1- Nüzul Sebebi ve İlgili Diğer Rivayetler:
2- Sem' ve Semî' (İşitmek ve Herşeyi İşiten):
3- Zihar Lafzının Açıkça ve Kinaye Olarak Zikredilmesi:
4- Zihar Lafızlarının Çeşitleri:
5- Hanımının Bedeninin Tamamını Annesinin Uzuvlarından
Birisine Benzetirse:
6- Hanımını Yabancı Bir Kadına Benzetecek Olursa;
7- "Sen Bana Annemin Sırtı Gibi Haramsın"
Derse:
8- Zihâr Bütün Hanımlar Hakkında Hüküm İfade Eder:
9- Nikahtan Önce Yapılan Zihar:
12- Kadınların Zihâr Yapmaları Sözkonusu Değildir:
13- Deli Bir Kimsenin Düzgün İfadelerle ZihârYapmasının
Hükmü:
14- Kızgınlık Halinde Zihâr Yapmanın ve Boşamanın Hükmü:
15- Sarhoşluk Halinde Zihâr ve Talâkın Hükmü;
16- Zihâr Yapan Keffârette Bulunmadan Hanımına
Yaklaşamaz:
17- Zihâr Yapan. Keffârette Bulunmadan Önce Hanımına
Yaklaşırsa:
18- Tek Bir Sözle Dört Hanıma Zihâr Yapmak:
19- Bir Kimse Dört Kadına: Sizinle Evlenirsem Benim İçin
Annemin Sırtı Gibi Olasınız, Derse:
20- Zihârla Birlikte Bain Talâk Verirse:
21- Kendisi İle Gerdeğe Girilmemiş Olan Kadına Zihâr
Yapmak:
22- Hanımlarınız, Anneleriniz Olamaz:
23- Şeriatın Onaylamadığı Çirkin Sözler:
1- Zihâr Yaptıktan Sonra Tekrar Dönenlerin Hükmü:
2- "Sözlerinden Dönenler" Buyruğunun Anlamı ve
Anlaşılması:
4- İki Yarımşar Köle Âzad Etmek Yeterli midir?:
6- Bu Husustaki Allah'ın Emri:
7- Köle Azad Etmek İmkânı Olmazsa:
8- Köle Âzad Etmekten Âciz Kalırsa:
9- Keffâret Orucuna Başladıktan Sonra Köle Âzad Etmek
imkânını Bulursa:
10- Zihâr Yapan Bir Kimse Oruç Esnasında Gündüzün Hanımı
İle İlişki Kurarsa:
11- İyileşmesi Umulmayan Bir Hastalığa Yakalanan Kimsenin
Keffâreti:
12- Fakirken Zihâr Yaptıktan Sonra Köle Azâd Edecek
Bolluğa Erişenin Durumu:
14- Keffâretlerde Sıra ve Yemek Yedirme Miktarı:
15- Keffârette Doyurulması Gereken Yoksul Sayısı:
16- Hür Kimseye Hacr (Kısıtlılık) Koymak:
18- İmanın Gerekçesi Olan Ameli Uygulamalar:
19- "Allah'ın Hudutları ve Kâfirlerin Azabı":
1- Ayetin Nüzul Sebebi ve Fısıldaşmaları Yasaklanışı:
2- Fısıldaşmanın Yasaklanışı ve Riyakârlık:
3- Zımmilerin Selam Vermeleri ve Selâmlarının Alınması:
2- Fısıldaşmanın Mahiyeti ve Yasaklanıştndaki Hikmet:
1- Âyetin Nüzul Sebebi ve Mecliste Oturulacak Yerlerin
Tesbiti:
2- Başkalarına Açılacak Yerler:
3- Bir Kimse Kendisi Otursun Diye Başkasını Yerinden
Kaldırmamalıdır:
4- Bir Kimse Diğerine, Erken Gidip Camide Kendisine Yer
Tutmasını Söylerse:
5- Daha Önce Oturduğu Yere Tekrar Oturmak Üzere Geri
Getirse:
6- Başkasına Yer Açarak Genişlik Sağlayanların Mükâfatı:
1- Âyetin Nüzul Sebebi ve Peygamberle Gizli Konuşmanın Ön
Şartı:
2- Ahkâm, ve Maslahat İlişkisi:
3- Bu Âyet-i Kerimenin Bir Sonraki Âyetle Neshedilmiş
Olması:
1- Bu Âyet, Bir Önceki Âyeti Ne Kadar Bîr Süre Zarfında
Neshetmiştir:
2- İbadet Emri İle Amel Etmeden Önce Neshedilmesi:
2- Âyet Zalim Yöneticilere ve Sapık İnançlılara Düşmanlık
Etmeye Delildir:
Rahman ve Rahim Allah'ın Adı İle
Yinniiki âyettir. Medine'de indiği hususunda görüş birliği vardır. Ancak Ata'dan gelen bîr rivayete göre ilk on âyeti Medine'de inmiş, diğerleri ise Mekke'de inmiştir.
el-Kdbî de şöyle demiştir: Hepsi Medine'de inmiştir. Ancak yüce Allah'ın: "Üç kişi fısıldaşmayıversin muhakkak O onların dördüncüleridir" (el-Mücâdele, 58/7) buyruğu Mekke'de inmiştir. [1]
1. Kocası hakkında seninle mücadele eden ve Allah'a şikayet etmekte olan kadının sözünü elbetteki Allah işitmiştir. Allah sizin konuşmanızı zaten İşitiyordu, Çünkü Allah, en iyi işitendir, en iyi görendir.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [2]
Yüce Allah'ın: "Kocası hakkında seninle mücadele eden ve Allah'a şikayet etmekte olan kadının sözünü elbette ki Allah iş itmiştir" buyruğunda sözü geçen Allah'a şikâyet eden kadın, Saiebe kızı Havle'dir Hakîm kızı Havle olduğu söylendiği gibi, kadının adının Cemile olduğu da söylenmiştir. Aocak Havle olduğu daha sahihtir. Kocası Ubade b. es-tJamit'in kardeşi Evs b. es-Samit'tir.
Bir gün Ömer b. el-Hattab halifeliği döneminde insanlarla birlikte bir eşeğe binmişken bu kadının yanından geçmiş, kadın uzun bir süre onu durdurmuş, ona öğüt vermiş ve şöyle demişti: Ey Ömer! Sen daha önce Umeyr (Ömercik) diye çağırılıyordun. Sonra sana Ömer denildi, sonra sana Emiru'l-Müminin denildi. Allah'tan kork ey Ömer. Şüphesiz ki kesin olarak ölüme inanan bir kimse yapması gereken işleri elden kaçırmaktan korkar. Hesaba kesin olarak inanan da azaptan korkar.
Ömer durmuş, o kadının sözlerini dinliyordu. Ona: Ey müminlerin emi-ri sen bu kocakarı için bu şekilde nasıl beklersin;'' dediler. Ömer dedi ki: Allah'a yemin ederim, eğer sabahtan akşama kadar beni bekletecek olursa, farz olan namaz dışında onu durur dinlerim. Bu yaslı kadının kim olduğunu biliyor musunuz? Bu, yüce Allah'ın sözlerini yedi semanın üzerinden işitmiş olduğu Salebe kızı Havle'dir. Âlemlerin Rabbi onun sözlerini işitir de, Ömer o sözlere kulak vermez mi?
Âişe (r.anhâ) dedi ki: Herşeyi işiten O yüce zatın şanı ne yücedir! Ben Salebe kızı Havle'nin sözlerini işitirken bir kısmını da anlayamıyordum. O sırada kocasını Rasûkıllah Csav)'a şikâyet ediyor ve şöyle diyordu: Ey Allah'ın Rasûlü, benim gençliğimi yedi, karnım ona çotuk saçtı. Nihayet yaşım ilerleyip artık çucuk doğuramaz yaşa gelince bana zihâr yaptı. Allah'ım, ben halimi sana şikâyet ediyorum. Daha henüz sözlerini bitirmeden Cebrail şu: "Kocası hakkında seninle mücadele eden ve Allah'a şikâyet etmekte olan kadının sözünü elbetteki Allah iş İtmiştir" âyeti nazil oldu. Bunu İbn Ma-te Sünen'inde rivayet etmiştir.[3]
Bu hususta Bııhari'de yer alan Aişe'den gelen rivayette şöyle denilmektedir: Bütün sözleri işiten Allah'a hamdolsun. O tartışan kadın Rasûlullah (sav)'a geiip şikâyette bulundu. Ben de odanın bir tarafında bulunuyor, fakat ne dediğini (tam) İşi temi yordum. Şanı yüce Allah: "Kocası hakkında seninle mücadele eden... kadının sözünü elbetteki Allah işitmistir" buyruğunu indirdi[4]
el-Maverdi dedi ki: Bu kadın Salebe kızı Havle'dir. Huveyiid kızı Havle'dir diye de söylenmiştir. Ancak bu farklı değildir, çünkü bunlardan birisi onun babası, diğeri ise dedesidir. Bunlardan herbirisine de nisbet edilmiştir. Kocası ise Ubâde b. es-Sâmit'in kardeşi Evs b. es-Sâmit'tir.
es-Sâlebî dedi ki: İbn Abbas dedi ki: Bu kadın Hazreçli Huveyiid kızı Hav-îe'dir. Ubâde b. es-Sâmit'in kardeşi Evs b. es-Sâmit'in nikâhı altındaydı. Bedenen güzel bir kadındı. Kocası onu secde halinde gördü. Kalçalarına bakın-oı. bu durumu hoşuna gitti, Namazını bitirince yanına gelmesini istedi, kabul etmedi. Bu sefer ona kızdı. Urve (b. ez-Zübeyr) dedi ki: Kocası kısmen deli bir kişi idi. Bu sırada deliliği tutmuş ve ona: Sen benim için annemin sır-'i gibisin, demişti. îlâ ve zihâr cahiliye döneminde talâk şekülerindendi. Bu kadın Peygamber (sav) gelince, ona: "Kocana haram oldun" dedi. Bu sefer kadın: Allah'a yemin ederim o talakı ağzına almadı, dedi. Sonra da: Fakirliğimi, yalnızlığımı, kimsesizliğimi kocamdan ve amcamın oğlundan ayrılışımı Allah'a şikâyet ediyorum. Karnım ise ona çocuklarını doğurmuştu. Hz. Peygamber: "Sen ona haram oldun" diye buyurdu. Kadın peygambere karşılık vermeye, Peygamber de ona cevab yetiştirmeye devam edip durdu, nihayet -u âyet-i kerime indi.
el-Hasen'in rivayetine göre kadın şöyle demişti: Ey Allah'ın Rasûlü! Allah nıliye döneminin geleneklerini silip kaldırmış bulunuyor. Benim kocam benden zihâr yaptı. Rasûlullah (sav); "Bu hususta bana herhangi bir vahiy gelmedi" diye buyurdu. Kadın: Ey Allah'ın Rasûlü! Her hususta sana vahiy ge-.ivor da bir bu konuda mı sana vahiy gönderilmedi? dedi. Peygamber: "Durum sana dediğim gibidir" diye buyurdu. Kadın: Ben Allah'a şikâyet ediyo-ruın, Onun Rasûlüne değil deyim;", yüce Allah da: "Kocası hakkında seninle mücadele eden ve Allah'a şikayet etmekte olan kadının sözünü elbet-teki Allah işitmiştir" âyetini indirdi.
Darakutnî de Katade yoluyla Enes b. Malik'in kendisine şunu anlattığını rivayet etmektedir: Evs b. es-Sâmit, hanımı Salebe kızı Huveyle'ye zihar yaptı. O da durumu Rasûlullah (sav)'a şikâyet edip dedi ki: Yaşım ilerleyip kemiğim incelince bana zihar yaptı, Bunun üzerine Allah da zihar âyetini indirdi. Rasûlullah (sav), Evs'e: "Bir köie azad ef dedi. Evs: Buna gücüm yetmiyor, dedi. Peygamber: "Kesintisiz olarak iki ay oruç. tut" diye buyurdu. Evs: Ben öyle birisiyim ki, bir günde üç defadan daha az yemek yiyecek olursam, görmem zayıflar. Bu sefer Peygamber: "O halde altmış fakir doyur" dedi, Evs: Böyle bir imkânım yok, ancak sen yardım ve yakınlık bağını gözetmek üzere bana destek verecek olursan müstesna. Rasûlullah (sav) ona onbeş sa' ile yardımcı oldu. Nihayet yüce Allah ona (o miktarı) toplanmasını sağladı. Allah Gafurdur, Rahimdir. "Çünkü Allah en iyi işitendir, en iyi görendir." (Ravi) dedi ki: Ashabın görüşüne göre onun yanında bir de o kadar buğday vardı, bu da altmış yoksula (keffâret olarak) yedirilirdi.[5]
Tirmizi ve İbn Mace'nin Sünen'lerinde de şöyle denilmektedir: Seleme b. Sahr el-Beyâdî hanımından zîhar yaptı. Peygamber (sav) ona: "Bir köle azad et" dedi. (Seleme) dedi ki: Elimle boynuma vurdum ve şöyle dedim: Seni hak ü& gönderene yemin ederim ki yok, artık bundan başkasına sahih değilim. Bu sefer Peygamber: "O halde iki ay oruç tut" dedi. Ey Allah'ın Rasû-lü dedim. Başıma gelen bu musibet ancak ben oruçlu iken gelmedi mi? Peygamber: "O halde altmış yoksula yemek yedir" diye buyurdu.[6]
İbnu'l-Arabi "Ahkâm(u'l-Kur'ûn)* adlı eserinde şunu zikretmektedir: Rivayet olunduğuna göre Duleyc kızı Havle'ye kocası zihar yaptı. Peygamber (sav)'a gelerek bunun hakkında ona soru sordu. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: ı:Sen ona haram oldun." Kadın: Muhtaçlığımı Allah'a şekva ediyorum, dedi. Tekrar edince Rasûlullah (sav) yine: "Ona haram oldun" dedi. Yine kadın: Muhtaçlığımı Allah'a şikayet ediyorum, dedi. Âişe de o sırada Peygamber efendimizin başının sağ tarafını yıkıyordu. Sonra diğer yanına geçti ve bu sırada ona vahiy nazil oldu. Kadın sözlerini tekrar etmek isleyince, Âişe: Sus, işte vahiy indi, dedi, Kur'ân'ın nüzûlu tamamlanınca, Rasûlullah (sav) Havle'nin kocasına: "Bir köle azad et" dedi. Kocası, bulamam deyince, Peygamber: "O halde arka arkaya iki ay oruç tut" diye buyurdu. Kocası yine: Ben bir günde üç defa yemeyecek olursam, görme gücümün zayıflayacağından korkuyorum dedi. Peygamber: "O halde akmış yoksula yemek yedir" diye buyurdu. Adam: O halde sen de bana yardım et, deyince, Peygamber ona bir miktar yardımda bulundu.[7]
Ebu Cafer en-Nehhas dedi ki: TeFsir alimleri bu kadının adının Havle olduğunu, kocasının da Evs b, es-Sâmit olduğunu kabul etmekle birlikte, bu kadının nisbeti hususunda farklı görüşlere sahihtirler. Kimisi bu kadın ensa-ridir ve Sa'lebe'nîn kızıdır derken, kimisi Düleyc'in kızıdır demiştir. Onun Hu-veylid kızı olduğu da söylenmiştir. Kimisi de: O es-Sâmit'in kızıdır, demiştir. Bazıları da: O Abdullah b. Ubey'in bir cariyesi idi, demiştir. Yüce Allah'ın hakkında: "Cariyeleriniz kendilerini korumak isterken... onları zinaya zorlamayın" (en-Nur, 24/33) buyruğunun hakkında indiği kadın da budur, çünkü o bu kadını zina etmeye zorluyordu. Havle'nin, Hakim kızı olduğu da söylenmiştir.
eri-Nehhas dedi ki: Bu bir çelişki değildir. Çünkü bir defa babasına, bir defa annesine, bir defa dedesine nisbet edilmesi mümkündür. Ayrıca Abdullah b. Ubey'in cariyesi olması da mümkündür, O bakımdan velâ yoluyla onun ensari olduğa söylenmiştir. Çünkü Abdullah b. Ubey her ne kadar münafıklardan ise de ensar arasında sayılıyordu. [8]
"Allah gitmiştir" anlamındaki buyruk: şeklinde (dal ve sin harfleri) idgam ile okunduğu gibi: şeklinde izhar ile de okunmuştur.
"Semâ' (işitme)"de asıl olan İşitilme özelliğinde olan şeylerin idrâkidir, eş-Şeyh Ebu'l-Hasen (el-Eş'arî'nin) tercih ettiği açıklama budur.
İbn Fûrek de şöyle demiştir: Doğrusu işitilen şeyin idrâk edilmesidir, el-Hakim Ebu Abdullah da; "es-Semî" isminin anlamı hakkında şu açıklamaları yapmaktadır: O mahlukatın kulaklarıyla idrâk ettiği seslen kulağı olmaksızın idrâk edendir. Bu da seslerin O'nun için gizli ve saklı olmadığı anlamına gelir. Eğer kulak (kendisinde) terkib edilmiş bulunan duyma niteliğine sa-hib değil ise -bu duyu organına sahib olmayan sağır kimseler gibi- o vakit sesleri idrak etme kabiliyetine sahib olamaz. Sem' ve basar, ilim, kudret, hayat ve irade gibi iki sıfattırlar, O halde bunlar Allah'ın zati sıfattanndandır. Yüce yaratıcının bu sıfatlara sahib olmaması kesinlikle düşünülemez.
ile aynı anlamda olup "şikâyet etli" demektir. "Seninle mücadele eden" anlamındaki buyruk, Seninle konuşan" diye okunmuştur. "Seninle mücadele eden", sana soru sorup duran demektir. [9]
2. Aranızdan hanımlarına zihar yapanların zevceleri onların anaları değildir. Onların anaları ancak onları doğuranlardır. Şüphe yok ki bunlar, elbette çirkin ve yalan bir söz söylüyorlar. Muhakkak ki Allah pek çok affedendir, bağışlayandır.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yirmiüç başlık halinde sunacağız; [10]
"Zİharyapanlar" anlamındaki buyruğu İbn Âmir, Hamza, el-Kisâî ve Halef "ye" harfi üstün ve şeddeli "zı" harfinden sonra "elif" ite: diye okumuşlardır.
Nâfi', İbn Kesîr, Ebu Amr ve Yakub ise elifsiz "zı" ve "he" harfleri şeddeli, "ye'i harfi fethalı olarak dîye okumuşlardır.
Ebıı'l-Âliye, Âsim ve Zirr b. Hubeyş de "ye" harfi ötreli, "zı" harfi şedde-siz, "elif" ve "he" harfi kesreli olarak: diye okumuşlardır. Bu husus daha önceden el-Ahzâb Sûresi'nde (33/4. âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.[11]
Ubey'in kıraatinde ise: dSjy»ıiâ') şeklinde olup İbn Amir ve Hamza'nın kıraatinin manası ile aynıdır.
Ziharda "zahr: sırt" lafzının sözkonusu edilmesi, binmek anlamından kinayedir. Ademoğullarının kadınlarının ise sırtına değil, karnına çıkılır, Ancak burada kinaye yoluyla karnı yerine sırtı sözkonusu edilmiştir. Çünkü Âde-moğullarından olmayan varlıkların sırtına binilir. Bundan dolayı sırt binmekten kinayedir, Mesela: "Hanımından indi" ifadesi, onu boşadı anlamında olup, sırtına binilen bir şeyin üzerinden inmişcesine bu ifade kullanılır. "Sen benim İçin annemin sırtı gibisin" ifadesinin anlamına gelince, sen bana haramsın, sana binmek benim için helâl değildir, demek olur. [12]
Zihann gerçek anlamı, bir sırtın diğer bir sırta benzetilmesidir. Bunun hüküm gerektiren türü ise helâl olan bir sırtı, haram olan bir sırta benzetmektir. Bundan dolayı fukahâ fcma-tfe şunu kabul etmişlerdir. Bir kimse hanımına: Sen benim için annemin sırtı gibisin diyecek olursa, zihar yapmış olur. Onların çoğunluğunun kanaatine göre de; eğer hanımına: Sen benim için kızımın, kızkardeşimin sırtı gibisin, diyecek yahut bunların dışında mahrem kadınlardan birisinin adını söyleyecek olursa zihar yapmış olur. Malik, Ebu Ha-nife ve başkalarının da görüşü budur.
