1- Sûrenin Adı ve Yurtlarından Sürülenler:
3- Kâfirlerle Yurtlarından Sürülmeleri Şartıyla Barış
Yapılabilir mi?
3- Düşman Yurdunu Yıkmak, Yakmak ve Mahsullerini Koparmak
ile İlgili İlim Adamlarının Görüşleri:
4- Her Müctehid İsabet Eder mi?
5- Âyet-i Kerime'de Geçen Llne (Hurma Ağacı)'nın Mahiyeti
ile İlgili Görüşler:
1- Nadiroğullarından Alınan Fey':
2- Fey' ve Ganimetlere Dair Buyruklar ve Açıklamaları:
3-islam Devletinde Yöneticilerin Sorumluluk Alanına Giren
Mallar;
4- Her Bölgede Toplanan Mallar Oradaki İhtiyaç
Sahihlerine Harcanır:
5- Mal Yalnız Zenginler Arasında El Değiştiren Bir Güç
Olmamalıdır:
6- Rasûlün Verdiğini Almak, Onun Yasak Ettiğinden
Sakınmak:
7- Buyruk, Ganimetler Hakkında Özel Olmakla Birlikte
Anlamı İtibariyle Umumidir:
9- Buyruk, Emir Anlamını İhtiva Etmektedir:
1- Medine'yi Yurt Edinenler ve İmana Sahip Olanlar:
2- Bu Âyetin Önceki Buyruklarla İlişkisi:
3- Ömer'in (ra)
Fethedilen Arazilere Dair Uygulaması:
4- Ganimet Olarak Alınan Taşınmazın, Paylaştırılması:
5- Medine Şehrinin, Üstünlüğü:
6- Muhacirlere Verilenleri Kıskanmayan Ensar;
8- Başkalarını Kendisine Tercih Etmek Buna Dair Örnekler
ve Sınırları:
9- îsâr (Başkasını Tercih)in Mertebeleri:
11- Cimriliğin Mahiyeti ve Ondan Korunmanın Güzel Sonucu:
1- Ashabdan Sonra Gelenlerin Kendilerinden Öncekilerine
Karşı Tutumları:
3- Taşınır ve Taşınmaz Ganimet Mallarında Yapılması
Gereken Doğru Uygulama:
4- Müslüman Ümmetin Kendisinden Önce Geçmiş Olan
Mü'minlere Karşı Tutumu:
Âyette Kimin Kastedildiğine Dair Rivayet
İbn Abbas'ın Bu Husustaki Rivayeti
Vehb b. Münebbih'in Bu Husustaki Rivayeti
Rahman ve Rahim Allah'ın Adı île
Medine'de indiği ittifakla kabul edilmiştir. Yirmidört âyettir.
İbn Abbas'ın rivayetine göre Rasûluliah (sav) şöyle buyurmuştur: "Haşr Sû-resi'ni okuyan kimseye cennetteki, cehennemdeki herşey, Arş, Kürsî, gökler, yer, haşerat, rüzgar, bulut, kuş, hayvanlar, ağaçlar, dağlar, güneş, ay ve melekler mutlaka dua eder, onun için Allah'tan mağfiret dilerler. Eğer bu sûreyi okuduğu gün ya da gece ölürse, şehit olarak ölür." Bu hadisi es-Sa'le-bî rivayet etmiştir.
es-Saâlİbî'nîn Yezid er-Rukaşî'den, onun Enes'ten rivayet ettiğine güre Rasûluliah (sav) şöyle buyurmuştur: "Her kim Hasr Sûresinin sonunda yer alan: "Şayet Bİz bu Kur'ân'ı bir dağa indirse idik..." buyruğundan itibaren (sûrenin) sonuna kadar okur da o gece ölürse şehit olarak ölür."
Tirmizî de Ma'kil b. Yesâr'dan şöyie dediğini rivayet etmektedir: Rasûluliah (sav) buyurdu ki: "Her kim sabahı ettiğinde üç defa "eûzu bilLıhi's-semi-îl alîmi mine'ş-şeytani'r-racim (kovulmuş şeytandan herşeyi işiten ve bilen Allah'a sığınırım)" deyip de Haşr Sûresi'nin sonundan üç âyet-i kerime okuyacak olursa, Allah ona akşamı edinceye kadar dua edecek yetmişbin melek gönderir. Şayet o gün Ölürse şehid olarak ölür. Her kim bunu akşamleyin okuyacak olursa, onun için de aynı şey süzkonusudur." (Tirmizî) dedi ki: Bu ha-sen, garib bir hadistir[1]
1. Göklerde ve yerde olanlar Allah'ı teşbih eder. O, Azizdir, Hakimdir.
Bu buyruğa dair anıklamalar daha önceden (el-Hadîd, 57/1, âyetin tekirinde) geçmiş bulunmaktadır.[2]
2. O, kitab ehlinden kâfir olanları ilk sürgünde yurtlarından, yerlerinden çıkarandır. Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da hisarlarının kendilerini Allah'a karşı gerçekten koruyacağını sanmışlardı. Fakat Allah onlara hesaba katmadıkları taraftan geldi ve kalplerine korku saldı. Evlerini hem kendi elleriyle, hem mü'minlerin elleriyle tahrib ediyorlardı. Ey basiret sahipleri, artık ibret alın.
"O kitab ehlinden kâfir olanları ilk sürgünde yurtlarından, yerlerinden çıkarandır" buyruğuna dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: [3]
"O, kitab ehlinden kâfir olanları... yurtlarından, yerlerinden çıkarandır" buyruğu ile ilgili olarak Said b. Cübeyr dedi ki: Ben İbn Abbas'a: (Bu sûrenin adı) el-Haşr Sûresi nü dedim, o; en-Nadîr Sûresi de, dedi. Nadîrliler. Harun (a,s) soyundan gelen bir yahudi koludur. Bunlar İsrailoğulları fitnelere düştüklerinde Muhammed (sav)'ın gelişini beklemek üzere gelip Medine'ye yerleştiler. Yüce Allah'ın açıkladığı işler onların başından geçen işlerdendir. [4]
"İlk sürgün" buyruğundaki uel-haşr" toplamak demektir. Bunun dört çeşidi sözkonusudur. İki toplanma dünyada, iki toplanma da ahirette olacaktır. Dünyadaki toplanma (haşr) yüce Allah'ın: "O kitab ehlinden kâfir olanları ilk sürgünde (ervehı'1-haşr) yurtlarından, yerlerinden çıkarandır" buyruğunda sözkonusu edilmektedir.
ez-Zührî dedi ki: Bunlar daha önce sürgün musibetiyie karşılaşmamı;; bir koldan idiler. Yüce Allah onların üzerine sürgün edilmeyi takdir buyurmuştu. Eğer bu olmasaydı, mutlaka onları dünyada azaplandıracaktı. Dünya hayatında onların ilk haşrolundukları toplanma yeri Şam olmuştu.
İbn Ab bas ve İkrinıe dediler ki: Mahşer'in Şam'da olacağından yana şüphe eden kimse, bu âyeti okusun. Ayrıca Peygamber (sav) kendilerine: "Çıkınız" deyince onlar: Nereye diye sormuşlar, Peygamber (sav) da: "Mahşer yurduna" diye buyurmuştu.
Katade dedi kî: İşte mahşerin ilki budur. İbn Abbas: Onlar kitab ehlinden ilk hasredilen (sürülen) ve yurtlarından çıkarılan kimselerdir demiştir.
Denildiğine göre onlar Hayber'e sürüldüler. Buna göre yüce Allah'ın: "İlk sürgünde" buyruğu kalelerinden, hisarlarından Hayber'e sürülmeleridir. İkincisi ise Ömer (r.a)'ın kendilerini Hayber'den Necid ve Ezriât'e sürmesidir. Teymâ ve Eriha'ya sürülmeleri diye de açıklanmıştır. Buna sebeb, onların kâfir olmaları ve ahidlerini bozmalarıdır.
İkinci haşr ise kıyamete yakın bir zamandaki toplanmalarıdır. Katade dedi ki: İnsanları doğudan batıya doğru toplayacak bir ateş gelecektir. Onların geceyi geçirdikleri yerde o da duraklayacak, öğlen istirahatine çekilecekleri vakit onlarla birlikte orada kalacak[5] ve geriye kalanlarını yiyecektir.
Bu husus Sahih'de de sabit olmuş ve biz bunu et-Tezkire adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz.
Buna yakın bir rivayeti İbn Vehb, Malik'ten zikretmektedir. İbn Vehb dedi ki: Ben Malik'e: Bu (haşr ve toplanma) onların yurtlarından sürülmeleri midir? diye sordum. Bana şöyle dedi: Haşr, kıyamet gününde olacaktır ve ya-hudiler toplanacaktır. (Malik devamla) dedi ki: Yahudilere yanlarında bulunan mal hakkında soru sorulup onlar bunu gizlediklerinde Rasîiluüah (sav) Hayber'e sürmüş ve böylelikle onlarla savaşmayı helal görmüştü.
İbnu'l-Arabî dedi ki: Hasrın başı, ortası ve sonu vardır. Başı Nadiroğulla-nnın süiülmesidii, ortası Hayberlilerin sürülmesi, sonuncusu ise kıyamet günündeki haşirdir.
el-Hasen'den: Burada sözü edilenler Kurayzaoğullarıdır, dediği rivayet edilmiş ise de geri kalan müfessirler: Kurayza oğulları hiçbir şekilde haşrolun-macU (sürgüne gönderilmedi), onlar öldürüldüler, demişlerdir. Bu acıklama-yj da es-Sa'Iebî nakletmiştir. [6]
el-Kiya et-Taberî dedi ki: Harb ehli ile herhangi bir şey istemeksizin yurtlarından sürülmeleri şartıyla barış yapmak şu an için caiz değildir. Bu İs-lamın ilk dönemlerinde caizdi, sonradan nesh olundu. Şimdi ise; onlarla savaşmak yahut kadın ve çocuklarının esir alınması ya da onlara cizye koymak şartlarından birisinden başkası kabul edilemez. [7]
"Siz onların çıkacaklarını sanmamış tınız" buyruğu ile şunu kastetmektedir: Müslümanlar yahudilerin halini, onların kendilerini koruyabilecek durumda oluşlarını, güçlerini, söz birliklerini gözlerinde büyütmeleri dolayısıyla böyle bîr şeyi sanmıyorlardı.
"Onlarda hisarlarının kendilerini Allah'a karşı" Allah'tan gelecek emre karşı "gerçekten koruyacağını sanmışlardı."
Denildiğine göre bu hisarların adı el-Vatih, en-Netât, es-Sülâlim ve el-Ke-tibe idi. Nadiroğullan çokça silahı bulunan ve zaptedilmesi güç kaleleri olan kimselerdi. Fakat bunların hiçbirisi onları Allah'ın emrine karşı koruyamadı.
"Fakat Allah" in emri ve azabı "onlara hesaba katmadıkları" hiç de beklemedikleri "taraftan geldi." Bilmedikleri taraftan geldi, diye de açıklanmıştır.
"Hesaba katmadıkları taraftan geldi" buyruğu; Ka'b b. el-Eşrefin Öldürülmesini ummuyorlardı, diye de açıklanmıştır. Bu açıklamayı İbn Güreye, es-Süddî ve Ebu Salih yapmıştır,
"Ve kalplerine" liderleri Ka'b b. el-Eşrefin öldürülmesiyle "korku saldı." Ka'b'ı öidürenlei Muhammed b. Mesleme, Ka'b'ın süt kardeşi olan Ebu Naile Silkân b. Selâme b. Vakş, Abbad b. Bişr b. Vakş, el-Haris b. Evs b. Muâz ile Ebu Abs b. Cebr idi. Ka'b'ın öldürülüş haberi sîret'te meşhurdur. Sahih'de belirtildiğine, göre de Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Bir aylık mesafeden bana (düşmanımın kalbine) korku salınmak ile yardım olundu."[8] Medine ile Nadiroğullarının bulundukları mahalle arasındaki mesafe bir mil olduğuna göre, nasıl ona yardım olunmazdı? Bu Muhammed (sav)'a Özel olarak verilmiş bir imtiyazdı.
"Evlerini hem kendi elleriyle... tahrib ediyorlardı" buyruğundaki "Tahrib ediyorlardı" lafzı genel olarak şeddesiz: 'den gelen (müzâri) bir fiil olarak okunmuştur. Yıkıyorlardı demektir. es-Sülemî, ei-Hasen, Nasr b. Âsim, Ebıı'l-Âliye, Katade ve Ebu Amr ise; "Tahrib ediyorlardı" şeklinde "tahrib"den gelen bir fiil olarak şeddeli okumuşlardır.
Ebu Amr dedi ki; Şeddeli okuyuşu tercih edişimin sebebi şudur: "Bir şeyi sakini olmaksızın harabe halde terketmek" demektir. Na-diroğulları ise orayı bu şekilde harabe olarak terketmediler. Onlar orayı yıkarak tahrib ettiler. Bunu da yüce Allah'ın: "Hem kendi elleriyle, hem mü'm inlerin elleriyle* buyruğu desteklemektedir.
Başkaları ise şöyle demişlerdir: Bu iki şekil de aynı anlamdadır. Şeddeli okuyuş ise çokluk anlamına gelir. Sîbeveyh de ile kiplerinin anlamlarının birinin diğeri yerine kullanılabildiğini nakletmiştir. ile Onu tahrib ettim" anlamına; ile ise "onu sevindirdim" anlamına gelmesi gibi. Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim de birinci okuyuşu tercih etmişlerdir.
Katade ve ed-Dahhak dedi ki: Mü'mini er içeriye girmek için dışarıdan tahrib ediyorlar, yahudiler İse hisarlarının tahrib edilen bölümlerini, yıktıkları yerlerden çıkan malzeme ile yeniden bina etmek için »ceriden tahrib ediyorlardı.
