HADİD SURESİ 3

Mekki veya Medenî Oluşu: 3

Surenin ismi: 3

Önceki Sure ile İlişkisi: 3

Surenin Muhtevası: 3

Surenin Fazileti: 3

Her Vakit Allah'ı Teşbih Etme Ve Bunun Sebepleri: 3

Belagat: 4

Kelime ve İbareler: 4

Açıklaması: 4

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 5

Bazı Dini Mükellefiyetler: Allah Ve Rasulüne İmana Ve Allah Yolunda Harcamaya Teşvik: 6

Belagat: 6

Kelime ve İbareler: 6

Nüzul Sebebi: 7

Ayetler Arası İlişki 7

Açıklaması: 7

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 9

Münafıkların Kıyametteki Hali: 10

İ'rab: 10

Belagat: 11

Kelime ve İbareler: 11

Ayetler Arası İlişki 11

Açıklaması: 11

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 12

Belagat: 12

Kelime ve İbareler: 12

Nüzul Sebebi: 13

Ayetler Arası İlişki: 13

Açıklaması: 13

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 14

Dünyanın Hali Ve Ahiret Ameline Teşvik: 15

Belagat: 15

Kelime ve İbareler: 15

Ayetler Arası İlişki: 15

Açıklaması: 15

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 16

Başa Gelenlerin Kaza-Kaderle İlgisi Ve Cimrilerin Kendilerine Zulmetmeleri: 17

Kelime ve İbareler: 17

Ayetler Arası İlişki: 17

Açıklaması: 17

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 18

Peygamberlerin Gönderiliş Gayesi: İslâm Toplumunun Esasları Ve Adalet Nizamı: 19

Kelime ve İbareler: 19

Ayetler Arası İlişki: 19

Açıklaması 19

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 20

Semavi Dinlerin Esasta Bir Oluşu Ve İslâm'ın Öncekilerle İrtibatı: 20

Kelime ve İbareler: 21

Nüzul Sebebi: 21

Ayetler Arası İlişki: 21

Açıklaması: 21

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 23


HADİD SURESİ

 

Mekki veya Medenî Oluşu:

 

Kurtubî'nin zikrettiğine göre bu sure bütün âlimlerin görüşünde Me­dine'de inmiştir. Zahir olan da budur. Mekke'de indiği yolunda görüş varsa da bu görüş zayıftır. [1]

 

Surenin ismi:

 

Yirmibeşinci ayetinde demirin faydalarına işaret bulunduğu için Ha-did (demir) suresi denilmiştir. Hakikaten ister barışta, ister savaşta olsun medeniyet, uygarlık ve bayındırlık demire dayanır. [2]

 

Önceki Sure ile İlişkisi:

 

Bu surenin Vakıa suresi ile şu iki yönden bağlantısı vardır:

1- Vakıa suresi "Rabbini teşbih ve tenzih et" emri ile bitmiş bu sure de göklerde ve yerde her şeyin Allah'ı teşbih ettiğini zikrederek başlamıştır.

2- Hadid suresi, Vakıa suresinin sonundaki "teşbih et" emrinin illetini beyan sadedinde gelmiştir. Sanki, "Rabbinin ulu ismini teşbih et, çünkü göklerde ve yerde her şey Onu teşbih etmektedir" denilmiş gibidir. Yani Al­lah teşbih ve tenzih etmeyi emretti, sonra da göklerde ve yerde olan her şeyin, o emredilen tesbihatı yaptığını haber verdi. [3]

 

Surenin Muhtevası:

 

Medenî surelerin çoğunda olduğu gibi bu surenin de konusu akide ve imanla ilgili esaslar, cihad, Allah yolunda harcama, dünyanın fitnelerinden uzak durma, İslâmî devletin esasları, münafıkların maskaralıklarının orta­ya konması ve peygamberin umumi ve hususi (aile) hayata dair hükümleri gibi meselelerdir. Sure, önce Allah'ın sıfatlarından, esmâ-i hüsnasından ve kâinatın yaratılmasından, azametinin eserinin ortaya çıkmasından bahset­ti. Sonra müslümanlan Allah'ın sözünün yücelmesi, İslâm'ın yükselmesi, şeref ve şanının âlî olması için O'nun yolunda harcama yapmaya çağırdı.

Malî fedakarlık ve cihad için yapılan bu davetin tesirinin, ahirette iman nurlarıyla başkalarından farkedilecek olan mücahid müminlerle, cimrilik yapan, korkaklık gösteren ve cehalet ve inkâr karanlıkları içinde bocalayan münafıklar arasında bir karşılaştırma yaptı.

Sonra sure dünya gerçeği ile ahiret gerçeğini açıkladı: Dünya fanidir, oyun-oyuncakla oyalanma yeridir. Ahiret ebediyet, devamlılık ve büyük sa­adet ve rahat yeridir. Bu gerçeği açıklamasında dünyaya aldanmamak için ikaz, ahirete ve orası için çalışmaya teşvik vardır. Sure müminlerin musi­betlere karşı sabretmelerini öğütledi, gururlu ve kibirlileri yerdi, adaletli davranmaya ve dünyayı imar etmeye teşvik etti, peygamberlerin gönderil-mesindeki gayeyi açıkladı, Allah'tan korkmayı ve peygamberlerin yoluna uymayı emretti.

Sure geçmiş ümmetlerden, Nuh, İbrahim ve torunlarının kıssaların­dan, Meryem oğlu İsa'nın kıssası ve ümmetinin onun davetine karşı takın­dığı tavırdan ibretli sayfalarla bitti. Müttakilerin sevabını, peygamberleri­ne iman edenlerin ecrinin kat kat olacağını, peygamberliğin kime verilece­ği hususunun Allah'a ait bir tercih olup, kullarından dilediğine tahsis etti­ği bir ihsan olduğunu beyan etti. [4]

 

Surenin Fazileti:

 

Ahmed bin Hanbel, Ebu Davud, Tirmizî ve Neseî'nin İrbad bin Sâri-ye'den rivayet ettiklerine göre o, Rasulullah'ın uyumadan önce "Müsebbi-hâf'ı (yani "sebbeha" veya "yüsebbihu" ile başlayan sureleri) okuduğundan ve "Bunlarda bir ayet var ki bin ayetten daha faziletlidir, o da "O, hem ev­veldir, hem ahirdir; hem zahirdir, hem bâtındır. O her şeyi kemaliyle bilen­dir. " ayetidir" dediğinden bahsetti. [5]

 

Her Vakit Allah'ı Teşbih Etme Ve Bunun Sebepleri:

 

1- Göklerde ve yerde her şey Allah'ı teşbih etmektedir. O galib-i mutlak­tır, hikmet sahibidir.

2- Göklerin ve yerin mülkü O'nun-dur. Diriltir ve öldürür. O her şeye

3- O, hem evveldir, hem âhirdir; hem zahirdir hem bâtındır. O her şeyi kemaliyle bilendir.

4- O, gökleri ve yeri altı günde yara­tan, sonra Arş'ın üzerine istiva eden­dir. Yere giren, oradan çıkan; gök­ten inen, oraya yükselen her şeyi bi­lir. Nerede olursanız, O sizinle bera­berdir. Allah yaptıklarınızı görür.

5- Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. İşler ancak Allah'a döndürülür.

6- Geceyi gündük gündüzü geceye katar. O, kalplerde olanı bilir.

 

Belagat:

 

"Diriltir-öldürür, euvel-âhir, zâhir-bâtın" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.

"Yere gireni-ondan çıkanı, gökten ineni-oraya yükseleni" sözleri arasın­da mukabele vardır. [6]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Göklerde ve yerde her şey Allah'ı teşbih etmektedir." Her şey O'nu bü­tün noksanlıklardan ve ortağı olması, çocuk edinmesi gibi zatına lâyık ol­mayan sıfatlardan tenzih etmektedir. "O galib-i mutlaktır, hikmet sahibi­dir. " Kur'an'da "teşbih ve tenzih" Vakıa suresinin sonunda ve A'lâ suresinin başında "teşbih et" şeklinde emir sigasıyla, burada Haşr ve Saf surelerinin başında "teşbih etti" şeklinde mazi sigasıyla, Cuma ve Tegabun surelerinin başında ise "teşbih eder" şeklinde muzari sigasıyla gelmiştir. Bunun sebebi Allah'a isnad edilen her şeyin, her zaman O'nu teşbih ettiğini ilan etmek­tir. Bütün bunlar devamlılığı ve sürekliliği ve göklerde ve yerdeki varlıkla­rın âdetinin bu olduğunu gösterir. "Teşbih ve tenzih" İsra suresinin başında ise masdar sıgasıyla gelmiştir ki bu da Cenab-ı Hakk'ın her varlık tara­fından ve her zaman teşbih ve tenzih edilmeye lâyık olduğunu ifade etmek içindir.

"Göklerde ve yerde her şey" ayetinde akıllı varlıkları ifade eden "men" yerine, akıllı olmayan varlıklar için kullanılan "mâ" lafzının gelmesi âkil olmayanların çokluğunu ifade etmek içindir.

Bütün tesbihat Onadır. Çünkü "göklerin ve yerin mülkü O'nundur." Sahip olduğu bu sınırsız tasarruf kudreti ile dilediğini var etme, dilediğini yok etme kudreti ile "Diriltir ve öldürür. O" öldürüp diriltme dahil "her şeye hakkıyla kadirdir."

"O hem evveldir," bütün varlıklardan öncedir, başlangıcı yoktur, çünkü her şeyi yoktan var eden odur. "Hem âhirdir," varlıklar yok olduktan sonra ni­hayetsiz bir şekilde O vardır. "Hem zahirdir," eserleriyle fiilleriyle zahirdir, varlığına delâlet eden delillerden dolayı varlığı açıktır. "Hem bâtındır." zatı­nın hakikatini akıllar ve duyular kavrayamaz. "O her şeyi kemaliyle bilendir."

"O gökleri ve yeri altı günde" altı safhada "yaratan, sonra" zatına lâyık ve mahiyetini yalnız kendisinin bileceği şekilde "Arşın üzerine istiva eden­dir. Yere giren" hazine, maden, tohum yağmur ve ölüleri; "oradan çıkan" bitki maden vs. şeyleri, "gökten inen," rahmet, yağmur, melek, azap vs. şey­leri dualar, ameller gibi "oraya yükselen her şeyi bilir. Nerede olursanız, O" ilmi ve kudreti ile "sizinle beraberdir." hiçbir zaman sizden ayrı değildir. "Allah yaptıklarınızı görür." ceza veya mükâfatını verir.

"Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. İşler" bütün varlıklar "ancak Al­lah'a döndürülür"

"Geceyi gündüze, gündüzü geceye katar" bazan geceyi artırıp gündüzü eksilterek bazanda aksini yaparak onları birbirine girdirir. "O, kalplerde olanı" onlardaki sırlan, niyetleri, inançları vs. gizli şeyleri "bilir." [7]

 

Açıklaması:

 

"Göklerde ve yerde her şey Allah'ı teşbih etmektedir. O galib-i mutlak­tır, hikmet sahibidir." Yani göklerde ve yerde bulunan her şey: Cansızlar ve bitkiler, insan ve hayvan; insan, cin ve meleklerin yaptığı gibi kimisi diliy­le, diğerlerinin yaptığı gibi kimisi lisan-ı haliyle Allah'a tazim ve O'nun Rab oluşunu ikrar olmak üzere Onu bütün noksanlıklardan ve şanına lâyık olmayan her şeyden tenzih etmektedir. Nitekim şu ayet-i kerime de bunu ifade etmektedir: "Yedi gök, yer ve bunlardaki herkes O'nu teşbih eder. O'nu övgü ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz onların teşbihini anlamazsınız. O, halimdir, bağışlayıcıdır." (İsra, 17/44). Çünkü her varlık yaratıcıyı göstermektedir. Akıllı varlıkların teşbihi tenzih, tak­dis ve ibadettir; diğerlerininki ise Onu itiraf ve ikrardır.

Allah, her şeyin kendisine boyun eğdiği kuvvetli, muktedir ve galib olanın ta kendisidir, mülkündeki tasarrufta kimse O!na ortak olmaz. Yö­netmesinde, işinde, yaratmasında ve hükmünde hikmet sahibidir. Doğruya ve hikmete uygun tasarruf eder. Bu son ayet daha önce geçenleri zımnen tekit makamında gelmiş, hiç ihtiyacı olmadığı halde Cenab-ı Hakk'ın teşbi­he lâyık yegâne kudret olduğuna delâlet eden müstakil bir cümledir.

"Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Diriltir ve öldürür. O, her şeye hakkıyla kadirdir." Yani göklerin ve yerin mutlak mülkiyeti Allah'a aittir, oralarda yalnız O tasarrufta bulunur, tam tasarruf yetkisi O'nundur, emri geçerli olan yalnız Odur, dolayısıyla O'nun tasarrufundan başkası geçerli olamaz, yarattıkları hakkında tasarruf eden O'dur. Dilediğini diriltir,, dile­diğini öldürür, dilediğine dilediğini verir. Tam kudret sahibidir, ne olursa olsun hiçbir şey O'nu aciz düşüremez, dilediği her şey olur, dilemediği hiç­bir şey olmaz.

"O hem evveldir, hem âhirdir; hem zahirdir, hem bâtındır. O her şeyi kemaliyle bilendir." Yani Allah her şeyden önce ilkdir. Meşhur bir sözde -ki bu hadis değildir- şöyle denilir: "Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim; varlıkları yarattım, böylece benim sebebimle beni tanıdılar." "Onun zatı hariç her şey yok olacaktır." (Kasas, 28/88) ayetinde de buyurduğu gibi O, yarattıkları yok olduktan sonra, her şeyden sonra baki kalan sondur. O her şeyin üstünde yüce, her şeye galib olan zahirdir. Gizlediği her şeyi bilen giz­lidir, zatının hakikatim akıllar bilemez, duyular kavrayamaz. O her şeyi bilen tam ilim sahibidir, bilineceklerden hiçbir şey, Onun bilgisinin dışında kalmaz.

Müslim'in Sahih'inde Ebu Hüreyre'den rivayet ettiğine göre Rasulul-lah (s.a.) şöyle dua ederdi: "Ya Rabbi sen ilksin, senden önce hiçbir şey ol­mamıştır. Sen sonsun, senden sonra hiçbir şey olmayacaktır. Sen zahirsin (üstünsün), senin üstünde hiçbir şey yoktur. Sen bâtın (gizlisin) senden gizli bir şey yoktur. Borcu ödememize yardım et, fakirlikten uzak kıl."

"O gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'm üzerine istiva eden­dir. " Yani gökleri ve yeri, miktarını kendisinin bildiği altı günde ve altı fark­lı vakitte yaratan, yaratıp yoktan var eden O'dur. Allah bunları bir anda yaratmaya kadirdir, ancak bu sayı, insanlara işlerde teenni ve dikkati öğ­retmek içindir. Sonra Allah keyfiyetini ancak kendisinin bildiği şekilde, zatına lâyık bir istiva ile Arş'ın üstüne istiva etti (oturdu). "İstiva" hakkın­daki bu görüş selefin görüşüdür. İhtiyatlı olduğu için bu görüş evlâdır. Daha sonraki âlimler ise "Arş'ın üzerine istiva"yı işleri düzene koymak, ayetleri açıklamak ve önemli noktalan istila etmek şeklinde tevil etmişlerdir.

'Yere giren, oradan çıkan, gökten inen, oraya yükselen her şeyi bilir." Yani her şeyi bilir: Yere giren yağmuru, ölüleri ve başka şeyleri, yerden çıkan bitkileri, ekinleri, meyveleri, madenleri vs., gökten inen yağmur, melekler vs.yi ve göğe yükselen melekleri, kulların iyi ve kötü amellerini, duaları, yükselen buharları vs.yi bilir. Nitekim sahih hadiste şöyle gelmiş­tir: "Gecenin ameli gündüzden önce, gündüzün ameli geceden önce O'na yük­seltilir. "

Bu ayetin bir benzeri de şu ayettir: "O'nun yanındadır gaybın anah­tarları. Onları ancak O bilir. Karada ve denizdeki her şeyi bilir. O'nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıklarında tek bir daneyi dahi bilir, hiçbir yaş ve kuru yoktur ki hepsi apaçık bir kitapta olmasın." (En'am, 6/59).

"Nerede olursanız, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür." Yani Allah, kullan karada, denizde, havada nerede olurlarsa kudreti ile, gücü ile ve ilmi ile onlarla beraberdir. Allah onları gözetmektedir, amel­lerini görmektedir. Bunlardan hiçbir şey Ona gizli olmaz.

Ebu Hayyan şöyle dedi: "Bu ayetin bu şekilde tevil edilmesi lâzım gel­diği, zahirinden anlaşıldığı gibi "zatı ile beraber olma" manasına alınamay­acağı üzerinde ümmet icma etmiştir. Bu ayet, zahirine hamledilmesi müm­kün olmayan diğer ayetlerin de tevilini kabul etmeyenlere karşı bir delildir.".[8]

"Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. İşler ancak Allah'a döndürülür." Yani "Şüphesiz ahiret de dünya da bize aittir." (Leyi, 92/13) ayetinde de buyrulduğu gibi dünyanın da, ahiretin de maliki O'dur. Dolayısıyla hük­münü reddedecek, bozacak yoktur. "O Allah'tır, O'ndan başka ilâh yoktur. Dünyada ve ahirette övgü yalnız O'nadır." (Kasas, 28/70) ayetinde buyrul­duğu gibi, O bütün bunlara karşı övülmüştür. Kıyamet günü bütün işlerin dönüşü kendisinden başka ilâh olmayan tek Allah'adır, kullan hakkında dilediği hükmü verir. O, âdildir, zerre kadar zulmetmez.

