Bu sûre, elli beş ayet
olup, Mekkîdir.[1]
"Kur'ân'ı O Rahman öğretti. İnsanı O yarattı. Ona
beyânı O öğretti" (Rahman, 1-4).
Bil ki bu sûrenin,
kendinden Önceki sûre ile, şu iki şekilde münasebeti olduğu söylenebilir:
1) Allah
Teâlâ önceki sûreye, İzzetine, ceberrûtuna ve heybetine delalet eden bir mucize
ile, yani ayın İkiye bölünmesi mucizesi ite başlamıştır. Çünkü ayı ikiye
bölebilen, dağlan ve insanları yerle bir etmeye de kadirdir. Rahman Sûresine
ise, rahmetine ve erhamürrâhimîn oluşuna delâlet eden bir mucize İle
başlamıştır ki bu da Kur'an mûcizesidir, Çünkü kalblerin şifası, sağlığı,
günahlardan arınması ve uzak durmasıyla olur.
2) Allah
Teâlâ, önceki sûrede, "Benim azabım ve İmamlarım nasûmış (bir düşün)"
ayetini, birden fazla tekrar etmiştir. Bu sûre de, "O halde Rabbinizin
hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz" ayetini defalarca zikretmiştir.
Çünkü daha önce de anlattığımız gibi, o sûre, Hak Teâlâ'nın, heybetini
anlattığı bir sûredir. Bu İse, rahmetini ortaya koyduğu bir sûredir. Hem sonra
bu sûrenin başı ile, önceki sûrenin sonu bir münasebet arzetmektedir. Çünkü Hak
Teâlâ o sûrenin sonunda, "Kudret sahibi, mülkü çok yüce olan (Allah'ın)
yanındadırlar (onlar)" buyurmuştur ki "Kudret sahibi" oluşu,
heybet ve azametine bir işarettir. Bu sûre başında ise, "er-Rahman"
demiştir ki bu, "O Allah, kâfir ve tacirler için ileri derecede azîz ve
intikam sahibi (zü'ntikâm) bir muktedirdir; ama İyiler, muttakîler ve mû'minler
için Rahman'dır, nimetler sahibidir, onların hatalarını bağışlayandır"
manasına gelir.
Bu ayetin tefsiri
ile İlgili birkaç mesele var:[2]
"Rahman"
lafzı ile ilgili bir kaç bahis vardır ve bunlar, ancak "Allah" lafzını
inceleyip-ortaya koyduktan sonra
iyi anlaşılacak hususlardır. Dolayısıyla diyoruz ki:
Birinci Bahis:
"Allah" lafzının, başındaki elif-lâm ile birlikte, mümkinât (mahlûkât) âlemini yaratan O yüce
zatın, alem (özel) ismi olduğunu söyleyenler vardır. Buna göre, yine bu görüşte
olanlardan "Rahman kelimesinin de, Cenâb-ı Hakk'ın özel ismi olduğunu
söyleyenler ve bu hususta, "İster Allah'a duâ (kulluk) edin, ister
Rahman'a... Hangisi ile duâ ederseniz edin, nihayet en güzel isimler
O'nundur" (isra, no) yani bu iki isimden hangisiyle dua etseniz olur"
ayetini delil getirmişlerdir.
Yine bunlardan bir
kısmı, meselâ birisinin "Ya Allah" diyebileceği gibi "Ya
Rahman" da diyebileceğini söyleyerek, bu ayete tutunmuşlardır. Bütün
bunlar tutarsız izahlardır, hele bir kısmı iyice tutarsız.
Elif lâm'lı olarak
Allah lafz-ı celîlinin alem olduğu görüşü de zayıftır. Çünkü eğer onların
dediği gibi olsaydı, bu lafzatullahın başındaki hemze, kelimenin aslından
oturdu, dolayısıyla da hemze-i vasıl kabul edilmesi caiz olmazdı. Bu sebeple de
ve denip, Ahmed ve İsmail kelimelerinin başındaki hemze, vasıl halinde
kaldırılmadığı gibi, denilmeliydi. Halbuki aksine bu hususta doğrusu, şu iki
görüşten biridir:
Birinci Görüş:
Biz, ya mümkinât âleminin yaratıcısı olan zatın, alem isminin, "İlah"
veya "Iflh" olduğunu; daha sonra el-FazI, el-Abbas, el-Hasen ve
el-Halîl kelimelerinde olduğu gibi, başına elif-lâm getirilerek kullanıldığını
söyleyebiliriz. Bu izaha göre, başkasını "ilâh" diye adlandıran
kimse, tıpkı çocuğu için bu kelimeyi kullanıp da böylece, hernekadar caiz olma
hususunda, kendinden önce başkalarının da alem ismi olsa da, çocuğuna Muhammed
ve Ahmed gibi isimler veren kimse gibidir. Çünkü çocuğuna "Ahmed"
adını veren kimseye, başkasını bu isimle adlandırmasına manî olan, itaati
gerekli bir kanun yoktur ve bunun için, bu ismi kendisine veya çocuğuna verme
hususunda bir başkasına manî olma hakkı yoktur. Fakat kendisine itaat edilen
bir padişahın adı olması böyle değildir. Çünkü o padişah kendisine, bir isim
seçtiğinde, hakimiyeti devam ettiği müddetçe, idaresi altında bulunanlardan
hiçbir kimse ne kendisini, ne çocuğunu o isimle isimlendirme cesaretini
gösteremez. Hele de bu kimse köle olursa, ne kendisini, ne de çocuğunu
padişahın adıyla adlandıramaz. Allah Teâlâ, itaat edilen, emirleri dinlenen bir
meliktir. Kendisi dışında kalan herkes O'nun idaresi ve emri altındadır.
Binâenaleyh kendisi için bir isim seçtiğinde, kullarının o ismi atmaları caiz
olmaz. Şimdi kim, Allah'a ait olan ismi, bir başkasına vermiş ise, haddi aşmış
demektir. Binâenaleyh müşrikler de, isim verme bakımından haddi aşmışlar, mana
bakımından da sapıtmışlardır:
İkinci Görüş:
Yahut da diyebiliriz ki, "ilah" veya "lan", tapılan
kimsenin adıdır. Başındaki elif-lâm ise, ta'rîf (belirlilik) ifade eder. Şimdi
ilgili bu mana Allah Teâlâ'dan başkası hakkında imkânsız olunca, başka
varlıkların bu ismi almaları da imkânsız olur. Buna göre eğer, "Bir kimse
oğluna bu ismi verse, caiz olması gerekir" denilirse,
biz deriz ki: Bu çâiz
olmaz. Çünkü böyle bir isim verme hadisesi, o kimsenin bir alem olsun diye
değil de, oğlunu, bu kelimenin taşıdığı "tapılma" manasından ötürü,
bununla isimlendirdiği zannını uyandırır.
Birinci Bahis eğer,
"Bir kimsenin "kerîm" (cömert) ve vedûd (seven-şefkatli)
kelimeleriyle adlandırılması caizdir" denilirse, biz deriz ki: İsim
olabilecek bir şeyi, alem olmaya, yahut da zikirlerde kutlanılan lafızlarda
düşünülen manadan ötürü İsim olarak veriyor, bu da bir yanlış anlaşılmaya
götürmüyorsa, caizdir. Dolayısıyla birisinin kerîm ve vedûd gibi adları alması
ve birisini bunlarla adlandırması caizdir, ama halik (yaratıcı) yahut kadîm
(ezelî) gibi kelimeleri bu sadedde kullanması caiz değildir. Çünkü bu gibi
isimlerin kullanılışı, sadece alem olarak alınıp, taşıdıkları manaları nazar-ı
dikkate alınmadığı için caiz olmuştur. Fakat sayesinde halkın (yaratmanın)
varlığı veya yokluğu söz konusu olan, Kudret gibi, kendisiyle beraber bulunan
bir manadan ötürü, bu kelimelerin alem olarak verilmesi halinde, bu caiz olmaz.
Ne var ki, "Allah" ismi, işte bu kabildendir. Dolayısıyla bu ismi,
ma'bûd olmayan için kullanmak caiz değildir. O halde gerçek olan bu iki
görüşten birisidir. Ama onların, "Allah lafzı, başındaki elif-lâm ile
birlikte alemdir" şeklindeki görüşleri doğru değildir. "Allah"
lafzı hakkındaki bu bahsi ve buna dayanan hususları anladığında bil ki
"Rahman" kelimesinin, alem için olduğunu söylemek, bundan daha
zayıftır. "Yâ er-Rahmân" denilebileceğini söylemek, hepsinden daha
zayıftır.
İkinci Bahis:
Cenâb-ı Allah hakkında, "Allah" ve "er-Rahmân" isimleri,
tıpkı ilk isim ve İlk isimden sonra, vasfı galibin (en belirgin vasıta) isim
olarak kullanılması gibidir. Bu tıpkı, Ömeru'l-Fâruk, Aliyyü'l-Murtazâ, Musa
erRızâ ve halifelerin isimlerinde, onların en belirgin vasıfları olan
sıfatlarında bulunup gördüğümüz benzeri şeyler gibidir. Bu sıfatlar, çok
kullanılıştan ötürü, adetâ vasıf olmaktan çıkmışlardır. Öyle ki ilgili şahıs
artık onunla muttasıf olmasa, ondan bu vasıf ayrılmış olsa bile, yine bu sıfat,
tıpkı onun alemi gibi kullanılmaya devam eder. İşte bu vasıfların, bu kimselere
has olarak kullanılması gibi, rahman (en merhametli) sıfatı da, Allah'ın alem
isimlerinden biri haline gelmiştir. Fakat bu isim ve sıfatlarda, vad' (ilk defa
koyup kullanmak) caizdir. Çünkü insanların iktidar ve azamet açısından eşit
olduklarını izah etmiştik. Ama vad' Allah hakkında caiz değldir.
Şayet, "Birileri
"rahman" sıfatım, mesela bir Yemâmeli'ye ad olarak vermişlerdir"
denilirse, biz deriz ki: Bu tıpkı kimilerinin ilah lafzını, Altah'dan
başkasına, aslında bâtıl bir inanç olduğu halde, sırf dil yönünden geçerli
oluşuna bakarak, haddi aşmak ve küfürde bulunmak için vermesi gibidir.
Üçüncü Bahis:
Allah Teâlâ'nın, biri Önceden, biri de sonradan olmak üzere iki rahmeti vardır.
Önce olanı, sayesinde mahlukatı, yarattığı rahmeti, sonra olanı ise,
yarattıktan sonra mahlûkata, rızık, akıl, zekâ ve şâire şeyleri verdiği
rahmeti... Binâenaleyh Allah Teâlâ, önceki rahmeti nazar-ı dikkate alınınca,
"rahman"; sonraki rahmeti nazar-ı dikkate alınınca, "rahînV'dir.
İşte bundan ötürü; "Ya Rahmflne'd-dÜnya, ya Rahîme'l-âhiret" denilir.
O halde Allah Teâlâ, ilk Önce rahmetiyle mahlukatı yarattığı İçin
"Rahmân'dır. Binâenaleyh bu rahmet, başka hiç kimsede bulunmadığına ve hiç
kimse hiç kimseyi yaratmadığına göre O'ndan başkasına Rahman denilmesi caiz
değildir. Ama Allah'ın sâlih kulları, insanın takâtına göre, Allah'ın bazı
huyları ile ahlâklanıp, mesela açları doyurup, çıplakları giydirdiğinde,
sayesinde böyle doyurma ve yardımlaşmanın meydana geldiği ilahî rahmetten o
salih kullarda bazı şeyler bulunduğunda, bunlara da "rahîm" (çok
müerhametli) denir. Biz bütün bu hususları. Fatiha Sûresl'nin tefsirinde
anlattık. Fakat burada anlattıklarımızın, orada anlattıklarımıza ilave
edilmesini istedik. Bu yüzden burada bunları tekrar ettik. Çünkü bütün bunlar,
Fatlha'da anlattıklarımızın tafsilatı gibidir.[3]
Bu ayette
"Rahman" kelimesi mübteda olup, bir fiil cümlesi olan "Kur'ân'ı
öğretti" ifadesi haberidir. "Rahman"
kelimesinin, mahzüf
bir mübtedânın haberi
olduğu; takdirinin ise "O (Allah), Rahman'dır" şeklinde
olduğu; daha sonra Cenâb-ı Hakk'ın bu cümleden sonra, yeni bir cümle ile, "O Kur'ân'ı Öğretti" buyurduğu
söylenmiştir. Ama birinci izah daha doğrudur. Zayıf olan ikinci görüşe göre,
"er-Rahmân" tek başına ayet olur.[4]
Ayetteki,
"Kur'ân'ı öğretti" ifadesi, ikinci bir mef'ûlü (kime
öğretildiğini) gerektiren bir
cümledir. Binâenaleyh bu mef'ûl nedir? Diyoruz ki: Buna şu iki bakımdan
cevap verebiliriz:
a) Ayetin
başındaki (öğretti) kelimesinin, "alâmet
kıldı" manasında olduğu İleri
sürülmüştür. Buna göre,
Allah Kur'ân'ı, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in
peygamberliğinin alameti ve bir mucizesi yapmıştır. Bu izah, daha önce de beyan
ettiğimiz gibi, Hak Teâlâ'nın bir önceki sûrede geçen "ve ay yarıldı"
ayetiyle yakın bir münasebet ve ilgi arzeder. Çünkü Hak Teâlâ, o (Kamer)
sûresinin başında bunu, heybetine işaret eden bir mucize olarak zikretmiştir.
Bu heybet de, Allah'dan başka hiç kimsenin ikiye bölemeyeceği birşeyi ikiye
bölmesidir. Bu sûrede ise, rahmetine işaret olan bir mucizeye yer vermiştir ki
bu da, Allah Teâlâ'nın, Kendisi dışında hiç kimsenin yayıp veremeyeceği
şekilde, İlimleri ve hakikatleri yaymastdır. İşte bunlar, Kur'ân'da bulunan
ilimlerdir.
Bu izaha göre,
burada şöyle bir cevap daha verilebilir: Allah Teâlâ, o Kur'ân'ı Öğrenilebilir
bir şekilde kılmıştır. Bu ifade, bu manada olmak üzere, tıpkı "BizKur'ân'ı
zikir (düşünülmesi için) kolaylaştırdık" (Kamer, 17) ayeti gibi olur. Bu
izaha göre, buradaki (öğretti) kelimesi,
mecazî manada olur. Nitekim Arapça'da, eğer öğreten kimseye infakta bulunur,
öğretmesine karşı da ücretini verirse, o da ona öğretir" denilir.
b) Buradaki
ikinci mef'ûl, Cebrail (a.s) ve diğer meleklerdir. Çünkü Allah Teâlâ, Kur'ân'ı
önce onlara öğretmiş, sonra da Cebrail (a.s)'i, kulu Muhammed (s.a.s)'e
indirmiştir. Nitekim Hak Teâlâ bu hususu, "(OKur'ân'i), Ruhu'l-emtn
(Cibril), senin kalbine indirdi" (Şuara, 193-194) ayetiyle belirtmiştir.
İkinci mef'ûlün, Hz. Muhammed (s.a.s) olması da muhtemeldir. Mananın böyle
olması halinde bu ifadede, Kur'ân'ın, Muhammed (s.a.s)'in sözü değil de,
Allah'ın sözü-kelâmı olduğuna bir işaret olmuş olur.
Burada bir üçüncü izah
da şöyle olabilir: Bu, "Allah, Kur'ân'ı insana öğretti" manasınadır.
Bu, Allah'ın in'amının daha tam ve mükemmel olmasını anlatması bakımından,
doğruya en yakın olan manadır. Çünkü bu sûre, daha kapsamlı-genel bir nimetin
beyanı ile başlamaktadır.[5]
Niçin ikinci
mef'ûl hazfedi İm iştir? Deriz ki: Bu şu şahsa değil de, bu şahsa ait
olmadığına, bu öğretme nimetinin genel ve şümullü olduğuna bir işarettir.
Nitekim Arapça'da, kime yedirdiğini belirtmeden, sırf o adamın keremine
(cömertliğine) işaret olsun diye "Falanca yemek yedirir" denilir.[6]
"Öğretme
(ta'Iîm)" ne manayadır? Deriz ki: Bunun İkinci bir mef'ûlünün olduğunu
söylememiz halinde, ayetteki bu ifade, "Bu Kur'ân'ı ona anlatmak"
demektir. Eğer, "Allah Teâlâ, "Onun tevilini Allah'dan başka kimse
bilemez" (Al-i imrân, 7) buyurduğu halde, daha nasıl bu anlatılan, bunu
anlayabilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Kim, o ayetteki (AHah'dan
başka) lafzı üzerinde vakıf yapmaz da "ve raalhûn" (ilimde kök satmış
olanlar) kelimesini, müfredi müfrede atıf kabilinden, "Allah" lafzı
üzerine atfederse, (mana "Allah'dan ve rft»îh âlimlerden başka kimse
bilemez" şeklinde olur) ve bu soru söz konusu olmaz. Fakat
"Allah" lafzında vakıf yaparda, cümlenin cümleye atfı kabilinden
ifâdesini, "Onun te'vilini bilmez" cümlesine atfederse, şöyle der:
Allah Kur'ân'ı öğretti. Çünkü büyük ve önemli bir kitabı öğrenen, içinde
anlayamadığı yerler bulunduğu halde, genel hatlarıyla kitabı anlamış olur ve o
iyice anlayamadığı şeyleri imkân dâhilinde bilirse, "Falanca, hernekadar
kitabın yazarının muradını tastamam bilmese bile, falan kitabı bilryor ve gücü
yettiğince onu anlıyor" denilir. İşte Kur'ân'ın öğretilmesi konusundaki
durum da böyledir.
Yahut da bunu
"Onun te'vilini Allah'dan başka kimse bilmez" O'nun dışındaki
kimseler, Allah öğretmediği müddetçe, kendiliğinden bilemez" diye izah
edilebiliriz. Böylece bu mana, Allah'ın kitabının, zekâ ve ilim kuvvetine
dayanarak, içindeki mana ve hikmetlerin çıkarılabilen diğer kitaplara
benzemediğine bir işaret olur.
Hak Teâlâ daha sonra,
"insanı O yarattı. Ona beyanı O öğretti" buyurmuştur. Bununla ilgili
bir kaç mesele var:[7]
Ayetin tertibi ve
münasebeti hakkında şu iki izah yapılabilir:
1) Daha önce
de belirttiğimiz gibi, Cenâb-ı Hak, "Kur'ân'ı öğretti" ifadesi
ile, "insanı yaratmadan
önce Allah
meleklere Kur'ân'ı
öğretti" manasını kastetmiştir. Böylece Allah Teâlâ, mukarreb meleklere,
Kur'ân'ı gerçek manada öğretmiştir. Bunun delili, "Şüphesiz o şerefli bir
Kur'ân'dır, korunmuş bir kitab (olan Levh-i Mahfuz'dadır). Ona ancak tertemiz
olanlar dokunabilir" (Vakıa, 77-79) ayetleridir. Hak Teâlâ daha sonra, o
meleklere Öğretmesinin peşisıra, Kur'ân'ı insanlara indirmesine bir işaret
olsun diye, "Bu, alemlerin Rabbinden bir indirmedir" (Vâkıa, 80)
buyurmuştur. İzahın böyle yapılması halinde, ayetin nazmında şöyle ilave bir
güzellik ortaya çıkmaktadır: Çünkü Alla" Teâlâ, hem ulvî hem de süflî
(yerde ve gökte olan) bir takım şeylerden bahsetmişti-Ulvî olanlarla süflî
(yersel) olanları, dengeli olarak zikretmiştir. Ama ayetlerin sonuna kadar,
ulvî olanları hep süflî olanlardan önce zikretmiştir. İşte bu sebeple Kur'ân'ı
önce ulvî (göksel) olanlara Öğrettiğine bir işaret olsun diye, buyurmuş; süflî
olanlara bunu öğrettiğine bir işaret olsun diye de, "O insana beyân;
öğretti" buyurmuştur. Yine Hak Teâlâ, ulvî olanlara işaret olarak,
"Güneş ve ay..." (Rahman, 5) buyururken, bunların mukabili olarak
süflîlerden, "Ağaçlar ve otlar... "(Rahman, 6) buyurmuştur. Daha
sonra da "Allah göğü yükseltti" buyurmuş, bunun mukabilinde de,
"Yeri de bütün mahlûkat için a/farf;"(Rahman, 10) buyurmuştur.
2) Kur'ân'ın
öğretilmesinin önce zikredilmesi, bu işin daha mükemmel bir nimet verme
olduğuna bir işarettir. Cenâb-ı Hak, bundan sonra, Kur'ân'ı nasıl öğrettiğini
belirtmek üzere, "tnsam O yarattı. Ona beyanı O öğretti" buyurmuştur
ki bu tıpkı bir kimsenin: "Falancaya edebi ben öğrenim. Onu bu işe ben
teşvik ettim ve malımı onun için harcadım" demesi gibidir. Buradaki,
"Onu bu işe ben teşvik ettim ve malımı onun için harcadım" ifadeleri,
ilk cümlenin bir açıklaması olmuş olur. Cenâb-ı Hak, çok büyük bir nimet olduğu
için, Kur'ân'ı öğrettiğini önce zikretmiştir.[8]
Bu sûre ile, Alak
Sûresi'ndeki benzeri ifadeler arasındaki fark nedir? Çünkü Hak Teâlâ orada
önce, "Yaratan Rabbinin adıyla
oku" buyurmuş, sonra da, "Senin en kerîm Rabbin, kalem ile (yazmayı)
öğretendir" (Alak. 1-4) buyurmuş ve böylece yaratmayı, öğretme işinden
Önce zikretmiştir, (niçin)? Diyoruz ki: Cenâb-ı Hak, Alak Sûresİ'nde, Kur'ân'ı
öğrettiğini açıkça ifade etmemiştir. Dolayısıyla bu, sanki buradaki,
"İnsanı O yarattı" ifadesinden sonra, "Ona beyanı O
öğretti" ifadesiyle belirttiği bir öğretme gibi olmuş olur.[9]
Ayette geçen
"insan" ile kim kastedilmiştir? Deriz ki: Bununla bütün insanlar
(cinsi) kastedilmiştir. Bununla Hz.
Muhammed (s.a.s)'in
kastedildiği ileri sürüldüğü gibi, Hz. Adem'in kastedildiği de söylenmiştir.
Fakat ayetteki, "Onu (Allah) yarattı" lafzını nazar-ı dikkate
aldığımızda, ilk mana daha doğru olur. Çünkü "yarattı" ifadesine, Hz.
Muhammed (s.a.s) de, Hz. Âdem (a.s) de, diğer peygamberler (ve insanlar) da
girer.[10]
"Beyan"
nedir ve onun öğretilmesi nastl olur? Deriz ki: Kimi müfessirler,
"beyan"ın, konuşma (kabiliyeti) manasına olduğunu söylemişlerdir.
Buna göre Allah Teâlâ insana, konuşmayı ve kendinde (içinde) olan fikirleri ve
hisleri başkalarına anlatabilmeyi öğretmiştir. Zira bu sayede insan, diğer
canlılardan temayüz etmiş olur. O halde, " O yarattı" ayeti, insanın
o özel kalıbını yaratıp takdir etmesine; ''Ona beyanı O öğretti" ayeti de,
insanın, ilmi sayesinde başkalarından ayrıldığına bir işaret olur. Daha evvel
bahsettiğimiz, "Buradaki, beyandan murad, Kur'ân'dır. Cenâb-ı Hak, bu
ifadeye, ifadesiyle, mücmel olarak bahsettiği şeyi, anlatmak için
getirmiştir" şeklindeki izahımız, bunun dışında kalmış olur ve bu tıpkı, misal
verdiğimiz gibi olur. Çünkü birisi, "Falancaya edebi ben öğrettim. Onu bu
işe ben teşvik ettim..." diyebiliyordu. Bu izaha göre, "beyan",
içinde bulunan şeylerin kastedildiği bir masdar olur. Çünkü Kur'ân manasında
"beyan" lafzının, Kur'ân hakkında kullanılması, Kur'ân'da pek çok
geçer. Nitekim Hak Teâlâ, "İşte bu, insanlar için bir beyandır" (Al-i
İmran, i38) buyurmuştur. Allah Teâlâ Kur'ân'a, "beyan" gibi
"furkan" adını da vermiştir. O halde "beyan", hak ile bâtıl
arasını ayırdetme demektir. Binâenaleyh, Kur'ân manasında "beyan"
kelimesinin kullanılması doğrudur.[11]
Cenâb-ı Hak, "Ona
beyanı O öğretti" ifadesinde, her iki mef'ûlü de açıkça zikretmiş, fakat
bu iki mef'ûlü, "Kur'ân'i öğretti" ayetinde ki, "insana Kur'ân'ı
öğretti" manasının kastedildiğini söylersek, bu durumda mef'ülün
hazfedilişinin, öğretme nimetinin büyüklüğünden dolayı olduğunu da söyleriz.
Cenabı Hak böylece, bu öğretme işini, kime öğrettiğinden ve yaratmadan
bahsedişinden önce zikretmiş olur. Daha sonra da, o öğretme işinin nasıllığını
detaylı bir biçimde ele alarak, 'insanı O yarattı. Ona beyanı O öğretti"
demiş ve bunu böylece beyan etmiş olur. Ama, "Kur'ân'ı öğretti" ayeti
ile, Allah'ın Kur'ân'ı meleklere öğretişinin kastedildiğini söylersek, böyle
buyurmasının maksadı, insanlara, nimetlerini sayması, onlardan nimetlerine
şükretmelerini istemesi ve onları Kendisini yalanlamaktan menetmesidir. Cenâb-ı
Hakk'ın o Kur'ân'ı meleklere öğretmesi işinde ise, insanın kendine yönelik bir
faydanın olduğu ortaya çıkmış olmaz. Ama, Kur'ân'ı, insana öğretmesi ise, açık
bir nimettir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Ona beyanı O öğretti"
buyurmuştur ki, bu, nimetini o insana sayıp dökme kabilinden, "insana O
öğretti" demektir. Aynısını, Alak Sûresi'nde de yaptı. Çünkü, bir
keresinde kime öğrettiğine yer vermeksizin, önce "kalem ile öğretti"
demiş, daha sonra da, yeniden (kimi öğrettiğini belirterek), "İnsana
bilmediğini öğretti" buyurmuştur ki, işte "beyan" budur. Bütün
dillerin tavkifi olduğu ve o dillerin Allah'ın öğretmesiyle öğrenildiği
hususunda bu ayetle istidlal edilebilir.[12]
"Güneş de ay da
hesapladır. Nebat da, ağaç da (ona) secde ederler" (Rahman, 5-6).
Bu ifadelerin, daha
öncekilerle münasebeti hususunda şu izahlar yapılabilir:
1) Allah
Teâlâ'nın Rahman olduğu sabit olup, bir şifâ ve rahmet demek olan Kur'ân'ına da
işarette bulununca, nimetlerini zikretmiş ve bu işe de, insanı yaratması ile
başlamıştır. Çünkü, insanın yaratılması, diğer bütün nimetlerin, sayesinde
tamamlandığı bir nimettir. Zira, insan yaratılmamış olsaydı, hiçbir şeyden
istifâde edemezdi. Daha sonra Cenâb-ı Hak, anlama nimetini, "Ona beyânı O
Öğretti" ifadesiyle beyân etmiştir. Bu ifâde de, insanın var oluşu
itibariyle söylenmiş olan bir ifâdedir. Çünkü insan var olmasaydı, ne fayda, ne
de istifâde tahakkuk etmezdi.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, malûm olanlar sınıfından belli olan iki nimetini zikretmiştir ki, bunlar,
semavî nimetler türünün en bariz olanlarıdır. Ki, işte bunlar, güneş ve aydır.
Güneş olmasaydı, karanlık hiç gitmezdi. Ay olmasaydı, pekçok açık nimetler elde
edilemezdi. Ama, bu ikisi dışında kalan yıldızlar böyle değildir. Çünkü,
bunların nimet oluşları, bu ikisinin nimet oluşlarının açıkça anlaşılması gibi,
açıkça anlaşılamaz. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu iki şeyin hareketlerindeki en
mükemmel faydanın, değişmeyen bir hesap sayesinde gerçekleştiğini beyân
etmiştir. Çünkü güneş, bir yerde sabit olsaydı, bundan hiç kimse
yararlanamazdı. Eğer onun hareketi insanlar tarafından bilinmemiş olsaydı,
onlar, ziraatlarında ve vakitlerinde (ondan) faydalanamazlardı. Çünkü, hemen
hemen her şey, mevsimlere bina edilmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, güneş ile aya mukabil, yerde olan iki açık nimetini de beyân etmiştir ki,
bunlar da gövdeli ve gövdesiz olan bitkilerdir. Çünkü rızkın temeli, bunlara dayanır.
Eğer bitkiler olmasaydı, Allah'ın dilemesi hali müstesna, insanoğlunun rızkı
olmazdı. Biz, bitkilerin, rızkın temeli olduğunu söyledik; çünkü rızkın, ya
bitkisel, yahut da et, süt ve diğer parçalar gibi, hayvansal olur. Şimdi,
bitkiler olmasaydı, hayvanlar yaşayamazdı. O halde, aslolan bitkilerdir. Bu da,
birisi, buğday, arpa, büyük ağaçlar ve meyvelerin asılları gibi, bir gövde ile
kaim olanlar, diğeri de toprağın üzerine tutunmuş baklagiller, kuru otlar ve
hayvanların gıdası olan taze otlar... gibi, gövdesi olmayanlar diye ikiye
ayrılır.
2) Allah
Teâlâ, Kur'ân'dan bahsedip, Kur'ân'da. kendisiyle beraber başka bir delile
muhtaç olunmayacak delili yeterli bir delil olunca, bundan sonra, "Güneş
de ay da hesapladır. Nebat da, ağaç da (O'na) secde ederler" buyurmuştur.
Bu şuna işaret eder: Allah Teâlâ bazı temiz ruhları Kur'ân'daki deliller ile
başka delillerden müstağni kılmakla beraber O'nun dış dünyada da birtakım
delilleri vardır. Cenâb-ı Hak, özellikle bu ikisinden bahsetmiştir. Çünkü,
bunların hareketlerinin bir hesap ile oluşu, bir Fâil-i Muhtar (Allah)'ın
olduğuna, bu ikisini hususî bir tarzda hizmete soktuğuna delâlet eder.
Şimdi, bu dünyada
bulunan tabiatçı, felsefeci vb. kimseler biraraya gelseler, bu ikisinin
hareketinin yavaşlılık ve hızlılık açısından belli bir güzergâh, belli bir
cihet ve belli bir miktar üzere olduğunu isbât üzere ittifak etseler, onlardan
hiçbiri muradına eremez ve neticede gerçeğe dönüp "Bunları, Allah dilediği
.gibi hareket ettirir" demekten başka çare bulamaz. Allah Teâlâ, aklî
delillerin, Kur'ân'daki nakîî delilleri te'yid ettiğine bir işaret olsun diye,
yerden, gökten ve bu ikisi arasındaki şeylerden bahsetmiştir.
3) Daha önce
dediğimiz gibi bu sûre Astronomi ilmine ait bir mucize ile başlayınca, onun
peşinden Kur'ân zikredilmiştir. Ta ki -işaret ettiğimiz vecihler-nübüvveti
inkâr edenlere cevap teşkil etsin. Bu böyledir, zira Allah Teâlâ, peygamberine
kitap indirmiş, onu, insanlara en şerefli bir kitap ile, peygamber olarak
göndermiş, bunun üzerine kimi inkarcılar, "Gökten, bir kütlenin yere
inmesi nasıl mümkün olur ve yerde bulunan şey de, semâya doğru nasıl
yükselebilir?" demişler de, Cenâb-ı Hak da, "hareketlerinin tabiî
(tabiat tarafından) değil, hür ve irâde sahibi bir muharrik (hareket ettiren)
tarafından olduğuna işaret olsun diye, ''Güneş de ay da hesapladır"
buyurmuştur. Halbuki onlar da, bu hususta bize muvafakat edip, "dairesel,
periyodik bir hareketin, tabiî ve kendiliğinden olması mümkün değildir"
demektedirler. Şimdi biz diyoruz ki, güneşi ve ayı periyodik olarak hareket
ettiren zât, melekleri de, yukarıdan aşağıya dikey olarak indirebilir.
Sonra, o gövdesi olan
ve olmayan bitkiler, onların, "ağır cisimler, yukarıya doğru
çıkamazlar" iddialarına rağmen, yukarıya doğru dikey olarak çıkmaktadırlar
ki, işte bu, Allah'ın kudret ve iradesiyle olmaktadır. Aynen bunun gibi,
meleğin hareketinin de, tıpkı yıldızların hareketi gibi, dairesel olması
mümkündür.[13]
Ayetteki,
"hesapla..." ifadesine gelince, bu ifâde de, onların, "Kur'ân,
aramızdan (kala kala) ona mı indirildi?.." (Sad. 8) şeklindeki iddialarına
verilen cevâba bir işaret vardır. Bu böyledir, zira Allah Teâlâ, güneş ve ayın
hareketleri için belli bir güzergâh, belli bir yön ve belli bir miktar seçmiş
olduğu gibi, lütfuyla da, ilgili melek için belli bir zaman ve belli bir
güzergâh seçebilir. Ayetin tefsiriyle ilgili birkaç bahis vardır.
Birinci Bahis:
Doğrudan doğruya Allah Teâlâ'yı ilgilendiren bir hususu, O'nun tarif edişindeki
hikmet nedir? Çünkü O, "Güneş de ay da hesapladır" buyurmuş, tıpkı,
"İnsanı O yarattı", "Beyanı ona O Öğretti" buyurduğu gibi,
ya, "O ikisini Allah, hesapla hareket ettirdi" yahut "O ikisini
Allah, hesapla emre amade kıldı" veyahutta, "O ikisini Allah, hesapla
hareket ettirmiş..." dememiştir (niçin)? Biz deriz ki, burada söyle birkaç
hikmet bulunur:
a) Bu,
Cenâb-ı Hakk'ın, insanı yaratmasının ve ona beyânı öğretmesinin, onun
yararlanabileceği rızık, vs. şeyleri yaratmasından daha tam ve daha mükemmel
olduğuna bir işarettir. Çünkü Cenâb-ı Hak, birincilerin failinin ve
yaratıcısının bizzat kendisi olduğunu açıkça ifade etmiş, burada ise, bunu
açıkça ifade etmemiştir.
b) Cenâb-ı
Hakk'ın buradaki "Güneş de ay da hesapladır" ifadesi,
"büyüklükte bu gibi olanlar böyledir" anlamındadır. Ve bu, tıpkı bir
kimsenin, "Ben sana, o binleri, o yüzleri defalarca verdim. Senin için
birler, onlar çokça gerçekleşti, ama sen şükretmedin" demesi gibi olur ki,
bu da, "Tarafımdan ve bağışlarımdan senin için (pekçok şey) tahakkuk etti,
gerçekleşti" demektir. Ne var ki, Cenâb-ı Hak, bu bağışını, çok olduğu
için açıkça belirtmemiş (kendisine nisbet etmemiş)tir
c) Daha önce
biz, Cenâb-ı Hakk'ın, "Güneş ve ay..." ifâdesinin, naklî delili
te'kîd eden aklî bir delile işaret olduğunu, kendisine baktığında onun O'ndan
olduğunu bileceğini ve kabul edeceğini aklî bir delile işaret olsun diye,
açıkça, "Ben yaptım..." dememiş olduğuna bir dikkat çekmedir. Ama,
naklî delile gelince, doğrudan doğruya Kendisiyle ilgili olan işleri açıkça
İfâde etmiş, belirtmiştir.[14]
İkinci Bahis: ifâdesindeki
bfl, hangi anlamda, müteallakma taalluk etmektedir? Biz deriz ki, bu,
tefsirinden ortaya çıkmaktadır. Tefsirinin beyânı da, daha önce geçti. Ve bu
mana, bir başka izah ile de ortaya çıkmıştır. Şu halde biz diyoruz ki:
Ayetteki, üÇJ- husbân ifadesiyle ilgili olarak şu iki izah yapılabilir:
a) Meşhur
olana göre, bu ifâdeyle, doğrudan
doğruya "hesap" anlamı kastedilmiştir. Nitekim Arapça'da denilir. Böyle olması halinde, başındaki bâ
harfi, "musâhebe" (beraber olmak) için olmuş olur. Nitekim sen,
"Hayırla beraber, hayırla içice geldin" anlamında, dersin. İşte
"güneş ve ay da, hesaplarıyla içice, hesapları da kendileriyle beraber
olarak, hareket ederler" demektir ki, bu manaya göre bu ifâdenin bir
benzeri de, "Şüphesiz ki biz herşeyi bir takdir ile yarattık. Ve bizim
emrimiz, birdir, bir göz kırpması gibidir..." (Kamer, 49-50) ve "Onun
nezdinde her şey bir ölçü iledir" (Ra'd, 8) ayetleridir. Bu bâ harfinin,
"istiâne" için olması da muhtemeldir. Böyle olması halinde bu ifâde,
tıpkı senin "Allah'ın yardımı ile galib geldim" ve "Allah'ın
muvaffakiyle, üstün geldim ifâdesindeki
gibi olmuş olur. Aynen bunun gibi, ay ile güneş de, Allah'tan olan bir hesap
sayesinde akıp giderler.
b)
el-Husbân, yörünge demek olup, ayetteki bu ifâde, o yörüngeyi, değirmenin
yörüngesine benzetmek için yer almıştır. Çünkü yörünge, dönüp de dolayısıyla
değirmenin taşını döndüren şeydir. Bu izaha göre de, ifâdenin başındaki bâ
harf-i cerri, istiâne için olmuş olur. Nitekim Arapça'da, alet edevat hakkında,
meselâ «lilb cJaT "Kalem ile, onun sayesinde yazdım" gibi ifâdeler
kullanılır. Bu izaha göre, güneş ile ay, yörüngeleri sayesinde dönmüş, hareket
etmiş olurlar. Böylece de bu ifâde, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Her biri bir
felekte yüzerler"(Yasin,40) ayeti gibi olmuş olur.
Üçüncü Bahis: "Bunlardan herbiri mi
"husbân" ile hareket ediyorlar, yoksa ikisi mi tek bir husbân'la
hareket ediyorlar? Burada kastedilen nedir?" şeklinde meşhur olan soru
tarzına göre biz diyoruz ki, ikisi de muhtemeldir. Çünkü biz, ikisini de
nazar-ı dikkate aldığımızda, herbirinin başhbaşına bir hesabı (husbân) olmuş
otur ve bu, tıpkı Cenâb-ı Hakk'm, "Her biri bir felekte..."(Yasin,
40) ayeti gibi olur; "Hepsi aynı felek üzerindedir..." manasında
değildir. Ve yine, bu ifâde, tıpkı, "Onun nezdinde her şey bir ölçü
iledir"(Rad, 8) ayeti gibi olmuş olur. Ama biz, Cenâb-ı Hakk'ı nazar-ı
dikkate alıp O'nun açısından düşündüğümüzde, tümü için tek bir hesap vardır.
Hepsinin tek bir hesabı vardır. Cenâb-ı Hak, hepsinin hesabını, tek bir hesap
ile hesap etmiştir. Bunun misâli de şudur: Bir kimse, "bizzat kendisinin
mirasını, vereselerden herbiri için, belli bir pay alması suretiyle, tek bir
hesapta taksim eder. Daha sonra, ilgili şey, ilgililer nezdinde farklılık
arzeder de böylece de bir kısmı altıda bir, bir kısmı şu kadar vs. alır. İşte,
tek hesap meselesi budur.
Ayetteki, "Nebat da, ağaç da (ona) secde
ederler" ifâdesine gelince, bu hususta da birkaç bahis vardır:[15]
Birinci Bahis:
Cenâb-ı Hakk'ın, önceki cümleleri attfsız olarak getirip de, buradan itibaren
ki ifâdeleri atıf vâv'ı ile getirmesinin hikmeti nedir? Biz deriz ki: Bu,
sözlerin iki türe ayrılması içindir. Bu böyledir, zira, verdiği nimetleri
karşısındakine sayıp döken kimse, bazan, araya atıf harfi sokmaksızın, aynı
ahenk ile zikreder. Ve meselâ, "Falanca sana çokça in'âmda bulundu. Fakir
iken, seni zengin kıldı. Zelil iken, seni azîz kıldı. Zayıf iken, seni kuvvetli
hale getirdi" der, bazan da, bu nimetleri, atıf harfiyle birbirine ekler
ve bu atıf harfi de, bazan vâv, bazan fâ, bazan da "sümme" olabilir.
Böylece de, "Falanca sana ikramda bulundu. Ve sana, in'âmda bulundu. Ve
sana, ihsan etti" der, daha sonra da, "Seni terbiye etti"
derken, sana öğretti derken seni zengin kıldı
der, daha sonra da, "Sana verdi, sonra seni zengin kıldı daha sonra da, insanların kendisine çokça
başvurulanı haline getirdi der. İşte aynen bunun gibi, Cenâb-ı Hak, bu
nimetleri tadâd etme işini, bu iki tür ifâdenin ikisiyle de birlikte
belirtmiştir.
İmdi, eğer:
"Biraz daha açıkla ve mâna bakımından, bu iki tür ifâde arasındaki farkı
ortaya koy..." denilirse, biz deriz ki: Atıf harfi olmaksızın söylediği
şey ile, o adeta, pekçok nimetin beyânını kastetmiş, böylece de, sözü
uzatmaksızın, her tür nimeti içine alsın diye, atıf harfini getirmemiştir. İşte
bu sebepten dolayı, bu çeşit ifâde, genelde, ilgili nimetlerin, üçden veya
ikiden fazla olması halinde kullanılır. Çünkü, eğer bu tür kelâmı, iki nimeti
ifâde etmek için getirir de, meselâ, "Falanca, sana mâl verdi ve seni
kızıyla evlendirdi..." der, böylece onun bu sözünde, nimetlerin pekçok
olduğuna, fakat numune için iki nimetle yetindiğine bir işaret bulunmuş olur.
Ama, atıf harfi ile söylediği, dile getirdiği nimetlere gelince, o adetâ,
böylece, o nimetlerin herbirinin yalnız başına bir nimet olduğuna dikkat
çekmeyi; bedel ve tefsir olma zannını ortadan kaldırmayı istemiş olur. Çünkü
bir kimsenin, "Sana in'âmda bulundu. Mal verdi..'" şeklindeki
ifâdesinde yer alan, "mal verdi" ifâdesi, birinci kısmın tefsiri
olmuş olur ve bu ifâdede, aynı anda iki nimetin ayrı ayrı bahsi geçmemiş olur.
Ama, atıf harfi ile söylediği ifâde tarzı ise, bunun aksinedir.
Şayet, "Eğer
durum, senin bahsettiğin gibi olsa, ve o da, ilk nimeti vâv ile zikretse, daha
sonra, söz sortyna kadar uzadığmdaysa, sözü aynı şekilde söylemiş olsaydı,
belagata daha yakın olmaz mıydı? Üstelik, Cenâb-ı Hakk'ın kelâmının da bu
şekilde gelmesi, Allah'ın beyan eden tarzının daha beliğ olduğuna delil olarak
yeter... Ve bu hususun, bir incelemeyle, araştırmayla ortaya konulacağı, açık
ve zahir olan tafsîlî bir delili de olup, bu da şöyledir: İlgili söze, onu
söyleyen kimse bazan, kısa tutmak niyetiyle başlar da, ya soru soranın çok soru
sorması, yahut konuşan kimsenin konuşmasının inceliklerine daha fazla muttali
olunması isteğinden, yahut da, bu ikisinin dışındaki benzeri sebeplerden
dolayı, muktezâyı hal, sözü uzatmayı gerektirir. Bazan da, sözü uzatma ve
tafsilatlı açıklama yapma niyetiyle söze başlar da, böylece, ya dinleyenlerin
yahut da konuşanın meşguliyetinden dolayı, esas olanla yetinmeyi gerektiren ve
insanların konuşmalarında olabilecek benzer şeyler zuhur eder, arız olur"
denilirse, biz deriz ki: Allah'ın kelâmının faydaları, Kendisi için değil de,
kulları içindir. Binâenaleyh, bu sûrede ise, maksat o olduğu için, nimetlerin
en mükemmelini, yani insanın yaratılmasına işaret etmekle başlamış, daha sonra
da, çoklukla alakalı olan şeyleri getirmiştir. Sonra, insanın ilmi, kendi
cinsinden olan kimselerin konuşmalarının (açıklanmamış) maksadını bilecek
derecede kâmil değildir. Binâenaleyh, ya bu söz, Allah'ın kelâmı olursa nasıl olur?)
