RAHMAN  SÛRESİ 2

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular. 2

Meali: 2

İniş Sebebi 2

İlgili Hadîsler. 3

Er-Rahmân. 3

Kur'an'ı Öğreten Rahman. 3

Güneş Ve Ay Hesap İledir. 3

Bitki Ve Ağaç Türleri Secde Etmektedirler. 4

Göğün Yükseltilmesi Ve Dengenin Kurulması 4

Yeryüzü Sadece Enam İçin Alçaltılıp Konulmuştur. 4

Yeryüzünü  Kaplayan  Bitki Örtüsü. 5

İnsan Kuru Balçıktan Yaratılmıştır. 5

Cann (Cin) De Dumansız Ateşten Yaratılmıştır. 6

Âyetler Arasında Bağlantı 6

Meali: 6

İki Doğunun Ve İki Batının Rabbı 7

İki Denizin Birbirine Salıverilmesi 7

İkisinden Çıkarılan İnci Ve Mercan. 7

İnşa Edilen Dağ Gibi Gemiler. 8

Yeryüzündeki Her Sey Fânidir. 8

Göktekiler Ve Yerdekiler Hep O'ndan İster. 8

Âhiret Gününde İnsan Ve Cinlerin Hesabını Görmeğe Yönelme. 9

Sekaleyn. 9

Göklerin Ve Yerin Sinirini Aşmak Mümkün Mü?. 9

Dünya'nın Yerçekim Kuvvet Sınırını Aşmak. 10

Yalın Ateş Ve  Bunaltıcı Gaz Gönderilmesi 10

Göğün Yarılıp Gül  Rengine Dönüşmesi Ve  Yağ Misali Erimesi 10

Âyetler Arasında Bağlantı 11

Meali: 11

Rabbının  Makamından Korkanlar. 12

Meyvalardan Çift Çift Vardır. 12

Cennet'teki Meyvalar Kolayca Devşirilirler. 13

Gözlerini Sadece Eşlerine Çeviren Dilberler. 13

İyiliğin Karşılığı Ancak İyiliktir. 13

Koyu Yeşil İki Cennet 13

Hûrînin Bazı Özellikleri 14

Allah'ın İsmi Çok Mübarektir. 14


RAHMAN  SÛRESİ

 

el-Hasan, Urve b. Zübeyr'e, İkrime, Atâ' ve Câbir'e göre ; Tamamı Mek­ke'de inmiştir. İbn Abbas'a göre : 29. âyeti dışında tamamı Mekke'de in­miştir. İbn Mes'ud ve Mukatil'e göre : Tamamı Medine'de inmiştir. Ancak birincilerin görüşü daha sahîh kabul edilmiştir. [1]

Ayet sayısı: 76 veya 78

Kelime sayısı: 351

Harf sayısı: 1636 [2]

 

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular

 

1- İnsana verilen anlama ve anlatma yeteneği konu ediliyor.

2- Güneş ve Ay dahil her şeyin belli bir hesaba göre düzenlendiği ve hareket ettiği açıklanıyor.

3- Kâinatta mutlak bir düzen ve dengenin hâkim olduğu ve insanın bu düzene uyması belirtiliyor.

4- Yerkürenin ancak «enam», yani insanlar ve cinler veya canlılar için yaratıldığına dikkat çekilerek ana fikir veriliyor.

5- Cânn (cin)ın da yalın zehirli ateşten yaratıldığı haber veriliyor.

6- İki doğu, iki batı deyimi kullanılarak dünyanın yuvarlak olduğuna ve güneşin etrafında döndüğüne işaret ediliyor.

7- Birbirine salıverilen iki denizin kavuşmasına bir engel konulduğu bildirilerek ilim adamlarına temel bilgi veriliyor.

8- Denizin özelliklerinden ve faydalarından söz ediliyor.

9- Yerin ve göklerin çekim kuvveti alanının ancak ilim, hesap ve ke­sin bilgilerle nüfuz edilip aşılabileceği kapalı bir anlatımla işleniyor.

10- Kıyametin kopmasıyla gökte meydana gelecek değişikliklerin ba­zı önemli kısım ve safhaları üzerinde duruluyor.

11- Ahiret gününde kimseden niçin günah işlediğinin sorulmayacağı;zira her şeyin anında yazılıp tesbit edildiğinin ortaya konulacağı haber veriliyor.

12- Cehennem'e girecek suçlu günahkârların   uğratılacakları   azabın safhalarından birine değinilerek yönlendirici anlamda İnkarcılar tehdit edi­liyor.

13- Cennet'teki yüksek nimetler konu edilerek birtakım misaller ve­riliyor.

 

Meali:

 

1- Rahman (olan Allah);

2- Kur'ân'ı öğretti.

3- İnsanı yarattı;

4- Ona anlatma ve açıklama yeteneği verdi.

5- Güneş ve Ay hesap iledir,

6- Bitki  ve ağaç (türleri) secde ederler.

7- Gökyüzünü o yükseltti ve mizanı (ölçü-tartıyı) koydu.

8- Sakın mizanda (ölçü, tartı, denge ve düzende) hakkı, insafı aş­mayın!

9- Tartıyı adaletle ayakta tutun, tartıyı eksik tartmayın.

10- Yeryüzünü de anoak ve sadece canlı varlıklar için alçaltıp koydu.

11- Onda meyveler ve salkım tomurcuklu hurma ağacı vardır.

12- Kabuklu, kapçıklı taneler ve güzel kokulu bitkiler mevcuttur.

13- O halde (ey insanlar ve cinler!) Rabbınızın hangi nimetlerini ya­lan sayabilirsiniz?

14- İnsanı testi gibi ses çıkaran kuru balçıktan yarattı.

15- Cânn'ı (Cinleri) de dumansız bir ateşten yarattı.

16- Artık Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlıyabilirsiniz?

 

İniş Sebebi

 

Furkan Sûresi 60. âyetle, «Rahmân'a secde ediniz!» mealindeki emir

inince, Mekke müşrikleri: «Rahman da neymiş?» diyerek Allah'ın bu isim ve sıfatını da red ve inkâr ettiler. Bu sebeple yukarıdaki âyetler Rahmân'i tanıtır mahiyette indirildi. [3]

 

İlgili Hadîsler

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Nahle mevkiinde bulunuyordu. Kalkıp sa­bah namazını kılarken Rahman Sûresi'ni okudu, O sırada cinlerden bir grup oradan geçiyordu; derken okunan Kur'ân âyetlerini dinlediler ve imân ettiler. [4]

Aynı konuya Tirmizî'de yer verilerek deniliyor ki: «Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ashabının yanına geldi ve onlara Rahman Sûresi'nin tamamını okudu. Ashab*ı Kiram edeple susup dinlediler. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) şöyle buyurdu:

«Çin'lerle mülakat yapılan gecede bu sûreyi cinlere okuduğum zaman sizden çok daha güzel karşılayıp cevapladılar. Ne kadar «Febieyyi alâî Rabbikümâ tükezzîbân» âyetini okudumsa, onlar: «Ya Rabbi! Senin hiçbir nimetini yalanlamıyoruz. Ha m d sana mahsustur» dediler.» [5]

Kays b. Âsim el-Minkarî'den yapılan rivayette, adı geçen diyor ki: «Resûlüllah'a (A.S.) şöyle dedim : «Ya Resûlellah! Sana indirilen (Kur'ân âyetlerinjden bana oku. O da bana Rahman Sûresi'ni okudu. Ben o sûreyi dinleyince şöyle dedim: «Vallahi bunda bîr başka güzellik, üzerinde bir tat­lılık ve çekicilik vardır. Altı bereketli, üstü meyvalıdir ve mümkün değil bu­nu beşer söyleyemez.» Sonra da Kelime-î Şehadeti getirerek İslâm'a gir­dim.» [6]

 

Er-Rahmân 

            

Fatiha Sûresi'nde bu sıfat üzerinde yeterince durulmuş ve gereken açıklama yapılmıştır. Allah'a has bir sıfattır. «Rahmet» kökünden türetil­miştir. Kök manâ olarak, kalp yufkalığı, şefkat ve incelik mânalarına de­lâlet eder. İsim olarak, Allah'ın 99 güzel isimlerinden biridir. Kâinat bütü­nüyle bu sıfattan tecelli eden rahmet kapsamına girmiştir. Ancak her kişi kendi inanç ve yeteneğine; irfan ve kültürüne göre bundan yararlanabilir. Onun için Rahman ismi daha çok dünyaya yönelik bulunmaktadır. Rahîm ismi ise daha çok Âhiret Âlemi'ne yönelik olup mü'minlerden yana bir özel­lik arz etmektedir.

 

Kur'an'ı Öğreten Rahman

 

«Rahman (olan Allah); Kur'ân'ı öğretti..»

Bu mânayla Rahman olan Allah, insanlara rahmetinin bir diğer kapı­sını açarak Kur'ân-ı Kerîm'i indirip öğretme lûtfunda bulunmuştur.