"Göklerin ve yerin mülkü O'nundur..." sözü ya tekit için tekrardır veya tekrar değildir; çünkü "Diriltir ve öldürür" ifadesinden dolayı ilk ayet dün­ya hakkında, "İşler ancak Allah'a döndürülür" ifadesinden dolayı, ikincisi ahiret hakkında olmaktadır.

"Geceyi gündüze, gündüzü geceye katar. O kalplerde olanı bilir." Yani şüphesiz varlıklar üzerinde tasarrufta bulunan yegâne Allah'tır, geceyi gündüzü değiştirir, hikmeti ile onlan dilediği gibi takdir eder, bazan geceyi uzatır, gündüzü kısaltır; bazan aksini yapar, bazan da eşit kılar. O'nun hik­meti ve murat ettiği gibi takdir etmesiyle dört mevsim birbirini takip eder. O, gizli de olsa, kalplerdeki sırları ve gizlenmiş şeyleri bilir. Zaten ister açık, ister gizli olsun bunlardan hiçbir şey O'na gizli değildir.

Bu, Allah'ın mülkü üzerinde tefekkür etmeye teşviktir, nimetlerine karşı şükürdür ve şanına lâyık olmayan her şeyden O'nu tenzihtir. Özet olarak: Bu ayetler her şeyin Allah'ı tenzih ve teşbih ettiğini haber vermek­te ve bu teşbihi gerektiren sebepleri beyan etmektedir.[9]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:

1- Yerde ve gökteki her şey, ya diliyle veya haliyle Cenab-ı Hakkı zatta ve sıfatlarda, isimlerde ve fiillerde kötü olan her şeyden tenzih etmektedir: "Onu övgü ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ancak siz onların teşbih­lerini anlamazsınız." (İsra, 17/44).

2- Bu teşbihi gerekli kılan şey, Allah'ın mülkünde üstün ve galib ol­ması, yaptıklarında çok hikmetli olması, göklerde ve yerde tasarrufta bulunup sahip olması, Allah'tan gayri her şeyin zatlarında ve sıfatlarında O'na muhtaç olduğu halde O'nun zatının ve sıfatlarının kendinden başka her şeyden müstağni olması, emrinin geçerli olması, kendisini hiçbir şey âciz bırakamayan kahir, kadir ve mâlik olmasıdır.

3- Yine bu teşbihi gerekli kılan şey, Onun kendisinden önce hiçbir şey olmayan ilk oluşu, kendisinden sonra hiçbir şeyin olmayacağı son oluşu, kendisinin üstünde hiçbir şey olmayan galip ve "zahir" oluşu, kendisinden daha gizli olmayan gizli ve "bâtın" oluşudur. O, olmuş ve olacaklar hakkın­da tam bilgi sahibidir, hiçbir şey O'na gizli değildir.

Bu, Allah'ın her şeyden önce var olduğuna, zaman ve mekân bakımın­dan diğer bütün varlıklardan önce olduğuna, yani Cenab-ı Hakkın zaman ve mekân öncesi olduğuna bir delildir. O, bütün mümkinatın (olabilir her şeyin) ve kâinatın ilâhıdır. Arş'ın, göklerin ve yerlerin ilâhıdır. Bizim içimizi de dışımızı da bilir.

4- Yine bu teşbih ve tenzihi gerekli kılan şeylerdendir. Göklerin ve yerin yaratıcısı ve yoktan var edicisi olması, zatına lâyık bir şekilde üzer­ine "istiva" ettiği Arş'ın sahibi olması; yağmur dahil yere giren her şeyi, bitkiler dahil yerden çıkan her şeyi; nzık, yağmur ve melekler dahil gökten inen her şeyi, yine melekler ve kulların amelleri dahil, göğe yükselen her şeyi bilen olması O'nu tenzih etmemizi gerektiren sebeblerden bazılarıdır. Allah zatı ile değil kudreti ve ilmi ile -nerede olurlarsa olsunlar- insanlarla beraberdir, onların amellerini görür, bu yaptıklarından hiçbir şey O'na gizli olmaz.

5- Yine Allah'ın dünya ve ahiretin sahibi ve maliki oluşu O'nu teşbih ve tenzih etmemizi gerektiren sebeplerdendir. Ahirette varlıkların bütün işleri O'na döner. Geceyi ve gündüzü kısaltarak, uzatarak çeviren, dört mevsimi getiren, kalplerin sakladığı hiçbir şey kendisine gizli olmayan O'dur. Öyleyse hakiki ma'bud O'dur, O'ndan başkasına ibadet olunması as­la caiz olmaz.

Özetlersek; bu ayetler Allah'ın kudretini gösteren delillerle, nimet­lerini ortaya koyan delilleri birleştirmektedir. Cümle veya bazı ifadeleri aynı anlamda bir maksat dolayısıyla tekrar edildiğini söyleyenlerin görüşüne göre, bazı manaların tekrarından maksat tefekkür ve tezekküre teşvik etmek, sonra da kulların bu nimetlere karşı şükürle meşgul ol­malarını sağlamaktır. [10]

 

Bazı Dini Mükellefiyetler: Allah Ve Rasulüne İmana Ve Allah Yolunda Harcamaya Teşvik:

 

7- Allah'a ve peygamberlerine iman edin, size vekâlet verdiğinden harcayın. İçinizden iman edip de harcayanlar   onlar için büyük bir

 8' Peygamber, Rabbinize iman et- meniz için sizi davet edip dururken size ne oluyor da Allah'a iman et-miyorsunuz? Halbuki O sizden edecekseniz (hemen edin).

 9- SİZİ karanlıklardan nuramak için kuluna apaçık ayetler indiren O'dur. Şüphesiz Allah size çok

i ve merhametlidir.

10- Ne oluyor size ki Allah yolunda harcamıyorsunuz? Halbuki göklerin

ve yerin mirası Allah'ındır. Içinizden, fetihden önce harcayan ve savaşanlar aynı olmaz. Onlar derece itibariyle daha sonra harcayan ve savaşanlardan daha yüksektir. Bununla beraber Allah her birine en güzeli vaadetti. Allah ne yaparsanız, haberdardır.

11-  Kim Allah'a güzel bir ödünç verecek olursa, O onu kat kat artıraçaktır. Ona çok değerli bir mükâfat

da vardır.

12- Mümin erkekleri ve kadınları, nurları önlerinden ve sağlarından koştuğunu gördüğün gün (melekler) "Bu gün size altından nehirler akan ve içlerinde ebedî kalacağınız cennetler müjdeler olsun." (derler). İşte bu, büyük murada ermenin ta kendisidir.

 

Belagat:

 

"Karanlık" kelimesi dalâlet ve inkâr; "nûr" kelimesi iman ve hidayet manasında kullanılmıştır.

"Allah'a ödünç verme" temsilî istiaredir. Allah yolunda Onun rızası için harcama yapan kişi sanki Allah'a geri ödenmesi vacib olan bir ödünç vermiş gibi kabul edilmiştir. [11]

 

Kelime ve İbareler:

 

Ey insanlar "Allah ve peygamberine iman edin" Allah'ın birliğim, Rasulünün peygamberliğini tasdik edin ve daima bu iman üzre olun, "size" tasarruf için "vekâlet verdiğinden" O'nun yolunda "harcayın" Aslında o mal sizin değil, O'nundur, ama O, sizi vekil yaptı, "size vekalet verdiği" ifadesin­de harcamaya teşvik ve bunun nefse ağır gelmemesini sağlama gayesi var­dır. "İçinizden iman edip de harcayanlar, onlar için büyük mükâfat vardır." Bu son cümlede birkaç yönden mübalağa ifade eden bir vaad vardır: Önce cümle isim cümlesidir, sonra iman ve infak tekrar zikredilmiş, hüküm zamir üzerine (onlar) bina edilmiş, "mükâfat" nekre gelmiş ve "büyük" sıfatı ile sıfatlanmıştır.

Ey kâfirler "Peygamber, Rabbinize iman etmeniz için sizi davet edip dururken" ve iman etmenize de bir mani yok iken "size ne oluyor ki Allah'a iman etmiyorsunuz? Halbuki O" ruhlar aleminde "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" demiş, siz de "evet, Rabbimizsin" cevabını vermiş ve böylece "siz­den kesin söz de almıştı." Siz dünyada var edildikten sonra da gerek iç âleminizde, gerekse dış âleminizde varlığını ve birliğini gösteren deliller ortaya koydu ve size aklınızı kullanarak düşünme ve tefekkür etme imkanı verdi. "Eğer iman edecekseniz" böyle bir niyetiniz varsa, durmayın hemen iman edin.

"Sizi karanlıklardan", dalâlet ve inkârdan "nura" iman ve hidayete "çıkarmak için" veya peygamberinin çıkarması için "kuluna apaçık ayetler indiren O'dur. Şüphesiz Allah" sizi inkârdan imana çıkarma konusunda "size" karşı "çok şefkatli ve merhametlidir." Baksanıza sadece aklî delillerle yetinmeyerek elçiler ve ayetler göndererek sizi uyardı.

"Ne oluyor size ki" iman ettikten sonra hâlâ "Allah yolunda" cihad ve diğer taatlar uğrunda "harcamıyorsunuz. Halbuki göklerin ve yerin mirası Allah 'indir." Hiç kimseye bir mal kalmayacak, göklerde ve yerde her şeye O varis olacaktır. Öyleyse o malı, geride kalıcı bir bedel -sevap- bırakacak yerlere harcamak en doğrusudur. "İçinizden, fetihten" Mekke fethinden "önce harcayan ve savaşanlar" ile fetihten sonra harcayan ve savaşanlar "aynı olmaz. Onlar" imanda önde oldukları ve imanları daha kuvvetli ol­duğu ve hem mala, hem de insana daha fazla ihtiyaç bulunduğu için "derece itibariyle daha sonra harcayan ve savaşanlardan daha yüksektir.

Bununla beraber Allah her birine en güzeli" yani cenneti "vadetti. Allah ne yaparsanız haberdardır." Gizli açık bütün amellerinizi bilir ve ameline göre karşılık verir.

"Kim" bedelini verir inancıyla malını hayırda harcayarak "Allah'a güzel bir ödünç verecek olursa, O onu kat kat artıracaktır." Rızasının ve kabulünün yanında "Ona çok değerli bir mükâfat da vardır."

"Mümin erkekleri ve kadınları, nurları önlerinden ve sağlarından koş­tuğunu gördüğün gün" melekler "bugün size altlarından nehirler akan ve içlerinde ebedî kalacağınız cennetler müjdeler olsun." derler, "işte bu, büyük murada ermenin ta kendisidir." [12]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Allah ve peygamberine iman edin..." ayeti (7. ayet) Tebuk Gazvesi hakkında inmiştir.

"İçinizden, fetihten önce harcayan..." ayeti (10. ayet) Vahidî'nin Kel-bî'den rivayet ettiğine göre Hz. Ebubekir hakkında inmiştir.

Yine Vahidî, îbni Ömer'den şöyle nakletmiştir: Bir gün Rasulullah oturuyordu, yanında eski bir aba ile göğsünü kapatmış Ebu Bekir bulunuyordu. O sırada Cebrail indi ve Rasulullah'a Allah'ın selâmını tebliğ ettikten sonra şöyle dedi: "Ya Muhammed, ne var ben Ebu Bekr'i eski bir aba içinde görüyorum?" Rasulullah: "Ya Cebrail, o fetihten önce bütün malını benim için harcadı." dedi. Cebrail: "Ona Allah'ın selâmını söyle ve de ki: Rabbin sana diyor ki: "Şu fakirliğin içinde benden razı mısın yoksa bana kırgın mısın?" Rasulullah (s.a.) Hz. Ebu Bekr'e döndü ve: "Ey Ebu Bekir, işte Cebrail sana Allah'tan selâm söylüyor ve Rabbin sana diyor ki: "Bu fakirliğin içinde benden razı mısın, yoksa kırgın mısın?" Ebu Bekir ağ­ladı ve "Rabbime mi darılacağım? Ben Rabbimden razıyım, ben Rabbimden razıyım." dedi.[13]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah göklerde ve yerde ve insanda gözle görülenlerden hareketle var­lığını, birliğini, ilmini ve kudretini ispat eden delilleri zikrettikten sonra ardından bazı dinî mükellefiyetleri, yani Allah'a ve Rasulüne iman etmeyi ve bunun devamlı olmasını ve bu konuda ihlası emretti, sonra müminler­den Allah yolunda harcama yapmalarını istedi, bunun ecrinin kat kat olacağını haber verdi, ayetlerinin küfrün karanlıklarından imanın nuruna çıkaracağını açıkladı. Mekke fethinden önce müslüman olup harcama yapan İslâm'a koşan ilkleri üstün kıldı, sonra tekar harcama için yaptığı teşviki tekrarladı.[14]

 

Açıklaması:

 

Allah'a ve peygamberine iman edin, size vekalet verdiğinden harcayın. İçinizden iman edip de harcayanlar, onlar için büyük mükâfat vardır." Yani Allah'ın birliğini, Muhammed (s.a.)'in peygamberliğininin doğru olduğunu en doğru şekilde tasdik edin ve bu yolda devam edin, sebat edin, gerçekten sizin mülkünüz yapmaksızın sadece üzerinde tasarrufta bulunma konusunda sizi vekil kıldığı Allah'ın malından harcayın. Zira mal, Allah'ın malıdır, kullar Allah'ın mallarında O'nun vekilleridir. Öyleyse onları Al­lah'ı hoşnud edecek yerde sarfetmeleri vacibdir.

Sonra Allah ve Rasulüne imanı ve Allah yolunda harcamayı bir arada yapanlar için çok hayırlı ve faydalı bir mükâfat -ki o cennettir- olduğunu beyan ederek iman etme ve Allah yolunda harcama yapmaya teşvik etti.

Ahmed bin Hanbel'in rivayetine göre Abdullah bin eş-Şihhîr şöyle dedi: Rasulullah'ın yanına gittim o şöyle diyordu: "Mal mülk çokluğu ile böbürlenmek sizi oyaladı. Ademoğlu "malım, malım" der durur, senin yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin veya sadaka verip kalıcı yaptığından başka malın yoktur." Bunu Müslim de rivayet ettikten sonra Rasulullah'ın şu ilavesini de zikretti: "Bunlardan gerisi gidicidir ve (başka) insanlara kalacaktır."

Sonra Allah iman etmemeyi kınayarak şöyle buyurdu:

"Peygamber, Rabbinize iman etmeniz için sizi davet edip dururken size ne oluyor ki Allah'a iman etmiyorsunuz? Halbuki O, sizden kesin söz de al­mıştı. Eğer iman edecekseniz (edin)." Yani Peygamber sizi imana çağırıp dururken ve apaçık deliller içeren O Kur'an'ı size okuyarak getirdiklerinin doğruluğuna dair delilleri ve hüccetleri beyan edip dururken, sizi iman et­mekten alıkoyan nedir? Halbuki O, ruhlar âleminde iman edeceğinize dair kesin söz almıştı. Ayrıca O sizin için kâinatta, insanın iç ve dış âleminde birliğine ve iman etmenin gerekliliğine delâlet eden deliller ortaya koydu. Zaten akl-ı selim de buna yönlendirmektedir. Eğer iman etmek niyetinde iseniz, hemen edin. Peygamber davet ettikten ve kendilerinden kesin söz alındıktan sonra hâlâ iman edilmemesine karşı bu söz bir tehdittir, bir azarlamadır.

Buhari'nin Sahih'ioâe rivayet ettiğine göre bir gün Rasulullah (s.a.) as­habına şöyle buyurdu: "İman bakımından müminlerin hangileri sizin daha hoşunuza gidiyor?" "Melekler" dediler. Rasulullah (s.a.) "Onlara n oluyor da iman etmeyecekler? Onlar Rablerinin yanındalar." dedi. "Öyleyse peygam­berler" dediler. Rasulullah (s.a.) "Onlara n'oluyor da iman etmeyecekler? Onlara vahiy geliyor." dedi. "Bizler öyleyse" dediler. Rasulullah (s.a.) "Size noluyor ki iman etmeyeceksiniz? Ben aranızdayım. İman bakımından müminlerin en hayret edilecek olanı şu kavimdir ki sizden sonra gelecekler, birtakım sayfalar bulacaklar ve içindekilere iman edecekler." dedi.

Sonra Allah inanmayanların mazeretini ortadan kaldırmak için Kur'an-ı Kerim'in indiriliş gayesini açıklayarak şöyle buyurdu:

"Sizi karanlıklardan nura çıkarmak için kuluna apaçık ayetler indiren Odur. Şüphesiz Allah size çok şefkatli ve merhametlidir." Yani Allah'ın Kur'an-ı Kerim ve diğer mucizelerden oluşan apaçık ayetleri indirmekten muradı sizi cehalet, inkâr ve çarpık görüşlerin karanlıklarından hidayet, yakîn ve iman nuruna çıkarmaktır. Şüphesiz Allah kullarına karşı çok şef­katli ve merhametlidir. İşte bu sebepten onların hidayeti için kitaplar in­dirdi, peygamberler gönderdi, imana mani olacak şüphe ve engelleri gider­di, sebepleri yok etti.

