Uluhiyyetin Ve Allah'ın Yeniden Diriltmeye Kadir Olduğuna Dair Deliller: |
Peygamberliğin İspatı, Kur'an'ın Doğruluğu Ve İnançlarından Dolayı Müşriklerin Azarlanması: |
Bu sure "İzâ vaka'ati'l-vâkı'a: Mutlaka kopacak olan kıyamet
koptuğu zaman" ayeti ile başladığı için Vakıa suresi adını almıştır.
[1]
Bu surenin birkaç yönden Rahman suresi ile bağlantısı vardır:
1- Her ikisinde de kıyamet,
cennet ve cehennem anlatılmaktadır.
2-
Allah, Rahman suresinde
mücrimlerin ve müttakilerin ahiretteki hallerinden bahsetmiş, mücrimlerin
cehennemde görecekleri azabın, müttakilerin cennette nail olacakları
nimetlerin vasıflarını açıklamıştı. Bu surede de yine kıyamet gününün
hallerinden, dehşetlerinden ve insanların "ashab-ı yemîn",
"ashab-ı şimal" ve "sabikûn" olmak üzere üç kısma ayrılacağını
zikretti. Rahman suresi rahmeti, Vakıa suresi ise rahbeti (korku ve azabı)
göstermek içindir.
3-
Rahman suresi semanın
parçalanmasından bahsederken, bu sure yerin sarsılmasından bahsetmektedir.
Tertip ve sıralamada farklı olmakla beraber her iki surenin de konuları aynı ve
birbirini tamamlayıcı mahiyette olmaları açısından adetâ bir sure gibidirler.
Ancak birinin önce zikrettiğini, diğeri sonra zikrettiğinden tertipte farklılık
arzeder.
Meselâ: Rahman suresi önce Kur'an-ı Kerim'i, sonra güneş ve ayı, sonra
bitkileri zikrederek başladı. Sonra insanların ve cinlerin yaratılışını, sonra
kıyamet gününü, sonra cehennemi, daha sonra da cenneti... Bu sure ise kıyamet
ve onun dehşetleri ile başladı. Sonra cenneti, sonra cehennemi, sonra insanın
yaratılışı, sonra bitkileri, sonra suyu, sonra ateşi, sonra yıldızları, -ki
Rahman'da yıldızlar zikredilmemişti, burada da güneş ve aydan bahsedilmedi-
sonra Kur'an'ı zikretti. Böylece Vakıa Suresi Rahman'ın mukabili olmaktadır.
[2]
Bu sure, kıyamet koparken yerin sarsılması ve dağların parçalanmasından
söz ederek başladı. Sonra hesap verirken insanları ashab-ı yemîn, ashab-ı şimal
ve sabikûn olmak üzere üç sınıfa ayırdı ve her birinin akibetini, Allah'ın
onlar için kıyamet günü hazırladığını haber verdi, geçmiş ve gelecek tüm
varlıkların o gün toplanacağını açıkladı.
Sonra Allah'ın varlığına, birliğine ve kudretinin kemaline, insanın yaratılması,
bitkilerin bitirilmesi, yağmurun indirilmesi ve ateşin yakma gücünü
yaratmasından, yeniden diriltme, mahşer ve hesabın ispatına kadar bütün
delilleri ortaya koydu.
Sonra Kur'an-ı Kerim'in âlemlerin Rabbi tarafından indirildiğinin
doğruluğunu, onun gizli bir kitapta bulunduğunu ve temiz olanlar hariç ona
kimsenin dokunamadığını te'kid etmek için yıldızların yörüngeleri üzerine
yemin etti. Kur'an'ın sahihliği ve doğruluğu hususunda şüpheye düşürme
gayretlerini kınadı, yerdi. Sonra Allah, ölüm anında insanın karşılaşacağı
şiddet ve korkulara dikkat çekti. Sonra sure o üç sınıfın akibetini ve orada
bulacakları karşılığı beyan ederek son buldu: Cennetlerin güzelliklerine koşan
mukarrabûn, saadete ermiş ashab-ı yemîn, üçüncüsü de şaka-vete dalmış, dalâlete
düşmüş olan hakkı yalanlayanlardır. Onların görecekleri bu karşılık haktır,
şüphe götürmeyen bir gerçektir. Bütün bunlar Yaratıcı'nm varlığını inkâr
etmeyi, O'nu şirk ve benzeri şanına lâyık olmayan şeylerden tenzih etmeyi ve
Allah'ın varlığını ve birliğini inkâr etmeleri dolayısıyla yalanlayıcılan
tevbih (azarlama) etmeyi gerektirir.
[3]
Bu surenin fazileti hakkında pek çok hadis rivayet edilmiştir. Bazıları
şunlardır:
1- Hafız Ebu Ya'la ve İbni
Asakir'in Abdullah bin Mes'ud'dan rivayet ettiklerine göre Rasulullah (s.a.)
şöyle buyurdu: "Kim her gece Vakıa suresini okursa, asla fakirlik
görmez."
2- İbni Merdüveyh'in Enes'ten
rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Vakıa suresi
zenginlik süresidir, onu okuyun ve çocuklarınıza öğretin." Deylemî'nin
yine Enes'den merfu olarak rivayet ettiği hadiste Rasulullah (s.a.):
"Hanımlarınıza Vakıa suresini öğretin, çünkü o zenginlik süresidir."
buyurmuştur.
3- İmam Ahmed bin Hanbel 'in
rivayetine göre Cabir bin Semure şöyle diyordu: Rasulullah (s.a.) namazlarını
bugün sizin kıldığınız namaz gibi kılıyordu. Lakin o hafif kılıyordu, onun
namazı sizin namazınızdan daha hafif idi, sabah namazında Vakıa ve benzeri
sureleri okurdu.
4-
Tirmizî'nin rivayetine göre
İbni Abbas şöyle dedi: Ebu Bekir: "Ya Rasulullah ihtiyarladın" dedi.
O da: "Beni Hud, Vakıa, Mürselât, Amme, ve Küvvirat sureleri ihtiyarlattı."
buyurdu. Tirmizî bu rivayet için "hasendir, garibdir" demiştir.
5-
Salebi ve İbni Asakir,
Abdullah ibni Mes'ud'un hayatını anlatırken Ebu Zabye'den şunu nakletti:
Abdullah, ölümüne sebep olan hastalığa yakalandığında Hz. Osman onu ziyaret
etti ve ona "Şikâyetin nedir?" dedi. O da "Günahlarım."
dedi. Hz. Osman: "Ne canın çekiyor?" dedi. O da: "Rabbi-min
rahmetini." dedi. Hz. Osman: "Sana doktor çağırayım mı?" dedi. O
da: "Doktor beni hasta etti." dedi. Hz. Osman: "Sana tahsisat
ayırayım mı?" dedi. İbni Mesud: "İhtiyacım yok." dedi. Hz.
Osman: "Senden sonra kızlarının olur." dedi. İbni Mes'ud:
"Kızlarımın fakir olmasından mı korkuyorsun? Ben onlara her gece Vakıa
suresini okumalarını emrettim. Zira Rasulul-lah'ın şöyle dediğini duymuştum:
Kim her gece Vakıa suresini okursa, asla fakirlik görmez."
[4]
1- Kıyamet koptuğu zaman
2- Onun oluşunu yalanlayacak hiç
kimse yoktur.
3- Alçaltıcıdır, yükselticidir,
4-6- Yer şiddetle sarsıldığı, dağlar parçalanıp saçılmış toz haline
geldiği
7- Ve sizler üç sınıf olduğunuz zaman:
8- Sağcılar, ne mutlu o sağcılara
9- Solcular, ne bahtsızdırlar onlar.
10- (Hayırda) önde olanlar öndedirler.
11- tşte onlar (mukarrabûn) yaklaştırılmış olanlardır.
12- Naim cennetlerindedirler.
"el-Meymene- mutluluk" "eZ-Meş'eme-bahtsızlık"
kelimeleri arasında tezat vardır. Aynı şekilde "Hâfızatun-alçaltıcı"
"Râfi'atün-yÜLkseltici" arasında da tezat vardır.
"Alçaltma" ve "yükseltme" fiilini kıyamete isnad edilmesi,
aklî mecazdır. Çünkü aslında alçaltan ve yükselten Allah'tır.
[5]
"Kıyamet koptuğu" ve herkes gözüyle gördüğü "zaman"
şimdi dünyada yalanladıkları gibi "onun oluşunu yalanlayacak hiç kimse
yoktur" artık. Burada kıyamet, olması muhakkak olduğu için, "olan
şey" anlamına gelen "vâk'ıa" kelimesiyle ifade edilmiştir.
İnsanların bir kısmı cehenneme girmesi dolayısıyla kıyamet onları
"alçaltıcıdır" bir kısmı da cennete girmesi dolayısıyla onları da
"yükselticidir." Bu kıyametin azametinin îîadeşidir, zira büyük
olaylar farklı insanları ayırır.
"Yer" dağların ve yapıların yıkılışına sebep olacak şekilde
"şiddetle sarsıldığı, dağlar" öğütülmüş kavut gibi "parçalanıp
saçılmış toz haline geldiği ve sizler" işte o kıyamette "üç sınıf
olduğunuz zaman... Sağcılar, ne mutlu o" kitapları sağından verilen
"sağcılara. Solcular" kitapları solundan verilen o solcular "ne
bahtsızdırlar onlar."
İşte o gün, dünyada iken hiç tereddüt etmeden imana, ibadete ve hayra
koşmada "önde olanlar" orada da "öndedirler." Bunlar
peygamberlerdir.
"İşte onlar" cennette dereceleri yükseltilmiş, dereceleri
yüceltilmiş, Rablerinden ikram görmüş "yaklaştırılmış (mukarrabûn)
olanlardır." Onlar "naim cennetlerindedirler."
[6]
"Kıyamet koptuğu zaman, onun oluşunu yalanlayacak hiç kimse yoktur."
Yani kıyamet koptuğu zaman onun oluşunu önleyecek, değiştirecek kimse olmaz, o
mutlaka olacaktır. O olurken de asla bir yalanlama olmayacak ve şu anda
dünyada olduğu gibi onu yalan sayacak hiç kimse bulunmayacaktır.
"el-Vâkı'atü" kelimesi "el-Âzifetü" "el-Hâkkatü"
kelimeleri gibi kıyametin ismidir. Varlığı ve oluşu mutlaka gerçekleşeceği
için vâkı'a ismini almıştır. Nitekim başka ayetlerde de aynı kelime gelmiştir:
"İşte o gün kıyamet kopacak." (Hakka, 69/15). "Leyse
livak'atihâ" ayetinde masdar bina-i merra kipiyle gelmesinde, kıyametin
bir defada olacağına işaret vardır.
"Alçaltıcıdır, yükselticidir." Dünyada iken yüceltilmiş
toplumları alçal-tır ve onları cehenneme koyar ki bunlar kâfirler ve
fasıklardır. Dünyada iken hor görülmüş insanları da yüceltir, onları cennete
koyar ki bunlar iman ehli insanlardır. Çünkü toplum dengelerinde birtakım
değişiklikler meydana getirip yükseltip alçaltmak büyük hadiselerin
özelliğidir.
Yer şiddetle sarsıldığı zaman." Yani yer yüzü şiddetle hareket
ettirilip deprendiği zaman titrer, sallanır ve sarsılır. Yapılar, dağlar ve
üstünde ne-varsa hepsi yıkılır. Şu ayetler de bu ayetin benzeridir: 'Yeryüzü
kendisine has sarsıntı ile sarsıldığı zaman" (Zilzal, 99/1); "Ey
insanlar! Rabbinizden korkun. Çünkü kıyamet vaktinin depremi müthiş bir
şeydir." (Hac, 22/1).
"Dağlar parçalanıp saçılmış toz haline geldiği (zaman)." Yani
dağlar ufalanıp Müzemmil suresi ondördüncü ayette de ifade edildiği gibi
"akıp giden kum" haline geldiği zaman, ateşten uçuşan veya rüzgârın
savurduğu küller gibi darmadağınık toz haline geldiği zaman.
'Ve sizler üç sınıf olduğunuz zaman." Yani kıyamet günü ashab-ı
ye-mîn, ashab-ı şimal ve sâbikûn olmak üzere üç sınıfa ayrıldığınız zaman.
Burada ashab-ı yemîn cennetlikler, ashab-ı şimal cehennemlikler ve sâbikûn ise
rasuller, nebiler, sıddıklar ve şehitlerdir.
Sonra Allah bu sınıfları ayrı ayrı açıkladı:
1-
"Sağcılar, ne mutlu o
sağcılara." Sağcılar kitaplarım sağ elleriyle alıp cennete girenlerdir.
Bunların durumu ne güzeldir, ne mesut insanlardır onlar. "Ne mutlu o
sağcılara" sözü onların şanını yüceltmek içindir.
"Fe-eshâbü'l-meymene" ayetinin başındaki "fe" tafsilat ve
taksimata delâlet eder: Kıyametten korkuttuktan sonra sevap kazanmaya teşvik ve
azaptan ürkütmek için önce ashab-ı yemini, sonra ashab-ı şimali zikretti.
2- "Solcular, ne
bahtsızdırlar onlar." Yani ashab-ı şimal (solcular) kitaplannı sol
elleriyle alıp cehenneme sürülenlerdir. Onların hali ne kötüdür.
İmam Ahmed bin Hanbel'in Muaz bin Cebelden rivayet ettiğine göre
Rasulullah (s.a.) "Sağcılar, ne mutlu o sağcılara; solcular, ne
bahtsızdırlar onlar!" ayetlerini okuduktan sonra eliyle iki avuç toprak
alır gibi yaptı ve "Bu cennet için, umurumda değil; bu cehnenem için
umurumda değil." dedi.
3-
"Önde olanlar
öndedirler, işte onlar mukarrebundur. Naim cennetle-rindedirler." Yani her
ümmetten imana, ibadete, cihada, tevbeye ve iyilik işlerine koşanlar vardır.
Bunlar nebiler, rasuller, şehitler, sıddîkler ve âdil hakimlerdir, onlar
Allah'ın rahmetine koşanlar, engin mükâfatına ve büyük ikramına yaklaştırılanlar
ve naîm cennetlerinde ebedî duracak olanlardır. "Ulâ'ike-İşte onlar"
sözü ile işaret edilmiş olmaları, derecelerinin yüceliği, mevkilerinin
yüksekliğinden dolayıdır.
Ahmed bin Hanbel'in Hz. Aişe'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Biliyor musunuz, kıyamet günü Allah'ın gölgesine koşacak olanlar kimlerdir?" "Allah ve Rasulü bilir." dediler. Rasulullah: "Kendilerine hak verildiği zaman kabul edenler, hak istendiği zaman bol bol verenler, kendileri için hüküm verir gibi insanlar için hüküm verenlerdir." [7]
Bu ayetler şu hususlara delâlet etmektedir:
1-
Kıyametin kopması kesin bir
husustur, şüphe olmayan, dünyada olanın aksine, meydana geldiğinde hiç kimsenin
yalanlamayacağı, hiç kimsenin reddedemeyeceği veya defedemeyeceği sabit bir
hakikattir.