Bundan önce de bu rahmetin tecellisi olarak Adem'i yaratıp Ona eş­yanın ismini öğretmiş veya Muhammed'i (A.S.) yaratıp Ona helâl ve hara­mi; doğru ve eğri yolları öğretmiştir.

Diğer bir yorumla, Rahman olan Cenâb-ı Hak, insan türünü yaratıp ona anlama, anlatma, açıklama, duyduğunu söyleme, düşündüğünü ifade etme yeteneğini vermiştir. Ve bütün bunlar O'nun rahmetinin eseri, kudre­tinin tezahürleridir.

Diğer yandan öteki canlılara beyân öğretmemiş ve bu yeteneği en güzel ölçü ve anlamda insana bahsetmiştir. Zira insan, yaratılan canlı­ların en şereflisidir. Diğer bütün canlılar onun için yaratılıp, yine ona hiz­mette bulunmak üzere yeryüzüne dengeli şekilde serpiştirilmiştir.

 

Güneş Ve Ay Hesap İledir

 

«Güneş ve Ay hesap iledir.»

Kur'ân-ı Kerîm, henüz dünya üzerinde yaşayan milletler güneş ve ay hakkında ciddi hiçbir bilgiye ve tesbite sahip değilken, on beş asır önce güneş ve ayın hareketlerinin hesaba dayandığını açıklayarak ilim adam­larına hareket noktasını belirlemiş ve ön bilgi vermiştir,

İbn Abbas (R.A.), Katade ve Ebû Mâlik gibi, Kur'ân âyetleri üzerinde çalışan İslâm ilim adamları sözünü ettiğimiz âyetin tefsirinde şu tarihî sözü söylemişlerdir: «Güneş ve ay kendi menzil (yörünge)lerinde belli ve be­lirli hesaba göre hareket etmektedirler. Öyle ki, hiçbiri menzilinden (yörün­ge) meyledip sapmamaktadır.» [7]

İbn Zeyd ve İbn'i Kisan'a göre : Bu ikisinin düzenli hareketiyle vakitler, ömürler ve işler hesaplanır. [8]

Süddî'ye göre : Güneş ve ay insanların eceline benzer bir ecele doğru hareketlerini sürdürürler; yani ikisinin de bir gün hareketi sona erer ve ömürleri tamamlanmış olur. [9]

Tabiîn'den Mücâhid'e göre : âyette geçen «hüsbân», yuvarlak olan de­ğirmen taşının kendi ekseni etrafında dönmesi anlamına gelir. Bu yorum ve mânayla, güneş kendi merkezinde, ay da kendine has menzilinde hareket halindedir. [10]

Ancak İbn Abbas'ın yorum ve açıklaması, ilâhî murada daha uygun kabul edilmiştir.

Nitekim Yâsîn Sûresi'nde : «Güneş ve aydan her biri kendi yörüngesinde yüzüp gitmektedir» buyurularak, konumuzu oluşturan âyete açıklık getirilmiştir. Yine aynı sûrede güneş ile ayın yörüngelerinin çakışıp kesiş­mesinin söz konusu olamayacağı belirtilerek bu hususta astronomlara ve diğer ilgili ilim adamlarına en doğru temel bilgi verilmiştir.

 

Bitki Ve Ağaç Türleri Secde Etmektedirler

 

«Bitki ve ağaç (türleri) secde ederler.»

Kur'ân burada «necm» ve «şecer» isimlerini kullanmıştır. Necm ismi, birkaç mânaya delâlet eder:

a)  İbn Abbas'a (R.A.) göre : Sakı olmayan bitki demektir,     

b)  Yıldız hakkında kullanıldığı yaygındır.

Yeryüzünde ilâhî kudrete, vahdaniyet doğrultusunda delâlet eden saksız bitkilerle gövdesi ve sakı olan bitki ve ağaçların secde etmesi belir­tilmektedir. Bunun anlamı üzerinde hayli durulmuş ve az farklı yorumlar yapılmıştır:

1- Bitkilerin sabah ve akşam vakitlerinde gölgelerinin batıya ve do­ğuya doğru uzanması demektir.

2-Yıldızların secdesi ise, güneşin doğmasıyla görünmez olmaları ve bir de kendi yörüngelerinde hareket halleridir.

«Secde»nin sözlük mânası, teslimiyet gösterip Allah'ın kurduğu ka­nun ve düzene baş eğmektir. Terim olarak, üstün saygı duyup kulluğun ge­reğini yerine getirmek üzere eğilmek, başı indirip yere koymaktır. Namazda Allah'a secde etmek bu tarifin kapsamına girer.

Bu mânayla secde yalnız Allah'a edilir; başkasına secde etmek kü­fürdür ve nankörlüktür.

İnsan dışındaki diğer şeylerin secdesi, herbirinin yaratıldığı amaca yönelip bağlı bulunduğu kanun gereği hizmet vermesidir.

 

Göğün Yükseltilmesi Ve Dengenin Kurulması

 

«Gökyüzünü O yükseltti ve mîzânı (ölçü-tartıyı) koydu. Sakın tartıda hakkı, insafı aşmayın.»

Yedinci âyetle, Allah'ın varlığına ve birliğine delâlet eden dördüncü belge işlenirken «mîzân» kavramına yer verilmektedir. Fezanın bir bakıma rakama sığmayacak büyüklüğü ve ondaki cisimlerin birbirinden uzak tu­tulması; sistemlerin oluşturulmasının muhakkak ki çok hassas bir mîzana göre sağlandığını göstermektedir.

Mîzân, ismi alet olup «terazi» anlamına geldiği gibi, denklem, denge, adalet ve düzen mânalarında da kullanıldığı vâkidir.

Bunlardan şu sonucu çıkarabiliriz : Fezada yer alan, dünya dahil bü­tün yıldız ve sistemlerin kendi hareketlerinde, yercekim ve merkezkaç ka­nunlarıyla mutlak bir denge hâkimdir. Aynı zamanda her yıldız ve sistemde yer alan şeyler arasında da bir denge ve hassas bir düzenleme söz ko­nusudur.

Dünyanın belli bir süratle kendi ekseni ve güneş etrafında elips çize­rek sürdürdüğü hareketi, her bakımdan dengeli ve düzenlidir. Nitekim «elipssin tarifi yapılırken bu tür dengeye işaretle şöyle denilmiştir: «Öyle kapalı bir eğri ki bütün noktalarının 'odak' denilen iki ayrı noktaya olan uzaklıklarının toplamı birbirine denktir.»

Yeryüzünün kuruluş ve yayılışında da bu denge kanunu hâkimdir. An­cak zaman zaman insanların bilgisizce müdahalesi bu dengeyi bozmakta­dır. Meselâ ormanlar hem bol oksijen verip sağlık kazandırır, hem havanın tozunu ve kirliliğini toplar, hem yağmur yağmasını sağlar, hem birçok can­lılara barınak hizmeti verir.

Ağaçları plânsız, programsız ve bilgisizce kestiğimiz takdirde bu den­ge bozulur ve zincirleme birçok dengelerin de bozulmasına neden olur. Önce kuraklık başlar, toprak kayması meydana gelir.

Denizleri kirletmek ve barındırdığı canlıları bilgisizce avlamak ayrı bir dengesizlik doğurur.

Kur'ân bu hususu biraz daha açıklayarak Rûm Sûresi 41. âyette şöy­le buyurmaktadır: «İnsanların elleriyle işledikleri (bilgisizce) işlerden, fe­nalıklardan dolayı karada ve denizde fesat (dengesizlik ve düzensizlik) or­taya çıktı..»

Onun için konumuzu oluşturan sekizinci âyette, insanlara seslenilerek şu uyarı yapılmaktadır: «Sakın mîzânda (ölçü, tartı, denge ve düzende) hakkı, insafı aşmayın.»

Ayrıca âyette, göklerde mîzân, yani denge ve düzen kurulduğu gibi, yerde de mîzan kurulmuştur. Artık siz de hem denge ve düzeni koruyun, hem de alım-satımda bulunurken teraziyi, tartıyı doğru ve âdil kullanın, hususu

da kısaca belirtilerek uyarıda bulunulmaktadır.

 

Yeryüzü Sadece Enam İçin Alçaltılıp Konulmuştur

 

«Yeryüzünü de ancak ve sadece canlı var­lıklar için alçaltıp koydu.»

Cümlede «hasr» var. Arapça gramere göre, mefül fiilden önce gelirse, «hasr» ifade eder. Şöyle ki: Enam için ancak yerküre konulmuştur. O hol­de başka yıldız ve gezegende «enam» yoktur.

«Enam» kavramı Arapça olup birkaç mânaya delâlet etmektedir. Ka-mus'ta da belirtildiği üzere, bu isim bütün canlı yaratıkları kapsamına alır. Bir diğer tesbite göre, cinlere ve insanlara veya yeryüzünde yaşamakta olan canlı mahlûkatın tümüne delâlet eder.

