Medine
101
24
Mushaftaki sıralamada elli
dokuzuncu, iniş sırasına göre yüz birinci sûredir. Beyyine sûresinden sonra, Nûr
sûresinden önce Medine'de nazil olmuştur. Derve-ze, sûrenin iniş sırası hakkında
şöyle bir tespit yapmaktadır: Tefsir ve siyer müelliflerinin bu sûrede sözü edilen
yahudİ kabilesinin Benî Nadîr olduğu ve bu topluluğun 1-4. âyetlerde değinilen
Medine'den çıkarılması olayının Uhud savaşından beş ay kadar sonra meydana
geldiği hususunda görüş birliği içinde oldukları dikkate alınırsa, bunu Uhud
savaşından söz eden Al-i İmrân sûresinden sonraki sıraya yerleştirmek uygun
olur. Sûrelerin iniş sırasına dair rivayetlerde, Hudeybiye barış antlaşmasıyla
İlgili bazı olaylara işaret eden Mümtehıne sûresi İle bu sûrenin adının karıştırılmış
olması muhtemeldir, dolayısıyla belirtilen sıralamada bu iki sûrenin yer
değiştirmesi gerekir.[1]
2. âyetinde geçen ve Nadîroğullan'nm
Medine'den sürülmelerinden söz edilirken kullanılan "haşr" kelimesi sûreye ad olmuştur
(kelimenin bu bağlamdaki anlamına ilişkin
yorumlar yerinde açıklanacaktır). "Benî Nadîr sûresi" diye de anılmıştır. [2] "Teşbih" ifadesiyle başladığı için
"Müsebbihât" diye bilinen
sûrelerin İkincisidir.[3]
Özellikle sûrenin ilk âyeti ile son üç âyetinde, bütün
varlıkların Allah'ı eksikliklerden tenzih ettiği, O'nun birliği, yüceliği,
ilminin sınırsızlığı, rahmet ve şefkatinin enginliği, irade ve gücünün
mutlaklığı, eşsiz yaratıcı olduğu belirtilerek kalplere tevhid inancının, Allah sevgisi ve saygısının yerleştirilmesi
hedeflenmektedir. 2-10. âyetlerde antlaşmalarını bozan bir yahudi
kabilesinin başına gelen sürgün fe- lâketi
örnek gösterilip bundan ibret alınması istenmekte ve müslümanlara toplum olarak elde edilen imkânların paylaştırılması
konusunda yol gösterilip ideal mümin tipiyle ilgili tasvirler yapılmaktadır.
11-17. âyetlerde müslüman göründükleri halde ahitlerini bozan Ehl-i kitap'la gizli İlişkiler kurarak türlü
entrikalar çeviren münafıkların ve yandaşlarının bazı zaaflarına değinilerek
müslümanlar hem bu tür davranışlardan sakındırılmakta hem de kendilerine moral
verilmektedir. Müteakip âyetlerde her
insanın yapması gereken nefis muhasebesinin ve ebedî hayat için hazırlıklı olunmasının önemine ve sonuçlarına dikkat
çekilmekte; Kur'an'a muhatap olmanın
ne büyük şeref olduğunu ama aynı zamanda ne büyük sorumluluk getirdiğini hatırlatan bir örnek verilmektedir. [4]
Sabah ve akşam üç defa (besmeleden önce) "E'ûzü
bülâhiVsemî'ıl-'alîmi mine'ş-şeytâni'r-racîm"
dedikten sonra Haşr sûresinin son üç âyetini okuyanlar için büyük müjdeler içeren hadisin sıhhat
derecesiyle ilgili eleştiriler bulunmakla beraber özellikle sabah namazlarından
sonra bu üç âyetin okunması gelenek haline gelmiştir. [5]
Rahman ve rahîm olan Allah'ın
adıyla... 1. Göklerde bulunanlar da yerde
bulunanlar da Allah'ı teşbih etmektedir. O azizdir, hakimdir. 2. Ehl-i ki-tap'tan
inkâr edenleri ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O'dur. Siz onların çıkacaklarına
ihtimal vermemiştiniz. Onlar da kalelerinin kendilerini Allah'a karşı
koruyacağım sanmışlardı. Ama Allah'ın azabı hiç beklemedikleri bir yerden
geliverdi; yüreklerine korku düşürdü; öyle ki evlerini hem kendi elleriyle hem
de müminlerin elleriyle yıkıyorlardı. O halde ibret alın, ey akıl sahipleri!
3. Eğer Allah onlara sürgünü yazmamış olsaydı, onları bu dünyada yine mutlaka
cezalandıracaktı. Âhirette ise onları cehennem azabı beklemektedir. 4. Bu,
onların Allah ve Resulüne karşı gelmelerinden dolayıdır. Kim Allah'a karşı cephe alırsa bilmeli ki Allah
cezalandırmada çok çetindir. 5. Herhangi bir hurma ağacım kesmeniz de, kökleri
üzerinde ayakta bırakmanız da Allah'ın izniyledir ve yoldan çıkmışların
burunlarını sürtmesi içindir. 6. Allah'ın
onlardan (alıp) Resulüne (fey! olarak) verdikleri için siz at veya
deve koşturmuş değilsiniz. Ama Allah elçilerini dilediği kimselere üstün
kılar. Allah her şeye kadirdir. 7. Allah'ın (başka) beldeler halkından (alıp)
Resulüne (fey' olarak) verdikleri, Allah'a,
Peygamber'e, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir;
içinizden sadece zenginler arasında dönüp dola- şan bir servet olmasın diye böyledir. Peygamber size ne vermişse onu
alın ve size neyi yasaklamışsa ondan
kaçının. Allah'a karşı saygısızlık etmekten sakının. Kuşkusuz Allah cezalandırmada çok çetindir. 8. (Bu mallar) Allah'ın
lütuf ve rızasının peşine düşerek
Allah'a ve Resulüne yardım ederlerken yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış olan yoksul muhacirlerin
hakkıdır. İşte onlar dosdoğru
kimselerdir. 9. Onlardan Önce bu yurda yerleşmiş ve gönülden inanmış olanlar, kendilerine göç edip
gelenleri severler, onlara verilenlerden
dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar; ihtiyaç içinde olsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin
bencilliğinden korunmayı başarırsa
işte kurtuluşa erecekler onlardır. 10. Bunların ardından gelenler de "Ey rabbimiz, derler, bizi ve bizden önceki
iman etmiş kardeşlerimizi bağışla;
kalplerimizde iman edenlere karşı kötü bir düşünce ve duyguya yer bırakma. Rabbimiz! Kuşkusuz sen çok şefkatlisin, çok
merhametlisin," [6]
1. Teşbih terimi kısaca, bir yandan "şuurlu
varlıkların iradî olarak Allah Te-âlâ'nın her türlü noksanlıktan uzak olduğunu
söz ve davranışlarla ortaya koymaları" diğer yandan da
"evrendeki bütün varlıkların ilâhî yasalara zorunlu olarak boyun eğip
O'nun hükümranlığını itiraf etmeleri" anlamına gelir. [7]
2-5. Hicret'ten kısa bir süre sonra Hz. Peygamber Medine'ye
yakın bir mahallede oturan Nadîroğulları ile bir tarafsızlık
antlaşması yapmıştı. Uhud savaşına kadar Nadîroğulları bu antlaşmaya
uydular. Hatta müslümanlann Bedir zaferine sevindiklerini ve Tevrat'ta
anılan âhir zaman peygamberinin Hz. Muhammed (s.a.)
olduğuna kanaat getirdiklerini söylemeye başladılar; ama Uhud savaşının
müslümanlar aleyhine sonuçlanması üzerine fikir değiştirdiler ve antlaşmayı bozdular. Reisleri Kâ'b b. Eşref, yanma bazı
adamlarını alarak gizlice Mekke'ye gidip
müşriklerin reisi Ebû Süfyân ile bir İttifak antlaşması yaptı. Bu ihaneti haber
alan Hz. Peygamber, onları hiç
beklemedikleri bir anda kuşatma altına aldı. Bir rivayete göre Hz. Peygamber bir diyet konusunu
görüşmek üzere Nadîroğulları'na gittiğinde
onların kendisini güler yüzle karşılayıp o arada hakkında suikast düzen-lemeye kalkmaları (ki bunu kendisi fark ettiği
gibi vahiyle de teyit edilmişti) bardağı
taşıran damla olmuştu. Her halû kârda âyetlerden kolayca anlaşıldığı üzere Yüce Allah müslümanlar için yakın bir tehlike
oluşturan bu topluluğun bulunduğu
yerden uzaklaştırılmasını mukadder kılmış, müslümanlann da tahmin etmediği biçimde kıskıvrak yakalanmalarını sağlamıştı.