İman etmeyi ve harcamayı kullarına emredip onları bunları yapmaya teşvik ettikten ve iman etmedikleri için payladıktan sonra harcama yap­madıkları için onları azarlayarak şöyle buyurdu:

"Ne oluyor size ki Allah yolunda harcamıyorsunuz? Halbuki göklerin ve yerin mirası Allah'ındır" Yani sizin mazeretiniz nedir? Allah'a itaat ve O'nun rızasını kazanma ve O'nun yolunda cihad etme uğruna harcama yapmanıza mani olan şey nedir? Harcayın, fakirlikten korkmayın. Zira yolunda harcama yaptığınız, göklerin ve yerin malikidir, göklerde ve yerde tasarrufta bulunan Odur, göklerin ve yerin hazineleri Onun nezdindedir. Siz o malları hayatınızda iken harcamazsanız mirasın mirasçıya döndüğü ve size ondan hiçbir şey kalmadığı gibi bütün mallar Allah'a dönecektir. Mal Allah'ın malıdır. Allah şöyle buyuruyor: "Siz hayra ne harcarsanız, Al­lah onun yerine başkasını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Sebe, 34/39). Ve yine şöyle buyuruyor: "Sizin yanınızdaki tükenir, Allah katın-dakiler ise bakidir." (Nahl, 16/96). İşte bu şekilde Allah önce iman emeyi ve harcamayı emretti, sonra iman etmenin vacib olduğunu vurguladı.

Harcamanın bir fazilet olduğunu beyan ettikten sonra Allah, har­camada yarış yapmanın faziletin zirvesi olduğunu ve harcayanların durumlarına göre dereceleri olacağını beyan ederek şöyle buyurdu:

"içinizden, fetihten önce harcayan ve savaşanlar aynı olmaz. Onlar derece itibariyle daha sonra harcayan ve savaşanlardan daha yüksektir." Yani Mekke fethinden önce Allah yolunda harcayıp savaşlarla fetihten son­ra infak edip savaşanlar aynı olmaz. O ilklerin dereceleri sonrakilerden daha üstündür. Çünkü fetihten önce müslümanlann ihtiyacı daha çoktu, daha az ve daha zayıftılar, çok az malî imkan bulabiliyorlardı. Fetihten sonra ise çoğaldılar ve servetleri arttı.

"Bununla beraber Allah herbirine en güzeli vaadetti. Allah ne yapar­sanız, haberdardır. " Yani bu iki gruptan her birine dereceleri farklı olmak­la beraber en güzel mükâfatları, cenneti vaadetti. Allah yaptıklarınızı, gizli ve açık hallerinizin hepsini bilir, ona göre sizi mükâfatlandırır. Sizin hal­lerinizden hiçbir şey Allah'a gizli olmaz.

Ahmed bin Hanbel'in rivayetine göre Enes şöyle dedi: Halid bin Velid ile Abdurrahman bin Avf arasında şöyle bir konuşma geçti: Halid Abdur-rahman'a "Bizden önce müslüman olmanız dolayısıyla bize üstünlük tas­lıyorsunuz" dedi. (Halid Hudeybiye sulhu ile Mekke fethi arasında müs­lüman olmuştu). Bu söz Rasulullah'a iletildiğinde şöyle buyurdu: "As­habımı bana bırakın. Nefsim, elinde olana yemin olsun ki siz Uhud kadar veya dağlar kadar altın Allah yolunda harcasanız, onların amellerine ulaşamazsınız."

Buhari, Müslim ve diğerlerinin Ebu Said el-Hudrî'den rivayet ettik­lerine göre Rasulullah şöyle buyurdu: 'Ashabıma dil uzatmayın. Muham-med'in nefsi elinde olana yemin olsun ki sizden biri Uhud kadar altın infak etse, onlardan birinin müddüne, hatta yarısına erişemez." (Bir müdd, tak­riben 18 litredir).

Sonra Allah bu infakın semeresini beyan ederek şöyle buyurdu:

"Kim Allah'a güzel bir ödünç verecek olursa, O, onu kat kat artıracak­tır. Ona çok değerli bir mükâfat da vardır." Yani kim karşılığını Rabbinin katından bekleyerek malını Allah yolunda harcarsa, o sanki Allah'a karz-ı hasen -yani başa kakmadan, incitmeden, gönül rızası ile bir ödünç- vermiş olur. Allah da bunu onun için kat kat artırır ve ahvale, şahıslara ve zamana göre sevabı on mislinden yediyüz misline kadar yükseltir. Bundan başka ona çok hayırlı, faydalı bir karşılık güzel ve kıymetli bir mükâfat vardır ki o da cennettir.

İbni Ebi Hatem'in rivayetine göre Abdullah bin Mesud şöyle dedi: Bu ayet indiği zaman Ebuddahdah el-Ensarî "Yâ Rasulullah (s.a.)! Herhalde Allah bizden ödünç istiyor." dedi. "Evet" dedi. Rasulullah (s.a.) Ebuddah­dah "Elinizi verir misiniz ya Rasulallah?" dedi. Rasulullah'm elini tuttu ve "Ben bahçemi Rabbime ödünç verdim." dedi. Onun, içinde altıyüz kök hur­ması olan bir bahçesi vardı. Hanımı ve çocukları orada otururdu. Ebuddah­dah hanımına "Artık buradan çık, ben burayı Rabbime ödünç verdim (vak­fettim)." dedi.

Bir başka rivayette hanımı ona "Alış-verişin kârlı olmuş." demiş ve eş­yasını ve çocuklarını oradan taşımıştı. Rasulullah (s.a.) de "Cennette Ebud­dahdah için meyve yüklü nice hurmalar var." dedi.

Sonra Allah infak eden müminlerin kıyametteki güzel hallerini haber vererek şöyle buyurdu:

"Mümin erkekleri ve kadınları, nurları önlerinden ve sağlarından koş­tuğunu gördüğün gün (melekler) "Bugün size altlarından nehirler ve iç­lerinde ebedî kalacağınız cennetler müjdeler olsun." derler. İşte bu, büyük murada ermenin ta kendisidir." Allah yolunda harcayan mümin erkek ve kadınlar, kıyamet günü sıratın üstünde nurun önlerinden ve sağ taraf­larından koştuğunu gördüklerinde onları bir göreceksin. Meleklek tarafından kendilerine şöyle denilir: "Dünyada iken gönderdiğiniz salih ve güzel amellere uygun bir mükâfat ve size ikram olmak üzere, aralarından nehir­ler akan ve içlerinde ebedî duracağınız cennetler size müjdeler olsun." îşte bu nur ve bu müjde misli ve benzeri olmayan, hatta artık bundan ötesi asla bulunmayan büyük kurtuluştur.

Kitaplarını sağ taraflarından alan bu insanların salih amelleri kur­tuluşlarının ve cennete giden yolu bulmalarının sebebidir. Nitekim ayet-i kerimede: "O vakit kitabı sağ eline verilen kimseye gelince, kolayca bir hisab ile muhasebe edilecek o. Ehline de sevinçli dönecektir." (İnşikak, 84/7-9).

"...nurları önlerinden ve yanlarından koşar... denildi. Çünkü bu kur­tuluş alâmetidir.

İbni Mes'ud'un bu ayetin tefsiri sadedinde söylediğine göre insanlar amellerinin mikdarına göre sıratı geçecekler: Bir kısmının nuru dağ kadar, bir kısmınınki hurma ağacı kadar, bir kısmının da ayaktaki insan boyu kadar olacaktır. Nuru en az olanınki ise elinin başparmağında olacak, bir yanıp bir sönecek.[15] Katade şöyle dedi: Bize nakledildiğine göre Rasulul-lah (s.a.) şöyle diyordu: "Müminlerden bazılarının nuru Medine'den Aden'e ve San'a'ya kadar aydınlatır. Kimisininki daha az olur. Hatta bazılarının nuru sadece iki ayağının yerini aydınlatır."

Özet olarak: İman ve infak şu üç şeyin sebebidir: Hesap günü kur­tuluş, meleklerin cennetle müjdelemesi ve naim cennetlerinde ebedî kalış. Ayrıca bu ayet, kıyamet dehşetlerinin müminlere gelmeyeceğine de delâlet etmektedir. Çünkü Allah müminlerin hiçbirini ayırt etmeden kıyamet günü onların sıfatlarının bu olduğunu beyan etti. [16]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetlerden şu hususlar çıkartılabilir:

1- Allah'a ve Rasulüne iman etmek, yani Allah'ın bir olduğunu, ortağı olmadığını, Muhammed (s.a.)'in Allah'ın elçisi olduğunu tasdik etmek vacibdir. Bu itikat, Allah'a ibadet ve itaat ile meşgul olmayı gerektirir.

2- Allah yolunda infak (harcamak) vacibdir. Bundan maksat farz olan zekâttır. Farz zekâtın dışındaki diğer çeşitli ibadetlerdir de denilmiştir. Bu da dünyayı terketmeyi, ona iltifat etmemeyi ve onu Allah yolunda har­camayı emrettiğini ifade eder.

3- "Size vekalet verdiğinden" ifadesi mülkün aslının Allah'a ait ol­duğuna, kulun kendi malındaki yetkisinin ancak onu Allah'ın razı olacağı şekilde tasarruf etmek olduğuna, buna karşılık da ona cennetin verileceğine delâlet etmektedir. Başkasının malında tasarruf konusunda kişiye izin verildiğinde ondan rahat harcama yaptığı gibi Allah'ın tasar­rufuna vekalet verdiği malında da Allah için rahat rahat harcama yapabilirse bol sevap, büyük ecir alır.

Bu, gerçekte bu malların insanların olmadığına, kendilerinin ancak vekil ve naib yerinde olduğuna dair bir delildir. Öyleyse mümin bu mallar elinden çıkıp kendisinden sonra başkasına geçmeden önce hakkı yerine getirmek suretiyle fırsatı ganimet bilsin.

4- Salih ameller işleyip Allah yolunda harcayan müminler için büyük bir mükâfat vardır ki o da cennettir.

5- Allah, kendisine iman etmemeyi çok yerdi ve yadırgadı. İnsanların iman etmemesi için hangi mazeret var ortada? Bütün engeller ve sebepler kaldırılmış. Diğer taraftan Rasulullah (s.a.) inandırıcı sağlam delillerle imana davet ediyor. Allah, insanlar henüz babalan Âdem'in belinde iken onların Rabbi olduğuna ve kendileri için O'ndan gayri ilâh olmadığına dair ilk sözü almıştı. Onlardan alınan sözlerden biri de Allah'ın onlara verdiği akıl ve fikirlerdir. Ayrıca Allah onları peygambere uymaya çağıran açık hüccetler ve deliller ortaya koydu. Öyleyse ey insanlar, hüccet ve delillere bakarak iman edecekseniz, hemen imana koşun.

6- Allah peygamberin doğruluğunu gösteren ve onun davasını başarıya götüren hususları Kur'an-ı Kerim ve çeşitli mucizelerle destek­ledi. Öyleyse bundan sonra insanlara gereken iman etmektir. Çünkü apaçık Kuran ayetleri şirkin ve küfrün karanlıklarından imanın aydın­lığına çıkarır. Allah insanlara çok merhametli ve şefkatlidir. Zira onlar için kitaplar indirmiş, peygamberler göndermiş, imana mani olacak bütün en­gelleri ve sebepleri ortadan kaldırmıştır.

7- Yine Allah, Allah yolunda ve ona yaklaştıracak şeyler uğruna har­cama yapılmamasını kınadı: insanlar hepsi ölecekler, malları geri kalacak. Mirasın, hak sahibi mirasçıya dönmesi gibi bu mallar da Allah'a dönecektir.

Ayetler imanı ve infakı işte böyle emretti. Sonra imanın farz olduğunu ve infakın icab ettiğini tekid etti. Bu gayet güzel bir sıralamadır. Bu sırala­mada ayetteki beyan farziyet ifade eden emirden, caydıran ve teyid eden, kusur ve ihmale karşı tehdit ifade eden bir emre intikal etmiştir.

8- Birtakım sıkıntılar ve zor şartlardan dolayı infaka daha fazla ihtiyaç duyulduğu zamanlarda yapılan infakın sevabı daha büyük olur. İşte bu sebepten "Cennet ehli ile cehennem ehli eşit olmaz." (Haşr, 59/20) ayetinde de olduğu gibi, Allah Mekke fethinden önce infak edip düşmanla savaşanla on­dan sonra infak edip savaşanın eşit olamayacağını ifade etti. Çünkü fetih ön­cesi mal daha azdı, nafakaya ihtiyaç daha fazla idi, müslümanlar az idi. Ama fetihten sonra servet arttı, infaka ihtiyaç azaldı ve müslümanlar çoğaldı.

Eşbeh'in rivayetine göre İmam Malik şöyle dedi: "Fazilet ve azimet  sahiplerine öncelik verilmesi gerekir. Çünkü Allah "İçinizden fetihten önce infak edip savaşan eşit olmaz." buyurdu." Daha önce de geçtiği gibi Kelbî bu ayetin Hz. Ebu Bekir hakkında indiğini söylemiştir. Bu ayetler Hz. Ebu Bekir'in diğer sahabeden faziletli ve önde kabul edilmesi lazım geldiğine delildir, çünkü ilk müslüman olan odur. İbni Mesud şöyle dedi: Kılıcıyla İslâm'ı ilk yüceten Peygamber (s.a.) ve Ebu Bekir'dir. Çünkü o Allah'ın peygamberine ilk infakta bulunun kişidir.

İleride geride bulunmak din ve dünya hükümlerinde olur. Hz. Aişe şöyle dedi: "Rasulullah (s.a.) bize insanlardan herkesi kendi yerine koy­mamızı emretti. Mertebe bakımından makamların en yücesi namazdır." Buhari, Müslim, Tirmizî ve İbni Mace'nin Hz. Aişe'den rivayet ettiklerine göre Rasulullah (s.a.) hastalığında "Ebu Bekr'e emrimi söyleyin, cemaate namazı kıldırsın." buyurmuştur. Ahmed bin Hanbel'in Enes'ten rivayetine göre Rasulullah (s.a.) "Cemaate, içlerinde Kur'an'ı en iyi okuyan imam olur." buyurmuştur. Bir grup muhaddisin Malik bin Huveyris'ten rivayet ettiklerine göre Rasulullah (s.a.) iki kişiye "Yaşı daha büyük olanınız imamınız olsun." buyurmuştur. İmam Malik "Şüphesiz yaşın hakkı vardır" demiştir. İmam Ebu Hanife ve Şafiî de imamlıkta yaşa riayet etmişlerdir. Riayet edilmesi de gerekir, çünkü iki hayırlı insandan birinde ilim ve yaş birleşmiş ise ilim tercih edilir. Dünyevî hükümlere gelince onlar zaten dinî hükümlere bağlıdır. Din konusunda tercih edilen, dünyevî konularda da tercih edilir.

Tirmizî'nin Enes'ten rivayet ettiği hadiste Rasulullah (s.a.) "Bir genç, yaşından dolayı bir yaşlıya saygı gösterirse, yaşlandığında Allah ona saygı gösterecek birilerini hazırlar." Yine Tirmizî'nin Enes'ten rivayetine göre Rasulullah (s.a.) "Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı göstermeyen, bizden değildir." Ahmed bin Hanbel, Tirmizî ve Hakim'in Ab­dullah bin Amr'dan rivayet ettiklerine göre Rasulullah (s.a.) "Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimizin şerefini tanımayan, bizden değildir." buyurmuştur. Ahmed bin Hanbel ve Hakim'in Ubade bin Samit'ten yaptık­ları bir diğer rivayette de "Büyüklerimize saygı göstermeyen, küçüklerimize merhamet etmeyen ve âlimimizin hakkını tanımayan bizden değildir." buyurmuştur.

9- Allah, dereceleri farklı olmakla beraber müslümanlarm ilklerine de sonradan katılanlara da her birine cennet vaad etmiştir.

10- Kur'an-ı Kerim bir kere daha bu ayetlerde Allah yolunda infak et­meye çağırdı ve kalbinden gelerek başa kakmadan, incitmeden, sırf Allah rızası için verilen sadakanın sevabının, şartlara ve şahıslara göre yediden yediyüze Allah'ın dilediği miktara kadar kat kat olacağını açıkladı. İnfak eden bu kişiye güzel bir mükâfat, değerli bir rızık verilecektir ki o da kıyamet günü cennettir.

11- Şüphesiz bu değerli ecir, güzel mükâfat Allah yolunda harcama yapan mümin erkek ve kadınlara verilecektir. Onların imanları ve salih amelleri kurtuluşlarına ve sıratı geçmelerine bir sebep olacaktır ki bu için­de yürüyecekleri nurdur. O nur önlerinde olur, amel defterleri sağlarından verilir, melekler onlara içlerinde ebedî kalacakları cennete girme müjdesini verirler, kıyametin dehşetleri onlara erişmez ve cennete girerler. İşte en büyük kurtuluş budur. [17]

 

Münafıkların Kıyametteki Hali:

 

13-  O gün, münafık erkekler ve münafık kadınlar iman edenlere "Bizi bekleyin, nurunuzdan bir par­ça alalım." derler. "Arkanıza dönün de, bir nur arayın." denilir. Hemen aralarına tek kapısı olan bir sur çekilir. Surun içinde rahmet, dış tarafında da azap vardır.

14-  Onlara seslenirler: "Biz sizinle beraber değil miydik?." Müminler: "Evet. Lakin siz kendi kendinizi belâya soktunuz, beklediniz, şüphe ettiniz, kuruntular sizi aldattı, nihayet Allah'ın emri geldi ve o çok aldatan (şeytan) sizi Allah hakkında da aldattı." derler.

15- Artık bu gün ne sizden, ne de in­kâr edenlerden hiçbir fidye kabul edilmez. Varacağınız yer ateştir. Size yaraşan odur. Ne kötü varış yeridir.

