29 ayet olup,
Medine'de nazil
[1]olmuştur.[2]
"Göklerde ve
yerde ne varsa, Allah'ı teşbih etmektedir. O, gâlib-i mutlak,
sâhib-İ hikmet olandır"
(Hadîd, 1).[3]
Bu ifâdeyle ilgili
birkaç mesele vardır:
"Teşbih",
Allah'ın, kötü şeyleri işlemekten uzak olduğunu söylemektir. "Takdîs"
de böyle olup, bir kimse yerde veya suda yol alıp uzaklaştığında ve
uzaklaştırdığında kullanılan deyimlerine râcîdir.
Bil ki, Cenâb-ı
Hakk'ın, kötü şeylerden münezzeh olduğunu söylemenin şümulüne, zâtının,
sıfatlarının, fiillerinin, isimlerinin ve hükümlerinin uzak olduğunu söyleme de
girer. Zâtının uzak olmasına gelince, bu şöyledir: O'nun zâtı, mümkin olmanın
mahal ve mekânı değildir. Çünkü, kötülük, ademdir, yokluktur. Ve, yokluğu da,
böylece mümkin hale getirmedir. Sonra, mümkin oluşu nefyetmek, çokluğu
(kesreti) nefyetmeyi iktizâ eder. Kesrenin olmadığını söylemek de, cisim ve
araz olmayı, zıddının, eşinin ve benzerinin bulunmasını nefyetmeyi, dolayısıyla
da, mutlak vahdeti ve birliği gerektirir.
Sıfatlan hususuna
gelince, O'nun cehaletten münezzeh olduğunu, ilmi ile bütün malûmatı
kuşattığını, her türlü makdûrata kadir olduğunu, sıfatlarının değişmekten
münezzeh olduğunu söylemekle olur. Fiilleri hususuna gelince, bu da O'nun fail
oluşunun, bir madde ve misâle (örneğe) varıp dayanmamasıdır. Çünkü daha önce de
belirttiğimiz gibi, O'nun dışında kalan her şey, "mümkin"dir.
Dolayısıyla her madde ve her misâl, O'nun fiilidir. Bu sebeple, her mümkin,
O'nun fiilidir. Binâenaleyh şayet, O'nun fail oluşu bir maddeye ve bir misâle
muhtaç olsaydı, o zaman teselsül gerekirdi.
Yine, O'nun fiilleri
bir zamana ve bir mekâna bağlı değildir. Çünkü, her zaman, son bulan cüzlerden
mürekkebtir. Böylece, o zaman O, mümkin varlık olmuş olur. Her mekân da,
çeşitli mekân türlerinden meydana gelmiş bir mümkin varlıktır. Böylece, zaman
ve mekândan her biri de "mümkin" ve "muhdes" olmuş olur.
Dolayısıyla, şimdi O'nun fail oluşu bir zamana ve mekâna muhtaç olmuş olsaydı,
o zaman ve mekânın fâiliyeti bir başka mekân ve zamana muhtaç olurdu...,
böylece de teselsül gerekirdi.
Yine, O'nun fiilleri,
herhangi bir menfaati celbetmeye, herhangi bir zararı da defetmeye varıp
dayanmaz. Aksi halde O, zâtı bakımından eksik ve başkası vasıtasıyla kemâle
eren bir varlık olurdu. Ki bu muhafdir.
O'nun isimleri
hususuna gelince, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, "En güzel isimler Allah'ındır; o
halde Allah'a onlarla duâ edin" (A'râf, 180) buyurması gibidir. Ve,
hükümleri konusuna da gelince, Allah'ın şeriat kıldığı her şey, bir maslahata,
bir ihsana ve bir hayra mebnîdir. Bunların birer lütuf, iyilik ve güzellik
olması ise, Allah'ın üzerine vâcib olan hususlar olmayıp, tam aksine ihsanının
gereği olan şeylerdir. Özet olarak, buradan, O'nun hükmünün, teklifinin herkes
için gerekli olduğunun, hiç kimsenin O'nun üzerinde bir hükmünün, teklifinin
bulunmadığının, dolayısıyla da, O'na hiç kimse için, asla herhangi bir şeyin
vâcib olmadığının bilinmesi gerekir. İşte, "tesbîh" maddesiyle ilgili
genel külli esas budur.[4]
Bazı sûrelerin
başında, mazî sigasıyla, "teşbih etti"; bazılarında ise, muzari
sigasıyla "teşbih ediyor, eder" şeklinde gelmiştir ki bu, bu
nesnelerin teşbih etmelerinin, herhangi bir vakte tahsis edilmediğine, tam
aksine mazide de hep teşbih edici olduklarına, gelecekte de teşbih ediciler
olacaklarına bir işarettir. Bu böyledir, zira bu şeylerin teşbih edici
olmaları, kendi mahiyetlerinin, ayrılmaz bir vasfıdır. Dolayısıyla, o
mahiyetlerin de bu teşbih etmekten ayrılmaları imkânsız olur. Biz, bu teşbih
edicilik vasfının o nesnelerin mahiyetlerinin ayrılmaz bir niteliği olduğunu
söyledik, çünkü Vâcibü'l-vücûd olan Allah'ın dışında kalan her şey,
"mümkin" varlıktır. Her
mümkin varlık ise,
Vâcibü'l-vücûd'a muhtaçtır.
Vâcibü'l-vücûd'un vâcib olması ise, biraz önce de bahsettiğimiz gibi, O'nun
zâtının, zâtı, sıfatları, fiilleri, hükümleri ve isimleri konusunda her türlü
kötü şeyden tenzih edilmesini gerektirir. Böylece, bu teşbih ediciliğin mazîde
mevcut olduğu, gelecekte de mevcut olacağı ortaya çıkmış olur. Allah en iyisini
bilendir.[5]
Bu fiil, bu sûrede
olduğu gibi, bunun lâm harf-i cerriyle (Fetih, 9) ayetinde olduğu gibi, bazan
da harf-i cersiz müteaddîolur. Esası ise, harf-i cersiz müteaddî olmasıdır.
Çünkü, fiilinin anlamı, "Onun, kötü
şeylerden uzak olduğunu söyledim" demektir. Şu halde buradaki lâm,
"Ona nasihat ettim" ifâdesindeki lâm gibidir, yahutda, sırf O'nun
rızası için teşbihi vücûda getirdi, anlamında, anlamı kastedilmiştir.[6]
Zeccâc, ayette
bahsedilen teşbih ile, sözlü olan teşbihin kastedildiğini iddia etmiş ve bu
hususta, şu iki delili
getirmiştir:
1) Allah
Teâlâ, "Hiçbir şey hariç değil, hepsi O'na hamd ile teşbih eder. Fakat
siz, onların teşbihini iyi anlamazsınız" (Isrâ, 44) buyurmuştur. Şimdi
eğer, "teşbih" sözü ile yaratılan şeylerin yaratana delâleti
kastedilmiş olsaydı, onlar bunu anlarlardı.
2) Allah
Teâlâ, ''Dağları ve kuşları, Dâvud ile birlikte teşbih etmek üzere, râm etmiştik"
(Enbiya, 79) buyurmuştur. Dolayısıyla teşbih, yaratılan şeylerin yaratıcıya
delâletinden ibaret olsaydı, bu husus, Dâvûd (a.s)'a tahsis edilmezdi. Bil ki,
bu söz, şu iki hüccetten dolayı zayıftır:
Birinci Hüccet:
Bu maddelerin Cenâb-ı Hakk'ın zâtını, sıfatlarını ve fiillerini her türlü kötü
şeyden tenzih etmeye delâletleri, en ince hususlardandır. İşte bundan dolayı
insanlar, bu hususta ihtilâf etmişlerdir. Binâenaleyh, ayetteki, (Isrâ, 44)
ifâdesi, belki de, bu delâletleri bilmeyen toplumlara bir işarettir. Şu halde,
Cenâb-ı Hakk'ın İyi anlamazsınız" (isra, 44) ifâdesi bir işarettir; eğer
bu, belli bir topluma işaret değilse, bu demektir ki bu, herkese yapılmış olan
bir hitaptır. Demek ki, Cenâb-ı Hakk adeta, "Bütün onlar bunu
anlayamadılar" demiş olur ki, bu.O'nu, bazı kimselerin anlamasına aykırı
değildir.[7]
İkinci hüccet de,
zayıftır. Çünkü vermesi, böylece de o dağın (Dâvûd (a.s)'la) tesbihatta
bulunması muhtemeldir. Ama, cansız olduklarını kesin olarak bildiğimiz bu cansız
varlıkların, o teşbihi söylemesine, Allah'ı teşbih ettiklerinin söylenilmesi
ise, imkânsızdır. Çünkü biz, cansız varlıklardan muhkem ve sağlam fiillerin
sudur edebileceğini caiz görürsek, Allah'ın fiilleri ile, meselâ O'nun alîm ve
hayy olduğuna istidlalde bulunmamız imkânsız olur ki, bu küfürdür. Tam aksine,
gerçek şu ki, sözlü yapılan teşbih, ancak Allah'ı tanıyan akıllı varlıktan
sudur eder. Böylece bu kimse bu sözüyle, Rabbini tenzihte bulunmuş olur ki, bu
manadaki teşbihin, cansız varlıktan sudûru doğru olmaz. Dolayısıyla, canlı ve
cansız, akıllı ve akılsız varlıklardan meydana gelen, genel anlamdaki teşbihin,
mutlaka şu iki hususun biri ile tefsir edilmesi gerekir.
1) "O
şeyler, tesbihatta bulunuyor" ifâdesi, "Onlar, O'nun ululuğuna,
tazimine ve tenzihine delâlet ediyor" manasındadır.
2) Bütün
mümkin varlıklar, O'na boyun eğmiştir. O, onlarda, istediği gibi tasarruf eder.
O'nun fiiline ve meydana getirmesine manî olan hiçbir varlık yoktur.
Bu ön bilgileri iyi
anladığına göre şimdi biz diyoruz ki: Şayet biz, bu ayette bahsi geçen
"tesbih"i, sözle yapılan teşbih anlamına alırsak, ıfâdesindeki
ile, (kişi, akıllı zât) anlamı
kastedilmiş olur ki, arşın taşıyıcı melekleri bunlardandır. Çünkü Cenâb-ı Hakk,
"Eğer kibirlenmek isterlerse, Rabbinin nezdinde bulunan melekler teşbihte
bulunurlar" (Fussilet, 38) buyurmuştur. Mukarrebler de bunlardandır,
nitekim meleklerden naklen: "Seni tenzih ederiz. Bizim yârimiz onlar
değil, Sensin... dediler"(Sebe, 41) buyurmuştur. Diğer melekler de
bunlardandır. Nitekim onların "Seni tenzih ederiz. Seni bırakıp da başka
veliler edinmemiz bize yakışmaz" dediklerini (Furkan.18) Allah Teâlâ
nakletmektedir.
Yeryüzündeki
teşbih edicilere gelince, meselâ peygamberler bunlardandır. Nitekim Zünnûn
Yunus (a.s) "Senden başka hiçbir Tanrı yoktur. Seni tenzih
ederim..."(Enbiyâ,87), Musa (a.s) ise, "Seni tenzih ederim. Tevbe
ettim sana..."(Araf, 143) demiştir. Sahâbe-i kiram da tesbihatta
bulunmuşlardır. Nitekim "Sen pâk ve münezzehsin. Bizi ateşin azabından
koru...(Al-i İmran, 191) buyurulmuştur.
Ama, biz bu teşbih
edişi, manevî manadaki teşbih anlamına alırsak, Cenâb-ı Hakk'ın da,
"Hiçbir şey hariç değil, hepsi O'na hamd ile teşbih eder" (İsra. 44)
buyurduğu gibi, göklerin unsurları, yerin, dağların, kuzuların, demirlerin,
ağaçların, debelenen canlıların, cennetin, cehennemin, Arş'ın, Kürsî'nin,
Levh-i Mahfuz'un, Kalem'in, o nûr ve zulmetin zerreleri, zât, sıfat, madde ve
arazların hepsi Allah'ı teşbih etmekte, O'nun celâline boyun eğmekte, O'nun
tasarrufuna itaat etmektedir. İşte, bu teşbih, "Göklerde ve yerde olan
herşey Allah'a secde eder... "(Neml, 49) ayetinde geçen secde ile
kastedilendir.[8]
cümlesine gelince bu,
"O, hiçbir şeyin kendisine karşı gelemeyeceği bir kadirdir" demek
olup, buradaki "el-azîz" sözü, kudretinin mükemmel oluşuna; el-hakîm
sözü de O'nun, cüz'iyyât ve külliyâta dair hiçbir şeyin O'nun ilminin dışında
kalamayacağı bir âlim olduğuna, veyahutta, O'nun, yaptığı işleri hikmete ve
doğruya uygun ve muvafık olarak yapan bir zât olduğuna bir işarettir. Cenâb-ı
Hakk'ın "kadir" olduğunu bilmek, "âlim" olduğunu bilmeden
önce gelince, hiç şüphesiz, Cenâb-ı Hakk, bu ayette de "el-azîz"
ismini "el-hakîm" isminden önce getirmiştir. Bil ki, "O, gâlib-i
mutlak, sâhib-i hikmet olandır" ayeti, el-azîz'in sadece O olduğuna
delâlet eder. Çünkü bu ifâde, "haşr" ifâde eder. Nitekim Arapça'da,
"Âlim, başkası değil, Zeyd'dir" manasında, denilir. Ki, bu da O'ndan başka ilâhın
olmamasını gerektirir. Çünkü O'ndan başkası, ne azizdir, ne de hakîmdir. Böyle
olmayan ise, ilâh olamaz.[9]
"Göklerin ve
yerin mülkü O'nundur. Hem diriltir, hem öldürür. O, her şeye hakkıyla
kadirdir" (Hadîd, 2).
Bil ki, gerçek anlamda
melik, zâtı ve bütün sıfatları hususunda, Kendisi dışında kalan herşeyden
müstağni olan, ama, kendisi dışında kalan O her şeyin zâtları ve sıfatları
hususunda kendisine muhtaç olduğu zâttır. Binâenaleyh, işte bu iki sıfatı
taşıyan, sadece Cenâb-ı Makk (c.c)'tir O'nun, zâtı ve sıfatları hususunda,
Kendisi dışında kalan her şeyden müstağni olması hususuna gelince, şimdi O
şayet, zâtı hususunda başkasına muhtaç olmuş olsaydı, zâtı gereği,
"mümkin" oturdu, böylece de "muhdes" bir varlık olurdu da
"vâcib" varlık olamazdı. O'nun, selbî ve izafî (nisbî) olan bütün
sıfatları hususunda, Kendisi dışında kalan herşeyden müstağni olduğu hususuna
gelince, bu da şöyledir: O'nun için farz olunacak her sıfat, bu sıfatlar ister
selbî isterse îcabî (sübutî) olsun, Cenâb-ı Hakk'ın hüviyyeti (kimliği), bu
sıfatları tahakkuku hususunda ya yeterlidir, veya yetersizdir. Eğer O'nun
hüviyeti, o hüviyetin sürekliliğinden dolayı bu hususta yeterli ise, o sıfatlar
da, ister selbî olsun, isterse sübutî olsun, devam eder. Eğer böyle olmazsa,
hüviyetin kâfi olması gerekir. Bu durumda da, o hüviyetin, o sübut? ve selbî
sıfatlardan ayrılmaması gerekir.
Ayrıca, bu sübutî ve
selbî sıfatların bulunması, başka bir şeyin sübûtuna ve seibine dayanır. Bir
şeye dayanana dayanan ise, o şeye dayanıyor demektir. Binâenaleyh, Cenâb-ı
Hakk'ın hüviyeti, o sıfatların sübutîlik veya selbîlik illetinin tahakkukuna
dayanmış olur. Halbuki başkasına dayanan şey ise, zâtı gereği mümkin varlıktır.
Böylece de zâtı gereği vâcibü'l-vücûd olan, zâtı gereği mümkinü'l-vücûd olmuş
olur ki, bu bir "hulf'tür (yani, mukaddimelerden birinin, neticede kullanılması).
Böylece, Cenâb-ı Hakk'ın, ne zâtı, ne de selbî ve sübutî sıfatlarından herhangi
birisi hususunda başkasına muhtaç olmadığı sabit olmuş olur. O'nun dışında
kalan her şeyin, O'na muhtaç olması hususuna gelince, bu da şöyledir: O'nun
dışında kalan her şey, mümkin varlıktır. Çünkü, Vâcibü'l-vücûd, birden fazla
olamaz. Mümkin varlık içinse, muttaka bir müessirin olması gerekir.
Vâcibü'l-vücûd ise, işte bu tek olandır.
Bu demektir ki, O'nun
dışında kalan her şeyi ister cevher ister araz olsun, o cevher ister ruhanî
(manevi) isterse maddî olsun, O'na muhtaçtır. Kimi insanlar da,
vâcibü'l-vücûd'un tesirinin, mâhiyetlerinde değil de, varlıklarını vermede
olduğu görüşünü savunmuşlardır. (Binâenaleyh bu görüşe göre, Vâcibü'l-vücûd,
siyahı sadece var edendir, yaratandır. Ama onun, o siyahı, (sıfat olarak) siyah
kılması ise, imkânsızdır. Onlar sözlerine devamla şöyle demişlerdir: Çünkü,
eğer siyahın siyah olması fail ile olsaydı, o faile bağlı olsaydı, o failin yok
sayılmasından siyahın da siyah olarak kalmaması gerekirdi ki, bu imkânsızdır.
Bunun üzerine onlara
şöyle denilebilir: Böyle olması halinde, sizin, o varetmenin de fail ile
olmadığını söylememiz gerekir. Aksi halde, o failin, yokluğunun
farzedilmesinden, bu var oluşunda bulunmaması gerekir. Şimdi onlar, şayet,
"Failin tesiri, var etmede değil, mahiyyeti vücûdla mevsuf
kılmadadır" derlerse, biz deriz ki bu, şu iki bakımdan kabul edilemez:
1) Mahiyetin
vücudla tarif edilmesi, sübutî bir şey değildir. Çünkü, eğer sübutî bir şey
olsaydı, mahiyet de var etme de, o failin olmuş olurdu. Bu durumda da, o
mahiyetin var edişle nitelenmesi, buna ilâve bir şey olmuş olurdu, böylece
teselsül gerekmiş olurdu ki, teselsül muhaldir. Mahiyetin, var oluşla tavsif
edilmesinin sübutî bir şey olmadığı zaman İse, o failin, mahiyyette ve o var
edişte tesirinin olmadığının tam aksine tesirinin, mâhiyetin varlık ile mevsûf
oluşunda bulunduğunun söylenilmesi imkânsız olurdu.
2) O
nitelenişin, sübutî bir iş olmasının takdir edilmesi halinde de, onu o failin
eseri kılmak imkânsızdır. Aksi halde, o failin eseri kılmak imkânsızdır. Aksi
halde, o failin, yokluğu farzedilmesi halinde, o nitelenişin devam etmesi
gerekirdi. Böylece, onların ileri sürdükleri o şüphenin, tamamlanması ve karar
kılması halinde, hem tesirin hem de müessirin kökünden nefyi gerekeceği ortaya
çıkmış oldu. Tam aksine, bu mâhiyetlerin ancak o Vâcibü'l-vücûd'un tesiri ile
mevcut olmaları gibi, o mahiyetler de yine ancak, o Vâcibü'l-vücûd'un tesiri
ile mahiyet olmuşlardır. Bu hakikatler zuhur edince, aklî delillerle de, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Göklerin ve yerin mülkü O'nundur" ifâdesinin doğruluğu
ortaya çıkmış olur. Hatta, O'nun mülkünün kemâline nisbetle, semavat ve yerin
mülk oluşu, zerreden dahi çok çok azdır. Bundan da öteye, bu, O'nun mülkünün
mükemmel oluşuyla, asla mukayese bile edilemez. Çünkü, göklerin ve yerin mülk
oluşları, sonlu bir mülkiyettir. Halbuki, O'nun mülkünün kemâli ise, sonsuzdur.
Sonlu olan ise, hiçbir zaman, sonsuz olanla mukayese edilemez. Ne var ki,
Cenâb-ı Hakk, elle tutulur, gözle görülür bir şey olduğu için, göklerin ve
yerin mülk oluşundan bahsetmiştir. İnsanların ekserisinin aklı zayıftır, onlar
nadiren mahsusât (duyularla algılanan) aleminden makulât (akıl Ne idrâk edilen)
âlemine yükselebilirler.[10]
Cenâb-ı Hakk (c.c),
afakî (sübjektif) delillerden olmak üzere, göklerin ve yerin mülkünden
bahsedince, bunun peşinden enfüsî delilleri getirerek, "Hem diriltir, hem
öldürür. O, her şeye hakkıyla kadirdir" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili
iki mesele vardır:[11]
Mufesirler bu hususta
şu iki şeyi söylemişlerdir:
a)
"Allah, öldükten sonra dirilmek (ba's) için, ölüleri diriltir. Dünyada
iken de canlıları öldürür."
b) Zeccâc
ise şöyle der: "O nutfelere can verir, böylece de onları, anlayan,
konuşan, akıllı şahıslar haline getirir; derken onları daha sonra
öldürür."
Bence bu hususta,
şöyle bir üçüncü izah da yapılabilir: Ayetin bu ifadesi ile. Öldürüp
diriltmenin, belli bir zamana ve belli şahıslara tahsis edilmesi kastedilmem
iştir. Tam aksine bunun manası, "Diriltmeyi ve öldürmeyi yaratmaya kadir
olan" emek olup, tıpkı Mülk Sûresi'ndeki, "Ölümü ve hayat! yaratan
O'dur..."(Mülk, 2) ayeti gibidir. Cenâb-ı Hakk'ın anlatmak istediği,
Kendisinin, bu iki mahiyeti (şeyi) var etme hususunda mutlak manada tek olduğunu,
bu iki hususta Kendisine karşı gelebilecek olanın ve bu iki şeyi geri
çevirebilecek olanın olmadığını bildirmektir. Bu durumla mananın içine,
müfessirlerin o ilk iki İzahı da girer.[12]
"Hem diriltir,
hem öldürür" ifadeleri, "O diriltir, o öldürür" takdirinde olmak
üzere, mahallen merfudurlar. Bu ifâdelerin, "O diriltci ve öldürücü
olduğu halde, göklerin ve yerin mülkü O'nundur" takdirinde, hâl olarak
mansub olmaları da mümkündür.
Bil ki Allah Teâlâ.
ilk önce âfâkî delillerden, ikinci olarak da, enfüsî delillerden bahsedince,
her ikisini de içine alan bir cümle söyleyerek,
"O, her şeye hakkıyla kadirdir" buyurmuştur. Bu ifadenin
hikmetleri (incelikleri), Mülk Sûresi'nin başında anlatılmıştır.[13]
"O, hem evveldir,
hem âhirdir, hem zahirdir, hem harındır. O, herşeyi hakkıyla bilendir"
(Hadîd, 3).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:[14]
Resûlüllah (s.a.s)'ın,
bu ayetin tefsiri hakkında, "O, kendinden evvel hiçbirşey olmayan Evvel ve
Kendinden sonra hiçbirşey olmayan Âhirdir" buyurmuştur.[15]
Bil ki bu, kapalı,
heybetli ve derin bir konudur. Bu hususta şu bakımlardan izahlar yapılabilir:
1) Birşeyin
birşeyden önce olması, şu açılardan olabilir:
a) Tesir
bakımından... Çünkü biz, parmağın hareketinin, üzerindeki yüzüğün hareketinden
önce olduğunu düşünebiliyoruz. Dolayısıyla bu öncelikten (evvellikten), önce
olanın, sonra olana tesiri kastedilmiştir.
b) Tesir
bakımından değil de, ihtiyaç bakımından öncelik... Çünkü hernekadar birin, iki
için illet olmadığını biliyor
isek de, İkinin
bire muhtaç olduğunu
düşünebiliyoruz.
c) Şeref
bakımından öncelik... Meselâ Hz. Ebû Bekir (r.a)'in, Hz. Ömer (r.a)'den önce
gelişi gibi...
d) Rütbe
bakımından öncelik... Bu da, imamın cemaata önceliği gibi, maddî bir
başlangıçtan dolayı olan öncelik, yahut da aklî bir başlangıçtan olan
önceliktir. Bu da, meselâ, o en üst "cins"i başlangıç kabul etmemiz
gibidir. Çünkü tür ne kadar aşağıda olursa, o kadar sonra olmuş olur. Şimdi
bunu ters çevirecek olursa, ilgili iş de ters yüz olmuş olur.
e) Zaman
bakımından öncelik... Çünkü önceki zamanda mevcut olan, sonraki zamanda mevcut
olandan öncedir. İşte öncelik ve sonralığa dair, akıl erbabının ortaya
koyabildiği kısımlar bunlardan ibarettir.
Bence burada şöyle
bir altıncı kısım vardır: Zamanın bir kısım parçaları, diğer bir kısım
parçalarından önce gelir. Bu önce gelme işi, zaman ile olan bir önce oluş
değildir. Aksi halde o bütün zamanın, başka bir bütün zaman ile çepeçevre
kuşatılmış olması gerekirdi. Şimdi bu kuşatan hakkındaki söz, tıpkı kuşatılan
hakkındaki söz gibi olur. Böylece de, hepsinin şu anda mevcut olması açısından,
her zamanın, sonsuza kadar, başka bir zaman kuşatılmış olması gerekirdi.
Binâenaleyh şu an, tek (müstakil) olmaz, aksine her an, sonsuza kadar uzanan,
bir başka mevcut ânın içinde oimuş olur ki bu düşünülemez. Hem sonra, mevcut o
ânların toplamı (bütünü), geçmiş anların toplamından sonradır. Dolayısıyla
zamanların toplamı için, sayesinde kuşatıldıkları bir başka bir zaman söz
konusu olur. Ama bu muhaldir. Çünkü her zaman "zaman", zamanların
toplamının içinde olursa, bu durumda, o zaman, hem o toplamın içindedir, hem
onun dışındadır. Böyle olması da muhaldir. Böylece, bu açık aklî delil ile,
zaman dilimlerinden birisinin, diğer bir dilimden önce olmasının, bütün zaman açısından
olmadığı ortaya çıkmış olur. Bunun zahiri de işin ne illet ile, ne de ihtiyaç
ile olmadığını gösterir. Aksi halde, ikisi de, tıpkı illet ile ma'lülun, bir de
ikinin aynı anda var olmaları gibi, birlikte var olmuş olurlardı. Bu öncelik,
şeref ve mekân itibariyle de değildir. Böylece zamanın, herhangi bir diliminin,
diğer bir diliminden Önce oluşunun, bahsedilen bu beş kısmın dışında altıncı
bir kısım olduğu anlaşılır.
Bunu iyice kavradığına
göre, şimdi diyoruz ki; Kur'ân-ı Kerîm Hak Teâlâ'nın, Kendisi dışında kalan
herşeyin evveli olduğuna delâlet etmektedir. Aklî delil de bunu gösterir. Çünkü
biz diyoruz ki: Vâcibü'l-vücûd olan o Zât'ın dışında kalan herşey,
mümkinü'l-vücûd'dur. Halbuki her
mümkin varlık, muhdestir.
O halde Vâcibü'l-vücûd'un dışında
kalan herşey, muhdes (mahluk)tur ve O Vâcibü'l-vücûd da, Kendisi dışında kalan
herşeyin evvelidir. Vâcibü'l-vücûd dışındaki herşeyin "mümkin"
olduğunu söyledik. Çünkü eğer zatları gereği vâcib olan iki şey mevcut olsaydı,
bunlar, zatî olan vücûbiyyette müşterek, ama varlık olarak farklı farklı olmuş
olurlardı. Sayesinde müştereklik olan husus ise, sayesinde farklılık olan
husustan başkadır. Binaenaleyh buriiaröan berttin böytece "mürekkeb"
olmuş olurlar. Soma bu iki cüzden (parçadan) herbiri, eğer vâcib ise, ikisi de
vâcib olmada müşterek, husûsiyyette farklı olurlar. Böylece de herbir cüz,
"mürekkeb" (farklı parçalardan meydana gelmiş) olur ve böylece
"teselsül" gerekir. Yok eğer her ikisi de vâcib olmazsa, yahut birisi
vâcib olmazsa, "vacib" oluşla değerlendirilen böyle bir
"bütün", vâcib olmamaya daha uygun olur. Böylece Vâcibü'l-vücûd olan
o zâtın dışındaki herşeyin "mümkinü'l-vücûd" olduğu sabit olur. Her
"mümkin" ise, muhdestir. Zira her mümkin, müessire (yaratıcıya)
muhtaçtır. Bu muhtaç oluş, ya var edilirken, yahut yok edilirken söz konusudur.
Bu durumda var ediliş hali, ya beka hali olur, ki bu imkânsızdır. Çünkü bu
mevcudu yeniden varetme ve elde edilmiş olanı yeniden elde etme neticesine
götürür. Bu ise imkânsızdır. Çünkü bu muhtaç oluş, ya meydana gelirken, yahut
yok olurken söz konusudur. Her iki halde de, her mümkinin muhdes olması
gerekir. Böylece de, o vâcibü'l-vücûd olanın dışında kalan herşeyin, o vacibe
muhtaç bir muhdes (mahluk) olduğu anlaşılır. Binâenaleyh o vâcib, Kendisi
dışında kalan herşeyden önedir.
Daha sonra aklımız, bu
önceliğin nasıl olduğunu araştırmak ister. Dolayısıyla diyoruz ki: Bu önceliğin
tesir açısından olması caiz değildir. Çünkü müessir, müessir olması açısından,
esere eser olması bakımından nisbet edilir. O halde her iki nisbet aynıdır.
