VAKIA SÜRESİ 2

Meal 2

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 2

Sağın Ve Solün Adamları 2

Meal 3

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 4

Baliğ Olmazdan Önce Ölen Kâfir Çocuklarının Durumu. 4

Meal 6

Dirayet Vb Rivayet Tefsiri 6

Yıldızların Mevkileri 7

Meal 7

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 8

Kur'an Abdestsiz Ellenir Mi?. 8

Îbnul-Kayyım'ın Kur'an Asdestsîz Ellenmez Meselesi Hakkındaki Görüşü. 9

Mukarribler Kimlerdir?. 11


VAKIA SÜRESİ

 

Meal

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

1- o vakıa  (kıyamet)  vuku bulduğu zaman.

2- Onun vukuunu yalanlayacak hiçkimse yoktur.

3- O alçaltıcı ve yükselticidir.

4- Yer şiddetle sarsıldığı zaman.

5- Dağlar paramparça oldukları zaman.

6- Ve dağlar dağılıp toz haline geldiği zaman.

7- Ve sizler de üç sınıf olduğunuz zaman.

8- İşte sağın adamları  (amel defterleri sağ eline verilen­ler)! Ne sağ adamlar (Ne mutlu onlara!)

9- İşte solun adamları  (amelleri sol ellerine verilen kim­seler) Hem de ne sol adamları (Ne yazık onlara!)

10- Önde olanlar (kıyamette de)  öndedirler!

11- İşte onlar en çok yaklaştırılanlar,

12- Nimet cennetle rinde d iri er.

13- Çoğu, Öncekilerden.

14- Biraz da sonrakilerden.

15- Altından  işlemeli  tahtlar üzeri erindedirler.

16- Karşılıklı onlara kurulmuş oldukları halde! [1]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

Mekke Dönemi'nde nazil olmuştur; 96 ayettir.

(1-16) «O vakıa (Kıyamet) vuku bulduğu zaman...»Bu Ayetlerin Tefsiri

Bu sure Hasan, İkrime, Cabir ve Ata'nın görüşüne göre Mek-ki'dir. İbn Abbas ve Katade «Ancak 81 ve 82. ayetler Medine'de nazil olmuştur» demiştir. Kelbi «Sure Mekki'dir, ancak dört ayet müstesnadır. 81 ve 82. ayetler Mekke seferinde nazil olmuştur. 39 ve 40. ayetler de Mekke'den Medine'ye gelindiğinde, seferde nazil olmuştur» der.

Bu Surenin ayetleri Hicaz ve Şamlıların sayımına göre 99'dur. Basralılara göre 97, Kûfelüerin sayımına göre ise 96 ayettir. Keli­meleri 398, harfleri 1703'tür.

«ELVakıa» Kıyamet'in ismidir. İbn Abbas «Kıyamet'in isim-lerindendir» demiştir. Kıyamet'e vakıa denilmesi kıyamette kesin­likle meydana gelecek hadiselerin gelmiş gibi addedilmesi nedeniy­ledir.

Dahhak «ELVakıa sayha manasınadır. Bu sura üfürülmektir» demiştir.

«İza» edatı zarftır, bunda şart mânâsı yoktur. Amili mukad­derdir. Yani hatırlat kıyametin koptuğu zamanı! Veya «îza» edatı şart mânâsını taşır. O zaman da cevap mukadder olur. Yani kıya-met koptuğu zaman şöyle şöyle olacaktır.

Metindeki «Kazibetun» kelimesi bir nefsin sıfatı olur. Yani kıyamet koptuğu zaman onun kopmasını yalanlayan herhangi bir nefis düşünülemez. Yani: herkes onun koptuğuna iman etmekte­dir.

«O alçaltıctdır, yükselticidir)); yani bir grup inşam alçaltır, bir grubu da yükseltir. Bu cümle kıyametin korkunçluğunu sergile­mektedir. Zira çok büyük olan hadiselerin durumu budur. Bazı kimseleri alçaltır, bazılarım da yükseltir. Devletler arasındaki sa­vaşlarda bu husus pek yaygın bir şekilde görülmektedir. Azizler zelil, zeliller aziz olabilir.

4. ayet yerküresinin şiddetli bir şekilde sarsılacağını, zelzele­ler meydana geleceğini ifade ediyor. Bu zelzeleler neticesinde yer­yüzünde ne bir bina ne de bir bağ kalmayacaktır.

İbn Abbas «Busset fiili parçalanıp ufalmak, dağılmak mânâ­sını ifade eder» demişlerdir.

«Hebaen» toz demektir. «Munbessen» parçalanıp ayrılmak de­mektir. Çoğu müfessir «Burada mutlak olarak toz kastedilmiştir» diyor. îbn Abbas «Güneş bir pencereden içeri girdiğinde görülen zerrecikler demektir» dedi.

«Sizler de sınıflar haline geleceksiniz». Yedinci ayetin başın-daki hitap Kur'an'm inişi anındaki ümmet ile ondan önceki üm­metleredir. Bazıları «Sadece iniş anındaki ümmetlere hitaptır» de­mişlerdir. Ve «Kane» fiili de burada sare mânâsını ifade eder. Ya­ni siz üç sınıf olduğunuz zaman demektir. [2]

 

Sağın Ve Solün Adamları

 

«Sağın adaifdarunûsii yüksek derece sahibi kimseler kaste­dilmektedir. «Solun adamları»nö.an ise alçak mertebe sahibi olan kimseler kastedilmektedir.

Bazı müfessirler «Amel defterleri sağ eline verilen kimseler sağın adamları, amel defteri sol eline verilenler de solun adamları­dır» demişlerdir. Bazılraı da «Tutulup sağ taraftan cennete götü­rülenler sağın adamları, sol taraftan cehenneme götürülenler de solun adamlarıdır» demişlerdir.

11. ayetin başındaki «Vets.sabikuneIs-Sabikune» üç sınıfın üçüncüsünü teşkil etmektedirler. Sabıklar'ın, sınıfların en yüce­si olmalarına rağmen en son zikredilmesi onların medhu sena eden ayetlerle bitişik olmalarından ileri gelmektedir. Bu sınıfın tayininde ihtilâf edilmiştir. Bazıları «Hakkın belirdiği anda iman ve taate tereddüd etmeksizin sebkat edenler kastedilmektedir» de­miştir. Bu, İkrime ve Mukatü'in görüşüdür. İbn Merduveyh, İbn Abbas'tan «Bu ayet Firavun âlinden iman eden Haskü, Habibi Neccar ve Hz. Ali hakkında gelmiştir. Bunların her biri kendi üm­metlerinin sabıkıdır. Ali onların en üstünüdür» demiştir. Bazıları «Bunlardan maksat, yakini ilimlerde, imandan sonra gelen takva mertebelerinde sebkat eden kimselerdir» derken bazı kimseler de «Bunlardan peygamberler kastedilmektedir» demiştir. Çünkü on-lann din sahiplerinin öncüleri olduğu söylenmiştir. îbn Şirin «Bunlar iki kıbleye yönelip namaz kılan sahabilerdir» demiştir. îbn Abbas «Bunlar «İlk hicret eden müslümanlardır» der.

îbn Kisan'a göre Sabikun, Allah'ın davetine herkesten önce icabet eden kimselerdir. Bazı müfessirler İbn Kisan'm bu yoru-munu tercih etmişlerdir. Çünkü hemen hemen diğer yorumların hepsi bu yoruma dahil edilmiştir. Diğer yorumlar ise temsil kabı-İmdendir.

Es-Sabikune kelimesi mübteda, ikinci es-Sabikune de haber­dir. Yani Allah'ın rahmetine veya hayra koşanlar cennete koşan­ların ta kendileridirler.

Mukarrabin'den maksat Allah katında yüce paya sahip olan kimselerdir. Veya dereceleri arşı azime yaklaşan kimselerdir.