 

İ'rab:

 

"Hiye mevlâküm" de iki ihtimal vardır: Ya mefulüne muzaf olmuş masdardır. "size veli olan, hakkınızda tasarrufta bulunan, sizi tutan manasınadır veya "size yaraşan" manasınadır (meal de buna göre verilmiştir). Bu sonuncusunu bazıları kabul etmemişler ve "yaraşan" manasında "mevlâ"nın kullanılmamış olduğunu söylemişler. [18]

 

Belagat:

 

"surun içi... rahmet -dışı... azap" cümleleri arasında mukabele vardır. [19]

 

Kelime ve İbareler:

 

"O gün münafık erkekler ve münafık kadınlar iman edenlere" onlar cennete doğru yıldırım hızıyla giderken "Bizi bekleyin," veya bize doğru bakın da "nurunuzdan bir parça alalım." nurunuzla aydınlanalım "derler" Onlarla alay edilerek "Arkanıza" dünyaya "dönün de" bundan başka "bir nur arayın" bu nurdan size fayda yok "denilir." Bu söz onlara, ümitlerini kırmak için melekler veya müminler tarafından söylenecektir. Bu konuşmadan sonra "Hemen aralarına tek kapısı olan bir sur çekilir." Buna Araf suru da denilir. "Surun içinde rahmet vardır." ona müminler girer. "Dış tarafında da azap vardır."

Münafıklar "Onlara seslenirler, biz sizinle beraber değil miydik", görünüşte sizin dininiz ve sizin ibadetiniz üzre değil miydik? "Müminler: Evet, lakin siz" münafıklık yaparak "kendi kendinizi belâya soktunuz," is­yanlarla kendinizi helak ettiniz, müminlerin başına felâket inmesini "bek­lediniz", İslâm dini ve kıyamet hakkında "şüphe ettiniz", İslâm'ın yok ol­ması ve uzun ömürlü olmanız gibi emeller ve "kuruntular sizi aldattı. Nihayet Allah'ın emri" ölüm "geldi ve çok aldatan" şeytan "Sizi Allah hak­kında da aldattı, derler."

"Artık bu gün ne sizden, ne de inkâr edenlerden" kendinizi ateşten kur­tarmak için "hiçbir fidye kabul edilmez." "Varacağınız" sığınacağınız "yer ateştir, size yaraşan odur. Ne kötü varış yeridir." [20]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah infak eden müminlerin kıyamet günü hallerini, nurlarının onla­ra cennetin yolunu göstermek için önlerinden ve sağlarından koştuğunu -ki bu kurtuluş alâmetidir- beyan ettikten sonra yine o günde münafıkların halini, müminlerin kendilerine yardım etmelerini isteyeceklerini, onları yeis ve ümitsizliğe sevkeden bir cevap verileceğini, onlar için kurtuluş ümi­di olmayacağını ve ateşin onların tek varacağı yer olacağını, kendilerine yakışanın da bu olacağını beyan etti. Bu da gösteriyor ki o gün ancak Al­lah'a ve peygamberine gerçekten iman eden Allah'ın emrettiğini yapıp, ya­sak ettiğini terkeden kurtulacaktır. [21]

 

Açıklaması:

 

"O gün münafık erkekler ve münafık kadınlar, iman edenlere "Bizi bek­leyin, nurunuzdan bir parça alalım." derler." Yani kıyamet gününde münafık erkekler ve kadınlar, nurları önlerinden ve sağlarından koşan müminlere şöyle diyecekler: Ey kurtuluşa ermiş müminler, bizi de bekleyin belki nurunuzdan istifade ederiz de şu zifiri karanlıktan çıkar ve bizi bek­leyen elim azaptan kurtuluruz."

Bir grup âlim şöyle demiştir: Kıyamet günü bütün insanlar karanlıkta olacak, sonra Allah müminlere bu nurları verecek, münafıklar da "Bize yönelin." diyerek aydınlanmak isteyecekler. Çünkü müminler onlara doğru bakarsa, nur da önlerinde olduğuna göre bu nurların parıltılarından is­tifade edecekler, demektir.

Kendilerine bütün emellerini suya düşürecek şu cevap verilir:

"Arkanıza dönün de bir nur arayın, denilir." Yani melekler veya müminler onlara dünyaya dönün bizim iman ve salih amellerle bul­duğunuz nuru siz de arayın. Bu ifadede onlarla istihza ve istekleriyle alay etme vardır. Çünkü onlar dünyada iken iman etmedikleri halde "İman et­tik" diyerek müminlerle istihza ediyorlardı.

Sonra Allah bu tabloyu ve bu konuşmaları şu sözü ile kesiyor: "Hemen aralarına tek kapısı olan bir sur çekilir. Surun içinde rahmet vardır, dış tarafında da azap vardır." Yani müminlerle münafıklar arasına bir engel konur, bu surun iç kısmı yani cennet ehlinden tarafa bakan kısmında rah­met vardır, cennet nimetleri vardır, cehennem ehline gelen tarafta ise cehennem azabı vardır.

Sonra Allah münafıkların halini ve imdat çağrılarını zikrederek şöyle buyurdu:

"Onlara seslenirler: "Biz sizinle beraber değil miydik?" Müminler: "Evet, lâkin siz kendi kendinizi belâya soktunuz, beklediniz, şüphe ettiniz, kuruntular sizi aldattı. Nihayet Allah'ın emri geldi ve çok aldatan (şeytan) sizi Allah hakkında da aldattı." derler." Yani münafıklar müminlere şöyle seslenirler: Biz dünyada sizinle beraber değil miydik, sizin yaptıklarınızı yapmıyor muyduk, sizinle beraber cumalarda hazır bulunmuyor muyduk, mescidlerde sizinle beraber namaz kılıyor. Arafat'ta beraber vakfe yapıyor, savaş meydanlarında beraber oluyor, diğer görevleri sizinle beraber eda ediyor ve İslâm'ın bütün amellerini yapıyorduk, bütün bunlarda beraber değil miydik?

Müminler de münafıklara şu şekilde cevap verirler: Evet, görünüşte bizimle beraberdiniz, ama siz inkârı gizleyerek münafıklık yapmak suretiyle başınızı belâya soktunuz, zevk ü sefaya, şehvet ve isyanlara dalarak kendinizi helak ettiniz, tevbeyi geciktirdiniz, müminlerin, hakkın ve haktan yana olanların başına felâket ve musibetler gelmesini bek­lediniz, din konusunda ve öldükten sonra dirilme meselesinde şüpheye düştünüz. Kur'an'ın indirdiklerini tasdik etmediniz, apaçık mucizelere iman etmediniz.

Boş kuruntular sizi aldattı. "Biz affolunacağız" dediniz dünya ve tûl-i emel sizi aldattı, nihayet ölüm gelip çattı. Şeytan sizi kandırdı, hatta size "Allah af edicidir, merhametlidir, size azap etmez." dedi.

"Artık bu gün ne sizden, ne de inkâr edenlerden hiçbir fidye kabul edil­mez. Varacağınız yer ateştir. Size yaraşan odur. Ne kötü varış yeridir." Yani artık bu günde ey münafıklar, kendinizi ateşten veya azaptan kurtarma karşılığında vereceğiniz herhangi bir fidye asla kabul edilmez. Nitekim Al­lah başka bir ayette "Ondan ne bir şefaat kabul olunur, ne de bir fidye alınır." (Bakara, 2/123) buyurmuştur. Aynı şekilde hem içlerinden hem de açıktan Allah'ı inkâr eden kâfirlerden de hiçbir fidye kabul edilmez. Hepinizin nihaî olarak varacağınız menzil ateştir, bütün menzillerin içinden size en lâyık olanı odur, varacağınız o ateş ne kötü bir varış yeridir. [22]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler şu hususlara delâlet etmektedir:

1- Münafıklar, azaptan kurtulan müminlerden kendilerini de beraber götürmelerini ve nurlarından istifade etmeleri için beklemelerini veya ağır olup buna fırsat vermelerini isteyerek onlardan yardım talep ederler. Ebu Ümame şöyle dedi: Mümine nur verilir kâfir ve münafık ise nursuz bırakılır.

2- Melekler veya müminler onlara şöyle diyecek: Bizim o nuru al­dığımız yere dönün de kendinize oralardan bir nur arayın. Çünkü siz bizim nurumuzdan alamazsınız.

3- Nur aramak için dönüp oradan ayrıldıklarında hemen cennetle cehennem arasına bir engel konur. Bunun içinde, müminlerden yana gelen tarafında rahmet; dışında, münafıklardan yana gelen tarafta azap vardır.

4- Münafıklar müminlere şöyle seslenirler: Biz dünyada sizinle beraber değil miydik, sizin gibi namaz kılar, sizin gibi cihad etmez miydik, sizin yaptıklarınızın aynısını yapmaz mıydık?

Müminler de onlara şöyle cevap verirler: Evet, görünüşte bizimle beraberdiniz, lâkin kendinizi fitneye, başınızı belâya soktunuz, münafıklık yapmak, asi olmak, şehvet ve zevklere dalmak suretiyle kendinizi helak et­tiniz, peygamber'in ölmesini, müminlerin başına felâketler gelmesini bek­lediniz, kuruntulara kapıldınız, nihayet ölüm gelip çattı ve şeytan sizi Al­lah hakkında aldattı.

5- Allah onların kurtulma ümitlerini kesti ve kıyamet günü kendileri o azaptan kurtarmak için vermek isteyecekleri bir fidyenin asla kabul edil­meyeceğini ve makam ve menzillerinin ateş olacağını onlara haber verdi. Ateş onlara her menzilden daha lâyıktır. O ne kötü varış ve dönüş yeridir. [23]

 

Allah'tan Korkmak, İnfak Edenlerin Ve Müminlerin Mükâfatı Ve Kafirlerin Cezası:

 

16- İman edenlerin, Allah'ı ve Hak'­tan ineni zikir için kalplerinin ür-permesi zamanı hâlâ gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilip de üzerlerinden uzun zaman geçmiş artık kalpleri katılaşmış olanlar gibi olmasınlar. Onlardan bir çoğu fasıklardı.

17- Bilin ki Allah, ölümünden sonra yeri diriltiyor. Düşünesiniz diye biz size ayetleri açıkladık.

18-  Sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar ve Allah'a güzel bir ödünç verenler, bu onlar için kat kat artırılır. Onlar için çok değerli bir mükâfat da vardır.

19- Allah'a ve peygamberlerine iman edenler, işte onlar sözü özü doğru olanlar ve Rableri nezdindeki şehit­lerdir. Onların mükâfatları ve nur­ları vardır. İnkar edenler ve ayet­lerimizi yalan sayanlar, işte onlar cehennemliktirler.

 

Belagat:

 

"Allah'ın öldükten sonra yeri diriltmesi" temsilî istiaredir. Yeri bitkiler­le diriltmesi, Kur'an'la kararmış kalpleri diriltmesi manasına alınmıştır. [24]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İman edenlerin Allah'ı ve Hak'tan ineni" Kur'an'ı "zikir için" nasihat ve irşadlarmdan "kalplerinin ürpermesi zamanı hala gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilip de" peygamberlerinden sonra "üzerlerin­den uzun zaman geçmiş" bu sebeple "artık kalpleri katılaşmış olanlar" yani Yahudi ve Hrıstiyanlar "gibi olmasınlar. Onlardan bir çoğu fasıklardı." Dinin sınırlarından çıkmış, emir ve nehiylerine aykırı hareket edenlerdi.

Ey müminler "bilin ki Allah, ölümünden sonra" kuruduktan sonra su ve bitki örtüsü ile "yeri diriltiyor." Aynı şekilde kalplerinizi de huşuya dön­dürerek diriltir. Bu, kararmış ve katılaşmış kalpleri zikir ve Kuran tilâvetiyle dirilteceğine dair getirilen bir temsildir. "Düşünesiniz, diye biz size" kudretimizi gösteren "ayetleri açıkladık."

Sırf Allah'ın rızasını kazanmak için, samimiyetle, başa kakmadan ve verdiğinden bir karşılık beklemeden muhtaçlara "sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar ve" böylece "Allah'a güzel bir ödünç verenler, bu on­lar için kat kat artırılır." Ayrıca "Onlar için çok değerli bir mükâfat güzel bir sevap "da vardır."

"Allah'a ve peygamberlerine iman edenler, işte onlar sözü, özü doğru olanlar ve Rableri nezdindeki" Allah yolunda öldürülen "şehitlerdir." Şehid, şahid olan demektir. Bu manada onlara şehid denilmesi, meleklerin onlara cennet verileceğine şahid olmasındandır. Yahut mana Allah için şahitlik yapanlar veya kıyamet günü ümmetlerin lehinde veya aleyhinde şahitlik yapacak olanlar demektir. Bu takdirde şahitlerden maksat peygamberler olur. Nitekim bir ayette Allah "Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz zaman halleri nasıl olacak" (Nisa, 4/41) buyurmaktadır.

Allah'ın varlığını ve birliğini "inkâr edenler ve" birliğimize delâlet eden "ayetlerimizi yalan sayanlar, işte onlar cehennemlikdirler." Beydavî "Bu ayette cehennemde ebedî kalmanın kâfirlere mahsus bir hal olduğuna delil vardır, terkip bunu hissettirmektir, çünkü "Ashabu'l-cahîm" ifadesi mülâzemete delâlet eder." demektir. Yani "ashab: arkadaş" beraber olmayı ayrılmamayı ifade etmektedir. [25]

 

Nüzul Sebebi:

 

İbni Ebî Şeybe Musannef 'inde Abdulaziz bin Ebi Ravvâd'dan rivayet ettiğine göre ashab-ı kiramın arasında şakalaşma ve gülme biraz fazla ol­maya başladı. Bunun üzerine "...kalplerinin ürperme zamanı hâlâ gelmedi mi?" ayeti (16. ayet) indi.

İbni Ebî Hatem'in Mukâtil bin Hayyan'dan naklettiğine göre Rasulullah (s.a.)'in ashabı biraz şakaya dalmışlardı. Bunun üzerine bu ayet indi. Yine İbni Ebî Hatem, Süddî'den Kâsım'ın şöyle dediğini nakletti: Rasulullah'ın as­habına usanma ve bıkkınlık gelmişti. "Ya Rasulallah bize biraz anlat." dedil­er. Bunun üzerine "... kalplerinin ürperme zamanı hâlâ gelmedi mi?" ayeti (16. ayet) indi.

İbni Mübarek Zühd'ünde Ameş'den şöyle nakletti: Rasulullah (s.a.) in ashabı Medine'ye gelince, daha önce geçirdikleri sıkıntıların ardından daha müreffeh bir hayata kavuştular. Sanki önceki gayret ve ciddiyetlerinde bir gevşeme oldu. Bunun üzerine "İman edenlerin Allah'ı ve Hak'tan ineni zikir için kalplerinin ürpermesi zamanı hâlâ gelmedi mi?" ayeti (16. ayet) indi. İbni Mes'ud'dan da benzeri rivayet olundu ve o "Müslüman olmamız-

la, bu ayetle itab olunmamız (azarlanmamız) arasında sadece dört sene vardır." dedi.[26] İbni Abbas da "Allah bizi on üçüncü senenin başında itab etti." dedi. [27]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Müminlerle münafıkların kıyametteki hallerini beyan ettikten sonra ar­dından azimet ve gayretleri biraz gevşeyen müminlerin kalplerini ürper-meye, korkmaya, Kur'an'ın nasihat ve irşadlarına kulak vererek yumuşamaya çağırdı ve onları, peygamberleri ile aralarındaki zaman uzadığı için kalpleri katılaşan, bu yüzden dinin bütün emir ve yasaklarını ih­mal eden Ehl-i Kitap gibi olmamaları konusunda uyardı. Sonra infak eden­lerle müminlerin mükâfatlan ve kâfirlerin cezaları arasındaki farkı zikretti. [28]

 

Açıklaması:

 

"İman edenlerin, Allah'ı ve Haktan ineni zikir için kalplerinin ürper-mesi zamanı hâlâ gelmedi mi?" Yani Allah'ın hatırlatmaları, nasihatleri ve Kur'an'ını dinledikleri zaman müminlerin kalplerinin yumuşayarak Kur'an'ı anlamaları, ona teslim olmaları, emirlerini dinleyip itaat etmeleri ve nehiylerinden kaçınmaları zamanı hâlâ gelmedi mi?

İbni Ebî Hatem, İbni Abbas'ın şöyle dediğini nakletti: Allah mümin­lerin kalplerinin biraz ağırlaştığını görünce, Kur'an'ın inmeye başlayışın­dan itibaren on üçüncü senenin başında onları itap etti ve "İman edenlerin, Allah'ı ve Hak'tan ineni zikir için kalplerinin ürpermesi zamanı hâlâ gel­medi mi?" dedi. Görünen o ki bu rivayet diğerlerinden daha sahihtir, çünkü sure Medine'de nazil olmuştur.

Sonra Allah Ehl-i Kitaba benzemekten nehyederek şöyle buyurdu:

Onlar, daha önce kendilerine kitap verilip de üzerlerinden uzun zaman geçmiş, artık kalpleri katılaşmış olanlar gibi olmasınlar. Onlardan bir çoğu fasıklardır. Yani Kur'an'ın inmesinden önce kendilerine Tevrat ve İncil ver­ilen Yahudi ve Hristiyanlardan kitap taşıyıcılara benzemesinler. Onların peygamberleriyle aralarından uzun zaman geçince kalpleri katılaştı; artık ne nasihattan, ne de cennet vaadinden ve cehennem tehdidinden etkilen­mez hale geldiler, ellerindeki Allah'ın kitabında değişiklikler yaptılar, onu basit menfaat sağlama aracı haline getirdiler, onu arkalarına attılar (hükümleri ile amel etmediler), değişik görüşlere karmakarışık sözlere uy­dular, ellerinde hiçbir delil olmadan Allah'ın dini konusunda sapık bilgin­lerini ve din adamlarım taklid ettiler, onların çoğu Allah'ın sınırlarından, emir ve yasaklarından çıkmış kişilerdir. İşte bu sebeple amelleri batıl, kalpleri fasid oldu. Nitekim bir başka ayette Allah bunu şöyle beyan etti:

"Verdikleri kesin sözlerini bozdukları için onları lanetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler (kitabı tahrif ederler) kendilerine hatırlatılandan önemli bir bölümünü de unuttular." (Maide, 5/13). İşte bu yüzden Allah müminleri onlara benzemekten nehyetti.