Bu hususla Şafiî -Allah ondan razı olsıın-dcn farklı rivayet gelmiştir, Ondan İmam Malik'in görüşüne yakın bir rivayet gelmiştir. Çünkü o hanımını -anne gibi- kendisine ebediyyen haram kılınmış birisinin sırtına benzetmiştir, Ebu Sevr'in ondan rivayetine göre ise zihar ancak anne zikredilerek yapılır. Bu Katade ve eş-Şa'bî'nin de görüşüdür, birincisi ise el-Hasen, en-Ne-haî, ez-Zührî, el-Evzaî ve es-Sevri'nin görüşüdür. [13]
Zihann ası] mahiyeti erkeğin hanımına: Sen benim için annemin sırtı gibisin, demesidir. Yüce Allah'ın sırtı sözkonusu etmesi karından kinaye ve setr içindir. Bir kimse: Sen benim için annem gibisin deyip, sırtı sözkonusLi etmezse yahutta; sen benim için annem neyse osun deyip de bununla zihar yapmayı nîyet.etmiş ise, niyetine göre hüküm verilir. Şayet bununla boşamayı kastetmiş ise bu Malik'e göre bain bir talak olur. Talak niyeti de, zihar niyeti de yoksa bu sözleriyle zihar yapmış kabul edilir. Ziharm sarih olarak kullanılması halinde niyet gözönünde bulundurularak talak diye kabul edilmez. Tıpkı sarih olarak kullanılan talak ve bilinen kinaye lafızlarının kullanslma-sı halinde zihara yorumlanmayacağı gibi. Özel olarak zihann kinayesi niyet ile birlikte olursa, bâin talâk diye kabul edilir. [14]
Zihar lafızları iki çeşittir: Sarih ve kinaye. Sarih lafzı: Sen benim için annemin sırtı gibisin, sen bana göre, sen benim yanımda, sen benimle birlikte annemin sırtı gibisin ifadeleridir. Aynı şekilde sen bana karşı annemin sırtı gibisin yahut başı, yahut ferci veya buna benzer bir ifade kullanması aynı şekilde senin fercin, başın, sırtın, karnın yahut ayağın benim için annemin sırtı gibidir, diyecek olursa, zihar yapmış olur. Tıpkı, elin, ayağın, başın yahut fercin boş olsun, derken hanımının boş olacağı gibi.
Şafiî iki görüşünden birisinde; bu zihar olmaz demiştir. Ancak ondan bu şekilde_gelen rivayet zayıftır, çünkü o talakın hakikat manasıyla özellikle ona (ferce) izafe edilmesinin sahih olacağı hususunda bize uygun kanaat belirtmiş bulunmaktadır. Ebu Hanife'den gelen rivayet ise buna muhaliftir. Ondan zihann ona (ferce) izafe edileceği sahih olarak rivayet edilmiştir. Erkek hanımını ne zaman annesine yahut baba ya da anne tarafından ninelerinden herhangi birisine benzetecek olursa, bu -herhangi bir görüş ayrılığı sözkonusu olmaksızın- bir zihardır. Şayet kendisine hiçbir şekilde helal olmayan -kız, kızkardeş, hala ve teyze gibi- bunların dışındaki mahremlerden herhangi birisine benzetecek olursa, yine fukahânın çoğunluğuna göre zihar yapmış olur. İmam Şafiî -Allah ondan razı olsun-den gelen mezhebin sahih görüşü zikrettiğimiz gibidir.
Kinaye lafızlar ise bir kimsenin; Sen bana karşı annem gibisin, annem ko-numundasın, demesidir. Bu gibi ifadelerde niyete itibar edilir. Şayet zihar yapmayı kastetmiş ise bu zihar olur, zihan kastetmemiş ise Şafiî ve Ebu Hani-fe'ye göre zihar yapmamış olur. Bu hususta Malik'in görüşü az önce geçmiş bulunmaktadır. Buna delil şudur; O annesine mutlak bir benzetme ifadesini kullanmıştır. Bundan dolayı bu bîr zihar olur. Bunun asıl dayanağı sırtı zikretmiş olması halinde, hükmün böyle olacağıdır, bu da güçlü bir delildir. Çünkü bu hususta lafzî mana vardır -ve lafız bu manadadır- Ayrıca sırtın hükmü lafızdan ayrılmaz bir şey olmayıp, onun manasına bağlıdır, bu da haram kılmaktır. Bu açıklamayı İbnu'l-Arabî yapmıştır, [15]
Hanımının bedeninin tümünü annesinin uzuvlarından birisine benzetecek olursa -Ebu Hanife'nin kanaatinin aksine- zihâr yapmış olur. Çünkü Ebu Ila-nife şöyle demektedir: Eğer erkek hanımını, annesinin kendisi için bakılması helâl olan bir organına benzetecek olursa, zihâr yapmış olmaz.
Ancak bu sahih değildir. Çünkü faydalanmak maksadıyla öyle bir azaya bakmak ona helâl olamaz. Zaten benzetme bu maksatladır ve zihâr yapan da bu maksadı gözeterek benzetine yapar.
Bir görüşe göre İmam Şafiî de şöyle demiştir: Ancak sırtı zikretmesi halinde zihar yapmış olur. Bu da tutarsızdır. Çünkü annenin bütün organları haramdır. Dolayısıyla bu organlardan birisine yapılan benzetme tıpkı sırta ya-pıl,afl-bçnzetme gibi bir zihar olur. Ayrıca zihar yapan bir kimsenin maksadı helal olanın, haram olana benzetilmesidir. Dolayısıyla bu hüküm, manaya bağlı olarak kabul edilmiştir. [16]
Hanımını yabancı bir kadına benzetecek olup da sırtı sözkonusu ederse, birincisine bakarak zihâr olur. Eğer sırtı sözkonusıı etmezse, bu hususta ilim adamlarımızın farklı görüşleri vardır. Kimisi bu bir zihar olur derken, kimisi bu talâk olur demiştir.
Ebu Hanife ve Şafiî hiçbir şey değildir, demişlerdir. İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu tutarsızdır. Çünkü o hanımının helâl olan bir tarafını kendisi için haram olan birisine benzetmiştir. Dolayısıyla tıpkı sırlı zikretmiş gibi, onun hükmüyle mukayyed olur. İsimler bize göre manaları ile ele alınır. Onlara göre lafızları ile ele alınır. Bu da onların kabul ettikleri asıl ilke ile çelişmektedir.
Derim ki: Yabancı bir kadını zikrederek zihar yapmaktaki görüş ayrılıkları Malik nezdinde güçlüdür. Onun mezhebine mensub kimi İlim adamı, zi-harın ancak özellikle mahrem kadınlar zikredilerek yapılacağı ve bunların dışındaki kadınlar zikredilerek zihann yapılmayacağı görüşündedir. Kimileri bunu hiçbir şey kabul ederken, kimileri yabancı bir kadın zikredilerek yapılırsa bunu talâk olarak kabul etmiştir.
Bu hususta Malik'in görüşü de şudur: Eğer oğlumun yahut kölemin sırtı gibi ya da Zeyd'in sırtı gibi yahut yabancı bir kadını zikrederek onun sırtı gibi diyecek olursa, bu onun için bir zihar olur ve yemini esnasında hanımı ile ilişki kurması helâl olmaz. Yine ondan gelen rivayete göre mahrem olmayanların adı zikredilerek yapılan zihar hiçbir şeydir. Tıpkı el-Kûfî ve Şafiî'nin dediği gibi. .
el-Evzaî de şöyle demiştir: Şayet hanımına: Sen benim için filan adamın sırtı gibisin, diyecek oiursa, bu keffâretini yerine getirmesi gereken bir yemin olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır, [17]
Koca hanımına: Sen bana annemin sırtı gibi haramsın diyecek olursa, bu bir zihar olur, talâk olmaz. Çünkü: Sen bana haramsın demesi hem talâk yolu ile haram kılma ihtimaline gelir, o vakit bu boşanmış bir kadın olur. Hem de zihar yolu ile haram kılma anlamına gelme ihtimali vardır. O zinan alıkça ifade etliğine göre, bu iki ihtimalden birisini açıklamış olur ve bu hususta ona göre hüküm verilir. [18]
Zihâr ister kendisiyle gerdeğe girilmiş olsun, ister kendisiyle gerdeğe girilmemiş olsun talâk yapması caiz olan bir koca tarafından yapılmışsa, hangi durumda olursa olsun, bağlayıcı hüküm ifade eder. Aynı şekilde Malik'e göre cariyelerinden kendisiyle ilişki kurması caiz olanlar hakkında da hüküm böyledir. Bunlardan herhangi birisi ile zihar yapacak olursa, zihar yaptığı cariye hakkında zihar hükmü onun için bağlayıcılık ifade eder.
Ebu Hanifc ve Şafiî ise hüküm ifade etmez, demişlerdir. Kadı Ebu Bekr İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu bize göre gerçekten zor bir meseledir. Çünkü Malik şöyle der; Cariyesine; sen benim için haramsın diyecek olursa, bu bağlayıcı bir hüküm ifade etmez. Peki sarih olan haram kılma lafzını cariye hakkında geçersiz kabul ederken, kinaye lafzı nasıl sahih olabilin1 Ancak cariye yüce Allah'ın: "Hanımlarına" lafzının genel çerçevesi içerisine girmektedir. Çünkü bu buyrukla yüce Allah onlara helâl kılınmış olan kadınları kastetmiştir. Ziharın manası ise, mevcut akdi kaldırmak sözkonusu olmaksızın, ilişki kurmakla alâkalı bir lafızdır. Bundan dolayı cariye hakkında da sahihtir. Bunun asıl dayanağı, yüce Allah adına yemin etmektir. [19]
Malik'e göre nikâhtan sonra yapılan zihâr, eğer zihâr yaptığı kadını nikahlayacak olursa, bağlayıcı hüküm ifade eder. Şafiî ve Ebu Hanife'ye göre ise bağlayıcı hüküm ifade elmez. Çünkü yüce Allah "hanımlarına" demiştir. Nikâhı akma almadığı kadın ise "hanunlanandan değildir. et-Tevbe suresinde yüce Allah'ın: "İçlerinden kimi de Allah'a şöyle söz vermişti..." (et-Tevbe, 9/75) buyruğu açıklansrken, (et-Tevbe, 75-78. âyetler, 2. başhk ve devamında) bu meselenin asıl dayanağı geçmiş bulunmaktadır, [20]
Zımmînin zihârı bağlayıcı değildir, Ebû Hanife de böyle demiştir. Şafiî dedi ki: Zımmînin zihân sahihtir. Bizim delilimiz yüce Allah'ın: "Aranızdan" buyruğudur. Bu da müslümanlardan demektir. Bu ifade de zımminin hitabın dışına çıkmasını gerektirmektedir.
Eğer: Bu hicab delili ile bir istidlaldir denilecek olursa, şöyle cevab veririz: Bu iştikak ile ve mana İle bir istidlaldir. Çünkü kâfirlerin nikâhları fasid-dir ve feshedilmeye lâyıktır. Dolayısıyla bu nikâhlara talâkve zihâr hükümleri taalluk etmez. Bu da yüce Allah'ın: "Aranızdan adalet sahibi iki kişiyi de şahit tutun." (et-Talak, 65/2) buyruğuna benzemektedir. Nikahlar sıhhat sanlarından uzak oldukları takdirde fasiddir. Fasid nikahta ise zihar hiçbir durumda sözkonusu olmaz. [21]
Yüce Allah'ın: "Aranızdan" buyruğu bunu kabul etmeyenlere hilâfen, kölenin zihafının .sahih olmasını gerektirmektedir. Bu görüşü es-Sa'lebî, Malikten nakletmişür. Çünkü köle de müslümanlardan sayılır ve nikâhın hükümleri onun hakkında da sabittir. Kölenin başka bir köleyi azad etmesi ve yemek yedirmesi imkansız olsa bile, oruç tutabilir. [22]
Malik -Allah ondan razı olsun- şöyle demektedir: Kadınların zihâr yapmaları .sözkonusu değildir. Çünkü yüce Allah: "Aranızdan hanımlarına zihâr yapanlar" diye buyurmakla, "si2 kadınlar arasından kocalarına zihâr yapan hanımlar" diye buyurmamaktadır. Zihâr sadece erkekler tarafından yapılabilir.
Îb'nu'l-Arabî dedi ki: İbnu'I-Kastm, Salim, Yahya b. Said, Rabia ve Ebu'z-Zinâd'dan böylece rivayeL edilmiştir, mana itibariyle de sahihtir! Çünkü nikâh hususunda helâl kılmak, akit, helâllik ve haramhk erkeklerin elinde olup kadınların elinde bunlardan herhangi bir şey bulunmamaktadır ve bu, bir icmadır.
Ebu Ömer (b, Abdi'1-Berr) dedi ki: İlim adamlarının çoğunluğunun kanaatine göre kadınların zihâr yapmaları sözkonusu değildir. el-Hasen b. Zıyad dedi ki: Kadın zihâr yapabilir. es-Sevrî, Ebu Hanife ve Muhammed şöyle demişlerdir: Nikâhtan önce veya sonra olsun kadının erkekten zihâr yapmasının hiçbir kıymeti yoktur.
Şafiî de şöyle demiştir: Kadının erkeğe zihâr yapması diye bir şey yoktur. el-Evzai dedi ki: Kadın kocasına: Sen benim için annen filanın sırtı gibisin, diyecek olursa, bu kendisi sebebiyle keffârette bulunması gereken bir yemin olur. İshak da böyle demiştir: Hiçbir kadın erkeğe zihâr yapamaz, fakat bu tür ifade onun için keffâretinî ödemesi gereken bir yemindir.
ez-Zührî de şöyle demiştir: Zihâr keffaretinde bulunması gerektiği görüşündeyim. Ancak onun bu ifadeyi kullanması kocasının kendisine yaklaşmasına engel teşkil etmez. Bu görüşünü ondan Ma'mer rivayet etmiştir. İbn Cü-reyc de Ata'dan şöyle dediğini nakletmektedir: O Allah'ın helâl kıldığı bir şeyi haram kılmış olur. Bundan dolayı onun bir yemin keffaretinde bulunması gerekir. Bu Ebu Yusuf un da görüşüdür. Muhammed b. el-Hasen de: Ona hiçbir şey gerekmez, demiştir. [23]
Bir kimsede delilik olur da bazan muntazam ifadeler kullanması halinde zihâr yapacak olursa, onun bu zihârı bağlayıcı hüküm ifade eder. Çünkü hadiste şöyle rivayet edilmiştir: Sa'lebe kızı Havle'nin, deliliği bulunan kocası Evs b. es-Sâmit, aklının başından gittiği bir sırada, hanımına zihâr yaptı.., [24]
Kızıp hanımına zihâr yapan yahutta talâk veren bir kimsenin kızgınlığı söylediğinin Jlükmünü kaldırmaz. Bu hadisin bazı rivayet yollarında Yusuf b. Ab-dillah b. Selam şöyle demektedir: Bana Evs b. es-Sâmit'in hanımı Havle anlattı, dedilci: Benimle onun arasında bir tartışma olmuştu. O da; Sen benim için annemin sırtı gibisin dedi, sonra da kavminin mecfisine çıkıp gitti. Hanımının: Benimle onun arasında bir tartışma çıktı, ifadesi onu kızdıran bir tartışmanın olduğuna ve bunun sonucunda zihâr yaptığına delil teşkil etmektedir. Kızgınlık ise herhangi bir hükmü kaldırmayan, şer'î bir hükmü değiştirmeyen boş bir iştir. Sarhoşun durumu da böyledir. Bu da bir sonraki baş-hğın konusudur. [25]
Sarhoşluk halinde zihâr yapan ve boşayan bir kimsenin bu tasarrufu eğer söylediğini akledip kavrıyor ve ifadesi düzgün ise; o kimse için bağlayıcı hüküm ifade eder. Çünkü daha önce en-Nisâ Sûresi'nde (4/43- âyet, 7. başlıkta) yer alan "sarhoşken ne söylediğinizi bitinceye kadar..." (en-Nisâ, 4/43) buyruğunda açıklandığı üzere bu böyledir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [26]
Zihâr yapan bir kimse -iki görüşünden birisinde belirtildiği üzere Şafiî'nin aksine- keffârette bulunmadığı sürece hanımı ile temas kuramaz ve hiçbir şekilde ondan zevk alacak bir davranışta bulunamaz. Çünkü zihâr yapanın: Sen benim için annemin sırtı gibisin, demesi lafız ve manası ile her türlü faydalanmayı haram kılmayı gerektirmektedir. Şayet keffârette bulunmadan önce hanımı ile ilişki kuracak olursa, bu da bir sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir. [27]
Bu durumda kişi, Allah'tan mağfiret diler ve bir keffârette bulununcaya kadar ondan uzak durur.
Mücahid ve başkası dedi ki; İki keffârette bulunur. Sat d, Kala de den, Mu-tarrif, Recâ b. Hayve'den o Kabîsa b. Züeyb'den, o Amr b. el-Âs'dan zihâr yapan hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: Keffârette bulunmadan önce ilişkide bulunacak olursa iki keffârette bulunur. Ma'ıner, Katade'den rivayetle dedi ki: Kabîsa b. Züeyd dedi ki: İki keffârette bulunması gerekir.
Aralarında İbn Mâpe-ve Nesaî'nin de bulunduğu hadis imamlarından bir grup da İbn Abbas'fân §u rivayeti kaydetmektedir: Bir adam hanımına zihâr yaptı, keffârette bulunmadan önce ona yaklaştı. Peygamber (sav)'a gelerek ona bu durumu sözkonusu etti. Peygamber: "Seni bu şekilde davranmaya iten ne oldu?" diye sordu. Adam Ey Allah'ın Rasûlü dedi. Ayın ışığında onun ayak bileğinin beyazlığını gördüm. Ona yaklaşmaktan kendimi alıkoyamadım. Peygamber (sav) güldü ve ona keffârette bulunmadan önce yaklaşmamasını emretti[28] İbn Mâce ve Dârakutnî, Süleyman b, Yesar'dan, o Seleme b. Sahr'dan rivayet ettiğine göre Seleme, Peygamber (sav)'ın döneminde zihâr yaptı. Sonra da keffârette bulunmadan önce hanımına yaklaştı. Rasûlullah (sav)'a gelerek bu durumu ona anlattı. Peygamber ona sadece bir keffârette bulunmasını emretti.[29]
Tek bir söz ile dört hanıma zihâr yapacak olursa, mesela: Sizler benim için annemin sırtı gibisiniz, derse hepsinden zihâr yapmış olur. Bu durumda hiç-birisiyie ilişki kurması caiz olmaz, fakat ona tek bir keffaret yeterli olur.
Şafiî: Dört keffârette bulunması gerekir, der. Ancak âyet-i kerimede buna dair hiçbir delil yoktur. Çünkü çoğul lafzı bütün müminler hakkında kui-lanılmış bulunmakladır ve esas olan manadır.
Darakutnî de İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ömer b. el-Hattab (r.a) şöyle derdi: Bir kimsenin nikâhı altında dört tane hanım bulunup ta o da bunlara zihâr yapacak olursa, tek bir keffârette bulunması onun için yeterlidir. Eğer arka arkaya hernirisinden ayrı ayrı zihâr yapacak olursa, o zaman onların herbirisi için bir keffâretle bulunması gerekir.[30]
Bu hususta icmâ1 vardır. [31]
Bir kişi dört hanıma: Ben sizinle evlenecek olursam, siz benim için annemin sırtı gibi olasınız, deyip de onlardan birisiyle evlenecek olursa, keffârette bulunmadan ona yaklaşamaz. Bundan sonra da diğerleri hakkındaki yemini kalkmış otur.
Keffarette bulunmadıkça diğerlerine de yaklaşamaz da denilmiştir. Ancak mezhebin kabul edilen görüşü birincisidir. [32]
Koca hanımına: Sen benim için annemin sırtı gibisin ve sen benden "el-bette talâkı (üç talâkla) bâin ile boşsun diyecek olursa, onun için hem talâk,
hem de zihâr hükmü birlikte bağlayıcı hüküm ifade eder. Bir başka koca tarafından nikâhlanmadıkça ve kendisi de ondan sonra onu bir daha nikâhla-madıkça keffârette bulunmaz. Onu nikahladığı takdirde de keffârette bulunmadan onunla ilişki kurmaz.
Şayet hanımına: Sen benden "elbette talâkı" ile boşsun ve sen benim için annemin sırtı gibisin diyecek olursa, talâk gerçekleşir, fakat zihâr hükmü bağlayıcı olmaz. Çünkü elbette (bain talak) ile boşanmış olan bir kadının, bir daha boşanması sözkonusu değildir. [33]
Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Kendisi ile gerdeğe girilmemiş olan kadına zihâr yapmak sahih değildir. el-Müzenî şöyle demiştir: Ric'î talâk ile boşanmış olan kadınla zihâr yapmak da sahih değildir, ancak bu görüşün bir kıymeti yoktur. Çünkü her iki halele de evlilik hükümleri sabittir. Bu durumda onuA talâkı sözkonusu olduğu gibi, kıyas gereği ve aklen ziharın hükmü de onun hakkında sözkonusu olur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [34]
"Zevceleri onların anaları değildir." Yani onların hanımları anneleri olamaz. "Onların anaları" buyaığu genel olarak Hicazhların şivesine uygun olarak te harfi esreli: diye okunmuştur. Yüce Allah'ın: "Bu bir beşer değildir." (Yusuf, 12/13) buyruğunda olduğu gibi.
Ebu Ma'mer, es-Sülemî ve başkaları ise Temimlilerin şivesine uygun olarak ref' ile: diye okumuşlardır.
el-Ferrâ dedi ki; Necidliler ile Temimoğullan: "Bu bir beşer değildir" ve: "O kadınlar onların anaları değildir" buyruklarında ref ile söylerler.