«Sulle» kelimesi meşhur tefsire göre fertleri ister çok isterse az olsun cemaat demektir. Zemahşeri «Bu kelime birçok kimseden meydana gelen bir cemaat için kullanılır» demiş ve buna dair bir şiir delil getirmiştir. Cenab-i Hak'km bu tabirden sonra «Ahirin­den daha az» tabirini kullanması da bunun çokluk mânâsına de­lâlet ettiğini ifade eder.

«Evvelin»   (Öndekiler)'den   maksat   Hz. Adem'den   Hz. Mu-hamed'e kadar gelen insanlardır. «Ahirin»den maksat ta Basül-i Ekrem'den başlayıp kıyamete kadar gelenlerdir. Rasûl-ü Ekrem'in «Benim ümmetim diğer ümmetlerden daha fazladır» şeklindeki hadisi bu yoruma ters düşmez. Çünkü   geçmiş   ümmetlerin sa­bıklarının daha fazla olması bu ümmetin sabık olmayanlarının di­ğer ümmetlerden daha fazla olmasına ters düşmemektedir.

«Mevdune» kelimesi işlenmiş, örülmüş demektir. Ibn Cerir'in tbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre altınla örülmüş, İkrime'den gelen rivayete göre de inciler ve yakutlarla işlenmiş tahtlar de­mektir.

16. ayet, ehli cennetin güzel muaşeretini, ahlaklarının temiz­liğini, adaba riayet ettiklerini, iç âlemlerinin tertemiz olduğunu sergileyen bir ayeti celiledir. [3]

 

Meal

 

17 - Çevrelerinde tazelikleri  sonsuzlaştınlmiş   gençler (per­vane gibi) dönüp dolaşırlar.

18- Bir kaynaktan   (doldurulmuş)   testiler, ibrikler ve ka­dehleri (onlara sunarlar).

19- Bu içkide ne baş ağrısı ne de sarhoşluk vardır!

20- Seçtikleri meyveler,

21- Canlanılın çektiği kuş etleri,

22/23 - (sedeflerde) saklı bulunan inci gibi iri gözlü huriler!

24- (Bütün bunlar) işlediklerine karşılık onlara (verilir).

25- Orada hiçbir mânâsız söz duymayacaklardır. Günahla­ra sokacak söz de (işitmeyeceklerdir).

26- Ancak bir söz vardır. O da: «Selâm, selâm!»

27- Sağın adamları!.. Nedir o sağın adanılan?

28- Dikensiz kirazlar,

29- Kökünden tepesine kadar meyve dizili muzlar,

30- Uzamış gölgeleri,

31- Fışkıran sular,

32- Pek çok meyve arasında,

33- Tükenmeyen ve yasaklanmayan,

34- Ve yükseltilmiş döşekler üstündedirler.

35- Şüphesiz ki biz hurileri yepyeni bir yaratılışla yarattık.

36- Ve onları bakireler kıldık.

37- Eşlerine düşkün ve yaşıttırlar.

38- (Bu huriler) sağın adamları içindir.

39- (Onların) bir çoğu Önceki ümmetlerdendir.

40- Bir çoğu da sonrakilerden.

41- Solun adamları! Nedir o solun ad a m lan?

42- Delikçiklere işleyen bir ateş ve kaynayan suyun içinde.

43- Kara dumandan bir gölge altındadırlar.

44- O gölge ne serindir ne de uyumlu.

45- Kuşkusuz ki onlar bundan önce zevklerine düşkün idiler.

46 - Büyük günah işlemekte direnir dururlardı.

47- Ve diyorlardı ki: «Biz öldükten, toprak ve kemik yığını olduktan sonra, biz mi bir daha diriltileceğiz?»

48- «Daha önceki atalarımız da mı (dirileceklerdir?)»

49- (Ey Rasûlüm!) De ki: «Hem Öncekiler hem de sonraki­ler».

50- «Belli bir günün belli bir vaktinde mutlaka toplana­caklardır».[4]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(17-50)   «Çevrelerinde tazelikleri...» Bu Ayetlerin Tefsiri [5]

 

Baliğ Olmazdan Önce Ölen Kâfir Çocuklarının Durumu

 

«Vildan» kelimesi veledin çoğuludur. Yani ebediyyen çocuk­luk yaşında kalacak çocuklar ehli cennete hizmet ederler, onların etrafında dönerler. Bu hizmeti yapan çocuklar daima aynı vasıfta olacaklardır. Yoksa ölümsüzlük bütün cennet ve de cehennem ehlinin bir özelliğidir. Bu çocuklar dünya ehlinin henüz küçükken ölen çocuklarıdır. Onların hasenatlraı yoktur ki sevap görsünler seyyinatlraı yoktur ki ceza görsünler. Bu yorum Hz. Ali ile Hasan Basri'den gelmektedir. Rasûl-ü Ekrem «Kâfirlerin çocukları cennet ehlinin hizmetkârlarıdır» demiştir. Et-Tayyibi «Bu hadis sahih de. ğildir. Aksine onu reddeden şu gelecek hadis daha sahihtir» demiş­tir:

Buharı, Ebu Davud ve Nesei, Aişe validemizden şöyle rivayet ediyorlar: «Bir çocuk vefat etmişti. Ben de 'cennet onun olsun. O, cennet kuşlarından bir kuştur' dedim, Rasûl-ü Ekrem: «Sen bil­mez misizin, Cenab-ı Hak cenneti ve cehennemi halketti. Cennet için bir ehil, cehennem için de bir ehil halketti» buyurdu.

Bazı   alimler  «Müşrik çocukları haşre geldikten sonra diğer hayvanlar gibi toprak olup gideceklerdir» demişlerdir. EI-Keşf te bu husustaki hadisler birbirleriyle ters düşmektedirler. Görüşler de böyledir. Bu zanni bir meseledir. İlim ise Allah katındadir. Ce-nab-ı Hak daha iyi bilir. [6]

Ekseriyete göre kâfirlerin küçükken ölen çocukları cennete gireceklerdir. Bu ise Allah'ın lütuf ve rahmetinin bir tecellisidir.

«Ekvab», Kub'un çoğuludur, kulpsuz ve burunsuz bardaklara denir. «Ebarik» ibriğin çoğuludur. «Mâîn» akan şarap nehri de­mektir. Onlar bu içkiyi içtikleri için başağnsı duymazlar. Veya lezzetleri onlardan zail olmaz.

«Akıllan gitmez»; yani sarhoş olmazlar!

18'den 21'e kadar olan ayetlerden anlaşıldığına göre bahsi ge­çen gençler bütün bu nimetleri cennet ehline dağıtırlar. Bu, daha önce de bahsettiğimiz gibi, cennet meyveleri hakkında gelen riva­yetlerle çatışırsa da tek oldukları zaman cennet meyveleri onlara yaklaşır, kendileri koparıp yerler. Fakat toplantı halinde, ikram etmek veya muhabbetlerin artması, tazim ve hürmet yapılması için bir araya geldiklerinde vildan denilen o genç hizmetçiler bunları kendilerine taşırlar.

24. ayet bütün bu nimetlerin sebebinin cennet ehlinin dünyada işledikleri salih ameller olduğunu ifade etmektedir. Orada mânâ­sız bir kelâm dinlemezler, günahı gerektiren bir söz de işitmezler.

îbn Abbas ayeti «Günahı gerektiren söz dinlemezler yani ya­lan söylemezler» şeklinde tefsir etmiştir.

Ancak bir kelâm işitirler. O da «selâm, selâm}) kelimeleridir.     

Yani onlar orada mânâsız kelâm işitmezler, ancak selâmı işitir­ler. «Selâm» kelimesi «kıylen» kelimesine bedeldir. İkinci «selâm» kelimesi ise birincisinin tenkididir. Yani onlar orada selâmdan baş­ka mânâsız hiçbir söz işitmezler.

