlar ve cinler!) Rabbınızın hangi nimetlerini
yalan sayabilirsiniz?
14- İnsanı
testi gibi ses çıkaran kuru balçıktan yarattı.
15- Cânn'ı (Cinleri) de dumansız bir ateşten yarattı.
16- Artık Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlıyabilirsiniz?
Furkan Sûresi 60. âyetle, «Rahmân'a secde ediniz!»
mealindeki emir
inince, Mekke
müşrikleri: «Rahman da neymiş?» diyerek Allah'ın bu isim ve sıfatını da red ve inkâr ettiler. Bu sebeple yukarıdaki âyetler Rahmân'i tanıtır mahiyette indirildi. [3]
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Nahle
mevkiinde bulunuyordu. Kalkıp sabah namazını kılarken Rahman Sûresi'ni okudu,
O sırada cinlerden bir grup oradan geçiyordu; derken
okunan Kur'ân âyetlerini dinlediler ve imân ettiler. [4]
Aynı konuya Tirmizî'de yer verilerek deniliyor ki: «Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz ashabının yanına geldi ve onlara Rahman Sûresi'nin tamamını
okudu. Ashab*ı Kiram edeple susup dinlediler. Bunun
üzerine Resûlüllah (A.S.) şöyle buyurdu:
«Çin'lerle mülakat
yapılan gecede bu sûreyi cinlere okuduğum zaman sizden çok daha güzel
karşılayıp cevapladılar. Ne kadar «Febieyyi alâî Rabbikümâ tükezzîbân» âyetini okudumsa, onlar: «Ya
Rabbi! Senin hiçbir nimetini yalanlamıyoruz. Ha m d sana mahsustur» dediler.» [5]
Kays b. Âsim el-Minkarî'den
yapılan rivayette, adı geçen diyor ki: «Resûlüllah'a
(A.S.) şöyle dedim : «Ya Resûlellah!
Sana indirilen (Kur'ân âyetlerinjden
bana oku. O da bana Rahman Sûresi'ni okudu. Ben o sûreyi dinleyince şöyle
dedim: «Vallahi bunda bîr başka güzellik, üzerinde bir tatlılık ve çekicilik
vardır. Altı bereketli, üstü meyvalıdir ve mümkün
değil bunu beşer söyleyemez.» Sonra da Kelime-î Şehadeti
getirerek İslâm'a girdim.» [6]
Fatiha Sûresi'nde bu
sıfat üzerinde yeterince durulmuş ve gereken açıklama yapılmıştır. Allah'a has
bir sıfattır. «Rahmet» kökünden türetilmiştir. Kök manâ olarak, kalp
yufkalığı, şefkat ve incelik mânalarına delâlet eder. İsim olarak, Allah'ın 99
güzel isimlerinden biridir. Kâinat bütünüyle bu sıfattan tecelli eden rahmet
kapsamına girmiştir. Ancak her kişi kendi inanç ve yeteneğine; irfan ve
kültürüne göre bundan yararlanabilir. Onun için Rahman ismi daha çok dünyaya
yönelik bulunmaktadır. Rahîm ismi ise daha çok Âhiret
Âlemi'ne yönelik olup mü'minlerden yana bir özellik
arz etmektedir.
«Rahman (olan Allah); Kur'ân'ı öğretti..»
Bu mânayla Rahman olan
Allah, insanlara rahmetinin bir diğer kapısını açarak Kur'ân-ı
Kerîm'i indirip öğretme lûtfunda bulunmuştur.
Bundan önce de bu
rahmetin tecellisi olarak Adem'i yaratıp Ona eşyanın ismini öğretmiş veya
Muhammed'i (A.S.) yaratıp Ona helâl ve harami; doğru ve eğri yolları
öğretmiştir.
Diğer bir yorumla,
Rahman olan Cenâb-ı Hak, insan türünü yaratıp ona
anlama, anlatma, açıklama, duyduğunu söyleme, düşündüğünü ifade
etme yeteneğini vermiştir. Ve bütün
bunlar O'nun rahmetinin eseri, kudretinin tezahürleridir.
Diğer yandan öteki
canlılara beyân öğretmemiş ve bu yeteneği en güzel ölçü ve anlamda insana
bahsetmiştir. Zira insan, yaratılan canlıların en şereflisidir. Diğer bütün
canlılar onun için yaratılıp, yine ona hizmette bulunmak üzere yeryüzüne
dengeli şekilde serpiştirilmiştir.
«Güneş ve Ay hesap
iledir.»
Kur'ân-ı Kerîm, henüz dünya üzerinde yaşayan milletler güneş
ve ay hakkında ciddi hiçbir bilgiye ve tesbite sahip
değilken, on beş asır önce güneş ve ayın hareketlerinin hesaba dayandığını
açıklayarak ilim adamlarına hareket noktasını belirlemiş ve ön bilgi
vermiştir,
İbn Abbas (R.A.), Katade ve Ebû Mâlik gibi, Kur'ân âyetleri üzerinde çalışan İslâm ilim adamları sözünü
ettiğimiz âyetin tefsirinde şu tarihî sözü söylemişlerdir: «Güneş ve ay kendi
menzil (yörünge)lerinde belli ve belirli hesaba göre
hareket etmektedirler. Öyle ki, hiçbiri menzilinden (yörünge) meyledip
sapmamaktadır.» [7]
İbn Zeyd ve İbn'i
Kisan'a göre : Bu ikisinin düzenli hareketiyle vakitler,
ömürler ve işler hesaplanır. [8]
Süddî'ye göre : Güneş ve ay insanların eceline benzer bir
ecele doğru hareketlerini sürdürürler; yani ikisinin de bir gün hareketi sona
erer ve ömürleri tamamlanmış olur. [9]
Tabiîn'den Mücâhid'e göre : âyette
geçen «hüsbân», yuvarlak olan değirmen taşının kendi
ekseni etrafında dönmesi anlamına gelir. Bu yorum ve mânayla, güneş kendi
merkezinde, ay da kendine has menzilinde hareket halindedir. [10]
Ancak İbn Abbas'ın yorum ve açıklaması,
ilâhî murada daha uygun kabul edilmiştir.
Nitekim Yâsîn
Sûresi'nde : «Güneş ve aydan her biri kendi yörüngesinde yüzüp gitmektedir» buyurularak, konumuzu oluşturan âyete açıklık
getirilmiştir. Yine aynı sûrede güneş ile ayın yörüngelerinin çakışıp kesişmesinin
söz konusu olamayacağı belirtilerek bu hususta astronomlara ve diğer ilgili
ilim adamlarına en doğru temel bilgi verilmiştir.
«Bitki ve ağaç
(türleri) secde ederler.»
Kur'ân burada «necm» ve «şecer» isimlerini kullanmıştır. Necm
ismi, birkaç mânaya delâlet eder:
a) İbn Abbas'a (R.A.) göre : Sakı
olmayan bitki demektir,
b) Yıldız hakkında kullanıldığı yaygındır.
Yeryüzünde ilâhî
kudrete, vahdaniyet doğrultusunda delâlet eden saksız bitkilerle gövdesi ve
sakı olan bitki ve ağaçların secde etmesi belirtilmektedir. Bunun anlamı
üzerinde hayli durulmuş ve az farklı yorumlar yapılmıştır:
1- Bitkilerin
sabah ve akşam vakitlerinde gölgelerinin batıya ve doğuya doğru uzanması
demektir.
2-Yıldızların
secdesi ise, güneşin doğmasıyla görünmez olmaları ve bir de kendi
yörüngelerinde hareket halleridir.
«Secde»nin sözlük mânası, teslimiyet gösterip Allah'ın kurduğu kanun
ve düzene baş eğmektir. Terim olarak, üstün saygı duyup kulluğun gereğini
yerine getirmek üzere eğilmek, başı indirip yere koymaktır. Namazda Allah'a
secde etmek bu tarifin kapsamına girer.
Bu mânayla secde
yalnız Allah'a edilir; başkasına secde etmek küfürdür ve nankörlüktür.
İnsan dışındaki diğer
şeylerin secdesi, herbirinin yaratıldığı amaca
yönelip bağlı bulunduğu kanun gereği hizmet vermesidir.