2-
Kıyamet, bir grup insanı
cennete yüceltir -ki onlar Allah'ın dostlarıdır-, diğer bir grubu ise
cehenneme alçaltır -ki onlar da Allah'a düşman olanlardır-. Çünkü önemli
olaylar toplumun yapısında sosyal değişikliklere sebep olur da, bir kısmı aziz,
bir kısmı zelil olur.
3-
Kıyamet koptuğu zaman yer
deprenir, hareketlenir ve sarsılır, üzerindeki yapılar ve dağlar yıkılır,
canlılar ölür, dağlar ufalanıp toz-duman olur ve silinip yok olurlar.
4- Kıyamet günü insanlar üç
sınıf olacak: Ashab-ı yemîn, ashab-ı şimal ve sâbıkûn. Ashab-ı yemîn,
kitapları sağından verilip cennete gönderilenlerdir. Ashab-ı şimal, kitapları
solundan verilip cehenneme gönderilenlerdir. Sâbıkûn ise imana, ibadete, cihada,
tevbeye, adaletli hükmetmeye koşan peygamberler, mücahidler ve âdil hakimler ve
idarecilerdir ki bunlar Allah'a yakın kılınmış (mukarrabûn) insanlardır.
İnsanların bu şekilde sadece üç kısma ayrılması rahmetin gazaba üstün
geldiğinin delilidir. Yani Allah ashab-ı yemînin mukabilinde ashab-ı şimali
zikretti; fakat mukarra-bînin mukabilinde dördüncü bir sınıf zikretmedi.
Zikretseydi onlar Allah'ın gazabına daha çok duçar olanlar olacaktı.
Bu taksim, şu ayetteki taksime benzemektedir: "Onlardan kimi kendine
zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçmek için
yarışırlar." (Fatır, 35/32). Allah burada "Kimisi de bunların
hepsinden geri kalır." demedi.
[8]
13, 14- Bir çoğu öncekilerden, birazı da sonrakilerdendir.
15- Cevherlerle süslenmiş
tahtlar üzerindedirler.
16- Bu tahtlar üzerinde
karşılıklı yaslanırlar.
17- Etraflarında ölümsüz gençler
dolanırlar,
18- Maîn'den doldurulmuş
deştiler, ibrikler ve kadehlerle.
19- Bundan başları ağrıtılmaz ve
akılları giderilmez.
20, 21- Beğendiklerinden meyvelerle canlarının istediğinden kuş eti
ile (dolanırlar).
22, 23- İri gözlü huriler, saklanmış inci misali
24- Yaptıklarına mükâfat olarak.
25- Orada ne boş bir söz ne de günaha sokacak bir laf işitmezler.
26- Yalnız bir söz: "Selâm, selâm."
"Öncekiler" ile "sonrakiler" kelimeleri arasında
tezat vardır.
"iri gözlü huriler, saklanmış inci misali" cümlesi mücmel
teşbih-i mürseldir. Benzetme yönü hazfolunmuştur. "Beyazlık ve berraklıkta
inciler gibi olan huriler" demektir.
[9]
"Bir çoğu öncekilerden," geçen ümmetlerden, "birazı da
sonrakilerden" yani Muhammed ümmetindendir. Rasulullah'ın "Benim
ümmetim diğer ümmetlerden çok olacak" sözü bu ayete ters düşmez.[10]
ZiraJiğer ümmetlerin ilkleri bu ümmetin ilklerinden daha çok olmasına
karşılık, bu ümmetin de tabileri diğer ümmetlerin tâbilerinden daha çok olması
ve maksadın bu olması muhtemeldir.
Cenab-ı Hakk'ın ashab-ı yemîn hakkındaki "bir çoğu öncekilerden, yine bir
çoğu da sonrakilerden" (ayet: 39, 40) ayeti de bu izaha ters düşmez.
Çünkü, her iki grubun da çok olması bunlardan birinin daha çok olmasına mani
değildir.
"Cevherlerle süslenmiş" itina ile dokunmuş "tahtlar
üzerindedirler. Bu tahtlar üzerinde karşılıklı yaslanırlar. Etraflarında
ölümsüz" asla yaşlanmayan, gençlik sıfatlan devamlı olan "gençler
dolanırlar. Maînden doldurulmuş" kulpsuz, "deştiler", kulpu
olan "ibrikler ve" şarap içmek için hazırlanmış
"kadehlerle" etraflarında dolanırlar, ama dünya şarabında olduğu gibi
bununla "akılları giderilmez." Ve yine bu gençler cennet ehlinin
"beğendiklerinden meyvelerle, canlarının istediğinden kuş eti ile"
dolanırlar.
Orada onlar için gözlerinin beyazı çok beyaz, siyahı çok siyah
"iri gözlü huriler" hiç el değmemiş, parlaklığına ve berraklığına
zarar verecek şeylerden korunmuş "saklanmış inci misali" huriler
vardır. Bütün bunlar "yaptıklarına mükâfat olarak" onlara verilir.
"Orada ne boş bir söz ne de günaha sokacak bir laf işitmezler.
Yalnız bir söz" işitirler ki o da "selâm selâm" sözüdür.
[11]
Ahmed bin Hanbel ve İbni Ebî Hatem'in içinde tanınmayan ravilerin de
bulunduğu bir senedle rivayet ettiklerine göre Ebu Hüreyre şöyle dedi:
"Bir çoğu öncekilerden, birazı da sonrakilerdendir" ayetleri
indiğinde bu müslümanların ağırına gitti. Bunun üzerine "Bir çoğu
öncekilerden, bir çoğu da sonrakilerden" (39 ve 40. ayetler) ayetleri
indi.
İbni Asakir'in Dımaşk Tarihi'nde sağlam olmayan bir senedle Urve bin
Ruvaym'dan rivayet ettiğine göre Cabir bin Abdullah şöyle dedi: "Vakıa
suresi inip orada "Bir çoğu öncekilerden, birazı da
sonrakilerdendir." ayetleri indiğinde Ömer ağladı ve "Ey Allah'ın
Rasulü, biz sana iman ettik, seni tasdik ettik, buna rağmen bizden kurtulanlar
azdır." dedi. Bunun üzerine "Bir çoğu öncekilerden, bir çoğu da
sonrakilerden" ayetleri indi. Hemen Rasulullah Ömer'i çağırdı ve "Ey
Hattabın oğlu Ömer, senin söylediğin o hususta Allah vahiy indirdi ve
"Bir çoğu öncekilerden, bir çoğu da sonrakilerden kıldı." (ayet: 39,
40) Bunun üzerine Ömer: "Rabbimizden ve peygamberimizi tasdikten
hoşnuduz." dedi.
Bununla birlikte her iki rivayetin de doğruluğunda şüphe vardır.[12]
Allah kıyamet günü insanlardan üçüncü sınıfı -ki onlar
sâbıkûndur-zikrettikten sonra onların nail olacakları döşekler, hizmetçiler,
yiyecek ve içecekler, huriler; boş çirkin ve günahdan uzak konuşmalar... diğer
taraftan aralarında selâmı yayma gibi çeşitli nimetleri zikretti.
[13]
"Bir çoğu öncekilerden, birazı da sonrakilerdendir." Yani
sâbikûn önde olanlar, mukarrabûn, bunlar Âdem'den bizim peygamberimize kadar
gelip geçmiş ümmetlerden sayılamayacak kadar çok ve birazı da bu ümmetten olan
bir topluluktur. Bu ümmetten olanlar kendilerinden öncekilere nispetle
"az" diye zikredildiler. Çünkü eski ümmetler, içlerinden çıkan peygamberlerin
ve onlara icabet edenlerin çokluğu dolayısıyla çokturlar.
Bunların içinde Muhammed ümmetinden olanların "az" olduğuna
delil Buhari, Müslim, Ahmed ve Neseî'nin Ebu Hüreyre'den rivayet ettikleri
Ra-sulullah (s.a.)'in şu sözüdür: "Sonda gelen bizler, kıyamet günü
sâbıkun (önde gidenler) olacağız." Bu söz, Ahmed bin Hanbel, Ebu Muhammed
bin Ebî Hatem, İbnülmünzir ve İbni Merdüveyh'in Ebu Hüreyre'den rivayet ettikleri
şu hadisle de desteklenebilir: "Bir çoğu öncekilerden, birazı da sonrakilerdendir.
" ayetleri nazil olduğunda bu Rasulullah'ın ashabına ağır geldi. Bunun
üzerine: "Bir çoğu öncekilerden, bir çoğu da sonrakilerdendir."
ayetleri indi. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ben sizin
cennet ehlinin dörtte biri, üçte biri olmanızı umarım, belki yarısı olacaksınız
ikinci yarısını da onlarla bölüşeceksiniz."
Ashab-ı yemîn ise -ileride geleceği gibi, cennet ehlidir- şüphesiz onların
içinde bu ümmetten çok kişi olacak. Zira ashab-ı yemîn Allah'a ve Rasulüne iman
edip salih amel yapan herkestir, onları da öncekilerin çoğu ile sonrakilerin
çoğu olacak. Dolayısıyla bu ümmetin ashab-ı yemîn içinde olanlarının diğer
ümmetlerin ashab-ı yemîni içinde olanlarından daha çok olması olmayacak bir şey
değildir. Böylece bu ümmetin sâbıkunundan birazı ile ashab-ı yemîn
olanlarından büyük bir grubu bir araya gelerek yukarıdaki hadiste geçtiği gibi
cennet ehlinin yarısını teşkil etmiş olurlar.
Özetlersek, bu ümmetin toplamı diğerlerine göre çokluktur. Geçmiş
ümmetlerin sâbıkunu bizim ümmetimizin sâbıkunundan daha çok olurken bizim
ümmetimizin tabileri o ümmetlerin tâbilerinden daha çoktur. Geçmiş ümmetlerin
sâbikûnunun çokluğu peygamberlerinin çokluğu sebebiyledir. Geçmiş ümmetlerin
sâbikûnunun çokluğu birçok peygamber ve ümmetlerinin katılması ile oluyorsa bu
çokluk bu ümmetin sâbıkunu için bir na-kîsa değildir.[14]
Sonra Allah mukarrabinin halini anlatarak şöyle buyurdu:
"Cevherlerle süslenmiş tahtlar üzerindedirler. Bu tahtlar üzerinde
karşılıklı yaslanırlar." Yani onların cennetteki hali şöyledir: Altın
iplerle dokunmuş, inci, yakut ve zebercet ile örülmüş divanlar üzerinde
karşılıklı, birbirlerine sırtlarını dönmeden yaslanmış, neşe ve sevinç, sefa ve
sürür içindedirler, bıkıp usanmazlar, birbirlerine karşı buğz ve kin, nefret ve
husumet duymazlar. Onlar Cenab-ı Hakk'ın şu ayette ifade ettiği gibi kendilerine
hizmet sunulan kişilerdir:
"Etraflarında ölümsüz gençler dolanırlar." Yani hizmet için
etraflarında hep aynı kalan, yaşlanmayan ve değişmeyen gençler veya çocuklar
veya hizmetçiler dolanır durur. Bunların bu hizmeti yerine getirmek için
huriler gibi cennette yaratılmış olmaları mümkündür.
"Maîn'den doldurulmuş deştiler, ibrikler ve kadehlerle. Bundan
başları ağrıtılmaz ve akılları giderilmez." Yani bu hizmetçiler, onların
etrafında kulpu, emziği olmayan ağzı daire şeklinde kadehlerle, kulpu ve emziği
olan ibriklerle, dünya şarabı gibi üzümden sıkılmış olmayıp göze ve kaynaklardan
akan cennet şarabı ile doldurulmuş kadehlerle dolanırlar. Bu şarap saftır,
temizdir, onu içmekten dolayı başları ağrımaz, sarhoş olup da akılları gitmez.
İbni Abbas şöyle der: Şarapta sarhoşluk, baş ağrısı, kusma ve idrar olmak
üzere dört özellik vardır. Allah, cennet şarabını zikretti ve onu bu
özelliklerden temizledi.
"Beğendiklerinden, meyvelerle, canlarının istediğinden kuş eti
ile" Yani o hizmetçiler cennet ehlinin meyvelerden beğendiklerini
canlarının çekip temenni ettikleri tatlı ve güzel çeşit çeşit kuş etlerini
onlara takdim ederler. Kuş etinin diğerlerinden daha üstün ve daha tatlı olduğu
herkesçe malumdur. Burada meyvenin etten önce zikredilmesinin hikmeti,
yutulması çabuk, hazmı kolay, tıbben sağlığa daha uygun olduğu, yemek iştahını
daha çok artırdığı ve insanı yemeğe hazırladığı içindir.
"İri gözlü huriler. Saklanmış inci misali. Sanki onlar gizlenmiş
yumurtalar gibidir." (Saffat, 37/49) ayetinde de ifade edildiği gibi
cennetteki-ler için orada, gözlerinin siyahı simsiyah, beyazı bembeyaz, iri
gözlü, el değmemiş tertemiz ve parlak, beyaz tenli, gizlenmiş inciler gibi
huriler vardır.
"Yaptıklarına mükâfat olarak." Yani onlara yapılan bütün
bunlar amellerinin karşılığıdır. Diğer bir ifade ile yaptıkları güzel amellerin
mükâfatıdır.
"Orada ne boş bir söz, ne de günaha sokacak bir laf işitmezler.
Yalnız bir söz: Selâm, selâm." Yani onlar cennette ne boş ve manasız veya
düşük manalı veya hakir veya insanlığa yakışmayan, ne de içinde sövüp-sayma
cinsinden çirkinlik olan veya günah sayılacak bir söz işitmezler. Bilakis onlar
orada sözlerin en güzelini, "Orada selamlaşmaları
"selâm"dır" (İbrahim, 14/23) ayetinde de ifade edildiği gibi
birbirlerine selâm alıp-vermede selâmın en üstününü işitirler. Bu ayette
anlatılmak istenen şudur: Dünya nimetlerinin bir külfetle elde edildiği gibi
cennet nimetlerinde bu yoktur. O nimetler gam ve kederden, boş ve
çirkinliklerden tamamen uzaktır. Cennette boş lakırdı işitmeme büyük
nimetlerden olmasına rağmen mükâfatlardan sonra zikredilmesindeki hikmet, onun
nimetlerin en tamamlayıcısı olmasıdır. Bu sebeple Allah onu ziyadelik babından
saymıştır. Çünkü bu ferdî nimetlerin zikrinden sonra ortamın nezihliğine ve
temizliğine delâlet eden içtimaî bir nimet olmaktadır.