Zeccac «Selâm kelimesi 'kıylen' kelimesinin sıfatıdır. Yani o söz bu eksikliklerden, ayıplardan halidir» demiştir.

28. ayet Ashab-i Yemin'in durumunu açıklayıcı bir ayettir. As-hab-ı yemin mübtedadır ve «Ma Ashab'ulYemin» cümlesi de isti*, nafi bir cümledir!

«Sidr» nebuk ağacıdır. «Mahdud» onun sıfatıdır Yani diken­leri kesilmiş demektir.

«TaXh» muz ağacı demektir. Bunu Abdurrezzak. Hz. Ali'den başka bir grup da îbn Abbas'tan rivayet ediyor. İbn'ul-Munzir de Ebu Hureyre ve Ebu Said el Hudri'den rivayet etmiştir.

Abd bin Humeyd, Hasan Basri, Mücahid ve Katade'den bu ağacın muz olmadığını rivayet ediyor. Fakat gölgesi serin ve nem­li bir ağaçtır. Süddi «Cennetteki talh ağacı dünyadaki talh ağacına benzer. Fakat onun baldan daha tatlı bir meyvesi vardır/ Bazıları «Talh ummüğılan denilen dikenli bir ağaçtır. Fakat cennetteki bu ağacın birçok çiçekleri vardır ve kokusu çok güzeldir» demişler­dir.

Yayılmış gölge'den maksat hiçbir zaman çekilmeyen, fazlalık veya azlık meydana sergilemeyen bir gölgedir. Tıpkı fecrin doğu­şu ile güneşin doğuşu arasındaki gölgelik gibi.

Rivayetlerin zahiri bu gölgenin, ağaçların gölgesi olmasını ik­tiza etmektedir. İmam Ahmed, Buhari ve Müslim, Ebu Hureyre' den şöyle rivayet ediyorlar: «Cennet'te bir ağaç vardır Jd bir süvari onun gölgesinde yüz sene seyredebilir,   yine de   sonuna va­ramaz. İsterseniz 'uzatılmış bir gölge' mealindeki ayeti okuyun».

îmam Ahmed, Buhari, Müslim ve Tirmizi, Ebu Said'den şöy-le rivayet ederler: «Cennette bir ağaç vardır. Süvari onun gölge­sinde yüz sene at sürer, yine de sonuna varamaz. İşte o seril­miş gölgedir.»

«Fışkıran su»dan maksat arksız olarak akıp giden sulardır. Cenab-ı Hak bu vasıflan zikretti. Çünkü müminlerin çoğu bede­vi olduklarından dolayı bunu istiyorlardı.

«Yükseltilmiş döşekler»den maksat, tahtlar üzerinde serilmiş döşeklerdir. Bazı müfessirler «Kıymetleri yüksektir» demiştir. Buradaki yükseklik, manevi yükseklik mânâsındadır.

Ebu Ubeyde «Yüksek döşeklerden maksat kadınlardır. Zira kadına yaygı ve döşek denilebilir. Nitekim kadına elbise denildiği gibi. Onların yüksekliği mertebe ve menzillerindeki yüksekliktir» der. «Biz o kadınları yeniden inşa ettik» ayeti de bunu destekle­mektedir. «Kadınların inşa edilmesinden maksat, onları doğum-suz hazırladık demektir. Zira bahsi geçen kadınlardan maksat dünyadaki kadınlardır.

İbn Cerir ve Tirmizi Şemail'inde Hasan Basri'den rivayet edi­yor: Bir ihtiyar kadın Rasûlullah'a gelerek: «Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'a yalvar ki beni cennete götürsün» der. Hz. Peygamber: «Ey falanın annesi! Cennete kesinlikle ihtiyar kadınlar girmez» bu­yurdu. Kadın ağlayarak dönüp gitti. Hz. Peygamber: «Ona söyle­yin . ki, sen cennete ihtiyar olarak girmezsin demektir. Zira Ce-nab.ı Hak «Biz onları yeniden inşa ettik» buyurmuştur» der.

Ebu Hayyan «Zahire göre inşa burada daha önce yaradürmş kadınların inşasıdır ki bunlar da cennet hurileridir» demiştir.

Buna göre ayetin mânâsı «Biz yepyeni bir başlangıçla onları varettik» demek olur. «Biz onları bakire kıldık» cümlesi de bunun |     tefsiridir.

Hadiste «Cennet ehli hanvmlarıyla cinsi ilişki kurduktan son­ra onlar yeniden bakire olurlar» denilmektedir. Bunu Tabarani Mu'ce'mu's-Sağir'inde, Bezzar da Ebu Said'den merfu Olarak nak­letmektedir.

«Uruben» kelimesi «Kocalarının hoşuna gider, kocaları katın-II     da sevimlidirler» demektir.

Seleften gelen başka bir yoruma göre «cilvelidirler» demektir. 'M Kadının cilveli olması kocasının katında sevilmesinin en ince sebe bidir!

«Etrab» kelimesinden maksat aynı yaştadırlar demektir. Yani || bu hususta müsavidirler. Bunu Enes, îbn Abbas, Mücahid ve Ha­san Basri rivayet etmiştir. İkrime ve Katade de «Onlar o kadar birbirlerine benzerler ki sanki aynı göğsün kaburgaları gibi eşit­tirler» der. Veya sanki hepsi birden dünyaya gelmişlerdir, otuzüç yaşında olurlar, kocaları da öyle.

«Onlar evvelinden büyük bir cemaatdir. Ahirinden de büyük bir cemaattir».

Evvelin ve ahirinden maksat, hem bu ümmetin hem de diğer ümmetlerin daha önce geçenleriyle daha sonra geçenleridir.

«Semum» zehirin tesir ettiği gibi tesir eden hararetli rüzgâr demektir. Zemahşeri Keşşafta «Mesamelere kadar giren ateş ha­raretidir» der ve «semum» lfifzındakî tenvin de tazimi, korkunç­luğu ifade eder. Hamim'den maksat çok hararetli su demektir.

«Yahmum»âan maksat simsiyah duman demektir. Bu yorum İbn Abbas'tan gelmiştir. Ebu Malik ve İbn Zeyd'de ona katılmış­tır. İbn Kisan «Yahmum cehennemin adlarından biridir. Çünkü o simsiyahtır» der. îbn Bureyde ve İbn Zeyd «Ateşte bir dağın ismi­dir. Simsiyahtır. Ateş ehli ona kaçarlar. Sonunda doruk noktasına çıkarlar. Onu en şiddetli azap olarak görürler. Ne serindir, ne ke­rim. Yani gölgelik diğer gölgelikler gibi kendisine sığınanlara ne serinlik, ne de yarar sağlar.

45. ayet onların uğradıkları felaketin sebeplerini zikretmek­tedir.

«Mutrif» terkedilmiş, dilediğini yapan ve önüne bir engel çık­mayan kimse demektir. Ayetin mânâsı şudur: Onlar zikredilen azaplara çarptırılırlar. Çünkü onlar bu azaplar daha gelmezden önce, dünyadayken neva ve heveslerine tabi oldular. Kendilerini engelleyecek hiçbir haleti ruhiye de yoktu.

Bazıları «Mutrif'ten maksat, hakkı kabul etmekten kaçan, hak­ka boyun eğmeyen asi ve müstekbir kimse demektir» den" ;şlerdir. Onlar bu azaplara müstahak oldular; çünkü onlar dünyada kendi­lerine Allah'tan geleni kabul etmekten kaçınır, Allah'a ve Allah'tan gelene iman etmezler.