«Gökyüzünü O yükseltti
ve mîzânı (ölçü-tartıyı) koydu. Sakın tartıda hakkı, insafı aşmayın.»
Yedinci âyetle,
Allah'ın varlığına ve birliğine delâlet eden dördüncü belge işlenirken «mîzân»
kavramına yer verilmektedir. Fezanın bir bakıma rakama sığmayacak büyüklüğü ve
ondaki cisimlerin birbirinden uzak tutulması; sistemlerin oluşturulmasının
muhakkak ki çok hassas bir mîzana göre sağlandığını göstermektedir.
Mîzân, ismi alet olup
«terazi» anlamına geldiği gibi, denklem, denge, adalet ve düzen mânalarında da
kullanıldığı vâkidir.
Bunlardan şu sonucu
çıkarabiliriz : Fezada yer alan, dünya dahil bütün yıldız ve sistemlerin kendi
hareketlerinde, yercekim ve merkezkaç kanunlarıyla
mutlak bir denge hâkimdir. Aynı zamanda her yıldız ve sistemde yer alan şeyler
arasında da bir denge ve hassas bir düzenleme söz konusudur.
Dünyanın belli bir
süratle kendi ekseni ve güneş etrafında elips çizerek sürdürdüğü hareketi, her
bakımdan dengeli ve düzenlidir. Nitekim «elipssin tarifi yapılırken bu tür
dengeye işaretle şöyle denilmiştir: «Öyle kapalı bir eğri ki bütün noktalarının
'odak' denilen iki ayrı noktaya olan uzaklıklarının toplamı birbirine denktir.»
Yeryüzünün kuruluş ve
yayılışında da bu denge kanunu hâkimdir. Ancak zaman zaman
insanların bilgisizce müdahalesi bu dengeyi bozmaktadır. Meselâ ormanlar hem
bol oksijen verip sağlık kazandırır, hem havanın tozunu ve kirliliğini toplar,
hem yağmur yağmasını sağlar, hem birçok canlılara barınak hizmeti verir.
Ağaçları plânsız,
programsız ve bilgisizce kestiğimiz takdirde bu denge bozulur ve zincirleme
birçok dengelerin de bozulmasına neden olur. Önce kuraklık başlar, toprak
kayması meydana gelir.
Denizleri kirletmek ve
barındırdığı canlıları bilgisizce avlamak ayrı bir dengesizlik doğurur.
Kur'ân bu hususu biraz daha açıklayarak Rûm Sûresi 41.
âyette şöyle buyurmaktadır: «İnsanların elleriyle işledikleri (bilgisizce)
işlerden, fenalıklardan dolayı karada ve denizde fesat (dengesizlik ve
düzensizlik) ortaya çıktı..»
Onun için konumuzu
oluşturan sekizinci âyette, insanlara seslenilerek şu uyarı yapılmaktadır:
«Sakın mîzânda (ölçü, tartı, denge ve düzende) hakkı, insafı aşmayın.»
Ayrıca âyette,
göklerde mîzân, yani denge ve düzen kurulduğu gibi, yerde de mîzan kurulmuştur.
Artık siz de hem denge ve düzeni koruyun, hem de alım-satımda bulunurken teraziyi, tartıyı doğru ve
âdil kullanın, hususu
da kısaca belirtilerek
uyarıda bulunulmaktadır.
«Yeryüzünü de ancak ve
sadece canlı varlıklar için alçaltıp koydu.»
Cümlede «hasr» var. Arapça gramere göre, mefül
fiilden önce gelirse, «hasr» ifade eder. Şöyle ki:
Enam için ancak yerküre konulmuştur. O holde başka yıldız ve gezegende «enam»
yoktur.
«Enam» kavramı Arapça olup
birkaç mânaya delâlet etmektedir. Ka-mus'ta da belirtildiği üzere, bu isim bütün canlı
yaratıkları kapsamına alır. Bir diğer tesbite göre,
cinlere ve insanlara veya yeryüzünde yaşamakta olan canlı mahlûkatın tümüne
delâlet eder.
Cin ve insanlar hakkında
kullanılması ise, daha yaygındır. Bu açıdan hareketle, insan ve cinlerin
barınması ve hayatlarını sürdürmesi için yeryüzü onlara tahsis edilmiştir.
Başka bir gezegen veya yıldızda bu iki cinsin yaşamasına elverişli ortam ve
şartlar mevcut değildir.
Sonuç olarak, dünya
denilen gezegen dışında başka bir gezegen ve yıldızda insan ve cin türü yoktur,
denilebilir.
Nitekim son birkaç yıl
içinde gezegenler üzerinde yapılan bilimsel araştırmalardan, hiç birinde
biyolojik var oluşun veya bir uygarlığın izlerine rastlanmadığı gibi,
bildiğimiz mevcut canlıların yaşamasına elverişli ortam ve şartların da
bulunmadığı anlaşılmıştır.
Güneş'e en yakın
gezegen «Merkûr»dür. Milyonlarca yıldır güneş ışınları
çarptığı halde, gezegenin yüzeyinde hiçbir hayat ortamı bulunmadığı tesbit edilmiştir.
Dünyamızın ikiz
kardeşi durumunda olan «Venüs» gezegeninde ise, bir atmosfer vardır ki, % 98'i,
karbondioksit'ten oluşmuştur. Hidrojen, argon, karbonmonoksit
ve biraz da su buharından oluşan bu kızgın gazlarla bezenmiş atmosfer, saatte
360 km. hızla gezegen yüzeyinde 500 santigram dereceye ulaşan ısı, gezegende
«nemsin oluşmasına imkân vermemektedir.
Dünyamızdan gönderilen
uzay araçları Viking I ve Viking
II 1976 yılı yazında birbirlerinden oldukça
uzak yüzeylere indirildikleri halde, bilim adamları, Merih yüzeyinde heyecanla incelemeye
başlamışlardı. Ancak bu gezegende de herhangi bir hayat ortamı bulunmadığı
anlaşılmıştır.
Dev gezegenlerden
«Jüpiter»in çevresi ise, hidrojen, helyum ve diğer zehirli gazlardan
oluşmuştur. Isı -250 dereceye düşmektedir. Bu durumda hayat ortamı söz konusu
değildir.
«Satürn»ün güneşe
uzaklığı sebebiyle çevresinde dolaşan gaz halkalarının donup buz küreleri
halinde olduğu anlaşılmıştır. -155 derecedeki ısı, biyolojik varoluşu
tanımamaktadır.
Diğer iki dev gezegen
«Üranus» ve «Neptün»ün güneşten cok
uzak oldukları için, yüzeyleri 10.000 km. kalınlığında buzlarla kaplanmış durumdadır.
Hayata elverişli ortam mevcut değildir.
En uzaktaki
gezegenlerden 1930 yılında keşfedilen «Plüton» ile 1978 yılında keşfedilen «Charon» adlı uydularda da hayatın varoluşu beklenemez.
“Onda
salkım tomurcuklu hurma ağacı vardır.
Kabuklu, kapçıktı taneler ve güzel kokulu bitkiler mevcuttur.”
Kur'ân'da denizlere sık sık
değinildiği gibi, yeryüzünü kaplayan bitki örtüsünden de yeri geldikçe söz
edilmektedir. Böylece hem Allah'ın insanlara hazırlayıp verdiği çok çeşitli
nimetlerin, hem de ağacın ve diğer bitkilerin önemine atıf yapılmaktadır.
Anlaşıldığı üzere,
tarımın yararına işarette bulunulmakta; diğer yandan çeşitli meyvalara dikkatler çekilerek Allah'ın bu güzel
nimetlerinden en iyi şekilde yararlanmamız ilham edilmektedir. Aynı zamanda
kabuklu ve kapçıklı olan tahıl ve benzeri bitkiler
üzerinde durulmakta; güzel kokulu olup şifâ kaynağı diğer bitkilere parmak
basılmaktadır;
Bütün bu kısa
açıklamadan anlıyoruz ki, varlıkta hiçbir şey faydasız, amaçsız ve gayesiz
yaratılmamış ve hepsi de insandan yana var kılınmıştır. Gerçek bu olunca,
insanoğlu ve sonra cinler Rablerinin hangi nimetinin lüzumsuz, hikmetsiz
amaçsız olduğunu söyleyip gerçeği yalanlıyabilirler?