"Onların anaları ancak onları doğuranlardır." Yani onları doğuran anneleri dışında kimse onların anaları olamaz. Nitekim Mesel'de: "Senin oğlun topuklarını kanatandır" denilmiştir. "O kadınlar ki" anlamındaki ism-i mevsule dair açıklamalar daha önce el-Ahzâb Sûresi'nde geçmiş bulunmaktadır.[35]
"Şüphe yok ki bunlar elbette çirkin ve yalan bir söz söylüyorlar."
Ağır ve şeriatin benimsemediği bir söz söyjüyorlar. (Âyet-i kerimedeki): ez-Zûr: Yalan demektir.
"Muhakkak ki Allah pek çok affedendir, bağışlayandır." Çünkü onları yerine getirmekle yükümlü tuttuğu keffaret bu çirkin ve yalan sözün vebalinden kurtarıcıdır. [36]
5. Hanımlarına zihâr yapıp sonra da o sözlerinden dönenler, eşleri ile temas etmezden evvel bir köle azad etmelidirler. Size İşte bununla öğüt veriliyor. Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.
4. Ama kim bulamazsa o halde, eşleriyle temas etmeden önce aralıksız iki ay oruç tutmalıdır. Kim güç yetiremezse o zaman altmış yoksul doyurmalıdır; Bu hükümler Allah'a ve Rasûlünc iman edesiniz diyedir ve bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır. Kâfirler için çok acıklı bir azab vardır.
Bu buyruklara dair açıklamalarımızı oniki başlık halinde sunacağiz:[37]
"Hanımlarına zihâr yapıp...7* buyruğu mübtedâ olup haber "bir köle azad etmelidirler" buyruğudur. "Üzerlerine,., düşer" lafzı ifadenin buna delâleti dolayısıyla hazfedilmiştir. Onlara bir köle azad etmek düşer, demektir. Bunun; onların keffâretleri bir köle azad etmektir, takdirinde olduğu da söylenmiştir.
İlim adamlarının zihâr hakkında icmâ' ile kabul ettikleri husus erkeğin hanımına: Sen benim için annemin sırtı gibisin, demesidir. Yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki bunlar elbette çirkin ve yalan bir sâz söylüyorlar" (Mücadele, 58/İ) buyruğunda yüce Allah'ın "çirkin ve yalan söz" diye nitelendirdiği söz de budur. Artık kim bu sözü söylerse, o kimsenin hanımına yaklaşması haram olur, Kim söylediğinden dönecek olursa bu sefer zihâr keffâretînde bu-İunması gerekir. Çünkü yüce Al i ah: "Hanımlarına zihâr yapıp sonra da o sözlerinden dönenler eşleri ile temas etmezden evvel bir köle azad etmelidirler" diye buyurmuştur. İşte bu da zihâr keffâretinin, söylediğine tekrar dönmek ile birlikte oiması gerektiğinin, sadece o sözü söylemekle gerekmediğinin delilidir. Bu insanların hakkında yedi ayrı görüş ortaya koydukları, nisbeten müşkil bir konudur:
1- Burada "dönüş"den kasıt hanımı ile ilişki kurmayı kararlaştırmaktır. Ebu Hanife ve arkadaşlarının teşkil ettiği Iraklıların meşhur görüşü budur. Mâlik'ten de: Eğer hanımı ile ilişki kurmayı kararlaştırırsa bu bir dönüş olur, eğer böyle bir karar vermezse dönüş olmaz dediği rivayet edilmiştir.
2- Hanımıyla zihâr yaptıktan sonra onu nikâhı altında tutmaya karar vermektir. Bu da Malik'in görüşüdür.
3- Hem hanımını nikâhı altında tutmaya, hem de onunla ilişki kurmaya karar vermektir. Bu da Malik'in Muvatta adlı eserindeki görüşüdür. Malik yüce Allah'ın: "Hanımlarına zihâr yapıp sonra da o sözlerinden dönenler" buyruğu hakkında şöyle demiştir: Ben bunun tefsirinin şöyle olduğunu duydum: Erkek hanımına zihâr yapar, sonra da onunla ilişki kurup onu nikâhı altında tutmaya karar verirse (söylediğinden dönmüş) olur. Eğer buna dair karar verecek olursa, işte o vakit keffârette bulunması vacibtir. Şayet hanımını boşayıp onunla zihâr yaptıktan sonra nikahı altında tutmaya ve onunla ilişki kurmaya karar vermeyecek olursa, herhangi bir keffârette bulunma yükümlülüğü yoktur. Malik dedi ki: Eğer bundan sonra onunla evlenecek olursa, zihâr keffaretini yerine getirmedikçe ona dokunamaz.
4- Bundan kasıt bizatihi ilişki kurmaktır. İlişki kurmayacak olursa, bu, söylediğinden dönmek olmaz. Bu görüşü el-Hasen ve yine Malik ifade etmiştir.
5- İmam Şafiî (r.a) dedi ki: Bu zihârdan sonra onu boşama kudreti bulunmakla birlikte hanımını eş olarak nikâhı altında tutmasıdır. Çünkü zihâr yapmakla hanımının kendisine haram olmasını kastetmiştir. Hemen bunun arkasından talâkı verirse, bu sefer haram kılmak şeklinde başlattığı işin aksini yapmış ölür. Bu durumda da ona keffâret düşmez. Şayet talâkı vermeyecek olursa, bu sefer daha önceki haline dönmüş olur. Bu durumdu da ona keffâret düşer.
6- Zihâr keffâretten başka hiçbir şeyin ortadan kaldırmadığı bir haramlı-ğı gerektirir. Bu görüşü kabul edenlerin kanaatine göre dönmek daha önceden yerine getireceği bir keffâret ile olmadıkça, onunla ilişki kurmayı mubah kıimaması demektir. Bu açıklamayı da Ebu Hanife, onun mezhebine nıen-sub ilim adamları ve el-Leys b. Sa'd ifade etmişlerdir.
7- Bundan kasıt, zihârı lafzı ile tekrarlamaktır. Bu ise kıyası kabul etmeyen zahirilerin görüşüdür, Bunlar derier ki: Şayet zihâr lafzını tekrar söylerse işte "dönüş" budur. Eğer söylediğini tekrarlamazsa dönüş olmaz. Bu açıklama Bukeyr b. el-Eşec, Ebu'i-Âlİye ve yine Ebu Hanife'ye de isnad edilir. el-Ferra'nın kabul ettiği görüş de budur, Ebu'l-Âliye de şöyle demektedir: .Âyetin zahiri onun lehine tanıklık etmektedir. Çünkü yüce Allah: "Sonra da o sözlerine dönenler" diye buyurmaktadır ki, daha önce söyledikleri söze dönenler demektir. Ati b. Ebi Ta İha da, İbn Abbas'tan yüce Allah'ın: "Hanımlarına zihâr yapıp sonra da o sözlerinden dönenler" buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bu kişinin hanımına: Sen benim için annemin sırtı gibisin, demesidir. Ona bu sözü söyledi mi artık zihâr keffâretini yerine getirmedikçe hanımı tekrar ona helâl olmaz.
İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu zihâr lafzını tekrar söylemektir, diyenlerin görüşleri kafi olarak batıldır ve Bukeyr'den böyle dediği sahih olarak rivayet edilemez. Bunun Davud ve onun taraftarı olanların, bilgisizce iddialarına benzeme ihtimali daha büyüktür. Zihâr yapanların başından geçen olaylar rivayet edilmiş bulunmaktadır. Onların keffârette bulunmalarından sözedilirken herhangi bir şekilde sözlerini tekrarlamalarından sözedilmemiştir. Aynı şekilde buyruğun anlamı da bu görüşü çürütmektedir. Çünkü yüce Allah bu sözü çirkin ve yalan bir söz olarak nitelendirmiştir. O halde sen o haram sözü tekrarlayıp yasak olan sebebi bir daha söyleyecek olursan, bu takdirde sana keffareti yerine getirmek vâcib olur nasıl denilebilir? Bu aklen kabul edilemez bir şeydir. Diğer taraftan keffareti gerektiren herbir sebeb te -ister öldürmek, ister ramazan orucunda hanımıyla ilişkide bulunmak, ister başka bir sebeb olsun- bunun tekrarlanması şartının olmadığı da bilinen bir husustur.
Derim kî (İbnu'l-Arabi'nin): "Bu Davud'un ve onun taraftarlarının cahilce iddialarından birisi gibidir" şeklindeki ifadesi Davud'a karşı ağır bir ifadedir. Çüniçü Davud'un bu görüşünü, belirttiğimiz kimseler de ifade etmiştir,
İbnu'l;Afabî devamla dedi ki: Şafiî'nin: Güç yetirmekle birlikte talâkı ler-ketmektir, şeklindeki görüşünü ise üç temel nokta çürütmektedir. Birincisi yüce Allah: "Sonra" diye buyurmuştur ki, bu da zahiri itibariyle terahiyi (arada bir süre geçirmeyi) gerektirmektedir. İkincisi yüce Allah'ın: "Sonra... dönenler" buyruğu belirli bir fiilin varlığını ve zamanın geçmesini gerektirmektedir ki, zamanın geçmesi kişinin kendi fiili değildir. Üçüncü husus ric'î talâk nikâh altında kalmaya aykırı değildir. Dolayısıyla îfâ'da olduğu gibi, zi-hârın hükmünü kaldırmaz.
Şayet: O hanımını anne gibi görecek olursa, onu nikâhı altında tutamaz. Zira annenin nikâh altında tutulması sahih değildir, denilecek olursa -ki bu Mâverâu'n-Nehir âlimlerinin dayanak noktasıdır- şöyle deri?: Söylediğinin aksini kararlaştıracak ve hanımını annesinden farklı bir durumda görmeye başlayacak olursa, artık keffârette bulunur ve hanımına geri döner.
Bu görüşün tahkiki şudur: Karar vermek manevi olarak bir sözdür. Böyle bir kişi, helâl kılmayı gerektiren bir söz söylemiş, olur ki bu da nikâhtır. Diğer taraftan haram kılmayı gerektiren bir söz söylemiştir ki, bu da zihâr-dır. Daha sonra söylediğine -ki bu da helâtkılmaktır- geri dönmüştür. Böy-lesinin onun tarafından bir akit başlangıcı olması doğru olamaz. Çünkü akit bakidir, geriye sadece daha önce taşıdığı inanca ve içinden söylediği ve: Sen benim için annemin sırtı gibisin, sözleri ile haber vermiş olduğu hususa aykırı karar vermek anlamında bir sözdür. İşte bu durum ortaya çıktığı takdirde keffârette bulunur ve hanımına geri döner. Çünkü yüce Allah: "Eşleri İle temas etmezden evvel" diye buyurmuştur. Bu ise kendi alanında son derece yetkin ve yeterli bir açıklamadır. [38]
Kimi tevil alimleri şöyle demişlerdir: Âyet-i kerimede takdim ve tehir vardır. Anlamı da şudur: "Hanımlarına zihâr yapıp sonra da" daha önceki halleri üzere cimaa "dönenler* söyledikleri sebebiyle "bir köle azad etmelidirler" yani o söyledikleri sözlerden ötürü onların üzerine bir köle azad etmek düşer. Buna göre yüce Allah'ın: "Sözlerinden" buyruğundaki cer harfi (olan kesreli lâm), mübtedânın haberi durumunda olan hazfedilmiş bir ifadeye taalluk etmektedir. Bu da; "Üzerlerine... düşer" lafzıdır. Bu açıklamayı el-Ahfeş yapmıştır.
ez-Zeccâc dedi ki: Anlam şöyledir: Sonra o söyledikleri sözlerden ötürü cima' etmek isteğine geri dönenler... Anlamın şöyle plduğu da söylenmiştir: Cahiliye döneminde hanımlarına zihâr yapıp da .sonra cahiliye döneminde söyledikleri şeylere İslâmda tekrar dönen kimselerin keffâreti bir köle azad etmektir.
el-Ferrâ dedi ki: Burada "lam; "..den, dan" anlamındadır. "Sonra da söylediklerinden dönerek cima yapmak isteyenler..." demektir.
el-Ahfeş dedi ki: " ve Sözlerine (mealde: sözlerinden)" aynı anlamdadır. Zaten bu iki cer harfinin biri diğerinin yerine kullanılabilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizi buna ileten Allah'a hamdolsun" (el-A'raf, 7/43) diye buyurmakta (ve burada "lam" harfini kullanmakta iken) bir başka yerde: "Onlara cehennemin yolunu gösterin" (es-Sâffât, 37/23) diye buyurmakta (ve burada da "lâm"ınfyerine "ila" harf-i cerrini kıtllanmakta)dır. Yine yüce Allah: "Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir" (ez-Züzâl, 99/5) diye buyurmakta (ve "lam" harfini kullanmakta iken) bir başka yerde de Nuh'a şöyle vahyolundu" (Hûd, 11/36) diye buyurmakta ve ("ilâ" harfini kullanırı akta) dır. [39]
"Bîr köle âzad etmelidirler71 buyruğunda bu gibi kimselere köle âzad etmek düşer denilmektedir: Onu özgürleştirdim" demektir.
Diğer taraftan âzad edilecek bu kölenin eksiksiz, her türlü kusurdan U2ak olması icab eder. Malik ve Şafiî'ye göre bu kölenin müslüman olması eksiksiz olmasının bir parçasıdır. Tıpkı öldürme keffâretinde âzad edilecek kölede olduğu gibi. Ebû Hanife ve arkadaşlarına göre ise kâfir bir köle de, mükatebe ve buna benzer kölelik şaibesi bulunan bir kölenin âzad edilmesi yeterlidir. [40]
İki yarımşar köle âzad edecek olursa bize (Mâlikî mezhebine) ve Ebû Ha-nife'ye göre yeterli değildir. Şafiî yeterli olur, demiştir. Çünkü iki yarımşar köle, tam bir köle hükmündedir. Diğer taraftan âzad etmek suretiyle keffâret, mal ile gerçekleşir. O halde tıpkı yemek yedirmekte olduğu gibi bunun da kısımlara ve parçalara bölünmesi mümkündür.
Bizim delilimiz: "Bitf köle âzad etmelidir* buyruğudur. Bu ise bir tek kişiyi ifade eden bir isimdir. Kölenin bir parçası ise tam bir köle değildir. Böyle bir şey çeşitli parçaların biraraya getirilmesi suretiyle toplam (telfîk' yapılabilecek işlerden değildir. Zira bir köle âzad etmeye taalluk eden bir ibadette, iki ayrı kölenin yarımlarının onun yerini tutması sözkonusu değildir.
Bunun asıl dayanağı da iki ayrı adamın, iki ayrı kurbanda ortaklığı meselesidir. (İki kişi yarımşardan iki ayrı kurbanda ortak olurlarsa İkisinin de kurbanı olmaz.) Diğer taraftan bir kimse iki ayrı adama kendisinin yerine hac yapmalarını emredecek otursa bunlardan birisinin haccın yarısını yerine getirmesi caiz olmadığı gibi, bu da böylece caiz olmaz. Ayrıca bir kimse bir köle satın alınıp, yerine âzad edilmesini vasiyet edecek olursa, onun adına iki yarım kölenin âzad edilmesi caiz değildir. İşte bizim bu meselemizde de durum böyledir, böylece onların delili de bâtıl olur. Yemek yedirmek ve başka şeyler ise keffarette -bize göre- parçalanma, bölünme kabul etmezler. [41]
"Eşleri İle temas etmezden evvel" buyruğu gereğince zihâr yapan kocanın keffârette bulunmadan Önce hanımı ile ilişki kurması caiz değildir. Eğer keffâretten önce hanımıyla ilişki kuracak olursa günah kazanır, asi olur, bununla birlikte keffâreti de düşmez. Mücahicİ'den keffâreti yerine getirmeye başlamadan önce ilişki kuracak ulursa, bir keffârette daha bulunması gerekir dediği nakledilmiştir.
Başkalarından rivayet olunduğuna göre de zihâr dolayısıyla yerine getirilmesi farz olan keffâret (keffâreti yerine getirmeden önce ilişki kurması halinde), üzerinden düşer ve asla bir şey gerekmez. Çünkü yüce Allah keffâreti temas etmeden önce farz kılmış ve yerine getirilmesini emretmiştir. Eğer bu keffâreti hanımı ile temas edinceye kadar erteleyecek olursa vakti geçmiş olur.
Sahih olan keffâretin sabit olacağıdır. Çünkü o hanımına temas etmek suretiyle bir günah işlemiş olur. İşlediği bu günah ise keffâreti kaldırmaz. Tıpkı bir namazı vaktinden sonraya bırakması halinde olduğu gibi, kaza yoluyla bu keffâreti yerine getirir. Evs b. es-Sâmit ile ilgili hadiste belirtildiğine göre: o Peygamber (sav)'a hanımı ile ilişki kurduğunu haber verdiğinde Peygamber ona keffârette bulunmasını emretmiş idi.[42]
Bu da açık bir nastır. Bu keffâretin köle âzad etmek, oruç tutmak yahut yemek yedirmek suretinde yerine getirilmesi arasında herhangi bir fark yoktur.
Ebû Hanife dedi ki: Eğer keffâretini yemek yedirmek suretiyle yerine getirecek ise önce hanımına temas etmesi, sonra da yemek yedirmesi caizdir. Temasın dışında öpmek, tenlerin dokunması ve lezzet almak ise, ilim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre haram değildir. el-Hasen ve Süfyan da böyle demiştir. Şafiî mezhebinin sahih görüşü de budur.
Bütün bunların haram olduğu ve hepsinin de temas etmek anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu da Malik'in görüşü ve Şafii'nin bu husustaki iki görüşünden birisidir. Daha önce geçmiş bulunmaktadır. [43]
"İşte size bununla öğüt veriliyor." Size bu emrediliyor. "Allah" keffâreti yerine getirmek ve başka türden bütün "yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır." [44]
Azad etmek için köle ve onun bedelini bulamayan yahııtta köleye sahib olmakla birlikte o kölenin hizmeti dolayısıyla ona ileri derecede ihtiyacı bulunan, yahut köle bedelini elinde bulundurmakla birlikte o bedele nafakası dolayısıyla ihtiyacı olan yahut meskeni bulunmakla birlikte başka bir meskeni ohnayıp, onun dışında herhangi bir şeyi de bulunmayan kimsenin, Şafiî mezhebine göre oruç tutmak hakkı vardır.
Ebû Hanife dedi ki: Böyle bir kimse oruç tutmaz, onun köle âzad etmesi gerekir. İsterse buna ihtiyacı bulunsun.
Malik dedi ki: Böyle bir kimsenin evi ve hizmetçisi varsa, köle âzad etmesi gerekir. Şayet köle âzad etmekten âciz olursa, durum ne olur? Bu da bir sonraki baslığın konusudur. [45]
Bu durumda kesintisiz İki ay oruç tutması gerekir. Eğer mazeretsiz olarak arada orucunu açacak olursa tekrar baştan başlar.
Şayet yolculuk ya,.da_hastalık gibi bir mazeret sebebiyle orucunu açacak olursa, kalanı tamahlar denilmiştir. Bu İbnu'l-Müseyyeb, el-Hasen, Ata b. Ebi Rebah, Amr b. Dinar ve eş-Şa'bî'nin görüşüdür. Şafiî'nin bu husustaki iki görüşünden birisi de böyledir. Mezhebinin sahih olan görüşü de budur.
Malik ise şöyle demiştir: Zihâr keffâreti orucunu tutarken hastalanacak olursa, iyileştiği vakit tamamlar.
Ebû Hanife -Allah ondan razı o!sun-'nin görüşüne gelince, yeni baştan başlar. Şafiî'nin bu husustaki iki görüşünden birisi de budur. [46]
Oruca başladıktan sonra köle âzad etme imkânını bulursa, orucunu tamamlar ve bu, keffâret olarak -Malik ve Şafiî'ye göre- ona yeterli gelir. Çünkü oruca başladığı sırada o bununla emrolunmuş idi.
Ebû Hanife ve mezhebine mensub ilim adamlarına göre ise oruca son verir ve köle âzad eder. Bunu da ay hesabı ile iddet bekleyen küçük yaştaki kadının iddetinin bitmesinden Önce (ay hali) kanı görmesine kıyas ederek söylemişlerdir. Bu durumdaki bir kadın bütün ilim adamlarının icmaı ile baştan ay hali hesabı iie iddet bekler.