Aynılıkta ise öncelik olmaz. Bunun sırf, "ihtiyaç" bakımından bir
öncelik olması da caiz değildir. Çünkü muhtaç olan ile kendine muhtaç olunanın,
aynı anda beraber mevcut olmaları imkânsız değildir. Halbuki biz; böyle bir
aber oluşun burada imkânsız olduğunu beyan etmiştik.
Bunun sırf bir
şereften ötürü olması da caiz değildir. Çünkü bu öncelikten burada elde edilmek
istenen, Allah Teâlâ'nın, mümkin varlıklardan daha şerefli olduğunu tesbit
etmek değildir. Bunun, mekân bakımından bir öncelik olması da söz konusu
değildir. Böyle bir önceliğin var sayılması durumunda, muhdisin (halikın),
muhdesden (mahluktan) önce olması, bunlardan birisinin, mekân bakımından
diğerinin üstünde olmasının ötesinde, başka bir şeydir.
Bu önceliğin zaman bakımından
olması da bâtıldır. Çünkü "zaman" da, mümkin ve muhdes bir varlıktır.
Mümkin oluşuna gelince, daha önce de beyan ettiğimiz gibi, vâcibü'l-vücûd
birden çok olamaz. Zaman'ın muhdes oluşuna gelince, mümkin ve muhdes oluşun
emareleri, zamanda, diğerlerinden daha açıktır. Zira zamanın bütün parçaları,
birbirini takib etmektedir. Halbuki yok olduktan sonra var olan, var olduktan
sonra yok olan herşeyin, mümkin ve muhdes olduğunda şüphe yoktur. Zamanın bütün
dilimleri mümkin ve muhdes olup, "bütün" de, parçalardan elde
edilince, şimdi, mümkin ve muhdese muhtaç olan, haydi haydi mümkin ve
muhdestir. O halde zaman, bütünü ve parçaları ile mümkin ve muhdes varlıktır.
Dolayısıyla zamanı yaratanın, zamandan önce oluşu, zaman itibariyle olamaz.
Çünkü bütün zamanlardan önce olan şey, zaman ile olmaz. Aksi halde o zamanın,
zaman olduğu için, zamanların toplamına dahil olması, zamanın zarfı (kuşatanı)
olduğu için de, onun dışında birşey olması gerekir. Halbuki zarf, mazruftan
(kuşatılandan) başkadır. Fakat o şeyin, birşeyin hem içinde, hem dışında olması
imkânsızdır.
Üçüncü ihtimale
gelince, zamanın mahiyeti, hep akıp-gitmeyi, yenilenmeyi gerektirir. Bu da,
başkalarının, kendisinden önce olmasını gerektirir. Halbuki ezel, başkasının,
kendisinden önce bulunmasına terstir. O halde, ezel ile böyle zamanı birlikte
düşünmek imkânsızdır. Böylece, yaratıcının, kendisi dışında kalan herşeye karşı
olan önceliğinin, kesinlikle zaman açısından olmadığı sabit olur. O halde
insanın nezdinde (aklında) olan, Cenâb-ı Hakk'ın herşeyden önce oluşu ve bu
önceliğin, yukarıda bahsi geçen beş tür öncelik açısından olmayışıdır.
Geriye, bu beş kısmın
dışında, bir başka önceliğin (evveliyetin) olması kalır. Şimdi bu tür
önceliğin, nasıl bir öncelik olduğu hususunda, aklın söyleyebileceği birşey
yoktur. Çünkü akıllının aklına gelen herşey, mutlaka bir zaman içindedir, bir
zamana bağlıdır. Ama ortaya koyduğunuz delil, bunun imkânsız olduğunu gösterir.
O halde. Allah Teâlâ'nın "el-evvel" oluşu, mücmel olarak malumdur,
ama bunun tafsilatı ve 0 evveliyyetin (önceliğin) özünü kuşatma, mahlûkatın
akıllarının gücünün yetmediği birşeydir.
2) Bu
konunun kapalı olan hususlarından, ikincisi de şudur: Ezet, lâ-yezal'dan
öncedir. Ezel, Hakk'ın
dışında birşey de
değildir. Binâenaleyh, "ezel"in, "lâ-yezal"dan
önce olması, ezel ile, "lâ-yezâl" arasında farklılığın olmasını
gerektirir. Binâenaleyh bu, böyle bir farklılığın tahakkuk edebilmesi için,
"lâ-yezâl"ın bir başlangıcının ve ucunun olmasını gerektirir. Fakat
böyle bir uç ve başlangıç farzetmek imkânsızdır. Çünkü farzedeceğin her
başlangıçtan, "lâ-yezâl" öncedir (ewel)dir. Zira, faraza, yüz sene
ilave etmek suretiyle, farzedilen o başlangıçtan daha önce olan
farzedilmış başlangıç, ezel
cümlesinden değil de,
"lâ-yezâl" (ezelî olan) cümlesindendir. O halde, lâ-yezâl
mevcut olmazdan önce olma manasınadır ve bu imkânsızdır.
3) Bu konunun kapalı olan hususlarından üçüncüsü ise şudur:
Ezel'in, lâ-yezâl'dan farkı, ezel hakikatinin, sona ermesini gerektirir.
Halbuki ezel hakikatinin son bulması imkânsızdır. Çünkü evveli olmayanın, son
bulması imkânsızdır. Bunun son bulması imkânsız olunca da, 16-yezaTin
mâhiyetinin, bunun peşinden meydana gelmesi de imkânsız olur. Bu durumda da,
ezelin lâ-yezal'den, 16-yezaTin de ezelden seçilip-ayrılmanır tahakkuku
imkânsız olunca da, önce ve sonralığın bulunması imkânsız olur. Binâenaleyh
bunlar, "takaddüm", "evveliyet" ve "ezeliyet"
gibi şeylerin hakikatini ortaya koyma hususunda, kapalı ve anlaşılması zor
konulardır. Bu kapalılık ise, insan aklının, ezeliyet ve evveliyyet mahiyetinin
göz kamaştırıcı azameti ve parlaklığı önünde hayrete düşmesi sebebiyledir.
Çünkü akıl, birşeyi, onu ancak çepeçevre kuşattığında bilip-anlayabilir. Aklın
bulup getireceği, düşünebileceği herşey ise, çepeçevre kuşatılabilen şey demektir.
Çepeçevre kuşatılan şey ise, sonludur. Halbuki ezeliyyet, bunun ötesindedir. O
halde, Hak Sübhânehû ve Teâlâ, "evvel" oluşu hususunda, hem
"zâhir"dir (açıktır), hem "batın" (gizli)dir. Zira akıllar,
muhdes varlıkların, kendilerinden önce olan bir mucîde (varediciye) varıp
dayandığını görmektedir. O halde Hak Teâlâ'nın "evvel" oluşu işte bu
açıdan, açık olan herşeyden daha açık ve nettir. Şimdi sen, evveliyyetin
hakikatini bilmek istersen, âciz olursun. Zira aklının ve ilminin kuşatabildiği
herşey, aklının ve ilminin kuşatıp sınırladığı şeydir, dolayısıyla da
soniudur-sınırlıdır. Böylece "evveliyyet", bunun ötesinde olmuş olur.
Binâenaleyh Hak Teâlâ'nın "evvel" oluşu, düşünebileceğin her açıdan,
her bâtın (gizli) olandan, daha bâtın (gizli) bir evveliyyettir... İşte Cenâb-ı
Hakk'ın "evvel" oluşuna dâir, izahımız bundan ibarettir.[16]
Cenâb-ı Hakk'ın
"âhir" olması ile ilgili izahımız da şöyledir: Kimileri, bunun
imkânsız olduğunu ileri sürerek şöyle der: Buna göre, Allah Teâlâ, Kendisi
dışında kalan herşeyin sonuncusu olmuş olur. Zira Allah Teâlâ, ancak
Kendisinden başka herşeyin yok olup yalnız zatının baki kalması halinde her
şeyin âhiri olurdu. Fakat başka bir şeyin ademi, ancak var oluşundan sonra
olur. İşte bu "sonra"lık da zaman içinde vukubulmaktadır. Şu halde o
"sonra oluş" keyfiyetinin sayesinde gerçekleştiği zaman kavramının
varlığını düşünmeksizin her şeyin yok olacağı bir zaman farz eden kimse kendisi
dışındaki hiç bir kimse ile kendisini yok ettirmemektir. Bu ise hult'tür.
Demektir ki kendisi dışındaki herkesin olduğunu düşünürsek bunun imkânsız
olduğunu görürüz. Bu şüphe de yine, öncelik (evveliyet) ve
"sonralığın" (âhiriyyetin) ancak zaman açısından olacağına varıp
dayanmaktadır. Bunların zaman açısından olmasının yanlışlığını, biraz önce
delilleriyle anlattık. Binâenaleyh bu şüphe bâtıldır.
Cenâb-ı Hakk'ın
bekasıyla birlikte, diğer herşeyin yok olabileceğini kabul edenlerin, bir kısmı
Hak Teâlâ'nın herşeyin ahiri olabilmesi için, bunu vâcib görenler vardır. Bu,
Cehmlyye'nin görüşüdür. Çünkü Cehmlyye, Hak Teâlâ'nın mükâfaat ehline
mükâfaatını, ceza ehline cezasını verdikten sonra, cenneti ve cennetlikleri,
cehennemi ve cehennemlikleri, Arşı, Kürsî'yi, melekleri, felekleri yok edip
neticede, Allah'dan başka hiçbirşeyin kalmayacağını iddia ediyor."
Binâenaleyh O, nasıl hiçbirşey yokken ezelde mevcut idiyse, yine hiçbirşey yok
iken, ebediyyü'l-âbâd, lâ-yezâl'da da mevcut olarak kalacaktır" diyor.
Onların bu husustaki delilleri şunlardır:[17]
1) Ayetteki
"O, hem evveldir, hem âhirdir" ifadesi... Allah Teâlâ, herkes son
bulduğunda ancak âhir olur.
2) Allah
Teâlâ ya cennet ve cehennemliklerin hareketlerinin sayısını bilir, ya da
bilmez. Dolayısıyla eğer O, bunu biliyor ise, bu hareketlerin ne kadar
olacağını da biliyor. Halbuki kendisi için belirli bir sayı söz konusu olan
herşey, sonludur. Dolayısıyla cennet-cehennem ehlinin hareketleri de sonludur.
O halde bu durumda mutlaka hiç bozulmadan devam edecek olan bir yokluğun söz
konusu olması gerekir. Yok eğer Allah Teâlâ, bu hareketlerin sayısını
bilmiyorsa, bunların câhili demektir. Allah'a cahilliğin nisbet edilmesi ise
imkânsızdır.
3) Gelecekle
ilgili olan hadiseler, artmayı da, noksanlaşmayı da kabul edebilir. Böyle olan
herşey ise sonludur.
Bunlara şöyle cevap verilir:
Bu şeylerin hep sürüp gitmesi, ebede kadar devam edecektir. Bunun detifi şudur:
Bu mahiyetlerden, "mümkin" oluş vasıfları zail olacak olsa, o zaman,
zâtı gereği mümkin olan nesnenin, zâtı gereği mümkin olmayan (imkânsız) hale
dönüşmeleri gerekir. Şimdi Allah Teâlâ tesir kudreti, tesirin imkânsızlığa
dönüşecek olsa, o zaman mahiyetler de dönüşmüş olur ki bu imkânsızdır.
Binâenaleyh bu mümkin oluşların sürüp gitmesi gerekir. Bu durumda da, bu muhdes
varlıkların, sırf bir yokluğa varıp dayanmaları gerektiği sabit olmuş olur.
Cehmiyye'nin ayet ile yaptığı istidlalin cevabını, inşaallah daha sonra
zikredeceğiz.
Cehmiyye'nin ikinci
şüphesine (dehline) şu şekilde cevap verebiliriz: Allah Teâlâ o hareketlerin
belli bir sayısının olmadığını biliyor. Bu ise, cehalet olmaz. Cehalet, o
hareketlerin belli bir sayısı olur da, Allah Teâlâ onu bilmez ise, o zaman söz
konusu olur. Ama o hareketlerin belli bir sayısı olmaz da, sen de onu bu
şekilde bilirsen, bu cehalet değil, aksine ilim olmuş olur.
Onların üçüncü
şüphelerine (delillerine) de şöyle cevap verebiliriz: Allah Teâlâ'dan,
ebediyyen varhk âlemine çıkan şey, sonlu olmaz.
Daha sonra kelamcılar,
âlemin bekâsının mümkin olduğunu isbat edince, cennet ve cehennemin de sürekli
olacağını isbat hususunda, müslümanların icmâsı ile, bu konudaki ayetlerin
zahirî manalarına futundular ki bunların manaları açıktır.[18]
Cennet ve cehennemin
bekâsını (ebedîliğini) kabul eden müslüman çoğunluk, Hak Teâlâ'nın el-Âhir
oluşunun ne demek olduğu hususunda, şu değişik izahtan yapmışlardır:
1) Allah
Teâlâ, mümkinât âleminin tümünü yok eder, böylece Kendisinin âhir oIuşl
gerçekleşir. Ama daha sonra o mümkinât âlemini yeniden var eder ve ebedî olarak
bırakır.
2) İnsanın
aklında-zihninde, herşeyin sonu olabilecek mevcut (varlık) sadece O'dur.
Binâenaleyh herşeyin sonu olabilmesi, Hak Teâlâ'ya has bir vasıf olunca, pek
yerinde olarak o da "Âhir" diye tavsif edilmiştir.
3) Var olma,
Hak Teâlâ'dan başlar ve bu git gide, derece derece aşağı doğru iner. Diğer
varlıkların neticesi olup artık başka bir şeyin sebebi olmayan son varlığa
kadar iner. Bu itibarla, Hak Teâlâ, "evvel" (ilk) olmuş olur. Daha
sonra o şey, bu son mevcuddan, derece derece yukarı çıkar, derken yukarı
çıkışın en son noktasına varıp dayanır ki işte orada, Hak Sübhânehû'nun varlığı
söz konusudur. Şu halde Hak Teâlâ, varlığın kendisinden mümkinât âlemine inmesi
hususunda "evvel"; varlığın mümkinât âleminden O'na tırmanırken de
"âhir"dir.
4) O, bütün
mahlûkâtı öldürür ve sadece Kendisi kalır. İşte bu itibarla O,
"Âhir"dir.
5) O, varlık
olma bakımından ilk, istidlal (delille varıp gitme) hususunda da
"âhir"dir. Çünkü bütün istidlallerin maksadı, Yaratıcıyı tanımaktır.
Yaratıcıya ulaşmak gayesiyle yapılmayan diğer istidlaller, fazla önemli
değildir.[19]
Hak Teâlâ'nın
"zahir" ve "bâtın" olmasına gelince, bil ki O, varlık
açısından zahirdir. Çünkü kâinattan ve mümkinâttan, gördüğün herşey, daha önce
de belirttiğimiz gibi, herşey O'nun varlığının sübûtuna, hakikatine ve
değişmekten uzak olduğuna bir delildir. Hak Teâlâ'nın "bâtın" oluşu
da, şöyle bir kaç yöndendir:
1) Onun
mükemmel manada zahir (açık) olması, "bâtın" olmasına sebebtir. Çünkü
meselâ bu güneş, felekler üzerine doğuşunu hep sürdürseydi, bu ışığın o güneş
sebebiyle olduğunu anlayamazdık. Herşeyin kendiliğinden aydınlandığını (kendi
kendini aydınlattığını) sanardık. Fakat güneş, bir batıp-bir doğunca,
battığında ışıkların sona erdiğini, bütün aydınlığın kaybolduğunu görünce,
bütün bunların güneşten kaynaklandığını anlıyoruz. İşte burada da, eğer,
Cenâb-ı Hakk'ın cömertliğinin, mümkinât âleminde sona erdiğini düşünecek
olursak, bu mümkinât âleminin varlığının, Allah'ın varlığından kaynaklandığı
açıkça anlaşılırdı. Fakat bu cömertlik (bunca nimetler) sürüp gidince, sona
ermeyince, yani bunun devamlılığı ve mükemmelliği, işte böyle bir şüpheye
sebebiyet vermiştir. Öyle ki çoğu kez bu varlığın nurunun, ondan olmadığı
samlabilmiştir. Halbuki tam aksine, herşeyin varlığı, O'nun zâtındandır.
Böylece, bu kapalılığın, (bâtıniyyetin), ancak O'nun varlığının
mükemmelliğinden ve cömertliğinin sürekliliğinden meydana geldiği ortaya çıkmış
olur. Binâenaleyh çok net bir biçimde açık ve ortada olduğu için ve nurunun
mükemmelliğinden ötürü akıllardan saklı kalan O yüce zâtı, teşbih ve tenzîh
ederiz.
2) O'nun mahiyeti, kesinlikle insan tarafından anlaşılamaz. Bunun delili
şudur: İnsan, birşeyin mahiyetini, ancak, acı, lezzet gibi, içinde hissettiği
şeylerle yahut renkler, tatlar ve diğer hissî (duyularla algılanan) şeyler
gibi, duyulanyla idrâk ettiğinde tasavvur edebilir. Böyle olmayan bir şeyin
mahiyetini ise, insanın tasavvur etmesi imkânsızdır. Dolayısıyla Allah Celle
Celâlühû'nun, o hususî hüviyeti (kimliği), bu iki yol ile anlaşılamaz.
Dolayısıyla da insan tarafından, gerçek manada Allah'ın zâtı (mahiyeti),
akledilemez. Bunun delili yine şudur: Mahlûkât nezdinde, Allah hakkında bilinen
şey, ya vücûdî (subûtî, sabit olan), yahut da selbî (yani onda olmayan)
sıfatlardır, meselâ Cenâb-ı Hakk'ın bir cisim veya cevher olmayışt gibi
sıfatlardır. Yahut da izafî sıfatlardır. İzafî de, şöyle şöyle olmak şanından
olan şeydir. Halbuki Allah Teâlâ'nın zâtına mahsus gerçek hakikati ve mahiyeti,
bütün bu bildiğimiz şeylerden başkadır (ileridir). Binâenaleyh O'nun mahiyeti
ve hüviyeti akledilemez.
Bunun delili şudur:
Akıl nezdinde Hak Teâlâ'dan en açık şekilde zuhur eden (görünen) şey, O'nun şu
mahlûkatın yaratıcısı olması ve bütün bunlardan önce olmasıdır. Halbuki sen,
Hak Teâlâ'nın evvel oluşunu anlama hususunda, aklımızın ne kadar âciz olduğunu
ve bu hususta nasıl şaşkınlığa düştüğünü daha önce anlamıştın (dinlemiştin).
Böylece
anlattıklarımız ile, Hak Teâlâ'nın "evvel", "âhir",
"zahir" ve "bâtın" olduğu ortaya çıkmış oldu. Rahmetli
babamın şöyle dediğini duymuştum: "Rivayet olunduğuna göre, bu ayet nazil
olunca, müşrikler Beytultah'a doğru dönüp secde etmişlerdi."[20]
Pek çok
âlim, Allah Teâlâ'nın
bir olduğunu isbat hususunda, ayetteki, "O, hem
evveldir" ifadesini delil getirerek, şöyle demişlerdir: Evvel, ilk-tek
olandır. İşte bundan ötürü bir kimse şayet, "ilk alacağım köle
hürdür"
dese, sonra da iki
köleyi birden alıverse, ikisi de hür olmuş olmaz. Çünkü, "ilk"
(evvel) olma şartı, tek olmaya bağlıdır. Burada ise, tek şartı, tahakkuk
etmemiştir. Bundan sonra, bir köle de alsa o yine azâd edilmez. Çünkü
"evvel" olmanın, bir şartı da (önce) olmaktır. Bu kölede ise bu şart
tahakkuk etmemiştir. Dolayısıyla "evvel" olmanın şartının,
"tek" olmak olduğu sabit olur. O halde bu ayet, âlemin yaratıcısının
tek olduğuna delâlet etmiş olur.[21]
Çoğu müfessirler,
ilgili ayete, "Allah, herşeyden önce olduğu için, "evvel";
herşeyden sonra kalacağı için "âhir",
deliller açısından
"zahir", duyulardan-gözlerden uzak ve kapalı olduğu için, bu
kelimelerin manasının, tıpkı bir kimsenin, "iş dönüp dolaşır O'na varır,
O'nun sayesinde tamamlanır" manasında söylediğini, "Falanca bu işin
hem başı, hem sonudur, hem zahiri, hem bâtınıdır" sözü gibi olduğunu
söylemişlerdir Bil ki bu ayeti, sayesinde Cehmiyye'nin istidlallerinin de sakıt
olduğu, o bahsettiğimiz manalara hamletmek mümkün olduğuna göre, bu mecazî
manaya hamletmeye ihtiyaç (gerek) yoktur.
Yine bir takım
kimseler de, "zahir" ve "bâtın"ın izahı sadedinde şunları
söylemişlerdir: "Zahir, herşeye gâlib gelen, herşeyin üstünde olan
demektir. Hak Teâlâ'nın, "Böylece zahirler oldular"(Saffat, 14) yani
galibler, üstün gelenler oldular" ayeti bu manadadır. Yine bu mana, senin
"Ona üstün geldim" manasında söylediğin şeklindeki sözün
cümlesindendir. Hak Teâlâ'nın (Zuhruf, 33) ayeti de bu manadadır. İşte şu
hadisteki ifadenin manası da aynıdır: "(Ya Rabbi) Sen Zahirsin ki senin
üstünde hiçbirşey yoktur."
Cenâb-ı Hakk'ın
"bâtın" oluşu hususunda,
Zeccflc, "O, bâtındır (içlerde-kalblerde olanı)
bilendir" manasını vermiştir. Bu tıpkı birisinin, "Falanca falancanın
işinin batını bilir" demesi gibidir. Nitekim Leys. "Sen şu işi
falancadan sakladın yani "Onun bâtınını (içini) biliyorsun" demiştir.
Şu halde Allah'ın "bâtın" olması, işlerin bâtınının (aslını, asdarını)
bilici olmasıdır.
Bence bu izah üzerinde
biraz düşünmek gerekir. Çünkü bu manaya göre, hemen bunun peşisıra gelen,
"O, herşeyi hakkıyla bilendir" ayeti, lüzumsuz bir tekrar olmuş
olurdu. Ama "bâtın" kelimesine verilen ilk manaya göre, bu ayet tam
yerli yerinde olmuş olur. Çünkü bu durumda takdiri mana, sanki şöyle denilmesi
şeklindedir: "Hiç kimse Allah'ı kuşatamaz, O'nun sırlarına ulaşamaz.
Başkasının hallerinden hiçbirşey ise, O'na kapalı kalmaz." Bunun bir
benzeri de, "(Ya Rabbi) Sen benim içimde olanı bilirsin, ama ben sendekini
bilemem"(Maide, 16) ayetidir.[22]
"O, gökleri ve
yeri altı günde yaratan; sonra Arş'a istiva edendir. Yeryüzüne giren ve oradan
çıkan, gökten inen ve göğe yükselen şeyleri O bilir. Nerede olursanız olun, O,
sizinle beraberdir. Ne yaparsanız yapın O Allah hakkıyla görendir" (Hadid,
4).
Hak Teâlâ'nın, "O
gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'a istiva edendir" beyanı,
A'râf Sûresi'nde (54.ayetinde) tefsir edilmiş olup, bu ifadeyi getiriş maksadı,
kudretinin delillerini bildirmektir.
"Yeryüzüne giren
ve oradan çıkan, gökten inen ve göğe yükselen şeyleri O bilir" ayeti de
Sebe' Sûresi (2. ayette) tefsir edilmiş olup, bu ifadeden maksadı da, ilminin
mükemmelliğini anlatmaktır.
Hak Teâlâ kudretine
dâir olan ifadeyi, ilmine dâir olan ifadeden önce getirmiştir. Çünkü Allah'ın
kadir olduğunu bilmek, âlim olduğunu bilmekten önce gelir, bu daha önemlidir.
İşte bundan ötürü bazı muhakkik âlimler, Allah'ı bilmenin ilk mertebesinin,
O'nun kudretini bilmek olduğunu söylemişlerdir. Diğer âlimler de, Allah'ı
bilmenin ilk mertebesinin, O'nun müessir oluşunu bilmek olduğunu
söylemişlerdir. Her iki takdire göre de, Allah'ın kadir olduğunu bilmek, âlim
olduğunu bilmekten önce gelir.[23]
Hak Teâlâ daha sonra
"Nerede olursanız olun O, sizinle beraberdir. Ne yaparsanız yapın, O Allah
hakkıyla görendir" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var:[24]
Bil ki vâcibü'l-vücûd
olan Allah'ın dışındaki herşeyin "mümkin" olduğu ve her mümkinin
varlığının, O vâcib'den
kaynaklandığı
sabittir. O halde mümkin varlıkların, bu varlıklarını elde edişleri, O gerçek
vâcibü'l-vücûd olanın, bu varlıklara varlık vermesi sebebiyledir. Dolayısıyla
Hak Teâlâ, her mahiyet ile, o mahiyetin var oluşu arasında yer almaktadır.
Binâenaleyh O, her mahiyete (varlığa), o mahiyetin varoluşundan daha yakındır.
İşte bu incelikten ötürü, muhakkik âlimler, "Her ne gördüm ise, Allah'ı
ondan önce gördüm"; orta halli âlimler "Herne gördümse, Allah'ı
onunla beraber gördüm." Zahir uleması ise, "Her ne gördümse, ondan
sonra Allah'ı gördüm" demişlerdir.
Bil ki anlattığımız bu
inceliklerin şöyle iki mertebesi vardır:
a) İnsanın,
bu inceliklere, aklı, fikri, düşüncesi sayesinde ulaşması...
b) İnsanın
açıklayamayacağı zevk kuvveti, vecd (bir bakış hali) hali elde etmesi.. Zevk
ile bu incelikleri anlayıp, bunlara ulaşmanın, zevk olmaksızın anlamaya nisbeti
(oranı), tıpkı şekeri yiyenin, şekeri yemeden anlatana olan durumu gibidir.[25]
Kelamcılar, ayette
bahsedilen "beraber oluş-maiyyet"in, ya ilim, ya da görüp gözetme,
muhafaza bakımından olduğunu söylemişlerdir. Her iki takdire göre de, bu
demektir ki, Allah'ın mekân, cihet ve yön bakımından, bizimle beraber olmadığı
hususunda, icmâ hasıl olmuştur. Dolayısıyla
"O, sizinle beraberdir" ifadesini, mutlaka tevil etmek
gerekir. Şimdi biz burada, bunun tevîl edilebileceğini söylediğimize göre, bu
tevflin diğer yerlerde de yapılabilmesi gerekmiştir.[26]
Bil ki, bu ayetlerde,
ilginç bir tertip bulunmaktadır. Zira, Cenâb-ı Hakk, "O, hem evveldir, hem âhirdir, hem zahirdir, hem
bâtındır" buyurarak, önce, Kendisinin, bütün mümkinât ve kainatın ilâhı
olduğunu; daha sonra da, Kendisinin, arşın, göklerin ve yerin ilâhı olduğunu
beyan etmiş, en sonunda da, "Nerede olursanız O, sizinle beraberdir"
cümlesi ile de, kudreti, îcadı, tekvîni ve ilmi ile bizimle beraber olduğunu
beyân etmiştir ki, O'nun "ilmi", bizim içimizi dışımızı bilmesi
demektir. Şimdi bu tertibin keyfiyeti hususunda bir düşün, sonra da, bu
ayetlerin lafızları hakkında tedebbür et. Çünkü bu lafızlarda, enteresan sırlar
ve yüce işlere dikkat çekmeler bulunmaktadır.[27]
"Göklerin ve
yerin mülkü O'nundur.İşler ancak O'na (yani, O'nun dışında mâlikin bulunmadığı
yere) döndürülür"
(Hadîd, 5).
Cenâb-ı Hakk bu
ifadesiyle, meâdın yani ahiretin varlığına delil getirmiştir.[28]
"O, geceyi
gündüzün içerisine sokar, gündüzü de gecenin içine katar. O, sinelerde gizlenen
herşeyi hakkıyla bilendir" (Hadîd. 6).
Bu tabirlerin tefsiri,
diğer sûrelerde geçmiş olup, bunlar, Allah'ın kudretine dair deliller ile,
nimetini ortaya koymayı kapsayan ve birleştiren ifâdeler olup, bunların tekrar
tekrar sunulması, kişiyi önce düşünüp tefekkür etmeye, sonra da Allah Teâlâ ile
şükürle meşgul olmaya teşvik etmektir.[29]
"Allah'a ve
peygamberine iman edin, size vekîl kıldığı mallardan O'nun yolunda harcayın.
İçinizden iman edip de harcayanlar (yok mu?), onlar için büyük mükâfaat
vardır" (Hadid, 7).[30]
Bil ki, Allah Teâlâ,
birliğine, ilim ve kudretine dair çeşitli deliller getirince, bunun peşinden
tekliflerini de getirmiş ve işe, ilk önce, Allah'a ve Resulüne iman etmeyi
emretmekle başlamıştır.
Buna göre şayet,
"Ayetteki "iman ediniz" İfâdesi, Allah'ı tanıyana mı, yoksa
tanımayana mı bir hitaptır? Şimdi, eğer birincisi ise, bu, O'nun tanıyana O'nu
tanıtmayı emretmek olur ki, haliyle bu, tahsil-i hasıl (elde edilmiş olan bir
şeyi yeniden elde etmeyi) emretmek olur ki, bu muhaldir. Yok eğer, ikincisi
olursa, bu sefer de, ayetin hitabı, O'nu tanımayana yönelik olmuş olur.