Bazıları «Mutrif, zenginliğinden dolayı aşın giden kişidir» şeklinde tarif etmiştir. Ebussuud Efendi'nin «Onlar dünyada iken çeşitli nimetlere mazhar olmuş, güzel meskenlerde oturan, kerim makamlara sahip ve aynı zamanda şehvetlere dalmış kim­selerdir. Kesinlikle onlar bunların tam tersiyle azap göreceklerdir» yorumu da bu görüşten ileri geliyor. Fakat Ebussuud Efendi'nin bu yorumuna «Şimal ehlinin çoğu mutrif değildir. Saldırganlıkla­rı zenginlikten ötürü değildir. Öyleyse hepsi bu mutriflik lâfzından dolayı azaba duçar olmuşlardır, denilemez» şeklinde itiraz edil­miştir.

«Yusirrune» fiili ısrar etmek kökünden gelmektedir. Devam ederler demektir. «Hins» günah demektir. «EUAzim» de büyük ve korkunç demektir. Bazıları da «Zaten hins korkunç günahın is. midir» demiştir. Burada Cenab-ı Hak ikinci kez «azim» kelimesini mübalağa için kullanmıştır. Bazıları da «Hms»ten maksat (Kata-de, Dahhak ve İbn Zeyd'in rivayetlerine göre) «şirktir» demişler­dir. Abd bin Humeyd, Şabi'den rivayet ediyor: «Hins'ten maksat büyük günahlardır»; yani onlar ısrarla büyük günahlara devam ederler.

«Belli gün» Kıyamet Günü'dür. Belli olmasından maksat Al­lah katında belli olmasıdır.

«Mikat» kelimesi bir şeyin kendisiyle vasıflandırıldiğı nokta; yani hudud demektir. Harem'in mikatı, aşılmaz hudutlar demek­tir. Yani Mekke'ye gitmek isteyen kimse bu hudutları ihramsız aşamaz, ihrama girer, gider. [7]

 

Meal

 

51- Sonra, ey yalancı sapıklar! Siz şüphesiz ki,

52- Doğrusu zakkum ağacından yiyeceksiniz!

53- Karınlarınızı onunla dolduracaksınız.

54- Üstüne de kaynar sudan içeceksiniz.

55- Susuzluk çeken develerin suya saldırısı gibi içeceksiniz.

56- İşte   hesap  günü,   onların   ağırlanışı  böyledir.

57- Sizi biz yarattık. Doğrulamanız gerekmez mi?

58- Söyleyin, öyleyse! Dökmekte olduğunuz meni nedir?

59- Onu siz mi yaratıyorsunuz? Yoksa yaratıcı olan biz mi­yiz?

60- Aranızda ölümü takdir eden biziz. Ve biz önüne geçile­cek olan da değiliz.

61- Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bil­mediğiniz bir yaratılışla tekrar va re d elim diye (ölümü takdir et­tik).

62- Andolsun ki ilk yaratmayı bildiniz; fakat öğüt alıp da düşünmeniz gerekmez mi?

63- Ektiğinizden haber verin bana!

64- Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz?

65- Dilemiş olsaydık, onu bir ot kırıntısı kılardık da şaşar kalırdınız.

66- ({Şüphesiz ki biz borç altındayız».

67- ccHayır!  Bizler büsbütün mahrum kaldık».

68- Şimdi bana haber verin! içtiğiniz suyu,

69- Buluttan onu siz mi indirdiniz? Yoksa indiren biz mi­yiz?

70- Eğer dileseydik onu acı bir su yapardık. O halde  (bu nimete karşılık)  şükretseniz ya!

71- Şimdi bana söyleyiniz! Tutuşturmakta olduğunuz ateşi,

72- Onun ağacını siz mi yarattınız? Yoksa yaratan biz mi­yiz?

73- Biz o ateşi bir ibret ve çölde gelip geçenlere bir fayda kıldık.

74- O halde  (ey Rasûlüm!)  büyük Babbinin adını yücelt!

75- Hayır! Yıldızların yerlerine yemin ederim!

76- Bunun ne büyük bir yemin olduğunu bir bilseniz! [8]

 

Dirayet Vb Rivayet Tefsiri

 

(51-76)   «Sonra, ey yalancı sapıklar.,.» Bu Ayetlerin Tefsiri

55. ayetteki «elHim» kelimesi İt>n Abbas, Mücahid, İkrime, ve Dahhak'a göre Ehyem'in çoğuludur. Ehyem hiyam denilen has­talığa tutulan deve demektir. Bu hastalık istiska'a benzer bir has­talıktır. Deveye isabet eder. Deve ölünceye kadar içer veya şiddet­li bir şekilde hastalanır.

Bazı kimseler «eUhim» «heyma»nın çoğuludur derken bazıla­rı da «haim»in çoğuludur demişlerdir. İbn Abbas ve Süfyan'dan gelen rivayete göre el-him suya doymayan kumlar demektir. Ebus-suud Efendi «55. ayet kendisinden önceki ayetin bir nevi tefsiri gibidir. Yani sizin içişiniz orada normal bir içiş değildir. Belki hiym hastalığına tutulmuş devenin içişi gibidir» der.

«Nüzul» kelimesi misafire takdim edilen yemek demektir. Eğer Kıyamet Günü'nde onların misafirlik yemeği bu ise acaba cehennemlikler cehenneme cennetlikler de cennete yerleştikten sonra onlara takdim edilen yemek nasıl olacaktır?

««ölümün takdir edilmesbmden maksat insanlara taksim edilmesi ve her kişinin Ölümünün belli bir vakte bağlanmasıdır.

60 ve 61. ayetlerin mânâsı şöyledir: «Biz üzerinde bulunduğumuz sıfatları hem yaradılış hem de ahlâk yönünden değiştir­meye kadiriz. Sizin bilmediğiniz sıfatlarla da sizi yeniden inşa et­meye kadiriz. Veya haşrda sizi dünyadaki suretlerinizden başka suretler üzerine irca ve ınşaa da kadiriz!»

«Tefekkehune» fiili, onun kötü halinden hayret ederdiniz, ver­diğiniz emekten veya işlediğiniz günahlardan dolayı pişman olur­dunuz, demektir. îkrime «Yaptığınızdan ötürü birbirinizi levme-der, Janardıniz demektir» diyor.

«Muğramune» tabiri, biz azap çeker, helak oluruz demektir. Yani rızkımız helak olduktan sonra biz de helak oluruz demek-tir. Veya günahlardan dolayı helak oluruz demektir. Yani bu sö­zü söyleyeceksiniz.

«EUMuzn» çoğuldur. Tekili «muzne» gelir. Bulutlar elemektir. Bazıları «Suyu tatlı olan beyaz bulut demektir» demişlerdir.

«Ucac», tuzlu demektir. Yani hararet ve tuzlu olduğu için içil-s mesi mümkün olmayan demektir.

«Çaktığınız ateşi gördünüz mü?» Acaba onun ağacını siz mi yaptınız? Bazıları «Ağaç'tan maksat ateşin kendisidir» demişler­dir. Bu durumda mânâ «ateşi siz mi meydana getirdiniz? demek­tir. Yoksa biz mi onu kudretimizle meydana getirmişizdir!

«Biz onu hatıriatıcı kıldık»; yani cehennem ateşini hatırlatıcı kıldık. Çünkü maişetin sebeplerini ona bağladık ki insanlar baksan I ve Allah tarafından kendilerine va'dedileni hatırlasınlar. Veya biz onu cehennemin bir numunesi kıldık. Çünkü Sahihayn'de Ebu Hu-reyre'den şöyle bir hadis naklediliyor: «Sizin ilk yaktığınız şu ateş, cehennem ateşinin bir parçasının yetmişte biridir».

ELMukvîne» kelimesi sahraya   inen kimseler demektir. Bu ateşi onlara tahsis etmenin mânâsı, onların buna daha muhtaç ol­malarıdır. Zira mukim kimseler veya bunlara yakın yerlerde ko­naklayanlar çakmak suretiyle ateş elde etmeye mecbur değildir­ler.