Rivayet edildiğine göre Nadiroğulları Rasûlullah (sav) ile; onun yanında yer almamak ve ona karşı olmamak şartı ile barış antlaşması yapmışlardı. Bedir günü zafer kazanınca Tevrat'ta niteliği belirtilen peygamber işte budur. Onun hiçbir sancağı geri çevrilmez, dediler, Uhud günü müslümanlar yenilince bu sefer şüpheye düştüler ve antlaşmalarını bozdular. Ka'b b. eî-Eşref yirmi süvari ile Mekke'ye çıkıp gitti. Ka'be'nin yanında Hz. Peygamberin aleyhine Kureyşle antlaşma yaptılar. Peygamber (sav)in ensardan Muhammet! b. Mesleme'ye emir vermesi üzerine Muhammed h. Mesleme, Ka'b'ı gafil bir şekilde öldürdü. Sabah olunca da askeri birlikleriyle surlarına karşı dikildi. Onlara: Medine'den çıkın, dedi. Onlar: Buradan çıkmaktansa ölümü tercih ederiz, diyerek; "savaşa!" diye seslendiler.
Rasûkıllah (sav)'dan çıkış hazırlıklarında bulunmak üzere on günlük süre istedikleri de söylenmiştir. Bunun üzerine münafık Abdullah b, Ubey ve arkadaşları: Kaleden çıkmayın, diye gizli bir haber gönderdi. Eğer onlar sizinle savaşacak olurlarsa, biz de sizinle birlikte savaşırız, sizi desteksiz bırakmayız. Eğer çıkartılacak olursanız, andolsun biz de sizinle birlikte çıkarız. Yir-mibir gün süreyle sokakların başlarını tuttular ve sağlam bir şekilde oraları koruma terüblerini aldılar. Allah kalplerine korkuyu salıp, münafıkların yardım edeceklerinden yana ümidlerini kesince barış istediler. İleride açıklanacağı üzere Hz. Peygamber onları sürgüne göndermekten başka bir yol kabul etmedi.
ez-Zührî, İbn Zeyd ve Urve b. ez-Zübeyr şöyle demişlerdir; Peygamber (sav) kendileriyle develerin taşıyabileceği kadarını beraberlerinde götürmek şartı ile barış yaptığından, hoşlarına giden bir kereste ya da bir direği almak içtn evlerini yıkıyorlar, bunu develerine yüklüyorlardı. Mü'minler de geri kalanlarını yıkıyorlardı.
Yine İbn Zeyd'den şöyle dediği nakledilmiştir: Yahudiler kendilerinden sonra müslümanlar orada kalmasınlar diye evlerini tahrib ediyorlardı.
İbn Abbas dedi ki: Müslümanlar onların bir evlerini zabtettiler mi hemen orayı -savaş alanı genişlesin diye- yıkıveriyorlardı. Kendileri ise evlerinin arka taraflarından diğer eve geçip çıkarıldıkları yere gelen müslumanlara oradan atışta bulunmak üzere oyuklar açıyorlardı. Bunu ara sokaklarını bu yıktıkları malzeme île kapatmak için yapıyorlardı, diye de açıklanmıştır.
İkrinıe dedi ki: Onlar evlerinin içlerini ve oralarda bulunanları müslümanlar almasın diye "kendi elleriyle" tahrib ediyorlardı. Bu yolla onlara ulaşmak maksadıyla da dış taraflarından "mü'm inler elleriyle" onların evlerini "tah-rib ediyorlardı."
Yine İkrime dedi ki: Evleri oldukça süslü idi. Müslümanların orada oturmalarını istemediklerinden dolayı evlerinin iç taraflarını kendileri tahrib ettiler, müslümanlar da dışarıdan tahrib ettiler.
Bir diğer açıklamaya göre; onlar antlaşmalarını bozmak suretiyle "evlerini kendi elleriyle" savaşmakla da "mü'minlerin elleriyle tahrib ediyorlardı." ez-Zühri de böyle açıklamıştır. Ebu Amr b. el-Aiâ da şöyle demiştir: Evlerini mü'minlere bırakmak suretiyle "kendi elleriyle" tahrib ediyorlar, mü'minlerin evlerinden onları sürmek suretiyle de "mü'minlerin elleriyle" tahrib ediyorlardı.
İbnu'l-Arabi dedi ki: Bozmak (ifsâd etmek) maksadı ile ele alış, eğer el ile olursa, bu hakikat anlamında kullanılır. Şayet ahdi bozmak suretiyle olursa, mecazi bir anlam ifade eder. Şu kadar var ki mecazi anlatım noktasında ez-Zührî'nin saklaması, Ebu Amr b. el-Alâ'nın açıklamasından daha uygundur.
"Ey basiret sahihleri artık İbret alın!" Ey özlü akıl sahibleri öğüt alın, demektir. Ey bunu gözüyle görenler... diye de açıklanmıştır. Bu durumda "eb-sar" lafzı "basar"ın çoğuiu ulur.
Burada ibret alınacak hususlardan birisi de şudur: Onlar Allah'ın hükmüne karşı hisarlarına sığınıp korunmak istediler. Allah; onları hisarlarından,aşa-ğıya indirdi.
Yine ibret şekillerinden birisi sudur: Allah onlara daha önce kendilerine yardım eden kimseleri musallat etti. Bir diğer ibret yolu da şudur: Onlar kendi mallarını, kendi elleriyle yıktılar. Kim başkasının karşı karsıya kaldığı durumlardan ibret almazsa, kendi başına gelen olaylardan ibret almak durumunda olur. Doğaı mesellerden birisinde de: "Bahtiyar diye başkasının başına gelenlerden öğüt alan kimseye denir"[9] denilmektedir. [10]
3- Eğer Allah onların hakkında sürgünü yazmamış olsaydı, onları elbette dünyada azaplandırırdı. Bununla birlikte âhirette onlar için ateş azabı vardır.
4. Bunun sebebi onların Allah'a ve Rasûlüne muhalefet etmeleridir. Kim Allah'a muhalefet ederse, muhakkak Allah, cezası pek çetin olandır.
"Eğer Allah onların hakkında sürgünü yazmamış olsaydı* yani eğer Al-iah onları yurtlarından süreceğine ve bir süre kalıp onlardan bazılarının iman edeceğine ve onlardan iman edecek kimselerin doğacağına dair hüküm vermemiş olsaydı "onları.elbette dünyada" Kurayzaoğullanna yaptığı gibi; öldürülmek ve kadın ve.çocukları esir almak suretiyle "azaptandırirdi."
"Sürgün" vatandan ayrılmak demekıir.
"Kendisi ayrıldı" "Başkası onu ayırdı (sürüdü)" denilir. “Sürmek, sürülmek" ile: "Çıkarılmak"; uzaklaştırılmak bakımından aynı anlamı ihtiva etmekle birlikte iki açıdan farklılık ar-Zederlen Evvela sürülmek, hanım ve çocuklarla birlikte olur. Dışarı çıkarılmak ise bazan hanımlar ve çocuklar bırakılmış olmakla birlikte gerçekleşebilir. İkincisi; sürülmek ancak toplu halde olur, dışarı çıkarılmak ise tek kişi hakkında da, çoğul hakkında da kullanılabilir. Bu açıklamayı el-Maverdî yapmıştır.
"Bunun" bu sürgünün "sebebi, onların Allah'a ve Kasûlüne muhalefet etmeleridir" ona düşmanlık etmeleri, emrine karşı gelmeleridir.
"Kim Allah'a muhalefet ederse" buyruğundaki; "Kim... muhalefet ederse" buyruğunu Talha b. Musarrıf ve Muhammed b. es-Semeyka: diye şeddeli olan "kap harflerini ayrı ayrı izhar ile okumuşlardır. el-Enfal Sûresi'nde (8/13- âyette) olduğu gibi. Diğerleri ise idğâm ile okumuşlardır. [11]
5. Herhangi bîr hurma ağacını kesmeni! yahut onu kökleri üzere dikili bırakmanız, hep Allah'ın izni ile olmuştur ve (bu) iasıkları al-çaltması içindir.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız; [12]
"Herhangibir hurma ağacını kesmeniz" buyruğundaki: "Herhangi bir...ini" lafzı; "kesmeniz" anlamındaki fiil ile nasb konumundadır. Kestiğiniz herhangi bir şey, diye buyurulmuş gibidir.
Bu buyruğun iniş sebebine gelince; Nadiroğullan Uhud günü Kureyş'in yardımı ile antlaşmayı bozmaları üzerine Peygamber (sav), Nadiroğullarının el-Buveyre diye bilinen hisarlarının önünde konakladı. Onların hurma ağaçlarının kesilip yakılmasını emretti.
Kesilen hurma ağaçlarının sayısı hususunda farktı rivayetler gelmiştir. Ka-tade ve ed-Dahhak altı hurma ağacını kesip yaktıklarını söylemişlerdir, Mu-hammed b. îshak da: Bir tek hurma ağacını kestiler ve bir tek hurma ağacını yaktılas, demiştir. Bu da Rasûlullah (sav)'in uygulamaya itiraz etmemesi (ikrarı) ya da emri ile olmuştur.
Bunun sebebi ya bu yolla onları zayıflatmaktı, yahutta bu hurma ağaçlarını kesmek suretiyle yerin genişlemesini sağlamaktı. Bu yahudilere ağır geldi. O bakımdan kitab ehli ve yahudi olan Nadirliler şöyle dedi: Ey Muhammedi Sen ıslahı isteyen bir peygamber olduğunu ileri sürmüyor musun? Peki, hurma ağaçlarını kesip ağaçları yakmak ıslahın bir gereği midir? Allah'ın sana indirdiği buyruklar arasında yeryüzünde fesad çıkarmanın mubah olduğunu mu görüyorsun yoksa?
Bu Peygamber (sav)'a ağır geldi, mü'minier de içten içe bundan rahatsız oldular. Hatta aralarında anlaşmazlıklar çıktı. Kimileri Allah'ın bize ganimet olarak verdiği şeylerden kesmeyiniz derken, kimileri de: Onları bu yolla daha da öfkelendirelim diye kesiniz, dedi.
Bunun üzerine âyet-i kerime, ağacın kesilmesini yasaklayanları doğrulamak ve kesenlerin de günah kazanmadıklarını belirtmek üzere indi ve böylece ağacın kesilmesinin de, kesiîmemesinin de Allah'ın izni ile olduğunu haber verdi.
Şairleri, yahudi Semmâk, bu hususta şunları söylemektedir:
"Bizler o çok hikmetli Kitabı miras alanlar değil miyiz?
Musa döneminde; ve biz sapmadık.
Sizlerse cılız koyunların çobanlarısınız, Tihame ve el-Ahyef çöllerinde.
Çobanlığı kendiniz için şeref kabul edersiniz.
Herşeyinizi bitirip tüketen bütün zamanlarınızda.
Ey hazır bulunanlar; vazgeçiniz,
Zulümden ve utanç verici hareketlerden.
Belki geçen günler ve samanlar,
İnsaf ve adalet sahibi tarafından (aleyhinize) çevirilirler.
Nadiroğullarmı öldürüp onları sürdüğünüz için
Ve henüz meyveleri toplanmamış hurma ağaçlarını kestiğinizden"
Hassan b. Sabit ic ona şöylece cevab verdi:
"Kureyş'e yardımcı olan bir topluluk, sordu birbirini
Kendi şehirlerinde onların yardımcıları yoktu halbuki.
Onlar kendilerine verilen. Kitabın kıymetini bilmeyenlerdir,
Tevrat'a karşı kör olan, helak olmuş bir kavimdir.
Kur"ân'ı inkar ettiniz ve yüz çevirdiniz,
O uyarıcının söylediklerini tasdik etmekten.
Lüeyoğullanmn efendileri için,
el-Buveyre'de yayılıp giden bir yangının önemi olmaz,"
Ebu Süfyan b. el-Haris b. Abdu'l-Mııtlalib de ona (yahudi Semmâk'a) şu cevabı vermişti:
"Allah böyle bir işi devamlı kılsın
Ve onun dört bir yanında yanan alevi sürdürsün.
Bizden hangilerinin bundan uzak olduğunu göreceksin
Ve hangimizin topraklarının nereye ulaşacağını bileceksin.
Eğer oradaki hurma ağaçları süvari olsaydı
Elbette: Burada siz kalamazsınız haydi yola koyulunuz, diyeceklerdi." [13]
Peygamber (sav)'m
onların üzerine gitmek üzere Medine'den çıkması hicri 4. yılın başında
Rebiu'l-evvel ayında oldu. Nadiroğulları ona karşı kendilerini korumak üzere
kalelerine çekildiler. Peygamber de hurma ağaçlarının kesilip yakılmasını
emretti. İçkinin haram olduğunu bildiren hüküm de o zaman indi.
Abdullah b. Ubeyy b. Selul ve onunla beraber olan münafıklar Nadîroğul-larına; "Biz sizinle beraberiz. Eğer sizlerle savaşılacak olursa, biz de sizin yanınızda savaşırız. Şayet çıkartılacak olursanız, biz de sizinle birlikte çıkar, gideriz" diye gizlice haber gönderdiler. Nadiroğulları da buna aldandılar. Fakat iş ciddiye binince onlara yardım etmediler, onları kendi hallerine bıraktılar. Onlar da teslim olmak zorunda kaldılar. Rasûlullah (sav)'dan da kanlarını dökmeyerek kendilerini sürgüne göndermelerini istediler. Silah dışında, develerinin taşıyabilecekleri kadar yük götürmelerine izin vermesini dilediler. Bu şekilde yükleriyle birlikte Hayber'e gittiler. Kimileri de Şam'a gitti. Aralarından Hayber'e gidenler arasında Huyey b. Ahtab, Sellâm b. Ebi'l-Hukayk ve Kinâne b. er-Rabî gibi ileri gelenleri de vardı. Hayberliler onlara itaat etti, boyun eğdi. [14]
Müslim'in Sahih'inde ve başka eserlerde İbn Ömer'den sabit olan rivayete göre Rasûlullah (sav) Nadiroğullarının hurma ağaçlarını kesmiş ve yakmıştı. Bununla ilgili olarak Hassan şöyle demiştir:
"Lueyoğullarının efendilerine basit gelmiştir el-B üvey re'de yayılıp giden bir yangın."