[15]
Bu ayetler şu hususlara delâlet etmektedir:
1-
"Sabıkun-mukarrabun"
grubu geçmiş ümmetlerden bir topluluğu ve Muhammed (s.a.)'e iman edenlerden de
birazını içine almaktadır. Çünkü geçmiş peygamberler çoktur, dolayısıyla
onlardan imana koşan (sabı-kun)lar çok olmaktadır.
Esah olan kavle göre "bir çoğu öncekilerden, birazı da
sonrakilerdendir" ayetleri muhkemdir nesh edilmemiştir. Çünkü bu bir
haberdir ve bu iki farklı cemaat hakkında gelmiştir. Kuvvetli görüşe göre
haberlerde yani haberlerin mutlak delâlet ettiği manalarda nesih caiz değildir.
Dolayısıyla Allah'ın Muhammed ümmetinden "birazı" diye haber verdikten
sonra yine aynı ümmetten aynı yönde "bir çoğu" diye haber vermesi
caiz değildir.
Hasan el-Basrî'ye göre geçmiş ümmetlerin "sâbıkun"u bizim
"sabı-kûn"umuzdan çoktur. Bu sebeple Allah "birazı da
sonrakilerden" dedi. Ama "sâbıkun" sınıfından ayrı olan "ashab-ı
yemin"e gelince onlar hakkında "bir çoğu öncekilerden, bir çoğu da
sonrakilerden" dedi. İşte bu sebeble yukarıda geçen hadisinde Rasullullah
(s.a.) "Ben ümmetimin cennet ehlinin yarısı olmasını umarım." dedi ve
"Bir çoğu öncekilerden bir çoğu da sonrakilerdendir" ayetini okudu.
2- "Sâbıkun" için
cennette, oturup kalkacakları yerlerde, yiyip içmelerinde, aile hayatlarında,
sözlerinde çeşit çeşit nimetler vardır: Oturacakları divanlar altın iplerden
dokunmuş, inci ve yakutla örülmüştür, hiç ölmeyen, yaşlanmayan ve değişmeyen
genç hizmetçiler kendilerine hizmet edecektir. İçecek edevatı kulpu ve emziği
olmayan tertemiz pırılpınl kaplar, kulplu ve emzikli ibrikler, su veya şarap
dolu kâselerdir. Buradaki şarap, gözelerden akan şaraptır. İçildiğinde baş
ağrısı yapmaz, dünya şarabının aksine tatlıdır, eza vermez, içenler sarhoş olup
aklı gitmez.
Onların yiyecekleri temiz ve tatlı kuş etleri olacak, çok çeşitli
olduğu için meyvelerden dilediklerini seçecekler.
Gayet güzel, gözlerinin siyahı simsiyah, beyazı bembeyaz ve iri inci gibi
pırıl pırıl ve temiz, her bakımdan vücutları endamlı ve insicamlı huri
kadınlarıyla evlenecekler.
Konuşmaları sözlerin en güzeli olacak, içinde ne boş lakırtı, ne yalan, ne lüzumsuz ve kişiyi günaha sokacak, birbirlerini günaha düşürecek bir söz olmayacak, asla sövüp-sayma ve günah söz işitmeyecekler, sadece aralarında merhaleler ve selâmlar alıp-verecekler.
3- Allah, dünyada iken
yaptıkları hayırlı ve salih amellerinin ve güzel sözlerin güzel bir mükâfatı
olarak onlara bu bol nimetler ihsan edecek. "Yapmış olduklarının
mukabili" sözü amelin onların ameli olduğuna ve onların fiili ile meydana
geldiğine delâlet eder.
[16]
27- Kitabı sağ tarafından verilenler, ne mutlu o kitabı sağ tarafından
verilenler!
28-31- Dikensiz kiraz, yüklü muz ağacı, uzamış gölge, kesilmeyen su,
32, 33- Tükenmeyen ve yasak da edilmeyen sayısız meyve
34- Ve yüksek döşekler içindedirler.
35- Şüphesiz biz o hurileri bambaşka yaratıp
36, 37, 38- Onları kitabı sağ tarafından verilenler için eşlerine
düşkün ve yaşıt bakireler kıldık.
39- Bir çoğu öncekilerden
40- Bir çoğu da sonrakilerdendir.
"Kitabı sağ tarafından verilenler, ne mutlu o kitabı sağ
tarafından verilenler!" ayetinde "ashabu'l-yemin" kelimesi
ta'zim için tekrar etmiştir.
[17]
"Kitabı sağ tarafından verilenler, ne mutlu o kitabı sağ
tarafından verilenlere". Bir başka manaya göre ayet soru şeklinde olup
"Kitabı sağ tarafından verilenler nedir?" şeklindedir.
Onlar cennette "dikensiz" dalh-budaklı ve bol yapraklı
"kiraz", meyveleri üstüste muntazam bir şekilde dizilmiş "yüklü
muz ağacı, uzamış" hiç kaybolmayan bir "gölge, kesilmeyen su",
Jıiçbir vakit "tükenmeyen ve yasak da edilmeyen" çok ve çeşitli
"sayısız meyve ve " divanlar üstüne döşenmiş "yüksek döşekler
içindedirler."
"Şüphesiz biz o hurileri" doğum olmaksızın "bambaşka
yaratıp onları kitabı sağ tarafından verilenler için, eşlerine düşkün ve yaşıt
bakireler kıldık." O sağcıların "bir çoğu öncekilerden, bir çoğu da
sonrakilerdendir."
Said bin Mansur Sünen'inde Beyhaki Ba's'ta Atâ ve Mücahid şöyle dediğini
rivayet ettiler: Taif halkı, içinde bal da bulunan kendilerine koruluk yapmayı
düşündükleri vadiyi istediler. İstekleri yerine getirildi. Güzel bir vadi idi.
Bazılarının "cennette şöyle şöyle nimetler varmış" dediklerini işittiler.
"Keşke cennette bizim için bu vadi gibi olsa" dediler. Bunun üzerine
"Kitabı sağ tarafından verilenler..." ayetleri indi.
Beyhakî'nin bir başka yoldan rivayet ettiğine göre Mücahid şöyle dedi:
Taifliler'in, gayet verimli bir vadi olan Vecc Vadisi'nin gölgesi, kirazı ve muzu
hoşlarına gidiyordu. Bunun üzerine bu ayetler indi.
[18]
Allah "sâbıkun"un halini ve nail olacakları nimetlerin
özelliklerini beyan ettikten sonra ahiretteki üç sınıf insandan ashab-ı
yeminin durumunu açıklamaya başladı ve nail olacakları meyveler, gölgeler,
sular, döşekler ve aynı yaşta bakire güzel hanımlar gibi nimetlerin
özelliklerini saydı.
[19]
"Ashab-ı yemin, ne mutlu o ashab-ı yemine." Bu,
sâbıkûn-mukarrabûn üzerine atfedilmiştir. Ashab-ı yemîn kitapları sağ
taraflarından verilen müminlerdir. Mertebeleri mukarrabinden aşağıdır,
dolayısıyla nimetler konusunda dereceleri sâbıkûndan azdır. Çünkü onlar
dünyada iken iman bakımından daha zayıf, ihlas ve amel bakımından daha az
idiler. Bu yüzden onların ağaçları, meyveleri ve kendilerine verilecek
nimetler/ sâbikûnun nail olduğu nimetlerin derecesine ulaşamaz.
Bununla beraber onlar yine de yüksek bir makamda ve üstün bir derecededirler.
Bu sebeple onlar methedilirken övgüde mübalağa ifadesi etmesi için bu üslûp
kullanılmıştır. Yani: "O mutlu ashab-ı yemîn (sağcılar)a gelince, kimdir
onlar, nasıl şeydirler, ne haldedirler, akıbetleri nasıldır bilir misiniz?"
demektir. Bu üslûp dikkat çeken ve onların varacakları yeri öğrenme merakını
kamçılayan bir üslûptur. Onun için onların mübhem kalan hallerini açıklamak
üzre Allah şöyle buyurdu:
"Dikensiz kiraz, yüklü muz ağacı, uzamış gölge, kesilmeyen su,
tükenmeyen ve yasak da edilmeyen sayısız meyve içindedirler." Yani
ashab-ı yemîn bol ve sık yapraklı dikensiz ağaçları olan, meyveleri salkım
salkım üs-tüste yüklenmiş muz ağaçları, hiç gitmeyen kaybolmayan gölgeleri,
gece gündüz diledikleri yönde akıp duran suları, dünyada meyvelerin bazı mevsimlerde
bulunmamalarının aksine her vakit bulunup hiçbir zaman kesilmeyen, dileyenin
dilediği zaman dilediği gibi alabildiği bol ve çok çeşitli meyveleri bulunan ve
yorulma olmayan cennet bahçeleri içinde sefa sürerler. "Sâbıkun"
sınıfının meyvelerine gelince sâbıkunun onlardan birini sadece temenni etmesi
kafidir, hemen önünde hazır olur.
Burada bir nimetten onun üstünde bir nimete yükselme üslûbu üzre önce
yapraklı ağaç, sonra meyveli ağaç zikredilmiştir. Meyveler nimet olma
bakımından daha tamamdır. Yapraklı ağacı, ağaç olarak zikrederken meyve
ağaçlarını meyveleriyle zikretmiştir. Çünkü yaprak ağacın üstünde iken güzeldir,
halbuki meyve ister dalında, ister koparılmış olsun bizatihi istenir.
Meyvenin hoş ve tatlı oluşu değil de çok oluşu anlatıldı, çünkü onun
hoş oluşu tabii olarak bilinen bir şeydir, maksat nimetlerden geniş şekilde
istifade edildiğini ifade etmek olduğundan çok ve çeşitli oldukları beyan
edilmektedir. Meyvelerin "tükenmeyen" diye tavsif edilmesi bunların
dünyâ: meyveleri gibi olmadığını ifade etmek içindir. Çünkü dünyada meyveler çoğu
yerlerde ve çoğu zamanlarda (mevsimi icabı) tükenir. Ayrıca cennet meyveleri
"yasak edilmeyen" diye tavsif edildi. Zira dünya meyveleri başkasının
ise yasaktır, ancak bir bedel ile veya sahibinin izni ile helâl olur. "Tükenmeyen"
sıfatı "yasak edilmeyen" sıfatından önce zikredildi. Çünkü tükenmek
mevcut için söz konusudur, yasak var olduktan sonradır. Çünkü meyve önce var
olur, sonra yasak edilir.
Sonra Allah oturma mekânlarına ait zevk u safa vasıtalarını zikrederek
şöyle buyurdu:
"Ve yüksek döşekler içindedirler." Yani ashab-ı yemîn
divanlar üzerinde kalın ve kıymeti yüksek döşekler üzerinde oturur ve uyurlar.
Döşekler manasına olan "fiiruş" kelimesi "firaş"
kelimesinin çokluğudur ki üzerinde oturmak ve uyumak için serilen şeydir.
Burada döşeğin kadınlardan mecaz olduğu da söylenmiştir. Buna göre mana:
"Güzellik ve olgunluklarımda değerleri yüksek hanımlar içinde"
şeklinde olur.
Sonra Allah ashab-ı yemîn hanımlardan istifade edeceklerini zikrederek
şöyle buyurdu:
"Şüphesiz biz o hurileri bambaşka yaratıp onları ashab-ı yemin
(kitabı sağ tarafından verilenler) için eşlerine düşkün ve yaşıt bakireler
kıldık." Yani biz hurileri doğum yolu ile olmaksızın yeni baştan yarattık
ve onları bunlardan önce ne bir insan, ne bir cinnin dokunmadığı bakireler
kıldık.
"Bir çoğu öncekilerden, bir çoğu da sonrakilerdendir" Yani
ashab-ı yemîn önceki ümmetlerin müminlerinden bir topluluk ile kıyamete kadar
Muhammed (s.a.)'e iman edecek olan sonrakilerden bir topluluktan meydana
gelir.
Daha önce geçen "birazı da sonrakilerden" ayeti ile buradaki
"bir çoğu da sonrakilerdendir" ayeti arasında çelişki yoktur. Çünkü
"birazı da sonrakilerdendir." sözü "sâbıkunun birazı da
sonrakilerdendir." demektir. "Bir çoğu da sonrakilerdendir" sözü
ashab-ı yemîn hakkındadır.[20]
Ancak sâbı-kun hakkında zikredilmesine mukabil burada mükâfatın amellerin mukabili
olduğu zikredilmiştir. Çünkü ashab-ı yeminin ameli sâbıkun zümresinin
amelinden daha azdır, dolayısıyla yüceltmek için bunu zikre ihtiyaç duymadı.
Bunu zikretmemesinde Allah'ın ashab-ı yemini rahmet ve ihsan ile kuşattığına da
bir işaret vardır.
[21]
Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:
1- Allah ashab-ı yemini
özelliklerini ve makamlarım överek yüceltti ve onları çok medhetti.
2- Allah ashab-ı yeminin
bulundukları ortam, yeme-içme oturacakları yerler ve evlenme konusunda nail
olacakları çeşitli nimetleri zikretti. Onlar dikensiz sedir ağacı gibi bol
yapraklı ağaçların tatlı gölgesinde olacaklar. Bu gölgeler devamlıdır, güneş
onları gidermez.
Yine ashab-ı yemin dünya meyvelerinin aksine hiçbir vakit tükenmeyen,
yine dünyadakilerin aksine hiç kimseye yasak ve haram olmayan çok çeşitli
meyvelerden faydalanırlar.
Divanların üstünde kabartılıp yükseltilmiş döşekler üzerinde otururlar,
uyurlar.
Yine onlar için gayet güzel huri kadınlar vardır. Allah onları yeni yarattı,
onlara eşsiz güzellikler verdi, onları eşlerine âşık, kocalarını seven, ahlak
ve yaşta birbirlerine benzer, aralarında buğz ve hased bulunmayan bakire kızlar
halinde yarattı. Onlar da eşleri gibi otuz üç yaşındadırlar.
3- Cennette ashab-ı yemin,
geçmiş ümmetlerden büyük bir cemaat ve sonrakilerden de bir başka cemaatten
teşekkül edecektir. Vahidî cennet ehlinin yarısının geçmiş ümmetlerden,
yansının da bu ümmetten olacağını söylemiştir.
[22]
41- Ashab-ı şimal (kitabı sol tarafından verilenler), (onlar) ne
ashab-ı şimaldir.
42- Yakıcı bir rüzgâr ve kaynar bir su,
43, 44- Ne serin, ne de faydalı olan
simsiyah dumandan bir gölge içindedirler.
45- Çünkü onlar bundan önce
sefahet îçinde idiler-
46- o büyük günah (şirk)
üzerinde ısrar diyorlardı.