Böylece Allah Teâlâ, yeni bir faydayı anlatmaya, bedel, tefsir ve tafsîl
zannını gidermek, herbirinin başlı başına kâmil bir nimet olduğunu bildirmek
için söze başlamıştır.[16]
Buna göre şayet,
"Durum böyle olunca, o halde daha, atfın, ne Öncesine ne de sonrasına
değil de, bu kelâma ve onunla başlamaya tahsis edilmesinin hikmeti nedir?"
denilirse, biz deriz ki: Bu, bu iki tür kelâmın dengeli ve eşit olması içindir.
Çünkü, Cenâb-ı Hak, Kur'ân öğretme, insanı yaratma ... vs. gibi sekiz tür nimetten
bahsetmiştir. Bunlardan dördünü vâv'sız, dördünü de vâv ile getirmiştir. Hak
Teâlâ'nın, "Onda meyveler, tomurcuktu hurmalar (var)... "(Rahman, 11)
ve "Samanlı daneler, hoş kokulu nebatlar var" (Rahman,12) ayetleri,
yeryüzünün nimetlerini tafsilatlı bir biçimde anlatmak içindir.
Hem sonra Cenâb-ı
Hakk'ın bu sekizi seçişinde, şöyle bir incelik var: Yedi, bir tam (kâmil)
sayıdır. Sekiz ise, yedi artı fazlası demektir. Böylece bunda, Allah'ın
nimetlerinin sayılamayacak derecede olduğuna bir işaret bulunmuş olur. Çünkü
kâmil olandan fazla olan, belli ve açıklanmış sayılmaz. Böylece Cenâb-ı Hak,
nimetlerin bu sayıya münhasır olduğunu bildirmek gayesiyle değil, sayılamayacak
kadar çok olduklarına işaret için, bunlardan sekizini zikretti.[17]
"Necm" ne demektir?
Deriz ki: Bu hususta şu iki izah yapılabilir:
a) Necm,
gövdesi olmayan bitki demektir.
b) Yıldız
manasınadır. Birinci mana daha açıktır. Çünkü Cenâb-ı Hak bu kelimeyi
"şecer" (ağaç) kelimesiyle birlikte ve "Güneş ve ay"
mukabilinde zikretmiştir. Böylece de, iki semavi varlığa karşılık, iki yeryüzü
varlığını zikretmiş olur. Bir de ayetteki, "(O ikisi) secde ederler"
ifadesi, ayetteki "necm" ile, gökteki yıldız manasının kastedil m
ediği ne delâlet eder. Çünkü bunu bu manaya alanlar, onun batıya doğru
(batarak) secde ettiğini söylerler. Ama bu izaha göre, güneş ve ay da batıya
doğru secde ederler, yani batarlar. Bu durumda da, ayette özellikle bunların
secdesinden bahsedilmesinin bir manası kalmaz. Ama biz, "necm" ve
"şecer"in yer ile İlgili şeyler olduğunu söylediğimizde, o zaman
deriz ki: Ayetteki, "o ikisi secde ederler" ifadesi, "Bu
ikisinin gölgesi secde ederler" manasınadır. Böylece de secde etme işi,
burada güneş ile aya değil de, bu ikisine tahsis edilmiş olur.[18]
Bunların secde
etmelerinin ne demek olduğu hususunda şu izahlar yapılabilir:
a) Bu, biraz
önce de söylediğimiz gibi, "onların gölgeleri secde ediyorlar"
manasınadır.
b) Bu ikisi
Allah'a boyun eğerler. Dolayısıyla hep yerden bitip çıkıyorlar. Allah'ın
izniyle bu çıkışa ve boyun eğişe devam ediyorlar. Böylece de Cenâb-ı Hak,
güneşi ve ayı dairevî bir şekilde hareket etmeye, bu bitkileri de, yukarıya
doğru, dikey harekete memur kılmıştır.
Bu sebeple de
bitkinin hep yerinde duruşu, secdeye teşbih edilmiştir. Çünkü secdede olan,
sabit ve hareketsizdir.
c)
Hernekadar gözle görülmese de, bu bitkiler, gerçekten secde ederler ve bu
tıpkı, anlaşılamasa bile, herbirinin Allah'ı teşbih edişleri gibidir. Nitekim
Hak Teâlâ, "Herşey Allah'ı teşbih eder. Fakat siz onların teşbihini
anlayamazsınız" (İsra, 44) buyurmuştur.
d) Secde,
alnı yere koymak, yahut da başın yere doğru olması demektir. Gövdeli ve
gövdesiz bitkilerin başları da gerçekte yere doğru, ayakları ise, göğe
doğrudur. Çünkü canlıların, gıdalarını almaları başları sayesinde olur.
Bitkilerin ise gıdaları almaları kökleri sayesinde olur. Bir de baş olmadan
hayat olmaz. Bitkilerin de köklerine bir arıza girdiğinde, taptaze olarak
ayakta kalmazlar. Ama dalları ve tepeleri kesildiğinde, hayatiyetlerini
sürdürebilirler. İşte bundan ötürü dallara, "ağacın başlan"
denmiştir. Çünkü insandaki baş, en üstte olandır. İşte bundan ötürü bitkilerin
de üst taraflarına baş denmiştir. Bunu iyice anladığına göre, gövdeli ve
gövdesiz bitkilerin başlan, hep yere doğrudurlar. O halde bunların secde
edişleri, hakikî manada değil, bir teşbih olacaktır.[19]
Necm kelimesinin
şecer'den önce getirilmesinde, "eş-şemsü ve'l-kameru
(güneş ve ay) ifadelerine, lafzî bakımdan bir uyum bulunduğu gibi, mana
bakımından da söyle bir incelik yatmaktadır: Necm'in secde etmesi daha açık
olarak anlaşılır, çünkü böyle gövdesiz bitkiler, tıpkı secde eden insan gibi,
yere serilip-sartlmıştır ve bu tıpkı güneşin hesabla ilgisinin daha yakın
olması gibidir. Çünkü güneşin hareketlerini hesap etmek, takvimcilere göre,
ayınkini hesap etmekten kolaydır. Çünkü takvimcilere göre, yıldızların
hareketlerinden bahseden kitaplarda, güneşin seyrini hesap etmek, ayınkini
hesap etmekten kolaydır.[20]
"Göğe (gelince),
onu da Allah yükseltti ve mîzânı (ölçüyü-tartıyı) koydu" (Rahman, 7).
Göklerin
yükseltilmesinin ne demek olduğu malum olduğu gibi, burada "semâ"
(gök) kelimesinin lafzan niçin mansub olduğu da malumdur. Çünkü bu kelime, "onu yükseltti" ifadesinin tefsir
ettiği bir fiil ile (iştigal ile) mansubtur. Buna göre Hak Teâlâ sanki,
"(Allah) göğü yükseltti" demiştir. "Semâ" kelimesi, mübteda
olarak ve ibtidâ cümlesi olan, "Güneş de, ay da hesapladır" fadesine
atfedilerek, merfû da okunmuştur.[21]
"Mîzan'ın
konulması", Allah'ın adaletine bir işarettir. Burada şöyle bir İncelik
var: Allah Teâlâ önce ilimden başlamış, daha sonra ilirn çeşitlerinin en yücesi
Kur'ân'dan bahsetmiş, sonra da adaletinden bahsederek, adaletini en çok
ilgilendiren bir hususa yervermiştir. O da, mîzan (ölçü-tartı)dır. Bu izaha
göre, bu ayetler, tıpkı, "Biz, kitabı ve mizam indirdik" (Hadid, 25)
ayeti gibidir. Cenâb-ı Hak, bu ikisini indirdiğini belirtmiştir. Çünkü
insanlar, indirdiği o kitabla amel etsinler ve o kitabın kendilerine emrettiği
şeyi mîzân (ölçü) ile yapsınlar diye... Buna göre buradaki, "Kur'ân'ı O
Rahman öğretti" ayeti ile, "Mîzânı koydu "ifadesi tıpkı,
"Bizkitabı ve mîzânı indirdik" (Hadid, 25) ayeti gibi olmuş olur.[22]
Buna göre eğer,
"ilmin büyük bir nimet olduğunda şüphe yoktur. Ama mîzâna gelince, bunun
sayesinde, nimetler arasında sayılmasını gerektirecek, büyük nim»t olarak ne
var?" denilirse, deriz ki: İnsanlar, aldatılmaktan hoşlanmazlar, hep buna
karşı çıkarlar. Çok önemsiz bir şeyde bile, hiç kimse, bir başkasının kendisine
haksızlık yapmasına razı olmaz ve bunu kendisine bir hakaret sayar.
Dolayısıyla, bunu karşı tarafın yanına koymak istemez. Yine hiç kimse karşı
tarafın kendisine galib gelmesi fikrini benimseyemez. Binâenaleyh şimdi
belirleme, ölçüp-tartma, böylece adaleti-dengeyi ortaya koyma olmasaydı, şeytan
insanlar arasına, tıpkı cahil olmaları, sarhoş olup, akıllarının gitmeleri
durumlarındaki gibi, öfkeyi, kini ve düşmanlığı daha fazla sokardı. Akıl ve
ilim, âlemin mamuriyetinin devamına vesile oldukları gibi, adalet de aynı
şekilde sebebtir. Bu hususta sebeblerin en özeli ise, mîzân (ölçü-tartı)dır. O
halde mîzân da, mükemmel manada bir nimettir. Ama ancak yok olduklarında, nimet
oldukları anlaşılan, su ve hava gibi, çok olduğu ve kolayca elde edildiği için,
bunun nimet oluşu açıkça görülmez.[23]
"Mizanda
(tartıda) haksızlık etmeyin diye" (Rahman, 8).
Buna göre, ilk
"mîzân" kelimesi ile, Allah'ın adaleti; o "mîzânın
konulması" ile de, şeriatı (dini) kastedilmiş olur. Binâenaleyh Cenâb-ı
Hak sanki, "Allah, adalet vasıtası olan o mîzanda haddi aşmayasınız diye,
adaleti şeriat yaptı" demek istemiştir. Bu mana, nakle dayanan manadır.
Ama evlâ olan, izahı ters çevirip, ilk ayette geçen "mtaârTın, tartı aleti
manasına olduğunun; ikinci ayette geçen "mîzân"ın "ölçüp-tartma"
manasında mastar olduğunun söylenmesidir ki buna göre mana: "Tartmakta
haddi aşmayasınız diye, Allah tartı aletini koydu" şeklinde olur, yahut da
bu "mîzân", adalet manasınadır. Adalet de, herkese hakkını vermektir.
Böylece Cenâb-ı Hak
sanki: "Allah, hakedenlere haklarını vermeniz hususunda haksızlık
etmeyesiniz diye, ölçü-tartı aletini koydu (size verdi)" demek istemiştir.
"Mîzân" kelimesinden, "mîsâk"dan "vusûk"
(güvenme) "mîrâc'dan da "va'd" manasının kastedilmesi gibi, vezn
(ölçüp-tartmak) manası kastedilmiş olması mümkündür. O halde "mîzân"
ile, tartma aleti de kastedilmiş olabilir.
Bu hususta ikinci bir
izah şöyle yapılabilir: daki edatı, en-i
müfessiredir. Buna göre ifadenin takdiri: "Allah adaleti meşru (şerîat)
kıldı, yani haddi aşmayın" şeklinde olur. Bu durumda da, "mîzânı
koydu" ifadesi, "Allah adaletini meşru kıldı (din yaptı)"
manasına olur. "Koyma" fiilinden, "meşru kılma" manasını,
"mîzân"dan da "adalet" manasını almak mümkündür. Şöyle de
denebilir: "Mîzânı koydu", "tartmayı koydu" demektir. Bu
izaha göre, "mîzânda haksızlık etmeyesiniz diye" ifadesinden de yine
"tartma" manası kastedilmiş olur. Böylece Hak Teâlâ sanki, hem tartıp
satmada, hem de tartıp almadaki haksızlıktan nehyetmiş olur. "Mîzân"
kelimesini aynen tekrar etmek, işte bu iki mananın aynı olduğuna delalet eder.
Demek ki, Cenâb-ı Hak adetâ, "Bu huluslarda haddi aşmayın" demek
istemiştir.
Eğer, "Mîzân
kelimesi ile "tartma" manası kastedilmiş olsaydı, Cenâb-ı Hak vezn'de
haksızlık etmeyesiniz diye" söylerdi" denilirse, biz deriz ki:
"Eğer böyle demiş olsaydı, o zaman bu nehyin başkası için tartmalarla
ilgili olduğu, kendisi için tartmayla ilgili olmadığı zannedilebilirdi. işte bu
sebeple, alıp-vermeyi içine alan aleti zikretmiştir. Bu böyledir. Çünkü eğer
veren tartıp, açıkça fazla fazla verseydi, fazla vermiş olurdu. Hele özellikle
sarfta (para bozmada ve değiştirmede) ve mislini alıp-satmada fazla vermiş
(faiz yapmış olurdu).[24]
'Teraziyi adaletle
doğrultun ve tartıyı eksik yapmayın diye..." (Rahman, 9).
Bu ayet de,
"Mîzânda haksızlık etmeyin diye..." ayetinden kastedilenin,
"Tartmada haksızlık etmeyin" manası olduğuna delâlet eder. Çünkü,
"Teraziyi adaletle doğrultun" ifadesi, tıpkı, "Mizanda haksızlık
etmeyin" ayetinin bir açıklaması gibidir. Haksızlık, o işi adaletle ifâ
etmemektir.
Ayetteki,
"Teraziyi adaletle doğrultun" ifadesi hakkında, şu iki izah
yapılabilir:
a) Ayetteki,
ifadesi, manasına olup, tıpkı "Namazı ikame edin" yani, "Onu ifâ
edin" ifadesi gibi olur. Çünkü fiil bazan, harf-i cer ile, bazan da, başına
getirilen (ziyâde edilen) hemze ile müteaddi olur. Nitekim sen, "O onu
götürdü" dersin. Yine aynı manada olmak üzere, "Onunki gitti"
dersin.
b) ifâdesi,
doğrudan doğruya (doğrultan)
manasınadır. Nitekim ağaç-dal hakkında, ve "Onu doğrulttum" dersin.[25]
"Kist"
kelimesi, adalet manasınadır. Eğer, "O halde daha nasıl fiili, (âdil oldu) manasına değil de,
"zulmetti" manasına kullanılmaktadır" denilirse, biz deriz.ki:
Kist kelimesi, o fiilin masdarı değil, isimdir. Masdar olmayan^ isimleri,
birisi yaparsa o hususta, (falan şeyi
yerleştirdi) manasında, denir. Nitekim,
hediye verdi koku dağıttı, şey
manasında, fiilleri kullanılır. Yine sen, kabza yaptı manasında, (kılıca
kabza yaptı); "O elbiseye alem (işaret) yaptı manasında, elbiseyi ala
metlendirdi, dersin. Yine "Ata eğer vurdu ve gemledi manasında, denilir,
Binâenaleyh birisi, birisine "kist", (adaleti) emrettiğinde veya
yaptığın da, denilir. Ki bu "Adil oldu" manasınadır.
"Kist"
kelimesine gelince, bu kelime masdar değil isimdir. İsim ise, aslında masdar
olmayıp, kendisinden bir fiil yapıldığında, bu fiili yapan kimse, onu aslından
değiştirmiş olur. Bunun misali, (omuz) kelimesidir. Meselâ sen, dediğinde,
sanki "O şeyi, istifade editiriikten çıkardım ve değiştirdim" demiş
olursun. Çünkü bunun manası, "Onun iki omuzunu birbirine bağladım.
Binâenaleyh o mektûftur, omuzlan bağlanmıştır" şeklindedir. Dolayısıyla,
"ketf" de tıpkı "kist" gibi. isimden elde edilmiş bir
masdar olur ve bundan elde edilen fiilin manası ise. "olması gereken şekilden
başka şekle soktu" şeklinde olur.
Bu izaha göre, artık
"Kâsit ile muksitin asılları aynı değildir" deme gibi bir söze gerek
kalmaz. Hem sonra nasıl, "şikâyetini geri aldı" manasında,
"yabancılığı giderdi" manasında, denildiği gibi, "kıstı
(adaleti) giderdi" manasında denilebilir. Bu incelemede şöyle bir fayda
var: Meselâ bir kimse, "Falanca falancadan daha âdildir" dediği gibi,
Allah "Sizin böyle yapmanız, Allah katında daha âdildir" (Bakara,
282) buyurmuştur. Halbuki ism-i tafdillerde aslolan, bunların sülasî mücerred
fiillerden olmasıdır. Fakat sen, (Daha zalim ve daha adil) kelimelerinin,
kelimelerinden (yani adilden daha âdil - zâlimden daha zâlim manasında)
olduğunu söylersin. Aynen bunun gibi, (daha âdil) kelimesinin, (adaletli)
kelimesinden olması gerekir. Halbuki bu, "kâsifdan değildir. Çünkü daha
önce de belirttiğimiz gibi, bunun aslı, "kist" ismidir. Kist ise,
"Kendisinde olmaması gereken şey, bulunan şey" manasınadır. İşte
fiili, bu şeyi kaldırmak, onu aslına, olması gerektiği şekle döndürmek demektir.
Böylece aslına uygun olmuş olur. İsm-i tafdiller de, ikinci derece olanlardan
değil de, asıl olanlardan elde edilir. Nitekim,
kelimesi, müştak olduğu (türediği) asta, yani "kısf'a daha
yakındır. Ama "zalim" ile "muzlim" böyle değildir. Zira fö
kelimesi, "zâlim"den müştaktır. Çünkü fö hem lafzan, hem manaca,
astına daha yakındır. "Âtim" ile "mu'lim" ve
"haber" ile "muhbir" de böyledir.
Cenâb-ı Hak daha
sonra, "Tartıyı eksik yapmayın..." buyurmuştur. Ki buradaki
"mîzân" kelimesi de, "hem tartılan şeyi, hem de tartmayı noksan
yapmayın" demektir. Cenâb-ı Hak bu ifadeyi, her defasında bir başka manaya
olmak Üzere üç kez kullandı. Binâenaleyh birincisinde, tartı aleti ve o aleti
koyma (insanlara verme); ikincisinde, masdar manasına, "mîzânda yani
tartmada haddi aşmayın manasına; üçüncüsünde de, ismi mef'ûl manasında,
"MTzanı eksik yapmayın, yani ötçülen-tartıtan şeyi eksik yapmayın"
manasında kullanmıştır. Ama bu üç manayı da, "mîzân" kelimesiyle
ifade etmiştir.
Çünkü daha önce de
söylediğimiz gibi, bu lafız daha çok incelik ve mana ihtiva etmekte olup, tıpkı
"Kur'ân" lafzı gibidir. Zira Hak Teâlâ, "Kur'ân"
kelimesini, "Onun Kur'ân'ını (yani okunmasını) takib et" (Kıyame, 18)
ayetinde masdar manasına kullanmıştır; "Onun toplanması ve Kur'ân'i Bize
aittir" (Kıyame, 17) ayetinde ism-i rnef'ÛI, yani okunan şey manasına;
"Eğer kendisiyle dağlann yürütüldüğü bir Kur'ân olsaydı, elbette bu Kur'ân
olurdu" (Rad, 31) ayetinde ise "içinde okunan şeyin bulunduğu
kitap" manasına kullanılmıştır. Buna göre Kur'ân okumak için alet ve mahal
durumunda olmaktadır. Cenâb-ı Hak, hem, "Andolsun ki biz sana seb-i
mesanfyi ve şu büyük Kur'ân) verdik"(Hicr, 87) ayetinde, hem de Kur'ân'ın
pekçok yerinde, "Kur'ân" lafzını, bu Kerîm kitâb anlamında getirip
zikretmiştir. Kur'ân ile mîzân - tartı, ölçü- arasında bir münasebet vardır.
Çünkü Kur'ân'da, diğer kitaplarda bulunmayan ilim; mîzân'da da, diğer âletlerde
bulunmayan adalet vardır.[26]
Eğer (Rahman, 7)
ayetinde fiilin sonra gelip (Rahman, 7) ayetinde, fiilin el-mîzân kelimesinden
önce getirilmesinin hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki:
Görülebilenler hariç, Allah'ın kelimelerinin herbirinde, beşerin ilminin
kendisini kuşatamayacağı bir biçimde faydalar ve hikmetler bulunduğunu defaatta
anlatmıştık. Burada göze çarpan ise şudur: Daha evvel de belirttiğimiz gibi,
Allah Teâlâ, sekiz tür nimetinden bahsedip, bu nimetlerin bazısı, insana diğer
bazısından daha özgü olunca, insana daha has ve Özgü otan yerlerde, fiili önce
getirmiştir. Bu, tıpkı, daha evvel de o binleri verdim; senin nice onlukların
hasıl oldu..." der. Ama, az olan şeyler hususunda, fiili açıkça kendisine
isnat etmez. Yine, (insana) Özgü olan nimetler hususunda, "Sana, şunu
verdim" der, müşterektik arzedenler konusunda ise, "Aranızda taksim
ettiğiniz şeylerden sana şu kadar ulaştı..." gibi, ifadeler kullanır da,
hususîlik arzeden yerlerde, meselâ verme işini açıkça zikreder, müştereklik söz
konusu olan yerlerde ise, fiili, kendisine açıkça nisbet etmeyebilir. İşte,
burada da Cenâb-ı Hak, dört şeyi, fiili, Önce getirerek, zikretmiş ve meselâ
buyurmuş; dört şeyi de, ismi öne alarak zikretmiş ve meselâ ve buyurmuştur. Zira, Kur'ân öğretmenin
faydası, insanı daha çok ilgilendirir. İnsanı yaratma işi de, yine o insanla
ilgili bir şeydir. Ona beyânı öğretmek de böyledir, mîzânı koymak da böyledir.
Çünkü bunlardan faydalananlar insanlardır, yoksa ne melekler ne de diğer
hayvanlardır. Ama, güneş, ay, gövdeli gövdesiz bitkiler, gökte ne var ise,
yerin üzerinde, semânın altında bulunan her canlının yararlandığı şeylerdir.[27]
"Yer(e gelince:)
Onu da bütün mahlûkat için alçalttt" (Rahman, 10).
Bu ifâdeyle ilgili
birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis:
Biraz önce de geçtiği gibi, ismin fiilden önce getirilmesi, hususîliğin
bulunmadığı yerlerde olabiliyordu. Halbuki, Cenâb-ı Hakk'ın (insanlar) ifâdesi, hususîliğe delâlet eder.
Çünkü lam, menfaatin kim için söz konusu olduğunu ifade edef. (Ne dersiniz?).
Biz deriz ki: Buna, şu iki bakımdan cevâp verebiliriz:
a) İfâde
edildiği üzere, enam, hem insanları, hem de insanın dışında kalan diğer
canlıları içine alan bir kelimedir. Binâenaleyh bu söz, insana ait olmayı,
sadece ona has olmayı iktizâ etmez.
b) Yer,
üzerinde bulunan her şey için konulmuş, yaratılmıştır. Ama, insan, Özellikle
zikredimiştir. Zira, yeryüzünden ençok yararlanan insandır. Çünkü insan, hem
yerden, hem onun içindekilerden, hem de üzerinde bulunan şeylerden
yararlanmaktadır. İşte bu sebeple, yerden çokça yararlandığı için, denildi. Bu,
bizim, el-enâm kelimesiyle, "insan"ın kastedildiğini söylememiz
halinde söz konusudur. Ama, "bu ifâdeyle bütün mahlukât
kastedilmiştir" dememiz halinde, Kur'ân'ın pekçok yerinde, halk (mahlûkat)
ifâdesi zikredilmiş, ama bununla insan kastedilmiştir.[28]
"Ki onda
meyveler, tomurcuktu hurma ağaçlan (vardır)
(Rahman, 11),
Bu ifâde, gövdesi
bulunan bitkilere, (ağaçlara), "Samanlı tane..." (Rahman, 12) ifâdesi
de, gövdesi olmayan o bitkilere bir işarettir. el-fâkihetu' kelimesi, kendisi
sayesinde kişinin zevk duyduğu şeyler, meyveler olup, bu, ya tıpkı (Karia. 7)
"memnun eden yaşantı" üslûbunda gelmiş olan, fâlle kalıbında bir
kelimedir, yahut ta, alet ve vasıtanın, fail olarak, onun kalıbında
adlandırılması gibi adlandırılmış olan bir kelimedir. Nitekim, sayesinde
susuzluğun giderildiği kırbaya denilir. Ve bu ifâdede, üzerinde taşıdığı
şeylerden dolayı (binit) kelimesinde olduğu gibi, mübalağa manası vardır. Daha
sonra bu kelime, bazı meyvelerin adı olmuştur. Herhangi bir yerden
türemeksizin, isim olarak kullanılan bir kelimedir. Sonundaki nekirelik ise,
çokluk ifâde etmek için olup, bu "Orada, pekçok meyveler vardır"
demektir. Ve bu tıpkı, "büyük, çok" anlamında"Falancanın bir
malı var ki!" denilmesi gibidir. Biz, nekireliğin, çokluğa, azamete ve
ululuğa nasıl delâlet ettiğini daha evvel anlatmıştık. Ki bu, şöyledir: Bu
kimse, bir şeyin büyük olduğuna, herkesin bilgisinin onu kavrayamayacağına
işaret etmek için, böylesi bir ifâde kullanılır. Binâenaleyh, bunun belirsiz
getirilişi, künhünün bilinemeyeceğine bir işarettir.
Ayetteki,
"tomurcuklu hurma ağaçları (vardır),.." ifadesi de, o ağaçların bir
başka çeşidine işarettir. Zira, meyve veren ağaçlar, ağaçların en kıymetisidir.
O halde ağaçlar, meyveleri azık olmayan, ama sadece zevk için yenilip içilen
ağaçlar ve meyveleri azık olan, ama nasıl ki, "fâkfhe" türünden
olanla bazan azıklanılıyorsa, diğer yandan bunun da zevkine yenilip içilen
olmak üzere ikiye ayrılır. Çünkü aç kimse, "fâkihe" türünden
başkasını bulamadığında, onlarla beslenir ve bunları, bu sefer, beslenme amacıyla
yer. Bu ifâdeyle ilgili birkaç bahis vardır.[29]
Birinci Bahis:
Cenâb-ı Hakk'ın, "fâkihe"yi, yani zevkine yenilen şeyleri, azık
olarak yenilen şeylerden önce getirmesinin hikmeti nedir? Biz deriz ki, bu, en
düşüğünden başlayıp da, en üstün olanına çıkma babından bir ifâdedir. Zira,
fakihe, fayda bakımından, kendisinden azıklanılan hurmadan daha aşağıdır...
Yine "fakihe" diğer yerlerde geçimin kendisine bağlı olduğu
tahılgillerden daha aşağıdır. Çünkü, bütün bölgelerde insanlar, hatta bütün
mahlûkat, onunla beslenir. İşte böylece Cenâb-ı Hak, önce "fakihe"
ile söze başlamış, sonra "hurma"yı zikretmiş, daha sonra da insanın
mizacına uygun olduğu için en mükemmel nimet olan hububattan bahsetmiştir. İşte
bu sebeple Cenâb-ı Hak, tahılgilleri bütün beldelerde yaratırken, hurmayı
sadece sıcak beldelere tahsis etmiştir.[30]
İkinci Bahis:
"Fâkihe" kelimesinin nekire, nahl kelimesinin ise marife olarak
getirilmesinin hikmeti nedir? Buna, şu birkaç açıdan cevâp verebiliriz:
1) Azık olan
nesneler, her zaman, kendisine muhtaç olunan şeyler olup, her an ve her zaman
eldeğiştirir (satılırlar). Bu yönleriyle "Fakihe ise, bazı zamanlar ve
bazı kimseler nezdinde bulunur.
2) Daha önce
de beyân ettiğimiz gibi "tikine", zevk-i yenilip içilen ve kişinin,
kendisinden haz duyduğu şeydir. Böyle olmak ise, her zan göre herkes nezdinde
bir "şey"dir (fazla önem arzetmeyen bir durumdur). Bd imateyh,
harareti olan susamış kişi, ekşi ve benzeri şeylerle ihtiyacını karsılar.
Kfeel ide, tatlı ve benzerlerini tadmak,
ihtiyacını karşılamak ister. O halde bu demektir "Mfclln" herkes nezdinde zarurî
olan bir şey değildir. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hak bunu nekire olarak getirmiştir.
Halbuki, hurma ve tahılgiller, bilinen malûm şeylerdir, Bundan ötürü Cenab-ı Hak, bu ikisini de
marife olarak getirmiştir.
3) Hurma
ağacı, tek başına kendisinden pekçok yurartanılan büyük bir nimettir. Fikihe
(meyve)ye gelince, meselâ şeftali, erik gibi, kendilerinde, hurma ağacında
olduğu gibi büyük bir nimet olma vay dunmayın, bir nimetler türüdür. İşte bu sebeple
Cenâb-ı Hak, çokluğa kelimesini,
belirsiz getirmiştir. Ve Cenâb-ı Hak, diğer yerlerde, bu çokluk vasfını
açık bir biçimde irâde etmiştir. Ve
meselâ, "Orada birçok yemiş, içecek isteyecekler" (Sad, 51) ve
'"verilmeyen, yasak da edilmeyen birçok meyve.,buyurmuştur. O halde Cenâb-ı Hak, (buralarda), açıkça
"vasfıyla tavsif etmiş, mevzûbahs ayetimizde ise, o nimet türlerinden
birindi uygun olan çoklukla nitelenebilsin diye, nekire getirmiştir. Ama, hurma
e değildir.
Üçüncü Bahis:
"Fâklhe"nin, ağacının ismi ile indi ismi ile; hurma ağacının da,
meyvesinin adıyla değil de, kendi adıyla zikredilişin hikmeti nedir? Biz deriz
ki, bunun izahı, Yâsîn Sûreal'nde geçmiş Cenâb-ı Hak orada,
"hurmalıklardan, üzüm bağlarından buyurmuştur. Ve bunun izahı şöyledir: Üzüm
ağacı (yani kerm), meyvesine (yani
'ıneb) nisbetle önemsizdir. Ama, hurma ağacı, meyvesine nisbetle bilindiği
üzere, meselâ ev yapma, ateşinden,
olgunlaşmamış halinden vb. gibi istifâdeler bulunmaktadır. Binâenaleyh,
hurma ağacının ürünü, sanki, farklı farktı ürünler gibidir de, böylece
diğer nimet olmuştur. Bu sebepte,
Cenâb-ı Hak, hurm "fakihe"yi, ağacıyla değil de, kendi adıyla zil
faydası, bizzat meyvelerinde yatmaktadır.[31]
Ve, hurma ağacında,
inin olgunlaşmış pekçok faydalar acısından, adeta en mükemmel irftryle
zikrederken, fakihe ağactannm
Dördüncü Bahis: ne demektir? Biz derizki bu
hususta su iki izah yapılabilir:
1) Ekmâm,
"örten her şey", anlamına
kelimesinin çoğuludur. Bu kavramın içine kabuğu, girer. Çünkü, hepsinden
istifâde edilir. Ve bu dallarından ve ateşi demek olan kütüğünden
dammesl ite kumm
çekirdeği vs. hepsi un kendisinden.
2) Ekmâm
kâfin kesresiyle kimm kelimesinin çoğulu olup, tomurcuğu içine alan şey
anlamına gelir. Çünkü tomurcuk, ilk önce bir kapçığın içinde olur, derken
yarılıp da, tomurcuğun kendisinden çıktığı şeydir.
Buna göre şayet,
"Birinci izaha göre, bu kelimenin zikredilmesinde bir fayda sözkonusudur.
Çünkü bu ifâde, nimet türlerine bir işarettir. Ama, ikinci manaya göre, bunun
zikredilmesinin hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bu, onları
toplamanın kolaylığına ve kendilerinden istifâde edilebilirliğine bir
işarettir. Çünkü hurma ağacı, kendisinden meyvelerin dökülebilmesi için,
sallanılmayacak derecede büyük bir ağaçtır. Binâenaleyh, mutlaka, o salkımların
ağaçtan devşirilmesi gerekir. Şayet bu hurmanın meyvesi, ağacından tek tek,
ayrı ayrı toplanıldığı söylenirken ceviz (incire benzeyen) bir yemiş gibi
olsaydı, toplanması çok zor olurdu. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, buyurmuştur ki
bu, "Bir kapçıkta, bir saikımda, pekçok hurma bulunur. Tıpkı, üzüm salkımı
gibi, bir kimse bir tek hurma salkımı aldığında, bir salkım, birkaç kişiye
yeter. Şimdi sen bak, üzümün taneleri, ağacında, tıpkı bir "ceviz" ve
kızılcık gibi dağınık olsaydı, toplanmak istendiğinde, hiç sallama ile onları
toplamak mümkün olur muydu? İşte bu sebeple Allah Teâlâ, üzümü salkım halinde,
toplu halde yaratmıştır. Ki, olgun hurmada böyledir. Binâenaleyh, bunların
"tomurcuktu, kapçıktı, salkımlı..." olmaları, in'âm ve ihsanı tamamlayan
şeyler cümlesindendir.[32]
"Samanlı
tane(ler), hoş kokulu nebât(Iar) vardır" (Rahman. 12).
Cenâb-ı Hak, ağaçlar
içinde, sadece hurmayı zikretmekle yetindi. Zira, bu ağaç, ağaçların en
ulusudur. Ayetteki, habb kelimesinin içine, buğday, arpa ve ekmek olarak
kendisinden yararlanılan yahut da katık edilen, daneli, herşey dahildir. Ne var
ki, Cenâb-ı Hak bunu, derece derece, en basitinden en yükseğine yükselsin diye,
en mükemmelini en sonra zikretmiştir. Binâenaleyh, tahılgiller, hem fayda
açısından, hem de her yerde bulunma bakımından hurmadan daha faydalıdır.
Ayetteki
"samanlı... "tabirine gelince, bu hususta şu izahlar yapılabilir:
a) Bu, bizim
için yaratılan hayvanlarımızın, kendisinden yararlandığı samandır.
b) Bu, tıpkı
başağın yapraklarının üstten aşağıya doğru olması gibi, gövde mfından çıkan ve
gövdesi olan bitkilerin yapraklarıdır.
c) Bu,
sadece yenilebilecek yapraklardır.[33]
"hoş kokulu
nebat" ifadesine gelince, bu hususta da şu izahlar yapılabilir:
1) Bu,
koklanabilen şey, nebat demektir.
2) Bu,
yaprak anlamındadır.
3) Bizce
malûm olan kokulu muayyen bir bitki oiup, daneleri de ilâç için kullanılan bir
bitkidir. Ama, en açık olan ise, bu bitkinin başının, bir çiçek gibi olmasıdır
ki, bu. maksad olan bitkinin varlığının temel ve kaynağı (tohumu}dur. Çünkü, o
çiçek, o darte sayesinde oluşur ve olgunlaşıncaya kadar, bir araya gelmeye devam eder Binâenaleyh,
ayetteki kelimesi, o yaprağa; da, o çiçeğe bir işarettir. Cenâb-ı Hak, bu
ikisinin, sonunda esas maksadı oluşturdukları için zikretmiştir. Zira, bunların
birisinden, hayvanların otları elde edilir, diğerinden de insanların ilâcı...
Bu ifâde, kelimesine atfedilerek, cer ile şeklinde okunduğu gibi kelimesine
atfedilerek şeklinde de okunmuştur.
Bu kelime hakkında şu
muhtemel iki izah yapılabilir:
a) Bu ifâde
ile, koklanan nebat kastedilmiş olabilir. Böylece de, tahılgillerin dışında bir
şey olmuş ve onun üzerine atfedilmiş olur.
b) Takdirin,
tıpkı, (Yusuf. 82) ayetinde olduğu gibi, muzafın hazfedilip muzafun ileyhin
muzafın yerine getirilmesi gibi, "zü'r-reyhânî" şeklinde olmasıdır.
Bu tür tahlil, Cenâb-ı Hakk'ın, yerle ilgili olan nimet çeşitlerini kendisiyle
hitâma erdirdiği bu reyhanın daha aziz ve kıymetli olması için, bahsettiğimiz
manaya daha uygundur. Şayet bu kelimeyle, bilinen o şey veya kokulanan şeyler
kastedilmiş olsaydı, böyle bir tertip ve münasebet kurulamazdı. Bu ifade (ve'r-rayhâne) şeklinde de okunmuştur. Bunu
bu şekilde ancak, şeklinde okuyan kıraat okumuştur. Böyle okunması halinde yukardaki
iki izah aynen yapılabilir.[34]
"O halde,
Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz?" (Rahman, 13)
Bu ifâdeyle ilgili
birkaç bahis vardır:[35]
Birinci Bahis: Ayetteki hitap kimedir? Biz deriz ki, bu
hususta şu izahlar yapılabilir:
1)
İnsanlara, cinlere. Bu konuda da şu üç izah yapılabilir:
a)
"el-enflm" kelimesinin, cinlerin ve insanların adı olduğunun
söylenmesi. Bu daha önce geçmişti. Böylece, hitap zamiri, el-enâm'daki cinsliğe
(yani, insan ve cinsine) raci olmuş olur.
b) el-enâmm
"insanlar" manasınadır. Cinler ise, niyette kastedilip, daha sonra da
Cenâb-ı Hakk'ın, "Cinleri de ... yarattı..."(Rahman, 15) ifadesiyle
açıkça zikredilince, hitap zamirinin buna da raci olması caiz olmuştur. Nasıl
böyle olmasın ki? Hiçbir şey zikredil m ediği halde, zamirin, niyette gözetilen
ve kastedilen şeye raci olması caiz olmuştur. Nitekim sen, Zeyd'i ve Amr'ı
niyetle kastederek, "O ikisin den
hangisinin daha hayırlı olduğunu bilemem" diyebilirsin.
c) Hitabın,
lafzan zikredilenlere değil de, niyetle kastedilenlere raci olması. Buna göre
Cenâb-ı Hak, adeta "Ey sakınan, ins ve cin! O halde Rabbinizin, hangi
nimetlerini yalan sayabilirsiniz?" buyurmuştur.[36]
2) Yani
Hitap, erkek ve dişiyedir. Hitap bu ikisine yapılmlış, zamir de bu ikisine raci
olmuş olabilir.
3) Bu ifâdenin
takdiri, "Rabbinin hangi
nimetlerini yalanlıyorsun" sözünün tekrar kastedilerek böyle
tesniye şeklinde gelmiştir. Bu tekrar ile de te'kîd kastedilmiştir.
4) Umumîlik
kastedilmiştir. Ne var ki, âmm ifâdenin muhtevasına, sayesinde bütünün bir
araya geldiği, iki kısım dahil olur ve hiçbir şey de 'âmm ifâdenin dışında
kalmaz. Çünkü sen, "Allahu Teâlâ, düşünebilenleri (akit olanları) de
düşünmeyenleri (aklı olmayanları) da yaratmıştır"; yahutta, "Allah,
ortada olanı da olmayanı da bilir" vs. şeklinde deyip de, toplayıcı ve
şümullü bir taksimat yaptığında, işte o zaman bir umumîlik meydana gelmiş olur.
Buna göre, Cenâb-ı Hak
adeta, "Ey o iki kısım, o halde Rabbinizin, hangi nimetlerini
yalanlayabilirsiniz?" demek istemiştir. Bil ki, derleyici ve şümullü bir
taksimat, asla, iki şeyden hali kalmaz.. Ve toplayıcılık da, ancak o iki şey
sayesinde elde edilir. Eğer ilâve yapılıyorsa, bil ki orada, iki kısımdan
birinin, diğerinin muhtevasına girdiği iki kısım vardır. Bunu şöyle bir misalle
açıklayabiliriz. Meselâ sen, "Renk, ya siyahtır, ya beyazdır, yatıutta
kırmızıdır, sarıdır veya başkasıdır" dediğinde, sen adeta, "Renk, ya
siyahtır, ya siyah değildir; ya beyazdır, ya beyaz değildir; sonra beyaz
olmayan da, ya kırmızıdır veya değildir" vs. demiş olursun. Böylece
Cenâb-ı Hak, işte ayetinde, "Hiç kimsenin, hiç bir şeyin, Allah'ın
nimetlerini yalanlaması mümkün değildir" manasında, derleyici bu iki kısma
işaret etmiş olur.
5)
"Yalanlama", münafıklarda olduğu üzere, lisanla değil de, kalble
olur. Bazan inatçı kimselerde olduğu gibi, kalb ile değil de, lisân ile olur.
Bazan da, her ikisiyle olur. O halde, yalan ve yalanlama işi, ya dil ile ya da
kalb ile olmuş olur. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "Ey o kalb ve dil,
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz..." aemek istemiştir. Çünkü
nimetler, inatçı kimsenin yalanlamasını sürdüremeyeceği bir noktaya varmıştır.
6) Yalanlayan,
Resulü, Kur'ân'daki nakiî delilleri, afâk ve kendisindeki aklî burhanları
yalanlamıştır. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, sanki, "Ey bu iki hususu
yalanlayanlar! Rabbiunizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? Halbuki,
risâletin delilleri apaçık ortadadır. Çünkü Rahman, Kur'ân'ı öğretmiştir;
vahdâniyyetin delilleri ortadadır. Çünkü, Allah insanı yaratmış, ona beyânı öğretmiş,
semâyı yükseltmiş, yeri de ayaklar altına sermiştir" demek istemiştir.
7) Yalanlayan, bazan bilfiil yalanlamada bulunmuştur; bazan
da, henüz kendisinden o yalanlama sudur
etmemiştir; ancak ne var ki, yalanlamada bulunacağı umulmaktadır. İşte bu sebeple
Cenâb-ı Hakk, "Ey yalanlayan, yalanlıyorsun, yalanla içice bulunuyorsun..
Kalbinde de, yalanlama depreşiyor.. Ama Rabbinin hangi nimetlerini
yalanlayacaksın?.." demek istemiştir.
Bu izahlar,
birbirine yakın izahlardır. Bu izahlardan en bariz olanı ise, ayetteki hitabın,
inse ve cinne olmasıdır. Çünkü bu sûrede, bu ikisinden, "Ey ins ve cin,
ileride size yöneleceğiz" (Rahman. 31), "Ey cin ve insan cemâati,
göklerin ve yerin bucaklarından geçmeye gücünüz yetiyorsa (...) "(Rahman,
33) ve "O, insanı testi gibi (çınlayan) kupkuru bir balçıktan yarattı.
Cânnı (cinni) da, yalın bir ateşten yarattı" (Rahman, 14-15) ayetleriyle
bahsetmiştir. "Çift", Kur'ân-ı Kerim'de, pekçok kez vârid olduğu ve
bütününü şümulüne alan iki türün kastedilmesi ile de, umumîlik söz konusu
olduğu için, işi umûmî kılmanın evlâ olduğu söylenebilir. Çünkü, eğer,
kastedilen şey, şayet, Cenâb-ı Hakk'ın "O halde Rabbinizin hangi
nimetlerini yalan sayabilirsiniz?" diye hitap ettiği ins ve cin taifesi
olmuş olsaydı, bu ifâdeyi, sadece insanın yaratılışından bahsettikten sonra
böyle söylemez, tam aksine, hitapta bulunarak, "Ey insan, biz seni,
"salsat'dan; ey cin, seni de, yalın bir ateşten yarattık.." derdi.