Nadîroğullan ise, muhkem kalele- evi altı kaleleri vardı), evlerinin
yapılarının çok sağlam olmasına ve münafık- lann reisi Abdullah b. Übey b. Selûl ile Mekke müşriklerinden ve diğer
yahudi kabilelerinden gelecek yardımlara güveniyorlardı, Ama hiçbir yerden
yardım gelmedi, Allah onların
yüreklerine korku düşürdü ve müslümanlann bu kuşatması karşısında çaresiz kalıp yurtlarını terk etmeye razı
oldular. Silahları dışındaki eşyalarım
yanlarına almalarına müsaade edildi, 600 deve yüküyle kuzey yönünde yola çıktılar; Hayber, Hîre ve Şam bölgesindeki
(Suriye'deki) bazı şehir ve kasabalara yerleştiler. [8]
"İlk sürgünde" diye
çevrilen "li-evveli'1-haşr" ifadesindeki "haşr" kelimesi "toplanma
ve bir yere doğru toplu olarak sevk etme" demektir; kelimenin bu bağlamda
neyi ifade ettiği hususunda değişik yorumlar yapılmıştır. Bunlar içinde, daha
makul görüneni, Nadîroğullan'mn veya Hz. Peygamber'in ashabının savaş için toplanmalarının
kastedildiği yorumlarıdır. Bu yaklaşıma göre, savaş için toplanmanın
hemen başında sonuç alındığına işaret edilmiş olur. Yahudilerin Arap yarımadasından
çıkarılmak üzere toplanmalarının kastedildiği yorumuna göre ise haşr kelimesini
"sürgün" anlamıyla karşılamak ve bu kısma "ilk sürgünde"
mânasını vermek uygun olmaktadır. Öte yandan bazı müellifler, bu kelimeyle
kıyamet günündeki
Olayla ilgili bazı rivayetlere
göre Nadîroğullan, müslümanlann yararlanmaması için
veya kendi yanlarında götürmek üzere kapı ve eşik gibi unsurlarla evlerin
iç kısımlarından bazı parçalan söküyorlardı. 2. âyetin "evlerini hem kendi
elleriyle ... harap ediyorlardı" diye çevrilen kısmıyla bu durumun
kastedilmiş olması muhtemeldir. Burada geçen fiilin "bir şeyi
âtıl ve metruk hale getirmek" anlamı[9] esas alındığında ise bu ifadeyi
"evlerini... ıssız ve terkedilmiş bir hale getiriyorlardı"
şeklinde açıklamak mümkündür. Bu sonucun meydana gelmesinde hem
kendilerinin hem müminlerin katkısından söz edilmesini "müslü-maniar
dışarıdan kendileri içeriden" şeklinde açıklayan, bunu kısmen veya tamamen
mecazî ifade olarak değerlendiren yorumlar da yapılmıştır. [10]
2. âyetin son cümlesinde
"ibret alın" diye çevrilen fiilin kökünde "bir yerden bir yere
veya bir durumdan bir duruma geçme" anlamı bulunmaktadır. Esasen kıyas
işlemi de, hükmü bilinen bir olay ile yeni bir olay arasında gerekçe birliği
açısından kurulan fikrî bağ (illet) sebebiyle bilinen hükmü
yeni olaya geçirmekten ibaret olduğu için, genellikle fıkıh usulünde kıyasın
muteber bir delil (hüküm çıkarma metodu) olduğunun Kur'an'daki
dayanakları arasında bu âyete yer verilir.
Bunun izahı kısaca şöyledir:
Yüce Allah, bir hıyanet olayını ve buna bağlanan hükmü
(verilen cezayı) açık bir örnek olarak göstermiş, sonra akıl ve muhakeme sahiplerini
düşünmeye ve yeni olaylara zihnî geçişler yapmaya yani benzer durumların
benzer sonucu hak edeceğini dikkate almaya çağırmıştır. Bu olayda Na-dîroğullan'nın
asıl mahkûm edilen davranışı, ahdi bozma ve antlaşma yaptıkları müslümanlan
arkadan vurma çabası içine girmeleridir. Bunun yanı sıra, mevcut durumlarına
(kalelerinin ve evlerinin sağlamlığına) ve iki yüzlü davrandıkları defalarca
görülmüş olan münafıkların vaadlerine güvenip hiçbir hazırlık yapmamaları
yani rehavete kapılmaları da burada dolaylı olarak eleştirilip akıl sahibi
herkes ve özellikle müminler bundan ders çıkarmaya davet
edilmiştir. Râzî, inkarcılık ve hıyanet yapanların hep burada belirtilen
sonuçla karşılaşmadıkları, buna mukabil Hz. Peygamber ve ashabının
-bu durumda olmadıkları halde- birçok mihnete maruz kaldıkları gerekçesine
dayanılarak kıyas delili için yapılan istidlalin yanlışlığı ileri
sürülecek olursa şöyle cevap verilebileceğini belirtir: Asıl sonuç ve hüküm, bu
davranış içinde olanların mutlaka cezayı hak edecekleri hususudur; bunun dünyada
veya âhirette olması, dünyadakinin de şu veya bu şekilde gerçekleşmesi esas sonucu
etkilemez. [11]
âyete göre Allah Teâlâ
(müslümalann savaşa girip kayıp vermemeleri gibi) bazı
hikmetlerle bu yahudi topluluğunun sürgün edilmesi sonucunu mukadder kılmıştır.
Şayet bunu yapmasaydı onlar belirtilen hıyanetleri sebebiyle zaten başka
cezalara çarptırılacaklardı, ama her hâlû kârda âhiretteki azaptan da
kurtulacak değillerdir.
âyette yer alan "Allah
ve Resulüne karşı gelme, cephe alma" ifadeleriyle daha çok
yukarıda izah edilen ihanet ve suikasta İşaret edildiği belirtilir. Öncelikli
amaç bu olsa da, siyer kaynaklarındaki bilgiler bu topluluk mensuplarının Hz. Peygamber
ve arkadaşlarına karşı zaman zaman çirkin davranışlar ortaya koyduklarını,
özellikle Kâ'b b. Eşrefin Resûlullah'ı ve müslümanlan şiirlerinde ağır biçimde
hicvederek küçük düşürmeye çalıştığını gösterdiğinden, bu ifadeyi daha genel
yorumlamak, onların bu kapsamdaki bütün eylemlerine ve tavırlarına yapılmış bir
gönderme olarak düşünmek uygun olur. [12]
âyette müslumanların kuşatma
sırasında bazı hurma ağaçlarını kestikleri fakat bunun
meşruiyet temelinden yoksun olmadığı belirtilmektedir. Savaş sırasında
tabiat varlıklarının korunmasını; sivillerin, kendilerini ibadete vermiş din adamlarının,
kadın, çocuk ve yaşlıların öldürülmemesini ilke haline getirme konusunda
insanlık tarihinde öncü konumunda bulunan müslünıanların bizzat rahmet peygamberi
Hz. Muhammed'in yönetiminde gerçekleştirilen bir kuşatmada ağaç-lan
özel bir haklılık gerekçesi olmadan hoyratça kesmeleri düşünülemez. Hatta bir
rivayete göre bü âyet, yahudiler tarafından, getirdiği vahiyde böyle bir buyruk
mu bulunduğu yönünde Resûl-i Ekrem'e yöneltilmiş hayret ve hicivle karışık bir
soru üzerine inmiştir. Askerî strateji açısından gerekli görülmesi üzerine Hz.
