Kurtubî'nin zikrettiğine göre bu sure bütün âlimlerin görüşünde Medine'de
inmiştir. Zahir olan da budur. Mekke'de indiği yolunda görüş varsa da bu görüş
zayıftır.
[1]
Yirmibeşinci ayetinde demirin faydalarına işaret bulunduğu için Ha-did
(demir) suresi denilmiştir. Hakikaten ister barışta, ister savaşta olsun
medeniyet, uygarlık ve bayındırlık demire dayanır.
[2]
Bu surenin Vakıa suresi ile şu iki yönden bağlantısı vardır:
1- Vakıa suresi "Rabbini
teşbih ve tenzih et" emri ile bitmiş bu sure de göklerde ve yerde her
şeyin Allah'ı teşbih ettiğini zikrederek başlamıştır.
2- Hadid suresi, Vakıa
suresinin sonundaki "teşbih et" emrinin illetini beyan sadedinde
gelmiştir. Sanki, "Rabbinin ulu ismini teşbih et, çünkü göklerde ve yerde
her şey Onu teşbih etmektedir" denilmiş gibidir. Yani Allah teşbih ve
tenzih etmeyi emretti, sonra da göklerde ve yerde olan her şeyin, o emredilen
tesbihatı yaptığını haber verdi.
[3]
Medenî surelerin çoğunda olduğu gibi bu surenin de konusu akide ve imanla
ilgili esaslar, cihad, Allah yolunda harcama, dünyanın fitnelerinden uzak
durma, İslâmî devletin esasları, münafıkların maskaralıklarının ortaya konması
ve peygamberin umumi ve hususi (aile) hayata dair hükümleri gibi meselelerdir.
Sure, önce Allah'ın sıfatlarından, esmâ-i hüsnasından ve kâinatın
yaratılmasından, azametinin eserinin ortaya çıkmasından bahsetti. Sonra
müslümanlan Allah'ın sözünün yücelmesi, İslâm'ın yükselmesi, şeref ve şanının
âlî olması için O'nun yolunda harcama yapmaya çağırdı.
Malî fedakarlık ve cihad için yapılan bu davetin tesirinin, ahirette
iman nurlarıyla başkalarından farkedilecek olan mücahid müminlerle, cimrilik
yapan, korkaklık gösteren ve cehalet ve inkâr karanlıkları içinde bocalayan
münafıklar arasında bir karşılaştırma yaptı.
Sonra sure dünya gerçeği ile ahiret gerçeğini açıkladı: Dünya fanidir,
oyun-oyuncakla oyalanma yeridir. Ahiret ebediyet, devamlılık ve büyük saadet
ve rahat yeridir. Bu gerçeği açıklamasında dünyaya aldanmamak için ikaz,
ahirete ve orası için çalışmaya teşvik vardır. Sure müminlerin musibetlere
karşı sabretmelerini öğütledi, gururlu ve kibirlileri yerdi, adaletli
davranmaya ve dünyayı imar etmeye teşvik etti, peygamberlerin
gönderil-mesindeki gayeyi açıkladı, Allah'tan korkmayı ve peygamberlerin yoluna
uymayı emretti.
Sure geçmiş ümmetlerden, Nuh, İbrahim ve torunlarının kıssalarından,
Meryem oğlu İsa'nın kıssası ve ümmetinin onun davetine karşı takındığı
tavırdan ibretli sayfalarla bitti. Müttakilerin sevabını, peygamberlerine iman
edenlerin ecrinin kat kat olacağını, peygamberliğin kime verileceği hususunun
Allah'a ait bir tercih olup, kullarından dilediğine tahsis ettiği bir ihsan
olduğunu beyan etti.
[4]
Ahmed bin Hanbel, Ebu Davud, Tirmizî ve Neseî'nin İrbad bin Sâri-ye'den
rivayet ettiklerine göre o, Rasulullah'ın uyumadan önce "Müsebbi-hâf'ı
(yani "sebbeha" veya "yüsebbihu" ile başlayan sureleri)
okuduğundan ve "Bunlarda bir ayet var ki bin ayetten daha faziletlidir, o
da "O, hem evveldir, hem ahirdir; hem zahirdir, hem bâtındır. O her şeyi
kemaliyle bilendir. " ayetidir" dediğinden bahsetti.
[5]
1- Göklerde ve yerde her şey Allah'ı teşbih etmektedir. O galib-i
mutlaktır, hikmet sahibidir.
2- Göklerin ve yerin mülkü O'nun-dur. Diriltir ve öldürür. O her şeye
3- O, hem evveldir, hem âhirdir; hem zahirdir hem bâtındır. O her şeyi
kemaliyle bilendir.
4- O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'ın üzerine istiva
edendir. Yere giren, oradan çıkan; gökten inen, oraya yükselen her şeyi bilir.
Nerede olursanız, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.
5- Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. İşler ancak Allah'a döndürülür.
6- Geceyi gündük gündüzü geceye katar. O, kalplerde olanı bilir.
"Diriltir-öldürür, euvel-âhir, zâhir-bâtın" kelimeleri
arasında tezat sanatı vardır.
"Yere gireni-ondan çıkanı, gökten ineni-oraya yükseleni"
sözleri arasında mukabele vardır.
[6]
"Göklerde ve yerde her şey Allah'ı teşbih etmektedir." Her
şey O'nu bütün noksanlıklardan ve ortağı olması, çocuk edinmesi gibi zatına
lâyık olmayan sıfatlardan tenzih etmektedir. "O galib-i mutlaktır, hikmet
sahibidir. " Kur'an'da "teşbih ve tenzih" Vakıa suresinin
sonunda ve A'lâ suresinin başında "teşbih et" şeklinde emir
sigasıyla, burada Haşr ve Saf surelerinin başında "teşbih etti"
şeklinde mazi sigasıyla, Cuma ve Tegabun surelerinin başında ise "teşbih
eder" şeklinde muzari sigasıyla gelmiştir. Bunun sebebi Allah'a isnad
edilen her şeyin, her zaman O'nu teşbih ettiğini ilan etmektir. Bütün bunlar
devamlılığı ve sürekliliği ve göklerde ve yerdeki varlıkların âdetinin bu
olduğunu gösterir. "Teşbih ve tenzih" İsra suresinin başında ise
masdar sıgasıyla gelmiştir ki bu da Cenab-ı Hakk'ın her varlık tarafından ve
her zaman teşbih ve tenzih edilmeye lâyık olduğunu ifade etmek içindir.
"Göklerde ve yerde her şey" ayetinde akıllı varlıkları ifade
eden "men" yerine, akıllı olmayan varlıklar için kullanılan
"mâ" lafzının gelmesi âkil olmayanların çokluğunu ifade etmek içindir.
Bütün tesbihat Onadır. Çünkü "göklerin ve yerin mülkü
O'nundur." Sahip olduğu bu sınırsız tasarruf kudreti ile dilediğini var
etme, dilediğini yok etme kudreti ile "Diriltir ve öldürür. O"
öldürüp diriltme dahil "her şeye hakkıyla kadirdir."
"O hem evveldir," bütün varlıklardan öncedir, başlangıcı
yoktur, çünkü her şeyi yoktan var eden odur. "Hem âhirdir," varlıklar
yok olduktan sonra nihayetsiz bir şekilde O vardır. "Hem zahirdir,"
eserleriyle fiilleriyle zahirdir, varlığına delâlet eden delillerden dolayı
varlığı açıktır. "Hem bâtındır." zatının hakikatini akıllar ve
duyular kavrayamaz. "O her şeyi kemaliyle bilendir."
"O gökleri ve yeri altı günde" altı safhada "yaratan,
sonra" zatına lâyık ve mahiyetini yalnız kendisinin bileceği şekilde
"Arşın üzerine istiva edendir. Yere giren" hazine, maden, tohum
yağmur ve ölüleri; "oradan çıkan" bitki maden vs. şeyleri,
"gökten inen," rahmet, yağmur, melek, azap vs. şeyleri dualar,
ameller gibi "oraya yükselen her şeyi bilir. Nerede olursanız, O"
ilmi ve kudreti ile "sizinle beraberdir." hiçbir zaman sizden ayrı
değildir. "Allah yaptıklarınızı görür." ceza veya mükâfatını verir.
"Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. İşler" bütün varlıklar
"ancak Allah'a döndürülür"
"Geceyi gündüze, gündüzü geceye katar" bazan geceyi artırıp
gündüzü eksilterek bazanda aksini yaparak onları birbirine girdirir. "O,
kalplerde olanı" onlardaki sırlan, niyetleri, inançları vs. gizli şeyleri
"bilir."
[7]
"Göklerde ve yerde her şey Allah'ı teşbih etmektedir. O galib-i
mutlaktır, hikmet sahibidir." Yani göklerde ve yerde bulunan her şey:
Cansızlar ve bitkiler, insan ve hayvan; insan, cin ve meleklerin yaptığı gibi
kimisi diliyle, diğerlerinin yaptığı gibi kimisi lisan-ı haliyle Allah'a tazim
ve O'nun Rab oluşunu ikrar olmak üzere Onu bütün noksanlıklardan ve şanına
lâyık olmayan her şeyden tenzih etmektedir. Nitekim şu ayet-i kerime de bunu
ifade etmektedir: "Yedi gök, yer ve bunlardaki herkes O'nu teşbih eder.
O'nu övgü ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz onların teşbihini
anlamazsınız. O, halimdir, bağışlayıcıdır." (İsra, 17/44). Çünkü her
varlık yaratıcıyı göstermektedir. Akıllı varlıkların teşbihi tenzih, takdis ve
ibadettir; diğerlerininki ise Onu itiraf ve ikrardır.
Allah, her şeyin kendisine boyun eğdiği kuvvetli, muktedir ve galib
olanın ta kendisidir, mülkündeki tasarrufta kimse O!na ortak olmaz. Yönetmesinde,
işinde, yaratmasında ve hükmünde hikmet sahibidir. Doğruya ve hikmete uygun
tasarruf eder. Bu son ayet daha önce geçenleri zımnen tekit makamında gelmiş,
hiç ihtiyacı olmadığı halde Cenab-ı Hakk'ın teşbihe lâyık yegâne kudret
olduğuna delâlet eden müstakil bir cümledir.
"Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Diriltir ve öldürür. O, her
şeye hakkıyla kadirdir." Yani göklerin ve yerin mutlak mülkiyeti Allah'a
aittir, oralarda yalnız O tasarrufta bulunur, tam tasarruf yetkisi O'nundur,
emri geçerli olan yalnız Odur, dolayısıyla O'nun tasarrufundan başkası geçerli
olamaz, yarattıkları hakkında tasarruf eden O'dur. Dilediğini diriltir,, dilediğini
öldürür, dilediğine dilediğini verir. Tam kudret sahibidir, ne olursa olsun
hiçbir şey O'nu aciz düşüremez, dilediği her şey olur, dilemediği hiçbir şey
olmaz.
"O hem evveldir, hem âhirdir; hem zahirdir, hem bâtındır. O her
şeyi kemaliyle bilendir." Yani Allah her şeyden önce ilkdir. Meşhur bir
sözde -ki bu hadis değildir- şöyle denilir: "Ben gizli bir hazine idim,
bilinmek istedim; varlıkları yarattım, böylece benim sebebimle beni
tanıdılar." "Onun zatı hariç her şey yok olacaktır." (Kasas,
28/88) ayetinde de buyurduğu gibi O, yarattıkları yok olduktan sonra, her
şeyden sonra baki kalan sondur. O her şeyin üstünde yüce, her şeye galib olan
zahirdir. Gizlediği her şeyi bilen gizlidir, zatının hakikatim akıllar
bilemez, duyular kavrayamaz. O her şeyi bilen tam ilim sahibidir,
bilineceklerden hiçbir şey, Onun bilgisinin dışında kalmaz.
Müslim'in Sahih'inde Ebu Hüreyre'den rivayet ettiğine göre Rasulul-lah
(s.a.) şöyle dua ederdi: "Ya Rabbi sen ilksin, senden önce hiçbir şey olmamıştır.
Sen sonsun, senden sonra hiçbir şey olmayacaktır. Sen zahirsin (üstünsün),
senin üstünde hiçbir şey yoktur. Sen bâtın (gizlisin) senden gizli bir şey
yoktur. Borcu ödememize yardım et, fakirlikten uzak kıl."
"O gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'm üzerine istiva
edendir. " Yani gökleri ve yeri, miktarını kendisinin bildiği altı günde
ve altı farklı vakitte yaratan, yaratıp yoktan var eden O'dur. Allah bunları
bir anda yaratmaya kadirdir, ancak bu sayı, insanlara işlerde teenni ve dikkati
öğretmek içindir. Sonra Allah keyfiyetini ancak kendisinin bildiği şekilde,
zatına lâyık bir istiva ile Arş'ın üstüne istiva etti (oturdu).
"İstiva" hakkındaki bu görüş selefin görüşüdür. İhtiyatlı olduğu
için bu görüş evlâdır. Daha sonraki âlimler ise "Arş'ın üzerine
istiva"yı işleri düzene koymak, ayetleri açıklamak ve önemli noktalan
istila etmek şeklinde tevil etmişlerdir.
'Yere giren, oradan çıkan, gökten inen, oraya yükselen her şeyi
bilir." Yani her şeyi bilir: Yere giren yağmuru, ölüleri ve başka şeyleri,
yerden çıkan bitkileri, ekinleri, meyveleri, madenleri vs., gökten inen yağmur,
melekler vs.yi ve göğe yükselen melekleri, kulların iyi ve kötü amellerini,
duaları, yükselen buharları vs.yi bilir. Nitekim sahih hadiste şöyle gelmiştir:
"Gecenin ameli gündüzden önce, gündüzün ameli geceden önce O'na yükseltilir.
"
Bu ayetin bir benzeri de şu ayettir: "O'nun yanındadır gaybın anahtarları.
Onları ancak O bilir. Karada ve denizdeki her şeyi bilir. O'nun ilmi dışında
bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıklarında tek bir daneyi dahi bilir, hiçbir
yaş ve kuru yoktur ki hepsi apaçık bir kitapta olmasın." (En'am, 6/59).
"Nerede olursanız, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı
görür." Yani Allah, kullan karada, denizde, havada nerede olurlarsa
kudreti ile, gücü ile ve ilmi ile onlarla beraberdir. Allah onları
gözetmektedir, amellerini görmektedir. Bunlardan hiçbir şey Ona gizli olmaz.
Ebu Hayyan şöyle dedi: "Bu ayetin bu şekilde tevil edilmesi lâzım
geldiği, zahirinden anlaşıldığı gibi "zatı ile beraber olma"
manasına alınamayacağı üzerinde ümmet icma etmiştir. Bu ayet, zahirine
hamledilmesi mümkün olmayan diğer ayetlerin de tevilini kabul etmeyenlere
karşı bir delildir.".[8]
"Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. İşler ancak Allah'a
döndürülür." Yani "Şüphesiz ahiret de dünya da bize aittir."
(Leyi, 92/13) ayetinde de buyrulduğu gibi dünyanın da, ahiretin de maliki
O'dur. Dolayısıyla hükmünü reddedecek, bozacak yoktur. "O Allah'tır,
O'ndan başka ilâh yoktur. Dünyada ve ahirette övgü yalnız O'nadır."
(Kasas, 28/70) ayetinde buyrulduğu gibi, O bütün bunlara karşı övülmüştür.
Kıyamet günü bütün işlerin dönüşü kendisinden başka ilâh olmayan tek
Allah'adır, kullan hakkında dilediği hükmü verir. O, âdildir, zerre kadar
zulmetmez.
"Göklerin ve yerin mülkü O'nundur..." sözü ya tekit için
tekrardır veya tekrar değildir; çünkü "Diriltir ve öldürür"
ifadesinden dolayı ilk ayet dünya hakkında, "İşler ancak Allah'a
döndürülür" ifadesinden dolayı, ikincisi ahiret hakkında olmaktadır.
"Geceyi gündüze, gündüzü geceye katar. O kalplerde olanı
bilir." Yani şüphesiz varlıklar üzerinde tasarrufta bulunan yegâne
Allah'tır, geceyi gündüzü değiştirir, hikmeti ile onlan dilediği gibi takdir
eder, bazan geceyi uzatır, gündüzü kısaltır; bazan aksini yapar, bazan da eşit
kılar. O'nun hikmeti ve murat ettiği gibi takdir etmesiyle dört mevsim
birbirini takip eder. O, gizli de olsa, kalplerdeki sırları ve gizlenmiş
şeyleri bilir. Zaten ister açık, ister gizli olsun bunlardan hiçbir şey O'na
gizli değildir.
Bu, Allah'ın mülkü üzerinde tefekkür etmeye teşviktir, nimetlerine
karşı şükürdür ve şanına lâyık olmayan her şeyden O'nu tenzihtir. Özet olarak:
Bu ayetler her şeyin Allah'ı tenzih ve teşbih ettiğini haber vermekte ve bu
teşbihi gerektiren sebepleri beyan etmektedir.[9]
Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:
1- Yerde ve gökteki her şey,
ya diliyle veya haliyle Cenab-ı Hakkı zatta ve sıfatlarda, isimlerde ve
fiillerde kötü olan her şeyden tenzih etmektedir: "Onu övgü ile teşbih
etmeyen hiçbir şey yoktur. Ancak siz onların teşbihlerini anlamazsınız."
(İsra, 17/44).
2-
Bu teşbihi gerekli kılan
şey, Allah'ın mülkünde üstün ve galib olması, yaptıklarında çok hikmetli
olması, göklerde ve yerde tasarrufta bulunup sahip olması, Allah'tan gayri her
şeyin zatlarında ve sıfatlarında O'na muhtaç olduğu halde O'nun zatının ve
sıfatlarının kendinden başka her şeyden müstağni olması, emrinin geçerli
olması, kendisini hiçbir şey âciz bırakamayan kahir, kadir ve mâlik olmasıdır.