Bazıları «Mukvin misafirler demektir» der. İbn Abbas, Hasan Basri ve îbn Cerir'den bu şekilde nakledilmiştir. Bazıları bu ke­limeyi fakirler mânâsına almıştır. Onlar karanlıkta onun ateşin­den istifade ederler, soğuktan korunur ve orada ısınırlar, demek­tir.

Bazıları «Mukvîne aç kimseler» demektir. Zira onların iç âlemleri taamdan boşalmıştır. Onlar yiyecek maddeleri pişirmek için ateşe muhtaçtırlar.

«La uksimu» lâfzının başındaki «la» harfi fazladan tekid için getirilmiştir. Veya başındaki lam kasem harfidir!

Said bin Cübeyr ve nahv alimlerinden bazıları «La burada olumsuzluk harfidir ve kâfirlerin Kur'an hakkındaki sözlerini reâ. delmektedir. Onlar «Kur'an sihirdir, kehanettir, şairliktir» diyor­lardı. Sanki Cenab-ı Hak «La» harfiyle onların sözlerinin doğru olmadığına işaret buyurmuştur. Böylece La harfi başlı başına bir cümle olur. Sonra Cenab-ı Hak «Kasem ederim, yıldızların yerine» buyurdu. Yani yıldızların düştükleri, battıkları yerlere. Zira vuku kökünden gelen mevakı kelimesi burada düşüş ve batış manâsını ifade eder. Yıldızların düşüş ve batış yerleriyle yemin etmenin özelliği şudur: Onların batışında eserleri zail olur ve dolayısıyla daimi ve bozulmaz bir müessirin varlığına delâlet ederler. îşte bundan dolayıdır ki Hz. İbrahim güneşin batışıyla Cenab-ı Hakimi varlığına istidlal etmiştir. Veya bu yıldızların batış ve düşüş za­manlan teheccüd namazı kılanların zamanlarıdır. Allah'a yalvaran­lar da bu saatlerde yalvarırlar. Veya rahmet ve rızanın onların üzerine ineceği vakittir. [9]

 

Yıldızların Mevkileri

 

Abdurrezzak, Katade'den şöyle rivayet eder: «Yıldızların mev-kilerinden, anların konakları ve mecraları kastedilmektedir» Zira bu Cenab-ı Hak'km kudretinin büyüklüğüne, hikmetinin kemaline işaret eder. Bir cemaat «Bu yıldızlardan maksat, Kur'an'ın yıldız­larıdır. Onların mevkilerinden maksat da bu ayetlerin iniş zaman­larıdır» demişlerdir.

76. ayetteki şart cümlesi sıfat ile inevsuf arasına girmiştir. Zira ayetin takdiri şöyledir. Kesinlikle bu büyük bir yemindir, eğer bilirseniz onun gereğiyle amel ederdiniz veya onu tazim eder­diniz! [10]

 

Meal

 

77- Şüphesiz ki o, çok şerefli bir Kur'an'dır. ,.         

78- Korunmakta olan bir kitaptadır.

79- Ona temizlenmiş olanlardan başkası el süremez.

80- O   (Kur'an)   Alemlerin Rabbi'nden indirilmiştir.

81- Siz bu sözü mü küçümsüyorsunuz?

82- Rızkınıza şükredeceğiniz yerde, Onu vereni mi yalanlıyorsunuz?

83- Hele (ruh) boğaza gelince,

84- o zaman siz görürsünüz.

85- Biz ona  (sekeratta olana)  sizden   (daha)  yakınız. Fa­kat görmezsiniz.

86- Madem ki ceza görmeyecekmişsiniz,

87- Onu geri çevirsenize! Şayet iddianızda doğru iseniz.

88- (Ölen kişiye gelince) eğer o mukarreblerden ise,

89- Ona rahatlık, güzel rızık ve nimet cenneti vardır.

90- Eğer o sağın adamlarından ise,

91- Sağın adamlarından sana selâm!

92- Eğer o yalanlayan sapıklardan ise

93 - Ona da kaynar sudan bir ziyafet vardır.

94- ye yanan ateşe  atılma var.

95- Şüphesiz ki bu kesin bir gerçektir.

96- (Ey Rasûlüm!) O halde Rabbinin yüce adını teşbih et! [11]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(77-96)   «Şüphesiz ki o, çok şerefli bir Kur'an'dır...» Bu Ayetlerin Tefsiri

77. ayet daha önceki ayetin tekididir. Ve takrir edilen kasemin büyüklüğünü ifade eder.

Kur'an'ın kerim olmasının mânâsı, o cinsinden olan diğer ki­taplar içinde güzeldir, hidayet sebebi olmuştur veyahut da bütün yararlan derleyen bir kitaptır. Zira Kur'an hayat ve haşr konu­sunda gelen mühim ilimlerin esaslarını kapsamaktadır veya Kur'­an Allah katında kerimdir. [12]

 

Kur'an Abdestsiz Ellenir Mi?

 

«Korunmuş bir kitabtadır» cümlesi Kur'an'in vasfıdır. Yani o, meleklerden gelen mukarriblerden başkasından korunmuş bir kitabtır. Mukarreblerden başkası o kitaba muttali olamaz. O za­man bu kitaptan maksat Levh-i Mahfuz olur. Nitekim Rebi bin Enes'ten de böyle rivayet gelmiştir.

Bazıları «Tebdil ve tağyirden korunmuş bir kitaptır demektir» demişlerdir. O zaman bu, müslümanlann elindeki Kur'an'ın vasfı­dır ve bu cümle gaybten haber vermeyi kapsamaktadır. Zira bu ayet indiği zaman mushaflar henüz yoktu.

Abd bin Humeyd ve tbn Cerir, tkrime'den şöyle rivayet edi­yorlar: «Kitap'tan maksat Tevrat ve İncil'dir». Bu mana aynı za­manda el-Bahr'da da ifade edilmektedir. Sonra Bahr sahibi şun­ları söylüyor: «Bu kitap keremi ve şerefi korunmuş bir kitapta zikredilmiştir». Bu mânâya binaen daha önce gelen ve inen ki­tapların Kur'an'ın böyle olduğuna dair şehadet getirmesi demek­tir. Zahire bakılırsa buradaki «el-Kitab» kelimesinden cins irade edilmelidir ki bundan Tevrat ve İncil irade edilebilsin. Ona «Mek-nun»; yani korunmuş vasfı vermek o zaman muğlak olur. Umulur ki «Bukorunmuş kitaptadır» lâfzından şanı yücedir, kadri ger­çektir mânâsı anlaşılsın. Zira kapanmak, korunmak çok güzel olan bir şeyin gereklerindendir.

Bazıları «Onun korunmuş bir kitapta olmasından maksat, tağyir ve tebdilden korunmuştur, demektir» demişlerdir. O za­man bu ayet tıpkı «Kuşkusuz biz kesinlikle onu koruyucularız» ayeti gibi olur.

Bazılarına göre «Fi kitab» kelimesi kerim kelimesine bağlıdır. O vakit ayetin mânâsı «Kur'an kâfirlerin katında kerim sayılmasa dahi Levh-i Mahfuzda kerimdir» demek olur.