Peygam-ber'in onayı, dolayısıyla Allah'ın müsaadesiyle
gerçekleşen ağaç kesme olayına değinilen bu âyette, bir yandan
müslümanlann bu sınırlı eyleminin töhmet altında tutulamayacağı
belirtilirken, diğer yandan da Kur'an'ın -kuşatma şartlan altında da
olsa- birkaç ağacın kesilmesine bile kayıtsız kalmadığına ve çevrenin korunmasına
büyük önem verdiğine dikkat çekilmiş olmaktadır. Hatta "kökleri üzerinde
ayakta bırakmanız" ifadesİndekİ tasvirin, onlann doğal durumundaki
güzelliğe işaret eden edebî bir üslûp olduğu da söylenmiştir. Bu olayla ilgili
rivayetlerde yakma eyleminden söz edilmesi ağaçlara zarar verilmesini
anlatan mecazî bir ifade olabileceği gibi kesilen ağaçlar yemek pişirme
veya geceleyin ısınma amacıyla yakılmış da olabilir. Bazı âlimlerin bu âyete
dayanarak savaş sırasında zafer açısından
gerekliliği anlaşıldığında düşman yurdundaki ağaçların yalatabileceği sonucuna ulaşmalarını da yukandaki izah çerçevesinde
değerlendirmek uygun olur. [13]
6-10. İlk iki âyette geçen "efâ'e" fiili sözlükte
"geri döndürmek, şeklini değiştirmek" anlamlarına gelir.
Burada İslâm hukuk terminolojisinde fey' olarak adlandırılan maddî değerler
kastedilmektedir. Terim olarak fey', gayn müslimlerden alınan haraç, cizye,
ticarî mal vergisi (uşûr) ve diğer bazı gelirleri ifade eder. Ganimet
de dahil olmak üzere gayn müslimlerden alınan her türlü malın bu kapsamda
olduğunu düşünenler bulunmakla beraber yaygın görüşe göre ganimet fey'in kapsamı
dışındadır. Kelimenin sözlük anlamıyla terim anlamı arasındaki bağ hakkında
farklı izahlar yapılmıştır.
6 ve 7. âyetlerin aynı konuyu
mu yoksa ayn konulan mı düzenlediği noktasında önemli bir görüş aynlığı
bulunmaktadır. Âlimlerin birçoğuna göre bu âyetler ayn durumlan
düzenlemektedir: 6. âyette savaş olmaksızın ele geçirilen mallar söz
konusudur; bunlar Hz. Peygamber'e ait olup başkalarına pay aynlmamıştır. Nadîroğullan'nın
yerlerinden çıkanlmasıyla elde edilen mallar bu türe örnektir. 7. âyet
ve devamı ise savaş sonucunda ele geçen -menkuller dışındaki- mallarla ilgilidir.
Savaş sonucunda elde edilen menkul malların (ganimetlerin) hükmü Enfâl sûresinde
açıklanmıştır. Bu anlayışa göre savaş sonucu elde edilen araziler, bunla-nn
gelirleri, gayn müslimlerden alınan haraç ve cizye vergileri fey' kabul edilir ve
7-10. âyetler esas alınarak işleme tâbi tutulur. Bu âyetlerde söz konusu edilen
hak sahipleri, 7. âyette sayılanlar, 8 ve 9. âyetlerde anılan Muhacirim
(Mekke'den Medine'ye göç eden müslümanlar) ve Ensâr (muhacirleri bağırlarına
basan Medine müstümanlan) ile -10. âyette belirtildiği üzere-
onları takip eden müslümanlar yani sonradan gelen bütün ümmettir.
Yaygın kanaate göre Hz. Ömer bu anlayışa sahip bulunuyordu; Taberî'nin
tercihi de bu yöndedir. Buna karşılık İmam Şâfıî ve onun
görüşünü benimseyenler, bu iki âyeti birlikte değerlendirip 7. âyeti önceki
âyetin açıklaması olarak kabul ederler; onlar burada sadece, savaş yoluyla elde
edilmeyen malların ve hükmünün söz konusu olduğu kanaatindedirler. Bu
anlayışın en önemli pratik sonucu, savaş yoluyla elde edilen arazilerin de
ganimet hükmünde sayılması ve beşte dördünün savaşa katılanlar arasında
dağıtılmasıdır. Öte yandan, yine bu anlayışa göre barış yoluyla elde edilen
mallar (fey'), ganimette olduğu gibi beşe bölünüp ganimetin beşte birinin
dağıtıldığı zümreye dağıtılır, kalan beşte dört yalnız Hz.
Peygamber'in hakkı olup o bunu Allah'ın kendisine gösterdiği yerlere
harcar. Burada beşte birin (humus) ayrılmasından söz edilmemekle beraber,
ganimetin beşte birinin sarf yerleriyle fey'in
dağıtılacağı kimselerin aynı olması ve bu malların aynı kaynaktan yani gayrı
müslimlerden elde edilmesi Şafiî'yi böyle bir kanaate yöneltmiştir.
Hz. Ömer döneminde Irak
topraklarının fethedilmesi üzerine Sevâd arazisinin hangi
statüye tâbi tutulacağına ilişkin olarak sahabe arasında cereyan eden tartışmalar
ve bunun ardından ortaya çıkan uygulama örneği hukuk doktrinlerinin bu konudaki
tercihlerini büyük ölçüde etkilemiştir. Sevâd (Irak) topraklarının
fethe-dilmesini takiben gaziler başkomutan Sa'd b. Ebû Vakkâs'a başvurup bu
toprakların da diğer ganimet malları gibi kendilerine
dağıtılmasını İstemişler o da bu talebi halife Hz. Ömer'e iletmişti.
Ömer konuyu sahabe ile geniş biçimde tartıştıktan sonra menkul malların (ganimet
statüsünde olmak üzere) müslüman askerler arasında dağıtılmasına, arazi ve
akarsuların ise -bu sûrenin 7-10. âyetlerine dayanarak-
müslümanlann yararına vakıf (fey' mevkûfe) olmak üzere sahiplerinin elinde
bırakılmasına ve bunlardan elde edilecek haraç vergisinin müslümanlann atıy-yelerine
dahil edilmesine (devlet hazinesine irat kaydedilmesine) karar vermiş ve bu
yönde uygulama yapması için Sa'd b. Ebû Vakkâs'a yazılı talimat göndermiştir.
Bu uygulamayı diğer deliller ışığında değerlendiren hukuk doktrinleri birbirinden
farklı sonuçlara ulaşmışlardır. Bunlardan Hanefî mezhebine göre savaş yoluyla
elde edilen taşınmazlarda devlet başkanının geniş bir takdir yetkisi bulunmaktadır:
Devlet başkanı duruma ve şartlara göre uygun görürse, Enfâl 8/41 âyetinin hükümleri
doğrultusunda -beşte birini ayırdıktan sonra- toprağı gazilere taksim eder,
bu durumda arazi öşür toprağı olur; bunu uygun görmezse Hz. Ömer'in Se- vâd
topraklan hakkında yaptığı gibi yerli halkın elinde bırakır ve karşılığında haraç
vergisi yükler, bu takdirde arazi haraç toprağı olur. İmam Mâlik'e göre savaş
yoluyla ele geçirilen arazi esas itibariyle dağıtılmaz; bu topraklar bütün
müslü-manlar için ortak bir vakıftır. Geliri ümmetin yararına
sarf edilir. Ancak ümmetin menfaati taksimi gerektiriyorsa devlet başkanı bu
tür toprakların taksimine de karar verilebilir. Şâfiîler'e göre ise
savaş yoluyla alınan topraklar ganimet hükümlerine tâbi
olup devlet beşte bir hisse alır ve kalanı savaşanlara dağıtılır. Hz. Ömer'in
uygulamasına gelince, İmam Şafiî -Hz. Peygamber dönemindeki bir Örnekten de yararlanarak-
bunun savaşa katılanların rızası alınarak yapıldığını savunur. Hanbe-lîler'İn
bu konudaki yaklaşımı hakkında Şafiî ve Mâlikiler'in görüşünü paylaşan iki
farklı rivayet bulunmaktadır. Toprak hukukuyla ilgili doktrin görüşleri yukarıda
Özetlendiği şekilde olmakla beraber uygulamada arazi daima fey' hükümlerine tâbi
kılınarak ganimet hukuku dışında tutulmuş, dolayısıyla, savaşanlara dağıtılması
cihetine gidilmemiştir. [14]
Hz. Ömer, 7. âyetin "içinizden
sadece zenginler arasında dönüp dolaşan bir servet
olmasın diye böyledir" şeklinde çevrilen kısmını, toplum olarak elde
edilen ve üretilen maddî değerlerin belirli kişilerin ellerinde
tedavül edip kalmaması, sosyal adaletin sağlanması ve refahın
geniş kitlelere yayılması gereğini vurgulayan bir ifade
olarak anladığı için, pek çok sahâbî tarafından savunulan -ve şeklî bir bakışla
haklı gibi görünen- Irak arazisinin taksim edilmesi yönündeki görüşe katılmamış,
özellikle âyetin bu kısmını delil göstererek ve taksim halinde ortaya çıkabilecek
sorunlara dikkat çekerek onları bu arazilerin kamu gelirlerini arttıran bir
kaynak haline getirilmesi hususunda ikna etmiştir. Bu tartışmalar sırasında Hz.