Yahutta, "Ey insan, O seni yarattı..." derdi. Çünkü ilgili kelâm her
ikisine birden hitaptır. Ama, Cenâb-ı Hak, insanın yaratılışından bahsedince,
bu, muhatabın başkası olduğuna delâlet etmiştir ki, bu başkalık da umumîliği
doğurur. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "Ey halk ve dinleyenler. Biz,
insanı, testi gibi tınlayan bir nesneden, cihni de yalın bir ateşten
yarattık..." demiş olur. Bu konudaki açıklamamız, eğer Cenâb-ı Hak
lütfederse, bu sûrenin tefsirinde yer yer gelecektir.[37]
İkinci Bahis:
Herhangi bir muhatap geçmediği halde, ayetteki böylesi hitabın hikmeti nedir?
Biz deriz ki bu, "iltifat sanatı" türündendir. Çünkü, sûrenin başı,
dinleyen herkese hitap etmektedir. Buna göre, Cenâb-ı Hak adeta, "Rahman,
Kur'ân'ı Öğretti" deyince, "Ey dinleyenler, dinleyiniz!"
demiştir. Ki bu tür hitap, caydırmak ve uyarmak için yapılır. Buna göre Cenâb-ı
Hak sanki o yalanlayan gafil kimsenin dikkatini, kendisini, Rabbisinin
huzurunda duruyor gibi farzetmesine ve Rabbisinin de kendisine, "Sana,
şöyle şöyle... nimetler verdim. O halde, Rabbinin hangi nimetlerini
yalanlıyorsun?" demesine çekmiştir. Şüphe yok ki, böylesi bir durumda, bu
kimse, şüphesiz Rabbinin huzurunda olmadığı zamankinden daha fazla utanacaktır.[38]
Üçüncü Bahis:
"Rabb" kelimesinin secilisindeki hikmet nedir? Cenâb-ı Hak, hitap
ettiğinde, bir kimseye hitap etmeyi diler ki, bu hitap eden de, orada bulunan
bir mütekellim, konuşan kişidir. O halde, daha ne diye, "Rabbinizin
nimetlerini yalan sayıyorsunuz..." demiş ve muhataba isnat edilen bu
yalanlama, orada bulunmayan için de söz konusu edilmliştir? Şayet sadece,
"Hangi nimetlerimi yalanlıyorsunuz?" deseydi, daha uygun bir hitap
olmuş olurdu. Biz deriz ki, Cenâb-ı Hak bir önceki sûrede meselâ, "Semûd,
uyaran elçileri yalan saydı" (Kamer, 23), "Lût'un kavmi uyaran
elçileri yalan saydı"(Kamer, 33), "Ayetlerimizi tekzip ettiler"
(Kamer, 42) "Biz de kendilerini çok kuvvetli, kudretli bir yakalayışla
yakaladık..."(Kamer,42) ve "Azabım ve uyarmalarım nasdmış?"
(Kamer. 21) buyurmuştur. Ki, korkutma için bulunduğu yerlerde, bu ifâdeleri, mütekellim
zamirine isnat ederek söylemiştir. Bu demektir ki, Allah Teâlâ, Kendisinden
haşyet duyulmaktan daha büyüktür. Binânaleyh, Cenâb-ı Hak şayet, "Onları,
o kadir veya o helak eden yakalar.." demiş olsaydı, tazîmde,
ululukta", "onları yakaladık" ifâdesi tazîm ve şiddet ifâde etmezdi.
İşte bundan dolayı,
"Allah sizi kendinden (azabından) sakındırır" (Al-i İmran, 28)
buyurmuştur ve bu tıpkı, kuvvetiyle meşhur olan bir kimsenin, "Ben, senin
tanıdığın kimseyim!" demesi gibi olur ki, bu ifâde, tehdit ifâde etme
açısından "Ben, o azâb edenim" demesinin fevkinde olur. Binâenaleyh,
helak etme ve azâbtan bahsederken, önceki sûrede, fiiller bizzat Allah'ın
zâtına isnat edilince, bu sûrede, rahmetinden bahsedilirken ise, korku ve
dehşeti bertaraf edecek bir lafız kullanılmıştır ki, bu da "Rabb"
lafzıdır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "O sizin Rabbiniz olduğu halde, siz
onun hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz?.." buyurmuştur.[39]
Dördüncü Bahis: Bu
ayetin tekrarlanmasının ve meselâ, bu tekrarın 31 kere olmasının hikmeti nedir?
Biz diyoruz ki, buna da şu birkaç açıdan cevâp verebiliriz:
1) Tekranın
faydası, iyice anlatmak, zihinlere yerleştirmektir. Ama, bu hususî sayının
meselâ 31 şeklinde oluşuna gelince, biz deriz ki: Bu manadaki sayılar
tevkifidir. Bunların niçin bu şekilde takdir edildiğine, insanın aklı ermez,
buna muttali olamaz. Evlâ olanı, insanın, ilahî kelâmda geçen hemencecik
kavranılamayan şeyleri çıkarıp ortaya koyma hususunda, Hz. Ömer (r.a)'in sözüne
tutunarak, buna dayanarak, ileri gitmemesidir. Çünkü Hz. Ömer (r.a), yalnız
başına Abese Sûresl'ni
okurken şöyle
demiştir: "Bütün bunları anladık. Ama, el-ebbu kelimesi ne demektir?"
demiş, sonra da, elindeki değneği fırlatarak, "Allah'a yemin olsun ki bu
bir tekellüftür. Ey Ömer, sana düşen, "ebbu" kelimesinin manasını
bilmemektir" dedi, daha sonra da "Bu kitabtan size açıklanan şeylere
anladıklarınıza) tabî olun. Açıklanmayanları ise, olduğu gibi bırakın"
dedi. Hz. Ömer (r.a)'in bu sözünün ne demek olduğu, inşaallah Abese Sûresi'nin
tefsirinde anlatılacak.
2) Daha önce
de belirttiğimiz gibi, Hak Teâlâ, geçen sûrede, "Benim azabım ve
hızarlarım nasıl imiş (bir düşünün)" ayetini, ihtiva ettiği manayı beyan
etmek için dört kez tekrarlamış, bundan üçünü onu, daha iyi anlatmak ve
yerleştirmek için zikretmiştir. Sayılar arasında üç ve yedi sayılarının, Hak
Teâlâ'nın, "Deniz de, arkasından yedi deniz daha yardım ederek..."
(Lokman, 27) ayetinin tefsirinde anlattığımız gibi, birçok faydaları ve
hikmetleri vardır. Binâenaleyh Hak Teâtâ, azabından üç kez bahsedince, nimetlerini
de, birini, kendisinde mevcut manayı beyan etmek için, otuzunu da onu daha iyi
anlatmak için, otuzbir kere zikretmiştir ve bu husus, bu şekilde, Hak
Teâlâ'nın, "Kim bir iyilik yaparsa, onun için bunun on misli (sevab) var.
Kim de bir kötülük yaparsa, ancak misli ile cezalandırılır. "(En'âm, ıeo)
ayetinin manasına işaret olsun diye, nimetler, o azabın on katı olarak
zikredilmişir.
3) Birincisinde
mana ortaya konulduktan sonra, ilgili ifadenin otuz kez daha zikredilmesi bir
tekrardır ve şundan ötürü yapılmıştır: İlgili hitab, cinlere ve insanlaradır.
Nimetler ise kötülükleri bertaraf etmede ve maksadı elde etmede bulunmaktadır.
Fakat kötü şeylerin en büyüğü, cehennem azabıdır ve onun yedi kapısı vardır.
Esas olan maksadlann en mükemmeli ise, cennet nimetleridir ve cennetin sekiz
kapısı vardır. O halde, o yedi kapıyı kapayıp, bu sekiz kapının hepsini açmak,
bir nimet ve ikramdır. Binâenaleyh bu nimeti, insan ve cin cinsine oranlayarak,
nazar-t dikkate aldığında, sayısı otuza varır. (7 + 8 x 2 = 30) ve bu sırf
anlatmak ve izah etmek için yapılmış bir tekrardır. Bu ifadenin ilk zikredilişi
ise, manası içindir." Bu görüş nakledilmekle beraber zayıf bir görüştür.
4) Cehennemin
kapıları yedidir. Allah Teâlâ da ateşinden sakındırmayla ilgili olarak, burada,
yedi ayet zikretmiştir. Bunlar, "Ey ins ve cin, ileride siz(in hesabınızı
görmeye) yöneleceğiz"(Rahman, 31) ayetinden başlayıp, "Onlar, bu
ateşle kaynar su arasında (bocalayıp) dolaşacaklar" (Rahman, 44) ayetine
kadar sürmektedir. Daha sonra Hak Teâlâ, "Rabbinin huzurunda durmaktan
(hesabtan) korkan kimse için iki cennet vardır" (Rahman, 46) buyurarak,
iki cennetten bahsetmiştir. Her cennetin, hepsi de müttakiler için açılan,
sekiz kapısı vardır. Bu sûrenin başından itibaren, bu tehdid ayetlerine kadar
olan kısımda ise, "Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalan
sayabilirsiniz?" ayetini sekiz kez zikretmiştir. Bunlardan yedisi, sırf o
çokluk ifade eden "yedi"yi tamamlamak içindir. Biz, özellikle bu
sayıda zikrediliş sebebini, "yedi deniz... "(Lokman. 27) ayetinin
tefsirinde beyan etmiştik. İnşaallah bunu bir nebze tekrar edeceğiz. Böylece
toplamı, otuz olur. Bunlardan, o nimetlerin akabinde zikredilen ilk ayet, bu
manayı ortaya koymak için olup, asıldır. Çokça zikrediliş ise, tekrardır.
Böylece bu ayet, otuzbir kere olur.[40]
'O, İnsanı çömlek gibi
(tın tın eden), kupkuru bir çamurdan yarattı' (Rahman. 14).
"Salsalın manası
ite ilgili şu iki izah yapılabilir:
a) Bu
kelime, "kokuşmuş çamur" manasında olup, "et koktu"
manasında söylenen deyimindendir. Bu durumda,
"salsâl" masdarından olmuş olur.
b) Bu
kelime, masdarındandır. Nitekim.
"Demire vurunca ses çıktığında denilir. Bu izaha göre, kupkuru olan o
çamurun bir parçası bir parçası üzerine düştüğünde, aralarında bir ses meydana
gelir. Çünkü özlü-yapışkan olan bu çamur, birşeye yapışıp, sonra ondan birden
kopup ayrıldığında, yine bir ses duyulur.[41]
İmdi eğer,
"İnsan, salsâl'dan yaratıldığına göre, daha nasıl Kur'ân'da, onun
topraktan, tîn (kil)den, balçıktan, değersiz bir sudan (meniden) ve benzeri
şeylerden yaratıldığı söylenmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Onun bir kez
topraktan, diğer defasında ise, önemsiz bir sudan (meniden) yaratılmış olması,
ayrı iki şahıs (yaratılış) itibariyledir. Çünkü Hz. Adem (a.s), salsâl, balçık,
kil olan topraktan; çocukları ise Önemsiz bir su olan (meniden) yaratılmıştır.
Eğer Âdem (a.s) yaratılmamış olsaydı, çocukları da yaratılmamış oturdu.
"Atası-babası ondan yaratıldı" manasında, "Zeyd balçıktan
yaratıldı" da denilebilir. Kur'ân'daki, yapışkan çamur, balçık ve benzeri
ifadeler ise, Adem (a.s)' in, ilk önce topraktan yaratılıp, sonra o toprak kil
olmuş, sonra kokuşmuş balçık, daha sonra yapışkan-özlü çamur olduğuna
işarettir, buna göre, 'Âdem, şundan, şundan, berikinden, ondan yaratıldı"
denilmiş gibi olur. Ayetteki, fehhâr", ateşte pişmiş çamur olup,
tuğla-kiremit manasınadır. Binâenaleyh burada, asit lügat manası üzere
kullanılmış olur. O halde "fehhâr", fâhlr kelimesinin, mübalağa
sigası olup, tıpkı, "allâm" kelimesinin, "âlim"in
mübalağası olması gibidir. Bu böyledir. Çünkü, unufak olma özelliğindeki o
toprak, suyu ve sıvıları içinde tutabilecek (bir çömlek) haline gelip,
ufalanmayıp-yanlmayıp, içindekileri sızdırmayacak bir hal alınca, sanki, hem
cinslerine karşı fahretmiş (öğünmüş) gibi olur.[42]
Cannı da yalın bir ateşten yarattı. O halde
Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz" (Rahman, 15-16).
"Cann"
kümesinin manasıyla ilgili şu iki izah yapılabilir:
a) Burada
bahsedilen "insan", nasıl bütün insanların atası, "Hz.
Adem" (a.s) -anasına ise, bu Cân'nın da, "bütün atası"
(İblis)tir.
b) Bu kelime
"cin" manasınadır. O halde "cân" ve "cin", aynı
kökten gelen, il* sıfat olup, tıpkı "milh" ve "mâfk"
(tuzlu) kelimeleri gibidir. Yahut da deriz ki: "Cin", tıpkı "mih"
(tuz) gibi cins ismidir, "cân" ise, tıpkt "mâlik" (tuzlu)
gibi, âdeta bir sıfattır.[43]
Bu hususta şöyle bir
izah yapılabilir: Araplar, fiilin kendisine dayanacağı failini bilemedikleri
zaman, meselâ, "Adam, cinnet getirdi" derler ki, bu sözün aslı,
"Onu cin delirtti, böylece o delirdi" demektir. Binâenraleyh faili
tam bilinmediği için fail zikredilmez, sadece "cinnet getirdi, o
mecnûndur" denilir. Bu failin biliniyor olması da mümkündür. Çünkü ilk
görüşte olan kimse, "cân"nın, bir alem (özel) isim olduğunu
söylememektedir. Çünkü cin bakımından "cân", tıpkı bizim için
"Âdem" gibidir. Bu kimse ancak, nasıl "insan" kelimesinden,
bizim atamız Âdem (a.s) kastedilmiş ise, "cân" ile de cinlerin
atasının kastedildiğini söylemektedir. O halde, bizim cinsimizin ilki,
"salsâl"dan; ondan sonra gelenlerimizin de, onun sulbünden
yaratıldığı gibi, ilk "cin" de, ateşten, ondan sonra gelen zürriyeti
ise "mâric" (yalın bir ateş)den yaratılmıştır.[44]
"Mâric",
karışık manasınadır. Bu hususta şu iki izah yapılabilir:
a) Mâric,
dumanla karışık (içice) olan ateş;
b) Saf
(dumansız)-yalın ateş manasınadır. İkinci şık, hem lafız, hem de mana
bakımından daha doğrudur. Lafız
bakımından doğru oluşu, Allah Teâlâ'nın, "yalın bir ateşten" demiş
olmasından ötürüdür ki bu da, "yalın olan bir ateşten" demektir. Bu
tıpkı, bir kimsenin, "O, altından bir kalıptır" demesi gibidir. Çünkü
"altından" ifadesinde, karışan şeylerin uyumunun bir beyanı yatmakta
olup, "hepsi altındandır. Fakat aslında bu, çeşitli karışımlardan meydana
gelmiştir" manasınadır. Fakat meselâ senin, "Bu, karışık bir
buğday" demen halinde, buğdayın ne ile karışmış olduğunu söylemen gerekir.
Böylece de, "Sununla, sununla karışmış" deme mecburiyetini
hissedersin. Ama mevcud buğday, hem ondan, hem şundan karışmış olduğu halde,
bunu "buğday" dersen, böyle demek, istenilen izahı ihlâl etmek olur.
Bunun mana bakımından,
daha doğru oluşuna gelince, bu şöyledir: Allah Teâlâ, "insanı
salsâldan" yani "katıksız, Özlü çamurdan" yarattı"
buyurduğu gibi, aynı şekilde, cânnın da, katıksız ateşten yaratıldığını beyan
etmiştir. Eğer, "katıksız" manasına olduğu halde, "mâric"
kelimesinin, "karışık" manasına olduğu nasıl söylenebilir?"
denilirse, biz deriz ki: Ateş kuvvetli olduğu zaman, cayır cayır yanan alevleri
yükselir ve birbirine, tıpkı güzel ve uyumlu bir şekilde birbiriyle imtizaç
etmiş, birbirinden ayırdedilemez hale gelmiş ve âdeta, tıpkı iyice karışmış
çamur gibi yek pare olmuş, çeşitli şeyler gibi olur. Bu husus cayır-cayır yanan
fırında da gözlenir. Eğer o fırına odun atılacak olsa, hemen onu tutuşturur.
İşte "mâric" de, aynen bunun gibi, öylesine birbirine girip yekpare
olmuş bir ateş türüdür ki, parçaları arasında dumanı ve yerdeki kısımları arası
birbirinden ayırdedilemez hale gelmiştir. Bu hususu, 19. ayetin tefsirinde
anlatacağız.
Eğer, "Ayetlerin
maksadı, Allah'ın nimetlerini, insanlara sayıp, gözleri önüne sermektir.
Binâenaleyh burada, cinnin yaratılmasından bahsetmenin hikmeti nedir?"
denilirse, deriz ki: Buna birkaç yönden cevap verebiliriz:
1) Biraz
önce de beyan ettiğimiz gibi, "Siz ikinizin Rabbi" hitabı, insanlara
ve cinleredir. Allah Teâlâ, böylece, bu nimetleri, her iki cinse saymış olur.
Ama aslında, bunlar sırf insanlar içindir.
2) Bu, Allah
Teâlâ'nın insana olan lutfunun bir beyânıdır. Çünkü Hak Teâlâ, insanı,
kesif-bulanık; cinni ise, saydam-latîf bir asıldan yarattığını, ama insanı
cinden daha üstün kıldığını beyan buyurmuştur. Binâenaleyh insan, aslına
(yaratıldığı elemente) baktığında, elde ettiği bu şerefi, ancak Allah'ın fazlı
sayesinde elde ettiğini anlar. O halde, daha nasıl Allah'ın nimetlerini
yalanlayabilir.
3) Bu ayet,
nimetleri izah sadedinde değil, Allah'ın kudretini anlatma sadedinde
zikredilmiş ve âdeta Hak Teâlâ, bu sûrenin başında saydığı sekiz nimeti beyan
edince, bu sekizi, sanki çokluk ifade eden "yedi" sayısından çıkıp
da, daha önce de beyan ettiğimiz gibi, "sekiz" sayısının delâlet
ettiği o çok-çok fazla oluşa dahil olduğunu beyan etmek için zikretmiştir.
Bu hususu daha
evvel de ele aldık ve dedik ki: Araplar, sekizincinin, bir başka cinsten
olduğuna işaret etmek için, sekizinciden bahsederken "ve" edatını
kullanarak "ve sekizinci" der, Cenâb-ı Hak ilk yedi tamamlandıktan
sonra, o kâmil kudretinin anlatımına geçerek, "O, insanı topraktan, cinni
de ateşten yaratandır. O halde, daha önce geçen yedi hususla ifade edilen ve
sekizinci iie işaret edilen onca sayısız nimetin hangisini
yalanlayacaksınız" buyurmuştur. Sekizincinin delalet ettiği şey ile,
"O hergün bir iştedir. O halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz"
(Rahman, 29-30) ayetlerini nazar-ı dikkate aldığında, daha önce de
belirttiğimiz gibi, "Cenâb-ı Hak bununla kudret ve azametini
anlatmakta", sonra da "O ilk önce bahsettiğimiz nimetlerden hangisini
yalanlayabilirsiniz" demektedir" hususunun doğruluğu sence anlaşılmış
olur. Biz bu izahın genişcesini, bu ayetlerin tefsirinde ele alacağız.[45]
"O, hem iki
doğunun Rabbi, hem iki batının Rabbidir. O halde Rabbinizin hangi nimetlerini
yalan sayabilirsiniz" (Rahman, 17-18).
Bu hususta şu izahlar yapılabilir:
a) Bu,
"O, güneşin ve ayın doğuşunun, güneşin ve ayın batışının Rabbidir"
demektir. Bu durumda ayetin sağladığı izah, ilavesiyle birlikte, daha önce
geçen hususun tekrarı hükmünde (gibi) olur. Çünkü Allah Teâlâ, daha önce,
"Güneş ve ay hesap iledir"(Rahman, 5) buyurunca, zaten bu, güneş ile
ayın, iki doğusu ve iki batısı olduğuna delâlet etmişti; Hak Teâlâ,
"insanı O yarattı. Ona beyanı O öğretti" (Rahman, 3-4) buyurunca, bu
ifadelerde, insanın birşeyden yaratılmış olduğuna delâlet etmişti. İşte böylece
Cenâb-ı Hak, o şeyin "salsâl" (kupkuru çamur) olduğunu beyan
etmiştir.
b) Bu,
"Kışın ve yazın doğusunun ve batısının" demektir. Buna göre eğer,
"Altı ayda geçen herbirgün için, güneşin birbirinden farklı doğuş ve batış
yerleri olmalarına rağmen, bunlann, "ktştn ve yazın doğusu" diye
ifade edilişinin (anlaşılmasının) hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz:
Bu, güneşin, kış mevsiminde alabildiğine aşağı inişinin, yazm ise alabildiğine
yukan çıkısının belirtilmesi olur ki, bu iki tarafı ifade, ikisi arasında
kalanları da içine alır. Bu tıpkı, insanın, büyük bir padişahı anlatırken,
"Doğu da onun, batı da onun..." demesi gibidir. Bu sözden, iki taraf
arasında kalan yerlerin de onun olduğu anlaşılır.
c) Daha önce
de beyan ettiğimiz gibi tesniye (iki), derleyici iki türe işarettir. Çünkü
herşey, iki kısımda derienir-toplanır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki,
"Güneşin doğusunun ve güneşin dışında kalanlann Rabbi..." demek
istemiştir. O halde, ayette bahsedilen, "iki doğu" herşeyi içine alan
bir ifade olur. Yahut da şöyle denebilir: "Allah, güneşin, aym ve insanın
bunlar dışında farzedebileceği her şeyin doğusunun ve batısının Rabbidir."
O hakte ayetteki bu tesniye (ikilik), çoğul manasındadır.[46]
"İki denizi
birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir, (Böyle iken) aralarında yekdiğerine
tecâvüz etmeye mâni bir perde vardır. O halde Rabbinizin hangi nimetlerini
yalan sayabilirsiniz" (Rahman, 19-21).
Bu ifadeyle ilgili
birkaç mesele var:[47]
Bu ayetlerin, daha
önceki ayetlerle münasebeti hususunda şöyle diyebiliriz: Allah Teâlâ, doğu ve
batıdan bahsedip, doğu ve batı da, yıldızda ve yörüngelerinde bulunan bir husus
Olunca, burada da iki denizden bahsetmesi; buna uygun düşmüştür. Çünkü güneş ve
ay, tıpkı İnsamn denizde rotayla hareket edişi (gidişi) gibi, yörüngelerinde
hareket ederler. Çünkü Hak Tealâ, "Bunların herbiri, bir yörüngede
(felekte) yüzerler (hareket ederler) buyurmuştur. İşte bu sebeple, iki doğu ve
iki batıdan bahsettikten sonra, "iki denlz"i zikretmiştir. Bir de, bu
"iki doğu" ve "iki batı" ifadesinde, denize bir işaret
vardır. Çünkü kara ve deniz, doğu ve batı arasında yer alır. Fakat arza
"(Yer'e) gelince, onu da... (Allah) alçalttı)"(Rahman. 10) ayetiyle
belirtilmiş olunca, burada da, burna,
zikredilmemiş olanı, yani denizi zikretti.[48]
kelimesi, müteaddî
olduğu zaman, karıştırdı manasına yahut buna yakın bir manayadır. Binâenaleyh
Cenâb-ı Hak niçin, demiş de, dememiştir? Biz deriz ki: müteaddîdir, ama, râ'nın kesresiyle olan
şekli lazımdır. O halde ve kelimeleri,
tıpkı, babındandır. vezninde aslolan, bu
fiilin, tabiî olması ve huy olmasıdır. Huy halinde olanda aslolan ise, o şeyin
lazım oluşudur. Dolayısıyla lazım olan fiil için, tabiî olanın hükmü vardır.
Pek çok yerde, işte bu şekilde, bu bab değerlendirilir.[49]
Ayetteki, "iki
deniz" hakkında şu izahlar yapılmıştır.
a) Bu, gök ve yerin denizi demektir.
b)
Bu tatlı ve tuzlu deniz demektir. Nitekim Hak Teâlâ, "O iki deniz bir
olmaz: Şu çok tatlı, susuzluğu keser, içimi
boğazdan kolay, şu
çok tuzludur, acıdır"(FatıM2) buyurmuştur. Bu, birinciden daha açık ve
sahihdir.
c) Cenâb-ı
Hakk'ın "iki doğu" ... "iki batı" ve ifadeleriyle ilgili olarak açıklanan şeydir.
Çünkü bu derleyici iki türe işarettir. Böylece bu ifadenin içerisine, göğün
denizi de, yerin denizi de, tatlı olan deniz de, tuzlu olan deniz de girmiş
olur.
d) Allah
Teâlâ, yerde, yerin sarıp kuşattığı denizler yaratmıştır. Yerdeki adaların
(karaların) bir kısmını da sular (denizler) kuşatmıştır. Aynen bunun gibi,
Allah Teâlâ yeri kuşatan ve yerin, üzerinde olduğu bir deniz yaratmış; o denizi
de hava (atmosfer) çepeçevre kuşatmıştır. Nitekim bunun böyle olduğunu,
astronomi bilginkleri de söylemektedir ve bu hususta meşhur'haberler gelmiştir.
Yerin kuşattığı denizlerin, yeri kuşatan o denizle İrtibatı vardır. Buna rağmen
bu ikisi, yeryüzü, insanlar kendisinde mekân edinsinler diye, apaçık görünür
bir halde olması için, Allah'ın fazlı sayesinde, yeryüzüne taşmıyor ve onu
toplamıyor. Yerin bu durumuna bakıldığında, tabiatcı şaşakalıyor ve geveleyip
duruyor. Çünkü onlara göre, yeryüzünün konumu, tabiatı gereği, merkezde olması
ve suyunu, onu çepeçevre kuşatmasıdır. Bu sebeple onlara, "öyle ise daha
nasıl suyun üzerine çıkmış ve batmamıştır?" denildiğinde, onlar,
"Denizler yerin bir tarafına çekildiği için" derler. Bunun üzerine,
"Peki niçin, hangi sebepten ötürü çekilmiştir?" denildiğinde, azıcık
aklı olan hakka dönüyor ve bunun ancak Allah'ın iradesi ve meşîeti ite olduğunu
söylüyor. Aklı olmayanlar ise, bunun sebebinin, yıldızlar, yıldızların konumu
ve birbirlerini farklı farklı karşılamaları olduğunu söylüyor; bunları ikaz
ederken de, heryerde sesi-soluğu kesiliyor; en sonunda kendisine,
"Yıldızların konumu, yer küresinin bir kısmında değil de, meselâ bir başka
kısmında soğuğa sebeb olacak şekilde farklılık arzetmiştir" denildiğinde,
ttpkı, "Kâfir (Nemrud) apışıp kaldı"(Bakara.258) ayetinde buyurulduğu
gibi oluyor, eğer Allah hidayet nasib ederse, hakka dönüyor.[50]
fiili, "karışma
(kavuşma)" manasına olduğuna göre, ayrıca, "kavuşurlar"
denilmesinin hikmeti nedir? Deriz ki: Ayetteki
ifâdesi, ya "Allah o iki denizi salıverirken, birbiriyle
karşılaşacak biçimde olduğu halde içice salıverdi" manasınadır, yahut da
"karışma ve kavuşma (karşılaşma), ayrılmaz vasıfları olduğu halde
salıverdi, fakat o ikisini, tabiatlarında mevcut olan Özellikten (karışmadan)
alıkoydu" manasınadır. Bu izaha göre, ayetteki Ji-H» kelimesi kelimesinden
"hal" olur. Bu ifadenin, mahzûf bir kelimeden "hal" olduğu
da söylenebilir. Buna göre takdiri: "Allah o iki denizi kendi başına
bıraktı. Böylece o iki deniz birbirine karışmadan, şu ana kadar kavuşmuşturlar,
yanyanadırlar" şeklindedir. Birinci manaya göre, ayette verilmek istenen
mana, Cenâb-ı Hakk'ın, faydalı olan şeylere olan kudretini ortaya koymaktır.
Çünkü tabiatlarında, Allah'ın yaratması ve örfüne göre, akma ve karşılaşma
özellikleri olduğu hade, iki suyu, bibiri özerinde olarak salıverip de, o
ikisine Allah'ın kudreti demek olan eğgelleengel olup,yahut kudreti ile manî
olduğunda, bu durumun, o iki denizin karşılaşmamaları halindekinden, ilahi
kudrete daha fazla delalet etmiş olur.
Bu manada, şöyle
hikemî bir meseleye işaret vardır: Hükemâ, suyun, tıpkı civanın molekülleri
gibi, bir ktsmı bir kısmına doğru çekilmiş, tek bir mekânı bulunduğunda ittifak
etmişlerdir. Fakat muhakkik hükemâ nezdinde, bu iş, Allah'ın bunu bu şekilde
yapması-yaratması ile olmaktadır. Fakat hikmet iddiasında bulunup da, aslında
Allah'ın kendilerine hikmet nasib etmediği tabiatcılar, bunun, suyun kendi
tabiatından kaynaklandığını söylemektedirler. Binâenaleyh ayetteki,
(kavuşurlar) ifadesi, "O iki denizin yerinin tek olması, ayrılmaz
vasıflarıdır. Ama o ikisi, birbirinden ayrı olarak aynı mekânda kalmışlardır ki
işte bu, ilah? kudretin ve Allah'ın tercihinin bir delilidir.
İkinci izaha göre de,
elde edilen mana, ilahî kudretin, o iki suyun birbirine karışmasına manî
olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü iki su, birbiriyle karşılaştıklarında, hemen
birbirine karışmaz, bir müddet hallerini muhafaza edebilirler. Bu tıpkı, içine
kaynar su doldurulmuş bir kabın, soğuk su içine daldırıldığında, eğer orada bir
müddet beklemeyecek ise, o soğuk suya karışmamasına benzer. Fakat bunların
komşulukları devam edince, mutlaka birbirlerine karışırlar. İşte bu sebeple Hak
Teâlâ, buyurmuştur ki bu, "Allah o iki denizi, birbirlerine kavuşmaları,
ama karışmamaları için salıverdi. İşte bu, ancak İlahî kudret sayesinde
olabilir" demektir.[51]
Cenâb-ı Hak daha
sonra, biraz önce de beyan ettiğimiz gibi, o iki denizin, tabiatları üzere
akışlarına (karışmalarına) manî olduğuna işaret etmek için, "(Böyle iken)
aralarında, yekdiğerine tecâvüz etmeye manî bir perde vardır" buyurmuştur.
"Berzah", engel-perde demek olup, bu enget de, bazısında, Allah'ın
kudretidir; diğerlerinde ise Allah'ın kudreti ile olandır. Çünkü bu iki deniz
arasında, bazan gözle görülür, elle tutulur, yere ait bir mania bulunur, bazan
ise böyle olmaz.
Ayetteki ifadesine
gelince, bu hususta şu iki izah yapılabilir:
a) Bu
kelime, "bağy" kökünden olup, "Onlardan biri diğerine bağyetmez
(zulmetmez)" manasındadır. Ama tabiatcıların görüşü böyle değildir. Çünkü tabiatcılar, iki suyun ikisinin de tek
bir parça olduğunu söylüyorlar. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, o ikisinin
zulmetmediğini-sının aşmadığını söylemiştir.
b) Bu
kelime, "isteme, arama" manasındaki "bağy" kökündendir.
Buna göre mana, "O ikisi, herhangi birşey istemezler" şeklindedir. Bu
şıkka göre, yapılabilecek bir başka izah da şudur: ou£ kelimesinin belli bir
mef'ûlü yoktur. Aksine bu, o iki suyun, zatları hakkında yani kendileri için
hiçbirşey istemediklerini anlatmaktır. Fakat, tabiatcının, "Su, bir yerde
bir yerden Ötürü, hareketi ve sükûnu ister" şeklindeki sözü böyle
değildir.[52]
"O ikisinden inci
ve mercan çıkar. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz"
(Rahman, 22-23).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele var:[53]
Ayetteki, (çıkar) fiili, sülasîden bu şekilde okunduğu
gibi, rubaiden, ra'nın fethası ile (meçhul olarak) (çıkarılır) şeklinde de
okunmuştur. Bu iki okuyuşa göre de, ayetteki "Lü'lü" ve
"mercan" kelimeleri merfû (ötüreli) olurlar. Bu fiil, "Allah
çıkarır" manasında, "Biz
(Allah) çıkarırız" manasında, şeklinde de okunmuştur. Bu son iki kıraate
göre de, lü'lü ve mercan kelimeleri mansub (mef'ûl) olur. "Lü'lü",
incinin büyüğü; "mercan" ise küçüğüdür. "Mercan"ın, kırmızı
(kıymetli) taş manasına olduğu da söylenmiştir.[54]
Lü'lü, ancak tuzlu
sudan çıkarılır. Öyle İse, Cenâb-ı Hak niçin, "O ikisinden" (tuzlu ve
tatlı denizden)" demiştir?" Buna şu iki bakımdan cevap verebiliriz?
1) Allah'ın
kelamının (ayetin) zahiri, nazar-ı dikkate alınma bakımından, hem sözüne
güvenilmeyen kimselerin sözünden, hem de incirin (lü'lüün) tatlı sudan
çfcarılmayacağının bilinmesinden daha evlâdır. Farzet ki dalgıçlar, incilerini,
ancak bunu sudan çıkarıyorlar ve ancak bunu tuzlu suda bulabiliyorlar. Fakat
bundan, başka suda kesinlikle inci bulunamayacağı neticesi çıkmaz. Bunun ancak
tuzlu suda olacağını kabul etsek bile, siz niçin, "sedef Allah'ın emri
ile, sudan çıkıp, tuzlu suya girer" diyorsunuz? Çölleri kateden, beldeleri
dolaşan, o tüccarlara, görünüp duran yerlerle ilgili bazı şeyler, onlara
görülmezken, daha nasıl bu hususun böyle olduğu kesinkes iddia edilebilir.
İnsanlara, denizin dibindeki bazı şeylerin kapalı kalması niçin mümkün olmasın.
2) Şöyle
diyebiliriz: Eğer onların, incinin ancak tuzlu denizden çıkarılabileceği
şeklindeki görüşleri doğru ise, bu durumda şu izahlar yapılabilir:
a) Sedefi
içeriside o inci, ancak yağmurdan oluşur. O zaman sözkonusu olan, gök
denizidir.
b) İnci, o
iki denizin, birbirine kavuşması ile oluşur. Daha sonra da, o sedefte inci
oluştuğunda, tıpkı, hamileliğin başlangıcında, tuzlu yiyecekler arzulayan bir
kadın gibi, tuzluya arzu duyarak, tuzlu denize girer. Böylece orada ağırlaşır
da, bir daha tatlı suya girme imkânını bulamaz (tatlı suya dönemez).
c)
Bahsettiğiniz bu husus, ancak Cenâb-ı Hakk'ın, "O ikisinden herbirinden
lü'lü ve mercan çıkar" demesi halinde söz konusu olur. Ama ayetteki,
"O ikisinden ... çıkar" ifadesine göre, böyle bir mana söz konusu
değildir. Çünkü o ikisinden birisi müphem olduğu halde, o (ikisinden) birinden
çıkan şey, o ikisinden çıkmış demektir. Bu tıpkı, Hak Teâlâ'nın, "Onların
içinde ayı bir nur yaptı"(Nuh, 16) ayetindeki gibidir. Nitekim Arapça'da,
"Falanca, falan şehirden çıktı, falan şehre girdi" denilir. Halbuki
bu kimse, ancak şehirdeki bir mahallenin bir evindeki bir yerinden çıkmıştır.
d) Bu
ifâdenin başındaki herhangi bir şeyin başlangıcını ifade etmez. Nitekim
Arapça'da, "Küfe'den çıktım" denilir. Bu ibtidâiyye'dir (başlangıcı ifade eder).
Aksine ayetteki aklî bir başlangıç içindir ve tıpkı, "Adem topraktandır,
Ruh, Allah'ın emrindendir" denilmesi gibidir. Aynen bunun gibi,
"Lü'lü mine'l-ma (sudan) çıkar; yani, ondan doğar" demektir.[55]
İnci ve mercanda ne tür
yüce bir nimet oluş özelliği var ki, Allah Teâlâ bu ikisini, Kur'ân'ın
öğretilmesi ve insanın yaratılması gibi nimetlerle birlikte zikretmiştir? Bu
hususu cevaplamak için, şu iki şeyi söyleyebiliriz:
1) Nimetler
türlü türlüdür:
a) Mekânımız
olan yeryüzü gibi, yaratılması zarurî olan nimetler. Çünkü yer olmasaydı,
yerleşme - bir mekân tutma olmazdı. İnsanın hayatiyyetini sağlayan nzıklar da
böyledir...
b) Çeşitli
tahıllar ve güneş ile ayın yürütülmesi gibi, zarurî olmasa bile, yine de
kendilerine ihtiyaç duyulan nimetler...
c) Sırf,
lezzet ve tad almak için yenilen-içilen şeyler gibi, kendilerine ihtiyaç
duyulmasa bile, faydalı olan şeyler... Denizlerin yaratılması, bu türdendir.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "insanlara fayda sağlamak üzere, denizde hareket eden
gemiler..." (Bakara, 164) buyurmuştur.
d) Faydalı
olmasa da, inci ve mercan gibi, süslerin yaratılması... Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Takınacağınız süsler çıkarırsınız... "{Faiır, 12) buyurmuştur. Bu
demektir ki, Allah Teâlâ, bedenî gücü alakadar eden, bu dört nimeti zikretmiş,
bunlardan önce de, ruh yani ilim demek olan o büyük kuvveti, "Kur'ân'ı O
Rahman öğretti" (Rahman,1-2) ifadesiyle zikretmiştir.
2) Şöyle
diyebiliriz: Bu, nimetlerin beyânı (anlatım) sadedinde değil, Hak Teâlâ'nın
harikulade şeyleri yaratışını (ve kudretini) anlatma sadedinde zikredilmiştir.
Çünkü bundan önce nimetlerden bahsedilmişti. Bu böyledir. Çünkü insanın sal
saldan (testi gibi balçıktan); cinnin de ateşten yaratılmasının anlatılışı da,
nimetler babından değil, Allah'ın yarattığı enteresan şeyler babındandır. Çünkü
Hak Teâlâ insanı, yarattığı herhangi bir şeyden yaratmış olsaydı, bu in'âm
(nimet) olurdu.
Bunu iyice
anladığına göre diyoruz ki, "Temel elementler dörttür. Bunlar, toprak, su,
hava ve ateştir. İşte böylece Allah Teâlâ, "insanı salsaldan yarattı"
ifadesi ile, insanın, toprak ve çamurdan yaratıldığını, "Cânnı da yalın
bir ateşten yarattı" (Rahman. 15) ifadesi ile, ateşin, enteresan bir
varlığın temeli olduğunu; "O ikisinden inci ve mercan çıkar" ayeti ile,
suyun da tıpkı hayvanlar gibi, bir başka enteresan mahlukun temeli olduğunu
beyan etmiştir. Geriye hava kaldı. Fakat bu, elle tutulur, gözle görülür birşey
değildir. Bu sebeple, Cenâb-ı Hak, havayı, bir mahlukun temeli olarak
zikretmemiş, aksine onun, denizde tıpkı dağlar gibi olan o koca gemilerin
hareketini sağlayan şey olduğunu beyan etmiş ve şöyle buyurmuştur:[56]
"Denizde büyük
dağlar gibi yükselen gemiler de O'nundur. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini
yalan sayabilirsiniz" (Rahman. 24-25).
Bu ifadeyle ilgili birkaç
mesele var:[57]
Göklerdekiler ve
gökler, yerdekiler ve yer, zaten hep Allah'ın olduğu halde,
bu ayette özellikle gemilerin,
Kendisinin olduğunu
söylemesindeki hikmet nedir? Deriz ki: Bu söz, avam (halk) için söylenmiştir.
Hak Teâlâ böylece, o zeki kimseler şöyle dursun, azıcık aklı olanların bile
habersiz olamayacağı bir hususu dile getirerek,
"Denizdeki
gemide, gerçekte, hiç kimsenin mâlikiyyeti olmadığında şüphe yoktur. Çünkü hiç
kimse, aslında gemide tasarruf yetkisine sahip değil der. Hepsi de Allah'ın
rahmetini umarlar. Mallarının ve canlarının, Allah'ın kudret elinde olduğunu
itiraf ederler. Gemide iken, "gemi de senin, mülk de senin tanrım"
derler, denizi de, gemiyi de Allah'a nisbet ederler. Sonra da denizden kurtulup
da, taş-kireç ile yapılmış evlerine baktıklarında, artık helak olabileceklerini
unuturlar. İşte o zaman şüphesiz o geminin sahibi otan insanı hatırlarlar,
denizi de, gemiyi de o insana nisbet ederler" demek istemiştir. Cenâb-ı
Hak bu hususa, "Gemiye bindikleri zaman... "(Ankebût,65...) ayetiyle
işaret etmiştir.[58]
(el-cevarî) (câriye)
kelimesinin çoğuludur. Câriye ise, geminin (sefine) ya adıdır, yahutta
sıfatıdır. Eğer adı ise,
bir müştereklik söz
konusu olur. Aslolan ise, böyle bir müşterekliğin olmamasıdır. Yok eğer, sıfatı
İse, aslolan, sıfatın, mevsûfu ile beraber kullanılmasıdır. Halbuki, Cenâb-ı
Hak burada, mevsûfu getirmemiştir (ne dersiniz?). Biz deriz ki, görünen odur
ki, el-cevârî kelimesinin, "hareket eden (sey)"in sıfatı olmasıdır.
et-Meydanl'den şu nakledilmiştir: "el-cârlyetu, hareket eden gemi,
anlamındadır. Çünkü gemi, hareket etmek için yapılmıştır. Memluke olan dişiye,
kadına da, "el-câriyetu" denilmiştir. Zira, hür kadın, oturmak ve
evlilik için; memlûke (cariye) ise, ihtiyaçları karşılaması, onun için hareket
etmesi amacıyla edinilir. Ne var ki bu kelime, tağlibten dolayı sefine (gemi)
manasında kullanılmıştır. Çünkü, sefine, genelde hep hareket halindedir.
Aklımız da, bu
bahsettiğimiz geminin hep hareket halinde olduğuna delâlet etmektedir. Ne var
ki, bu kelime daha çok iştikak sebebiyle, "hareket eden gemi"
manasında kullanılmıştır. Ama, daha sonralarıysa, hareket etmese dahi, yine
gemi manasında kullanılır olmuştur. Öyle ki, hareketsiz olan gemiye veya,
sahilin durgun sularında demir atmış gemiye de, hareket edeceğinden dolayı,
"el-câriyetu = hareket eden, akıp giden" denilmiştir. Aynen bunun
gibi, oturup duran memlûkeye de, tağlib yoluyla, yine "câriye" denir
olmuş, böylece de, mevsûf getirilmeyerek, sıfatı onun yerine ikâme edilmiştir.
O halde Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesi, "Hareket eden gemiler, O'nundur"
manasındadir. Ne var ki, sefine de, Serfen kökünden "faîlet"
kalıbından bir kelime olup, sefen de, "yontmak" anlamındadır. Halbuki
bu kelime, Ibn Düreyd'e göre, ism-i fail manasında, faîle kalıbında bir kelime
olup, "Gemi, suyu yarıyor, (adeta) yontuyor" takdirindedir.
Başkalarına göreyse, ism-i mef'ûl manasında, "faîlet" kalıbında bir
kelime olup, "yontulmuş" demektir. O halde, hem
"el-cârtyetu", hem de "essefînetu" kelimeleri, gemi için
kutlanılan iki kelimedir.