3-
Yine bu teşbihi gerekli
kılan şey, Onun kendisinden önce hiçbir şey olmayan ilk oluşu, kendisinden
sonra hiçbir şeyin olmayacağı son oluşu, kendisinin üstünde hiçbir şey olmayan
galip ve "zahir" oluşu, kendisinden daha gizli olmayan gizli ve
"bâtın" oluşudur. O, olmuş ve olacaklar hakkında tam bilgi
sahibidir, hiçbir şey O'na gizli değildir.
Bu, Allah'ın her şeyden önce var olduğuna, zaman ve mekân bakımından
diğer bütün varlıklardan önce olduğuna, yani Cenab-ı Hakkın zaman ve mekân
öncesi olduğuna bir delildir. O, bütün mümkinatın (olabilir her şeyin) ve
kâinatın ilâhıdır. Arş'ın, göklerin ve yerlerin ilâhıdır. Bizim içimizi de
dışımızı da bilir.
4- Yine bu teşbih ve tenzihi
gerekli kılan şeylerdendir. Göklerin ve yerin yaratıcısı ve yoktan var edicisi
olması, zatına lâyık bir şekilde üzerine "istiva" ettiği Arş'ın
sahibi olması; yağmur dahil yere giren her şeyi, bitkiler dahil yerden çıkan
her şeyi; nzık, yağmur ve melekler dahil gökten inen her şeyi, yine melekler ve
kulların amelleri dahil, göğe yükselen her şeyi bilen olması O'nu tenzih
etmemizi gerektiren sebeblerden bazılarıdır. Allah zatı ile değil kudreti ve
ilmi ile -nerede olurlarsa olsunlar- insanlarla beraberdir, onların amellerini
görür, bu yaptıklarından hiçbir şey O'na gizli olmaz.
5- Yine Allah'ın dünya ve
ahiretin sahibi ve maliki oluşu O'nu teşbih ve tenzih etmemizi gerektiren
sebeplerdendir. Ahirette varlıkların bütün işleri O'na döner. Geceyi ve gündüzü
kısaltarak, uzatarak çeviren, dört mevsimi getiren, kalplerin sakladığı hiçbir
şey kendisine gizli olmayan O'dur. Öyleyse hakiki ma'bud O'dur, O'ndan
başkasına ibadet olunması asla caiz olmaz.
Özetlersek; bu ayetler Allah'ın kudretini gösteren delillerle, nimetlerini ortaya koyan delilleri birleştirmektedir. Cümle veya bazı ifadeleri aynı anlamda bir maksat dolayısıyla tekrar edildiğini söyleyenlerin görüşüne göre, bazı manaların tekrarından maksat tefekkür ve tezekküre teşvik etmek, sonra da kulların bu nimetlere karşı şükürle meşgul olmalarını sağlamaktır. [10]
7- Allah'a ve peygamberlerine iman edin, size vekâlet verdiğinden
harcayın. İçinizden iman edip de harcayanlar
onlar için büyük bir
8' Peygamber, Rabbinize iman et-
meniz için sizi davet edip dururken size ne oluyor da Allah'a iman
et-miyorsunuz? Halbuki O sizden edecekseniz (hemen edin).
9- SİZİ karanlıklardan nuramak
için kuluna apaçık ayetler indiren O'dur. Şüphesiz Allah size çok
i ve merhametlidir.
10- Ne oluyor size ki Allah yolunda harcamıyorsunuz? Halbuki göklerin
ve yerin mirası Allah'ındır. Içinizden, fetihden önce harcayan ve
savaşanlar aynı olmaz. Onlar derece itibariyle daha sonra harcayan ve
savaşanlardan daha yüksektir. Bununla beraber Allah her birine en güzeli
vaadetti. Allah ne yaparsanız, haberdardır.
11- Kim Allah'a güzel bir ödünç
verecek olursa, O onu kat kat artıraçaktır. Ona çok değerli bir mükâfat
da vardır.
12- Mümin erkekleri ve kadınları, nurları önlerinden ve sağlarından
koştuğunu gördüğün gün (melekler) "Bu gün size altından nehirler akan ve
içlerinde ebedî kalacağınız cennetler müjdeler olsun." (derler). İşte bu,
büyük murada ermenin ta kendisidir.
"Karanlık" kelimesi dalâlet ve inkâr; "nûr"
kelimesi iman ve hidayet manasında kullanılmıştır.
"Allah'a ödünç verme" temsilî istiaredir. Allah yolunda Onun
rızası için harcama yapan kişi sanki Allah'a geri ödenmesi vacib olan bir ödünç
vermiş gibi kabul edilmiştir.
[11]
Ey insanlar "Allah ve peygamberine iman edin" Allah'ın
birliğim, Rasulünün peygamberliğini tasdik edin ve daima bu iman üzre olun,
"size" tasarruf için "vekâlet verdiğinden" O'nun yolunda
"harcayın" Aslında o mal sizin değil, O'nundur, ama O, sizi vekil
yaptı, "size vekalet verdiği" ifadesinde harcamaya teşvik ve bunun
nefse ağır gelmemesini sağlama gayesi vardır. "İçinizden iman edip de
harcayanlar, onlar için büyük mükâfat vardır." Bu son cümlede birkaç
yönden mübalağa ifade eden bir vaad vardır: Önce cümle isim cümlesidir, sonra
iman ve infak tekrar zikredilmiş, hüküm zamir üzerine (onlar) bina edilmiş,
"mükâfat" nekre gelmiş ve "büyük" sıfatı ile
sıfatlanmıştır.
Ey kâfirler "Peygamber, Rabbinize iman etmeniz için sizi davet edip dururken" ve iman etmenize de bir mani yok iken "size ne oluyor ki Allah'a iman etmiyorsunuz? Halbuki O" ruhlar aleminde "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" demiş, siz de "evet, Rabbimizsin" cevabını vermiş ve böylece "sizden kesin söz de almıştı." Siz dünyada var edildikten sonra da gerek iç âleminizde, gerekse dış âleminizde varlığını ve birliğini gösteren deliller ortaya koydu ve size aklınızı kullanarak düşünme ve tefekkür etme imkanı verdi. "Eğer iman edecekseniz" böyle bir niyetiniz varsa, durmayın hemen iman edin.
"Sizi karanlıklardan", dalâlet ve inkârdan "nura"
iman ve hidayete "çıkarmak için" veya peygamberinin çıkarması için
"kuluna apaçık ayetler indiren O'dur. Şüphesiz Allah" sizi inkârdan
imana çıkarma konusunda "size" karşı "çok şefkatli ve
merhametlidir." Baksanıza sadece aklî delillerle yetinmeyerek elçiler ve
ayetler göndererek sizi uyardı.
"Ne oluyor size ki" iman ettikten sonra hâlâ "Allah yolunda"
cihad ve diğer taatlar uğrunda "harcamıyorsunuz. Halbuki göklerin ve yerin
mirası Allah 'indir." Hiç kimseye bir mal kalmayacak, göklerde ve yerde
her şeye O varis olacaktır. Öyleyse o malı, geride kalıcı bir bedel -sevap-
bırakacak yerlere harcamak en doğrusudur. "İçinizden, fetihten" Mekke
fethinden "önce harcayan ve savaşanlar" ile fetihten sonra harcayan
ve savaşanlar "aynı olmaz. Onlar" imanda önde oldukları ve imanları
daha kuvvetli olduğu ve hem mala, hem de insana daha fazla ihtiyaç bulunduğu için
"derece itibariyle daha sonra harcayan ve savaşanlardan daha yüksektir.
Bununla beraber Allah her birine en güzeli" yani cenneti
"vadetti. Allah ne yaparsanız haberdardır." Gizli açık bütün
amellerinizi bilir ve ameline göre karşılık verir.
"Kim" bedelini verir inancıyla malını hayırda harcayarak
"Allah'a güzel bir ödünç verecek olursa, O onu kat kat artıracaktır."
Rızasının ve kabulünün yanında "Ona çok değerli bir mükâfat da
vardır."
"Mümin erkekleri ve kadınları, nurları önlerinden ve sağlarından
koştuğunu gördüğün gün" melekler "bugün size altlarından nehirler
akan ve içlerinde ebedî kalacağınız cennetler müjdeler olsun." derler,
"işte bu, büyük murada ermenin ta kendisidir."
[12]
"Allah ve peygamberine iman edin..." ayeti (7. ayet) Tebuk
Gazvesi hakkında inmiştir.
"İçinizden, fetihten önce harcayan..." ayeti (10. ayet)
Vahidî'nin Kel-bî'den rivayet ettiğine göre Hz. Ebubekir hakkında inmiştir.
Yine Vahidî, îbni Ömer'den şöyle nakletmiştir: Bir gün Rasulullah
oturuyordu, yanında eski bir aba ile göğsünü kapatmış Ebu Bekir bulunuyordu. O
sırada Cebrail indi ve Rasulullah'a Allah'ın selâmını tebliğ ettikten sonra
şöyle dedi: "Ya Muhammed, ne var ben Ebu Bekr'i eski bir aba içinde
görüyorum?" Rasulullah: "Ya Cebrail, o fetihten önce bütün malını
benim için harcadı." dedi. Cebrail: "Ona Allah'ın selâmını söyle ve
de ki: Rabbin sana diyor ki: "Şu fakirliğin içinde benden razı mısın yoksa
bana kırgın mısın?" Rasulullah (s.a.) Hz. Ebu Bekr'e döndü ve: "Ey
Ebu Bekir, işte Cebrail sana Allah'tan selâm söylüyor ve Rabbin sana diyor ki:
"Bu fakirliğin içinde benden razı mısın, yoksa kırgın mısın?" Ebu
Bekir ağladı ve "Rabbime mi darılacağım? Ben Rabbimden razıyım, ben
Rabbimden razıyım." dedi.[13]
Allah göklerde ve yerde ve insanda gözle görülenlerden hareketle varlığını,
birliğini, ilmini ve kudretini ispat eden delilleri zikrettikten sonra ardından
bazı dinî mükellefiyetleri, yani Allah'a ve Rasulüne iman etmeyi ve bunun
devamlı olmasını ve bu konuda ihlası emretti, sonra müminlerden Allah yolunda
harcama yapmalarını istedi, bunun ecrinin kat kat olacağını haber verdi,
ayetlerinin küfrün karanlıklarından imanın nuruna çıkaracağını açıkladı. Mekke
fethinden önce müslüman olup harcama yapan İslâm'a koşan ilkleri üstün kıldı,
sonra tekar harcama için yaptığı teşviki tekrarladı.[14]
Allah'a ve peygamberine iman edin, size vekalet verdiğinden harcayın.
İçinizden iman edip de harcayanlar, onlar için büyük mükâfat vardır." Yani
Allah'ın birliğini, Muhammed (s.a.)'in peygamberliğininin doğru olduğunu en
doğru şekilde tasdik edin ve bu yolda devam edin, sebat edin, gerçekten sizin
mülkünüz yapmaksızın sadece üzerinde tasarrufta bulunma konusunda sizi vekil
kıldığı Allah'ın malından harcayın. Zira mal, Allah'ın malıdır, kullar Allah'ın
mallarında O'nun vekilleridir. Öyleyse onları Allah'ı hoşnud edecek yerde
sarfetmeleri vacibdir.
Sonra Allah ve Rasulüne imanı ve Allah yolunda harcamayı bir arada
yapanlar için çok hayırlı ve faydalı bir mükâfat -ki o cennettir- olduğunu
beyan ederek iman etme ve Allah yolunda harcama yapmaya teşvik etti.
Ahmed bin Hanbel'in rivayetine göre Abdullah bin eş-Şihhîr şöyle dedi:
Rasulullah'ın yanına gittim o şöyle diyordu: "Mal mülk çokluğu ile
böbürlenmek sizi oyaladı. Ademoğlu "malım, malım" der durur, senin
yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin veya sadaka verip kalıcı yaptığından başka
malın yoktur." Bunu Müslim de rivayet ettikten sonra Rasulullah'ın şu
ilavesini de zikretti: "Bunlardan gerisi gidicidir ve (başka) insanlara
kalacaktır."
Sonra Allah iman etmemeyi kınayarak şöyle buyurdu:
"Peygamber, Rabbinize iman etmeniz için sizi davet edip dururken
size ne oluyor ki Allah'a iman etmiyorsunuz? Halbuki O, sizden kesin söz de almıştı.
Eğer iman edecekseniz (edin)." Yani Peygamber sizi imana çağırıp dururken
ve apaçık deliller içeren O Kur'an'ı size okuyarak getirdiklerinin doğruluğuna
dair delilleri ve hüccetleri beyan edip dururken, sizi iman etmekten alıkoyan
nedir? Halbuki O, ruhlar âleminde iman edeceğinize dair kesin söz almıştı.
Ayrıca O sizin için kâinatta, insanın iç ve dış âleminde birliğine ve iman
etmenin gerekliliğine delâlet eden deliller ortaya koydu. Zaten akl-ı selim de
buna yönlendirmektedir. Eğer iman etmek niyetinde iseniz, hemen edin. Peygamber
davet ettikten ve kendilerinden kesin söz alındıktan sonra hâlâ iman
edilmemesine karşı bu söz bir tehdittir, bir azarlamadır.
Buhari'nin Sahih'ioâe rivayet ettiğine göre bir gün Rasulullah (s.a.)
ashabına şöyle buyurdu: "İman bakımından müminlerin hangileri sizin daha
hoşunuza gidiyor?" "Melekler" dediler. Rasulullah (s.a.)
"Onlara n oluyor da iman etmeyecekler? Onlar Rablerinin yanındalar."
dedi. "Öyleyse peygamberler" dediler. Rasulullah (s.a.) "Onlara
n'oluyor da iman etmeyecekler? Onlara vahiy geliyor." dedi. "Bizler
öyleyse" dediler. Rasulullah (s.a.) "Size noluyor ki iman
etmeyeceksiniz? Ben aranızdayım. İman bakımından müminlerin en hayret edilecek
olanı şu kavimdir ki sizden sonra gelecekler, birtakım sayfalar bulacaklar ve
içindekilere iman edecekler." dedi.
Sonra Allah inanmayanların mazeretini ortadan kaldırmak için Kur'an-ı
Kerim'in indiriliş gayesini açıklayarak şöyle buyurdu:
"Sizi karanlıklardan nura çıkarmak için kuluna apaçık ayetler
indiren Odur. Şüphesiz Allah size çok şefkatli ve merhametlidir." Yani
Allah'ın Kur'an-ı Kerim ve diğer mucizelerden oluşan apaçık ayetleri
indirmekten muradı sizi cehalet, inkâr ve çarpık görüşlerin karanlıklarından
hidayet, yakîn ve iman nuruna çıkarmaktır. Şüphesiz Allah kullarına karşı çok
şefkatli ve merhametlidir. İşte bu sebepten onların hidayeti için kitaplar indirdi,
peygamberler gönderdi, imana mani olacak şüphe ve engelleri giderdi, sebepleri
yok etti.
İman etmeyi ve harcamayı kullarına emredip onları bunları yapmaya
teşvik ettikten ve iman etmedikleri için payladıktan sonra harcama yapmadıkları
için onları azarlayarak şöyle buyurdu:
"Ne oluyor size ki Allah yolunda harcamıyorsunuz? Halbuki göklerin
ve yerin mirası Allah'ındır" Yani sizin mazeretiniz nedir? Allah'a itaat
ve O'nun rızasını kazanma ve O'nun yolunda cihad etme uğruna harcama yapmanıza
mani olan şey nedir? Harcayın, fakirlikten korkmayın. Zira yolunda harcama
yaptığınız, göklerin ve yerin malikidir, göklerde ve yerde tasarrufta bulunan
Odur, göklerin ve yerin hazineleri Onun nezdindedir. Siz o malları hayatınızda
iken harcamazsanız mirasın mirasçıya döndüğü ve size ondan hiçbir şey kalmadığı
gibi bütün mallar Allah'a dönecektir. Mal Allah'ın malıdır. Allah şöyle
buyuruyor: "Siz hayra ne harcarsanız, Allah onun yerine başkasını verir.
O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Sebe, 34/39). Ve yine şöyle
buyuruyor: "Sizin yanınızdaki tükenir, Allah katın-dakiler ise
bakidir." (Nahl, 16/96). İşte bu şekilde Allah önce iman emeyi ve
harcamayı emretti, sonra iman etmenin vacib olduğunu vurguladı.
Harcamanın bir fazilet olduğunu beyan ettikten sonra Allah, harcamada
yarış yapmanın faziletin zirvesi olduğunu ve harcayanların durumlarına göre
dereceleri olacağını beyan ederek şöyle buyurdu:
"içinizden, fetihten önce harcayan ve savaşanlar aynı olmaz. Onlar
derece itibariyle daha sonra harcayan ve savaşanlardan daha yüksektir."
Yani Mekke fethinden önce Allah yolunda harcayıp savaşlarla fetihten sonra
infak edip savaşanlar aynı olmaz. O ilklerin dereceleri sonrakilerden daha
üstündür. Çünkü fetihten önce müslümanlann ihtiyacı daha çoktu, daha az ve daha
zayıftılar, çok az malî imkan bulabiliyorlardı. Fetihten sonra ise çoğaldılar
ve servetleri arttı.
"Bununla beraber Allah herbirine en güzeli vaadetti. Allah ne
yaparsanız, haberdardır. " Yani bu iki gruptan her birine dereceleri
farklı olmakla beraber en güzel mükâfatları, cenneti vaadetti. Allah
yaptıklarınızı, gizli ve açık hallerinizin hepsini bilir, ona göre sizi
mükâfatlandırır. Sizin hallerinizden hiçbir şey Allah'a gizli olmaz.