47. Ve ş6yle diyoriaidij ,Biz öldük. bir y sonra biz mı tekrar
dırıltecekmişiz?
48-Önceki atalarımız da mır
49" De ki "Şüphesiz hem öncekiler, hem sonrakiler'
50- Malûm bir günün muayyen vaktinde muhakkak toplanacaklardır."
51- Sonra siz ey sapıklar ve yalanla-yanlar!
52-54- Muhakkak bir ağaçtan, zakkumdan yiyecek, karınları ondan
dolduracak, üstüne de kaynar sudan içeceksiniz.
55- Susamış develerin içişi gibi içeceksiniz.
56- İşte kıyamet günü onların ziyafeti budur.
"Sonra siz" hitabından sonra "onların ziyafeti"
diye gaib zamirine dönmesi onların halini tahkir içindir, aslolan
"sizin" denilmesi idi. Ayrıca burada bir istihza da vardır.
"İşte size çekilen ziyafet bu azaptır." demektir..
[23]
Derideki küçük deliklerden vücuda giren "yakıcı bir rüzgâr
ve" çok sıcak "kaynar bir su, ne" diğer gölgeler gibi
"serin", ne de altında gölgelenen-lerden sıcaklığın sıkıntısını
giderecek gibi "faydalı olmayan simsiyah dumandan bir gölge
içindedirler."
"Çünkü onlar bundan önce" dünyada iken "sefahet" ve
şehevat "içinde idiler. O büyük günah" şirk ve putperestlik
"üzerinde" devam ediyor ve "ısrar, ediyorlardı. Ve şöyle
diyorlardı: Biz öldükten ve bir yığın toprak ve kemik olduktan sonra biz mi
diriltilecek misiz? Önceki atalarımız da mı?" Bu iki ayette tekerrür eden
"istifham", onların böyle bir şeyin olmasını çok uzak gördüklerini
ifade etmek içindir ki bu onların öldükten sonra dirilmeyi kesinlikle inkâr
ettiklerini gösterir. Ayrıca "atalarımız da mı?" sözleri onların,
üzerinden uzun zaman geçtiği için atalarının dirilmesinin asla mümkün olmadığına
inandıklarını gösterir.
"De ki: Şüphesiz hem öncekiler, hem sonrakiler, malûm bir günün muayyen
vaktinde muhakkak toplanacaklar."
"Sonra siz ey sapıklar ve" öldükten sonra dirilmeyi
"yalanlayanlar," ey Mekkeli ve diğer kâfirler! "Muhakkak bir ağaçtan"
cehennemin dibinde biten son derece acı "zakkumdan yiyecek" çok aç
olduğunuz için "karınları ondan dolduracak" sonra çok susayacağınız
için "üstüne de kaynar sudan içeceksiniz. Susamış develerin içişi gibi
içeceksiniz. İşte kıyamet günü onların ziyafeti budur."
[24]
Kıyametteki üç sınıftan sâbikun ve ashab-ı yemîn'in ahvalini
açıkladıktan sonra Allah onlarla bağlantılı olarak ashab-ı şimâl'in (kitabı sol
tarafından verilenler) hallerini cehennemde karşılaşacakları çeşitli azap ve
işkenceleri sebepleri ile beraber beyan etti. Bu sebepler dünyada iken nefsanî
arzulara dalmış olmaları, şirk koşmaları ve diriliş gününü inkâr etmeleridir.
[25]
"Ashab-ı şimal (kitabı sol tarafından verilenler), (onlar) ne
ashab-ı şimaldir." Yani, onların durumları nedir, ahirette azap
olunurlarken ne halde olacaklar?
İşte bu hal ve durum Cenab-ı Hakk'ın aşağıda söylediği şekilde
olacaktır:
'Yakıcı bir rüzgâr, kaynar bir su, ne serin, ne de faydalı olan
simsiyah dumandan bir gölge içindedirler." Yani onlar cehennemin
sıcaklığından gelen yakıcı bir rüzgâr, kaynar bir su, aslında serin olan başka
gölgeler gibi serin olmayan, görüntüsü kötü, faydasız, simsiyah bir cehennem
dumanının gölgesi içinde olacaklardır. Meşhur olan manaya göre
"semûm", çok sıcak esip de, hasta eden veya çoğu kez öldüren rüzgâr
demektir. Razî şöyle der: "Şöyle denilmesi daha doğrudur:
"Semûm" oradan oraya aktarılan kokuşmuş, kirli bir havadır, insan
ondan bolca içine çektiği zaman kokuşmuş olduğundan dolayı kalbin çalışmasını
bozar ve pldürür."
Yakıcı hava ve kaynar suyu zikredip de cehnenemi ve korkunç hallerini
zikretmemesi daha hafifi ile daha ağırına bir işarettir. Yani dünyada hava ve
su en soğuk şeyler iken burada onların burunlarına çektikleri hava
"semûm", içtikleri su hamim (kaynar) olursa dünyada en yakıcı şey
olan ateş orada nasıl olur, var sen düşün, demektir. Sanki Cenab-ı Jfek şöyle
diyor: Eşyanın en soğuğu onlara göre en sıcağı olmuşsa, en sıcağı ile halleri
nasıl olur?
Şu ayetler de bu ayetin benzeridir: "O yalanlayıp durduğunuz şeye
gidin, haydi üç kola ayrılmış gölgeye gidin. Gölgelendirid değildir, alevden
de korumaz, çünkü o öyle kıvılcım atar ki her biri sanki bir saraydır, her biri
sanki sarı sarı develerdir." (Mürselât, 77/29-33).
Onların azap görmesinin sebebi Cenab-ı Hakk'ın şu dediğidir:
"Çünkü onlar bundan önce sefâhet içinde idiler. O büyük günah
(şirk) üzerinde ısrar ediyorlardı. Ve şöyle diyorlardı: "Biz öldükten ve
bir yığın toprak ve kemik olduktan sonra biz mi tekrar diriltilecek misiz?
Önceki ata-larımıda mı?" Yani çünkü onlar dünyada iken kendilerine helâl
olmayan şeylerle hayat sürüyor, şehvetlere dalmış, nefislerine tatlı gelen
şeylere yönelmişler, peygamberin getirdikleri ile hiç ilgilenmiyorlardı. O
büyük günah üzerinde devam edip ısrar ediyorlar ve ondan dönmüyorlardı. Bu büyük
günah şirk idi veya Allah'ı inkârdı, Allah'ı bırakıp putlara tapmak Allah'a
ortak koşmaktı. Öldükten sonra dirilmeyi mümkün görmüyorlar ve inkâr ediyorlar
ve şöyle diyorlardı: "Biz ölüp dağılmış cesetler, ufalanmış kemikler
haline geldikten sonra nasıl diriltiliriz? Önceki babalarımız, dedelerimiz çok
eskiden öldüklerine ve üzerlerinden uzun zaman geçtiğine göre nasıl
diriltilirler?" Bu şekilde onlar dedelerinin dirilişini mümkün görmüyor,
şiddetle reddediyorlardı. Onların "nasıl" sorusunu inkâr manasına
kullandıkları açıktır.
Şurası da şayan-ı dikkattir ki Allah kullarına nimet verdiği yerlerde
onların salih amellerini zikretmiyor. Bu sebeple ashab-ı yeminin cennetler
içinde oluşunun sebebini zikretmedi. Ama azap verdiği yerde kötülerin
amellerini zikrediyor. Çünkü mükâfat, ihsan; azap, adalettir. İhsan, sebebi
ister zikredilsin, ister edilmesin kimse onu ihsan edenin noksan yaptığını,
haksızlık ettiği hayalinden bile geçirmez. Ama adalet, eğer cezanın sebebi
bilinmezse, burada bir zulüm olduğu zannedilebilir. Bu sebeple Allah "Onlar
sefahetleri yüzünden cehennemdedirler." demiştir.
Allah onların bu inkârına şu cevabı vermiştir:
"De ki: Şüphesiz hem öncekiler, hem sonrakiler, malûm bir günün muayyen
vaktinde muhakkak toplanacaklar." Yani ey peygamber, söyle onlara:
Diriltileceklerine ihtimal vermeyen ümmetlerden o "öncekiler", siz ve
sizden sonra gelecek olan "sonrakiler", ileri-geri oynatılamayan,
artıp-eksil-meyen zamanı belirli muayyen günde dirilişten sonra kıyamet
meydanında toplanacaklar. Nitekim şu ayetler bu toplanmayı ifade etmektedir:
"Fakat o ancak bir tek seslemeden ibarettir. Bir de (bakarsın) onlar
toprağın hüzündedirler." (Naziat, 79/13-14); "İşte o, insanların
toplanacağı bir gündür, ve işte o herkesin hazır bulunacağı bir gündür. Biz onu
ancak sayılı bir müddete kadar geciktiririz. O geldiği gün Allah'ın izni
olmadan hiç kimse konuşamaz. Onlardan kimi bedbahttır, kimi mutlu." (Hud,
11/103-105). "De ki" ifadesi meselenin son derece açık olduğuna
işarettir. Kıyamet gününün tayin edilmemesi ise, insanların tenbelleşmemesi
içindir.
Sonra Allah azabın yeme içmedeki bazı tezahürlerini zikrederek şöyle
buyurdu: "Sonra siz ey sapıklar ve yalanlayanlar; muhakkak bir ağaçtan,
zakkumdan yiyecek, karınları ondan dolduracak, üstüne de kaynar sudan
içeceksiniz. Susamış develerin içişi gibi içeceksiniz." Yani ey haktan
sapanlar topluluğu, Allah'ın varlığını ve birliğini inkâr eden,
peygamberlerini yalanlayan, kıyamet günü dirilme ve hesabı inkâr eden sizler!
Hiç şüphe yok sizler ahirette çok acıktığınız için o tadı kötü, görünüşü çirkin
olan zakkum ağacından karınlarınızı dolduruncaya kadar yiyeceksiniz, sonra çok
susa-yacağınız için o zakkumun üstüne kaynar su içeceksiniz ve bu içişiniz bir
hastalığa yakalandığı için hiç suya kanmayan susuz devenin su içmesine
benzeyecek. Yani bu içişiniz normal su içme gibi olmayacak, belki susayıp da
ölünceye kadar içse asla suya kanmayan devenin içmesi gibi olacak, İb-ni Abbas
ve tabiinden bir kısmına göre ayatte geçen "ileyhim" kelimesi susamış
deve demektir. Süddi'ye göre ise bu kelime develerde görülen bir hastalıktır
ki, o deve içer içer kanmaz, nihayet ölür. İşte cehennem ehli de böyledir,
kaynar suya asla kanmazlar. Halid bin Ma'dân hiç nefes almadan devenin su
içmesi gibi suyu bir defada içmeyi mekruh görüyordu.
Sonra Allah onların azabının bu olduğunu beyan ederek şöyle buyurdu:
"İşte kıyamet günü onların ziyafeti budur." Yani Allah istihza ve
alay için "Yenilecek ve içilecek şey olarak vasfettiğimiz zakkum ağacı,
kaynar su, işte hesap günü Rableri nezdinde onlara çekilecek ziyafet
budur." demektir. Onlar için hazırlanan ve kıyamet günü yiyecekleri işte
bunlardır. Razî'nin görüşüne göre azabın tamamı bu değil, belki ilk
görecekleridir ki o da azabın bir kısmıdır.
"en-Nüzûlu" misafir için hazırlanan ikramdır ve yiyeceği
şeylerin ilki o olur. Nitekim Allah müminler hakkında şöyle buyurur: "İman
edip salih amel yapanlar, onlar için nüzul (ziyafet ve ikram) olarak Firdevs
cennetleri vardır" (Kehf, 18/107).
[26]
Bu ayetler şu hususları ifade etmektedir:
1- Ashab-ı şimal, kitaplarını
soldan alanlardır. Allah onların belâ ve azabını büyütmüş ve onların hali ve
durumuna karşı bizde dehşet uyandırmıştır.
2-
Onlar bedendeki ince deliklerden
giren yakıcı bir hava( içinde azap olunacaklar, aşın susuzluktan dolayı sonuna
kadar kaynatılmış sudan içecekler. Yani ateş ciğerlerini ve vücutlarını
yaktıkça hamime (suya) koşacaklar, fakat onu son derece sıcak bulacaklar.
Dünyada olduğu gibi yakıcı rüzgârdan kaçıp gölgeye sığınacaklar, fakat onun
kapkara cehennem dumanının gölgesi olduğunu görecekler.
Bu ise serin değil, bilakis sıcaktır; çünkü o cehennemden çıkan dumanın
gölgesidir. Bu gölgenin ise hiçbir faydası yoktur.
3-
Onları bu azaba çarptıran
ameller veya bu cezayı hak etmelerinin sebebi şudur: Onlar dünyada iken
sefahete dalmışlar, haramla semiriyorlar; tevhid, ibadet ve ihlası asla
tanımıyorlardı; o büyük günah üzerinde ısrar edip onu terketmiyorlar ve ondan
dönmüyorlardı. O büyük günah şirktir. Yemin-i gamus'tur da denilmiştir. Çünkü
onlar öldükten sonra diriltilmeyeceklerine ve putların Allah'a eş olduğuna
yemin ediyorlardı. Diriliş meselesine ihtimal vermeyerek ve onu yalan sayarak
şöyle diyorlardı: "Ölümden sonra hayat yok, çürümüş cesetleri, ufalanmış
kemikleri yeniden diriltmek mümkün değildir. Babalarımızın, dedelerimizin
dirilişi ise hiç mümkün değil. Çünkü onlar bizden de önce ölmüşlerdi.
4-
Hidayetten sapan, dirilişe
inanmayan bu insanların görecekleri azap çeşitlerinden biri de zakkum ağacından
yemeleridir. Zakkum ağacı, görüntüsü çirkin, tadı kötü bir ağaçtır. Bundan
karınlarını doldurana kadar yiyecekler. Görecekleri azaplardan biri de o
zakkumun üstüne hamim içmeleridir. "Hamim", cehennem ehlinin
irinlerinden iyice kaynatılmış kaynar sudur. Onların bunu içişi de normal
değildir, bir hastalığa yakalandığı için suya kanmayan susamış devenin içişi
gibi içecekler. Denilmek istenen şudur: Onlar aç bırakılacaklar, nihayet zakkum
yemek zorunda kalacaklar, sonra susuz bırakılacaklar, susamış deve gibi
hamimden içmeye mecbur olacaklar.
5-
Misafirlere ikram için
hazırlanan ziyafet gibi, kıyamet günü cehennemde onlar için hazırlanan
rızıklar, işte bunlardır. "Onlara elim bir azabı müjdele." (Tevbe,
9/34) ayetinde olduğu gibi bu azabın da ziyafet diye vas-fedilmesinde bir
tehekküm (kapalı bir istihza) vardır.