Yüce Allah'ın: "Herhangi bir hurma ağacını kesmeniz..." buyruğu da buna dair nazil olmuştur.
İlim adamları düşman yurdunun tahrib edilmesi, yakılması ve meyvelerinin kesilmesi hususunda iki görüş ortaya koymuşlardır.
Birinci görüşe göre; bu caizdir. Bunu (Malik) el-Müdevvene'de belirtmiştir.
İkinci görüşe göre; eğer müslümanlar bunların kendilerinin olacağını bilirlerse, bunu yapmazlar. Eğer ümit keserlerse yaparlar. Bu görüşü de Malik, el-Vâdıha'&jL belirtmiştir. tafiî mezhebine mensub ilim adamları da bu kanaatledirler ve buna göre (başka görüşleri) tartışırlar.
tbnu'l-Arabî dedi ki: Sahih olan birinci görüştür. Çünkü Rasûlullah (sav), İMadiroğullanna ait hurma ağaçlarının sonunda kendisinin olacağını bilmişti. Bununla birlikte o, böylesi onlara bir ibret teşkil etsin, onların maneviyâtlarını kırarak oradan çıkmalarını sağlasın, diye birtakım ağaçlan yakmış, bir kısmını da kestirmiştir. Geri kalan bölümünün sağlam kalması maksadıyla malın bir bölümünü telef etmek, şer'an caiz olan bir maslahattır, aklen de böyle bir maslahat maksat olarak gözetilebilir. [15]
el-Maverdî dedi ki: Bu âyeı-İ kerimede her müttehidin isabet ettiğine dair bir delil vardır. el-Kiyâ et-Taberî de bu görüşü ifade ederek şöyle demiş-lir: Her ne kadar Peygamber (sav) aralarında bulunmakla birlikte böyle bir hadisede ictıhadda bulunmak uzak bir ihtimal ise de (bu böyledir.) Çünkü şüphesiz ki Rasûlullah (sav) bu olayı görmüş ve sesini çıkarmamıştır. Onlar da bu işin hükmünü sadece Rasûlullah (sav)'ın takririnden öğrenmiş olmaktadırlar. (Böylelikle bu uygulamalarının içti had ile yapılmış olma ihtimali uzak görülmektedir.)
Îbnu'l-Arabî dedi ki: Bu (hükmü çıkarmak) doğru değildir. Çünkü Rasûlullah (sav) onlarla birlikte idi. Rasûkıllah (sav)'ın huzurunda ictihûd olamaz. Aksine bu olay Rasûlullah (sav)'ın üzerine hakkında hüküm inmedik bir hususta ictihâd ettiğine delil teşkil eder. Bu içtihadının dayanağı ise genel olarak kâfirlere eziyet etmek ve mallarını telef etmek ve yok etmeyi gerektiren herbir hususa izin verilmiş olduğunun kapsamına girdiğidir. Bu da yüce Allah'ın: "Ve (bu) fâsıkları alçaltması içindir" buyruğu ile ifade edilmektedir. [16]
Burada sözü edilen Lîne'nin mahiyeti hakkında on farklı görüş vardır.
1- el-Acve türü hurma veren ağaç dışındaki bütün hurma ağaçlarıdır. Bu açıklamay ez-Zülırî, Malik, Said b. Çübeyr, İkrime ve el-Halil yapmıştır,
2- İbn Abbas, Mücahid ve el-Hasen'den gelen rivayete göre; bütün hurma ağaçlarına bu isim verilir, demişler ve acve olsun, başka tür hurma olsun istisna etmemişlerdir.
3- f frrer cYsn Aâdıcs, İErrr geıbr rrvayetf güvdti; (1
4- es-Sevrî'den gelen rivayete göre hurma ağaçlarının en kıymetlileridir.
5- Ebu Ubeycie'nin görüşüne göre acve ve berni diye bilinen hurma türleri dışındaki bütün hurma türleridir.
6- Cafer b. Muhammecl dedi ki: Bu özel olarak acve hurmasının (ağacının) adıdır. Onun naklettiğine göre atîk ve acve Nuh (a.s) Üe birlikte gemide bulunan'ağaçlardandır. Atik erkeğinin adıdır, acve ise bütün dişi türlerin esasıdır. Bundan dolayı bu ağacın kesilmesi yahudilere ağır gelmişti. Bu görüşü de el-Ma verdi nakletmiştir,
7- Lîne'nin, mahsulüne el-levn adı verilen bir çeşit hurma ağacı olduğu da söylenmiştir. Bu ağacın verdiği hurma, hurmaların en iyisidir. Oldukça sarı olup, dışardan çekirdeği görülür ve o kadar yumuşaktır ki; çiğnenebilecek haldedir. Bu tür ağaçların bir tanesi bile onlar için iyi bir hizmetçiden (köleden ya da cariyeden) daha değerlidir,
8- Bunun yere yakın (kısa boylu) hurma ağacı olduğu da söylenmiştir, el-Ahfeş şu beyi ti zikretmektedir:
"Kumru bir Line ağacının üzerinden sevenlerin ayrılığını söyleyerek Şarkı söylediğinde; beni de ağlattı."
Lîne'nin hurma fidanı olduğu da söylenmiştir. Çünkü fidan ağuçtan daha yumuşaktır. (Line yumuşak demek olan leyyin'den gelir.) Şairin şu beyitin-dc de bu anlamda kullanılmıştır:
"Fidanlarını bir pınarın aktığı yere diktiler
Sonra da hurma ağaçlarının etrafını koruluklarla sardılar."
9- Bir diğer görüşe göre Line canlılıkları sebebiyle yumuşak olduklarından ötürü bütün ağaçlara verilen isimdir. Şair Zü'r-Rimme de şöyle demiştir:
"Kanatlarının üst üste binmiş terekleri bir line (ağacın) üzerinde Geceden kalma ıslaklığı tüylerinde panldıyor.
10- ed-Dakal denilen hurma ağacının adıdır. Bu açıklamayı da el-Esmaî yapmıştır. O şöyle der: Medineliler de: Elvan bulunmadıkça sofralar açılmaz, derİer, Elvan'dan kastettikleri ise dekal hurmasıdır.
İbnu'l-Arabî dedi ki: Doğrusu ise ez-Zührî ve Malik'in söylediğidir. Bunun da iki sebebi vardır:
1-Onlar evvela kendi şehirlerini ve şehirlerinde bulunan ağaçlan başkalarından daha iyi bilirler.
2-Kelimenin türediği kökü, bu görüşü desteklemektedir. DiJbilginleri de bunun doğru olduğunu belirtmektedirler. Çünkü "line" lafzı "lune" veznin-dedir. Arapların kabul ettikleri esas ilkelere göre kelime illetli olduğundan dolayı "lîne" haline gelmiştir. Bunun aslı İûn" şeklindedir. He (sondaki te) gelince, başı 'ilk lâm"ı kesreli gelmiştir. Nitekim "berku's-sadr"ı be harfini fet-hali olarak söylerken sonuna "he" getirildiği için, "be" harfi kesreli olarak "bir-ke" denilmesi de böyledir.
"Line"nin aslının "livne" olduğa ve kendisinden önceki harf kesreli olduğundan dolayı "vav"ın "ye"ye kalbedikliği de söylenmiştir. Lîne'nin çoğulu diye gelir, çoğulunun; diye geldiği de söylenmiştir. İmruu'1-Kays atının boynunu anlatırken şöyle demektedir:
"Alevle tutuşup yanan,
Çıplak hurma ağacı gibi bir boyun."
el-Ahfeş dedi ki: "Lîne" ismi 'hV'den değil de "levn"den türetilerek verilmiştir. el-Mehdevî dedi ki: Bu kelimenin türediği kök hususunda farklı görüşler vardır. Bunun "levn"den geldiği ve aslının da "lîne" olduğu söylenmiştir. Aslının: "Yumuşadı, yumuşar" fiilinden geldiği de söylenmiştir.
Abdullah: "Herhangi
bir hurma ağacını kesmeniz yahut onu kökleri üzere ayakta dikilir
bırakmanız..." yani kökleri üzerinde dimdik ayakta terketmeniz... diye
okumuştur. el-A'meş ise: "Herhangi bir hurma ağacın kesmiz
Abdullah Herhangi bir hurma ağacını kesmeniz yahut onu kökleri üzere dikili bırakmanız..." diye okumuştur ki; kesmeksizin bırakmanız, demektir.
Bu buyruk: "Kökleri üzere ayakla dikili oldukları halde..." şeklinde de okunmuş olup bu da iki türlü açıklanabilir. Buradaki "kökler" anlamındaki kelime; in çoğuludur, Vin çoğulunun diye gel-
mesi gibi. İkincisine göre burada "vav"ın yerine ötre ile ye ti nü mistir. Buyruk ayrıca: "Kökleri üzerinde dikilmiş olarak" diye (dikilmiş anlamındaki lafız tekil olarak) diye ve: "Herhangi bir" lafzı güzönünde bulundurularak tekil okunmuştur.
"Hep Allah'ın izni" emri "ile olmuştur ve (bu) fasıkları alçaltması içimdir." Yani kendisini, peygamberini ve kitaplarını inkâr eden yahudileri zelil etmesi içindir. [17]
6. Allah'ın onlardan Rasûlüne verdiği fey'e gelince; sîz onun için ne at oynattınız, ne de deveye bindiniz. Fakat Allah peygamberlerini dilediği kimselere musallat eder. Allah herşeye gücü yetendir.
7. Allah'ın fethedilen ülkeler ahalisinden Rasûlüne verdiği fey, Allah'a, Peygambere, akrabalara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalanlara verilir ki; o mal sizden zengin olanlar arasında elden ele dolaşan bir şey olmasın. Hem Peygamber size ne verdi ise onu alın, neyi yasak etti ise de sakının. Ve Allah'tan korkun, çünkü Allah azabı çok çetin olandır.
"Allah'ın onlardan Rasûlüne verdiği fey'e gelince..." âyeti ile bundan
sonra gelen âyetin sonundaki "çünkü Allah azabı çok çetin olandır" diye biten bir sonraki âyete kadarki buyruklara dair açıklamalarımızı on başlık halinde sunacağız: [18]
"Allah'ın onlardan" Nadiroğıillarının mallarından "verdiği" döndürdüğü "fey'e gelince siz onun için ne at oynattınız..." Hızlıca at koşturmadınız. Çünkü: "Hızlıca al koşturmak" demektir. Atın hızlıca koştuğunu anlatmak üzere: "At hızlıca koştu" denilir. Atı ben koştur-dufn, harekete getirip yordum" demektir. Temim b. Mukbil'in şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır:
"Bazan yeni keskinleştirüip parlatılmış beyaz (kılıç)laria savunmaları
gerekeni savunanlardır onlar, Develeri hızlıca koşturduklarında"
"Develer" demektir. Bunun lekili (lafzından olmayarak): 'dir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Siz o malları ele geçirmek için uzunca bir yol kaletmediğiniz gibi, ne savaştınız, ne de zorlukla karşılaştınız. Çünkü orası Medine'den iki mil uzaklıktaydı. Bu açıklamayı el-Ferrâ yapmıştır,
Müslümanlar oraya yürüyerek gitmişler, ne bir ata, ne de bir deveye binmişlerdir. Yalnızca Peygamber (sav) bir deveye binmişti. Bir görüşe göre de hurma lifinden yuları olan bir eşşeğe binmişti. Orayı sulh yoluyla ele getirmiş ve Nadiroğullarını oradan sürerek mallarını almıştı. Müslümanlar Peygamber (sav)'dan mallarını kendileri arasında paylaştırmasını isteyince "Allah'ın onlardan Rasûlüne verdiği fey'e gelince, siz onun için ne at oynattınız..." âyeti ile Nadiroğull arının mallarını Peygamber (sav)'a -onları dilediği gibi kullanmak üzere- özel olarak tahsis etti. Peygamber (sav) da bu mallan muhacirler arasında paylaştı.
el-Vakıdî dedi ki: Bunu Vehb de Mâlik'ten rivayet etmiştir. Nadiroğulla-n mallarından, muhtaç olan üç kişi dışında ensardan kimseye bir şey vermedi. BunkrEbu Dücâne Sımak b. Haraşe, Sehl b. Huneyf ve el-Haris b. es-Sim-me'dır. Ensardan verdiği kişilerin Sehl ve Ebu Dücarte oimak üzere iki kişi oldukları da söylenmiştir. Öa'd b, Muâz'a, İbn Ebi'l-Hukayk'ın kılıcını verdiği söylenir. Bu kılıç ensar arasında ünlü bir kılıç idi.
Nadiroğullarından Süfyan b. llmeyr ile Sa'd b. Vehb dışında kimse müs-lüman olmadı. Bunlar mallan kendilerine bırakılmak üzere müslüman oldular ve her ikisi de kendi mallarına sahib oldular.