Oruç tutarken bir yolculuğa başlayıp ta orucunu açacak olursa Malik, Şafiî ve Ebû Hanife'ye göre oruca yeniden başlar. Çünkü yüce Allah: "Aralıksız iki ay" diye buyurmaktadır. Hasan-ı Basrî'nin görüşüne göre ise kaldığı yerden devam eder. Çünkü bu bir mazerettir ve Ramazana kıyasen de bu böyledir. Şayet Bayram ve Ramazan orucu gibi keffâret orucu tutması helâl olmayan bir zaman girecek olursa, bu oruç keffâreti de kesilmiş olur. (Yani -kesintisizliği kesintiye uğrattığından- oruca yeniden bağlar.) [47]
Zihârda bulunmuş bir kimse iki ay keffâret orucu tutarken gündüzün ilişki kuracak olursa, Şafiî'nin görüşüne göre kesintisizlik şartı bâtıl olur. Geceleyin ise bu şarta bir zarar gelmez, çünkü geceleyin oruç zamanı değildir. Malik ve Ebû Hanife ise şöyle demişlerdir: Her durumda orucu batıl olur ve keffâret orucuna yeniden başlaması icab eder. Çünkü yüce Allah: "Eşleriyle temas etmeden önce" diye buyurmaktadır. Bu ise iki ayın tamamına ve bu iki ayın kısımlarına ait bir şarttır. Bu iki ay tamamlanmadan önce ilişki kuracak olursa, o takdirde bu emrolunduğu bir oruç olmaktan çıkar ve bundan dolayı o orucuna yeniden başlaması icab eder. Nitekim birisine: Zeyd ile konuşmadan önce namaz kıl, diyecek olsa, o da namaz esnasında Zeyd ile konuşursa yahutta ona: Zeyd'i görmeden önce namaz kıl, deyip de namaz esnasında onu görecek olursa namazına yeniden başlaması gerekir. Çünkü bu namaz, kılmakla emrolunduğu namaz değildir. İşte bu da böyledir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [48]
Bir kimsenin hastalığı iyileşmesi umulmayacak şekilde uzayıp gidecek olursa, bu kişi yaşlılıktan dolayı (oruç tutmaktan) âciz kimse durumundadır. Böyle birisinin oruç tutmak suretiyle keffârette bulunmayı geçerek, yemek yedirmek suretiyle keffârette bulunması caizdir. Şayet hastalığı iyileşmesi umulan türden olup da hanımı ile ilişki kurmaya ihtiyacı ileri dereceye ulaşacak olursa, oruç tutma gücünü elde edinceye kadar iyileşmeyi beklemeyi tercih etme hakkına sahiptir. Eğer yemek yedirmek ile keffârette bulunup oruç tutmaya güç yetirmeyi beklemeyecek olursa, bu da onun için yeterli olur. [49]
Eli darken zihâr yaptıktan sonra bolluğa erişen bir kimsenin oruç tutması yeterli olmaz. Zenginken zihâr yaptıktan sonra keffârette bulunmadan önce fakir düşen kimse de oruç tutar. Çünkü keffârette bulunacağı günkü haline bakılır. Şayet yokiuk halinde ve eli dar iken hamım ile ilişki kurup da zengin oluncaya kadar oruç tutmayacak olursa, bu durumda köle âzad etmesi gerekir. Eğer oruca başladıktan sonra varlık sahibi olursa, şayet orucu üzerinden bir cuma (bir hafta) gibi ve buna yakın uygun bir süre geçmiş bulunuyor ise orucuna devam eder. Eğer bir iki gün ve buna yakın süre oruç tutmuş ise, oruç tutmayı bırakır ve köle âzad etmeye döner. Bununla birlikte bu onun İçin vacib değildir. Nitekim bir kimse teyemmüm ile namaz kılmaya başlamışken su ile karşılaşacak olursa -Malik'e göre- namazını kesip yeniden abdest almaya kalkışması vacib değildir, [50]
İki ayrı zihâr keffâreti yahut öldürme ya da Ramazan ayında oruç açmak keffâreti adına iki köle âzad edip, bu kölelerin herbirisini ik,i keffâret adına ortak âzâd edecek olursa, bu onun için yeterli olmaz. Bu iki ayrı keffârec adına tıpkı tek bir köle âzâd etmiş kimse gibidir. Aynı şekilde her iki keffâret adına toplam dört ay oruç tutarsa yine yeterli olmaz. Herbir keffâret için ayrı ayrı iki ay oruç tutmahdır. Bunun yeterli olacağı da söylenmiştir.
Eğer iki hanımına zihâr yapıp da tayin etmeksizin onlardan birisi için bir köle âzâd edecek olursa, ikinci bir keffârette daha bulunmadan iki hanımından herhangi birisi ile ilişki kurması caiz olmaz. Eğer keffâreti herhangi birisi içindir, diye tayin edecek olursa, ikinci keffârette bulunmadan önce keffâreti kendisi için tayin ettiği hanımı ile ilişki kurması caiz olur.
Şayet dört tane hanımına zihâr yapacak oktp da onlar adına üç köle âzâd edip, iki ay da oruç tutarsa, köle âzâd etmesi de oruç tutması da yeterli olmaz. Çünkü o bu durumda herbir keffâret için onbeş gün oruç tutmuş sayılır. Eğer yemek yedirmek suretiyle onlar adına keffârette bulunacak olursa, hepsi için ikiyüz tane yoksul yedirmesi caiz olur. Şayet güç yetiremeyecek olursa köle âzâd edip, oruç tutmaktan farklı olarak bunları dağınık yapabilir. Çünkü iki ay oruç dağıtılamaz, fakat yemek yedirmek dağıtılabilir.
Altı başlık ihtiva eden bir bölüm [51]
Yüce Allah, burada keffâreti sıralanmış şekliyle sözkonusu etmektedir. Dolayısıyla köle âzâd etmekten âciz olunmadıkça oruç tutmaya imkân yoktur. Aynı şekilde oruç tutamama sözkonusu olmadıkça yemek yedirmeye kalkışmak sözkonusu olmaz. Oruç tutacak gücü olmayan kimsenin altmış tane yoksulu yedirmesi gerekir. Herbir yoksula Peygamber (sav)'ın müddu ile iki müd[52] verilir. Eğer Hişam müddü ile bir müd verecek olursa -ki bu da bir müd ile üçte bir müd kadardır- yahut Peygamber (sav)'ın müddü ile birbu-çuk müd yedirecek olursa bu da onun için yeterli gelir.
Ebû Ömer b. Abdi't-Berr dedi ki: Bunun faziletli olanı Peygamber (sav)'ın müddu ile iki müd yedirmektir. Çünkü yüce Allah zihâr keffâretinde 'Ailenize yedirdiğinizin orta yollusundan" (el-Mâide, 5/89) diye buyurmaınıştır. O halde yedirilmesi vacib olan miktaiojM yoilu doyuracak kadardır.
Îbnu'l-Arabi dedi ki: Mâlik, İbnu'l-Kasırn ve İbn Abdİ'l-Hakem'in rivayetlerine göre şöyle demiştir: Hişam müddu ile bir müd (yedirir). Bu da burada doyuracak kadardır. Çünkü yüce Allah burada mutlak olarak yemek yedirmekten sözetmiş, "orta yollu" olmasını sözkonusu etmemiştir. Eşheb'in rivayetinde de şöyle demektedir: Peygamber (sav)'in müddü ile iki müd (yedirir). Ona: Sen Hişam'ın müddü İle dememiş miydin? diye sorulunca, o: Evet şu kadar var ki Peygamber (sav)'ın müddü ile iki müd yedirmek benim daha çok sevdiğim bir şeydir. Aynı şekilde Îhnu'l-Kasım da ondan yaptığı rivayetinde böyle demektedir.
Derim ki: İbn Vehb ve MutarriPin Malikten yaptığı rivayet te böyledir: Buna göre o herbir yoksula Peygamber (sav)'ın müddü île iki müd verir. Ebû Hanife ve mezhebine mensub ilim adamlarının görüşü de böyledir.
Şafiî ve diğerlerinin görüşüne göre ise herbir yoksula bir müd verir. Bundan daha fazlasını vermesi de gerekmez. Çünkü o yemek yedirmekle.kef-fârette bulunmaktadır. Müdden fazlasını harcama yükümlülüğü yuktur. Bunun asıl dayanağı ise ramazanda oruç yeme keffâreti ile yemin keffâretidir.
Bizim delilimiz ise yüce Allah'ın: "O zaman altmış yoksul doyurmalıdır" buyruğudur. "Doyurmak" lafzının mutlak olarak kullanılması karnı doyurmayı kapsar. Bu ise adeten ona bir şeyler ilave etmedikçe tek bir müd ile gerçekleşmez, Eşheb de böyle demiştir; Malik'e: Bize ve size göre "doymak" farklı mıdır? diye sordum, o evet dedi. Bize göre doymak Peygamber (sav)'ın müddü ile bir müddür. Size göre ise doymak bundan daha fazladır. Çünkü Peygamber (sav) sizi kapsamaksızın bize bereket ihsan edilmesi için dua etmiştir. O bakımdan sizler bizim yediğimizden fazlasını yersiniz.
Ebû'l-Hasen eİ-Kâbisî dedi ki: Zihâr keffâretinde Medinelilerin Hişam müddünü esas almalarının sebebi, yüce Allah'ın çirkin ve yalan bir söz söylediklerine tanıklık etmiş olduğu zihâr yapanların cezasını arttırmak içindir.
İbnu'l-Afabî dedi ki: Burada gördüğünüz gibi Hişam müddünden sözedil-mektedir. Zamanın onun adının anılmasını ortadan kaldırmasını, adının kitaplardan silinmesini çok arzu ederdim. Çünkü vahyin indiği, Allah Rasûlü-nün karar kıldığı aralarında zihânn yapılıp haklarında: "... O zaman altmış yoksul doyurmalıdır" diye buyurulmuş olan Medine ahalisi bunun ne demek olduğunu anlamışlar, bundan maksadın ne olduğunu bilip, bu maksadın da karnın doyurulması olduğunu iyi biliyorlardı. Bunun miktarı da onlarca bilinen ve kabul edilen bir husustur. 13u doymak haberlerde çokça va-rid olmuş ve hidayet bulmuş Râşid halifeler döneminde bunun üzere hal devam edip gitmiştir. Bu hal şeytan, Hişam'ın kulağına bir şeyler fısıldayınca -ya kadar öylece devam etti. O da Peygamber (sav)'ın müddünün kendisini de emri altında bulunan ve kendisine denk olanlardan benzeri herhangi bir kimseyi de doyurmadığını gördü. Bunun üzerine şeytan kendisine, kendisini doyuracak miktarı ihtiva edecek bir müd edinmesini süsleyip gösterdi. O da bir müddü iki rıtıl olarak değerlendirip, insanları da bunu kabul etmeye mecbur etti, Bu miktar nemlenecek olursa, yaklaşık üç rıtıl kadar olur. Bunun sonucunda o (Hişam) Peygamberin sünnetini değiştirip, bereketin mahallini ortadan kaldırmış olmaktadır.
Peygamber (sav) Medinelilere müdlerinde ve salarında -tıpkı Mekke'de İbrahim'e bereket ihsan ettiği gibi- bereketlerinin kalması için dua ettiğinden ötürü bereket Peygamber (sav)'ın duası sebebiyle onun müddünde cereyan ediyordu. Bu bakımdan şeytan, bu sünnetin değiştirilerek bu bereketin ortadan kaldırılması için çalışıp durdu. Onun bu arzusunu ise Hişam'dan başka kabul eden olmadı. Dolayısıyla ilim adamlarının onun adını sözkonusu etmemeli ve bu husustaki kayıtlardan adlarını -eğer uygulamasını değiştirme-seler dahi- silmeleri gerekir. Ahkâm ile ilgili hususlarda onu anarak göndermelerde bulunup yüce Allah'ın ve Rasûlünün zikrettiği hususlara açıklama getirecek bir konuma yükseltmeleri -bu vahyin kendilerine inmiş olduğu as-hab nezdinde açıkça bilinen bir şey iken- çok büyük bir musibettir. Bundan dolayı zihâr keffâretiyle ilgili Eşheb'in rivayetinde Peygambertsav)'ın müddü ile iki müddün sözkonusu edilmesini biz, bunun Hişam müddü ile yerine getirileceğini belirten rivayetten daha çok severiz. Nitekim Malik'in Eşheb'e söylemiş olduğu şu sözleriyle bu bilgiye nasıl dikkat çektiğine dikkat edelim; Bize göre doymak Peygamber (sav)'ın müddü üedir. Size göre doymak ise daha fazlasıyla olur. Çünkü Peygamber (sav) bizim için bereket iie duada bulunmuştur. Ben de (İbnul-Arabi) böyle diyorum. Çünkü ibadet sünnete uygun olarak eda edilecek olursa, eğer bedeni bir ibadet İse daha çabuk kabul edilir. Eğer mali bir ibadet ise onun azı bile mizanda daha ağır basar, onu alanın elinde daha mübarek olur, ağzında daha hoş tat verir, karnındaki rahatsızlığı daha az olur, onun kalıbını dik tutma imkânı daha ileri derecede olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [53]
Malik ve Şafiî'ye göre altmış yoksuldan daha azma yemek yedirmesi yeterli olmaz. Ebû Hanife ve mezhebine mensub ilim adamları ise şöyle demişlerdir; Şayet sayıyı tamamlayıncaya kadar hergün bir yoksula yarım sa' yemek yedirecek olursa bu onun için yeterli olur. [54]
Kadı Ebû Bekr Îbnu'l-Arabî dedi ki: Garib işlerden birisi Ebû Hanife'nin: Hür kimsenin hacr altına alınması batıldır deyip, buna yüce Allah'ın: "Bir köle âzad etmelidirler" buyruğunu delil göstermesidir. Bu görüşüyle o reşid ile sefih arasında fark gözetmemektedir. Fakat bu onun gibisine yakışmayan, oldukça zayıf bir fıkhı anlayıştır. Çünkü bu âyet-i kerime umumidir. Rasûlul-lah (sav)'ın ashabı arasında hacr ile hüküm vermek yaygın bir şeydi ve kıyas da bunu gerektirir. Küçüklük yahut velayet altında bulunmak dolayısıyla hacr halinde iken sefih olarak bulûğa eren bir kimseye inalının verilmesi yasaklanmıştır. Böyle bir kimsenin malında yapacağı uygulama nasıl geçerli olabilir? Bilindiği gibi has olan hüküm, umum ifade eden hükme hakimdir (ondan üstündür yani umumi hükmü tahsis eder.) [55]
Bazı ilim adamlarına göre zihâr hükmü, cahiliye döneminde görülen zi-hârın talâk olduğu şeklindeki uygulamayı neshedicidir. Bu anlamdaki açıklama İbn Abbas, Ebû Kîlâbe ve başkalarından rivayet edilmiştir. [56]
"Bu hükümler Allah'a ve Rasûlüne iman edesiniz dîyedir" buyruğu şu demektir: Bizim keffâret hususunda sözünü ettiğimiz bu ağır hüküm "... iman edesiniz diyedir,"
Yani Allah'ın bu emri verdiğini tasdik etmeniz içindir.
Kimi ilim adamı bu keffâretin yüce Allah'a iman etmek anlamında olduğuna delil göstermişlerdir. Çünkü yüce Allah bun» süzkonusu edip, farz kıldığını belirtince; "Bu hükümler Allah'a ve Rasûlüne iman edesiniz diyedir"
diye buyurmaktadır. Yani bu hükümler yüce Allah'a itaat edenler, O'nun sınırlan yanında durup onları aşmayan kimseler olasınız diyedir. Yüce Allah, böylelikle keffârette bulunmayı itaat ve yüce Allah'ın hududuna riayet olduğundan dolayı iman diye adlandırmaktadır. Böylelikle ona benzeyen herbir husus da iman(a delâlet eden)dir.
Şayet; Yüce Allah'ın: "Bu hükümler Allah'a ve Rasûlüne iman edesiniz diyedîr" buyruğu çirkin ve yalan bir söz olan zihâra dönmemeniz içindir, demek olduğu söylenecek olursa ona şöyle cevab verilir: Bunun da kastedilmiş olması mümkündür, birincisinin de kastedilmiş olması mümkündür, bu durumda anlam şöyle olur: Bunlar o çirkin ve yalan söze dönmeyesiniz diyedir. Aksine yüce Allah'a itaat olmak üzere bunları terkediniz. Çünkü O, bunları haram kılmış bulunmaktadır. Ayrıca kendisine zihâr yaptığınız hanımdan keffârette bulununcaya kadar uzak kalasınız, diyedir. Çünkü yüce Allah ona dokunmayı yasaklamış bulunmaktadır. Yüce Allah keffâreti emredip, sizin tarafınızdan bunun yerine getirilmesini ön gördüğü için de keffârette bulunuruz. Böylelikle bütün bunlarla siz, Allah'a ve Rasûlüne iman eden kimseler olursunuz. Çünkü bunlar sizin korumanız gereken sınırlardır, edâ etmeniz gereken itaatlerdir. Allah'a ve Rasûlüne itaat ise imandır. Başarı Allah'tandır. [57]
"Ve bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır." Yanı yüce Allah kendisine neyin isyan ve neyin itaat olduğunu açıklamış bulunmaktadır, O halde zihâr Ona bir masiyettir, keffâret ise Ona itaattir.
"Kâfirler için çok acıklı bir azab vardır." Yani yüce Allah'm hükümlerini tasdik etmeyen kimseler için cehennem azabı vardır. [58]
5. Muhakkak ki Allah ve Basûlü ile sınır yansına kalkanlar kendilerinden öncekilerin helak, hor ve hakir edildikleri gibi, hor ve hakir edildiler. Halbuki gerçekten apaçık âyetler indirmiştedir. Kâfirler İçin alçaltıcı bir azab vardır.
6. Allah, hepsini dirilteceği gün, ne yaptıklarını onlara haber verecektir. Allah onu bir bir saymış, onlarsa onu unutmuşlardı. Allah herşeye tanık olandır.
Yüce Allah, hududunu aşmayıp, orada duran müminleri sözkonusu ettikten sonra; "Muhakkak ki Allah ve Rasûlü ile sınır yarışına kalkanlar..." buyruğu ile Allah'ın hududlarını aşma yarışına kalkıp onlara aykırı hareket edenleri sözkonusu etmektedir,
Sınır yansına kalkışmak, sınırlarda düşmanlık ve muhalefet etmek" demektir. Bu (bu anlamıyla) yüce Allah'ın: "Bunun sebebi onların Allah'a veRasûlüne karşı gelmeleridir." (e\-Enfa\, 8/13) buyruğuna benzemektedir.
"Muhakkak ki Allah... ile sınır yarışına kalkanlar" Allah'ın dostlarıyla, velileriyle sınır yarışına kalkışanlar demektir. Nitekim haberde: "Kim benim bir dostumu küçük düşürecek olursa, Bana karşı savaş ilan etmiş demektir. "[59] diye buyurulmuştur.
ez-Zeccâc dedi ki: "Sınır yarışına kalkışmak" senin karşındakinin sınırına muhalif olan bir sınırda bulunmandır. Bunun asıl anlamı engel olmak, karşı çıkmak demektir. "Hadid: Demir" de buradan gelmektedir. Kapıcıya ;ıel-haddâd" denilmesi de buradandır.
"Oyfy- Helak, hor ve hakir edildiler" buyruğu hakkında Ebû Ubeyde ve el-Ahfeş: Helak edildiler. Katade: Kendilerinden öncekiler hor kılındıkları gibi, onlar da hor kılındılar diye açıklamalardır. İbn Zeyd: Azaba uğratıldılar, es-Süddî lanet olundular, diye açıklamışlardır.
el-Ferra dedi ki: Hendek günü bunlar öfkelendirildiler. Bedir günü diye de açıklanmıştır. Maksat müşriklerdir, münafıklar oldukları da söylenmiştir.
"Kendilerinden öncekilerin helak, hor ve hakir edildikleri gibi" buy-ruğundaki "hor ve hakir edildikleri" buyruğunun pek yakında bu hale getirilecekleri demek olduğu söylenmiştir. Bu yüce Allah'ın müminlere verdiği bir zafer müjdesidir. Buyruğun mazi lafzı ile gelmiş olması, haber verilen hususun pek yakında gerçekleşeceğini anlatmaktadır. Bunun Mezhiclilerin şivesinde böyle olduğu da söylenmiştir.
"Halbuki" kendilerinden öncekiler arasından Allah ve Rasûlü ile sınır yarışına kalkışanlar arasında yer alan kimselere neler yaptığımıza dair "gerçekten apaçık âyetler İndirmiş izdir, kâfirler için alçaltıcı bîr azab vardır."
"Allah'ın hepsini" erkek, kadın hepsini kabirlerinden aynı halde "dirilteceği gün" dünyada iken "ne yaptıklarını onlara haber verecektir" bildirecektir..
"Gün" lafzı "alçaltıcı bir azab" ile nasbedilmiştir. Yahutta o günün büyüklüğünü anlatmak üzere "hatırla ki" takdirindeki bir fiil ile nasbedilmiştir.
"Allah onu" kendileri hakkında amel defterlerinde "bir bir saymış, on-larsa onu unutmuşlardı." Ta ki bu yaptıklarını amel defterlerinde kendilerine hatırlatmcaya kadar. Bu onlara karşı getirilecek olan delilin daha kesin ve ileri bir delil olması içindir.
"Allah herşeye tanık olandır." Herşeye ınuttalidir. Herşeyi görür, hiçbir şey O'na gizli kalmaz. [60]
7. Görmedin mi ki Allah, gökte ve yerde olan herşeyi muhakkak bilir. Üç kişi fisüdaşmayıversîn, muhakkak O onların dördüncüleridir. Beş kişi oltnayıversinler, mutlaka O onların altıncılarıdır. İster bundan daha az veya daha çok olsunlar. Nerede bulunurlarsa bulunsunlar O, mutlaka onlarla beraberdir. Sonra kıyamet gününde kendilerine yaptıklarını haber verir. Gerçekten Allah herşeyi çok iyi bilendir.