Ahmed bin Hanbel'in rivayetine göre Enes şöyle dedi: Halid bin Velid
ile Abdurrahman bin Avf arasında şöyle bir konuşma geçti: Halid Abdur-rahman'a
"Bizden önce müslüman olmanız dolayısıyla bize üstünlük taslıyorsunuz"
dedi. (Halid Hudeybiye sulhu ile Mekke fethi arasında müslüman olmuştu). Bu
söz Rasulullah'a iletildiğinde şöyle buyurdu: "Ashabımı bana bırakın.
Nefsim, elinde olana yemin olsun ki siz Uhud kadar veya dağlar kadar altın
Allah yolunda harcasanız, onların amellerine ulaşamazsınız."
Buhari, Müslim ve diğerlerinin Ebu Said el-Hudrî'den rivayet ettiklerine
göre Rasulullah şöyle buyurdu: 'Ashabıma dil uzatmayın. Muham-med'in nefsi
elinde olana yemin olsun ki sizden biri Uhud kadar altın infak etse, onlardan
birinin müddüne, hatta yarısına erişemez." (Bir müdd, takriben 18
litredir).
Sonra Allah bu infakın semeresini beyan ederek şöyle buyurdu:
"Kim Allah'a güzel bir ödünç verecek olursa, O, onu kat kat
artıracaktır. Ona çok değerli bir mükâfat da vardır." Yani kim
karşılığını Rabbinin katından bekleyerek malını Allah yolunda harcarsa, o sanki
Allah'a karz-ı hasen -yani başa kakmadan, incitmeden, gönül rızası ile bir
ödünç- vermiş olur. Allah da bunu onun için kat kat artırır ve ahvale,
şahıslara ve zamana göre sevabı on mislinden yediyüz misline kadar yükseltir.
Bundan başka ona çok hayırlı, faydalı bir karşılık güzel ve kıymetli bir
mükâfat vardır ki o da cennettir.
İbni Ebi Hatem'in rivayetine göre Abdullah bin Mesud şöyle dedi: Bu
ayet indiği zaman Ebuddahdah el-Ensarî "Yâ Rasulullah (s.a.)! Herhalde
Allah bizden ödünç istiyor." dedi. "Evet" dedi. Rasulullah
(s.a.) Ebuddahdah "Elinizi verir misiniz ya Rasulallah?" dedi.
Rasulullah'm elini tuttu ve "Ben bahçemi Rabbime ödünç verdim." dedi.
Onun, içinde altıyüz kök hurması olan bir bahçesi vardı. Hanımı ve çocukları
orada otururdu. Ebuddahdah hanımına "Artık buradan çık, ben burayı
Rabbime ödünç verdim (vakfettim)." dedi.
Bir başka rivayette hanımı ona "Alış-verişin kârlı olmuş."
demiş ve eşyasını ve çocuklarını oradan taşımıştı. Rasulullah (s.a.) de
"Cennette Ebuddahdah için meyve yüklü nice hurmalar var." dedi.
Sonra Allah infak eden müminlerin kıyametteki güzel hallerini haber
vererek şöyle buyurdu:
"Mümin erkekleri ve kadınları, nurları önlerinden ve sağlarından
koştuğunu gördüğün gün (melekler) "Bugün size altlarından nehirler ve içlerinde
ebedî kalacağınız cennetler müjdeler olsun." derler. İşte bu, büyük murada
ermenin ta kendisidir." Allah yolunda harcayan mümin erkek ve kadınlar,
kıyamet günü sıratın üstünde nurun önlerinden ve sağ taraflarından koştuğunu
gördüklerinde onları bir göreceksin. Meleklek tarafından kendilerine şöyle
denilir: "Dünyada iken gönderdiğiniz salih ve güzel amellere uygun bir
mükâfat ve size ikram olmak üzere, aralarından nehirler akan ve içlerinde
ebedî duracağınız cennetler size müjdeler olsun." îşte bu nur ve bu müjde
misli ve benzeri olmayan, hatta artık bundan ötesi asla bulunmayan büyük
kurtuluştur.
Kitaplarını sağ taraflarından alan bu insanların salih amelleri kurtuluşlarının
ve cennete giden yolu bulmalarının sebebidir. Nitekim ayet-i kerimede: "O
vakit kitabı sağ eline verilen kimseye gelince, kolayca bir hisab ile muhasebe
edilecek o. Ehline de sevinçli dönecektir." (İnşikak, 84/7-9).
"...nurları önlerinden ve yanlarından koşar... denildi. Çünkü bu
kurtuluş alâmetidir.
İbni Mes'ud'un bu ayetin tefsiri sadedinde söylediğine göre insanlar
amellerinin mikdarına göre sıratı geçecekler: Bir kısmının nuru dağ kadar, bir
kısmınınki hurma ağacı kadar, bir kısmının da ayaktaki insan boyu kadar
olacaktır. Nuru en az olanınki ise elinin başparmağında olacak, bir yanıp bir
sönecek.[15]
Katade şöyle dedi: Bize nakledildiğine göre Rasulul-lah (s.a.) şöyle diyordu:
"Müminlerden bazılarının nuru Medine'den Aden'e ve San'a'ya kadar
aydınlatır. Kimisininki daha az olur. Hatta bazılarının nuru sadece iki
ayağının yerini aydınlatır."
Özet olarak: İman ve infak şu üç şeyin sebebidir: Hesap günü kurtuluş,
meleklerin cennetle müjdelemesi ve naim cennetlerinde ebedî kalış. Ayrıca bu
ayet, kıyamet dehşetlerinin müminlere gelmeyeceğine de delâlet etmektedir.
Çünkü Allah müminlerin hiçbirini ayırt etmeden kıyamet günü onların
sıfatlarının bu olduğunu beyan etti.
[16]
Bu ayetlerden şu hususlar çıkartılabilir:
1- Allah'a ve Rasulüne iman
etmek, yani Allah'ın bir olduğunu, ortağı olmadığını, Muhammed (s.a.)'in
Allah'ın elçisi olduğunu tasdik etmek vacibdir. Bu itikat, Allah'a ibadet ve
itaat ile meşgul olmayı gerektirir.
2- Allah yolunda infak
(harcamak) vacibdir. Bundan maksat farz olan zekâttır. Farz zekâtın dışındaki
diğer çeşitli ibadetlerdir de denilmiştir. Bu da dünyayı terketmeyi, ona
iltifat etmemeyi ve onu Allah yolunda harcamayı emrettiğini ifade eder.
3-
"Size vekalet
verdiğinden" ifadesi mülkün aslının Allah'a ait olduğuna, kulun kendi
malındaki yetkisinin ancak onu Allah'ın razı olacağı şekilde tasarruf etmek
olduğuna, buna karşılık da ona cennetin verileceğine delâlet etmektedir.
Başkasının malında tasarruf konusunda kişiye izin verildiğinde ondan rahat
harcama yaptığı gibi Allah'ın tasarrufuna vekalet verdiği malında da Allah
için rahat rahat harcama yapabilirse bol sevap, büyük ecir alır.
Bu, gerçekte bu malların insanların olmadığına, kendilerinin ancak
vekil ve naib yerinde olduğuna dair bir delildir. Öyleyse mümin bu mallar
elinden çıkıp kendisinden sonra başkasına geçmeden önce hakkı yerine getirmek
suretiyle fırsatı ganimet bilsin.
4- Salih ameller işleyip Allah
yolunda harcayan müminler için büyük bir mükâfat vardır ki o da cennettir.
5- Allah, kendisine iman
etmemeyi çok yerdi ve yadırgadı. İnsanların iman etmemesi için hangi mazeret
var ortada? Bütün engeller ve sebepler kaldırılmış. Diğer taraftan Rasulullah
(s.a.) inandırıcı sağlam delillerle imana davet ediyor. Allah, insanlar henüz
babalan Âdem'in belinde iken onların Rabbi olduğuna ve kendileri için O'ndan
gayri ilâh olmadığına dair ilk sözü almıştı. Onlardan alınan sözlerden biri de
Allah'ın onlara verdiği akıl ve fikirlerdir. Ayrıca Allah onları peygambere
uymaya çağıran açık hüccetler ve deliller ortaya koydu. Öyleyse ey insanlar,
hüccet ve delillere bakarak iman edecekseniz, hemen imana koşun.
6-
Allah peygamberin
doğruluğunu gösteren ve onun davasını başarıya götüren hususları Kur'an-ı Kerim
ve çeşitli mucizelerle destekledi. Öyleyse bundan sonra insanlara gereken iman
etmektir. Çünkü apaçık Kuran ayetleri şirkin ve küfrün karanlıklarından imanın
aydınlığına çıkarır. Allah insanlara çok merhametli ve şefkatlidir. Zira onlar
için kitaplar indirmiş, peygamberler göndermiş, imana mani olacak bütün engelleri
ve sebepleri ortadan kaldırmıştır.
7-
Yine Allah, Allah yolunda ve
ona yaklaştıracak şeyler uğruna harcama yapılmamasını kınadı: insanlar hepsi
ölecekler, malları geri kalacak. Mirasın, hak sahibi mirasçıya dönmesi gibi bu
mallar da Allah'a dönecektir.
Ayetler imanı ve infakı işte böyle emretti. Sonra imanın farz olduğunu
ve infakın icab ettiğini tekid etti. Bu gayet güzel bir sıralamadır. Bu sıralamada
ayetteki beyan farziyet ifade eden emirden, caydıran ve teyid eden, kusur ve
ihmale karşı tehdit ifade eden bir emre intikal etmiştir.
8-
Birtakım sıkıntılar ve zor şartlardan
dolayı infaka daha fazla ihtiyaç duyulduğu zamanlarda yapılan infakın sevabı
daha büyük olur. İşte bu sebepten "Cennet ehli ile cehennem ehli eşit
olmaz." (Haşr, 59/20) ayetinde de olduğu gibi, Allah Mekke fethinden önce
infak edip düşmanla savaşanla ondan sonra infak edip savaşanın eşit
olamayacağını ifade etti. Çünkü fetih öncesi mal daha azdı, nafakaya ihtiyaç
daha fazla idi, müslümanlar az idi. Ama fetihten sonra servet arttı, infaka
ihtiyaç azaldı ve müslümanlar çoğaldı.
Eşbeh'in rivayetine göre İmam Malik şöyle dedi: "Fazilet ve azimet sahiplerine öncelik verilmesi gerekir. Çünkü Allah "İçinizden fetihten önce infak edip savaşan eşit olmaz." buyurdu." Daha önce de geçtiği gibi Kelbî bu ayetin Hz. Ebu Bekir hakkında indiğini söylemiştir. Bu ayetler Hz. Ebu Bekir'in diğer sahabeden faziletli ve önde kabul edilmesi lazım geldiğine delildir, çünkü ilk müslüman olan odur. İbni Mesud şöyle dedi: Kılıcıyla İslâm'ı ilk yüceten Peygamber (s.a.) ve Ebu Bekir'dir. Çünkü o Allah'ın peygamberine ilk infakta bulunun kişidir.
İleride geride bulunmak din ve dünya hükümlerinde olur. Hz. Aişe şöyle
dedi: "Rasulullah (s.a.) bize insanlardan herkesi kendi yerine koymamızı
emretti. Mertebe bakımından makamların en yücesi namazdır." Buhari,
Müslim, Tirmizî ve İbni Mace'nin Hz. Aişe'den rivayet ettiklerine göre
Rasulullah (s.a.) hastalığında "Ebu Bekr'e emrimi söyleyin, cemaate namazı
kıldırsın." buyurmuştur. Ahmed bin Hanbel'in Enes'ten rivayetine göre
Rasulullah (s.a.) "Cemaate, içlerinde Kur'an'ı en iyi okuyan imam
olur." buyurmuştur. Bir grup muhaddisin Malik bin Huveyris'ten rivayet
ettiklerine göre Rasulullah (s.a.) iki kişiye "Yaşı daha büyük olanınız
imamınız olsun." buyurmuştur. İmam Malik "Şüphesiz yaşın hakkı
vardır" demiştir. İmam Ebu Hanife ve Şafiî de imamlıkta yaşa riayet
etmişlerdir. Riayet edilmesi de gerekir, çünkü iki hayırlı insandan birinde
ilim ve yaş birleşmiş ise ilim tercih edilir. Dünyevî hükümlere gelince onlar
zaten dinî hükümlere bağlıdır. Din konusunda tercih edilen, dünyevî konularda da
tercih edilir.
Tirmizî'nin Enes'ten rivayet ettiği hadiste Rasulullah (s.a.) "Bir
genç, yaşından dolayı bir yaşlıya saygı gösterirse, yaşlandığında Allah ona
saygı gösterecek birilerini hazırlar." Yine Tirmizî'nin Enes'ten
rivayetine göre Rasulullah (s.a.) "Küçüklerimize merhamet etmeyen,
büyüklerimize saygı göstermeyen, bizden değildir." Ahmed bin Hanbel,
Tirmizî ve Hakim'in Abdullah bin Amr'dan rivayet ettiklerine göre Rasulullah
(s.a.) "Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimizin şerefini tanımayan,
bizden değildir." buyurmuştur. Ahmed bin Hanbel ve Hakim'in Ubade bin
Samit'ten yaptıkları bir diğer rivayette de "Büyüklerimize saygı
göstermeyen, küçüklerimize merhamet etmeyen ve âlimimizin hakkını tanımayan
bizden değildir." buyurmuştur.
9- Allah, dereceleri farklı
olmakla beraber müslümanlarm ilklerine de sonradan katılanlara da her birine
cennet vaad etmiştir.
10- Kur'an-ı Kerim bir kere
daha bu ayetlerde Allah yolunda infak etmeye çağırdı ve kalbinden gelerek başa
kakmadan, incitmeden, sırf Allah rızası için verilen sadakanın sevabının,
şartlara ve şahıslara göre yediden yediyüze Allah'ın dilediği miktara kadar kat
kat olacağını açıkladı. İnfak eden bu kişiye güzel bir mükâfat, değerli bir
rızık verilecektir ki o da kıyamet günü cennettir.
11-
Şüphesiz bu değerli ecir,
güzel mükâfat Allah yolunda harcama yapan mümin erkek ve kadınlara
verilecektir. Onların imanları ve salih amelleri kurtuluşlarına ve sıratı
geçmelerine bir sebep olacaktır ki bu içinde yürüyecekleri nurdur. O nur
önlerinde olur, amel defterleri sağlarından verilir, melekler onlara içlerinde
ebedî kalacakları cennete girme müjdesini verirler, kıyametin dehşetleri onlara
erişmez ve cennete girerler. İşte en büyük kurtuluş budur.
[17]
13- O gün, münafık erkekler ve
münafık kadınlar iman edenlere "Bizi bekleyin, nurunuzdan bir parça
alalım." derler. "Arkanıza dönün de, bir nur arayın." denilir.
Hemen aralarına tek kapısı olan bir sur çekilir. Surun içinde rahmet, dış
tarafında da azap vardır.
14- Onlara seslenirler:
"Biz sizinle beraber değil miydik?." Müminler: "Evet. Lakin siz
kendi kendinizi belâya soktunuz, beklediniz, şüphe ettiniz, kuruntular sizi
aldattı, nihayet Allah'ın emri geldi ve o çok aldatan (şeytan) sizi Allah
hakkında da aldattı." derler.
15- Artık bu gün ne sizden, ne de inkâr edenlerden hiçbir fidye kabul
edilmez. Varacağınız yer ateştir. Size yaraşan odur. Ne kötü varış yeridir.
"Hiye mevlâküm" de iki ihtimal vardır: Ya mefulüne muzaf
olmuş masdardır. "size veli olan, hakkınızda tasarrufta bulunan, sizi
tutan manasınadır veya "size yaraşan" manasınadır (meal de buna göre
verilmiştir). Bu sonuncusunu bazıları kabul etmemişler ve "yaraşan"
manasında "mevlâ"nın kullanılmamış olduğunu söylemişler.
[18]
"surun içi... rahmet -dışı... azap" cümleleri arasında
mukabele vardır.
[19]
"O gün münafık erkekler ve münafık kadınlar iman edenlere"
onlar cennete doğru yıldırım hızıyla giderken "Bizi bekleyin," veya
bize doğru bakın da "nurunuzdan bir parça alalım." nurunuzla
aydınlanalım "derler" Onlarla alay edilerek "Arkanıza"
dünyaya "dönün de" bundan başka "bir nur arayın" bu nurdan
size fayda yok "denilir." Bu söz onlara, ümitlerini kırmak için
melekler veya müminler tarafından söylenecektir. Bu konuşmadan sonra "Hemen
aralarına tek kapısı olan bir sur çekilir." Buna Araf suru da denilir.
"Surun içinde rahmet vardır." ona müminler girer. "Dış tarafında
da azap vardır."
Münafıklar "Onlara seslenirler, biz sizinle beraber değil
miydik", görünüşte sizin dininiz ve sizin ibadetiniz üzre değil miydik?
"Müminler: Evet, lakin siz" münafıklık yaparak "kendi kendinizi
belâya soktunuz," isyanlarla kendinizi helak ettiniz, müminlerin başına
felâket inmesini "beklediniz", İslâm dini ve kıyamet hakkında
"şüphe ettiniz", İslâm'ın yok olması ve uzun ömürlü olmanız gibi
emeller ve "kuruntular sizi aldattı. Nihayet Allah'ın emri" ölüm
"geldi ve çok aldatan" şeytan "Sizi Allah hakkında da aldattı,
derler."
"Artık bu gün ne sizden, ne de inkâr edenlerden" kendinizi
ateşten kurtarmak için "hiçbir fidye kabul edilmez."