Burada, şöyle, lafzî
bir incelik vardır: Allah Teâlâ, Nûh (a.s)'a, gemi yapmasını emredince,
"Gözetimimizde o gemiyi yap" (Hud ,37) buyurmuştur. Bu demektir ki,
Cenâb-ı Hak, işin başında ona,henüz hareket etmediği için- fulk adını vermiş,
daha sonra da Hz. Nuh (a.s) onu yapınca da, ona, Cenâb-ı Hakk'ın da, "Onu
ve o geminin ehlini kurtardık... "(Ankebût, 15) buyurduğu gibi,
"es-sefînetu" adını vermiş, derken de, Kendisinin de, "Hakikat
su bastığı zaman sizi gemide biz taşıdık..."(Hakka, 11) buyurduğu gibi,
el-câriyetu adını vermiştir. Böylece biz, fulk kelimesinin ne demek olduğunu ve
onun hareketini Öğrenmiş olduk. Böylece de o, bu akma işi ile de adlandırılmış
oldu. O halde, gemiye, en ilk başta fulk, daha sonra sefine, daha sonra da câriye
adlan verilmiştir.[59]
ne demektir? Biz deriz ki, bu hususta şu iki
izah yapılabilir:
a) Bu
kelime, "yükseltilmiş..." anlamında olup, bulut yükseldiğinde ya
Arapların, deyimlerindendir, yahut da, "Allah yükseltti" anlamında
deyimindendir. Bu durumda gemi ya, kendi kendine denizde yükselmiş demektir,
yahutta, o geminin yelkenleri yükseltilmiştir.
b) Bu,
"yaratılmış, icâd edilmiş.." manasında olup, "Allah mahlûkatı
icad etti" manasındaki,
tabirindendir.
Eğer, "İkinci
izah, uzak bir izahtır. Zira, ayetteki ifâdeleri, münşeat kelimesine taalluk
etmektedir. Buna göre, Cenâb-ı Hak sanki, "Denizde dağlar gibi olan
yaratılmış o gemiler O'nundur O'nun" demiş olur, ama bu uygun düşmez.
Birinci izaha göreyse, Cenâb-ı Hak sanki, "Adeta dağlar gibi denizde yükselen
o gemiler O'nundur, O'nun" demiş olur ki, bu mana güzeldir. Bunun böyle
olabileceğinin delili ise, senin meselâ, "Harpte, aslan gibi cesur olan
adam' deyip de, bu sözünün güzel olması, ama bunun yerine, "Harpte, aslan
gibi alim olan adam..." dediğinde, bu sözünün, güzel olmayışı
gibidir.." denilirse, biz deriz ki: Sen, biraz önce de bahsettiğimiz gibi,
ayetteki el-cevârî kelimesinin mevsûfunun yerini tutan bir sıfat olduğunu
düşündüğünde, yaratma anlamında olan el-inşa kelimesinin, ayetteki, ifâdelerine ters düşmediğini anlarsın. Çünkü
bu durumda, kelamın takdiri, "Denizde, tıpkı dağlar misâli hareket eden o
gemiler O'nundur" şeklinde olmuş otur ve gemiler O'nundur" şeklinde
olmuş olur ve böyiece de, Allah'ın kudretini daha fazla izhar etmiş olur. Çünkü
bu durumda Cenâb-ı Hak adeta, "Ttpkı dağlar gibi olan ve denizde hareket
eden o gemiler O'nundur" demek istemiş olur ki, bu manaya göre gemiler,
adeta tfağ olmuş olur. Halbuki dağ ise, ancak Allah'ın kudreti ile hareket
eder, demektir.
el-a'lâmu" kelimesi
ise, "dağ" anlamına gelen el-'alemu
kelimesinin çoğuludur. Dağ gibi yükselen yelkene gelince, bu bilinen bir
şey olup, buna şaşmamak lâzım. Bunda, dağın suyun içinde hareket etmesinde
olduğu gibi, şaşırtıcı bir durum yoktur. "et-Münşeât" da, böylece,
maruf olmuş olur ve bu tıpkı senin, Ay gibi güzel ve oturan adam.." demen
gibi olur ki, bu durumda
ifâdesindeki kaf'ın müteallakı,
"el-câlisu" kelimesi değil,' el-hasenn kelimesi otmuş olur. Böylece
de, kudreti ilâhiyyenin tezahür alanı olmuş olur. Çünkü, gemiler, dağlar
gibidir. Dağlar ise, ancak Allah'ın kudretiyle hareket ederler.[60]
İlgili ifâde,
slnsin'in kesresiyle, el-münşeâtu
şeklinde de okunmuştur. Bu durumda, ayetteki kelimesi, cümle yerine
geçmiş olan bir ifâde olmuş olur. el-cevftrf kelimesi ise, mahfedir. Mahfeler
ise, cümlelerle tavsif edilemezler (cümleler, marife olan kelime sıfat olarak
gelmezler). Ve meselâ sen, (Arapça'da) ne "Aslan gibi olan o adam bana
geldi"; ne de "Aslan olan o
adam bana geldi" diyemezsin. Ama, Arapça'da, "Aslan gibi olan bir
adam bana geldi" ve "Aslan
olan bir adam bana geldi" diyebilirsin.. Bu ifâdenin, sln'in fethası ile
elmünşeâtu şeklinde okunması halinde, bu kelime, ancak hal olabilir. Bu durumda
da şu iki izah yapılabilir:
1)
kelimesinin başındaki kâfin, isim kabul edilmesi. Buna göre, Cenâb-ı Hak sanki,
"Dağlar misâli yükseldiği o halde, o gemiler O'nundur" demiş olur.
2)
"Durumu buna benzeyen.." anlamında bir hal takdir olunur. Buna göre
Cenâb-ı Hak adeta, "Durumu, tıpkı dağların durumu gibi olan gemiler
O'nundur" demiş olur.' Bunun böyle oluşunun delili, Cenâb-ı Hakkın dağlar gibi dalga(lar) içinde olduğu
halde..."(Hud, 42) ifadesidir.[61]
İlgili ayette,
el-cevarî kelimesinin ifâdesindeki çoğul
el-bahru kelimesinin, tekil ifâdesindeki
el-a'lâmu kelimesinin çoğul getirilmesinde önemli bir husus bulunmakta olup, bu
şöyledir: Bu, o denizin büyüklüğüne bir işarettir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak,
şayet "deniz" yerine "denizler" demiş olsaydı, o zaman, her
hareket eden gemi, bir denizde bulunmuş olurdu. Böylece de, bu deniz, dağlar
gibi olan o gemilerin içinde bulunduğu o denizden daha küçük olmuş olurdu. Ama,
o deniz tek olup ve o tek denizde de, dağlar gibi olan o gemiler bulununca, bu
deniz, son derece büyük ve sahili uzak bir deniz olmuş olur da, oradan kurtarma
işi, ancak kâmil bir kudret sayesinde olmuş olur.[62]
"(Yer) üzerinde
bulunan her canlı fânidir" (Rahman, 26).
Bu hususta şu iki izah
yapılabilir:
a) Sahih
olan bu görüşe göre, "üzerinde" ifâdesindeki zamir, "arz"a
râci olup, her ne kadar "arz" kelimesi daha önce geçmese bile, zamire
merci olabilecek bir malûm oluş ifâde etmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Eğer Allah insanları kazandıkları (günahlar) yüzünden (hemen) muaheze
etseydi (yerin) sırtında hiçbir canlı mahlûk bırakmazdı" (Fatır, 45)
buyurmuştur. Bu izaha göre, ayette, son derece güzel bir münasebet var
demektir. Zira, Cenâb-ı Hak, herkesin, denizde iken, ruhunun, bedeninin ve
malının, Allah'ın kudret elinde olduğunu kesinkes bildiğine, ama, karaya çıkıp
da, yerdeki o sebat halini ve kendisi için orada söz konusu olan kalabilme
imkânını görünce, önceki durumunu unuttuğuna işaret etmek için, "Denizde
büyük dağlar gibi yükselen gemiler de..." buyurmuş, kişiye, unuttuğu o
şeyi yeniden hatırlatarak, "Allah'ın (Benim) kudretime nisbetle, iki durum
arasında fark yoktur. Zira, yeryüzünde olan herkes, tıpkı, suyun yüzünde olan
herkes gibidir. Eğer, aklı başında olan bir insan, iyice dikkat edecek olursa,
ağır olan bu yeryüzünün suya gömülmesinin, o kimsenin aklına, yerden daha hafif
olan o geminin suya batmasından daha kolay ve mümkün olacağını görecektir"
demek istemiştir.
b) Bu zamir,
el-cevârî kelimesinden anlaşılan, "el-carlyetu" kelimesine râcldir.
Ancak, ne var ki, bu râci oluş, kendisinden Önceki İfâdeden anlaşılmaktadır.
Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "Gemiler O'nundur. O gemilerde bulunan
herkesin, hor an yok olmaya daha yakın olduğunda şüphe yoktur. Bu kimse, bu
durumda, kendisi hakkında herhangi bir fayda ya da zarara sahip değilken, daha
nasıl olur da, kendisinin Allah'ın mülkünde olduğunu inkâr edebilir?"
demiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "(Ancak) azamet ve ikram sahibi olan Rabbinin
zâtı bakî kalacaktır" (Rahman, 27) ifâdesi, doğru olanın, birinci şık
olduğuna delâlet eder. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:[63]
Yeryüzünde olan her
şey, yer ile beraber yok olacakken, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayette, akıllı varlıklar
için olan (men)'i getirmesinin ve bu yok
oluşun, akıllara tahsis edilişinin hikmeti ve faydası nedir? Biz deriz ki korkuyla
ve uyarıdan yararlananlar, akıllı varlıklardır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak,
özellikle bunlardan bahsetmiştir.[64]
"Fani", yok
olup giden demektir. Halbuki, yeryüzünde olan herkes, (henüz yok olup
gitmemiş), ama fanî olacaktır. O halde, bu demektir ki, bunlar henüz
bakîdirler, "fani" değillerdir. (Ne dersiniz)? Biz deriz ki: Bu tıpkı
Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki sen, ölüsün" (Zümer,30) ifadesi gibidir. Ve, tıpkı bir yere yakın
olan kimse hakkında "o ulaştı, oraya vardı.." denilmesi gibidir.
Bir başka cevap da
şudur: İnsanın varlığı, arızîdir, gelip geçicidir. O halde, anzf demek, bakî
olmayan demektir. Bakî olmayan ise, fanî demektir. Binâenaleyh, dünyanın İşi,
iki şey varoluş, yokoluş- arasındadır. Bekâ'ya gelince, onun için bir beka
yoktur; çünkü, beka, süreklilik demektir. "Bu, arızî olan şeyler hakkında
denildiği gibi, maddenin iki zaman arasında bakî kalmayacağını savunan batıl
bir inancın doğrulanması demektir" de denilemez. Zira, biz diyoruz Ki,
Cenâb-ı Hakk'ın, bu ayette yerine
getirmesi, böyle bir vehmi bertaraf eder. Çünkü, Cenâb-ı Hak âdeta,
"Ben, yeryüzünde bulunan akıllı varlıkların fani olduğunu, bekalarının
bulunmadığını söyledim, ama yeryüzünde olan şeylerin fanî olduğunu
söylemedim." der. yeryüzünde olmasına rağmen, biri de o hayat demek olan
bir takım arazların kendisiyle kaim olduğu bir cisimi de şumûlü içine alır.
Halbuki, arazlar, bakî değillerdir. O halde, toplamı da, daha önce oldukları
gibi baki kalmayacaktır. O bakî, kalan şey, iki cüzden birisidir ki, bu da
maddedir, cisimdir. Halbuki, madde ve nesne için de hakiki anlamda lafzı itlâk
edilemez. O halde, "fanî" olan, yeryüzünde olmayan şeylerdir;
yeryüzünde olanlar ise, bakî kalmayacak olanlardır.[65]
Cenâb-ı Hakk'ın, bu
kimsenin fanî oluşunu beyân etmesinin hikmeti nedir? Biz deriz ki, bunun şu tür
faydaları vardır:
1) Kişileri
ibâdete teşvik etmek ve en küçük zaman dilimini bile, Allah'a taat uğruna
sarfetmeye yöneltmektir.
2) İnsan
için söz konusu olan şeylere, insanın bel bağlamasından men etmektir. Böylece,
kendisini bir nimetin içinde bulan bu kimse, "Bu, artık, kesinlikle son
bulmaz.." deyip de, malına ve mülküne güvenerek Allah'a yönelmeyi
terKedemez.
3) Eğer bir
zarara uğramışsa, kişiye, sabretmesini emretmek.. Dolayısıyla bu kimse, başına
gelen bu işin, geçip gideceğine zararı zail olacağına güvenerek, Allah'a
küfretmez.
4)
Başkalarını mabûd edinmemek ve hükümdarlara yakın olmakla aldanmaktan; Allah'a
İse yaklaşmayı bırakmaktan men etmek, caydırmak. Çünkü, bunlar, krallar da yok
oluşla yüzyüzedir. Böylece, onlara yakın olan kimseler de, yakın bir zamanda
büyük bir nedamet içinde kalıverirler. Zira, hükümdara yakın olan bu kimse
onlardan Önce Ölmüşse, Allah'a, tıpkı kaçmış bir kölenin kavuşması gibi
kavuşur. Yok eğer, hükümdar, bu kimseden önce ölmüşse, bu kimse, herkesin
kendisinden öc alıp, başına gelen şeylerden çevireceği bir durumda, insanlar
içinde kalakalır.. Böylece de, daha evvel, kendilerine karşı büyüklük tasladığı
o kimselerden utanıverir. Yok, hepsi birden ölmüşlerse, bu ölümü müteakiben,
onların Allah'la karşılaşmaları son derece çetin olur.
5) Bu ifâdede, tevhidin en güzel şekli bulunmakta olup, açık ve gizli
bütün şirklerin terkedllmesi söz konusu edilmiştir. Çünkü, fanî olan, hiçbir
zaman, ibadet edilmeye layık olmaz...[66]
"(Ancak), azamet
ve ikram sahibi olan Rabbinin zâtı baki kalacaktır. Böyle iken, Rabbinizin
hangi nimetini yalan sayabilirsiniz?" (Rahman, 27-28).
Bu ifade ile ilgili
birkaç mesele vardır:[67]
Vechu kelimesi,
"zât" manasına kullanılabilir. Ama, Mücessime, ayetteki bu lafzı,
malûm olan o uzuv (yüz) manasına almıştır ki, böyle bir mana, hem aklî hem de
nakîî delillerin hilâfına verilen bir manadır. Naklî delil ile, Kur'ân'ı
kastediyorum. Çünkü "O'nun vechi (zâtı) hariç, herşey yok olucudur"
(Kasas, esi ayeti, Cenâb-ı Hakk'ın "vecrTinden başka, hiç bir şeyin bakî
kalmayacağına delâlet eder. Binâenaleyh, hak olan görüşe göre, bunun böyle
olacağında, hiçbir müşküHük bulunmamaktadır. Çünkü, ayetin manası, ya,
"Allah'ın hakikatinden...", ya da, "Allah'ın zâtından başka
hiçbir şey bak? kalmaz..." şeklindedir, ve bu da, böyledir. Halbuki,
Mûcemime'nin görüşüne göre, Cenâb-ı Hakk'a nisbet ettiği ne elin, ne de ayağın
bakî kalmaması gerekir.
Buna göre, "Sizin
görüşünüze göre de, Allah'ın ne İlminin, ne de kudretinin kalmaması gerekir..
Zira, "vech"i, siz, Allah'ın zâtı manasına aldınız. Halbuki, Cenâb-ı
Hakk'ın zâtı, sıfatlarından başkadır. Binâenaleyh sen, ilgili ayetin manasının,
"Allah'ın hakikati; O'nun zatı hariç, herşey yok olucudur" şeklinde
olduğunu söylediğinize göre, Allah'ın sıfatları, zâtının dışında kalmış olur.
Böylece de, sizin görüşünüz de, Cenâb-ı Hakk'ın sıfatlarını nefyetmiş, (o'nun
sıfatlarının helak olacağını gerektirmiş) olur.." da denilmesin! Çünkü biz
diyoruz ki, bu hususun böyle olduğuna hem akıl, hem de nakil ile, cevâp
verebiliriz.
Nakfî delile gelince
bu, bir başka yerde ele alınabilecek bir husustur. Aklî delile gelince, bu,
meselâ bir kimsenin, "Falancanın, sadece bir elbisesi kaldı" demesi
halinde, bu sözünün, hem o elbiseyi hem de o elbise ile kaim olan rengini,
uzunluğunu vö genişliğini şümulüne alması gibidir. Ama aynı kimsenin,
"Falancanın elbisesinin sadece yeni, kol ağzı kaldı" şeklindeki sözü
ise, o elbisenin cebinin, eteğinin kaldığına delâlet etmemesi gibidir. Aynen
bunun gibi, bizim, "Allah'ın zâtı baki kalacaktır" şeklindeki
sözümüz, O'nun sıfatlarının da baki kalacağını ifâde eder. Ama, sizin dediğiniz
gibi, uzuv anlamında "Allah'ın yüzünden başka hiçbir şey baki
kalmayacaktır" şeklinde mana verilirse, benden, O'nun meselâ, elinin de bak!
kalmaması gerekir.[68]
"Vech" lafzının, zât manasına kullanılmasının güzel
oluşunun sebebi nedir? Biz deriz ki: Bu, insanların Örfünden alınan bir
husustur. Çünkü "vech", örfte, insanın hakikatini ve zâtını ifâde
için kullanılır. Baksana, insan, bir başkasının "vech"inin yüzünün
gördüğünde, "Onu gördüm" der. Ama, meselâ, yüzünün dışındaki, eli,
ayağı, vs. gibi uzuvları gördüğünde ise, "Onu gördüm" diyemez. Bu
böyledir, çünkü insanın, eşyanın hakikatine genel anlamda muttali oluşu his (duyu
organları) ite gerçekleşir. Çünkü insan, bir şeyi gördüğünde, o şeyden, o şeyi
görmediği zamanda bilemeyeceği şeyleri bilip öğrenmiş olur. Çünkü his, görülen
şeyin tamamını değil de, bir kısmını görebilmiştir. Sonra his, idrâk edip
algılar, akıl ve zekâ da karar verir. Dolayısıyla, bir insan bir şeyi duyu
organlarıyla gördüğünde, o şey hakkında aklıyla hüküm verir. Ne var ki, insanın
"vecrTinde, yüzünde, herbiri bir şeye delâlet eden, pekçok uzuv vardır.
Binâenaleyh insan, insanın vechini, yüzünü gördüğünde, o insan hakkında,
gözünün görmemesi halinde veremeyeceği hükümleri verir. Şu halde, yüz, insanın
hakikatine ve onunla ilgili hükümlere, başkasından daha fazla delâlet etmiş
olur. Böylece "vech" kelimesi (ilk önce), insanın hakikatini ifâde
etmek için kullanılmış, daha sonra nesneler bakımından kullanılmaya başlanmış,
derken nesne olmayan şeyler hakkında da kullanılır olmuştur. Nitekim, meselâ,
söz ile ilgili olarak, "Bu, güzel bir vech'dir, izahtır, bu da, tutarsız
bir vech'dir, izahtır" denilir olmuştur. Bazı fıkıh kitaplarında da
yazıldığı gibi, "vech"in, "muvâcehet -yeryüzü olma"
masdarından olduğunu söyleyenlerin görüşüne gelince, bu pek fazla önemli bir
görüş değildir. Çünkü İlgili iş, burada izah edilenin aksinedir. Zira fiil,
masdardan; masdar da, esas kök isimden iştikak etmiştir. Bu iş nakil yoluyla
(yani faraza aslında isim olup da daha sonra masdar haline, oradan fiil haline
taşıma..) olmuş olsa bile böyledir. O halde "vech", o uzvu ifâde için
konulmuş şeylerin ilkidir. Daha sonra, kullanılır olmuş, derken başka şeyler de
bundan türemiştir. Bunu ancak, dil ilminde ileri edebiyat sahasında mahir olan
kimse anlayabilir.[69]
Cenâb-ı Hak şayet, ya
"Rabbin", ya "Allah" yada benzeri isimleri söyleyerek,
"bakîdir" demiş olsaydı, elde edilen mana, herhangi bir vehme
düşülmeksizin de elde edilmiş olurdu. (Ne dersin?). Biz deriz ki:
"Vech" kelimesinin yerini tutacak bir başka lafız yoktur. Ve bu
husustaki izah da, ancak Allah'ın buyurduğu şekildir. Bu böyledir, zira
Allah'ın bilinen diğer isimleri, meselâ, Rab, Hâlık... gibi, İsm-i fail
sığalarıdır. "Allah" lafzı ise, bazılarına göre, (ism-i mef'ûl
sığasında olup), mabûd (tapınılan) anlamındadır. Binâenaleyh, şimdi, Cenâb-ı
Hak şayet, "Rabbin bak! kalır" demiş olsaydı ve bizim de, "Senin
Rabbin..." sözümüzün kullanılışta,
a) Rabbin
bütününden olan şey "bakî kalır",
b) Bakî
kalırken de senin Rabbin olduğu halde Rabbin bakî kaldı..." şeklinde iki
manası olduğu halde, şimdi, Cenâb-ı Hak, "Rabbin bakî kalır" demiş
olsaydı, böylece, o vakitte merbûb, Rab edinilmiş olurdu. Ve, "Halik bakî
kaldı", "Rezzâk bakî kaldı.." vs. demiş olsaydı da, yine böyle
olurdu.[70]
Burada
"Rab" kelimesinin ve "vech" kelimesinin ona izafe
edilmesinin hikmeti nedir? O, bir başka yerde ise, meselâ, "Her nereye
dönerseniz, Allah'ın vechi oradadır"
(Bakara, 115) ve "Allah'm vechini dilerler" (Rum, 36)
buyurmuştur. Biz eleriz ki: Bahsedilen bu İki yerin İkisinde de, ibâdet manası
kastedilmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, (Bakara, ne) ayetinde bu mananın kastedilmiş
olduğu açıktır; zira, burada kastedilen, namazdır (Rum. 78) ayetinde de
kastedilen, zekattır.
Çünkü Cenâb-ı Hak,
bundan önce, "O halde, akrabaya hakkını ver; miskine ve yolda kalmışa da
(...). Bu, Allah'ın vechini dileyenler için daha hayırlıdır" (Rum, as)
buyurmuştur. "Allah" lafzı, ibâdet manasına delâlet eder; çünkü,
Allah, mabûd anlamındadır. Halbuki, mevzûbahs ayetimizde ise, sayesinde,
insanın eğitildiği nimetlerden bahsedilmiştir. İşte bu sebeple, Cenab-ı Hak,
"Rabbinin vechi" buyurmuştur.[71]
"Rabbin..."
ifâdesindeki hitap, kimedir? Biz deriz ki, görünen odur ki, bu hitap, herkese
yapılmış olur, Cenâb-ı Hak adetâ, "Ey dinleyen, Rabbinin vechi, zâtı
bakidir" demek istemiştir. Ayetteki hitabın Hz. Muhammed (s.a.s)'e olması
da muhtemeldir. Buna göre şayet, "O halde Cenâb-ı Hak, daha nasıl, iki
(şeye) hitaben, "Böyle iken, Rabbinin hangi nimetlerini yalan
sayabilirsiniz?"; tek şeye hitaben de ''Rabbinin vechi,
zatı..."diyebilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: "Rabbinin zâtı
bakî kalacaktır" ayeti ile herkesin yok olup, Allah'ın bak? kalacağına
işaret edilmek istenmiştir. Böylece de Allah Teâlâ, "Ey dinleyen kişi,
Rabbinin zâtı bakî kalacaktır. öyleyse, O'ndan başkasına iltifat etme. Çünkü,
O'nun dışındaki herşey, fanidir" demek istemiştir.
Muhatap, genelde,
sözde kastedilen manadan hariç olur; çünkü sen, sana bir yerin halkından
şikâyet eden birisine, "Senden ötürü oradakileri cezalandıracağım./'
dediğinde, muhatap, her ne kadar oradakilerden birisi olsa bile, bu tehdidin
dışında kalmış olur. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, herkesin, O'nun dışında
kalanların fanî olacağını bilmesi için, "Rabbinin zâtı bakî
kalacaktır" buyurmuştur. Şimdi Cenâb-ı
Hak şayet,
"ikinizin Rabbinin zâtı demiş olsaydı, o zaman bunlardan her biri, hem
kendisini, hem de muhatap olan arkasını fani olmaktan hariç tutmuş olurdu.
İmdi eğer sen:
','Peki, Cenâb-ı Hak, hiçbir şeye hitap etmeksizin, "Rabbinin zâtı, yüzü
bakidir" demiş olsaydı, O'nun dışında kalan herkesin yok olacağına daha
fazla delâlet etmiş olurdu.." dersen, biz deriz ki:
"Rabbinin..." ifâdesindeki hitap, adeta sanki, O'nun lütfuna; bakî
bırakma ise, O'nun kahrına bir işarettir. Halbuki burası, lütfün beyân
edildiği, nimetlerin dile getirildiği bir yerdir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak,
sadece "Rab" sözünü kullanmış olsaydı, hitabın delâlet ettiği manaya
delâlet etmezdi. Hem, "Rab, lafzı hakkında, cari olan şöyle bir Örf
bulunmaktadır. Bu Örf te, bu kelimenin izâfetsiz kullanılmamasıdır. Meselâ kul,
"Rabbimiz l4j bizi bağışla"; "Ya Rabbî, beni bağışla" der.
Cenâb-ı Hak da, meselâ, "Sizin Rabbİniz; atalarınızın Rabbi, bütün
alemlerin Rabbİ..." gibi ifâdeler kullanır. Cenâb-ı Hak, bu kelimeyi
izâfetsiz kullandığı yerde, bunu, kendisine ait sıfatlardan bir sıfatla
kullanır. Çünkü Cenab-ı Hak, meselâ, "Güzel bir belde ve çok bağışlayıcı
bir Rab" fsabt, ıs) ve "Merhametli bir Rab'den sözlü bir
selâm"(Yasin, 25) buyurur.
"Rabb"
lafzının, terbiye manasında bir masdar olması muhtemeldir. Nitekim Arapça'da,
meselâ, (Onu terbiye etti); denildiği
gibi, de denilir. Bu kelimenin, tıpkı "tabîb" manasında
"et-tıbbu,"hasse manasında, "sem" (işitme)
"cimri" manasında buhl (cimrilik) vb. kelimelerin kullanılması gibi,
masdar olan er-Rabbu kelimesinden er-Rûbbu manasında sıfat olması da muhtemeldir.
Ne var ki, bu durumda bu kelime, bâbındandır. Bu izaha göre bu kelime,
kalıbından gelen bir iş, oluş, hareket bildirmiş olur. Yani, bu, huya ait olan
tabii bir iş olmuş olur. Nitekim biz, "Falanca daha alim, daha iyi
hükmedendir" dediğimizde, müteaddî olandan ayrılsın diye, lâzım olan babından bir vasıf söylenmiş olur.[72]
(el-celâl) nefy
babından olan her sıfata bir işaret olmuş olur. Nitekim bu manada biz,
"Allah, cisim değildir, cevher değildir, araz değildir" dediğimiz
gibi, "O, muhtaç olmaktan yüce oldu O, aciz olmaktan yüce oldu de denilir. Bu husustaki sözün özü şudur:
"Celâl", azamet anlamındadır. Ne var ki, azamet, temelde, kuvvet
hakkında; celâl de fiil hakkında kullanılır. O halde bu demektir ki Allah,
zayıf akılların kavrayamayacağı kadar büyüktür. Binâenaleyh O, farzedilen her
aklî şeyin kavramasından ve idrâkinden yüce ve celîldir.
(el-ikrâm) da, müsbet babından olan her sıfata
bir işarettir. Bu da bizim meselâ, "O, Hayy'dır, Kâdir'dir,
Âllm'dir..." dememiz gibidir. "Semî ve Basîr" kelimelerine
gelince, bunlar da, Ehl-i sünnete göre, isbat babından iki sıfat olduğu halde,
Mu'tezile'ye göre nefy bâbındandır. Halbuki bize göre, nefy babından olan
sıfatlar, isbât babından olan sıfatlardan önce gelir. Çünkü biz, her şeyden
önce, ilgili delili buluruz ki, bu delil, âlemdir. Ve şöyle deriz: Âlem, her
şeye muhtaçtır. O şey (Allah) ise, âlem gibi değildir. O halde, muhdes
değildir. Muhtaç değildir. Mümkin değildir. Daha sonra, böylesi bir zâtın
kudreti, ilmi, vb. sıfatlan olduğunu söyleriz. İşte bu noktadan, Cenâb-ı Hak,
kullarına "Allah'tan başka Tanrı yoktur"demelerini emrederken, Hz.
Peygamber (s.a.s) de, "Lâ ilahe illallah deyinceye kadar, insanlarla
savaşmakla emrolundum"[73]
buyurmuştur. Uiûhiyyeti, Allah'ın dışındaki varlıklardan sebbetmek, nefyetmek,
Allah için uygun olmayan sıfatlan da Allah'tan nefyetmek, demektir.
Binâenaleyh, sen meselâ, "cisim, ilâh olamaz!" dediğinde, bu sözünle
sen, adeta "Allah, cisim değildir" demiş olursun. Celâl ve ikram,
daha önce geçmiş olan iki şeye dayanan iki vasıftır. O halde Celâl, Allah'ın
dışındaki varlıkların yok olacağı gerçeğine dayanan; ikram da, Allah'ın bakî
olduğu gerçeğine dayanan birer vasıftır. Binâenaleyh, geride sadece tek olan,
fert olan O, (Allah) katmış olur. Halbuki, tek olan o zât, emrini (işini),
Kendisi dışında kalan kimselerin ve şeylerin yok olmasıyla sınırlamaktan
yücedir. O halde bu demektir ki o, hep kerem sahibi, hep kadir, hep âlim
olmuştur. Binâenaleyh, O, Kendisi dışında kalan kimselerin ve şeylerin yok
oluşundan sonra da, istediği kimseleri var edecektir. Bu kelime (zîl-celâli)
şeklinde de okunmuştur. Bizinsaallah, bu sûrenin sonunda, bu kelimeyle ilgili
diğer açıklamalar ele alacağız.[74]
"Göklerde ve
yerde kim (ve ne) varsa, O'ndan ister. O, hergün bir iştedir. O halde,
Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz?" (Rahman, 29-30).
Bu hususta, şöyle iki
izah yapılabilir:
1) Bu ifâde,
kendinden Önce geçeni ifâde eden hâl olup, takdiri, "Kendinden istenilmek,
sorulmak üzere, Rabbinin zâtı bakîdir" şeklindedir. Bu izah, nakle
dayanmış olup, makul bir açıklamadır. Ama şöyle bir problem söz konusudur.
İzahın böyle yapılması halinde bu, bir çelişkiye götürür. Çünkü Cenâb-t Hak,
"Rabbinin zâtı bakîdir"
buyurduğunda, bu, yeryüzünde
bulunanların, olan kimselerin
fanî oluşlarından sonra kendisinin bakî kalacağına bir işaret olmuş
olur. Şu halde daha nasıl, yerdeki kimseler için bir "mesul",
kendisinden istenilen bir zât olacaktır?! Ama biz, fi£4) 'deki zamirin racî
şeylere racî olduğunu söylersek, yukardaki izahta bir problem kalmaz. Sahîh olan
görüşe göre, biz diyoruz ki. buna şu şekilde cevâplar verilebilir:
a) Daha Önce
de beyân ottiğimiz gibi, insan, kendisine nisbetle fanidir. Dolayısıyla, insan
ancak, Allah'ın bakî kılmasıyla bakî olabilir. Böyle olması halinde, Allah,
"mesul - kendisinden istenilen" zât olabilir.
b) Cenâb-ı
Hakk'm, hakiki değil de, mana cihetinden "mesul - kendisinden
istenilen" olması. Çünkü, herkes yok olup, varlık da ancak Allah'a ait
olunca, böylece insanlar, "lisân-ı hâl ile isteyenlerin bulunduğunu farz
saymışlardır."
c) Cenâb-ı
Hakk'ın ifâdesi istikrar (süreklilik) ifâde eder. Dolayısıyla bu demektir ki, o
bakî kalış, yeryüzünde olanları yeniden diriltir (iade), böylece de Allah,
istenilen bir zât olmuş olur.
2) Ayet,
yeni başlayan bir cümledir. Daha doğru görünen de budur. Bu ifâdeyle ilgili
birkaç mesele vardır:[75]
O isteyenler,
Cenâb-ı Hak'tan ne istemişlerdir? Şimdi biz diyoruz ki: Bu hususta şu izahlar
yapılabilir:
1) Bu,
Cenâb-ı Hakk'ın bağışta bulunmasını istemektir. Böylece herkes o İlahî rahmeti
ve gerek dini gerek dünyası hususunda muhtaç olduğu herşeyi Allah'dan istemiş
olur.
2) Bu,
bilinmeyen şeylerin bildirilmesini istemektir ve "Gaybın bilgisi O'nun
katındadır. Gaybı ancak O bilir. Binâenaleyh herkes, kendi akıbetinin ne
olacağını, salah ve fesadının hangi şeyde olduğunu Allah'a sorar, O'ndan
ister" demektir.
Buna göre eğer,
"Herkes, kendisinin câhil, Allah'ın âlim olduğunu kabullenmez"
denilirse, biz eleriz ki: Bu gerçekte, câhilin söyleyebilceği bir sözdür. Eğer
bu söz inatçı bir câhilden sâdır olmuşsa, bu husus birinci madde için de söz
konusu olur. Çünkü muannid kimselerden, Allah'ın kudretini kabul etmeyenler
vardır. Dolayısıyla, hernekadar bu kişi, O'ndan, kendisi mümkin varlık olduğu
için, Itsan-ı hâl ile birşeyler istiyor ise de,
ile O Allah'dan birşey istemez. O halde birinci şık, O'nun kudretinin
mükemmelliğine bir işaret olup, "Herkes, muhtaç olduğu şeyleri elde
etmekten âcizdir" manasına gelir. İkinci şık da, Allah'ın ilminin
mükemmelliğine bir işaret olup, "Herkes, Allah'ın katındaki malumatı
bilemez. O konuda câhildir" demektir.
3) Bu, bir
işi çıkarıp ortaya koymasını istemektir. Ayetteki, "Göklerde ve yerde kim
varsa..." ifadesi, "Melekler, Allah'dan hergün talebte bulunur ve
"Ey Rabbimiz ne yapalım, bize neyi emrediyorsun?" derler." Bu
izah, aynı zamanda, bu ayetin "hal" olduğunu söyleyenlerin görüşüne
göre, ortaya çıkan o problemin en uygun cevabıdır. Çünkü o şöyle der: "Hak
Teâlâ, "yer üzerinde bulunan her canlı fânidir' (Rahman, 26) buyurmuştur. Yeryüzündeki
herkes için, yeryüzü mekân ve dayanaktır. Eğer yer olmasaydı, hiçkimse
yasayamazdı. Ama yeryüzündeki melekler, yerdedirler, yeryüzünde değillerdir.
Binâenaleyh yerin sarsılması (yok edilmesi), o meleklere zarar vermez. Bu
sebeple, yeryüzünde olanlar fânî, Allah bakî olduğundan, bu melekler, dünya
helak edilince fânî olmazlar. Dolayısıyla da böylece Allah Teâlâ'dan talebte
buunur, O'na sorarlar ve "Ne yapalım?" derler. Böylece Allah onlara,
emredeceği şeyi emreder. Onlar da emrolundukları şeyleri yaparlar. Daha sonra
Hak Teâlâ o meleklere, dilediği bir zamanda, "ölünüz" emrini verir ve
onlar derhal Oluverirler. Bu izah, ayetteki, 'isterler..." ifadesinin,
"hal" cümlesi olduğunu izaha göre ise, zaten bir problem söz konusu
değildir.[76]
Ayetteki zamiri kime râcîdir? Deriz ki: Zahir ve
meşhur olana göre, bu zamir "Allah"a râcîdir ve bu hususta,
müfessirlerin ittifakı vardır. Bunun delili, Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet
edilen şu hadistir: Hz. Peygamber (s.a.s)'e, ayetteki "şe'n"in ne demek
olduğu soruldu da, O "O, günahı bağışlar, sıkıntıyı giderir, dilediğini
yüceltir, dilediğini alçalür" buyurdu. Ayetteki bu zamirin,
"yevm" (gün) kelimesine râcî olması, "külle yevm" (hergün)
ifadesinin de, "sorarlar" fiilinin zarfı zamant olması da mümkündür,
yani, "o, zaten iş esnasında olduğu her bir günde, onların istemelerine
muhatap olur" demektir. Burada ifadesi, nekire"yevm"in sıfatı
olan bir cümle olur. Bu tıpkı "Falanca benim istirahat günüm olan
herbirgünde, benden ister" denilmesi gibidir. Bu, "O, benden hep
istirahata çekildiğim günde istekte bulunur" demektir. Böylece ayetteki bu
ifade, kendisinde bir "şe'n" olan o günleri, Hak Teâlâ'nın, hakkında,
"Bugün mülk kimin? (Tabii ki) tek ve kahhar Allah'ındır" (Mü'min, 16)
buyurduğu günden ayıran bir sıfat olur. Çünkü o günde, soran da, cevap veren de
Allah Teâlâ'dır. Allah'a o günde, hiçbirşey sorulmaz, hiçbirşey istenmez. Çünkü
o gün, insanlar, melekler ve diğer bütün soranları ilgilendiren bir şe'nde
(halde) değildir. İnsanlar, melekler ve diğerleri, kendilerini alâkadar eden
bir şe'nde (halde- işte) olduğu zaman Allah Teâlâ'dan talebte bulunurlar. İşte
o zaman muhtaç oldukları şeyi isterler. Yahut da, o gün, ne yapacaklarına dair
Allah'ın emrini öğrenmek isterler
İmdi eğer, "Bu,
yukarıdaki hadiste varid olan manaya ters düşer" denilirse, biz deriz ki:
"Ayetteki "şe'n" (hal - iş) ne demektir? diyene cevaben, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in, "O, günahı bağışlar, sıkıntıyı giderir..."
şeklindeki sözü ile bir tezat teşkil etmez. Çünkü bu, "Allah Teâlâ, bazı
günleri, mahlukatın günahlarını bağışlamaya ve sıkıntılarını gidermeye
ayırmıştır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Göklerde ve yerde kim varsa
O'ndan ister (sorar)" buyurmuştur ki, bu, "Mahlûkatla ilgili bu
günlerde, O'ndan talebte bulunurlar" demektir. Bazı günleri ise, Kendisinden
talebte bulunulmamaya ayırmıştır. Biz nasıl böyle söylemeyelim ki: Eğer
ayetteki "hergün" ifadesini, umumîliği üzere bırakacak olsaydık, o
zaman hergünde bir iş, bir oluş, bir hareket söz konusu olurdu ki, bu da, bu
tür şeylerin kadîmliğini ve sürekliliğini söyleme neticesine götürürdü. Fakat
ayetteki, "hergün" ifadesinin, tıpkı, "O (Belkıs'a) herşey
verilmiştir. (Neml, 23) ve "Bu, herşeyi yerle bir eder" (Ahkaf, 25)
ayetlerinde olduğu gibi, "tahsis" görmüş (sınırlandırılmış) bir umûmî
ifade olduğu söylenebilir.[77]
Meşhur olan izaha
göre, Allah Teâlâ, hergün ve her an bir iştedir. Halbuki o kader kalemi, olacak
şeylerin hepsini yazmış bitirmiştir (ne dersiniz)?" Deriz ki: Bu hususta,
son derece güzel olan ve nakle dayanan cevaplar vardır. Binâenaleyh önce naklî
cevapları verdim. Daha sonra aklî cevapları ele alalım: Naklî cevap şöyledir:
Bazıları demişlerdir ki, "Ayetin bu ifadesiyle, takdir edilen şeylerin,
zamanlarına sevkedilmeleri (zamanı gelince yaratılmaları) kastedilmiştir. Buna
göre mana, "Kader kalemi, her gün ve her an olacak şeyleri yazıp bitirdi.
Dolayısıyla herşeyin vakti gelince, Hak Teâlâ'nın iradesi, o fiile o vakitte
taalluk ediyor. Böylece de o fiil o vakitte, meydana geliyor" şeklinde
olur ki, bu hem lafız, hem de mana bakımından güzel bir izahtır.
Bazıları da şöyle
derler: Allah'ın işleri, yeni başladığı işler olmayıp, önceden takdir ettiği
işleri izhar etmesi şeklinde cereyan etmektedir. Bu da, manaca birincisi gibi
olup, "O'nun bu işin olacağına dair hükmü değişmemiştir. Fakat Allah'ın, o
fiilin olmasını takdir ettiği o vakit gelir. Böylece o vakitte, Allah'ın takdir
ettiği o şey ortaya çıkar" demektir. Bu iki görüş, el-Hasan b. el-Fadl'a
nisbet edilmiştir. O, bu İki izah ile, Abdullah b. Zahire cevap vermiştir.
Bazıları da bu ayete,
"Allah, geceyi gündüze, gündüzü geceye sokar (çevirir), diriden ölü,
ölüden diri çıkarır; hastayı iyileştirir; sağlamı, hastalandırır; zelili, aziz;
azîzi zem kılar vs. vs." manasını vermişlerdir ki bu da, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, yukarıdaki, "O, günahı bağışlar, sıkıntıyı giderir..."
hadisine dayanır, onun gibidir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in bu sözü, son derece
güzel ve beliğdir. Zira O, (a.s) birisi âhireti, diğeri de dünyayı ilgilendiren
iki hususu ifade etmiş, ama âhiretle ilgili olanı, dünyevî olandan önce
zikretmiştir.
Aklî olan izahlar da
şöyledir:
1) Deriz ki:
Ayetteki bu ifade, mahlûkata nisbetledir ve gök ile yer ehlinden, Allah'dan
istekte bulunanlara nisbetle böyle ifade edilmiştir. Zira Allah Teâlâ,
istediğine hükmetmiş, o husustaki hükmü kesinleştirmiş ve öylece yürürlüğe
koymuştur. Şu kadar varki O'nun bu hükümleri hergün birer birer ortaya çıkar.
Bu sebeple meselâ biz diyoruz ki: "Allah Teâlâ, falancanın rızkını bugün
kesinleştirdi, dünden rızıklandırmadı." Mahlukatın ilminin, Allah'ın
ilminin kuşattığı herşeyi kuşatması (bilmesi), mümkün değildir. Dolayısıyla
melekler hergün, "Ey ilahımız, bugün, bizim ilmimize göre, hangi işte
(şe'nde)sin?" diye sorarlar.
2) Fiil,
birisi fail tarafından, hususî olan, diğeri de bazı işler konusunda mef'ûl
tarafından olan, iki şeyle gerçekleşir ve başka bir ihtimal de mümkün değildir.
Failin tercih edeceği o tarza göre, fiil, çeşitli şekillerde meydana gelebilir.
Birincisinin misâli, durgun olan birşeyi harekete geçirmek gibidir: Harekete
geçirmek, o şeyden sükûnu (hareketsizliği) gidermekle olur ve o hareketi, araya
hiç fasıla sokmadan, o sükûnun peşinden getirmekle olur. İkincisinin misâli
ise, sakin (hareketsiz) olanın, hareketsizliğini sürdürmektir. Çünkü
kendisinde, o hareketsizliğin sürdürülmesi ve araya bir fasıla sokmaksızın veya
fasıla ile birlikte, o sükûnun peşinden, sükûnu gidermek (onu hareketlendirmek)
ile olur. Çünkü ondan, cismin var olmasına rağmen, harekete geçirmeksizin,
ondan sükûnu gidermek mümkündür.
Bunu iyice kavradığına
göre, bil ki Allah Teâlâ, aynı anda, pek çok nesneleri yaratır ve o nesnelerde,
bu yaratma zamanının dışında, çeşitli sıfatlar da yaratabilir. Dolayısıyla o
nesnelerin var edilmesi de, yine o zamanda olup, yoksa o zamandan sonra, başka
bir zamanda yaratılmış değillerdir. Binâenaleyh kimi ki Allah bir zamanda fakir
olarak yaratmıştır, onu o zamanda fakir olarak yaratmasına rağmen, aynı o
zamanda onu zengin olarak yaratmış olması mümkün değildir. Bu sözden, Cenâb-ı
Hakk'ın âciz olması gerektiği sanılsa yahut bu vehmedilse bile aslında bu hiç
de böyle değildir. Tam aksine acziyet, aksi durumda söz konusudur. Çünkü
Cenâb-ı Hak eğer o kimseyi, zengin olmasını dilediği bir zaman fakir olarak
yaratsaydı. İstemesine (iradesine) rağmen, zenginlik o zamanda onda meydana gelmezdi.