"Görmedin mi ki Allah gökte ve yerde olan herşeyi muhakkak bilir."
Gizli ve açık hiçbir şey Ona gizli kalmaz.
"Üç kişi fısıldaşmayıversin" buyruğundaki: lafzı genel olarak *'ye" ile okunmuştur. Buna sebeb, ikisi (fiil ile fail) arasında bir başka lafzın bulunmasıdır. Ebû Cafer b. el-Ka'kâ', el-A'rec, Ebû Hayve ve İsa ise (daha önce geçmiş bulunan "görmedin mi ki" anlamındaki) fiilin müennes oluşu dolayısıyla te ile; diye okumuşlardır.
Fısddaşmak" gizlice konuşmak demektir. Bu mastar olup, mastar bazan sıfat olarak da kullanılabilir. O bakımdan: "Fısıldaşan topluluk", denilirken, aralarında fısıltı bulunan kimseler demektir. Yüce Al-jah'ın: "Onlar gizlice konuşurlarken" (el-İsra, 17/47) buyruğun da bu şekilde kullanılmıştır.
"Üç" lafzı, "Fısıltı" lafzının ona izafe edilmesi dolayısıyla cer île gelmiştir.
el-Ferra da "üç" lafzının "fısıltı" lafzının sıfatı olduğunu ve bundan ötürü cer ile geldiğini söylemiştir. Bununla birlikte "fısıltı" lafzını ona izafe etmek de mümkündür. Eğer mukadder bir fiil ile nasbedilecek olursa bu da mümkündür. Nitekim bu İbn Ebi Able'nin kıraatidir. O hem bu lafzı, hem de: "Beş" lafzını nasb ile hal olarak ve; "Fısıldaşıriar" fiilinin takdiri ile okumuşlardır. Bu fiilin takdirine sebeb i.se "fısıltı" anlamındaki lafzın ona delâlet etmesidir. Bu açıklamayı ez-Zemahştrî yapmıştır,
"Üç" anlamındaki lafzın "fısıltı" anlamındaki lafzın konumundan bedel olarak ref ile okunması da caizdir.
Diğer taraftan herbir sirâr (gizli konuşmak) bir necvâ (fısıldaşmak)dır denildiği gibi, şöyle de açıklanmıştır: Necvâ; üç kişinin kendi aralarında yalnızlık halinde bir şeyi gizlemeleri ve bunu kendi aralarında fısıltı halinde söylemeleridir, Sirâr; iki kişi arasındaki fısıldaşmadır, denilmiştir.
"Muhakkak O, onların dördüncüleridir." Onların neyi fısıldattıklarını bilir ve işitir. Buna âyetin "Allah'ın herşeyi bildiğini" belirtmekle başlaması ve yine âyetin "Allah'ın herşeyi bilen" olduğunun belirtilmekle sona etmesi delâlet etmektedir.
"Necvâ: Fısüdaşmak" lafzının: "Yerin tümsekçe olan kısımları" lafzından geldiği söylenmiştir. Birbirleriyle bu şekilde fısıldaşan iki kişi kendi sırlarını, kendi aralarında gizlice fısıldaşıriar. Onların bu hali de kendisine bitişik olan yerlere göre yerin nisbeten yüksek olan kısmının adeta yalnız başına kalmasına benzer. Bııyaığun anlamı da şudur: Yüce Allah'ın işitmesi herbir sözü kuşatır. Yüce Allah, kendisine zihâr yapan kocası hakkında tartışan kadının sözlerini dahi İşitmiştir,
"İster bundan daha az veya daha çok olsunlar" buyruğunda (lâ harflerinden sonra gelen isimlen) Sellâm, Yakub, Ebû'l-Âliye, Nasrve İsa: lafzının girmesinden önceki: "Fısıltı" lafzının mahalline atf ile ref ile okumuşlardır. Çünkü bunun takdiri "Fısıltı(sı) olmayıversin" şeklindedir. "Üç"[61] lafzının: "Daha azr laFzının mahalline göre merfu olması da mümkündür. Nitekim: "Lâ havle ve lâ kııvvetun illa billah" denilirken "havi" lafzının fetha, "kuvvet" lafzının ref ile okunması da böyledir. Mübtedâ olarak her ikisinin merfu okunması da caizdir. Tıpkı: "Lâ havlun ve lâ kuvvetun illa billah" demek gibi. Bu hususa daif açıklamalar yeteri kadanyla daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/254. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır, ez-Zühri ve İkrime ("daha çok" anlamındaki lafzı "peltek se" harfi yerine) "be" harfi ile "daha büyük" diye okumuşlardır. Ancak bu genel olarak "(peltek) se" ile ve "re" harfi lafza göre üstün olarak okumuşlardır ki cer konumundadır.
el-Ferra yüce Allah'ın: "Üç kişi fısıldaşmayıversin, muhakkak O, onların dördüncüleridir. Beş kişi olmayıversinler, mutlaka O, onların altıncılarıdır" buyruğu hakkında şunları söylemektedir: Anlaşılan mana ve sayı, maksat değildir. Çünkü yüce Allah az ya da çok olsun bütün sayıdaki şahıslarla birlikte olduğunu en iyi bilendir. Onların gizli olsun, açık olsun söyledikleri her-şeyi bilir, hiçbir şey O'na saklı kalmaz. Bundan dolayı yüce Allah birtakım sayıları sözkonusu etmeyip bazı sayılan süzkonusu etmekle yetinmiştir.
Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Onlar nerede olurlarsa olsunlar, yüce Allah da bir yerden başka bir yere geçmek yahut intikal etmek sözkonusu olmaksızın onlarla beraberdir. Bu buyruk, gizlice birtakım işler çevirmiş bir münafık topluluk hakkında inmiştir. Yüce Allah da bu buyruğu ile bunların kendisine gizii kalmadığını bildirmektedir. Bu açıklamayı İbn Abbas yap-mıştır.Katade ve Mücahid de: Yahudiler hakkında inmiştir, demişlerdir.
"Sonra kıyamet gününde kendilerine" iyi ya da kötü olsun "yaptıklarını haber verir" bildirir, "Gerçekten Allah herşeyi çok iyi bilendir." [62]
8. Kendilerine fısıldanmak yasaklandıktan sonra yine kendilerine yasaklanan şeylere dönen, günahı, düşmanlığı ve Peygambere isyanı fısıldanmakta olan kimseleri görmedin mi? Onlar sana geldiklerinde Allah'ın seni selamlamadığı sözlerle selamlar ve kendi aralarında derler ki: "Söylediğimiz sebebi ile Allah bize azab etmeli değil mi?" Cehennem yeter onlara. Oraya girecekler. O ne kötü'dönüş yeridir!
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: [63]
"Kendilerine fısıldanmak yasaklandıktan sonra... kimseleri görmedin mi" buyruğu hakkında şöyle denilmiştir: Bu, az önce de kaydettiğimiz gibi yahudilerle münafıklar hakkındadır. Müslümanlar hakkında olduğu da söylenmiştir.
İbn Abbas dedi ki: Bu kendi aralarında fısıtdaşarak giziice konuşan ve bu arada müminlere bakan ve birbirlerine göz kırpan yabudilerle, münafıklar hakkında inmiştir.
Müminler de şöyle diyorlardı: Bunlara bizim kardeşlerimiz ve yakın akrabalarımız olan muhacir ve ensardan bazılarının öldürüldüklerine yahut başlarına gelen bir musibet veya bozgunlarına dair bir haber ulaşmış olmalıdır. Bu da onların hoşuna gitmiyor, onları rahatsız ediyordu. Bunun neticesinde Peygamber (sav)'a şikâyetleri çoğaldı. Yüce Allah da onların fısıldaşmaları-nı yasakladı. Fakat bu işten vazgeçmeyince âyet-i kerime nazil oldu.
Mukatil dedi ki: Peygamber (sav) ile yahudiler arasında bir antlaşma vardı. Müminlerden bir kimse onlara uğradı mı kendi aralarında -o mümin kişi kötü bir takım zanlara kapılıncaya kadar- gizlice konuşuyorlardı. Bu sefer o da yoluna gitmekten vazgeçiyor, geri dönüyordu. Rasûlullah (sav) onlara böyle yapmamalarını söyledi ise de onlar vazgeçmeyince bu âyet-i kerime nazil oldu.
Abdurahman b. Zeyd b. Eşlem dedi ki: Bir kişi Peygamber (sav)'a geliyor, ondan bir ihtiyacını karşılamasını istiyor, onunla birlikte konuşuyordu. O dönemde oralarda savaş vardı. Böylelikle onu görenler Peygamber (sav) ile savaş, bir musibet yahut önemli bir iş hakkında konuştuğunu zannediyor, bun dan dolayı da korkuya kapılıyorlardı. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oidu. [64]
Ebû Said el-Hudrî rivayetle şöyle demektedir Bir gece konuşurken Rasû-lullah (sav) yanımıza çıkageldi ve dedi ki: "Bu fısıl daşma ne oluyor? Fısıldaş-mak size yasaklanmadı mı?" Bizler Ey Allah'ın RasCtlü! Allah'a tevbe ettik. Biz Mesih -Deccal'i kastediyor-'den korkumuz dolayısıyla onu sözkonusu ediyorduk. Peygamber şöyle buyurdu; "Size bence ondan daha da korkunç olanı haber vereyim mi?" Biz; Ver ey Allah'ın Rasûlü dedik, şöyle buyurdu: "(Bu) gizli şirktir. Kişinin, bir başkası burdadtr ve kendisini görüyor diye kalkıp amelde bulunmasıdır." Bunu el-Maverdî zikretmektedir[65]
Hamza, Halef ve Yakub'dan Ruveys "fısıldanmakta olan kimseler" anlamındaki buyruğu; diye, vezninde okumuşlardır. Bu Abdullah (b. Mesud) ve arkadaşlarının kıraatidir. Diğerleri ise, "Fısıldanmakta olan kimseler" diye; vezninde okumuşlardır. Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim yüce Allah'ın: "Birbirinizle fısıldaştığımz zaman" (9- âyet) i!e "fısıldaş-mayın" (9. âyet) buyrukları dolayısı ile bu okuyuşu tercih etmişlerdir.
Nehhas dedi ki: Sibeveyh; ile vezinlerinin aynı anlamda kullanılabildiklerini de nakletmektedir. "Davalaştılar" anlamındaki ile "çarpıştılar, savaştılar" anlamındaki, ile fiillerinde olduğu gibi. Buna göre bu iki okuyuş şekli de aynı anlamdadır.
"Günahı, düşmanlığı" buyruğunun anlamı yalan ve zulmü demektir. "Peygambere isyanı ona muhalefeti..." anlamındadır, ed-Dahhak, Mikahid ve Humeyct ise çoğul olarak: "Muhalefetleri..." diye okumuşlardır. [66]
"Onlar sana geldiklerinde Allah'ın seni selamlamadığı sözlerle selamlarlar" buyruğu ile yahudilerin kastedildiği hususunda, bu hususta rivayet nakledenler arasında görüş ayrılığı yoktur. Yahudiler Peygamber (sav)'a gelerek: "es-Sâmu aleyke: Ölüm sana olsun" derlerdi. Onlar bu sözleriyle zahiren selam söylediklerini ifade ediyorlar, fakat içten içe ölümü kastediyorlardı. Peygamber (sav) da: -Bir rivayete göre- "Aleyküm: (hayır) sizin üzerinize" diye; bir diğer rivayete göre ise: "Ve aleyküm: Sizin de üzerinize olsun': diye cevab verirmiş.
İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu buyruğun anlaşılması müşkildir. Onlar şöyle diyorlardı: Eğer Muhammed bir peygamber olsaydı, yüce Allah bizim ona hakaret edip onu küçümsememize rağmen bize mühlet vermemesi gerekirdi. Halbuki onlar yüce yaratıcının son derece Halım (bağışlayıcı, azabı erteleyici) olduğunu kendisine dahi dil uzatanları azablandırmakta acele etmediğini bilmiyorlardı. Ya Peygamberine dil uzatanların durumu ne olsun?
Sabit olduğuna göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Allah'tan daha çok eziyetlere sabreden hiçbir kimse yoktur. Müşrikler O'nun eşinin ve çocuğunun olduğunu iddia ederlerken O onlara afiyet veriyor, onları rızık-landırıyqr."[67] Yüce Allah, onların sırlarını açığa çıkarmak, gizlediklerini ortaya koyup onları rezil etmek ve Rasûlüne de mucize olmak üzere bu buyrukları indirdi.
Katade'den, onun da Enes'ten rivayetine göre bir yahudi Rasûlullah (sav)'ın ve ashabının yanına gelerek: es-Sâmıı aleyküm dedi. Peygamber (sav) onun söylediğine karşılık verdikten sonra: "Bunun ne söylediğinin farkında mısınız?" diye sordu. Onlar: Allah ve Rasûlü en iyi bilir, dediler. Peygamber: "O böyle dedi. Haydi onu bana geri çağırınız" diye buyurdu. Onu geri getirdiler. Peygamber: "Sen es-samu aleyküm dedin (öyle mi)?" diye buyurdu. O da Evet dedi. Peygamber (sav) bunun üzerine şöyle buyurdu: "Kİtab ehli size selam verdikleri takdirde siz de: Senin dediğin senin üzerine olsun, deyiniz." Bunun üzerine yüce Allah: "Onlar sana geldiklerinde Allah'ın seni selamlamadığı sözlerle selamlarlar" buyruğunu indirdi.[68] Derim ki: Tirmi-zi bu hadisi rivayet etmiş, olup, bu hasen, sahih bir hadistir demiştir.
Âişe'den de şüyle dediği sabit olmuştur: Yahudilerden birtakım kimseler Peygamber (sav)'a gelerek: Ey Ebû'l-Kasım es-sâmu aleyke dediler. Ben: es-sâmıı aleyküm ve Aliah size yapacağını yapsın, nitekim yapmıştır, dedim. Bu sefer Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Konuşma ey Âişe! Şüphesiz Allah çirkin sözü söylemeyi de, çirkin söze çirkin sözle karşılık vermeyi de sevmez." Ben Ey Albh'ın Rasûlü, onun ne söylediğini görmüyor musun? dedim. O: "Benini onların söylediklerini aynen karşılık olarak oniara söylediğimi ve: Ve aleyküm dediğimi görmüyor musun?" diye buyurdu.[69] Bunun üzerine şu; "Allah'ın seni selamlamadığı sözlerle selamlarlar" âyeti nazil oldu. Yani Allah sana selam vermişken, onlar: es-samu aleyke derler. "Sâm" ise ölüm demektir. Bu hadisi bu manasıyla Buhârî ve Müslim rivayet etmişlerdir.
Buharı ile Müslim'de Enes b. Malik (r.a)'ın rivayet ettiği hadiste şöyle denilmektedir: Peygamber (sav) buyurdu ki: "Kicab ehli size selâm verdikleri vakiL siz de: Ve aleyküm deyiniz."[70]
Rivayet böylece "vav"lı oiarak "ve aleyküm" şeklindedir. Bu hususta ilim adamları açıklamalarda bulunmuşlardır. Çünkü "atıf vav'ı" hükümde ortak kılmayı gerektirmektedir. Bunun gereği olarak onların bize beddua ederek ölümü istedikleri bu sözün kapsamına da girmemiz gerekmektedir. Yahutta bu "Seâmet; yani dinimizden usanmak" anlamına gelir. Nitekim: "Usandı, usanır, usanmak" denilir.
Bazılan.buradaki "vav" şairin şu mısraında olduğu gibi fazladan zikredilmiştir diye açıklamışlardır;
"Biz kabilenin evlerinin bulunduğu yeri geçip de vardığımızda."
Burada "vav'ı fazladan getirmiş bulunmaktadır.
Bazıları da buradaki "vav" istinaf (ifade başlangıcı) içindir, sanki ve's-sâ-mu akyküm demiş gibidir. Bazıları da: Bu atıf olmak üzere gelmiştir, bunun bize zararı yoktur. Çünkü bizim onlara bedduamız kabul olunur, ama onların bize bedduaları kabul olunmaz.
ez-Zübeyr'in rivayetine göre o Cabir b. Abdullah'ı şöyle derken dinlemiştir: Yahudilerden birtakım kimseler Rasûlullah (sav)'a selam vererek: es-Sâ-mu aleyke ya Ebe'l-Kasım dediler. Peygamber de: "Ve aleyküm" diye buyurdu. Âişe kızmış olarak: Onların söylediklerini duymadın mı? deyince, Peygamber şöyle buyurdu: "Evet, duydum. Ben de onlara karşılık verdim. Şüphesiz ki bizim onlara bedduamız kabul olunur, fakat onların bize bedduaları kabul olunmaz." Bunu da Müslim rivayet etmiştir[71]
"Vav"h rivayet hem mana itibariyle daha güzeldir hem "vav" ile gelen rivayet daha sahih ve daha meşhurdur.
Zimmet ehlinin verdiği selamının alınmasının hükmünün müslümanlann selâmını almak gibi vacib olup olmadığında ihtilaf edilmiştir. İbn Abbas, eş-Şa'bî ve Katade -bu husustaki emir dolayısıyla- vacib olduğu kanaatindedir.
Malik de Eşheb ve İbn Vehb'in kendisinden yaptıkları rivayete göre bunun vacib olmadığı kanaatini benimsemiştir. Ona göre şayet cevab verilecek olursa: Aleyke, denilir.
İbn Tavus'un tercihiğine göre ise onlara karşılık verilirken: "Alâke es-se-lamu" yani selam senden yükseğe çıkmıştır denilir. Mezhebimize mensub bazıları da şunu tercih etmişlerdir; "Sin" harfi kesreli olarak "es-silamu" denilir ki bu da taşlar demektir.
Malik'in görüşü sünnete uymak bakımından daha uygundur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Mesruk'un rivayetine göre Âişe (r.anhâ) şöyle demiştir; Peygamber (sav)'a bir grub yahudi gelerek: es-Samu aleyke ya Ebe'l-Kasım dediler. O da: "Ve aleykürn" dedi. Âişe: Ben de hayır es-sam ve ez-zam üzerinize olsun dedim. Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Ey Âİşe! Sen çirkin söz söyleyen bir kişi olma!" Âişe dedi ki: Onların ne söylediklerini duymadın mı? Peygamber: "Onların söylediklerini ben de onlara geri çevirip "ve aleyküm" demedin mi?" diye buyurdu. Bir rivayette de şöyle buyurdu: Âişe onların ne söyledikierini far-kelti ve Peygamber tebessüm etti. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) söyİe buyurdu: "Böyle deme ey Âişe! Çünkü yüce Allah çirkin söz söylemeyi ve çirkin söz söylemeye kalkışmayı sevmez." Ayrıca şunu da ilave etmekcedir Bunun üzerine şanı yüce Allah: "Onlar sana geldiklerinde Allah'ın seni selamlamadığı sözlerle selamlarlar" buyruklarını âyetin sonuna kadar indirdi.[72]
Hadiste geçen "es-samu" ile birlikte zikredilen "ez-zâmu" kelimesi kusur ve aysb demektir. Nitekim meselde: "Kusursuz güzel olmaz" denilir. Bu hemzeli de söylenir, hemzesiz de söylenir. Mesela: "Onu ayıpladı, ayıplar" denilir. İsm-i mefulü hemzeli olarak; diye gelir. Yüce Allah'ın: "Küçültülmüş, kınanmış ve kovulmuş olarak" (ei-A'raf, 17/18) buyruğu da buradan gelmektedir.
Hemzesiz olarak: diye de kullanılır.
"Ve kendi aralarında derler ki: Söylediğimiz sebebi İle Allah bize azab etmeli değil mi?" Yani onlar: Şayet Muhammed bir peygamber olsaydı, Allah bu söylediklerimiz sebebiyle mutlaka bizi azab ederdi. Allah niye bize azab etmiyor?
Bir başka açıklamaya göre onlar şöyle dediler: O bize karşılık vererek: "Ve aleykumü's-sâm" diyor. Sâm ise ölümdür. Şayet peygamber olsaydı, onun hakkımızdaki bedduası kabul olunur ve biz de ölürdük. Bu onların hayretlerini gerektiren bir konu idi. Çünkü onlar kitab ehli idiler ve peygamberlerin kızdırılabileceğini biliyorlar, buna karşılık niçin peygamberi kızdıranlara azabın acilen verilmediğini anlayamıyorlardı.
Yarın görecekleri bir ceza olarak "Cehennem yeter onlara!"
"O ne kötü dönüş yeridir!" [73]
9. Ey iman edenleri Birbirinizle fısıldattığınız zaman günah, düşmanlık ve Peygambere isyan İle fısıldaşmayın. İyiliği ve takvayı fısıldasın ve ancak huzurunda haşrolacağınız Allah'tan korkun.