"Varacağınız" sığınacağınız "yer ateştir, size yaraşan odur. Ne
kötü varış yeridir."
[20]
Allah infak eden müminlerin kıyamet günü hallerini, nurlarının onlara
cennetin yolunu göstermek için önlerinden ve sağlarından koştuğunu -ki bu
kurtuluş alâmetidir- beyan ettikten sonra yine o günde münafıkların halini,
müminlerin kendilerine yardım etmelerini isteyeceklerini, onları yeis ve
ümitsizliğe sevkeden bir cevap verileceğini, onlar için kurtuluş ümidi olmayacağını
ve ateşin onların tek varacağı yer olacağını, kendilerine yakışanın da bu
olacağını beyan etti. Bu da gösteriyor ki o gün ancak Allah'a ve peygamberine
gerçekten iman eden Allah'ın emrettiğini yapıp, yasak ettiğini terkeden
kurtulacaktır.
[21]
"O gün münafık erkekler ve münafık kadınlar, iman edenlere
"Bizi bekleyin, nurunuzdan bir parça alalım." derler." Yani
kıyamet gününde münafık erkekler ve kadınlar, nurları önlerinden ve sağlarından
koşan müminlere şöyle diyecekler: Ey kurtuluşa ermiş müminler, bizi de bekleyin
belki nurunuzdan istifade ederiz de şu zifiri karanlıktan çıkar ve bizi bekleyen
elim azaptan kurtuluruz."
Bir grup âlim şöyle demiştir: Kıyamet günü bütün insanlar karanlıkta
olacak, sonra Allah müminlere bu nurları verecek, münafıklar da "Bize
yönelin." diyerek aydınlanmak isteyecekler. Çünkü müminler onlara doğru
bakarsa, nur da önlerinde olduğuna göre bu nurların parıltılarından istifade
edecekler, demektir.
Kendilerine bütün emellerini suya düşürecek şu cevap verilir:
"Arkanıza dönün de bir nur arayın, denilir." Yani melekler
veya müminler onlara dünyaya dönün bizim iman ve salih amellerle bulduğunuz
nuru siz de arayın. Bu ifadede onlarla istihza ve istekleriyle alay etme
vardır. Çünkü onlar dünyada iken iman etmedikleri halde "İman ettik"
diyerek müminlerle istihza ediyorlardı.
Sonra Allah bu tabloyu ve bu konuşmaları şu sözü ile kesiyor:
"Hemen aralarına tek kapısı olan bir sur çekilir. Surun içinde rahmet
vardır, dış tarafında da azap vardır." Yani müminlerle münafıklar arasına
bir engel konur, bu surun iç kısmı yani cennet ehlinden tarafa bakan kısmında
rahmet vardır, cennet nimetleri vardır, cehennem ehline gelen tarafta ise
cehennem azabı vardır.
Sonra Allah münafıkların halini ve imdat çağrılarını zikrederek şöyle
buyurdu:
"Onlara seslenirler: "Biz sizinle beraber değil miydik?"
Müminler: "Evet, lâkin siz kendi kendinizi belâya soktunuz, beklediniz,
şüphe ettiniz, kuruntular sizi aldattı. Nihayet Allah'ın emri geldi ve çok
aldatan (şeytan) sizi Allah hakkında da aldattı." derler." Yani
münafıklar müminlere şöyle seslenirler: Biz dünyada sizinle beraber değil
miydik, sizin yaptıklarınızı yapmıyor muyduk, sizinle beraber cumalarda hazır
bulunmuyor muyduk, mescidlerde sizinle beraber namaz kılıyor. Arafat'ta beraber
vakfe yapıyor, savaş meydanlarında beraber oluyor, diğer görevleri sizinle
beraber eda ediyor ve İslâm'ın bütün amellerini yapıyorduk, bütün bunlarda
beraber değil miydik?
Müminler de münafıklara şu şekilde cevap verirler: Evet, görünüşte
bizimle beraberdiniz, ama siz inkârı gizleyerek münafıklık yapmak suretiyle
başınızı belâya soktunuz, zevk ü sefaya, şehvet ve isyanlara dalarak kendinizi
helak ettiniz, tevbeyi geciktirdiniz, müminlerin, hakkın ve haktan yana
olanların başına felâket ve musibetler gelmesini beklediniz, din konusunda ve
öldükten sonra dirilme meselesinde şüpheye düştünüz. Kur'an'ın indirdiklerini
tasdik etmediniz, apaçık mucizelere iman etmediniz.
Boş kuruntular sizi aldattı. "Biz affolunacağız" dediniz
dünya ve tûl-i emel sizi aldattı, nihayet ölüm gelip çattı. Şeytan sizi
kandırdı, hatta size "Allah af edicidir, merhametlidir, size azap
etmez." dedi.
"Artık bu gün ne sizden, ne de inkâr edenlerden hiçbir fidye kabul
edilmez. Varacağınız yer ateştir. Size yaraşan odur. Ne kötü varış
yeridir." Yani artık bu günde ey münafıklar, kendinizi ateşten veya
azaptan kurtarma karşılığında vereceğiniz herhangi bir fidye asla kabul
edilmez. Nitekim Allah başka bir ayette "Ondan ne bir şefaat kabul
olunur, ne de bir fidye alınır." (Bakara, 2/123) buyurmuştur. Aynı şekilde
hem içlerinden hem de açıktan Allah'ı inkâr eden kâfirlerden de hiçbir fidye
kabul edilmez. Hepinizin nihaî olarak varacağınız menzil ateştir, bütün
menzillerin içinden size en lâyık olanı odur, varacağınız o ateş ne kötü bir varış
yeridir.
[22]
Bu ayetler şu hususlara delâlet etmektedir:
1-
Münafıklar, azaptan kurtulan
müminlerden kendilerini de beraber götürmelerini ve nurlarından istifade
etmeleri için beklemelerini veya ağır olup buna fırsat vermelerini isteyerek
onlardan yardım talep ederler. Ebu Ümame şöyle dedi: Mümine nur verilir kâfir
ve münafık ise nursuz bırakılır.
2-
Melekler veya müminler
onlara şöyle diyecek: Bizim o nuru aldığımız yere dönün de kendinize oralardan
bir nur arayın. Çünkü siz bizim nurumuzdan alamazsınız.
3-
Nur aramak için dönüp oradan
ayrıldıklarında hemen cennetle cehennem arasına bir engel konur. Bunun içinde,
müminlerden yana gelen tarafında rahmet; dışında, münafıklardan yana gelen
tarafta azap vardır.
4-
Münafıklar müminlere şöyle
seslenirler: Biz dünyada sizinle beraber değil miydik, sizin gibi namaz kılar,
sizin gibi cihad etmez miydik, sizin yaptıklarınızın aynısını yapmaz mıydık?
Müminler de onlara şöyle cevap verirler: Evet, görünüşte bizimle
beraberdiniz, lâkin kendinizi fitneye, başınızı belâya soktunuz, münafıklık
yapmak, asi olmak, şehvet ve zevklere dalmak suretiyle kendinizi helak ettiniz,
peygamber'in ölmesini, müminlerin başına felâketler gelmesini beklediniz,
kuruntulara kapıldınız, nihayet ölüm gelip çattı ve şeytan sizi Allah hakkında
aldattı.
5- Allah onların kurtulma
ümitlerini kesti ve kıyamet günü kendileri o azaptan kurtarmak için vermek
isteyecekleri bir fidyenin asla kabul edilmeyeceğini ve makam ve menzillerinin
ateş olacağını onlara haber verdi. Ateş onlara her menzilden daha lâyıktır. O
ne kötü varış ve dönüş yeridir.
[23]
Allah'tan Korkmak,
İnfak Edenlerin Ve Müminlerin Mükâfatı Ve Kafirlerin Cezası:
16- İman edenlerin, Allah'ı ve Hak'tan ineni zikir için kalplerinin
ür-permesi zamanı hâlâ gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilip de
üzerlerinden uzun zaman geçmiş artık kalpleri katılaşmış olanlar gibi
olmasınlar. Onlardan bir çoğu fasıklardı.
17- Bilin ki Allah, ölümünden sonra yeri diriltiyor. Düşünesiniz diye
biz size ayetleri açıkladık.
18- Sadaka veren erkeklerle
sadaka veren kadınlar ve Allah'a güzel bir ödünç verenler, bu onlar için kat
kat artırılır. Onlar için çok değerli bir mükâfat da vardır.
19- Allah'a ve peygamberlerine iman edenler, işte onlar sözü özü doğru
olanlar ve Rableri nezdindeki şehitlerdir. Onların mükâfatları ve nurları
vardır. İnkar edenler ve ayetlerimizi yalan sayanlar, işte onlar
cehennemliktirler.
"Allah'ın öldükten sonra yeri diriltmesi" temsilî istiaredir.
Yeri bitkilerle diriltmesi, Kur'an'la kararmış kalpleri diriltmesi manasına
alınmıştır.
[24]
"İman edenlerin Allah'ı ve Hak'tan ineni" Kur'an'ı
"zikir için" nasihat ve irşadlarmdan "kalplerinin ürpermesi
zamanı hala gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilip de"
peygamberlerinden sonra "üzerlerinden uzun zaman geçmiş" bu sebeple
"artık kalpleri katılaşmış olanlar" yani Yahudi ve Hrıstiyanlar
"gibi olmasınlar. Onlardan bir çoğu fasıklardı." Dinin sınırlarından
çıkmış, emir ve nehiylerine aykırı hareket edenlerdi.
Ey müminler "bilin ki Allah, ölümünden sonra" kuruduktan
sonra su ve bitki örtüsü ile "yeri diriltiyor." Aynı şekilde
kalplerinizi de huşuya döndürerek diriltir. Bu, kararmış ve katılaşmış
kalpleri zikir ve Kuran tilâvetiyle dirilteceğine dair getirilen bir temsildir.
"Düşünesiniz, diye biz size" kudretimizi gösteren "ayetleri
açıkladık."
Sırf Allah'ın rızasını kazanmak için, samimiyetle, başa kakmadan ve
verdiğinden bir karşılık beklemeden muhtaçlara "sadaka veren erkeklerle
sadaka veren kadınlar ve" böylece "Allah'a güzel bir ödünç verenler,
bu onlar için kat kat artırılır." Ayrıca "Onlar için çok değerli bir
mükâfat güzel bir sevap "da vardır."
"Allah'a ve peygamberlerine iman edenler, işte onlar sözü, özü
doğru olanlar ve Rableri nezdindeki" Allah yolunda öldürülen
"şehitlerdir." Şehid, şahid olan demektir. Bu manada onlara şehid
denilmesi, meleklerin onlara cennet verileceğine şahid olmasındandır. Yahut
mana Allah için şahitlik yapanlar veya kıyamet günü ümmetlerin lehinde veya
aleyhinde şahitlik yapacak olanlar demektir. Bu takdirde şahitlerden maksat
peygamberler olur. Nitekim bir ayette Allah "Her ümmetten bir şahit
getirdiğimiz zaman halleri nasıl olacak" (Nisa, 4/41) buyurmaktadır.
Allah'ın varlığını ve birliğini "inkâr edenler ve"
birliğimize delâlet eden "ayetlerimizi yalan sayanlar, işte onlar
cehennemlikdirler." Beydavî "Bu ayette cehennemde ebedî kalmanın
kâfirlere mahsus bir hal olduğuna delil vardır, terkip bunu hissettirmektir,
çünkü "Ashabu'l-cahîm" ifadesi mülâzemete delâlet eder."
demektir. Yani "ashab: arkadaş" beraber olmayı ayrılmamayı ifade
etmektedir.
[25]
İbni Ebî Şeybe Musannef 'inde Abdulaziz bin Ebi Ravvâd'dan rivayet
ettiğine göre ashab-ı kiramın arasında şakalaşma ve gülme biraz fazla olmaya
başladı. Bunun üzerine "...kalplerinin ürperme zamanı hâlâ gelmedi
mi?" ayeti (16. ayet) indi.
İbni Ebî Hatem'in Mukâtil bin Hayyan'dan naklettiğine göre Rasulullah
(s.a.)'in ashabı biraz şakaya dalmışlardı. Bunun üzerine bu ayet indi. Yine
İbni Ebî Hatem, Süddî'den Kâsım'ın şöyle dediğini nakletti: Rasulullah'ın ashabına
usanma ve bıkkınlık gelmişti. "Ya Rasulallah bize biraz anlat." dediler.
Bunun üzerine "... kalplerinin ürperme zamanı hâlâ gelmedi mi?" ayeti
(16. ayet) indi.
İbni Mübarek Zühd'ünde Ameş'den şöyle nakletti: Rasulullah (s.a.) in
ashabı Medine'ye gelince, daha önce geçirdikleri sıkıntıların ardından daha
müreffeh bir hayata kavuştular. Sanki önceki gayret ve ciddiyetlerinde bir
gevşeme oldu. Bunun üzerine "İman edenlerin Allah'ı ve Hak'tan ineni zikir
için kalplerinin ürpermesi zamanı hâlâ gelmedi mi?" ayeti (16. ayet) indi.
İbni Mes'ud'dan da benzeri rivayet olundu ve o "Müslüman olmamız-
la, bu ayetle itab olunmamız (azarlanmamız) arasında sadece dört sene
vardır." dedi.[26]
İbni Abbas da "Allah bizi on üçüncü senenin başında itab etti." dedi.
[27]
Müminlerle münafıkların kıyametteki hallerini beyan ettikten sonra ardından
azimet ve gayretleri biraz gevşeyen müminlerin kalplerini ürper-meye, korkmaya,
Kur'an'ın nasihat ve irşadlarına kulak vererek yumuşamaya çağırdı ve onları,
peygamberleri ile aralarındaki zaman uzadığı için kalpleri katılaşan, bu yüzden
dinin bütün emir ve yasaklarını ihmal eden Ehl-i Kitap gibi olmamaları
konusunda uyardı. Sonra infak edenlerle müminlerin mükâfatlan ve kâfirlerin
cezaları arasındaki farkı zikretti.
[28]
"İman edenlerin, Allah'ı ve Haktan ineni zikir için kalplerinin
ürper-mesi zamanı hâlâ gelmedi mi?" Yani Allah'ın hatırlatmaları,
nasihatleri ve Kur'an'ını dinledikleri zaman müminlerin kalplerinin yumuşayarak
Kur'an'ı anlamaları, ona teslim olmaları, emirlerini dinleyip itaat etmeleri ve
nehiylerinden kaçınmaları zamanı hâlâ gelmedi mi?
İbni Ebî Hatem, İbni Abbas'ın şöyle dediğini nakletti: Allah müminlerin
kalplerinin biraz ağırlaştığını görünce, Kur'an'ın inmeye başlayışından
itibaren on üçüncü senenin başında onları itap etti ve "İman edenlerin,
Allah'ı ve Hak'tan ineni zikir için kalplerinin ürpermesi zamanı hâlâ gelmedi
mi?" dedi. Görünen o ki bu rivayet diğerlerinden daha sahihtir, çünkü sure
Medine'de nazil olmuştur.
Sonra Allah Ehl-i Kitaba benzemekten nehyederek şöyle buyurdu:
Onlar, daha önce kendilerine kitap verilip de üzerlerinden uzun zaman
geçmiş, artık kalpleri katılaşmış olanlar gibi olmasınlar. Onlardan bir çoğu
fasıklardır. Yani Kur'an'ın inmesinden önce kendilerine Tevrat ve İncil verilen
Yahudi ve Hristiyanlardan kitap taşıyıcılara benzemesinler. Onların
peygamberleriyle aralarından uzun zaman geçince kalpleri katılaştı; artık ne
nasihattan, ne de cennet vaadinden ve cehennem tehdidinden etkilenmez hale
geldiler, ellerindeki Allah'ın kitabında değişiklikler yaptılar, onu basit
menfaat sağlama aracı haline getirdiler, onu arkalarına attılar (hükümleri ile
amel etmediler), değişik görüşlere karmakarışık sözlere uydular, ellerinde
hiçbir delil olmadan Allah'ın dini konusunda sapık bilginlerini ve din
adamlarım taklid ettiler, onların çoğu Allah'ın sınırlarından, emir ve
yasaklarından çıkmış kişilerdir. İşte bu sebeple amelleri batıl, kalpleri fasid
oldu. Nitekim bir başka ayette Allah bunu şöyle beyan etti:
"Verdikleri kesin sözlerini bozdukları için onları lanetledik ve
kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler (kitabı
tahrif ederler) kendilerine hatırlatılandan önemli bir bölümünü de
unuttular." (Maide, 5/13). İşte bu yüzden Allah müminleri onlara
benzemekten nehyetti.
Sonra Allah nasihatlerin ve Kur'an okumanın tesir etmesi için misaller
vererek şöyle buyurdu:
Bilin ki Allah, ölümünden sonra yeri diriltiyor. Düşünesiniz diye biz
size ayetleri açıkladık." Yani yer yüzü kupkuru olduktan sonra yağmur ve
bitkilerle onu dirilten Allah, Kur'an delilleri ve burhanları vasıtasıyla
katılaşmış kalpleri yumuşatmaya, dalâlete düşen şaşkınları hidayete erdirmeye
de kadirdir. Üzerinizde düşünesiniz, içindeki nasihatlerden ibret alasınız ve
gereği ile amel edesiniz diye size ayetleri ve delilleri açıkladık.