Cin ve insanlar hakkında kullanılması ise, daha yaygındır. Bu açıdan hareketle, insan ve cinlerin barınması ve hayatlarını sürdürmesi için yer­yüzü onlara tahsis edilmiştir. Başka bir gezegen veya yıldızda bu iki cinsin yaşamasına elverişli ortam ve şartlar mevcut değildir.

Sonuç olarak, dünya denilen gezegen dışında başka bir gezegen ve yıldızda insan ve cin türü yoktur, denilebilir.

Nitekim son birkaç yıl içinde gezegenler üzerinde yapılan bilimsel araş­tırmalardan, hiç birinde biyolojik var oluşun veya bir uygarlığın izlerine rast­lanmadığı gibi, bildiğimiz mevcut canlıların yaşamasına elverişli ortam ve şartların da bulunmadığı anlaşılmıştır.

Güneş'e en yakın gezegen «Merkûr»dür. Milyonlarca yıldır güneş ışın­ları çarptığı halde, gezegenin yüzeyinde hiçbir hayat ortamı bulunmadığı tesbit edilmiştir.

Dünyamızın ikiz kardeşi durumunda olan «Venüs» gezegeninde ise, bir atmosfer vardır ki, % 98'i, karbondioksit'ten oluşmuştur. Hidrojen, argon, karbonmonoksit ve biraz da su buharından oluşan bu kızgın gazlarla be­zenmiş atmosfer, saatte 360 km. hızla gezegen yüzeyinde 500 santigram dereceye ulaşan ısı, gezegende «nemsin oluşmasına imkân vermemekte­dir.

Dünyamızdan gönderilen uzay araçları Viking I ve Viking II 1976 yılı yazında birbirlerinden oldukça  uzak  yüzeylere   indirildikleri halde,   bilim adamları, Merih yüzeyinde heyecanla incelemeye başlamışlardı. Ancak bu gezegende de herhangi bir hayat ortamı bulunmadığı anlaşılmıştır.

Dev gezegenlerden «Jüpiter»in çevresi ise, hidrojen, helyum ve diğer zehirli gazlardan oluşmuştur. Isı -250 dereceye düşmektedir. Bu durumda hayat ortamı söz konusu değildir.

«Satürn»ün güneşe uzaklığı sebebiyle çevresinde dolaşan gaz halkala­rının donup buz küreleri halinde olduğu anlaşılmıştır. -155 derecedeki ısı, biyolojik varoluşu tanımamaktadır.

Diğer iki dev gezegen «Üranus» ve «Neptün»ün güneşten cok uzak oldukları için, yüzeyleri 10.000 km. kalınlığında buzlarla kaplanmış durum­dadır. Hayata elverişli ortam mevcut değildir.

En uzaktaki gezegenlerden 1930 yılında keşfedilen «Plüton» ile 1978 yılında keşfedilen «Charon» adlı uydularda da hayatın varoluşu beklene­mez.

 

Yeryüzünü  Kaplayan  Bitki Örtüsü

 

“Onda salkım tomurcuklu hurma ağacı vardır. Kabuklu, kapçıktı taneler ve güzel kokulu bitkiler mevcuttur.”

Kur'ân'da denizlere sık sık değinildiği gibi, yeryüzünü kaplayan bitki örtüsünden de yeri geldikçe söz edilmektedir. Böylece hem Allah'ın insan­lara hazırlayıp verdiği çok çeşitli nimetlerin, hem de ağacın ve diğer bit­kilerin önemine atıf yapılmaktadır.

Anlaşıldığı üzere, tarımın yararına işarette bulunulmakta; diğer yan­dan çeşitli meyvalara dikkatler çekilerek Allah'ın bu güzel nimetlerinden en iyi şekilde yararlanmamız ilham edilmektedir. Aynı zamanda kabuklu ve kapçıklı olan tahıl ve benzeri bitkiler üzerinde durulmakta; güzel kokulu olup şifâ kaynağı diğer bitkilere parmak basılmaktadır;

Bütün bu kısa açıklamadan anlıyoruz ki, varlıkta hiçbir şey faydasız, amaçsız ve gayesiz yaratılmamış ve hepsi de insandan yana var kılınmış­tır. Gerçek bu olunca, insanoğlu ve sonra cinler Rablerinin hangi nimetinin lüzumsuz, hikmetsiz amaçsız olduğunu söyleyip gerçeği yalanlıyabilirler?

 

İnsan Kuru Balçıktan Yaratılmıştır

 

«İnsanı testi gibi ses çıkaran kuru bal­çıktan yarattı.»

Cenâb-ı Hak, her türlü nazariye, varsayım ve şüpheyi bir tarafa ite-. rek, ilk insanı ilâhî kudretin tecellisiyle balçıktan yarattığını açıklamak­tadır. Sonra da yer yer Adem'in soyunu da bir bakıma topraktan elde edi­len gıdalardan oluşan «nutfe»den yarattığını bildirerek insanın yaratılışı hakkında iki ayrı kanunun birbirini izlediğini haber vermektedir. Birinci ka­nun bir defaya mahsus «kün emri» ile; ikincisi, kıyamete kadar sürecek biyolojik kanunla gerçekleşmiştir.

İlk insanın kurumuş balçıktan yaratıldığı haber verilirken, Kur'ân'da birbirini tamamlayan beş ayrı bilgi sergileniyor:

1- Turab,

2- Tîn,            

3- Sülâletin min tîn,                                                              

4- Tîn-i Lâzib,

5- Salsalin ke'l-fahhar.

İlk insanın önce topraktan yaratıldığı, sonra bu toprağın özelliklerine ve bazı arızî vasıflarına değinilerek, balçık halinde olduğu, sonra bu bal­çığın süzülmüş bulunduğu, sonra da bunun testi misali fiske vurulduğun­da ses çıkardığı beyân ediliyor. Aynea «salsâl»in, kokuşmuş balçık anla­mına geldiği de söylenir. Diğer yandan bu balçığın çok yapışkan bir özel­lik taşıdığı belirtiliyor.

Bütün bu değişik anlatım şekilleri bize ilk insan Adem'in (A.S.) yara­tıldığı toprağın şekillenip içine ruh girinceye kadar geçirdiği safhaları ha­ber vermekte ve bu konuda araştırıcılara hareket noktası belirlenmektedir.

Diğer bir yorum da bize başka bir hareket noktası gösteriyor. Şöyle ki: Yer kabuğunun geçirdiği dönem ve safhalara işaret edilmekte ve her şeyin kendi özelliği doğrultusunda tekâmül devresi geçirdiğine değinil­mektedir.

Yer kabuğunun oluşma safhaları incelendiği zaman, âyetle bilimsel araştırma arasında bir paralellik kurmanın mümkün olduğu anlaşılır.

Yer kabuğunun, derinlerdeki ergimiş kızgın kütlelerin yeryüzüne püskürmesiyle meydana geldiği ve başka kütlelerin de buna eklendiği bilin­mektedir. Akarsuların, göllerin ve denizlerin bıraktığı çökelek kütle ile yer kabuğunda meydana gelen büyük çaptaki yer değişmelerinden doğan ba­sınçların tesirine uğrayan  kütleler de bu cümledendir.

Böylece yer kabuğunun derinliklerindeki ergimiş kızgın kütlelerin püs-kürmesiyle oluşan tabaka, soğuyunca bunlardan granit bazalt gibi mine­raller oluşmuştur. Yapışkan balçık, süzülmüş balçık, tın tın ses veren iyi­ce kuruyup pişmiş balçık bu kütlelere de işaret olabilir.

 

Cann (Cin) De Dumansız Ateşten Yaratılmıştır

 

«Cânn'ı (cinleri) de dumansız bir ateşten yarattı.»

«Cânn» ismi üzerinde hayli durulmuş ve farklı yorumlarda bulunul­muştur :

a) el-Hasan'a göre : Bu, cinlerin ilk babası sayılan İblîs'in bir diğer adıdır.

b) Bununla doğrudan cinler kasdedilmektedir. Zira «cânn», «cinsnin tekilidir. Bu manayla, cinlerin ilk babası kasdedilmiş olunabilir.

«Mâric» sıfatına gelince: Bunun üzerinde de farklı tesbit ve yorumlar olmuştur:

a) İbn Abbas'a (R.A.) göre : Yalın ateş demektir.

b)  el-Leys'e göre: Alev alev yükselen dumansız ateş demektir.

c)  Diğer bazı   ilim  adamlarına  göre : Dumansız ateş üzerinde  renk renk birbirine karışıp yükselen zehirli alev demektir.

d)  el-Müberrid'e göre : Salıverilip engel tanımayan ateş demektir.

e)  Ebû Ubeyde'ye göre : Her şeye tesir edip geçebilen şu'le (ışın) de­mektir.

f)  Lûgatçi Cevheri kendi Sinan'ında, bunun dumansız ateş olduğunu belirtmiştir.

Böylece toprak nasıl et, kan, sinir ve kemiğe dönüşüp insan bedenini meydana getirmişse, ateş de ışınlara dönüşüp «cin» denilen varlığın mey­dana gelmesine vasat kılınmıştır. İnsanî ruh, çamurdan oluşan bedene gi­rince, ona akıl, duygu, düşünce ve hareket sağlamış; cinnî ruh da ışına girince onda aynı şeyleri ve fazla olarak da baş döndürücü bir hız ve hare­keti doğurmuştur.