«İnsanı testi gibi ses
çıkaran kuru balçıktan yarattı.»
Cenâb-ı Hak, her türlü nazariye, varsayım ve şüpheyi bir
tarafa ite-. rek, ilk insanı ilâhî kudretin
tecellisiyle balçıktan yarattığını açıklamaktadır. Sonra da yer yer Adem'in soyunu da bir bakıma topraktan elde edilen
gıdalardan oluşan «nutfe»den yarattığını bildirerek
insanın yaratılışı hakkında iki ayrı kanunun birbirini izlediğini haber
vermektedir. Birinci kanun bir defaya mahsus «kün
emri» ile; ikincisi, kıyamete kadar sürecek biyolojik kanunla gerçekleşmiştir.
İlk insanın kurumuş
balçıktan yaratıldığı haber verilirken, Kur'ân'da
birbirini tamamlayan beş ayrı bilgi sergileniyor:
1- Turab,
2- Tîn,
3- Sülâletin min tîn,
4- Tîn-i Lâzib,
5- Salsalin ke'l-fahhar.
İlk insanın önce
topraktan yaratıldığı, sonra bu toprağın özelliklerine ve bazı arızî
vasıflarına değinilerek, balçık halinde olduğu, sonra bu balçığın süzülmüş
bulunduğu, sonra da bunun testi misali fiske vurulduğunda ses çıkardığı beyân
ediliyor. Aynea «salsâl»in, kokuşmuş balçık anlamına
geldiği de söylenir. Diğer yandan bu balçığın çok yapışkan bir özellik
taşıdığı belirtiliyor.
Bütün bu değişik
anlatım şekilleri bize ilk insan Adem'in (A.S.) yaratıldığı toprağın
şekillenip içine ruh girinceye kadar geçirdiği safhaları haber vermekte ve bu
konuda araştırıcılara hareket noktası belirlenmektedir.
Diğer bir yorum da
bize başka bir hareket noktası gösteriyor. Şöyle ki: Yer kabuğunun geçirdiği
dönem ve safhalara işaret edilmekte ve her şeyin kendi özelliği doğrultusunda
tekâmül devresi geçirdiğine değinilmektedir.
Yer kabuğunun oluşma
safhaları incelendiği zaman, âyetle bilimsel araştırma arasında bir paralellik
kurmanın mümkün olduğu anlaşılır.
Yer kabuğunun,
derinlerdeki ergimiş kızgın kütlelerin yeryüzüne püskürmesiyle meydana geldiği
ve başka kütlelerin de buna eklendiği bilinmektedir. Akarsuların, göllerin ve
denizlerin bıraktığı çökelek kütle ile yer kabuğunda meydana gelen büyük
çaptaki yer değişmelerinden doğan basınçların tesirine uğrayan kütleler de bu cümledendir.
Böylece yer kabuğunun
derinliklerindeki ergimiş kızgın kütlelerin püs-kürmesiyle oluşan tabaka, soğuyunca bunlardan granit bazalt
gibi mineraller oluşmuştur. Yapışkan balçık, süzülmüş balçık, tın tın ses veren iyice kuruyup pişmiş balçık bu kütlelere de
işaret olabilir.
«Cânn'ı
(cinleri) de dumansız bir ateşten yarattı.»
«Cânn»
ismi üzerinde hayli durulmuş ve farklı yorumlarda bulunulmuştur :
a) el-Hasan'a
göre : Bu, cinlerin ilk babası sayılan İblîs'in bir diğer adıdır.
b) Bununla
doğrudan cinler kasdedilmektedir. Zira «cânn», «cinsnin tekilidir. Bu
manayla, cinlerin ilk babası kasdedilmiş olunabilir.
«Mâric»
sıfatına gelince: Bunun üzerinde de farklı tesbit ve
yorumlar olmuştur:
a) İbn Abbas'a (R.A.) göre : Yalın
ateş demektir.
b) el-Leys'e göre:
Alev alev yükselen dumansız ateş demektir.
c) Diğer bazı
ilim adamlarına göre : Dumansız ateş üzerinde renk renk birbirine
karışıp yükselen zehirli alev demektir.
d) el-Müberrid'e göre
: Salıverilip engel tanımayan ateş demektir.
e) Ebû Ubeyde'ye göre : Her şeye tesir edip geçebilen
şu'le (ışın) demektir.
f) Lûgatçi Cevheri
kendi Sinan'ında, bunun dumansız ateş olduğunu belirtmiştir.
Böylece toprak nasıl
et, kan, sinir ve kemiğe dönüşüp insan bedenini meydana getirmişse, ateş de
ışınlara dönüşüp «cin» denilen varlığın meydana gelmesine vasat kılınmıştır.
İnsanî ruh, çamurdan oluşan bedene girince, ona akıl, duygu, düşünce ve
hareket sağlamış; cinnî ruh da ışına girince onda
aynı şeyleri ve fazla olarak da baş döndürücü bir hız ve hareketi doğurmuştur.
Yukarıdaki âyetlerle, Cenâb-ı Hakk'ın varlığına,
kudretinin yüceliğine delâlet eden belgelere yer verildi ve ilmî araştırma
yapmak isteyenlere hareket noktaları belirlendi.
Aşağıdaki âyetlerle,
yine ilâhî kudretin yüceliğine delâlet eden birkaç belgeye yer veriliyor. Hemen
arkasından insan ve cinlerin çok sınırlı bir alanda hareket etme imkânlarının
bulunduğu konu edilerek yerçekim kuvveti sınırına
dikkatler çekiliyor. Sonra da duygu ve düşünceleri yönlendirecek anlamda
kıyamet ve âhiret olaylarına değiniliyor.
17- O, iki
doğunun da, iki batının da Rabbidır,
18- Artık Rabbınizın hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?
19- Birbirine
kavuşmak üzere iki denizi salıverdi,
20- Aralarında
bir engel vardır ki, biri diğerinin sınırını geçemez.
21- Artık Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?
22- İkisinden
de inci ve mercan çıkar.
23- O halde Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?
24- Denizde
dağlar gibi yükselen gemiler O'nundur.
25- Artık Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?
26- Yerin
üstündeki her şey fânidir.
27- Çok yüce
azamet ve iyilik sahibi olan Rabbının zâtı bakidir
baki kalacaktır.
28- O halde Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?
29- Göklerdeki
ve yerdeki kimseler hep O'ndan
ister; O, her gün (her dem ve an)
bir işte, bir tecellidedir.
30- Artık Rabbınızın hangi
nimetlerini yalanlayabilirsiniz?
31- Ey
(yeryüzünün) iki ağırlığı (olan insanlar ve cinler)! Yakında (kıyamet günü)
sizinle meşgul olup gerekeni yapacağız.
32- Artık Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?
33- Ey cin
ve insan topluluğu! Göklerin ve yerin sınırlarını aşıp geçmeye
gücünüz yetiyorsa, haydi aşıp geçin.. Ama geçemezsiniz,
ancak bir sultan (açık belge, kesin delil, hesap, kuvvet ve üstünlük) ile geçebilirsiniz.
34- Artık Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?
35-Üzerinize
dumansız bir ateş ve bunaltıcı bir duman (gaz) gönderilir de artık kendinizi
savunamaz ve kurtaramazsınız.
36- O halde Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?
37- Gök
yarılıp gül rengine dönüşerek yağ gibi eridiği zaman..
38- Artık Rabbınızın
hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?
39- O gün,
ne insanlara, ne de cinlere günahları (mn sebebi)
sorulur.
40- O halde Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?
“O' 'ki doğunun da Rabbıdır, iki batının da Rabbıdır”
En uzun günde güneşin
doğup battığı nokta ile en kısa günde doğup battığı nokta söz konusu edilerek
«iki doğu, iki batı» şeklinde bir anlatıma yer verilmiştir.
Diğer bir yorumla, yerkürenin
180 derecesine işaretle «iki doğunun, iki batının Rabbı»
denilmiştir. Bu manayla bir şeyin iki tarafını anmak, tümünü kasdetmek olduğundan, her gün meydana gelen iki doğu, iki
batı söz konusu olabilir.