Sonra Allah muhtaçlara tasaddukta bulunan erkek ve kadınların
alacakları sevabı açıklayarak şöyle buyurdu: "Sadaka veren erkeklerle
sadaka veren kadınlar ve Allah'a güzel bir ödünç verenler, bu onlar için kat
kat artırılır. Onlar için çok değerli bir mükâfat da vardır." Yani
fakirlere, yoksullara, sıkıntıda olanlara mallarını tasadduk eden,
verdiklerinden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür beklemeden sırf Allah'ın
rızasını kazanmak niyetiyle malını veren erkekler ve kadınlar var ya, onlara
Allah her sevaba on misli ile karşılık verecek ve onu yediyüz ve daha fazlasına
katlayacak. Ayrıca bunun üstüne onlar için güzel, bol bir mükâfat ve değerli
bir varış yeri vardır.
Sonra Allah müminlerin ve kâfirlerin bulacakları karşılığı anlatarak
şöyle buyurdu:
"Allah 'a ve peygambere iman edenler, işte onlar sözü özü doğru
olanlar ve Rableri nezdindeki şehitlerdir. Onların mükâfatları ve nurları
vardır." Yani Allah'ın birliğini ikrar edip peygamberlerini tasdik
edenler, işte onlar sıddîklar makamındadır. Mücahide göre Allah'a ve
geygamberlerine iman eden herkes sıddîktır. Allah'ın kelime-i tevhidini ve
dinini yüceltmek, hakkın ve hak taraftarlarının bayrağını yükseltmek için Allah
yolunda şehid olanlar, onlar için Rableri nezdinde büyük ecir ve önlerinden ve
sağlarından koşan o vadedilmiş nur vardır. Burada "Kim Allah'a ve
peygambere itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine ihsanda bulunduğu
peygamberler, sıddîklar, şehitler ve salihlerle beraberdir." (Nisa,
4/69). ayetinde zikredilen peygamberler, sıddîklar, şehitler ve salihlerden
ibaret olan ihlash dört sınıf müminden iki sınıfına bir işaret vardır. Ahmed
bin Hanbel'in rivayet ettiği şu hadiste zikredilenler de şehidlerdendir:
Rasulullah (s.a.) sordu: "Kimi şehid sayıyorsunuz?" Allah yolunda
öldürüleni." dediler. Rasulullah (s.a.) "Öyleyse benim ümmetimin
şehidleri cidden azdır. Öldürülen şehittir, bağırsak hastalığından ölen
şehittir, veba hastalığından ölen şehittir." Bunlar, kendilerine mahsus,
farklı farklı sevap verilecek olan ahiret şehitleridir.
"İnkar edenler ve ayetlerimizi yalan sayanlar, işte onlar
cehennemliktir." Yani Allah'ın varlığını ve birliğini inkâr edip O'nun
hakikaten ulûhiyyetine ve peygamberlerinin doğruluğuna delâlet eden burhanları
ve ayetleri yalan sayanlar var ya, başkası değil işte bizatihi onlar
cehennemliktir, orada ebedî kalacaklardır. Bu da saidlerin (ahirette bahtiyar
olacak insanların) halini beyandan sonra şakilerin (ahirette bedbaht olacak
insanların) halini beyandır.
[29]
Bu ayetlerden şu hükümler çıkartılabilir:
1- Allah'tan korkmak,
emirlerine ve hükümlerine boyun eğmek, iman sahibi insanların sıfatlarındandır;
Allah'ın ayetlerinden, öğütlerinden ve hükümlerinden yüz çevirmek de fasıkların
özelliklerindendir ki bunlar da Allah'ın kelâmını değiştiren, kendi görüş ve
heveslerine uyan, hak dini ter-keden ve Allah'ın hatırlatmalarını ve öğütlerini
dinlemeye karşı kalpleri yumuşamayan Yahudi ve Hıristiyanlardır.
Bu, müslümanların, Tevrat ve İncil'de bildirilen ve Kur'an'da bildirilene
de muhalif olmayan hususlarda Allah'ın yolu ile aralarındaki hakiki bağı
koparan Ehl-i Kitab'a benzememeleri konusunda açık bir nehiydir. Bu iki kitab
kaybolmayıp olduğu gibi kalabilseydi, dinin esasları konusunda Kur'an ile
aralarında tam bir uygunluk olduğu açıkça görülecekti.
2- Allah'ın yağmurlarla
kupkuru yeri diriltip oraya bereket, canlılık ve cıvıl cıvıl hayat vermesi gibi
O'nun öğütlerini ve ayetlerini dinlemek de ölü kalpleri diriltir ve katı
gönülleri yumuşatır.
3-
Samimiyetle sırf Allah
rızası için mallarından O'nun yolunda harcayıp fakir fukaraya tasaddukta
bulunanların bu amellerinin sevabı onlara kat kat verilir ve onlar için cennet
vardır.
4- Allah'a ve peygamberlerine
iman edenler, işte doğrulukta kemale ulaşan sadıklar onlardır. Çünkü Allah
birdir demekten ve peygamberliği kabul etmekten daha doğru söz yoktur.
Peygamberlerden sonra sıddıklar gelir, sıddıklardan sonra şehidler, şehidlerden
sonra salihler gelir. Rableri katında bunların hepsi için büyük ecir vardır.
Bunlar hesap günü kurtulanlar, cennette ebedî kalacak olanlardır.
5-
Allah'ı ve peygamberlerini
inkâr edenler, peygamberleri ve mucizeleri yalan sayanlar, işte onlar
cehennemde ebedî kalıp orada azap görecek olan cehennemliklerdir. Onlara ne bir
ecir ne de bir nur vardır; bilakis onlara sürekli bir azap ve açılmaz bir
karanlık vardır. Çünkü onlar hem inkâr ettiler, hem de ayetleri reddettiler,
kabul etmediler.
[30]
20- Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyundur, bir eğlencedir, bir süsdür; aranızda bir öğünüş, malların ve evlâtların çokluğu ile iftihar ediştir. Bitirdiği nebat, ekicilerin hoşuna giden bir yağmur gibidir. Sonra o kurur da sen onu sapsarı olmuş görürsün, sonra o bir çerçöp olur. Ahirette çetin bir azap vardır. Allah'tan mağfiret ve rıza vardır. Dünya hayatı bir aldanış metaın-dan başka bir şey değildir.
21- Rabbinizden gelecek bir mağfirete ve genişliği gök ve yer
genişliği gibi olup Allah'a ve peygamberlerine iman edenler için hazırlanmış
olan bir cennete doğru yarışın. İşte bu, Allah'ın lütfudur ki onu kime dilerse,
ona verir. Allah büyük lütuf sahibidir.
"Bitirdiği nebat, ekicilerin hoşuna giden bir yağmur gibidir.
Sonra o kurur da sen onu sapsarı olmuş görürsün, sonra o bir çörçöp olur."
cümlesi temsilî teşbihtir, çünkü benzeme yönü birden fazladır.
"Rabbinizden gelecek bir mağfirete doğru...yarışın"
cümlesindeki "mağfiret" kelimesinde mecaz-ı mürsel vardır. Sebep
sonuç ilişkisi ile "mağfiret sebepleri, vesilesi" demektir.
[31]
"Bilin ki dünya hayatı ancak" faydasız "bir
oyundur", insanı asıl işinden alıkoyan "bir eğlencedir." Yüksek
mevki ve makamlar, lüks arabalar, daireler ve elbiseler gibi "bir süsdür,
aranızda" soy-sop, haseb-neseplerle "bir öğünüş, malların ve
evlâtların" onların "çokluğu ile iftihar ediştir." Dünya sizin
hoşunuza gitmesi ve sonra yok olup gitmesi bakımından "bitirdiği nebat,
ekicilerin hoşuna giden bir yağmur gibidir", yeşillendikten "sonra o
kurur da sen onu sapsarı olmuş görürsün, sonra o bir çörçöp olur." Dünyayı
ahirete tercih edenler için "ahirette çetin bir azap vardır."
Ahireti dünyaya tercih edenler için de
"Allah'tan mağfiret ve rıza vardır." Burada dünyaya kapılıp gitmekten
sakındırmak, ahiret için çalışmaya teşvik vardır. "Dünya hayatı"
tamamen dünyaya yönelip ahireti unutan için "bir aldanış metaından başka
bir şey değildir."
"Rabbinizden gelecek bir mağfirete" yani mağfirete sebep
olacak işlere, "ve genişliği gök ve yer genişliği gibi olup Allah'a ve
peygamberlerine iman edenler için hazırlanmış olan bir cennete doğru"
yarışta canla başla koşanlar gibi "koşun." Bu cümlede cennetin şu
anda yaratılmış ve var olduğuna iman etmenin onu hak etmek için kâfi olduğuna
delil vardır. "İşte bu" vaad edilen cennet ve mağfiret "Allah'ın
bir lütfudur ki onu" hiçbir icab ve ilzam olmadan kullarından "kime
dilerse ona verir. Allah büyük" ve geniş "lütuf sahibidir",
dolayısıyla kullarına bu kadar geniş cennetler vermesi uzak görülemez.
[32]
Allah müminler ve kâfirlerin ahiretteki hallerinden bahsettikten sonra
dünya işlerinin değersizliğini ve ahiret halinin mükemmelliğini zikretti. Çünkü
dünyanın faydası az, süresi kısadır; ahiretin ise faydası tamdır, devamlıdır,
kalıcıdır. Şüphesiz daha devamlı ve kalıcı olan geçici olana tercih edilir. Bu
yüzden Allah, geçici olanın hemen ardından Allah'ın affına, rızasına ve ebedî
nimetlere nail olarak kurtuluşa eriştiren hususlara teşvik etmektedir.
[33]
"Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyundur, bir eğlencedir, bir
süstür, aranızda bir öğünüş, malların ve evlâtların çokluğu ile iftihar
ediştir." Yani ey insanlar şunu iyi bilin ki dünya hayatı ciddiyeti
olmayan bir oyundur, gelip geçici bir eğlencedir, geçici bir zaman için
süslenilen bir zinettir, birbirinize karşı mal çokluğu, evlâdü ıyal kalabalığı
ile övündüğünüz bir yerdir.
Nitekim ayet-i kerimede bu şöyle ifade edilmiştir: "Nefsanî
arzulara, kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma
atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara cazib kılındı.
Bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Halbuki varılacak güzel yer
Allah'ın katındadır." (Âli İmran, 3/14).
Bu ifade dünyanın değersizliğine delâlet eder. Sonra Allah onu faydasının
azlığı yanında çok çabuk yok olup gitmesi bakımından, yağmurun bitirdiği,
büyüttüğü, gelişmesini tamamlayıp olgunlaştıktan sonra yok olup giden bir
bitkiye benzeterek şöyle buyurdu:
"Bitirdiği nebat, ekicilerin hoşuna giden bir yağmur gibidir.
Sonra o kurur da sen onu sapsarı olmuş görürsün. Sonra o bir çerçöp olur."
Yani dünya bir yağmur gibidir, bu yağmur sebebiyle biten bitkiler çiftçinin
hoşuna gider. Sonra bu yeşil bitkiler kurur, sonra kırılır, uflanır, dağılır,
çerçöp haline gelir, rüzgâr alıp götürür. Dünya buna benzer. Ayetteki
"el-küffâr" kelimesi burada çiftçiler manasınadır. "Kâfir"
gizleyen demektir. Çiftçi de tohumu toprağa gizlediği için bu ismi almıştır.
Bu ayetin bir benzeri de Yunus süresindeki şu ayettir: "Dünya
hayatının durumu, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki insanların ve hayvanların
yiyeceklerinden olan yeryüzü bitkileri, o su sayesinde gürleşip birbirine
girer. Nihayet yeryüzü zinetini takınıp süslendiği ve sahipleri de onun
üzerinde kudret sahibi olduklarını sandıkları bir gece ve gündüz ona emrimiz
(afetimiz) gelir de onu sanki dün yerinde yokmuş gibi kökünden koparılarak
biçilmiş bir hale getiririz." (Yunus, 10/24).
Sonra Allah dünyaya karşı uyarıp, ahirete hazırlık için dünyadaki
hayırlı şeylere teşvik ederek şöyle buyurdu: "Ahirette çetin bir azap
vardır, Allah'tan mağfiret ve rıza vardır. Dünya hayatı bir aldanış metaından
başka bir şey değildir." Yani ahirette şu iki şeyden başkası yoktur: Ya
Allah düşmanları için çetin bir azap veya Allah dostları ve itaat ehli için
Allah tarafından bir mağfiret ve rıza. Ahirete nispetle dünya çok az ve
değersiz bir şey olmasına rağmen ona aldanıp hoşlanan ve ondan başka dünya olmadığına
inandığından dolayı ahirete yönelik amel etmeyen için dünya sadece bir
aldanmadan ve geçici olarak istifade edilen bir metadan başka bir şey değildir.
Said bin Cübeyr şöyle dedi: Eğer dünya seni ahiret için çalışmaktan
alıkoyuyorsa aldanma metaldir. Ama seni Allah'ın rızasını kazanmaya ve onunla
buluşmaya çağırıyorsa, o zaman o ne güzel meta ve ne güzel vesiledir.
İbni Cerir'in rivayetine ve sahih hadiste geldiğine göre Ebu Hüreyre
Rasulullah'ın şöyle dediğini rivayet etti: "Cennette kamçı kadar bir yer
dünyadan ve içindekilerin tamamından daha hayırlıdır." Okuyun şu ayeti:
"Dünya hayatı bir aldanış metaından başka bir şey değildir." Bu son
ilave sadece İbni Cerir'in rivayetinde vardır.
Buhari ve Ahmed bin Hanbel'in Abdullah bin Mes'ud'dan rivayet ettiklerine
göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Cennet size terliğinizin bağından
daha yakındır. Cehennem de öyle." Bu hadis hayrın da şerrin de insana ne
kadar yakın olduğunu gösteriyor.
Allah ahirette olacak mağfireti zikrettikten sonra ona doğru koşulmasını
emretti. Yani Allah sevaplar ve dereceler kazandıracak, günahlara ve hatalara
keffaret olabilecek ibadetleri yapmak ve haramları terketmek suretiyle
hayırlara koşmayı, mağfirete ve cennete doğru yarışmayı emrederek şöyle
buyurdu:
"Rabbinizden gelecek bir mağfirete ve genişliği gök ve yer
genişliği gibi olup Allah'a ve peygamberlerine iman edenler için hazırlanmış
olan bir cennete doğru yarışın."
Yani salih ameller yapmak suretiyle Rabbiniz tarafından affedilmenize vesile
olacak şeylere doğru, müsabaka yapanların koşması gibi süratle koşun, davranın.
Günahları ve isyanları silecek tev-beye ve genişliği yer ve göğün ikisinin
genişliği kadar olan cennete ulaştıracak şeylere doğru koşun.
İşte hazırlanan ve yaratılan bu cennet Allah'ı ve peygamberlerini tasdik
eden, Allah'ın farz kıldığını yapıp yasak ettiğinden kaçanlar içindir.
Sonra Allah mağfiretin ve cennetin Allah Tealâ için bir zorunluluk
değil, kendisi tarafından bir lütuf ve rahmet olduğunu beyan ederek şöyle
buyurdu: "İşte bu, Allah'ın lütfudur ki onu kime dilerse ona verir. Allah
büyük lütuf sahibidir." Yani bu vaadedilen mükafaatı, cennet ve mağfireti
vermek Allah'ın üzerine vacib değildir, sırf O'nun bir lütfü ve rahmetidir.
Sahih hadiste şöyle gelmiştir: Muhacirlerin fakirleri "Ya
Rasulallah! Servet sahipleri bütün sevapları, yüksek dereceleri, ebedî
cennetleri götürdüler. " dediler. Rasulullah "Ne demek
istiyorsunuz?" dedi. Onlar da şöyle dediler: "Bizim gibi namaz
kılıyorlar, oruç tutuyorlar, ama onlar sadaka (zekât) veriyor, biz veremiyoruz,
onlar köle azad ediyor, biz edemiyoruz." Rasulullah (s.a.) "Size bir
şey öğreteyim mi? Onu yaptığınızda sizden sonrakilerini geçmiş olursunuz ve
sizin yaptıklarınızın aynısını yapanlar hariç hiç kimse sizden daha faziletli
olamaz: Her (farz) namazın ardından otuz üçer defa sübhanallah, elhamdülillah,
Allahüekber deyin." Bir müddet sonra bu fakir muhacirler geri geldiler ve
"Zengin kardeşlerimiz bizim ne yaptığımızı duydular ve aynısını onlar da
yaptılar." dediler. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.): "Bu, Allah'ın
lütfudur ki onu kime dilerse, ona verir." ayetini okudu.
[34]
1- İlk ayette ifade edilen
asıl maksat, dünya halinin değersizliğini, ahiret halinin değerli olduğunu
anlatmaktır. Bu yüzden Allah dünyayı şu beş sıfatla anlattı: Dünya hayatı bir
oyundur. Oyun çocukların iyice yoruluncaya kadar yaptıkları şeydir. Sonra bu
yorgunlukları hiçbir fayda sağlamadan heba olup gider. O bir eğlencedir ki daha
çok gençler yaparlar, çoğunlukla geride nedametten başka bir şey kalmaz. O bir
süstür ki bu da hanımların alışkanlığıdır. Süslenmek, kusurları örtme
çabasıdır, süslenenlerin geçici ve fani sıfatlarla birbirlerine karşı
övünmeleridir. Bu da ya soy-sopla övünme şeklinde olur veya maddî ve bedenî
güçle, peşindeki adamlarla, mevki-makamla övünme şeklinde olur ki hepsi
geçicidir.
Sonra Allah dünyanın süratle geçip giderek güzelliğini kaybedişini, bol yağmur aldığından yemyeşil olan ve yeşilliği seyredenlerin çok hoşuna giden, ama çok geçmeden kuruyup dağılarak hiç yokmuş gibi olan ekine benzetti. Bu benzetme Yunus suresi 24. ve Kehf suresi 45. ayetlerde de zikredilmiştir.