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, CenâbHakk'ın varlığına, kudretinin yüceliğine delâlet eden belgelere yer verildi ve ilmî araştırma yapmak isteyenlere hareket noktaları belirlendi.

Aşağıdaki âyetlerle, yine ilâhî kudretin yüceliğine delâlet eden birkaç belgeye yer veriliyor. Hemen arkasından insan ve cinlerin çok sınırlı bir alanda hareket etme imkânlarının bulunduğu konu edilerek yerçekim kuv­veti sınırına dikkatler çekiliyor. Sonra da duygu ve düşünceleri yönlendire­cek anlamda kıyamet ve âhiret olaylarına değiniliyor.

 

Meali:

 

17- O, iki doğunun da, iki batının da Rabbidır,

18- Artık Rabbınizın hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

19- Birbirine kavuşmak üzere iki denizi salıverdi,

20- Aralarında bir engel vardır ki, biri diğerinin sınırını geçemez.

21- Artık Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

22- İkisinden de inci ve mercan çıkar.

23- O halde Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

24- Denizde dağlar gibi yükselen gemiler O'nundur.

25- Artık Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

26- Yerin üstündeki her şey fânidir.

27- Çok yüce azamet ve iyilik sahibi olan Rabbının zâtı bakidir baki kalacaktır.

28- O halde Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

29- Göklerdeki ve yerdeki  kimseler hep  O'ndan  ister; O,  her gün (her dem ve an) bir işte, bir tecellidedir.

30- Artık Rabbınızın  hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

31- Ey (yeryüzünün) iki ağırlığı (olan insanlar ve cinler)! Yakında (kı­yamet günü) sizinle meşgul olup gerekeni yapacağız.

32- Artık Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

33- Ey cin ve insan topluluğu! Göklerin ve yerin sınırlarını aşıp geç­meye gücünüz yetiyorsa, haydi aşıp geçin.. Ama geçemezsiniz, ancak bir sultan (açık belge, kesin delil, hesap, kuvvet ve üstünlük) ile geçebilirsiniz.

34- Artık Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

35-Üzerinize dumansız bir ateş ve bunaltıcı bir duman (gaz) gön­derilir de artık kendinizi savunamaz ve kurtaramazsınız.

36- O halde Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

37- Gök yarılıp gül rengine dönüşerek yağ gibi eridiği zaman..

38- Artık  Rabbınızın hangi  nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

39- O gün, ne insanlara, ne de cinlere günahları (mn sebebi) sorulur.

40- O halde Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

 

İki Doğunun Ve İki Batının Rabbı

 

“O' 'ki doğunun da Rabbıdır, iki batının da Rabbıdır

En uzun günde güneşin doğup battığı nokta ile en kısa günde doğup battığı nokta söz konusu edilerek «iki doğu, iki batı» şeklinde bir anlatı­ma yer verilmiştir.

Diğer bir yorumla, yerkürenin 180 derecesine işaretle «iki doğunun, iki batının Rabbı» denilmiştir. Bu manayla bir şeyin iki tarafını anmak, tü­münü kasdetmek olduğundan, her gün meydana gelen iki doğu, iki batı söz konusu olabilir.

 

İki Denizin Birbirine Salıverilmesi

 

«Biribirine kavuşmak üzere iki denizi salıverdi; aralarında bir engel vardır ki, biri diğerinin sınırını geçe­mez

Klasik tefsirlerde bu âyet üzerinde birçok yorumlar yapılmışsa da, ço­ğu İsrâiliyata dayanır. Son yıllarda denizlerde ciddi anlamda bilimsel araş­tırma yapan Kaptan Kusto (Cousteau), Cebelitarık boğazında araştırmasını

sürdürürken şu önemli olayla karşılaştığını belirterek diyor ki: «Akdeniz'in suyu gerek yoğunluğu, gerekse içindeki yetişen bitki çeşitleriyle ve canlı-larıyla suların karıştığı Atlas Okyanus'undan farklı yapıdadır. Bu konuda bir araştırma yapmak için ekibimle birlikte Cebelitarık Boğazı'na gittim. İlk birkaç gün sonunda ortaya çıkan sonuç beni şaşırtmıştı. Bu iki denizin suyu birbirine karışmıyordu.

Çünkü bu iki denizin karışmasına, birleşme noktasında bulunan harika bir su engeli bulunuyordu.»

Bu arada Almanların yıllar önceki bulgularını da incelemeyi ihmal et-miyen Kaptan Kusto sözüne şöyle devam ediyor: «1962 yılında Alman ilim adamları Aden Körfezi ile Kızıldeniz'in birleştiği Mendep Boğazı'nda bir araştırma yapmışlar. Vardıkları sonuç aynı.. İki denizin suyu, ortada bulu­nan bir su engeli ile birbirinden kesin olarak ayrı bulunuyorlar.»

Cok geçmeden Kaptan Kusto kesin sonuca ulaştı: «Farklı yapıda olan bütün denizler, aralarında yer alan su engeli nedeniyle birbirine kavuş­mazlar.»

Sonra da Kaptan Kusto, son yıllarda İslâm'ı kendine din seçen ünlü ilim adamı Dr. Muriçe Bucaill'le görüştü. Bu önemli konunun 1400 yıl önce Kur'ân'da ayrıntılı şekilde açıklandığını duyan Kusto şaşırdı; Rahman Sû­resi 19 ve 20. âyetler kendisine gösterilince hayreti arttı. Aynı konuya Fur-kan Sûresi 53. âyetle de temas edildiğini görünce, Kur'ân'ın ilâhî olduğunu, insan sözü olamiyacağını; modern ilmin Kur'ân'ı on dört yüzyıl geriden ta­kip ettiğini anlamakta gecikmedi ve böylece İslâm'ı kendine din seçti.

Ancak iki deniz arasında engel kabul edilen su hakkında bilimsel bir açıklamaya ihtiyaç vardır. Basın yoluyla bize intikal eden tesbitlerde Kap­tan Kusto'nun, bu hususta aydınlatıcı ve tatmin ediei bilimsel bir açıkla­mada bulunmadığını görüyoruz.

Kur'ân-i Kerîm bu su engelini «berzah» olarak belirtmektedir. Bu da, iki şey arasında aşılması zor engel, fasıl gibi mânalara gelir.

 

İkisinden Çıkarılan İnci Ve Mercan

 

«İkisinden de inci ve mercan çıkar.»

Cenâb-ı Hak, deniz nimetlerine dikkatleri çekerken, iyi bir ticaret ürü­nü sayılan inci ile mercandan söz etmektedir. Süs eşyası olarak bu iki şe­yin her devirde değer taşıdığına işaretle, deniz ürünleriyle yakından ilgi­lenmemizi telkin ve teşvîk ediyor.

İnci, İstiridye ve benzeri kabuklu deniz hayvanlarının içinden çıkan sedef renginde sert taneciktir, süs olarak kullanılır. İnci sadece denizde yaşayan bu kabuklu hayvanlardan çıkmaz, en küçük incilerin yüksek de­ğerli olanları, çoğunlukla İskoçya, İrlanda, Almanya, Rusya ve Çin gibi bazı ülkelerden geçen nehirlerdeki midyelerden de elde edilir.

Mercan, daha çok sıcak denizlerde bulunur.

 

İnşa Edilen Dağ Gibi Gemiler

 

«Denizde dağlar gibi yükselen gemiler O'nundur.»

Denizlerde yüzen dağ misali büyük gemilerden söz edilmektedir. Bu, hem bize Kur'ân'ın indiği çağda büyük gemilerin inşa edildiğini, hem de her çağda böyle büyük gemileri inşa etmeye muhtaç bulunduğumuzu be­lirtmeye yönelik bir anlatım tarzıdır.

Ayrıca «münşeat gemiler» tabiri kullanılmaktadır. Bu, üc ayrı yorumda bulunmaya uygun bir esneklik taşımaktadır:

a)   İnşa edilip suda yüzdürülen gemiler,

b)  Büyükçe, yüksek yelkenli gemiler,

c)   Su üzerinde yüzebilecek özellikte büyük gemiler..

Birinci yorum, maksada daha uygundur. Çünkü Cenâb-ı Hak, insa­na verdiği zekâ ve yeteneklerin bu ve benzeri büyük gemiler yapmaya ye­terli olduğuna işaretle, bilhassa «inşâ» kökünden gelen «münşeat» sıfa­tını kullanmıştır.

«A'lâm», «alem»in çoğuludur. Alem, yüksek dağ demektir. Aynı zaman­da işaret, arda, belirti ve bayrak manalarına da delâlet etmektedir.

Böylece Kur'ân, mü'minler için denizin ve deniz taşımacılığının; deniz ürünlerinden yararlanmanın önemini sık sık belirterek, bu kontiyla yakından

ilgilenmemizi ilham etmektedir.  