Ömer'in, sosyal politikayla ilgili temel düşünceye atıf yapan ifadeler
kullandığı da görülmektedir.
"Resûl"ün çoğulu
olan 6. âyetteteki rusül (elçiler) kelimesi genellikle "peygamberler"
şeklinde anlaşılmış ve burada Hz. Muhammed'in kastedildiği yorumu yapılmıştır.
Birçok âyette Allah'ın melekleri de müminlerin muzaffer olması için
görevlendirdiği, yine meleklerin "elçiler" olarak nitelendirildiği
dikkate alındığında, burada onların da bu kelimenin kapsamında
düşünülmesi mümkündür. 7. âyetteki "Peygamber size ne
vermişse onu alın ve size neyi yasaklamışsa ondan kaçının" şeklinde
çevrilen cümle, bağlamı dikkate alınarak fey' ve ganimet gibi şeylerin
dağıtımında Hz. Peygamber'in kullandığı takdir yetkisine saygılı olunması gerektiği
şeklinde açıklandığı gibi, kapsamlı bir ifade olması sebebiyle genellikle, Hz.
Peygamber'in sünnetinin miislümanlar açısından bağlayıcı bir kaynak olduğunun
Kur'an'daki dayanakları arasında da zikredilir.
8. âyetle öncesi arasındaki anlam bağı konusunda
değişik görüşler bulunmakla birlikte bunlar
daha çok gramer açısından yapılmış izahlar niteliğindedir. Devamındaki iki âyetle birlikte değerlendirildiğinde
burada Muhâcirûn'un, eşsiz iman tezahürleri
ve unutulmaz özverili davranışlarıyla İslâm tebliğinde tuttuğu özel ve seçkin yere, dolayısıyla bütün zamanlarda yaşayan
müminlerin onları sevgi ve saygıyla
anmalarının bir vefa borcu olduğuna, hayatta oldukları sürece de
-müslü-manların elde ettikleri maddî İmkânlar paylaştırırken- bu gruptaki
yoksulların öncelikli olarak
düşünülmesi gerektiğine dikkat çekildiği anlaşılmaktadır. Yine tasvir
üslûbunun hakim olduğu 9. âyette, Hz. Peygamber'e ve onunla birlikte Medine'ye hicret eden Muhâcirler'e kucak açmış, bütün
imkânlarını onlarla paylaşmaktan mutluluk duymuş hatta onları
kendilerine tercih etmiş bulunan Ensâr övülmek-te, onların da daima sevgi ve saygıyla yâd edilmesi gereken bu örnek
nesle ait fotoğrafın en önemli ikinci karesini oluşturdukları hatırlatılmış
olmaktadır. Ensâr'in bu örnek kişiliğinden söz edilirken "ihtiyaç içinde
olsalar bile onları kendilerine tercih ederler" ifadesi kullanıldığından,
İslâm ahlâkçıları burada geçen fiilden hareketle, cömertlik erdeminin özel bir türü olarak "(başkasını)
kendisine tercih etme" anlamına gelen îsâr terimini geliştirmişlerdir. 10.
âyette ise, didaktik bir üslûp kullanılarak bir yandan sonraki müslüman
nesillerin nasıl davranmaları gerektiği açıklanmakta, onların da ben merkezli
değil özgeci bir düşünce ve davranış biçimine
sahip olmaları özendirilmekte, diğer yandan da dolaylı olarak her dönemdeki müminlerin daha sonra gelecek nesillerin
kendilerini hayırla yâd etmelerini sağlayacak
tarzda hareket etmeleri gerektiği hatırlatılmaktadır. Nitekim Hz. Ömer -yukarıda açıklandığı üzere- Irak topraklarının
fethini takiben bunlann ganimet hükmünde sayılıp gaziler arasında dağıtılması talebine
karşı direnirken, ashab ile yaptığı
tartışmalarda özellikle bu âyetlerden etkilenerek hep "sonraki
nesiller" temasına vurgu
yapmış; başlangıçta işin bu yönüne dikkat etmemiş olan sahâbîler de
Resûlullah'ın mektebinde yetişmiş olmanın kendilerine sağladığı formasyon sayesinde
çok geçmeden bu argümanla ikna olmuşlardır. Bu da, toplum olarak Övgüye layık, iyi müslüman düzeyine erişebilmek
için, sahip olunan imkânları hoyratça kullanmama, gelecek nesilleri ağır yük
ve borç altına sokacak, kısaca kendilerini
kötülükle anmalarına yol açacak davranışlardan kaçınma sorumluluğunun bilincini
taşımak gerektiğini ortaya koymaktadır.
Barış veya savaş yoluyla elde
edilen maddî imkânların paylaştırılması bağlamında yer
aldığı için tefsirlerde buradan çıkacak hukukî sonuçlara ilişkin açıkla-
malara geniş bir yer verilmiş olmakla beraber, dikkatle incelendiğinde bu üç
âyette, ideal mümin tipi ve karakteriyle ilgili tasvirlerin
ve eğİtici-öğretici uyanların hakim olduğu görülür, Bunları şöyle sıralamak
mümkündür:
a) Bütün hayırlı eylemlerde, başarılı olmak için kendi
gücüne değil Allah'ın lütuf ve inayetine olan inancı öne çıkarmak, bir başka
anlatımla kişisel tercih ve yeteneklerini kusursuz kabul etme
değil, özündeki imanı hayata geçirme ve onun kurtarıcılığına güvenme anlamında
almak.
b) Allah'ın hoşnutluğunu kazanmayı amaç edinmek, bütün davranışlarını bu ilkeye
göre anlamlandırmak.
c) Allah'a ve Resulüne
yardım yani Allah'ın buyruk ve yasaklarını
tebliğ uğruna gerektiğinde en değerli dünyevî arzu ve çıkarlarını feda
edebilmek.
d) Dürüstlükten ödün vermemek, söze sadakat göstermek.
e) Darda olan mümin kardeşine kucak açmak; ama imkânlarını
onunla paylaşırken ve onun için özveride bulunurken bunun sevgi temeline
dayalı kalmasına özen göstermek, yani içindeki şeytanî dürtülere karşı mücadele
vererek davranışlarının içtenliğini korumak, yapmacıklıktan ve
gösterişten uzak durmaya çalışmak; f)
Beşerî zaaflara karşı daima Allah'ın yardımına ve korumasına sığınmak.