Sonra Allah nasihatlerin ve Kur'an okumanın tesir etmesi için misal­ler vererek şöyle buyurdu:

Bilin ki Allah, ölümünden sonra yeri diriltiyor. Düşünesiniz diye biz size ayetleri açıkladık." Yani yer yüzü kupkuru olduktan sonra yağmur ve bitkilerle onu dirilten Allah, Kur'an delilleri ve burhanları vasıtasıyla katılaşmış kalpleri yumuşatmaya, dalâlete düşen şaşkınları hidayete er­dirmeye de kadirdir. Üzerinizde düşünesiniz, içindeki nasihatlerden ibret alasınız ve gereği ile amel edesiniz diye size ayetleri ve delilleri açıkladık.

Sonra Allah muhtaçlara tasaddukta bulunan erkek ve kadınların alacakları sevabı açıklayarak şöyle buyurdu: "Sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar ve Allah'a güzel bir ödünç verenler, bu onlar için kat kat artırılır. Onlar için çok değerli bir mükâfat da vardır." Yani fakirlere, yoksullara, sıkıntıda olanlara mallarını tasadduk eden, verdiklerinden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür beklemeden sırf Allah'ın rızasını kazanmak niyetiyle malını veren erkekler ve kadınlar var ya, onlara Allah her sevaba on misli ile karşılık verecek ve onu yediyüz ve daha fazlasına katlayacak. Ayrıca bunun üstüne onlar için güzel, bol bir mükâfat ve değerli bir varış yeri vardır.

Sonra Allah müminlerin ve kâfirlerin bulacakları karşılığı anlatarak şöyle buyurdu:

"Allah 'a ve peygambere iman edenler, işte onlar sözü özü doğru olanlar ve Rableri nezdindeki şehitlerdir. Onların mükâfatları ve nurları vardır." Yani Allah'ın birliğini ikrar edip peygamberlerini tasdik edenler, işte onlar sıddîklar makamındadır. Mücahide göre Allah'a ve geygamberlerine iman eden herkes sıddîktır. Allah'ın kelime-i tevhidini ve dinini yüceltmek, hak­kın ve hak taraftarlarının bayrağını yükseltmek için Allah yolunda şehid olanlar, onlar için Rableri nezdinde büyük ecir ve önlerinden ve sağların­dan koşan o vadedilmiş nur vardır. Burada "Kim Allah'a ve peygambere itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine ihsanda bulunduğu peygamber­ler, sıddîklar, şehitler ve salihlerle beraberdir." (Nisa, 4/69). ayetinde zik­redilen peygamberler, sıddîklar, şehitler ve salihlerden ibaret olan ihlash dört sınıf müminden iki sınıfına bir işaret vardır. Ahmed bin Hanbel'in rivayet ettiği şu hadiste zikredilenler de şehidlerdendir: Rasulullah (s.a.) sordu: "Kimi şehid sayıyorsunuz?" Allah yolunda öldürüleni." dediler. Rasulullah (s.a.) "Öyleyse benim ümmetimin şehidleri cidden azdır. Öl­dürülen şehittir, bağırsak hastalığından ölen şehittir, veba hastalığından ölen şehittir." Bunlar, kendilerine mahsus, farklı farklı sevap verilecek olan ahiret şehitleridir.

"İnkar edenler ve ayetlerimizi yalan sayanlar, işte onlar cehennemliktir." Yani Allah'ın varlığını ve birliğini inkâr edip O'nun hakikaten ulûhiyyetine ve peygamberlerinin doğruluğuna delâlet eden burhanları ve ayetleri yalan sayanlar var ya, başkası değil işte bizatihi onlar cehennemliktir, orada ebedî kalacaklardır. Bu da saidlerin (ahirette bahtiyar olacak insanların) halini beyandan sonra şakilerin (ahirette bedbaht olacak insanların) halini beyandır. [29]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetlerden şu hükümler çıkartılabilir:

1- Allah'tan korkmak, emirlerine ve hükümlerine boyun eğmek, iman sahibi insanların sıfatlarındandır; Allah'ın ayetlerinden, öğütlerinden ve hükümlerinden yüz çevirmek de fasıkların özelliklerindendir ki bunlar da Allah'ın kelâmını değiştiren, kendi görüş ve heveslerine uyan, hak dini ter-keden ve Allah'ın hatırlatmalarını ve öğütlerini dinlemeye karşı kalpleri yumuşamayan Yahudi ve Hıristiyanlardır.

Bu, müslümanların, Tevrat ve İncil'de bildirilen ve Kur'an'da bil­dirilene de muhalif olmayan hususlarda Allah'ın yolu ile aralarındaki hakiki bağı koparan Ehl-i Kitab'a benzememeleri konusunda açık bir nehiydir. Bu iki kitab kaybolmayıp olduğu gibi kalabilseydi, dinin esasları konusunda Kur'an ile aralarında tam bir uygunluk olduğu açıkça görülecekti.

2- Allah'ın yağmurlarla kupkuru yeri diriltip oraya bereket, canlılık ve cıvıl cıvıl hayat vermesi gibi O'nun öğütlerini ve ayetlerini dinlemek de ölü kalpleri diriltir ve katı gönülleri yumuşatır.

3- Samimiyetle sırf Allah rızası için mallarından O'nun yolunda har­cayıp fakir fukaraya tasaddukta bulunanların bu amellerinin sevabı onlara kat kat verilir ve onlar için cennet vardır.

4- Allah'a ve peygamberlerine iman edenler, işte doğrulukta kemale ulaşan sadıklar onlardır. Çünkü Allah birdir demekten ve peygamberliği kabul etmekten daha doğru söz yoktur. Peygamberlerden sonra sıddıklar gelir, sıddıklardan sonra şehidler, şehidlerden sonra salihler gelir. Rableri katında bunların hepsi için büyük ecir vardır. Bunlar hesap günü kur­tulanlar, cennette ebedî kalacak olanlardır.

5- Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler, peygamberleri ve mucizeleri yalan sayanlar, işte onlar cehennemde ebedî kalıp orada azap görecek olan cehennemliklerdir. Onlara ne bir ecir ne de bir nur vardır; bilakis onlara sürekli bir azap ve açılmaz bir karanlık vardır. Çünkü onlar hem inkâr ettiler, hem de ayetleri reddettiler, kabul etmediler. [30]

 

Dünyanın Hali Ve Ahiret Ameline Teşvik:

 

20- Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyundur, bir eğlencedir, bir süsdür; aranızda bir öğünüş, malların ve evlâtların çokluğu ile iftihar ediş­tir. Bitirdiği nebat, ekicilerin hoşu­na giden bir yağmur gibidir. Sonra o kurur da sen onu sapsarı olmuş görürsün, sonra o bir çerçöp olur. Ahirette çetin bir azap vardır. Al­lah'tan mağfiret ve rıza vardır. Dünya hayatı bir aldanış metaın-dan başka bir şey değildir.

21- Rabbinizden gelecek bir mağfi­rete ve genişliği gök ve yer genişliği gibi olup Allah'a ve peygamberleri­ne iman edenler için hazırlanmış olan bir cennete doğru yarışın. İşte bu, Allah'ın lütfudur ki onu kime dilerse, ona verir. Allah büyük lütuf sahibidir.

 

Belagat:

 

"Bitirdiği nebat, ekicilerin hoşuna giden bir yağmur gibidir. Sonra o kurur da sen onu sapsarı olmuş görürsün, sonra o bir çörçöp olur." cümlesi temsilî teşbihtir, çünkü benzeme yönü birden fazladır.

"Rabbinizden gelecek bir mağfirete doğru...yarışın" cümlesindeki "mağfiret" kelimesinde mecaz-ı mürsel vardır. Sebep sonuç ilişkisi ile "mağfiret sebepleri, vesilesi" demektir. [31]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Bilin ki dünya hayatı ancak" faydasız "bir oyundur", insanı asıl işin­den alıkoyan "bir eğlencedir." Yüksek mevki ve makamlar, lüks arabalar, daireler ve elbiseler gibi "bir süsdür, aranızda" soy-sop, haseb-neseplerle "bir öğünüş, malların ve evlâtların" onların "çokluğu ile iftihar ediştir." Dünya sizin hoşunuza gitmesi ve sonra yok olup gitmesi bakımından "bitir­diği nebat, ekicilerin hoşuna giden bir yağmur gibidir", yeşillendikten "son­ra o kurur da sen onu sapsarı olmuş görürsün, sonra o bir çörçöp olur." Dünyayı ahirete tercih edenler için "ahirette çetin bir azap vardır." Ahireti  dünyaya tercih edenler için de "Allah'tan mağfiret ve rıza vardır." Burada dünyaya kapılıp gitmekten sakındırmak, ahiret için çalışmaya teşvik var­dır. "Dünya hayatı" tamamen dünyaya yönelip ahireti unutan için "bir al­danış metaından başka bir şey değildir."

"Rabbinizden gelecek bir mağfirete" yani mağfirete sebep olacak işlere, "ve genişliği gök ve yer genişliği gibi olup Allah'a ve peygamberlerine iman edenler için hazırlanmış olan bir cennete doğru" yarışta canla başla koşan­lar gibi "koşun." Bu cümlede cennetin şu anda yaratılmış ve var olduğuna iman etmenin onu hak etmek için kâfi olduğuna delil vardır. "İşte bu" vaad edilen cennet ve mağfiret "Allah'ın bir lütfudur ki onu" hiçbir icab ve ilzam olmadan kullarından "kime dilerse ona verir. Allah büyük" ve geniş "lütuf sahibidir", dolayısıyla kullarına bu kadar geniş cennetler vermesi uzak görülemez. [32]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah müminler ve kâfirlerin ahiretteki hallerinden bahsettikten son­ra dünya işlerinin değersizliğini ve ahiret halinin mükemmelliğini zikretti. Çünkü dünyanın faydası az, süresi kısadır; ahiretin ise faydası tamdır, devamlıdır, kalıcıdır. Şüphesiz daha devamlı ve kalıcı olan geçici olana ter­cih edilir. Bu yüzden Allah, geçici olanın hemen ardından Allah'ın affına, rızasına ve ebedî nimetlere nail olarak kurtuluşa eriştiren hususlara teş­vik etmektedir. [33]

 

Açıklaması:

 

"Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyundur, bir eğlencedir, bir süstür, aranızda bir öğünüş, malların ve evlâtların çokluğu ile iftihar ediştir." Yani ey insanlar şunu iyi bilin ki dünya hayatı ciddiyeti olmayan bir oyundur, gelip geçici bir eğlencedir, geçici bir zaman için süslenilen bir zinettir, bir­birinize karşı mal çokluğu, evlâdü ıyal kalabalığı ile övündüğünüz bir yerdir.

Nitekim ayet-i kerimede bu şöyle ifade edilmiştir: "Nefsanî arzulara, kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara cazib kılındı. Bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Halbuki varılacak güzel yer Allah'ın katındadır." (Âli İmran, 3/14).

Bu ifade dünyanın değersizliğine delâlet eder. Sonra Allah onu fay­dasının azlığı yanında çok çabuk yok olup gitmesi bakımından, yağmurun bitirdiği, büyüttüğü, gelişmesini tamamlayıp olgunlaştıktan sonra yok olup giden bir bitkiye benzeterek şöyle buyurdu:

"Bitirdiği nebat, ekicilerin hoşuna giden bir yağmur gibidir. Sonra o kurur da sen onu sapsarı olmuş görürsün. Sonra o bir çerçöp olur." Yani dünya bir yağmur gibidir, bu yağmur sebebiyle biten bitkiler çiftçinin hoşuna gider. Sonra bu yeşil bitkiler kurur, sonra kırılır, uflanır, dağılır, çerçöp haline gelir, rüzgâr alıp götürür. Dünya buna benzer. Ayetteki "el-küffâr" kelimesi burada çiftçiler manasınadır. "Kâfir" gizleyen demektir. Çiftçi de tohumu toprağa gizlediği için bu ismi almıştır.

Bu ayetin bir benzeri de Yunus süresindeki şu ayettir: "Dünya hayatının durumu, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki insanların ve hay­vanların yiyeceklerinden olan yeryüzü bitkileri, o su sayesinde gürleşip bir­birine girer. Nihayet yeryüzü zinetini takınıp süslendiği ve sahipleri de onun üzerinde kudret sahibi olduklarını sandıkları bir gece ve gündüz ona emrimiz (afetimiz) gelir de onu sanki dün yerinde yokmuş gibi kökünden koparılarak biçilmiş bir hale getiririz." (Yunus, 10/24).

Sonra Allah dünyaya karşı uyarıp, ahirete hazırlık için dünyadaki hayırlı şeylere teşvik ederek şöyle buyurdu: "Ahirette çetin bir azap vardır, Allah'tan mağfiret ve rıza vardır. Dünya hayatı bir aldanış metaından baş­ka bir şey değildir." Yani ahirette şu iki şeyden başkası yoktur: Ya Allah düşmanları için çetin bir azap veya Allah dostları ve itaat ehli için Allah tarafından bir mağfiret ve rıza. Ahirete nispetle dünya çok az ve değersiz bir şey olmasına rağmen ona aldanıp hoşlanan ve ondan başka dünya ol­madığına inandığından dolayı ahirete yönelik amel etmeyen için dünya sadece bir aldanmadan ve geçici olarak istifade edilen bir metadan başka bir şey değildir. Said bin Cübeyr şöyle dedi: Eğer dünya seni ahiret için çalışmaktan alıkoyuyorsa aldanma metaldir. Ama seni Allah'ın rızasını kazanmaya ve onunla buluşmaya çağırıyorsa, o zaman o ne güzel meta ve ne güzel vesiledir.

İbni Cerir'in rivayetine ve sahih hadiste geldiğine göre Ebu Hüreyre Rasulullah'ın şöyle dediğini rivayet etti: "Cennette kamçı kadar bir yer dünyadan ve içindekilerin tamamından daha hayırlıdır." Okuyun şu ayeti: "Dünya hayatı bir aldanış metaından başka bir şey değildir." Bu son ilave sadece İbni Cerir'in rivayetinde vardır.

Buhari ve Ahmed bin Hanbel'in Abdullah bin Mes'ud'dan rivayet et­tiklerine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Cennet size terliğinizin bağından daha yakındır. Cehennem de öyle." Bu hadis hayrın da şerrin de insana ne kadar yakın olduğunu gösteriyor.

Allah ahirette olacak mağfireti zikrettikten sonra ona doğru koşul­masını emretti. Yani Allah sevaplar ve dereceler kazandıracak, günahlara ve hatalara keffaret olabilecek ibadetleri yapmak ve haramları terketmek suretiyle hayırlara koşmayı, mağfirete ve cennete doğru yarışmayı em­rederek şöyle buyurdu:

"Rabbinizden gelecek bir mağfirete ve genişliği gök ve yer genişliği gibi olup Allah'a ve peygamberlerine iman edenler için hazırlanmış olan bir  cennete doğru yarışın." Yani salih ameller yapmak suretiyle Rabbiniz tarafından affedilmenize vesile olacak şeylere doğru, müsabaka yapanların koşması gibi süratle koşun, davranın. Günahları ve isyanları silecek tev-beye ve genişliği yer ve göğün ikisinin genişliği kadar olan cennete ulaş­tıracak şeylere doğru koşun.

İşte hazırlanan ve yaratılan bu cennet Allah'ı ve peygamberlerini tas­dik eden, Allah'ın farz kıldığını yapıp yasak ettiğinden kaçanlar içindir.

Sonra Allah mağfiretin ve cennetin Allah Tealâ için bir zorunluluk değil, kendisi tarafından bir lütuf ve rahmet olduğunu beyan ederek şöyle buyurdu: "İşte bu, Allah'ın lütfudur ki onu kime dilerse ona verir. Allah büyük lütuf sahibidir." Yani bu vaadedilen mükafaatı, cennet ve mağfireti vermek Allah'ın üzerine vacib değildir, sırf O'nun bir lütfü ve rahmetidir.

Sahih hadiste şöyle gelmiştir: Muhacirlerin fakirleri "Ya Rasulallah! Servet sahipleri bütün sevapları, yüksek dereceleri, ebedî cennetleri götür­düler. " dediler. Rasulullah "Ne demek istiyorsunuz?" dedi. Onlar da şöyle dediler: "Bizim gibi namaz kılıyorlar, oruç tutuyorlar, ama onlar sadaka (zekât) veriyor, biz veremiyoruz, onlar köle azad ediyor, biz edemiyoruz." Rasulullah (s.a.) "Size bir şey öğreteyim mi? Onu yaptığınızda sizden son­rakilerini geçmiş olursunuz ve sizin yaptıklarınızın aynısını yapanlar hariç hiç kimse sizden daha faziletli olamaz: Her (farz) namazın ardından otuz üçer defa sübhanallah, elhamdülillah, Allahüekber deyin." Bir müddet son­ra bu fakir muhacirler geri geldiler ve "Zengin kardeşlerimiz bizim ne yap­tığımızı duydular ve aynısını onlar da yaptılar." dediler. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.): "Bu, Allah'ın lütfudur ki onu kime dilerse, ona verir." ayetini okudu. [34]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

1- İlk ayette ifade edilen asıl maksat, dünya halinin değersizliğini, ahiret halinin değerli olduğunu anlatmaktır. Bu yüzden Allah dünyayı şu beş sıfatla anlattı: Dünya hayatı bir oyundur. Oyun çocukların iyice yoruluncaya kadar yaptıkları şeydir. Sonra bu yorgunlukları hiçbir fayda sağlamadan heba olup gider. O bir eğlencedir ki daha çok gençler yaparlar, çoğunlukla geride nedametten başka bir şey kalmaz. O bir süstür ki bu da hanımların alışkanlığıdır. Süslenmek, kusurları örtme çabasıdır, süslenen­lerin geçici ve fani sıfatlarla birbirlerine karşı övünmeleridir. Bu da ya soy-sopla övünme şeklinde olur veya maddî ve bedenî güçle, peşindeki adam­larla, mevki-makamla övünme şeklinde olur ki hepsi geçicidir.