"Ey İman edenleri Birbirinizle fısıldattığınız zaman" buyruğu müminler için bir yasak ifade etmektedir. Yani onlar kendi aralarında münafıkların ve yahudilerin yaptıkları gibi yapıyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah: "Ey iman edenler! Birbirinizle fısıldattığınız zaman" birbirinizle gizli konuştuğunuzda "...fısıldaşmayın" diye buyurdu, "Fısıldanmayın" şeklindeki okuyuş, genelin okuyuş şeklidir. Ancak Yahya b. Vessâb, Asım ve Ya-kub'dan rivayetle Ruveys: şeklinde den gelen bir nehy olarak okumuşlardır. (Birbirinizle gizli konuşmayın, demektir.)
"Günah, düşmanlık ve Peygambere İsyan ile fısüdaşmayın. İyiliği" itaati "ve takvayı" yani Allah'ın yasakladığı şeylerden iffetli davranarak uzak kalmayı "fısıldasın."
Buyruğun münafıklara hitab olduğu da söylenmiştir. Ey iman ettiklerini iddia edenler... demektir. Buyruğun, ey Musa'ya iman edenler... demek olduğu da söylenmiştir.
"Ve ancak huzurunda haşrolacağınız" âhirette huzurunda bir araya getirileceğiniz "Allah'tan korkun!" [74]
10. Fısıltı ancak şeytandandır. İman edenleri kederlendirmek içindir. Halbuki Allah'ın izni İle olmadıkça bu, onlara hiçbir zarar vermez. O halde müminler yalnız Allah'a tevekkül etsinler.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [75]
"Fısıltı ancak şeytandandır." Şeytanın süslemesinden ileri gelir,
"İman edenleri kederlendirmek içindir." Çünkü müslümanlann seriy-yelerde'zarar gördükleri kanaatine sahih olmuşlardı. Yahutta onlar (yani münafıklar) müslümanlara tuzak kurmak için toplantı yapıyorlardı. Kimi zaman Peygamber (sav) ile fısıl daşıyorlar, müslümanlar da Peygamber (sav)'ın nez-dinde kendilerini küçük düşürmeye çalıştıklarını sanıyorlardı.
"Halbuki Allah'ın izni" yani meşîeti, bir açıklamaya göre ilmi, İbn Ab-bas'tan rivayete göre de emri "İle olmadıkça bu" fısıidasma "onlara hiçbir zarar vermez. O halde müminler, yanlız Allah'a tevekkül etsinler." İşlerini yanlız Ona havale etsinler. Bütün durumlarını ve hallerini O'nun yardımına bıraksınlar. Şeytandan ve her türlü kötülükten O'na sığınsınlar. Çünkü kulu sınamak ve denemek maksadı İle vesveselerle şeytanı (kulunun üzerine) salan O'dur. Dilerse şeytanın tasallutunu ondan elbetteki uzak tutar. [76]
Buhari ile Müslim'de İbn Ömer'den rivayete göre Rasûiullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Üç kişi olduğu takdirde biri dışarıda tutularak iki kişi birbiriyle fısıldaşmasın."[77]
Abdullah b. Mesud'dan dedi ki; Rasûiullah (sav) şöyle buyurdu: "Üç kişi olduğunuz takdirde sair insanlarla karışıncaya kadar birisi dışarıda tutularak iki kişi kendi arasında -onu kederlendirmesinler diye- fısıtdaşmasınlar. "[78]
BU hadis-İ şerif fısıldanmanın yasak olduğu nihaj sınırı açıklamaktadır. Bu da üçüncü kişinin -İbn Ömer'in yaptığı gibi- kendisiyle konuşacak bir kimse bulmasıdır. Şöyle ki İbn Ömer bir kişi ile konuşurken bir diğeri onunla fı-sıldagmak isteği ile yanına geldi. Dördüncü bir kişiyi yanına çağırmadıkça onunla fısıldaşmadı. Ona ve birincisine: Siz bir kenara çekiliniz, dedikten sonra özel olarak konuşmak isteyen adam ile sessizce konuşmaya başladı. Bunu Mâlik, Muuatta'da rivayet etmiş bulunmaktadır.[79]
Aynı şekilde bu hadiste "onu kederlendirmemek için" buyruğu ile bunun gerekçesine de dikkat çekilmektedir. Yani o kişinin kalbine üzülmesine sebep teşkil edecek düşünceler gelebilir. Bu da içinden yapılan bu gizli konuşmanın kendisinin hoşuna gitmeyecek, kendisi hakkında olduğunu yahutta onların bu konuşmalarına kendisini de katmaya onu ehil görmedikleri için böyle konuştuklarını ya da buna benzer şeytanın telkin ya da nefsin vesveseleri insanın hatırına gelmesidir. Bütün bunlar ise kimsenin tek başına kalmasından dolayı ortaya çıkar. Eğer beraberinde bir başka kişi bulunacak olursa, bunlardan yana emin olur. Buna göre bu hususta bütün sayılar arasında fark gözetilmez. Dolayısıyla dört kişi bir kişiyi dışarda bırakarak, on ya da mesela bin kişi birisini dışarda bırakarak özel konuşmazlar. Çünkü böyle bir husus (yasaklamayı gerektiren husus) onun hakkında gerekçe olarak varlığını sürdürmektedir. Özellikle üç kişinin sözkonusu edilmesi ise bu anlamda bu işin gerçekleşebileceği en az sayının onlar olmasıdır. Hadisin zahiri bütün zaman ve halleri kapsar, tbn Ömer, Malik ve Cumhur'un kanaati de budur. Fısıldanılan konu ister bir mendub, ister mubah, isterse de vacib olsun farkutmez. Çünkü onun sebebiyle üzüntü ve keder ortaya çıkar. Bazıları da bunun tslâmın ilk dönemlerinde böyle olduğu kanaatindedirler. Çünkü bu münafıkların halinden görülen bir şeydi. Münafıklar müminleri dışarıda tutarak birbirleriyle fısıldamıyorlardı. İslam yayılınca bu da ortadan kalktı.
Kimi ilim adamı da şöyle demiştir: Böyle bir yasak kişinin karşıda kinden emin olmadığı yerlerdeki yolculuk haline özeldir. İkamet halinde ve insanların bulunduğu yerde ise bunun mahzuru yoktur. Çünkü böyle bir yerde kişi kendisine yardım edecekleri bulur. Halbuki yolculuk halinde böyle değildir. Yolculukta kişinin suikaste uğraması ve buna karşılık kendisine yardım edecek kimsenin bulunmaması ihtimali vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [80]
11. Ey iman edenler, toplantı yerlerinde size: "Yer açın" denildiğinde genişletin ki, Allah da size genişlik versin. "Kalkın" denildiğinde de kalkıverin ki, Allah sizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilenleri dereceler ile yükseltsin. Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: [81]
Yüce Allah, yahudilerin Hz. Peygambere Allah'ın selamlamadığı şekilde selam verdiklerini belirtip bundan dolayı onları kınadıktan sonra, Rasûlullah (sav) He birlikte mecliste otururken güzel edeb takınmayı; "Ey iman edenler, toplantı yerlerinde size: Yer açın denildiğinde genişletin ki..." buyruğu ile güzel edeb takınmayı emretmektedir. Tâ ki mecliste onun yerini daraltmasınlar. Ayrıca müslümanlara biri diğerine mecliste yer açsın diye birbirlerine karşılıklı şefkat gösterip, onlarla kaynaşmayı da emretmektedir. Böylece Rasûlullah (sav)'ın söylediklerini işitebilsinler, onu görebilsinler.
Katade ve Mücahid dediler ki: Ashab, Peygamber (sav)'ın meclisinde birbirleriyle yarışırlardı. Onlara birbirlerine yer genişletmeleri emrolundu. Bu açıklamayı t:d-Da[ıhâk da yapmıştır.
İbn Abbas dedi ki: Bundan kasıt savaşmak maksadıyla saf saf dizildiklerinde savaşmak üzere oturulan yerlerdir. el-Hasen ve Yezid b, Ebi Habib dedi ki: Peygamber (sav) müşriklerle çarpıştığında savaşmak ve şeni d olmak arzusu ciolayısı ile herkes kendisini öncelediğinden birbirlerine yer açmıyorlardı. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. Buna göre bu, yüce Allah'ın: "...salaşa elverişli yerlere..." (Âl-i İmran, 3/121) buyruğu gibidir.
Mukatil dedi ki: Peygamber (sav) Suffe'de idi. Cuma günü yer nisbeten da-ralıyordu. Peygamber (sav) da muhacir ile ensardan Bedir'e katılanlara özel ikramda bulunuyordu. Aralarında Sabit b. Kays b. Şemmâs'ın da bulunduğu Bedirlilerden bir grub geldiğinde, mecliste birtakım kimseler onlardan daha yakın oturmuş bulunuyorlardı. Bunlar Peygamber (sav)'ın karşısında ayakta dikildiler, kendilerine yer açılmasını beklediler, ancak onlara yer açılmadı. Bu Peygamber (sav)'a ağır gelince etrafında bulunan ve Bedir ehlinden olmayan kimselere. Bedir ehlinden olup ayakta duranlar sayısınca kişilere: "Ey filan kalk, sen ey filan kalk" demeye başladı. Bu da kaldırılanlara ağır geldi. Peygamber (sav) yüzlerindeki ifadeden hoşlanmadıklarım anladı. Münafıklar ayıplamaya koyularak: Bunlara karşı insaflı davranınadı. Halbuki onlar peygamberlerine yakm oturmayı arzu ettiklerinden o yere erken gelip oturmuşlardı, diyerek ileri geri konuştular. Bunun üzerine yüce Allah da bu âyet-i kerimeyi indirdi.
"Yer açın" lafzı yer genişletin demektir.
Filan kişi meclisinde kardeşine yer açtı, açar, yer açmak" denilir. "Geniş bir ülke, yer" tabirleri de buradan gelmektedir. "Bu hususta senin için geniş bir hareket imkânı vardır" tabiri de böyledir. fiili; "Engelledi, engeller" fiiline (vezin bakımından) benzemektedir. "Mecliste yer açtı" demektir. Yer geniş oldu, genişledi, genişler" demek olup bu da -vezin itibariyle benzemektedir, "Geniş bir mekân" ifadesi de buradan gelmektedir. [82]
es-Sülemî, Zirr b. Hubeyş ve ÂsınYı "Toplantı yerlerinde" diye okumuşlardır.
Katade, Davud, İbn Ebi Hind ve -ondan gelen farklı rivayet olmakla birlikte- el-Hasen; Size birbirinize yer açın denildiğinde" diye okumuşlardır. Diğerleri ise: Toplantı yerinde yer açın" diye okumuşlardır.
"Toplantı yerleri" diye çoğul okuyanlar "toplantı yerlerinde.., yer açın" buyruğunun herbir kimsenin bir yerinin olduğuna işaret etmesinden dolayıdır. Bununla savaşın kastedilmesi halinde de durum böyledir. Aynı şekilde Peygamber (sav)'ın mescidinin kastedilmiş olması da mümkündür. Çoğul gelmesi ise, her oturanın oturduğu ayrı bir yerinin oluşundan dolayıdır. Yine tekil olarak "oturma yeri" ile Peygamber (sav)'ın oturduğu yerin kastedilmiş olması da mümkündür. Cins isim kabul edilerek tekil kıfızla çoğul kastedilmiş olması ihtimali de vardır. Arapların: "dinar ve dirhem çoğaldı" sözlerinde olduğu gibi.
Derim ki; Âyet-i kerime hakkında sahih olan görüş, onun müslümanların hayır ve ecir kazanmak maksadı ile toplanıp biraraya geldikleri her toplan-u yeri hakkında umumi olduğudur. Bu toplantı yeri ister savaş toplanma yeri, ister zikir, isterse de turna günü için oturma yeri olsun. Şüphesiz herkesin önce geldiği yerde oturma hakkı daha Önceliklidir. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Her kim bir şeye başkasından daha önce erişecek olursa, o şeye kendisinin sahib olma hakkı daha çoktur."[83] Bununla birlikte yerini daraltıp yerinden çıkmasına sebep teşkil etmeyecek şekilde ve rahatsız olmayacak kadar da kardeşine yer genişletir.
Buhari ve Müslim'in İbn Ömer'den rivayetine göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Kişi bir başkasını yerinden kaldırarak sonra kendisi orada oturmasın."[84] Yine ondan yelen rivayete göre Peygamber (sav) bir kişinin yerinden kaldırılarak bir başkasının oraya oturmasını yasaklamıştır, fakat birbirinize yer açınız ve genişletiniz,[85] diye buyurmuştur.
İbn Ömer bir kimsenin yerinden kalkarak sonra da kendisinin onun yerine oturmaktan hoşlanmazdı. Buhârî'nin lafzı bu şekildedir.[86]
Bir kişi mesciddeki bir yerde oturduktan sonra, bir başkasının gelip yerine otursun diye o kimseyi yerinden kaldırması caiz değildir. Çünkü Müslim, Ebû'z-Zübeyr'den, o Cabir'den onun da Peygamberden rivayetine güre Peygamber şöyle buyurmuştur: "Sîzden herhangi bir kimse sakın cuma gününde kardeşini yerinden kaldırıp da sonra kendisi onun yerine gidip orada oturmasın. Fakat bu kimse: Yer açın, desin."[87]
Bir yerde bir kimse oturup da başkası onun yerinde otursun diye kalkacak okusa duruma bakılır, Eğer kalkıp gittiği yer, imamın sözünü işitmek bakımından birincisi gibi ise, böyle bir davranışta bulunmak o kimse için mekruh değildir. Eğer imamdan daha uzak bir yere düşüyorsa böyle bir davranış ona mekruh olur. Çünkü bu durumda kendi payını elden kaçsrmış olur. [88]
Bir kimse bir diğerine camiye erkence gidip kendisine oturacak bîr yer tutmasını emredecek olursa mekruh olmaz. Bu emri veren kişi geldiği takdirde o da yerinden kalkar. Çünkü rivayet edildiğine göre İbn Şîrîn cuma gününde kendisine ait bir yerde oturmak üzere kölesini gönderiyor, kölesi de onun adına orada oturuyordu. Kendisi geldi mi kölesi onun için o yeri boşaltıyordu.
Buna göre bir kimse bir yaygı yahut bir seccade gönderip de mescidin belirli bir yerinde kendisi adına serilecek olursa…[89]
Müslim'in rivayetine göre Ebû Hureyre (r.a) Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğunu zikretmektedir: "Sizden herhangi bir kimse kalkıp da -Ebû Ava-ne'nin rivayetinde: Kim meclisinden kalkıp da şeklindedir- sonra aynı yere geri dönerse o kimse orada oturmaya daha bir hak sahibidir."[90]
İlim adamlarımız dedi ki; Bu oturan kimsenin oradan kalkacağı vakte kadar oturduğu yerin özellikle kendisine ait olması gerektiğini kabul eden görüşün sahih olduğuna delil teşkil etmektedir. Çünkü böyle bir kimse daha önce kalktığı yere gelip oturmağa, öncelikle hak sahibi olduğuna göre, kalkmadan önet o yerin kendisinin olması daha bir önceliklidir ve uygundur.
Bunun, mendubluk anlamı ile böyle olduğu da söylenmiştir. Çünkü böyle bir yer oturulmadan Önce de, sonra da hiçbir kimsenin mülkiyeli altında olan bir yer değildir. Ancak bu görüş tartışılır: Çünkü böyle bir yerin kimsenin mülkiyeti aitında olmadığını kabul etmekle birlikte, o yerde oturmaktan maksadı sona erinceye kadar o yer o kişiye hastır, denilir. Böylelikle bu kimse oranın menfaatini mülkiyetine aiır gibidir. Zira o yerde bir başkasının gelip onu oradan uzaklaştırması yasaktır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [91]
"Allah da" kabirlerinizde, bir görüşe göre kalplerinizde "size genişlik versin." Bir diğer açıklamaya güre dünyada da, âhirette de size genişlik versin.
"Kalkın denildiğinde de kalkıverin" buyruğundaki "kalkın" ve "kalkıverin" anlamındaki lafızları Nâfi', İbn Âmir ve Âsim şın harflerini ötreli okumuşlardır, diğerleri ise kesreli okumuşlardır. Bunlar iki ayrı söyleyiştir, tıpkı: "Tapan...lar" (el-A'râf, 7/138) buyruğu ile: "yükseltmekte oldukları" (el-Araf:, 7/137) buyruklarında olduğu gibi.
Buyruk: Namaz, cihad ve hayır İşlemek için kalkınız, demektir. Müfessir-lerin çoğu bunu böyle açıklamışlardır.
Mücahid ve ed-Dahhak: Namaza seslenüdiğinde namaz kılmak üzere kalkınız demektir diye açıklamışlardır. Şöyle ki; bazı kimseler namaza gitmekte işi ağırdan alınca bu âyet-i kerime indi.
el-Hasen ve yine Mücahid şöyle demişlerdir: Savaşa kalkın, demektir. îbn Zeyd dedi ki: Bu Peygamber (sav)'ın evindeki bir durum içindir. Herkes son yaptığı iş Peygamber (sav) ile birlikte olmak olsun istiyordu. Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurdu: Peygamber (sav)'m etrafından "yer açın denildiğinde genişletin" çünkü onun birtakım ihtiyaçları vardır. Orada beklemeyin. Katade de şöyle demiştir: Yani sizler maruf olan bir işe çağırıldığınızda o çağrıyı kabul ediniz. Sahih olan da budur. Çünkü bu genel ve kapsamlı bir açıklamadır.
"Yükselmek" demektir: bu da: Yerin yüksekliği" tabirinden alınmıştır. "Yerinden bir parça yükseldi, yükselir" denilir. "Kocasına karşı yükselen (serkeşlik eden) bir kadın" demektir. Bunun aslı:den gelmekte olup, bu da "yüksekçe bir yer, tümsekçe bir yer" anlamındadır. Bu açıklamayı en-Nehhâs zikremtiştir. [92]
"Allah sizden iman edenleri ve kendilerine İlim verilenleri dereceler ile yükseltsin." Âhiretteki mükâfat ve sevab, dünyadaki şeref ve üstünlük1 itibariyle "yükseltsin" demektir. Yüce Allah mümini mümin olmayana göre, alimi de alim olmayana göre yükseltir. îbn Mesııd dedi ki: Yüce Allah bu âyet-i kerimede ilim adamlarını övmektedir. Kendilerine ilim verilenleri iman edip, ilim verilmeyen kimselerin üzerine "dereceler ile" yükseltecektir, demektir. Bu da emrolunduklarını yerine getirdikleri takdirde dinlerinde onları derecelerle yükseltecek anlamındadır.
Şöyle dq açıklanmıştır: Zenginler, yün elbise giyinen kimselerin oturdukları yerlerde kendilerini sıkıştırmasından hoşlanmıyorlardı, O bakımdan Peygamber (sav)'ın meclisine daha erken gitmekte yarışıyorlardı. Burada hi-tab onlaradır. Peygamber (sav) yanında oturmak isteyen fakirlerden birisinden çekindiği için elbisesini toplayan zengin bir adam görünce şöyle buyurdu: "Ey fiİan kişi! Sen böyle yapmakla zenginliğinin ona bulaşmasından yahut fakirliğinin sana bulaşmasından mı korktun?"[93]
Bu âyet-i kerimede Alİah nezdinde yüksekliğin, ilim ve iman ile olduğunu, meclîslerin ön taraflarına erkence gidip oturmakla olmadığını açıklamaktadır.
Bir diğer açıklamaya göre yüce Allah, kendilerine ilim verilenler ile Kur'ân'ı okuyanları kastetmiştir.
Yahya b, Yahya, Malik'ten şöyİe dediğini rivayet eder: "Allah sizden iman edenleri" ashab-ı kiramı "ve kendilerine İlim verilenleri dereceler ile yükseltsin." Allah ilim sahibini ve hakkı isteyeni yükseltir.
Derim ki; Bu meselede ifadenin genel olması âyetin anlamı açısından daha uygundur. Yüce Allah mümin kimseyi önce imanıyla yükseltir, ikinci olarak da ilmiyle yüceltir. Sahih'C-i Buhârî)de belirtildiğine göre Ömer b. eİ-Hat-tab (r.a), Abdullah b. Abbas'ı diğer sahabilerin önüne geçiriyordu. Bu hususta ona bir şeyler söylenince diğerlerini de, İbn Abbas'ı da çağırdı. Kendilerine yüce Allah'ın: "Allah'ın yardımı ve fetih geldiğinde..." (en-Nasr, 110/1) buyruğunun tefsirine dair soru sordu, onlar da sustular. İbn Abbas şöyle dedi: Bu Rasûlullah (sav)'ın ecelidir. Allah kendisine ecejini bildirdi, Ömer dedi ki: Ben de bunun hakkında senin bildiğinden başkasını bilmiyorum[94]
Buhari'de de Abdullah b. Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Uyey-ne b. Hısn b. Huzeyfe b. Bedr (Medine'ye) gelip, kardeşinin oğlu olan el-Hurr b. Kays b. Hısn'a misafir oldu. el-Hurr, Ömer (ra)'ın kendisine yakınlaştırdığı kimselerdendi. Kuıra (Kur'ân'ı bilenler) isler gene olsunlar, ister yaşlı olsunlar Ömer'in meclisinde oturanlar ve kendileriyle danıştığı kimselerdi... deyip, hadisin kalanını zikretmektedir.[95] Bu hadis daha önce el-A'râf Sûresi'-nin sonlarında (7/199. âyet, 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Müslim'in SaAiA'indekî rivayete göre Nâfi' b. Abdu'l-Hâris, Usfan'da Ömer (r.a) İle karşılaşmış, -Ömer onu Mekke'ye vali olarak tayin ederdi.- Ona: Sen vadideki ahalinin başına kimi tayin ettin deyince, Nafi': İbn Ebzâ'yı dedi. Ömer: İbn Ebza da kim? diye sorunca, o da: Bizim âzadlı kölelerimizden bir âzâdlı dedi. Ömer: Sen onlara bir âzâdlı köleyi mi vekil bıraktın? deyince, o şöyle dedi: Bu şahıs Allah'ın Kitabını okuyan (bilen) birisidir. O fera-izi de biliyor. Ömer şöyle dedi: Gerçek şu ki Peygamberiniz (sav) şöyle buyurmuştur; "Şüphesiz Allah bu kitab sayesinde birtakım kimseleri yükseltir ve ondan dolayı da birtakım kimseleri alçaltır."[96] Bu husus daha önce kitabın baş taraflarında [97] (Kur'ân-ı Kerim'in faziletlerine dair vârid olmuş rivayetler bahsinde) geçmişti.