g) Allah'ın şefkat ve merhametinin herkesi kuşatacak
enginlikte olduğuna yürekten inanmak, kendisi için olduğu kadar mümin
kardeşleri İçin de O'nun bağışlamasını dilemek, başkalarının kusurunu
gördüğünde kendisinin de bir beşer olduğunu ve benzer kusurlar
işleyebileceğini hatırlamak. [15]
9. âyetin "onlardan önce
bu yurda yerleşmiş ve gönülden İnanmış olanlar" mealindeki
kısmında geçen "tebevve'e" fiilinin "bir yeri mekân tutmak,
edinmek, oraya yerleşmek" anlamları yanında "hazırlamak,
hazırlanmak" mânaları da vardır. Genellikle âyet bu fiilin ilk
anlamına göre yorumlanmakta, bu durumda ibarenin lafzı karşılığı
"onlardan önce bu yurda ve İmana yerleşmiş olanlar" şeklinde
olmaktadır. "İmana yerleşme" denemeyeceği için de iman kelimesinden
önce metinde yer almayan başka bir fiilin bulunduğu kabul
edilerek bu kısma "içtenlikle iman edenler" tarzında mâna
verilmektedir. [16]Mealde bu yaklaşım esas alınmıştır. İbn Atıyye ise
"dâr" ile "iman" kelimeleri arasındaki "ve" bağlacının "beraberlik" anlamında düşünülebileceği
kanaatindedir. İbn Âşûr -fazla taraftan
olmamakla beraber- en iyi yorumun bu olduğunu söyler; Elmalılı da, böylece
metinde yer almayan bazı lafızlar var saymaya gerek kalmayacağını belirterek bu yorumu güzel bulu. [17] Bizce de bu yaklaşım yerinde olmakla
birlikte, bu takdirde anılan fiilinin
"hazırlama" mânasını esas alıp âyetin belirtilen kısmını
"onlardan önce imanla bu yurdu
hazırlamış olanlar" şeklînde çevirmek uygun olur; zira "onlar- dan önce bu yurtla imanı birlikte edinmiş olanlar"
veya "onlardan Önce imanla bu yurda yerleşmiş olanlar" tarzında bir
mâna vakıaya uymaz, Ensâr'ın o yurdu imandan çok önce edindikleri realitesine ters düşer.
Yine bu âyette geçen şuh
kelimesi ve "şuhhu nefsih" tanılaması değişik mânalarla açıklanmıştır.
Birçok müfessire göre bu kelime "cimrilik huyunun ileri derecesi" veya
"cimri olmanın yanı sıra başkalarının elindeki imkânları da kıskanma" anlamına
gelir. Biz özellikle Zemahşerî'nİn açıklamasından yararlanarak âyetin ilgili
kısmını "Kİm nefsinin bencilliğinden korunmayı başarırsa" diye
çevirdik. Birçok
müfessire göre de bu kısım "Allah'ın yasakladıklarından uzak durma, haram yememe,
buyruklarını yerine getirme ve helalden yaralanma konusunda nefsine
yenilmeyen, kişisel ihtiraslarına karşı direnebilen" anlamına gelmektedir.
Râ-zî,
bunu "cimriliğe iten halet-i ruhiye" diye açıklar ki buna göre âyetin
bu kısmını
"Kim cimrilik duygusundan korunursa" şeklinde tercüme etmek mümkündür. [18]
10. âyette Muhâcirûn ve Ensâi
dışındaki sahabîlerin kastedildiği yorumu da yapılmış olmakla beraber âlimlerin
çoğunluğuna göre maksat, Tâbiûn ve onların ardından kıyamete kadar gelecek
bütün müslüman nesillerdir. Yine bu âyetin "Kalplerimizde iman edenlere
karşı kötü bir düşünce ve duyguya yer bırakma" diye çevrilen kısmında geçen
"ğıl" kelimesi daha çok "kin" anlamıyla karşılanmış olmakla beraber
"kötü inanç, kanaat" mânasına da gelmektedir. [19] Öte yandan bu âyetteki örnek ifade, ebediyet
âlemine intikal etmiş müminler için hayır dualarda bulunma ve onların bağışlanmasını
dilemenin meşru ve güzel bir davranış olduğunu canlı biçimde ortaya
koymaktadır. [20]
11. Şu münafıklık yolunu
tutanlara baksana! Ehl-i kitap'tan inkarcı yandaşlarına "Şayet siz
çıkarılacak olursanız, bilin ki biz de sizinle beraber çıkarız, sizin hakkınızda
(onlarla olmayın diyen) kimseye asla itaat etmeyiz. Eğer size savaş açılırsa muhakkak
yardımınıza koşarız" diyorlar. Allah şahittir ki onlar düpedüz
yalancıdırlar. 12. Oysa çıkarılsalar asla onlarla beraber çıkmazlar, onlara
savaş açılsa asla yardımlarına koşmazlar; yardım etmeye kalksalar da, muhakkak
arkalarını dönüp kaçarlar. Ve sonunda yardımsız kalırlar. 13. Şu bir gerçek ki
onların yüreklerinde size karşı duydukları korku Allah'a karşı duyduklarından
daha şiddetlidir. Çünkü onlar anlayışı kıt bir topluluktur! 14. Onların topu
birden sizinle, ancak müstahkem yerlerde ve siperler ardında olduklarında
savaşırlar. Kendi aralarındaki gerginlik ve çatışma şiddetlidir: Sen onları
birlik içinde sanırsın, oysa kalpleri dağınıktır. Çünkü onlar aklını iyi
kullanamayan kimselerdir. 15. Kendilerinden az öncekilerin durumu gibi: Onlar
yaptıklarının cezasını tatmışlardı ve onları elem veren bir azap beklemektedir. 16.
Tıpkı şeytanın durumu gibi: Hani o insana 'İnkâr et" der; o inkâr
edince de "Bilesin ki benim seninle ilgim yok, ben âlemlerin rabbi olan
Allah'tan korkarım" der. 17. Ama ikisinin de akıbeti, içinde ebedî
kalacakları ateşe girmek olacaktır! İşte zâlimlerin cezası budur! [21]
11-17. Nadîroğullan'yla
gizli gizli haberleşip Hz. Peygamber ve ashabına karşı direnmeleri için onlara
yardım vaadinde bulunan münafıkların sonuçsuz kalan girişimlerine ve bu iki
grubun zaaflarına değinilerek Hz. Peygamberin ve müslümanlann maneviyatı
yükseltilmekte; aynı zamanda dolaylı bir üslûpla müminler, karakter bozukluğuna yol
açan bu tür davranışlardan sakındınlmaktadır.
Sûrenin başından bu kümenin
sonuna kadarki kısmının Benî Nadîr'in sürgün edilmesi olayının bitiminden
sonra nazil olduğu anlaşılmaktadır. Burada şimdiki veya geniş zaman kullanılmış olması
Kur'an'da benzerlerine rastlanan bir üslûp olup bu âyetlerin olaydan önce
inmiş olduğunu göstermez. [22] Bununla birlikte bu kısmın münafıkların gizli
muhaberelerini
Resûlullah'a bildirmek üzere önce olay sırasında inmiş olması da ihtimal dışı değildir. Elmalılı -özellikle
şimdiki zaman kullanılmasından hareketle- bu ihtimali
tercih etmektedir. [23] Öte yandan, özellikle 11 ve 12. âyetlerde yer alan şart cümleleri dolayısıyla hatıra
gelebilecek sorulara cevap olmak üzere
birçok müfessİrin belirttiği üzere, burada bire bir muayyen bir olaym tasvirinden çok münafıkların ve sözlerine sadakat
göstermeyen yahudilerin karakter yapılarıyla
ilgili gene! bir anlatımın söz konusu olduğu da göz ardı edilmemelidir, "Yandaşlar" diye çevirdiğimiz 11.
âyetteki "ihvan" (kardeşler) kelimesinin "inkâr eden"
sıfatıyla birlikte kullanılmış olması, münafıklarla yahudilerin bazı inançlarda
kesiştiklerini göstermektedir. Buna göre "Ehl-i kitap'tan inkarcı yandaşları"
dîye çevrilen ifade, bu iki kesimin, Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr
hususunda birleştiklerini belirtmektedir. [24]
âyetin son cümlesinden 15. âyetin
sonuna kadar özne ve tümleç olarak yer alan "onlar" zamirleriyle yahudilerin
ve bunlarla işbirliği yapmaya kalkışan münafıkların birlikte kastedilmiş
olması muhtemeldir; fakat bu kısımdaki tasvir yahudilerin durumuna daha uygun
düşmektedir.