Halbuki, O'nu tanımayan ve bilmeyen kimsenin ise, O'nun emrini bilmesi imkânsız
olur. Böylece de bu emir, kendisinin böylesi bir emirle memur olduğunu bilmesi
imkânsız olan birisine yönelik olmuş olur ki bu da "teklîf-i mâla
yutâk"dır" denilirse, buna cevaben şöyle diyebiliriz: Kimi âlimler,
bu yaratıcının varlığına dair bilginin herkeste meknuz ve mevcut olduğunu;
buradaki bu emir ile kastedilenin de, sıfatlarını tanımaya dair olduğunu
söylemişlerdir
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Sizi vekîl kıldığı mallardan O'nun yolunda harcayın. İçinizden iman
edip de harcayanlar (yok mu?), onlar için büyük mükâfaat vardır"
buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:[31]
Bil ki, Cenâb-ı Hakk,
insanlara ilk önce, Kendisine tâatle meşgul olmalarını emretmiş, ikinci olarak
da, dünyaya fazla iltifat etmemelerini ve o dünyayı Allah yolunda harcamalarını
emretmiştir ki, burada "De ki: Allah, sonra da onları bırak..."
(En-âm, 91) ayetinden kastedilen mana murad edilmiştir. ifâdesi, burada,
"Allah'a ve Resulüne iman edin..." cümlesine, "Sonra da onları
bırak..." ifâdesi de, burada cümlesine uygun düşmektedir.[32]
Bu ayet hakkında şu
iki izah yapılabilir:
1)
"Ellerinizdeki mallarınız, yaratması ve onları îcad etmesi sebebiyle,
Allah'ın mallarıdır, ama O, o malları şeriatın ölçüsü içinde kendisinden
yararlanılsın diye, mükellefin tasarrufuna sunmuştur. Şu halele bu mallarda
tasarruf etme açısından mükellef, tıpkı bir vekîl, bir nâib ve bir halîfe
gibidir. Müsaade ettiği zaman tıpkı, bir kimsenin başkasının malından kolayca
harcaması gibi, sizin de bu mallarınızdan kolayca harcaması gerekir."
2)
"Allah onların mallan veraset yoluyla size geçtiği için, sizi sizden önce
gelip geçmişlere halife kıldı. Öyleyse, sizler onların durumundan ibret alın.
Çünkü o mallar nasıl onlardan size intikâl ettiyse, böylece, sizden de sizin
dışınızdakilere geçecektir. Şu halde siz de mallarınızda cimrilik
etmeyiniz."[33]
Alimler, ayette
bahsedilen infâk (harcama)nın ne tür bir harcama olduğu hususunda ihtilâf
etmişlerdir. Bu sebeple kimileri, "Bu, farz olan zekâttır" derken,
kimileri, "Hayır, bunun içine nafile olanlar da girer" demişlerdir.
Ve, bunun, bütün iyilik türlerini içine alan genel bir ifâde olması imkânsız
değildir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk, böyle yapan kimselere büyük bir ücret vereceğini tekeffül ederek,
"İçinizden iman edip de harcayanlar (yok mu?) onlar için büyük mükâfaatlar
vardır" buyurmuştur, Kadî, "Bu ayet, böyle bir ücretin, sırf iman ile
elde edilemeyeceğine, buna, infâk etmenin de eklenmesi gerektiğine delâlet
etmektedir. Binâenaleyh, işte bu açıdan bu ayet, zekât ve saire gibi farzları
ihlâl eden kimseler için, bir ücret olmayacağına delâlet eder" der. Bil
ki, Kadî'nin bu istidlali tutarsızdır. Zira ayet, farz olan zekâtı ihlâl eden
kimseler için "büyük bir ücretin" gerçekleşmeyeceğine delâlet
etmektedir. O halde, ey Mu'tezile, siz, ayetin, farzları (zekâtı) ihlâl eden
kimselere hiç ücret, mükâfaat verilmeyeceğine delâlet ettiğini nasıl
söyleyebiliyorsunuz?![34]
"Peygamber,
Rabbinize iman etmeniz için sizi davet edip dururken, size ne oluyor ki,
Allah'a iman etmiyorsunuz? Halbuki O, sizden kesin teminat almıştır. Eğer O'na
iman edeceklerseniz (hemen buna koşun)" (Hadid, 8).
Bu ayet-İ kerime İle
ilgili birkaç mesele vardır:[35]
Bil ki, Allah Teâlâ,
iman etmemeyi şu iki şart açısından kınamıştır:
a) O Resulün
davet etmesi. Ki, bu ifâde ile, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in onlara, apaçık deliller kapsayan o Kur'ân'ı okuyup durması
kastedilmiştir.
b) Cenâb-ı
Hakk'ın onlardan ahd ve mîsâk alması. Ulemâ, mîsâk almanın ne demek olduğu
hususunda da şu iki izahı yapmışlardır:
1) 0
peygamberin davetini kabul etmeyi gerektiren delillerin sunulması ve akla
yerleştirilmesi... Bil ki, o deliller, bu davetin kabulünü gerektirdiği için,
bu, bu hususta yemîn ve and etmekten daha tesirli bir ifâde olmuş olur. İşte bu
sebeple de, Cenâb-ı Hakk (delillerden çıkarılan neticeleri), "mîsâk"
diye adlandırmıştır. Velhasıl, naklî ve aklî deliller bu konuda,
bir uyum içindedirler. Naklî olan,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Peygamber,
... sizi davet edip dururken..." ifâdesinden elde edilen; aklî delil ise,
"Halbuki O sizden kesin teminat almıştır" ifâdesinden elde edilendir.
Bu iki tür delil bir araya gelince de, ilgili konu (hakkında bu tür delillerin
bulunduğu bu şey), hakkında daha fazlasının ilâve edilmesinin imkânsız olduğu
bir noktaya ulaşmış demektir.
Allah'ı tanımanın
ancak nakil ile olduğunu iddia edenler, bu ayeti delîl getirerek, şöyle
demişlerdir: Çünkü Cenâb-t Hakk, bu kimseleri, o Resulün kendilerini davet etmesine,
(ama onların icabet etmemesine binâen) kınamıştır. Böylece biz, ilahî zemme
müstehak olmanın, ancak, Resulün davetine tabi olmama durumunda olacağını
anlamış bulunuyoruz.[36]
2) Atâ, Mücâhid, Kelbî ve iki Mukâtİl, Cenâb-ı Hakk'ın bu ifâde ile,
insanların ruhlarını Hz. Âdem (a.s)'in sulbünden çıkarıp, "Rabbiniz değil
miyim?" deyip de, onların da "Elbette, Rabbimizsin..."
demelerini kastettiğini söylemişlerdir ki, bu görüş zayıftır. Zira, Allah
Teâlâ, artık bundan sonra iman etmemeleri konusunda kendileri için geride
herhangi bir mazeretin kalmadığı hususunda bir sebep olsun diye, "mîsâk
almak" bahsetmiştir. Halbuki, onları, Âdem'in sırtından çıkardığı zamanda
alınan o mîsâk, o kavim için ancak, o Peygamberin söylemesi ile malûm olmuştur.
Dolayısıyla, peygamberin doğruluğu bilinmezden önce, bu, o peygamberi tasdik
etmenin vücûbunun sebebi olamaz. Ama, deliller ve beyyineler getirip bunları
akıla yerleştirmek ise, herkes için malûmdur. Bu yönüyle bu, o resulü tasdik
etmenin vücûbuna bir sebep olmuş olur. Böylece biz, ilgili ayeti bu manada
tefsir etmenin caiz olmayacağını anlamış bulunuyoruz.[37]
Kadî şöyle der:
"Cenâb-ı Hakk'ın, "size de ne oluyor.." hitabı kulların iman
edebilme gücüne sahip olduklarına delâlet eder. Çünkü, böyle bir söz, ancak
yapabilme ve edebilme imkânına sahip kimseler için söylenir. Ve bu tıpkı,
"Sana ne oluyor da, boyunu uzatmıyorsun, rengini beyazlatmıyorsun?"
denilmemesi gibidir. Böylece bu, "istitâat kable'l-fiil" olduğuna,
(yani, fiilden önce, onu yapma gücünün bulunduğuna), kudretin her iki zıddı
(yani hem yapma, hem de yapmayıp terketmeyi) de yerine getirmeye elverişli
olduğuna ve iman etmenin, Allah'ın yaratması ile değil de, kulun eli ile
olduğuna... delâlet "[38]eder.[39]
Ayetteki ifâde,
"uhize misâkukum..." şeklinde de okunmuştur. Ayetteki,ifâdesinin
manası ise, "Eğer siz, deliline
binâen bir şeyi tasdik
ediyorsanız, daha size ne oluyor da, şu anda iman etmiyorsunuz? Çünkü, aklî ve
naklî deliller, mutabakat sağlamış ve daha fazlasının eklenemeyeceği bir
dereceye ulaşmıştır" şeklindedir.[40]
"O, sizi
karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, kulunun üzerine açık açık ayetleri
indirmekte olandır. Şüphesiz ki Allah, size karşı Raûfdur, Rahimdir"
(Hadîd, 9).
Kadî şöyle der:
"Cenâb-ı Hakk, bu ayeti ile, Kur'ân olan apaçık ayetler ve diğer mucizeler
indirişinin maksadının, onları, karanlıklardan nura çıkarmak olduğunu beyân
etmiş ve bu hususu, "Şüphesiz ki Allah, size karşı Raûfdur, Rahimdir"
ayetiyle tekid etmiştir.
Allah Teâlâ şayet,
bazı kimselerin küfrün karanlıklarında kalmalarını dilemiş, onlar hakkında bunu
yaratmış ve onlar için, zail olmayacak bir biçimde bunu takdir etmiş olsaydı,
böyle demesi doğru olmazdı.
İmdi eğer: Bu ifâdenin
zahiri, Cenâb-ı Hakk'ın, bunları karanlıklardan nura çıkardığına delâlet
etmiyor mu? Binâenaleyh, iman işinin, O'nun fiili olması gerekir..."
denilirse, biz deriz ki: Şayet Cenâb-ı Hakk, "çıkarma" sözü ile,
bunlardan imanı yaratmayı kastetmiş ofsaydı, o zaman Cenâb-ıHakk'ın, "O,
sizi karanlıklardan ... çıkarmak için, kulunun üzerine açık açık ayetleri
indirmekte olandır" hitabının manası kalmazdı.. Çünkü bu, İster önce,
ister sonra olsun, O yarattığı için O'nun yaratması değişmez. O halde, bu
durumda bu hitaptan kastedilen mana, Allah'ın bu kimselere, onları
karanlıklardan nura çıkarması konusunda, lütufta bulunmuş olmasıdır. Eğer böyle
olmasaydı, Cenâb-ı Hakk'ın, Kendisini, onları o karanlıklardan nura çıkarmakla
tavsîf etmesi, O'nun, kendisini, onları nurdan karanlıklara çıkarma ile nitelemesinden
daha evlâ olmazdı..."[41]
Bil ki bu söz,
düşüklüğüne ve parlaklığına rağmen, "ilim" meselesiyle çelişir. Çünkü
Allah Teâlâ, onların iman etmeyeceklerini ve bu bilginin onlardan imânın
meydana gelmesine manî olduğunu bilen bir âlim olmasına rağmen, şimdi kalksa
da, diğer zıddının varlık âleminde izâlesi ve ibdâli mümkün olmayacak bir
biçimde mevcud olduğunu bile bile, bu kimseleri, bu iki zıddan birisini
yapmakla mükellef tutsa, bunun yanısıra bu kimselere hayır ve ihsanı irâde
etmesi düşünülebilir mi? Mu'tezlle'nin ileri sürdüğü bu fikrin, hiçbir insanın
kabul etmeyeceği şeyler cümlesinden olduğunda şüphe yoktur. İşte böyle bir
çelişki söz konusu olduğunda, Mu'tezile'nin sözlerinin ve iddialarının zahirî
gücü zail olur.
Ayetteki,
"Şüphesiz ki Allah size karşı Raöfdur, Rahimdir" cümlesini kimileri,
sadece Hz. Peygamber (s.a.s)'in peygamber ofarak gönderileceği manasına
hamletmişlerdir, ama böyle bir tahsisin (sınırlandırmanın) manası yok. Aksine
bu ifadenin içerisine, kişinin yapabileceği diğer mükellefiyetlerin yanısıra,
bu da girer.[42]
"Ne oluyor size
ki Allah yolunda infak etmiyorsunuz. Halbuki göklerin ve yerin mirası
Allah'ındır. Sizden, Fetih'ten evvel harcayan ve savaşanlar, diğerleri ile bir
(aynı) olmaz. Onlar derece itibariyle, sonra harcayan (infak eden) ve
savaşanlardan daha yüksektir. Bununla beraber Allah, her birine en güzel
(mükâfaatı) va'detti. Allah, ne yaparsanız hakkıyla haberdârdır" (Hadîd,
10).
Cenâb-ı Hakk, önce
imanı ve infâkı emredip, sonra da, önceki ayette, iman etmenin gerekliliğini
te'kid edince, bu ayette de infâkın gerekliliğini pekiştirmiştir. Buna göre
mana, "Sizler öleceksiniz ve mallarınızı miras olarak bırakacaksınız.
Binâenaleyh o mallarınızı, Allah'a taat olan şeylerde harcamayı, Ön plana
almalı değil misiniz" şeklinde olur. Bu da, "Matınız, mutlaka ya ölüm
veya Allah yolunda infâk suretiyle elinizden çıkacaktır. Eğer bu elden çıkma
işi, birinci şekilde otursa, neticesi Allah'ın laneti, gazabı ve cezası olur.
Yok eğer ikinci şekilde olursa, neticesi Övgü ve mükâfaat olur. Mademki o
malınız mutlaka elinizden çıkacak, bu durumda her insan, o malın elinden,
övgüye ve mükâfaata müstehak olacak bir biçimde çıkmasının, ianete ve cezaya
müstehak olacak bir biçimde çıkmasından daha evlâ olduğunu bilir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk, Allah yolunda infâkın bir fazilet olduğunu beyan edince, bu infâk
hususunda yarışmanın da, faziletin tamamlayıcısı olduğunu beyan etmek üzere:
''Sizden Fetih'den evvel harcayan ve savaşanlar, diğerleri ile bir (aynı)
olamaz. Onlar derece itibarıyla, sonra harcayan ve savaşanlardan daha
yüksektirler" buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:[43]
Ayetin takdirî manası,
"Sizden, Fetih'den önce infak edenle, Fetih'den sonra infak eden bir
olmaz" şeklinde
olup, bu tıpkı,
"Cennet ashabı ile, cehennemlikler bir olur mu?" (Haşr, 20) ayeti
gibidir. Ancak ne var ki durum meydanda olduğu için, takdirî manada eklenen
kısım, mahzuftur.[44]
Ayetteki
"Fetih" ile, Mekke'nin fethi kastedilmiştir. Çünkü "Fetih"
lafzı mutlak zikredildiğinde, ondan Mekke'nin fethi anlaşılır. Nitekim Hz.
Peygamber (s.a.s) de, bu kelimeyi mutlak kullanarak,"Fetih'den sonra
hicret yoktur'[45] buyurmuştur. Ebû Müslim
(el-lsfehanî) de, "Kur'ân, başka bir fethe de delâlet eder. Çünkü Hak
Teâlâ, "(Allah) ondan önce yakın bir fetih yaptı (nasib etü)" (Fetih,
27) buyurmuştur" demiştir. Herne olursa olsun, Allah Teâlâ, fetihden önce
infak edişin faziletinin ve yerinin daha büyük olduğunu beyân etmiştir.[46]
Kelbî, bu ayetin, Hz.
Ebû Bekir Sıddfk (r.a)'ın fazileti hakkında nazil olduğunu söyler ve şöyle der:
"Çünkü Allah yolunda, Hz. Peygamber (s.a.s)'e malını veren ve harcayan ilk
şahıs, Hz. Ebû Bekir (r.a)'dir. Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: "Yanında
Ebû Bekir ve üzerinde de göğsünde iki yakasını bir araya getirmiş olduğu bir
cübbe olduğu halde, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanında oturuyordum. Birden
Cebrail (a.s) geldi ve "Bana ne oluyor da, Ebû Bekir'i, üzerinde göğsünde
İki yakasını bitiştirdiği (eski) bir cübbe ile görüyorum?" deyince, Hz.
Peygamber (s.a.s), "O (bütün) malını, fetih'den önce benim yolumda
harcadı" dedi.
Bil ki bu ayet,
fetihden önce Allah yolunda infâk veya Allah'ın düşmanlarıyla savaşma sadır
olan kimsenin, Fetih'den sonra bu iki işi yapandan, hal ve fazilet bakımından
daha büyük olduğuna delalet eder. Şimdi daha çok İnfâk edenin Hz. Ebû Bekir
(r.a), daha çok savaşanın da Hz. Ali (r.a) olduğu malumdur. Fakat Cenâb-ı Hakk,
infâk edeni savaşandan önce zikretmiştir ki bunda, Hz. Ebû Bekir (r.a)'in
önceliğine bir işaret vardır. Bir de, infâk etmek, "rahmet"; savaşma
da "gazab" babındandır. Allah Teâlâ ise, "Rahmetin gazabımı
geçmiştir" buyurmuştur. Dolayısıyla öncelik infâk sahibindedir.
İmdi eğer,
"Aksine Hz. Ali de infâk sahibidir. Çünkü Hak Teâlâ onun hakkında
"Yemeği, sevdiği (ve ona ihtiyacı) olduğu halde, onu (fakire verir ve)
yedirir" (insan, 8) buyurmuştur" denilirse, biz deriz ki: "İnfâk
kelimesi mutlak olarak, "O infâk etti" gibi bir şekilde
kullanıldığında, ancak büyük hadiselerde ve büyük miktarda infâkta bulunma
manasını ifade eder. Vahidî, "Basît" adlı eserinde şöyle der:
"İslâm için ilk savaşan Hz. EbÛ Bekir (r.a)'dtr. Hz. Ali (r.a) İslâm'ın
ilk yıllarında küçük bir çocuktu, savaşacak yaşta değildi. Ama Hz. Ebû Bekir
(r.a) ileri yaşta idi, İslâm'ı savunuyordu. Hatta bu yüzden, nerdeyse ölesiye
dövülmüştür."[47]
Tevhid ulemâsı
(kelamcılar), bunu, İslâm'a ilk girenlerin, Fetih'den önce Resûlüllah
(s.a.s)'ın yanında cihad eden ve infâkta bulunanların faziletine delâlet eden
bir ayet kabul etmişler ve şöyle bir izah yapmışlardır: Bu, Allah'ın Resulüne,
canlarıyla ve mallarıyla yardımcı olanların büyüklüğünü ifade eder ki o ilk
yıllarda, müslümanların sayısı az, kâfirlerin ise hem sayısı çoktu, hem güçleri
fazlaydı. Dolayısıyla maddî-manevî yardıma o zamandan daha çok ihtiyaç
hissediliyordu.
Fetih'den sonraki
durum ise böyle değildi. Çünkü İslâmiyet o zaman, artık güç bulmuş, küfür ise
zayıflamıştı. Bunun böyle oluşunun delili, Hak Teâlâ'nın, "Muhacir ve Ensâr'dan, öncü olan (yansı başta götürenler)..."
(Tevbe, 100) ayeti ile, Hz. Peygamber (s.a.s)'in "Ashabım hakkında ileri
geri konuşmayın. Çünkü eğer sizden birisi Uhud dağı kadar altını (Allah
yolunda) harcayacak olsa, onlardan birisinin bir avuçluk infâkının, hatta yarım
müdlük infâkmm fazilet (ve mükSfaatma) yetişemez'[48] hadis-i şerifidir. Cenâb-ı Hakk daha sonra,
"Bununla beraber Allah herbirine en güzel (mükâfaat) vadetti. Allah ne
yaparsanız hakkıyla haberdardır" buyurmuştur.
Bu cümle ile ilgili
birkaç mesele vardır:[49]
Bu ifade, "Bu iki
cemaatten herbirine Allah, en güzeli, yani en güzel mükâfaatı vadetmiştir. Bu
en güzel mükâfaat da, dereceleri farklı olmasına rağmen, cennettir"
manasındadır.[50]
Meşhur kıraata göre,
ilk kelime, mansub olarak şeklinde okunmuştur. Çünkü bu, tıpkı "Zeyd'e bir hayır vadettim" ifadesi
gibidir. Binâenaleyh bunda, "Zeyd" kelimesi, "va'd"
fiilinin mef'ûlüdür. İbn Âmir ise, bu kelimeyi merfû olarak, şeklinde
okumuştur. Onun bu kıraatinin delili, fiil, mef'ülünden sonra geldiğinde, önce
gelen o ma'mûlünde (mef'ulünde) amel edememesidir. Bunun delili ise, meselâ
Arapların, "Zeyd'i dövdüm" demeleridir. Bu tıpkı, şiirdeki şu ifadede
olduğu gibidir:
"Ümmü’l Hıyar,
benim bir takım günahlar işlediğimi iddia etmiştir. Halbuki onların hiçbirini
ben yapmadım." Buradaki
kelimesinin, fiili sonra geldiği için, bunun merfû olmasını gerektiren,
bir başka sebebten ötürü, merfû okunduğu rivayet edilmiştir.
Bil ki âlim Abdülkâdir
el-Cürcânî'nin bu konuda güzel bir sözü var. O şöyle demiştir: Bu şiirdeki
mana, kelimenin mansub ve merfû okunuşuna göre farklılık arzeder. Bu böyledir.
Çünkü mansub okunuşuna göre, söz, o kimsenin, her günahı işlemediğini ifade
eder ki bu da, o kimsenin bazı günahları işlemiş olmasına ters düşmez. Çünkü
bir kimse, "Her günahı
işlemedim" dediğinde, bu söz onun her günahı işlemediğini ifade eder ama,
bir kısım günahları işlediği ihtimalini de taşır. Bundan da öte, "hitab
delili"nin hüccet olduğunu söyleyenlere göre bu söz, o kimsenin bir takım
günahlar işlediğini itiraf etmiş olur.
Ama kelimenin merfû
okunmasına gelince, yani ifadenin şeklinde oluşunun manası, tek tek herbir
günahın bu kimse tarafından işfenilmediği şeklinde olur ve böylece o kimsenin
hiçbir günah işlemediğini ifade etmiş olur. Şâirin de maksadı, kendisinin bütün
günahlardan uzak olduğunu anlatmaktır. Böylece mananın, kelimenin merfû veya
mansub okuyuşa göre farklı olduğunu anlıyoruz. Bu konuda, i'rabın farklı olması
sebebiyle, mananın da farklı olduğu yerlerden birisi de, (Kamer, 49) ayetidir.
Kim buradaki "küll" kelimesini mansub okursa, bu, Allah Teâlâ'nın
herşeyi bir kader ile yarattığını ifade eder. Ama bu kelime merfu okunursa, o
zaman ayet, Allah Teâlâ'nın herşeyi yarattığını değil de, yarattığı herşeyi
kader ile yarattığını ifade eder. Bazan da bu konuda, mana farklılık
arzetmediği halde, i'rab farklı olabilir. Meselâ, (Yasin, 39) ayetinde olduğu
gibi. Çünkü bu ayetteki, "kamer" kelimesini merfu da, mansub da
okusan, mana aynıdır. İşte bu ayette de böyledir. Binâenaleyh nasb ile, ref ile
şeklinde okusan, neticeyi değiştirmez. Çünkü mana, her ikisinde de aynıdır,
farklt değildir.[51]
Ayetin takdiri,
şeklindedir. Ama karine bulunduğu için, âid zamiri olan "hû" hazfedil
m iştir. Âid zamirleri, (Furkan.41) ve (Bakara,
123) ayetlerinde de aynı şekilde hazfedilmiştir.
Cenâb-ı Hakk daha
sonra, "Allah, ne yaparsanız hakkıyla haberdârdır" buyurmuştur. Bu,
"Allah Teâlâ, sâbıkûna ve muhsinlere mükâfaat va'dedince, hakedenlere
hakettiklerini vermek için, mutlaka, O'nun hem cüz'iyyatı (en ince
teferruatları) hem de bütün her şeyi bilmesi gerekir. Çünkü eğer Allah Teâlâ
bunları ve kulların bütün fiillerini, tafsilatlı bir şekilde bitmemiş olsaydı,
va'dettiği o va'din uhdesinden tam olarak çıkması, onu yerine getirmesi mümkün
olmazdı. İşte bundan dolayı va'dinin peşinden, "Allah, ne yaparsanız
hakkıyla haberdardır" buyurmuştur.[52]
"Allah'a, karzı
basenle ödünç verecek olan kim? işte O, bunun (mükâfaatını) kat kat
artıracaktır. Ona çok değerli bir mükâfaat da vardır" (Hadîd, 11).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:[53]
Alimler, bir
yahudinin, bu ayet nazil olduğunda, "Muhammed'in tanrısı fakir düşmüş
olacak ki borç istiyor" diye alay ettiğini, bunun üzerine Hz. Ebû Bekir
(r.a)'in onu tokatladığını, derken yahudinin bunu Hz. Peygamber (s.a.s)'e
şikayet ettiğini; bunu Hz. Peygamber (s.a.s)'in, Hz. Ebu Bekir (r.a)'e,
"Böyle yapmakla ne kastettin?" dediğini, Hz. Ebû Bekir (r.a)'in de,
kendine hâkim olamayıp, onu tokatladığını söylediğini, dolayısıyla Hak
Teâlâ'nın, "Sizden önce kendilerine kitab verilmiş olanlardan ve
müşriklerden, nice eziyetler duyup-göreceksiniz" (Al-i İmran, 186)
ayetinin nazil olduğunu söylemişlerdir. Muhakkik âlimler şöyle demişlerdir:
"Yahudi bu sözü, tanrının fakir olabileceğine inandığından ötürü değl de,
(müslümanlarla) istihza için söylemiştir. Onların, "Allah fakir, biz ise
zenginiz" (Al-i İmran, 181) şeklindeki sözleri de aynı mahiyettedir."[54]
Allah Teâlâ bu ayetle,
insanları, mallarını İslâm'a yardım etme, kâfirlerle savaşma ve müslüman
fakirleri destekleme hususunda harcamaları konusunda yaptığı teşviki te'kid
etmiştir. Böylece de sayesinde cennet va'dedildiği İçin, "karza"
(ödünç verilen parçaya) benzetilerek, bu infâka "karz" denilmiştir.[55]
Âlimler, buradaki
infâk ile, hangi türünün kastedildiği hususunda değişik izahlar yapmışlardır.
Kimileri, bununla
farz olan intakların
(yardımların) kastedildiğini ileri sürerlerken, kimileri de, "Aksine bu
nafile infâklar hakkındadır" demişlerdir. Doğruya en yakın olan, bu
"infâk" ile, her iki türün de kastedilmiş olmasıdır.[56]
Âlimler, bu
"karz"ın (borcun), karz-ı hasen (güzel bir borç) oluşu hususunda şu
izahları yapmışlardır:
1) Mukâtil,
"İnsanın, bunu İçinden gelerek bağışlaması, güzel bir karzdır"
demiştir.
2) Kelbî,
"Bunun, sırf Allah rızası için tasadduk edilmesi güzeldir" der.[57]
3) Bazı
âlimlerde, "Verilen karzın, güzel olabilmesi için şu on güzelliği taşıması
gerekir" demişlerdir:
a) Bunun
helal maldan olması... Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s), vtemizdir, ancak temizi
kabul eder[58] ve
"Allah Teâlâ abdestsiz namazı kabul etmez, yine ganimetten çümarak
verilen sadakayı kabul etmez[59] buyurmuştur.
b) Bu
karzın, insanın sahib olduğu malların en iyi tarafından olması ve insanın,
infâk olarak kötü malını vermemesi... Nitekim Hak Teâlâ, "Pek âdi, bayağı
şeyleri infâk etmeye yeltenmeyin"(Banara, 267) buyurmutur.
c) Sevdiği
ve ona muhtaç olduğu halde, sırf âhiret hayatını elde etmek maksadıyla, insanın
o sevdiği şeyi tasadduk etmesi, vermesi... Çünkü Hak Teâlâ, "Çok sevmesine
rağmen malını veren..." (Bakara, 177) ve "O, sevdiği halde yemeğini,
başkasına yedirir..."(insan. 8) buyurmuştur. Bu mana, bu son ayet hakkında
yapılan tevillerden birisine göredir. Hz. Peygamber (s.a.s) de,"Sadaka,
sen sağlıklı ve cimri olduğun halde, kendi geçimini düşünüyorken ve bunu ihmal
etmezken, vermendir. Can boğazına gelip de falanca şu kalsın, falanca şu kalsın
" diyeceğin vakte kadar bekletme[60] buyurmuştur.
d) Sadakanı,
onu almaya en layık ve en muhtaç olana vermendir. İşte bundan ötürü Hak Teâlâ
bu sadakayı, almaya layık bir takım kimselere tahsis etmiştir. Bunlar da
payları belirtilmiş (Entfal, 1. ayetle) kimselerdir.
e) Mümkün
olduğunca, sadakanı gizlice vermen, (gizli tutmandır); Nitekim Hak Teâlâ,
"Eğer onu gizler ve fakire (öylece) verirsen, bu sizin için daha
hayırlıdır" (Bakara. 271) buyurmuştur.
f) Sadakanın peşisıra, başa kakmaya ve eziyyete yeltenmemendir. Nitekim
Hak Teâlâ, "Ey iman edenler, sadakalarınızı (iyiliklerinizi), başa kakma
ve eziyet etme suretiyle boşa çıkarmayın"(Bakara, 264) buyurmuştur.
g) Sadaka
vermek ile, sadece Allah'ın rızasını gözetip, riyaya düşmemen... Nitekim Hak
Teâlâ, "Ancak Rabbinin, yüce razısını isteyerek (verir) ve (Allah ondan)
razı olacaktır" (Leyl, 20-21) buyurmuştur. Bir de riyakârlık, ittifakla,
kötü bir şeydir.
h) Çok da
olsa, verdiğin şeyi Önemsiz görmendir. Çünkü verdiğin şey, dünyadan az
bırşeydir. Kaldı ki dünyanın tümü bile, aslında azdır. İşte bu da, "Başa
kakma, yaptığın iyiliği çok görme... "(Müddessir. 6) ayetiyle
kastedilmiştir. Bu mana, bu ayetle ilgili tefsirlerin birine göredir.
k) Verdiğin
sadakanın, sence malların en sevimlilerinden olması... Nitekim Hak Teâlâ,
"Sevdiklerinizden vermedikçe bin (derecesine) ulaşamazsınız" (Al-i
İmran, 92) buyurmuştur.