«Biribirine
kavuşmak üzere iki denizi
salıverdi; aralarında bir engel vardır ki, biri diğerinin sınırını geçemez.»
Klasik tefsirlerde bu
âyet üzerinde birçok yorumlar yapılmışsa da, çoğu İsrâiliyata
dayanır. Son yıllarda denizlerde ciddi anlamda bilimsel araştırma yapan Kaptan
Kusto (Cousteau), Cebelitarık boğazında araştırmasını
sürdürürken şu önemli
olayla karşılaştığını belirterek diyor ki: «Akdeniz'in suyu gerek yoğunluğu,
gerekse içindeki yetişen bitki çeşitleriyle ve canlı-larıyla
suların karıştığı Atlas Okyanus'undan farklı yapıdadır. Bu konuda bir araştırma
yapmak için ekibimle birlikte Cebelitarık Boğazı'na gittim. İlk birkaç gün
sonunda ortaya çıkan sonuç beni şaşırtmıştı. Bu iki denizin suyu birbirine
karışmıyordu.
Çünkü bu iki denizin
karışmasına, birleşme noktasında bulunan harika bir su engeli bulunuyordu.»
Bu arada Almanların
yıllar önceki bulgularını da incelemeyi ihmal et-miyen
Kaptan Kusto sözüne şöyle devam ediyor: «1962 yılında
Alman ilim adamları Aden Körfezi ile Kızıldeniz'in birleştiği Mendep Boğazı'nda bir araştırma yapmışlar. Vardıkları sonuç
aynı.. İki denizin suyu, ortada bulunan bir su engeli ile birbirinden kesin
olarak ayrı bulunuyorlar.»
Cok geçmeden Kaptan Kusto kesin sonuca ulaştı: «Farklı yapıda olan bütün
denizler, aralarında yer alan su engeli nedeniyle birbirine kavuşmazlar.»
Sonra da Kaptan Kusto, son yıllarda İslâm'ı kendine din seçen ünlü ilim
adamı Dr. Muriçe Bucaill'le
görüştü. Bu önemli konunun 1400 yıl önce Kur'ân'da
ayrıntılı şekilde açıklandığını duyan Kusto şaşırdı;
Rahman Sûresi 19 ve 20. âyetler kendisine gösterilince hayreti arttı. Aynı
konuya Fur-kan Sûresi 53. âyetle de temas edildiğini
görünce, Kur'ân'ın ilâhî olduğunu, insan sözü olamiyacağını; modern ilmin Kur'ân'ı
on dört yüzyıl geriden takip ettiğini anlamakta gecikmedi ve böylece İslâm'ı
kendine din seçti.
Ancak iki deniz
arasında engel kabul edilen su hakkında bilimsel bir açıklamaya ihtiyaç vardır.
Basın yoluyla bize intikal eden tesbitlerde Kaptan Kusto'nun, bu hususta aydınlatıcı ve tatmin ediei bilimsel bir açıklamada bulunmadığını görüyoruz.
Kur'ân-i Kerîm bu su engelini «berzah» olarak
belirtmektedir. Bu da, iki şey arasında aşılması zor engel, fasıl gibi mânalara
gelir.
«İkisinden de inci ve
mercan çıkar.»
Cenâb-ı Hak, deniz nimetlerine dikkatleri çekerken, iyi bir
ticaret ürünü sayılan inci ile mercandan söz etmektedir. Süs eşyası olarak bu
iki şeyin her devirde değer taşıdığına işaretle, deniz ürünleriyle yakından
ilgilenmemizi telkin ve teşvîk ediyor.
İnci, İstiridye ve
benzeri kabuklu deniz hayvanlarının içinden çıkan sedef renginde sert
taneciktir, süs olarak kullanılır. İnci sadece denizde yaşayan bu kabuklu
hayvanlardan çıkmaz, en küçük incilerin yüksek değerli olanları, çoğunlukla
İskoçya, İrlanda, Almanya, Rusya ve Çin gibi bazı ülkelerden geçen nehirlerdeki
midyelerden de elde edilir.
Mercan, daha çok sıcak
denizlerde bulunur.
«Denizde dağlar gibi
yükselen gemiler O'nundur.»
Denizlerde yüzen dağ
misali büyük gemilerden söz edilmektedir. Bu, hem bize Kur'ân'ın
indiği çağda büyük gemilerin inşa edildiğini, hem de her çağda böyle büyük
gemileri inşa etmeye muhtaç bulunduğumuzu belirtmeye yönelik bir anlatım
tarzıdır.
Ayrıca «münşeat
gemiler» tabiri kullanılmaktadır. Bu, üc ayrı yorumda
bulunmaya uygun bir esneklik taşımaktadır:
a) İnşa edilip suda yüzdürülen gemiler,
b) Büyükçe, yüksek yelkenli gemiler,
c) Su üzerinde yüzebilecek özellikte büyük
gemiler..
Birinci yorum, maksada
daha uygundur. Çünkü Cenâb-ı Hak, insana verdiği
zekâ ve yeteneklerin bu ve benzeri büyük gemiler yapmaya yeterli olduğuna
işaretle, bilhassa «inşâ» kökünden gelen «münşeat» sıfatını kullanmıştır.
«A'lâm»,
«alem»in çoğuludur. Alem, yüksek dağ demektir. Aynı zamanda işaret, arda,
belirti ve bayrak manalarına da delâlet etmektedir.
Böylece Kur'ân, mü'minler için denizin ve
deniz taşımacılığının; deniz ürünlerinden yararlanmanın önemini sık sık belirterek, bu kontiyla
yakından
ilgilenmemizi ilham
etmektedir.
«Yerin üstündeki her
şey fânidir. Cok yüce azamet ve iyilik sahibi olan Rabbının
zatı bakidir, baki kalacaktır.»
Burada her ne kadar
sadece yeryüzündekilerin fâni olduğu belirtilmekteyse de, göktekiler de buna
dahildir. Zira bu gibi konularda «Parçayı anma, tümü irâde etme» kuralı, (meeaz-İ mürsel kaidesi) söz
konusudur.
Allah'ın zatından
başka her şeyin ölüp gideeeği, silinip yok olacağı,
eskiyip özelliğini kaybedeceği açıklanıyor. Buradaki ölüp gitme, eskiyip silinme,
mutlak anlamda bir yokluğa karışma değildir. Her şeyin aslına dönmesidir ki,
bu da eşyanın bulunduğu halden başka bir hale geçişi
demektir. Ölen insanın bedeninin çürüyüp parazitlere, sonra da toprağa dönüşmesi
ve günü gelince, belli ve belirli elementlerin biraraya
getirilmesiyle fenadan bakaya döndürülmesi bu cümledendir. Allah (c.c.) ne
değişir, ne değişikliğe uğrar; ne ölür, ne de fena bulur. O, nasılsa öyledir ve
hep öyle kalacaktır. Her şey O'nun sonsuz kudretinin eseridir. O ise, kendi
zâtiyle, kudretiyle kaimdir ve vardır. O'nun varlığı vaciptir. Bizim ve diğer
eşyanın varlığı mümkündür. Varlığı vacip olanın başka bir varlığa ihtiyacı
yoktur. Varlığı mümkün olanın ise, her zaman varlığı vacip olan kudrete
ihtiyacı söz konusudur. Akaid İlmi'nde bu konu şöyle
belirtilmiştir: «Allah, vâci-bü'l-vücud'dur. O'ndan başkası mümkünü'f-vücud'dur.»
Kasas Sûresinde : «Allah'ın vechi
(zatından veya rızasına uygun olanın) dan başka her şey yok olucudur» mealindeki
88. âyetin tefsirinde geniş açıklamc yapılmıştır. O
bakımdan konuyu burada özetlemeyi yararlı gördük.
Celâl ve ikram sahibi
Allah'ın vechi:
«Allah'ın vechi» burada daha çok şu iki manaya delâlet etmektedir:
1- Allah'ın
zâtı ve varlığı,
2- Allah'ın
rızasına uygun olan amel..
Bu ikinci manâya göre
: Kulun bütün iş ve ameli boş ve anlamsızdır; neticesiz ve semeresizdir. Ancak Cenâb-ı Hakk'ın rızasına uygun iş
ve amelleri bu genellemenin dışındadır. Kalıcı olanı da bu istisna teşkil
edenidir.