                                            

Yeryüzündeki Her Sey Fânidir

 

«Yerin üstündeki her şey fânidir. Cok yüce azamet ve iyilik sahibi olan Rabbının zatı bakidir, baki kalacaktır.»

Burada her ne kadar sadece yeryüzündekilerin fâni olduğu belirtil­mekteyse de, göktekiler de buna dahildir. Zira bu gibi konularda «Parçayı anma, tümü irâde etme» kuralı, (meeazmürsel kaidesi) söz konusudur.

Allah'ın zatından başka her şeyin ölüp gideeeği, silinip yok olacağı, eskiyip özelliğini kaybedeceği açıklanıyor. Buradaki ölüp gitme, eskiyip si­linme, mutlak anlamda bir yokluğa karışma değildir. Her şeyin aslına dön­mesidir ki, bu da eşyanın bulunduğu halden başka bir hale geçişi demek­tir. Ölen insanın bedeninin çürüyüp parazitlere, sonra da toprağa dönüş­mesi ve günü gelince, belli ve belirli elementlerin biraraya getirilmesiyle fenadan bakaya döndürülmesi bu cümledendir. Allah (c.c.) ne değişir, ne değişikliğe uğrar; ne ölür, ne de fena bulur. O, nasılsa öyledir ve hep öyle kalacaktır. Her şey O'nun sonsuz kudretinin eseridir. O ise, kendi zâtiyle, kudretiyle kaimdir ve vardır. O'nun varlığı vaciptir. Bizim ve diğer eşyanın varlığı mümkündür. Varlığı vacip olanın başka bir varlığa ihtiyacı yoktur. Varlığı mümkün olanın ise, her zaman varlığı vacip olan kudrete ihtiyacı söz konusudur. Akaid İlmi'nde bu konu şöyle belirtilmiştir: «Allah, vâci-bü'l-vücud'dur. O'ndan başkası mümkünü'f-vücud'dur

Kasas Sûresinde : «Allah'ın vechi (zatından veya rızasına uygun olanın) dan başka her şey yok olucudur» mealindeki 88. âyetin tefsirinde geniş açıklamc yapılmıştır. O bakımdan konuyu burada özetlemeyi yararlı gör­dük.

Celâl ve ikram sahibi Allah'ın vechi:

«Allah'ın vechi» burada daha çok şu iki manaya delâlet etmektedir:

1- Allah'ın zâtı ve varlığı,

2- Allah'ın rızasına uygun olan amel..

Bu ikinci manâya göre : Kulun bütün iş ve ameli boş ve anlamsızdır; neticesiz ve semeresizdir. Ancak CenâbHakk'ın rızasına uygun iş ve amel­leri bu genellemenin dışındadır. Kalıcı olanı da bu istisna teşkil edenidir.

Böylece denizler de, onlarda yüzen dağ gibi gemiler de, o gemileri in­şa edenler ve ettirenler de; birçok nîmetiere erişip şükredenler ve etmi-yenler de eninde sonunda fena bulacak; mevcut düzenle birlikte silinip be­lirsiz hale gelecek. İkinci hayat düzeni kurulunca, insanlar yeniden varlı­ğın aydınlığına getirilecek ve ebediyet damgasıyla mühürlenip Zat-i Hakk'ın sonsuz lütuf ve inayetine ebediyen mazhar kılınacaklardır.

«Zü'l-celâl», azamet, yücelik, büyüklük sahibi ve övgü değer sıfatlara, layık olan zat gibi manalara; «ve'l-ikrâm» ise, lütuf ve ihsan sahibi, bağış ve vergisi bol olan zat gibi mânalara delâlet eder.

 

Göktekiler Ve Yerdekiler Hep O'ndan İster

 

«Göklerdeki ve yerdeki kimseler hep O'ndan İster. O, her gün (her dem ve an) bir işte, bir tecel­lidedir.»

Göklerdeki melekler, O'ndan rahmet ve yakınlık; yerdeki canlılar O'n­dan rızık ve rahmet; insanlar ve cinler O'ndan sayısız şeyler isterler. Ce­nâb-ı Hak, her canlının isteğine yetecek kadar nîmet kaynaklarını önceden hazırlayıp belli bir plâna göre düzenlemiştir. Artık herkes kendi zekâ ve be­cerisine, ilim ve idrâkine göre, o kaynaklardan faydalanır.

İbn Abbas (R.A.) ve Ebû Sâlih'a göre : Gök ehli O'ndan mağfiret is­ter, rızık istemez. Yer ehli O'ndan hem mağfiret, hem de rızık ister.

İbn Cüreyc'e göre : Melekler, yeryüzü ehli için O'ndan rızık isterler.

O, her dem ve her an bir işte, bir tecellidedir. O'nun tecellilerinin sonu ve sınırı yoktur. Kiminin günahlarını bağışlar, kiminin sıkıntısını giderir. Ki­mini yükseltir, kimini alçaltır. Kimini aziz kılar, kimini zelîl ve hakîr eyler. Öldüren ve dirilten ancak O'dur. Rızkı belli kanunlara göre genişletip ve bir ölçüye göre daraltan da O'dur. Kullarını devamlı surette denemelere tabi tutar, onların irâde, imân ve sabırlarını belirleyip yazar. Kâinat düzenini belli plân ve programa göre yürütür. Geceyi gündüze, gündüzü geceye ka­tar. Ölüyü diriden, diriyi de ölüden çıkarır. Zira O her an bir iş ve bir te­cellidedir.

Ayrıca bu âyetle, Yahudilerin, «Allah cumartesi günü dinlenir; hiçbir iş yapmaz» şeklindeki iddiaları reddedilmektedir. Allah için dinlenme, iştira-hate çekilme, yorulma, bıkkınlık duyma gibi arızî şeyler eâiz değildir. Zira O, mutlak kudret sahibidir ve kudreti zatındandır.

 

 Âhiret Gününde İnsan Ve Cinlerin Hesabını Görmeğe Yönelme

 

<<Ev (yeryüzünde) iki ağırlığı (belirgin olan insanlar ve cinler)! Yakında (kıyamet günü) sizinle meşgul olup gerekeni yapacağız.»

CenâbHakk'ın aralıksız tecellilerde bulunduğu belirtilmektedir. Bu, bizim anlamamızı kolaylaştırmak için «yevm» ismi, zarf şeklinde kullanıla­rak ifade edilmiştir. Cenâb-ı Hak hakkında zaman ve mekân kavramları söz konusu olamaz. O bakımdan âyette geçen «külle yevm»i her ne kadar «her dem, her an» şeklinde çevrisini yapsak da, devamlılık söz konusudur; yani Cenâb-ı Hak devamlı surette faaliyet ve tecelli halindedir.

Burada geçen «yevm» ise, birçok âyetlerin tefsirinde açıkladığımız üzere, zamanın en tosa parçasına delâlet etmektedir.

«Yakında sizinle meşgul olacağız» cümlesine gelince : Bu, âyette «fe­rağ» kökünden türetilen «nefruğu» fiiliyle ifade edilmiştir. Ferağ, bir işi bitirip, bir diğerine başlamak demektir. Böyle bir anlatımın zahirî delâleti­ni Allah'a nisbe^t ederken, O'nun hâsıl-i mânasını düşünmemiz gerekir. Şöy­le ki: Âhiret gününde Cenâb-ı Hak adalet ve rahmetiyle; izzet, celâl ve hîk-metiyle tecelli edip insanlarla cinlerin hesabını görecek, geriye bir şey bı­rakmayıp hükmünü verecektir. Dünyada ise ne böyle bir hesaba yönelir, ne de her şeyi hemen hükme bağlar; çoğunu âhirete bırakır.

 

Sekaleyn

 

«Sıka!» ağırlık anlamına delâlet ettiği gibi, «sekal» da nefis, kadri -ce ve korunmaya değer nesne hakkında-kullanılmıştır. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin : «Şüphesiz ki ben size sekaleyn (iki sekal) bıraktım : Allah'ın kitabını ve kendi evlâd ve torunlarımı..» [11]buyurması, onların kadrinin yüceliğine ve korunmalarının gereğine işarettir.

Âyetteki «sekalan» ile, insanlar ve cinler kasdedilmektedir. Zira onlar­dan her biri yeryüzünde değer, hikmet ve anlam bakımından ayrı bir ağır­lık arzetmektedir. Nitekim Zemahşerî de Keşşafta buna yakın bir tefsirde bulunmuştur.

Bu mânayla Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e «Resûlüs-sekaleyn» denil­miştir.

İnsan ve cinnin diğer canlılara nisbetle çok önemli yerleri söz konu­sudur. Zira her şey insan için yaratılmıştır. Asıl değer ağırlığı olan odur. Cinler de ilâhi tekliflerle mükellef tutuldukları için onlar hakkında da sekal kavramı tebaiyyet yoluyla kullanılmıştır.

Cafer es-Sadık'a göre : Canlılar arasında ilâhî tekliflerle yükümlü tu­tulan insan ve cinlerin günahları ağırlık gösterdiğinden, haklarında «seka­lan» sözü kullanılmıştır.