âyette onların Allah'tan çok
müslümanlardan korktuğu belirtilirken "yüreklerinde" kaydının
konması, bazı müfessirlerce, bu konuda da iki yüzlü davrandıklarına delâlet
bulunduğu şeklinde yorumlanmıştır. Buna göre anlam şöyle olmaktadır: Onlar derin
bir Allah korkusu taşıdıkları izlenimi verirler, halbuki gerçekte sizden
korkmaktadırlar. Fakat bu cümleyi "Onlar kendilerine cesur görüntüsü veren kimseler
oldukları için size karşı taşıdıktan korkulan gizlerler; ama yüreklerinde size karşı
büyük bir korku taşımaktadırlar" şeklinde yorumlamak da mümkündür. [25] Âyetin sonunda
"anlayışı kıt bir topluluk oldukları "nın ifade edildiği göz önüne alınırsa, asıl maksadın söz
konusu kimselerin Allah'tan çok insanlardan
korktuklarını hatırlatıp müminlerden kısa vadede gelebilecek zararı hesap
ettikleri halde ileride Allah'ın kendilerine vereceği cezayı göz ardı etme basiretsizliklerini eleştirmek olduğu
söylenebilir. [26]
âyetin "Onların topu birden
sizinle, ancak müstahkem yerlerde ve siperler ardında olduklarında
savaşırlar" diye çevrilen kısmını, İlgili yorumlar ışığında şu iki şekilde
açıklamak mümkündür: a) "Onlar toplu haldeyken bile sizinle, müstahkem yerlerde ve
siperler ardında olmaksızın savaşa girmezler"; b) "Onlar ittifak
edip sizinle birlikte savaşmazlar, her bir grup kendi kalesinde, güvenli bölge
sinde
savaşabilir." Burada geçen ve "topu birden" diye tercüme edilen
"cemî'an" kelimesi ve cümle içindeki rolü hakkında yapılan farklı
yorumlardan çıkan ortak sonuç şudur: Müslümanlar münafıkların ve ahitlerini bozan
yahudilerin blöflerine aldırış etmemelidir; zira onlar bütün şartlarda savaşı
göze alacak cesaret ve özveri duygusuna ve müşterek bir gaye uğruna canlarını
feda edebilecek imana ve ruha sahip değildirler; böyle bir birlik ruhu içinde
değil, sadece kendilerini sağlama alabildikleri durumlarda veya bulundukları mevzide
kendilerini korumak üzere savaşırlar. [27] Yine bu âyette geçen "be's"
kelimesi "güç, azap, sıkıntı, kuvvetli muharebe ve çekişme" gibi mânalara gelmektedir ve
âyetin, "Kendi aralarındaki gerginlik ve çatışma şiddetlidir" diye
çevrilen kısmı için buradaki bağlama göre değişik açıklamalar yapılmıştır, bunların başlıcalan
şunlardır: a) Aralarında gönül bağı yoktur, birlik beraberlik ruhundan yoksundurlar,
gerçekte birbirlerine düşmandırlar. Âyetin devamı bu mânayı destekler
niteliktedir, b) Onların güç ve cesaretleri birbirlerine karşıdır; müminlere karşı savaşacak
olsalar aynı kuvvet ve cesareti koruyamazlar, c) Onlar kendi aralarında savaş
konusunu hararetli biçimde tartışırlar, güçlü olduklarından söz ederler ama bu,
sözden öteye geçmez; iş ciddiye binince siperlerin arkasına siner kalırlar. [28] Bu âyette, bir
toplumun birlik ve beraberlik ruhu İçinde olmaması durumunun
"aklını iyi kullanmamaları" gerekçesiyle açıklanması, toplumsal
dayanışmanın sırf duygu bağlan temeline değil aynı zamanda rasyonel esaslar üzerine dayalı
olabileceğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Nitekim Hz. Peygamber
Medine'ye hicret ettiğinde oradaki muhtelif sosyal guruplarla karşılıklı hak ve
vecibeleri düzenleyen bir hukuki metin hazırlayıp ilgililere imzalatmış, bu
taahhütlere uyulduğu sürece -farklı inanç gruplarından oluşmasına rağmen- Medine toplumu
huzur ve güven içinde olabilmişti. [29]
Bazı miifessirler 15. âyette
geçen "kendilerinden az öncekiler" anlamındaki ifadeyle, Bedir
savaşında perişan olan müşriklerin durumuna atıfta bulunulduğu
kanaatindedirler. Fakat bu savaş sonrasında ahitlerini bozmaları sebebiyle Medine'den sürgün edilen
Benî Kaynuka yahudilerinin durumunun kastedilmiş olması ihtimali daha kuvvetli
görünmektedir. Şöyle ki, Bedir savaşı sonrasında Benî Kaynuka mensupları
müslümanlan çekemedikleri için Hz. Peygamber'le aralarındaki antlaşmayı ihlal
edici konuşmalar yapmaya başlamışlar ve bu tavırları sebebiyle Resûlullah
tarafından uyarılmışlar, ama onlar Hz. Peygamber'e küstahça bir cevap vermişlerdi[30] Nihayet bir gün
Medine çarşısında kuyumculuk yapan bu kabileye mensup bir esnafın
müslümanlardan bir hanımın İffetine dokunan ve onu aşağılayan eylemi
bardağı taşıran damla oldu. O esnaf oradan geçen bir müslüman tarafından
öldürülünce antlaşmayı feshettiklerini açıkça ilan edip kalelerine kapandılar
ve savaş haline girdiler. Müslümanlar tarafından yapılan kuşatma sonunda
teslim oldular ve sürgün edildiler. [31] Burada münafıkların ve
geçmiş ümmetlerdeki benzerlerinin kastedildiği yorumu da yapılmıştır. Ancak İbn
Atıyye bunun makul bir yorum olabilmesi için Musa (a.s.) dönemi gibi nispeten
yakın bir zaman olarak düşünülmesi veya "az önce"yi "tat-ma"nın zarfı
olarak kabul edip bu cümleye "Onların durumu kendilerinden az önce
cezalarını tadanların durumu gibidir" şeklinde mâna verilmesi gerektiğini
belirtir. [32]
16. âyette iki yüzlülük ederek
insanları kandıran münafıkların bu yöntemi şeytanın insanı doğru yoldan
saptırırken uyguladığı taktiğe benzetilmiştir. [33] Ama -17. âyette
belirtildiği üzere- bu İlişkide kendisine uyulan gibi uyanın da sonu ateştir;
çünkü kendisine verilen irade gücünü doğru istikamette kullanmamıştır. Şu halde
-burada söz konusu edilen olayda- münafıklar yaptıkları tahriklerin karşılığını
görmeye, aynı şekilde yahudiler de münafıklara uymanın sonuçlarına katlanmaya
mahkumdurlar; benzer durumlar da buna göre düşünülmelidir. [34]
18. Ey iman edenler! Allah'a
itaatsizlikten sakının. Herkes yarın için ne hazırladığına bir baksın. Allah'a
itaatsizlikten sakının. Şüphesiz Allah yapıp ettiklerinizden
tamamen haberdardır. 19. Allah'ı unutan, bu yüzden Allah'ın da
kendilerine kendilerim unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar gerçekten
yoldan çıkmışlardır. 20. Cehennemliklerle cennetlikler bir değildir.
Muratlarına erecek olanlar ancak cennet ehlidir. 21. Şayet biz bu Kur'an'i bir
dağın üzerine indirmiş olsaydık, onu Allah korkusundan titremiş ve paramparça
olmuş görürdün. İşte bu misalleri insanlar düşünsünler diye veriyoruz. 22.0,
kendisinden başka tanrı olmayan Allah'tır; duyular ve akılla idrak
edilemeyeni de edileni de bilir. O rahmandır, rahimdir, 23.0, kendisinden
başka tanrı olmayan Allah'tır; egemenliğin mutlak sahibidir, her türlü eksiklikten
uzaktır, esenlik verendir, güven sağlayan ve kendisine güvenilendir,
görüp gözeten ve yönetendir, üstündür, iradesine sınır yoktur, büyüklükte
eşi olmayandır. Allah onların yakıştırdıkları ortaklardan tamamıyla münezzehtir.