Sonra Allah dünyanın süratle geçip giderek güzelliğini kaybedişini, bol yağmur aldığından yemyeşil olan ve yeşilliği seyredenlerin çok hoşuna giden, ama çok geçmeden kuruyup dağılarak hiç yokmuş gibi olan ekine benzetti. Bu benzetme Yunus suresi 24. ve Kehf suresi 45. ayetlerde de zik­redilmiştir.

Sonra ahiretin halini zikretti: Orada insanlar ya Allah düşmanları için hazırlanmış ağır ve devamlı bir azaba veya Allah dostları ve ibadet eh­li için hazırlanmış Allah'ın mağfiret ve rızasına doğru giderler ki işte bu, mükâfatların en büyüğüdür.

Sonra bu ayet yukarıda geçenlerin bir tekit ve teyidini yaparak bitti. O da dünya hayatının, kendisine gönül verenleri -ki bunlar kâfirler- al­datan, kandıran bir metadan ibarettir. Müminler için ise dünya kendilerini cennete ulaştıran bir metadır.

2- Dünyanın ve ahiretin hali ve durumu bu ise insanlara düşen ahiret için çalışmaktan başka bir şey değildir. Bunun için Allah, kendilerinin Rableri tarafından affına sebep olacak, onları aralarından ırmaklar akan cennetlere koyacak olan salih ameller yapmaya koşmalarım emretmiştir. Cennet, yer ve gökler kadar geniştir. Allah'ın varlığını ve birliğini ve pey­gamberlerini tasdik edenler için yaratılmış ve hazırlanmıştır.

Burada cennetin halen yaratılmış ve hazır olduğuna delil vardır. Lakin cennete ancak Allah'ın rahmeti ve lütfü ile erişilir ve girilir. Allah geniş, bol lütuf sahibidir. Bu cümleden maksat cennetin büyüklüğüne dik­kat çekmektir. Çünkü büyük lütuf sahibi Allah Tealâ, bir ihsanda bulun­duğu zaman bununla kendisini methediyorsa bu ihsanın çok büyük olması lazım gelir. [35]

 

Başa Gelenlerin Kaza-Kaderle İlgisi Ve Cimrilerin Kendilerine Zulmetmeleri:

 

22- Ne yerde, ne de sizin kendinizde  kir musibet yoktur ki biz onu yarat- mamızdan evvel bir kitapta (yazılmıs olmasın. Şüphesiz ki bu Allah'a göre kolaydır.bürlenen hiçbir kibirliyi sevmez.

24- Onlar cimrilik yapanlar, insanara da cimriliği emredenlerdir.  Kim yüz çevirirse şüphesiz Allah müstağni, bütün hamde lâyık olanın ta kendisidir.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ner yerde, ne de sizin kendinizde bir musibet yoktur ki, biz onu yarat­mamızdan evvel bir kitapta" Levh-i Mahfuzda yazılmış "olmasın." Bunları bir kitapta toplamak "şüphesiz ki bu, Allah'a göre kolaydır." Musibet sözlük­te, ister hayır, ister şer olsun insan başına gelen şeye denir. Ancak örfte özel­likle kıtlık, kuraklık, hastalık, ölüm, afet gibi kötü olaylar için kullanılır.

Dünya nimetlerinden "elinizden çıkana tasalanmayasınız," üzülmeye-siniz, "O'nun size verdiği" nimetler "ile", nankörlük sevinci ile "sevinip şı-marmayasınız." aksine nimete şükür sevinci ile sevmesiniz diye böyle ha­ber veriyoruz. Zira her şeyin Allah'ın takdiri olduğunu bilene bunlar ağır gelmez. "Allah" kendine verilenlerle "çok böbürlenen" malı ile veya makam ve mevkii ile insanlara karşı caka satan "hiçbir kibirliyi sevmez." Onu ce­zalandırır.

"Onlar" vermeleri vacib olan şeyde "cimrilik yapanlar, insanlara da cimriliği emredenlerdir." Onlar için ağır bir tehdit vardır. Üzerine vacib olan şeyden "kim yüz çevirirse, şüphesiz Allah" her şeyden müstağni "bütün hamde lâyık olanın ta kendisidir." O'na şükretmeyenin bu fiili O'na zarar vermediği gibi, verdiği nimetlerden biri ile O'na yakın olmanın da yararı olmaz. Bu ifadede bir tehdit ve "infak edin" emrinin infak edenin menfaatine olduğunu ihsas ettirme maksadı vardır. [36]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah kendi lütfü ve rahmetinin tecellisi olarak ahirette vereceği mağ­firet ve cenneti beyan ettikten sonra, müminlerin başına gelen musibet­lerin sıkıntısını hafifletmek için bu ayetlerde, dünyada meydana gelen bütün musibetlerin O'nun hüküm ve takdiri ile olduğunu açıklamak istedi.

Sonra elden kaçan dünya nimetlerine karşı üzülmemeleri, nimet gel­diği zaman da şımararak kibirlenip böbürlenmemeleri ikazında bulundu. Sonra şer'an üzerlerine vacib olanı vermekte cimrilik gösteren ve baş­kalarına da cimrilik yapmalarını emreden o kibirli şımarıkları cezalan­dıracağını, haber verdi. İşte insanların bu yaptığı, kendi aleyhlerine cinayet işlemekten başka bir şey değildir. [37]

 

Açıklaması:

 

"Ner yerde, ne de sizin kendinizde bir musibet yoktur ki biz onu yarat­mamızdan evvel bir kitapta (yazılmış) olmasın." Yani şu dünyadaki musibetlerden hiçbir musibet bulunmaz ki Allah katında yazılmış olmasın. İşte bu kaza ve kaderdir. Bu musibet ister kıtlık, kuraklık veya bitki azal­ması, ziraî mahsulatın telef olması, meyve noksanlığı, pahalılık ve açlık gibi insanın dışında olsun, isterse hastalıklar, fakirlik, geçim sıkıntısı gibi insanın kendisinde bir musibet olsun, bütün bunlar yaratılmadan önce Levh-i Mahfuzda yazılmıştır.

"...biz onu yaratmamızdan önce..." cümlesindeki "onu" zamiri İbni Cerir'in dediği gibi en isabetlisi "yaratılılmışlara ve varlıklara" veya sadece "canlılara" döner, söz de buna delâlet etmektedir.

"Şüphesiz ki bu, Allah'a göre kolaydır." Yani bütün bunları çokluğuna rağmen "kitab"a kaydetmek ve eşyayı var olmadan önce bilmek, Allah'a zor değildir, kolaydır. Çünkü yaratan O'dur, yaratan yarattığını çok iyi bilir, onun ne idiğini, ne olacağını ve ne olmayacağını bilir. Bir rivayette şöyle gel­miştir: "Kişi Allah'ın kaderdeki sırrını bilseydi, musibetler ona hafif gelirdi." Âlimler bu ayet-i kerimeden eşya var olmadan önce Cenab-ı Hakkın onları bildiği sonucunu çıkarmışlardır. Bundan dolayı eşya, hadiseler, musibetler gerçekte beşerden hiç kimseye değil, ancak onları yoktan var eden Allah'a nispet edilir. Halk arasında söylenen kadında, binekte ve evdeki uğursuzluk meselesine gelince bu onların örfüne, düşünce ve sözlerine göre böyledir, işin aslında öyle değildir. Sihir, göz değmesi ve öldürme işi de öyledir. Yani hepsi Allah'ın tesiri (yaratması) ile meydana gelir, asıl müessir ve fiil sahibi O'dur. İnsanların fiili ise sadece görünürde insana nispet edilir.

Ayet-i kerimede musibetleri sadece insanın "kendisinde ve dünyada meydana gelenler" diye sınırlaması bunların sadece dünya ahvaline ait ol­masındandır. Bu sebeptendir ki Rasulullah (s.a.): "Kıyamet gününe kadar olacakları yazıldı, kalem kurudu." demiş "sonsuza kadar" dememiştir.

Ahmed bin Hanbel ve "şahindir" hükmü ile Hakim'in Ebu Hassen'den rivayet ettiklerine göre iki kişi Hz. Aişe'nin (r.a.) huzuruna girdiler ve :"Ebu Hüreyre Rasulullah'ın (s.a.) "Uğursuzluk ancak kadında, binekte ve evde olur." dediğinden bahsediyor." dediler. Hz. Aişe de: "Kur'an'ı Ebul-kasım (s.a.)'a indirene yemin ederim ki o böyle demiyordu, lakin Rasulul-lah (s.a.) şöyle söylüyordu: "Cahiliye insanı uğursuzluk ancak kadında, binekte ve evdedir, diyorlardı." Sonra Hz. Aişe "Ne yerde, ne de sizin ken­dinizde bir musibet yoktur ki biz onu yaratmamızdan evvel bir kitapta (yazılmış) olmasın" ayetini okudu.

"Elinizden çıkana tasalanmayasınız. Onun size verdiği ile sevinip şımarmayasınız diye." Yani bütün bunları size haber verdik ki dünyada elinizden kaçan nimetlere üzülmeyesiniz, elde ettiklerinizle de şımarıklık yapmayasmız diye. Elden kaçanlara üzülmeyin, çünkü bir şey takdir edil­miş (kaderde yazılmış) ise mutlaka olur. Size gelene veya Allah'ın size ver­diğine sevinmeyin, yani Allah'ın size ihsan ettiği nimetlerle insanlara kar­şı iftihara kalkışmayın, çünkü bütün bunlar Allah'ın takdiridir ve size O'nun verdiği rızıktır. İşte bunun için Allah şöyle buyurdu:

"Allah çok böbürlenen hiçbir kibirliyi sevmez." Yani Allah gönlü büyüklük yapan, tekebbür gösteren, malıyla veya mevki ve makamı ile başkasına karşı üstünlük taslayan herkesi şüphesiz cezalandıracaktır.

Böylece şu ortaya çıkmaktadır: Allah tarafından hoş görülmeyen üzün­tü; kaza ve kadere rıza göstermemekten ve sabretmemekten dolayı gös­terilen üzüntüdür. Yasak edilen sevinç ise, kişiyi şımarıklığa sevkeden ve şükrü unutturan sevinçtir. İkrime şöyle dedi: "Üzülmeyen veya sevinmeyen kimse yoktur. Fakat siz sevincinizi, şükür; üzüntünüzü, sabır yapın."

İnsanın tabiatından olan sevinme, üzülme, öfkelenme gibi şeyleri yasak etmek manasızdır. Öyleyse buradaki yasak, öfke öncesi onu hazır­layıcı şeyleri yapmaya veya sevinç ve üzüntüyü izleyen sebeplerle ilgilidir ki bu da nimetlerle şımarma ve nankörlük etme ve kadere öfkelenme ve cerbezelenmedir.

Kibirli, gururlu insanlar, başkasının kendileri üzerinde herhangi bir hakkı olduğunu kabul etmediklerinden çoğunlukla cimri olurlar. Aşağıdaki ayette Allah onları tarif ederek şöyle buyurdu:

"Onlar cimrilik yapanlar, insanlara da cimriliği emredenlerdir. Kim yüz çevirirse şüphesiz Allah müstağni, bütün hamde lâyık olanın ta ken­disidir." Yani malını harcamamak suretiyle cimrilik yapanlar, çoğunlukla kibirli, gururlu insanlardır. Allah'ın maldaki hakkını ödemezler, bir yok­sula bir fakire iyilikte bulunmazlar. Başkalarından da mallarını har­camamalarını isterler, cimrilik yapmayı insanlara güzel gösterirler. Lakin kim bu harcamayı yapmaz, Allah'ın emirlerinden ve O'na itaat etmekten uzak durursa, bilsin ki Allah'ın ona ihtiyacı yoktur. O gökteki ve yerde var­lıklar nezdinde zatı övülendir, bu cimrilik O'na zarar vermez. Kur'an-ı Ker-im'in aktardığı Musa'nın kavmine söylediği şu sözde olduğu gibi cimrilik ancak o kişinin kendisine zarar verir: "Eğer siz ve yeryüzündekiler hepsi nankörlük ederseniz (bu, Allah'a zarar vermez), zira şüphesiz Allah müs­tağnidir, çok övülmeye lâyıktır." (İbrahim, 14/8). [38]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:

1- Kâinatta bulunan her şey Allah'ın emriyledir, hayır ve şer bütün olanlar Allah'ın bilgisi dahilindedir, daha varlıklar yaratılmadan önce Levh-i Mahfuzda yazılmıştır. Bunları tespit etmek ve bilmek Allah'a kolaydır, basittir.

2- Bunlar hepsi yazılmış ise, bozulmayacak şekilde takdir edilmişse musibetleri göğüslemek insanlara ağır gelmez artık. Onlara düşen bu hük­me boyun eğmektir. Öyleyse ellerinden kaçırdıkları nimetlere üzülmesin­ler, dünya nimetlerinden kendilerine verilenlere bakarak sevinip şımar-masınlar. İkrime'nin rivayetine göre İbni Abbas şöyle demiştir: Sevinip üzülmeyen kimse yoktur, ancak mümin musibetini sabır, ganimetini şükür yapar[39] Yasaklanan üzüntü ve sevinç kişinin caiz olmayan aşırılıklar gös­terdiği üzüntü ve sevinçlerdir. Daha önce de geçtiği gibi hoş görülmeyen sevinç, tekebbür ve hak tanımamayı içeren sevinçtir. Yasaklanan hüzün de kişiyi sabırdan ve sabrın sevabını bekler olmaktan ve Allah'ın hükmüne teslim olmaktan çıkaran hüzündür.

3- Allah, kendisine verilen dünya nimetlerine bakarak kibire kapılan, insanlara karşı bununla böbürlenen herkese buğzeder, ondan hoşnut ol­maz, onu cezalandırır.

4- Allah cimrilik yapan kibirlileri veya Allah'ın üzerlerine vacib kıldığı infakı, fakir ve yoksullara vermesi lazım gelen sadakayı (zekât) vermemek suretiyle cimrilik yapan ve başkalarına da kendileri gibi cimrilik yap­malarını emredenleri asla sevmez.

5- Kim bu infakı yapmaz Allah'a itaat etmez, kaza-kadere iman et­mezse, bilsin ki Allah'ın ona ve onun harcamalarına ihtiyacı yoktur. Allah kullarına rızık veren mutlak zengindir, gökte ve yerde zatına hamdedilen-dir. Dolayısıyla yarattıklarından hiçbirine muhtaç değildir. Nitekim ayet-i kerimede: "Ey insanlar siz Allah'a muhtaçsınız; Allah, O müstağnidir, çok­ça övülmüştür." (Fatır, 35/15) buyurmuştur. Nimetlerinden bir kısmını O'na yakın olabilmek için infak etmek suretiyle O'na karşı şükrünü eda et­meyenlerin bu hareketi Allah'a zarar vermez. [40]

 

Peygamberlerin Gönderiliş Gayesi: İslâm Toplumunun Esasları Ve Adalet Nizamı:

 

25- Andolsun ki, biz açık açık delil­lerle elçilerimizi gönderdik ve insan'arın adaleti ayakta tutmaları için beraberinde de kitabı ve mizanı  indirdik. Bir de kendisinde hem çetin bir sertlik, hem insanlar için  menfaatler bulunan demiri indirdik. Çünkü (bununla) Allah, kendisine ve peygamberlerine gıyaben kiralerin yardım edeceğini belli edecektir. Şüphesiz ki Allah en büyük kuvvet sahibidir, yegane galiptir.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Andolsun ki biz açık delillerle" mucize ve hüccetlerle "elçilerimizi" ümmetlere "gönderdik ve insanların" hakkı, "adaleti ayakta tutmaları için beraberlerinde de kitabı ve mizanı indirdik. Bir de kendisinde çetin bir sert­lik" kuvvet, "hem de" harp aletleri, fabrikalar ve büyük binalar yapmak gibi "insanlar için" sayısız "menfaatler bulunan demiri indirdik." yarattık. "Çünkü" bununla "Allah kendisine ve peygamberlerine" ve dinine, o demir­den yapılmış silâh ve aletler kullanarak kâfirlerle mücadelede "gıyaben kimlerin yardım edeceğini belli edecektir." İbni Abbas "gıyaben" kelimesini "Allah'ı görmedikleri halde yardım ederler" diye izah etmiştir. "Şüphesiz ki Allah" istediğini helak edebilecek "en büyük kuvvet sahibidir, yegane galip­tir." Kullarının yardımına asla ihtiyacı yoktur. Onlara cihadı emretmesi ise, sadece bundan istifade etsinler ve bu konudaki emre uyma sevabına nail olsunlar içindir. [41]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Dünya ve ahiret halini beyan ettikten sonra Allah mucizelerle ve kesin delillerle desteklenmiş peygamberlerin gönderiliş gayesini beyan et­mek ve toplumların hayatını düzene koyan ve Allah'ın dinini galip kılıp peygamberlerini zafere ulaştıran temel unsurlara işaret etmek istedi.