I) Kendini
aziz (üstün), fakiri zelil (aşağı) görmemen... Aksine durum sence, tam tersi
olmalıdır. Böylece fakiri, sanki Hak Teâlâ, onun rızkını, "Yeryüzünde
hareket eden her canlının rızkı Allah üzerinedir..."(Hud, 6) ayet-i kerimesi
gereğince, üzerine almış ama, sana havale etmiş gibi görmen ve kendini de
fakire borçlu görmendir. İşte bu on güzellik bir araya geldiğinde, verilen o
sadaka, "karz-ı hasen" olmuş olur. Bu ayet, Bakara Sûresi (245.
ayette) izah edilmişti.
Daha sonra Hak
Teâlâ, "işte O, bunun mükâfaatmı kat kat artıracaktır. Ona çok değerli bir
mükâfaat da vardır" buyurmuştur. Bu ayetle ilgili şöyle iki mesele vardır:[61]
Cenâb-ı Hakk, bu güzel
ödünce (karz-ı hasene) karşılık şu
iki mükâfaatı va'detmiştir: Bakara Sûresi'nde de
belirtildiği üzere, buna kat kat karşılık vermesi ve bu kat kat
mükâfaatın yanısıra da, ayrıca bu kişi
için bir değerli
mükâfaatın
olduğunu beyan etmesi... Bu hususta şu iki izah yapılmıştır:
a) Alimlerimizin
görüşüne göre, "kat kat" sözü, Allah Teâlâ'nın hakedilen mükâfaata,
Kendi lütfundan bir o kadar daha ekleyeceğine bir işarettir. Ayetteki
"ecr-i kerîm" ise, vereceği mükâfaat manasınadır.
Buna göre eğer,
"Siz (ehl-i sünnetin) inancına göre, Allah'ın verdiği mükâfaat da, aslında
bir lütfudur. Dolayısıyla bu iki ifade arasında bir fark. olmadığına göre,
yaptığın bu izah tam değildir" denilirse, cevaben şöyle diyebiliriz: Allah
Teâlâ, Levh-i Mahfûz'a, "Kendisinden falanca fiil sâdtr olacak herkese şu
kadar mükâfaat vardır" diye yazmıştır. İşte o kadar mükâfaat, amelin
sevabıdır. Binâenaleyh ona, bir o kadarım eklediğini, onu o kadar katlamış
olur.
b)
Mu'tezileden CübbâTye göre, bedeller sevaba eklenir ve işte kat kat katlama
budur.
Cenâb-ı Hakk ücreti
(mükâfaatı) "kerîm" (değerli) diye tavsif etmiştir. Çünkü sevabı
katlayan bizzat Kendisidir. O'nun sayesinde bu katlama olmuştur. Dolayısıyla da
o, işte bu açıdan "kerîm" olmuştur.[62]
İbn Kesîr ve İbn Âmir,
elifsiz, ama şeddeli olarak şeklinde; yine İbn Kesîr, fâ'nın zammesiyle, İbn
Âmir de fâ'nın fethastyta,
yine elifsiz-şeddeli okumuşlardır. Âsim da,
elif ile ve fâ'nın fethasıyla şeklinde ve Nâfî, Ebû
Amr, Hamza ve Kisâî, elifle, ama fâ'nın
zammesiyle şeklinde okumuşlardır.
Ebû Ali el-Fârisî, şeddeli-elifsiz okunuş ile,
şeddesiz-elifli okunuşun aynı manaya
geldiğini, önemli olanın, fiilin merfû veya mansub
oluşunun sebebini ortaya koyma
olduğunu söyleyerek, şöyle demiştir: Bunu merfû okuyuşun sebebi
açıktır. Çünkü
bu, fiiline ma'tuftur. Yahut da, ayetin başıyla
alâkası yoktur. Buna göre sanki "O
Allah, bunu katlar" denilmektedir. Mansub okunuşuna gelince, şundan
dolayıdır: Hak Teâlâ, "Allah'a, karz-ı hasenle ödünç verecek olan
kim?" buyurunca, sanki, "Allah'a güzel bir borç verecek bir kimse yok
mu?" demiş de,
böylece
ifadesi, bu soruya cevab olmuş. İşte bundan ötürü de mansub kılınmıştır.[63]
"O günde, erkek
ve kadın mü'minleri, nurları önlerinden ve sağlarından
koşar bir halde görürsün. (Melekler
onlara), "Bugün size müjdeniz, içlerinde
ebedî kalacak olduğunuz ve altlarından ırmaklar akan
cennetlerdir"
(diyecekler),
işte bu, büyük murada ermenin tâ kendisidir"
(Hadîd, 12).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele var:[64]
Ayetin başındaki
"yevm" (o günde) kelimesi, ya ''Ona çok değerli bir mükâfaat vardır
(o günde)" ifadesinin zarfıdır. Yahut da, o günün büyüklüğünü göstermek
için, mahzûf bir kelimesi ite mansubtur (yani hatırla o günü ki ... demektir).[65]
Bu gün ile, hesab günü
kastedilmiştir. Ab'hter bahsedilen bu "nûr"un ne olduğu hususunda, şu
değişik izahları yapmışlardır:
1) Bir takım
kimseler, Hz. Peygamber (s.a.s)'den de rivayet edildiği üzere, bununla, bizzat
"nûr" (ışık) manası kastedildiğini söylemişlerdir. Çünkü (Hz.
Peygamber (s.a.s) "Mükâfaatı hakeden herkes için, büyüklük ve küçüklük
bakımından amel ve sevabına göre, nuru tahakkuk eder" buyurmuştur. Bu
izaha göre, herkesin nurunun derecesi farklıdır. Dolayısıyla kimilerinin nuru,
Aden ile San'a şehri arasındaki mesafeyi aydınlatacak kadar kuvvetli;
kimilerinin nuru dağ kadar; kimilerininki ise, ancak ayaklarının önünü
aydınlatacak kadardır. En az nurlu olanlar ise, nuru, başparmağını aydınlatacak
kadar olandır ki bu, bir söner, bir yanar. Bu görüş, İbn Mes'ûd (r.a), Katflde
ve diğer bazılarından nakledilmiştir. Mücâhid ise, "Kıyamet günü her
kulun, "Ey futan, işte nurun... Ey falan, senin ise nurun yok" diye
seslenilecek" demiştir. Nuru olmamaktan Allah'a sığınırız.
Bil ki Nûr Sûresi'nde,
gerçek "nûr"un Allah Teâlâ'nın kendisi olduğunu, basiret (akıl) nuru
demek olan, ilim nurunun, nûr (ışık) olmaya, göz nurundan daha lâyık
olduğunu açıklamıştık. Durum böyle olunca
da, kıyamet günündeki bu nurun, Allah'ı (bu dünyada iken) tanımadan kaynaklanan
(ilim) nuru olduğu ortaya çıkmış olur. Bu sebeble kıyamet (mahşer) günündeki
nurların miktarı, dünyadaki marifetullah ölçüsünde olacaktır.
2) "Nûr"dan
murad, insanın kurtuluşuna sebeb olan şeydir. Cenâb-ı Hakk, bu nurun, onların
önlerinde ve sağlarında koşuşturduğunu belirtmiştir. Çünkü nasıl şakî (bedbaht)
kimselere, amel defterleri, sollarından ve arkalarından veriliyorsa, saîdlere
de, amel defterleri işte bu iki taraftan, yani sağlarından ve Önlerinden
verilecektir.
3) Bu nûr
ile, cennetin yolunu gösterme manası kastedilmiştir. Nitekim maksad hasıl
olmadığı zaman, Arapça'da "Bu işin nuru yok" denilir. Maksad hasıl
olduğunda da, "Bu işin, nuru ve rengi (parıltısı) var" denilir.[66]
Sehl İbn Şuayb,
hemzenin kesresiyle şeklinde okumuştur
ki, buna göre mana, "Nurları önlerinden koşar;
bu koşma işi ise, onların imanları sayesinde
tahakkuk
etmiştir"
şeklinde olur ki, bunun bir benzeri de, "Bu, senin ellerinin daha önceden
yaptığı şey sebebiyledir... "(Hacc, 10) ayetidir ki, bu, "İşte bu, bu
sebeple olmuştur" demektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Bu gün size müjdeniz, içlerinde ebedî kalacak olduğunuz ve
altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. İşte bu, büyük murada ermenin ta
kendisidir" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç, mesele vardır:[67]
"Beşâref'in ne
demek olduğunu biz, Cenâb-ı Hakk'ın, "îman edip salih amel işleyenleri
müjdele"(Bakara, 25) ayetinin tefsirinde anlatmıştık. Daha sonra ulemâ, bu
ayetin takdirinin,
"Melekler onlara, derler" şeklindeolduğunu söylemişlerdir ki, bu
tıpkı, "... melekler de her bir kapıdan onların yanma sokulacaklar (ve
şöyle diyecekler): "Sabrettiğiniz şeylere mukabil sizlere selâm... Dar-ı
dünyanın en güzel sonucudur bu!"(Ra'd,23-24) ayeti gibidir.[68]
Bu ayet, kıyametin
dehşetinin, mü'minlere ulaşmayacağına delâlet etmektedir. Çünkü Allah Teâlâ,
herhangi bir tahsiste bulunmaksızın, mü'min kimselerin kıyamet günündeki
durumlarının böyle olacağını beyân etmiştir.[69]
Ka'bî, fâsık kimsenin
mü'min olmadığına delil getirme
iddiasıyla şöyle der: "Fasık kimse şayet mü'min olsaydı,
bu müjdenin
muhtevasına girerdi. Eğer bu müjdenin
muhtevasına girmiş olsaydı, kesinkes onun
cennetliklerden
olduğuna
hükmedilirdi. Böyle olmadığına göre, fasık kimsenin mü'min olmadığı sabit
olmuş
olur." Buna şu
şekilde cevâp verebiliriz. Fasık
kimsenin, kesinkes
cennetliklerden olduğuna
hükmedilmektedir. Çünkü, fasık kimse ya hiç cehenneme
girmeyecek, yahut da cehenneme girse
bile, ondan çıkacak, cennete girecek ve artık
hep orada kalacak. O halde, bu demektir ki, fâsık
kimsenin kesinkes cennetliklerden olduğuna hükmedilmektedir. Dolayısıyla,
Ka'bî'nin yaptığı bu istidlal düşer.[70]
Ayetteki,ism-i
işareti, önce geçenlerin tümüne, yani o nura ve cennette ebedi kalma müjdesine
râcidir.[71]
kelimesi düşürülerek, şeklinde
de okunmuştur.[72]
Bil ki, Allah Teâlâ,
kıyamet gününde mü'minlerin durumunun ne olacağını ele alıp belirtince, bunun
peşinden de, münafıkların durumunu açıklamak üzere:
"O gönde ki,
erkek münafıklarla kadın münafıklar, iman etmiş olanlara, "Bizi
bekleyin. Nurunuzdan bir parça ışık
alalım.." diyecekler. (O gün onlara),
"Dönün arkanıza da bir nûr arayın" denilmiş,
nihayet onların arasına kapılı
bir duvar çekilmiştir. Öyle ki, onun içinde rahmet, dış yanında da azab
vardır"
(Hadîd, 13)
buyurmuştur.
Bu ifâdeyle ilgili birkaç
mesele vardır:[73]
Ayetin başındaki (Hadid, 12) ifâdesinden
bedeldir, yahutta mukadder olan (hatırla) fiili ile mansubtur.[74]
Sadece Hamza, nûn'un
kesresiyle, "bize mühlet tanıyın..." şeklinde okurken, diğerleri
"bize bakın..." şeklinde okumuşlardır. Ebû Ali el-Fârist, kökünün
birkaç şekilde kullanıldığını söyleyerek şöyle der:
1) Bu
ifâdeyle, manasını kastetmiş olabilirsin. Buna göre harf-i cer hazfedilmiş,
fiil, mef'ûlünü doğrudan doğruya almıştır (el-hazfu ve'l-îsâl). Nitekim,
Ebü'l-Hasen şu beyti nakl etmiştir:
"Hüsnü cemâlleri
göz alıcı biçimde olduğu halde, tıpkı ceylanların Erâk (Misvak) ağacına bakması
gibi, bakarlar." Ki bu,
takdirindedir.
2) Sen bu
fiil ile, "düşünme ve tedebbür etme" manasını kastetmiş olabilirsin.
Ki, senin, "Git, Zeyd'e bak, iman eder mi?.." şeklindeki sözün bu
anlamdadır. İşte, buradaki bak! sözü ile
"düşün" anlamı kastedilmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Bak (düşün),
sana naşı! da meseller getirdiler"(İsra, 48) "Bak (düşün), Allah'a
mâl ederek nasıl da yalan uyduruyorlar"(Nisa, 50) ve "Bak (düşün),
biz nasıl onların bir kısmını da bir kısmına üstün kıldık" (İsra,21)
ayetleri de bu anlamdadır. Bazan da bu kelime harf-i cerriyle mef'ûlünü alır.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onlar, deveye bakmazlar mı, nasıl yaratılmışlar?!"
(Gâşiye, 17)buyurmuştur ki, bu ayet,
kullanımının, düşünme ve o husustaki hikmeti beyan etme anlamına
geldiğine dair bir nastır. Bazan da bu kelime harf-i cerriyle müteaddî olur.
Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Göklerin ve yerin melekûtu hakkında düşünmediler
mi?,." (A'râf, 185) ve "Onlar, kendi nefisleri hakkında düşünmediler
m/?"(Rum, 8) uyurmuştur.
3) fiiliyle
görmek manasının kastedilmesi.. Bu da tıpkı şairin,
"Havran ve
onun önünde de ailen ortaya çıktığında sen baktın, ama, orada gözlerinle görüp
tanıdığın bir manzara göremedin" demesi gibidir ki, bu, "Baktın, ama
gözün ile, ailen içinde tanıytp bildiğin bir manzara (görünüm) göremedin"
demektir. Ne var ki bu mana, mecazîdir. Çünkü, deliller, görmenin (nazar
işinin) göz bebeğinin görmek amacıyla, bakışlarını herhangi bir şeye
çevirmesinden ibaret olduğuna delâlet etmektedir. Binâenaleyh, görmek
"nazar etme, bakma"nın ayrılmaz bir vasfı olunca, sebebin müsebbeb
(sonuç) yerinde kullanılması gibi, genelde, görme manasında bakma (nazar) ifadesi
kullanılmıştır. Bunun, tıpkı, "Konuştun, ama konuşmadın", yani
"Faydalı bir söz söylemedin" denilmesi gibi, "Baktın, ama
bakmadın" kabilinden olması mümkündür. Yani, "Baktın, ama bir şey
ifâde edecek biçimde bakmadın" demektir.
4) Nazar
kelimesinin, bekleme anlamına alınması... Cenâb-ı Hakk'ın, (Ahzab, 53) buyurması gibi.. Ki bu,
"Onun piştiğini, piştiği vakti gözetlemeksizin" demektir.. Bu izaha
göre, şiirde ifâdesinin anlamı, "bekledin.." şeklinde olur. Çünkü,
Arapların tıpkı, (kebâb yaptım..) (küçümsedin) şeklindeki ifâdelerinde olduğu
gibi, £İ«s»ij dJ«i kalıplarının aynı anlama gelmeleri çokça olan bir şeydir.
Bunu iyice
kavradığına göre, şimdi biz diyoruz ki, ayetteki ifâdesi hakkında şu muhtemel iki izah
yapılabilir:
1)
"Bizi bekleyin!.." Çünkü, mü'minler, cennete, adeta bir şimşek gibi
girecekler; münafıklar ise, yayadırlar.
2) Bu,
"Bize bakın.." takdirindedir. Çünkü mü'minler, o münafıklara
baktıklarında, yüzleriyle onlara dönüp bakacaklardır; nurları önlerinde olduğu
için de, o münafıklar bu nurdan yararlanacaklardır.
Ama, zi'nin
kesresiyle şeklinde okunmasına gelince bu kelime, "Zaman tanıma, mühlet
verme, bekleme" anlamına gelmiş olur. Cenâb-ı Hakk'ın, İblis'ten naklen,
"Bana, onların diriltileceği güne değin zaman tanı.." (Sad, 79)
şeklindeki ifâdesi de böyledir. Hz. Peygamber (s.a.s) de, ödeme güçlüğü içinde
bulunan bir kimseye "inzâr"ı, yani ödemesi için ona zaman tanımayı
emretmiştir. Buna göre mana, "Cenâb-ı Hakk, o münafıkların o mü'minlere
yetişebilmesi için, o mü'minlerin ağır yürümelerini, o münafıklara bir zaman
tanıma kılmış" şeklinde olur. Bil ki, Ebû Ubeyde ve Ahfeş, bu kıraatin
doğruluğu hususunda ta'nda bulunmuşlardır, ama şu anda bu kıraatin doğruluğunun
izahı ve sebebi ortaya çıkmış bulunmaktadır.[75]
Bil ki, bu konuda şu
üç ihtimal ortaya çıkmaktadır:
1) Tüm
insanlar, zulmetler içindedirler. Ama daha sonra, Allah Teâlâ, mü'miniere bu
nurları verir. Münafıklar da, bu nurları o mü'minlerden isterler.
2)
İnsanların tümü nurlar içindedir. Daha sonra mü'minler cennetlerde olurlar,
böylece de, cennetlere doğru çok hızlı biçimde yürürler. Münafıklar onların
arkasında kalakalır. Derken de,
münafıklar mü'minlerden durmalarını,
gitmemelerini, beklemelerini isterler.
3) Mü'minler
nûr: münafıklar ise zulmetler içindedirler. Derken, daha sonra münafıklar,
mü'minlerden nur talebinde bulunmuşlardır. Bu ihtimallerden herbirini
benimseyen kimseler vardır. Eğer şimdi bu durum, duraktan meydana geliyorsa,
Cenâb-ı Hakk'ın, bu ayetteki ifâdesinden, "Bize bakın anlamı" kastedilmiş
olur. Çünkü, mü'minler münafıklara baktığında onlara doğru yönelmiş olurlar.
Nurları önlerinde olduğu halde, mü'minler her ne zaman o münafıklara doğru
yönelirlerse, münafıklar o nurlardan yararlanmış olurlar. Yok eğer bu durum,
mü'minler cennete giderlerken meydana gelecekse, o zaman, ayetteki bu ifâdeden,
hem bekleme, hem de onlara bakma anlamı kastedilmiş olabilir.[76]
Kabes kelimesi,
ateşten veya kandilden alınan bir parça şule demektir. Münafıklar, tıpkı dünya
ateşinden alma gibi,
mü'minlerin
nurlarından herhangi bir şey almayı ummuşlardır, ama bu, onlardan sudur eden
bir cehalettir. Çünkü o nurlar, dünyadaki salih amellerin neticeleridir.
Dolayısıyla, dünyada, münafıklardan bu tür ameller sudur etmediğine göre,
ahirette de, bu nurların eide edilmesi imkânsız hale gelmiştir.
Hasan el- Basrî şöyle
der: "Kıyamet gününde herkese, ameline göre, nûr verilir. Derken, daha
sonra, cehennemin ateşinden, dikenli kancalı şeylerden ve pıtırak dikenlerinden
alınır, o yolların üzerine atılır. Derken, yüzleri, tıpkı, ayın ondördü gibi
olan bir bölük mü'min gelip geçer. Daha sonra da, yüzleri semâdaki yıldızların
ışıkları gibi olan başka bir grup gelip geçer. Sonra onları öylesine bir
karanlık sarar ki, böylece o karanlık münafıkların nurunu söndürür. İşte orada
münafıklar mü'minlere, "Durun, gitmeyin; nurunuzdan, tıpkı ateşten alınır
gibi, alalım!" derler.[77]
Alimler, Cenâb-ı
Hakk'ın, ifadesi hakkında da şu izahları
yapmışlardır:
1) Bununla,
"Dünya yurduna geri dönün de, bu nurları orada arayın.. Çünkü bu nurlar,
ancak, ilahi bilgilerin, üstün huyların kazanılmasından ve cehalet vb. kötü
huylardan uzak kalmakla elde edilir." manası kastedilmiştir. Ki, ayetteki,
"sûr, duvar çekme" ifadesiyle de, onların, dünyaya yeniden dönmemeleri
kastedilmiştir.
2) Ebû Ümâme
şöyle der: "İnsanlar, çok zifiri bir karanlık içine düşerler. Derken
mü'minlere, nurları verilir. Müteakiben mü'minler gitme hususunda acele edince,
münafıklar, "Durun, nurunuzdan istifâde edelim, alalım!" derler.
Bunun üzerine münafıklara, "Arkanıza dönün ve nuru arayın, alın!"
denilir." O, sözüne devamla, "Bu, sayesinde, münafıkların tuzağa
düşürüldüğü bir hiledir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Allah'a tuzak kurarlar.
Oysa ki Allah, onları, kurdukları bu tuzağa düşürür.." (Nisa, 142) buyurmuştur.
Böylece münafıklar, nurun tahsis edildiği o yere dönerler, nur namına bir şey
bulamazlar; derken, tekrar mü'minlerin tarafına dönerler, böylece de, o
duvarın, kendileriyle mü'minler arasına çekilmiş olduğunu görürler.." der.
3) Ebû
Müslim şöyle der: "Mü'minlerin, "ölünüz.." şeklindeki
sözlerinden, münafıkların, o nurun aydınlığından istifade etmekten men etmeleri
kastedilmiştir. Ki bu, tıpkı bir kimsenin, kendisine yaklaşmak isteyen kimseye,
"Arkan, gerin, senin için daha geniş, daha elverişlidir.." demesi
gibidir. Bu görüşe göre, "dönünüz.." ifadesinden kastedilen mana,
"Onlara geri dönmeyi emretmek değil de, onların, talep ettikleri bu şeyi
elde etmelerinin imkânsız olduğunu kesinkes bildirme olur.[78]
Ayetteki, nihayet
onların arasına kapılı bir duvar çekilmiştir. (Öyle ki), onun içinde rahmet,
dış yanında da azâb vardır" ifadesiyle ilgili olarak, şöyle iki mesele
vardır:[79]
Alimler, ayette
bahsedilen "sûr"un ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu
cümleden olarak kimileri, bununla, bir engel ve manianın kastedildiğini, yani,
münafıkların, mü'minlerden böyle bir talepte bulunmaktan men edildiklerini
söylerken, kimileri, "Tam aksine bu ifâde ile, cennet ile cehennem
arasındaki bir duvar kastedilmiştir" demişlerdir ki, bu, Katâde'nin
görüşüdür. Mücahit ise bunun, "arâf" perdesi ve engeli olduğunu
söylemiştir.[80]
ifadesindeki
"bâ" harf-i cerri zâid olup, te'kid için getirilmiştir. Buna göre
ifadenin takdiri,
şeklindedir. Ahfeş de böyle söylemiştir. Daha sonra
Cenâb-ı Hak, yani o sûrun bir kapısı
vardır ki yani o sûrun içinde rahmet
vardır. Buradaki rahmet ile mü'minlerin içinde bulunduğu cennet kastedilmiştir.
yani, "sûrun dışı ise yani azab
taraftan onlara gelir" buyurmuştur. Buna göre mana, "O sûrun
mü'minlere olan tarafında
rahmet
vardır, kâfirlere olan tarafından ise, kâfirlere o azab gelmektedir"
şeklindedir. Velhasıl cennet ile cehennem arasında bir duvar, bir engel vardır.
İşte sûr budur ve bu sûrun bir kapısı vardır. Mü'minler bu kapıdan cennete
girerler. Kâfirler ise, hep o azab ve ateş içinde kalırlar.[81]
"(Münafıklar),
onlara seslenirler, "Biz sizinle beraber değil miydik?" diye.
Dediler ki "Evet, fakat siz kendi
kendinizi yaktınız. Hep mü'minlerin başına
belâ gelmesini gözettiniz. Şüphe ettiniz. Sizi
kuruntular aldattı. Sizi, o çok
aldatan (şeytan), Allah'a karşı da aldattı. Nihayet işte Allah'ın emri
gelip çattı"
(Hadid, 14).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:[82]
Ayetle ilgili iki mana
verilmiştir:
a) "Biz
dünyada iken sizinle beraber değil miydik?"
b)
"Biz, ibadetlerde, mescidlerde, namazlarda, savaşlarda hep sizinle beraber
değil miydik?" Bu ikinci mana, daha zahir olandır.[83]
Cennetle cehennem
arasındaki uzaklık fazladır. Çünkü cennet göklerin en üstünde, cehennem ise
yerin dibindedir.
Binâenaleyh ayetin bu ifadesi, bu kadar uzaklığın karşılıklı seslenişe
mani olmadığını göstermektedir. "Allah Teâlâ, kâfirlerin sesini, yerin
dibinden, A'la-yı İlliyyîn'e çıkabilecek şekilde kuvvetlendirmiştir" demek
de mümkün değildir. Çünkü böylesi bir ses ancak, çok ileri derecede güçlü
kimseler için düşünülebilir. Kâfirler ise, âcizlikle-kısık seslilikle
nitelendirilmişlerdir. Böylece mezhebimize göre, oradaki bu mesafenin,
karşılıklı seslenişe mâni olmadığını anlıyoruz.
Daha sonra Hak Teâlâ,
mü'minlerin, "Evet, siz bizimle beraberdiniz. Ama öyie şeyler yaptınız ki,
onlar yüzünden işte bu azaba düştünüz. Yaptığınız şeyler:
1) "Siz
kendi kendinizi yaktınız", yani küfrünüzle, günahlara dalmakla, kendinizi
yaktınız." Bunların hepsi birer fitne (yakıcı ateş)tir.
2) "Hep
mü'minlerin başına belâ gelmesini gözettiniz" Bu ifadeyle ilgili şu
manalar verilebilir:
a) Ibn Abbas
(r.a), bunu, "Tevbeyi beklediniz, hep ileride tevbe edeceğinizi
düşündünüz" manası vermiştir.
b) Mukatil,
"Muhammed'in başına ölümün gelmesini gözetip durdunuz ve "Ah bir ölse
de kurtuluversek, rahata kavuşsak" dediniz" manasını vermiştir.
c) Bu, "Kendinizi yeniden kâfirlere katılasınız ve nifaktan çıkasınız
diye, mü'minlerin başına kötü şeylerin gelmesini gözettiniz" demektir.
3) "Şüphe
ettiniz." Bu ifadeyle ilgili şu manalar verilir:
a) "Allah'ın
vaîdi hususunda şüphe ettiniz."
b) "Hz.
Muhammed (s.a.s)'in peygamberliği konusunda şüphe ettiniz."
c) "Öldükten
sonra dirilme ve kıyamet konusunda şüphe ettiniz."
4) "Sizi
kuruntular aldattı" İbn Abbas (r.a) şöyte der: "Cenâb-ı Hakk bu
kuruntular ile, batıl şeyleri kastetmiştir. Bu batıl şeyler de, meselâ
mü'minlerin başına çeşitli belâların inmesini arzulayıp durmalarıdır.
"Nihayet işte Allah'ın emri, yani ölüm gelip çattı" yani onlar hep
şeytanın aldatmalarına aldandılar, derken, Cenâb-ı Hakk onların canını alıp,
onları cehenneme atıncaya kadar, şeytan onları hep aldatıp durdu.
[84]
Allah Teâlâ "Sizi çok aldatan (şeytan), Allah'a
karşı da aldattı" buyurdu. Bu ifadeyle ilgili iki mesele vardır:[85]
Semmâh b. Harb,
gayn'ın zammesiyle, kelimeyi şeklinde okumuştur. Buna göre mana, "Sizi
Allah'a karşı,
gururunuz
(aldanışınız) aldattı" şeklindedir. Bu mana, bir muzâfın hazfına göre
verilmiş bir manadır ve bu, "sizi, Allah'a karşı, o yanılmanızın yanısıra.
O'ndan (dünyada iken) emin kalmanız, yani yaptığınız suçların peşinden hemen
cezasının gelmeyişi sizi aldattı" demektir.[86]
Bu kelime gayn'ın
fethasıyla şeklinde okunmuştur. Buna göre, bununla şeytan kastedilmiş olur.
Çünkü şeytan onlara, "hesab ve ceza (kıyamet) diye birşey yoktur"
fikrini atmak suretiyle, onları aldatmıştır.[87]
"İşte bugün, ne
sizden, ne de kâfirlerden hiç bir fidye alınmaz. Sığınacağınız yer ateştir.
Size yakışan da odur. O ne kötü bir varış yeridir!"