Müslim'in Sahih'inde Ömer (r.a)'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Nadiroğullannın malları yüce Allah'ın Rasûlüne fcy' olarak verdiği ve müslumanların ne at oynatıp ne de deveye hindiyi mallardandı. Bu mallar özel olarak Peygamber (sav)'a aitti. O (bu mallardan) hanımlarının bir yıllık nafakasını harcardı. Arta kalanı ise savaşa elverişli binek ve .silaha Allah yolunda bir hazırlık olınak üzere harcardı.[19]
Abbas (ta), Ömer (r.a)'ya şöyle demişti: Benim ile şu yalancı, günahkâr, sözünde durmayan hain kişi -Ali (r.a)'ı kastediyor- hakkında Allah'ın Rasû-lüne fey' olarak verdiği Nadiroğullan mallarından olan fey' hakkında hüküm ver deyince, Ömer (r.a) şöyle dedi. Sizler Peygamber (sav)'ın: "Bize mirasçı olunmaz. Bizim geriye bıraktığımız bir sadakadır." dediğini biliyor musunuz? Onlar: Evet deyince, Ömer (r.a) şöyle dedi: Şüphesiz yüce Allah, Rasû-iüne (salat ve selam ona) bir hususiyet vermiştir. Bu özelliği ondan başka hiçbir kimseye vermemiştir. O buyurdu ki: "Allah'ın, fethedilen ülkeler ahalisinden Rasülüne verdiği fey' Allah'a, Peygambere... verilir" -Ondan önceki âyeti okuyup okumadığını bilemiyorum- Rasûlullah (sav) da Nadir oğullan mallarını aranızda paylaştırdı. Allah'a yemin ederim, o başkalarını size tercih etmediği gibi, sizi dışarda [utarak da onu yalnız başına almış değildir. Nihayet bu mal (bunun neticesinde) kalmadı. Rasûlullah (sav) o maldan bir yıllık harcamasını alır, sonra geri kalanı diğer malların harcandığı yerlere harcardı... diye hadisi uzun uzadıya nakleder. Bu hadisi de Müslim rivayet etmiştir.[20]
Yine denildiğine göre Nadiroğuliarı yurtlarını ve mallarını terkedıp gidince, müsl uman lar ganimetler gibi bu mallardan pay almak istediler. Yüce Allah bunun bir fey' olduğunu açıkladı. Bununla birlikte kısmen birtakım çarpışmalar da olmuştu. Çünkü onlar birkaç gün muhasara altında tutulmuşlar, savaşmışlar ve kendileriyle savasılmıştı. Daha sonra sürgüne gönderilmek üzere barış yaptılar. Bununla birlikte kesin ve kat'î bir savaş olmamıştı. Ancak savaş başlar gibi olmuş ve muhasara olmuştu. Yüce Allah o malları özel olarak Rasülüne tahsis etti.
Mücahid dedi ki: Yüce Allah, onlara Rasülüne yardım ettiğini, onlun da bineksiz ve gereçsiz olarak zafere eriştirmiş okluğunu bildirip hatırlattı. "Fakat Allah peygamberlerini dilediği kimselere" düşmanlarından dilediklerine "musallat eder."
Bu buyrukta da o malların, ashabı bir tarafa, özel olarak Allah'ın Rasülüne has olduğu açıklanmaktadır. [21]
"Allah'ın fethedilen ülkeler ahalisinden Rasûlüne verdiği fey..." buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbas şöyle demiştir: Buradaki ülkeler (kasabalar) Kurayza ve Nadiroğullarıdır. Bunlar da Medine ve Fedek'te idiler. Medine ve Hayber'den üç günlük mesafede idiler. Ayrıca Ureyna ve Yenbu'luların yurtlarmı da Allah Ö2el olarak Rasûlüne tahsis etmiş olup Allah'ın Rasûlüne tahsis ettiği bu malda kullarını da gözeterek Rasûlü dışındaki birtakım kimselerin de pay sahibi olduklarını açıklamış bulunmaktadır.
İlim adamları, bu âyet-i kerime ile ondan önceki âyet-i kerime ve el-En-fal Sûresi'nindeki âyet-i kerimeyi sözkonusu ederek, bunların aynı anlamı mı, farklı anlamı mı dile getirdiklerine dair değişik görüşler ileri sürmüşlerdir.
Birtakım ilim adamları şöyle demiştir; Yüce Allah'ın: "Allah'ın fethedilen ülkeler ahalisinden Rasûlüne verdiği fey'..." âyet-i kerimesi el-Enfal Sûre-si'nde yer alan, ganimetlerin beşte birinin kendilerine harcanacağı kimseleri dile getiren ve beşte dördün de savaşanlara harcanacağına işaret eden âyet-i kerime (el-Enfâl, 8/41) ile neshediliniştir. İslam'ın ilk dönemlerinde ganimet burada sözü edilen kimselere harcanıyor ve ganimet elde edilmesine sebep teşkil eden savaşanlara herhangi bir şey verilmiyordu. Bu Yezid b. Ru-man, Katade ve başkalarının görüşü olup, buna yakın bir görüş de İmam Ma-lik'ten nakledilmiştir.
Bir başka kesim de şöyle demektedir: Burada sözü edilen (feyO, at koş-turulmaksızın ve deveye bi nüm eksiz in barış yoluyla elde edilmiş ganimetlerdir. O bakımdan bu ganimetler yüce Allah'ın sözünü ettiği kimselere fey' olarak verilir. Birinci (bundan önceki) âyet-i kerimede belirtilen İse, özel olarak Peygamber (sav)'a aittir. Peygamber bu mallardan ihtiyacı kadarını aldıktan sonra geri kalan bölümler müslümanların ihtiyaçlarına harcanırdı.
Ma'mer de şöyle demiştir: Önceki âyet-i kerime Peygamber (sav) hakkındadır. İkincisinde sözü edilenler ise cizye ve haraç ile ilgili olup orada sözü edilen sınıflara verilir. Üçüncü âyet-i kerime olan el-Enfal Sûresi'nindeki âyet-i kerime ise ganimet alan mücahidlerin payını açıklamaktadır.
Aralarında Şafiî'nin
de bulunduğu bir kesim de şöyle demektedir: Bu iki âyetin de anlamı birdir.
Yani savaş olmaksızın kâfirlerin mallarından ele geçirilenler beş paya
ayrılır. Bu beş payın dördü Peygamber (sav)'a verilir. Geri kalan beşte bir
ise yine beş paya ayrılır. Yine bu beş payın biri Rasûlul-lah (sav)'a
verildikten sonra bir pay Haşimoğulları ve Muttaliboğuliarının oluşturduğu
akrabalara verilir. Çünkü bunlara zekât verilmez. O bakımdan onların fey'de
bir haklan olduğu tesbit edilmiştir. Bir pay yetimlere, bir pay yoksullara ve
bir pay da yolculara verilir. Rasûlullah (sav)'in vefatından sonra Rasûlullah
tsav)'a ait olan fey' payı Şafiî'den gelen bir görüşe göre serhat bölgelerde,
sınırlarda, savaş için hazır bekleyen mücahidlere harcanır. Çünkü bunlar
Rasûluliah (sav)'ın bu husustaki konumunu işgal ederler. Şafiî'nin bir diğer
görüşüne göre ise bu pay, sınırlan kuvvetlendirmek, kanallar açmak ve köprüler
yapmak gibi müslümanların menfaatine olan alanlara harcanır ve bunlar arasında
önem sırası gözetilir, Bu da (peygamberin) fey'in beşte dördündeki payından
harcanır. Hz. Peygamberin fey' ve ganimetin beşte birinden aldığı payı ise
vefatından sonra müsİümanların faydasına olan işlere harcanacağı hususunda
görüş ayrılığı yoktur. Nitekim Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Sizin
ganimetlerinizde, benim beşte birin dışında bir payım yoktur. O beşte bir de
size geri döner. "[22] Bu
hususa dair açıklamalar daha Önceden el-Enfal Sûresi'nde (8/41. âyet, 10,
başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Aynı şekilde Rasûluliah (sav)'ın geriye
bıraktığı mallar da miras alınmaz. Aksine onun bıraktığı bu mallar bir
sadakadır, onun adına müslümanların menfaatine olan alanlara harcanır. Nitekim
o: "Bizler miras bırakmayız. Bizim geriye bıraktığımız sadakadır."[23] diye
buyurmuştur.
Bir görüşe göre de
fey' mallan Peygamber (sav)'a aitti. Çünkü yüce Allah: "Allah'ın onlardan
Rasûlüne verdiği fey'e gelince" buyruğunda fey'i kendisine izafe
etmiştir. £u kadar var ki o, hiçbir şekilde mal toplamazdı. Aile efradının ihtiyacı
kadarını alır, geri kalanlarını da müslümanların menfaatine olan yerlere
harcardı.
Kadı Ebu Bekr
İbnu'l-Arabî şöyle demektedir: Bu âyetlerin üçünün de farklı manaları dile
getirdiği hususunda anlaşılmayacak bir taraf yoktur. Birinci âyet-i kerime yüce
Allah'ın: "O kitab ehlinden kâfir olanları ilk sürgünde yurtlarından,
yerlerinden çıkarandır" {2. âyet) buyruğudur. Daha sonra ise:
"Allah'ın onlardan Rasûlüne verdiği fey'e gelince" diye buyurmaktadır
ki, burada maksat kitab ehlidir ve bu buyruk önceki âyette geçen kitab ehline
atfedilmiştir. "Siz onun için ne at oynattınız, ne de deveye
bindiniz" buyruğu da az önce -açıkladığımız gibidir. Yani sizin bunlarda
herhangi bir hakkınız yoktur. Bundan dolayı Ömer (r.a) şöyle demiştir: Bu
mutlar özel olarak Rasûlullah (sav)'a ait idi. Bununla da Nadiroğullan mallan
ve onların durumunda olan diğer malları kastetmiştir, İşte bu bir tek âyettir
ve tek bir manayı dile getirmektedir. İkinci âyet-i kerime de yüce Allah'ın:
"Allah'ın fethedilen ülkeler ahalisinden Rasûlüne verdiği fey' Allah'a,
peygambere... verilir" buyruğudur. Bu önceki buyruktan ayrı ve önceki
buyrukta sözedilenlerin dışındaki hak sahihlerine ait olduğu belirtilen yeni
bir ifadedir. Üçüncü âyet-i kerime ise (el-Enfal, 8/41. âyet) "ganimet âyeti'7
diye adlandırılmıştır. Şüphesiz ki bu da bir başka hak sahibine ait ikinci bir
hakkı söz-konusu eden başka bir hususa dairdir. Şu kadar var ki; birinci ve
ikinci âyet-i kerimelerin herbirisi Allah'ın Rasûlüne verdiği fey'in bir
bölümüne dair açıklamayı ihtiva etmek bakımından ortak bir özelliğe sahiptir.
Birinci âyet-i kerime fey'în savaşsız olarak elde edilmesi gerekliğini ifade
ederken, el-Enfal Süresindeki âyet-i kerime ise, onun savaş ile elde edilen
türden olmasını gerektirmekte, üçüncü âyet-i kerime olan yüce Allah'ın:
"Allah'ın fethedilen ülkeler ahalisinden Rasûlüne verdiği fey'"
buyruğu ise bu fey'in savaşla mı yoksa savaşsız mı elde edilmesine dair
herhangi bir şey zikretmemektedir. İşle görüş ayrılığı da buradan ortaya çıkmaktadır.
Bir kesim bunun ilk âyet-i kerime ile birlikte ele alınacağını söylemiş ve bu
da bütünüyle barış ve benzeri yolla ele geçirilen mallar hakkındadır,
demiştir. Diğer bir kesim ise; bu ikinci âyet-i kerime olan el-Enfal âyeti ile
birlikte ek alınmalıdır, demiştir. Bunun el-Enfal Süresindeki âyet-i kerime ile
birlikte ele alınması gerektiğini söyleyenler de daha önceden geçtiği üzere bu
nesh olmuş mudur, yoksa muhkem midir diye farklı görüşlere sahihtirler. Yüce
Allah'ın tanıklığı ile bu iyetin kendisinden önceki âyet-i kerime ile birlikte
ele alınması ise daha uygundur. Çünkü bu şekildeki bir ele alışta yeni bir
fayda .ve yeni bir anlam dile getirilmiş olmaktadır. Bilindiği gibi bir âyet
şöyle dursun, âyetin bir harfini dahi yeni ve farklı bir manaya dair kabui
etmek, onu daha önce söylenmiş hır anlamın tekrarına yorumlamaktan daha
uygundur. İbn Vehb, Malik'ten yüce Allah'ın: "Siz onun için ne at
oynattınız, ne de deveye bindiniz" buyruğunun Nadiroğulları hakkında
olduğunu söylediğini rivayet etmektedir. Bu mallarda beşte bir yoktu ve bunlar
için ne at oynatılmış, ne ele deveye biniimişei. O bakımdan onların mallan
yalnızca Rasûlullah (sav)'a aitti. O da bu malları muhacirlerle -önceden
geçtiği üzere- ensardan üç kişi arasında paylaştırmış». Yüce Allah'ın: "Allah'ın
fethedilen ülkeler ahalisinden Rasûlüne verdiği fey"* buyruğu ise
Kurayzaoğullan hakkındadır. Kurey-îaoğulları gazvesi ile Hendek gazvesi aynı
günde gerçekleşmiştir.
İbnu'l-Arabi (devamla)
dedi ki: Malik'in ikinci âyet-i kerîme Kurayza oğullan hakkındadır, şeklindeki
sözü ifade ettiği anlamın el-Enfal Sûresi'ndeki âyet-i kerimenin anlamı
çerçevesinde olduğuna ve hakkında neshin sözkonusu olduğuna bir işarettir. Bu
görüş âyetin muhkem olduğunu kabul eden görüşten daha güçlüdür. Bizler ise
ikinci âyet-i kerimenin -buna dair ileri sürdüğümüz deliller çerçevesinde- yeni
bir anlam ifade ettiğine dair açıklamalarımıza ve yaptığımız taksimata başka
bir görüşü tercih etmiyoruz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Derim ki: Onun bu
tercihi güzel bir tercihtir. Ayrıca el-Haşr Sûresi'nin el-Enfal Sûresi'nden
sonra indiği de söylenmiştir. Dolayısıyla önce inen buyruğun (el-Enfal
Sûresİ'nindeki âyetin) sonra inen buyruğu neshetmesi de imkânsız bir şeydir.
İbn Ebi Necîh der ki:
Mal üç türlüdür: Ya ganimettir, ya fey'dir, yahut sadaka (zekjit)dır. Yüce
Allah'ın bu mallar arasında harcama yerini belirtmediği tek bir dirhem dahi
yoktur.
Bunun böyle olması
doğruya daha yakın görülmektedir.