[27]
57- Sizi biz yarattık. O halde
tasdik etmeli değil misiniz?
58- Döktüğünüz meni nedir söyler
misiniz?
59- Onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratanlar biz miyiz?
60, 61- Aranızda ölümü takdir eden biziz ve biz yerinize diğer benzerlerinizi
getirmemiz ve sizi bilemeyeceğiniz bir yaratışta ve suretlerde tekrar
yaratmamız hususunda önüne geçilecekler de değiliz.
62- Andolsun ki ilk yaratılışı
bildiniz. O halde düşünmeli değil misiniz?
63- Ektiğiniz nedir söyler misiniz?
64- Onu siz mi bitiriyorsunuz yoksa bitirenler biz miyiz?
65- Eğer dileseydik, muhakkak ki
onu bir ot kırıntısı yapardık da, siz de şaşırıp kalırdınız.
66- "Şüphesiz biz borçlanmışız."
67- "Daha doğrusu biz mahrum kalmışlarız."
68- içmekte olduğunuz suyu
söyler misiniz?
69- Onu siz mi buluttan indiriyorsunuz, yoksa indirenler biz miyiz?
70- Eğer dileseydik, onu tuzlu bir su yapardık. O halde şükretmeli
değil misiniz?
71- Tutuşturduğunuz ateşi söyler misiniz?
72- Siz mi onun ağacını yarattınız, yoksa yaratanlar biz miyiz?
73- Biz onu bir ibret ve çöl yolcuları için faydalı bir şey
kıldık."
74- O halde Rabbini o büyük adıyla teşbih et.
"Fezaltüm tefekkekuhûn" ayetinde (ayet: 65) "zı"
harfinin hem kesreli, hem fethalı okunması caizdir. Fetha okuyanlar
"fezaleltüm" deki birinci lamı harakesi ile beraber tahfif için
hazfederler. Kesre ile okuyanlar birinci lamın, kesresini "zı" ya
naklederek lamı hazfederler.
[28]
"Sizi biz yarattık. O halde" kesin inanarak bunu "tasdik
etmeli değil misiniz1?" Tasdikinizi gösteren amellerle bunu ortaya koymalı
değil misiniz. Bir başka ifade ile: İlk yaratışı kabul ettiğiniz gibi, ölüm ötesi
hayatı ve tekrar dirilmeyi de tasdik ve ikrar etmeli değil misiniz? Zira hiç
yoktan var edebilen, o yaratmayı tekrar yapabilir.
Rahimlere bıraktığınız "döktüğünüz"o "meni nedir söyler
misiniz? Onu siz mi yaratıyorsunuz," her şeyi tastamam bir insan haline
getiriyorsunuz, "yoksa yaratanlar biz miyiz?"
"Aranızda ölümü takdir eden" her insanın ölüm vaktini
belirleyen "biziz ve biz yerinize diğer benzerlerinizi getirmemiz ve sizi
bilemeyeceğiniz bir yaratılışta ve suretlerde tekrar yaratmamız hususunda önüne
geçilecekler de değiliz." Kimse bizim bu takdirimizi geçip de, ölümden
kaçamaz, kimse bize üstün gelip aciz bırakamaz. Taberî bu ayeti "Her
asırda bir nesli yok edip yerine bir başka nesil yaratan biziz." şeklinde
tefsir etmiştir.
"Andolsun ki ilk yaratılışı bildiniz, o halde düşünmeli" ve
buna muktedir olanın öldükten sonra tekrar yaratmaya da muktedir olacağını
bilmeli "değil misiniz?" Bu ayet kıyas yapmanın sahih olduğuna
delildir.
Tarlayı sürüp "ektiğiniz nedir söyler misiniz? Onu siz mi
bitiriyorsunuz, yoksa" o ekinleri "bitirenler biz miyiz? Eğer
dileseydik, muhakkak ki onu" kurutup "bir ot kırıntısı yapardık da,
siz de" onun bu kötü halinden "şaşırıp kalırdınız" ve bunca emek
verdiğinize pişman olurdunuz. Bu şaşkınlığınızdan bazan "Şüphesiz biz
borçlanmışız." dersiniz, bazan da "daha doğrusu biz mahrum
kalmışlarız." Yani eyvah, bizim ne malımız varmış, ne kazancımız;
yaptığımız masrafla kalmışız, dersiniz.
"İçmekte olduğunuz suyu söyler misiniz? Onu siz mi buluttan indiriyorsunuz,
yoksa, indirenler biz miyiz? Eğer dileseydik, onu "içilmesi mümkün
olmayan "tuzlu bir su yapardık. O halde" bu ve emsali zaruri nimetlere
karşı "şükretmeli değil misiniz?"
"Tutuşturduğunuz ateşi" veya o ateşi çıkaran şeyi
"söyler misiniz. Siz mi onun ağacını yarattınız, yoksa yaratanlar biz
miyiz?" Buradaki ağaçtan maksat birbirine sürtme sonucu tutuşan bir
çeşittir.
"Biz onu bir ibret" cehennem ateşine bir örnek "ve"
suyu ve bitki örtüsü olmayan "çöl yolcuları için faydalı bir şey
kıldık."
"O halde" sübhanallahilazim diyerek "Rabbini o büyük
adıyla teşbih et." tenzih et.
[29]
Kıyamet günü üç sınıf insanın halini ve bunlardan her birinin
akibeti-ni beyan ettikten sonra Allah sapık ve Allah tanımaz inkarcılara cevap
verdi. Bu cümleden olarak yaratmasını, rızık vermesini ve bitmeyen nimetleri
ihsan etmesini zikrederek ulûhiyete dair deliller ortaya koydu, ahireti haber
verdi ve öldükten sonra dirilme ve hesabın olacağını ortaya koydu.
[30]
"Sizi biz yarattık, o halde tasdik etmeli değil misiniz?"
Yani siz de biliyorsunuz ki siz zikre değer hiçbir şey değil iken sizi ilk
defa yaratan biziz. Öyleyse bu yaratmayı ikrar ettiğiniz gibi öldükten sonra
dirilmeyi de tasdik etmeniz gerekmez mi? Zira hiç yoktan var etmeye kadir
olan, aynı şeyi tekrar yaratmaya haydi haydi muktedir olmaz mı?
Bu ifade, ahiretin olacağını kıyas yolu ile ispattır. Sonra Allah buna
dair başka deliller ortaya koyarak şöyle buyurdu:
"Döktüğünüz meni nedir söyler misiniz? Onu siz mi yaratıyorsunuz,
yoksa yaratanlar biz miyiz?" Hanımların rahimlerine bırakmakta olduğunuz
meni veya nutfeden bana haber verin, onu rahimlere yerleştirip, orada yaratıp,
zamanla ondan her şeyi tamam bir insan yapan siz misiniz, yoksa onu takdir edip
şekil veren Allah mıdır?
"Aranızda ölümü takdir eden biziz ve biz yerinize diğer
benzerlerinizi getirmemiz ve sizi bilemeyeceğiniz bir yaratılışta ve suretlerde
tekrar yaratmamız hususunda, önüne geçilecekler de değiliz." Yani ölümü
aranızda taksim eden ve içinizden her fert için vaktini tayin eden biziz.
Kiminiz büyüyünce ölür, kiminiz küçükken; ama ölmekte herkes eşittir. Biz
mağlub olmayız, bilakis sizi helak ettikten sonra yerinize benzerlerinizi
yaratmak suretiyle bedelinizi getirmeye, şu andaki şekillerinizi değiştirmeye
ve bilmediğiniz başka hal ve şekillerde yaratmaya kadir olan sadece biziz.
Anlatılmak istenen şudur: Biz ölümle sizi yok edip beşerî hayatın devam etmesi
için yine sizin cinsinizden benzeriniz başka nesiller getirmeye gücümüz yeter
ve yine çeşitli hal ve şekillerde tekrar yaratmaya gücümüz yeter. Biz
benzerinizi yaratmaktan ve her uzvunuz dağıldıktan sonra tekrar diriltmekten
âciz değiliz.
Bu öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlerin yalancılığına ve haşir konusunda
peygamberlerin doğruluğuna bir delildir. Çünkü "siz mi onu yaratıyorsunuz"
sözü, ilk yaratanın Allah olduğunu kabul etmeye mecbur et-mektedir. Allah ilk
yaratmaya kadir olmuşsa, ikinci defa yaratmaya da kadir demektir.
Sonra Allah geçen delilleri desteklemek için, öldükten sonra dirilmenin
mümkün olduğuna başka bir delil getirerek şöyle buyurdu:
"Andolsun ki ilk yaratılışı bildiniz, o halde düşünmeli değil
misiniz?" Yani anladınız ki siz zikre değer bir şey değil iken Allah sizi
yarattı. Sizi çeşitli merhalelerden geçirerek yarattı: Önce bir nutfe (bir
damla meni), sonra bir kan pıhtısı, sonra bir parça et, sonra bir kemik
iskeleti oldunuz. Sonra size et giydirdi ve göz, kulak ve kalp verdi. Öyleyse
Allah'ın insanı bu ilk yaratışını düşünerek onu öldükten sonra tekrar
yaratmasına kadir olacağını, buna kıyas etmeniz gerekmez mi? ZiraTnrincisine
kadir olan, sonuncusuna -ki o tekrar yaratmasıdır- haydi haydi kadir olur.
Nitekim Allah şu ayetlerde bunu ifade etmektedir. "Varlıkları yoktan var
edip sonra onu tekrarlayan O'dur. Bu O'na daha kolaydır." (Rum, 30/27);
"İnsan düşünmez mi, o hiçbir şey değil iken daha önce şüphesiz biz onu
yarattık." (Meryem, 19/67); "De ki: Onu ilk yaratan diriltecek, çünkü
O her türlü yaratmayı çok iyi bilendir." (Yasin, 36/79); "İnsan
başıboş bırakılacağını mı sanır? O dökülen bir meniden bir nutfe değil miydi?
Sonra bir kan pıhtısı oldu, Allah da onu yaratıp şekillendirdi. Ondan da iki
eşi: Erkek ve dişiyi var etti. Peki bunları yapanın ölüleri diriltmeye gücü
yetmez mi?" (Kıyame, 75/36-40).
İşte bu ayetler hasrın olacağına delildir. Allah, o ilk yaratışını
tekrar tekrar hatırlatarak buradan insanların ikinci yaratışını ikrar
etmelerini murad etmektedir.
Sonra Allah, bu yarattıklarına karşı kemal-i rahmet ve inayet sahibi
olduğunu gösteren delillerin yanında kudretine delâlet eden diğer bir delil
zikrederek şöyle buyurdu:
"Ektiğiniz nedir söyler misiniz? Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa
bitirenler biz miyiz?" Yani tarlayı sürüp oraya attığınız tohumdan
bahsedin bakalım, onu siz mi bitiriyor, içinde başak ve daneler bulunan bir
bitki haline siz mi getiriyorsunuz, yoksa onu yerde bitirip tam bir bitki
haline getiren biz miyiz? Rivayet olunduğuna göre Hucr bin Kays el-Mederî bu
ayet-i kerime ve benzerlerini okuduğu zaman "Hayır sen ya Rabbi!" der
idi.
Hayatın başlaması demek olan yaratmanın delilini zikrettikten sonra
devamını sağlayan rızkı da Allah'ın yarattığının delili işte budur. Şu üç şey
rızka dahildir: Birinci olarak bu ayette zikredilen yenilecek şeyler. Önce bunu
zikretti, çünkü bu gıdadır. Sonra içilecek, şeyi zikretti. Sonra başkaca
yararları dışında yiyeceklerin pişirilmesini sağlayan ateşi zikretti.
"Eğer dileseydik muhakkak ki onu bir ot kırıntısı yapardık da, siz
de şaşırıp kalırdınız. (Şöyle derdiniz:) Şüphesiz biz borçlanmışısız. Daha doğrusu
biz mahrum kalmışlarız." Yani lutfumuz ve rahmetimizle onu bitiren
ve size bir rahmet olmak üzere sizin için onu bırakan biziz. Dileseydik
elbette biz onu kurutur, daha olgunlaşıp hasad edilmeden bir ot kırıntısı haline
getirirdik, ondan ne bir dane, ne de ziraatten beklenen başka bir şey elde
edilmezdi de siz onun bu kötü halinden ve başına gelenden dolayı şaşırır
kalırdınız ve "Biz battık, borçlandık." veya "mahsulümüzün
helakinden bizde helak olduk, nasibimiz kötü olduğundan ektiğimiz helak oldu,
mahsulden mahrum edildik." derdiniz.
Bu yenilecek şeylerden sonra Allah rızka delil olan içilecek şeyden
bahsederek şöyle buyurdu:
"İçmekte olduğunuz suyu söyler misiniz, onu siz mi buluttan
indiriyorsunuz, yoksa indirenler biz miyiz?" Yani ey insanlar
susuzluğunuzu söndürmek için içmekte olduğunuz o tatlı suyu söyleyin, onu
bulutlardan siz mi indiriyorsunuz yoksa başkası değil de kudretimizle onu biz
mi indiriyoruz? Öyleyse tevhidi nasıl kabul etmiyor, öldükten sonra
diriltilmeyi nasıl tasdik etmiyorsunuz?
"Eğer dileseydik, onu tuzlu bir su yapardık. O halde şükretmeli
değil misiniz1?" Yani suyun indirilmesinde sizin hiç rolünüz yok, bu
sebeple o her şeyi ile nimettir. Biz istersek onu ne içmeye, ne sulamaya
yarayan tuzlu bir su yaparız. Öyleyse Allah'ın tatlı bir su olarak yarattığı içtiğiniz
ve faydalandığınız bu nimete şükretmeniz gerekmez mi? Nitekim bir başka ayet-i
kerimede Allah bunu şöyle ifade ediyor: "...Ondan hem size içecek vardır,
hem de hayvanlırınızı otlatacağınız bitkiler. (Allah) su sayesinde sizin için
ekinler, zeytinler, hurmalar, üzümler ve diğer meyvelerin hepsinden
bitirir." (Nahl, 16/10-11).
İbni Ebî Hatem'in Ebu Cafer'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.)
su içtiği zaman şöyle der idi: "Rahmeti ile bizi tatlı su ile sulayan,
günahlarımıza bakarak onu tuzlu bir su yapmayan Allah'a hamdolsun."
Sonra ateşi zikrederek şöyle buyurdu:
"Tutuşturduğunuz ateşi söyler misiniz, siz mi onun ağacını
yarattınız, yoksa yaratanlar biz miyiz?" Yani çakmak çakarak çakmak
taşından elde ettiğiniz ateşten haber verin bana, onun tutuşturduğunuz ağacını
siz mi yarattınız, yoksa kudretimizle onu biz mi yarattık? Arapların ateş elde
ettikleri iki ağaç vardı. Bunlar "marah" ve "afâr"
ağaçlandır. Bunlardan iki yeşil dal alınıp birbirine sürtüldüğünde kıvılcım
saçılır.