(Hadid, 15).[88]
"Fidye",
sayesinde (verilip) kurtulunulan şeydir. Bu hususta şu iki izah yapılabilir:
a) Artık
sizden ne iman, ne de tevbe kabul edilir. Binâenaleyh artık mükellefiyet
kalkmış, mecburiyet doğmuştur (yani mecburiyen cehenneme gidiş var).
b)
"Sizden, verip de o azabdan kurtulabileceğiniz bir fidye kabul
edilmez." Bu manaya göre ayet tıpkı, "O kimseden ne bir fidye kabul
edilir, ne de herhangi bir şefaat ona fayda verir" (Bakara, 123) ayeti
gibi olur.
Bil ki
"fidye", sayesinde kurtulunulan şeydir. Binâenaleyh bu ifade, iman
etmeyi de, tevbe etmeyi de, mal verip kurtulmayı da içine alır. Bu, aklen Mu'tezile'nin
ileri sürdüğü gibi, tevbenin kabulünün Allah hakkında vacib olmadığına delâlet
etmektedir. Çünkü Allah Teâlâ, fidyeyi kesinlikle kabul etmeyeceğini
bildirmiştir. Halbuki tevbe de bir fidyedir. Binâenaleyh bu ayet, tevbenin de
artık o zaman asla kabul edilmediğine delâlet eder. Durum böyle olunca da,
tevbe aklen, kabulü Allah'a vâcib olmayan birşey olur.
HakTeâlâ'nın "ne de kâfirlerden..." ifadesi ile
ilgili olarak bir hususu açıklamak gerekir: Bu da, bu ifadenin, münafıklar
üzerine atfedilişinin, münafığın sanki kâfir olmadığını gerektirmesidir. Çünkü
atfedilen ile, kendisine atfedilen arasında bir mugayeretin (başka başka
oluşun) bulunması gereklidir. Buna şu şekilde cevab veririz: Buradaki ifade
ile, küfrünü açıkça ifade edenler ortaya koyanlar kastedilmiştir. Yoksa
münafıklar da kâfirdir.
Daha sonra Hak Teâlâ
"Sığınacağınız yer ateştir. Size yakışan da odur. O ne kötü bir varış
yeridir!" buyurur. Burada geçen "mevlâ" kelimesi hakkında, şu
manalar verilmiştir:
1) İbn Abbas
(r.a) buna, "masîr" (varacağınız yer)" manasını vermiştir. Sözün
özü şudur: Mevla, "veliyy" kökünün ism-i mekânıdır. Veliyy ise, yakın
olmak demektir. Binâenaleyh ayetteki bu ifade, "Cehennem, sizin (Ey
münafık ve kâfirler), kendisine yaklaşacağınız, ulaşacağınız, neticede gireceğiniz
yerinizdir" manasınadır.
2) Kelbî, bu
kelimeye "Size yakışan"
manasını vermiştir ki bu, Zeccâc, Ferrâ ve Ebû Ubeyde'nin de görüşüdür. Bil ki,
bunların bu sözü, bir mana olup, lafzın tefsiri değildir. Çünkü eğer,
"mevlâ" ve "evlâ" kelimeleri, Arap dilinde aynı manaya
olsalardı, elbette bunlardan herbirinin diğeri yerinde kullanılması doğru olur,
dolayısıyla da, "Bu falandan daha evlâdır" denilebildiği gibi,
denilebilmeliydi (ama denilememektedir). Yine
"Bu falancanın dostudur" denilebildiği gibi, aynı manada denilebilmeliydi. Bu demlemediğine göre, bu
zatların söylediği şeyin, bir mana olup, bir tefsir olmadığını anlamışoluyoruz.
Biz bu ince noktaya
şundan ötürü dikkat çektik: eş-Şerif el-Murtazâ, Hz. Ali'nin imameti (hilafeti)
konusunda, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
"Ben
kimin mevlası (dostu) isem, Ali de onun meviasıdır (dostudur)"[89]
hadisine tutunarak şöyle demiştir: Mevlâ kelimesinin manalarından birisi de
"evlâ"dır. Eş-Şerif el-Murtaza bu hususta, ayetin tefsiri ile ilgili
olarak bu dilcilerin ileri sürdüğü görüşü delil getirerek, "mevlâ"nm
"evlâ" manasına olduğunu söyleyerek şöyle demiştir: Lafzın bu manaya
gelmesi söz konusu olduğuna göre, onu bu manaya hamletmek gerekir. Çünkü bunun
dışındaki manalar, ya, Hz. Ali'nin, Resûlüllah (s.a.s)'ın amcası oğlu ve
yardımcısı olması gibi, olumlu; yahut da, azâd edilmiş (köle) olması gibi
olumsuz bir mana arasındadır. Binâenaleyh birinci manaya göre, bu sözü söylemek
bir abes, lüzumsuz bir söz olur. İkinci manaya göre ise, bir yalan olmuş olur.
Biz ise, delil ile, bu kimselerin bu ayetteki sözlerinin, "tefsir"
değil bir "mana" olduğunu beyân ettik. Bu durumda ise, eş-Şerif
el-Murtaza'nm istidlali düşer.
Ayetle ilgili olarak
yapılan bir başka izah da şudur: Hak Teâtâ'nın "Cehennem sizin
mevlânızdir" şeklindeki sözü, "sizin aslında hiçbir mevlanız
(dostunuz) yoktur" demektir. Bu böyledir, çünkü mevlası cehennem olanın,
aslında mevlası yok demektir. Nitekim Arapça'da, "Onun hiçbir yardımcı ve
destekçisi yok" manasında, "Onun yardımcısı hızlan, destekçisi ise
ağlamadır" denilir. Bu izah, "Kâfirlerin mevlası yoktur"
(Muhammed, 11) ayeti ile de desteklenir. "Yüzleri kavuran bir su ile
sulanacaklar" (Kehf, 29) ayeti de bu manadadır.[90]
"îman edenlerin,
Allah'ı ve O'nun katından inen hakikati hatırlamak için,
kalblerinin saygı ile yumuşaması zamanı
hâlâ gelmedi mi? Onlar daha evvel
kendilerine kitab verilip de, üzerlerinden uzun zaman
geçmiş ve artık kalbleri
kararmış
olanlar gibi olmasınlar. Onlardan bir çoğu asıklardı"
(Hadid, 16).
Bu ayetle ilgili iki
mesele vardır:[91]
Hasan el-Basrî, ayetin
baş kısmını şeklinde
okumuştur. İbn
Cinnî şöyle demiştir:nın
aslı, dir. Daha sonra
buna ilave edilmiştir. Binâenaleyh
(yaptı mı?) ifadesini nefy için; (bazan yapar) ifâdesini nef
içindir. Bu böyledir. Çünkü ifadenin
müsbetine, ilave edilip (mesela
denilince),
hiç şüphesiz menfisine de u ilave edilmiş (olmuştur). Fakat Araplar,
edatını
ile birleştirince, ortaya çıkan lafız için, hem bir yeni mana, hem de
lafızla ilgili mana söz konusu olmuştur.
Manaya gelince, bazı yerlerde, zarf
olur, dolayısıyla Araplar, mesela "Sen kalkınca, Zeyd de kalktı" yani
senin kalktığın zamanda Zeyd de kalktı" derler.
Kelimenin lafzı ile
ilgili manasına gelince, kelimenin meczûmunda (cezmettiği) fiilde değil de,
kendisi üzerinde vakıf yapmak caizdir. Bu sebeble, mesela, Oj dd» demen caizdir
ki bu, "Ben geldim, o gelmedi" demektir. Ama mesela bir kimsenin,
diye vakıf yapması (durması) caiz değildir.
Bu kelimeyi şeklinde
okuyanlara gelince, meşhur olan izaha göre, bu okuyuş, "vakti geldi"
manasında "İşin vakti geldi" ifâdesindedir. Yine bu kelime, aynı
manada, fiilinden olarak şeklinde de okunmuştur.[92]
Alimler, Hak Teâlâ'nın
bu ayetinin manası hususunda
değişik izahlar yapmışlar; kimileri, "Bu, kalblerinde huşûya
(saygıya) ters düşen nifak bulunduğu halde,
iman ettiklerini
söyleyen
münafıklar hakkında nazil oldu" demişlerdir. Bu
görüşü ileri sürenler, belki de,
mü'minin, ancak kalbinin, huşu duymasıyla gerçek mü'min olabileceğini
benimsemişlerdir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın bunu, ancak mü'min olmayan
kimselere demiş olması caiz olur.
Diğerleri ise,
"Hayır, bu ifade ile, gerçekte mü'min olanlar kastedilmiştir. Ama mü'minin
bazan hususu ve haşyeti bulunur, bazan da bulunmaz. Sonra, bu görüşe göre, ayet
hakkında şu muhtemel izahlar yapılabilir:
a) Belki de,
bir grup mü'min içinde çok fazla huşu ve rikkat bulunuyordu da, böylece onlar,
işte bu ayetle bu hususa teşvik edilmiş oldular.
b) Belki de,
bir kavmin içinde, ileri derecede huşu sahibi kimseler bulunuyordu.. Daha sonra
bu kimselerden, o mükemmel huşu zail olup silindi de, böylece onlar, bu ayetle
o huşûlu yeniden elde etmeye teşvik edildiler. Çünkü A'meş, şöyle demektedir:
"Sahabe, Medine'ye gelince, bolluk ve refaha kavuştular. Böylece de, daha
önce üzerinde bulundukları dinî hal ve tavırlar konusunda bir gevşeklik
gösterdiler. Bu sebeple de, bu ayetle kınandılar."
Hz. Ebû Bekir (r.a)'in
de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu ayet, Resûlüllah'ın huzurunda
okundu. O sırada da, onun yanında Yemâmeliler'den bir grup bulunuyordu.. Bunun
üzerine onlar, adamakıllı ağladılar. Bunun üzerine de Ebû Bekir, onlara baktı
da, "Biz de böyleydik; ama kalblerimiz katılaştı artık..." dedi.
Ayetteki,"Allah'ı
... zikir için..." ifadesi hususunda da, şu iki izah yapılabilir:
1) Ayetin
takdirî manası,' 'Mü'minler için, kalblerinin, Allah'ın zikrine karşı rikkatti
ve duyarlı olmaları, yani, Allah'ın Kur'ân'da bahsettiği öğütlerine karşı böyle
olma zamanı gelmedi mi?" şeklindedir. Bu manaya göre, "zikr"
kelimesi, failine muzâf bir masdar olmuş olur.
2) Buradaki
"zikr" kelimesi, mef'ûlüne muzâf bir masdardır. Buna göre mana,
"Allah'ın, onları anması ve zikretmesi için..." şeklinde otur ki, bu
da, Cenâb-ı Hakk'ın, onlarda bir huşu bulunsun ve onlar, O'nu gafletle anan, böylece
de kalbi, Allah'ın zikrine karşı huşu duymayan kimseler gibi olmasınlar diye,
onlara zikri müyesser kılması gerekir.
Ayetteki, "ve inen hakikati..." ifadesine
gelince, bununla ilgili olarak birkaç mesele vardır:[93]
Buradaki (-mâ), "zikr" lafzına atfedilmiş olması
sebebiyle,
mahallen mecrûrdur ve kendisi de,
ism-i mevsûldür. Aid zamiri de hazfedilmiş olup, takdiri ise,
"Haktan yana ona nazil olan.."
şeklindedir. İbn Abbas, Hak'tan yana inen şeyin, Kur'ân-ı Kerîm olduğunu söylemiştir.[94]
Ebû Ali el-Farisî,
şöyle demiştir: "Nfifi, Asım'tn ravileri Hafs ve Mufaddal, şeddesiz
olarak, (ve ma nezele)
şeklinde
okurlarken, diğer kıraat imamları ile, Asımın ravisi
Ebû Bekr, şeddeli olarak, ve mâ nezzele şeklinde okumuşlardır. Ebû
Amr'ın da, nûn'un ref'i, zâ'nın kesresi ile, ve mâ nüzzile şeklinde okumuştur.
Birinci kıraate göre, ifadenin takdiri, "İman edenlerin kalblerinin,
Allah'ın zikrine ve inen hakikate huşu duyup boyun eğmeleri zamanı gelmedi
mi?" şeklinde olur. İkinci kıraate göre de, "... Allah'ın indirdiği o
hakikate..." şeklinde olur. Üçüncü kıraate göre ise, "... indirilen
hakka..." şeklinde olur.[95]
Ayetteki
"hak" sözünden Kur'ân kastedilmiş olabilir. Çünkü
Kur'ân, iki vasfı da, yani zikri de öğütü
de cami bir kitabtır.
Bir
de, semâ'dan gelen bir haktır. Yine, bu ifâde ile,
Allah'ın, mutlak anlamındaki zikri,
"haktan yana inen şey" ifâdesi ile de Kur'ân kastedilmiş olabilir.
Cenâb-ı Hakk, "zikr" ile elde edilen bir huşûyu, nazil olan Kur'ân'la
elde edilen huşû'dan önce getirmiştir. Çünkü, "huşu" ve haşyet ancak
Allah anıldığı zaman elde edilir. Bunların, Kur'ân dinlenirken elde
edilmelerine gelince, bu, Kur'ân'ın da yine, "Allah'ın zikr"ini şâmil
olması sebebiyledir.[96]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "ve... olmasınlar"
buyurmuştur. Ferrâ, bu ifâdenin mahallen mansûb olduğunu, ayetin anlamının da,
"Mü'minlerın kalblerinin ... ve onlartn olmamaları... zamanı gelmedi
mi?" şeklinde olduğunu, söylemiş, ama bunun nehiy olarak meczûm kabul edilmesi
hafinde de bunun doğru olacağını Delirtmiştir. Bu izahın delili, bu ifâdeyi,
iltifat üslûbu ile, tâ ile "olmayınız.." şeklinde okuyanların
kıraatidir. Daha sonra Cenâb-ı Hakk, yahudîve nristtyanları kastederek,
"daha evvel kendilerine kitâb verilip de..." buyurmuştur.
"üzerlerinden uzun zaman
geçmiş..." ifadesi ile ilgili olarak şöyle iki mesele vardır:[97]
Alimler,
"zamanın uzaması"nın ne
demek olduğu hususunda da şu izahları yapmışlardır:
a) "Bu
toplumlarla peygamberi arasındaki zaman uzadı da,
böylece kalbleri kaskatı oldu..."
b) İbn Abbas
da, "Onlar dünyaya yöneldiler, Allah'ın öğütlerinden yüz çevirdiler"
demiştir.
c)
"Onların ömürleri, gaflet içinde sürüp gitti de, işte bu sebeple o kasvet
ve katılık, onların kalblerinde hasıl oldu."
d) Mukâtil
b. Hayyân, buradaki "emed" kelimesinin, "uzun emel, tûl-i
emel" anlamına geldiğini, buna göre mananın, "Onlara tûl-i emel
sebebiyle, o zaman uzayıverdi, (çok uzun geldi)" şeklinde olduğunu; bunun
da, "Onların, emel ve arzuları böylesine uzayıp sürüp gidince, kaçınılmaz
olarak kalbleri de katılaştı" şeklinde olduğunu söylemiştir.
e) Mukâtil
b. Süleyman da, "Onlara, Hz. Peygamber (s.a.s)'in gelme zamanı
uzadı..." anlamını vermiştir.
f) "Onların,
Tevrat ve İncil'i duyup dinlemelerinden sonra, aradan çok uzun zaman geçti.
Böylece de, Tevrat ve İncil'in saygınlığı onların kalblerinden zail oldu.
Derken de, kaçınılmaz olarak kalbleri katılaştı" demektir. Böylece Cenâb-ı
Hakk adeta mü'minleri, böyle olmaktan men etmiştir. Bu görüşü, M. İbn Ka'b
el-Kurazî dile getirmiştir.[98]
Bu kelime,
şeddeli olarak el-emeddu
şeklinde de okunmuştur ki, buna
göre mana "en uzun süre, ömür" şeklinde olur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Onlardan birçoğu
asıklardı" buyurmuştur. Bu, "Onlar dinlerinden çıkmışlar ve her iki
kitabta olan şeyi terketmişlerdir" demektir. Bu adeta, işin başında
huşû'un bulunmamasının, neticede, fıska götüreceğine dair bir işarettir.[99]
"Şu hakikati
bilin ki, Allah yere, ölümünden sonra can veriyor. Muhakkak ki biz, aklınız
ersin diye, size ayetleri açıkça bildirdik"
(Hadid, 17).
Bu ifâde hakkında şu
iki izah yapılabilir:
a) Bu, bir
temsildir. Buna göre mana, "Katblerinin katılaşması sebebiyle ölmüş olan o
kalblerin, Allah'ın zikrine müdavim olması, tıpkı Allah'ın ölmüş yeri yağmur
ile diriltmesi gibi, huşûun sağladığı hayat ve diriliğin, o kalblere yeniden
dönmesine bir sebeptir.
b)
ifâdesinden, ölülerin diriltilmesi kastedilmiştir. Böylece Cenâb-ı Hak bunu,
huşu ve haşyete teşvik etmek, kafbleri katılaşmaktan alıkoymak •çin zikretmiş
olur.[100]
"Gerçekten sadaka
veren erkeklerle sadaka veren kadınlar ve Allah'a karz-ı
basenle ödünç verenler (yok mu?), onların
(mükâfaatı) kat kat arttırılır. Onlar
için çok şerefli (başka) bir mükâfaat da vardır"
(Hadid. 18).
Bu ifâdeyle ilgili
birkaç mesele vardır:[101]
Ebû Ali el-Farisî
şöyle der: "İbn Kesir ve Ebû Bekir'in rivayetine göre
Asım, şeddesiz olarak, "el musaddıkîne.." şeklinde
okurlarken, diğer kıraat Tiamları ve Asımın ravisi Hafs ise, her iki kelimede
de, sâd'ın şeddesiyle, ût şeklinde okumuşlardır. İkinci kıraatagöre,
"el-musaddık..."in anlamı, "mü'min, inanan, tasdik eden"
şeklinde olur. Buna göre de mana, tıpkı, "iman edip de salih amel işleyenler.."
ifadesi gibi olmuş olur. Çünkü, karz-ı hasende Dulunmak da, salih amellerden
birisidir. Daha sonra, ifâdeleri bu şekilde okuyanlar, şu iki sebepten dolayı,
böyle okumanın daha uygun, daha evlâ olduğunu söylemişlerdir:
a) Allah
için tasaddukta bulunup da, malum bir miktarını bu işe tahsis eden kimse,
mü'min olmazsa, ayetteki bu va'din muhatabı olamaz. Binâenaleyh, ayetin zahiri
anlamı, şeddesiz okuyanlara göre terkedilmediği halde, şeddeli okuyanlara göre,
terkedilmiş olur.
b) Tasadduk
eden, Allah için karz-ı hasen yapan kimse demektir. Böyle olunca ayetteki
ifadesiyle ifâdesi aynı şey olmuş
olur. Halbuki bu, bir tekrardır. Ama, ilgili
kelimelerin şeddesiz okunması halinde ise, böyle bir tekrar söz konusu olmaz.
Bu kelimeyi şeddeli okuyanların delili ise, şu iki şeydir:
1) Übeyy İbn
Ka'b'ın kıraatinde bu ifâdeler tâ ile,
(inne'l-mütesaddıkîne...) şeklindedir.
2) ifadesi,
haber ile mübtedâ (yani "inne"nin ismi ile haberi) arasına girmiş,
bir itiraziyye cümlesidir. Cümle-i itiraziyyeler ise, sıfat konumundadırlar.
Binâenaleyh, bu sıfat, "tasdîk" masdarından ziyâde "sadaka,
tasadduk" kökü için daha çok gereklidir. Birinci kıraati benimseyenler ise
şu şekilde cevap vermişlerdir: "Biz, Cenâb-ı Hakk'ın kelimesini, cümle-i itiraziyye olarak
almıyoruz. Bilakis biz bunu, manaya atfediyoruz. Baksana, kelimesinin açıkça
ifâde ediliş tarzı "tasdik edenler..." şeklindedir. Böylece, ayetin
takdiri, şeklinde olmuş olur.[102]
İlgili ayette şöyle
bir problem söz konusudur: Fiilin (fiil
cümlesinin) isme atfı, hoş karşılanmaz, uygun
değildir. Şu halde, burada böyle
bir görüşü benimsemenin faydası
nedir? Keşşaf sahibi şöyle der: "Cenâb-ı Hakk’ın, ifâdesi, ifâdesindeki fiil manasına matuftur. Çünkü bu
ifadenin başındaki
Ellflam anlamındadır. İsm-i Fail de, manasındadır. Buna göre adeta
denilmek istenmiştir." Bil ki bu
izah, burada söz konusu
olan
problemi giderememiştir. Çünkü bu izahta, niçin o ifâdeden bu ifâdeye
geçildiğinin izahı yoktur.
Buna göre burada
denilmesi gerekli olan şudur: ve ifâdelerindeki eliflâm
"ahd-belirlilik" ifâde etmektedir. Buna göre Cenâb-ı Hakk adeta,
"işte bu vasfı taşıyan muayyen bir cemaati zikretmiş, bunlara ait haberi
getirmezden önce de, bunların, sadaka çeşitlerinin en güzelini, yani karz-ı
haseni yaptıklarını haber vermiş, daha sonra ilgili haberi zikretmiştir ki, bu
da, ayetteki ifadesidir. Dolayısıyla,
sözü, haşv-l levzene denilen bir doldurma kelime ile düzeltilmiş bir durum
arzeder. Bu tıpkı şairin,
"Seksen yaş Allah seni de bu yaşa ulaştırsın - benim
kulağımı bir tercümana muhtaç kıldı..." ifadesinde olduğu gibidir.[103]
İlgili ifâdeleri
şeddeli okuyanlar da, bu ifâdelerle, farz olan zekâtın mı, yoksa nafile
tasaddukun mu veya, her ikisinin
mi; yoksa, bu ifâdelerle, farz olan zekâtın mı; yoksa,
bu ifâdelerle, farz olan zekâtın ve ifâdesi iie de, nafile olan tasaddukun mu
kastedildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Çünkü, buna "karz" adını
vermek, bunun nafile olacağına delâlet eder gibidir. Bütün bu ihtimaller, söz
konusu olabilir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Onların mükâfaatı kat kat arttırılır. Onlar için çokşerefli (başka) bir
mükâfaat da vardır" ifâdesine gelince, bu husustaki açıklamalarımız daha
önce geçmişti.[104]
"Allah ve
peygamberlerine iman edenler yok mu? Onlar sözü özü doğru
olanlar, Allah için şahidlik edenlerdir.
Onların, hem mükâfaatlan, hem nurları
vardır. Küfredenlere, ayetlerimizi yalan sayanlara
gelince, onlar da,
cehennemin
yaranıdırlar"
(Hadid.
19).
Bil ki, Allah Teâlâ,
bu ayetten önce, mü'minlerin ve münafıkların durumundan Dahsetti. Şimdi ise,
hem mü'minlerin hem de kâfirlerin durumundan, aynı anda bahsetmektedir. Bu
ayetle ilgili olarak şöyle iki mesele vardır:[105]
"Es-sıddîk", çokça sâdık
olan ve Allah'ı
ve O'nun peygamberlerini tasdik
etme hususunda sıdkına sıdk katan kimseler için varid olan bir sıfattır. Bu
ayet hakkında şöyle iki görüş vardır:
1) Ayet,
Allah'ı ve O'nun peygamberlerini tasdik eden herkes hakkında gelmiş olan genel
bir ifadedir. Bu, Mücâhidin görüşü olup, o "Allah'ı ve O'nun peygamberini
tasdik eden herkes sıddîk'tir", sonra da bu ayeti okumuş. Bunun böyle
olduğunun delili ise, İbn Abbas'ın, ayetteki
ifâdesine "muvahhitler"
anlamını vermesidir.
2) Ayetin
hükmü genel olmayıp hususidir. Bu görüş iki Mukâtil'in (Mukâtil b. Hayyfln ve
Mukâtil b. Süleyman) görüşü olup, bu görüşe göre, ayetteki "sıddîk"
ile, İlyâs'ın ailesi ve Firavn hanedanından mü'min olan o kimse gibi, ilgili
peygamberler kendilerine geldiğinde onları tasdik edip, bir an bile
yalanlamayan kimseler kastedilmiştir. Ama, bizim dinimize göre bunlar, İslâm'ı
ilk benimseyen şu sekiz kimsedir: Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali, Hz. Zeyd b. Harise,
Hz. Osman, Hz. Talha, Hz. Zübeyr, Hz. Sa'd ve Hz. Hamza'dır. Bunların
dokuzuncusu ise, iyi niyetini bildiği için, Allah'ın bunlara ilhak ettiği, Hz.
Ömer'dir.[106]
Ayetteki, ifâdesi
hakkında, şöyle iki görüş vardır:
Birinci Görüş:
Bu ifâde, önceki ifâdeye atfedilmiş olup,
takdiri, "Allah'ı ve resullerini tasdik edenler,
sıddîkler ve şahitlerdir"
şeklinde olur. Mücâhid, "Her mü'min, sıddîk
ve şehîd'dir" der ve bu ayeti okurmuş. Bu izaha
göre, alimler her mü'mine niçin
şehîd" adı da verildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden
olarak kimileri
şöyle
demişlerdir: "Çünkü mü'minler, Rableri katında kullara, amelleri hususunda
şahit olan kimselerdir." Ki, bu
ifade ile de, bu kimselerin ahirette şehâdetleri kabul
edilen âdil kimseler oldukları
kastedilmiştir. Hasan el-Basrî, bunlara bu ismin verilişinin sebebinin, her
mü'minin, Rabbinin ikramını görüp müşahede etmesi olduğu biçiminde
belirtmiştir. El-Esamm da şöyle demiştir: "Her mü'min şehîd (şâhit)tir,
çünkü her mü'min, Cenâb-ı Hakk'ın, sayesinde kendilerini "kul" kabul
ettiği, imanın, tâatın vâcib olması, küfrün ve günahınsa haram olması... gibi
hususlarda, Allah için şehâdeti yerine getirir. Ebû Müslim de şöyle demektedir:
"Biz, daha önce de, sıddîk lafzının, çok sâdık olan ve Allah'ı ve
peygamberini tasdik konusunda doğruluğuna doğruluk katan kimselerin bir vasfı
olduğunu belirtmiştik. İşte böylece bu kimseler bu sayede, başkaları hakkında
şâhidler olmuşlardır.
İkinci Görüş: lafzı,
önce geçmiş olan herhangi bir şeye atıf değil, tam aksine mübteda; haberi ise,
ayetteki i+o "Rableri katında"
ifadesidir. Yahutta bu ifâde, kelimesinin sıfatı; haberi ise, ifadesidir. Bu
görüşe göre alimler, ayette bahsedilen "şahitlerdin kimler olduğu
hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ferrâ ve Zeccâc, Cenâb-ı Hakk'ın, "Her
ümmetten bir şahit, onların üzerine seni bir şahit olarak getirdiğimiz zaman
halleri nice olur?" (Nisa, 41) ayetinden dolayı, bunların peygamberler
olduğunu söylerlerken, Mukâtil ve Muhammed ibn Cerir et-Taberî, bunların, Allah
yolunda şehâdet şerbetini içenler olduğunu söylemişlerdir. Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Sizler,
aranızda, kimleri şehid sayarsınız? Ashab, Allah yolunda öldürülenleri,
deyince, Hz. Peygamber, "Böyle olması halinde, ümmetimin şehitleri az
demektir" buyurdu, sonra da, Allah yolunda öldürülenlerin; kann ağrısından
(şanodan) ölenin ve kargıyla öldürülenin şehit olduğunu behrtü"[107]
Allah Teâlâ,
mü'minlerin durumundan bahsedince, kâfirlerin durumunu da, hemen bunun peşinden
ele alarak, "Küfredenlere, ayetlerimizi yalan sayanlara gelince, onlar da,
cehennemliklerdir" buyurmuştur.[108]
Cenâb-ı Hakk,
mü'minlerin o kâfirlerin durumundan bahsedince, bunun peşinden, dünyanın
önemsizliğine, ahiretin durumunun mükemmelliğine delâlet eden şeyi getirmek
üzere şöyle buyurdu:
"Bilin ki, dünya
hayatı, ancak bir oyundur, bir eğlencedir, bir süstür,
aranızda bir öğünç (vesilesi)dir,
mallarda ve evlâtlarda bir çoğalıştır. (Bunun)
misâli, bitirdiği nebat, ekicilerin hoşuna giden bir
yağmur gibidir. Sonra o
nebat kurur da, sen
(onu) sapsarı bir hale getirilmiş görürsün. Sonra da o,
bir çerçöp oluverir. Ahirette çetin bir
azâb vardır, Allah'tan mağfiret ve rıza
vardır. Dünya hayatı bir aldanış metâmdan başka birşey
değildir"
(Hadid,20).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:[109]
Bu ayetin asıl
maksadı, dünyanın halinin önemsizliğini, ahiretin durumunun saygınlığını ortaya
koymaktır. İşte bu
sebeple
Cenâb-ı Hakk, "Dünya bir oyun, bir eğlence, bir süs ve bir övünme
vesilesidir" buyurdu. Bu gibi şeylerin önemsiz olduğunda ise hiç şüphe
yoktur. Ahiret hakkında da, "Orada devamlı, çetin bir azâb vardır. Veya,
kesintisiz biçimde, Allah'ın rızası vardır" buyurdu. Bunların da büyük
şeyler olduğunda şüphe yoktur[110]
Bil ki, aslında dünya
hayatı da bir hikmet ve gayeye
matuftur. İşte bundan
dolayı Cenâb-ı Hakk,
"Ben,
yeryüzünde bir
halife yaratacağım (...)