Dolayısıyla acziyyet, bizim verdiğimiz misalde değil, onun aksinde, söz
konusudur. O halde, "her zaman", diğer zamanlardan başkadır. İşte,
Hak Teâlâ'nın, "O, hergün bir iştedir" ayetinin manası budur.
Müfessirlerin, "O, fakiri zengin, zengini fakir, zelili aziz, azizi zelil
kıtan, zıdlan böylece yaratabilendir" şeklindeki sözlerinden kastedilen
mana da budur. Bil ki iki zıd, iki muhtelif şeye münhasır olmayabilir. Aksine
iki denk şey, kendi hükümlerine göredirler. Çünkü bunlar içtimâ edemez (birleşemezler).
Binâenaleyh kendisinde, bir zaman içinde, bir mekâna doğru hareket bulunan bir
Kimsede, o zaman içinde, o mekâna doğru başka bir hareketin bulunması mümkün
değildir. Halbuki Allah Teâlâ'nın işi, dün fakir veya zengin kılmaksızm, bugün
zengini fakir, fakiri zengin kılmaya hasredilmiş değildir ve Zeydde düne ait
zengin kılma ile, bugüne ait zengin kılmanın içtimâ etmesi (birleşmesi aynı
sayılması) mümkün değildir. Binâenaleyh ilgili işe baktığımızda, zengin için
devam etmekte olan zenginlik, hep hal değiştirir ki işte bu da Allah'ın
şe'ninden (işinden)dir.[78]
Bil ki Altah Teâlâ,
"kendisini hiçbir İş, bir başka işten meşgul edemez" diye tavsif
edilmiştir. Bunun manası, ''Bize engel iken, bir iş, Allah Teâlâ'nın başka bir
iş yapmasına manî olamaz" şeklindedir. Bunun misali şudur: İçimizden
birisi, herhangi bir maddeyi ateşte ısıtarak, bir boya ile, siyaha boyanmayı,
yahut su ile soğutup, beyazlandırmayı istesin. Halbuki su ile ateş, birbirinin
zıddıdıriar. Binâenaleyh bu kimseden, bu iki şeyden birisi istense de, o da,
buna başlasa, bu işi, diğer işi yapmasına mâni olur. Halbuki bu misalde, fiil
fiile manî olmamıştır. Çünkü bir nesneyi siyaha, bir diğerini beyaza boyamak
bir tezad olmadığı gibi, bunlardan birisini ısıtma ve siyaha boyama arasında
bir tezad yoktur. Binâenaleyh fiil, faile engel teşkil etmiş, fakat fiile engel
teşkil etmemiştir. Halbuki Allah Teâlâ hakkında, ne Mile ne faile mân? teşkil
eder. Dolayısıyla Allah Teâlâ, aynı anda, sayısız-sınirsiz farklı fiilleri yapabilir.
Fakat bir cismi hem beyazlandırmanın, hem siyahlandırmanın mümkün olmaması
gibi, yapılması imkânsız olana gelince, bu durum, bazan faile manî olduğu gibi,
bazan olmayabilir. Fakat mutlaka faile mâni olması gerekir. Zira bir nesneyi,
aynı anda hem beyazlandırmak, hem siyahlandırmak mümkün değildir. Aliah
Teâlâ'yt ise. hiçbir iş, hiçbir işi yapmaktan alıkoyamaz. Fakat o işlerin
sebeplen, faile mâni olmaksızın, başka sebeplere manî olmuştur. Bu incelemeyi
iyice kavradiysan gerçekten sana çok faydalı olmuştur.[79]
"Ey insanlar ve
cinler, ileride sizin (hesabınıza) yöneleceğiz. Şimdi Rabbinızın hangi
nimetlerini yalan sayabilirsiniz" (Rahman, 31-32).
Önce, bu ayetle ilgili
olarak söylenen şeyleri, meşâyihin (büyük âlimlerin) görüşlerinden bereket
umarak, zikredelim. Daha sonra da bunu, doyurucu bir izah ile, tahkîk edelim.
Binâenaleyh diyoruz ki: Müfessirier, bu hususla değişik izahlar yapmışlardır.
Çoğu, bu ayet ile, "Ey Sekalân (insanlar ve cinler), bizzat sizi, sizin hesabınızı
maksad edinip, özellikle ele alacağız" manasının kastedildiği
kanaatindedİrler. Bazıları da bu ifadenin, insanların örfünde-adetinde olduğu
gibi, ilahî tehdit olarak söylendiği görüşündedirler. Çünkü efendisi kölesine
kızdığında, "Sana öyle bir yöneleceğim, senin için öyEe bir fırsat
bulacağım ki!" der. Halbuki o zaten boş oturmaktadır, buna manî bir
meşguliyeti yoktur.
Bu hususta bizim
izahımız şöyledir: "Boş olmama", failin, onunla beraber herhangi bir
fiil yapmasının mümkün olmadığı bir iş üzerinde olması demektir. Çünkü birşey
diken kimse, meselâ "yazmaya vaktim yok" der. fakat vaktin olmaması,
bazan, iki fiilden birisinin, failin bir başka fiili yapmasına manî olmasından
ötürü olur. Bu durumda, "O, şu sebeple, şundan ötürü şunu yapamaz"
denilir. Nitekim meselâ bir kimse, "Dikişle meşgul olmam dolayısı ile yazı
yazamam" diyebilir. Bazan da boş olmama (yapamama), bir fiilin bir fiile
manî olmasından ötürü olur da, fiilin faile mâni olmasından ötürü olmaz.
Meselâ, o zamanda teskîni (dindirmesi-durdurması) mümkün olmayan bir zamanda,
bir cismi hareket ettiren, onu durdurmaya vakit bulamamış demektir. Fakat bu
vakitte, "Ben, hareket ettirmem sebebi ile, durduramıyorum' denilmez.
Çünkü bu gibi bir yerde, hernekadar o, durdurmayla meşgul olmasa bite, o failin
fiiliyle değilde, bizzat mahallin kendisinde bulunan bir hareketten ötürü
failin onu durdurması mümkün olmamıştır. Binâenaleyh failin onu durduramaması,
hareket ettirmesi imkânsız olduğu içindir. Halbuki birinci misalde, eğer o
kimse dikiş ile meşgul olmasaydı, yazma imkânına sahip olurdu.
Bunu iyice
kavradığına göre, boş olmama - vakit bulamama ikiye ayrılır:
a) Bir işle
meşgul olmadan ötürü...
b) Herhangi
bir meşguliyet olmadan... Diyoruz ki: Allah Teâlâ, kendi irade ve ihtiyarıyla,
insanı yaratıp, sırf kudret ve iradesiyle onu dilediği bir müddet bakî
(hayatta) bırakınca, işte bu durumda onu yok etmez. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak,
faile mâni olmayan, fakat başka bir fiile mâni olan bir fiil içindedir ve biz,
bu gibi hallerin "ferağ" (boş zaman) olmadığını beyan ettik. Ama
Cenâb-ı Hakk'ın bir meşguliyeti olur ve bu durumda O, önce irade ettiği şeyi
icâd eder de, bundan sonra, aynı anda fazlasıyla beraber, yok etme imkânı elde
edilirse, "ferağ" tahakkuk etmiş olur. Fakat insan için, hem kendi
fiilleri, hem de hemcinsinin fiillerine hasredilmiş müşahedesi bulunup,
onlardan boş vakit bulamaması da, meşguliyeti sebebiyle olunca, Allah Teâlâ'nın
boş olduğunu sanmıştır. Böylece de yaratma işini, boş olmama manasına almıştır.
Dolayısıyla bundan, lafzı manasından başkasına hamletmeyi gerektiren bir işten
ötürü, bir iş, kendisini meşgul etmediği halde, O'ndan bir fiilin sudur etmesi
gerekmiştir. Bil ki söylediğimiz bu izah, âlimlerinkinden farklı birşey
değildir. Aksine bu da onların, ifâdesine "Sizi maksad edineceğiz, size
yöneleceğiz" manasını verişlerinin bir diğer izahıdır. Fakat bu, biraz
daha açıktır. Bizi, lisan erbabının görüşünden ayrılmadan izahta bulunmamıza
imkân veren Allah'a hamdolsun.
Bil ki aslında
"ferağ", "huluvv" (boş olma) manasınadır. Fakat bu boş olma,
bir mekânla ilgili olursa, bir başkasının imkân bulmasına müsait olur. Eğer
zamanla ilgili olursa, bir fiilin yapılmasına müsait olur. Binâenaleyh aslolan,
failin zamanının, fiilden boş olup-olmamasıdır. Fakat mekânın boş olduğu,
bizzat gözle görülür. Dolayısıyla falanca için, o mekânın boş olduğu manasında
"ferağ" kelimesi kullanılır. Ama zamanın "ferağ") gözükmez.
Dolayısıyla boş olup-olmadığı gözükmez. Bundan ötürü de, falanca, falan zamanda
boştur" denilir. Çünkü görülebilen şey, zaman değil, falancadır. Aslolan,
bu zamanın, falancanın zamanlarından boş bir zaman olmasıdır. Binâenaleyh bu
kimseyi, o zamanda herhangi bir fiil yapmakla tavsif etmek mümkün olur. O halde
hak Teâlâ'nın "Sizin için fâriğ olacağız" ifadesi, işte aslolan bu
durumun düşünülüşüne göre kullanılmıştır. Çünkü mekân boş olduğunda, (falanca
İçin) denilir de, (falancaya) denilmez. Zaman da böyledir. Fakat faile
nakledilip, "Fail boştur. O boş olduğu zaman, başka bir işe yönelir"
denildiğinde, fail hakkında, "Falan işi bitirip falan işe başladı"
denilir. Ama zarf hakkında "Şunu bitirip şuna başladı" denilir. İşte
bu sebeple Cenab-ı Hak, bu asıl mananın düşünülmesi ile, ayette (isim için) buyurdu. İşte bu durum, biraz
önce de bahsettiğimiz gibi, engelin, faile nisbetle değil, fiile nisbetle
olduğunu takviye eder.
Ayetteki, (ey) ifadesi
hakkında, diyoruz ki: Müpheme nida etmede ve ondan sonra da bir sıfat
getirmedeki hikmet, bu nidayı yapanın, sözünü, zâyî olmaktan (boşa gitmekten)
koruması içindir. Bu sebeple, nida eden önce, duyan herkes, kendisine yönelsin
ve nida edenin sözüne, seslendiği kimse dikkat kesilsin diye, müpheme (belirsiz
birisine nida) ederek, "eyy"
der, sonra da duyanlar kendisine yöneldiğinde, esas kastettiği kimseye husûsen
seslenir de, "er-Racülü" (ey falanca adam) der (yani) Dolayısıyla bu
gibi nidalarda, şu iki husus yerine getirilmeye çalışılır:
1) Lâm ile
veya ismi işaretle, marife olanı tavsîf etmek... Dolayısıyla meselâ sen,
"Ey falan adam", yahut da "ey falanca, ey şu" dersin. Fakat burada, bu ikisinden daha marife olan
getirilmez ki bunlardan daha marife olan "alem" isimlerdir. Çünkü her
cins için kullanılan müphem (isim) İle, her şahıstan ayrılmış belirti alem
arasında, bir uzaklık ve farklılık vardır.
2) İkisinin
arasında, tenbih "ha"stnı sokmak... Çünkü (ey) edatında aslolan, son derece müphemlik
olduğu için, izafetle kullanılmasıdır. Dolayısıyla böylece, ayırdedilmeye
muhtaç olur. Ayırdetmede temel olan ise, daha önceleri de beyan ettiğimiz gibi
"izâfef'tir. Dolayısıyla ikisinin arasına, izafetten bedel olsun diye
"hâ-l tenbih" getirilmiştir ve yine "eyyü" (ey) edatı
kaldırıldığında lâm-ı tarif de hazfedilir. Çünkü sen meselâ, diyemezsin. Zira
böyle söylemede, manasız bir uzatma sözkonusu olur. Çünkü sen, biraz önce
bahsettiğimiz "dikkat" çekmeyi sağlayamazsın. Ama demen bunu sağlar.
Dolayısıyla da lam-ı tarifi getirmeye hacet kalmaz. İşte bu durum, Izâfet-I
manevlyye olduğunda da, lamın düşmesini gerektirir. Çünkü izafeti maneviyyede
marifelik ifade edince, lâm-ı tarifi getirmek lüzumsuz bir uzatma olur. Çünkü
böyle yapmak, İki muarrifin (marife kılan unsurun) arasını cemetmek olur.[80]
Ayetteki (iki ağırlık) İfadesi, meşhur olan görüşe
göre, cinleri ve insanları anlatır. Bu hususta şu izahlar yapılabilir:
a) Bu iki
cins varlık, günahları yüzünden ağır oldukları için bu adı almışlardır.
b) Yeryüzünde
bir ağırlıkları olduğu için bu adı almışlardır. Çünkü toprak, hemekadar Hz.
Adem (a.s)'in yaratılması tamamlansın diye, yaratma işinde, bir letafet
arzederse de, bu durum taprağı, ağır olmaktan kurtarmaz. Ateşe gelince, cinler
bundan yaratıldığı için, az da olsa bir kesafet arzeder. Binâenaleyh nasıl
toprak (insanda) az da olsa latif İse, ateş de böylece, az da olsa ağırdır.
Dolayısıyla bu iki cins, sakfl (ağırdırlar. İşte bundan ötürü "sakaleyn"
adını almışlardır.
c) Ağır
olan, bunlardan sadece biridir. Diğeri ise, sırf ağır olan Komşuluğundan ötürü
bu adı almıştır. Nitekim sadece birisi Ömer olduğu halde, yanyana olan iki
kişiye "ömereyn" (iki Ömer), sadece biri ay olduğu halde (ay ile
güneş hakkında), kamereyn (iki ay) denilir. Yahut da, bu ifade ile, derleyici
iki tür sayesinde umumîlik kastedilmiş olabilir. Nitekim sen meselâ, "Ey
şöyle ağır olan, ey şöyle olmayan ağır..." dersin. "Sakal"
(ağırlık), büyük ve önemli şey manasına kutlanılır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)
"Ben, size, iki ağır (önemli) şey bırakıyorum. (Kur'ân ve hadis)"
buyurmuştur.[81]
"Ey cin ve insan
cemaatleri, göklerin ve yerin bucaklarından geçmeye gücünüz yetiyorsa, ki bir
sultan (kudret) olmadan asla geçemezsiniz, haydi geçin! O halde, Rabbinizin
hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz" (Rahman,33-34).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele var:[82]
Bu mesele, ayetin
kendinden önceki ayetlerle olan münasebeti ve bu münasebetinin güzelliği
hakkındadır. Bu böyledir, çünkü Hak Teâlâ, "Ey İnsanlar ve cinler, ileride
sizin (hesabınıza) yöneleceğim" buyurup, biz de, Allah'ın aslında buna bir
manî ve meşguliyeti olmadığını açıklayınca, sanki, birisi, "Madem ki
ortada bir meşguliyet yok. O halde, bu erteleme ne?" demiş. Bunun üzerine
sanki Hak Teâlâ, "Acele eden, ya o işi tehir etmeden ötürü, o
işinyapılmayacağı endişesini duyar, yahut o andaki ihtiyacından ötürü, yahut da
tehire dâir olan ihtiyar ve iradesinden ötürü acele eder" diye cevap
vermiş ve böylece, ihtiyacı olmadığını, daha önce "Yeryüzünde bulunan her
canlı fanîdir. Ancak azamet ve ikram sahibi olan Rabbinin zâtı bakî
kalacaktır" (Rahman, 26-27) buyurarak beyan etmiştir. Çünkü herkesin fânî
oluşundan sonra bakî kalan, hiçbirşeye muhtaç değil demektir. Bu ayetle, elden
kaçırma (yapamaam) endişesi olmadığını beyân ederek, "Onlar, elimden
kurtulamazlar. Göklerden ve yerden dışarı çıkamazlar. Eğer onların, gökler ve
yer dışına çıkmaları mümkün olsa bile, Allah'ın mülkünün dışına çıkamazlar.
Binâenaleyh Ben, onları, nerede ve nasıl olurlarsa olsunlar, yakalarım"
buyurdu.[83]
(ma'şer), büyük cemaat
manasınadır. Bunun izahı şöyledir: Ma'ser, kendisinden sonra daha büyük bir
sayının bulunmayacağı,
ancak yeniden baştan sayılmaya başlanması gereken, çok fazla ve büyük bir sayı
demektir. Çünkü Araplar, on sayısında birler basamağını tekrar başlatarak
"ahade - aşere" bir ve on (yani onbir) "İsnâ aşere" (iki ve
on yani oniki)..., yirmi - otuz" derler ki otuz, üç onluk demektir. O halde,
ma'şer, aşerelerin (onlukların) toplandığı yer demektir. İşte bu da büyük bir
topluluk manasınadır.[84]
Ayetteki hitab,
dünyada mı, yoksa ahirette mi yöneltilecek- tir? Diyoruz ki: Zahir olan bu
hitabın ahirette olmasıdır. Çünkü cin ve insanlar, o azabtan kaçmak isterler,
fakat göklerin ve yerin etrafını, yedi sıra meleğin sardığını görecekler. Evlâ
olan, bu ifâdenin, "Sizin için kaçma imkânı yok. Allah'ın mülkünden dışarı
çıkmanız imkânsız. Her neye yonelseniz ve gitseniz, ora da Allah'ın mülküdür.
Nerede olursanız olun, Allah'ın hükmü gelip sizi bulacaktır" manasında,
genel bir ifâde olmasıdır.[85]
Bu ayette
"clrTin, insandan önce, "Bu Kur'ân gibisini getirmek üzere insan ve
cin toplansa, bunu yapamazlar..." (isra. 88) ayetinde ise,
"insan"ın, "cin"den önce getirilişinin hikmeti nedir?
Diyoruz ki: Gökleri- yerin bütün bucaklarından geçip gitmek eğer mümkün
olsaydı cinlere; Kur'ân in benzerini getirmek de eğer mümkün olsaydı, insanlara
daha uygun düşer. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, herbir yerde, bahsedilen işi
yapması ihtimali fazla olanları önce zikretmiştir.[86]
Ayetteki, "Bir
sultan (kudret) olmadan asla geçemezsiniz" ifadesi ne demektir? Deriz ki:
Bu hususta, şu muhtemel izahlar yapılabilir:
a) Bu, onca geçen ifadenin aksine bir açıklamadır, yani, "Siz şu
anda geçemezsiniz. Bir kudret (vasıta) olmaksızın da geçemeyeceksiniz) Kaldı ki
zaten buna bir kuvvetiniz de yok" demektir.
b) Bu, ilk
bahsedilen hususun, olabileceğinin farzedilmesine ve bunun da onlara fayda
vermeyeceğine göre getirilmiş bir ifade olup, takdirî manası şu şekildedir:
"Sizler şu anda geçemezsiniz. Eğer geçebileceğiniz farzedilse bile, ancak
Allah'ın sultanı (kudreti) sizinle beraber olunca geçebilirsiniz." Bu
tıpkı bir kimsenin, "Kavim, ehl-i
iyâli ile birlikte çıktı" demesi gibidir (yani bu bâ, maiyye manasınadır).
c) Buradaki
geçme ile geçmeden murad edilen netice (yani azabtan kurtulma) kastedilmiştir.
Bu böyledir, çünkü onların geçebilmeleri, kurtuluş istemelerine bir işarettir.
Bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Sizler göklerin bucaklarından (sınırlarından)
geçip gidemezsiniz" buyurmuştur ki bu "Sizler, o azabtan
kurtulamazsınız ve geçme ile elde etmek istediğiniz neticeyi, o azabtan
kurtuluş neticesini bulamazsınız. Ancak Allah'tan olan ve sizi kurtaran bir
sultan (kudret, araç) ile, bunu elde edebilirsiniz. Aksi halde, sizin için
kurtuluş yoktur" demektir. Bu da, tıpkı, "Sen doğru olduğun zaman,
ağlaman sana fayda verir" deyip, bununla, "Sana sadece doğruluk fayda
verir" manasını kastetmen ve "Eğer doğru olursan, ağlaman fayda
verir" manasını kastetmemen gibidir.
d) Bu,
tevhidin anlatılmasına ve yerleştirilmesin bir işarettir. İzahı şöyledir:
Cenâb-ı Hak sanki, "Ey gafil, aklın ile göklerin ve yerin bucaklarından
çıkman mümkün değildir. Binâenaleyh, hep Allah'ın birliğinin delillerini görüp
duruyorsun. Farzet ki göklerin ve yerin sınırlarını aşıp gidebilirsin. Ama bil
ki ancak göklerin ve yerin dışında bulabileceğin ve Allah'ın vahdaniyyetine
kesinkes delâlet eden bir sultân (kudret ve araç) ile ancak geçip gidebilirsin.
Bu sultan ise, o mükemmel kudrettir.[87]
"Üzerinize
ateşten bir yalın (alev) ile, bir duman salıverilecek, öyle ki biribirinizi
kurtaramayacaksınız, yardimlaşamayacaksınız. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini
yalan sayabilirsiniz" (Rahman, 35-36).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele var:[88]
Bu ayetin, daha önceki
ayetlerle münasebeti ne şekildedir? Diyoruz ki: Eğer "Ey cin ve insan
cemaatleri" hitabının kıyamet günü yöneltilecek bir nida olduğunu
söylersek, Hak Teâlâ sanki bu ayette de, "üzerinize ateşten bir yalın
(alev) salıverildiği gün, artık sizin için bir yardımlaşma imkânı yok. Eğer
göklerden kaçıp gitmeye muktedir iseniz, haydi geçip gidin" demek
istemiştir. Yok, eğer bu nidanın dünyada yapılacağını söylersek, o zaman biz,
"eğer muktedir olursanız" hitabının, "Sizin için, Allah'tan
kaçmak ve kurtulmak söz konusu değildir ki, o azaba düşmezden önce
kaçabilesiniz... Sizin için, bir yardımcı yoktur ki, o azaba düştükten ve o
ateş üzerinize salıverildikten sonra, sizi o ateşten kurtarıversin"
manasına bir işaret olduğunu söylemiş oluruz. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Eğer o azaba düşmemek için
kaçabilecekseniz, kaçınız. Ama, daha sonra, bundan kurtuluşun olmayacağı ve
mutlaka o azaba düşeceğiniz, tarafınızdan anlaşılır; böylece, o azaba
düşersiniz de, o ateş de sizin üzerinize salıverilirse, bilin ki, yardım
olunmayacaksınız. Binâenaleyh, bu durumda sizin için bir kurtuluş söz konusu
değildir. Çünkü kurtuluş, ya o azaba düşmezden önce, onu savuşturmanızla,
yahutta düştükten sonra, onun kaldınlmasr ile elde edilir... Halbuki, bu ikisi
de mümkün değildir.[89]
Cenâb-ı Hak, önceki
ifadeyi, "Eğer muktedir olursanız" şeklinde çoğul getirdiği halde,
ifâdesindeki zamiri, niçin tesniye getirmiş; daha önce, "Bir sultan (kudret)
olmadan asla geçemezsiniz..."deyip de çoğul getirdiği halde, ilgili ayetin
sonunda iki topluluğa hitap ederek, niçin "birbirinizi
kurtaramayacaksınız" buyurmuştur? Biz deriz ki, burada şöyle bir incelik
vardır: "Eğer muktedir olursanız" hitabı, onların aciz olduğunu;
Allah'ın mülkünün azametini beyan etmek için getirilmiş olan bir ifâdedir. Bu
sebeple, Cenâb-ı Hak sanki, "Bir araya gelmeniz, kuvvet birliği yapmanız
suretiyle göklerin ve yerin bucaklarından geçip gidebilecekseniz, o halde
haydin geçip gidiniz. Ama sizler âciz olduğunuz için, bunu yapamayacaksınız.
Bunun böyle olduğu, sizin bir araya gelmenizi ve birbirinize destek vermeniz
durumunda bile açık ve aşikârdır. Binâenaleyh, bunun böyle olduğu, ayrı ayrı
olmanız halinde ise, haydi haydi aşikârdır" demek istemiştir. O halde bu
ayet, kişinin, kendisi dışında kalan bütün dostları ve kardeşleri ile biraraya
gelmesi durumunda, herkes için genel ve umumî olan bir hitaptır. Ama, ifâdesi
ise, bu azabın, iki türün herbirine değil de, İki türe birden salıverileceği
bir beyândır. Çünkü, bütün ins ve cinnin tamamına, herkese, o azâb ve o ateş
salıverilmeyecektir. O halde bu demektir ki, o azâb ve o ateş, genel anlamda,
iki türe salıverilecek de, Allah'ın lütfü sayesinde o iki türden, bu azâb ve
ateşten kurtulanlar olacaktır. Ama, hiç kimse, asla, göklerin ve yerin, kenar
ve bucaklarından çekip gidemiyecektir. İşte bu mana, bizim biraz önce de
bahsettiğimiz, "Sizin için, o ateşe düşmezden önce kaçış, söz konusu
değildir; düştüğünüzde de, kurtuluşunuz söz konusu değildir" şeklindeki
sözümüzü, teyit eder. Ne var ki, kaçamama, genel bir hükümdür; o ateşten
kurtulamama ise, genel bir hüküm değildir (yani, kurtulanlar olacaktır).
Bu hususa bir ikinci
cevâp da, lafız bakımındandır. ifâdesi, "et-ma'şer" (cemaatler)e hitaptır.
O halde, ayetin manası, "Ey topluluklar, eğer gücünüz yetiyorsa..."
şeklinde olur. ifâdesi ise, bu cemaatlere değil, tam aksine, ins ve cinden
orada bulunanlara bir hitaptır. Ki, orada bulunanlar da, İki türden
varlıklardır. Üstelik ifâdesi, atıf harfi
olan vâv ile de getirilmemiştir, ki, böyle bu iki tür de, birinci ifâdede
kendilerine nida edilenlerin aynısı olsun... Şimdi diyebiliriz ki, nidâ'nın
açıkça yer almadığı yerlerde, tesniye getirmek daha evlâdır. Nitekim, Cenâb-ı
Hak1 da "O halde (siz ikiniz) Rabbinizin hangi nimetlerini..."
buyurmuştur. Bu husus, Cenâb-ı Hakk'ın, meselâ, "... size
yöneleceğiz"(Rahman,31) hitabıyla da teyit olunur. Ama, nidanın açıkça
bulunduğu yerlerde ise, zamir çoğul getirilir. Ama, meselâ böyle çoğul
getirildikten sonra, nida açıkça bulunmadığı için, yine Cenâb-ı Hak, buyurarak
ifâdeyi tesniye getirmiştir.[90]
Ve ne demektir? Biz
deriz ki: şuvaz, ateşin alevi ve özü, hülasasıdır. Bunun, odundan çıkan duman
ile karışan, onunla içli dışlı olan ateş için söylenildiği de ileri
sürülmüştür. Ama, görünen odur ki, bu kelime, hukemânın şu sözüne varıp
dayanmaktadır. Ateş, tıpkı, son derece, iyice tutuşmuş olan körüğün ateşi gibi,
artık katıksız bir ateş, kor haline geldiğinde ve iyice tutuşmuş ve yanmış bir
fırında, katıksız bir ateş halinde geldiğinde, artık ateş olarak gözükmez.
Çünkü o bu durumda aslında ateş olduğu halde, nûr (ısı ve ışık) olarak görülür.
"Nuhas" kelimesine gelince, bu hususta şu iki izah yapılabilir:
1) Bu, o
ateşin dumanıdır.
2) Bu
kelime, erimiş bakır, bakır eriyiği hakkında kullanılır ki, bize göre,
kelimenin meşhur olan manası budur.
Sonra, o iki türe
hitap edilmesinden sonra, bu iki şeyin getirilmesi, bunlardan herbirinin o iki
türden herbirine tahsis edilmiş olmasından dolayı olabilir... Bu durumda, bu
demektir ki, hafif olan ateş (nâr), insan içindin, Çünkü ateş, insanın
cevherine muhaliftir. Ağır olan o bakır eriyiği ise, cinler içindir; çünkü
bakır eriyiği de cinnin cevherine ters düşer. O halde bu demektir ki, insan
ağır, ateşse hafif; cin hafif, bakırsa ağırdır... Ayetteki nöhfls kelimesi ile
dumanın kastedilmiş olduğunu söylememiz halinde de durum aynıdır. Bu iki
ifâdenin, ins ve cinden herbirine göre gelmiş olması da muhtemeldir ki, zahir
ve muhtemel olan da budur.[91]
Kelimeyi mecrûr
olarak (nuhasln) şeklinde okuyan kıraat
nasıl tahlil edilecektir. Şimdi, bu kelimeyi böyle okuyan kıraat daha önce
geçen ifâdesine atfedildiğini gözönüne alacak olursa, o zaman kelamın
takdiri "dumandan bir
yalım..." şeklinde olur. Halbuki
nühâs'tan meydana gelmez. (Ne dersin?). Biz eleriz ki, buna şu iki
bakımdan cevâp verilebilir:
1) Bu
ifadenin bu durumda takdiri, "Nühâs'dan bir şey..." şeklinde
olup, Arapların tıpkı
"Kılıcımı ve mızrağımı kuşandım..." ifâdesi gibi olmuş olur.
2) Daha açık
olan bu görüşe göre, Öyte okuyan kimse şöyle diyebilir: ancak, ateşte hava ve
yerle ilgili unsurlar bulunduğu zaman oluşur ki, işte oluşan bu şey dumandır. O
halde, da, hem ateşten, hem de "nühâs'tan. yani dumandan meydana gelmiş
bir şeydir. Bu izaha göre, salıverilen, iki şey değil, tek şey olmuş olur, ama
ne var ki, bu tek şey (iki şeyden) mürekkep haldedir. Buna göre şayet,
"Yapılan izaha göre, (şuvaz)'ın
salıverilmeye tahsis edilmesinin faydası, ancak o ateşin güçlü değilken,
kendisinden dumanı giderebilecek birgüce ulaştığının beyân edilmesidir"
denilirse, biz deriz ki, görülmeyen bir ateş ile azâb etmek, kendisine düşme
korkusu ve azabın sürüp gideceği daha evvel belirtildiği için, görülen azâb ile
azâb etmekten daha aşağı mertebededir. Çünkü, katıksız, yalın ateş ya görülmez,
yahutta, tıpkı nûr (ışık) gibi görünür. Böylece de, bu aetşin ne alevi ne
heybeti olmaz.
Cenâb-ı Hakk'ın hitabı
hiçbir yardımlaşma türünün olamayacağını bildiren bir ifâdedir. Dolayısıyla, bu
iki türden birisi diğerinden yararlanamayacağı gibi, ikisi birden, kendileri
dışındakilerden de yararlanamayacaklardır. Her ne kadar kâfirler, dünyada iken
"Biz, intikam almaya muktedir bir topluluğuz" (Kamer, 44) diyorlardı
ise de bu böyledir. İntişâr, nusret ve kuvvet ile içice olmaktır. Nitekim
Arapça'da, birisinden öc alan kimse hakkında denilir ki, bu kimse adeta, o
kimseden, kendisi için o yardımı zorla çekip almış ve o yardımla içli dışlı
olmuştur. İddlhâr (intikam) ve iddihân kelimeleri de, lafzan, bu babdandır.
Buradaki intisâr kelimesinin imtina (karşı koyma) manasına geldiğinin,
dolayısıyla, kelimesinin "kaçınamazsınız, karşı koyamazsınız"
manasına geldiğini söylemesine gelince, bu mana da, hakikatte bizim
bahsettiğimiz hususa vanp dayanır. Çünkü bu kimse, nusret ve yardımla içice
olmuş olacak ki, buna karşı koyabilmiş olabilsin.[92]
"Artık gök
yarılıp da kırmızı sahtiyan (deri) gibi bir gül olduğu zaman, Rabbinizin hangi
nimetierini yalan sayabilirsiniz?" (Rahman, 37-38).
Cenâb-ı Hakk'ın bu ayeti,
ins ve cinne 'in salıverilmesinden daha
büyük olan bir duruma bir işarettir. Çünkü Allah Teâlâ önce, İnsanın
kendisinden korkup ürkeceği bir şeyi dile getirmiş, daha sonra da, cin, ins ve
meleklerden idrâki yerinde olan kimselerden herbirinin, korkup dehşete
kapılacağı durumu zikretmiştir. Çünkü, meleklerin mekânları yarmak ile; cin ve
insanların merkezleri de harab etmekle boş bırakılmıştır. Şöyle de denebilir:
Cenâb-ı Hak, "yerin sakinlerine işarette bulunmak için, "Yer üzerinde
bulunan her canlı fânidir" (Rahman. 26) buyurunca, "semâ"
sakinlerinin durumunu beyân etmek için de, "Artık gök yarılıp da..."
buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır.
[93]
Fâ harfi aslında, şu
üç anlamda, takibiyye ifâde eder:
a) Birinin
diğeriyle aklen ilgisi bulunmayan iki şey arasında zaman bakımından bir
takibiyye ve ardarda geliş olması... Bu, meselâ, tıpkı, sana, Zeyd'in
oturmasını, Amr'ın da kalkmasını soran kimseye cevaben, senin "Zeyd
oturdu, Amr da, hemen kalktı..." demen gibidir. Çünkü, bu iki şey, ya aynı
anda, yahut ta birbirini takib edercesine meydana gelmiştir.
b) Birinin
diğeri ile ilgisi bulunan İki şey arasındaki zihnî takibiyesi, ardarda oluşu
ifâde etmek için... Bu da, senin tıpkı, "Zeyd geldi, Amr da, ona ikram
olsun diye kalktı demen gibidir. Çünkü,
bu gibi yerlerde, Amr'ın
kalkması, zaman bakımından, Zeyd'in gelmesiyle beraber olmuştur.
c) Sözde
takibiyye ifade etmesi... Bu da senin, meselâ demen gibidir. Zira sen, bu
ifâdenle, adeta, "Ne emirden korkuyorum, ne melikten korkuyorum, ne
sultandan korkuyorum!.." demiş olursun. Bunu iyice kavradığına göre, bu
ifadenin başındaki da, yapılan bu üç
izahın üçüne de ihtimali olan bir harftir. Birincisine gelince, bu şöyledir:
Zira şuvaz'ın o kimseler salıverilmesi göklerin yarılmasından önce olur.
Böylece de bu salıverme işi, hem kabir azabına, hem de suçluların mahşere
sevked il meleri esnasında meydana gelen şeye bir işaret olmuş olur. Çünkü,
tefsirde varid olduğuna göre, "şuvâz", o mücrimleri mahşere sürecek,
böylece o mücrimler de, tek bir yerde toplanıncaya değin, "şuvaz'dan
kaçacaklar.
Bu izaha göre, ayetin
manası, "Size, yalın ateş salıverilir. Gökler yar ildiği ndaysa. inşaallah
ilerde de beyan edeceğimiz üzere, o elîm azâb ve o şiddetli hesap tahakkuk
eder..." şeklinde olur. İkincisine gelince; bunun izahı şöyledir:
"Üzerinize
ateşten ve bakır eriyiğinden oluşan "şuvâz" salıverilir de, böylece
bu, semâ'mn kıpkırmızı bir hale gelmesine sebep olur..." Bu, o ateşin
alevinin, semâ'ya varıp dayandığı ve O semayı, tıpkı erimiş olan kırmızı demir
haline getirdiğine bir işaret olmuş olur.
Üçüncüsüne göre
yapılacak izah da şöyledir: Cenâb-ı Hak, "aşuvâz"ın size
salıverilmesi vaktinde, "Artık yardımlaşamazsınız..." buyurunca,
"Ya gökler yarılıp mühl - yani eğrimiş çamur- gibi olduğunda, ya nasıl
yardımlaşacaksınız?!" demek istemiştir ki, bu da, o salıverilen
"şuvâz"ın, yekpare bir alev olduğuna bir işarettir. Yahut ta meselâ,
"Gök yarılıp, eriyip, yer, hava ve semâ'nın tamamı da ateş olduğunda, ya
nasıl yardımlaşacaksınız?.." şeklinde olur.[94]
(-iza) kelimesi bazen,
sadece zarf için, bazen şart, bazen bu
"müfflcee" için kullanılır. Bu edat, bütün bu gibi yerlerde, her ne
kadar zarf ise de, ne var ki, aralarında fark
vardır. Birincisine
misâl, Cenâb-ı Hakk'ın, (Leyl, 1-2)
ikincisine misâl, "Bana
ikram edersen, ben de sana ikram ederim" cümlesidir. "Azmettiğinde
Allah'a tevekkül et." (Al-i İimran, 159) ayeti de bu türdendir.
Birincisinde, ilgili fiilin mezkûr olan o vakitte, şarta bitişik olması
gerekirken, ikincisinde bu gerekmez. Çünkü meselâ sen, "Bana öğretirsen,
mükâfaatlandırılırsın.." dediğinde, mükâfaatlanma işi, öğretmeden belli
bir müddet sonra olur. Ne var ki, kişinin mükâfaatı hak etmiş olması işi, o
vakitte ve o anda (yani Öğretme anında) şarta bitişik olmuş olur. Üçüncüsünün
misali ise, meselâ bir kimsenin, "Çıktığımda bir de ne göreyim, kervan
çoktan gelmişi.." şeklindeki sözüdür. Ama bu kimse şayet, "Kervan
yöneldiği vakit çıktım.." demiş olsaydı, bu söz, birisinin, "ne zaman
çıktın?" şeklindeki sözüne, cevâp olarak söylenmiş bir söz olurdu.
Bunu iyice kavradığına
göre, şimdi biz diyoruz ki, buradaki
edatı bu vecihlerden hangisine göre kullanılmıştır? Biz diyoruz ki, bu
hususta şu muhtemel iki izah yapılabilir:
a) Başındaki
fâ'nın, zaman bakımından takîbiyye olmasına göre, sadece zarf için kullanılmış
olması. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın, bli ifâdesi, o azabın vaktini beyân eden bir
ifâdedir. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "Semâ varıldığında, azâb vaki olur!
Yani, "şuvaz" salıverildikten sonra ve semâ varıldığında bu azâb tahakkuk
eder."
b) Bunun
şartıyye iÇ'n olması... Bu da, (fâ'nın), sözde takibiyye ifâde etmesine
göredir. Çünkü, biz diyoruz ki: İlgili her iki ayetin manası, "şuvaz
salıverilirken, yardımlaşamayacağınıza göre, ya, gök yarılırken nasıl
yardımlaşacaksınız?!" şeklindedir. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "Semâ
varıldığında, artık asla yardımlaşmayı beklemeyin..." demiştir.
"Sizin üzerinize "şuvâz" salıverilir. Birde ne güresiniz! Semâ
yarılmış!" denilmesine göre,
(iza)'nın müfâcee anlamına alınmasına gelince, bu izah bir ihtimaldir,
bi bu manaya ancak, ikincisine göre, yani, fâ'nın zihnî takibiyye ifâde etmesi
halinde alınabilir.[95]
Bu izahlardan tercihe
şayan olanı hangisidir? Biz deriz ki, 'nın şartıyye manasına alınmasıdır. Bu
durumda burada, şu iki izah yapılabilir:
1) Cezâ'nın,
bunu duyan herkes bunu duyduktan sonra, hertürlü dehşetli şeyi aklına getirip
varsaysın diye, doğrudan doğruya zikredilmemiş olması... Bu, tıpkı bir
kimsenin, 'Hükümdar, bir kimseye kızdığında, hiç kimse onun, ona ne yapacağını
bilemez.." demesi gibidir ki, bu kimse genelde, işin dehşetine delâlet
eden bir karine ve İpucunu getirip hayretini ortaya koyarak, "Hükümdar bir
kızarsa yok mu!.." demekle yetinir. Bunun böyle ifâde edilmesinin gayesi,
bu sözü duyan herkesin, aklına gelebilecek her şeyi mümkün görsün de, böylece,
birisi meselâ, "Hükümdar bir kızarsa yok mu, öldürür" desin, bir
başkası, "Hükümdar bir kızarsa yok mu, her şeye el koyar" desin, bir
diğeri de, bir başka şeyi söylesin., diyebilir.
2) Bu, biraz önce de beyân ettiğimiz gibi, hiçbir yardımlaşmanın
olamayacağını beyân etmek içindir. Bu hususu da, Cenâb-ı Hakk'ın "O gün
gök bulutla yarılınca bu, kâfirlere zor ve çetin bir gün olur" (Furiam,
25-26) ifâdesi teyit eder. Buna göre Cenâb-ı Hak, "Onların üzerine, ateşten
bir yalım ve "nühas" salıverildiğinde, artık o zaman
yardımlaşamazlar.
Binâenaleyh, ya gök
varıldığında nasıl
yardımlaşacaklar!.." demek istemiştir. Böylece Cenâb-ı Hak sanki,
"Onların üzerine ateşten ve bakır
eriyiğinden bir yalım
salıverildiğinde,
birbirlerine yardım
edemeyeceklerdir. Gök varıldığı zaman nasıl birbirlerine yardım edebilsinler
ki? O zaman iş, son derece zor olur" demek istemiştir. O halde O, sanki,
"Gök varıldığı zaman iş, son derece zor olur.." buyurmuştur. Şöyle denilmesi
de muhtemeldir: "Gök varıldığı zaman, kişi ameliyle karşılaşır ve onun
hesabı görülür" Nitekim Cenâb-ı Hak, "Gök yanldığı, Rabbini dinleyip
boyun eğdiği zaman, ki gök zaten buna layık olarak yaratılmıştır... Ey insan,
gerçekten sen Rabbine (kavuşuncaya) kadar durmayıp didineceksin, nihayet O'na
ula saçaksın.." (İnşikak, 1 -6) buyurmuştur.[96]
"İnşikâk"
yazılmasının anlamı nedir? Biz deriz ki: Bunun hakiki manası, göğün erimesi ve
harap olmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, onun harap olmasına işaret etmek üzere,
"O gün semâyı ... düreriz ..(Enbîya, 104) buyurmuştur.
Şöyle denilmesi de
muhtemeldir. "Gök, bulutlar ile yarılmıştır." Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Ogün semâ, bulutlar (çıkıp) parçalanacak... "(Furkan,25) buyurmuştur
ki, bunda bir kaç izah ihtimali olup, bunlardan birisi de şudur: "O gün
semâ, bulutlarla parçalanacaktır..." Buna göre bu, bizim burada zikretmiş
olduğumuz, harap olma ve yarılma kabilinden olmuş olur.[97]
Cenâb-ı Hakk'ın
"... kırmızı sahtiyan (deri) gibi
bir gül olduğu zaman..." ifâdesinin manası nedir? Biz deriz ki: Meşhur
olan manaya göre bu, "Sema o zaman hemen, kıpkırmızı olur.."
anlamındadır. Nitekim Arapça'da, atın kırmızılığı olduğu zaman, dersin. Yine,
rengi kırmızı anlamında, "gül oda, (gül gibi kırmızı) oda" dersin.
Biz daha önce, ateşin alevinin göğe doğru yükseleceğini, göğün de eriyerek,
erimiş bir tane gibi kıpkırmızı bir hale geleceğini söylemiştik.
Bir başka izah şekli
de mümkündür: Buna göre buradaki kelimesi, tıpkı er-rek'atu, es-secdetu,
el-celsetu ve el-ka'detu kelimelerinin, "rükû", "sücûd",
"cülus" ve "kuûd" kökünden gelen "binâ-i merre"
(yani, bir defa oluş...) olmaları gibi, "el-vürûd - gelme" kökünden
gelen bir binâ-i merre'dir. O zaman fiilindeki zamir, "(Bu), bir tek sayhadan başkası değildi..