Yine ilmin ve ilim adamlarının faziletine dair bu kitabın birkaç yerinde açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. Peygamber (sav)'dan da şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir; "Aiim ile abid arasında yüz derece vardır. Her iki derece arasındaki mesafe hızlı koşan, zayıf, asil adarın koşusu ile yetmiş yıllık bir mesafedir.[98]
Yine Peygamber (sav)'dan şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir; "Âlimin âbide olan üstünlüğü ondördündeki ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir."[99] Yine Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Kıyamet gününde üç tür insan şefaat edecektir. Peygamberler, sonra alimler, sonra şehidler."[100]
Rasûlullah (sav)'ın tanıklığı ile peygamberlik ile şchadet arasında orta bir yerde bulunan bir mevki ne kadar da büyüktür.!
İbn Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Süleyman Ca.s) ilim, mal ve hükümdarlıktan birisini seçmekte muhayyer bırakıldı. O da ilmi seçince ona onunla birlikte hem mal, hem de hükümdarlık verildi. [101]
12. Ey iman edenler! Peygambere gizil bir şey söyleyecek olursanız, bu gizli konuşmanızdan önce bir sadaka verin. Bu sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Eğer bulamazsanız; muhakkak ki Allah çok mağfiret ve rahmet edicidir.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başhk halinde sunacağız: [102]
"Ey iman edenler! Peygambere gizli bir şey söyleyecek olursanız" kuyruğundaki: "Gizli bir şey söylediniz" demektir.
İbn Abbas dedi ki: 13u buyruk, müslümanlaıın Rasûlullah (sav)'a sıkıntı verecek noktaya gelinceye kadar çokça soru sormaları sebebiyle inmiştir. Yüce Allah, Peygamberinin (sav) yükünü hafifletmek istedi. Bu buyruğu indirince insanların bir çoğu bu işten vazgeçtiler. Daha sonra yüce Allah, bundan sonraki âyet-i kerime ile onların hareket alanlarını genişletti.
el-Hasen dedi ki: Ayet-i kerimenin iniş sebebi şudur: Müslümanlardan bir topluluk Peygamber (sav) ile başbaşa bir tarafa çekiliyor ve onunla gizlice konuşuyorlardı. Müslümanlardan bir başka topluluk, onların bu gizli konuşmalarında kendileri hakkında küçültücü İfadeler kullandıklarını zannettiler. Bu iş onlara ağır gelince, yüce Allah, Peygamber (sav) ile başbaşa kalmalarını önlemek maksadıyla gizlice konuşmak için sadaka vermelerini emretti.
Zeyd b. Eşlem dedi ki: Âyet-i kerime Peygamber (sav) ile gizlice konuşan ve şöyle diyen münafıklarla yahudiler sebebiyle inmiştir: O bir kulaktır, kendisine söylenen herşeye kulak verir. Peygamber de kendisi ile gizlice konuşmaktan kimseye engel olmazdı. Bu da muslümanlara ağır geliyordu. Çünkü şeytan onların kalbine birtakım topluluklar peygamberle savaşmak üzere bi-raraya geldikleri vesvesesini telkin ediyordu. (Zeyd b. Eşlem devamla) dedi ki: Bunun üzerine şanı yüce ve mübarek Allah: "Ey iman edenler! Birbiriniz-le fısıldaşttğınız zaman günah, düşmanlık ve peygambere isyan ile fısıl-daşmayın" (Mücadele, 58/9) âyetini indirdi. Bu işten vazgeçmeyince bunun üzerine yüce Allah diğer âyet-i kerimeyi indirdi. Böylece bâtıl eh!i olan kimseler, gizlice konuşmalarına son verdiler. Çünkü onlar gizlice konuşmalarından önce bir sadaka vermediler. Bu durum iman ehline ağır geldi ve gizlice konuşmaktan uzak kaldılar. Buna sebeb ise, onların çoğunun sadaka verecek gücü bulamayışları idi. Yüce Allah, bundan sonraki âyet-i kerime ile onların yükünü hafifletti. [103]
lbnu'l-Arabi dedi ki: Zeyd h. Eslem'den rivayet edilen bu haberde, ahkamın maslahatlara göre şekillenmesinin sözkonusu olmadığına delil vardır. Çünkü yüce Allah: "Bu sizin için daha hayırlı ve daha temizdir* diye buyurduğu halde, daha hayırlı ve daha teiniz olmakla birlikte, bu hükmü neshetmiş-tir, Bu da maslahatlara riayet noktasında Mutezile'nin kanaatini çok büyük ölçüde reddetmektedir. Şu kadar var ki hadisi Zeyd'den rivayet eden oğlu Al du'r-Rahman'dır. İlim adamları onun zayıf bir ravi olduğunu belirtmişlerdir. Ancak yüce Allah'ın: "Bu sizin İçin daha hayırlı ve daha temizdir" buyruğun Mutezile'ye bu hususta red teşkil etmesi bakımından mütevatir bir nastır. [104]
Tirrnizî'nin kaydettiği rivayete göre Ali b. Alkame el-Envari, Ali b. Ebi Ta-lib(r.a)'dan şöyle dediğini nakletmektedir: "Ey iman edenleri Peygambere gizli bir şey söyleyecek olursanız bu gizli konuşmanızdan önce bir sadaka verin" buyruğu nazil olunca ben ona sordum. Peygamber (sav) da bana: "Bir dinar hakkında görüşün nedir?" dedi. Ben: Buna güç yetiremezler, dedim. O: "Peki ya yarım dinar?" deyince, yine: Güç yetiremezler dedim. Bu sefer: "Ya kac?" deyince, ben bir arpa (ağırlığınca) dedim. Peygamber: "Sen çok küçük bir miktar söyledin" diye buyurdu. Bunun üzerine: "Yoksa gizli konuşmanızdan önce sadakalar vermekten korktunuz mu?" (anlamındaki bir sonraki) âyet nazil oldu. (Ali) dedi ki: Benim sayemde Allah bu ümmetin yükünü hafifletti. Ebû İsa (et-Tirmizi) dedi ki: Bu hasen, garib bir hadistir. Bu hadisi biz ancak bu yoldan biliyoruz.
Hadisteki "bir arpa" buyruğu, bir arpa ağırlığı kadar altın, demektir.[105]
İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu da usule dair iki güzel meseleye delâlet etmektedir. Bunlardan birincisi fiilen uygulanmasından önce ibadetin neshedile-bileceği, ikincisi ise miktarlara dair -Ebû Hanife'nin görüşünün aksine- kıyas ile kanaat yürütülebileceği.
Derim ki: Zahir olan o ki, nesh sadaka verme uygulamasından sonra gerçekleşmiştir. Mücahid'den rivayet edildiğine göre bu uğurda ilk sadaka veren ve Peygamber (sav) ile gizlice konuşan kişi, Ali b. Ebi Talib (r.a)'dır. Rivayet olunduğuna göre o bir yüzüğü sadaka olarak vermiştir.
el-Kuşeyrî ve başkalarının naklettiklerine göre Ali b. Ebi Talib söyle demiştir: Allah'ın Kitabında gereğince benden ünce kimsenin amel etmediği ve benden sonra da kimsenin amel etmeyeceği bir âyet-i kerime vardır. O âyet: "Ey iman edenler! Peygambere gizli bir şey söyleyecek olursanız, bu gizli konuşmanızdan önce bir sadaka verin" âyetidir. Bir dinarım vardı, onu sattım (bozdurdum). RasûKıllah (sav) ile gizlice bir şey konuşacak olursam, bir dirhem sadaka veriyordum. Bitinceye kadar bu böylece sürüp gitti. Sonra bu âyet, bir sonraki âyet olan: "Yoksa gizli konuşmanızdan önce sadakalar vermekten korktunuz mu?" buyruğu ile nesholundu. İbn Abbas da böyle demiştir; Allah bu âyeti bir sonraki âyel ile neshetmiştir.
İbn Ömer de dedi ki: Ali (r.a)'ın üç hususiyeti vardı. Onlardan bir tanesi olsaydı, benim için kırmızı tüylü develere sahîb o!maktan daha sevimli idi: Fatıma iie evlenmiş olması, Hayber gününde ona sancağın verilmesi ve gizli konuşma âyeti.
"Bu sizin için" sadaka vermemekten "daha hayırlıdır ve" ma siy eli erden kalblerini2 için "daha temizdir. Eğer" fakirleri kastediyor "bulamazsanız, muhakkak ki Allah çok mağfiret ve rahmet edicidir." [106]
13. Yoksa gizli konuşmanızdan önce sadakalar vermekten korktunuz mu? Madem ki yapmadınız -ki Allah tevbenizi kabul etmiş bulunuyor- o halde namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, Allah'a ve Rasûlüne itaat edin. Allah her yaptığınızdan haberdardır.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [107]
Yüce Allah'ın: "Yoksa... korktunuz mu" buyruğu takrir (söyletmek) an-
Lamında bir istifhamdır. İbn Abbas dedi ki; Sadaka vermekten yana cimrilik mi ettiniz diye açıklamıştır. Korkutunuz mu diye de açıklanmıştır. Çünkü: "Hoşlanılmayan şeyden korkmak" demektir. Siz sadaka vermek hususunda korkuya kapıldınız, cimrilik ettiniz ve bu size ağır geldi, demektir.
"Gizli konuşmanızdan önce sadakalar vermekten..." buyruğu hakkında Mukatil b. Hayyan dedi ki; Bu husus on gece (gün) devam etti, sonra nes-holdu. el-Kelbî dedi ki: Bu sadece bir gece (gün) sürdü. İbn Abbas da şöyle dedi: Bu ancak bir günün kısacık bir anı böylece kaidı, sonunda neshe-dildi. Katade de böyle demiştir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [108]
"Madem ki yapmadınız -ki Allah tevbenizi kabul etmiş bulunuyor." Yani Allah bu hükmü neshetmiş. bulunuyor. Bu da sadaka olarak verecek bir şeyler bulan kimselere bir hitabtır. "O halde namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin." Buna göre zekâtın farziyeti bu sadakayı neshetmiştir. Bu da fiilen uygulamadan önce nesh olabileceğine delildir. Ali (r.a)'dan gelen rivayet ise zayıftır. Çünkü yüce Allah: "Madem ki yapmadınız" diye buyurmaktadır. Bu herhangi bir kimsenin, herhangi bir şeyi tasadduk etmediğine delildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Allah'a" farz kıldığı hususlarda "ve Rasûlüne" sünnetlerinde "itaat edin. Allah her yaptığınızdan haberdardır." [109]
14. Allah'ın kendilerine gazab ettiği bîr kavmi veli (dost) edinen kimseleri görmedin mi? Bunlar sizden de değildir, onlardan da değildir. Üstelik bildikleri halde yalan yere yemin de ederler.
15- Allah, onlara çok şiddetli bir azab hazırlamıştır. Çünkü yapagel-dikleri işler çok kötüdür.
16. Çnlar yeminlerini kalkan edindiler de Allah yolundan alıkoydular. Bu nedenle onlar için horlayıcı bir azab vardır.
"Allah'ın kendilerine gazab ettiği bir kavmi veli edinen kimseleri görmedin mi?" buyruğu hakkında Katade: Bunlar yahudileri veli (dost) edinen münafıklardır demiştir. "Bunlar sizden de değildir." Yüce Allah, şüyle buyurmaktadır; Münafıklar yahudilerden de değildir, müslumanlardan da değildir. Aksine unlar her ikisi arasında gider gelirler. Münafıklar müslüman-lara dair haberleri yahudilere taşırlardı.
es-Süddî ve Mukatil şöyle demiştir: Âyet-i kerime münafık olan Abdullah b. Ubeyy ile Abdullah b. Nebtel hakkında inmiştir. Bunlardan birisi Peygamber (sav) ile oturuyor, sonra da onun sözlerini yalı udilere taşıyordu. Peygamber (sav)'ın odalarından birisinde bulunduğu bir sırada şöyle buyurdu: "Şu anda sizin yanınıza kalbi bir zorbanın kalbi gibi.olan ve şeytanın iki gözüyle bakan bir adam girecektir." Bu sırada Abdullah b. Nebtel girdi. -Abdullah mor, esmer, kısa boylu ve hafif sakallı birisi idi.- Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Sen ve arkadaşların niye bana ağtr sözler söylüyorsunuz!*" Abdullah böyle bir şey yapmadığına dair Allah adına yemin etti. Peygamber (sav) ona: "Yaptın" dedi. Bunun üzerine Abdullah gidip, arkadaşlarını getirdi. Onlar da Peygamber efendimize dil uzatmadıklarını söylediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerime indi. Bu anlamdaki bir açıklamayı İbn Abbas da yapmıştır.
İkrİme, İbn Abbas'tan rivayetle dedi ki: Peygamber (sav) bir ağaç gölgesinde oturuyordu. Gölge nertleyse onun üzerinden ayrılacakken şöyle buyurdu: "Şu anda sizin yanınıza teni morumsu ve size şeytan bakışı ile bakan birisi gelecektir." Biz bu halde iken ansızın teni mora çalan bir adam geldi. Peygamber (sav) onu yağırdı ve: "Sen ve arkadaşların ne diye bana ağır sözler söylüyorsunuz" dedi. O: Bırak ta onları da getireyim, dedi. Gidip arkadaşlarını getirdi, hep birlikte böyle bir şey olmadığına dair yemin ettiler. Yüce Allah da; "Allah onların hepsini dirilteceği günde... en büyük zarara uğrayanların ta kendileridir" (el-Mücadele, 58/18-19) buyruklarını indirdi. Yahudiler Kur'ân-ı Kerim'de; "Allah'ın kendilerine gazab etmiş olması" ile söz-konusu edilmişlerdir.
"Allah onlara" bu münafıklara cehennemde, "çok şiddetli bir azab71 ki o da cehennemin en aşağı tabakasını "hazırlamıştır. Çünkü yapageldiklerî işler çok kötüdür." Yani onların amelleri çok kötüdür.
"Onlar yeminlerini kalkan edindiler." Yani yeminlerini kalkan yaparak Öldürülmekten korunmaya çalışıyorlar.
el Hasen ve Ebû'l-Âliye burada ve el-Münafikûn Sûresi' nde (el-Münafikûn, 63/2. âyet-i kertmesinde) hemzeyi kesreli olarak: "manlarını" diye okıımuşlarciır. Yani onlar iman ettiklerini sözle söylemeyi kalkan edindiler. Öldürülmek korkusuyla dilleriyle iman ettiklerini söylediler, fakat kalpleri kâfirdir. "Bu nedenle onlar İçin" dünyada öldürülmek, âhirette cehennem ateşi ile "horlayıcı bir azab vardır."
Alıkoymak" demektir. "Allah yolundan" İslamdan demektir. Horlayıcı azabları, açığa vurdukları münafıklıkları sebebiyle küfürlerinden ötürü öldürülecekleri şeklinde açıklanmıştır. Uydurma haberleri yaymak ve böylelikle müslümanları cihaddan alıkoymak ve onları korkutmak suretiyle (Allah'ın yolundan alıkoymaya çalışıyorlar) diye açıklanmıştır. [110]
17. Malları da, evlâtları da Allandn azabırüa karşı kendilerine hiçbir şekilde asla fayda sağlayamaz. Onlar cehennemliklerdir. Orada ebediyyen kalıcıdırlar.
18. Allah, onların hepsini dirilteceği günde size yemin ettikleri gibi, O'na da yemin edecekler ve kendilerinin gerçekten bîr şey üzere olduklarını sanacaklar. Haberiniz olsun gerçekten onlar, yalancıların ta kendileridir.
19- Şeytan onlara galib ve üstün geldi de onlara Allah'ı dahi hatır lamayı unutturdu. İşte bunlar şeytanın taraftarlarıdır. Haberiniz olsun, muhakkak ki şeytanın taraftarları en büyük zarara uğrayanların ta kendileridir.
"Malları da, evlatları da Allah'a" Allah'ın azabına "karşı kendilerine hiçbir şekilde asla fayda sağlayamaz."
Mukatil dedi ki; Münafıklar: Muhammed kıyamet gününde kendisine yardım olunacağını ileri sürmektedir. Durum l>öyleyse bedbaht olduk demektir. Allah'a andolsun ki kıyamet gününde bize -eğer kıyamet diye bir şey olacaksa- bieim gibi olanlar, çocuklarımız ve mallarımız yardımcı olacaktır. Bunun üzerine "Allah onların..." âyeti nazil oldu. Yani Allah'ın onları dirilteceği günde onlar için horlayıcı bir azab olacaktır.
"Size" bugün "yemin ettikleri gibi Ona da yemin edecekler." Bu da hayret edilecek bir husustur. Yarın onların yemin ile mugalata yapacaklarını göstermektedir. Halbuki oradaki bilgi kesin ve tereddütsüz bilgi haline gelmiş olacaktır. İbn Abbas dedi ki: Burada sözü edilen onların: "Rabbimiz olan Allah hakkı için biz müşriklerden olmadık." (el-En'âm, 6/23) diye söyleyecekleri sözleridir.
"Ve kendilerinin" inkâr etmek ve yemin etmek ile "gerçekten bir şey üzere olduklarını sanacaklar." İbn Zeyd dedi ki: Bunların âhirette kendilerine faydalı olacağını sanacaklar.
Şöyle de açıklanmıştır: Dünyada "kendilerinin gerçekten bir şey üzere olduklarını sanacaklar." Çünkü âhirette kesinlikle hakkı bilmiş olacaklar. Ancak birinci görüş daha kuvvetlidir.
İbn Abbas'tan rivayete göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Bir mü-nadi kıyamet gününde şöyle seslenecek: Allah'ın düşmanları nerede? Bunun üzerine kaderiye yüzleri kararmış, gözleri güğernıiş olarak, ağızları yana yatmış, salyaları akarak kalkacaklar ve şöyle diyecekler: Allah'a yemin olsun ki senden başka ne güneşe, ne aya, ne bir puta, ne de bir heykele taptık, ne de senden başka bir ilah edindik." İbn Abbas dedi ki: Allah'a yemin olsun doğru söyleyecekler. Şirk onlara bilmedikleri bir cihetten gelmektedir. Sonra da: "Ve kendilerinin gerçekten bir şey üzere olduklarını sanacaklar. Haberiniz olsun gerçekten onlar yalancıların ta kendileridir" âyetini okudu. Allah'a yemin ederim ki, bunlar kaderiyedir, diye üç defa söyledi.[111]
"Şeytan onlara galîb ve üstün geldi." Dünyada onlara yaptığı vesvesele-riyle üstünlük sağladı, onlara kargı güç kazandı, diye açıklanmıştır. d-Mufad-dal; Onları kuşatmıştır, diye açıklamıştır. Dördüncü bir anlama gelme ihtimali de vardır: Onları bir araya getirdi ve birbirlerine kattı demektir.Bir şeyi topladı ve bir kısmını diğerine kattı" denilir. Onları bi-raraya getirdiği takdirde dahi onları yenik düşürmüş, onlara karşı güçlenmiş ve onları kuşatmış olur.
"Allah'ı dahi** yani O'na itaat gereğince amelde bulunmak demek olan emirlerini "hatırlamayrunutturdu." Masiyelini yasaklayan buyrukları... diye de açıklanmıştır. Unutmak: Gaflet anlamına kullanıldığı gibi, terketmek anlamında da kullanılır. Burada her iki anlam da ihtimal dahilindedir.
"İşte bunlar şeytanın taraftarlarıdır." Onun kesimi, onun kabilesidir.
"Haberiniz olsun, muhakkak ki şeytanın taraftarları" yaptıkları alışverişlerinde "en büyük zarara uğrayanların ta kendileridir." Çünkü onlar cennet karşılığında cehennemi, hidayet karşılığında sapıklığı almış kimselerdir. [112]
20. Allah ve Rasûlü ile sınır mücadelesi yapanlar, işte onlar şüphe yok kî en zelil olanların arasındadırlar.
21. Allah:
"Andolsun ki Ben ve peygamberlerim mutlaka galib geleceğim" diye
yazmıştır. Muhakkak ki Allah yegane güç sahibidir, emrine karşı
konulamayandır.