Ben sizin
bilmediklerinizi bilirim" (Bakara.
30) buyurdu. Şimdi dünya
hayatı
bir hikmet ve bir gayeye matuf olmasaydı, Cenâb-ı Hakk hiç böyle buyurur
muydu? Ayrıca, hayatı yaratan da O'dur.
Nitekim Allah, "Ölümü ve hayatı yaratan
zât.." (Mûlk, 2) buyurmuştur. Bir de, Cenâb-ı Hakk, "Ya sizi ancak boş yere
yarattığımızı ve sizin hakikaten bize
döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?"(Mü'min, 115)
ve "O göğü, o
yeri ve bunların arasında bulunan şeyleri biz boşuna yaratmadık"
(Sad. 27) buyurduğu üzere, abesle iştigal
etmez.
Ayrıca,
"hayat"m kendisi de bir nimettir, hatta bütün nimetlerin temelidir.
Eşyanın hakikati, dünyada veya ahirette olmaları ile farklılık göstermez. Yine,
Altah Teâlâ, hayatı yaratmış olması sebebiyle, alabildiğine lütufta bulunarak,
"Allah'ı nasıl olup da inkâr edersiniz? Halbuki siz ölü iken, O
diriltti..." (Bakara, 28) buyurmuştur. Böylece, Cenâb-ı Hakk'ın,
nimetlerinin çeşitlerine dair ilk ele aldığı şey, "hayat", nimetidir.
Bu sebeple, bahsettiğimiz şeylerin tümü birden, "dünya hayatının, kötü ve
kınanmış olmadığına" delâlet etmektedir. Ama, kim kalkar da, bu dünya
hayatını, Allah'a tâat uğruna değil de, şeytana tâat ve hevâya ittiba uğruna
harcarsa, işte kınanan ve mezmûn olan budur![111]
Sonra Cenâb-ı Hakk, dünya
hayatınt şu vasıflarla nitelemiştir:
1)
"Dünya hayatı bir oyundur" buyurmuştur. Oyun ise, onları cidden yoran
çocukların yapacağı bir iştir. Uğrunda bu yorgunlukların çekildiği bu şeyler
ise, vermeden sona erer.
2) "Dünya
hayatı bir eğlencedir". Eğlence de gençlerin yapacağı bir şeydir.
Eğlenceler de sona erdiğinde, genel olarak geride, sadece bir hayıflanma ve
hasre: duygusu kalır. Bu böyledir, zira insan, eğlenceler sona erdikten sonra,
malının. ömrünün gittiğini, lezzetin ve zevkin son bulduğunu ve ortada herhangi
bir şey kalmamasına rağmen, nefsinin bunlara karşı bir iştiyak ve özlem
duyduğunu görür Böylece de, zarar verici şeyler birbirini izler.
3)
"Dünya hayatı bir süstür". Süs ve süslenme, kadınların adetidir.
Zira, süsten ve süslenmeden elde edilmek istenen şey, çirkin olanı
güzelleştirmeye çalışmak yıkım ile yüzyüze olan bir binayı onarmak ve noksan
olan şeyi tamamlama hususunda çaba göstermek demektir. Halbuki, arızî olan
şeyin, zatî olana mukavemet gösteremeyeceği malûmdur. Dolayısıyla, dünyanın
kendisi, zâtı gereği son bulan, zâtı gereği fasit olan bir şey olunca, daha
nasıl, insan, bu bozuk şeyleri, bu dünyadan silmeye muktedir olabilir?
İbn Abbas ise, ayetin
manasının şöyle olduğunu söylemiştir: "Kâfir kimse, ahiret için çalışma
değil de, hayatı boyunca hep dünya süsünü elde etmekle meşgul olur ve bu tıpkı,
"Ey mağrur, aklanmış kimse, senin hayatın bir yanılma ve gaflettir"
denilmesi gibidir."
4)
"Dünya hayatı, fanî ve zail sıfatlarla, aranızda bir övünç
vesilesidir." Bu övünme ya neseb bakımından, yahutta güç, kuvvet, asker,
taraftar... bakımındandır. Halbuki, bütün bunlar son bulucudur.
5) "Dünya hayatı, mallarda ve çocuklarda bir çoğalma
vesilesidir." İbn Abbas şöyle der: "Kişi, malını, Allah'ın gazabının
söz konusu olduğu yerler için cem eder, o mal sayesinde^ Allah'ın dostlarına
tepeden bakar ve o malını, Allah'ın gazabına sebep olacak yerlerde harcar.
Dolayısıyla bu mal, üst üste, istiflenmiş, zulmetler misâlidir. Cenâb-ı Hakk,
dünyadakilerin mutlaka bu kısımlardan biri ile ilgili olacağını bildirmiş
olmaktadır. Yine Cenâb-ı Hakk, dünyanın durumunun, bu hususlardan hali
olmayınca, kişinin bunlardan yüz çevirip de, kendisini, ahiretini mamur edecek
şeylere yöneltecek olanları yapması gerektiğini beyân buyurmuştur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk, bu dünya hayatı için bir mesel getirerek, "bir yağmur gibi"
buyurmuştur. Ki, bunun bir benzeri de, "Onlara dünya hayatının misâlini de
irâdet. (O), gökten indirdiğimiz bir su gibidir..." (Kehf, 45) ayetidir.
Bu ayetin başındaki kâf, şu iki bakımdan mahallen merfûdur:
a) ifâdelerinin
sıfatı olduğu için..
b) Zeccâc'ın
da belirttiği gibi, haberden sonra gelen bir başka haber olduğu için...[112]
"bitirdiği nebat,
ekicilerin hoşuna giden..." ifadesi hakkında şu iki izah yapılabilir:
a) Ebû
Mesûd, buradaki "el-küffâr - örtücüler" sözüyle, çiftçilerin kasd
edildiğini söylemiştir. el-Ezherî de, Arapların, serptiği tohumu, yerdeki
toprak ile kapayıp örttüğü için ekiciye "kâfir" ismini itlâk
ettiklerini söylemiştir. Onların bunu bilmesine rağmen, yağmur sayesinde
meydana gelen o bitki, çiftçilerin hoşuna gidince, bu son derece güzel ve
yerinde olur.
b) Bu
ayetteki "küffâr" kelimesiyle, Allah, dünya zinetini, dünya
ziraatını, mü'minlerden daha fazla sever ve bu iş, mü'minlerden daha ziyade
onların hoşuna gider. Çünkü, kâfirler, dünya mutluluğunun dışında başka bir
mutluluk kabul etmezler. Ayetteki,
ifâdesi, "o yağmur sayesinde biten şey" anlamındadır. Ayetin
geriye kalan kısmı, Zümer Sûresi'nde tefsir edilmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk, ahiretin durumundan bahsederek, "Ahirette ise çetin bir azâb
vardır" buyurmuştur. Yani, "ömrü bir şekilde geçenler için,
ahirette..." demektir.
"Allah'tan mağfiret ve nza vardır." Yani "Dostlarıve kendisine
itaat edenler için..." demektir. Zira, Allah, dünyayı, Önemsiz ve gelip
geçici olmakla niteleyince, ahirette de, ya şiddetli ve devamlı bir azabın,
yahut da devamlı bir rızânın bulunduğunu belirtmiştir ki, "rıza"
(Allah'ın razı olması), mükâfaatların en büyüğüdür.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Dünya hayatı bir aldanış
metâmdan başka bir şey değildir" buyurmuştur. Yani, "Büsbütün dünyaya
yönelen ve bu sebeple de, ahireti elde etmekten yüz çevirenler için.."
demektir. Saîd ibn Cübeyr şöyle demiştir: "Dünya, seni, ahireti elde
etmekten alıkorsa, aldanış metaldir. Ama, seni, Allah'ın rızasını ve ahiret
mutluluklarını elde etmeye götürürse, o zaman da ne güzel bir vesiledir!"[113]
"Rabbinizden
mağfirete ve genişliği yerle göğün eni kadar olan ve Allah'a ve
peygamberine iman edenler için
hazırlanmış bulunan cennete (ulaşmak) için
yansın.. İşte bu, Allah'ın fazlu keremidir ki, kime
dilerse ona verir. Allah,
büyük
faz! sahibidir"
(Hadid,
21).
Cenâb-ı Hakk bu ifâde
ile adeta, "Sizin, öğünmeniz, üzerinde bulunduğunuz gayeden başka bir şey
için olsun. Bundan da öteye, bu yarışınızın, ahireti elde etmek için olmasına
özen gösteriniz" elemek istemiştir. Bil ki, Cenâb-ı Hakk,
"Rabbinizden
mağfirete
yanşm.." ifadesiyle yarışmayı emretmiş, daha sonra da burada, bu
yarışmanın nasıl olması gerektiğini açıklayarak, "Yarış meydanlarında,
akranlarına yetişmek için koşanların koşması gibi koşunuz" buyurmuştur.
Ayetteki, ifâdesi hakkında şöyle iki mesele
bulunmaktadır:[114]
Bundan, "mağfireti gerektiren
şeylere koşmanın"
kastedilmiş olduğunda şüphe yoktur. Bu
cümleden olarak.
kimileri, bu ifâdeye,
"tevbeye koşunuz" manasını verirken.
kimileri de, "mükellef olduğunuz diğer şeyleri
yapmaya koşunuz" manasını vermişlerdir ki, bunun içine "tevbe"
de girer. En doğru olan da budur. Çünkü, mağfiret ve cennet, ancak günah olan
herşeyden vaz geçme ve taat olan her şey ile meşgul olmakla elde edilir.[115]
"Emr"in, fevrîliği
(hemen yapılmayı) ifâde
ettiğini
söyleyenler, bu
ayetle istidlalde bulunarak,
şöyle
demişlerdir: "Bu
ayet, yarışmanın vücûbiyyetine delâlet
etmektedir. Dolayısıyla, geri durmanın mahzurlu ve
günah olması gerekir.[116]
Ayetteki,
"Genişliği yerle göğün eni kadar olan... cennete..."ifâdesine
gelince, -ki Cenâb-ı Hakk, Âl-I İmrân Sûresi'nde de,
"eni gökler ve yerin eni kadar olan
cennete..." (Al-i İmrân, 133)buyurmuştur. Alimler bu hususta şu izahları
yapmışlardır:
1) "Yedi
kat gök ve yedi kat yer şayet, dümdüz bir levha haline getirilseler ve yanyana
birbirine eklenseler. cennet, onun eni kadar olurdu" demektir. Bu,
Mukâtil'in görüşüdür.
2) Atâ'nın
İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, İbn Abbas, Cenâb-ı Hakk'ın, bu ifâdeleri
ile, itaat eden herkes için böylesi vasıfta bir cennetin olacağını kastettiğini
söylemiştir.
3) Süddî
şöyle demiştir: Allah Teâlâ, cennetin "enini", yedi kat yerin ve yedi
kat göğün enine benzetmiştir. Halbuki, cennetin boyunun, eninden daha fazla
olduğunda ise şüphe yoktur. Böylece Cenâb-ı Hakk, cennetin boyunun, bunun kat
kat fazlası olduğuna dikkat çekmek için, "en"i zikretmiştir.
4) Bu,
kullar için, onların düşünebilecekleri, kafa ve gönüllerine çıkabilecekleri
şeye bir benzetmedir. Onların anlayışlarına göre, en büyük şey ise, göklerin ve
yerin miktarıdır. Bu, Zeccâc'ın görüşüdür.
5) İbn Abbas
(r.a)'ın tercih ettiği görüşe göre, cennetler dörttür. Çünkü Hak Teâlâ,
"Rabbisİnin makamından korkan için iki cennet vardır" (Rahman, 46) ve
"Bunların altında da iki cennet vardır" (Rahman, 62) buyurmuştur. O
halde burada kastedilen, o cennetlerden tek birini, eni bakımından, yedi kat
gök ile yedi kat yere teşbihtir.[117]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Allah'ın ve peygamberine iman edenler için hazırlanmış bulunan
(cennet'e)..." buyurmuştur, Bu ifadeyle ilgili bir kaç mesele vardır:[118]
Alimlerimizin
ekserisi, cennetin yaratılmış olduğuna, bu ayeti delil getirmişlerdir. Mutezile
ise, bu ayeti, şu iki
sebepten ötürü zahirî
manasına göre almanın mümkün
olamayacağını söylemiştir:
1)
HakTeâlâ'nın, "Yemişlerini (meyveleri) devamlıdır.."(Rad,35) ifadesi,
cennet meydana geldikten (yaratıİdfktan) sonra, sıfatlarından birisinin de,
onun fena bulmayacağına delâfet etmektedir. Fakat eğer cennet şu anda mevcut
olmuş olsaydı, "Allah'ın vechi hariç, herşey helak olacaktır (son
bulacaktır)" (Kasas, gayetinin delaletiyle, o da fâni olurdu.
2) Ehl'i
sünnete göre cennet yaratılmış olup, şu anda yedinci göktedir. Halbuki
cennetin, bunlardan birisinde olması ile, onun eninin yedi kat göğün eni kadar
olması düşünülemez. Binâenaleyh bu iki sebepten ötürü, ayeti mutlaka te'vil
etmek gerekir. Bu te'vil de şu iki şekilde yapılabilir:
a) Allah
Teâlâ kadir olunca, O'na karşı koymak mümkün olmaz. Hakîm olunca da, va'dinden
dönmesi söz konusu değildir. Halbuki Allah Teâlâ, kendisine itaat edenlere
cenneti vadetmiştir. Binâenaleyh
cennet, mutlaka olacak bir şeyi,
olmluş-bitmiş bir şeye teşbih edilerek, o cennetlikler için adeta hazırlanmış
gibi olur. Nitekim kişi, arkadaşına, onu mükâfaatlandırmaya kesinkes azmedip,
ama mükâfaatı vermediğinde, "senin İçin mükâfaat hazırlandı" der.
b) Bu ifade
ile, "Ahiret günü, Allah o cennetleri, mü'minler için hazırlar"
manası kastedilmiştir ki bu tıpkı, "Kıyamet günü nida ettiğinde..."
manasında, "cehennemlikler, cennetliklere şöyle nida ettiler..."
(A'raf, 44) demesi gibidir.[119]
Mu'tezile'nin bu
görüşüne şu şekilde cevap verebiliriz: Hak Teâlâ'nın, "Allah'ın vechi
(zâtı) hariç, herşey helak olacaktır" (Kasas, se) ayeti, genel bir
ifadedir. "İman edenler (muttakiler) için hazırlanmış" ayeti ile,
"(Cennetin) yemişleri devamlıdır" (Rad, 35) ayeti ise, husûsîdir.
Husûsî ifadeler, umûmî ifadeden önce nazar-ı itibara alınırlar. Mu'tezile'nin
"Cennet yaratılmış olup, yedinci göktedir" ifadesiyle ilgili
iddiasına gelince, biz diyoruz ki: Bu, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, cennetin
sıfatlarını belirtirken, "Cennetin tavanı, Rahman'm arşıdır"
buyurduğu gibi, "Cennetler, yedinci kat göğün üstünde
yaratılmışlardır" demektir. Binâenaleyh birşeyin üzerinde, ondan daha
büyüğünün yaratılmasında uzak görülecek ne vardır? Yedinci kat gök üzerinde
yaratılmasına rağmen, Arş da, mahlûkatın en büyüğü değil midir?[120]
Ayetteki,
"Allah'a ve peygamberlerine iman etmişler için
hazırlanmış..." ifadesinde, son
derece büyük bir ümit ve
emel
vardır. Çünkü Cenâb-ı Hakk, cennetin, Allah'a ve
peygamberlerine iman etmiş olanlar için hazırlandığını
bildirmiş ve bu imanın yanında başka birşey de zikretmemiştir. Mutezile,
hernekadar "iman" lafzının, şeriatın kullandığı manada, bütün taatlan
(ibadetleri) içine aldığını iddia etse bile, iman lafzının, bâ harfi cerri ile
müteaddî (geçişli) olduğu zaman, asıl manası yani "tasdîk" manası
üzere kaldığını da İtiraf ederler. Dolayısıyla bu ayet, onların aleyhine bir
hüccettir.
Cenâb-ı Hakk'ın bu
ayetin peşinden, "İşte bu Allah'ın fazlı keremidir ki, onu kimi dilerse,
ona verir" buyurması da, bahsettiğimiz manayı te'kid eder ve "Cennet
bir muamele (alışverişle elde edilen bir şey) değil, bir lütf-u ilâhîdir.
Dolayısıyla Allah o cenneti, ister itaatta bulunandan, ister asî olsun,
dilediği (mü'min) kullarına verir" demektir.
İmdi, eğer, "Bu
durumda siz ehl-i sünnetin, bütün günahkârlar için cennetin söz konusu olduğunu
ve onlar için kesinlikle bir cezanın olmayacağını söylememiz gerekir"
denilirse, biz deriz ki: "Evet, cennetin, günahkârlar için de söz konusu
olduğunu kesinkes söylüyoruz ama, ilahî cezaya hiç maruz kalmayacaklarını
söylemiyoruz. Çünkü günahlar, günahları oranında bir müddet azab görecekler,
sonra cennete nakledilecekler. Orada, artık süresiz kalınca, cennet bunlar için
de hazırlanmış olur.
Eğer, "Mürted de,
bir zaman Allah'ı tasdik etmiştir. Binâenaleyh bunun da, bu ayetin muhtevasına
girmesi gerekir" denilirse, derim ki: Bu umûmî hükümden, istisna edilmiş
bir durumdur. Dolayısıyla bu umûmî nas, bunun dışında kalanlar için hüccet
olmaya devam eder.[121]
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk, "İşte bu, Allah'ın fazl-ı keremidir ki, onu kimi dilerse, ona
verir" buyurmuştur. Alimlerimizin çoğu, cennet nimetlerinin, mü'minlerin
yaptıkları amellerin karşılığı değil, sırf Allah'ın lütfü olduğunu
söylemişlerdir. Mu'tezile'den Ka'bT'nin görüşü de böyledir. Alimlerimiz, bunun
doğruluğuna bu ayeti delil getirmişlerdir, ama Mu'tezilî Kadî (Abdulcebbar),
buna şöyle cevap verir: "Sizin bu dediğiniz şey, cennetin hakedilmesi ile
cennetin Allah'ın lütfü olması konusunu bağdaştırmak mümkün olmadığı zaman söz
konusudur. Ama iki sıfatın te'lifî mümkün olduğu zaman, böyle bir istidlal
(delil getiriş) doğru olmaz. Biz ise, bu iki vasfın arasında bir zıtlık
olmadığını söylüyoruz. Çünkü, sayesinde mükellefin, bu hakedişi elde edebildiği
şey (sebepleri) de lütfeden Allah Teâlâ'dır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, cenneti
haketmentn sebeplerini de lütfeden olunca, cenneti de lütfetmiş olur. Bu sabit
olduğuna göre, "Onu kime dilerse, ona verir" ifadesinin mutlaka,
"onu hakeden kimselere verir" manasında olması gerekir. Eğer böyle
olmasaydı, daha önceki, "Rabbinizden (olan) mağfiret ... için
yarışın" ifadesinin bir manası olmazdı.
Bil ki Kâdî'nin bu
izahı zayıftır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, cenneti kazanmasının sebeblerini lutfedici
olması, cennetin bizzat kendisini de lütfeden olmasını gerektirmez. Çünkü bir
insana bir kâğıt-kalem verilse, sonra da bu, kalemle, kâğıt üzerine Kur'ân
yazsa ve yazdığı Kur'ân'ı, kâğıtla-kalemi kendisine verene satsa, karşı tarafın
ödediği paranın, bir lütuf olduğu söylenemez. Aksine bu kimse o parayı almayı
haketmiştir. İşte burada da böyledir.
Kfidî "nin, "Mutlaka haketmesi gerekir. Aksi halde ayetteki,
"Rabbinizden (olan) mağfiret... için yarışın" ifadesinin bir manası
kalmaz" şeklindeki sözüne gelince, buna da şu şekilde cevap verebiliriz:
Bu, enteresan bir istidlaldir. Çünkü lütfeden kimse, yaptığı lütuf hakkında,
istediği şartı koşabilir ve "Ancak şu şartla lütfederim (bu iyiliği
yaparım)" diyebilir.
Daha sonra Hak Teâlâ,
"Allah büyük faz! sahibidir" buyurur. Bununla, Cenâb-ı Allah,
cennetin halinin-özelliğinin, büyüklüğüne dikkat çekmek istemiştir. Bu
böyledir, çünkü büyük lütuf sahibi, sayesinde kendisini medh-ü sena ettiği, bir
bağışta bulunduğunda, bunun, mutlaka ve mutlaka büyük olması gerekir.[122]
"Gerek yerde,
gerek nefislerinizde herhangi bir musibet isabet etse, mutlaka o, Bizim onu
yaratmamızdan evvel, bir kitabta yazılmıştır. Şüphesiz ki bu,
Allah için kolaydır"
(Hadid. 22).[123]
Zeccâc şöyle der:
Allah Teâlâ, "Rabbinizden olan mağfiret için ... yarışın" buyurunca,
cennet veya cehenneme gitmenin de ancak Allah'ın takdir ve kazası ile olacağını
bildirerek, böyle buyurmuştur ki bu, "Her bir musibet meydana geldiğinde,
o Allah katında önceden yazılmış-çizilmiştir" demektir.
"Yerdeki
musibetler, yağmursuzluk, ürünsüzlük, bitkilerin az olması, fiyatların artması
(enflasyon) ve açlığın biribirini kovalaması gibi şeylerdir. "Nefislerdeki
musibetlere gelince, bu hususta şu iki görüş iteri sürülmüştür:
1) Bu,
hastalıklar, fakirlik, çoluk-çocuğun ölümü, insanın cezalara uğraması gibi
şeylerdir:
2) Bu,
HakTeâlâ'nın bundan sonraki, "Elinizden çıkana tasalan mayasınız, O'nun
size verdiği ile şımarmayasınız diye (takdir edilmiştir)"(Hadid, 23)
ifadesinden ötürü, hayrı da şerri de içine alan bir ifadedir.
Cenâb-ı Hak daha
sonra, "Mutlaka bir kitabta yazılmıştır" buyurur ki bu, "Allah
katında, levh-i mahfuz'da yazılmıştır" demektir. Bu ifadeyle ilgili bir
kaç mesele var:[124]
Bu ayet, yeryüzündeki
bütün meydana gelen şeylerin, var
olmazdan önce, Levh-i Mahfuzda yazılmış (Allah'ın
ilminde malum) olduklarına
delalet eder. Kelamcılar, şöyle derler:
"Bütün
bunlar, şu sebeplerden
ötürü, yazılıp tesbit
edilmiştir:
1) Melekler,
yazılan bu şeyler ile, Hak Teâlâ'nın, bütün herşeyi, meydana gelmezden önce
bildiğine, bunun sayesinde istidlal etmişlerdir.
2) Bu,
onların Allah'ın hikmetini bilmelerine-görmelerine yarar. Çünkü Allah Teâlâ,
insanların günah işleyeceklerini'bile bile, onları yaratmış ve onlara rızık
vermiştir.
3) Onlar bu
gibi masiyetlerden kaçınsınlar diye...
4) Allah'ın
onları, taatta bulunmaya muvaffak kılıp, günahtan koruyuşuna şükretsinler
diye..."
Feylesoflar şöyle
demişlerdir; "Cenâb-ı Hakk'ın, kendilerini işleri yöneten ve taksim eden
varlıklar olarak nitelediği, o melekler, süflî alemde, yörüngedeki hareketler
ve yıldızların birleşmeleri (karşılıklı etkileşini) vasıtasıyla meydana gelen o
hadiselerin, başlangıcı (sebebi)dirler. Binâenaleyh meleklerin tasavvuru
(varlığının düşünülmesi), bu sebeplerin o neticelere götürülmesi içindir. Hak
Teâlâ'nın, "Mutlaka bir kitabta yazılmışır" ifadesi ile kastedilen
mana budur."[125]
Ehl-i tevhidin
çoğunluğu, Hişâm b. Hakem hariç. Allah
Teâlâ'nın, eşyayı (herşeyi), onlar meydana gelmezden
önce bildiğine, bu ayeti
delil getirmişlerdir. Bu delil (getirişin şekli
şöyledir: "Allah Teâlâ, hâdiseleri o kitaba,
onlar meydana gelmezden önce
yazıp-çizip, o hadiseler de bu yazgıya uygun olarak gerçekleşince,
bu sayede, Allah Teâlâ'nın herşeyi,
önceden, bildiğini anlıyoruz."[126]
Ayetteki, "Gerek nefislerinizde..." ifadesi,
nefislerle, insanın
kendisiyle ilgili olan
bütün musibetleri-belâları
içine alır. Dolayısıyla da bunun içine,
insanın kâfir ve günahkâr olması da girer. Öyle ise
ayet, olduğuna ve Allah'ın
İlminde mevcut olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh bu mukadder (yazılı)
şeylerden uzak kalmak imkânsızdır. Çünkü Allah Teâlâ'nın, onların olacağını
bilmesi, onların meydana gelmemesini münâfidir. Böyle birbirine münâfî (zıt)
iki şeyin arasını te'lif etmek (aynı anda yapmak) ise, muhaldir. Binâenaleyh
onların meydana geleceğine dair, ilahî ilim mevcut olup, bu ilminde, asılsız
çıkması imkânsız olunca, bunların olmaması ile Allah'ın onların olacağını
bilmesinin arasını te'lif etmek (bu ikisini birlikte düşünmek) imkânsızdır.[127]
Allah Teâlâ, bütün
hadiselerin o "kitab"ta yazılı olduğunu söylememiştir. Çünkü
cennetliklerin ve cehennemliklerin
hareketleri sımrsız-sayısızdır. Dolayısıyla bütün bu
hareketleri o kitaba kaydetmek imkânsızdır. Hem sonra, Allah Teâlâ, yazma
işinin. yerde ve nefislerde
olanlarla İlgili olduğunu bildirmiş, bunun içine göklerde olan şeyleri
katmamıştır. Ayrıca bunları, yerdeki ve nefislerdeğki mutluluklar ile değil de,
musibetlerle sınırlamıştır ki, bütün bu rumuzlarda, bir takım işaretler ve
sırlar yatmaktadır.[128]
Ayetteki, "Bizim onu yaratmamızdan evvel..."
ifadesi ile ilgili olarak, alimler değişik izahlar yapmışlardır. Bazıları,
buradaki "onu" (hâ) zamirine, "O musibetleri", bazıları,
"O nefisleri", diğer bazıları da, "O yeri" manalarını
vermişlerdir. Bu manaların hepsi de düşünülebilir. Çünkü bahsedilen bu üç şey
de, daha önce zikredilmiş şeylerdir.
Fakat doğruya en yakın
olan, bunun "O musibetleri yaratmazdan önce..." manasında olmasıdır.
Çünkü esas konu budur. Diğer bazı âlimler de, buna, "O mahlûkatı
yaratmazdan Önce..." manasını vermişlerdir. Herne kadar daha önce
bahsedilmiş olmasa bile, bu zamirin, açık olduğu için, "mahlükata"
râcî olması caizdir ve bu tıpkı, zamirin mercii geçmediği halde, "Şüphesiz
onu Biz indirdik" (Kadir, 1) ayetindeki zamiri, "Kur'ân"
manasına almamız gibidir.
Daha sonra Hak Teâlâ,
"Şüphesiz ki bu Allah için kolaydır" buyurmuştur ki bu hususta da şu
iki açıklama yapılabilir:
a) Bu,
"Bu (kader) kitabını korumak Allah'a kolaydır" demektir.
b) Bu,
"Bütün bunları, çok-çok fazla olmalarına rağmen, böyle bir şey insan için
zor ise de, Allah'ın o kitaba yazması, çok kolaydır" demektir. Bu ayetin
bir benzeri de, "Ömrü uzatılana çok ömür verilmesi, (kısaltılanın) ömrünün
eksilülmesi de hâriç olmamak üzere, hepsi, bir kitabta yazılıdır" (Fâtır,
11) ayetidir.[129]
"Allah bunu,
elinizden çıkana tasalanmayasınız, O'nun size verdiği ile sevinip şımarmayasmız
diye böyle kader olarak yazmıştır. Allah çok böbürlenen hiçbir
kibirliyi sevmez"
(Hadid. 23).
Ayetle ilgili birkaç
mesele var:[130]
Ayetin başındaki
"lâm", sözün başlangıcının, sonu için bir sebeb kılındığını ifade
etmektedir. Bu tıpkı senin şu sözün
gibidir: "Seni dövmek için kalktım." Çünkü
buradaki lâm, ayağa kalkmanın, dövmenin bir sebebi olduğunu ifade etmektedir.
Ayette de böyledir. Çünkü Allah Teâlâ, bu şeylerin, kaza ve kader ile olup,
değişmeyen bir kitabta (yazgıda) bulunduklarını haber vermesinin, insanın
meydana gelen şeye karşı sevinip şımarmasının aşırı olmamasını; meydana
gelmeyen şeyden dolayı da üzüntüsünün çok şiddetli olmamasını gerektirdiğini
beyan etmiştir. Hz. Peygamber (s.a-s)'in,"Kim Allah'ın kader sırrını
bilirse, musibetler ona kolay ve hafif gelir" hadisi ile kastedilen de
işte budur.
Ehl-i sünnete göre
vukua gelen her şeyin vaki olması, vukua gelmeyen her şeyin ise vaki olmaması
kesindir. Bu şu dört sebepten ileri gelir:
1) Allah
Teâlâ, o şeyin vakî olacağını bilmiştir. Binâenaleyh eğer o şey vuku bulmayacak
olsa, Allah'ın ilmi, cehalete dönüşmüş olurdu (ki bu imkânsızdır).