"(Yâsin, 53) ayetindeki 'deki zamir
gibi olmuş olur Yani, "olan şey"; yahut, "Başa gelen
belâ.." veya Burada zamir, her ne kadar müzekker bir şey ise de, zahir
isim müennes olduğu için müzekker kılınmıştır. işte burada da, denilmiştir ki,
bunun anlamı şudur: "Yarılmanın kendisiyle oluverdiği hareket tek bir
vürûd (meydana geliş ve oluş) dur. O zaman her şey sarsılır, toptan harap
olur..." Böylece hareket, yarılma ile malûm olur. Zira, yarılan şey,
hareket eder ve sarsılır.[98]
Ayetteki, kelimesine gelince, bu hususta şu iki izah
yapılabilir:
a) Kelime, (yağ) kelimesinin çoğuludur.
b) Veya
kelime, kırmızı deriye, sahtiyana verilen bir isimdir. Buna göre eğer,
"Kırmızı deri, "verde (kırmızı gül)" İfadesine uygundur. Buna
göre bunun anlamı, "O zaman gökyüzü tıpkı, kırmızı bir sahtiyan, deri gibi
olur" şeklinde olur. Ama, dihân ile verde arasında hangi münasebet
vardır?" denilirse, biz deriz ki: Buna şu birkaç bakımdan cevâp verilir:
1) Buradaki
kelimesinden kastedilen, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ogün gök, erimiş maden gibi
olacaktır..." (Mearic, 8) ifâdesinden kastedilendir. Buradaki mühl
kelimesi, "yağ tortusu" anlamında olup, böylece aralarında bir
münasebet meydana gelmiş olur. Çünkü verd kelimesi, aslana itlak olunur da,
meselâ, "çok cerîr ve atılgan astan" anlamında denilir. Şu halde
el-verdu, "çok, iyice kırmızı olan" anlamında değildir.
b) duhn
kelimesine benzetme, renk itibariyle değildir; bilakis, erime açısındandır.
c) Buna
göre, eritilmiş olan yağ, bir defada dökülür ve bir defada erir.. Demir ve kurşun
ise, iyice, adamakıllı erimezler. Böylece, yağın, eridikten sonraki hareketi,
dışındaki şeylerin hareketinden daha süratli olur.. Buna göre Cenâb-ı Hak
sanki, "O zaman göğün hareketi, ince kısımları eriyip de kendisinden
yararlanılan, geriye ise tortuları kalan bir kurşun gibi değil de, bir hamlede
akıveren yağ gibi, tek bir meydana geliş (verde) olur.." buyurmuştur..
Demir ve bakır da böyledir. kelimesi, semânın büyüklüğü ve unsurlarının
farklılığından dolayı, meydana gelecek olan erimelerin çokluğu sebebiyle çoğul
getirilmiştir. Zira gök cisimleri, dışındakilere muhalefet halindedir.[99]
"İşte o gün, ne
insana, ne cinne günahı sorulacak... Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalan
sayabilirsiniz?" (Rahman, 39-40).
Bu ifâdeyle ilgili, iki
izah şekli bulunmaktadır:
1) Bunun
anlamı, "Hiç kimseye günahından sorulmaz ve ona "Günahkâr sen misin,
ya da başkası mı?.." denilmez. Veya, "Sizden günahkâr olan
kimdir?" denilmez. Bilakis onları, gözlerinin siyahlığı vb. şeylerle
tanırlar. Bu izaha göre 'deki zamir,
kendisinden sonraki ifâde ile tefsir edilen mukadder bir ifâdeye râcî olup,
bunun takdiri de şöyledir: "Ne, hiçbir insan günahından sorulur, ne de
cin.. Yani, "ne de cin, günahından sorulur.."
2) Bu
ifâdenin anlamı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Günah işleyen hiçbir nefs, başkasının
günahını çekmez" (Fatır, 18) İfadesindeki manaya yakındır. Buna göre
Cenâb-ı Hak sanki, "Onun günahı, ne bir günahkâr insana sorulur, ne de
günahkâr bir cinne..." buyurmuştur.
Burada lafızla ilgili
bir müşkilât bulunmaktadır. Çünkü ifadesindeki zamir eğer, kendisinden
önceki şeye râcî olursa, bu durumda senin zikretmiş olduğun mana imkânsız olur.
Daha doğrusu, o mananın, doğrudan doğruya fasit olması gerekir. Çünkü sen,
"Soruya çekilebilecek tek kişiye ya da, meselâ, tek bir insana, onun
günahından sorulmaz" deyip de, "insan, kelimesinden sonra "bir
cinne de..." demen, bir fiilin, iki faile taalluk etmesini gerektirir ki,
bu İmkânsızdır... Suna iki bakımdan cevap verilir:
1) Bu zamire
bir mana takdir edilmez, aksine bu zamir zahir bir isim gibi alınır.
Dolayısıyla ifâdesi de, adetâ, "Birgünahkârın günahından ..."
denilmiş gibi kabul edilmesidir. Bu, daha ince ve kabule daha layık olup,
zamirin kendisine raci olduğu şeyin, fiilden önce takdir olunmasıdır. O zaman
ifadenin takdirinin şöyle olduğu söylenilir: "Günahkâra gelince, o zaman,
onun günahından ne bir insana, ne de bir cinne sorulur..." Burada, lafzî
ve manevî bir takım meseleler bulunmaktadır.[100]
Bu, lafzî olup, buna
göre, bundaki fâ harfi takibiyye ifâde etmektedir. Ve, bunun, zamanla ilgili
olması muhtemeldir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Gök varıldığında, azâb
meydana gelir. Onun meydana geldiği gün de,... sorulmaz..." buyurmuştur.
Buna göre, bu durumlar arasında zamansa! olan, ama fazla gecikmemiş olan bir
fasıla bulunur. Bunun, aklî bakımdan olması da muhtemeldir. O zaman da sanki,
"...Azâb vaki olur... Azabın onlara gelmesi, günahlarından sorguya
çekildikleri süre kadar bile tehir olunmaz, geciktirilmez" Duyurulmuş
olur.
Burada, sözle ilgili
bir tertibin murad edilmiş olması da muhtemeldir. Ki buna göre sanki, "O
zaman siz, göklerin çatlaklarından çıkarak kaçmaya yönelirsiniz. Ben derim ki:
Göğün yarılması sırasında, artık korunamaz, kaçamazsınız... Ve yine Ben derim
ki: Sorguya çekildiğiniz süre mıktarınca bile, geciktirilmezsiniz..."
buyurulmuş olur.[101]
Buradaki
"süal"den murad nedir? Biz deriz ki: Meşhur olan, bizim zikrettiğimiz
şey olup, buna göre onlara, "Günahkâr içinizden hangisi?" denilmez.
Buna göre bu, öğrenme amacıyla sorulan soruyla ilgilidir. İkinci bir izaha
göreyse, bu tevbîh amacıyla sorulan sorudur. Yani, onlara, "Niçin günah
işledin?!" denilmez. Bunun, bir bağış ve şefaat için olan sual anlamında
olması da muhtemeldir. Nitekim bir kimse "Sana, falancanın hatasını soracağım"
der ki, bunun anlamı, "Senden onu afvetmeni istiyorum" şeklindedir.[102]
Buna göre, "Bu,
birkaç bakımdan yanlıştır:
1)
kelimesi harf-i cerriyle müteaddi
olduğu zaman, ya istilâm
(öğrenmek amacıyla
soru sormak) ya da tevbfh (kınama) anlamlarına gelir. Fiil, merhamet talep için
(Isti'taf) kullanıldığında, doğrudan doğruya iki mef'ûl alır ve meselâ,
"Senden, afv ve afiyet istiyorum" denilir.
2) Söz, herhangi bir takdirde bulunmaya muhtemel olmayıp, lafza mutabakat
açısından takdirde bulunmak da mümkün değildir. Zira, buna göre, o sanki şöyle
demiş olur: "Hiç kimse, bir kimsenin günahından sorulmaz. Hatta, hiçbir
kimseye, kendi günahı bile sorulmaz.."
3) "Günahkârlar
simalanyla tanınacaklar..." (Rahman, 41) ifadesi buna uygun düşmez.."
denilirse, biz deriz ki: Birinciye gelince, buna şöyle cevâp verilir: fiili, çoğu kez iki fiile birden müteaddî
olur; ancak ne var ki, öğrenmek için soru sorma manası kastedildiğinde, ikinci
harf-i cer düşer, o harfe bitişik olan zamir getirilir. Meselâ, denilir ki, bu,
"Ondan bu hususta haber vermesini istedim” demektir. Burada, "haber
verme" ifâdesi hazfolunmuş, buna delâlet eden ile yetinilmiştir. Ki, bunlar da, harf-i cer
ile, mecrûr olan kelimedir. Buna göre mana, "Ondan, bana, o şeyden haber
vermesini talep ettim" şeklinde olur.
İkinciye ise şöyle
cevâp verilir: Buradaki takdir, "Ne bir insana günahından sorulur, ne de
bir cinne..."'şeklinde olur. Bu durumda, zamir, mercie, manaca değil de
lafız bakımından râci olur. Nitekim biz "kendilerini öldürdüler"
deriz; burada, deki zamir, senin
ifâdesindeki vâv zamirine olup, bu da lafzandır, manacadır. Çünkü, 'daki
şey, fail zamiri; 'deki zamir ise, mef'ûl zamiridir. Çünkü, hiç kimse,
kendisini öldürmez. Tam aksine kastedilen, herbirinin bir diğerini öldürmesidir.
İşte, "Hiçbir insana, günahından sorulmaz.." ifâdesi de böyle olup,
bu, "O, kendisi dışındaki insantn günahından sorgulanmaz"
anlamındadır. Buna göre ayetin anlamı, o vakitte, ins ve cinden, kendisinden
talepte bulunulan hiç kimsenin olmayacağını; herkesin, ancak Allah'tan talepte
bulunacağını, kendisinden talepte bulunulan sadece Allah Teâlâ olduğunu ortaya
koymak için, hiç kimseye, "Falancayı afvet.." denilemeyecektir.[103]
Mâna ile ilgili
meselelere gelince, bunlardan birincisi, şudur: Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbine
andolsun ki, onların topuna soracağız" (Hicr, 92) ayeti ile,
"Durdurun onları. Onlara sorulacaktır" (Saffat, 24) ifadeleri nasıl
bağdaştırabilir? Biz deriz ki, meşhur olan izaha göre, bu hususta şu iki cevap
verilebilir:
a) Ahirette
çeşitli duraklar vardır. Dolayısıyla, bir yerde soru sorulmazsa, diğer yerde
sorulabilir.
b) En güzel
ölen bu cevaba göre, bu, "Sizden hiç kimseye fiilinden sorulmaz. Ancak
Cenâb-ı Hak o kimseye, onu niçin yaptığını sorar. Dolayısıyla bu soru, bilgi
edinilmek için sorulmuş bir soru olmaz. Tam aksine, onları azarlamak, susturmak
için soru sorulur (tevbih...)- İkinci veçhe göreyse, zaten, böyle bir soru söz
konusu olmaz; dolayısıyla da, böyle bir telif cihetine gitmeye de hacet kalmaz.
İkincisi:
Soru sorulmayacağını beyân etmenin faydası nedir? Biz deriz ki: Bu hususta
meşhur olan izaha göre, bunun faydası, onları kınamaktır, azarlamaktır. Nitekim
Cenâb-ı Hak, "O gün yüzler de vardır; üzerlerini toz toprak (bürümüştür).
Onu (da) bir karanlık ve siyahlık kaplayacaktır"(Abese, 40-41) ve
"Yüzleri kararanlara gelince..."(Al-i İmran, 106) buyurmuştur.
İkincisine göreyse, bu, onlardan herhangi bir fidyenin alınmayacağını beyândır.
Böyle olması halinde, ilgili ayetler arasında son derece güzel bir münasebet
olmuş olur. Çünkü, buna göre Cenâb-ı Hak, "... geçmişe ;jeün üz
yetiyorsa..." (Rahman, 33) ifadesiyle, orada onlar için bir kaçışın
olmadığını; birbirinizi kurtaramayacak, yardımlaşamayacaksınız..."
(Rahman, 35) ifadesiyle, onlardan bu azaba mani olacak kimsenin bulunmadığını
"sorulmaz" ifadesiyle de, onlar lehine alınacak hiçbir fidyenin
olmadığını beyan vardır. Ama son şıkka göreyse, kendileri için bir şefaatçi ve
merhamet edicinin bulunmadığını beyan etmek söz konusudur.
Bir diğer fayda da
şudur: Allah Teâlâ, (Rahman, 31) ifadesiyle, o azabın, dünyada ertelendiğini
beyan buyurunca, bu azabın ahirette, soru sorma müddeti kadar dahi
ertelenmeyeceğini beyan etmiştir.
Diğer bir hikmet de
şudur: Allah Teâlâ "... geçemeyeceksiniz..." hitabıyla kaçacakları
hiçbir yerin olmadığını, "yardimlaşamayacaksınız" hftabıyla da onları
o azabtan kurtaracak hiç kimsenin bulunmadığını beyan edince, şu hususu da
beyan etmiştir: Günahkâr, "Ben de, bu arada (çaktırmadan) sıvışabilir,
paçayı kurtarabilirim, oldubittiye getirebilirim" diyebilir. İşte bu
sebeple Cenâb-ı Hak, "Dünyadakinin aksine, hiçbir günahkâr gizli
kalamaz..." buyurmuştur. Çünkü, dünyada iken, meselâ, bir kaç kişi, küçük
bir grup, kaçıp gizlenmeleri, göze görünmemeleri sebebiyle, o umumî azabtan kurtulabilirler.
(Ama, ahirette böyle olmaz...).[104]
"Mücrimler
simalanyla tanınacak da, perçemlerinden ve ayaklarından tutulacak... Şimdi
Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz?" (Rahman. 41-42).
Bu ayetlerin, önceki
ayetlerle münasebeti, o meşhur izaha göre açık ve nettir. Çünkü Hak Teâiâ'nın,
"Mücrimler simalarıyla tanınacak" ifadesi, adeta bir tefsir, bir izah
gibidir. Ama yukarıdaki ikinci izaha göre, yani "Hiç kimse bir başkasının
günahınından mesul olmaz" manasına göre, Cenâb-ı Hak burada daha nasıl,
"tanınacak-tutulacak" diyebilir? Bizim, "Hiç kimse, hiç kimsenin
günahının affını ve silinmesini isteyemez" şeklinde verdiğimiz manaya göre
de, durum aynıdır.
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele var:[105]
"Sîmâ", tıpkı kelimesi vezninde
olup, aslı süvma"dır ve
kökündendir. Bu kelimeyle ilgili şu izahlar yapılabilir:
a) Bu,
onların alınlarındaki dağlama izidir. Nitekim Cenâb-ı
Hak, "O gün. bu
şeyler, üzerlerinde yakûan cehennem ateşinin içinde kızdmlacak ve o kimselerin
alınları böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak" (Tevbe. 35)
buyurmuştur.
b) Bu, siyahlık manasınadır. Nitekim Hak Teâlâ, ''Yüzleri simsiyah
kesilecek olanlara gelince..." (Al-iİmran,106) ve "Onların yüzleri,
simsiyahtır" (Zümer, 60) buyurmuştur.
c) Bu,
toz-toprak manasınadır. (Abese, 40-41)
ayetlerde olduğu gibi...[106]
1) Bu fiil,
ayetteki, "Mücrimûn" kelimesi cemî olduğu halde,
"alınır" fitlinin müfred
getirilmesinin sebebi nedir, halbuki onların
biri değil hepsi "alınırlar" "yakalanırlar"? Deriz ki: Bu hususta
şu iki izah yapılabilir:
ifâdesi ile ilgilidir ve tıpkı bir
kimsenin, "Zayd götürüldü"
demesi gibidir.
2) Bu ifâde, fiilinin delalet ettiği şeyle ilgilidir. Buna göre Hak Teâlâ
sanki, "Onlar, perçemlerinden yakalanırlar" demektedir.
Eğer, Jtfi fiili,
harfi cerre gerek duymadan müteaddî olabildiği halde, burada niçin
"bâ" harf-i cerri ile müteaddî olmuştur? Nitekim Hak Teâlâ,
"Sizden fidye kabul edilmez" (Hadid, 15) ve "O (asayı) al ve
korkma (Ey Musa)" (Taha, 21) buyurmuş (bu fiili ba'sız kullanmıştır)?
denilirse, biz deriz ki: Bu fiil, senin de anlattığın gibi, hem harf-i cersiz,
hem bâ ile müteaddi olur. Nitekim bir ayette, "sakalımı tutma..."
(Taha, 94) varid olmuştur. Fakat kullanışta şöyle bir incelik var: Eğer o tutulan
şey, tutmanın esas gayesi ise, fiil o şeye, doğrudan taalluk eder, harf-i cerre
ihtiyaç duymaz. Yok eğer, o tutma ile, esas maksad, bizzat tutulan o maddi
şeyden başka bir şey ise, fiil ona harf-i çerle taalluk eder. Çünkü
"tutulan şey" esas gaye olmayınca, sanki tutulmamış gibi olur ve fiil
de ona, kendi başına taalluk etmez. Dolayısıyla harf-i cerr getirilir.
Söylediğimiz ve yaptığımız bu izahın delili, bizzat Kur'ân'ın bu kelimeyi
kullanış şeklidir. Çünkü Allah Teâlâ, meselâ, asâ-yı Musâ Hakkında, "
(Taha, 21) buyurmuştur. Yine "silahlarını alsınlar" (Nisa, 102)
ve"(Musa) Tevrat levhalarını aldı"'(Araf, 154) vb. buyurmuştur.
Bahsedilen şey, almanın esas gayesini teşkil edince, fiil, ona harf-i cersiz
olarak taalluk eder. Ama buna rağmen yine "Sakalıma yapışma (tutma)"
(Taha, 94) ve "Perçemlerinden tutulacak" buyurmuştur. Arapça'da da,
"elimden tut" "Allah elinden tutsun" gibi deyimler
kullanılır ki, buradaki tutmanın esas maksadı başkadır.
Buna göre eğer,
"Bu fiilin, birinci fiilin alakalı oiduğu şeyden başka birşeyle alakalı
olmasındaki hikmet ve mana nedir, niçin Cenâb-ı Hak, "Mücrimler
simalarıyla tanınacak da, perçemlerinden ve ayaklarından tutulacak"
buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki: Burada, onların cezalarının ve kötü
hallerinin beyanı söz konusu edilmiştir. Bu hususu şöyle bir misal vererek
anlatmaya çalışalım: Birisi, "Zeyd dövüldü ve Amr Öldürüldü"
dediğinde, faili zikredilmeyen mef'ûldür, fail yerine geçer ve adetâ faile
benzerler. Binâenaleyh, eğer,
"tutulacak" fiili, "tanınacak" fiilinin ilgili
kılındığı şeyden başka bir şeyle ilgili atmasaydı, o zaman bu tutma işi de,
tanıyanın işi olmuş olurdu. Bu durumda da Hak Teâlâ sanki, "Mücrimleri,
bilen (O Allah) bilir ve onları yakalar" demiş olurdu. Fakat mücrimleri,
simalarına bakıp herkes tanır, ama simalarından onları tanıyan herkes, onları
yakalayamaz.
Hatta şöyle de
denebilir: "Mücrimler simalanyla tanınacak" ifadesi ile,
"Onları, kendilerini tanıma hususunda bir alamet ve ipucuna ihtiyaç duyan
insanlarla melekler tanır. Ama, amelleri yazan melekler ile, çetin ve şiddetli
zebânî melekleri, bunlar onlan. tıpkı kendi kendilerini bildikleri gibi, hemen
tanır ve hiçbir alâmete ihtiyaç hissetmezler" manası kastedilmiştir.
Velhasıl, "tanınacaklar" ifadesi, "Onlar herkesçe malumdurlar,
tanınırlar. Binâenaleyh eğer, Cenâb-ı Hak bunun devamında, tutulacaklar -
yakalanacaklar" şeklinde çoğul ifade kullansaydı, sanki, onların herkesçe
yakalanacaklarını söylemiş olurdu. Halbuki durum böyle değibldir. Aynen bunun
gibi, meselâ bir kimsenin, "Meşgul edildim, Zeyd de dövüldü... ifadesi
üzerinde düşündüğünde, bu iki fiilin iki ayrı mef'ûle yöneldiklerini anlarsın.
Bunun böyle oluşunun delili ise, meşgul olan ite dövülenin ayrı şahıslar
oluşlarıdır. Çünkü bu ifadeden, "Beni, meşgul eden birşey meşgul etti de,
böylece Zeyd'i, bir döven dövdü" manası anlaşılır. Binâenaleyh döven,
meşgul edenden başkadır. Fakat meselâ, "Zeyd meşgul edildi ve
dövüldü" demiş olsaydın, her iki fiil de tek bir mef'ûle yönelik olduğu
için, yukarıdaki gibi olmazdı. Yukarıdaki gibi olsa bile, bu, iki mef'ûle
yönelme bakımından yukardaki gibi açık ve net olmazdı.
Ayette bahsedilen bu
hususun bir ceza oluşunun izahı şöyledir: Cenâb-ı Hak, "Perçemlerinden
tutulacak, yakalanacak" buyurunca, bu yakalamanın keyfiyetini beyan etmiş
ve bunu sözün ağırlık noktası kılmıştır: Eğer Hak Teâlâ, böyle değil de,
meselâ, "Yakalanacaklar" demiş olsaydı, o zaman söz bununla
tamamlanmış olur, "Perçemlerinden" ifadesi ise, söz tamam olduktan
sonra getirilmiş olurdu, böylece de, sözün ağırlık noktasını bu teşkil etmiş
olmazdı. Fakat Hak Teâlâ, 'tutulacak -yakalanacak" buyurunca (müfred
oiarak), bu ifadenin mutlaka bir mef'ûlü olduğu, dolayısıyla bu sözü duyan her
insanın, o mef'ûlün söylenmesini beklemesi söz konusu olur,
"perçemlerinden" buyurulunca da, sözün ağırlık noktasını, bu teşkil
etmiş olur.
Bu yakalamanın nasıl
olduğunun anlatılması ile, onlara nasıl bir ceza verileceği ortaya konmaktadır.
Çünkü sadece perçemden (kâkülden) yakalamada bile, yakalanan için bir zillet ve
hakir kılma vardır. "Ayaklardan" yakalanma da böyledir. Sakın
"Biraz önce sen, "Bâ harf-i cerri ile müteaddi oluşun, ancak
yakalamanın esas gaye olmadığı yerlerde söz konusu olduğunu belirttin. Şu anda
ise, perçemlerden yakalamanın esas maksad olduğunu söylüyorsun" denilmesin
çünkü, biz diyoruz ki: Bu ikisi arastnda bir tezad yoktur. Zira perçemden
yakalama işi, sözün ağırlık noktasını teşkil etmiştir. Çünkü perçem, sırf
perçem olduğu için değil, sahibi yakalanması gereken birisi ofduğu için
yakalanır. Dolayısıyla sözün ağırlık noktası ile yakalama arasında ince bir
fark var.
Ayetteki,
"Perçemlerinden ve ayaklarından tutulacak" ifadesi hakkında şu iki
izah yapılır:
a) Onların
perçemleri ile ayakları biraraya getirilir. Bu izaha göre, bu hususta şu iki
ihtimal vardır:
1) Bu iş,
sırt tarafından olur. Böylece onların perçemleri, ayakları ile sırt tarafından
bir araya getirilip, bağlanır. Böylece de göğüsleri, bir tümsek (bir daire)
gibi olur.
2) Bu iş, yüz tarafından olur. Böylece de, onların başlan dizlerinin
üzerine konur, perçemleri, ayak parmaklarına bağlanır.
b) Onlar,
yüzüstü sürüklenirler, kimileri perçemlerinden, kimileri ayaklarından
yakalanarak sürüklenirler. Birinci izah daha doğru ve açıktır.[107]
"İşte bu. o
mücrimlerin yalan saydıkları cehennemdir" (Rahman, 43).
Meşhur olan izaha göre
burada, takdiri, "Onlara "İşte cehennem!" denilir" şeklinde
olan, bir hazif vardır. Bunun benzerleri pek çok yerde geçti. Şöyle de
denebilir: Bunun takdirî manası, "işte cehennemin özelliği budur"
şeklindedir. Bu manaya göre, muzafun ileyh durumundaki cehennem muzaaf yerini
tutmuştur. Yine burada "işte bu" diye işaret edilen kimseler, geçen
ifadedeki mücrimlerdir.
En kuvvetli izah şöyle
denilmesidir: Cümle, "akdâm" (ayaklarından tutulacak) ifadesinde
tamamlanmıştır. "İşte bu,... cehennemdir" denilişi, cehennemin çok
yakın oluşundan dolayıdır ve bu tıpkı, yeri yakın olduğunda, "İşte Zeyd,
neredeyse geldi" denilmesi gibidir. Buna göre Hak Teâlâ sanki,
"Mücrimlerin yalanladığı cehennem, işte budur. Bu, onlara yakındır, uzak
değildir" demektir, "yalan saydıkları" ifadesi de bu manaya
uygun düşer. Çünkü eğer bu ayetin başına bir (denilir) sözü takdir edilmiş
olsaydı, o zaman Hak Teâlâ, "yalanlamış oldukları" derdi. Çünkü o
zaman artık, yalanlamakta olan hiç kimse kalmamıştır. Dolayısıyla bu durumda
burada, denilmesi gerekirdi.[108]
"Onlar bunun ve
kaynar suyun arasında gidip-gelirler" (Rahman, 44).
Bu ayet tıpkı,
"Eğer onlar (susuzluktan) feryâd edip, su isterlerse, kalın bir mâyîye
benzer bir su ile suvarılacaklar" (Kehf, 29) ve "Onlara "tadın
bu yangın azabım" denilir" (Hacc, 22) ayetleri gibidir. Çünkü onlar
çıkacaklar ve imdâd isteyecekler. Böylece gözlerine, sıvı şey gözükecek ki bu,
kendilerinin vücudlarından akan, kaynar irinlerdir. Bunu su sanacaklar ve ona doğru,
tıpkı susuz kimselerin kapandığı gibi, kapanacaklar. Ondan âdeta susamış
develerin içişi gibi içecekler. Ama onu çok sıcak bulacaklar. Böylece o su,
bağırsaklarını yakıp parçalayacak. Bu tıpkı, susamış kimselerin, tuzlu bir suya
ulaşıp, onu incelemeden ve tadına bakmadan, hemen nefessiz içip, bağrının iyice
yanıp, susuzluğunun dinmemesi (hatta artması) gibidir. Ayetteki,
"hamım" ifadesi bu sudaki (sıvıdaki), kaynarlığa işarettir. kelimesi ise, bu halin Önemine işarettir ve
tıpkı "kestim kesildi" denilmesi gibidir. Buna göre "O suyu ateş
kaynattı, böylece o da son derece kaynar oldu" demektir. ifadesi, su iyice
ısındığında ve kaynadığında kullanılır.[109]
"Şimdi Rabbinizin
hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz?" (Rahman, 45).
Bu ayetle ilgili
şöyle bir bahis var: Bahsedilen şu yukarıdaki hususlar nimetler zincirinden
değildir. Öyle ise Cenâb-ı Hak niçin, peşisıra böyle buyurmuştur? Deriz ki: Bu
hususta şu iki izah yapılabilir:
a) Bu
"Şu bahsettiğimiz şeyleri, nasıl yalan sayabilirsiniz?" manasındadır.
b) Bu ifade
ile, sûrenin başında zikredilen nimetler kastedilmiş olup, mana "Sûrenin
başında anlattığımız o nimetlerin hangisini yalan sayıp da, böylece bu azaba
müstehak olursunuz" şeklindedir. Bundan sonra gelen, "Rabbinin
huzurunda durmaktan korkan kimseler için iki cennet vardır" (Rahman, 46)
ayeti hakkında da benzeri izah yaparız. Buradaki "iki cennet",
cennetler manasınadır. Çünkü o nimetler, görülmez. Bunun böyle olduğu açıktır.
Çünkü cennetler de gözükmezler. Onlara iman, gaybe imandır. Dolayısıyla, gök,
yer, yıldızlar, ağaçlar, güneş, ay ve görünür cinsten olan herşeyin durumunu
soran, bir istifhâm-ı inkârînin, cennet ve cehennem gibi görünmeyen şeyler
hakkında, aynen yer alması güzel olmaz. Fakat cennet ve cehennem, daha önce de
izah ettiğimiz gibi, sırf tergib ve terhib (teşvik ve korkutma) için
zikredilmiştir. Binâenaleyh bu ifade ile kastedilen, "Bu cennet ve
cehennemden hangisini yalanlar da, böylece o azaba müstehak olur, bu
mükafaattan mahrum kalırsın" manasıdır.[110]
"Rabbinin
huzurunda durmaktan korkan kimseler için iki cennet var. O halde Rabbinizin
hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz?" (Rahman, 46-47),
Bu ayette, şöyle bir
takım incelikler var:[111]
"İşte bu
cehennem" buyurularak, cehennem azabının marife olarak zikredilmesi,
cennetin mükâfaatının ise, "iki cennet" diye nekire (belirsiz)
getirilmesi cennet derecelerinin
sınırsız derecede çokluğuna, nimetlerinin sayılamayacak kadar fazlalığına bir
işarettir. Bir de, azabın en ilerisinin cehennem; mükafaat derecelerinin
ilkinin (en küçüğünün) ise cennet olduğunun, cennette girişten sonra, daha nice
mertebeler ve lutfu ilahî olarak fazladan verilen sevablar olduğunun
anlaşılmasına işarettir.[112]
İkinci İncelik:
Hak Teâlâ'nın, "Va'îdimden korkan kimseye, Kur'ân ile va'z-u nasihat
et" (Kaf, 45) ayetinin tefsirinde, şunu anlatmıştık: "Havf"
(korku) sebebi, haşyet duyanın zelît ve güçsüz oluşunu bilip, kabul etmesi olan
bir haşyet; "haşyet" ise, sebebi, korkulan varlığın azameti olan bir
korkudur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah'dan ancak, O'nun âlim kulları haşyet
duyar"(Fatır, 28) buyurmuştur. Çünkü âlimler, Allah'ın azamet ve
yüceliğini bilip, anlarlar da, kendilerindeki zillet ve güçsüzlükten ötürü
değil de, Allah canibinden hissedilen o azametten ötürü, O'ndan korkar, O'na
saygı (ta'zim) duyarlar.
Hak Teâlâ'nın "Onlar, Rablerine tazimlerinden dolayı
titrerler" (Enbiya, 28) ve "Eğer Biz bu Kur'ân'ı, bir dağa
indirseydik, onun Allah'a duyduğu tazimden dolayı, parça parça olduğunu
görürdün" (Haşr, 21) ayetleri de bu manadadır, yani, "Kendisine
indirilenin ne olduğunu anlayan bu kimse, (insan), kuvvet ve yücelikçe, büyük
bir dağ gibi olsaydı, Allah'ın azametinden dolayı, O'ndan duyulan haşyetten,
paramparça olurdu." Hak Teâlâ'nın, "Sen insanlara karşı haşyet
duyuyor, onlan sayıyorsun. Halbuki tazime en layık olan
Allah'tır"(Ahzap,37) ayeti de böyledir. "Haşyet" kelimesinin, bu
manada olduğunu söylüyoruz. Çünkü büyük insanlara ve efendilere,
"şeyh" denmesi, "ha-şe-ye" kökünde, azamet manasının mevcut
olduğunu gösterir.
Hak Teâlâ,
"havf" hakkında ise, "Havfetme, biz o asayı, o ilk hâline
döndüreceğiz" (Taha, 2)} buyurmuştur. Havf, Musa (a.s)'da bir acizlik
meydana getirince, Cenâb-ı Hak, "Havfetme, hüzünlenme" (Ankebût, 33);
"(Musa), "Beni öldürmelerinden
endişe ediyorum"
(dedi)" (Kasas, 33) ve
"(Zekeriyya) (Ben, arkamdan
(yerime gelecek) abramdan endişe ediyorum" dedi (Meryem,5) buyurmuştur ü, "ha - ve -
fe" kökünden elde edilebilecek kalıplar da, bunun böyle olduğuna delâlet eder.
Çünkü (gizli oldu) fiili, buna yakın bir
manadadır. (korkan) kelimesine de, bir zayıflık manası vardır. kelimesi de buna
delâlet eder.
Bunu iyice kavradığına
göre, bu demektir ki: Allah Teâlâ'dan hem "havfedilir". hem
"haşyet duyulur". O halde kul, Allah'a karşı hem "hâif",
hem "haşî"dir. Çünkü kul, kendi kendine baktığında, kendinin son
derece, âciz olduğunu görür ve dolayısıyla "hâlf" olur. Allah
Teâlâ'nın hazretini (azamet ve yüceliğini), nazar-ı dikkate alınca da, o
hazreti son derece ulu ve büyük görür. Dolayısıyla kul, aynı zamanda, Allah'dar
"haşî" (haşyet duyan)dır. Fakat haşyet duyanın derecesi, havf
duyandan ileridir
İşte bundan ötürü
HakTeâlâ, "Allah'dan ancak O'nun alim kullan haşyet duyar (Fatır. 28)
buyurmuş ve bu haşyetin, sırf âlimlere münhasır olduğunu beyan etmiştir. Çünkü
onlar hernekadar kendilerini, üzerinde oldukları halden başka bir halde
farzetseler ve Allah Teâlâ'nın, içinde bulundukları bütün ihtiyaçlarını
karşılayacağını düşünüp, bunu umsalar bile, O'na duydukları bu haşyeti (saygıyı)
elden hiç bırakmazlar. Aksine bu durum, onların haşyetlerini artırır. Fakat
Cenâb-ı Hak'tan, kendisini fakir edeceği, yahut makamını elinden alacağı
düşüncesiyle havf (korku) duyanlara gelince, bu hususta kişi, kendini emin
hissettiğinde, çoğu kez bu korkusu azalır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, buna
rağmen, "Rabbinin huzurunda durmaktan havfeden (korkan) kimseler için, iki
cennet vardır" buyurmuştur. Havf duyan için iki cennet söz konusu olduğuna
göre, haşyet duyanlara ne mükafaat verileceğini var sen düşün.
Üçüncü İncelik:
Allah Teâlâ, "havf "den bahsettiği yerde "makam" (huzurda
durma) sözünü, " haşyet u İlah "dan bahsettiği yerde ise, yüce ismini
zikrederek, meselâ, "Allah'dan haşyet duyar"'(Fatır, 28) ve
"Allah'dan haşyetinden dolayı..."(Haşr.21) buyurmuştur. Hz. Peygamber
(s.a.s) de "Aîlah'dan haşyet, her hikmetin başıdır (kaynağıdır)"[113]
buyurmuştur. Çünkü kalbinde bu haşyeti duyan kimse, Rabbinin yüceliğini tanır
ve böylece O'ndan haşyet duyar.
Ayetteki,
"Rabbinin huzurunda durma..." ifadesiyle ilgili şu iki izah
yapılabilir:
a) Bu,
"Rabbinin huzurunda duracağı o makamda (yerde)..." demektir, bu da,
"Rabbine ibadet ettiği yerde, ibadet ederken, korkan..." demektir ve
tıpkı, "Burası, Allah'ın mabedidir, Bâri'nin mabedidir, yani, burası,
kulun Allah'a ibadet ettiği yerdir" ifadesi gibidir.
b) Bu, "Kendisinde, Allah'ın kullarını görüp gözettiği yer"
manasınadır. Bu mana, Hak Teâlâ'nın, "Her nefsin bütün kazandığına kâim
olan, yani onları muhafaza eden ve onlara muttali olan Allah, böyle olmayan
gibi midir?" (Ra'd, 33) ayetinde olduğu şekildedir. Bu mana ifadesinden
alınmış olup, "Onun gerçek muhafızı, kendisine hiçbirşey gâib olmayan,
gözünden birşey kaçmayan" demektir.
Buradaki
"makam" kelimesinin, tıpkı, "Falanca, falanca canibinden
korkar" yani "falancadan korkar" denilmesinde olduğu gibi,
manada bir tesiri olmayan bir kelime otduğuda ileri sürülmüştür. Bu izaha göre,
"hâif" ile "hflşî" arasındaki fark alabildiğine ortaya
çıkar. Çünkü "hâif", Allah'ın huzurunda, Rabbinin makamından
endişelenmiş ve korkmuştur. "Hâşi" ise, eğer ona, "istediğini
yap. Çünkü hesaba çekilmeyeceksin, yaptığından mesul olmayacaksın"
denilecek olsa bile, bu kimsenin, Cenâb-ı Hakk'a ta'zimin dtşında birşey
yapması mümkün değildir. "Hâif'e gelince, eğer kendisinden mes'ûliyyetin
kaldırıldığı söylenecek olsa, o çoğu kez nefsinin arzuladığı şeylere yönelir.
Nasıl böyle bir fark olmasın ki, Allah'ı tazimlerinden ötürü Allah'ın has olan
kulları, yeme-içme diye birşey bilmezler, hep Allah'ın huzurundadırlar. O'nun
cemâlini seyre dalmışlardır, celâl denizinde yüzüyorlar. İkinci izaha göre ise,
bu ikisi arasında fark olsa bile, biribirlerine yakın manadadırlar.
Dördüncü İncelik: Bu, "iki cennet" ifadesiyle ilgilidir. Bu inceliği, buradaki
ifadenin tesniye (ikili) getirilişi hakkındaki görüşleri zikrettikten sonra
açıklayacağız. Bu cümleden olarak, kimileri, bununla tek bir cennet
kastedildiğini, bunun tıpkı, "(Siz ikiniz), onu cehenneme atın" (Kâf,
24) ayetindeki gibi olduğunu söylemişler ve bu hususta da şâirin şu şiirini delil
getirmişlerdir:
"İki defa
yürüdüğüm, o ikili çöl... Ki ben onu, (elimde kendisiyle oyalandığım) bir okla
geçtim kat ettim, iki okla değil...". Bu şiiri delil getirerek, şâirin
bununla asfmda tek bir çölü kastettiğini söylemişlerdir. Buna delil olarak da, "Onu
kastetti" ifadesindeki "onu" zamirinin müfred getirilişini
göstermişlerdir. Fakat bu görüş yanlıştır. Çünkü bu şiirdeki, "sehm"
ifadesi, "mehmeheyn" ile iki çölün katedildiğine delâlet eder. Çünkü
eğer şâir bununla, tek bir çölü kastetmiş olsaydı, onlar onu katetme (geçme)
hususunda, münakaşa etmez, hayretlerini ifade ederlerdi. Hayret edilecek şey de
bu kimsenin, bu iki çölü tek bir sefer elbisesi ile ve tek bir "sehm"
ile katetmek istemesidir ve bunun çok kuvvetli bir azmin ifadesi oluşundandır. Zamire
gelince bu, şiirden anlaşılan bir manaya raci olup, takdiri, "Her iki çölü
de katettin (geçtin)" şeklindedir. Bu ifade bir ism-i maksur olup, lafzı
müfred, manası tesniyedir. Nitekim Arapça'da, Her ikisi de malumdur veya
makuldür" denilir. Hak Teâlâ da, "Her iki cennet (bahçe)de, yemişini
verir" (Kehf, 33) buyurmuş ve J& (her ikisi) lafzını müfred
getirmliştir. Dolayısıyla burada zorlanmaya gerek yoktur. Allah Teâlâ'nın İki
cennet, yahut sayısız cennetler vermesine engel yoktur. Mana nasıl böyle olmasın
ki, Allah Teâlâ, daha sonra yine, tesniye ile, gibi ifadeler kullanmıştır.
İkinci mana ise, doğru olandır. Çünkü onlar, iki cennettirler.
Bu iki cennet
hususunda şu izahlar yapılabilir:
1) Bu,
"Birisi cinler, birisi insanlar için olan iki cennet" manasınadır.
Çünkü bahsedilen, bu iki tür varlıktır.
2) Bu,
"Birisi taatlar için, diğeri ise masiyetleri terkten ötürü verilen
cennettir" demektir. Çünkü mükellefiyet, bu iki şekilde olmuştur.
3) Bu,
"birisi mükâfaat olarak, diğeri ise mükâfaata ilave olarak verilen cennet'
demektir. Şöyle de denebilir: Bununla, birisi maddî, diğeri ise ruhî (manevî)
olan iki cennet kastedilmiştir. O halde maddî olan cennette bulunanlar,
na'İmdedirler; rûhîoe olanlar ise, "ravh" içindedirler. Bu manaya
göre ifade, tıpkı "Artık ravh (rahatlık; güzel nzık ve naîm cenneti
(onundur)" (vâkıa, 89) ayetindeki gibi olur. Bu böyledir Çünkü hâif,
mukarrebîndendir. Mukarreb ise, ravhda, reyhanda (güzel kokulu rızıkta ve nâîm
cennetindedir.
Bu husustaki incelik
de şudur: Cenâb-ı Hakk, günahkârların cehennem ateşi ile o kaynar su arasında
gidip-geleceklerini söyleyip, bu gidilen yerler iki tür şey olunca, başkası
için de, yani Allah'dan havfeden (korkan) için de, günahkâr hakkında
zikrettiğinin dengi olarak, iki cennetten bahsetmiştir. Fakat mücrimlerden bahsettiği
yerden, onların gidip-geldiklerinden, ateşten uzaklaşırken, bir diğer azaba
düştüklerinden bahsetmiştir. Burada ise, cennetliklerin, bu iki cennet arasında
gidip-geldiklerinden bahsetmemiş, aksine bunları, âdeta krallar kılmıştır.
Binâenaleyh Ailah'dan havfeden bu kullar, cennette kendilerine bir saygı,
haklarında bir ikram olsun diye, dolaştırılmazlar, gidip-gelmezler, aksine,
başkaları hizmet için onların etrafında pervane olur. Bu hususu,
"Müttakilere va'dolunan cennetlerin misâli şöyledir..." (Ra'd, 35) ve
"Şüphesiz müttakiler cennetlerdedirler" (Duhan, 51-52) gibi ayetlerin
tefsirinde anlattık. Çünkü Allah Teâlâ, bu ayetlerin birinde tek bir cennetten,
diğerinde ise cennetlerden bahsetmiştir. Binâenaleyh bunlar, ağaçları-evleri birbirine
bitişik olup, oraya çöl gibi, boş arazi gibi, hiçbir fasıla girmediği için tek
bir cennet, geniş oldukları için, çeşitti ağaçlar ihtiva ettikleri için, çok
evler-köşkler bulunduğu için, birçok cennetler olarak sayılmışlardır. Ayrıca
yine maddî-manevî lezzetler ihtiva ettikleri için, iki cennet kabul
edilmişlerdir. O halde ifadelerin böyle değişik şekillerde getirilişi, övgü
içindir.[114]
"(Bu cennetler)
çeşit çeşit ağaçlarda doludur). Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalan
sayabilirsiniz" (Rahman, 48-49).
"Efnan", ya
"fenen" kelimesinin çoğuludur. Buna göre mana, "dallar sahibi,
dallı budaklı" şeklindedir; yahut "fenn" (çeşit)in çoğuludur ve
"O iki cennet çeşitli ağaç sahibidirler" manasınadır. Buna göre eğer,
"Bunlardan hangisi daha güçlü manadır?" denilirse, biz deriz ki: Şu
iki sebepten ötürü, birinci daha kuvvetlidir:
1) Bu
"efnftn", "fenen "in
çoğuludur. Meşhur olan da bu görüştür. "Fen"in çoğulu ise, meşhur
olan şekle göre "funûn'dur. Efnân ve funûn kelimelerinin ikisinin de,
"fenn"in çoğulu olduğu sanılmasın. Aksine herbiri, kendilerini
belirleyecek harf sayesinde bilinirler vezninin, şeklinde cemî oluşu çoktur.
Fakat (fenn gibi) vezninin, şeklinde (fünûn gibi), cemî oluşu daha
yaygındır.
2) Hak
Teâlâ'nın, "Bu iki (cennet)de, her meyveden çifte çifte çeşitler var"
(Rahman, 52) ayetin başlı başına bir mana ifade edişinden dolayı... Bir de bu
ifade, zihnen bir farklılık olmayan ve hep var olan şeyler hakkında kullanılır.