"Biz onu bir ibret ve çöl yolcuları için faydalı bir şey
kıldık." Yani, Biz bu ateşi, mümin ders alsın, diye size cehennemin o
büyük ateşinin hararetini hatırlatan bir ibret, yolcular ve ıssız çöllerde
yaşayan bedeviler için faydalı bir şey kıldık. Ahmed bin Hanbel, Buhari ve
Müslim'in Ebu Hürey-re'den rivayetlerine göre Rasulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Ademoğlu-nun dünyada yaktığı ateş, cehennem ateşinin
yetmişte biridir." Dediler ki: "Rasulullah, ahirette bu da olsa
yeterdi." Rasulullah şöyle buyurdu: "Cehennem ateşi dünya ateşleri
üzerine altmış dokuz derece artırıldı, her derecenin harareti bu dünya
ateşinin harareti gibidir."
Bu ayette her ne kadar bütün insanların ateşe ihtiyacı varsa da, özellikle
yolcuların zikredilmesi onların ateşe daha fazla ihtiyacı olmasındandır. Ahmed
bin Hanbel ve Ebu Davud'un Karanlı muhacirlerden birinden rivayet ettiklerine
göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Müslümanlar şu üç şeyde
ortaktırlar: Ateş, ot ve su."
"O halde Rabbini o büyük adıyla teşbih et." Yani bu muhtelif,
bir birine zıt şeyleri kudretiyle yaratan Ulu Rabbini tenzih et. Zira O bu
tatlı soğuk suyu yarattı, dileseydi onu denizler ve okyanuslar gibi tuzlu
yapardı. Şu yakan ateşi yarattı ve onu kullan için bir kolaylık, dünyada
kendileri için faydalı bir şey, ahirette bir caydırıcı yaptı. Ayetin ifadesi
şudur: Allah, vahdaniyyeti ve haşri inkâr edenlerin halini zikredip yarattığı
varlıklar ve verdiği rızıklarla vahdaniyete ve hasra dair delil ortaya
koyduktan ve imanın onlar için bir şey ifade etmediğini gördükten sonra,
peygamberine vazifesine itina göstermesini emretti ki o da Rabbini bilerek ve
Rabbi için amel ederek kendisini kemale ulaştırmasıdır.
[31]
Allah burada şu iki delili yani yoktan var etmesini ve nzık vermesini
hatırlatarak öldükten sonra diriltmeye, haşre ve neşre muktedir olduğunu ispat
etti.
İlk yaratma deliline gelince, bu zatların ve sıfatların yaratılışını
içine alır. Zatların yaratılışı ilk yaratıştır ki bu biz hiçbir şey değil iken
erkek ve dişinin birleşmesi yolu ile nutfelerinin buluşup ana rahminde karar
kılması sonucu; önce nutfe, sonra bir kan pıhtısı, sonra bir et parçası,
nihayet her şeyi tam mükemmel bir insan oluncaya kadar çeşitli merhalelerden geçirerek
yaratmasıdır. Bu şekilde kendilerini yaratanın başkası değil, ancak Allah
olduğunu ikrar eden insanın, öldükten sonra dirilmeyi de ikrar ve itiraf etmesi
lâzım gelir.
Öldürmeye kadir olan Allah'tır, öldürmeye kadir olan yaratmaya da kadir
olur. Yaratmaya gücü yetenin öldükten sonra diriltmeye de gücü yeter.
Allah kuşaktan kuşağa nesilleri yaratmaya, varlıkların hal ve sıfatlarını,
şekil ve görünüşlerini yenilemeye kadirdir. Bunlara kadir olan iadesine
(tekrarına) da kadirdir.
Haberde şöyle gelmiştir: "İlk yaratılışı görüp dururken tekrar
dirilmeyi inkâr edene hayret ki hayret. Tekrar dirilmeyi tasdik edene de
hayret ki o ahiret için çalışmaz."[32]
Rızık deliline gelince, o da gıdaların yenilir hale gelmesinde rolü
olan ateşi içermektedir. Cenab-ı Hak önce soru üslûbu içinde yenilecek şeyleri
zikrederek şöyle buyurdu: Arazinizi sürüp içine attığınız tohumdan haber verin
bana, onu siz mi bitiriyor, sünbül ve dane haline getirip hasat ediyorsunuz,
yoksa bunu biz mi yapıyoruz? Sizin yaptığınız toprağı sürüp tohumu atmaktan
ibarettir. Tohumdan başak çıkarmanın size ait olmadığını ikrar ettiyseniz,
ölüleri topraktan çıkarıp tekrar yaratmasını nasıl inkâr edersiniz? Allah
tarlanın sürülmesini kullara, tohumun bitirilmesini zatına isnad etti. Çünkü
tarlayı sürmek kulların fiilidir ve onların istemesi ile olur, tohumu bitirmek
ise Allah'ın fiilidir ve kulların isteği ile değil, ancak Onun istemesi ile
olur.
Bezzar, İbni Cerir, İbni Merdüveyh, Ebu Nuaym, "zayıftır"
hükmü ile Şuabu'l-İmah'da Beyhakî ve İbni Hibban'ın Ebu Hüreyre'den rivayet
ettiklerine göre Rasulullah şöyle buyurdu: "Kimse "ben
bitirdim" demesin, "ben sürdüm" desin. Zira bitiren
Allah'tır." Ebu Hüreyre "Allah'ın "Onu siz mi bitiriyorsunuz,
yoksa bitirenler biz miyiz?" sözünü işitmediniz mi?" dedi. Bu
hadisteki yasak, bir irşad ve edep yasağıdır, haram ve vacib yasağı değildir.
Müstehap olan şudur: Toprağa tohum atan kişi "eûzü" çektikten
sonra "Ektiğiniz nedir söyler misiniz, onu siz mi bitiriyorsunuz yoksa
bitirenler biz miyiz?" ayetini okuyup şöyle der: "Hayır, bitiren,
yetiştiren kemale erdiren Allah'tır. Ey Rabbim Muhammed'e salat et. Bizi
ektiğimizin mahsulü ile rızıklandır, ona zarar gelmesinden bizi koru. Bizi
nimetlerine şükre-denlerden, ihsanını zikredenlerden eyle. Onu bizim için
bereketli kıl, ey alemlerin Rabbi."
Allah ekini kurumuş, kırılmış, mahvolmuş; ne yemede, ne tohumda işe
yaramaz hale getirmeye kadirdir. Bu ayette şu iki hususa dikkat çekilmiştir:
Birincisi; ektikleri tohumun kuruyup işe yaramaz hale gelmemesi. Tohumun öyle
olmaması Allah'tandır. Şükretsinler diye buna dikkat çekmiştir. İkincisi;
Bundan alınacak ibret: Allah Tealâ dilerse tohumu çör-çöp edeceği gibi aynı
şekilde dilerse, onları helak etmeye de kadirdir.
Allah o ektiklerini helak ederse, insan çaresiz kalır, mahsulün yok
olup gitmesinden şaşkına döner ve "Ben kesin zarar ve ziyandayım."
veya "Helak oldum, felâkete uğradım, beklediğim gelirden ve kârdan mahrum
kaldım." demeye başlar.
Sonra Allah hayat için mutlaka şart olan içeceği zikretti ki o da büyük
bir nimettir. Canlıların hayatlarını sürdürebilmeleri için onu bulutlardan
indiren O Allah'tır. Onu Allah'ın indirdiğini biliyorsa kullar, niçin sırf O'na
kulluk yapmak suretiyle Ona şükretmezler; niçin tekrar yaratmaya muktedir
olduğunu inkâr ederler?
Allah onu ne içmede, ne sulamada, ne de başka şeylerde kullanılamayacak
aşın tuzlu bir su haline getirmeye kadirdir. Öyleyse ey beşer, bunu sizin için
tatlı su yapan Allah'a şükretmeniz gerekmez mi?
Bu da Allah'ın kudretine ve diğer bir nimete başka bir delildir.
Sonra Allah yiyecek ve içeceklerin ıslahını sağlayan ateşi zikretti. Bu
da bir nimettir. Ateş elde etmekte kullanılan ağaçlan (çakmak taşını, kavı)
yaratan Allah'tır. Yaratanın, yoktan var edenin Allah olduğunu insanlar
biliyorsa, eşyayı yaratmaya kadir olduğunu anlıyorsa, O'na şükretsinler öldükten
sonra diriltmeye muktedir olduğunu inkâr etmesinler.
Ayrıca dünya ateşi o büyük ateşi hatırlatır. Dünyada ateş, istisnasız
herkesin yararlandığı bir varlıktır, dolayısıyla hayatın ve yaşayışın seyri
içinde kimse ondan müstağni kalamaz. Ekmek, yemek onda pişer; aydınlatma
onunla olur, çeşitli şekillerde karada, denizde ve havada modern aletleri
harekete geçiren güç olur. Bu da insanlara verilen ihsan-ı ilâhîyi bir
hatırlatmadır.
Ey insan, bu nimetlerin hatırlatılmasmdan ve bu delillerin ortaya konulmasından
sonra sana vacib olan, müşriklerin Allah'a yakıştırdığı eş koşmalardan,
öldükten sonra diriltmekten aciz olması gibi şeylerden O'nu tenzih etmektir.
Bu delillerin açıklanmasındaki tertibin güzelliği de unutulmamalıdır.
Şöyle ki: Allah, önce insanı yaratışını zikrederek söze başladı. Çünkü bu
nimet, diğer bütün nimetlerin önüne geçmektedir. Sonra insan hayatının
sürdürülmesinde esas olan hububatı zikretti, sonra bu hububattan hamur yapmayı
sağlayan suyu zikretti, sonra bundan ekmek elde etmeye yarayan ateşle sözü
bitirdi. Bunların her birinin ardından onlara arız olup bozabilecek şeyleri
zikretti: Birincisinde "Aranızda ölümü takdir eden biziz." dedi,
ikinciside "Dileseydik muhakkak ki onu bir ot kırıntısı yapardık."
üçüncüsünde "Dileseydik onu tuzlu bir su yapardık." dedi. Ama
dördüncüsü olan ateşi ifsat edip işe yaramaz hale getirecek şeyi zikretmeyip
bilakis "Biz onu bir ibret kıldık." dedi. Ta ki ders alasınız ve
cehennem ateşini unutmayası-nız. Nitekim Tirmizî'nin Ebu Said el-Hudrî'den
rivayet ettiği hadiste Rasu-lullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Sizin bu
ateşiniz cehennem ateşinin yetmişte biridir. Cehennem ateşinin her bir
parçasında bu ateşin harareti vardır."
[33]
75- Hayır, işte yıldızların
düştüğü (battığı) yerlere yemin ediyorum;
76- Eğer bilirseniz gerçekten bu bü- yük bir yemindir.
77- Şüphesiz o, çok şerefli bir Kur'an'dır.
78- Korunmuş bir kitaptadır.
79- Ona tam temizlenmiş olanlardan
başkası el süremez.
81- Şimdi siz bu sözü mü küçümsüyor;unuz?
82-Allah<m verdiği rızka karşı şükrü, onu yalanlamakla mı yerine ge-
83- Hele can boğaza gelince,
84- O vakit siz bakar durursunuz.
85- Biz o (ölmek üzere ola)na sizden daha yakınız, ama göremezsiniz.
86- İşte madem ki ceza görmeyecek-
87- Eğer (iddianızda) doğru iseniz, o canı geri çevirsenize.
88- Şimdi eğer O, mukarrabînden ise
89- Rahatlık, güzel rızık ve
naim cenneti vardır.
90- Ashab-ı yemîn'den (kitabı sağ tarafından verilenlerden) ise,
91- Artık ashab-ı yeminden selâm sana.
92- Eğer o, tekzib edenlerden, sapıklardansa,
93- Kaynar sudan bir ziyafet
94- Ve cehenneme atılmak vardır.
95- Şüphesiz bu elbette kesin gerçeğin ta kendisidir
96- O halde Rabbini o büyük adıyla teşbih et.
"Hayır. İşte yıldızların düştüğü yerlere yemin ediyorum."
Özellikle battığı yerleri zikretmesinin sebebi, tesiri kaybolmayan bir
müessirin (Allah'ın) varlığına delâlet etmesindendir.
"Eğer bilirseniz gerçekten bu büyük bir yemindir." Yani ilim
ehli insanlar olsaydınız, üzerine yemin edilen o şeyin, kudretin büyüklüğüne,
hikmetin kemaline ve rahmetin enginliğine delâlet ediyor olmasından dolayı bu
yeminin büyüklüğünü anlardınız. Allah'ın kullarını başı boş bırakmaması da
rahmetinin icablarındandır.
"Şüphesiz o" size okunan, dünya ve ahiret hayatının düzgün
olması yönünde çok önemli bilgilerin esaslarını ihtiva etmesinden dolayı çok
faydalı ve "çok şerefli bir Kur'an'dır."
Levh-i Mahfuz'da veya sahifelerde yazılı, tebdil ve tağyirden
"korunmuş bir kitaptır."
"Ona tam temizlenmiş olanlardan" meleklerden "başkası el
süremez", yaklaşamaz, muttali olamaz. Veya bu cümle nehiy manasına
haberdir. Yani "Abdestsiz olanlar ona el sürmesin!" demektir.
"Alemlerin Rabbinden indirilmedir. " "İndirilme" kelimesi
ya sıfattır; o takdirde Kur'an'ın burada sayılan dördüncü sıfatı olur,
"Alemlerin Rabbi tarafından indirilmiş kitap" manasınadır. Veya
masdardır, diğer semavî kitaplar arasında peyderpey indirilmiş bir kitap olma
özelliğine sahip olduğundan "indirilme" denilmiştir. Sanki indirilişi
değil de bizzat kendisi kastedilmiştir. Nitekim bu manaya gelen
"tenzil" kelimesi "Kur'an" manasına kullanılır.
"Tenzilde şöyle gelmiştir, Tenzil şöyle söyler" gibi ifadeler
kullanılmaktadır.
"Allah'ın verdiği rızka" yağmura "karşı" yapmanız
lazım gelen "şükrü, onu" vereni "filan yıldızın, düşmesi
sebebiyle yağmur yağdı" demek suretiyle onu "yalanlamakla mı yerine
getiriyorsunuz?"
"Hele" ölüm anında "can boğaza gelince. O vakit
siz" etrafında olanlar, ölmek üzere olana "bakar durursunuz."
elinizden bir şey gelmez. İşte o zaman "Biz ona sizden daha yakınız, ama
göremezsiniz." Biz onun halini sizden daha iyi biliriz, siz bilemezsiniz.
Veya "Onun üzerinde cereyan eden şeyi siz anlayamazsınız." demektir.