2) Allah
Teâlâ, onun olmasını irâde etmiştir. Eğer o şey vâkî olmasaydı, Allah'ın
iradesi bir temenniye dönüşmüş olurdu (ki bu da imkânsızdır).
3) Allah'ın
kudreti, o şeyi meydana getirmeye taalluk etmiş (yönelmiştir). Eğer o şey
meydana gelmemiş olsaydı, bu kudret bir acziyyete dönüşmüş oturdu.
4) Allah
Teâlâ, sırf doğruluk olan kelamı (sözü) ile, o şeyin meydana geleceğini
söylemiştir. Eğer o şey meydana gelmemiş olsaydı, bu doğru haber, bir yalana
dönüşmüş olurdu. O halde meydana gelmiş olan bu şey, eğer meydana gelmeseydi,
bu dört sıfat, kemâl ifade etmekten, noksanlık ifade eder hale, kadîm oluşdan
da, sonradan olma haline dönüşürdü. Böyle olması imkânsız olunca, biz, bu
şeylerin meydana gelmesine manî olacak
hiçbirşeyin bulunmadığını anlarız.
Bu tür düşüncelerin ortaya
çıkması durumunda da, mihnet ve sıkıntılar insana kolay gelir. Hüzün ve keder
yok olur, mihnet ve sıkıntılar o insana kolay gelir.
Mu'tezile'ye gelince,
haydi diyelim ki, onlar mezkûr dört esastan kudret ve irade konusunda (ehl-i
sünnet) ile çekişirler. Fakat onlar, "ilim" ve "haber"
konusunda, ehl-i sünnetle aynı görüştedirler. Haber[131] bu iki sıfat hakkında gerekli olansa, artık
bu iki sıfat sebebiyle gerekli olması ile dört sıfat sebebiyle gerekli olması
arasında ne fark olabilir ki?
Felsefecilere gelince,
haber zaten onların görüşüdür. Çünkü onlar, insan fiillerinin meydana
gelmesini, bir takım zihnî tasavvurlara ve hayatî tahayyüllere bağlamışlardır.
Sonra onlar, bu tasavvur ve tahayyülleri, takdir edilmiş: belirlenmiş bir takım
metodları olan ve de aksine şeylerin vuku gelmesi imkânsız olan, felekî
devirlere (dönüşümlere) bağlamışlardır.
Hiçbir müessir kabul
etmeyen, Dehriyye'nin ise, olayların meydana gelişinin tesadüfi olduğunu
söylemeleri zorunludur. Bu şeyler tesadüfi olunca da, ihtiyarî ve iradî olmamış
olur. Böylece de "cebr" kaçınılmaz olur. Bunu ister kabul ister
reddetsinler, hiçbir akıllı bundan kaçamaz. İşte bu, ehl-i sünnetin, bu ayet
ile nasıl istidlal ettiğinin beyânı ve izahıdır.[132]
Mu'tezile ise şöyle
der: "Bu ayet, kulun kudret ve irade sahibi olduğuna deiâlet etmektedir.
Bu hususu, şu birkaç şekilde açıklayabiliriz:
1) Ayetteki
"Elinizden çıkana tasalanmayasınız diye..." ifadesi, Allah Teâlâ'nın
insanlara, bu musibetlerin bir kitabta yazılmış olduğunu haber verişinin,
insanların hüzünlenme ve fazlaca sevinmeden kaçınmaları için olduğunu haber
verişinin,. insanların hüzünlenme ve fazlaca sevinmeden kaçınmaları için
olduğuna delâlet etmektedir. Eğer insanlar, bu fiillere muktedir olamasalardı,
bu "lâm"ın (sebeb belirtisin), herhangi bir anlamı olmazdı.
2) Bu ayet,
Allah Teâlâ'nın insanlardan hüzün ve şımarıklığın (aşırı sevincin) meydana gelmesini
istemediğine delalet eder. Bu da mücebbirenin (ehl-i sünnetin), "Allah,
onların bütün bu fiillerini diler" şeklindeki görüşlerinin hilafınadır.
3) Allah
Teâlâ bu ayetin sonunda, "Allah çok böbürlenen hiçbir kibirliyi
sevmez" buyurmuştur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın bu işi dilemediğine delâlet eder.
Çünkü "sevme" ile "irâde etme" aynı manayadır. Bu durum da,
mücebbirenin (ehl-i sünnetin), "Olan herşey, Allah'ın muradı (iradesi) ile
olmuştur" şeklindeki görüşünün aksinedir. Cenâb-ı Hak, (için, diye) ifadesi ile, fiilin başına,
illet (sebeb gösteren) lâm getirmiştir. Bu, Allah'ın fiillerinin bir maksad ve
gayeye bağlı (muallel) olduğunu gösterir."
Ben derim ki: Akıllı
olan, gerçekten bu ayetin, hem cebr, hem de kader fikrine nasıl taalluk
ettiğine ve her iki mezheb mensuplarının daha çok kendi örüşlerine deflet
bulmalarına hayret eder.[133]
Ebû Ali el-Fârisî
şöyle demiştir: "Sadece Ebû Amr, kasr ile okuyarak, (size gelen) şeklinde; diğer kıraat
imamları ise, med ile (Onun size verdiği) şeklinde okumuşlardır.
Ebû Amr'm delili şudur: "Bu ifade, ayette i&ü (elinizden çıkan)
ifadesinin dengi (karşılığı)dır. 'deki fiil, gâib sigasıyladır. deki fiilde aynı şekildedir. Her iki fiilde
ism-i mevsûle râcî olan âid zamiri, fail olması sebebiyle, merfû olan müzekker
bir zamirdir." Diğer kıraat imamlarının delili de şudur: Bu fiil med ile
okunduğu zaman, verme işi Allah'a nisbet edilmiş olur. Dolayısıyla bunu veren
Allah Teâlâ'dır. Bu fiildeki fail zamiri, Allah lafzına râcî olan bir zamir
olur. Burada mahzûf bir hâ zamiri vardır ve takdiri, "Size verdiği o
şey" şeklindedir."[134]
Müberred şöyle
demiştir: Allah Teâlâ'nın bu ayet ile
muradı, üzülme ve şımarmayı mutlak olarak
yasaklamaktır.
Daha doğrusu bunun
manası şudur: "Sizi, kendinizi helak
edecek bir şekilde üzülmekten kaçının, elinizden kaçan
fırsatlardan elde edeceğiniz, mükâfaat ve kârların hesabını yapmayın. Aynı
şekilde, sizi, şımartıp azgınlaştıracak bir şekilde olan aşırı sevinç ve
şımarıklıklara da düşmeyin."
Bunun delili, ayetteki,
"Allah çok böbürlenen hiçbir kibirliyi sevmez" cümlesidir. Ayet, bu
ifade ite birlikte, kişinin böbürlendiği ve iyice şımardığı bir sevincin
Alla" katında kınanmış olduğuna delâlet etmektedir. Allah Teâlâ'nın
nimetlerine karş -sevinmeye ve bunlara şükretmeye gelince, bu kınanmamıştır.
Bütün bunlar, İkrfme'nin fbn Abbas (r.a)'dan naklettiği şu rivayetin, manasına
uygundur: Sevinmeyen veya mahzunluk duymayan hiç kimse olmaz. Ama siz musibet
halinde sabır, nimet ve sevinç halinde şükür ile donanın."
Kâdî Abdul Cebbar
(Mu'tezılî) ise bu ayet ile, Allah Teâlâ'nın, kulların fiillerini murad eden
olmadığı hususunda istidlalde bulunmuştur ki buna şöyle cevap verilir. Ehl-i
sünnetten, pek çoğu "sevme" ile "irade etmeyi birbirinden ayırd
etmiş ve "sevme, özel bir irâde etmedir. Sevme, mükâfaat verme iradesidir.
Dolayısıyla, bu iradenin olmadığını söylemek, mutlak manada irade olmadığı
manasına getmez" demiştir.[135]
"Onlar (o
kibirliler) cimrilik yapanlar ve insanlara da cimriliği emredenlerdir.
Kim arka dönerse, şüphe yoktur ki Allah
herşeyden müstağni ve bütün
hamdlere iâyık olanın tâ kendisidir"
(Hadid. 24).
Bu ayetle ilgili bir
kaç mesele vardır:[136]
Ayet hakkında iki
görüş vardır:
1) Bu, bir
önceki ayetteki, "çok böbürlenen,
hiçbir kibirliyi" ifadesinden bedeldir. Buna
göre, Cenâb-ı Hakk sanki şöyle buyurmuştur: "Allah böbürleneni, cimrilik
yapanları sevmez." Allah Teâlâ, bununla, insanı azgınlığa düşüren bir
böbürlenme ve sevinç ile sevinenleri kastetmiştir. Bu kimseler, bir mal ve bir
dünya hazzı nasib edildiğinde, o şeye karşı olan sevgileri ve o şeyin onlar
indindeki değerinden dolayı, o şey hakkında cimri davranırlar, bununla da
yetinmezler, hatta insanlara da o konuda cimriliği tavsiye ederler. Bütün
bunlar, o şey, ellerine geçtiği zaman gösterdikleri sevinç ve şımarmanın bir
neticesidir. Bundan sonra Cenâb-ı Hakk, "Her kim Allah'ın emir ve
nehiylerine arka döner, kendisini Allah'ın nehyettiği, elden kaçana üzülme ve
verilere karşı aşırı sevinmeden alıkoymaz ise, bilsin ki Allah müstağnidir,
kimseye ihtiyaç yoktur.
2) Ayetteki,
"cimrilik yapanlar" ifadesi, önceki ayetle irtibatı olmayan, yeni bir
cümledir. Bu, Hz. Muhammed (s.a.s)in Kitab-t Mukaddes'te bulunan sıfatlarını
gizleyen ve onun sıfatlarını ortaya koyma (anlatma) hususunda cimri davranan,
yahudilerin durumuyla ilgilidir,ifadesi mübteda olup; haberi, ifadesinin
delâlet ettiği mahzûf bir ifadedir. Kur'ân'da bu şekilde haberlerin hazfi çokça
vardır. Meselâ, "Eğer, bu, kendisiyle dağların yürütüldüğü bir Kur'ân olsaydı..."
(Ra'd, 31) ayetinde, böyledir.[137]
Ebû Ali el-Fârisî ve
İbn Amir, lafzını hazfederek, şeklinde okumuşlardır. Medine
ve Şam ahalisinin mushaflarında da
böyledir. Diğer kıraat
imamları
ise, ayeti şeklinde okumuşlardır. O sözüne devamla, bu ayeti kerimedeki nın mübtedâ değil, fasi zamiri olması
gerekir. Çünkü, fasi zamirinin hazfedilmesi daha kolaydır. Bilmiyor musun, fasi
zamirinin irâbta mahalli yoktur ve (Kehf,39) ayetinde olduğu gibi, bu zamir
bazan hazfedilir ve bu manaya da bir halel vermez.[138]
ifâdesi,
"Şüphesiz ki Allah Teâlâ
müstağnîdir; dolayısıyla, bu cimrinin cimriliği, Allah'a hiçbir
zarar vermez.." anlamındadır.
Ayetteki el-hamîd, burada
zikredilen
sualin bir cevabı gibidir. Sanki, "Allah Teâlâ o
kimsenin bu mal hususunda cimrilik
yapacağını ve bu malı tâat yerlerinde
harcamayacağını bildiği halde, bu malı niçin ona
vermiştir?" denildi de, Allah Teâlâ
buna karşı, "Allah, bu verme hususunda hamîd'dir;
O kişiye, rahmet ve nimet
kapılarını
açması sebebiyle, hamd'e müstehaktır. Eğer bu kul, taatta kusur işlerse,
şüphesiz ki, bunun vebali ona
aittir" diye cevâp vermiştir.[139]
"Andolsun ki biz,
elçilerimizi, açık açık burhanlarla gönderdik ve insanların,
adaleti ayakta tutmalan için,
beraberlerinde de kitabı ve mîzânı indirdik. Bir
de, kendisinde hem çetin bir sertlik hem de insanlar
için menfaatler bulunan
demiri
indirdik. Çünkü (bununla), Allah, Kendisine ve peygamberlerine
gıyaben, kimlerin yardım edeceğini belli
edecektir. Şüphesiz ki Allah, en büyük kuvvet sahibidir, yegane gâlibtir"
(Hadid, 25).[140]
Ayetteki beyyinat
(burhanlar) kelimesinin tefsiriyle ilgili iki görüş vardır:
Birincisi, Mukâtil ibn
Süleyman'ın görüşüdür. Buna göre, el-beyyinât, apaçık mu'cizeler ve kesin
delillerdir.
İkincisi, Mukâtil ibn
Hayyân'ın görüşüdür. Buna göre ayet, "Bizonları, Allah'a itaata ve
Allah'tan başkasından yüz çevirmeye davet eden amellerle gönderdik"
anlamındadır. Birinci görüş, daha sahihtir. Çünkü, peygamberlerin nübüvveti,
ancak bu mucizelerle sabit olmuştur.[141]
Cenâb-ı Allah daha
sonra, "... insanların adaleti ayakta tutmaları için, beraberlerinde de
kitabı ve mîzânı indirdik. Bir de, kendisinde hem çetin bir sertlik hem de
insanlar için menfaatler bulunan demiri indirdik..." buyurmuştur. Bil ki,
bu ayetin benzerleri de, "Allah, hak ile kitabı ve mîzânı indirendir"
(Şûra, 17) ve "Semâyı yükseltti ve mîzânı (ölçüyü) koydu" (Rahman, 7)
ayetleridir. Burada birkaç mesele vardır.[142]
Bu, kitab, mîzân ve
demir arasındaki münasebet konusundadır. Bu münasebet birkaç
şekildedir:
1) Bu, benim
söylediğim şu münasebettir: Mükellefiyet İki şeye dayanır: Birincisi, yapılması
gerekeni yapmak, ikincisi, terkedilmesi gerekeni terketmektir. Birincisi, bizzat
maksût olan bir şeydir. Çünkü, eğer, bizzat maksût olan şey "terk"
olsaydı, hiç kimsenin yaratılmaması gerekirdi. Çünkü terk, ezelde mevcut idi.
Yapılması gereken
şeyler ise ya nefse (ruha) ait işlerdir ki bunlar da bilgi (maarif)
nevindendir. Yahut bedene ait işlerdir ki bunlarda azaların işleridir. Kitap,
ruha ait (fikri) işlere vesile olan bir şeydir; zira hakkı batıldan; delili
şüpheden ayırdeden odur. "Mîzân" da, kendisiyle, gerekli olan bedenî
fiillerin yapılmasına ulaşılan vasıtadır. Çünkü, amellerdeki meşakkatli
mükellefiyetlerin ekserisi, insanların birbirleriyle ilişkisine yöneliktir.
Mîzân da, adaletin zulümden, fazlalığın noksanlıktan kendisiyle ayırdedildiği
bir şeydir. Demire gelince, onda da şiddetli bir sertlik vardır. O, insanları,
gerekli olmayandan ahkoyucudur. Velhasıl, kitab, kuvve-i nazariyyeye (düşünce
kudretine); mîzan, kuvve-i ameliyyeye; demir de, gerekli olmayanı def etmeye
bir işarettirler. Kısımların en şereflisi, ruhanî maslahatlara; sonra, cismanî
maslahatlara riayet edip, sonra da gerekli olmayandan alıkoyma olunca, ayeti
kerimede de bu tertibe riâyet edilmiştir.
2) Muamele,
ya Hâlık (Allah) ile olur, ki bunun yolu "kitâb"tır; ya halk
(insanlar) ile olur, ki bunlar da, ya dostlarımızda ve onlarla adil bir biçimde
muamele yapıyoruzclur; ki bu
da "rnîzân" ile sağlanır; yahutta düşmanlarımızdır. Ve onlarla
muamelelerimiz de, demir ile, kılıç iledir.
3) İnsanlar
üç kısımdır: Ya, sâbikûn'durlar. Ki bunlar, halka, kitabın muktezâsına göre
muamele ederler; kendilerine insaflı davranılmasa bile, onlar insaflı ve âdil
olurlar. Şüpheli (haram şüphesi olan) hususlardan uzak dururlar. Yahut da,
muktesidûn (orta yolu izleyenler)dırlar. Onlar, insaflı davranan ve
başkalarından da insaftı davranmalarını bekleyenlerdir. (Kendilerine insaflı
davranılması halinde insaflı davranırlar). Dolayısıyla, bunlar için bir mîzân,
Ölçü gerekir. Üçüncü kısım ise, zalimlerdir. Ki bunlar, kendilerine âdil
davranılmasını istedikleri halde, kendileri adil davranmayan kimselerdir.
Bunlar için de, demir ile zecr, yasak gereklidir.[143]
4) İnsan, ya
hakikat makamında olur; ya bu, nefs-i mutmainne ve mukarrebûn makamıdır-, bu
makamda, ruhu, ancak Allah ile sükûnet bulunur ve ancak Allah'ı-hitâbı ile amel
eder. Nitekim, "iyi bilin ki, kalbler ancak Allah'ın zikri ile mutmain
olur.." (Ra'd. 28) buyurmuştur. Yahut ta insan, tarikat makamında olur. Ki
bu, nefs-i levvâme ve ashâb-ı yemîn makamıdır. Bu insan için de, ifrat ve
tefrit aşırılıklarından sakınabilmesi ve sırat-ı müstakim üzere kalabilmesi
için, ahlâkı bilme hususunda bir ölçü gereklidir. Yahutta insan, şeriat
makamındadır. Ki bu, nefs-i emmâre makamıdır. Onun için burada, bu konuda,
meşakkatli ve demir gibi sert olan, mücahede ve riyazât gereklidir.[144]
5) İnsan, ya
keşf ve vusul sahibi olur; bu durumda da onun, ancak kitabta ünsiyyeti olur;
yahut, talep ve istidlal sahibi olur, bu durumda da ona, delil ve hüccet mîzân
gerekir, ya da, inat ve diretme sahibi olur, ki bu durumda da onun demir ile
yeryüzünden sürülmesi gerekir.[145]
6) Din, ya
usûl ya da fürû'dur. Bir diğer ifâdeyle, ya marifettir, ya da ameldir.
"Usûl", kitab'tan alınır. Fürû'a gelince, bundan maksat, insanların
fayda ve maslahatlarını, âdil düzenlerini bulunduğu fiil ve amellerdir. Ve bu, mîzân
ile elde edilir. Binâenaleyh bu, adalete riayet etmeye bir işarettir. Demir
ise, bu iki yolu terkedeni tedip etmek için kullanılır.
7) Kitâb,
Allah Teâlâ'nın, adalet ve insanlık davranmayı gerektiren ahkâmdan olmak üzere
Kitâb-ı Kur'ân'da zikrettiği şeylere bir işarettir. Mîzân, adalet ve insaf
üzerine bina edilmiş bu ahkâma, insanları yöneltmeye bir işarettir ki, bu,
yöneticilerin işidir. Demir de, eğer insanlar başkaldırırlarsa, onları kılıçla
adalet ve insafa yöneltmenin gerektiğine bir İşarettir.
Bu, Kitâb'ın erbabı
olan âlimlerin mertebesinin, kılıç erbabı olan yöneticilerin mertebesinden önce
geldiğine delâlet eder. Bunlar arasındaki münasebet ve ilgi noktaları çok daha
fazladır. Bizim zikrettiklerimizde ise, diğerlerine bir işaret vardır.[146]
Alimler, mîzân ve
demirin indirilmesiyle ilgili iki görüş zikretmişlerdir:
1) Allah
Teâlâ bunları gökten İndirmiştir. Rivayet olunduğuna göre Cebrail (a.s), mîzânı
indirmiş ve onu, Nûh (a.s)'a vermiş ve "Kavmine, bununla ölçüp tartmalarını
emret" demiştir. İbn Abbas'tan şu rivayet edilmiştir: Hz. Adem (a.s),
yanında, örs demiri, kelpeten, çekiç, körük ve iğne olarak beş şey olduğu
halde, cennetten indirilmiştir. Bunun sıhhatine. İbn Ömer'in rivayet ettiği şu
hadis de delâlet eder: Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Allah Teâlâ, gökten yere dört
bereket indirmiştir Demiri, ateşi, suyu ve tuzu indirmiştir"[147]
2) Bu
indirmenin anlamı, var etme ve hazır hale getirmedir. Nitekim Allah Teâlâ,
''Sizin için, davarlardan sekizçiftindirdi..."(Zümer, 6) buyurmuştur.
Kutrub, "bizonu indirdik" sözünün anlamının, "en-nüzul"
kökünden olmak üzere, "biz onu hazırladık" şeklinde olduğunu;
Arapça'da, "Emir, falancaya güzel bir ziyafet hazırladı" denildiğini
söylemiştir. Bazı alimler de, bu ifadenin, "O hayvanı, saman ve soğuk su
ile yemledim.." ve "Ekmek ve süt yedim.." cinsinden bir söz
olduğunu söylemişlerdir.[148]
Mîzân (terazi)'nin
faydalan hususunda, insanların, onunla
adaleti yerine getirmeleri olduğu hususu
zikredilmiştir.
"el-kıstu ve el-ıksatu"
kelimeleri, insaflı, âdil davranma
anlamındadır. Bu ise, kendi payını aldığın gibi,
başkasının payını da vermendir.
Âdil olan da, "muksif'tir. Allah Teâlâ, "Şüphesiz ki Allah muksıt
(âdil) olanları sever" (Mâide, 42) buyurmuştur. El-kâsıtu kelimesi ise,
zulmeden anlamındadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Zalimlere gelince, bunlar,
cehennem yakıtıdırlar" (On, ısjbuyurmuştur. Demir'e gelince, onda şiddetli
bir sertlik vardır. Çünkü, harp aletleri ondan yapılır; keza bunda da birçok
faydalar vardır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz, sizin için, ona zırh yapma
sanatını öğrettik..." (Enâm, 80) sözü, bu faydalardan birisine işarettir.[149]
Bu faydalardan birisi
de şudur: Alemin faydası, ya usûlle, ya da fürû ile ilgilidir. Usûle, yani
temel olanlar dört tanedir: Ziraat, dokumacılık, inşaat ve idarecilik... Bu
böyledir, çünkü insan, yiyecek yemeye, giyecek elbiseye ve oturacak konuta
muhtaçtır. Ve insan, yaratılış icabı, medenîdir. Binâenaleyh, onun menfaati,
ancak, kendi cinsinden olan bir grubun bir arada bulunması ve onlardan
herbihnin, hususî bir iş ile meşgul olması ile tamamlanır. İşte o zaman,
herbirinin menfaati, hepsiyle beraber düzen ve nizama girer. Bu nizamın, bir
takım sıkışıklıklara yol açması ise, kaçınılmazdır. Yine, bu durumda, bir
kısmının diğerine vereceği zarara mani olacak bir kişi gereklidir ki, bu da,
yöneticidir.[150]
Böylece, âlemin
düzeninin, ancak bu dört iş ile nizâm ve düzen içinde bulunacağı sabit olmuş
olur. Bunlardan ziraat, demire muhtaçtır. Bu ihtiyaç, toprağı altüst etme ve
ekme konusundadır. Sonra, hububat oluşup elde edildikten sonra da, onun
başaklarından çıkarılıp savrulması gerekir. Bu da demirle tamamlanır. Sonra, bu
hububatın öğütülmesi gerekir. Bu da, demirle olur. Sonra, bu unun pişirilmesi
gerekir ki, bu da ateş ile samanladır. Ateşte pişirmek için de, demir kaplara
ihtiyaç vardır. Meyvelere gelince, onların da, kopuklarından temizlenmesi,
yemeye elverişli bir biçimde dilimlenmesi gerekir. Bu da ancak demirle yapılır.
Malumdur ki, dokuma da, araç gereçleri hususunda demire muhtaçtır. Sonra, yine
elbise kesiminde ve dikiminde, yine demire ihtiyaç duyulur. Bina işine gelince,
malûmdur ki, bunun tam ve mükemmel bir biçimde yapılması, ancak demir ile
mümkün olur. Yine, güç kudret vasıtalarının ancak demir ile tam ve mükemmel
olduğu malumdur. İşte böylece, âlemin pekçok menfaatinin, ancak demir ile tam
olabileceği ortaya çıkmaktadır. Yine, altının, bu menfaatlerin hiçbirinde
demirin yerini tutmadığı da ortaya çıkar. Dolayısryla, eğer dünyada hiç altın
bulunmasa, dünya menfaatinden hiç birine halel gelmez. Ama, eğer, demir mevcut
olmasaydı, dünya menfaatlerinin hepsi bozulur, halel görürdü.[151]
Hem sonra, demire olan
ihtiyaç şiddetli olunca, Allah Teâlâ, onun bulunmasını kolay; miktarını da
bolca yaptı. Altına ihtiyaç da az olduğu için, onun bulunuşunu zor kıldı. İşte
böylece, Allah Teâlâ'nın kullarına karşı, rahmet ve cömertlik eseri zuhur
etmektedir. Çünkü, insanların kendisine daha çok muhtaç olduğu şeyin bulunuşunu
daha kolay kılmıştır.
Bundan dolayı, bazı
hukemâ, şöyle demişlerdir: "Kendisine ihtiyaç duyulan" en önemli şey,
havadır. Eğer, onun kalbe (akciğere) ulaşması bir an kesilecek olsa, insan
derhal ölür. Bundan dolayı, pek yerinde olarak Cenâb-ı Allah, onu kolayca elde edilen
bir şey kılmış ve teneffüs sebep ve araçlarını hazırlamıştır. Böylece insan, bu
hususta herhangi bir zorlanmaya ihtiyaç duymaksızın, yaratılışı gereği, daima
teneffüs etmektedir.
Hava'dan sonra en çok
ihtiyaç duyulan şey, sudur. Ama suya olan ihtiyaç havaya olan ihtiyaçtan daha
az olduğu için, Allah, suyu elde etmeyi, havayı elde etmekten biraz daha
meşakkatli kılmıştır.
Sudan sonra en çok
ihtiyaç duyulan şey, yemektir. Yemeğe olan ihtiyaç, suya olan ihtiyaçtan daha
az olduğu için, Allah Teâlâ, yemek elde etmeyi su elde etmekten daha meşakkatli
kılmıştır. Sonra, ihtiyaç derecesi ve kıymet açısından, yemekler de derece
derecedir. Binâenaleyh, kendisine daha çok ihtiyaç duyulan yemeğin bulunması
daha kolaydır. Bulunması ve elde edilmesi daha zor olan her yiyecek, kendisine
daha az ihtiyaç duyulan bir yiyecektir.
Kıymetli taşlara ve
madenlere olan ihtiyaç gerçekten çok az olduğu için, pek yerinde olarak onlar
son derece azdırlar. Böylece anlıyoruz ki, daha çok ihtiyaç duyulan herbir
şeyin elde edilmesi daha kolaydır. Allah'ın rahmetine olan ihtiyaç,
herbir şeye olan ihtiyaçtan daha fazla
olduğu için, Allah'ın fazlından, o rahmetin bulunmasını en kolay şey kılmasını
niyaz ediyoruz.
Şair şöyle demiştir:
"O
Allah'ı takdîs ve tenzih ederim ki insanların pek ihtiyaç duymadıkları şeyleri
izzetinin teallisine mazhar kılarak nadir kılmış. Faka; ruh sahibi her varlığın
muhtaç olduğu havayı onlara musahhar ve amade eylemiştir."[152]
Allah Teâlâ daha
sonra, "Çünkü (bununla), Allah, kendisine ve peygamberlerine gıyaben
kimlerin yardim edeceğini bilecektir. Şüphesiz ki Allah, en büyük kuvvet
sahibidir. Yegâne galibör" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele
vardır:[153]
"Kendisine
... kimlerin yardım edeceğini..."
ifadesi. "dinine kimin yardım edeceğini, peygamberlerine, onların
gıyabında, din düşmanlarıyla cihâd
ederek, kılıçlar. mızraklar, vb. silahlar kullanmak suretiyle kimin yardım
edeceğini bilecektir" anlamındadır. İbn Abbas, "Allah'a yardım
ederler, ama O'nu göremezler" demiştir "Eğer Allah'a yardım
ederseniz, O da size yardım eder" (Muhammed, 7) ifâdesi de buna yakındır.[154]
Allah Teâlâ'nın
ilminin "hâdis-sonradan olma" olduğunu söyleyen kimse, ayetteki Allah bilecektir, bilsin,
diye" ifâdesini delip çevirmiştir.
Bu kimseye, "Allah Teâlâ, burada, bilmek ile, malûmu (bilineni)
kastetmiştir. O sanki şöyle buyurmaktadır: "Böylece, peygambere yardım
edecek kimsenin o yardımının vaki olması için" buyurmuştur" denilerek
cevâp verilir.[155]
Cübbâî, "Ayetteki,
"İnsanların adaleti
ayakta
tutmaları için" İfadesinde, Allah Teâlâ'nın, mîzân
ve demiri indirdiğine O'nun kullarından
istediğinin, onların
adaleti
yerine getirmeleri ve peygamberine yardım etmeleri
olduğuna bir delâlet vardır. Allah'ın
herkesten istediği bu olunca, Mücebbire (ehl-i
sünnet)nin, "Allah, bazı insanlardan bunun aksini
murad etmiştir" şeklindeki sözleri
batıl olur"demiştir.