24.0, takdir ettiği gibi yaratan, örneği olmadan canlıları var eden, biçim ve özellik veren
Allah'tu*. En güzel isimler O'nundur. Göklerdekiler ve yerdekiler hep O'nu teşbih ederler. O azizdir, hakimdir. [35]
18-20. Müminler imanlarının gereği konusunda nefis muhasebesi
yapmaya çağınlmakta, Allah'ı unuttukları için kötü akıbete duçar olanların
durumuna düşmeme uy ansı yapılmakta, bu dünyada insanlara diledikleri
yolu seçme özgürlüğü verilmiş olmasının onların sınanması amacına bağlı olduğu
ve burada yapılıp edilenlerin cennet ve cehennem şeklinde birbirine zıt
iki karşılık bulacağı hatırlatılmaktadır.
18. âyette geçen ve
"yarın" anlamına gelen "gad" kelimesinin Kur'an'da zarf olarak kullanımları
bulunmakla beraber bu şekilde ("yarın için" mânasında) kullanıldığı
tek âyet budur. Bir taraftan mecazî bir anlatımla hesap gününün çok yakın olduğuna dikkat
çekilirken, diğer taraftan da kelime nekire (belirsiz) şekilde kullanılarak o
günün önemine, dehşetine ve mahiyetinin insanlar tarafından bİline-mezliğine
îmada bulunulmaktadır. Âyette "nefs" kelimesinin nekire olarak kullanılması
İse, (yükümlü olan) her şahsın tek tek bu muhasebeyi yapma durumunda olduğunu belirtmek
içindir; bu sebeple "herkes" şeklinde çevrilmiştir. [36] Burada herkesin yarın
için ne hazırladığına bakması istenirken öncelikli mânanın âhiret hazırlığı ve
nefis muhasebesi yapmak olduğu açıktır. İnsanın ömrünü yaratılış amacına uygun
geçirmek üzere dünya hayatıyla ilgili olarak geleceğe dönük plan yapması da son
tahlilde bu mânanın dışında değildir. Hatta Allah Teâlâ'nın bağışlayıcılığına ve
içtenlikle yapılan tövbeleri kabul ettiğine vurgu yapan âyet ve hadisler
ışığında, bu ifadeden, müminin geçmişte ne kadar kusurlu davranmış olursa olsun
samîmi bir pişmanlık duyarak Allah'a yalvarması ve kalan zamanını doğru yönde
değerlendirmesinin, bakışını ileriye yöneltmesinin İstendiği anlamı da
çıkarılabilir. Gerçek kişiliği bulunmamakla beraber amacı olan varlıklar olduğu için
ticarî şirket ve demek gibi tüzel kişiler de, plan hedeflerine ulaşıp ulaşmadıkları ve bu
açıdan hangi noktada bulundukları hususunda belirli zaman aralıklarında bir
değerlendirme yapmak; tüzel kişiliğin özelliğine göre meselâ kâr-zarar bilançosu, geçmiş dönemle
ilgili faaliyet raporu hazırlamak, bunları ve geleceğe
yönelik tasarılarını ilgili organlarında karara bağlamak durumundadır. İnsanların da gerek birey gerekse toplum
düzeyinde, hayat yolunda varlık gayelerine uygun bir mesafe alıp
almadıklarını, kendilerine verilen imkânları yerli yerince kullanıp
kullanmadıklarını, tükettikleri imkânlarla elde ettikleri semereler arasında
denge bulunup bulunmadığını sık sık gözden geçirmeleri gerekir. Ömrün ne zaman
sona ereceği bilinmemekle beraber her an sona erebileceği ihtimali bulunduğundan bu muhasebenin sabit periyotlara
bağlanması da doğru olmaz. Hayatın akışı
içinde nefis muhasebesini ihmal edenler için hastalanma, yakın çevresindeki
ölümler gibi bazı hatırlatıcı işaretler bulunduğu gibi, yüce dinimizde, zamanın
süratle akıp gittiğine daha bir dikkatle bakabilmemiz ve bu görevi
hatırlamamız için (cuma günü ve kadir
gecesi gibi) bazı mübarek gün ve geceler de belirlenmiştir.
Bu âyette iki defa geçen
"sakınma" (ittika) ifadesinden İkincisi pekiştirme amacı
taşımaktadır. Bağlam dikkate alınarak, bunlardan ilkini Allah'a sevgi ve
bağlılık gösterip emirlerini yerine getirme, ikincisini ise Allah'a karşı
gelmekten sakınıp yasaklarına uyma konusunda titizlik göstermeye çağrı olarak
düşünmek mümkündür. [37] İkinciyi,
"Belirtilen hali koruyun, takvada dâim olun" manasıyla açıklayanlar
da vardır. [38]
19. âyetteki "Allah'ı
unutmak"tan maksadın, Allah'ın kulu olduğu bilincinden yoksunluk ve O'na
karşı kulluk borcunu umursamama olduğu anlaşılmaktadır. Tevbe 9/67 âyetinde aynı
fiil kullanılarak münafıkların Allah'ı umursamadıkları, Allah'ın da onları kendi
hallerine bıraktığı yani O'nun inayetine lâyık görülmedikleri ve kendi tercihlerinin
sorumluluğuyla baş başa kaldıkları belirtilmiştir. Burada "Allah'ı
unutma"mn yaptırımı ve sonucu "Allah'ın da onlara kendilerini unutturması"
şeklinde ifade edilmiştir ki bu, Allah bilincine sahip olmayan kişinin kâmil
mânada insan olma şuurunun da zayıflayacağı anlamına gelir. Bir başka anlatımla, etrafını
kuşatan bunca kanıta ve kendisine verilen akıl nimetine rağmen Allah'ı unutan,
O'na kul olma idraki içinde olmayan kişi gerçek anlamda kendine yabancılaşmaya,
dolayısıyla hayatını boşa geçirmeye mahkûmdur. İnsanın ömür nimetini bu şekilde
heder etmesi ise karşılıksız kalmayacak, 20. âyette belirtildiği üzere, -bu
dünyadakİnden farklı olarak- âhirette, sorumluluğunun idraki içinde davrananlardan tam
olarak ayırt edilip hak ettiği muameleyi görecektir. Müfessir-lerin birçoğu
tarafından 19. âyet, Allah'ın, kendisine karşı görevlerini yerine getirmeyenlere, iyilik
yapmayı ve kötülüklerden sakınmayı unutturması, onları bu paydan ve mutluluktan
mahrum etmesi şeklinde açıklanmıştır. [39]
Bu âyetten, insanın kendini tanıması yani var
oluş amacını
idrak edip onu unutmaması halinde rabbini de bilmiş ve tanımış olacağı mânası da çıkarılabilir.
Hz. Ali'den nakledilen "Sen kendini bil ki rabbini de bilesin" ve "Kendini
bilmeyen rabbini de bilmez" anlamındaki vecizeler bu yorumu destekleyici
niteliktedir. [40]
21. Hemen bütün
milletlerin edebiyatlarında heybetin, sağlamlığın ve yüksekliğin sembolü
olarak yer alan ve yeryüzünde başı göğe değen yegâne coğrafî unsur gibi
düşünüldüğünden insanların tasavvurlarını çokça etkilemiş olan dağ motifi üzerine kurulu
bir temsile yer verilmektedir. Âyetin sonunda belirtildiği üzere burada herkesin
anlatılmak istenen mânayı kolayca kavrayabilmesi için somut bir örnekten
yararlanılmıştır; asıl amaç, Kur'an'm içerdiği mesajın önemini ve ona muhatap
olan insanın ne büyük sorumluluk altında bulunduğunu vurgulamaktır. Bu örnekle
İlgili açıklamaları şöyle özetlemek mümkündür: Şayet bir dağa insana verildiği
gibi şuur verilmiş olsaydı o heybet timsali eğilmez dağ bile Allah'ın
sıfatlarını bilmenin ve sorumluluk duygusunun sonucu olarak O'nun azameti, kudreti ve evrendeki
mutlak egemenliği karşısında sonsuz bir saygıyla eğilirdi; ama bununla kalmaz,
O'na kulluk etmek için kendini parçalardı. İnsanlar ise genellikle
omuzlarındaki yükü hissetmemek için direnmekte ve gaflet içinde ömürlerini tüketmektedirler.