Böylece denizler de,
onlarda yüzen dağ gibi gemiler de, o gemileri inşa edenler ve ettirenler de;
birçok nîmetiere erişip şükredenler ve etmi-yenler de eninde sonunda fena bulacak; mevcut düzenle
birlikte silinip belirsiz hale gelecek. İkinci hayat düzeni kurulunca, insanlar
yeniden varlığın aydınlığına getirilecek ve ebediyet damgasıyla mühürlenip
Zat-i Hakk'ın sonsuz lütuf ve inayetine ebediyen mazhar kılınacaklardır.
«Zü'l-celâl»,
azamet, yücelik, büyüklük sahibi ve övgü değer sıfatlara, layık olan zat gibi
manalara; «ve'l-ikrâm» ise, lütuf ve ihsan sahibi,
bağış ve vergisi bol olan zat gibi mânalara delâlet eder.
«Göklerdeki ve yerdeki
kimseler hep O'ndan İster. O, her gün
(her dem ve an) bir işte, bir tecellidedir.»
Göklerdeki melekler,
O'ndan rahmet ve yakınlık; yerdeki canlılar O'ndan rızık
ve rahmet; insanlar ve cinler O'ndan sayısız şeyler isterler. Cenâb-ı Hak, her canlının isteğine yetecek kadar nîmet
kaynaklarını önceden hazırlayıp belli bir plâna göre düzenlemiştir. Artık
herkes kendi zekâ ve becerisine, ilim ve idrâkine göre, o kaynaklardan
faydalanır.
İbn Abbas (R.A.) ve Ebû Sâlih'a göre : Gök ehli
O'ndan mağfiret ister, rızık istemez. Yer ehli
O'ndan hem mağfiret, hem de rızık ister.
İbn Cüreyc'e göre : Melekler,
yeryüzü ehli için O'ndan rızık isterler.
O, her dem ve her an
bir işte, bir tecellidedir. O'nun tecellilerinin sonu ve sınırı yoktur. Kiminin
günahlarını bağışlar, kiminin sıkıntısını giderir. Kimini yükseltir, kimini
alçaltır. Kimini aziz kılar, kimini zelîl ve hakîr eyler. Öldüren ve dirilten
ancak O'dur. Rızkı belli kanunlara göre genişletip ve bir ölçüye göre daraltan
da O'dur. Kullarını devamlı surette denemelere tabi tutar, onların irâde, imân
ve sabırlarını belirleyip yazar. Kâinat düzenini belli plân ve programa göre
yürütür. Geceyi gündüze, gündüzü geceye katar. Ölüyü diriden, diriyi de ölüden
çıkarır. Zira O her an bir iş ve bir tecellidedir.
Ayrıca bu âyetle,
Yahudilerin, «Allah cumartesi günü dinlenir; hiçbir
iş yapmaz» şeklindeki iddiaları
reddedilmektedir. Allah için dinlenme, iştira-hate
çekilme, yorulma, bıkkınlık duyma gibi arızî şeyler eâiz
değildir. Zira O, mutlak kudret sahibidir ve kudreti zatındandır.
<<Ev (yeryüzünde)
iki ağırlığı (belirgin olan insanlar ve cinler)! Yakında (kıyamet günü) sizinle meşgul olup
gerekeni yapacağız.»
Cenâb-ı Hakk'ın aralıksız
tecellilerde bulunduğu belirtilmektedir. Bu, bizim anlamamızı kolaylaştırmak
için «yevm» ismi, zarf şeklinde kullanılarak ifade
edilmiştir. Cenâb-ı Hak hakkında zaman ve mekân
kavramları söz konusu olamaz. O bakımdan âyette geçen «külle yevm»i her ne kadar «her dem, her an» şeklinde çevrisini
yapsak da, devamlılık söz konusudur; yani Cenâb-ı Hak
devamlı surette faaliyet ve tecelli halindedir.
Burada geçen «yevm» ise, birçok âyetlerin tefsirinde açıkladığımız üzere,
zamanın en tosa parçasına delâlet etmektedir.
«Yakında sizinle
meşgul olacağız» cümlesine gelince : Bu, âyette «ferağ» kökünden türetilen «nefruğu» fiiliyle ifade edilmiştir. Ferağ, bir işi bitirip,
bir diğerine başlamak demektir. Böyle bir anlatımın zahirî delâletini Allah'a nisbe^t ederken, O'nun hâsıl-i mânasını düşünmemiz gerekir.
Şöyle ki: Âhiret gününde Cenâb-ı
Hak adalet ve rahmetiyle; izzet, celâl ve hîk-metiyle tecelli edip insanlarla cinlerin hesabını görecek,
geriye bir şey bırakmayıp hükmünü verecektir. Dünyada ise ne böyle bir hesaba
yönelir, ne de her şeyi hemen hükme bağlar; çoğunu âhirete
bırakır.
«Sıka!» ağırlık
anlamına delâlet ettiği gibi, «sekal» da nefis, kadri
yü-ce ve korunmaya değer
nesne hakkında-kullanılmıştır. Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin : «Şüphesiz ki ben size sekaleyn (iki sekal) bıraktım : Allah'ın kitabını ve kendi evlâd ve torunlarımı..» [11]buyurması,
onların kadrinin yüceliğine ve korunmalarının gereğine işarettir.
Âyetteki «sekalan» ile, insanlar ve cinler kasdedilmektedir.
Zira onlardan her biri yeryüzünde değer, hikmet ve anlam bakımından ayrı bir
ağırlık arzetmektedir. Nitekim Zemahşerî
de Keşşafta buna yakın bir tefsirde bulunmuştur.
Bu mânayla Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e «Resûlüs-sekaleyn» denilmiştir.
İnsan ve cinnin diğer canlılara nisbetle
çok önemli yerleri söz konusudur. Zira her şey insan için yaratılmıştır. Asıl
değer ağırlığı olan odur. Cinler de ilâhi tekliflerle mükellef tutuldukları
için onlar hakkında da sekal kavramı tebaiyyet yoluyla kullanılmıştır.
Cafer es-Sadık'a göre
: Canlılar arasında ilâhî tekliflerle yükümlü tutulan insan ve cinlerin
günahları ağırlık gösterdiğinden, haklarında «sekalan»
sözü kullanılmıştır.
«Ey cin ve insan
topluluğu! Göklerin ve yerin sınırlarını aşıp geçmeye
gücünüz yetiyorsa, haydi aşıp geçin. Ama geçemezsiniz,
ancak bir sultan... ile geçebilirsiniz.»
Âyette göklerin ve
yerin «aktaraından söz edilmektedir. «Kutr'un çoğulu olan bu kelime, bir şeyin, bir bölgenin
veya kesimin çevresi, sınırı ve cihetleri anlamına gelir. Ayrıca köşegen ve çap
mânasında da kullanıldığı olur.
Burada göklerin ve
yerin «aktar»ından maksad, yerçekim kuvvetinin sınırları veya madde âleminin sınırları
olabilir. Diğer bir yorumla, «zikr-i cüz, irâde-i küll» kuralınca Allah'ın mülkünün ve tasarruf alanının
dışına çıkabilme imkânının bulunmadığını ifadeye yönelik bir anlatım tarzı sayılabilir.
Ancak yerçekim kuvvet sınırı maksada daha uygun
görünmektedir.
Böylece insanlarla
cinler, yeryüzünün sıklet merkezini oluşturmalarına ve birçok şeylerin bu iki
ayrı cinsin emrine verilmesine rağmen her ikisinin de ilmi, aklı ve idrâk alanı
sınırlıdır. Ne fizik âlemini aşmaya, ne ilâhî mülkün dışına çıkmaya, ne de
O'nun tasarrufundan sıyrılmaya güçleri yeter. Bunun için Cenâb-ı
Hak, mükerrem yarattığı insana ve çok seri hız ve harekete
sahip bulunan oinne hitapla, birçok hususlarda
acizlik içinde bulunduklarına işarette bulunmakta ve hiç kimsenin ilâhî kuvvet
ve kudret ile yarışamıyacağını dolaylı şekilde
işlemektedir.