"Allah ve Rasûlü ile sınır mücadelesi yapanlar" Bu anlamdaki buyruk, sûrenin baş tarafında geçmiş bulunmaktadır.
"İŞte onlar şüphe yok ki en zelil olanların arasındadırlar." Zeliller arasında olup, onlardan daha zelil yoktur.
"Allah: Andolsun ki... diye yazmıştır." Yani Allah bunu hükme bağlamıştır. Levh-i Mahfuzda bunu yazmıştır, diye de açıklanmıştır, bu da Kata-de'den nakledil mistir.
el-Ferrâ: Yazdı, dedi anlamındadır, demiştir.
"Ben" buyruğu tekiddir "ve peygamberlerim" aralarından kendilerine savaşmak emri verilenler savaş ile galib gelecektir. Delil ile tartışmaları emro-lunmuş olanlar da ortaya koydukları delil ile galib geleceklerdir.
Mukatil dedi ki: Müminler dedi ki; Eğer Allah bize Mekke, Taif, Hayber ve bunların etraflarında bulunan beldeleri fethetme imkânını verecek olursa, yüce Allah'ın bizleri Farslara ve Rumlara karşı galib getireceğini de ümit ederiz. Bunun üzerine Abdullah b, Ubeyy b. Seldi dedi ki: Siz Rumların ve Farsların yenik düşürdüğünüz kasabalar gibi olduğunu mu zannediyorsunuz?
Allah'a yemin ederim ki, onlar sizin zannettiğinizden daha kalabalık sayıdadırlar ve daha çetin bir güce sahihtirler. Bunun üzerine; "Andolsun ki Ben ve peygamberlerim mutlaka galib geleceğim" buyruğu nazil oldu. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Andolsun ki gönderilmiş kullarımıza önceden şu sözümüz verilmiştir: Muhakkak onlar, elbette onlar zafere erdirilenlerdir. Muhakkak Bizim ordumuz, elbette onlar galib olanlardır." (es-Saffat, 37/171-173) [113]
22. Allah'a ve âhiret gününe inanan hiçbir kavmin, Allah ve Rasû-lü ile sınır mücadelesi yapanlara sevgi beslediklerini göremezsin. İsterse bunlar babaları, yahut oğulları, yahut kardeşleri, yahut soydaşları olsa bile. İşte bunlar, kalplerine İmanı yazmış olduğu ve kendilerini katından bir ruh İle desteklemiş okluğu kimselerdir. Hem de onları orada ebediyyen kalıcılar olmak üzere altından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır. Allah da onlardan razı olmuştur, onlar da O'ndan hoşnut olmuşlardır. İşte bunlar Allah'ın hizbidir. Haberiniz olsun, muhakkak ki Allah'ın hizbi, umduklarına kavuşanların ta kendileridir.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [114]
"Allah'a ve
âhiret gününe inanan hiçbir kavmin, Allah ve Rasûlü ile sınır mücadelesi yapanlara"
buyruğuna dair açıklamalar daha önceden (et-Tevbe, 9/63. âyetin tefsirinde)
geçmiş bulunmaktadır. "Sevgi beslediklerini" onları sevip, onları
veli ve dost edindiklerini "göremezsin."
"İsterse bunlar babaları... olsalar bile" buyruğu hakkında es-Süddî dedi ki; Bu Abdullah b. Ubeyy'in oğlu Abdullah hakkında inmiştir. Bir gün Peygamber (sav)'ın yanında oturdu. Peygamber bir su İçti, ona; Allah aşkına ey Allah'ın Rasûlü şu içtiğin sudan bir miktar arttır, onu gidip babama iç i reyim. Belki onunla Allah kalbini temizler. Bunun üzerine Peygamber ona biraz arttırdı. Abdullah da bu artanı babasına götürdü. Babası kendisine: Bu da ne diye surunca, oğlu: Peygamber (sav)'ın içtiği sudan bir artıktır. Sen içesin diye bunu sana getirdim, belki bununla Allah senin kalbini arındırır, dedi. Babası ona: Bunun yerine niye bana annenin sidiğini getirmedin? O bundan daha temizdir, dedi. Oğlu bu işe kızdı ve Peygamber (sav)'a gelerek: Ey Allah'ın Rasûlü dedi, babamı öldürmeye bana izin vermez misin? Peygamber (sav): "Hayır, ona yumuşak davran ve ona iyilik yap" dedi.
İbn Cüreyc dedi ki: Bana anlatıldığına göre Ebû Kuhafe, Peygamber (sav)'a dil uzattı. Oğlu Ebû Bekir ona öyle bir tokat indirdi ki bunun sebebiyle yüzü üzere yıkıldı. Sonra Peygamber (sav)'a gelip, durumu ona aktardı. Peygamber: "Böyle bir şey yaptın mı? dedi. Bir daha bunu yapma." Ebû Bekir dedi ki: Seni hak ile peygamber gönderen adına yemin ederim ki, eğer kılıcım bana yakın olsaydı, onu öldürecektim,
İbn Mesud dedi ki: Âyet Ebû Ubeyde b. el-Cerrah hakkında inmiştir. Babası Abdullah b. el-Cerrah'ı Uhud günü öldürdü. Bedir günü öldürdüğü de söylenmiştir. el-Cerrah, Ebû Ubeyde'nin üzerine gidiyor, Ebû Ubeyde ondan kaçıyordu. Üzerine çokça gelmeye başlayınca, Ebû Ubeyde de onu öldürdü. Babasını öldürünce, yüce Allah da: "Allah'a ve ahiret gününe inanan hiçbir kavmin..." âyetini indirdi.
ei-Vâkidî dedi ki: Şamlılar böyle diyorlar. Ancak, ben el-Haris b. Fihroğul-larmdan birtakım kimselere sordum da onlar: Ebû Ubeyde'nin babası İslam-dan önce ölmüştü, dediler.
"Yahut oğulları" buyruğu ile kastedilen Ebû Bekir'dir. Oğlu Abdullah'ı Bedir günü teke tek çarpışmaya çağırmıştı. Peygamber (sav) da söyle buyurmuştu: "Ey Ebû Bekir, bırak da seninle birliktelikten istifade edelim. Senin benim için gören gözüm, işiten kulağım konumunda olduğunu bilmez misin?"
"Yahut kardeşleri" buyruğu ile Mus'ab b. Unıeyr kastedilmektedir. O Bedir günü kardeşi Ubeyd b. Umeyr'i öldürmüştü.
"Yahut soydaşları" buyruğu ile de Ömer b. el-Hattab kastedilmektedir. O da dayısı el-Âs b. Hişam b. et-Muğire'yi Bedir günü öldürmüştü. Ali ve Ham-za ise Bedir gününde Utbe, Şeybe ve el-Velid'i öldürdüler.
Bir başka görüşe göre âyet-i kerime Hâtıb b. Ebi Beltea'nın Mekke'nin fethedildiği yılda Peygamber (sav)'ın askerleriyle Mekkeliler üzerine yürüyeceğini yazdığı bir mektupta bildirmesi üzerine inmiştir. Nitekim ileride yüce Allah'ın izniyle buna dair açıklamalar el-Mümtehine Sûresi'nde gelecektir.
Bu buyruğuyla yüce Allah imanın -akraba olsalar dahi- kâfirlerin veli edinilmesi ile bozulacağını açıklamaktadır. [115]
Malik -yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun- bu âyet-i kerimeden Kaderiyeye düşmanlık edilmesi ve onlarla oturup kalkmanın terkedilmişine delil çıkarmıştır:
Eşheb, Malık'ten şöyle dediğim rivayet etmiştir: Kaderiye ile oturup kalkma ve Allah için onlara düşmanlık et! Çünkü yüce Allah: "Allah'a ve âhiret gününe inanan hiçbir kavmin Allah ve Rasûlü ile sınır mücadelesi yapanlara sevgi beslediklerini göremezsin" diye buyurmaktadır.
Öerim ki: Bütün zulüm ehli ve haddi aşıp başkalarına haksızlık yapanlar da Kaderiye hükmündedirler.
es-Sevrî'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Öncekiler bu âyet-i kerimenin sultanlar'ile arkadaşlık yapan kimseler hakkında indiği görüşünde idiler. Abdu'1-Aziz b. Ebi' Davud'dan rivayet edildiğine göre o tavaf esnasında Mansur ile karşılaşmış. Onu tanıyınca, ondan kaçmış ve bu âyeti okumuş.
Peygamber (sav)'dan rivayete göre o şöyle dua edermiş: "Allah'ım, hiçbir günahkarın bende karşılığı verilmesi gereken bir iyiliğinin bulunmasına izin verme, Çünkü Ben Senin bana vahyettiklerin arasında "Allah'a ve ahi-ret gününe İnanan hiçbir kavmin... işte bunlar kalplerine İmanı yazmış olduğu ve kendilerini katından bir ruh ile desteklemiş olduğu kimselerdir" buyruğunu indirdiğini görüyorum."
Yani yüce Atlah onların kalplerinde tasdiki yaratmıştır. Bunlar ise Allah ile sınır mücadelesi yapanlara karşı herhangi bir sevgi beslemeyen kimselerdir.
"Yazdı" tesbit etti anlamındadtr diye açıklanmıştır. Bu açıklamayı er-Ra-bl b. Enes yapmıştır. Yaratmıştır diye de açıklanmıştır. Yüce Allah'ın: "Artık bizi şahidlerle beraber yaz" (Al-i İmran, 3/53) buyruğuna benzemektedir ki, bizi oniarla birlikte kıl demektir. Yine yüce Ailah'ın: "Onu sakınanlara... yazacağım" (el-A'raf, 7/156) (buyruğu kılacağım demektir.)
"Yazdı" buyruğunun topladı anlamında olduğu da söylenmiştir. (Askeri birlik anlamına gelen): "el-Ketıbe" de buradan gelmektedir. Yani bunlar onlardan kimilerine iman ediyoruz. Kimilerini İnkar ediyoruz, diyenlerden değillerdi.
Yazdı" buyruğu genel olarak kef harfi üstün olarak okunmuştur. "İmanı" buyruğundaki nun harfi de nasb ile okunmuştur. Yani yüce Allah İmanı yazmıştır. Daha uygun olanı da budur. Çünkü yüce Allah (daha sonra): "Ve kendilerini katından bir ruh İle desteklemiş" diye buyurmaktadır.
Ebû'l-Âlİye, Zirr b. Hubeyş ve Âsım'dan rivayetle el-Mufaddal ise meçhul bir fiil olarak: "Yazılmış" diye " İman" lafzını da "nun" harfi ref ile okumuşlardır. (îman... yazılmıştır demek olur.)
Zirr b. Hubeyş "soydaşları" anlamındaki buyruğu: şeklinde (aşiret lafzını) çoğul yaparak "elif" İle ve "te" harfi de kesre'li olarak okumuştur. Bu kıraati el-A'meş, Ebû Bekir'den, o da Âsım'dan diye de rivayet etmiştir.
"Kalblerine... yazmış olduğu" kalpleri üzerine diye de açıklanmıştır. Yüce Allah'ın: "Hurma dallarında"(Ta-Ha, 20/71) buyruğunda (üzerinde anlamında) olduğu gibi.
Özellikle kalpleri söz konusu etmesi, imanın yerinin orası olduğundandır.
"Kendilerini... desteklemiş olduğu" kendi katından bir ruh ile güçlendirip onlara yardım etçiği demektir. el-Hasen: Kendinden bir yardım vermiş olduğu... diye açıklamıştır. er-Rabî' b. Enes de: Kur'ân ve delilleriyle... diye açıklamıştır. İbn Cüreyc: Bir nur, iman, delil ve hidayet ile, diye açıklamıştır. Allah'tan bir rahmet diye açıklandığı gibi, kimi ilim adamı: Onları Cebrail (a.s) ile desteklemiştir, diye de açıklamıştır.
"Hem de onları orada ebediyyen kalıcılar olmak üzere altından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır. Allah da onlardan razı olmuştur" amellerini kabul etmiştir "onlardaO'ndan hoşnud olmuşlardır." Kendilerine verdiği nimetlerle sevineceklerdir.
"İşte bunlar, Allah'ın hizbidir. Haberiniz olsun muhakkak ki Allah'ın hizbi umduklarına kavuşanların ta kendileridir." Said b. Ebi Said el-Cür cânî hocalarından birisinden şöyle dediğini nakletmektedir: Davud (a.s) dedi ki: Ey ilahım! Senin hizbin ve senin arşsnın etrafında bulunanlar kimlerdir? Yüce Allah ona şunu vahyetti: "Ey Davud! Gözlerini haramdan sakınanlar, kalpleri tertemiz olanlar, elleri (zulümden yana) esenlikte olanlardır. İşte onlar Benim hizbimdir ve Benim Arşımın etrafında bulunanlardır."
Yüce Allah'a hamdolsun; el-Mücâdele Sûresi burada sona ermektedir. [116]
[1] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/123.
[2] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/123.
[3] İbn Mâce, I, 666; Hâkim, Mtistedrek, II, 523;
Heyhafci, es-Sünenu'l Kübrâ, VII, 3H2.
[4] Buhârl, VI, 26^9; ayrıca: İbn Mâce, i, 67; Miisned,
VI. A6; Nesai, VI, İd».
[5] Dârakutni, III, M6.
[6] Tirmizi, III, 503, V, 405; İbn Mâee, I, 665.
[7] Taberânî. Kebir, XXIV, 247.
[8] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/124-127.
[9] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/128.
[10] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/127.
[11] Ancak merhum müFessiriiniz orada hu kabilden herhangi
bir husus söz konusu etmeyip buraya gönderine yapmıştır.
[12] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/128.
[13] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/128.
[14] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/129.
[15] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/129-130.
[16] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/130.
[17] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/130-131.
[18] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/131.
[19] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/131.
[20] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/132.
[21] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/132.
[22] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/132.
[23] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/132-133.
[24] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/133.
[25] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/133.
[26] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/134.
[27] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/134.
[28] Tırmizi, III, 503; Nesai, VI, 167; İbn Mâce, I, 666;
Hâkim, Müstedrek, II, 222
[29] Dârakutnî, 111; İbn Mâce,\, 166
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/134.
[30] Dârakutnî, 111,319.
[31] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/135.
[32] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/135.
[33] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/135.
[34] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/136.
[35] Merhum müfessirimiz hu ism-i mevsûlden söz etmiş
olsaydı el-Ahzâb, 33/4. ayette söz etmesi gerekirdi. Ancak orada hıına dair
herhangi bir açıklama bulunmamaktadır
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/136.
[36] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/136.
[37] Ancak, başlıklar onüçtür. Onüçüncü başlıktaki
açıklamalar ayrıca altı başlık halinde de alındığından, toplam başlık sayısı
ondokuzu bulmaktadır. Biz onüçüncü başlıktan sonra da başlık sayılarını
miueselsilen sürdürmeyi uygun bulduk.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/137.
[38] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/137-140.
[39] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/140-141.
[40] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
17/141.
[41] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/141.
[42] Bu .sfıremn 2. âyetinin 17. başlığında geçen bu
hadiste, söz konusu şa.hsın adının Ev,s olduğundan söz eldilmemektedir
"Bir adam" diye kendisinden bahsedilmektedir.142
[43] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/142
[44] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/142.
[45] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/143.
[46] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/143.
[47] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/143-144.
[48] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/144.
[49] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/144.
[50] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/144-145.
[51] Önceden de belirtildiği gibi, bu bölümün miifessirimiz
tarafından yeniden başlatılan sı-ralama.sını biz, 13'ten itibaren sürdürmeyi
uygun bulduk.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/145.
[52] Müd bu günkü ölçülerden 510-530 gr. dolaylarında bir
ağırlık ölçüsüdür. Geniş bilgi için bk. M. Necmuddin el-Kürdî, Şer'i ölçü
Birimleri, (Çcv. İ. Tüfekçi), İst. 1996^ s. 153 ve 206 v.d
[53] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/146-148.
[54] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/148.
[55] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/148.
[56] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/148.
[57] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/148-149.
[58] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/149.
[59] Tabelânı, Evsat, I, 192; Heysemî, Mecmâ', X, 2703
-ravilerinden Ömer b. Saki etl-Di-meşki'nin zayıf olduğu kaydıyla-.
[60] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/149-151.
[61] Merhum Kurtııbî, buradaki ibSrderi ez-Zemahşeri'nin
el-Keşşâf, II, 441'cleıı naklelmek-teclir. lîurada açıklanan lafzın
"üç" anlamındaki ' selâse^ değil, "ekser: claha çok" lafzıdır.
Zaten âyetin nazmı da, -üç: sdSse1' lafzı daha önce geçtiğinden- burada
"_ekser; daha çok" lafzına dair açıklamalarda bulunmayı
gerektirmektedir. Ayrıca lık. Âlûsî, Râ-hu'l-Meâm, XXVII, 25; Hııseyn
el-Hemedânî, el-Ferid, IV, 441.
[62] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/151-153.
[63] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/153-154.
[64] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/154.
[65] Müsned, 01, 30; tbn Mâce, II, 1406 -çok az lafzi
farklarla-
[66] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/155.
[67] Bukûri, VI, 2687; Müslim, IV, 2160; Müsned, IV, 405.
[68] Tırmızi, V, 407; Müsned, III, 192, 214; -az farkla-.
[69] Nesaî, es-Sünenu'l-Kiibrâ, VI, 103; Amelu'l-Yevmi
ve'l-Leyl, I, 304.
[70] Bukârî, V, 2309, VI, 2536; Müslim, IV, 1705; Ebü
Dâvdd, tV, 353; îbn Mâce, II, 1219; Müsned, III, 99, 115, 210, 218, 262.
[71] Müslim,
IV,
1707; Müsned, III,
383-
[72] Müslim,
IV,
1706; Müsned, VI,
229.
[73] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/155-158.
[74] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/15.9
[75] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/159-160.
[76] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/160.
[77] Müslim, IV, 1717; Tirmizi, V, 128; İbn Mâce, t, 1241,
Muvatta; II, 988, 989; Müsned, II, 9, 32, 73, 79.
[78] Buhari, V, 2319; Müslim, IV, 1718; Tirmizi. V, ]2S;
Dârimi, II, 367; İbn Mâce, II, 12-41; Müsned, 1, 376, 431, 460.
[79] Muvatta',
II,
9S8;
İhn Hitıbân, Sahih, II, 344.
[80] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/160-161.
[81] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/161-162.
[82] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/162-163.
[83] Ebû Dâvûd, III, 177.
[84] Müslim, IV, 1714; Buhâri, V. 2313.
[85] Müslim, IV, 1714; Dâriınî, II, 365; Müsned, II, 16;
22, 102.
[86] Buhari, V, 2313
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/163-164.
[87] Müslim, IV, 1715.
[88] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/164.
[89] Bundan .sonra asıl nüshada hir hnglı.ık bulunduğuna
miistensih tarafından düşürülmüş hir tıottsı dikkat çekilmektedir.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/164.
[90] Müslim, IV, İ7I5; Tirmizi, V, 89; Dârimi, II, 366; Ebû
Dâvûd, IV, 264; İbn Mâce, II. 1224; Müsned, II, 263, 2H3, 342, JH9, AA1, 4itf
527, 537.
[91] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/164-165.
[92] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/165-166.
[93] Aynı manada benzer lafızlarla: Ehû Nııayın,
Hilyetu'l-Evliyâ, VIII, 53.
[94] Buhârî, III, 1327, IV, 1563, lfill
[95] Buhârl, IV, 1702, VI, 2657; Keyhaki,
es-Siinenu't-Kiibrâ, VIII, 161
[96] Müslim, I, 559; D&rimi,
II,
536, İbn Mâce, I, 79
[97] Ayrıca ei-Ahzâb, 33/57. âyet 3. başlığın sonundu tl;ı
geçmişti.
[98] Deylemî, Firdevs, III, 12H; AdCInî, Keşfu'l-Hafa, II,
112, İH» yer aldığı k;ıyn;ıkl;ır;ı işaret etmekle birlikte, hadis ile ilgili
herhangi bir hüküm vermemekledir; el-Münâvî, Feyzu't-Kadir, III, 21 İde Elnı
Nuayın'ın rivayet ettiği senedi ile zayıf olduğuna ibaret etmektedir; ayrıca
lık. Heysem i, Mecmâ, I, 122
[99] Darİmi, I, 110; İbn Mâce, 1, Kİ
[100] İbn. Mâce, II, 1443; lieyhaki, Şuabu'l-İman, II,
!(-,=>
[101] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/166-168.
[102] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/168.
[103] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/168-169.
[104] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/169.
[105] Tirmizi, V, 406; İSeyhaki, es-Sünenu'l-Kübrâ, V, 152.
[106] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/169-170.
[107] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/170-171.
[108] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/171.
[109] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
17/171.
[110] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/171-173.
[111] Ebu Nııaym, Hilye, V, «3 (muhtasar olarak)
[112] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/173-175.
[113] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/175-176.
[114] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/176.
[115] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/176-178.
[116] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/178-179.