Burada Allah "biliriz" yerine "yakınız" demiştir. Çünkü
"yakınlık", en kuvvetli muttali olma sebeplerindendir.
"İşte" iddianıza göre "mademki" kıyamet günü
diriltilip "ceza görmeye-cekmişsiniz, eğer" iddianızda "doğru
iseniz o canı" çıkacak hale geldikten sonra gerisi "geri" cesede
"çevirsenize." Ahirette dirilmenin başlangıcı olan ölümü ortadan
kaldırsanıza.
"Şimdi eğer o" ölen kişi "muarrabînden ise" onun
için ahirette "rahatlık, güzel rızık ve naim cenneti vardır. Ashab-ı
yeminden ise, artık" diğer kardeşlerine "ashab-ı yeminden selâm sana."
"Eğer o" kişi Allah'ı ve peygamberlerini "tekzip
edenlerden," hidayetten uzaklaşmış "sapıklardansa" ona ilk
takdim edilecek şey "kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılmak
vardır."
"Şüphesiz bu," zikredilenler "elbette" hiç şek ve
şüphe olmayan "kesin gerçeğin ta kendisidir. O halde Rabbini o büyük
adıyla teşbih et", ismini anarak azametine lâyık olmayan şeylerden tenzih
et.
[34]
Müslim'in rivayetine göre İbni Abbas şöyle dedi: Bir gün yağmur yağmıştı.
Rasulullah (s.a.) "İnsanlardan bazıları şâkir (şükreden), bazıları kâfir
oldu." dedi ve devam etti: "Çünkü bazıları bu bir rahmettir, onu
Allah Tealâ indirdi, derken, bazıları da, filanca yıldızın batması gerçekten
yağmur geti-riyormuş." dediler. Bunun üzerine "Hayır, işte
yıldızların düştüğü yere yemin ediyorum" ayetinden (75. ayet)
"Allah'ın verdiği rızka karşı şükrü, O'nu yalanlamakla mı yerine
getiriyorsunuz" ayetine (82. ayet) kadar indi.
İbni Ebi Hatem'in rivayetine göre Ebu Hırze şöyle dedi: Bu ayetler
en-sardan birisi hakkında indi. Müslümanlar Tebuk Gazvesinde Hıcr'a[35]
uğradılar. Rasulullah (s.a.) onlara buranın suyundan yanlarına almamalarını
emretti. Sonra Rasulullah hareket etti başka bir yerde konakladı, yanlarında
su yoktu. Rasulullah'a şikâyetlerini arzettiler. Rasulullah (s.a.) kalktı iki
rekat namaz kıldı, sonra dua etti. Allah bir bulut gönderdi, onların üzerine
yağmur yağdı, bundan su ihtiyaçlarım giderdiler. Ensardan biri, kendi kavminden
olan münafıklıkla itham edilen birine: "Yuh sana! Görmüyor musun
Rasulullah dua etti, Allah da bize gökten yağmur indirdi" dedi. Diğeri
"Biz olsa olsa filan ve fülan yıldızın batmasından dolayı yağmur
aldık." dedi.
Müslim'in Ebu Hüreyre'den bir başka rivayetinde Rasulullah (s.a.) şöyle
dedi: "Rabbinizin ne dediğinden haberiniz yok mu? O şöyle dedi: "Kullarımın
üzerine ne zaman bir nimet (yağmur) indirsem mutlaka bir grub "yıldızlar,
yıldızlar sebebiyle indi" diyerek o sebeple kâfir oluyor."
[36]
Ulûhiyyet, öldükten sonra dirilme ve hesabı ispat delillerini açıkladıktan
sonra Allah, peygamberliğe ve Kur'an-ı Kerim'in doğruluğuna dair delilleri
ortaya koydu ve Kur'an'ın şanına tazim için onun âlemlerin Rabbi tarafından
indirilme olduğuna dair yıldızların düştükleri (battıkları) yerlere yemin
etti. Sonra Allah'ı inkâr etmeleri, peygamberini yalanlamaları ve ahireti inkâr
etmeleri sebebiyle bu batıl inançlarına karşı müşrikleri payladı. Sonra sözü
yine surenin başında geçen üç sınıfın: sâbıkûn-mukarrabûn, ashab-ı yemîn ve
ashab-ı şimalin halleri ve kıyamette her bir sınıfın karşılaşacağı ceza ve
mükâfatlar üzerine getirdi. Sonra peygamberine bu haberin, hakkında asla şek ve
şüphe olmayan değişmez hakikat olduğunu bildirdi ve Rabbini bütün
noksanlıklardan ve diğer sânına lâyık olmayacak şeylerden tenzih etmesini emretti.
[37]
"Hayır, İşte yıldızların düştüğü yerlere yemin ediyorum."
Yani yıldızların battığı, yerlere yemin ediyorum. Cumhurun görüşüne göre Allah
yarattıklarından dilediğine yemin eder. Bu onun azametine delildir. Burada
özellikle yıldızların battığı yerlere yemin etmesi, battığı zaman izinin kaybolup
gitmesinden ve bunun, tesiri asla kaybolmayan daimî bir müessirin (Allah'ın)
varlığına delâlet etmesinden dolayıdır. Bu sebepten İbrahim (a.s.) bu batışlara
bakarak bir yaratıcının var olduğu neticesini çıkarmıştı. Ayrıca gecenin son
saatlerinin önemli ve özel özellikleri olduğunda da şüphe yoktur.
Burada yemin sigası, "yemin ediyorum" denilmek istendiği
halde "fe-lâ-uksimu" "yemin etmiyorum" şeklinde nefiy
(olumsuz) gelmiştir. Çünkü Arablar "uksimu' fiilinden önce "lâ"
ilave ederler. Bununla sanki üzerine yemin edilen konunun dışındaki her şeyi
reddetmiş olduğunu ifade eder. Ayette murad edilen husus şudur: "Büyük
yemin etmek şöyle dursun, mesele her hangi bir yemine ihtiyaç duymayacak kadar
açıktır." Bu minval üzre yeminler Kur'an'ı kerimde çok gelmiştir. Meselâ:
"Felâ-uksimu bi'ş-şafak" O şafağa yemin ederim."
(Kıyame, 84/16); "Felâ uksimu bi'1-hunnesi'l-cevâri'l-künnes" "O
geri dönüp akıp akıp yuvalarına giden yıldızlara yemin ederim." (Tekvir,
81/15-16); "Felâ uksimu bi-mâ-tubsirûn" "Gördüğünüz şeylere
yemin ederim." (Hakka, 69/38); "Felâ uksimu bi-Rabbi'1-meşârik
ve'1-meğârib" "Doğuların batıların Rabbine yemin ederim."
(Maâric, 70/40); "Lâ uksimu bi-hâze'1-beled" "Şu beldeye yemin
ederim." (Beled, 90/1); "Velâ uksimu bi'n-nefsi'1-levvâme"
"Kendisini alabildiğine kınayan nefse yemin ederim." (Kıyame, 75/2).
Bazı tefsir âlimlerine göre buradaki "lâ" hiç manası olmayan,
ziyade bir harf değildir; bilakis bir şeyi nefyetmek, reddetmek üzere yemin
ediliyorsa, yeminin başına bu "lâ" getirilir. Meselâ Hz. Ayşe'nin
"Hayır, vallahi Rasulullah'ın eli asla (yabancı) bir kadının eline
dokunmamıştır." sözü bu kabil bir kasemdir.
Kur'an-ı Kerim'de yeminler birkaç türlüdür: Ya Cenab-ı Hak kendi zatına
yemin eder. Meselâ: "Göğün ve yerin Rabbine yemin olsun." (Zariyat,
51/23); "Allah'a yemin ederim ki kesinlikle sizin putlarınıza bir oyun
oynayacağım" (Enbiya, 21/57) ayetlerinde olduğu gibi. Veya yaratıcısının
azametine delâlet etmek üzere yine Cenab-ı Hakk'm, yarattıklarından bazı
varlıklar üzerine yemin etmesi şeklinde olur. Meselâ: Saf saf dizilmişlere,
Tûr'a, tozutup savuranlara, yıldıza, yıldızların düştükleri yerlere, güneşe,
aya, geceye, gündüze, kıyamet gününe, fecre, beldeye, incire ve zeytine yemin
etmesi gibi.
Kur'an'da bazan yemin Kur'an'a yapılmıştır: "Yâ sîn, hikmet dolu
Kur'an'a yemin olsun." (Yasin, 36/1-2); "Sad, öğüt dolu Kur'an'a
yemin olsun." (Sad, 88/1); "Kaf şerefli Kur'an'a yemin olsun."
(Kaf, 45/1); "Ha mim, Apaçık Kur'an'a andolsun." (Zuhruf, 89/1-2),
(Duhan, 90/1-2) ayetlerinde olduğu gibi.
"-Eğer bilirseniz- gerçekten bu büyük bir yemindir." Burada
"bu" zamiri ile işaret edilen yemin "yıldızların düştüğü yere
yemin ederim" sözünden anlaşılan yemindir.
"Şüphesiz o çok şerefli bir Kur'an'dır." İşte üzerine yemin
edilen mesele budur. Yani Muhammed (s.a.)'e indirilen bu Kur'an, ihtiva ettiği
hidayet, ilim, hikmet ve dünya ve ahiret saadetine irşadlardan dolayı hiç
şüphesiz çok faydalı, yararlı büyük bir kitaptır. Kur'an'ın birinci sıfatı
budur.
Adına yemin edilen yıldızlarla üzerine yemin edilen Kur'an arasındaki
münasebet açıktır: Yıldızlar karanlıkları aydınlatır, Kur'an ayetleri de yolu
ışıklandırır, cehalet ve dalâlet karanlıklarını dağıtır ki birincisi maddi karanlıklar,
ikincisi de manevi karanlıklardır.
"Korunmuş bir kitaptadır. Ona tam temizlenmiş olanlardan başkası
el süremez. Alemlerin Rabbinden indirilmedir." Bunlar Kur'an-ı Kerim'in diğer
üç sıfatıdır: Kur'an'ı Kerim, Levh-i Mahfuz'da korunmuş, gizlenmiştir, onu
"kerrûbiyyûn" denilen mukarreb meleklerden başkası göremez. Ona gökte
temiz meleklerden, dünyada da büyük ve küçük hadesten temizlenenlerden, yani
abdest almış, cünüplükten temizlenmiş olanlardan başkası dokunamaz. O, Allah
tarafından indirilmiştir, sihir değildir, kehanet değildir, şiir ve beşer sözü
değildir, belki o, hakkında hiç şüphe olmayan haktır, daha ondan ileri faydalı
bir hak yoktur.
Bu ayetin açık manası; ne kâfirin, ne de abdestsiz ve cünübün ona el
süremeyeceğine delâlet eder. İmam Malik'in Muvatta'mda, İbni Hıbban'ın
Sahih'inde rivayet ettiklerine göre Rasulullah (s.a.) Amr İbni Hazm'a yazdığı
mektup (ferman) da "Kur'an'a ancak temiz olan dokunabilir." demiştir.
Ebu Davud'un Merâsil'de ve diğer Sünen sahiplerinin kitaplarında rivayet
ettiklerine göre Zührî "Ben Amr bin Hazm'ın sahifesinde Rasulullah'ın
"Kur'an'a ancak temiz olan dokunabilir." dediğini okudum"
demiştir. Dara-kutnî de bunu Amr bin Hazm, Abdullah bin Ömer ve Osman bin Ebi
el-Ass'-dan muttasıl senedle rivayet etmiştir. Ancak bu son iki rivayetin
isnadlann-da temkinli olunmalıdır.
Abdesti olmayanın Kur'an'a dokunmaması neredeyse âlimler tarafından
üzerinde icma edilen bir meseledir. Sadece öğrenme ve öğretme zaruretinden
dolayı fukahadan bazıları -ki Malikîlerdir- teiniz olmayanın dokunabileceğine
cevaz vermişlerdir. Ancak âlimler açıklamakta olduğumuz "Korunmuş bir
kitaptadır, ona tam temizlenmiş olanlardan başkası dokunamaz. "
ayetlerindeki kitaptan maksadın meleklerin elindeki kitap olduğu görüşünü
tercih etmişlerdir. Nitekim şu ayetler de bunu teyid etmektedir: "O çok
şerefli, kadri yüce, tertemiz sahifelerdendir, kıymetli, sevgili, takva sahibi
katiplerin elleriyle (yazılmıştır)." (Abese, 80/13-16). Çünkü bu ayet,
Kur'an-ı Kerim'in şeytanların indirmesi olmaktan münezzeh olduğunu bildirmek
için serdedilmiştir. Ayrıca sure (Vakıa suresi) Mekkîdir. Mekkî surelerin
üzerinde durduğu en önemli husus tevhid, ahiret ve peygamberlik gibi dinin
esasına taalluk eden hususları yerleştirmektir. Fer'î hükümler ise, daha çok
Medenî sürelerdedir. Ve yine ayetteki "meknûn" kelimesinin manası
"Gözlerden gizlenmiştir, korunmuştur, beşer eli ulaşamaz." demektir.
Eğer bundan maksat bizim ellerimizdeki mushaf olsaydı "korunmuş" diye
vasfedilmesinin bir anlamı kalmazdı.
Sonra Allah, Kur'an'ın durumunu hafife alanları paylayarak şöyle buyurdu:
"Şimdi siz bu sözü mü küçümsüyorsunuz?" yani yukarıda dört
özelliğini saydığımız bu Kur'an'ı mı küçümsüyor, küfürde kâfirlere destek
çıkıyor ve onlara yaslanıyorsunuz? "Ve Allah'ın verdiği rızka karşı şükrü,
onu yalanlamakla mı yerine getiriyosunuz?" Yani gökten inen rızkınızın
(yağmurun) şükrünü veya yerden çıkan mahsulün şükrünü, Allah'ın nimetlerini,
öldükten sonra dirilmeyi ve Kur'an'ın gösterdiği şeyleri yalanlamakta kullanıyor,
böylece yalanlamayı şükür yerine mi koyuyorsunuz? Yalanlamayı şükür yerine
koyandan daha zalim kim olur!
Sonra Allah müşrikleri, batıl inançlarından dolayı azarlayarak şöyle
buyurdu:
"Hele can boğaza gelince, o vakit siz bakar durursunuz, biz ona
sizden daha yakınız, ama göremezsiniz. İşte madem ki ceza görmeyecekmişsiniz,
eğer doğru iseniz. O canı geri çevirsenize." Yani ölüm anında can veya ruh
boğaza geldiğinde siz o hayata veda etmek üzere olanı görüyorsunuz, ona ve onun
çektiği ölüm sekeratına (ölüm anının verdiği durumlara) bakıp duruyorsunuz.