«Sultan» kelimesi,
üzerinde hayli durulmuş ve birtakım yorumlarının ve delâletlerinin bulunduğu
ileri sürülmüştür. Şöyle ki:
a) Lübabu't-te'vîl sahibine göre : Kuvvet, kahır ve galebe demektir.
b) İbn Abbas'a göre : Âyette geçen «tenfüzû»
fiili, «nefaz» kökünden türetilmiştir ki, kök mana
olarak «bilmek» demektir. «Sultan» ise, «beyyi-ne»
yani delil, belge ve hüccet gibi manalara delâlet eder.
O halde göklerin ve
yerin sınırlarını bilmek isterseniz, haydi biliniz bakalım? Ama bilemezsiniz,
ancak Allah'tan indirilen beyyine ile bilebilirsiniz.
c) Müfessir.Kurtubî'ye
göre : «Su!tan»dan maksad, Allah'ın saltanat ve
kudretidir. Öyle ki, insanlar O'nun saltanat ve kudretini aşamazlar; ancak
O'nun lütfedeceği kuvvet ve kudret ile aşabilirler. Nitekim Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'in Mi'rac
Gecesi madde âleminin sınırını aşması, bütünüyle ilâhî kuvvet ve kudretle
gerçekleşmiştir.
Yukarıdaki farklı
yorumlardan sonra âyetin bir diğer delâletinden şu mâna ve hükmü çıkarmak
mümkündür: Yerküre dahil, fezadaki cisimlerin taşıdıkları yerçekim
kuvvetini aşabilmenin ancak «sultan» ile gerçekleşebileceği söz konusudur,
«Sultan» ise, az yukarıda açıkladığımız üzere, delil, belge, hesap ve birtakım
fiziksel kanunlar demektir. Nitekim gerek yerçekim
kuvvet sınırını aşıp Ay'a ayak basmak, gerekse Merih'e gönderilen Viking I, Vigink II ancak belli
fiziksel kanunlara ve en ince hesaplara göre yürütülmüştür.
Böylece Kur'ân, bu ikinci yorumla fezanın kapılarının insanoğluna
açık bulunduğunu beyân ederken, ilmî delilleri, belgeleri, fiziksel kanunları
ve astronomik konuları çok iyi bilmenin şart olduğuna işarette bulunuyor.
«Üzerinize dumansız
bir ateş ve bunaltıcı bir
duman (gaz) gönderilir de artık kendinizi savunamaz ve kurtaramazsınız.»
Âyette çok önemli iki
hususa dikkat çekilmektedir. Biri, üstümüze salınıp inecek yalın, dumansız
ateş; diğeri, ya erimiş bakır, ya
da bakır renginde zehirli bir duman veya gaz.
Âyette birinci olay «şüvazün min nar», ikincisi, «nuhas» ile ifade edilmiştir. Bu iki kavram üzerinde farklı
yorumlar yapılmış; asıl delâlet ettikleri mâna araştırılarak bazı sonuçlar
çıkarılmıştır. Şöyle ki:
1- İbn Abbas'a göre: «şuvaz», dumanı olmayan alevli ateştfr.
«Nuhas» ise, alevi olmayan duman veya gaz demektir.
2- Mücahid'e göre : «Şuvaz» ateşten
çıkan yeşilimsi bir alevdir.
3- Dahhak'a göre : «Şuvaz» ateşten
veya alevden çıkan gazdır, odun dumanı değildir.
4- İkrime ve İbn Mes'ud'a (R.A.) göre : «Nuhas» eriyik bakırdır.
5- el-Kissâî'ye göre : «Nuhs» çok fena
kokusu olan ateştir.
İster gaz, ister
zehirli duman, ister erimiş bakır veya benzeri şeyler olsun, bunlar nasıl ve
nereden insanlar üzerine gönderilecek veya indirilecektir? Konu üzerinde
dikkatle durup incelediğimizde, karşımıza iki değişik mana ve sonuç çıkıyor:1- müfessirlerin çoğunun dediği gibi, Âhiret Âlemin'de insanları mahşer
alanına sürüp götürecek olan dumansız bir ateş ile bakır renginde bir duman
veya gaz kasdedilmiştir. 2- Dünyada nükleer bir savaşın meydana geleceğine işarettir.
Atomların patlamasıyla, bir anda ortalığı ateş, öldürücü gazlar, radyasyonlar
doldurup insanlara kurtulma şansı bile tanımıyacaktır.
Nitekim ilgili âyetin
son kısmında bu husus şöyle belirtilmektedir: «Artık kendinizi savunamaz ve
kurtaramazsınız..»
«Gök yarılıp gül
rengine dönüşerek yağ gibi eriyeceği zaman..»
Göğün yarılması, gül
rengine dönüşüp yağ gibi eriyip akması, çok müthiş bir olayı tasvir
etmektedir. Bu, kıyamet olayı mıdır, yoksa ona benzer bir başkalaşma ve büyük
bir felâket midir?
Daha önceki âyetlerde,
yeryüzündeki her şeyin fena bulacağı açıklandıktan sonra 37. âyetle göklerin
de bir bakıma fena bulacağı haber veriliyor. Bu yoruma göre, olay kıyametin
kopmasıyla meydana gelecek, atmosfer yanmaya başlayacak, gül rengini alıp
eriyerek inecek ve böylece mevcut düzen bütünüyle bozulacak.
İkinci bir yoruma
göre, bu bir nükleer savaşı tasvîr etmektedir. Kuvvetli bir ihtimalle
zincirleme şekilde hidrojen patlamasıyla atmosfer ve denizler ateşe dönüşecek.
Böylece insanoğlu kendi kıyametini kendi acımasız elleriyle koparacaktır; yani
büyük kıyametin kopmasına vasat hazırlamış olacaktır. Zaten atmosferle
denizlerin ateşe dönüşmesi, büyük kıyametin en açık ve belirgin belirtisidir.
Kızıl deriye de «dihan» denilmiştir; Buna göre, gök kızılderiye,
diğer bir anlatımla bakır rengine benzeyen gül rengini alacak. Artık böyle bir
günde ne insana, ne de cinne günahından (onu niçin
işlediğinden) sorulmayacak. Zira herkesin amel defteri en doğru bilgilerle
dağıtılarak sahibine ulaştırılacak. İtiraz kapıları kapanacak..
Eğer bu bir atom
savaşının doğuracağı sonuçlar ise, meydana gelen o müthiş kahredici azap
insanları her taraftan kuşatacak ve kitleler halinde ölüme sürüklerken
kimsenin günahından sorulmayacak. Çünkü atom savaşı, kadın, çocuk, genç, yaşlı,
sakat ve malûl demeden hepsini mahvedecek güçtedir.
Bütün bu yorum ve
ihtimallerden sonra 41. âyet konuya açıklık getirmekte ve olayın kıyamet
düzeyinde meydana geleceğini belirtmektedir.
Böylece inkarcı
günahkârlar, sapık suçlular, yalan saydıkları Cehen-nem'e
atılırlar da amellerine uygun azap edilirler.
39. âyette «O gün, ne
insanlara, ne de cinlere günahları (nın sebebi)
sorulmaz» buyurulurken, Hicr
Sûresi 92. âyette : «Rabbm hakkı için elbette
onların hepsinden yapageldikleri şeylerden bir bir soracağız» buyurul-
maktadır.
Bu iki âyet arasını
mâna ve hüküm yönünden te'lîf etmek gerekiyor. Şöyle
ki, konumuzu oluşturan âyette, insan ve cinlerden «şu günahları işlediniz mi?»
diye sorulmayacağı haber veriliyor. Hicr Sûresinde
ise, «günahlarından sorulmaya ihtiyaç duyulmayacaktır» diye bildiriliyor. Arada
az bir fark söz konusudur. Birincide, herkesin günahı amel defterinde yazılı
bulunduğundan dolayı; ikincide günahkarların simalarından bilinip tanınacağından
dolayı, «sen şu günahı işledin mi?», «sen günahkar mısın?» diye
sorulmayacaktır.