«Ona ancak mutahhar olanlar dokunur» ayetiyle melekler kas­tedilmektedir. Yani tabiatın bulanıklığından, nefsi payların kirle­rinden nezih olan ve tertemiz bulunan melekler ona dokunabilir­ler. Bu cümle kitabın sıfatıdır. Ve Kitap'tan maksat ta Levh'il-Mahfuz'dur. Levh'Ü-Mahfuz'a ancak melekler dokunabilirler. O za­man taharet de manevi taharet demek olur. Ona dokunulmaması onun lazımından kinayedir. Yani ona meleklerden başka kimse muttali olamaz veya içindeki hükümlere muttali olamaz. Veya bu Kur'an'ın diğer bir sıfatıdır. O zaman temiz olanlardan maksat, küçük ve büyük hadesten yani abdestsizlikten mutahhar olanlar­dır, temizlenenlerdir. Böylece taharet seri mânâya hamledilmiş olur. O zaman ayetin mânâsı   «Ancak   Kur'an'a taharet üzerinde

bulunan insanların dokunması uygundur» şeklindedir. La nehy harfi değildir, diyenlerin delillerinin birine göre insanın zihnine ilk gelen mânâ, bu cümlenin sıfat olmasıdır. Sıfatta asıl, ihbari bir cümle olmaktır. Burada inşai bir cümleyi nazari itibara ala­cak herhangi bir neden yoktur. Tevili irtikâb etmeye zorlayan da yoktur. Aynca «Yemessu» fiilinin son harfinin üzerindeki ötreden insanın zihnine ilk gelen bunun i'rab olmasıdır. Binaenaleyh aye­tin bunun gayrisine hamledümesi karışıklığa yol açar.

Abdullah bin Mesud'un «La» yerine «Ma» okuması la harfinin burada nehy değil nefy harfi olduğunu tekid ve takviye etmekte­dir. Temizlenenlerden maksat meleklerdir. Bu durum îbn Abbas' tan çeşitli senetlerle rivayet edilmiştir. Cemaa Enes'ten de bunu rivayet etmiştir. Katade, îbn Cübeyr ve Mücahid ve Ebul Aliye'den de böyle gelmiştir. Ancak bahsi geçen zatlardan bazıları «La ye. messuhu» ibaresinin bitişindeki zamirin mutahhir olanlardan me­lekler kastedilmesine rağmen Kur'an'a raci olduğunu söylemişler­dir.

Abd bin Humeyd, İbn Cerir, Katade'den şöyle rivayet ediyor­lar: «O Kitap Âlemlerin Rabbinin kalındadır. Onu ancak melek­lerden tertemiz kimseler elleyebilir. Sizin katınızda ise onu hem müşrik, hem neds insan, hem de münafık eller».

İbn Dinar'ın Nuaymi'den rivayet ettiği de buna işaret etmek­tedir. Nuaymi der ki: «İmam Malik şöyle dedi: «Bu ayet hakkında işittiklerimin en güzeli bu ayetin Abese Suresi'nin şu ayetlerinin yerinde oluşudur: '«Hayır! O bir hatırlatmadır. Dileyen onu dü* şünüp Öğüt alır. O sahifeler içindedir. Şerefli, şanlıdır. Yüce ve temiz elçilerin elindedir» (Abese: 11-16)

«Mutahharin'den maksat, büyük ve küçük abdestsizlikten te­miz olan kimselerdir» şeklindeki yorum Muhammed Bakır'dan, Tavus ve Selim'den rivayet edilmiştir.

Bir grup tefsir alimi «Onu ancak mutahhar olanlar ellerler)) cümlesinin Kur'an'ın sıfatı olması hususunu tercih etmişlerdir. Çünkü kelam Kur'an'uı hürmeti ve tazimi için ileri sürülmüştür. Yoksa korunan kitap için değil. Her ne kadar Levh'il-Mahfuz'un taziminde Kur'an'm tazimi bahis konusu ise de.

Bazıları «Kitap'tan maksat bizim elimizdeki kitaptır» demiş­lerdir ve en açık görüş de budur.

îmam Malik ve başka muhaddisler Rasûlullah'ın Amr bin Hazm'a yazmış olduğu ve îmam Malik tarafından aktarılan mek­tupta şunlar yazılıdır: «Peygamber olan Muhammed'den Şureyh bin Abdikiilal, Hars bin Abdulkülal, Nuaym bin Abdukulal'e! Ki bunlar da Ruaym, Nuafil ve Hemdan kabilelerinin başlarıdırlar». Böyle başlayan mektupta «Kur'an'ı ancak temiz olan kişi elleyebi­lir» cümlesi yer almaktadır. İbn Ömer «Allah Rasûlü bana Kur'an'ı ancak temiz olduğun zaman elle dedi» diyor.

Hz. Ömer müslüman olacağı zamanda kızkardeşinin evine girdi; «O sahifeyi bana ver» dedi. O da: «O sahifeye ancak temiz olanlar dokunabilirler» dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer kalktı, yi-kandı. Müslüman oldu. Ancak ondan sonra elini sahifeye dokundu-rabildi.

Katade ve müfessirlerden bazıları «Kur'an'ı ancak hadesler-.  den ve necasetlerden temiz olanlar elleyebilir»  demişlerdir. Kelbi «Şirkten temiz olanlar elleyebilir» demiştir. Rebi İbn Enes «Gü­nahlardan ve hatalardan temiz olanlar elleyebilir» der.

Ferra, «La yemessuhu» ibaresinin anlamı hakkında «Onun ya­rarım, bereketini elde edemez, zevkine varamaz, ancak mutahhar kimseler elde ederler ki onlar da Kur'an'a iman edenlerdir» de­miştir.İbn'uL Arabi «Ferra'nm bu görüşü Buhari'nin de ihtiyaridir» der. Zira Allah'ın Rasûlü «Rab olarak Allah'a, din olarak İslâm'a,

Peygamber olarak Hz. Muhammed'e razı olan bir kimse imanın tadını tatmıştır» buyurmuştur.

Alimler «Mushaf abdestsiz olarak ele alınabilir mi, alınamaz mı?» konusunda ihtilaf etmişlerdir. Cumhur «abdestsiz olan bir kimse Kur'an'ı elleyemez» demiştir. Çünkü Amr bin Hazm'ın ha-dişinde bunu Hz. Peygamber açıkça söylemiştir.   Bu   görüş   Hz. Ali'nin İbn Mesud'un, Sa'd bin Ebi Vakkas'ın, Said bin Zeyd'in, Ata'nm, Zühri'nin, Hakem'in, Hammad'ın görüşüdür. Fakihlerden Malik ve Şafii de bu görüşe katılmışlardır. İmam Azam'dan bu hususta değişik rivayetler gelmektedir.   Bir   rivayette   «Abdestsiz Kur'an ellenebilir}} denilmektedir ki bu görüş aynı zamanda İbn Abbas ve Şabi'nin bulunduğu seleften bir grubun da görüşüdür, Ebu Hanife'den gelen diğer bir rivayette «İnsan Kur'an'ın kabına ve haşiyelerine ve yazısız yerlerine dokunabilir. Ama yazılı yerlere ise ancak abdestli bir kimse dokunabilir» denilmiştir. Îbn'ul-Ara-bi «Eğer Ebu Hanife bu durumu teslim etmiş ise, bu onun hak­kındaki delili takviye etmektedir. Zira menedilen bir şeyin hari. mi de menedilmiştir. Madem ki yazılı kısımlara dokunulmaz aynı kâğıdın beyaz kısımlarına da dokunulamaz»    der.   Rasûlullah'ın Amr bin Hazm'e yazdığı mektup bunun en kuvvetli delilidir. İmam Malik «Abdestsiz bir insan Kur'an'ı kılıfından tutarak kaldıramaz, bir yastığın üzerine koyarak kaldıramaz» der. Ebu Hanife ise «Kı­lıfından tutarak kaldırabilir ,yastığın üzerine koyup kaldırmasın­da bir beis yoktur» demiştir.