 

Göklerin Ve Yerin Sinirini Aşmak Mümkün Mü?

 

«Ey cin ve insan topluluğu! Göklerin ve yerin sınırlarını aşıp geçmeye gü­cünüz yetiyorsa, haydi aşıp geçin. Ama geçemezsiniz, ancak bir sultan... ile geçebilirsiniz

Âyette göklerin ve yerin «aktaraından söz edilmektedir. «Kutr'un ço­ğulu olan bu kelime, bir şeyin, bir bölgenin veya kesimin çevresi, sınırı ve cihetleri anlamına gelir. Ayrıca köşegen ve çap mânasında da kulla­nıldığı olur.

Burada göklerin ve yerin «aktar»ından maksad, yerçekim kuvvetinin sınırları veya madde âleminin sınırları olabilir. Diğer bir yorumla, «zikr-i cüz, irâde-i küll» kuralınca Allah'ın mülkünün ve tasarruf alanının dışına çıkabilme imkânının bulunmadığını ifadeye yönelik bir anlatım tarzı sa­yılabilir. Ancak yerçekim kuvvet sınırı maksada daha uygun görünmekte­dir.

Böylece insanlarla cinler, yeryüzünün sıklet merkezini oluşturmalarına ve birçok şeylerin bu iki ayrı cinsin emrine verilmesine rağmen her ikisinin de ilmi, aklı ve idrâk alanı sınırlıdır. Ne fizik âlemini aşmaya, ne ilâhî mül­kün dışına çıkmaya, ne de O'nun tasarrufundan sıyrılmaya güçleri yeter. Bunun için Cenâb-ı Hak, mükerrem yarattığı insana ve çok seri hız ve ha­rekete sahip bulunan oinne hitapla, birçok hususlarda acizlik içinde bu­lunduklarına işarette bulunmakta ve hiç kimsenin ilâhî kuvvet ve kudret ile yarışamıyacağını dolaylı şekilde işlemektedir.

«Sultan» kelimesi, üzerinde hayli durulmuş ve birtakım yorumlarının ve delâletlerinin bulunduğu ileri sürülmüştür. Şöyle ki:

a)  Lübabu't-te'vîl sahibine göre : Kuvvet, kahır ve galebe demektir.

b)  İbn Abbas'a göre : Âyette geçen «tenfüzû» fiili, «nefaz» kökünden türetilmiştir ki, kök mana olarak «bilmek» demektir. «Sultan» ise, «beyyi-ne» yani delil, belge ve hüccet gibi manalara delâlet eder.

O halde göklerin ve yerin sınırlarını bilmek isterseniz, haydi biliniz bakalım? Ama bilemezsiniz, ancak Allah'tan indirilen beyyine ile bilebilir­siniz.

c)  Müfessir.Kurtubî'ye göre : «Su!tan»dan maksad, Allah'ın saltanat ve kudretidir. Öyle ki, insanlar O'nun saltanat ve kudretini aşamazlar; an­cak O'nun lütfedeceği kuvvet ve kudret ile aşabilirler. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in Mi'rac Gecesi madde âleminin sınırını aşması, bütünüy­le ilâhî kuvvet ve kudretle gerçekleşmiştir.

 

Dünya'nın Yerçekim Kuvvet Sınırını Aşmak

 

Yukarıdaki farklı yorumlardan sonra âyetin bir diğer delâletinden şu mâna ve hükmü çıkarmak mümkündür: Yerküre dahil, fezadaki cisimle­rin taşıdıkları yerçekim kuvvetini aşabilmenin ancak «sultan» ile gerçek­leşebileceği söz konusudur, «Sultan» ise, az yukarıda açıkladığımız üzere, delil, belge, hesap ve birtakım fiziksel kanunlar demektir. Nitekim gerek yerçekim kuvvet sınırını aşıp Ay'a ayak basmak, gerekse Merih'e gönde­rilen Viking I, Vigink II ancak belli fiziksel kanunlara ve en ince hesaplara göre yürütülmüştür.

Böylece Kur'ân, bu ikinci yorumla fezanın kapılarının insanoğluna açık bulunduğunu beyân ederken, ilmî delilleri, belgeleri, fiziksel kanunları ve astronomik konuları çok iyi bilmenin şart olduğuna işarette bulunuyor.

 

Yalın Ateş Ve  Bunaltıcı Gaz Gönderilmesi

 

«Üzerinize dumansız bir ateş ve bunaltıcı bir duman (gaz) gönderilir de artık kendinizi savunamaz ve kurtaramazsınız.»

Âyette çok önemli iki hususa dikkat çekilmektedir. Biri, üstümüze sa­lınıp inecek yalın, dumansız ateş; diğeri, ya erimiş bakır, ya da bakır ren­ginde zehirli bir duman veya gaz.

Âyette birinci olay «şüvazün min nar», ikincisi, «nuhas» ile ifade edil­miştir. Bu iki kavram üzerinde farklı yorumlar yapılmış; asıl delâlet ettik­leri mâna araştırılarak bazı sonuçlar çıkarılmıştır. Şöyle ki:

1- İbn Abbas'a göre: «şuvaz», dumanı olmayan alevli ateştfr. «Nu­has» ise, alevi olmayan duman veya gaz demektir.

2- Mücahid'e göre : «Şuvaz» ateşten çıkan yeşilimsi bir alevdir.

3- Dahhak'a göre : «Şuvaz» ateşten veya alevden çıkan gazdır, odun dumanı değildir.

4- İkrime ve İbn Mes'ud'a  (R.A.) göre : «Nuhas»  eriyik bakırdır.

5- el-Kissâî'ye göre : «Nuhs» çok fena kokusu olan ateştir.

İster gaz, ister zehirli duman, ister erimiş bakır veya benzeri şeyler ol­sun, bunlar nasıl ve nereden insanlar üzerine gönderilecek veya indirile­cektir? Konu üzerinde dikkatle durup incelediğimizde, karşımıza iki deği­şik mana ve sonuç çıkıyor:1- müfessirlerin çoğunun dediği gibi, Âhiret Âlemin'de insanları mahşer alanına sürüp götürecek olan dumansız bir ateş ile bakır renginde bir duman veya gaz kasdedilmiştir. 2- Dünyada nükleer bir savaşın meydana geleceğine işarettir. Atomların patlamasıyla, bir anda ortalığı ateş, öldürücü gazlar, radyasyonlar doldurup insanlara kurtulma şansı bile tanımıyacaktır.

Nitekim ilgili âyetin son kısmında bu husus şöyle belirtilmektedir: «Ar­tık kendinizi savunamaz ve kurtaramazsınız..»

 

Göğün Yarılıp Gül  Rengine Dönüşmesi Ve  Yağ Misali Erimesi

 

«Gök yarılıp gül rengine dönü­şerek yağ gibi eriyeceği zaman..»

Göğün yarılması, gül rengine dönüşüp yağ gibi eriyip akması, çok müt­hiş bir olayı tasvir etmektedir. Bu, kıyamet olayı mıdır, yoksa ona benzer bir başkalaşma ve büyük bir felâket midir?

Daha önceki âyetlerde, yeryüzündeki her şeyin fena bulacağı açıklan­dıktan sonra 37. âyetle göklerin de bir bakıma fena bulacağı haber verili­yor. Bu yoruma göre, olay kıyametin kopmasıyla meydana gelecek, at­mosfer yanmaya başlayacak, gül rengini alıp eriyerek inecek ve böylece mevcut düzen bütünüyle bozulacak.

İkinci bir yoruma göre, bu bir nükleer savaşı tasvîr etmektedir. Kuvvetli bir ihtimalle zincirleme şekilde hidrojen patlamasıyla atmosfer ve deniz­ler ateşe dönüşecek. Böylece insanoğlu kendi kıyametini kendi acımasız elleriyle koparacaktır; yani büyük kıyametin kopmasına vasat hazırlamış olacaktır. Zaten atmosferle denizlerin ateşe dönüşmesi, büyük kıyametin en açık ve belirgin belirtisidir.

Kızıl deriye de «dihan» denilmiştir; Buna göre, gök kızılderiye, diğer bir anlatımla bakır rengine benzeyen gül rengini alacak. Artık böyle bir günde ne insana, ne de cinne günahından (onu niçin işlediğinden) sorul­mayacak. Zira herkesin amel defteri en doğru bilgilerle dağıtılarak sahibi­ne ulaştırılacak. İtiraz kapıları kapanacak..

Eğer bu bir atom savaşının doğuracağı sonuçlar ise, meydana gelen o müthiş kahredici azap insanları her taraftan kuşatacak ve kitleler halin­de ölüme sürüklerken kimsenin günahından sorulmayacak. Çünkü atom savaşı, kadın, çocuk, genç, yaşlı, sakat ve malûl demeden hepsini mahve­decek güçtedir.

Bütün bu yorum ve ihtimallerden sonra 41. âyet konuya açıklık getir­mekte ve olayın kıyamet düzeyinde meydana geleceğini belirtmektedir.