Yukarıdaki âyetlerle, Cenâb-ı Hakk'ın varlığına ve
kudretine delâlet eden birkaç belgeye yer verildi ve böylece insan aklına ışık
tutularak araştırma çizgisi belirlendi. Sonra da yerin ve göklerin sınırına
değinilerek, bunları ancak kesin hesaplarla, fiziksel kanunlarla aşmanın
mümkün olabileceğine işaret edildi. Arkasından yönlendirici anlamda uhrevî
tasvirler yapılarak duygu ve düşüncelere seslenildi.
Aşağıdaki âyetlerle, suçiu günahkârların simalarından tanınacağı konu ediliyor
ve Rabbınin makamından korkan mü'miniere
hazırlanan uhrevî mükâfatlardan bir kısmı haber veriliyor ve böylece
Cennet'teki nîmetlere dikkatler çekiliyor.
41- Suçlu günahkârlar
yüzlerindeki belirtileriyle
bilinip tanınırlar.Alınlarından ve ayaklarından yakalanırlar (da
yaka-paça Cehennem'e atılırlar).
42- Artık Rabbımzın hangi nimetlerini yalanlıyabilirsiniz?
43- İşte bu,
suçlu günahkârların yalanladığı Cehennem'dir.
44- Onlar,
Cehennem ateşiyle son derece kaynar su arasında dolaşıp dururlar.
45- O halde Rabbınızın hangi nimetferini yalanlıyabilirsiniz?
46- Rabbı'nın (hüküm ve adalet) makamından korkan
kimseye iki Cennet vardır.
47- Artık Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlıyabilirsiniz?
48- İkisi de
bol çeşitli ağaçlara sahiptirler.
49- O halde Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlıyabilirsiniz?
50- İkisinde
akıp duran iki pınar vardır.
51- Artık Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlıyabilirsiniz?
52- İkisinde
de her çeşit meyveden çift çift vardır.
53- O halde Rabbınızın hangi nimetlerini yalanhyabilirsiniz?
54- Onlar (O
Cennetlere lâyık görülen bahtiyarlar), astarları kalınca atlastan olan döşekler
üzerine yaslanırlar. Her iki Cennet'teki meyveler ise kolayca devşirilecek şekilde yakındır,
55- Artık Rabbınızın hangi nimetlerini yalanhyabilirsiniz?
56- Cennetlerde
gözlerini sadece kendi eşlerine çevirmiş, daha önce kendilerine ne insan, ne de
cin dokunmamış zevceler vardır.
57- O halde Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlıyabilirsiniz?
58- Onlar (o
zevceler) sanki yakutlar ve mercanlardır.
59- Artık Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlıyabilirsiniz?
60- İyiliğin
karşılığı ancak iyiliktir.
61- O halde Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?
62- Bu
ikisinden başka iki Cennet daha vardır.
63- Artık Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlıyabilirsiniz?
64- Bu ikisi
de koyu yeşilliktir.
65- O halde Rabbınızın hangi nimetlerini yalanhyabilirsiniz?
66- İkisinde
de durmadan fışkırıp akan iki pınar vardır.
67- Artık Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlıyabilirsiniz?
68- İkisinde
de meyva, hurma ve nar vardır.
69- O halde Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlıyabilirsiniz?
70- Cennetlerde
huylan güzel, yüzleri güzel hayırlı kadınlar vardır.
71- Artık Rabbınızın hangi nîmetlerini yalanlıyabilirsiniz?
72- Otaklarında tüller ardında huriler vardır.
73- O halde Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlıyabilirsiniz?
74- Bunlardan
önce onlara hiçbir insan ve cin dokunmamiştır.
75- Artık Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlıyabilirsiniz?
76- Yeşil
yastıklara ve benzeri görülmeyen döşeklere yaslanırlar.
77- O yüklük,
ululuk, saygınlık, cömertlik, iyilik sahibi olan Rabb'ımn
ismi çok mübarektir, çok yücedir.
«Rabbının
(hüküm ve adalet) makamından korkan kimseye iki cennet vardır.»
Âyette, Cenâb-ı Hakk'ın yüce makamından
korkan mü'mine iki cennet va'dedilmektedir.
«Makam» kavramından maksad nedir? Cenâb-ı
Hakk'a zaman ve mekân izafe edilemiyeceğine
göre, bu, zahirî anlamından başka bir mânaya delâlet etmektedir. O bakımdan
ilim adamlarının farklı yorumları olmuştur:
a) Hesap vermek üzere kişinin, Rabbının huzurunda duracağı makam,
b) Cenâb-ı Hakk'ın her ikisinin her
an üzerinde murakabada bulunduğu ve herkesin neler
düşündüğünü, neler işlediğini görüp bildiği makam,
c) Kişinin
gizli ve açık hallerde mutlak gözetim ve denetim altında bulunduğuna inanarak,
hayatını ona göre düzenleme idrâkine eriştiği makam,
d) Allah'tan her dem korkup gösterişten uzak
kalınarak ihlâs üzere amelde bulunma makamı.
Nitekim Tirmizî'nin Ebû Hüreyre (R.A.)den rivayet ettiği hadîste, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: «Kim
Allah'tan korkarsa, ilk adımda kendini buna hazırlayıp kolları sıvar ve kim de
ilk adımda kendini hazırlarsa, makam ve mertebelere erişir. Haberiniz olsun ki,
Allah'ın sıl'âti (ticaret mah)nın fiatı yüksektir; gözünüzü
açın ki Allah'ın ticaret malı cennettir.» [12]
İki Cennet:
İki cennetten maksad nedir? Cennet kavramı, umum ifade ettiğine göre,
burada «iki» kelimesiyle anılmasının birtakım farklı mânaları olsa gerek. O
bakımdan ilim adamları şu yorumlar üzerinde durmuşlardır:
1- Cennet'te
büyük bir alanı kaplayan iki güzel bahçe,
2- Biri mü'min kimse için yaratılıp hazırlanan makam, diğeri kâfir
için hazırlanıp mü'minin vâris kılındığı makam,
3- Biri
kendisine tahsîs edilecek menzil, diğeri eşlerine ayrılacak konak,
4- Biri,
oradaki göz alıcı konağı, diğeri geniş bahçesi,
5- Adn Cennet'i ile Naîm Cennet'inde
ayrılan ayrı iki yurt.
Kur'ân'ın tasviriyle, her iki cennet de renk renk meyvalar ve çiçeklerle
donatılmıştır. Ağaçların dalları, budaklan düzenli ve uyumludur.
İkisinde de akıp duran
iki pınar vardır; biri «Tesnîm», diğeri «Selsebîl» ismini taşımaktadır. Biri saf temiz su, diğeri
sarhoşluk vermeyen nefis içkidir.
«İkisinde de her çeşit
meyvadan çift çift vardır.»
Sözü edilen iki
cennette her çeşit meyvadan çift çift
bulunduğu belirtilmektedir. Müfessirlerin bu hususta farklı yorumları
olmuştur. Şöyle ki:
a) İki ayrı tatlılık ve değişik nefasette,
Nitekim İbn Abbas (R.A.) diyor ki:
«Dünyadaki mevcut her meyvadan, -kargadöleği
dahil- mutlaka Cennet'te de vardır. Anoak cennetteki-lerin herbiri ayrı bir lezzet ve
nefasettedir.
b) Yaş ve kuru meyva,
Çünkü insanın bazan canı kuru yemiş, kuru meyva
ister.
c) Gözlerin görmediği,'kulakların işitmediği, kalplerin
düşünemediği daha nice çift çift meyvalar vardır ki, çiftlerden herbiri
ayrı bir renk, ayrı bir koku ve değişik bir lezzet taşır.
<<Her iki cennetteki meyvalar
ise, kolayca devşirilecek şekilde yakındır.»
İlgili âyetle,
cennetteki ağaçların konumu ve dallarının düzeni ve uyumluluğu; aynı zamanda
kanepeler üzerinde oturanların kolayca koparmasına uygun boyda bulunması,
oradaki ağaçların görüntüyü kapatacak kadar boylu olmadıklarına delâlet
etmektedir.
Ayrıca cennetteki
kanepeler üzerine serilen döşeklerin çekiciliği ve nefaseti üzerinde duruluyor.
«Cennetlerde gözlerini
sadece kendi eşlerine çeviren ve daha önce kendilerine ne insan, ne de cin dokunmayan
zevceler vardır.»