Biz ilmimizle, kudretimizle, görmemizle ve meleklerimizle ona sizden daha
yakınız, ama siz onun ruhunu kabzetmeyi üslenmiş ölüm meleklerini
göremiyorsunuz. Eğer siz öldükten sonra asla diriltilmeyeceğiniz, yaratıcının
kulu olmadığınız, hesaba çekilip ceza görmeyeceğiniz iddiasında doğru iseniz
haydi gelin ölüme engel olun, boğaza kadar çıkmış ruhu önceki yerine geri
döndürün de görelim bakalım.
Yani sizi bir yaratan yok, bilakis siz yaratıcı iseniz, niçin ruhlar
boğazlara kadar çıktığı zaman onları cesetlerine geri gönder miyorsunuz? Öldükten
sonra dirilme olmadığında doğru iseniz, ölüm anındaki kişinin ruhunu cesedine
iade edin ki ölüm ortadan kalksın, böylece öldükten sonra dirilme de olmasın?
Yani şu iki şart veya özellik sizde gerçekten varsa; hesaba çekilmeyeceksiniz
ve bunda doğru iseniz, ölenin ruhunu geri çevirin.
Bu ayetin benzeri diğer ayetler de şunlardır: "Artık gözünüzü
açın, (can) köprücük kemiğine dayandığı zaman "tedavi edebilecek
kim?" denildi (denilecek) ve (can çekişen) hakiki bir ayrılış olduğunu
anladı (anlayacak), bacak da bacağa dolaşdı mı o gün sevk yalnız
Rabbinedir." (Rıyame, 75/26-29).
Sonra Allah bu insanların ölüm anındaki ve vefatlarından sonraki
akibetlerini beyan etti ve onları üç kısma ayırarak şöyle buyurdu:
1-
"Şimdi eğer o,
mukarrabînden ise rahatlık, güzel rızık ve naim cennetleri vardır." Yani
eğer o ölüm anını yaşayan veya ölen kişi sâbıkûn, mu-karrabûn grubundan ise
onlar için rahat, istirahat, dünya ahvalinden endişesizlik ve cennette güzel ve
bol bir rızık vardır. Sâbıkûn, mukarrabûn sınıfı vacibleri ve müstehapları
yerine getiren, haramları ve mekruhları, hatta bazı mubahları terkeden
insanlardır ki, bunlar bu surenin başında bahsedilen ilk sınıftır. Ayette geçen
"er-revh" kelimesi ruhu ve bedeni de içine alan istirahttır.
"er-Reyhân" kelimesi beden için "cennetü'n-na'îm" ise ruh
için verilen nzıktır ki kişi Rabbine kavuşarak bu nimetlerden istifade eder.
Rivayet olunur ki mümin dünyadan ayrılırken, kendisine cennetten bir reyhan
getirilir, onu koklar. Ya Rabbi, bizi bu zümreden eyle.
2-
"Ashab-ı yeminden ise,
artık ashab-ı yeminden selâm sana." Yani ölüm anını yaşayan veya ölen kişi
ashab-ı yeminden ise -ki onlar kitapları sağlarından verilenlerdir- melekler
onlara bu müjdeyi verir ve şöyle derler: Ey sahib-i yemîn, sana kardeşlerin
ashab-ı yeminden selâm olsun, geçmiş olsun, sen selâmet yolcususun, sen ashab-ı
yemindensin, çünkü sen onlarla beraber olacaksın, seni selâm vererek istikbal
edecekler.
Şu ayet-i kerime de bu güzel anı ifade etmektedir: "Rabbimiz
Allah'tır deyip sonra dosdoğru olanlar, şüphesiz onlara melekler inecekler.
"Korkmayın, üzülmeyin, va'dolunduğunuz cennet size müjdeler olsun. Biz
sizin, dünya hayatında ve ahirette dostlarınızız. Gafur ve Rahim'den bir
ziyafet olarak orada sizin için canlarınızın çektiği her şey ve orada sizin
için istediğiniz her şey vardır." diyecekler." (Fussilet, 41/30-32).
3-
"Eğer o, tekzip
edenlerden sapıklardan ise kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılmak
vardır." Yani ölüm anını yaşayan veya ölen o kişi hakkı ve öldükten sonra
dirilmeyi inkâr eden, hidayetten sapanlardan biri ise -ki bunlar daha önce
bahsedilen ashab-ı şimal (kitaplarını sol taraflarından alanlar)dır- ona bir
ziyafet veya daha önce açıklandığı gibi zakkumdan yedikten sonra gayet sıcak
sudan hazırlanmış bir ikram(!), sonra da her taraftan kendisini saracak olan
ateşe atılıp orada karar kılma vardır.
Sonra Allah meseleyi kesinleştirip bu haberin ne kadar sahih olduğunu
açıklama sadedinde şöyle buyurdu:
"Şüphesiz bu elbette kesin gerçeğin ta kendisidir." Yani bu haber ve bu surede zikredilen öldükten sonra dirilme meselesi ve diğerleri kesin ve mutlak doğrunun ta kendisi ve hulasası ve hakkında şek ve şüphe olmayan ve hiç kimsenin göz ardı edemeyeceği sabit bir hakikattir.
Sonra Allah, peygamberine, onu kemale ulaştıracak şeyi emrederek şöyle
buyurdu:
"O halde Rabbini o büyük adıyla teşbih et." Yani Allah'ı
şanına lâyık olmayan şeylerden tenzih et. "Bismi" deki
"be" harfi zaiddir, "Rabbin ismini teşbih et" demektir.
"İsim"den maksad "müsemma"dır, yani Allah'ın zatıdır.
Ahmed bin Hanbel, Ebu Davud, İbni Mace ve "sahihtir" hükmü
ile Ha-kim'in rivayetlerine göre Ukbe bin Amir şöyle dedi:
"Fesebbih bismi rabbike'1-azîm" ayeti indiği zaman Rasulullah
(s.a.) "Bunu rükûnuzda yapın" dedi "Sebbih ismike'1-a'lâ"
ayeti indiğinde "Bunu secdelerinizde yapın." dedi.
"el-Azîm" ile "el-A'lâ" arasındaki fark şudur:
Birincisi yakınlığa, ikincisi uzaklığa delâlet eder. Buna göre Allah her
varlığa ve herkese yakındır, ama O bizim idraklerimizin kavramasından daha
yücedir.
Ebu Davud ve Kütüb-i Sitte sahihlerinden diğerlerinin Ebu Hürey-re'den
rivayetlerine göre Rasulullah şöyle buyurdu: "Dile kolay, mizanda ağır,
Rahmana sevimli iki kelime: "Sübhanallâhi ve bi-hamdihi
sübhânal-lâhi'l-azîm."
[38]
Bu ayetler aşağıdaki şu hususlara delâlet etmektedir:
1- Allah Kur'an'ın çok yüce
bir Kur'an olduğuna, çok faydaları bulundurduğuna, ne bir sihir, ne bir
kehanet, ne de bir uydurma olmadığına, bilakis övülmüş yüce bir Kur'an
olduğuna, Cenab-ı Hakk'ın onu peygamberi için bir mucize kıldığına dair
yıldızların doğup battıkları yerlere yemin etti. İnsanlar bilirse bu büyük bir
yemindir. Kur'an-ı Kerim müminler için yücedir, çünkü Rablerinin sözüdür,
sadırlarının şifasıdır. Gök ehli için yücedir, çünkü Rablerinin indirmesi ve
vahyidir.
Kuşeyrî buradaki "Felâ-uksimu" yemin siğası hakkında şöyle
dedi: Bu bir yemindir. Allah istediğine yemin edebilir, ancak bizim Allah'tan
ve ezelî sıfatlarından başkasına yemin etmemiz caiz değildir.
2-
Bu ayetlerde Allah, Kur'an-ı
Kerim'i şu dört sıfatla zikretti:
a) O kerimdir, yani hayrı,
faydası ve menfaati çoktur.
b) Gizlenmiş bir kitaptadır,
yani Levh-i Mahfuz'dadır. Allah nezdinde batıldan, yanlışlardan, tebdil ve
tağyirden (bozma ve değiştirmeden) korunmuştur.
c)
Bu kitaba günahlardan
temizlenmişlerden, yani meleklerden başkası dokunamaz.
d)
Alemlerin Rabbi tarafından
indirilmiştir.
Daha sahih olan görüşe göre "La-yemessuhû" deki zamir kitaba
döner.
Mushafa abdestsiz dokunmaya gelince, dört mezhebin imamları dahil
cumhur caiz olmadığı görüşündedir. Delilleri yukarıda geçen "Kur'an'a ancak
temiz olan dokunur." mealindeki Amr bin Hazm hadisidir. Malikîler öğrenme
ve öğretme zarureti bulunduğu takdirde temiz olmayanın da Kur'an'a dokunmasına
cevaz vermişlerdir.
Hakem, Hammad ve Davud bin Ali ez-Zahirî'den müslüman ve kâfirin temiz
olsun veya olmasın Kur'an'a dokunmasında ve taşımasında bir mahzur olmadığı
rivayet edilmiştir. Ancak Davud ez-Zahirî "Kâfirin taşıması caiz
olmaz." demiştir. Bunlar bunun mubah olduğu hususunda Rasulullah (s.a.)
Kaysar'a yazdığı mektubu delil göstermişlerdir. Onlara bunun bir zaruret hali
olduğu, dolayısıyla bu konuda hüccet olamayacağı şeklinde cevap verilmiştir.
Dolayısıyla temiz olmayanın mushafa dokunmasının caiz olmayışı sünnetle sabit
olmakta, ayetin açık delâletinden alınmış olmamaktadır.
3- Peygamberliğin, vahyin ve
Kur'an-ı Kerîm'in doğruluğunu ispattan sonra Allah, Kur'an-ı Kerimi hafife alıp
onu yalanlayanları azarladı. Zira inkarcılar Allah'tan gelen rızık ve ihsanın
şükrünü yerine getirmediler, inkâra saptılar. Nitekim duanın yerine de başka
hareketler yapmışlardı. Ayet-i kerimede şöyle buyrulur: "Onların Kabe'nin
yanındaki duaları da ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir."
(Enfal, 8/35). Yani onlar dua etmiyorlardı, sadece dua yerine el çırpıp ıslık
çalıyorlardı.
Kurtubî şöyle der: Burada şu beyan edilmektedir ki insanlar nail oldukları her türlü hayırlı şeyi insanlar arasında bilinen sebeplerden geliyor, diye bilmemeli bilakis Allah tarafından geldiğini görmeli, sonra da eğer bu gelen bir nimetse, Ona şükürle karşılık vermeli veya hoş olmayan bir şeyse, sabırla, teslimiyetle ve boyun eğerek karşılamalıdır.[39]
4- Allah öldükten sonra
dirilmeyi inkâr edenlere meydan okudu: Eğer onlar dirilme olmayacağı
iddialarında doğru iseler, kıyamette diriltilip hesaba çekilmeyeceklerse,
yaptıklarının karşılığını görmeyeceklerse, ölüm anında insanın ölmesine engel
olsunlar, can boğaza geldiğinde ruhu geri çevirsinler. Bu şekilde ölüm ortadan
kalkınca da öldükten sonra dirilme ortadan kalkmış olur. Gerçek şu ki onlar
bundan âcizler, böyle bir şeye güçleri yetmez. Onlar ölmek üzere olan kişiye
ümitsizlik içinde, mahzun mahzun bakıp dururlar. Allah kudretiyle, bilmesiyle,
görmesiyle o kişiye daha yakındır. Ancak etrafındakiler bunu idrak edemiyorlar,
ruhun kabzı ile mükellef olan elçileri, melekleri göremiyorlar.
5- İnsanlar ölüm anında ve
vefattan sonra üç sınıftırlar: Mukarrabûn -sâbıkûn, ashab-ı yemîn ve ashab-i
şimal. Mukarrabuna gelince onlar için cennnette rahmet ve istirahat, bol rızık,
nimetlerden mutlak istifade etme vardır. Allah'ı görme vardır, onlar bundan
mahrum edilmeyeceklerdir.
Ashab-ı yemîn de Allah'ın azabından kurtulacak, Allah onlara selâm
verecek. Yine melekler de onlara "Selâm sana ashab-ı yemîn kardeşlerinden
" diyerek selâm verecekler. İbni Mesud şöyle dedi: Ölüm meleği müminin
ruhunu kabzetmek için geldiğinde "Rabbin sana selâm söylüyor" der.
Yine kabirde sual esnasında Münker ve Nekîr melekleri ashab-ı yemîne selâm
verir, kıyamette dirilirken selâm verirler. Şu halde melekler ashab-ı yemîne üç
yerde selâm verecekler ve bu ikram üstüne ikram olacaktır.[40]
Öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden, hidayetten ve hak yoldan sapan
ashab-ı şimale gelince onlar için kaynar sudan bir nzık ve cehenneme atılma
vardır.
6- Bu surede zikredilenlerin
hepsi kesin bilginin ta kendisi ve özüdür, hakkında hiç şüphe olmayan değişmez
gerçektir. Kimse bunun dışına çıkamaz. Katade bu ayet hakkında şöyle dedi:
Allah Kur'an'daki bu kesin bilgilere iman etmedikçe insanlardan hiç kimseyi
bırakmaz. Mümin zaten dünyada buna iman etmiştir, bu da kıyamette ona fayda
verecektir. Kâfir ise, inanmanın kendisine fayda vermeyeceği kıyamette buna
inanacaktır.
7- Allah peygamberine,
dolayısıyla müminlere -madem ki hak ortaya çıktı, ayan-beyân göründü,
kâfirlerin ve müşriklerin yalanlan çıktı-öyleyse artık bütün kötü sıfatlardan,
şanına lâyık olmayan her şeyden Allah'ı tenzih etmelerini emretti.
[41]
[1] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/205.
[2] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/205.
[3] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/205-206.
[4] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/206-207.
[5] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/208.
[6] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/208-209.
[7] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/209-210.
[8] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/210-211.
[9] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/212.
[10] Alûsî, XXVII/134.
[11] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/212-213.
[12] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/213.
[13] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/213-214.
[14] Alûsî, XXVII/134.
[15] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/214-216.
[16] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/216-217.
[17] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/218.
[18] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/218-219.
[19] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/219.
[20] Bahrü'l-Muhit, VIII/207.
[21] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/219-221.
[22] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/221.
[23] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/222.
[24] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/222-223.
[25] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/223.
[26] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/223-225.
[27] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/226.
[28] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/228.
[29] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/228-229.
[30] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/229.
[31] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/229-232.
[32] Alûsî, XXVII/148.
[33] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/232-234.
[34] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/236-237.
[35] Hıcr: Semud kavminin ülkesi,
Medine ile Şam arasında bir vadidir.
[36] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/237.
[37] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/237-238.
[38] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/238-242.
[39] Kurtubî, XVII/228.
[40] Kurtubî, XVII/228.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 14/242-244.