Buna göre şayet, "Cennetler, nasıl dallı budaklı olmakla övülür. Dünyadaki
cennetler (bahçeler) de böyle ağaçlı, daltı-budaklıdırlar" denilirse, biz
deriz ki: Bu hususta şu iki izah yapılabilir:
a) Cennetler (bahçeler), aslında ağaçlı olur. Ağaçlar dallıdırlar, dallar
da çiçeekli ve meyvelidirler. Bunun böyle oluşu ise, bunun bakana zevk vermesi
içindir. Fakat dünya cennetleri, ihtiyaçtan ötürü böyledir. Ahiret cenneti ise,
dünya cenneti gibi değildir. Binâenaleyh âhiret cennetinde ancak lezzet veren
şeyler bulunur, ihtiyaç için, zarureten olan birşey yoktur. Ağaçların kökleri
ve gövdesi ise, bulunması gerekli şeyler olup, insanın böylesi bahçelerde,
istediği gibi dolaşmasına manidirler. Ahiret cennetlerinde ise, ağaçlar
üzerlerinde enteresan yapraklar, güzel meyveler bulunan dallar şeklinde olup,
kalınca gövdeleri yoktur. Bunun böyle oluşunun delili, Allah Teâlâ'nın bu cennetleri, "dallı-budaklı"
diyerek, oradaki lezzetleri anlatarak
nitelemesidir. Yani, bu cennetlerin, dalları vardır, bu dallar bir köke
dayanmaz. Aksine bunlar boşlukta (havada-muallakta) dururlar. Cennetlikler ise,
onların altındadırlar.
b)
"Efnan" (dallar) kelimesinin nekire getirilişi, ya çokluğu göstermek
için, yahut da teaccüb (hayret edilecek şekilde olduğunu göstermek) içindir.[115]
"Bu iki (cennet)
de, akar iki göze vardır. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalan
sayabilirsiniz? Bu ikisinde, her meyveden çifte çifte çeşitler vardır. Şimdi
Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz?" (Rahman,5053).
Bu, Allah Teâlâ'nın
bir başka ayette de, "Orada akan bir göze (kaynak) vardır"(Gaşiye,
12) buyurduğu gibi, "Bu iki cennetin herbirinde, akan bir kaynak, yine
herbirinde iki tür meyve var" demektir. Bu ayetlerle ilgili olarak, bir
kısmı, "O ikisinde, durmayıp fışkıran iki kaynak var" (Rahman, ee) ve
"O ikisinde, her nevi meyveler, hurma ve nar var" (Rahman, 68)
ayetlerinin tefsirinde, bir kısmı da şimdi zikredilecek bir kaç mesele var:[116]
Ayetteki, "dallı
- budaklı", "akar iki kaynak", "her meyveden çifte
çifte" ifadelerinin tümü, yukarıda bahsi geçen o iki cennetin
özellikleridir. Binâenaleyh, bütün bunlar, tek bir söz gibidir ve "Dallı
budaklı, ağaçları olan, akar iki kaynağı bulunan, her meyveden çifte çifte
çeşitler olan iki cennet..." manasındadır.
Buna göre eğer,
"Üzerlerine bir duman salıverme, yakın bir ateşi salıvermeden (Rahman, 35)
başka olduğu halde, Cenâb-ı Hak, azabından bahsederken, bu ikisini birbirinden
ayırmayarak, "Üzerlerine ateşten bir yalın ile bir duman salıverilecek.
Öyle ki birbirinizi kurtaramayacaksınız"(Rahman, 35) buyurmuş;
"hamîm" (sıcak su), cehennemden başka olduğu halde, "Onlar
bununla, kaynar su arasında gider-gelirler" (Rahman, 44) buyurmuş iken ve
"işte bu, o mücrimlerin yalan saydıkları cehennemdir"(Ratman, 43)
ifadesi, başlıbaşına bir söz iken, "Onlar bununla, kaynar su arasında
gider-gelirler" (Rahman, 44) bir başka tam söz iken ve aralarını, tekrar
edip duran o ayetle ayırmaz iken, bu ayetleri üç kez, o tekrar ayetle
birbirinden ayırışının hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki: Burada,
Cenâb-ı Hakk'ın rahmet tarafının gâlib oluşunu gösterme söz konusudur. Çünkü
Hak Teâlâ, azab ayetlerini, birbiri ardınca getirdi ve bahsi kısa olsun diye,
toptan - bir çırpıda zikretti. Ama vereceği mükafaatları derece derece, kademe
kademe zikretti. Çünkü bunları böyle saymak, dinleyenin hoşuna gider. İşte bu
sebeple Cenâb-ı Hak bu fasıla (tekrar) ayetiyle, bir de "O
ikisinde...", "O ikisinde..." İfadelerinde olduğu gibi, aynı
şeye raci olan, zamirlerin tekrarı ile zikretti. Çünkü arzu edilen şeyi, tekrar
zikretmek, hoşa giden birşeydir, lezzet veren şeyi uzatmak, ondan uzun uzun
bahsetmek, yine hoşlanılan birşeydir.[117]
Hak Teâlâ'nın ayeti, yukarıda da bahsetti- ğimiz gibi,
"O iki pennetin her birinde, akar bir kaynak var" manasına;
"ayeti de, "Her birinde, çifte çifte meyveler vardır"
manasınadır. Yahut da, "Bu cennetlerin herbirinde, o meyvelerden iki çeşit
vardır" manasınadır. Mananın bu şekilde olması da muhtemel olup, "O
iki cennetin herbirinde, her meyveden bir çift vardır" demektir. O halde,
o iki cennetin herbirinde, her meyveden iki çeşit vardır. Bu mana, "o
ikisinde" ifâdesindeki zamirin "zevcân" (iki çeşit) kelimesine
raci olduğunu söylersek, söz konusudur. Yahut da, ifâdesindeki harf-İ cerrinin, "zevcân"ın
beyâniyyesi olduğunu söyleyebiliriz. Bunun Örneği şudur: V harf-i cerri, birşey
içinde olması mümkün olmayan birşeye dâhil olduğunda böyle olur. Bu tıpkı senin
"Evde, şark'dan bir adam var" demen gibidir. Bu, takdirindedir.
"O ikisinden" ifadesi ile
"Ondan" manasının kastedilmesi de muhtemeldir. Bu izaha göre,
ifâdesi, "her meyveden" ifadesinin delâlet ettiği şeyin sıfatı gibi
olur. Buna göre Hak Teâlâ sanki, "o ikisinde, her meyveden vardır"
derken, "O iki cennette, her meyveden, birşey vardır" demiş olur ki
bu var olan şey de, "iki çeşit" olmuş olur. Bu, harf-i cerrinin,
orada, o şeyde, ondan başka olması mümkün olmayan birşeye dâhil olması halinde
açık bir manadır. Bu tıpkı senin,
"Evde, hertürlü sakinden vardır" demen gibi olur. Bu durumda,
o iki cennette, her tür meyveden, iki çeşidin olduğunu söylemiş oluruz.[118]
Eğer "Cenâb-ı Hak,
"efnân"
(dallar-ağaçlar)dan bahsederken, eğer, "O iki cennette her meyveden
iki çift vardır" demiş olsaydı, daha uygun olurdu. Çünkü dalların üzerinde
meyveler vardır. Binâenaleyh biri diğeriyle ilgili iki ifade arasında, "O
ikisinde, akar iki kaynak vardır" ayetini getirmesindeki hikmet
nedir?" denilirse, biz deriz ki: Cennetten bahsetme, nimetlenenlerin
örfüne göre yapılmıştır. Çünkü nimetlenenler, bağa-bahçeye girdiklerinde, hemen
meyveleri yemeye koşmazlar, aksine ferahlanmayı - rahatlamayı, yemeden -
içmeden önce düşünürler. Üstelik dünya bahçelerindeki insan dahi, iyice
acıkmadıkca ve arzu duymadıkça, yiyip-içmez. Ya bu durum cennette nice otur
(var düşün). Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, gezintinin, sayesinde tamamlanacağı,
ağaçların yeşilliği, gözelerin akışt gibi şeyleri zikretmiş, daha sonra da,
gezintiyi tamamlayan bu şeylerin peşisıra, meyvelerden, yiyecek-içecek
şeylerden bahsetmiştir. Binâenaleyh en açık ifadeler içinde, ayetlerini en
güzel manalar ile donatan Zât-ı Mevla'yı noksan sıfatlardan tenzih ederiz.[119]
"Hepsi de,
astarlan atlastan olan döşemelere yaslanarak (nimetlcnirler). Her iki cennetten
devşirilen meyveler, (onlara) yakındır. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini
yalan sayabilirsiniz?" (Rahman, 54-55).
Bu ayetle ilgili
nahiv, lügat ve mana açısından birkaç mesele vardır:[120]
Bu, nahiv
açısındandır. Meşhur olan görüşe göre, ayetin başındaki "mütteklîne"
ifadesi, "hâl" olup, "zü'l-hâl" ise,
"Korkan
için..."(Rahman. 46) ayetindeki ism-i mevsûlüdür Bu "hâl"in
âmili ise, harfi cerr olan, lâm'ın delâlet ettiği şey olup, takdiri "Onlar
ittikâ (dayanma) halinde oldukları halde, onlar için iki cennet vardır"
şeklindedir.
Halbuki, Keşşaf sahibi
ise, bu ifâdenin, "medh" üzere mensûb olabileceğini söylemiştir. Ama,
bu ifadeyi bu manaya hamletmede, ifâdenin hal olduğunu söyleyenlerin görüşüne
göre, şöyle bir problem söz konusu olabilir: Cemâat, sadece cennetlikler,
yaslanma halinde iken, onlara ait değildir; tam aksine cennet, her halde iken
onlara aittir. Binâenaleyh, cennet, cennetlikler oraya girmezden önce de, onlar
içindir. Bu ifâdenin, hâl; hâl sahibi olanın ise, kelimesinin delâlet ettiği şey olduğu da
söylenebilir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu ikisinde, her meyveden çifte çifte
çeşitler vardır" ifadesi, o "fakihe" ile zevkyâb olanların
bulunduğuna delalet eder.
Buna göre, Cenâb-ı
Hak, sanki, "O meyvelerle zevkyâb olanlar, yaslanmış oldukları halde
zevkyâb olurlar" demek istemiştir ki, mananın böyle olması halinde,
söyleşi ince bir mâna söz konusu olur. Çünkü, yiyen kimseler, cariye, hizmetçi,
köle. uşak... gibi emir altındaki kimseler iseler, bunlar hep ayakta yeyip
içerler. Yok eğer. yiyen bu kimse, seçkin birisi de, ama ne var ki, açlığını
gidermek için yiyorsa, o zaman oturarak yer, fakat, yaslanarak yemez.
Yaslanarak yeme işi, kendisini yemek yemeye mecbur eden ve bunun için oturtan
acil bir açlığı bulunmayan ve orada, onu buna zorlayan bir kimse bulunmayan
seçkin, aziz kimselere aittir. Binâenaleyh, zevkyâb olma, yaslanmaya uygun bir
kelimedir (Hâl sahibi kelime, "fakihe" bir mefhûmun olabilir...).
Nahvî meselelerden
ikinci mesele: ifâdesi, hangi fiile taalluk etmektedir? Cenâb-ı Hakk'ın adeta,
"Falanca asasına yaslanmış" veya "... uyluklarına
dayanmış..." denilmiş olması gibi, "Onlar, döşeklere, döşemelere
yaslanıyorlar" demiş olması için, eğer bu ifâde, kelimesine taalluk
ettirilecekse, bu olamaz. Çünkü "flrâşa" yaslanılmaz... Yok eğer,
başka bir şeye taalluk ettirilecekse, bu başka şey nedir? Biz deriz ki, bu,
başka bir şeye taalluk edip, bunun takdiri, neye yaslandıkları beyân
edilmeksizin, "Döşekler üzerinde olanlar, yaslanmış oldukları halde
zevkyâb olurlar..." şeklindedir. Onların yaslanışlarının, döşeklere olması
da muhtemeldir; ancak ne var ki, bu ifâdenin, onların altlarında olanı ve
onların tüm bedenleriyle üzerinde bulundukları o şeyi beyân eden bir ifâde
olabilmesi için, daha açık olan bizim bahsettiğimizdir. Ki bu, onlar için daha
büyük bir nimet ve daha büyük bir ikram olmluş olur.[121]
Görünen odur ki,
herbiri için tek bir döşek değil de, herbiri için pekçok döşeme, döşek vardır.
O halde bu demektir ki, hepsinin,
üzerinde bulundukları pekçok
döşekleri bulunuyor.[122]
Bu lügat açısından
olup, şöyledir: "el-istebrak", kalın ipek demektir. Araplarda ipek
bulunmayıp, bu, onlara Acemlerden gelmiş olması sebebiyle, "ed-dîbâcu" kelimesi,
Arapça'laştınlmış bir kelime olunca, bu, Acem kökenli kelime bunu ifâde etmek
için kullanılmıştır. Ne var ki Araplar, bu kelimede, hayli tasarrufta bulunmuşlardır.
Zira, bunun Farsça'da adı, (sitebr) kelimesinin tasğîri olan ve kalın anlamına
gelen (sitebrek)'dir. Binâenaleyh, bu demektir ki, Araplar bu kelimenin başına
bir hemze ilâvesinde bulunmuşlar, sonundaki kâfi da kafa çevirmişlerdir. Bu
kelimenin başına hemze getirilişine gelince, Acem lisânında, kelimenin
başındaki harfin harekelerinin pekçok yerde açık olmayışından dolayıdır.
Böylece, adeta bu harekeler sükûnmuş gibi olurlar... Dolayısıyla, Araplar,
nasıl sakin bir kelimenin başına, vasıl hemzesi getiriyortarsa, bunun da
başına, hemze getirmişlerdir. Sonra, ulemâdan bazıları, bu ifâdenin başındaki
hemzeyi, hemze-i vasıl kabul edip, şeklinde okurlarken, ekserisi, bunu, hemze-i
kat' kabul etmişlerdir Çünkü, ilgili kelimenin başı, aslında, harekeli idi; ne
var ki bu bozuk bir hareke idi. Dolayısıyla, Araplar, o bozuk harekeyi
düşürecek ve başını sakin kılma imkânı verecek olan hemzeyi getirdi.. Hareke
denkleşince, sükûna başvurmak daha yakın olur. Halbuki, vakıf yapılırken,
kelimelerin sonları sakin kılınır ve herhangi bir harekeyle de
değiştirilmez, harfinin, kâf harfi ite değiştirilmesine gelince, Araplar
şayet, bu kelimenin sonundaki kâfi yine kâf olarak bırakmış olsalardı, o zaman,
"senin mescidin, senin evin" anlamına gelen, kelimesiyle karışırdı.
Dolayısıyla Arapça'da kelimenin sonunda hitap için getirilen kâfi düşürdüler
onun yerine kaf harfini getirdiler.[123]
Ne var ki, izahın
böyle yapılması halinde, şu meşhur soru gündeme gelebilir: Kur'ân, apaçık ki
Arapça lisanıyla inzal olunmuştur. Bu kelime ise, Arapça değildir... (Ne
dersin)? bu konudaki gerçek ve doğru cevap şudur: Aslında bu kelime, Araplar
arasında kullanılan bir kelime değildir. Dolayısıyla ayet "O Kur'ân aslında Arapların lisanında
vaz' olunmuş bir dil ile inzal olunmuştur" manası kastedilmem iştir. Tam
aksine, ayetten kastedilen, "Kur'ân'da, Arapların konuşmadığı, dolayısıyla
da, lisanlarının onu konuşmaya alışmadığı için onlara zor gelen bir dil
kullanılmaksızın Araplara manası gizli kalmayan bir dil ile indirilmiş
olduğudur... Dolayısıyla, onların bu gibi şeylerden âciz oluşları, ancak onun
bir mucize oluşundan dolayıdır.[124]
Bu mesele, mâna ile
ilgili olup şöyledir: bedenin
sağlamlığına, kalbin huzuruna delâlet eden bir durum arzeder. Binâenaleyh,
böyle oturan kimse, hem bedenine ait olan hususları, hem de kalbinin
durumlarını, olması gerektiği bir biçimde oluşturmuştur. Çünkü, hasta kimse,
sırtüstü yatmaksızın, ya yan yatar, yaahut da, rahatını sağlayabileceği bir
biçimde, bir şeye yaslanır. Ama, meselâ elini başının altına dirseklerini yere
koyup, yanını da yerden uzaklaştıracak biçimdeki "ittikâ -
yaslanma"ya gelince, bu, herkesin yapacağı bir şey değildir. Bu şeyi
arzulama konusunda kalbi meşgul olan kimseye gelince, onun kalbi bu kimseyi,
alelacele hareket eden kimse gibi, hareket ettirir.[125]
Müfessirler, ayetteki
"astarlan atlastan olan..." ifâdesinin, o yatakların, döşeklerin son
derece kıymetli olduklarına delâlet ettiğini; zira, astan atlastan olan şeyin
dışının, ondan daha kıymetli olacağını ve bunun adeta, gözün görmediği bir şey
olduğunu, "sündüsten" yani, yumuşak ve ince ipekten olduğunu
söylemişlerdir. Burada, yine manayla ilgili olarak, söyleşi diğer bir izah daha
yapılabilir: Dünya ehli, zinetlerini gösterirler. Ve onlar, hiçbir zaman, içini
dışı gibi yapma imkânı da bulamazlar. Çünkü, maksatları, zinetlerini izhar
etmektir. Astar ise, gözükmez. Binâenaleyh, sebep bulunmayınca, müsebbeb
(netice) de bulunmaz. (Bir şeyin içini göstermek esas olmayınca, için kıymetli
şeyden olması da gerekmez). Binâenaleyh, astarları ipekten yapmadaki maksatlar,
yani ortaya koyma amacı olmayınca, onu, öyle yapmamışlardır. Halbuki, ahirette,
durum, ikramda bulunmaya ve nimet vermeye varıp dayanır. Dolayısıyla da,
astarları da dışlan gibi olur. İşte böylece Cenâb-ı Hak, astarlarının bu
şekilde ipekten, atlastan olduğunu zikretmiştir.[126]
Ayetteki "Her iki
cennetten devşirilen meyveler (onlara) yakındır..." ifadesinde, bu
cennetlerin dünya yurdunun cennetlerinden şu üç bakımdan farklı olduğuna bir
işaret vardır:
1) Dünyadaki
bahçelerin ağaçlarında meyveler, ağaçların tepelerinde, dal uçlarındadırlar.
İnsan arkaya yaslanırken, dalların uçlarından uzak düşer. Ahirette ise,
cennetlikler, yaslandığı halde, meyveler onlara doğru iniverir sarkar.
2) Dünyada,
bir ağacın meyvesine yaklaşan bir kimse, diğerinden uzaklaşır. Ahirette ise,
hem aynı anda hem de aynı yerde bütün meyveler yakın durumdadırlar. Ahirette,
bir cennette karar kılmış olan bir kimsenin yanında, başlıca bir cennet daha
vardır.
3) Bütün bu
ilginç şeylerin tamamı, cennete ait özelliklerdendir. Cennetteki ağaçlar,
cennetlikler oturur dururlar, hiç hareket etmezlerken, onların yanına gelir,
onları bürür ve gölgelendirir. Halbuki, dünyada ve dünya bahçelerindeki durum
böyle değildir. Zira, dünyada insan, daima hareket halinde olup, elde etmek
istediği şey (meyve) ise, hareketsizdir. Burada şöyle bir hakikat
bulunmaktadır: Dünyada kim tembellik etmez, Allah'a ibâdet hususunda geri
kalmaz, hep hayır ve hasenat hususlarında sa'y ü gayret gösterirse, bu kimsenin
işi ve durumu, kendisini hareket etmeye mecbur bırakmayacak bir hareketsizliğe
varıp dayanır. Binâenaleyh,
cennetlikler, cennette şayet hareket etmek isterlerse, herhangi bir ihtiyaç ve
arzudan dolayı hareket etmiş olmazlar... Eğer hareketsiz ve sakin halde ise,
yorulmadan sonra istirahata çekilme amacıyla da bir sükûnet halinde
değillerdir: Sonra, Allah'ın dostu (velî kimse) için, dünyada cennetin pekçok
örneği vardır. Çünkü bu kimse evinde oturur, rızkı ona, onun etrafında dönüp
dolaşarak, ona doğru geliverir. Bunun böyle oluşunun delili, "Zekeriya ne
zaman (Meryem'in bulunduğu) mihraba girdiyse, onun yanında bir yiyecek
buldu..." (Aliİimran, 37) ayetidir.[127]
Bahsi geçen iki
cennetlerin ikisi de maddî iseler, bu demektir ki, cennetlik, bu iki cennet
sağında ve solunda, o da bunların meyvelerinden istifâde eder vaziyette, hep bu
ikisinin arasındadır. Yok eğer bunlardan birisi ruhî, manevî, diğeri maddî ise,
bunlardan herbiri için, kendisine uygun düşen meyveler ve döşekler
bulunmaktadır.[128]
"Oralarda gözünü
yalnız eşlerine hasretmiş (öyle dilber)Ier vardır ki, bunlardan evvel ne bir
insan, ne bir cin asla kendilerine dokunmamıştır. Şimdi Rabbinizin hangi
nimetlerini yalan sayabilirsiniz?" (Rahman, 56-57).
Bu ifadeyle ilgili
birkaç bahis vardır.[129]
Birinci Bahis:
Bu bahis, ayetin önceki ifâdelerle olan münasebet ve bu ıünasebetin son derece
güzel olması hakkındadır. Çünkü Cenâb-ı Hak, öncelikle, Bnnetliğin yerini beyân
etmiştir, ki bu, cennettir, daha sonra da onun sayesinde ezinebileceği şeyi
beyân etmiştir. Çünkü, bir bağa bir bahçeye giren kimse, her eyden önce, bir
kere içi rahatlar, geniş nefes alır. İşte, bunu anlatmak için, Cenâb-ı lak, "Çeşit
çeşit ağaçlar ...Bu iki (cennet) de akar iki kaynak vardır" (Rahman.
48-so» uyurmuş, daha sonra, yeme, içmeyle ilgili olanları zikrederek, "Bu
iki cennette her ıeyveden çifte çifte neviler vardır" (Rahman. 52)
buyurmuş, daha sonra da, bu yeyip :meyi müteakiben de, istirahat mahallini,
yani yatakları, döşekleri beyan buyurmuş, aha sonra da, yatakta, orada
bulunacak olanları açıklamıştır.
İkinci Bahis: ifâdesinin, "oralarda" zamiri, neye
racidir? Biz deriz ki, u hususta şu üç izah yapılabilir:
1) Bahsedilen
lütuflara ve nimetlere raci olup, "O nimetler içinde gözünü asretmiş (öyle dilber)ler..." demektir.
2) Bu zamir,
furuş (yataklar) kelimesine raci olup, "O yataklar içinde gözünü hasretmiş
(Öyle dilber)!er..." demektir. Ama, bu iki izah zayıftır. Birincisinin
zayıf
luşuna gelince, o iki
cennetin nimetler içinde yer alması, iki kaynak ve meyvelerin iki cennette
bulunması sebebiyle gözlerini dikmiş olan o kadınları, bu göz dikişlerini,
endilerini nimetler içinde bulunmalarına tahsis etmenin hiç bir faydası yoktur,
cincisinin zayıf oluşuna gelince, Cenâb-ı Hak, "döşeklere
yaslanarak..." buyurarak döşekleri, cennetliklerin zarfı kılmış, o
döşeklere raci olacak olan zamiri de, astarlan" diyerek tekrarlamış, ama,
buyurmamıştır. Dolayısıyla, âdesi, daki zamirin bir tefsiri olmuş olur. Böylece
de, bir başka noktayı beyan tmeye ihtiyaç duyulmuş olur. Çünkü, Cenâb-ı Hak,
bundan sonra, yeniden, orada "döşekler" kelimesi geçmediği halde
"İçlerinde güzel huylu... kadınlar vard;r" (Rahman. 70) buyurmuştur.
O halde, bu durumda en doğru olan, şu üçüncü izah olup, bu da ifadesindeki
zamirin, "iki cennet" kelimesine raci oluşudur. Burada zamir,
çoğul getirilmiş, Rahman so ve 52.
ayetlerinde ise tesniye getirilmiştir. Çünkü biz, cennetin şu üç
değerlendirmeye sahip olacağını beyân etmiştik.
a) Cennetin
ağaçları, birbirine bitişik olup, ağaçlar arasında geniş çöller kurak araziler
ve bataklıklar bulunmamaktadır. Bu açıdan, o cennetler adeta, herhangi bir
şeyin, onları biribirinden ayıramadığı tek bir cennet gibi olmuş olurlar. (Onun
için bazan, cennetteki kelimesiyle ifade buyurulmuştur).
b) Cennetin,
hayırları derleyici iki türü ihtiva etmiş olmasıdır. Çünkü, o cennetlerde,
dünyada mevcut olanlar bulunduğu gibi, dünyada olmayan türler de vardır;
cennetlerde, bilinen ve bilinmeyen her şey vardır; cennetlerde, vasfedilen ve
edilemeyen şeyler vardır ve cennetlerde, maddî olan ve maddî olmayan lezzetler
vardır. Binâenaleyh, "cennet" sözü bu iki türü kapsadığı için, o
adeta iki cennet gibi olmuş olur. (Onun için de, bir başka "iki
cennet" diye ifadelendirilir).
c) Geniş
ağaçları, mekânları, nehirleri ve meskenleri çok ve bol olduğu için, cennet,
adeta "cennetler..." makamında olmuş olur. (Bu sebeple Kur'ân'm bir
başka yerinde cennet, w»&- "cennetler" diye zikir edilir).
Binâenaleyh bu demektir ki, cennet, bir açıdan bir tane, bir başka açıdan iki
tane ve bir başka açıdan da ikiden fazla, ilh'dir. Bunun böyle olduğu sabit
olunca, biz diyoruz ki: Kadınların dünyada iken, hem eşleriyle birlikte
bulunmak, hem de yatakta, eşleriyle birlikte mübaşeret için tek bir yerde, aynı
anda, bulunmak mümkün değildir. Bu, ya o mekânın darlığından dolayı, ya da
imkân olmayışından dolayıdır; yahutta bu, o kadınların zelil (umursanmaz
cinsten) oluşlarının delilidir. Çünkü, her erkek, bir evde, kadınlarıyla
birlikte, ancak o kadınlar kendilerine iltifat edilmeyen cariyeler oldukları
zaman bir araya gelebilir. Ama, bunların her biri, üst düzeyde ve malları çok
kimseler olunca, bunları, bir evde, aynı yerde toplamak mümkün olmaz. Bil ki,
dünyada, şehvet, eşlerdeki güzellik sebebiyle arttığı gibi, eşlerin, küçük ve
üst düzeyden olunca da artar: İnsanların genel anlamdaki durumlarının farklı
farklı oluşları, bunun delilidir.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca, şimdi biz diyebiliyoruz ki, cennetteki hazlar, o kadınlarda, hem
şekillerinin güzelliği, hem güzel oluşları, hem asil, şerefli ve mükemmel
olmaları ile bir arada bulunmaktadır. Binâenaleyh, o kadınların birinde dahi,
bütün bunlar mevcuttur. Onların cariye ve uşaklarında da böyledir. Dolayısıyla,
söz konusu cennet, bunlarda bulunan bu mükemmellik sebebiyle hep zirveye doğru
tırmanır. Binâenaleyh, bu durumda, herbirine uygun geniş yerlerin bulunması
gerekir. Bu sebeple, birbirlerine bitişik olmaları açısından tek olan o cennet,
kendisinde oturanların ayrı ayrı yerlerde olması açısından, çoktur. İşte bu
sebeple Cenâb-ı Hak, "oralarda" buyurmuştur. Ama dünyada meskenlerin
çok geniş bir alana yayılması durumu yoktur. Bu durum cennetin azametine
delildir. Bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "o iki cennette" buyurmuştur. İşte
bu da, söz konusu inceliklerdendir.
Üçüncü Bahis:
Ayetteki ifâdesi, hazfedilen ve sıfatı
yerine geçen bir mevsûfun sıfatı otup, bu hazfedilen mahzûf da, ya (kadınlar) ya da (eşler) kelimesidir. Buna göre Cenâb-ı Hak
sanki, "Oralarda, gözlerini kocalarına tahsis etmiş kadınlar, eşler
vardır" buyurmuştur. Bunda da şöyle bir incelik vardır: Allah Teâlâ, o
kadınları ancak vasıflarıyla zikretmiş, onları, kendi cinslerini ifâde eden ad
ile zikretmemiştir. Bu cümleden olarak, meselâ bir seferinde, "horu îh (pek
güzel) gozîü huriler de... (vardır)"(Vâkıa,22) bir seferinde,
"yaşıtkızlar"(Vakıa,37), bazan da "gözünü yalnız eşlerine
hasretmiş (dilberler)" buyurmuş, fakat, "falan, falan
kadınlar..." diye ismen zikretmemiştir. Bunun şu iki sebebi vardır:
a) Bu, onların
kendilerini teşhir etmekten pek sakındıklarına bir işarettir. Bundan dolayı
Cenâb-ı Hak bu kadınları, cinslerine ait isimlerle zikretmemiştir. Çünkü cins
ismi, sıfatın ortaya koyamayacağı gerçekleri anlatır. Zira sen, meselâ,
"Hareket eden, dileyen, yiyen, içen..." dediğinde, bu kimseyi, böyle
pek çok vasıfla nitelemene rağmen, "hayvan veya insan" demek
suretiyle anlatışından daha fazla ortaya koyamazsın.
b) Onları
yüceltmek için... Zira böylece onların güzellikleri, kendilerine cennet
va'dedilmiş olan ehli cennet gözünde artar. Çünkü padişahların kızları, ancak
sıfatlarla anlatılırlar.[130]
tabiri
"menetmek" manasına olan, "kasr" kökündendir, yani
"O kadınlar gözlerini (bakışlarını), başkalarına bakmaktan
ahkorlar" demektir. Yahutta bu ifade, "kusur" kökündendir ve
"O kadınlar gözlerinin bakışlarını, kasrederler (kısaltırlar) ve onların
gözünde, başkalarına bakma diye birşey yoktur" manasında olur. Diyorum ki:
Görünen o ki, bu ifade "kasr" kökündendir. Çünkü bu mana medh ifade
eder. "Kusur" kökü ise böyle değildir. Bu tabirin, "Onlar
gözlerini (bakışlarını) alıkoydular" manasında, "kasr" kökünden
olduğu da söylenebilir. Mananın böyle olmasına göre, bu ifade, "failin
mef'ûlüne izafeti" kabilinden olur. Bunun böyle oluşunun delili ise,
"kasr" kökünün medh ifade edip, "kusur" kökünün böyle
olmayışıdır.
Bu izaha göre, burada
şöyle bir incelik vardır: Allah Teâlâ daha sonra, "Bunlar "çadırlar
içinde maksûrat (ehl-i perde) hurilerdir"(Rahman, 73) buyurmuştur. O halde
Dunlar, bir taraftan maksûrat (kasredilmiş-Perdelenmiş) iken bir taraftan
kâsırât (kendi kendilerini perdelemiş, bakışlarını eşlerine hasretmiş) olurlar.
Bu hususta şu iki izah yapılabilir:
1) Onlar,
tıpkı iffetli kimselerin meşgul oluşları gibi, gözlerini (bakışlarını)
alıkoymuşlardır (başkalarına bakmazlar). O halde bunlar, tıpkı kendisini
çadırlar içinde tapalı tutan, bakışlarını başkalarına bakmaktan alıkoyanların
âdeti gibi, kendilerini çadırlara kasretmiş adetâ hapsetmişlerdir.
2) Bu,
onların yüce kıymetlerini ve iffetlerini anlatan bir ifadedir. Çünkü kendinden
kaynaklanan bir alıkoyma vasfı bulunmayan ve kendilerini idare edecek, onlara
bakacak velileri olmayan kadınlarda bir tür zillet vardır. Ama kendileri için
çok güçlü, başkalarına manî olabilecek velileri (akrabaları) bulunan kadınlar
ise, dışarı çıkmaktan, başkalarına görünmekten çekinirler. İşte bu onların
saygınlıklarına delalet eder. Ama onların, içlerinde, dışarı çıktıklarında
sağa-sola bakma gibi bir duygu olmadığı zaman da, kendi kendilerine
iffetlidirler demektir. Böylece Cenâb-ı Hak, "maksûrât" (Rahman, 72)
ifadesi ile, yani "onları velileri perdelerler, cennette ise onların
velisi Allah Teâlâ'dır" ifadesi ile, saygınlıklarına; "kasırfit"
ifadesi ile de, onların iffetli olduklarına işareti birlikte zikretmiş olur. Bu
inceliği tamamlayan bir diğer unsur da şudur: Allah Teâlâ onların iffetlerine
delalet eden, ortaya koyan ifadeyi, saygınlıklarına delalet eden ifadeden önce
getirmiş ve mesela, iki cennetin en üstününden bahsederken "kâsırât"
ifadesini, bu kadar üstün olmayanından bahsederken "maksûrât"
ifadesini zikretmiştir. "Maksûrât'a delalet eden şey, onların saygınlığına
delalet eder. Çünkü onlar, kendi kendilerine kapananlar diye değil de,
kapatılanlar diye tavsif edilmişlerdir ve bu, onları başkasından perdeleyen birisinin
olduğuna bir işarettir. Mesela bu kimse çadırını diker, perdesini asar. Ama
bunu bizzat kendisi yapan, kapısını eliyle kitleyen kadın böyle değildir. Bu
hususu, bu ayetin biraz sonraki tefsirinde anlatacağız.[131]
ifadesinde, bunların iffetli
oluşuna, mü'minlerin, onların nazarında çok kıymetli olduğuna - güzel gözüktüğüne, dolayısıyla
kocalarım, kendilerini başkalarından alıkoyacak bir biçimde
sevdiklerine bir delalet vardır. Bu ifade yine, onların utangaç - edepli -
terbiyeli olduklarına delalet eder. Çünkü "tart", göz kapağının
hareket etmesi (açıp - kapanması) demektir. Halbuki hûrilik (seçkin olma)
kadının göz kapağını bile hareket ettirmeyip, başını kaldırmamasını gerektirir.[132]
Ayetteki,
"Kendilerine asla (hiç kimse) dokun- mamıştır" ifadesi ile ilgili
olarak şu izahlar yapılabilir:
1. Onlara
başkası hakim olmamış;
2. Onlarla
cinsi münasebette bulunulmamış;
3.
Kendilerine dokunulmamış. Bu mana, onların hallerine ve saygınlıklarına daha
uygundur. Fakat "tams" kökü bu manada, açık değildir. Eğer bundan,
dokunma manası kastedilmiş olsaydı, Cenâb-ı Hak, bu mananın en açık şekilde
anlaşılacağı lafzı zikrederdi. Nasıl böyle olmasın ki, Hak Teâlâ, "Eğer (o
nikâhlılarınızı) kendilerine temas etmeden (dokunmadan) önce boşarsanız..."
(Bakara. 237) ve "Kadınlarınızdan ayrılın..."(Bakara.222) buyurmuş,
cinsî münasebeti, açık bir lafızla değil, kinayeli bir lafızla anlatmıştır.
İmdi, "Fakat
bahsettiğiniz problem devam etmektedir. Çünkü Allah Teâlâ, dünyada,
"Yahutkadınlara lemsettiğinizde (dokunduğunuzda)..."(Mâide,6)
ayetinde de buyurduğu gibi, cinsî münasebeti, bu ayetin tefsiri hususunda,
ileri sürülen sahih görüşe göre, "lems" kelimesiyle anlatmıştır. Biz
bunu, hernekadar imamımız eş-Şâflf'nin görüşünün aksine de olsa, ileride ele
alacağız. Yine Hak Teâlâ, cinsî münasebeti, Bakan, 237. ayette de,
"mess" ile ifade etmiştir. Fakat ahireti, cinsî münasebeti kinaye
yoluyla anlatmamıştır" denilirse, biz diyoruz ki: Cenâb-ı Hak şehveti ifâ
sözkonusu olup, bu da bedeni zayıf düşürüp, ibadete manî olduğu için, dünyadaki
cinsî münasebeti, kinayeli lafızla anlatmıştır. Halbuki bu münasebet, bazan,
tıpkı içkinin kötülüğü gibi, bazan da çok yemenin kötülüğü gibi bir kötülük
arzeder. Ahirette ise bu iş, bütün kötülüklerden ve mahzurlarından
arındırılmıştır. Nasıl böyle olmasın ki, meselâ cennetteki içki, lezzet veren
şeylerdendir ve oranın yemesi-içmesi süreklidir (ve mahzursuzdur). Binâenaleyh
Allah Teâlâ, kötülüğüne bir İşaret olsun diye, dünyada bu hususu, mecazî
lafızlarla, alabildiğine kapalı kinayeli ifadelerle anlatmıştır. Ahiretteki bu
işi ise, açığa yakın, yahut da neredeyse çok açık lafızlarla zikretmiştir.
Çünkü "tems", cinsî münasebete daha açık şekilde delalet eder. Zira
cima ve "vika", "biraraya gelmek, birlikte oimak, üzerine
çıkmak" manasındadır. İşte bu husus, ahiretteki cins? münasebetlerin,
bütün kötülüklerden ve mahzurlardan beri olduğuna bir işarettir.[133]
Ayette, "Onlardan önce"
ifâdesinin getirilişinin
hikmeti nedir? Deriz
ki: Eğer Cenâb-ı Hak sadece, "Onlara ne bir insan ne bir
cin dokunmamıştır" demiş olsaydı, bu mü'min kimsenin de, o hurîlere
dokunmayacağını ifade ederdi. Halbuki hiç de böyle değildir.[134]
Cinler, cinsî
münasebette bulunmadıkları halde, bu ayette, "cinlerin" de zikredilişinin
hikmeti nedir?" Cevaben diyoruz ki: Hiç de öyle değildir. Aksine cinlerin
de çoluk-çocukları ve üremeleri vardır. İhtilaf, onların insanlar ile cinsî
münasebet yapıp yapmayacakları hususundadır. Meşhur olan görüşe göre, bunlar,
insanlarla da cinsî münasebette bulunabilirler. Eğer böyle olmasaydı, cennette,
soy-sop diye birşey olmazdı. Binâenaleyh insanların o hurilerle teması cinlerin
onlarla cinsî münasebeti gibidir. Yani cinlerin teması olmadığı gibi insanların
da teması olmuş değildir.[135]
"Sanki onlar
(birer) yakuttur, mercandır. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalan
sayabilirsiniz" (Rahman,5859).
Bu benzetme hususunda
şu iki izah yapılabilir:
a) Bu,
onları, yakut ve mercanın saflığına - berraklığına bir teşbihtir.
b) Bu,
onların incinin beyazlığının ve yakutun kırmızılığının güzelliğine bir
teşbihtir. Mercan, incinin küçüğü olup, beyazlık ve parlaklık bakımından,
büyüğünden çok çok ileridir. Şimdi eğer, bu teşbihin, o kadınların temiz ve
saflıklarını anlatmak için yapıldığını söylersek, deriz ki: Bu hususta şöyle
bir incelik var: Geçen ayetteki tabiri o kadınların kötülükten ve
ahlâksızlıktan uzak olduklarına, "sanki onlar yakuttur, mercandır"
ifadesi de, onların cennette seçkin, saf, berrak ve tertemiz oluşlarına bir
işarettir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak ilk defa aklî-zihnî hususu zikrederek işe
başlamış, sonra da maddî-hissî olan hususu zikretmiştir. Tıpkı bizim, "Bu
teşbih, onların cisimlerini kırmızılık (pembelik) ve beyazlık hususunda, yakut
ve mercana benzediklerini anlatmak içindir" deyişimiz gibi, bu husustaki
hüküm de budur. Çünkü, Cenâb-ı Hak, bu kadınların iffetli oluşlarını, parlak
oluşlarından önce zikretmiştir. Bu ayetin, önce geçen ayeti te'kid eden bir
ifade olduğu da söylenebilir. Çünkü bu kadınlar, bakışlarını sadece beylerine
hasretmiş olup, ne bir insan, ne bir cin ile beraber olmaktan sakınmış, cinsî
münasebetten kaçınmış oiunca, adeta tâ madeninin göbeğindeki yakut, sedefinde
(kabukları içinde) korunmuş ve hiç bir el tarafından dokunulmamış olan bir inci
gibi olmuş olurlar.[136]
Biz bu hususu,
"sanki onlar saklanmış, gün görmemiş yumurtalar gibidirler" (Saffat.
49) ayetini tefsir ederken, şöyle de izah etmiştik: Müşebbehün blh (kendine
benzetilen) üzerine gelen edatı, müşebbehün (benzetilen) başına gelen edatının ifade ettiği te'kidî ifade etmez.
Binâenaleyh mesela sen, aslan gibi" dediğinde, "Zeyd aslana
benziyor" demiş olursun. Ama, "Zeyd sanki aslan gibi" dediğinde
ise, bu "Zeyd şüphesiz, gerçekten aslana benziyor" manasında olur.
Fakat bizim, "Zeyd aslana benziyor" sözümüzde, ileri bir mübalağa
yoktur. Çünkü Zeyd aslana, her ikisinin de canlı olmaları, bedenleri olmaları
ve saire bakımlarından benzemiştirler. Halbuki, "Zeyd aslana
benziyor" şeklindeki sözümüzü, hakiki manaya hamletmek mümkün değildir.
Bunun lafız bakımından izahı hususunda şöyle deriz: "Kât", müşebbehün
bih'in başına getirilip de, mesela "Zeyd asian gibidir" denildiğinde,
bu "kât", "esed" (astan) kelimesinde, lafzî bir amel yapmış
(bir tesir göstermiş ve sonunu cerretmiş) olur. Halbuki lafzî amel, mana
bakımından amel etmeye manîdir. Binâenaleyh sanki o aslanda bir amel (tesir)
yapılmış da, o, "Zeyd" oluvermiş. Ama sen, "Zeyd sanki
aslandır" dediğinde ise, "esed" lafzını, aslî i'râbı (hali) ile
bırakmış olursun. O halde bu demektir ki "esed" (aslan), hali ve
hakikati üzere bırakılmış da, Zeyd ona işte bu halde benzetilmiştir. Zeyd'in,
"esed"in aslî halindeki durumuna benzetildiğinde, aslî halinde
olmadığında ona benzetil işinden daha kuvvetli olacağında şüphe yoktur.
Binâenaleyh "Zeyd astan gibidir" diyen kimse, adetâ o aslanı, aslî
derecesinden-halinden indirmiş de, böylece Zeydm ona denk olduğunu anlatmak;
"Zeyd sanki aslandır" diyen kimse ise, Zeyd'i olduğu dereceden
yükseltmiş, böylece Zeyd'in, aslana denk olduğunu anlatmak istemiştir. İşte bu
son derece güzel bir inceliktir.[137]
"İyiliğin
karşılığı iyilikten başka birşey midir? Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini
yalan sayabilirsiniz?" (Rahman, 60-61).
Bu ayetle ilgili pek
çok izahlar yapılmıştır. Hatta şöyle denilmiştir: "Kur'ân'da, herbirinde
yüz görüş (izah) bulunan, üç ayet vardır. Bunlardan birincisi, "Siz Beni
zikredin (hatırlayın) ki, Ben de sizi zikredeyim"(Bakara,152) ayeti;
ikincisi, "Eğer siz dönerseniz, Biz de döneriz"(isra,8) ayeti;
üçüncüsü de, Hak Teâlâ'nın bu ayetidir." Şimdi bu hususta yapılan en
meşhur izahları sıralayıp, daha sonra da doğruya en yakın olanını izah
edeceğiz:
Meşhur olan izahlar
şunlardır:
1) "Tevhidin
mükâfaatı, cennetten başka birşey değildir. Yani, "La İlahe illallah"
diyenin mükâfaatı, cennete girdihlmekten başka birşey değildir.
2) Dünyadaki
iyi işlerin karşılığı, ahiretteki ihsan (iyi ve güzel mükâfaatlar)dır.
3) Size
dünyada nimetler vererek, ahirette de naîm cennetleriyle iyilikte bulunan Zât'a
verilecek karşılık, ibadet ve takvanızla O'na ihsanda bulunmanızdır.