Hakem, Hammad ve Davud bin Ali'den gelen bir rivayete gö­re Kur'an'ı taşımakta ve ona el dokundurmakta ne müslüman ne de kâfir için bir beis yoktur. İster tahir olsunlar isterse abdestsiz! Ancak Davud «Müşrik onu taşıyamaz» demiştir. Onu taşımanın mü-ban olduğunu Rasûl-ü Ekrem'in Kayser'e gönderdiği mektuptan istidlal etmektedirler. Fakat bu mektup zaruret yeridir, hüccet Ola­maz.  [13]

îmam Fahreddin Razi'ye göre, «Mutahharun»öan maksat me­leklerdir. Cenab-ı Hak onları enirin başında tahir, pak olarak ya­ratmıştır ve böylece hayattan boyunca onları pak olarak bırak­mıştır. Eğer burada abdestsizliğin yokedilmesi kastedilseydi şöyle n     denilmesi gerekirdi: üîlla'UMutetahharun» veya «Muttahharu». Ya-|     ni hem «t» hem de «7ı» harfi şeddeli gelmeliydi veya «t» harfinden önce bir «te» olmalıydı. Halbuki sıhhatli ve meşhur kıraate göre kelime Mutahharun'dur. Tathir kökünden gelir, ithardan değil. Bu, bizim söylediğimizi başka bir yönden desteklemektedir. Şöyle ki: Onların bazıları bu göklerdendir, cin onu indirir, Muhammed'e tel­kin eder diyorlardı. Nitekim onlar kahinler hakkında da böyle derlerdi. Zira onlar Rasûl-Ü Ekrem'in bir kâhin olduğunu iddia ederlerdi. Böylece Cenab-ı Hak «Cinler onu elleyemez. Onu ancak habasetten temiz olan kimseler elleyebilir» demiştir. Zira bu temiz insanlarda ne fesadlığa ne de kan akıtmaya meyi yoktur. Onlar fe-sadlık yapmazlar ve kan akıtmazlar. Onların gayrisi ise bu vecih üzere mutahhar sayılmaz.  Böylece  «Kur'an bir uydurmadır, Mu-hammed şairdir, peygamber değildir veya cahildir» şeklindeki id­dialar da bertaraf edilmektedir.

Seyyid Kutub da Fahreddin Razi'nin görüşünü desteklemek, tedir.  [14] Yani La harfi burada nefy harfidir, nehy için değildir. Zira yeryüzünde bu Kur'an'ı tahir olan da necis olan da, müslü­man da kâfir de eller. O zaman bu yorum üzerinde nefy tahakkuk |j etmez. Nefyin tahakkuku «ancak şeytanlar onu indirdi» noktasına || mânâyı sarfetmekle olur. Zemahşeri «Eğer cümle Kur'an'a sıfat kılınırsa mânâsı uygun değildir. Ancak insanlardan taharet üzerin- de olanlar onun yazılı kısmını messedebilir» demiştir. Bazıları messi kıraat mânâsına da yorumlamıştır. İbn Ömer «Benim ka­vi tımda en sevimlisi kişi tahir olduğu halde Kur'an'ı okumalıdır» m diyor. [15]  

 

Îbnul-Kayyım'ın Kur'an Abdestsîz Ellenmez Meselesi Hakkındaki Görüşü

 

İmam İbn Kayyım (691-751 H), «Onu ancak mutahhar olanlar meshederler» ayeti hakkında şunu söyler:

«Bu ayette sıhhatli olan şudur: Bu kitap meleklerin elindeki kitaptır. Bunun birçok delili vardır:

 1 — Bu kitap meknun olarak sıfatlandırıldı. Meknun da gözlerden uzak bulunan nesne demek­tir. Bu ancak meleklerin elindeki sahifeler hakkında bahis konu­sudur.

2 — Cenab-ı Hak «Onu ancak mutahhar olanlar eller)) dedi. Yani melekler. Eğer burada abdestli müslümanlar kastedilseydi ayet şöyle gelirdi: «La Yemessuhu   illa'l-Mutetahharun».   Nitekim Bakara Suresi'nde de «Allah tevbe edenleri ve mutetahhirunu se­ver» buyurulmuştur. Binaenaleyh melekler mutahharun, mümin­ler ise abdestli oldukları zaman mutatahhirun olurlar.

3 — Bu bir haber cümlesidir. Eğer nehy olsaydı «La yemseshu» şeklinde cezm olarak gelirdi. Haberde asi hem sureten hem de manen haber oU maktır.

4 — Bu «şeytanlar bu Kur'an'ı getirdi» diyen kimselerin aleyhindeki bir reddiyedir. Cenab-ı Hak onun mestur bir kitapta olduğunu, şeytanların oraya varamadığını belirtti. Nitekim Şuara Suresi'nde (210-212. ayetleri) «Şeytanlar bunu indirmedi. Onların bunu indirmesi onlara uygun da değildir. Onların gücü buna yet­mez. Kesinlikle onlar dinlemekten azledilmiş, kovulmuşlar dır. Bu­na ancak mutahhar ruhlar olan melekler varabilirler» denilmiştir.

5 — Bu ayet Abese Suresi'nin 13, 14, 15, 16 ve 21. ayetlerinin no-ziridir. Malik, Muvatta'da bu ayetlerin tefsirinde «işittiklerimin en güzeli budur» diyor. 7 — Bu ayet Mekki'dir ve Mekki olan bir su­rede zikredilmektedir. O sure tevhidin   takririni,   peygamberlik, haşr, yaratıcının ispat ve kâfirlerin   reddiyesini   kapsamaktadır. Mutahhar olanlardan melekler kastedilirse bu hedefe daha uygun olur. 8 — Eğer insanların elindeki kitap (Kur'an) burada kaste­dilseydi bu husustaki kasemin fazla faydası olmazdı. Malumdur ki bir kitapta, ister hak isterse bâtıl olsun her ketâm bulunabilir.

Fakat gözlerden kapalı ve Allah katında korunmuş bir kitapta olursa, onunla yemin getirilirse o kitaba şeytan el dokunamaz, onu meleklerden başkası meshetmez. O zaman daha azametli olur. Bu mânâ ayete seksiz ve şüphesiz daha uygun ve daha layıktır. Şey­hülislâm İbn Teymiye'den (r.a) dinledim. Şöyle diyordu: «Lâkin ayet ve ayetin işareti mushafı ancak abdestli olan bîr insanın mes-hetmesine de delâlet eder. Zira o sahifeleri mutahhar olanlardan, meleklerden başkası meshetmediğine göre, onlar Allah katında şereflidir demek oluyor. Bu sahifeleri de ancak tahir bir insanın meshetmesinin uygun olması daha elverişlidir»  [16]

îbn Kesir de İbn Kayyım'm sözlerini desteklemektedir. Yani onun kanaatine göre de «Onu ancak mutahhar olanlar eller» cüm­lesi kitabın ismidir, mutahhar olanlardan maksat da meleklerdir. Bu da Allah katmda meleklerden başkası meshetmez demektir. Ama dünyadaki mushafa gelince, onu necis olan mecusi de, necis olan münafık da eller. Ayrıca İbn Kesir cümlenin haber cümlesi olduğunu da tevcih etmektedir.

Hülasa temiz olmayan kimse Kur'an'a el süremez. Zira ayet­teki nefy nehy mânasını ifade eder. Yani taharetsiz bulunan kirli eller ona dokunmasın. Ancak maddî ve manevi pisliklerden terte­miz, imanlı ve abdestli kimseler ona el sürebilir. îşte fıkıhda ge­nel olarak fakihlerin görüşü budur. îşte bu ayetten dolayı «Cünüb iken Kur'an okunmaz, abdestsiz iken mushafa el sürülmez» denil­miştir.[17]

80. ayet Kur'an'ın diğer bir sıfatını içermektedir. Tenzil, indi­rilmiş mânâsını ifade eden münezzel demektir. Veya tenzil mas­tardır, mübalağa için sıfat olmuştur. Zira Kur'an diğer semavi ki­taplardan ayn olarak zaman zaman ,olaylara göre inmiştir. Sanki Kur'an tenzilin tâ kendisidir. Ve bundan dolayıdır ki tenzil, Kur'an'm isimlerinin yerine geçerek «temsilde şöyle gelmiştir, ten­zil böyle dedi» denilmiştir.