Böylece inkarcı günahkârlar, sapık suçlular, yalan saydıkları Cehen-nem'e atılırlar da amellerine uygun azap edilirler.

39. âyette «O gün, ne insanlara, ne de cinlere günahları (nın sebebi) sorulmaz» buyurulurken, Hicr Sûresi 92. âyette : «Rabbm hakkı için elbet­te onların hepsinden yapageldikleri şeylerden bir bir soracağız» buyurul-

maktadır.

Bu iki âyet arasını mâna ve hüküm yönünden te'lîf etmek gerekiyor. Şöyle ki, konumuzu oluşturan âyette, insan ve cinlerden «şu günahları işlediniz mi?» diye sorulmayacağı haber veriliyor. Hicr Sûresinde ise, «gü­nahlarından sorulmaya ihtiyaç duyulmayacaktır» diye bildiriliyor. Arada az bir fark söz konusudur. Birincide, herkesin günahı amel defterinde yazılı bulunduğundan dolayı; ikincide günahkarların simalarından bilinip tanınaca­ğından dolayı, «sen şu günahı işledin mi?», «sen günahkar mısın?» diye sorulmayacaktır.

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, CenâbHakk'ın varlığına ve kudretine delâlet eden birkaç belgeye yer verildi ve böylece insan aklına ışık tutularak araştırma çizgisi belirlendi. Sonra da yerin ve göklerin sınırına değinilerek, bun­ları ancak kesin hesaplarla, fiziksel kanunlarla aşmanın mümkün olabile­ceğine işaret edildi. Arkasından yönlendirici anlamda uhrevî tasvirler ya­pılarak duygu ve düşüncelere seslenildi.

Aşağıdaki âyetlerle, suçiu günahkârların simalarından tanınacağı konu ediliyor ve Rabbınin makamından korkan mü'miniere hazırlanan uhrevî mükâfatlardan bir kısmı haber veriliyor ve böylece Cennet'teki nîmetlere dikkatler çekiliyor.

 

Meali:

 

41- Suçlu   günahkârlar  yüzlerindeki belirtileriyle   bilinip tanınırlar.Alınlarından ve ayaklarından yakalanırlar (da yaka-paça Cehennem'e atı­lırlar).

42- Artık Rabbımzın hangi nimetlerini yalanlıyabilirsiniz?

43- İşte bu, suçlu günahkârların yalanladığı Cehennem'dir.

44- Onlar, Cehennem ateşiyle son derece kaynar su arasında dola­şıp dururlar.

45- O halde Rabbınızın hangi nimetferini yalanlıyabilirsiniz?

46- Rabbı'nın (hüküm ve adalet) makamından  korkan   kimseye iki Cennet vardır.

47- Artık Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlıyabilirsiniz?

48- İkisi de bol çeşitli ağaçlara sahiptirler.

49- O halde Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlıyabilirsiniz?

50- İkisinde akıp duran iki pınar vardır.

51- Artık Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlıyabilirsiniz?

52- İkisinde de her çeşit meyveden çift çift vardır.

53- O halde Rabbınızın hangi nimetlerini yalanhyabilirsiniz?

54- Onlar (O Cennetlere lâyık görülen bahtiyarlar), astarları kalınca atlastan olan döşekler üzerine yaslanırlar. Her iki Cennet'teki meyveler ise kolayca devşirilecek şekilde yakındır,

55- Artık Rabbınızın hangi nimetlerini yalanhyabilirsiniz?

56- Cennetlerde gözlerini sadece kendi eşlerine çevirmiş, daha önce kendilerine ne insan, ne de cin dokunmamış zevceler vardır.

57- O halde Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlıyabilirsiniz?

58- Onlar (o zevceler) sanki yakutlar ve mercanlardır.

59- Artık Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlıyabilirsiniz?

60- İyiliğin karşılığı ancak iyiliktir.

61- O halde Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

62- Bu ikisinden başka iki Cennet daha vardır.

63- Artık Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlıyabilirsiniz?

64- Bu ikisi de koyu yeşilliktir.

65- O halde Rabbınızın hangi nimetlerini yalanhyabilirsiniz?

66- İkisinde de durmadan fışkırıp akan iki pınar vardır.

67- Artık Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlıyabilirsiniz?

68- İkisinde de meyva, hurma ve nar vardır.

69- O halde Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlıyabilirsiniz?

70- Cennetlerde huylan güzel, yüzleri güzel hayırlı kadınlar vardır.

71- Artık Rabbınızın hangi nîmetlerini yalanlıyabilirsiniz?

72- Otaklarında tüller ardında huriler vardır.

73- O halde Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlıyabilirsiniz?

74- Bunlardan önce onlara hiçbir insan ve cin dokunmamiştır.

75- Artık Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlıyabilirsiniz?

76- Yeşil yastıklara ve benzeri görülmeyen döşeklere yaslanırlar.

77- O yüklük, ululuk, saygınlık, cömertlik, iyilik sahibi olan Rabb'ımn ismi çok mübarektir, çok yücedir.

 

Rabbının  Makamından Korkanlar

 

«Rabbının (hüküm ve adalet) makamından korkan kimseye iki cennet vardır.»

Âyette, CenâbHakk'ın yüce makamından korkan mü'mine iki cen­net va'dedilmektedir. «Makam» kavramından maksad nedir? CenâbHakk'a zaman ve mekân izafe edilemiyeceğine göre, bu, zahirî anlamından başka bir mânaya delâlet etmektedir. O bakımdan ilim adamlarının farklı yorum­ları olmuştur:

a)  Hesap vermek üzere kişinin, Rabbının huzurunda duracağı makam,

b) CenâbHakk'ın her ikisinin her an üzerinde murakabada bulun­duğu ve herkesin neler düşündüğünü, neler işlediğini görüp bildiği makam,

c) Kişinin gizli ve açık hallerde mutlak gözetim ve denetim altında bulunduğuna inanarak, hayatını ona göre düzenleme idrâkine eriştiği ma­kam,

d)  Allah'tan her dem korkup gösterişten uzak kalınarak ihlâs üzere amelde bulunma makamı.

Nitekim Tirmizî'nin Ebû Hüreyre (R.A.)den rivayet ettiği hadîste, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: «Kim Allah'tan korkarsa, ilk adımda kendini buna hazırlayıp kolları sıvar ve kim de ilk adımda kendini hazırlarsa, makam ve mertebelere erişir. Haberiniz olsun ki, Allah'ın sıl'âti (ticaret mah)nın fiatı yüksektir; gözünüzü açın ki Allah'ın ticaret malı cen­nettir.» [12]

İki Cennet:

İki cennetten maksad nedir? Cennet kavramı, umum ifade ettiğine göre, burada «iki» kelimesiyle anılmasının birtakım farklı mânaları olsa gerek. O bakımdan ilim adamları şu yorumlar üzerinde durmuşlardır:

1- Cennet'te büyük bir alanı kaplayan iki güzel bahçe,

2- Biri mü'min kimse için yaratılıp hazırlanan makam, diğeri kâfir için hazırlanıp mü'minin vâris kılındığı makam,

3- Biri kendisine tahsîs edilecek menzil, diğeri eşlerine ayrılacak ko­nak,

4- Biri, oradaki göz alıcı konağı, diğeri geniş bahçesi,

5- Adn Cennet'i ile Naîm Cennet'inde ayrılan ayrı iki yurt.

Kur'ân'ın tasviriyle, her iki cennet de renk renk meyvalar ve çiçeklerle donatılmıştır. Ağaçların dalları, budaklan düzenli ve uyumludur.

İkisinde de akıp duran iki pınar vardır; biri «Tesnîm», diğeri «Selsebîl» ismini taşımaktadır. Biri saf temiz su, diğeri sarhoşluk vermeyen nefis iç­kidir.

 

 

 

Meyvalardan Çift Çift Vardır

 

«İkisinde de her çeşit meyvadan çift çift vardır.»

Sözü edilen iki cennette her çeşit meyvadan çift çift bulunduğu belir­tilmektedir. Müfessirlerin bu hususta farklı yorumları olmuştur. Şöyle ki:

a)  İki ayrı tatlılık ve değişik nefasette,

Nitekim İbn Abbas (R.A.) diyor ki: «Dünyadaki mevcut her meyva­dan, -kargadöleği dahil- mutlaka Cennet'te de vardır. Anoak cennetteki-lerin herbiri ayrı bir lezzet ve nefasettedir.

b)  Yaş ve kuru  meyva,

Çünkü insanın bazan canı kuru yemiş, kuru meyva ister.

c)  Gözlerin görmediği,'kulakların işitmediği,   kalplerin  düşünemediği daha nice çift çift meyvalar vardır ki, çiftlerden herbiri ayrı bir renk, ayrı bir koku ve değişik bir lezzet taşır.

 

Cennet'teki Meyvalar Kolayca Devşirilirler

 

 <<Her iki cennetteki meyvalar ise, kolayca devşirilecek şekilde yakındır.»