Sonra ahiretin halini zikretti: Orada insanlar ya Allah düşmanları için
hazırlanmış ağır ve devamlı bir azaba veya Allah dostları ve ibadet ehli için
hazırlanmış Allah'ın mağfiret ve rızasına doğru giderler ki işte bu,
mükâfatların en büyüğüdür.
Sonra bu ayet yukarıda geçenlerin bir tekit ve teyidini yaparak bitti.
O da dünya hayatının, kendisine gönül verenleri -ki bunlar kâfirler- aldatan,
kandıran bir metadan ibarettir. Müminler için ise dünya kendilerini cennete
ulaştıran bir metadır.
2- Dünyanın ve ahiretin hali
ve durumu bu ise insanlara düşen ahiret için çalışmaktan başka bir şey
değildir. Bunun için Allah, kendilerinin Rableri tarafından affına sebep
olacak, onları aralarından ırmaklar akan cennetlere koyacak olan salih ameller
yapmaya koşmalarım emretmiştir. Cennet, yer ve gökler kadar geniştir. Allah'ın
varlığını ve birliğini ve peygamberlerini tasdik edenler için yaratılmış ve
hazırlanmıştır.
Burada cennetin halen yaratılmış ve hazır olduğuna delil vardır. Lakin
cennete ancak Allah'ın rahmeti ve lütfü ile erişilir ve girilir. Allah geniş,
bol lütuf sahibidir. Bu cümleden maksat cennetin büyüklüğüne dikkat çekmektir.
Çünkü büyük lütuf sahibi Allah Tealâ, bir ihsanda bulunduğu zaman bununla
kendisini methediyorsa bu ihsanın çok büyük olması lazım gelir.
[35]
22- Ne yerde, ne de sizin kendinizde kir musibet yoktur ki biz onu yarat- mamızdan evvel bir kitapta (yazılmıs olmasın. Şüphesiz ki bu Allah'a göre kolaydır.bürlenen hiçbir kibirliyi sevmez.
24- Onlar cimrilik yapanlar, insanara da cimriliği emredenlerdir. Kim yüz çevirirse şüphesiz Allah müstağni,
bütün hamde lâyık olanın ta kendisidir.
"Ner yerde, ne de sizin kendinizde bir musibet yoktur ki, biz onu
yaratmamızdan evvel bir kitapta" Levh-i Mahfuzda yazılmış
"olmasın." Bunları bir kitapta toplamak "şüphesiz ki bu, Allah'a
göre kolaydır." Musibet sözlükte, ister hayır, ister şer olsun insan
başına gelen şeye denir. Ancak örfte özellikle kıtlık, kuraklık, hastalık,
ölüm, afet gibi kötü olaylar için kullanılır.
Dünya nimetlerinden "elinizden çıkana tasalanmayasınız,"
üzülmeye-siniz, "O'nun size verdiği" nimetler "ile",
nankörlük sevinci ile "sevinip şı-marmayasınız." aksine nimete şükür
sevinci ile sevmesiniz diye böyle haber veriyoruz. Zira her şeyin Allah'ın
takdiri olduğunu bilene bunlar ağır gelmez. "Allah" kendine
verilenlerle "çok böbürlenen" malı ile veya makam ve mevkii ile
insanlara karşı caka satan "hiçbir kibirliyi sevmez." Onu cezalandırır.
"Onlar" vermeleri vacib olan şeyde "cimrilik yapanlar,
insanlara da cimriliği emredenlerdir." Onlar için ağır bir tehdit vardır.
Üzerine vacib olan şeyden "kim yüz çevirirse, şüphesiz Allah" her
şeyden müstağni "bütün hamde lâyık olanın ta kendisidir." O'na
şükretmeyenin bu fiili O'na zarar vermediği gibi, verdiği nimetlerden biri ile
O'na yakın olmanın da yararı olmaz. Bu ifadede bir tehdit ve "infak
edin" emrinin infak edenin menfaatine olduğunu ihsas ettirme maksadı
vardır.
[36]
Allah kendi lütfü ve rahmetinin tecellisi olarak ahirette vereceği mağfiret
ve cenneti beyan ettikten sonra, müminlerin başına gelen musibetlerin
sıkıntısını hafifletmek için bu ayetlerde, dünyada meydana gelen bütün
musibetlerin O'nun hüküm ve takdiri ile olduğunu açıklamak istedi.
Sonra elden kaçan dünya nimetlerine karşı üzülmemeleri, nimet geldiği
zaman da şımararak kibirlenip böbürlenmemeleri ikazında bulundu. Sonra şer'an
üzerlerine vacib olanı vermekte cimrilik gösteren ve başkalarına da cimrilik
yapmalarını emreden o kibirli şımarıkları cezalandıracağını, haber verdi. İşte
insanların bu yaptığı, kendi aleyhlerine cinayet işlemekten başka bir şey
değildir.
[37]
"Ner yerde, ne de sizin kendinizde bir musibet yoktur ki biz onu
yaratmamızdan evvel bir kitapta (yazılmış) olmasın." Yani şu dünyadaki
musibetlerden hiçbir musibet bulunmaz ki Allah katında yazılmış olmasın. İşte
bu kaza ve kaderdir. Bu musibet ister kıtlık, kuraklık veya bitki azalması,
ziraî mahsulatın telef olması, meyve noksanlığı, pahalılık ve açlık gibi
insanın dışında olsun, isterse hastalıklar, fakirlik, geçim sıkıntısı gibi
insanın kendisinde bir musibet olsun, bütün bunlar yaratılmadan önce Levh-i
Mahfuzda yazılmıştır.
"...biz onu yaratmamızdan önce..." cümlesindeki
"onu" zamiri İbni Cerir'in dediği gibi en isabetlisi
"yaratılılmışlara ve varlıklara" veya sadece "canlılara"
döner, söz de buna delâlet etmektedir.
"Şüphesiz ki bu, Allah'a göre kolaydır." Yani bütün bunları
çokluğuna rağmen "kitab"a kaydetmek ve eşyayı var olmadan önce
bilmek, Allah'a zor değildir, kolaydır. Çünkü yaratan O'dur, yaratan
yarattığını çok iyi bilir, onun ne idiğini, ne olacağını ve ne olmayacağını
bilir. Bir rivayette şöyle gelmiştir: "Kişi Allah'ın kaderdeki sırrını
bilseydi, musibetler ona hafif gelirdi." Âlimler bu ayet-i kerimeden eşya
var olmadan önce Cenab-ı Hakkın onları bildiği sonucunu çıkarmışlardır. Bundan
dolayı eşya, hadiseler, musibetler gerçekte beşerden hiç kimseye değil, ancak
onları yoktan var eden Allah'a nispet edilir. Halk arasında söylenen kadında,
binekte ve evdeki uğursuzluk meselesine gelince bu onların örfüne, düşünce ve
sözlerine göre böyledir, işin aslında öyle değildir. Sihir, göz değmesi ve
öldürme işi de öyledir. Yani hepsi Allah'ın tesiri (yaratması) ile meydana
gelir, asıl müessir ve fiil sahibi O'dur. İnsanların fiili ise sadece görünürde
insana nispet edilir.
Ayet-i kerimede musibetleri sadece insanın "kendisinde ve dünyada
meydana gelenler" diye sınırlaması bunların sadece dünya ahvaline ait olmasındandır.
Bu sebeptendir ki Rasulullah (s.a.): "Kıyamet gününe kadar olacakları
yazıldı, kalem kurudu." demiş "sonsuza kadar" dememiştir.
Ahmed bin Hanbel ve "şahindir" hükmü ile Hakim'in Ebu
Hassen'den rivayet ettiklerine göre iki kişi Hz. Aişe'nin (r.a.) huzuruna
girdiler ve :"Ebu Hüreyre Rasulullah'ın (s.a.) "Uğursuzluk ancak
kadında, binekte ve evde olur." dediğinden bahsediyor." dediler. Hz.
Aişe de: "Kur'an'ı Ebul-kasım (s.a.)'a indirene yemin ederim ki o böyle
demiyordu, lakin Rasulul-lah (s.a.) şöyle söylüyordu: "Cahiliye insanı
uğursuzluk ancak kadında, binekte ve evdedir, diyorlardı." Sonra Hz. Aişe
"Ne yerde, ne de sizin kendinizde bir musibet yoktur ki biz onu
yaratmamızdan evvel bir kitapta (yazılmış) olmasın" ayetini okudu.
"Elinizden çıkana tasalanmayasınız. Onun size verdiği ile sevinip
şımarmayasınız diye." Yani bütün bunları size haber verdik ki dünyada
elinizden kaçan nimetlere üzülmeyesiniz, elde ettiklerinizle de şımarıklık
yapmayasmız diye. Elden kaçanlara üzülmeyin, çünkü bir şey takdir edilmiş
(kaderde yazılmış) ise mutlaka olur. Size gelene veya Allah'ın size verdiğine
sevinmeyin, yani Allah'ın size ihsan ettiği nimetlerle insanlara karşı
iftihara kalkışmayın, çünkü bütün bunlar Allah'ın takdiridir ve size O'nun
verdiği rızıktır. İşte bunun için Allah şöyle buyurdu:
"Allah çok böbürlenen hiçbir kibirliyi sevmez." Yani Allah
gönlü büyüklük yapan, tekebbür gösteren, malıyla veya mevki ve makamı ile
başkasına karşı üstünlük taslayan herkesi şüphesiz cezalandıracaktır.
Böylece şu ortaya çıkmaktadır: Allah tarafından hoş görülmeyen üzüntü;
kaza ve kadere rıza göstermemekten ve sabretmemekten dolayı gösterilen
üzüntüdür. Yasak edilen sevinç ise, kişiyi şımarıklığa sevkeden ve şükrü
unutturan sevinçtir. İkrime şöyle dedi: "Üzülmeyen veya sevinmeyen kimse
yoktur. Fakat siz sevincinizi, şükür; üzüntünüzü, sabır yapın."
İnsanın tabiatından olan sevinme, üzülme, öfkelenme gibi şeyleri yasak
etmek manasızdır. Öyleyse buradaki yasak, öfke öncesi onu hazırlayıcı şeyleri
yapmaya veya sevinç ve üzüntüyü izleyen sebeplerle ilgilidir ki bu da
nimetlerle şımarma ve nankörlük etme ve kadere öfkelenme ve cerbezelenmedir.
Kibirli, gururlu insanlar, başkasının kendileri üzerinde herhangi bir
hakkı olduğunu kabul etmediklerinden çoğunlukla cimri olurlar. Aşağıdaki ayette
Allah onları tarif ederek şöyle buyurdu:
"Onlar cimrilik yapanlar, insanlara da cimriliği emredenlerdir.
Kim yüz çevirirse şüphesiz Allah müstağni, bütün hamde lâyık olanın ta kendisidir."
Yani malını harcamamak suretiyle cimrilik yapanlar, çoğunlukla kibirli, gururlu
insanlardır. Allah'ın maldaki hakkını ödemezler, bir yoksula bir fakire
iyilikte bulunmazlar. Başkalarından da mallarını harcamamalarını isterler,
cimrilik yapmayı insanlara güzel gösterirler. Lakin kim bu harcamayı yapmaz,
Allah'ın emirlerinden ve O'na itaat etmekten uzak durursa, bilsin ki Allah'ın
ona ihtiyacı yoktur. O gökteki ve yerde varlıklar nezdinde zatı övülendir, bu
cimrilik O'na zarar vermez. Kur'an-ı Ker-im'in aktardığı Musa'nın kavmine
söylediği şu sözde olduğu gibi cimrilik ancak o kişinin kendisine zarar verir:
"Eğer siz ve yeryüzündekiler hepsi nankörlük ederseniz (bu, Allah'a zarar
vermez), zira şüphesiz Allah müstağnidir, çok övülmeye lâyıktır."
(İbrahim, 14/8).
[38]
Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:
1- Kâinatta bulunan her şey
Allah'ın emriyledir, hayır ve şer bütün olanlar Allah'ın bilgisi dahilindedir,
daha varlıklar yaratılmadan önce Levh-i Mahfuzda yazılmıştır. Bunları tespit
etmek ve bilmek Allah'a kolaydır, basittir.
2- Bunlar hepsi yazılmış ise,
bozulmayacak şekilde takdir edilmişse musibetleri göğüslemek insanlara ağır
gelmez artık. Onlara düşen bu hükme boyun eğmektir. Öyleyse ellerinden
kaçırdıkları nimetlere üzülmesinler, dünya nimetlerinden kendilerine verilenlere
bakarak sevinip şımar-masınlar. İkrime'nin rivayetine göre İbni Abbas şöyle
demiştir: Sevinip üzülmeyen kimse yoktur, ancak mümin musibetini sabır,
ganimetini şükür yapar[39]
Yasaklanan üzüntü ve sevinç kişinin caiz olmayan aşırılıklar gösterdiği üzüntü
ve sevinçlerdir. Daha önce de geçtiği gibi hoş görülmeyen sevinç, tekebbür ve
hak tanımamayı içeren sevinçtir. Yasaklanan hüzün de kişiyi sabırdan ve sabrın
sevabını bekler olmaktan ve Allah'ın hükmüne teslim olmaktan çıkaran hüzündür.
3-
Allah, kendisine verilen
dünya nimetlerine bakarak kibire kapılan, insanlara karşı bununla böbürlenen
herkese buğzeder, ondan hoşnut olmaz, onu cezalandırır.
4-
Allah cimrilik yapan
kibirlileri veya Allah'ın üzerlerine vacib kıldığı infakı, fakir ve yoksullara
vermesi lazım gelen sadakayı (zekât) vermemek suretiyle cimrilik yapan ve
başkalarına da kendileri gibi cimrilik yapmalarını emredenleri asla sevmez.
5- Kim bu infakı yapmaz
Allah'a itaat etmez, kaza-kadere iman etmezse, bilsin ki Allah'ın ona ve onun
harcamalarına ihtiyacı yoktur. Allah kullarına rızık veren mutlak zengindir,
gökte ve yerde zatına hamdedilen-dir. Dolayısıyla yarattıklarından hiçbirine
muhtaç değildir. Nitekim ayet-i kerimede: "Ey insanlar siz Allah'a
muhtaçsınız; Allah, O müstağnidir, çokça övülmüştür." (Fatır, 35/15)
buyurmuştur. Nimetlerinden bir kısmını O'na yakın olabilmek için infak etmek
suretiyle O'na karşı şükrünü eda etmeyenlerin bu hareketi Allah'a zarar
vermez.
[40]
25- Andolsun ki, biz açık açık delillerle elçilerimizi gönderdik ve
insan'arın adaleti ayakta tutmaları için beraberinde de kitabı ve mizanı indirdik. Bir de kendisinde hem çetin bir
sertlik, hem insanlar için menfaatler
bulunan demiri indirdik. Çünkü (bununla) Allah, kendisine ve peygamberlerine
gıyaben kiralerin yardım edeceğini belli edecektir. Şüphesiz ki Allah en büyük
kuvvet sahibidir, yegane galiptir.
"Andolsun ki biz açık delillerle" mucize ve hüccetlerle
"elçilerimizi" ümmetlere "gönderdik ve insanların" hakkı,
"adaleti ayakta tutmaları için beraberlerinde de kitabı ve mizanı
indirdik. Bir de kendisinde çetin bir sertlik" kuvvet, "hem de"
harp aletleri, fabrikalar ve büyük binalar yapmak gibi "insanlar
için" sayısız "menfaatler bulunan demiri indirdik." yarattık.
"Çünkü" bununla "Allah kendisine ve peygamberlerine" ve
dinine, o demirden yapılmış silâh ve aletler kullanarak kâfirlerle mücadelede
"gıyaben kimlerin yardım edeceğini belli edecektir." İbni Abbas
"gıyaben" kelimesini "Allah'ı görmedikleri halde yardım
ederler" diye izah etmiştir. "Şüphesiz ki Allah" istediğini
helak edebilecek "en büyük kuvvet sahibidir, yegane galiptir."
Kullarının yardımına asla ihtiyacı yoktur. Onlara cihadı emretmesi ise, sadece
bundan istifade etsinler ve bu konudaki emre uyma sevabına nail olsunlar
içindir.
[41]
Dünya ve ahiret halini beyan ettikten sonra Allah mucizelerle ve kesin
delillerle desteklenmiş peygamberlerin gönderiliş gayesini beyan etmek ve
toplumların hayatını düzene koyan ve Allah'ın dinini galip kılıp
peygamberlerini zafere ulaştıran temel unsurlara işaret etmek istedi.
Ayette geçen kitap, mizan ve demir arasında ne açıdan münasebet olduğuna
gelince; alimler bu hususta yedi görüş söylemişlerdir ki en açık olanı şudur:
Din; itikat ve muamelât esasları veya kısaca usûl ve furûdan ibarettir. İtikadî
esaslar veya usûl ancak semavî kitapla tamam olur. Muamelât veya furû ise ancak
mizanla yani adeletle düzene girer, olgunlaşır. Bu ilâhî nizamı da mutlaka
himaye eden bir kuvvet gereklidir. İşte bu kuvvet demirdir. İtikad ve muamelât
nizamından ibaret olan bu iki yolu veya aslı kim terkederse, onu tedip için
yaratılmıştır.[42]
Burada şuna işaret vardır: Kitap, kanun koyma gücünü; adalet, yargı
gücünü; demir de yürütme gücünü temsil eder.