[24]
İmamların (devlet
yöneticilerinin) ve valilerin müdahalelerinin sözkonu-su olduğu mallar üç
türlüdür: Birincisi: Müslümanlardan onları temizlemek amacı ile alınan sadaka
ve zekât gibi mallar. İkincisi ganimetler: Savaş yoluyla kâfirleri yenik
düşürmek ve onlara gaiib gelmek suretiyle müslüman-ların eline geçen kâfirlerin
maüarı. Üçüncüsü de fey'dir. Bunlar da savaşsız, bineğe İhtiyaç duymaksızın,
gönül hoşluğuyla ve kendiliğinden müslüman-İarın eline geçen kâfirlerin
mallarıdır. Barış, cizye, haraç, kâfirlerin tacirlerinden alınan üşür (onda
bir gümrük vergisi) ve benzeri mallar. Müşriklerin kaçıp geriye mallarını
bırakmaları yahut onlardan herhangi birisinin Dar-j İslam'da mirasçı
bırakmaksızın ölmesi halinde de aynı durum sözkonusudur.
Zekât fakirlere,
yoksullara, onun toplanması i< in çalışanlara -yüce Allah'ın zikrettiğine
uygun olarak- harcanır. Buna dair açıklamalar daha önce et-Tev-be Sûresi'nde
(9/60. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Ganimetlere gelince, İslâm'ın
ilk dönemlerinde ganimetler özel olarak Peygamber (sav)'ın hakkı idi. O bunları
dilediği gibi kullanırdı. Nitekim el-Enfal Sûresi'nde: "De ki: Enfal
Allah'ın ve Rasûlünündür" (el-Enfai, 8/1) diye buyurmaktadır. Daha sonra
bu yüce Allah'ın: "Bilin ki ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin
beşte biri..." (el-Enfal, 8/41) buyruğu ile neshedilmiştir. Buna dair
açıklamalar daha önceden el-Enfal Sûresi'nde (8/41. âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır.
Fey'in
paylaştırılması, humusun (ganimetin beşte birinin) paylaştırılması ile aynıdır.
İmam Malik'in görüşüne göre her ikisinin de paylaştırılması imamın görüşüne
bırakılmıştır. O bunları müslümanların karşı karşıya kalacakları sıkıntılı
birtakım haller için ayırmayı uygıın görürse yapabilir. Her iki payı yahut
bunlardan birisini insanlar arasında paylaştırmayı uygun görürse, onu bütün
insanlar arasında paylaştırır, Arap olan ile olmayan arasında da ayırım
gözetmez. Erkek olsun, kadın olsun önce fakirlerden başlar, ihtiyaçtan kurtulacak
şekilde onlara verir. Rasûlullah (sav)'tn akrabalarına fey'den imamın
uygun göreceği şekilde paylan verîiir. Bunun bilinen
bir sınırı yoktur. Akrabaların zengin olanlarına fey'den verilip verilmeyeceği
hususunda görüş ayrılığı vardır. İnsanlann çoğu onlara da verileceği
kanaatindedir. Çünkü bu onların hakkıdır. Ancak Malik fakirlerin dışında
kalanlarına (yani zenginlerine) verilmez. Çünkü bu onlara (peygamberin
akrabalarına) zekâttan bedel olarak onlara tahsis edilmiştir, demektedir.
Şafiî der ki:
Kâfirlerin mallarından savaşsız olarak elde edilen herbir mal Peygamber
(sav)'ın döneminde yirmibeş paya ayrılırdı. Bunun yirmisi Peygamber (sav)'a
ait olup, o bunlarda dilediği gibi tasarrufta bulunurdu. Geri kalan beşte bir
İse ganimetin beşte birinin paylaştırıldığı şekilde paylaştırılırdı.
Ebu Cafer Ahmed b.
Davudi dedi ki: Bu bizim bildiğimiz kadarıyla Şafiî'den daha önce herhangi bir
kimsenin ileri sürmediği bir görüştür. Bilakis bu tür mallar Sahih'te Ömer
(r.a)'dan âyetin açıklaması sadedinde sabit olduğu üzere tamamiyle Peygambere
ait bir pay idi. Eğer durum onun dediği gibi olsaydı yüce Allah'ın:
"Diğer mü'minler bir yana yalnız sana has olmak üzere" (el-Ahzab,
33/50) buyruğunun kendisini Peygambere hibe eden kadın m başkası için de caiz
olduğuna delâlet edebileceğini, ayrıca yüce Allah'ın: "Kıyamet günü ise
yalnız onlaradır." (el-AVaf, 7/32) buyruğunun da mü'minkrden başkalarının
cennet nimetlerinde onlarla ortak olabileceklerini ifade ettiği söylenebilirdi.
Bu hususa dair
Şafiî'nin görüşü, daha önceden bütün genişliğiyle açıklanmış bulunmaktadır.
Allah'a hamdolsun. Şafiî'nin görüşü şudur: Fey'in beşte biri Upkı ganimetin
beşte birinin harcanabileceği yerlere harcanır. Onun beşte dördü ise Peygamber
(sav)'a ait idi. Ondan sonra ise bu pay müslüman-ların menfaatine olan yerlere
harcanıf. Şafiî'nin bir diğer görüşü daha vardır: Bu pay ondan sonra
kendilerini yalnızca düşmanla savaşa adayan ve bu maksatla sınırlarda bekleyen
kimselere verilir. Az önceden de geçtiği gibi.
[25]
İlim adamlarımız dedi
ki: Her mal toplandığı beldede harcanır. Ü belde ahalisi ihtiyaçtan kurtulacak
sınıra ulaşmadıkça, toplandığı beldeden bir başka yere taşınmaz. Muhtaçların
ihtiyacı karşılandıktan sonra daha yakın bölgede bulunan diğerlerine
götürülür. Ancak malin toplandığı yerin dışındaki belde ahalisi eğer ileri
derecede ihtiyaç ile karşılaşacak olursa, o vakit o mal muhtaçların bulunduğu
yere intikal ettirilir. Nitekim Remade (Hz. Ömer devrinde vuku bulan şiddetli
kurak ve kıtlık) yıllarında Ömer (r.a) böyle yapmıştı. Bunlar beş veya altı
yıl sürmüştü, iki yıl sürdükleri de söylenmiştir. Bir
görüşe göre de bu açlıkla birlikte taunun ileri
dereceye ulaştığı bir yıldır.
Şayet belirttiğimiz
husus sözkonusu olmayıp imam fey'in bekletilmesini uygun görecek olursa, o bunu
müsiümanların karşılaşacakları zorlu haller için bekletir. Bu mallardan yeni
doğan çocuklara da pay verir, babası fakır olanlara öncelik tanır. Fey'
zenginlere de helâldir. Fey'de insanlar arasında eşitlik sağlar. Şu kadar var
ki İhtiyaç sahibi ve fakir olanlan daha çok kayırır. Bu hususta birini diğerine
tercih etmesi İhtiyaca göre olur. Yine bu maldan borçlulara borçlarını
ödeyecek kadarını verir. Birtakım mükâfatları ve akrabalık bağını gözetmek
maksadı ile de -ehil olan kimselere- u maldan verdiği gibi hakimüere, kadılara
ve müslümanlara faydalı görevler ifa edenlere de bundan maaş verir. Bu hususta
daha çok pay verilmeye layık olanlar müslümanlara daha büyük faydalar
sağlayanlardır. Divanda kayıtlı olup fey'den bir şeyler alan herkesin, imam
gazaya çıktığı vakit, gazaya çıkması gerekir.
[26]
Yüce Allah'ım "ki
o mal sizden zengin olanlar arasında elden ele dolaşan bir şey olmasın"
buyruğundaki: " Ol...sın™ lafzı genel olarak "ye" ile: Elden ele
dolaşan bir şey" lafzı da nasb ile okunmuştur ki ta ki o fey (malı) elden
ele dolaşan bir şey olmasın, demektir.
Ebu Cafer, el-A'rec,
İbn Amir'den Hişam ve Ebu Hayve ise "olmasın" anlamındaki lafzı
"te" ile; diye "elden ele dolaşan bir şey" anlamındaki
lafzı da ref ile: diye okumuşlardır ki; elden ele dolaşan bir varlık olmasın,
demek olur. Bu durumda "kâne" fiili tam bir fiil olur. "Elden
ele dolaşan bir şey" anlamındaki lafız da "kâne"nin ismi olarak
merfu olup, haber alması sözkonusu olmaz. Bununla birlikte bunun nakısa olup,
haberi: "Sizden zengin olanlar arasında" ibaresi de olabilir. Tâmme
olduğu takdirde yüce Allah'ın: "Sizden zengin olanlar arasında"
anlamındaki buyruk "elden ele dolaşan bir şey" anlamındaki a"aranızdan
zengin olanlar arasında dönüp dolaşan (tedavül eden) bir şey" anlamında
olmak üzere taalluk eder. Bununla birlikte; "sizden zengin olanlar
arasinda" anlamındaki ibarenin "elden ele dolaşan bir şey"
lafzına sıfat ta olabilir.
“Elden ele dolaşan bir
şey" lafzı genel olarak "dal" harfi ötreli ula-rak okunmuştur.
es-Sülemîve Ebu Hayve ise ("dal" harfini) nasb ile okumuştur. İsa b.
Ömer, Yunus ve el-Esmaî: Her iki söyleyiş de aynı anlamdadır, demişlerdir. Ebu
Amr b. el-Alâ ise şöyle demektedir: -Üstün ile-: "Devlet" şeklindeki
söyleyiş, savaş ve başka şeylerde elde edilen zafer demektir. Mastar bu şekilde
gelir. Ötreli okuyuş ise mal türünden elden ele dolaşan şeyin adıdır. Ebu
Ubeyde de böyle demiştir. "Dûie" elden ele dolaşan şey'in adıdır.
'Devle(t)" bunun
fiilini anlatır.
Âyetin anlamına
gelince: Biz bu fey'e böyle bir uygulamayı öngördük ki; bunu başkanlar,
zenginler, güçlüler, fakir ve zayıfları dışarıda tutarak kendi aralarında
paylaştırmasınlar. Çünkü cahiliye dönemi insanları bir ganimet elde ettiler mi
başkanları o ganimetin dörtte birini kendisine ayırırdı ki; buna
"el-mirbâ"' denilirdi. Bundan sonra da yine istediğini kendisi için
seçerdi. İşte cahiliye dönemi şairlerinden birisinin şu mısraı bunu
anlatmaktadır:
"Onun mirbâ'ı
(dörtte biri) de safâyâsı (ganimet arasından seçtiğin
herhangi bir şeyi) de
senindir."
Yani yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: Ta ki hu fey'e cahiüye dönemindeki uygulamanın benzeri
yapılmasın. Bundan dolayı Allah bunda tasarruf yetkisini Rasûlüne vermiştir. O
bunları, hakkında beşte birin sözkonıısu olmadığı, emir verdiği yerlere
paylaştırır. Beşte bir trlc geçerse o vakit bu, bütün müslümanlar arasında
paylaştırılır.
[27]
"Hem Peygamber
sîze ne verdi ise onu alın, neyi yasak etti ise de sakının" buyruğu şu
demektir: O ganimet malından size neyi verirse onu alınız. Size yasakladığı
şeyleri almaktan ve ganimetten çalmaktan da sakınınız. Bu açıklamayı el-Hasen
ve başkaları yapmıştır. es-Süddî dedi ki: Onun size verdiği fey' malını kabul
ediniz, size vermediği şeyleri de istemeyiniz.
İbn Cüreyc dedi ki:
Size bana itaat kabilinden olup getirdiği şeyleri siz de yerine getiriniz. Bana
masiyet türünden olup size yasakladığı şeylerden siz de uzak durunuz.
el-Maverdî dedi ki:
Bunun genel olarak Hz. Peygamberin bütün emir ve yasaklan hakkında yorumlandığı
söylenmiştir. Çünkü o, ancak salah olan bir işi emreder ve ancak fesâd olan bir
işi yasaklar.
Derim ki: Bu, bundan
önceki görüşün ifade ettiği aynı anlamı ifade eder. O halde bu hususla üç görüş
vardır.
[28]
el-Mehdevî dedi ki:
Yüce Allah'ın: "Hem Peygamber size ne verdi ise onu ahn. Neyi yasak etti
ise de sakının" buyruğu şunu gerektirmektedir: Peygamber (sav)'ın
emrettiği herbir husus Allah'tan bir emirdir. Âyet-i kerime her ne kadar
ganimetler hakkında ise de onun bütün emir ve yasaklan da bunun kapsamına
girer.
el-Hakem b. Umeyr -ki
ashabdan birisi idi-[29] şöyle
demektedir: Peygamber (sav) buyurdu ki: "Şüphesiz ki bu Kur'ân terkeden
kimseye zordur, zor gelir, kolay, değildir. Buna karşılık ona uyan ve ona talib
olan kimseye de kolay gelir. Benim hadisim de zordur, zor gelir. O hakemdir.
Benim hadisime sıkı sıkı yapışıp onu belleyen kimse -Kur'ân ile birlikte olmak
şartıyla- kurtulur. Her kim Kur'ân'ı ve hadisi önemsemeyecek olursa, dünya ve
âhireti kaybeder. Sizler benim sözümü almakla, emrime uymakla, sünnetimi
izlemekle emrolundunuz. Benim sözüme razı olan Kur'ân'dan da razı olur. Benim
sözümle alay eden Kur'ân ile alay etmiş olur. Yüce Allah da: "Hem Peygamber
size ne verdi ise onu alın. Neyi yasak etti ise de sakının" diye buyurmuştur.[30]
Abdurrahman b. Zeyd
dedi ki: İbn Mesud ihrama girmiş olduğu halde elbiselerini de giyinmiş olan
birisi ile karşılaştı, ona: Bu elbiseleri üzerinden çıkar, dedi. Adam ona: Bu
hususta bana yüce Allah'ın Kitabından bir âyet okuyabilir misin? dedi. O da:
Evet dedi. "Hem Peygamber size ne verdi ise onu alın, neyi yasak etti ise
de sakının" buyruğunu okudu.