Doğruya daha yakın
izah şudur: Bu ayet, genel bir ifadedir. Binâenaleyh başkasına ihsanda
(iyilikte) bulunan herkese verilecek karşılık, iyilik yapılanın da bu kimseye
iyilikte bulunmasıdır. Şimdi biz bu hususta sözün özünü belirteceğiz ki,
yapılan bütün izahlar varıp ona dayanır: Diyoruz ki: "İhsan" lafzı,
şu üç manada kullanılır:
1) Güzeli
varetmek ve yaratmak. Nitekim Allah TeTâ, ''(Allah) sizin suretlerinizi
(şekillerinizi) güzel yaptı" (Teğabun, 3) ve "(O), herşeyin
yaratılışını ahsen (en güzel) yapandır" (Secde. 7) buyurmuştur.
2)
"Zarff" işi yapmaya "İzraf", "garîb" (enteresan)
işi yapmaya "igrâb" denildiği gibi, ""İhsan" da,
"hasan" (güzel) olanı yapma manasınadır. Nitekim Hak Teâlâ, "Kim
bir hasene yaparsa, ona on misli vardır" (En'am,160) buyurmuştur.
3)
"Onları bilmiyor" manasında, "Falanca kitabette güzel (hasen)
değil, fatihada güzel (hasan) değil" denilir.
Ama görünen odur ki,
"ihsan"daki asıl mana, ilk iki şık olup, üçüncüsü o iki şıktan
çıkarılmıştır. Bu ise ancak, kullanılış karinesiyle anlaşılır ve
"ilim" (bilme) manasının kastedilişi, zannı galibe dayanır. Bunu
iyice kavradığına göre, diyoruz ki: Bu ayetteki her ihsan" lafzını da, aynı manaya almak
mümkün olduğu gibi, değişik manalara almak da mümkündür. Birincisi ile ilgili
olarak diyoruz ki: Bu ifadenin manası, "Güzel bir fiili işleyenin göreceği
karşılık, ona güzel bir fiil ile mukabelede bulunulmasıdır" seklindedir.
Fakat kuldan sâdır olan güzel fiil, kulun kendisinin güzel ve hoş gördüğü şey
değil, de, Allah Teâlâ'nın (dinin) güzel ve hoş gördüğü şeydir. Çünkü fasığın
gözünde fasıklığı, astında güzel olmadığı halde, çoğu kez ona güzel gözükür.
Binâenaleyh güzel olan, Allah Teâlâ'nm kulundan yapmasını istediği şeydir. Aynen
bunun gibi, Allah'dan olan güzel şey de, nasıl Allah'ın kendisinden istediği
şeyi kulun yapması, güzel ise, kulunun kendisinden istediği herşeydir. Hak
Teâlâ bu hususa, "O (cennette), nefislerin arzu ettiği, gözlerin zevk
aldığı herşey var"(Zuhruf, 71); "O (ehl-i cennet), nefislerinin
iştihâ duydukları şeyler içinde ebedidirler"(Enbiya, 102) ve "Güzel
ameller yapanlara, en güzel mükâfaat var" (Yunus,26) yani "O
cennetlikler nezdinde en güzel olan var" buyurmuştur.
İkincisi ile ilgili
olarak diyoruz ki: Dünyada iken amelinde güzel davranmış kimselerin mükâfaatı,
Allah Teâlâ'mn, o kimsede ve onun hallerinde, her iki dünyada güzele olanı
vermesi, onu tecelli ettirmesidir. Bunu tersinden ele alarak, "İçinizde,
suretlerinizde ve hallerinizde güzelliği yaratana verilecek karşılık, bizim de
O'nda güzelliği ortaya koymamızdır. Ne var ki, bizim Allah'a iyilik etmemiz
imkânsızdır. Bizim nefislerimiz ve fiillerimizde de güzelliğin isbâtı böyledir.
Binâenaleyh bizim kendimizi ve fiillerimizi güzelleştirmemiz, nefislerimizi Hz.
Allah'ı görüyormuşçasına ibadetle, fiillerimizi de tevbe, ile içimizi de, O'nu
tanımakla güzelleştirmek suretiyle olur. İşte bu hususa işaret edilmiş ve
haberlerde, mü'minlerin yüzlerinin güzel olacağı, kâfirlerin yüzlerinin ise
çirkin olacağına dair bir takım haberler varid olmuştur.
Üçüncü izaha gelince,
ki bu da, her iki manaya birden alınmasıdır, biz diyoruz ki: Güzel fiil ve
amellerde bulunan herkesin mükâfaatı, ancak, Allah Teâlâ'nın o kimse ve onun
bütün halleri hususunda güzel olanı gerçekleştirmesidir, böylece, Cenâb-ı Hak,
o kimsenin hem yüzünü, hem de halini güzelleştirir. Bu hususta söyleşi birkaç
incelik vardır:[138]
Birinci İncelik:
Bu, ahirette, avamdan teklifin kaldırılacağına, havâssa yöneltileceğine
bir işarettir. Bu cümlenin birinci şıkkına gelince; zira Allah Teâlâ,
"İyiliğin karşılığı iyilikten başka birşey midir?" buyurup, mü'min
kimsenin de, cennetle mükâfaatlandırılacağında şüphe olmayınca, bu, mü'min
kimse için, ona mükâfaat olarak bir ihsan ve ödül olmuş olur. Kölesini bir
şeyinden dolayı mükâfaatlandıran bir kimse ise, ona, kendisine teşekkür
etmesini emretmez. Bir de, şayet mükellefiyet, ahirette de devam etmiş olsa;
derken kul da, o mükellefiyetini yerine getirmemiş olsaydı, o zaman, ilahî
cezaya müstahak olurdu. ise, ihsanda bulunmama demektir. Çünkü kul, dünyada
bulunduğu sürece Allah'a ibadet edince ahirette, kul var olduğu ve yaşadığı
sürece, ona ihsanda bulunması suretiyle, Allah'ın keremiyle karşılaşır.
Binâenaleyh, kendisine teklif edilmediği için ahiretteki sorumluluğu yerine
getirmemeden dolayı, avamdan olan kula bir ceza ve ikâb yoktur.[139]
Cümlenin ikinci
şıkkına gelince, Allah'ın velî kullan şöyle derler: "Biz, dünyada, Allah
Teâlâ'ya. bize daha önce verdiği nimetlerden dolayı ibâdet ettik. Binâenaleyh,
şu anda Allah'ın bize verdiği mükâfaatlar ise, yeni bir nimet ve yeni bir
ihsandır. İşte bundan ötürü, Allah'a teşekkürde bulunmanız gerekir."
Böylece havas olan bu kullar, el-Hamdülillâh derler, Allah'ı zikrederler, O'na
senada bulunurlar. Binâenaleyh, Allah'tan gelen bu lütfün bizzat kendisi,
Allah'ın has kulları hakkında, Allah'ın şükrünü yerine getirmeye sebep teşkil
etmiş olur da, böylece onlar, kendilerini yeniden Allah'a ibâdet etmeye
verirler ve bu durum, huri, köşk, yeme-içme gibi... şeylerden alıkoyan ufak bir
ibâdet olmuş olur. Artık onlar, yemezler içmezler, biribirlerine kötü lakaplar
takmazlar, böylece, onların bu hali, bu günümüzde, yani dünyada, tıpkı
meleklerin hali; yani, evlenmemeleri, oyalanmamak gibi olmuş olur da, bu durum,
bu dünyada bir zor ve ağır mükellefiyetler gibi bir mükellefiyet olmaz. Bu olsa
olsa ancak, başka şeylerden duyulan lezzetten daha fazla bir lezzet olmuş olur.
İkinci İncelik:
Bu ayet, kulun, ahirette durumunun sapasağlam olduğuna delâlet eder. Nitekim
Cenâb-ı Hak, "Orada taze yemişler, onların temennî edecekleri herşey
onlarındır" (Yâsîn, 57) buyurmuştur. Zira biz, "İhsân"ın, o
ihsanı yapan kimse nezdinde, güzel olanı işlemek anlamına geldiğini beyan
etmiştik. Ne var ki, Allah bizden, Kendisine Kendisinin istediği gibi ibâdet
etmemizi isteyip, mü'min kul da, bunu, kendisinden istenildiği gibi ifâ edince,
o zaman "muhsin - iyi davranan kişi" olmuş olur ki, bu da, Allah'ın
bu kuluna, ihsân'da bulunmasını ve bu kutu nezdinde güzel olanı
gerçekleştirmesini gerektirir. Ki bu da, kutun, Allah'tan dilediği o şeyin,
istediği gibi olmasıdır. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak adeta, buyururken,
"Benim, kendisinden istediğim şeyleri istediğim biçimde yapıp ifâ eden
kimsenin mükâfaatı, istediği o şeylerin ona, onun istediği biçimde
verilmesidir. Ancak ne var ki, dileme, güzel görmeyi alâkadar eder.
Binâenaleyh, Allah'ın bu va'di gereğince, bu ayetin, Cenâb-ı Hakk'ın
keyfiyyetsiz olarak görüleceğine delâlet etmiş olması gerekir.
Üçüncü İncelik:
Bu ayet, insanın, Allah'tan olan ihsan çeşitleri namına aklına getirebileceği
herşeyin, Allah Teâlâ'nın kendisine va'detmiş olduğu o ihsanın dûnunda,
aşağısında olduğuna delâlet eder. Çünkü kerîm olan kimse, fakir bir kimseye,
"Şunu yap, sana şu kadar dinar var", bir başkasına da, "Sana
ihsanda bulunmam mukabilinde şunu yap" dediğinde, kendisi için ücret
belirlemediği bu ikinci kimsenin ümidi, kendisine ücret belirlenmiş olduğu
kimsenin ümidinden daha fazla olur. Bu husus, o kerîm zât, son derece kerîm ve
son derece zengin olduğunda söz konusu olur. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna
göre, Allah Teâlâ sanki "Bana ihsanda bulunanın mükâfaatı, benim ona,
kendisine gıbta edilecek şeylerle iyilikte bulunmam ve ona, arzuladığı şeyin
daha üstünde olanı, ulaştırmamdır" demiştir. Binâenaleyh, Cenâb-ı
Allah'ın, mü'min kulunun beklediğinin üstünde bağışta bulunduğu o şeyin, O'nun
keremine ve lütfuna uygun olması gerekir.[140]
"O (Cennet)ten
başka iki cennet daha vardır. Şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz?
(Bu cennetler) koyu yeşildirler. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalan
sayabilirsiniz? içlerinde (sulan) durmayıp fışkıran iki pınar vardır. Şimdi
Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz?" (Rahman, 62-67).
Cenâfcn Hak, ceza
(karşılık, mükâfaat)'dan bahsedince, bunun peşinden, misli bir cezadan da
bahsetmiştir ki, bu da, (bu ayette bahsedildiği gibi) diğer iki cennettir. Bu
manaya göre bu ifadeler, tıpkı, "iyi iş, güzel amel yapanlara, daha güzel
iyilik ... vardır"(Yunus, 26) ayeti gibi olmuş olur.
Cenâb-ı Hakk'ınifâdesi
hakkında şu iki izah yapılabilir:
a)
"Şeref, kıymet bakımından onların "aşağısında.."demektir. Bu
görüş, Keşşaf sahibinin tercih ettiği görüş olup, o, şöyle demektedir:
"Cenâb-ı Hakk'ın, daha önce geçen iki cennet hakkındaki "çeşit çeşit
ağaçlar" (Rahman, 48) ifadesinin yanısıra, burada "koyu
yeşildirler..."(Rahman, 64) evvelkiler hakkında, "akan iki
kaynak..." (Rahman,50) burada, "durmayıp fışkıran iki pınar"
(Rahman, 66) (fışkırma), "akma" olayından aşağıdır-; evvelkiler
hakkında, "her meyveden çift çift..." (Rahman, 52) buyurup da,
burada, "her nevi meyveler, hurma ve nar..." (Rahman, ea) buyurması
ve evvelkiler hakkında, "astarlan atlastan olan döşemeler,
döşekler..." (Rahman,54) buyurması, -zira, yüceliğinden, üstünlüğünden ve
akılların onları idrâk edemeyişinden dolayı, o döşeklerin dış yüzünü
zikretmemiştir-, burada ise, "yeşil yastıklara ve güzel
döşeklere..."(Rahman,76) buyurması, işte bunun delilidir." Birisi,
"Bu, zayıfdır; çünkü, ahirette, Allah'ın atiyye ve bağışları, peşpeşedir.
Bu şeyleri verirken, herkes onun, bir öncekinin aynısı yahutta ondan daha güzel
ve hayırlı olduğunu zanneder..." diyebilir.
Buna, Zemahşerî'nin
tercih ettiği şeyi iyice anlatmak için, şöyle cevap verilebilir: Bu,
evvelkilerden daha aşağı olan bu iki cennet, Allah'ın, cennetlikleri kattığı o
zürriyetleri ile, onlara tabi olanlar içindir. Ne var ki, Cenâb-ı Hak, bu
ikisini onlara bir ikram otsun diye vermiştir. Bu, "Bu iki diğer cennet de
size aittir, siz, bu iki cennette istediğiniz kimseleri iskân
edebilirsiniz.." demektir
b) Bu ifâde
ile, bunların mekân, yer bakımından aşağı olmaları kastedilmiştir. Buna göre,
onlar adetâ, o iki cennette olurlar, böylece de, üstten, onlardan daha aşağıda
olan diğer iki cenneti seyrederler.. Bunun böyle oluşunun delili "...
onlar için üzerlerinde (başka başka) konaklar bina edilmiş, altlarında da
ırmaklar akan yüksek mesireler vardır" (Zûmer ,20) ayetidir. O yüksek
konaklar, yanında, çeşit çeşit ağaçlar vardır. Onların altındaki konakların arazisi
ise, yemyeşildir. Yaptığımız bu izaha göre, ayette şöyle birkaç incelik vardır:
Birinci İncelik:
Cenâb-ı Hak, evvelkiler hakkında, "çeşit çeşit ağaçlarla (dolu)"
(Rahman. 48j; bunlar hakkında ise, "koyu yeşildirler"(Rahman, 64)
buyurmuştur ki, bu son ifâde, "alabildiğine yeşil" anlamındadır.
Çünkü birşey simsiyah olup, o hale getirildiğinde simsiyah oldu. Ne var ki bu
ifâde, bazı şeyler hakkında kullanılmaz. Yeryüzü alabildiğine yemyeşil
olduğunda, siyaha çalar.. Şöyle de denebilir: Ekilip biçilmeyen yer hakkında,
"yerin beyazlığı..."; mamur ve dolu olduğunda ise "Yerin
siyahlığı..." ifadesi kullanılır ki, bu tıpkı, "Memleketin siyahlığı,
yani nüfusunun kalabalıklığt, tabiri gibidir. Hz. Peygamber de,"En büyük
cemaat ve topluluktan ayrılmayın. Kim, bir kavmin nüfus ve sayısını arttırırsa,
o onlardandır"[141]
buyurmuştur. Ki, buradaki sözün özü şudur: Renklerin başı, beyazdır; sonu ise,
siyahtır. Çünkü beyaz, her rengi kabul eder; siyah ise, hiçbir rengi kabul
etmez. İşte bundan dolayı başka renge ad olarak verilmezken, siyah renge,
"kâfir" adı verilmiştir. Ekip biçmeden, yeşillikten hali olan yer
beyazlıkla nitelenip, halî olmayan yer de siyah olarak adlandırılınca, bu,
cennetin, mekân olarak o ikisinin evvelkilerin altında bulunduklarına delâlet
eder. Binâenaleyh, alttakiler üsttekilere baktıklarında, üstteki cennetlerin
ağaçlarının kendilerini gölgelediğini; üsttekiler de alttakilere baktıklarında,
alttaki araziyi yemyeşil olarak görürler. Ayetteki ifâdesinin manası da,
"Bu, ikisinin suyu; yukarıya doğru fışkırır, kabarır" demek olur.
Ama, o ilk iki cennetin pınarları ise, mü'minlere doğru akar.. O halde bu iki
suyun, her ikisinin hareketi de, ehl-i imanın bulunduğu istikamete doğru olmuş
olur. Keşşaf sahibl'nin kelimesinin delâleti,
geri (ahmak) kelimesinden daha aşağıdır" şeklindeki sözüne gelince, buna
lüzum yoktur. Çünkü "akma"nın hafif, "fışkırma" (nadh)'ın
ise çok kuvvetli olması mümkündür. Hatta, burada fışkırma, yukarı doğru hareket
etme anlamındadır. O iki pınar ise, mü'minlerin bulunduğu yerdedir. O halde bu
demektir ki, suyun hareketi, mü'minlerin bulunduğu tarafa doğrudur.
Binâenaleyh, ilk iki pınar, bu demektir ki, mü'minlerin bulunduğu yerdedir.
Binâenaleyh, suların hareketi de, akış istikameti olarak mü'minlere doğru olmuş
olur.[142]
"İçlerinde her
nevi meyveler, hurma ve nar vardtr. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalan
sayabilirsiniz?" (Rahman, 68-69).
Cenâb-ı Hakk'ın bu
ifadesi tıpkı O'nun, "Bu iki (cennet) de her meyveden çifte çifte
vardır"(Rahman.52) ifadesi gibidir. Bu böyledir, zira "fâkihen"
karpuz, vb. ekilip biçilen yerden elde edilen, yere ait meyvelerle, hurma vb.
ağaçtan elde edilen, ağaca art meyvetere öeniiir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak
"yere ait meyvelerden olan çeşitli yeşilliklerle koyu yeşillenmiş"
buyurdu. Ki, orada, ağaçtan elde edilen meyveler de bulunmaktdır. Bu
meyvelerden de, şu iki çeşidini, yani nâr ite hurmayı zikretmiştir. Çünkü,
bunların ikisi de, birbirinin karşıtıdır. Binâenaleyh, bu demektir ki,
bunlardan birisi tatlı, diğeri ise değildir. İşte aynen bunun gibi, bunlardan
birisi sıcak, diğeri soğuk (birisi hararet verir, diğeri ise harareti
giderir)tur. Bunlardan birisi, hem fâkihedir, hem gıda; diğeri ise, sadece
fâkihedir. Yine bunlardan birisi, sıcak memleketlerin fakihesinden, diğeri ise,
soğuk memleketlerin fâkihesindendir. Yine bunlardan birisinin ağaçları iyice
uzun, diğerininki ise, bunun tersidir. Yine bunlardan birisi, açıkça yenilir,
kabuğu yoktur, diğeri ise, kabukludur. Binâenaleyh, bunlar birbirlerinin
tersinedir. O halde, bu ikisi, adeta, iki zıt şey gibidirler. Bu iki zıt tarafa
işaret etmek ise, ikisinin arasında kalanlara işaret etmeyi de içine alıp, bu
Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "iki doğu ve iki batının Rabbi... "(Rahman,
17) buyurması gibidir. Biz bu hususu, daha evvel izah etmiştik.[143]
"İçlerinde güzel
huylu, güzel yüzlü kadınlar vardır. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalan
sayabilirsiniz?"(Rahman, 70-71).
Buyurmuştur ki, bu,
"o kadınların içinde hayır, güzel huy; dışlarında ise, güzellik
vardır" demektir, kelimesi, (hayrat) kelimesinin çoğuludur. Biz, bu ayetle
ilgili gerekli açıklamaları, (Rahman, 56-58) ayetlerinin tefsirinde yapmıştık
ki, bu ifâde, yine, onların güzel olduklarına bir işarettir.[144]
"Çadırlar içinde
ehl-i perde huriler vardır. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalan
sayabilirsiniz? Bunlara onlardan evvel ne bir insan, ne bir cin dokunmuştur.
Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz?" (Rahman. 72-75).
Bu ifâde, onların
saygınlıklarına bir işarettir. Çünkü, onlar, zorla odalara tıkılmamışlardır.
Bu, onlara ikram için çadırlar kurulduğuna, perdeler asıldığına bir işarettir,
hayme (çadır) kelimesi, tıpkı ahşaptan yapılmış ev manasında olan el-beytu
kelimesi gibi, insanın gecelediği yer anlamına getir. Öyle ki, Araplar kıldan
yapılmlış olan beyti, evi de, hayme diye adlandırırlar. Çünkü bu, ikamet ve
oturmak için hazırlanan bir yerdir. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre,
şimdi biz diyoruz ki ifâdesi, söyleşi bir ince manaya işaret etmektedir:
Cennette, mü'min, herhangi bir şey için hareket etme ihtiyacı duymaz... Tam
aksine, oradaki şeyler mü'minlere doğru hareket eder. Binâenaleyh, yenilip
İçilecek her şey, mü'min kimseye, ondan herhangi bir hareket sudur etmeksizin
gelip ulaşır ve mü'min kimselerin etrafında, onların arzuladıkları bir biçimde
dolaşırlar. Huriler evler içindedirler. Mü'minler istedikleri zaman, onlara
gitmek için, o hurTeri o çadırlar mü'minlere doğru hareket ettirir. Mü'minlerin
ise köşkleri vardır. Böylece hurîler, çadırlardan o köşklere inerler. Cenâb-ı
Hakk'ın, "Bunlara onlardan evvel ne bir insan, ne bir cin
dokunmuştur..." (Rahman, 74) ayetinin tefsiri daha Önce (Rahman, 56)
geçmişti.[145]
"(Zevceleri)
yeşil yastıklara ve güzel döşemelere, döşeklere yaslanarak (nimetlenirler).
Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz?" (Rahman, 76-77).
Bu ifâde ile ilgili
birkaç mesele vardır:[146]
Cenâb-ı Hakk'ın, o ilk
iki cennetten bahşederken, mü'minlerin yaslanışlarını, kadınlardan
bahsedişinden önce zikredişinin, çünkü
orada, önce döşeklere yaslanarak..." (Rahman, 54)
demiş, daha sonra ise, ''gözünü yalnız zevcelerine hasretmiş"(Rahman, 56)
buyurmuş burada ise, bu cennettekilerin
yaslanışının bahsini, kadınlarının zikredilmesinden sonra getirişinin hikmeti
nedir? Zira burada Cenâb-ı Hak Önce "İçlerinde güzel huylu güze! yüzlü
kadınlar vardır"(Rahman, 70) buyurmuş, daha sonra, "(Zevceleri) yeşil
yastıklara ve güzel döşemelere, döşeklere yaslanarak..."(Rahman, 76)
demiştir... Buna şu iki bakımdan cevap verebiliriz:
1) Cennettekiler
için bir yorgunluk, bir hareket, iş-güç söz konusu değildir. Binâenaleyh onlar,
hep nimetler içindedirler. Ancak ne var ki, dünyadaki insanlar ise, çeşit
çeşittir. Kimileri, önce ailesiyle bir araya gelir; onunla güzel güzel sohbet
eder, ihtiyacını gördükten sonra ise, gusleder, sonra da, maişetinin temini
maksadıyla yeryüzüne yayılır... Kimileri de, Önce geçim peşinde gezer dolaşır;
kazancını elde edince, ailesinin yanına döner, ihtiyacını gidermezden önce,
kalbini o yorgunluklardan arındırır... Binâenaleyh, bu demektir ki, dünyada
iken, o cinsî ilişkiden önce bir tür yorgunluk söz konusu olduğu gibi, o işten
sonra da yine, rızk için çalışıp çabalamadan dolayı yorgunluk söz konusudur.
İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, cennet ehlinin, hem aileleri ile bir araya gelmezden
önce, hem de geldikten sonra rahatlık içinde oldukları, yaslanmış vaziyette
nazlandıklarını beyan etmiştir. Böylece, cennetliklerin hep rahat içinde
oldukları anlaşılmıştır. Binâenaleyh, onlar için, ne eşleriyle bir araya
gelmezden önce, ne eşleriyle bir araya geldikten sonra bir yorgunluk söz
konusudur.
2) Biz daha
önce, o ilk geçen iki cennetin, mücahede ve mücadele eden o cennetliklere ait
olduğunu; son iki cennetin ise, onlara katılan zürriyetlerine ait olduğunu
beyan etmiştik. Binâenaleyh onlar, bu iki cennettedirler. Aileleri de, o
çadırlar içinde eşlerinin gelmesini beklemektedirler. Bu sebeple mü'min
barınağı olan o cennete girdiğinde döşeklere yaslanır, derken o güzelim eşleri,
onların yanına gelir. Binâenaleyh,
o eşlerin o
ilk iki cennette
oluşları, kocalarının yataklarına yaslanmalarından sonradır. Ama,
eşlerin kocaların, son iki cennette oluşlarına gelince, bu, bu dünyada olduğu
gibidir. Dolayısıyla, günümüzde olduğu gibi, mü'minin yaslanması sözkonusu
değildir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, orada, o hurî ve eşlerin o ilk iki cennette
oluşlarını önce zikretti, bu ayette ise, bunu sonraya bıraktı.
ifadesi, hâl'dir.
Bunun âmili Cenâb-ı Hakk'ın delâlet ettiği şeydir. Çünkü bu son ifâde, istisna
kuvvetindedir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "O hurîlere ve eşlere, o
mü'mtnlerden başkası dokunmamıştır. Çünkü, o mü'minler, o hurî ve eşlere
yaslamalar olarak, dokunuyorlar.." buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın,
"Hepsi de ... döşemelere, döşeklere yaslanarak..." (Rahman, 54) ayeti
hakkında daha önce söylediğimiz her şey, bu ayet hakkında da söylenir.[147]
"Refref",
ya, iyice parladığında söylenilen, ekin
iyice parlayıp sarardı..." ifâdesinden gelmektedir. Böylece
bu, Cenâb-ı Hakk'ın,
''koyu yeşildirler..." (Rahman. 64) ifadesine uygun düşer. Buna göre,
kelâmın takdiri, "Onlar, güzel yeşilliklere, bahçelere ve güzel döşeklere
yaslanmışlardır" şeklinde olur. Yahutta ifâde"refrefetu'ttâiri"
"refrele", kuşun, havada, inmek istediği şeyin etrafında dönüp
dolaşmasıdır. Buna göre mana, "Onlar, yükseltilmiş halılar üzerinde
bulunurlar" şeklinde olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, 'Ve yükseltilmiş
döşeklerde..."(Vakıa,24) buyurmuştur. Ki, bu ifâde, "(O) iki
(cennet)ten başka iki cennet daha vardır..." (Rahman, 62) ayetinin
manasının, bu iki cennetin mekân bakımından onların altında olduğunu gösterir.
Çünkü, bunların yatakları yükseltilmiştir. Ayetteki, (yeşiller) kelimesi, cemidir. Binâenaleyh,
"refref" de çoğul olur. Çünkü bu. cins isimdir. Tekili ise, tıpkı
(Ebû Cehil karpuzu) kelimesinin şeklinde
çoğul yapılması gibi, iijij'dür, nin çoğul oluşu da bunu gösterir. Çünkü
Cenâb-ı Hak, buyurunca, bu, onların
refrefler üzerinde olduklarına delâlet etmiş olur.[148]
"el-furuş"
ile "er-refrefu" arasında ne fark vardır? Çünkü Cenâb-ı Hak, ifâdesinin delâlet ettiği şey ile yetinerek, (refârife) dememiş, fakat
yine aynı ifâdenin delâlet ettiği şey ile yetinmeyerek, buyurmuştur (yani, bu
kelimeyi çoğul getirmiştir). (Ne dersiniz)? Biz deriz ki, rubaî. dört harfli
bir kelimeyi çoğul yapmak, üçlü, sülasi bir kelimeyi çoğul yapmaktan daha
ağırdır. İşte bundan dolayı, rubailerin çoğulu için tek bir misâl gelirken,
sülasilerin çoğullarının misalleri ise pek çoktur. Zaten şeklinde de zaten okunmuştur.[149]
Biz,
"refref" kelimesinin yaygı, halı anlamına geldiğini söylersek, bunun
yeşil olduğunu belirtmenin faydası nedir? Çünkü, Cenâb-ı Hak, cennet
elbiselerini, yeşil olmakla nitelemiş ve "üzerinde ince ve kaim ipekten
yeşil elbiseler vardır"(insan, 21) buyurmuştur. Biz deriz ki, insanların
dünyada iken yeşil renge daha fazla temayülleri bulunmaktadır. Buna olan
temayülün sebebi ise şudur: Renklerin temeli addolunan renkler yedi tane olup,
bunlardan birisi "şeffaflık"tır. Şeffaf, gözün, cine nüfuz etmesine
mani olmayan ve ötesinin görülmesini engellemeyen renktir. Bu, meselâ, cam, saf
su, vs. gibidir. Bundan sonra beyaz, bunun peşinden san, kırmızı, yeşil, derken
mavi, ve nihayet siyah gelir. Halbuki bu görünen odur ki, asıl renkler, üçtür.
Bunlardan ikisi beyaz ve siyah olup, bunların arasında hayli mesafe olunmaktadır.
Beyaz ile siyah arasında ise, kırmtzı yer alır. Çünkü sıhhat, normal durumda
olmayınca, eğer bürudet mizacının fazlalığı sözkonusu ise yüzün rengi beyaza
çalar. Eğer hararet mizacının fazlalığı sözkonusu ise renk siyaha çalar. Ancak
-e var ki, bu üçten (siyah-beyaz-kırmızı) diğer renkler de elde edilir. Bu
sebeple beyaz Kırmızıyla karışınca, sarı renk elde edilir. Bunun delili; meselâ
bütün kan ve diğer kırmızı şeylerle karıştınlrnasıdır. Beyaz, siyah ile
karıştırıldığında ise, mavi renk elde edilir. Bunun böyle oluşunun delili ise,
yanmış kirecin kömürle karıştın I maşıdır. Kırmızı siyahla karıştırıldığında
da, yine mavi renk elde edilir. Ancak ne var ki, bu renk, siyaha daha
meyyaldir. San renk mavi ile karıştırıldığında, sarı ve maviden, yeşil elde
edilmiş otur. Böylece sarı rengin beyazdan; kırmızı ve mavi rengin beyazdan,
siyahtan, kırmızıdan ve siyahdan elde edildiği anlaşılmış olur. Binâenaleyh
yeşil de, üç temel renk mevcut demektir. Bu sebeple, yeşil, üç temel rengi
ihtiva ettiği için, insan ona doğru meyleder. Ama bu, cidden uzak bir
ihtimaldir.[150]
Doğruya en yakın olanı
ise şudur: Beyaz, bakışı ayırır, keser. İşte bundan dolay insan, meselâ yeryüzü
karla örtülü olduğu zaman, o devamlı ona bakamaz. Ç bu, gözü kamaştırır.
Halbuki, siyah şeylere bakmak ise, bakışı kendine toplar. Bunda» dolayı insan
bu renge ve meselâ kan gibi kırmızı renge bakmaktan hoşlanmaz. Ama. yeşilde, üç
şey birarada bulununca, bir şeylerden bir kısmı, diğerinin vereceği eziyyeft
bertaraf eder. İnsanın bedenindeki eşyanın karışımı olan bir renk olur ki,
bunlar O£ kırmızı, beyaz, sarı ve siyahtır. Dünyada iken insanın yeşile olan
meyli söz konus-olunca, Allah Teâlâ, ahirettekini de, kişinin dünyadaki zevkine
göre zikretmiştir.[151]
"Abkariyy",
"Abkar'a mensub" manasına olup, "Abkar da arablarca, cinlerin
yerlerinden bir yerdir. Binâenaleyh çok güzel dokunmuş kumaşa, çok güzel
olduğunu iface etmek için "abkarî" derler ki "bu sanki insan
mamı ü değil"miş gibi... Bu kelime, elbise (kumaş) dışında başka eşya için
de kullanılr Nitekim Arapça'da mesela çok enteresan bir iş yapan kimseye,
"Bu, abkarî, ya" o beldeden" denilir. Hz. Peygamber (s.a.s) de,
gördüğü rüyada, "onun yaptığı işi yapabilecek mahir, bir kişi
görmedim" demiştir. Cenâb-ı Hak kelimeyi cins İsmi olarak kullanıp, cemî
olarak zikretmemiştir. Ama bu kelimeyi, cemî olan kelimelerin tavsif edildiği
gibi, cemî olan "hisân" kelimesiyle tavsif etmiştir. Çünkü daha önce,
rubâî kelimelerin cemî yapılmalarının bir tür ağırlık arzettiğini söylemiştik. Kelimeyi şeklinde okuyan, bunu yerine koymuş olur.
Eğer o, bunun cemî olduğunu iddia ediyorsa, bu bir yanlış zandır. Yok eğer
önce. "abkari"yi cemî yapmış, sonra da sonuna nisbet
"yâ"sınt getirmiş ise, edebiyatçıların yaptığının aksini yapmış olur.
Çünkü edebiyatçılar (edibler), cemilere nisbet (yâ)sını getirmek
istediklerinde, o cemîyi müfrede çevirip, sonra bunu eklerler. Fakat böyle
okuyan kimse, önce kelimenin müfredini, külfete girerek cemî yapmış, sonra
nisbet yâ'sını eklemiştir. Külfete girdiğini söyledik, çünkü dünyada Araplar
nezdinde her belde "Abkâr" değildir. Dolayısıyla bu kelime cemîlenip,
"abâkır" denilmez. Binâenaleyh bu, cemîsi yapılmayacak bir şeyde,
cemî yapma külfetine girip, onun sonuna nisbet yâ'sını getirmektir. Halbuki
edibler, cemî ile nisbet yâ'sını birarada kullanmamak için, nisbet yâ'sı
getirilecek yerde, kelimeyi cemî olarak kullanmaktan hoşlanmazlar.[152]
"Azamet, saltanat
ve ikram sahibi Rabbinin adı ne yücedir" (Rahman, 78).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:[153]
Bu, ayetin kendinden
öncekilerle münasebeti hususunda olup, bu hususta şu izahlar yapılmıştır:
1) Allah
Teâlâ, dünya nimetlerini anlatışını, "Azamet ve ikram sahibi olan Rabbinin
zat bakî kalacaktır" (Rahman, 27) ayeti ile bitirince, zatı gereği bakî ve
devamlı olanın ancak Allah Teâlâ olduğuna, dünyanın fâni olduğuna, ahiretin
ise, hernekadar bakî ise de, bakî oluşunun ancak kendisinin bakî kılmasıyla
olduğuna bir işaret olsun diye, ahiret nimetlerini anlatışını da, "Azamet,
saltanat ve ikram sahibi Rabbinin adı ne yücedir" buyurarak bitirmiştir.
2) Allah
Teâlâ, bu sûrelerin hepsinin sonlarında, kendi isminden bahsetmiş ve mesela,
bundan önceki sûrenin sonunda, "Muktedir bir melek katında..."(Kamer,
55) buyurmuştur. Kulun, Allah katında oluşu, nimetlerin en ilerilerinden olduğu
gibi, Cenâb-ı Hak burada da, cennetlerden ve cennetlerdeki nimetlerden
bahsettikten sonra, katındaki nimetlerin en tamının ve lezzetlerin en
mükemmelinin, zikrullah olduğuna işaret etmek için de, "Azamet, saltanat ve
ikram sahibi Rabbinin adı ne yücedir" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, bundan
sonraki, Vakıa Sûresi'nin sonlarında da, "Artık rahatlık, güzel rızık ve
natm cenneti (onundur)"(Vakıa, 89) buyurmuş, en sonunda İse, "Haydi
Yüce Rabbinin adını teşbih et" (Vakıa, 96) buyurmuştur.
3) Allah
Teâlâ, cennetteki bütün lezzetleri sayıp, lezzetlerin en ileri çeşitlerinden
olan, "dinleme" ile ilgili lezzeti (nimeti) zikretmeyince, adetâ
"Yeşil yastıklara ve güzel döşemelere yaslanarak, Allah'ın zikrini
dinlerler" buyurmşutur.[154]
"Tebareke"
kelimesi, "bereket" kökündendir. "Bereket", devam ve sebat
etme manasınadır. (deveyi çöktürmek, sebat ettirmek) ve ifâdeleri de bundandır.
Çünkü su, blrkede (havuzda) hep bulunur, hep akar. Tebareke ile ilgili birkaç
izah bulunmaktadır:
1) Bu,
"O'nun ismi devamlı ve sabit oldu" demektir.
2)
"O'nun katında hayırlar devamlı oldu" demektir. Çünkü bereket,
hernekadar, "sebat" manasına ise de, bu hayırlar için de kullanılır.
3) Bu,
"Mekânca değil de, şan ve şerefçe yücedir" demektir.[155]
Allah Teâlâ, dünya
nimetlerini sayıp bitirdikten sonra, "Rabbinin zâtı baki kalacaktır"
buyururken, ahiret nimetlerini sayıp bitirdikten sonra da, "Rabbinin adı
ne yücedir" buyurmuştur. Çünkü dünya nimetlerini sayıp döktükten sonra, bütün
mümkinâtın (mahlûkatın) fânî olduğuna, zatları gereği yok olacaklarına,
Allah'ın yüce isminin İse, zikredenlere fayda vereceğine, dünyada, Allah'ı
alabildiğine birleyen zâkirlerin kalmayacağına işaret etmek gerekmiştir. İşte
bu sebeple Hak Teâlâ, "Rabbinin zatı bakî kalacaktır" buyurmuştur.
Burada ise, cennet ehlinin ebediliğinin, Allah'ın bırakmasıyla olduğuna,
cennetliklerin hep Allah'ın ismini anacaklarına ve bunca zevk duyacaklarına
işaret etmek gerekmiştir. İşte bu sebeple de, "Rabbinin adı ne yücedir"
buyurmuştur ki bu, "O günde, Allah'ın isminden başka, dillerde kimsenr
adı-şanı kalmayacak ve hiç kimsenin, hiç kimse nezdinde, isminin anılmasına
ihtiyaç kalmayacak, hiç kimseden de korku duymayacaktır. Binâenaleyh eğer
onlar, birbirlerini zikredecek anacak iseler, Allah'ın ismi ile
zikirleşirler" demektir.[156]
Ayette,
"isim" kelimesinin yer alışının, aslında manada tesiri yoktur. Yahut
da, "Bu kelime, "Tebâreke" fiilinin
kendisinden ötürü
zikredildiği temel unsurdur (yani onur failidir)" (dersek, ne dersiniz)?
Deriz ki: Bu hususta şu k izah yapılabilir:
1) Meşhur
olan görüşe göre, tıpkı, "Rabbinin zâtı (vechi) bakî kalacaktır'
ayetindeki "vech" gibi, bu "isim" kelimesinin de manada bir
tesiri yoktur. BöyJe oluşunun delili ise, Hak Teâlâ'nın başka bir ayette
mesela, "Yaratıcıların en güzel: ne yücedir!" (Mü'minûn, 14) ve
"Mülk elinde bulunan O Zât ne yücedir!" (Mûlk, 1) buyurması ile
"tebâreke" (yüce oldu) lafzının bu şekilde kullanıldığı, diğer bütün
ayetlerdir.
2) Mübarek
olan yüce olan, bizzat Allah'ın ismidir. Bunda beliğ (ince) bir manaya işaret
vardır. Çünkü meselâ "yüce oldu" manasında "tebâreke"
dediğimizde, "şimdi ismi böyle olan zatın bizzat kendisi ya nice yüce
olur" demiş oluruz. Bu böyledir. Çünkü mesela, padişahın ismi-şanı yüce
olduğunda, ismi ancak saygı ile anılır. Sonra da onu gıyabında anan, bizzat
onun yanına vardığında, saygısı daha da artar. Çünkü isme karşı duyulan o
saygıdan dolayı ismi duyan kimse ayağa kalkar. Bu tıpkı, padişahların Örfünde
olduğu gibidir. Çünkü melikler mektuplarında, büyük bir sultanın adını
okuduklarında, onun ismini duyunca ayağa kalkarlar. Sonra faraza o sultanın
bizzat kendisi, mektubunun gittiği yere gelecek olsa, insanlar onu karşılarlar,
huzurunda yerlere kapanırlar. İşte bu, ismin yüceliğinin, müsemmâda (ismin
sahibinde) daha fazla bir yüceliğe delâlet ettiğinin apaçık delilidir. Ama biz
"tebâreke"nin, "katındaki hayırlar devamlıdır" manasında
oluduğunu söylersek, bu, Allah'ın isminin zikredilmesinin, serleri giderdiğine,
şeytanları kaçırttığına, hayırları artırdığına ve mutlulukları celbettiğine bir
işaret olur. Yok eğer bu kelimenin, "Allah'ın ismi devamlıdır"
manasında olduğunu söylersek, bu biraz önce de söylediğimiz gibi, zahirlerin,
cennette de zikre devam edeceklerine bir işaret olur.[157]
Bu
ayette meşhur kıraat şeklindedir. 27.
Ayette ise şeklindeki kıraat meşhurdur.
Çünkü "celâl" (yücelik ve azamet), ancak Rab" için olur.
"İsim" ise, müsemmâdan (isim sahibinden) başka birşeydtr.
"Rabbin vechi" ifadesinde ise, "Rab" de "vech" de,
ikisi birden o Zâtı ifade eder. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak o ayette
"vechi"ni, "zü'l-celâl" diyerek tavsif etti (dolayısıyla
vech gibi merfu oldu). Burada ise (mecrur olan) "Rab" kelimesine
"zl'l-celâli" sıfat olarak getirdi (mecbur kıldı). Eğer Cenâb-ı Hak,
"Rab bakî kalacaktır" demiş olsaydı, Rab olarak bakî kalınca, o
zamanda onun merbûbları da (kulları da) bulunması gerekirdi. Ama "Rabbin
vechi (yüzü - zatı) bakî kalacaktır" buyurunca bu söz, mevbûbu unutturdu.
Dolayısıyla Hakk'ın bakî kalacağı kesin kes ifade edilmiş oldu. Derken
"vech"i, işte böyle bir inceliği göstersin diye kullandı. Allah en
iyi bilendir. Hamd, âlemlerin Rabbine, salat-u selam da, efendimiz Hz. Muhammed
(s.a.s)'e. âline ve ashabına olsun. (Amin).[158]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/59.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/61.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/62-64.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 21/64.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/64-65.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/65.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/65.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/65-66.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/66.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/66.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/66-67.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/67.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/67-69.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/69.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/70.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/71-72.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/72.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/72.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/72-73.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/73.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/73.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/74.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/74.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/74-75.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/75-76.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/76-77.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/77-78.
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/78.
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/78-79.
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/79.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/79-80.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/80-81.
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/81.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/82.
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/82.
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/82-83.
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/83-84.
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/84.
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/85.
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 21/85-86.
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/86-87.
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/87.
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/87-88.
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/88.
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/88-89.
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/89-90.
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/90.
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/90-91.
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/91.
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/91.
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/92.
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/92-93.
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/93.
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/93.
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/93-94.
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/94-95.
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/95.
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/95-96.
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/96-97.
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/97.
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/98.
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/98.
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/98-99.
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/99.
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/99-100.
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/100.
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/100-101.
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/101.
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/101-102.
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/102.
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/102-103.
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/103-104.
[73] Buhari, iman 17.
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/104.
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/105.
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/105-106.
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/106-107.
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/107-108.
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/108-109.
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/109-111.
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/111-112.
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/112.
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/112.
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/112-113.
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/113.
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/113.
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/113.-114.
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/114.
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/114.
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/114-115.
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/115-116.
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/116-117.
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/117.
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/117-118.
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/118-119.
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/119.
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/119-120.
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/120.
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/120-121.
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/121-122.
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/121.
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/121.
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/122-123.
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/123-124.
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/124.
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/124-125.
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/125-127.
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/127.
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/127-128.
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/128.
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/129.
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/129.
[113] Cemlu's-Sağir, 2/4.
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/129-132.
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/132-133.
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/133-134.
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/134.
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/134-135.
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/135.
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/135.
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/135-136.
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/136.
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/136-137.
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/137.
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/137.
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/137-138.
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/138.
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/138-139.
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/139.
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/139-141.
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/141-142.
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/142.
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/142-143.
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/143.
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/143.
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/143-144.
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/144.
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/145-146.
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/146.
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/147.
[141] Ibn Mâca Fiten, 8 (2/1303); Müsned, 4/278.
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/148-149.
[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/149-150.
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/150.
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/150-151.
[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/151.
[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/151-152.
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/152-153.
[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/153.
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/153.
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/154.
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/154.
[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/154-155.
[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/155.
[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/155.
[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/155-156.
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/156.
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/156-157.