[43]
"Andolsun ki biz açık delillerle elçilerimizi gönderdik ve
insanların adaleti ayakta tutmaları için beraberlerinde de kitabı ve mizanı
indirdik." Yani andolsun ki biz peygamberlere vahiy ile melekleri, bu vahyi
ümmetlerine tebliğ etmeleri için de peygamberleri apaçık mucizelerle, açık
seçik hükümlerle ve kesin burhan ve delillerle gönderdik. Beraberlerinde de Tevrat,
İncil, Zebur ve Kuran gibi semavî kitaplar indirdik. İnsanların em-rolundukları
hak ve adalete tabi olmaları, hayatlarını bu esas üzerine kurup bütün dinî ve
dünyevî işlerinde birbirlerine adaletli davranmaları için o peygamberlerle
beraber mizanı, yani hükümlerde adaleti indirdik, yani bunu onlara emrettik.
Dolayısıyla onlar hükümlerin uygulanmasının, dinlere saygı gösterilmesinin ve
peygamberlere uyulmasının bekçileridir.
"Bir de kendisinde hem çetin bir sertlik, hem insanlar için
menfaatler bulunan demiri indirdik." Yani biz diğer madenlerin yanında
demiri de yarattık, insanlara onu işlemeyi öğrettik ve onu, hakkı gösteren
bunca delilden sonra ondan yüz çevirip inatlaşanlar için caydırıcı kıldık. Zira
onda caydırıcı bir kuvvet ve insanlar için yararlar vardır. Kap-kacak, ev eşyaları,
bina yapımı, iktisadî hayatın gerekleri, ziraî aletler, sulh ve savaş sanayii
edevatı, ağır ve hafif harp silâh ve edevatı, trenler, gemiler, uçaklar,
arabalar gibi pek çok ihtiyaçlarında insanlar demirden faydalanırlar.
"Demir" kelimesi müslümanlar ve devletin sınırlan içinde onlarla
beraber yaşayan diğer insanlar arasında dinin hükümlerini tatbik etmek için,
dinin ve İslâm topraklarının harimine tecavüzde bulunan ve dünyada İslâm'ın
yayılmasına engel olan din düşmanlarına karşı cihad etmek için onda caydırıcı
güç olduğuna işarettir.
Rasulullah (s.a.) kendisine peygamberlik geldikten sonra Mekke'de on üç
sene kaldı. Akide ve ahlakı düzeltmek, müşriklerle mücadele etmek, tevhidin
aslını izah etmek, apaçık mucizelerle peygamberliği ispat etmek için kendisine
Mekkî sureler vahyediliyordu. Muhalif insanlara karşı artık delil tamamlanınca
Allah hicrete müsade etti, akidenin yerleşmesini, müslümanların izzet ve
şerefini savunmak ve Kur'an'ın getirdiği esaslara saygıyı teminat altına almak
için cihada izin verdi. Ahmed bin Hanbel ve Ebu Davud'un İbni Ömer'den rivayet
ettiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ben, yalnız ortağı
olmayan Allah'a ibadet olunması için kıyamete yakın, kılıçla gönderildim. Benim
rızkım, mızrağımın gölgesinde yaratıldı. Zillet ve küçüklük benim işime muhalif
olanlar üzerine indirildi. Kim bir kavme benzemeye kendisini zorlarsa, o
onlardandır."
"Çünkü (bununla) Allah kendisine ve peygamberlerine gıyaben kimlerin
yardım edeceğini belli edecektir. Şüphesiz ki Allah en büyük kuvvet sahibidir,
yegane galiptir." Yani Allah'ın bunu böyle yapması, sadece kim düşmana
mukavemet etmek için cihad silâhları arasında demiri kullanmak suretiyle Onun
dinine ve peygamberlerine ihlasla, samimiyetle yardım edeceklerin ortaya
çıkması, bilinmesi içindir. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, muktedirdir, galiptir,
kahredicidir, müminlere hiç ihtiyaç duymadan zalimlerin düşmanlıklarını
defedebilir, peygamberlerine ve müminlere yardım edebilir. Onlara cihadı
emretmesi ise sadece müminler cihaddan ve onun sevabından faydalansınlar ve
düşmanlarının kalbinde kendileri için izzet, heybet ve güç kazansınlar içindir.
Zira değerleri ve esasları (İslâmın ilkelerini) korumak her zaman güçlü
kuvvetli himayecilerle mümkün olur.
[44]
Bu ayet-i kerime İslâm toplumu ve İslâm'da devlet nizamı için bir düsturdur.
İslâm toplumu İslâm'ın ilkelerini bozmaya veya kutsiyetine el uzatmaya kalkan
veya onu tamamen yok etmeye veya içte ve dışta İslâm davet kafilesinin yolunu
kesmeye yeltenen herkese karşı bu ilkeleri himaye eden gücün gölgesinde hak,
adalet ve eşitlik prensibi üzre semavî bir dinle hükmeden bir toplumdur.
Bu dinin esası apaçık mucizeler ve semavî kitaplarda bulunan açık
hükümlerdir. Bu kitapların sonuncusu ve beşerî hayatın düsturu olan Kur'an-ı
Kerim o hükümleri ihtiva etmiş ve onları maddeler halinde ser-detmiştir.
Allah'ın dininde hükmetmenin esası, muamelatta hak ve adaletten ayrılmamaktır.
Yer gök adaletle ayakta durmaktadır. Bu, şu ayet-i kerimede "mizan"la
ifade edilmiştir: "Gök onu da (Allah) yükseltti. Bir de mizanı koydu.
Tartıda haksızlık etmeyin ve teraziyi adaletle doğrultun, tartılanı eksik
yapmayın, diye." (Rahman, 55/7-9).
Demir, İslâm ülkesinde İslâm'ın hükümlerine ihtiramın garanti altına
alınması ve Allah'ın dinine, müminlere ve diyar-ı İslâm'a karşı düşmanlık
yapanları, haddi aşanları tedip edilmesi için gerekli olan caydırıcı kuvvetin
simgesidir. Hz. Ömer'den rivayet olunduğuna göre Rasulullah (s.a.) şöyle
buyurdu: "Allah gökten yere dört bereket indirdi: Demir, ateş, su ve
tuz."
Ayrıca evde, fabrikada, atölyede, inşaatta, silâh yapımında, ziraî aletlerde,
kara-deniz ve hava ulaşım ve nakil vasıtalarında, insanların yaşayışında ve
çeşitli ihtiyaçlarını gidermede onlar için demirde çok büyük faydalar vardır.
Allah demiri indirdi ve onu insanlar için yarattı ki kim Allah'ın dinine
ve peygamberlerine onları görmediği halde yardım edecek, bunu fiilen onlarda
müşahede ederek de bilsin. Şüphesiz Allah cezalandırma hususunda her şeye gücü
yeter, dilemediğine hiç vermez, üstündür, hiçbir şey ona mani olmaz. Allah'ın
dinine ve peygamberlerine gerçek yardım ihlasla, kalpten gelerek yapılanıdır.
[45]
26- Andolsun ki biz Nuh'u ve İbrahim'i gönderdik, peygamberliği ve
Kitab'ı da onların nesillerine verdik. Neticede içlerinden bir kısmı hidayete
ermiştir, ama onlardan çoğu fasık idiler.
27- Sonra bunların izleri üzerinde ardarda peygamberlerimizi gönderdik.
Meryem oğlu İsa'yı gönderdik ve ona İncil'i verdik ve ona tâbi olanların
kalplerine bir şefkat ve merhamet koyduk. Uydurdukları ruhbanlığı ise, onu
üzerlerine biz farz kılmadık. Ancak Allah rızasını aramak için yaptılar. Fakat
buna da hakkıyla riayet etmediler. Biz de içlerinden iman edenlere mükâfatlarını
verdik. Onlardan bir çoğu fasık kimselerdi.
28- Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve peygamberlerine iman edin ki
size rahmetinden iki nasib versin ve size kendisi ile yürüyeceğiniz bir nur lütfetsin
ve sizi affetsin. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
29- Ehl-i Kitap Allah'ın lütfundan hiçbir şey elde edemeyeceklerini
bilsinler. Lütuf Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf
sahibidir."
"Andolsun ki biz Nuh'u ve İbrahim'i gönderdik, peygamberliği ve
kitabı" yani Tevrat, Zebur, İncil, Kur'an'ı "da onların nesillerine
verdik. Neticede" kendilerine peygamber gönderilen bu insanların
"içlerinden bir kısmı hidayete ermiştir, ama onlardan çoğu fasık"
doğru yoldan çıkmış "idiler."
"Sonra bunların izleri üzerinde ardarda peygamberlerimizi gönderdik.
" Zaman olarak peşpeşe olmasa da, davet bakımından birbirlerini takip eden
elçilerimizi gönderdik. "Meryem oğlu İsa'yı gönderdik ve ona İncil'i
verdik ve ona tâbi olanların kalplerine" tatlı ve yumuşaklıkla kötülüklere
engel olacak "bir şefkat ve" güzellikle hayır ve sevgiyi celbedecek
bir "merhamet koyduk." Dinlerinde olmayan, ama kendi
"uydurdukları" güzel yiyecekleri, evlenmeyi terkedip insanlardan
uzaklaşarak dağlarda ve mabed-lerde ibadete çekilmek şeklindeki
"ruhbanlığı ise onu üzerlerine biz farz kılmadık." Bunu onlara biz
emretmedik. Onlar bunu "ancak Allah rızasını aramak için yaptılar. Fakat
buna da hakkıyla riayet etmediler." Pek çoğu bu yolu terketti, İsa'nın
dinini inkâr edip krallarının dinine girdiler. "Biz de içlerinden"
İsa'ya gerçekten "iman" edip onun hakkını muhafaza "edenlere
mükâfatlarını verdik. Onlardan bir çoğu" peygambere uyma halinden çıkmış
"fasık kimselerdir."
"Ey" geçmiş peygamberlere "iman edenler" size yasak
ettiği hususlarda "Allah'tan korkun ve peygamberine" Muhammed'e de
"iman edin ki size rahmetinden iki nasib versin ve size" sıratın
üstünde "kendisi ile yürüyeceğiniz bir nur lütfetsin ve sizi affetsin.
Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir."
Muhammed'e iman etmeyen o ellerinde Tevrat bulunan "Ehl-i
Kitap" Yahudiler "Allah'ın lütfundan" yani peygamberlikten
"hiçbir şey elde edemeyeceklerini bilsinler." Bu defa peygamber
onlardan olmayacaktır. "Lütuf, peygamberlik "Allah'ın elinde" ve
tasarrufundadır, "onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir."
[46]
İbni Ebî Hatem'in Mukâtil'den naklettiğine göre "Onlara sabretmelerine
karşılık mükâfatları iki defa verilecektir." (Kasas, 28/54) ayeti indiği
zaman Ehl-i Kitabın mümin olanları Rasulullah'ın ashabına karşı "Bize iki
mükâfat, size bir mükâfat!" diyerek övünmeye kalktılar. Bu da ashaba ağır
geldi. Bunun üzerine "Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve peygamberine
iman edin ki size rahmetinden iki nasib versin ve size kendisi ile
yürüyeceğiniz bir nur lütfetsin.." ayeti (28. ayet) inerek onlara Ehl-i
Kitab'ın inananlarına verdiği ecirler gibi iki ecir verildikten sonra fazla
olarak da müminlere nur lütfetti.
İbnülmünzir'in Mücahid'den naklettiğine göre Yahudiler "Yakında
bizden bir peygamber çıkacak, elleri ayakları kesecek." diyorlardı.
Peygamber de Araplardan çıkınca inkâr ettiler. Bunun üzerine, "Ehl-i Kitab
Allah'ın lütfundan hiçbir şey elde edemeyeceklerini bilsinler..." ayeti
(29. ayet) indi. Burada "Allah'ın lütfü" peygamberliktir.
[47]
Allah mucizelerle ve açık açık delillerle peygamberleri gönderdiğini
beyan edip insanlara, onlara yardım etmelerini emrettikten sonra hem hakikaten
hem de manevî olarak Nuh ve İbrahim'in zürriyetinden olanlara gelen
peygamberliğin aynı peygamberlik olduğunu, bunun aynı oluşunun hükümlerin ve
kitabın (yani dört semavî kitabın) da aynı olmasını gerektireceğini beyan
etti. Dolayısıyla Nuh ve İbrahim'den sonra gelen her peygamber mutlaka onların
neslinden gelmiş ve onların izinde olmuşlardır. Bu, Nuh ve İbrahim (s.a.)'a
şeref bahşeden Allah tarafından lütfedilmiş bir nimettir.
Sonra Allah önceki peygamberlere iman edip bunu, peygamberlerin
sonuncusu Muhammed (a.s.)'a iman ederek ikmal eden herkese verilecek ecir ve
sevabın bir olduğunu, herhangi bir kavme mahsus olmadığını, Allah'ın
peygamberliği kime vereceğini en iyi bilenin kendisi olduğunu, Yahudilerin
"Peygamberlik bizde olur, başkasında olamaz; çünkü biz Allah'ın oğulları
ve sevdikleriyiz, biz Allah'ın seçilmiş milletiyiz.' şeklindeki sözlerinin
doğru olmadığını açıkladı.
[48]
"Andolsun ki biz Nuh'u ve İbrahim'i gönderdik, peygamberliği ve
kitabı da onların nesillerine verdik." Yemin yemin olsun ki biz beşerin
ikinci babası Nuh'u kendi kavmine, peygamberlerin babası, Arabın babası İbrahim
Halilü'r-Rahman'ı da bir başka kavme peygamber olarak gönderdik, risalet ve
nübüvveti (peygamberliği) de onların nesillerine verdik. Bütün peygamberler o
ikisinin neslindendir, Allah onlardan sonra, onların zürriyetinden olmayan ne
bir nebi, ne de bir rasul gönderdi. İnen kitaplar da yine onların nesillerine
indi. Allah onların nesilleri dışında kimseye ne bir kitap indirdi, ne de bir
beşere vahiy gönderdi.
"Neticede içlerinden bir kısmı hidayete ermiştir, ama onlardan
çoğu fasık idiler." Yani zürriyet neticede iki gruba ayrıldı. Onlardan bir
topluluk hakka ve sırat-ı müstakime yöneldiler, pek çoğu ise Allah'a itaatten
ve koyduğu sınırlardan dışarı çıktılar. Allah'ın bütün peygamberlerle ümmeti
arasındaki sünneti (kanunu) işte böyledir.
Bu şuna delildir ki hak yolundan çıkmak ve sapmak, hakkı tanıma ve ona
ulaşma imkanı bulduktan ve gerekli deliller ortaya konulduktan sonra
olmaktadır.
"Sonra bunların izleri üzerinde ardarda peygamberlerimizi gönderdik.
" Yani onlardan sonra asırlar boyu peşpeşe, birbiri ardına, bir peygamberden
sonra bir diğerini gönderdik. Nihayet İsa (a.s.)'m günlerine gelindi.
Vahiy silsilesinde meşhur olduğu için Allah İsa (a.s.)'ı özellikle
zikrederek şöyle buyurdu:
"Meryem oğlu İsa'yı gönderdik ve ona incil'i verdik." Yani
peygamberler silsilesini Meryem oğlu İsa ile devam ettirdik ve ona İncil'i
verdik. İncil, Allah'ın dininin esaslarını ihtiva edici, Tevrat'takileri
tamamlayıcı, şeriatın hakikatini ve hikmetini açıklayıcı, 'Yahudilerden gelen
zulüm sebebiyle onlara helâl kılınmış olan nice iyi şeyleri onlara haram
kıldık." (Nisa, 4/160) ayetinde Cenab-ı Hakk'ın ifade ettiği gibi
yaptıkları zulüm ve çirkinliklerden dolayı İsrailoğullan'na ceza olmak üzere
konulmuş olan sert hükümlerin bazılarını hafifletici olarak Allah'ın İsa
(a.s.)'a vahyettiği kitaptır.
Sonra Allah İsa'ya tâbi olanların sıfatlarından bazılarını zikrederek
şöyle buyurdu:
"Ve ona tâbi olanların kalplerine bir şefkat ve merhamet koyduk.
Uydurdukları ruhbanlığı ise, onu üzerlerine biz farz kılmadık. Ancak Allah
rızasını aramak için yaptılar. Fakat buna da hakkıyla riayet etmediler."
Yani Yahudilerin katılığının aksine, biz ona tâbi olan havarilerin ve yardımcılarının
kalplerine bir şefkat bir merhamet koyduk. Onların kendiliklerinden
uydurdukları, ihdas ettikleri ruhbanlığa gelince: Bunu onlar için Allah
koymadı, bunu onlara Allah emretmedi. Bilakis ibadette aşırılık yaparak bu tarz
üzere yürüdüler; yememe, içmeme, evlenmeme konusunda bu meşakketleri kendileri
yüklediler. İnsanlardan uzaklaşıp mağaralarda, kiliselerde ibadete çekildiler,
Allah'a yakın olmak için sert dokunmuş elbiseler giydiler.
Onlar bu ruhbanlığı sırf Allah'ın rızasını kazanma maksadıyla uydurdular,
ama buna hakkıyla riayet etmediler, esaslarını muhafaza etmediler ve içlerinden
pek çoğu bunu fesad işlerde kullandı.
İbni Kesir in de dediği gibi bu onlar için iki bakımından kınama ifade
eder: Birincisi: Allah'ın dininde Onun emretmediği şey uydurmak (bid'at).
İkincisi: Kendilerini Allah'a yaklaştıran bir ibadettir diye iddia ederek yapmayı
üstlendikleri şeyi yerine getirmemeleri.