Abdullah b. Muhammed
b. Harun el-Firyâbî dedi ki: Ben Şafiî (r.a)'ı şöyle derken dinledim: Bana
istediğiniz hususa dair soru sorunuz. Ben de size yüce Allah'ın Kitabından ve
Peygamberimizin sünnetinden cevap vereyim. (el-Firyâbî) dedi ki: Ben ona şunu
sordum: Allah halini ıslah etsin. Eşek arısı öldüren, ihramlı kimse hakkındaki
görüşün nedir? Dedi ki: Rahman ve rahim Allah'ın adı ile. Yüce Allah buyurdu
ki: "Hem Peygamber size ne verdi ise onu alın, neyi yasak etti ise de
sakının." Bize Süfyan b. Uyeyne anlattı. O Abdu'l-Melik b. Umeyr'den, o
Rib'i b. Hirâş'dan, o Huzeyfe b. el-Ye-man'dan dedi ki: Rasûlullah (sav)
buyurdu ki: "Benden sonraki iki kişiye Ebu
Bekir ve Ömer'e uyunuz." Bize Süfyan b. Uyeyne anlattı. O Mis'ar
b, Ki-dâm'dan, o Kays b, Müslim'den, o Tarık b. Şihab'dan, o Ömer b. el-Hattab
(r.a)'dan rivayet ettiğine göre, Ömer eşek ansının öldürülmesini emretmiştir.
İlim adamlarımız der
ki: Bu son derece güzel bir cevaptır. İhramlı iken eşek arısını»
öldürülmesinin caiz olduğuna fetva verdiği gibi, bu hususta Ömer'e uyduğunu ve
Peygamber (sav)'in da ona uymayı emrettiğini, yüce Allah'ın da Peygamber
(sav)'ın söylediklerini kabul etmeyi emir buyurduğunu açıklamaktadır, Buna göre
eşek ansının ihram!ıyken öldürülmesinin caiz oluşu Kitab ve sünnetten
çıkarılmış olmaktadır. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden İkrime'ye çocuk
doğuran cariye (ümmü veled)ler hakkında sorulan soruya verdiği cevap
açıklanırken geçmiş bulunmaktadır. O şöyle demişti: Bu gibi cariyeler en-Nisa
Sûresi'nde yüce Allah'ın; "Allah'a itaat edin. Rasûlüne de itaat edin ve
sizden olan, emir sahihlerine de" (en-Nisa, 4/59) buyruğunun ifadesi gereğince
hürdürler.
Müslim'in Sahih'ınde
ve başka eserlerde Alkame'den, onun da İbn Me-sud'dan şöyle dediğine dair
rivayet yer almaktadır: Rasûiullah (sav) buyurdu ki: "Allah dövme
yapanlara ve dövme yaptıranlara, yüzündeki tüyleri alanlara, güzelleşmek için
dişlerinin arasını törpüleyip incelten ve Allah'ın hilkatini değiştirenlere
lanet etmiştir." Bu söz Um Yakub diye bilinen Esedoğul-lanndan bir kadının
kulağına gitti. Bu kadın .gelerek dedi ki: Aldığım habere göre sen şöyle şöyle
olan kadınlara lanet okumuşsun. İbn Mesud dedi ki: Rasûiullah (sav)'in lanet
ettiğine -üstelik bu husus Allah'ın Kitabında da varken- ben ne diye lanet
etmeyeyim? Kadın şöyle dedi: Ben iki kapak arasında bulunanlar (mushaf)ın
tamamını okudum, fakat senin dediğini orada göremedim. İbn Mesud dedi ki: Eğer
sen gerçekten onu okumuş olsaydın, onu bulacaktın. Sen yüce Allah'ım "Hem
Peygamber sîze ne verdi İse onu alın, neyi yasak etti ise de sakının"
buyruğunu okumadın mı? Kadın: Okudum deyince, İbn Mesud: îşte o (Peygamber) bu
işi yasaklamıştı... dedi.[31]
Buna dair yeterli
açıklamalar daha önceden en-Nisa Sûresi'nde (4/119- âyet, 7. başlıkta) geçmiş
bulunmaktadır.
[32]
"Hem Peygamber
size ne verdi ise onu alın" buyruğunda her ne kadar elden ele uzatmak
anlamını ihtiva eden "vermek: İ'tâ" lafzı kullanılmış ise de
bunun anlamı emirdir. (Her ne emrederse demektir.)
Buna delil de yüce Allah'ın; "Neyi yasak etti İse de bundan sakının"
buyruğunda "yasak; nehy'in karşılığında kullanılmış olmasıdır. Nehy'in
karşılığı ise ancak emirdir. Bunun bu şekilde anlaşılması gerektiğinin delili
de daha önce zikrettiğimiz hususlarla birlikte Peygamber Efendimiz'in de şu
buyruğudur: "Ben size her neyi emretti isem, ondan gücünüzün yettiğini
yerine getirin[33] Size herhangi bir şeyi
yasaklayacak olursam, ondan uzak durun. "[34]
el-Kelbî dedi ki:
Âyet-i kerime müslümanların başkanları hakkında inmiştir. Onlar Rasûlullah
(sav)'ın eline geçirdiği müşriklerin mallan ile ilgili olarak şöyfe
demişlerdi: Ey Allah'ın Rasûlü, sen safiyyeni (seçtiğini) ve dörtte birini al,
diğerini de bizlere bırak. Çünkü cahili ye döneminde biz böyle yapardık deyip,
ona şu beyiti okudular:
"O ganimetin
dörtte biri ve seçtiklerin de senindir
Sen nasıl istersen
öyle hükmedersin, yolda ele geçirilenler de paylaştırılması
mümkün olmayıp arta
kalanlar da (senindir.)"
Bunun üzerine yüce
Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi.
[35]
"Ve
Allah'tan" yani Allah'ın azabından "korkun." Çünkü O'na isyan
edenlere azabı pek çetindir. Verdiği emir ve yasaklarda Allah'tan korkun, onları
kaybetmeyin, diye de açıklanmıştır.
"Çünkü Allah
azabı" vermiş olduğu emirlerde kendisine muhalefet edenlere "çok
çetin olandır."
[36]
8- (O fey')
yurtlarından ve mallarından çıkartılıp uzaklaştırılmış olan ve Allah'ın lütuf
ve rızasını isteyen Allah'a ve Peygamberine
yardım eden fakir muhacirler içindir. İşte onlar sâdıkların ta kendileridir.
Yani Fey ve ganimetler
"...fakir muhacirler içindir." Bir diğer açıklamaya göre; "o
mal sizden zengin olanlar arasında elden ele dolaşan bir şey olmasın
diye" (d-Haşr, 59/7) fakat "fakir muhacirler'e olsun diye ... Bir
başka görüşe güre bu buyruk yüce Allah'ın: "Akrabalara, yetimlere, yoksullara
ve yolda kalanlara" (el-Haşr, 59/7) buyruğunu beyân etmektedir. Hu sınıflar
ayrı ayrı sozkonusu edilince mal bunlara verilecektir, denildi. Çünkü bunlar
hem fakir, hem muhacir, hem de yurtlarından çıkartılmış kimselerdi. Bu sebeble
onlar insanlar arasında bu malda en çok hak sahibi olan kimselerdir.
Bir diğer açıklama da
şöyledir: "Fakat Allah peygamberlerini dilediği kimselere" muhacir
fakirlerin lehine olmak üzere "musallat eder." Ta ki o
mal, dünyadaki
insanlar arasında yalnızca 2engirıler arasında dönüp dolaşan bir mal olmasın.
Bir başka görüşe göre
anlamı şudur: Allah muhacirler lehine, azabı çok çetin olandır. Yani, o fakir
muhacirler sebebiyle ve onlardan ötürü kâfirlere çok çetin azab verendir. Daha
önce yüce Allah'ın: "Akrabalara, yetimlere" buyruğunda sözü geçen
kimseler de bu fakirlerin kapsamına girmekledir.
Bir başka açıklamaya
göre bu daha önce geçmiş buyruklara atfedilmiştir. Atıf edatı olarak
"vav"ın getirilmeyiş sebebi ist? bir kimsenin: "Bu mal
Zeyd'indir, Bekr'indir, filanındır, filanındır" demesine benzemesindendir.
Burada sözü geçen muhacirler, Peygamber (sav)'a duyduğu sevgi ve ona yardımcı
olmak maksadı ile onun bulunduğu yere hicret eden kimselerdir.
Katade dedi ki: Burada
sözü geçen muhacirler yurtlarını, mallarını, akrabalarını, vatanlarını,
Allah'a ve Rasûlüne duydukları sevgi uğruna terkeclen kimselerdir. Öyle ki,
bunlardan herhangi bir kimse ayakta durabilmek için açlığından ötürü karnına
taş bağlardı. Yine onlardan herhangi bir kimse kendisini örtecek, ısıtacak
başka bir şeyi bulunmadığından dolayı kışın bir çukur kazar, içine otururdu,
Abdurrahman b. Ebzâ ve
Said b. Cübeyr dedi ki: Muhacirlerden kimisinin kölesi, hanımı, evi, üzerinde
haccedip gazada bulunacağı devtsi bulunmakla birlikte yüce Allah onların fakir
olduklarını belirterek zekâttan onlara bir pay ayırmıştır.
"Yurtlarından... çıkartılıp, uzaklaştırılmış olan" buyruğu da
kâfirler tarafından Mekke'den çıkartılan demektir. Bu da onları
Mekke'den çıkmak zorunda bırakmaları anlamına gelir
ki; bunlar yüz kişi idiler.
"Allah'ın"
dünyada "lütuf" ganimet "veâhirette" Rabbierinin
"rızasını isteyen" Allah yolunda cihadda "Allah'a ve
Peygamberine yardım eden fakir muhacirler içindir. İşte onlar" bu
yapaklarında "sâdıkların ta kendileridir."
Rivayet edildiğine
güre Ömer b. el-Hattab (r.a), el-Câbiye'de bir hutbe irad ederek şöyle
demiştir: Kur'ân'a dair soru sormak isteyen bir kimse Ubeyy b. Ka'b'a gitsin.
Feraiz (İslam Miras Hukuku)'e dair soru sormak isteyen kimse Zcyd b. Sabit'e
gitsin. Fıkha dair soru sormak İHteyen Muâz b. Cebel'e gitsin. Mal isteyen
kimse de bana gelsin. Şüphesiz yüce Allah beni o malın bekçisi ve
paylaştırıcısı kılmıştır. Şunu bilin ki: ben Peygamber (sav)'ın hanımlarını
başa alarak onlara bu maldan veriyorum Daha sonra Mekke'den, yurdumuzdan,
mallarımızdan çıkartılıp uzaklaştırılan ilk muhacirler olan ben ve benim gibi
olan arkadaşlarımdan başlıyorum.
[37]
9. Onlardan
evvel Medine'yi yurt edinip imana sahip olanlar ise, kendilerine hicret
edenleri severler ve bunlara verilen peylerden dolayı kalplerinde bir
çekememezlik duymazlar. Kendileri fakirlik içinde bulunsalar dahi
(muhacirleri) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden
korunursa, İşte onlar umduklarını bulanların ta kendileridir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız:
[38]
"Onlardan evvel
Medine'yi yurt edinip imana sahip olanlar" buyruğunda sözkonusıı edilen
yurt edinen kimselerle muhacirlerin oraya göç etmesinden önce Medine'yi vatan
edinmiş ensarın kastedildiği hususunda görüş ayrılığı yoktur. "İman"
lafzı "Yurt edinen1' lafzından başka bir fiil ile nas-bedilmistîr. Çünkü
bu fiil, ancak mekân hakkında kullanılır.
"Onlardan
evvel" lafzındaki: "...dan" daha önce geçen: "Yurt
edinen" anlamı verilen fiilin sılasıdır. Buyruk; Muhacirlerden önce orayı
yurt edinen ve imana kesin olarak inanıp ihlâslı bir imana sahih olan kimseler...
anlamındadır. Çünkü iman, yurt edinilecek bir yer değildir, bu da yüce
Allah'ın: "Haydi işinizi sağlam tutun, ortaklarınızı da (çağırın)"
(Yunus, 10/71) buyruğunun: "Ortaklarınızı da çağırın" anlamını
vermesine benzer. Bu açıklamayı Ebu Ali, ez-Zemahşerî ve başkaları sözkonusu etmiştir.
Böyle bir anlatım; "Ben ona alaf olarak saman ve soğuk su verdim"
türünden bir anlatım olur.
Buyruğun muzafjn
hazfedilmiş olması şeklinde yorumlanması da mümkündür. Sanki: Onlar orayı ve
iman yerlerini yurt edinip yerleştiler' denilmiş gibidir. "Yurt
edinmek" fiilinin delâlet ettiği anlama göre yorumlanması da mümkündür.
"Onlar o yurttan ayrılma di klan gibi imana da sıkt sıkı bağlı kaldılar ve
her ikisinden de ayrı kalmadılar" denilmiş gibidir. "îmanın yurt
edinilmesi" misal (deyim) olarak da kullanılmış olabilir. Nitfckim:
"Filanoğullannın (kalplerinin) tam ortasına yerleşti" demek de
böyledir.
Bir yeri yer edinmek,
orada karar kılmak, yerleşmek, demektir.
Bu buyrukla, ensarın
muhacirlerden önce iman ettikleri kastedilmemek-tedir. Maksat onların Peygamber
(sav)'m kendilerine hicret etmesinden önce iman etmiş olduklarını anlatmaktır.