Burada dikkat çeken bir husus, yine âyetin sonunda ifade edildiği üzere, bu
örnekten sonuç çıkarmanın da yine insana, daha doğrusu onun muhakeme yeteneğini
kullanmasına bağlı olmasıdır. [41]
22-24. Cenâb-ı Hak,
"Allah" ismini en başa koyarak kendisinin bazı isim ve sıfatlarını özellikle
anmakta, ardından en güzel isimlerin kendisine ait olduğunu hatırlatmaktadır,
Kulluk bilincine erişmiş
olanların taşıması gereken Allah korkusuna değinen 21, âyetin açıklaması
mahiyetindeki bu âyetlerde bile önce Allah Teâlâ'nın birliğine, sonra ilminin
sınırsızlığına, hemen bunların ardından da rahmet ve şefkatinin enginliğine yer verilmesi, ulu
rabbimizi diğer isim ve sıfat!arını da unutmadan, ama her şeyden önce sevgi, şefkat ve bağışlayıcılık nitelikleriyle
düşünmemiz ve bizim de bütün yaratılmışlara karşı bu tavrı öncelememiz
gerektiğini gösterme açısından dikkat
çekicidir. "En güzel
isimler" diye çevirdiğimiz 24. âyetteki esmâ-i hüsnâ terimi, "Allah Teâlâ'nm en güzel niteliklerine ve en mükemmel
anlamlara delâlet eden isimleri" demektir. [42]
Genellikle birden fazla mâna ile açıklanan
esmâ-i hüsnâdan 23-24. âyetlerde geçenler için verilen başlıca anlamlar
şöyledir:
a) Melik: Egemenliğin
mutlak sahibi, görünen ve görünmeyen âlemlerin asıl ve yegâne mâliki,
b) Kuddûs: Her türlü
eksiklikten uzak, mutlak kemal sahibi, yaratılmışların tasavvur ve tasvirine sığmaz,
kutsî, c) Selâm: Esenlik kaynağı,
esenlik veren, selâmete çıkaran,
d) Mü'min: Güven
sağlayan,kendisine güvenilen, vaadine itimat edilen, gönlünü imana açanlara
iman veren, kendisine güvenenleri korkudan emin kılan,
e) Müheymin: Görüp
gözeten, yöneten ve denetleyen, evrenin mutlak hâkim ve yöneticisi,
f) Azîz: Üstün, yenilmeyen, mutlak güç
sahibi, yegâne galip, izzet ve şanın asıl
sahibi ve kaynağı,
g) Cebbar: İradesine smır
olmayan, murad ettiğini her durumda icra edebilen, hükmüne ve etkisine karşı
direni-lemeyen,
yaratılmışların halini iyileştiren, yaralan saran, dertlere derman olan, eri-şilemez, yüceler yücesi, güç ve azamet sahibi,
h) Mütekebbir: Büyüklüğü
apaçık olan, azametini ortaya koyan, büyüklük ancak kendisine yaraşan,
büyüklükte eşi olmayan,
ı) Halik: Takdir ettiği
gibi yaratan,
i) Bari': Örneği olmadan
yaratan, yaratmanın bütün
evrelerindeki inceliklerin asıl kaynağı,
j) Musavvir: Bİçİm ve özellik veren, yarattıklarının maddî manevî, duyularla algılanan
algılanamayan bütün şekil ve hususiyetlerini belirleyen,
k) Hakîm: Bütün işleri ve
buyrukları yerli yerince olan, hüküm ve hikmet sahibi.
Sûre -ilk âyetinde olduğu gibi-
göklerde ve yerde bulunanların hep Allah'ı teşbih ettiği, O'nun azîz ve
hakîm olduğu belirtilerek sona ermektedir. [43]
[1] VIII,
207-208
Prof. Dr.
Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez,
Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/213.
[2] Buhârî,
"Tefsir", 59
[3] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:V/213.
[4] İngiliz
şarkiyatçısı Richard Bell'in Haşr süresiyle ilgili bir makalesinde
sûredeki âyetlerin tertibiyle ilgili olarak ileri sürdüğü görüşün eleştirisi
için bk. Emin Işık, "Haşr Sûresi", Dİ A, XVI, 426
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/213-214.
[5] bk. Tirmizî,
"Sevâbü'l-Kur'an", 22; Müsned, V, 26; Dârimî, "Fezâ-ilü'l-Kur'an", 22; Emin Işık,
"a.gm.", XVI, 426
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:V/214.
[6] Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:V/215-216.
[7] ayrıca bk.
tsrâ 17/44
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/216.
[8] mahşer yerindeki
toplanmanın kastedildiği yorumunu eleştiriler (bk. İbn Atıyye, V,
283-284; İbn Âşûr XXVIII, 68-69; Derveze, VIII, 210-211
[9] Beyzâvî, VI, 217
[10] bk.
Zemahşerî, IV, 79; İbn Âşûr, XXVIII, 71-72
[11] XXIX,
281-282
[12] Derveze,
VIII, 211
[13] Konuyla
ilgili rivayetler ve farklı yorumlar için bk. Taberî, XXVIII, 32-35;
Ze-mahşerî, IV, 80; İbn Âşûr, XXVIII, 75-78
Prof. Dr.
Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez,
Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/216-219.
[14] Daha
fazla bilgi için bk. Taberî, XXVIII, 35-39; Mustafa Fayda, "Fey", Dİ
A, XII, 511-513; Mehmet Erkal, "Ganimet", DİA, XIII, 351-354; ganimet hakkında bilgi için bk. Enfâl 8/1,41
[15] Muhâcİrûn
ve Ensâr hakkında ayrıca bk. Tevbe
9/100
[16] Zemahşerî,
IV, 82
[17] bk. İbn
Atıyye, V, 287; İbn Âşûr, XXVIII, 90-91; Elmalılı, VII, 4842
[18] Taberî,
XXVIII, 43-44; Zemahşerî, IV, 82; Râzî, XXIX, 287-288; Şevkânî, V, 232-233
[19] İbn
Atıyye, V, 288
[20] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:V/219-224.
[21] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:V/225.
[22] İbn
Âşûr, XXVIII, 98-99; Derveze, VIII,
220-221
[23] VII,
4855-4856
[24] İbn Âşûr,
XXVIII, 99
[25] Zemahşerî,
IV, 83
[26] İbn
Atıyye, V, 289
[27] Râzî,
XXIX, 289-290; İbn Âşûr, XXVIII, 104-105
[28] Râzî,
XXIX, 290
[29] bk.
Mehmet Akif Aydın,
"Anayasa", DİA, III, 153-154
[30] bk. Âl-i
İmrân 3/12
[31] aynca
bk. Enfâl 8/55-57
[32] V, 290
[33] ayrıca bk. İbrahim
14/22
[34] Buradaki benzetmeyi
muayyen bazı kişilerin yaptıklarıyla açıklama örnekleri için bk. Taberî,
XXVIII, 49-50; Elmalık, VII, 4861-4863
Prof. Dr.
Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez,
Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/225-228.
[35] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:V/228-229.
[36] Zemahşerî, IV, 84
[37] Zemahşerî, IV, 84
[38] İbn Âşûr, XXVIII, 112
[39] Taberî, XXVIII, 52-53; Şevkânî, V, 237
[40] İbn Attyye, V, 291
Prof. Dr.
Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez,
Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/229-231.
[41] Benzer bir temsil için
bk. Ahzâb 33/72;
Kur'an'ın âyetleri üzerinde düşünme gereği hakkında bk. Sâd 38/29
Prof. Dr.
Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez,
Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/231.
[42] bilgi için bk. A'râf
7/180; "Allah" hakkında bk. Bakara 2/255; "rahman" ve
"rahim" hakkında bk. Fatiha 1/3
[43] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:V/231-232.