İbni Ebî Hatem'in rivayetine göre İbni Mesud şöyle dedi: Rasulullah
(s.a.) bana: "Ey İbni Mes'ud" dedi. Ben de: "Buyur ya
Rasulallah" dedim. Şöyle devam etti: "Biliyor musun İsrailoğulları
yetmiş iki fırkaya ayrıldı. İçlerinden üçü hariç, hiçbiri kurtulmadı. Bunlardan
birincisi isa'dan sonra mağrur ve mütekebbir kralların arasında bulundu,
Allah'ın dinine, Meryem oğlu İsa'nın dinine çağırdı, o krallarla savaştı
sabretti, öldürüldü ve kurtuldu. Sonra başka bir grup çıktı. Bunların savaş
gücü yoktu, bunlarda kralların ve zalimlerin arasında bulundular. Allah 'in
dinine ve Meryemoğ-lu İsa'nın dinine davet ettiler, öldürüldüler, testerelerle
biçildiler, ateşlerde yakıldılar, neticede sabredip kurtuldular. Sonra bir
başka grup çıktı, bunların da ne savaşacak gücü, ne de adaleti sağlayacak kuvveti
vardı. Bunlar da dağlara çekilip ibadetle vakit geçirdiler. İşte Allah 'ııı
"uydurdukları ruhbanlık ise onu üzerlerine biz farz kılmadık" dediği
kişiler bunlardır. "[49]
"Biz de içlerinden iman edenlere mükâfatlarını verdik. Onlardan
bir çoğu fasık kimselerdir." Yani gerçekten iman eden o müminlere bu
imanları sebebiyle hakettikleri sevabı verdik. Ruhbanlık yapan bu insanların
çoğu fasıktır, Allah'ın koyduğu sınırlardan ve O'na itaatten çıkmışlardır,
haksız yere insanların mallarını yerler, gidişleri sapıktır.
Hafız Ebu Ya'la'nın Enes bin Malik'te rivayetine göre Rasulullah (s.a.)
şöyle diyordu: "Kendinize ağır işlev yüklemeyin, yüklerseniz (Allah
tarafından da) size ağır yüklenir. Çünkü bir kavim kendisine ağır yükledi de
onlara (bu sonra) ağır geldi. İşte bu onların mabetlerde, kiliselerde inzivaya
çekilmeleridir. Uydurdukları ruhbanlık ise onu üzerlerine biz farz kılmadık.
"
Ahmed bin Hanbel'in İyas bin Malik'ten rivayet ettiklerine göre
Rasulullah şöyle buyurdu: "Her peygamberin bir ruhbanlığı vardır. Bu ümmetin
ruhbanlığı da Allah yolunda cihaddır."
Sonra Allah hem İsa (a.s.)'a, hem de Muhammed (s.a.)'e iman edenlerin
sevabını zikrederek şöyle buyurdu:
"Ey iman edenler, Allah 'tan korkun ve peygamberine iman edin ki
size rahmetinden iki nasib versin ve size kendisi ile yürüyeceğiniz bir nur
lütfetsin ve sizi affetsin. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir."
Yani ey Ehl-i Kitap inananlarından olup da Allah'ın varlığını ve birliğini ve
peygamberi Muhammed (s.a.)'i tasdik eden Yahudi ve Hristiyanlar! Allah'ın size
emrettiklerini yaparak, yasak ettiklerini terkederek Ondan korkar, elçisi
Muhammed'e de iman ederseniz, Allah size önceki peygamberlere iman ettikten
sonra son peygamberi Muhammed'e de iman etmeniz sebebiyle rahmetinden iki nasip
veya iki kat verir ve buna ziyade olarak da size sıratta aydınlığı ile
yürüyebileceğiniz, ahirette yolunuzu bulabileceğiniz bir nur, dünyada cehaleti
ve körlüğü farkedebileceğiniz bir hidayet lütfeder ve geçmiş günahlarınızı
affeder. Allah çok mağfiret ve rahmet sahibidir.
Daha önceki bütün peygamberlere iman ettikten sonra Muhammed (s.a.)'e
de iman edenler için verilen bu vaad şu üç hususu ihtiva etmektedir: sevabın
kat kat olması, kurtuluşları için sırat üstünde onlara nur verilmesi, günah ve
kötülüklerinin affedilmesi.
Buhari ve Müslim'in Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet ettiğine göre
Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Üç sınıf insan vardır ki ecri iki defa
verilir: Ehl-i Kitap'tan bir adam, hem kendi peygamberine hem de bana iman
ederse ona iki ecir vardır. Bir köle, hem Allah'ın hakkını, hem de efendilerinin
hakkını yerine getirirse, ona iki ecir vardır. Bir insan cariyesini yetiştirir,
terbiyesini güzel verir, sonra onu azad edip eulendirirse, buna da iki ecir
vardır."
Sonra Allah peygamberliğin kendi kavimlerine ait olduğunu iddia eden
Yahudilere cevaben şöyle buyurdu: "Ehl-i Kitab Allah'ın lutfundan hiçbir
şey elde edemeyeceklerini bilsinler. Lütuf Allah 'in elindedir, onu dilediğine
verir. Allah büyük lütuf sahibidir." Yani Allah'tan korkun ve iman edin ki
yukarıda geçen üç şeyi size versin. Ehl-i Kitap'tan, Allah'ın verdiğinin geri
çevrilemeyeceğine, vermediğinin de alınamayacağına inan-mayıp Ondan
korkmayanlar, bunlar Allah'ın Muhammed'e iman edenlere lütfettiğinden hiçbir
şey elde edemeyeceklerini ve bunu hak etmiş olanlara ihsan ettiği risalet,
nübüvvet vs. lütuflarını vermesine de mani olamayacaklarını, lütfün -ki
peygamberlik, ilim ve takva da bu cümledendir- Allah'ın elinde olduğunu,
Muhammed'e ashabını ve ümmetine İslâm dininden zengin bir pay verdiği gibi onu
dilediğine vereceğini iyi bilsinler ve bu gerçeği kabul etsinler. Allah lütfü
geniş, kullarından dilediğine karşı ihsanı ve hayrı çoktur.[50]
Kısacası; Ehl-i Kitap, nebilerin ve rasullerin sonuncusu Muhammed
(s.a.)'e iman etmedikçe Tevrat'a, İncil'e, Musa ve İsa'ya iman etmiş olmaları
yetmez ve hiç fayda vermez.
[51]
Bu ayetler, önceki ayetlerde kısaca bahsedilen kitaplarla peygamberler
gönderme meselelerinin aşağıdaki şekilde tafsilatını vermektedir:
1- Allah Nuh ve İbrahim
(a.s.)'i peygamber olarak gönderdiğini, peygamberliği o ikisinin nesline
tahsis edip zürriyetlerinden bazılarını peygamber yaptığını, onlara gökten
indirilen kitapları: Tevrat'ı İncil'i, Zebur'u ve Furkan'ı vahyettiğini haber
verdi.
2- Bu zürriyetlerden bir kısmı
İbrahim ve Nuh'a iman edip onlara tâbi olarak hidayete erdi; ancak pek çoğu
Allah'a itaattan çıkarak kâfir oldular.
3- Allah bu zürriyetten Musa,
İlyas, Davud, Süleyman ve Yunus (a.s.) gibi birçok peygamberler gönderdi. İsa (a.s.)
ana tarafından İbrahim (a.s.)'ın neslindendir. Allah ona Tevrat'ı indirdi.
4- Allah İsa (a.s.)'a iman edip onun dinine tâbi olan havarilerin ve onları takip edenlerin kalplerine bir şefkat ve merhamet, sevgi ve muhabbet koyduda, onlar birbirlerini sevdiler.
Burada şuna işaret vardır ki İncil'de onlara sulh içinde olup insanlara
rahatsızlık vermemeleri emredilmiş, kalpleri katılaşmış olan ve kitaplarını
tahrif eden Yahudilerin aksine Allah onların kalplerini bu iş için yumuşatmıştır.
Mukâtile göre ayette geçen "er-ra'fetü ve'r-rahmetü" kelimelerinden
maksad, Allah'ın Muhammed (s.a.)'in ashabını vasfederken "ruhemâ'ü
bey-nehüm" aralarında merhametlidirler" dediği gibi, onların da
birbirlerini sevdiklerin ifade etmektir.
"Ona tâbi olanların kalplerine bir şefkat ve merhamet
koyduk." ifadesinden Ehl-i Sünnet, kulun fiilinin kulun kesbi, Allah'ın
yaratması olduğu neticesini çıkarmışlardır. Çünkü Allah bütün bu sayılanlanyla
"Allah'ın yapması" diye hükmederken, ruhbanlığı onların uydurduğuna
hükmetmiştir.
5-
İsa (a.s.)'a tâbi olanlar o
ruhbanlığı kendiliklerinden uydurdular, böyle bir şeyi Allah onlara ne farz
kıldı, ne de emretti. Lakin onlar da bunu Allah'ın rızasını kazanmak için
uydurdular, ancak hakkıyla yerine getirmediler. Bilakis ruhbanlığı insanlar
nezdinde mevki, makam kazanma, onların mallarını yeme vasıtası yaptılar.
Nitekim Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler! Hahamlardan
ve rahiplerden bir çoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve Allah
yolundan engellerler." (Tevbe, 9/34).
Razî ve başkalarının zikrettiğine göre ruhbanlık, onların dinlerini fitneden
korumak için dağlara kaçmaları kendilerini ibadete vermeleri, üzerlerine vacib
olan ibadetlere ilâveten halvete çekilme, rahatsız edici sert elbiseler giyme,
kadınlardan uzak kalma, mağara ve inlerde ibadet etme gibi külfetler
yüklenmeleridir.
İbni Abbas'm şöyle dediği nakledilir: İsa (a.s.) ile Muhammed (s.a.)
arasındaki fetret döneminde krallar Tevrat ve İncil'i değiştirdiler. Bunun
üzerine bazı insanlar ibadet için dağlara çıktılar, yün giydiler.
6- Allah, İsa (a.s.)'a tâbi
olanlardan ona iman ettiken sonra ilk defa ruhbanlığı ihdas edip ona riayet
edenlere hakkettikleri mükâfatı verdi. Ancak daha sonra gelenlerin pek çoğu
Allah'ın emirlerinden ve O'na itaattan çıkmış, İsa ve Musa peygamberlerin
getirdiklerini inkâr eder hale gelmişlerdi. Muhammed (s.a.) peygamber olarak
gönderildiğinde ruhbanlığa riayet eden çok az insan kalmıştı, mağaralardan ve
kiliselerden gelip Muhammed (s.a.)'e iman ettiler.
7-
Ayetteki "uydurdukları
ruhbanlık" ifadesi her uydurulmuş şeyin bir bid'at olduğuna, hayırlı bir
şey ihdas edenin ona devam etmesi, onu bırakıp zıddmı yapmaması lazım geldiğine
delâlet eder.
Ayrıca bu ayet, zamanın kötüye gittiği dönemlerde, fesadın yaygınlaştığı, insanların, dost ve kardeşlerin değiştiğinde insanlardan kopup mabedlerde ve evlerde uzlete çekilmenin mendup olduğuna delildir.
8-
Allah, Ehl-i Kitab'ın
müminlerine (Musa ve İsa'ya inananlara) emirlerine uymak, yasak ettiklerinden
kaçınmak suretiyle kendisinden hakkıyla korkmalarını, elçisi Muhammed'e iman
etmelerini açıkça emretmiştir. Bunu yaparlarsa hem İsa (a.s.)'a, hem Muhammed
(s.a.)'e iman etmelerinin karşılığı olarak onlara iki kat mükâfat
verilecektir. Bu, şu ayette ifade edildiği gibidir: "Sabrettiklerinin
karşılığı olarak onlara mükâfatları iki defa verilir." (Kasas, 28/54).
Ayrıca Allah onlara bir nur, yani dünyada hakka ulaştıracak bir beyan
ve hidayet, kıyamette sırat üstünden yürüyüp cennete ulaşabilecekleri bir ışık
verir ve onların günahlarını ve kötülüklerini affeder. Yukarıda da zikri
geçtiği gibi bu, şu üç hususta Allah'ın yerine getirilmiş bir vaadidir: Kat kat
sevap, nur vermesi ve günahlardan affi.
9- "Ehl-i Kitap, Allah'ın
lutfundan hiçbir şey elde edemeyeceklerini bilsinler..." ayeti ile Allah,
"Vahiy ve peygamberlik bizdedir, kitap ve din ancak bize aittir, bütün
insanlığın arasından Allah bu büyük lutfu bize tahsis etmiştir" diyen
İsrailoğulları'nın bu sözlerini reddetmiştir.
Peygamberlik onlara tahsis edilmemiştir, peygamberler sadece onların
kavminden gelecek de değildir. Onların Allah'ın lutfunu belirli kavimlere
tahsis etmeye gücü yetmez, peygamberliği belirli kavimlere hasretmeleri mümkün
değildir. Çünkü bu lütuf Allah'ın elindedir, onu kullarından dilediğine verir.
Bu mana, ayetin başındaki "li-ellâ ya'leme" deki
"lâ"nm zaid olduğu şeklindeki müfessirlerin çoğu tarafından kabul
edilen meşhur görüşe göredir. Yani Ehl-i Kitap kendilerinin Allah'ın lutfundan
her hangi bir şeyi her hangi bir kişiye vermekten âciz olduklarını bilsinler,
demektir.
Ebu Müslim el-İsfehânî ve diğer bir grup âlime göre de ayetteki bu
kelime zaid değildir. Buna göre ayetin manası şöyle olur: Ehl-i Kitap,
"peygamberin ve müminler Allah'ın lutfundan bir şey elde edemeyecekler,
diye bilmesinler (o kanaate varmasınlar); zira onlar peygamber ve müminler bunu
elde edemezler, diye bilmezlerse "elde edebilirler" diye bilmeleri
lazım gelir,[52]
şeklinde olur. Bilsinler ki lütuf Allah'ın elindedir. Ayetin takdiri de şöyle
olur: Biz şöyle şöyle yaptık ki Ehl-i Kitab kendilerinin Allah'ın lütuf ve
ihsanım belirli kavimlere hasredebilecekleri kanaatine düşmesinler ve lütfün
Allah'ın elinde olduğu kanaatine düşmesinler ve lütfün Allah'ın elinde olduğu
kanaatine varsınlar. "Bu son görüşe göre "Lütfün Allah'ın elinde
olduğu kanaatine varsınlar" şeklinde mahfuz bir cümle takdir edilmiş
olurken, birinci görüşte var olan bir şeyi (yani "lâ"yı) hazfetmek
zorunda kalınmaktadır. Bilinen kaide şudur ki ızmar (takdir) haziften evladır.[53]
10- "Lütuf Allah'ın
elindedir." sözü ilâhî lütfü Allah'ın mülkünde ve tasarrufunda olduğuna,
onu dilediğine verdiğine delâlet etmektedir. Çünkü Allah kadirdir, tercih
sahibidir, dilediğini yapar. "Allah büyük lütuf sahibidir." sözü de
Allah'ın ihsanının mutlaka büyük olması lazım geldiğine delâlet eder. Bundan
maksad Muhammed (s.a.)'in peygamberliğine, dinine ve kitabına tazim etmek ve
Ehl-i Kitab'a, ilâhî dinlerin sonuncusu olan peygamberliğine hemen iman
etmelerini emretmektir.
[54]
[1] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/245.
[2] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/245.
[3] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/245.
[4] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/245-246.
[5] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/246.
[6] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/247.
[7] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/247-248.
[8] Bahru'l-Muhit, VTII/217.
[9] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/248-251.
[10] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/251-252.
[11] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/254.
[12] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/254-255.
[13] Vahidî, Esbâbu'n-Nüzul, s.
230; Kurtubî, XVII/240.
Vehbe
Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/255.
[14] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/255.
[15] İbni Ebî Hatem ve İbni Cerir
rivayet etmiştir.
[16] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/256-259.
[17] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/259-262.
[18] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/263.
[19] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/263.
[20] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/263-264.
[21] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/264.
[22] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/264-266.
[23] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/266.
[24] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/267.
[25] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/267-268.
[26] Müslim, Neseî, İbni Mâce ve
Bezzar rivayet etmişlerdir.
[27] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/268-269.
[28] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/269.
[29] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/269-271.
[30] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/271.
[31] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/272.
[32] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/272-273.
[33] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/273.
[34] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/273-275.
[35] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/275-276.
[36] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/277.
[37] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/278.
[38] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/278-280.
[39] Hâkim ve başkaları rivayet
etti, Hâkim "sahih" dedi.
[40] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/280.
[41] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/281.
[42] Razî, XXVI/240;
Garâibü'l-Kur'an, Nisâbûrî, XXVII/1001.
[43] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/281-282.
[44] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/282-283.
[45] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/283-284.
[46] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/285-286.
[47] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/286.
[48] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/287.
[49] İbni Cerir de bir başka
lafızla rivayet etmiştir.
[50] Açıklamasını verdiğimiz bu
ayetin başındaki "li-ellâ yaleme", daha önce de bahsettiğimiz gibi
"li-yaleme" demektir. Nitekim İbni Mes'ud "li-key yaleme"
şeklinde okumuştur. İbni Cerir bunun sebebini şöyle açıklıyor: Çünkü Arab
hemen her sözünde "lâ"yı te'kit edici zaid bir sıla olarak getirir.
Açık olmayan bir inkâr ifade etmek üzere sözün başında veya sonunda gelir.
Başka ayetlerde de benzeri gelmiştir. Meselâ "Mâ-me-ne'ake ellâ
tescüde" (Araf, 7/12); "Ve mâ-yuş'irüküm ennehâ izâ-câ'et lâ-yü'minûn"
(En'am, 6/109); "Ve harâmun alâ karyetin ehleknâhâ ennehüm lâ
yerci'ûn" (Enbiya, 21/95)
[51] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/287-290.
[52] Çünkü nefyin.nefyi ispattır.
Meselâ "Filan kişinin şöyle şöyle söylemediğini tasdik etme" demek
"o bunu söyledi" demektir.
[53] Razî, 29/247-248.
[54] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/290-293.