[39]
Yine bu âyet-i
kerimenin kendisinden önceki buyruklarla bağlantısı olmayan bir âyet mi yoksa
onlara atfedilmiş bir âyet mi olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. Bir
kesimin açıklamasına göre bu âyet-i kerime daha önce geçen yüce Allah'ın:
"... fakir muhacirler içindir" (S. âyet) uyruğuna atfedilmiş olup
el-Haşr Sûresi'nindeki bütün âyetler birbirine atfedîlmiştir. Ancak bunlar bu
husus üzerinde dikkatle düşünüp konuyu insaf ile ele alacak olurlarsa durumun
benimsedikleri kanaatten farklı olduğunu göreceklerdir. Çünkü yüce Allah;
"O kitab ehlinden kâfir olanları ilk sürgünde yurtlarından, yerlerinden
çıkarandır. Siz de onların çıkacaklarını sanmamıştınız... ve (bu) fâsıkları
alçaltması içindir" (el-Haşr, 59/1-5) diye buyurmakta ve bu buy-ruklanyla
Nadiroğulları ile Kaynukaoğulları hakkında haber vermektedir. Daha sonra:
"Allah'ın onlardan Rasûlüne verdiği fey'e gelince, siz onun için ne
at oynattınız, nede deveye bindiniz. Fakat Allah
peygamberlerini dilediği kimselere musallat eder" (d-Haşr, 59/6)
buyruğunda ise fey'in, Rasûlulltıh (sav)'a ait olduğunu haber vermektedir.
Çünkü onu ele geçirilmek için herhangi bir binek sırtına binilmemiştir. Daha
önce haklarında sözkonusu edilen çarpışma ve ağaçlarının kesilmesine gelince,
onlar sonunda bu işe son vermişler ve. bu husus böylece olup bitmişti.
Arkasından da; "Allah'ın fethedilen ülkeler ahalisinden Rasûlüne verdiği
fey Allah'a, Peygambere, akrabalara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalanlara
verilir" (el-Haşr, 59/7) diye buyurulmaktadır. Bu da önceki buyruklara
atfedilen bir söz değildir; aynı şekilde: "Onlardan evvel Medine'yi yurt
edinip imana sahib olanlar ise..." buyruğu da ensardan övgüyle söz etmek
ve onlara övgülerde bulunmak sadedinde yeni bir söz başlangıcını teşkil
etmektedir. Çünkü onlar elde edilen o fey'i muhacirlere teslim etmişlerdir.
Yüce Allah şöyle buyurmuş gibidir: Fey', fakir olan muhacirleredir. Ensar ise
onları severler. Fey'in yalnızca onlara verilmesinden ötürü de onları
kıskanmazlar. Aynı şekilde; "onlardan sonra gelenler" (el-Haşr,
59/10) buyruğu da yeni bir ifade başlangıcıdır, haberi de: "Derler ki:
Rabbimtz bizi... mağfiret eyle" buyruğudur.
İsmail İbn İshak dedi
ki: Yüce Allah'ın: "Onlardan evvel Medine'yi y" edinip..."
buyruğu ile "onlardan sonra gelenler" buyruğu daha önce geçen
buyruklara atfedilmiştir. Bunlar da fey'de ortaktırlar. Yani bu mal hem muhacirlere,
hem de "onlardan evvel Medine'yi yurt edinenler"e aittir.
Malik b. Evs dedi ki:
Ömer b. el-Hattab (r.a) şu: "Sadakalar (zekat) ancak fakirlere...
mahsustur" (et-Tevbe, 9/60) âyetini okuyup bu (zekat); bunlara (bu âyette
sözü edilenlere)dir, dedi. Sonra: "Bilin ki ganimet olarak aldığınız
herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a... aittir." (el-Enfal, 8/41)
buyruğunu okuyarak: Bu da burada sözedilenlere aittir, dedi. Daha sonra:
"Allah'ın fethedilen ülkeler ahalisinden Rasûlüne verdiği fey'... fakir
muhacirler içindir." (el-Haşr, 59/7-8) âyetleri ile; "Onlardan evvel
Medine'yi yurt edinip imana sahib olanlar..." âyetini ve: "Onlardan
sonra gelenler..." {el-Haşr, 59/10) âyetlerini okuduktan sonra dedi ki:
Andolsun ki eğer yaşayacak ulursam Hinıyer dağının tepesinde bulunan çobana
dahi bu maldan payı alnı terlemeksizin ulaşacaktır, dedi.
Yine denildiğine göre
o, muhacirlerle ensarı çağırıp, yüce Allah'ın kendisine bu kabilden nasib
ettiği fetihlere ne şekilde uygulama yapacağı hususunda danıştıktan sonra
onlara dedi ki: Bu işi iyice gözden geçirin, iyiden iyiye üzerinde düşünün.
Daha sonra yarın sabah yanıma gelin. O da o gece düşünüp durdu. Sonunda bu
âyetlerin bu gibi hususlar hakkında nazil olduğunu iyiden iyiye anladı. Sabah
yanına geldiklerinde: Dün gece el-Haşr Sûresi'nindeki âyetler üzerinde durdum
deyip "Allah'ın fethedilen ülkeler
ahalisinden
Rasûlüne verdiği fey... fakir muhacirler içindir." (el-1 laşr, 59/7-8)
buyruklarını okudu. Yüce Allah'ın: "îşte onlar sâdıkların ta
kendileridir." (el-Haşr, 59/8) buyruğuna ulaşınca, bu ancak burada
sözedilenlere aittir/dedi. Sonra yüce Allah'ın: "Onlardan sonra gelenler
derler ki: Şüphesiz ki sen çok esirgeyicisin, çok merhametlisin" (59/10)
buyruğunu okuyup dedi ki: Arlık müsiüman olup da bunun kapsamına girmeyen
hiçbir kimse kalmıyor, dedi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[40]
Malik'in Zeyd b.
Eşlem'den, onun babasından rivayetine göre Ömer şöyle demiştir: Şayet daha
sonra gelecek insanlar olmasaydı, fethedeceğim her-bir kasabayı mutlaka
Rasûlullah (sav)'ın Hiiyber'i paylaştırdığı gibi paylaştı-nrdım.
Bir çok yoldan gelmiş,
oldukça yaygın (müstefîz) rivayetlerde belirtildiğine göre Ömer, Irak sevadıni
(sevad; toprak, coğrafya), Mısır'ı ve elde ettiği ganimetleri atiyelere
(maaşlar) halkın ve çoluk çocukların azıklarına kaynaklık teşkil etsin diye
savaşçılara paylaştırnıaksızın bırakmıştır. Zübeyr, Bilal ve as-habtan daha
başka kimseler ise fethedilen yerlerin kendilerine paylaştırılmasını
istediler, Ömer onların bu isteklerini uygun bulmadı. Bu hususta yaptığı
uygulamanın mahiyeti hakkında farklı görüşler vardır. Onun uygulaması hususunda
orduya katılanların gönüllerini hoş ettiği söylenmiştir. Gönül hoşluğu ile
herhangi bir betlel almaksızın payını m üsl umanlara bırakmak isteyenler
azınlıkta idiler. Bunu kabul etmeyen kimselere ganimetten kendisine düşen
payın bedelini verdi.
O toprakları
mücahidlerin gönüllerini hoş ettikten sonra bıraktı, diyen kimseler onun bu
uygulamasını Peygamber (sav)'ın uygulaması gibi değerlendirmiştir. Çünkü
Peygamber de Hayber'i paylaştırmıştı. Zira Ömer'in paylarını satın alması ve
diğerlerinin de gönül hoşluğu ile paylarını terketmeleri tıpkı orayı
paylaştırması seviyesindedir.
Bir diğer görüşe göre
ise o, savaşa katılanlara herhangi bir şey vermeksizin oraları bırakmıştır.
Ömer bu hususta yüce Allah'ın: 'Yurtlarından ve mallarından çıkartılıp,
uzaklaştırılmış... fakir muhacirler içindir... Rabbimiz şüphesiz ki Sen çok
esirgeyicisin, çok merhametlisin." (el-Haşr, 59/9-10) âyetlerinde geçtiği
üzere bu hususta tevil yaparak uygulamada bulunmuşduı. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
[41]
İlim adamları (ganimet
olarak alınan) akarın paylaştırılması hususunda farklı görüşlere sahiptir.
İmanı Malik der ki:
İmamın (İslâm devlet başkanının) akarı mü.slümanla-nn maslahatına vakfetmesi
hakkı vardır.
Ebu llanife dedi ki:
İmam böyle bir yeri paylaştırmak ya da müslüman-ların maslahatına vakfetmekten
birisini tercih etmekte serbesttir.
Şafiî dedi ki: İmamın
müslümaniann rızasını almaksızın vakfetmesi hakkı yoktur. Aksine o diğer
mallar gibi bu akarı onlara paylaştırır. Her kim gönül huşluğuyla hakkından
feragat: edecek olursa, o vakit imam da bunu unlara vakıf edebilir. Gönül
hoşiuğuyla hakkından vazgeçmeyen kimsenin de kendi malını alması hakkı öncelik
kazanır. Ömer (r.a) ganimet alanların gönüllerini hoş etmeye çalışmış ve
ganimetlerini onlardan salın almıştır.
Bu görüşe göre yüce
Allah'ın: "Onlardan sonra gelenler..." (el-Haşr, 59/10) buyruğu
kendisinden önceki buyruklar ile ilişkisiz olur ve bu durumda onlar
kendilerinden önce gelenlere dua etmeye ve onlardan övgü ile sö-zetmeye teşvik
edilmiş olurlar.
[42]
İbn Vehb dedi ki: Ben
İmam Malikin Medine'nin diğer şehirlere üstün olduğunu sözkonusu ederek şöyle
dediğini duydum: Medine "iman yurdu" ve "hicret yurdu"
edinilmiştir. Diğer şehirler ise kılıçla fethedilmiştir. Sonra da yüce
Allah'ın: "Onlardan evvel Medine'yi yurt edinip İmana sahib olanlar ise
kendilerine hicret edenleri severler" âyetini okudu. Bu hususa dair açıklamalar
ile Mescîd-i haram ve Medine mescidinde namaz kılmanın faziletine dair
açıklamalar, daha önceden geçmiş bulunduğundan tekrarlamanın bir anlamı yoktur.
[43]
"Ve bunlara
verilen şeylerden dolayı kalplerinde bir çekememezlik duymazlar." Yani
fey' malından ve başka mallardan özel olarak muhacirlere verilen şeyler
dolayısıyla onları kıskanmazlar. Genellikle büyle açıklanmıştır. Bu açıklamaya
göre hazfedilmiş iki muzafın takdiri sözkonusuciur. Mana da şöyledir: Onlara
verilen şeylere bir ihtiyaç duymazlar.
İnsanın içinde
gidermeye gerek duyduğu herbir şey "bir ihtiyaç'dır. Muhacirler ensârın
evlerinde kalıyorlardı. Peygamber (.sav) Nadiroğulları mallarını ganimet
olarak alınca, ensarı çağırdı ve muhacirleri kendi evlerinde misafir edip
mallarına ortak kılmaları dolayısıyla onlara teşekkür ettikten sonra şöyle
dedi: "Arzu ederseniz, Allah'ın ban;ı Nadiroğullarından fey' olarak
verdiği ıılah sizlerle onlar arasında paylaştırırım. Muhacirler de önceden olduğu
gibi sizin meskenlerinizde kalmaya, mallarınızdan faydalanmaya devam
ederler. Dilerseniz yalnızca onlara (bu mallan)
veririm ve sizin evlerinizden ayrılırlar."
Bunun üzerine Sa'd b.
Ubade ve Sa'd b. Muâz şöyle dediler: O mah muhacirler arasında paylaştıralım.
Bununla birlikte eskiden olduğu gibi evlerimizde kalmaya devam etsinler. Ensar
hep birlikte şöyle seslendi: Biz gönül hoşluğu'ile hakkımızı onlara veriyoruz,
ey Allah'ın Rasûlü. Bunun üzerine Ra-sülullah (sav) şöyle buyurdu:
"Allah'ım ensara, ensarın çocuklarına merhamet buyur." Rasûlullah
(sav) da muhacirlere ganimetleri taksim etmekle birlikte daha önce sözünü
ettiğimi2 üç kişi dışında ensardan hiç kimseye bir şey vermedi.
Yüce Allah'ın;
"...Ve bunlara verilen şeylerden dolayı kalplerinde bir çekememezlik
duymazlar" buyruğunun (onlara verilen malın) az olma halini kastetmiş
olması ihtimali de vardır. Onlar bunun yerine kendilerine verilene razı olur
ve onu kabul ederler, demek olur. Peygamber (sav) dünyada kaldığı sürece bu
hallerini devam ettirdiler. Peygamber (sav)'ın vefatından sonra ise tabii
ölçüler içerisinde dünyanın etkisi akında kaldikr. Nitekim Peygamber (sav) da
onları uyarıp şöyle demişti: "Sizler benden sonra (başkalarının size)
tercih edildiğini göreceksiniz. Havz'ın kenarında benimle karşılaşacağınız
vakte kadar sabrediniz.''[44]
"Kendileri
fakirlik içinde bulunsalar dahi (muhacirleri) öz nefislerine tercih
ederler" buyruğu ile ilgili olarak Tirınizî'de Ebu Hureyre'den şu rivayet
kaydedilmektedir: Bir adamın yanında geceleyin bir misafir kaldı. O şahsın
yanında ise ancak kendisine ve çocuklarına yetecek kadar yiyecek vardı.
Hanımına-. Çocukları uyut, kandili söndür ve yanında ne varsa misafirin önüne
getir, dedi. Bunun üzerine şu: "Kendileri fakirlik içinde bulunsalar dahi
(muhacirleri) öz nefislerine tercih ederler" buyruğu nazil oldu.
(Tirmi-zî) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir[45] Müslim ele bu hadisi rivayet etmistir.[46]
Yine Müslim Ebu
Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bir adam Rasûlullah (sav)'a gelerek;
Ben çok fakirim dedi. Peygamber, hanımlarından birisine haber gönderdi, o da;
Seni hak ile gönderene yemin ederim ki, yanımda sudan başka bir şey yok, dedi.