«Mudhinun» tabiri gevşeklik gösterenler demektir. Bu kelime esasında herhangi bir deriyi, bir nesneyi yağlamak, dolayısıyla yu­muşatmak mânasında kullanılır ve burada manevi yumuşaklık kastedilmektedir. Zira iş hususunda gevşeklik gösteren, hiçbir hu­susta ciddi olamaz.

İbn Abbas ve Zeccac'dan gelen rivayete göre «Mudhinun» ya­lanlıyorsunuz manasınadır. Bu tefsirin nedeni yalanlamanın, gev­şekliğin dallarından olmasıdır. Mücahid «Tasdikte münafıklık ya-pıyorsunuz demektir» demiştir. Yani siz müminlere «Biz iman et­tik» dersiniz fakat kendi küfürdaşlarınızla bir araya geldiğinizde «Biz sizinle beraberiz» dersiniz. Bu yoruma binaen burada hitap münafıklaradır. Fakat hitabın bütün kâfirlere olması daha tercih edilecek bir yorumdur. Zira siyak bunu iktiza etmektedir. Hadis­ten hasrın inkân da kastedilmiş olabilir. Zira onlar «Biz öldük­ten ve toprak olduktan, kemiklere dönüştükten sonra haşre mi gönderileceğiz?» veya «Bizim geçmiş atalarımız da haşre mi gön* derilecek?» diyorlardı.

82: ayetteki nzk kelimesi şükür mânâsına alınmıştır. Yani Kur'an'a karşı teşekkür etmeniz gerekirken teşekkürünüzü onu yalanlamakla mı kılıyorsunuz! Onlar «Biz falan yıldızdan ötürü yağmur aldık» derlerdi. Bunu İmam Ahmed, Tirmizi ve Ziya, Hz. Ali'den ve Rasûlullah'tan rivayet ediyorlar. Hz. Peygamber bu ke­lâmda bir mukadder muzaf olduğuna işaret ediyor. Yani yalanla­manız rızkınızın teşekkürü mü kılacaksınız? ElJîeysem bin Adiy der ki: «Ezdu Şenve Kabilesi'nin lügatinde rızık şükür mânasına gelir». Kirmanı. Buhari şerhinde, «Rıztk şükrün isimlerindendir denilmişse de bu uzak bir tefsirdir» demek suretiyle Heysem'in hikâyesini zayıflatmıştır.

Rivayetlerin çoğu bu ayetin «falan yıldız bize yağmur yağdır, di» diyenler hakkında nazil olduğudur.

«Biz ölümle pençeleşen kişiye sizden daha yakınız» ayetinde-ki yakınlıktan maksat ilimdir. Zira yakınlık muttali olmanın, bü-menin en kuvvetli sebeplerindendir. Bazıları da «Buradaki yakın­lıktan maksat ilmen ve kudreten olan yakınlıktır» demiştir. Yani biz ona bütün bu hususlarda sizden daha yakınız. Çünkü siz onun halinden ancak gördüklerinizi bilirsiniz. Onun künhüne, hakika­tine vakıf olamazsınız, hakiki sebeplerini görmezsiniz. Fakat bu­nun böyle olduğunu da idrak etmemektesiniz ki bizim şanımızı bilmiyorsunuz.

Bu hitap kâfirleredir. «Tubsirune» gözle görmek mânâsında olan basar kökünden gelmektedir. Bu görmekten de idrak kaste­dilmektedir. Veya «Tubsirune» kalbî görmekten olan basiretten gelir. Bazıları «Allah'ın onlara daha yakın olmasından maksat, Al­lah'ın elçileri onlara daha yakındırlar demektir» demişlerdir. Onun ruhunu almakla görevli elçiler sizden ona daha yakındırlar. Fakat siz onlan göremiyorsunuz.

«Medînin» tabiri hesaba çekilecek, amellerine göre ceza alacak kimseler demektir. Eğer hesaba çekilmeyeceğinizi, amellerinize karşılık ceza almayacağınızı iddia ediyorsanız ve bu iddianızda doğru iseniz, buyurun, ruhu cesede geri getirin! Bu kelimeden köle olanlar, sulta altına girenler de kastedilmiş olabilir. Bu yorum Ferra'dan gelmektedir. Eğer bu işi yapmaya gücünüz yetmiyorsa iddianız bâtıl olur. Yani «Biz Memluk değiliz, hesaba çekilecek değiliz» demeniz bâtıl olur.

Gerek 83. ayetteki «Levla» edatının gerekse 86. ayetteki Lev-la'nın cevabı «Terciune» cümlesidir.

88. ayetten 95. ayete kadar gelen bölümler ölüm anında, haşr anında halkın tabakalarını zikretmekte ve derecelerini açıklamak­tadır. [18]

 

Mukarribler Kimlerdir?

 

«Mukarrebin»den maksat herkesten önce imana gelenlerdir. «Revh» kelimesinden maksat dünyada ferahlanmak demektir. Ha­san Basri «Revh rahmet demektir» demiştir. Dahhafc ise «İstirahat etmektir» demiştir. «Revhan» kelimesi ise Allah'ın kelâmına kulak vermek, vahyini dinlemek demektir. Naim cennetinden maksat da nimetler sahibi cennet demektir ve bu ayet mukarreblerin mekânı­na işaret etmektedir.

«Sana Ashab'uUYemin'den selâm!» cümlesi hakkında farklı yorumlar yapılmıştır. İlk yorum şudur: «Sen onlardan sevdiğin se­lametten başka bir şey göremezsin. Onun için onlara üzülme. Çün­kü onlar Allah'ın azabından sağlamdadırlar!», yani güven içinde­dirler.

Bazıları «Bu cümlenin yorumu şöyledir» diyor: «Sen onlardan gelen üzüntüden selim ve sağlamsın. Böyle bir üzüntün olmasın».

Bazıları «Ey Muhammed. Sağın adamları senin için dua et­mekte, sana selatu selâm getirmektedirler demektir» demişlerdir.

95. ayetteki ismi işaret (Hazâ) daha önce Cenab-ı Hak tarafın­dan bildirilen, bu suretle bize verilen hükümlerdir. Yani bu sure­de size bildirilenler hakkın tâ kendisidir! Katade bu ayet konu­sunda şunları söylüyor: «Cenab-ı Hak insanlardan Kur'an'm ke­sin olduğuna vukufu olmayan hiç kimseyi bırakmaz. Mümin bir kimseyi dünyada buna vakıf etmiştir. Bu mümine yarar sağlamıştır. Kâfir bir kimseyi de Kıyamet Günü'nde buna vakıf etmiştir.       Fakat artık yakin olan faide vermez

«Yüce Rabbini teşbih et»ien maksat, Allah'ın zatını tenzih et-demektir. Yani her kötülükten onu kutsa. Bazı müfessirler «Seb-bih» emri, Rabbinin zikriyle, emriyle namaz kıl demektir» demiş­lerdir. Bazıları «Yüce Rabbinin ismini zikret, onu her kötülükten tenzih et, kutsa» demektir,» derler. Ata bin Amr diyor ki «Bu ayet geldiği zaman RasûLü Ekrem «Bu teşbihi rükûlerinize yapınız» bu-vurmuştur».[19]

VAKIA StJRESÎ'NÎN SONU

 



[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/580.

[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/581-582.

[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/583-584.

[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/586.

[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/587.

[6] AIusi, Ruh'ul-Meani, cilt; 27, sh: Î36

[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/587-593.

[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/595.

[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/596-598.

[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/599.

[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/601.

[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/602.

[13] Kurtubi, Ahkam'ul-Kur'an cilt: 17, sh: 225

[14] Seyyid Kutub, Fizilal'il-Kur'an, cilt: 7, sh: 706

[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/602-608.

[16] Et-Tefsir'ul-Kayyim, cilt: I, sh: 482

[17] İbn Kesir, cilt: 6, sh: 536

[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/608-612.

[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 14/612-613.