Buna şöyle cevap
verilir: Allah Teâlâ, bunun aksinin mevcut olacağını bildiği, iki zıt arasını
cem etmek de imkânsız olduğu ve muhal olan irâde edilemeyeceğine göre,
Allah'ın, bunu herkesten dilemiş olması nasıl mümkün olur?[156]
Yardım bazan, bir
münafıktan ya da, gayesi, dünyada
menfaat sağlamak olan kimselerden vaki olduğu gibi,
açıktan açığa yapıldığından, Allah Teâlâ,
esas muradının,
gıyaben
yapılan yardım olduğunu murad etmiştir. Bu, o
yardımın ihlâs-ı kalb ile meydana gelmesidir. Sonra,
Allah Teâlâ, kendisinin, bütün işlere muktedir ve mâni olunamaz bir azîz
olduğunu beyan etmiştir.[157]
"Andolsun Biz,
Nuh'u ve İbrahim'i, peygamber olarak gönderdik.
Peygamberliği ve kitabı onların nesillerine verdik.
Velhasıl içlerinden doğru
yolu
bulanlar var (idiyse de), onların bir çoğu da fasık idiler"
(Hadid, 26).
Bil ki Allah Teâlâ,
apaçık beyyineler ve mucizelerle, peygamberler gönderip, mîzân (Ölçü-tartı) ile
demiri indirdiğini ve insanlara, peygamberlere yardım etmelerini emrettiğini
bildirince, bunun peşinden, onlara in'am ettiği (nimet olarak verdiği) diğer
şeyleri zikretmiştir. Binâenaleyh Nûh (a.s) ve İbrahim (a.s)'i peygamberlik ile
şereflendirdiğini, sonra peygamberlik ile kitabı, bunların nesillerine miras
kıldığını, dolayısıyla, onlardan sonra peygamber olarak gelen her bir kimsenin,
ancak ve ancak bu ikisinin neslinden olduğunu açıklamıştır. Cenâb-ı Hakk, önce
peygamberliği, sonra kitabı zikretmiştir. Çünkü peygamberin hâlinin
mükemmelliği, onun kitab ve şeriat sahibi olmasına râcidir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Velhasıl içlerinden doğru yolu bulanlar var (idiyse de), onların bir
çoğu da fâsık idiler" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili bir kaç mesele
vardır:[158]
ifâdesi, "O
nesilden, yahut kendilerine peygamber gönderilenlerden doğru yoiu bulanlar
vardı" manasına
olup,
bu ifadeden önce, "peygamber gönderme" ve "peygamberler"
kelimesinin geçmesi bunun bu manada olduğuna delalet eder. Bunun manası,
"Onlar içinde hidayete erenler de vardır, fasıklar da vardır"
şeklindedir. Ekseriyet, fasıklardan taraftır.[159]
Buradaki
"fasık" kelimesinin manası ile ilgili iki görüş vardır:
1) 0, kâfir
olsun veya olmasın, büyük günah işleyen kimsedir. Çünkü bu kelime, hem kâfir,
hem kâfir olmayan için kullanılır. Kişi büyük günah işlediğinde fasıktır.
2) Bu,
"fasık" ile kâfir kastedilir. Çünkü ayet-i kerime, Cenâb-ı Hakk'ın
burada, fasıkları, hidayete erenlerin zıddı olarak zikrettiğine delâlet eder.
Buna göre burada
kastedilen,
"Onlar içinde, dini Kabul edip hidayete erenler olduğu gibi. kabul
etmeyerek hidayete ermemiş olanlar da var" manasıdır. Böyle olan bir
kimsenin ise kâfir olduğu malumdur.
Bu görüş zayıftır. Çünkü âsî
olmuş olan müslüman hakkında bazan, "O, rüşti ve dininin doğru yolunu
bulamadı" denilir.[160]
"Sonra bunların
peşleri sıra, ard arda peygamberlerimizi yolladık. arkalarından da Meryem oğlu
isa'yı gönderdik. Ona İnciri verdik. Ona tâbi olanların yüreklerine bir şefkat
ve merhamet koyduk. Onların ihdas ettikleri ruhbanlığa (gelince), onu
üzerlerine Biz farz kılmadık. Fakat (onlar bunu sırf) Allah'ın rızasını elde
etmek için ortaya çıkardılar. Fakat buna hakkıyla da riayet de etmediler. Biz
de içlerinden, (gerçek) iman edenlere mükâfaatlaranı verdik. Onlardan bir çoğu
fasık idiler" (Hadid, 27).
Bu ayetle ilgili iki
mesele var:[161]
tabiri,
birşeyi geçmiş (gitmiş) olanın
peşinden göndermektir. Bundan murad, Allah Teâlâ'nın, tâ Hz. İsa (a.s)'a
gelinceye kadar, peygamberleri ard arda göndermiş olduğu, böylece onlardan
sonra Hz. İsa (a.s)'yı gönderip, ona da İncil'i vermiş olduğudur.[162]
İbn Cinni şöyle der:
"Hasan el-Basrî, "İncil'M, hemzenin fethası ile "el-Encîle"
şeklinde okumuştur." İbn Cinnî.
"Bu, benzeri
olmayan bir misâl (kıraattir). Çünkü bu, "Efîl" vezninde bir kelime
olup, onlara göre bu kelime, "Bir şeyi, istihraç edip çıkarttığın"
zaman söylenilen, tabirindendir. Çünkü hükümler bu kitabtan istihraç edilir.
"Tevrat" kelimesi ise, çakmak taşı ateş çıkardığı zaman söylenilen,
deyiminden alınma, "fev'ale" vezninde bir kelimedir. Bunun bir
benzeri de, fu'lân veznindeki "furkân" kelimesidir Furkân da, iki şeyin
arasını ayırmak manasındaki, fiilindendir. Buna göre, İncil'in hemzesini
fethalı okumak caiz değildir. Çünkü bunun bir benzeri yoktur" demiştir.
Zannı galibimce, Hasan Basrî, bunu ancak semâen (böyle duyduğu için), böyle
okumuştur. Bunun iki izahı vardır:
1) Bu
kelime, bazılarının (el-birtîl) kelimesi hakkında naklettikleri gibi şazz (çok
nadir) bir okuyuştur.
2) O, İncil
kelimesinin a'cemî (Arapça olmayan) bir kelime zannederek, buna dikkat çekmek
için, böyle okumuştur.[163]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Ona tabî olanların yüreklerine bir şefkat ve merhamet koyduk. Onların
ihdas ettikleri ruhbanlığa gelince..." ifadesi ile ilgili birkaç mesele
var:[164]
Ehl-i sünnet âlimleri,
bu ayet-i kerime ile, kulun fiilinin Allah tarafından yaratılıp,
kul tarafından "kesb" edildiği hususunda istidlal etmişler ve
şöyle demişlerdir: "Çünkü Cenâb-ı Makk, bu şeyleri Allah tarafından
kılınmış, yaratılmış, konulmuş olduğunu; onların ise bu ruhbanlığı ihdas etmiş
olduğunu belirtmiştir."
Kâdî Abdülcebbâr
"Bundan murad şudur: "Allah onlara lütufta bulunmuştur. Öyle ki,
onların halvette (yalnızlıkta) yaşamak ve sert elbise giymek gibi, bir takım
meşakkatli şeylere katlanmak demek olan ruhbanlığa temayül ve arzuları
kuvvetlenmiştir" der. Buna şöyle cevap verilir: Bu, delilsiz olarak,
ayetin zahirî manasını terk olur. Kaldı ki, biz bunu kabul etsek de, o yine biz
(ehl-i sünnetin) maksadını ortaya kor. Bu böyledir, çünkü iki tarafın dengeli
olması durumunda, bir tarafın ağır basması imkânsızdır. Aksi halde, denge
halinde, bir tarafın üstünlüğü söz konusu olur ki, bu ikisinin aynı anda olması
imkânsızdır. Denge halinde böyle bir şey imkânsız olunca, kendisine baskın
çıkılma durumunda da bu haydi haydi imkânsız olur. Mercûh imkânsız olunca,
râcih gerekli olur. Zira, iki zıttan birinin mutlaka bulunacağı kesindir.
Dolayısıyla mercuhun olmadığı yerde, mutlaka râcih bulunacaktır.[165]
Mukâtil şöyle
demiştir: Re'fet ve rahmet ile kastedilen, onların, karşılıklı olarak
biribirlerini sevip, birbirlerine karşı merhametli olmalarıdır. Cenâb-ı Hakk,
Hz. Muhammed (s.a.s)'in ashabını da,”Birbirine karşı merhametlidirler” (Fetih,
29) buyurarak, bu sıfatla vasfedilmiştir.[166]
Keşşaf sahibi, "Refet" kelimesi,
"fe'âle" vezninde olmak üzere, "re'âfeten" şeklinde de okunmuştur"
demiştir.[167]
"Rahbanlyye"
kelimesi, "ruhbanlara ait iş" anlamındadır. "Ruhban" ise,
"rehbere" kökünden, "fu'lân" vezninde, "korkan"
manasına bir kelimedir ve tıpkı 'den gelen
"huşyân"
manasındadır. Bu ifâde,
"ruhbanlara ait
olduğunu sanki açıkça
ifade etmek için, zamme ile "ruhhâniyye" şeklinde de
okunmuştur.
"Ruhban" kelimesi, "râkib"in çoğulunun "rubbân"
(biniciler) oluşu gibi,
"râhib'in
çoğuludur.
Ruhbanlık ile
kastedilen ise, bu kişilerin, dindeki fitnelerden kaçarak, dağlara çekilmeleri,
kendilerini bütünüyle ibadete vermeleri, üzerlerine vâcib olan ibadetlere ek
olarak, yalnız yaşamak, sert elbiseler giymek, kadınlardan uzak durmak,
mağaralarda ve kuytu köşelerde kendilerini ibadete vermek gibi, ileri derecede
meşakkatli bir hayat tarzına katlanmalarıdır. İbn Abbas (r.a)'dan rivayet
edildiğine göre, Hz. isa (a.s) ile Hz. Muhammed (s.a.s) arasındaki fetret
döneminde, krallar Tevrat ve İncil'i değiştirmişlerdi. Derken bir gurup insan
yolculuğa çıkmış (gezginci bir hayata atılmış) ve yün (rahatsız edici)
elbiseler giymişlerdi."
İbn Mes'ûd (r.a)'un
rivayetine göre, Hz. Peygamber (s.a.s) ona (bir gün) şöyle der: ...."Ey
ibn Mes'ûd, sen Isrâiloğullannm yetmiş fırkaya ayrıldıklarını, üç fırkası hariç
hepsinin ateşte olduğun u, bu üç fırkanın ise Hz. Isa 'ya iman eden, ona yardım
için, Ölesiye Allah in düşmanlarıyla çarpışan fırka; savaşmaya takatlan
olmayınca, marufu emredip, münkerden sakındıran fırka ve bu iki işe de güçleri
olmadığı için, kalın yün abalar giyen, ıssız yerlere ve çöllere çekilen fırka
olduğunu ve bunun "Ona tâbi olanların yüreklerinde bir şefkat ve merhamet
koyduk" ayetinde ifade edildiğini biliyor muydun?"[168]
Allah Teâlâ,
"Onların ihdas ettikleri ruhbanlık" ifadesi ile, onları kınama
manasını murad etmemiştir. Aksine bundan maksad, onların bu ruhbanlığı
kendiliklerinden ihdas edip, bir nezir olarak yaptıklarını anlatmaktır.
Dolayısıyla bunun peşisıra Cenâb-ı Hakk, "Onu üzerlerine Biz farz
kılmadık" buyurmuştur.[169]
"Rahbaniyye"
kelimesi, muzmar (gizli) bir fiil ile mansub olup, zahir fiil onu tefsir
etmektedir ve takdiri, şeklindedir.
(Yani bu bir iştigaldir). Ebu Ali el-Fârlsî şöyle demiştir "Bu kelimeyi,
(kıldık) fiilinin mef'ûlü saymak doğru olmaz. Çünkü bizzat onların ihdas ettikleri
şeyin, Allah'ın kıldığı şey olması mümkün değildir."
Ben derim ki: Bu
söz ancak, iki kadir arasında müşterek bir makdûrun bulunmasının
imkansızlığının sabit olması halinde tamam olabilir. Böyle meselelere dalmak
nerde, Ebu Ali el-Fârisî nerde...
Cenâb-ı Hakk daha
sonra, buyurmuştur ki, bu, "Bunu
onlara Biz farz kılmadık" demektir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Fakat (onlar bunu sırf) Allah'ın rızasını elde etmek için ortaya
çıkardılar" ifadesi istisna-ı rnunkatt'dır, yani, "Fakat onlar bunu,
Allah'ın rızasını taleb etmek gayesiyle ihdas ettüer" demektir.
2) Bu,
istisna-yı muttasıl olup, mana, "Biz onları, bu ruhbanlıkla, ancak
Allah'ın rızasını elde etmeleri şeklinde, ibadete çağırdık1' şeklindedir.
Bundan murad ise, ruhbanlığın vâcib olmadığıdır. Çünkü vacibin yapılması ile
kastedilen, Allah'ın ikabını savuşturup, hoşnutluğunu etde etmektir. Mendubun
işlenmesinden maksad ise, ikâb-ı ilahiyi savuşturmak değildir. Bilakis bundan
gaye sırf Allah'ın hoşnutluğunu elde etmektir.[170]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Fakat buna hakkıyla da riayet etmedik. Biz de içlerinden (gerçek) iman
edenlere mükâfaatlannı verdik. Onlardan bir çoğu fâsık idiler" ayetine
gelince, bu hususta bir kaç izah vardır:
1) Bu,
"bu ruhbanlığı ihdas eden bu kimseler, ona hakkıyla riayet etmediler.
Bilakis ona "teslis" ve "ittihâd" (ilahın bir beşerle
birleşmesi) görüşlerini kattılar. Onlardan bazıları ise, Hz. Muhammed
(s.a.s)'in dönemine gelinceye kadar, Hz. İsa (a.s)'nın gerçek dini üzere
kaldılar. Sonra da Hz. Muhammed (s.a.s)'e iman ettiler" demektir. Bu,
Cenâb-ı Hakk'sn "Biz de içlerinden İman edenlere mükâfaatlannı verdik.
Onlardan bir çoğu fasık idiler" ifadesinde anlatılan husustur.
2) Bu,
"Biz bu ruhbanlığı onlara ancak, bunu Allah'ın rızasına bir vesile
edinsinler diye farz kıldık. Ama sonra onlar, bu işleri işlediler. Fakat bu
gaye için değil de, başka bir gaye için... Bu gaye de, dünya arzusu, riyakârlık
ve gösteriş idi" demektir.
3) Bu,
"Biz bu ruhbanlığı onlara farz kıldığımızda, onlar bunu yapmadılar"
demektir. Buna göre ayet, onların, üzerlerine vacib (farz) olanı terketmeleri
sebebiyle, onlara yapılan bir kınama olur.
4) Bu
ruhbanlığa hakkıyla riayet etmeyenler, Hz. Muhammed (s.a.s)'in risaletine
ulaşıp da, ona iman etmeyenlerdir. Ayetteki,
"Biz içlerinden iman edenlere mökâfaatlannı verdik" cümlesi
de, "Hz. Muhammed (s.a.s)'e iman edenlere..." manasına, "çoğu
fasık idiler" ifadesi ise, "Ona iman etmemiş olanlar, fasık
idiler" manasınadır. Hz. Peygamber (s.a.s)'den "Bana kim iman etmiş,
beni tasdik etmiş ve bana uymuş ise. işte o bu ruhbanlığa hakkıyla riayet
etmiştir. Kim de bana inanmamış ise, işte onlar helak olanların tâ
kendileridir" şeklinde rivayet edilen hadis de buna delâlet eder.
5) Hz. İsa
(a.s)'nın kavminden sâlih kişiler, bu ruhbanlığı ihdas ettiler ve ömürlerini o
ruhbanlık üzere bitirdiler. Sonra onların peşinden, sözde onlara uyan, ama amel
(İbadetçe) onlara uymayan bir başka topluluk (nesil) geldi. İşte o ruhbanlığa
hakkıyla riayet etmeyenler bunlardır. Atâ şöyle demiştir: "Onlar
ruhbanlığa, Hz. İsa (a.s)'nm havarileri gibi riayet etmediler." Daha sonra
Cenâb-ı Hakk, "Onlardan bir çoğu fasik idiler" buyurmuştur ki bu,
"Onların bir kısmı ruhbarlığa hakkıyla riayet ettiler. Ama çoğu, fasıklık
yapıp, hem zahiren hem batınen bu yolu terkettiler" demektir.[171]
"Ey İman edenler,
AHah'dan ittikâ edin. O'nun peygamberine de iman edin ki, (Allah) size
rahmetinden iki kat nasib etsin ve sizin için, sayesinde yürüyeceğiniz bir nûr
lütfetsin, sizi bağışlasın. Allah gafur ve rahimdir" (Hadid, 28).
Bil ki Cenâb-ı Allah
Önceki ayette, "lsâ (a.s)'nın ümmetinden iman edenlere mükâfaatiarını
verdik" buyurunca, bu ayette de, "Ey iman edenler ..."
buyurmuştur. Bu ifade ile kastedilen ise, işte o mü'minlerdi. Böylece Cenâb-ı
Hakk onlara, Allah'dan korkmalarını ve Hz. Muhammed (s.a.s)'e iman etmelerini
emretmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hakk, "Allah size rahmetinden iki kat
nasib etsin" buyurmuştur ki, bu, "Önce Hz. İsâ (a.s)'ya iman
etmenizden dolayı, sonra da Hz. Muhammed (s.a.s)'e iman etmenizden dolayı,
rahmet-i ilâhiyyeden iki nasib..." demektir. Bu ayetin bir benzeri de,
"Bunlara mükâfaatlan iki kat verilir" (Kassas, 54) ayetidir. Ibn
Abbas (r.a)'dan rivayet olunduğuna göre, bu ayet, ehl-i kitabtan olup da,
Yemen'den Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelen ve müslüman olan bir topluluk hakkında
nazil olmuştur. Böyle Cenâb-ı Allah, bu kimselere iki kat mükâfaat vermiştir.
Burada şu iki soru söz
konusudur:
1)
"Kifl" kelimesinin lügat manası nedir? Buna şöyle cevap verilir:
Müerrlc "Kifl" kelimesi Hüzeyl lügatinde (lehçesinde) nasib, pay
manasınadır" demiştir. Başkası ise, "Aksine bu kelime, Habeş
lügatindendir" der. Mufaddîl b. Seleme ise, "Kifl kelimesi insanın,
deve sırtında oturabilmek için, devenin hörgücünün etrafına geçirdiği bir
örtüdür" demiştir.
2) Cenâb-ı
Hakk, onlara iki kat nasib, mü'rrtinlere bir nasib verince, onların hali daha
yüce olmuş olur, (ne dersin)?
Cevap:
Rivayet olunduğuna göre, ehl-i kitab, bu sebeple, mü'minlere karşı öğünüyordu.
Bu, zayıftır. Çünkü tek bir nasibin, kadr-ü kıymet bakımından iki kat nasibten
daha fazla olması uzak ve imkânsız değildir. Çünkü bir mal, iki kısma taksim
edildiğinde, herbiri bir yarım olur. Mal, yüz kısma ayrıldığında, herbir pay,
yüzde bir olur. Buna göre, ilk taksimin tek parçası, ikinci taksimin yirmi
parçasından daha fazla olmuş olur. İşte burda da böyledir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Sizin için sayesinde yürüyeceğiniz bir nûr lütfetsin"
buyurmuştur ki bu, "Allah kıyamet günü size onunla yürüyeceğiniz bir nûr
yaratır" demektir. Bu, "Onların nuru önleri sıra gider"
(Hadid.12) ayetinde zikredilen nurdur. Cenâb-ı Allah devamla, "Sizi
bağışlasın" yani, "Daha önce işlediğiniz isyan ve günahları
affetsin" buyurmuştur. Allah gafur ve rahimdir.[172]
"Ehl-i kitab
hakikaten Allah'ın fazlından hiçbir şeye nazil olamayacaklarını, muhakkak bütün
inayetin Allah'ın elinde bulunduğunu, onu dileyeceği kimselere vereceğini
bilmedikleri için mi (böyle küfürde inâd ediyorlar)? Allah büyük lütuf
sahibidir" (Hadid, 29).
Bu ayetle ilgili iki
mesele var:[173]
Vahidî şöyle demiştir:
"Bu ayet müshil olup, müfessirlerin bu ayetin, kendinden önceki ayetle
münasebet ve ilgisinin nasıl olduğu hususunda açık ve net bir izahları
yoktur" demiştir. Bil ki müfessirlerin çoğu, ayetin başındaki, edatınım,
"zaid" olduğu ve takdirin, "Ehl-i kitab bilsin diye..."
şeklinde olduğu görüşündedirler. Ebû Müslim el-lsfehânî ile bir başka topluluk
da şöyle demiştir: "Bu edat "zâid" değildir." Biz, Allah'ın
yardım ve tevfîki ile, bu ayeti, her iki görüşe göre de tefsir edeceğiz.
Meşhur olan görüş, bu
lafzının zâid olduğudur. Bil ki buna göre burada, şöyle bir mukaddime takdir
etmek gerekir: İsrâiloğulları olan ehl-i kitab, "Vahiy ve risalet ancak
bizdedir. Kitab ve şeriat da ancak bize verilir. Allah Teâlâ bu yüce şerefi, bütün
insanlar arasından bizi seçip, bize vermiştir" diyorlardı. Sen bunu
bildiğinde biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk o ehl-i kitaba, Hz. Muhammed (s.a.s)'e
iman etmelerini emredip, bu imanlarına karşılık büyük bir mükâfaat va'dedince,
bunun peşisıra bu ayeti getirmiştir. Bundan maksat, nübüvvetin sadece
kendilerine has olup, ancak onlar için söz konusu olduğu inancını kalplerinden
söküp atmaktır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk, "Biz bunu, en mükemmel biçimde
beyân ettik ve ehl-i kitab, Allah'ın lütfunun muayyen bir topluluğu tahsis
etmeye kadir olamayacaklarını risalet ve nübüvveti belli bir kavimle
sınırlayamayacaklarını, inayetin Allah'ın elinde okluğunu ve onu dilediğine
verdiğini, bu hususta, O'na kesinlikle İtirazın söz konusu olmadığını bitsinler
diye, va'd u vaîdi iyi, teferruatlı biçimde açıkladık..." buyurmuştur.
İkinci görüşe göreyse,
bu V zâid değildir. Buna göre, bil ki,
deki fail zamiri, Hz. Peygamber (s.a.s)'e ve ashabına râcidir ve
ifadenin takdiri, "Ehl-i kitâb, Hz. Peygamber ve mü'minlerin, Allah'ın
lutfundan hiçbir şeye kadir olamayacağını bilmedikleri için..."
şeklindedir. Onlar, kendilerinin buna kadir olmadıklarını bilmedikleri zaman,
buna muktedir oldukları zannına kapılırlar. Daha sonra Cenâb-ı Hakk,
"Bütün inayet Allah 'm elindedir..." buyurmuştur ki, bu, "Bütün
inayetin Allah'ın elinde olduğunu bilsinler diye..." demektir. Buna göre
takdir, "Biz, ehl-i kitab, Allah'ın fazlını ve ihsanını muayyen bir
topluluğa tahsis etmeye kadir olabileceklerini zannetmesinler, bilakis, fazlu
keremin, ancak Allah'ın etinde olduğuna inanıp itikad etsinler diye, işte biz
böyle böyle yaptık..." şeklinde olur. Bil ki bu görüş, ancak, bu ayete bir
ziyâde takdir eder ve ifadesinin takdirinin, "Fazlu keremin, Allah'ın
elinde olduğuna inansınlar diye..." şeklinde olduğunu söylersek söz konusu
olur. Birinci görüşte ise, mevcut olan bir şeyin hazfine gerek duyarız;
malumdur ki, takdir, haziften daha evladır. Çünkü söz, takdire ihtiyaç
duyduğunda, zahiri, asla yanlış anlaşılmaz. Ama, hazfe gerek duyulduğunda,
zahiri, yanlış bir manayı akla getirebilir. Böylece anlıyoruz ki, bu ikinci
görüş, daha evlâdır. En iyisini bilen Allah'tır.[174]
Keşşaf sahibi,
"Ayetin başı, ve nûn'un yâ'ya
idğamı ile şeklinde de okunmuştur"
demiştir. İbn Cinnî, elMuhteseb adlı eserinde, el-Kutrub'tan, Hasan
el-Basrf'nin, bu fiili, lamın kesresi ve yâ'nın sükûnu ile şeklinde okuduğunu
nakletmiştir. Yine, İbn Mücahld, Hasan el-Basrî'nin bunu, lAm'ın fethası ve
hemzesiz olarak yâ'nın cezmiyle, (leylâ)
şeklinde okuduğunu nakletmiştir. İbn Cinnî, "Kutrub'un zikrettiği daha
yakındır. Çünkü, bu hemze'hazfediidiği zaman, geriye (lenlâ) kalır. Bu durumda,
nûn'un lâm'a idğamı gerekir ve (lellâ)
olur. Böylece, üç lâm bir araya gelmiş olur; dolayısıyla ortadaki sakin olduğu
için ve makabli de kesreli olduğu için yâ'ya çevrilir, böylece de, olur. İbn
Mücahid in Hasan el-Basrî'den olan rivayetine gelince, bunun izahı şöyledir:
Lâm harf-i cerrini sen bir zamire eklediğinde, fethalı kılar ve meselâ, (lehû) dersin. Zahir ismi, buna kıyaslayan
bazı alimler vardır..." demiştir. Ebû Ubeyde, bazı kişilerin, (ibrahim.
46) ifâdesi şeklinde okuduğunu nakletmiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Bütün inayetin Allah'ın elinde olduğunu..." ifadesi, "Allah'ın
mülkünde ve tasarrufundadır" anlamındadır. "Yed-el" kelimesi,
bir meseldir. Allah Teâlâ, o fazlını dilediğine verir. Çünkü O, kadirdir,
muhtardır; ihtiyarına göre hareket eder. "Allah büyük faz! sahibidir"
İhsanının büyük olması gerekir. Bundan murad, Hz. Muhammed (s.a.s)'in halinin,
nübüvveti, şeriatı ve kitabı hususunda büyüklüğünü göstermektir. En doğrusunu,
Allah Teâlâ bilir. Dönüş ve varış, ancak O'nadır. Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a
mahsustur. Allah, efendimiz Hz. Muhammed (s.a.s)'e, âline ve ashabına salât ve
selâm eylesin.[175]
[1] Matbu nüshada "Mekki" çıkması bir zûhâl
eseri sayılmalıdır (ç.).
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/273.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/275.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/275-276.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/276.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/276.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/277.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/277-278.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/278.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/278-280.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/280.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/280.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/280-281.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/281.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/281.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/281-284.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/284-285.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/285-286.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/286.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/286-287.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/287.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/288.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/288-289.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/289.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/289.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/289-290.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/290.
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/290.
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/290.
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/291.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/291.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/291.
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/291-292.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/292.
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/292.
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/292-293.
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/293.
[38] Bu görüşü Râzî Mutezilî olan Kadi Abdûlcebbarda
naklediyor. Hiç tenkil etmeyişinin sebebi, benzeri tenkitleri başka yerlede
yapmış olsa gerektir (ç).
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/293.
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/293.
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/294.
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 21/294-295.
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/295.
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/296.
[45] Müslim, imare, 86 (3/1488).
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/296.
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/296.
[48] Müslim, fezâilû's-sahâbe, 221-222 (4/1967).
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/297.
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/297.
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/297-298.
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/298.
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/299.
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/299.
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/299.
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/299.
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/299.
[58] Müslim, zekat, 93 (2/716).
[59] Buhari, zekât, 7.
[60] Müslim, zekât, 93 (2/716).
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/299-301.
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/301.
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/301-302.
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/302.
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/302.
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/302-303.
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/303.
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/303.
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/303.
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/303-304.
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 21/304.
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/304.
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/304.
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/304.
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/304-306.
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/306.
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/306.
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/307.
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/307.
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/307.
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/307-308.
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/308.
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/308.
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 21/308-309.
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/309.
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/309.
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/309.
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/309.
[89] Keşfu'l-Hafa; 2/374.
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/310-311.
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/311.
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/311-312.
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/312-313.
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/313.
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/313.
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/313.
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/313-314.
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/314.
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/314.
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/314-315.
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/315.
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/315-316.
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/316.
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/316.
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/317.
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/317.
[107] Ebû Davut cenâiz 15 (3/181).
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/317-318.
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/318-319.
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/219.
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/319.
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/319-320.
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/320-321.
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/321-322.
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/322.
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/322.
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/322.
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/323.
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/323.
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/323.
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/323-324.
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/324-325.
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/325.
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 21/325.
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/ 326.
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/236.
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/236.
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/236-237.
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/237.
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/237.
[131] Matbu nüshada haber, cebr diye dizilmiş ise de,
zannımızla mânâ, bu kelimenin haber olmasını gerektirmektedir. Vallahu a'lam
(ç.).
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/238-329.
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 21/329.
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/329.
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/239-330.
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/330.
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/330-331.
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/331.
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/331.
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/331-332.
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/332.
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/332.
[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/332-333.
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/333.
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/333.
[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/333.
[147] Kenzû'l-Ummâl 15/41651.
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/334.
[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/334.
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/334.
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/335.
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/335-336.
[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/336.
[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/336.
[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/336.
[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/336.
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/336-337.
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/337.
[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/337.
[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/337-338.
[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/338.
[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/338.
[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/338-339.
[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/339.
[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/339.
[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/339.
[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/339.
[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/340.
[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/340.
[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/340-341.
[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/341-342.
[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/342-343.
[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/343.
[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/343-344.
[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/344-345.