Ayette geçen kitap, mizan ve demir arasında ne açıdan münasebet ol­duğuna gelince; alimler bu hususta yedi görüş söylemişlerdir ki en açık olanı şudur: Din; itikat ve muamelât esasları veya kısaca usûl ve furûdan ibarettir. İtikadî esaslar veya usûl ancak semavî kitapla tamam olur. Muamelât veya furû ise ancak mizanla yani adeletle düzene girer, olgun­laşır. Bu ilâhî nizamı da mutlaka himaye eden bir kuvvet gereklidir. İşte bu kuvvet demirdir. İtikad ve muamelât nizamından ibaret olan bu iki yolu veya aslı kim terkederse, onu tedip için yaratılmıştır.[42]

Burada şuna işaret vardır: Kitap, kanun koyma gücünü; adalet, yargı gücünü; demir de yürütme gücünü temsil eder. [43]

 

Açıklaması

 

"Andolsun ki biz açık delillerle elçilerimizi gönderdik ve insanların adaleti ayakta tutmaları için beraberlerinde de kitabı ve mizanı indirdik." Yani andolsun ki biz peygamberlere vahiy ile melekleri, bu vahyi ümmet­lerine tebliğ etmeleri için de peygamberleri apaçık mucizelerle, açık seçik hükümlerle ve kesin burhan ve delillerle gönderdik. Beraberlerinde de Tev­rat, İncil, Zebur ve Kuran gibi semavî kitaplar indirdik. İnsanların em-rolundukları hak ve adalete tabi olmaları, hayatlarını bu esas üzerine kurup bütün dinî ve dünyevî işlerinde birbirlerine adaletli davranmaları için o peygamberlerle beraber mizanı, yani hükümlerde adaleti indirdik, yani bunu onlara emrettik. Dolayısıyla onlar hükümlerin uygulanmasının, dinlere saygı gösterilmesinin ve peygamberlere uyulmasının bekçileridir.

"Bir de kendisinde hem çetin bir sertlik, hem insanlar için menfaatler bulunan demiri indirdik." Yani biz diğer madenlerin yanında demiri de yarattık, insanlara onu işlemeyi öğrettik ve onu, hakkı gösteren bunca delilden sonra ondan yüz çevirip inatlaşanlar için caydırıcı kıldık. Zira on­da caydırıcı bir kuvvet ve insanlar için yararlar vardır. Kap-kacak, ev eş­yaları, bina yapımı, iktisadî hayatın gerekleri, ziraî aletler, sulh ve savaş sanayii edevatı, ağır ve hafif harp silâh ve edevatı, trenler, gemiler, uçak­lar, arabalar gibi pek çok ihtiyaçlarında insanlar demirden faydalanırlar. "Demir" kelimesi müslümanlar ve devletin sınırlan içinde onlarla beraber yaşayan diğer insanlar arasında dinin hükümlerini tatbik etmek için, dinin ve İslâm topraklarının harimine tecavüzde bulunan ve dünyada İslâm'ın yayılmasına engel olan din düşmanlarına karşı cihad etmek için onda caydırıcı güç olduğuna işarettir.

Rasulullah (s.a.) kendisine peygamberlik geldikten sonra Mekke'de on üç sene kaldı. Akide ve ahlakı düzeltmek, müşriklerle mücadele etmek, tevhidin aslını izah etmek, apaçık mucizelerle peygamberliği ispat etmek için kendisine Mekkî sureler vahyediliyordu. Muhalif insanlara karşı artık delil tamamlanınca Allah hicrete müsade etti, akidenin yerleşmesini, müslümanların izzet ve şerefini savunmak ve Kur'an'ın getirdiği esaslara say­gıyı teminat altına almak için cihada izin verdi. Ahmed bin Hanbel ve Ebu Davud'un İbni Ömer'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyur­du: "Ben, yalnız ortağı olmayan Allah'a ibadet olunması için kıyamete yakın, kılıçla gönderildim. Benim rızkım, mızrağımın gölgesinde yaratıldı. Zillet ve küçüklük benim işime muhalif olanlar üzerine indirildi. Kim bir kavme benzemeye kendisini zorlarsa, o onlardandır."

"Çünkü (bununla) Allah kendisine ve peygamberlerine gıyaben kim­lerin yardım edeceğini belli edecektir. Şüphesiz ki Allah en büyük kuvvet sahibidir, yegane galiptir." Yani Allah'ın bunu böyle yapması, sadece kim düşmana mukavemet etmek için cihad silâhları arasında demiri kullan­mak suretiyle Onun dinine ve peygamberlerine ihlasla, samimiyetle yar­dım edeceklerin ortaya çıkması, bilinmesi içindir. Şüphesiz Allah kuvvet­lidir, muktedirdir, galiptir, kahredicidir, müminlere hiç ihtiyaç duymadan zalimlerin düşmanlıklarını defedebilir, peygamberlerine ve müminlere yar­dım edebilir. Onlara cihadı emretmesi ise sadece müminler cihaddan ve onun sevabından faydalansınlar ve düşmanlarının kalbinde kendileri için izzet, heybet ve güç kazansınlar içindir. Zira değerleri ve esasları (İslâmın ilkelerini) korumak her zaman güçlü kuvvetli himayecilerle mümkün olur. [44]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayet-i kerime İslâm toplumu ve İslâm'da devlet nizamı için bir düs­turdur. İslâm toplumu İslâm'ın ilkelerini bozmaya veya kutsiyetine el uzat­maya kalkan veya onu tamamen yok etmeye veya içte ve dışta İslâm davet kafilesinin yolunu kesmeye yeltenen herkese karşı bu ilkeleri himaye eden gücün gölgesinde hak, adalet ve eşitlik prensibi üzre semavî bir dinle hük­meden bir toplumdur.

Bu dinin esası apaçık mucizeler ve semavî kitaplarda bulunan açık hükümlerdir. Bu kitapların sonuncusu ve beşerî hayatın düsturu olan Kur'an-ı Kerim o hükümleri ihtiva etmiş ve onları maddeler halinde ser-detmiştir.

Allah'ın dininde hükmetmenin esası, muamelatta hak ve adaletten ay­rılmamaktır. Yer gök adaletle ayakta durmaktadır. Bu, şu ayet-i kerimede "mizan"la ifade edilmiştir: "Gök onu da (Allah) yükseltti. Bir de mizanı koy­du. Tartıda haksızlık etmeyin ve teraziyi adaletle doğrultun, tartılanı eksik yapmayın, diye." (Rahman, 55/7-9).

Demir, İslâm ülkesinde İslâm'ın hükümlerine ihtiramın garanti altına alınması ve Allah'ın dinine, müminlere ve diyar-ı İslâm'a karşı düşmanlık yapanları, haddi aşanları tedip edilmesi için gerekli olan caydırıcı kuvvetin simgesidir. Hz. Ömer'den rivayet olunduğuna göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Allah gökten yere dört bereket indirdi: Demir, ateş, su ve tuz."

Ayrıca evde, fabrikada, atölyede, inşaatta, silâh yapımında, ziraî alet­lerde, kara-deniz ve hava ulaşım ve nakil vasıtalarında, insanların yaşayışında ve çeşitli ihtiyaçlarını gidermede onlar için demirde çok büyük faydalar vardır.

Allah demiri indirdi ve onu insanlar için yarattı ki kim Allah'ın dinine ve peygamberlerine onları görmediği halde yardım edecek, bunu fiilen on­larda müşahede ederek de bilsin. Şüphesiz Allah cezalandırma hususunda her şeye gücü yeter, dilemediğine hiç vermez, üstündür, hiçbir şey ona ma­ni olmaz. Allah'ın dinine ve peygamberlerine gerçek yardım ihlasla, kalp­ten gelerek yapılanıdır. [45]

 

Semavi Dinlerin Esasta Bir Oluşu Ve İslâm'ın Öncekilerle İrtibatı:

 

26- Andolsun ki biz Nuh'u ve İb­rahim'i gönderdik, peygamberliği ve Kitab'ı da onların nesillerine verdik. Neticede içlerinden bir kıs­mı hidayete ermiştir, ama onlardan çoğu fasık idiler.

27- Sonra bunların izleri üzerinde ardarda peygamberlerimizi gönder­dik. Meryem oğlu İsa'yı gönderdik ve ona İncil'i verdik ve ona tâbi olanların kalplerine bir şefkat ve merhamet koyduk. Uydurdukları ruhbanlığı ise, onu üzerlerine biz farz kılmadık. Ancak Allah rızasını aramak için yaptılar. Fakat buna da hakkıyla riayet etmediler. Biz de içlerinden iman edenlere mükâfat­larını verdik. Onlardan bir çoğu fasık kimselerdi.

28- Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve peygamberlerine iman edin ki size rahmetinden iki nasib versin ve size kendisi ile yürüyeceğiniz bir nur lüt­fetsin ve sizi affetsin. Allah çok bağış­layan, çok merhamet edendir.

29- Ehl-i Kitap Allah'ın lütfundan hiçbir şey elde edemeyeceklerini bilsinler. Lütuf Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir."

 

Kelime ve İbareler:

 

"Andolsun ki biz Nuh'u ve İbrahim'i gönderdik, peygamberliği ve kitabı" yani Tevrat, Zebur, İncil, Kur'an'ı "da onların nesillerine verdik. Neticede" kendilerine peygamber gönderilen bu insanların "içlerinden bir kısmı hidayete ermiştir, ama onlardan çoğu fasık" doğru yoldan çıkmış "idiler."

"Sonra bunların izleri üzerinde ardarda peygamberlerimizi gönder­dik. " Zaman olarak peşpeşe olmasa da, davet bakımından birbirlerini takip eden elçilerimizi gönderdik. "Meryem oğlu İsa'yı gönderdik ve ona İncil'i verdik ve ona tâbi olanların kalplerine" tatlı ve yumuşaklıkla kötülüklere engel olacak "bir şefkat ve" güzellikle hayır ve sevgiyi celbedecek bir "mer­hamet koyduk." Dinlerinde olmayan, ama kendi "uydurdukları" güzel yiye­cekleri, evlenmeyi terkedip insanlardan uzaklaşarak dağlarda ve mabed-lerde ibadete çekilmek şeklindeki "ruhbanlığı ise onu üzerlerine biz farz kılmadık." Bunu onlara biz emretmedik. Onlar bunu "ancak Allah rızasını aramak için yaptılar. Fakat buna da hakkıyla riayet etmediler." Pek çoğu bu yolu terketti, İsa'nın dinini inkâr edip krallarının dinine girdiler. "Biz de içlerinden" İsa'ya gerçekten "iman" edip onun hakkını muhafaza "eden­lere mükâfatlarını verdik. Onlardan bir çoğu" peygambere uyma halinden çıkmış "fasık kimselerdir."

"Ey" geçmiş peygamberlere "iman edenler" size yasak ettiği hususlar­da "Allah'tan korkun ve peygamberine" Muhammed'e de "iman edin ki size rahmetinden iki nasib versin ve size" sıratın üstünde "kendisi ile yürüyeceğiniz bir nur lütfetsin ve sizi affetsin. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir."

Muhammed'e iman etmeyen o ellerinde Tevrat bulunan "Ehl-i Kitap" Yahudiler "Allah'ın lütfundan" yani peygamberlikten "hiçbir şey elde edemeyeceklerini bilsinler." Bu defa peygamber onlardan olmayacaktır. "Lütuf, peygamberlik "Allah'ın elinde" ve tasarrufundadır, "onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir." [46]

 

Nüzul Sebebi:

 

İbni Ebî Hatem'in Mukâtil'den naklettiğine göre "Onlara sabret­melerine karşılık mükâfatları iki defa verilecektir." (Kasas, 28/54) ayeti in­diği zaman Ehl-i Kitabın mümin olanları Rasulullah'ın ashabına karşı "Bize iki mükâfat, size bir mükâfat!" diyerek övünmeye kalktılar. Bu da as­haba ağır geldi. Bunun üzerine "Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve pey­gamberine iman edin ki size rahmetinden iki nasib versin ve size kendisi ile yürüyeceğiniz bir nur lütfetsin.." ayeti (28. ayet) inerek onlara Ehl-i Kitab'ın inananlarına verdiği ecirler gibi iki ecir verildikten sonra fazla olarak da müminlere nur lütfetti.

İbnülmünzir'in Mücahid'den naklettiğine göre Yahudiler "Yakında biz­den bir peygamber çıkacak, elleri ayakları kesecek." diyorlardı. Peygamber de Araplardan çıkınca inkâr ettiler. Bunun üzerine, "Ehl-i Kitab Allah'ın lütfundan hiçbir şey elde edemeyeceklerini bilsinler..." ayeti (29. ayet) indi. Burada "Allah'ın lütfü" peygamberliktir. [47]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah mucizelerle ve açık açık delillerle peygamberleri gönderdiğini beyan edip insanlara, onlara yardım etmelerini emrettikten sonra hem hakikaten hem de manevî olarak Nuh ve İbrahim'in zürriyetinden olanlara gelen peygamberliğin aynı peygamberlik olduğunu, bunun aynı oluşunun hükümlerin ve kitabın (yani dört semavî kitabın) da aynı olmasını gerek­tireceğini beyan etti. Dolayısıyla Nuh ve İbrahim'den sonra gelen her pey­gamber mutlaka onların neslinden gelmiş ve onların izinde olmuşlardır. Bu, Nuh ve İbrahim (s.a.)'a şeref bahşeden Allah tarafından lütfedilmiş bir nimettir.

Sonra Allah önceki peygamberlere iman edip bunu, peygamberlerin sonuncusu Muhammed (a.s.)'a iman ederek ikmal eden herkese verilecek ecir ve sevabın bir olduğunu, herhangi bir kavme mahsus olmadığını, Al­lah'ın peygamberliği kime vereceğini en iyi bilenin kendisi olduğunu, Yahudilerin "Peygamberlik bizde olur, başkasında olamaz; çünkü biz Al­lah'ın oğulları ve sevdikleriyiz, biz Allah'ın seçilmiş milletiyiz.' şeklindeki sözlerinin doğru olmadığını açıkladı. [48]

 

Açıklaması:

 

"Andolsun ki biz Nuh'u ve İbrahim'i gönderdik, peygamberliği ve kitabı da onların nesillerine verdik." Yemin yemin olsun ki biz beşerin ikin­ci babası Nuh'u kendi kavmine, peygamberlerin babası, Arabın babası İb­rahim Halilü'r-Rahman'ı da bir başka kavme peygamber olarak gönderdik, risalet ve nübüvveti (peygamberliği) de onların nesillerine verdik. Bütün peygamberler o ikisinin neslindendir, Allah onlardan sonra, onların zür­riyetinden olmayan ne bir nebi, ne de bir rasul gönderdi. İnen kitaplar da yine onların nesillerine indi. Allah onların nesilleri dışında kimseye ne bir kitap indirdi, ne de bir beşere vahiy gönderdi.

"Neticede içlerinden bir kısmı hidayete ermiştir, ama onlardan çoğu fasık idiler." Yani zürriyet neticede iki gruba ayrıldı. Onlardan bir topluluk hakka ve sırat-ı müstakime yöneldiler, pek çoğu ise Allah'a itaatten ve koy­duğu sınırlardan dışarı çıktılar. Allah'ın bütün peygamberlerle ümmeti arasındaki sünneti (kanunu) işte böyledir.

Bu şuna delildir ki hak yolundan çıkmak ve sapmak, hakkı tanıma ve ona ulaşma imkanı bulduktan ve gerekli deliller ortaya konulduktan sonra olmaktadır.

"Sonra bunların izleri üzerinde ardarda peygamberlerimizi gönder­dik. " Yani onlardan sonra asırlar boyu peşpeşe, birbiri ardına, bir peygam­berden sonra bir diğerini gönderdik. Nihayet İsa (a.s.)'m günlerine gelindi.

Vahiy silsilesinde meşhur olduğu için Allah İsa (a.s.)'ı özellikle zikrederek şöyle buyurdu:

"Meryem oğlu İsa'yı gönderdik ve ona incil'i verdik." Yani peygamber­ler silsilesini Meryem oğlu İsa ile devam ettirdik ve ona İncil'i verdik. İncil, Allah'ın dininin esaslarını ihtiva edici, Tevrat'takileri tamamlayıcı, şeriatın hakikatini ve hikmetini açıklayıcı, 'Yahudilerden gelen zulüm sebebiyle on­lara helâl kılınmış olan nice iyi şeyleri onlara haram kıldık." (Nisa, 4/160) ayetinde Cenab-ı Hakk'ın ifade ettiği gibi yaptıkları zulüm ve çirkinlikler­den dolayı İsrailoğullan'na ceza olmak üzere konulmuş olan sert hüküm­lerin bazılarını hafifletici olarak Allah'ın İsa (a.s.)'a vahyettiği kitaptır.

Sonra Allah İsa'ya tâbi olanların sıfatlarından bazılarını zikrederek şöyle buyurdu:

"Ve ona tâbi olanların kalplerine bir şefkat ve merhamet koyduk. Uy­durdukları ruhbanlığı ise, onu üzerlerine biz farz kılmadık. Ancak Allah rızasını aramak için yaptılar. Fakat buna da hakkıyla riayet etmediler." Yani Yahudilerin katılığının aksine, biz ona tâbi olan havarilerin ve yar­dımcılarının kalplerine bir şefkat bir merhamet koyduk. Onların kendilik­lerinden uydurdukları, ihdas ettikleri ruhbanlığa gelince: Bunu onlar için Allah koymadı, bunu onlara Allah emretmedi. Bilakis ibadette aşırılık yaparak bu tarz üzere yürüdüler; yememe, içmeme, evlenmeme konusunda bu meşakketleri kendileri yüklediler. İnsanlardan uzaklaşıp mağaralarda, kiliselerde ibadete çekildiler, Allah'a yakın olmak için sert dokunmuş el­biseler giydiler.

Onlar bu ruhbanlığı sırf Allah'ın rızasını kazanma maksadıyla uydur­dular, ama buna hakkıyla riayet etmediler, esaslarını muhafaza etmediler ve içlerinden pek çoğu bunu fesad işlerde kullandı.