İlgili âyetle, cennetteki ağaçların konumu ve dallarının düzeni ve uyumluluğu; aynı zamanda kanepeler üzerinde oturanların kolayca kopar­masına uygun boyda bulunması, oradaki ağaçların görüntüyü kapatacak kadar boylu olmadıklarına delâlet etmektedir.

Ayrıca cennetteki kanepeler üzerine serilen döşeklerin çekiciliği ve nefaseti üzerinde duruluyor.

 

Gözlerini Sadece Eşlerine Çeviren Dilberler

 

«Cennetlerde gözlerini sade­ce kendi eşlerine çeviren ve daha önce kendilerine ne insan, ne de cin do­kunmayan zevceler vardır.»

Saffat Sûresi'nde de belirtildiği gibi, Cennet'te iki ayrı cins zevceler (eşler) vardır. Biri, özel olarak Cennet'te yaratılıp oennettekiler için hazır­lanmıştır ki onlara «hûrî» denilmektedir. Diğeri, dünyadaki mü'mine kadın­lardır ki, Cennet'te kocalarıyla birleşirler.

İlgili âyette «hûrî»den söz edilerek onların iki önemli özelliği üzerinde durulmaktadır. Öyle ki: Cennet'îe herkese verilen bol nimetler, geniş mülk­ler öylesine çok ve göz doyurucudur ki, biri diğerinin mülk ve nîmetine aç­gözlülükle bakmaz ve kıskançlık duyacak şekilde ilgi göstermez. O bakım­dan hûrî denilen eşler de sadece kime bağışlanmışlarsa onunla ilgilenirler. Ne başkaları onlara şehevî ilgi duyar, ne de onlar başkalarına karşı böyle bir duygu besler..

Hûrî denilen eşler, o kadar güzel, endamlı, pürüzsüzdürler ki, Kur'ân onları «inci ve mercanı» misal vererek tasvîr etmektedir.

Âyette başka bir incelik daha söz konusudur:

Cenneî'teki «huri» denilen eşlere, daha önce insan dokunmadığı gibi, cin de dokunmamıştır. Burada üc ayrı mâna ve yoruma işaret edilmektedir. Şöyle ki:

1-Hûrî ne insan türündendir, ne de cin türündendir. O bakımdan hiç kimse onlara dokunmamıştır.

2-Dünyadaki kadınlara insanlar dokunduğu gibi, bazan cinler de dokunabilir. Ancak cinlerin dokunması şöyledir: Mücâhid'in açıklamasına göre, erkek Besmele çekmeden eşiyle cinsel temasta bulunurken cin veya şeytan da -keyfiyeti bizce bilinmeyen"şekilde- temas kurar.

3-Cinlerden cennete girecek olan dişilere, erkek cinler; insanlardan cennete girecek kadınlara, erkek insanlar dokunmuştur. Hûrî ise, cennette Yaratıldığı için kimse ona dokunmamıştır.

 

İyiliğin Karşılığı Ancak İyiliktir

 

«İyiliğin karşılığı ancak iyiliktir.»

İyilikle çevrisini yaptığımız «ihsan», çok yönlü bir kavramdır. Delâlet ettiği mânaların hepsini biraraya getirip özetliyecek olursak, şu sonucu çıkarmamız mümkün olur: «İyilikte bulunmak, bir şeyi iyileştirip güzelleştir­mek, bir şeyi iyi yanıyla gerektiği şekliyle bilmek; hep iyilik üzere bulunup iyilik düşünmek; kulluk görevini yerine getirirken Allah'ı görür gibi güzel ibâdet etmek ihsandır.

O halde dünyada da iyiliğe karşılık iyilikte bulunmak bir fazilet ve insanî bir borçtur. Allah için yapılan iyiliğin daha çok karşılığı, âhirette, Cenâb-i Hakk'ın büyüklüğüne yakışır tarzda vereeeği mükâfatla gerçekle­şir.

Bu mânayı dikkate alanlar, âyeti şöyle açıklamışlardır:

a)  İbn Abbas ve İbn Mes'ûd'a (Allah ikisinden de razı olsun) göre : Gerçek iyilik, Lâ ilahe illâllah'tır ve onunla amel etmektir. Bu sözün kar­şılığı ise, ancak cennettir.

b)  Dünyada iyilik ve güzellikte bulunan mü'minler, âhirette iyilik ve güzellikle mükâfatlandırılırlar.

 

Koyu Yeşil İki Cennet

 

«Bu ikisinden başka iki cennet da­ha vardır......Bu ikisi de koyu yeşilliktir.»

Yukarıda bazı özellikleri belirtifen iki cennetten başka, iki cennet daha vardır ki, bunlar kendine has bir görüntü arzeden koyuca yeşilliklerle ör­tülüdür; aralarından fışkırıp akan iki ayrı pınarla birlikte hurma, nar ve di­ğer meyvalar mevcuttur.

Âyetlerde bütün meyva çeşitlerini içine alan «fakihe» ismi kullanılmış ve bu genel anlatımdan sonra özel anlatıma geçilerek hurma ve nardan söz edilmiştir. Bu, cennetteki hurma ve narın tarifi mümkün olmayacak güzellik, tad ve nefasetine ve cennetliklerin bu iki meyvaya daha çok rağ­bet edeceklerine işarettir.

 

Hûrînin Bazı Özellikleri

 

«Cennetlerde huyları güzel, yüzleri güzel hayırlı kadınlar vardır.»

Cennet'te yaratılan hurilerin birtakım vasıf ve özellikleri anlatılarak, dünyadaki hanımlara örnek gösteriliyor. Şüphesiz, hurilerin birçok özellik­leri vardır, ancak burada dört kadarı üzerinde durulmaktadır:

1- Gözlerini yalnız eşlerine çevirirler.

2- Temizlik, parlaklık, çekicilik ve değerlilikte inci ve mercana ben­zerler.

3- Huyları güzel, yüzleri güzel hayırlı eşlerdir.

Bu, kadının sadece fiziksel yapısının güzelliğinin yeterli olmadığına, huy ve ahlâk güzelliğinin bununla paralellik arzetmesi gerektiğine işarettir.

4- Kendilerine ait çardak ve benzeri güzel manzaralı yerlerde, tülden perdeler arkasında otururlar.

Bu, kadının iffet perdesini, lâyık olduğu yeri ve ilgiyi yansıtmaya yöne­lik bir anlatım tarzıdır.

Abkar: Arap mitolojisinde «cinler, periler ülkesi» hakkında kullanı­lırdı. Böylece Araplar çok ender şeylere de «akbar» derlerdi. Cenab-ı Hak bu kelimeyle cennetteki döşek ve örtülerin nadide kumaştan olduğuna işa­ret etmektedir.

 

Allah'ın İsmi Çok Mübarektir

 

«Büyüklük, ululuk, saygınlık, cömertlik, iyilik sahibi olan Rabbı'nın ismi çok mübarektir, çok yücedir.»

Bütün bu yüksek nimetleri sadece inanan insanlara hazırlayan ve dün­yada iken ebediyet yurduna lâyık bir hayat geçirip Allah'a karşı kulluk gö­revini yerine getirenler için çekicilik ve nefasetin doruğuna yükselten Ce-nâb-ı Hak, her bakımdan çok üstündür, tâzîme lâyıktır ve ismi çok müba­rektir.

Bütün güzelliklerin, iyiliklerin, cömertlik ve yüceliklerin tek kaynağı olan Cenâb-ı Hak, İnanan insanların da bu güzelliklerinden pay almasını dilemekte ve bunun için gereken bütün bilgileri vermektedir.

Rahman Sûresi'ne, Kur'ân'ı öğreten Rahman ismiyle başlandı ve celâl, ikram sahibi Allah'ın isminin çok mübarek olduğu belirtilerek sûre nokta­landı.

Bu Sûrenin de tefsirini bize müyesser kılan CenâbHakk'a hamd-u senalar; dünya tarihinde en büyük, en kalıcı inkılâbı insanlığın huzur, gü­ven ve ebedî mutluluğu için yapan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e salât-ü selâmlar olsun.

 



[1] Fazla bilgi İçin bak :  Tefsîr-i Kurtubî :  17/151

[2] Lübabut-te'vîl :  4/208

[3] Lübabu't-te'vîl :  4/208

[4] Tefsîr-i Kurtubî :   17/151

[5] Tirmizî :  Câbir  (R.A.)den/;Hadîsün garibün

[6] Tefsîr-i Kurtubî ;   17/151

[7] el-Câmi'u  -Ahkâmi'1-Kur'ân :   17/153

[8] el-Cami’u Li-Ahkami’l-Kur’an :   17/153                                                       

[9] el-Cami’u Li-Ahkami’l-Kur’an :   17/153                                                            

[10] el-Cami’u Li-Ahkami’l-Kur’an :    17/153                                                                                    

[11] Müslim/fezâil-i sahabe;  36, 37- Dâremî/fezâil-i Kur'ân :   1- Ahmed :  3/, 14, 17, 26, 59, 4/367, 371

[12] Tirmizî/kiyâmet  18