Saffat Sûresi'nde de belirtildiği gibi, Cennet'te iki ayrı
cins zevceler (eşler) vardır. Biri, özel olarak Cennet'te yaratılıp oennettekiler için hazırlanmıştır ki onlara «hûrî»
denilmektedir. Diğeri, dünyadaki mü'mine kadınlardır
ki, Cennet'te kocalarıyla birleşirler.
İlgili âyette
«hûrî»den söz edilerek onların iki önemli özelliği üzerinde durulmaktadır. Öyle
ki: Cennet'îe herkese verilen bol nimetler, geniş
mülkler öylesine çok ve göz doyurucudur ki, biri diğerinin mülk ve nîmetine açgözlülükle
bakmaz ve kıskançlık duyacak şekilde ilgi göstermez. O bakımdan hûrî denilen
eşler de sadece kime bağışlanmışlarsa onunla ilgilenirler. Ne başkaları onlara
şehevî ilgi duyar, ne de onlar başkalarına karşı böyle bir duygu besler..
Hûrî denilen eşler, o
kadar güzel, endamlı, pürüzsüzdürler ki, Kur'ân onları
«inci ve mercanı» misal vererek tasvîr etmektedir.
Âyette başka bir
incelik daha söz konusudur:
Cenneî'teki «huri» denilen eşlere, daha önce insan dokunmadığı
gibi, cin de dokunmamıştır. Burada üc ayrı mâna ve
yoruma işaret edilmektedir. Şöyle ki:
1-Hûrî ne
insan türündendir, ne de cin türündendir. O bakımdan hiç kimse onlara
dokunmamıştır.
2-Dünyadaki
kadınlara insanlar dokunduğu gibi, bazan cinler de
dokunabilir. Ancak cinlerin dokunması şöyledir: Mücâhid'in
açıklamasına göre, erkek Besmele çekmeden eşiyle cinsel temasta bulunurken cin
veya şeytan da -keyfiyeti bizce bilinmeyen"şekilde-
temas kurar.
3-Cinlerden
cennete girecek olan dişilere, erkek cinler; insanlardan cennete girecek
kadınlara, erkek insanlar dokunmuştur. Hûrî ise, cennette Yaratıldığı için
kimse ona dokunmamıştır.
«İyiliğin karşılığı
ancak iyiliktir.»
İyilikle çevrisini
yaptığımız «ihsan», çok yönlü bir kavramdır. Delâlet ettiği mânaların hepsini biraraya getirip özetliyecek
olursak, şu sonucu çıkarmamız mümkün olur: «İyilikte bulunmak, bir şeyi
iyileştirip güzelleştirmek, bir şeyi iyi yanıyla gerektiği şekliyle bilmek;
hep iyilik üzere bulunup iyilik düşünmek; kulluk görevini yerine getirirken
Allah'ı görür gibi güzel ibâdet etmek ihsandır.
O halde dünyada da
iyiliğe karşılık iyilikte bulunmak bir fazilet ve insanî bir borçtur. Allah
için yapılan iyiliğin daha çok karşılığı, âhirette, Cenâb-i Hakk'ın büyüklüğüne
yakışır tarzda vereeeği mükâfatla gerçekleşir.
Bu mânayı dikkate
alanlar, âyeti şöyle açıklamışlardır:
a) İbn Abbas ve İbn Mes'ûd'a
(Allah ikisinden de razı olsun) göre : Gerçek iyilik, Lâ ilahe illâllah'tır ve
onunla amel etmektir. Bu sözün karşılığı ise, ancak cennettir.
b) Dünyada iyilik ve güzellikte bulunan mü'minler, âhirette iyilik ve
güzellikle mükâfatlandırılırlar.
«Bu ikisinden başka
iki cennet daha vardır......Bu ikisi de koyu yeşilliktir.»
Yukarıda bazı
özellikleri belirtifen iki cennetten başka, iki
cennet daha vardır ki, bunlar kendine has bir görüntü arzeden
koyuca yeşilliklerle örtülüdür; aralarından fışkırıp akan iki ayrı pınarla
birlikte hurma, nar ve diğer meyvalar mevcuttur.
Âyetlerde bütün meyva çeşitlerini içine alan «fakihe»
ismi kullanılmış ve bu genel anlatımdan sonra özel anlatıma geçilerek
hurma ve nardan söz edilmiştir. Bu, cennetteki hurma ve narın tarifi mümkün
olmayacak güzellik, tad ve nefasetine ve
cennetliklerin bu iki meyvaya daha çok rağbet
edeceklerine işarettir.
«Cennetlerde huyları
güzel, yüzleri güzel hayırlı kadınlar vardır.»
Cennet'te yaratılan
hurilerin birtakım vasıf ve özellikleri anlatılarak, dünyadaki hanımlara örnek
gösteriliyor. Şüphesiz, hurilerin birçok özellikleri vardır, ancak burada dört
kadarı üzerinde durulmaktadır:
1- Gözlerini
yalnız eşlerine çevirirler.
2- Temizlik,
parlaklık, çekicilik ve değerlilikte inci ve mercana benzerler.
3- Huyları
güzel, yüzleri güzel hayırlı eşlerdir.
Bu, kadının sadece
fiziksel yapısının güzelliğinin yeterli olmadığına, huy ve ahlâk güzelliğinin
bununla paralellik arzetmesi gerektiğine işarettir.
4- Kendilerine
ait çardak ve benzeri güzel manzaralı yerlerde, tülden perdeler arkasında
otururlar.
Bu, kadının iffet
perdesini, lâyık olduğu yeri ve ilgiyi yansıtmaya yönelik bir anlatım
tarzıdır.
Abkar: Arap mitolojisinde «cinler, periler ülkesi» hakkında
kullanılırdı. Böylece Araplar çok ender şeylere de «akbar»
derlerdi. Cenab-ı Hak bu kelimeyle cennetteki döşek ve örtülerin nadide
kumaştan olduğuna işaret etmektedir.
«Büyüklük, ululuk,
saygınlık, cömertlik, iyilik sahibi olan Rabbı'nın
ismi çok mübarektir, çok yücedir.»
Bütün bu yüksek
nimetleri sadece inanan insanlara hazırlayan ve dünyada iken ebediyet yurduna
lâyık bir hayat geçirip Allah'a karşı kulluk görevini yerine getirenler için
çekicilik ve nefasetin doruğuna yükselten Ce-nâb-ı Hak, her bakımdan çok üstündür, tâzîme lâyıktır ve
ismi çok mübarektir.
Bütün güzelliklerin,
iyiliklerin, cömertlik ve yüceliklerin tek kaynağı olan Cenâb-ı
Hak, İnanan insanların da bu güzelliklerinden pay almasını dilemekte ve bunun
için gereken bütün bilgileri vermektedir.
Rahman Sûresi'ne, Kur'ân'ı öğreten Rahman ismiyle başlandı ve celâl, ikram
sahibi Allah'ın isminin çok mübarek olduğu belirtilerek sûre noktalandı.
Bu Sûrenin de tefsirini
bize müyesser kılan Cenâb-ı Hakk'a
hamd-u senalar; dünya tarihinde en büyük, en kalıcı
inkılâbı insanlığın huzur, güven ve ebedî mutluluğu için yapan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e salât-ü selâmlar olsun.
[1] Fazla bilgi İçin bak :
Tefsîr-i Kurtubî : 17/151
[2] Lübabut-te'vîl
: 4/208
[3] Lübabu't-te'vîl
: 4/208
[4] Tefsîr-i Kurtubî : 17/151
[5] Tirmizî : Câbir (R.A.)den/;Hadîsün garibün
[6] Tefsîr-i Kurtubî ; 17/151
[7] el-Câmi'u Lî-Ahkâmi'1-Kur'ân : 17/153
[8] el-Cami’u Li-Ahkami’l-Kur’an
: 17/153
[9] el-Cami’u Li-Ahkami’l-Kur’an
: 17/153
[10] el-Cami’u Li-Ahkami’l-Kur’an
: 17/153
[11] Müslim/fezâil-i sahabe; 36, 37- Dâremî/fezâil-i Kur'ân : 1- Ahmed : 3/, 14, 17, 26, 59, 4/367, 371
[12] Tirmizî/kiyâmet 18