İbni Kesir in de dediği gibi bu onlar için iki bakımından kınama ifade eder: Birincisi: Allah'ın dininde Onun emretmediği şey uydurmak (bid'at). İkincisi: Kendilerini Allah'a yaklaştıran bir ibadettir diye iddia ederek yap­mayı üstlendikleri şeyi yerine getirmemeleri.

İbni Ebî Hatem'in rivayetine göre İbni Mesud şöyle dedi: Rasulullah (s.a.) bana: "Ey İbni Mes'ud" dedi. Ben de: "Buyur ya Rasulallah" dedim. Şöyle devam etti: "Biliyor musun İsrailoğulları yetmiş iki fırkaya ayrıldı. İçlerinden üçü hariç, hiçbiri kurtulmadı. Bunlardan birincisi isa'dan sonra mağrur ve mütekebbir kralların arasında bulundu, Allah'ın dinine, Mer­yem oğlu İsa'nın dinine çağırdı, o krallarla savaştı sabretti, öldürüldü ve kurtuldu. Sonra başka bir grup çıktı. Bunların savaş gücü yoktu, bunlarda kralların ve zalimlerin arasında bulundular. Allah 'in dinine ve Meryemoğ-lu İsa'nın dinine davet ettiler, öldürüldüler, testerelerle biçildiler, ateşlerde yakıldılar, neticede sabredip kurtuldular. Sonra bir başka grup çıktı, bun­ların da ne savaşacak gücü, ne de adaleti sağlayacak kuvveti vardı. Bunlar da dağlara çekilip ibadetle vakit geçirdiler. İşte Allah 'ııı "uydurdukları ruh­banlık ise onu üzerlerine biz farz kılmadık" dediği kişiler bunlardır. "[49]

"Biz de içlerinden iman edenlere mükâfatlarını verdik. Onlardan bir çoğu fasık kimselerdir." Yani gerçekten iman eden o müminlere bu imanları sebebiyle hakettikleri sevabı verdik. Ruhbanlık yapan bu insanların çoğu fasıktır, Allah'ın koyduğu sınırlardan ve O'na itaatten çıkmışlardır, haksız yere insanların mallarını yerler, gidişleri sapıktır.

Hafız Ebu Ya'la'nın Enes bin Malik'te rivayetine göre Rasulullah (s.a.) şöyle diyordu: "Kendinize ağır işlev yüklemeyin, yüklerseniz (Allah tarafın­dan da) size ağır yüklenir. Çünkü bir kavim kendisine ağır yükledi de on­lara (bu sonra) ağır geldi. İşte bu onların mabetlerde, kiliselerde inzivaya çekilmeleridir. Uydurdukları ruhbanlık ise onu üzerlerine biz farz kıl­madık. "

Ahmed bin Hanbel'in İyas bin Malik'ten rivayet ettiklerine göre Rasulullah şöyle buyurdu: "Her peygamberin bir ruhbanlığı vardır. Bu üm­metin ruhbanlığı da Allah yolunda cihaddır."

Sonra Allah hem İsa (a.s.)'a, hem de Muhammed (s.a.)'e iman eden­lerin sevabını zikrederek şöyle buyurdu:

"Ey iman edenler, Allah 'tan korkun ve peygamberine iman edin ki size rahmetinden iki nasib versin ve size kendisi ile yürüyeceğiniz bir nur lütfet­sin ve sizi affetsin. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir." Yani ey Ehl-i Kitap inananlarından olup da Allah'ın varlığını ve birliğini ve pey­gamberi Muhammed (s.a.)'i tasdik eden Yahudi ve Hristiyanlar! Allah'ın size emrettiklerini yaparak, yasak ettiklerini terkederek Ondan korkar, el­çisi Muhammed'e de iman ederseniz, Allah size önceki peygamberlere iman ettikten sonra son peygamberi Muhammed'e de iman etmeniz sebebiyle rahmetinden iki nasip veya iki kat verir ve buna ziyade olarak da size sıratta aydınlığı ile yürüyebileceğiniz, ahirette yolunuzu bulabileceğiniz bir nur, dünyada cehaleti ve körlüğü farkedebileceğiniz bir hidayet lütfeder ve geçmiş günahlarınızı affeder. Allah çok mağfiret ve rahmet sahibidir.

Daha önceki bütün peygamberlere iman ettikten sonra Muhammed (s.a.)'e de iman edenler için verilen bu vaad şu üç hususu ihtiva etmek­tedir: sevabın kat kat olması, kurtuluşları için sırat üstünde onlara nur verilmesi, günah ve kötülüklerinin affedilmesi.

Buhari ve Müslim'in Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Üç sınıf insan vardır ki ecri iki defa ver­ilir: Ehl-i Kitap'tan bir adam, hem kendi peygamberine hem de bana iman ederse ona iki ecir vardır. Bir köle, hem Allah'ın hakkını, hem de efen­dilerinin hakkını yerine getirirse, ona iki ecir vardır. Bir insan cariyesini yetiştirir, terbiyesini güzel verir, sonra onu azad edip eulendirirse, buna da iki ecir vardır."

Sonra Allah peygamberliğin kendi kavimlerine ait olduğunu iddia eden Yahudilere cevaben şöyle buyurdu: "Ehl-i Kitab Allah'ın lutfundan hiçbir şey elde edemeyeceklerini bilsinler. Lütuf Allah 'in elindedir, onu dile­diğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir." Yani Allah'tan korkun ve iman edin ki yukarıda geçen üç şeyi size versin. Ehl-i Kitap'tan, Allah'ın ver­diğinin geri çevrilemeyeceğine, vermediğinin de alınamayacağına inan-mayıp Ondan korkmayanlar, bunlar Allah'ın Muhammed'e iman edenlere lütfettiğinden hiçbir şey elde edemeyeceklerini ve bunu hak etmiş olanlara ihsan ettiği risalet, nübüvvet vs. lütuflarını vermesine de mani olamayacaklarını, lütfün -ki peygamberlik, ilim ve takva da bu cümleden­dir- Allah'ın elinde olduğunu, Muhammed'e ashabını ve ümmetine İslâm dininden zengin bir pay verdiği gibi onu dilediğine vereceğini iyi bilsinler ve bu gerçeği kabul etsinler. Allah lütfü geniş, kullarından dilediğine karşı ihsanı ve hayrı çoktur.[50]

Kısacası; Ehl-i Kitap, nebilerin ve rasullerin sonuncusu Muhammed (s.a.)'e iman etmedikçe Tevrat'a, İncil'e, Musa ve İsa'ya iman etmiş ol­maları yetmez ve hiç fayda vermez. [51]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler, önceki ayetlerde kısaca bahsedilen kitaplarla peygamber­ler gönderme meselelerinin aşağıdaki şekilde tafsilatını vermektedir:

1- Allah Nuh ve İbrahim (a.s.)'i peygamber olarak gönderdiğini, pey­gamberliği o ikisinin nesline tahsis edip zürriyetlerinden bazılarını pey­gamber yaptığını, onlara gökten indirilen kitapları: Tevrat'ı İncil'i, Zebur'u ve Furkan'ı vahyettiğini haber verdi.

2- Bu zürriyetlerden bir kısmı İbrahim ve Nuh'a iman edip onlara tâbi olarak hidayete erdi; ancak pek çoğu Allah'a itaattan çıkarak kâfir oldular.

3- Allah bu zürriyetten Musa, İlyas, Davud, Süleyman ve Yunus (a.s.) gibi birçok peygamberler gönderdi. İsa (a.s.) ana tarafından İbrahim (a.s.)'ın neslindendir. Allah ona Tevrat'ı indirdi.

4- Allah İsa (a.s.)'a iman edip onun dinine tâbi olan havarilerin ve on­ları takip edenlerin kalplerine bir şefkat ve merhamet, sevgi ve muhabbet koyduda, onlar birbirlerini sevdiler.

Burada şuna işaret vardır ki İncil'de onlara sulh içinde olup insanlara rahatsızlık vermemeleri emredilmiş, kalpleri katılaşmış olan ve kitaplarını tahrif eden Yahudilerin aksine Allah onların kalplerini bu iş için yumuşat­mıştır. Mukâtile göre ayette geçen "er-ra'fetü ve'r-rahmetü" kelimelerinden maksad, Allah'ın Muhammed (s.a.)'in ashabını vasfederken "ruhemâ'ü bey-nehüm" aralarında merhametlidirler" dediği gibi, onların da birbirlerini sevdiklerin ifade etmektir.

"Ona tâbi olanların kalplerine bir şefkat ve merhamet koyduk." ifadesin­den Ehl-i Sünnet, kulun fiilinin kulun kesbi, Allah'ın yaratması olduğu neti­cesini çıkarmışlardır. Çünkü Allah bütün bu sayılanlanyla "Allah'ın yapma­sı" diye hükmederken, ruhbanlığı onların uydurduğuna hükmetmiştir.

5- İsa (a.s.)'a tâbi olanlar o ruhbanlığı kendiliklerinden uydurdular, böyle bir şeyi Allah onlara ne farz kıldı, ne de emretti. Lakin onlar da bunu Allah'ın rızasını kazanmak için uydurdular, ancak hakkıyla yerine getir­mediler. Bilakis ruhbanlığı insanlar nezdinde mevki, makam kazanma, on­ların mallarını yeme vasıtası yaptılar. Nitekim Allah bir ayette şöyle buyu­ruyor: "Ey iman edenler! Hahamlardan ve rahiplerden bir çoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve Allah yolundan engellerler." (Tevbe, 9/34).

Razî ve başkalarının zikrettiğine göre ruhbanlık, onların dinlerini fit­neden korumak için dağlara kaçmaları kendilerini ibadete vermeleri, üzer­lerine vacib olan ibadetlere ilâveten halvete çekilme, rahatsız edici sert el­biseler giyme, kadınlardan uzak kalma, mağara ve inlerde ibadet etme gibi külfetler yüklenmeleridir.

İbni Abbas'm şöyle dediği nakledilir: İsa (a.s.) ile Muhammed (s.a.) arasındaki fetret döneminde krallar Tevrat ve İncil'i değiştirdiler. Bunun üzerine bazı insanlar ibadet için dağlara çıktılar, yün giydiler.

6- Allah, İsa (a.s.)'a tâbi olanlardan ona iman ettiken sonra ilk defa ruhbanlığı ihdas edip ona riayet edenlere hakkettikleri mükâfatı verdi. An­cak daha sonra gelenlerin pek çoğu Allah'ın emirlerinden ve O'na itaattan çıkmış, İsa ve Musa peygamberlerin getirdiklerini inkâr eder hale gelmiş­lerdi. Muhammed (s.a.) peygamber olarak gönderildiğinde ruhbanlığa riayet eden çok az insan kalmıştı, mağaralardan ve kiliselerden gelip Muhammed (s.a.)'e iman ettiler.

7- Ayetteki "uydurdukları ruhbanlık" ifadesi her uydurulmuş şeyin bir bid'at olduğuna, hayırlı bir şey ihdas edenin ona devam etmesi, onu bırakıp zıddmı yapmaması lazım geldiğine delâlet eder.

Ayrıca bu ayet, zamanın kötüye gittiği dönemlerde, fesadın yaygınlaştığı, insanların, dost ve kardeşlerin değiştiğinde insanlardan kopup mabedlerde ve evlerde uzlete çekilmenin mendup olduğuna delildir.

8- Allah, Ehl-i Kitab'ın müminlerine (Musa ve İsa'ya inananlara) emirlerine uymak, yasak ettiklerinden kaçınmak suretiyle kendisinden hakkıyla korkmalarını, elçisi Muhammed'e iman etmelerini açıkça emret­miştir. Bunu yaparlarsa hem İsa (a.s.)'a, hem Muhammed (s.a.)'e iman et­melerinin karşılığı olarak onlara iki kat mükâfat verilecektir. Bu, şu ayette ifade edildiği gibidir: "Sabrettiklerinin karşılığı olarak onlara mükâfatları iki defa verilir." (Kasas, 28/54).

Ayrıca Allah onlara bir nur, yani dünyada hakka ulaştıracak bir beyan ve hidayet, kıyamette sırat üstünden yürüyüp cennete ulaşabilecekleri bir ışık verir ve onların günahlarını ve kötülüklerini affeder. Yukarıda da zikri geçtiği gibi bu, şu üç hususta Allah'ın yerine getirilmiş bir vaadidir: Kat kat sevap, nur vermesi ve günahlardan affi.

9- "Ehl-i Kitap, Allah'ın lutfundan hiçbir şey elde edemeyeceklerini bil­sinler..." ayeti ile Allah, "Vahiy ve peygamberlik bizdedir, kitap ve din an­cak bize aittir, bütün insanlığın arasından Allah bu büyük lutfu bize tahsis etmiştir" diyen İsrailoğulları'nın bu sözlerini reddetmiştir.

Peygamberlik onlara tahsis edilmemiştir, peygamberler sadece onların kavminden gelecek de değildir. Onların Allah'ın lutfunu belirli kavimlere tahsis etmeye gücü yetmez, peygamberliği belirli kavimlere hasretmeleri mümkün değildir. Çünkü bu lütuf Allah'ın elindedir, onu kullarından dile­diğine verir.

Bu mana, ayetin başındaki "li-ellâ ya'leme" deki "lâ"nm zaid olduğu şeklindeki müfessirlerin çoğu tarafından kabul edilen meşhur görüşe göredir. Yani Ehl-i Kitap kendilerinin Allah'ın lutfundan her hangi bir şeyi her hangi bir kişiye vermekten âciz olduklarını bilsinler, demektir.

Ebu Müslim el-İsfehânî ve diğer bir grup âlime göre de ayetteki bu kelime zaid değildir. Buna göre ayetin manası şöyle olur: Ehl-i Kitap, "pey­gamberin ve müminler Allah'ın lutfundan bir şey elde edemeyecekler, diye bilmesinler (o kanaate varmasınlar); zira onlar peygamber ve müminler bunu elde edemezler, diye bilmezlerse "elde edebilirler" diye bilmeleri lazım gelir,[52] şeklinde olur. Bilsinler ki lütuf Allah'ın elindedir. Ayetin tak­diri de şöyle olur: Biz şöyle şöyle yaptık ki Ehl-i Kitab kendilerinin Allah'ın lütuf ve ihsanım belirli kavimlere hasredebilecekleri kanaatine düşmesin­ler ve lütfün Allah'ın elinde olduğu kanaatine düşmesinler ve lütfün Al­lah'ın elinde olduğu kanaatine varsınlar. "Bu son görüşe göre "Lütfün Allah'ın elinde olduğu kanaatine varsınlar" şeklinde mahfuz bir cümle takdir edilmiş olurken, birinci görüşte var olan bir şeyi (yani "lâ"yı) hazfetmek zorunda kalınmaktadır. Bilinen kaide şudur ki ızmar (takdir) haziften evladır.[53]

10- "Lütuf Allah'ın elindedir." sözü ilâhî lütfü Allah'ın mülkünde ve tasarrufunda olduğuna, onu dilediğine verdiğine delâlet etmektedir. Çünkü Allah kadirdir, tercih sahibidir, dilediğini yapar. "Allah büyük lütuf sahibidir." sözü de Allah'ın ihsanının mutlaka büyük olması lazım gel­diğine delâlet eder. Bundan maksad Muhammed (s.a.)'in peygamberliğine, dinine ve kitabına tazim etmek ve Ehl-i Kitab'a, ilâhî dinlerin sonuncusu olan peygamberliğine hemen iman etmelerini emretmektir. [54]

 

 

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/245.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/245.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/245.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/245-246.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/246.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/247.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/247-248.

[8] Bahru'l-Muhit, VTII/217.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/248-251.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/251-252.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/254.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/254-255.

[13] Vahidî, Esbâbu'n-Nüzul, s. 230; Kurtubî, XVII/240.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/255.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/255.

[15] İbni Ebî Hatem ve İbni Cerir rivayet etmiştir.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/256-259.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/259-262.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/263.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/263.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/263-264.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/264.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/264-266.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/266.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/267.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/267-268.

[26] Müslim, Neseî, İbni Mâce ve Bezzar rivayet etmişlerdir.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/268-269.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/269.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/269-271.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/271.

[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/272.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/272-273.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/273.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/273-275.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/275-276.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/277.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/278.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/278-280.

[39] Hâkim ve başkaları rivayet etti, Hâkim "sahih" dedi.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/280.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/281.

[42] Razî, XXVI/240; Garâibü'l-Kur'an, Nisâbûrî, XXVII/1001.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/281-282.

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/282-283.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/283-284.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/285-286.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/286.

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/287.

[49] İbni Cerir de bir başka lafızla rivayet etmiştir.

[50] Açıklamasını verdiğimiz bu ayetin başındaki "li-ellâ yaleme", daha önce de bahsetti­ğimiz gibi "li-yaleme" demektir. Nitekim İbni Mes'ud "li-key yaleme" şeklinde okumuş­tur. İbni Cerir bunun sebebini şöyle açıklıyor: Çünkü Arab hemen her sözünde "lâ"yı te'kit edici zaid bir sıla olarak getirir. Açık olmayan bir inkâr ifade etmek üzere sözün başında veya sonunda gelir. Başka ayetlerde de benzeri gelmiştir. Meselâ "Mâ-me-ne'ake ellâ tescüde" (Araf, 7/12); "Ve mâ-yuş'irüküm ennehâ izâ-câ'et lâ-yü'minûn" (En'am, 6/109); "Ve harâmun alâ karyetin ehleknâhâ ennehüm lâ yerci'ûn" (Enbiya, 21/95)

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/287-290.

[52] Çünkü nefyin.nefyi ispattır. Meselâ "Filan kişinin şöyle şöyle söylemediğini tasdik etme" demek "o bunu söyledi" demektir.

[53] Razî, 29/247-248.

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/290-293.