Daha sonra bir diğerine haber gönderdi, o da aynı şeyi söyledi. Nihayet hepsi
de aynı cevabı verdiler: Seni hak ile gönderene yemin olsun ki yanımda sudan
başka bir şey yok. Bunun üzerine Peygamber: "Bu adamı bu gece kim misafir
edebilir? -Allah'm rahmeti de onun üzerine olsun.-" Ensardan bir adam
kalkıp: Ben ey Allah'ın Rasûlü dedj. Onu alıp evine götürdü, hanımına: Yanında
bir şey var mı? diye sordu. Kadın: Çocuklarıma yetecek kadardan Fazlası yok,
dedi. Bunun üzerine adam şöyle dedi: Sen onları herhangi bir şeyle oyala.
Misafirimiz içeri girince kandili söndür ve bizim yemek yediğimizi (ma
hissettir. Yemeğe oturdu mu sen de kalk ve kandili söndür. (Ebu Hureyre) dedi
ki: Onlar (sofraya) oturdular. Misafir de yemeği yedi. Sabah olunca Peygamber
(sav)'ın yanına gidince, Peygamber şöyle buyurdu: "Yüce Allah dün gece
misafirinize yaptığınız ikramı gerçekten beğendi."[47]
Yine Ebu Hureyre'den
gelen rivayete göre o şöyle demiştir: Bir adam kendisini misafir olarak
ağırlasın diye Easûlullatı (sav)'a geldi. Ancak Peygamberin yanında ona ikram
edecek hiçbir şey yoktu. "Bu adamı misafir edecek bir kimse yok mu? -Allah
ona rahmet etsin.-" dedi. Ensardan Ebu Taiha diye anılan birisi kalktı, o
adamı alıp evine götürdü... diyerek hadisi az önceki hadise yakın lafızlarla
nakletti, ayrıca bu rivayette âyetin bunun üzerine indiğini de belirtti[48]
d-Mehdevî'nin Ebu
Hureyre'den naklettiğine yöre bu Sabit b. Kays ile Sâ-bit'in kendisine misafir
olduğu ve Ebu'l-Mütevekkil diye anılan ensardan bir kimse hakkında inmiştir.
Ebu'l-Mütevekkil'in yanında kendisinin ve çotuklarının yiyeceği dışında bir
şey yoktu. Hanımına: Kandili söndür ve çotukları uyut deyip, yanında ne varsa
misafirinin önüne getirdi. en-Nehhas da bunu böylece zikrederek şöyle demiştir:
Ebu Hureyre dedi ki: Ensardan Ebu'l-Mütevekkil diye anılan bir adama Sabit b.
Kays misafir geldi. Ebu'i-Mütevek-kil'in kendisinin ve çocuklarının yiyeceği
dışında bir şeyi yoktu. Hanımına kandili söndür, çocukları uyut dedi. Bunun
üzerine: "Kendileri fakirlik içinde bulunsalar dahi (muhacirleri) öz
nefislerine tercih ederler... İşte onlar umduklarını bulanların ta
kendileridir" âyeti nazil oldu.
Bu işi yapanın Ebu
Talha olduğu söylenmiştir. el-Kuşeyrî, Ebu Nasr Ab-durrahim b. Abdi'l-Kerim'in
naklettiğine göre İbn Ömer şöyle demiştir: Ra-sûlullah (sav)'ın ashabından
birisine bir koyun başı hediye edildi. O; Kardeşim filan ve onun çocuklarının
buna ihtiyacı daha çoktur, diyerek o başı onlara gönderdi. Herbiri o başı
diğerine gönderip durdu, sonunda elden ele yedi ev dolaktı ve nihayet ilk
sahiplerine geri döndü. Bunun üzerine: "Kendileri fakirlik içinde
bulunsalar dahi (başkalarım) öz nefislerine tercih ederler" buyruğu nazil
oldu.[49] Bunu
es-Salebi, Enes'den naklederek dedi ki: As-habtan birisine bir koyun başı
hediye edildi. Çok fakir bir kimse idi. O başı bir komşusuna gönderdi. O baş
yedi evde, yedi kişiye elden ele dolaştı, sonra birincisinin eline geri döndü.
Bunun üzerine "...öz nefislerine tercih ederler" âyeti indi.
İbn Abbas dedi ki:
Peygamber (sav) Nadiroğulları günü ensara dedi ki: •İsterseniz yurtlarınıza ve
mallarınıza ve yurtlarınıza hicret eden muhacirlere malı paylaştırırım, siz de
bu ganimette onlara ortak olursunuz, İsterseniz yurtlarınız ve mallarınız
sizin olmak üzere size ganimetten hiçbir pııy vermeyelim/' Bunun üzerine ensar
dedi ki: Hayır, bizler kardeşlerimizle yurtlarımızı ve mallarımızı
paylaştırmaya devam edelim ve ganimeti yalnızca onlara verelim. Bunun üzerine
"öz nefislerine tercih ederler" âyeti nazil oldu. Ancak birincisi
daha sahihtir.
Buharı ve Müslim'de
Enes'den gelen rivayete göre bir kimse Peygamber (sav)'a kendi arazisindeki
birtakım hurma ağaçlarını tahsis ederdi. Bu Kurey-za ve Nadiroğulları diyarı
fethedil inceye kadar böyle devam etti. Artık bundan sonra Peygamber daha önce
o kimselerin verdiklerini sahiplerine geri verdi. Müslim'in lafzı böyledir[50]
ez-Zührî, Enes b.
Malik'ten rivayetle dedi ki: Muhacirler Mekke'den Medine'ye geldiklerinde
ellerinde mal namına hiçbir şey yoktu. Ensann ise arazi ve akarları vardı.
Ensar her yıl mallarından elde ettikleri mahsûllerinin yarısını onlarla
paylaştırdılar. Buna karşılık onlar (muhacirler) de çalışıp, (mallarının)
bakımlarını üzerlerine almışlardı. Enes b, Malik'in annesi Um Süleym diye
anılırdı. Um Süieym, Ebu Talha'nın oğlu Abdullah'ın da annesi idi. Abdullah,
Enes'in anne bir kardeşi idi. Enes'in annesi Rasûlullah (sav)'a bir hurmalığını
vermiş, Rasûlullah da o hurmalığı azatlısı ve Usame b. Zeyd'in de annesi olan
Um Eymen'e vermişti. İbn Şihab dedi ki: Enes b. Malik'in bana haber verdiğine
göre Rasûlullah (sav) Hayberlilerle savaşı bitirip, Medine'ye geri döndükten
sonra muhacirler, ensara daha önceden kendilerine vermiş oldukları meyve
bağışlarını geri verdiler. (Enes) dedi ki: Rasûlullah (sav) anneme
hurmalıklarını geri verdi; Um Eymen'e de o hurmaların yerine kendi bahçesinden
verdi. Bu hadisi Müslim de rivayet etmiştir.[51]
îsar (başkasını
kendisine tercih): Kişinin başkasını nefsine ve nefsinin dünyevî paylarına;
dinî paylan arzu ederek tercih etmesi demektir. Bu tutum ya-kînin güçlü
oluşundan, sevgi sağlamlığından ve meşakkatlere karşı sabırlı olmaktan ileri
gelir. "Bu hususta onu tercih eltim" denilirken, bunu ona özellikle tahsis
ettim ve tercih ettim, demektir. Buradaki îsâr (tercih et-me)nin mefulü
hazfedilmişür. Yani onlar mallarında, evlerinde unları kendilerine tercih
ederler. Ancak bunu varlıklı olmakla birlikte değil, bunlara -önceden de
açıklandığı gibi- ihtiyaç duymakla birlikte yaparlar.
Muvatta'ûa. yer alan
rivayette belirtildiğine göre İmam Malik'e Peygamber (sav)'ın zevcesi Âişe
(r.anha)'dan şu rivayet ulaşmıştır: Oruçlu olduğu bir sırada bir yoksul ondan
bir şeyler dilenmişti. Evinde ise yalnızca bir ekmek vardı. Bir cariyesine: O
ekmeği ona ver dedi. Cariyesi: Yanında kendisiyle oruç açacağın bir şey yok,
deyince yine; Sen o ekmeği ona ver dedi. (Cariyesi) ben de denileni yaptım,
dedi. Akşam olunca, daha önce bize hediye vermemiş bir hane halkı ya da bîr
kimse bize yufkaya sarılı bir koyun hediye etti. Aişe beni çağırıp, bundan ye
dedi, İşte bu .senin o ekmeğinden hayırlıdır[52]
İlim adamlarımız dedi
ki: İsle bu kârlı bir maldır ve Allah nezdinde tertemiz bir fiildir. Yüce
Allah bundan dilediğini acilen verir. Bununla birlikte bu .sebeple onun için
«aklanan mükâfatı da eksiltmez. Allah için bir şeyi Ler-keden bir kimse hiçbir
zaman onun yokluğunu hissetmez. Âişe (r.anha) bu davranışı ile yüce Allah'ın
kendilerinden ihtiyaç içinde bulunsalar dahi başkalarını kendilerine tercih
eden kimselerden olmakla övdüğü kimseler arasına katılmıştır, Şüphesiz ki
böyle bir iş yapan bir kimse, nefsinin cimriliğinden korunmuş ve daha sonrası
asla ziyanın süzkonusu olmayacağı bir kurtuluşa ermiş ulur.
Rivayetteki
"yufkaya sarılmış bir koyun' ifadesinin manası şudur: Bu Arapların yahul
bazılarının -ya da ileri gelenlerinin bir kısmının- yiyeceği idi. Onlar bir
koyun yahut bir kuzuyu yüzdükten sonra tamamen buğday unu hamuru ile üzerini
örter ve ona sarıp sarmalarlardı. Sonra bu haliyle onu tandıra asarlardı. Bu
şekilde yüzülmüş koyun ya da kuzunun bütün yağları, onun üzerini örten hamura
sızardı. Bu onlarca makbul, hoş bir yiyecek idi.
Nesai'nin, Nâfi'den
rivayet ettiğine göre; İbn Ömer hastalanmış ve aını üzüm çekmişti. Ona bir
dirheme, bir salkım üzüm .satın alındı. Bir yoksul gelip bir şeyler dilendi. Bu
sefer: O salkımı İm yoksula verin, dedi. Arkasından bir adam o salkjmı yine bir
dirheme satın alıp onu İbn Ömer'e getirdi. Yine o yoksul gelip dilencilik etti,
yine îbn Ömer: O üzümü buna verin, dedi. Bir başka adam bıı salkımı yine bir
dirheme satın aldı ve sonra bunu ona geri getirdi. Dilenci tekrar geri dönmek
istedi, ancak ona engel olundu. Eğer İbn Ömer yediği salkımın aynı salkım
olduğunu bilmiş olsaydı, asla tadına bakmazdı. Çünkü Allah için elinden
çıkardığı bir şeyi tekrar geri dönüp almazdı[53]
İbnu'i-Mübarek dedi
ki; Bize Muhammed b. Mıstarrif haber verdi, dedi ki: Bize Ebu Hâzim,
Abdurrahman b. Said b. Yerbû'dan anlattı. O Malik ed-Darr'dan şöyle dediğini
nakletti; Ömer b. el-Hattab (r.a) dörtyüz dinar aldı, onu bir keseye koyduktan
sonra hizmetkâra dedi ki; Al bunu Ebu Ubeyde b. el-Cerrah'a götür. Sonra
bunları nasıl kullanacağını görecek şekilde bir süre evde oyalanıver.
Hizmetkâr o parayı alıp Ebu Ubeyde'ye götürdü ve ona şöyle dedi; Müminlerin
emiri sana der ki; Sen bu parayı ihtiyaçlarına harca. Ebu Ubeyde: Allah onun
bağını gözetsin, ona rahmet buyursun dedikten sonra: Ey cariye gel, diye
seslendi. Şu yedi dinarı filana, şu beş dinarı filana götür diye hepsini
tüketinceye kadar dağıttı. Hizmetkâr Hz. Ömer'e geri döndü, ona durumu
bildirdiğinde benzeri bir keseyi Muaz b. Cebel için hazırladığını gördü. Ona:
Bunu da al Muaz b. Cebel'e götür. Bunları nasıl kullanacağını görünceye kadar
da bir süre evde oyalan dedi. Hizmetkâr o parayı alıp, Muaz'a götürdü ve ona:
Mü'minlerİn emiri sana der ki: Sen bu parayı İhtiyaçlarına harca dedi. Muaz:
Allah ona rahmet buyursun, o bizi gözettiği gibi Allah da onu gözetsin dedi
ve: Ey cariye gel, filanın evine şu kadar, filanın evine şu kadar götür, dedi.
Muaz'ın hanımı durumu görünce, peki ya biz? dedi. Allah'a yemin ederim, biz de
yoksul kimseleriz, bize de ver. Kesede sadece İki dinar kalmıştı. Bunları da
hanımına verdi. Hizmetkâr Ömer (r.a)'a dönüp, gördüklerini haber verince Ömer
bu işe çok sevindi ve: Bunlar kardeşlerdir, birbirlerindendir, dedi.
Muaviye'nin Âişe
(r.anhâ)'ya gönderdiği bağışı kullanması da buna benzer. Muaviye'nin
gönderdiği para 10.000 (dirhem) idi ve Îbnu'l-Münkedir onun yanına girmişti...[54]
Şayet: Kişinin sahip
olduğu malın tamamını sadaka vermesini yasaklayan sahih haberler varid olmuştur
denilecek olursa, şöyle cevab verilir: Böyle bir uygulama fakirliğe
sabredeceğinden emin olunmayan ve gerekli harcamalarını yapacağı bir şeyler
bulamayıp dilenciliğe mecbur kalacağından korkulan kimse için mekruhtur. Yüce
Allah'ın başkalarım kendilerine tercih ettikleri için övdüğü ensar ise bu
durumda değillerdi. Aksine onlar yüce Allah'ın
buyurduğu gibi: "Sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı
zamanlarda sabredenler" (el-Bakara, 2/177) idiler. Onlar arasında îsâr
(başkalarını tercih), malı elde tutmaktan daha üstün idi. Fakirliğe
sabredemeyip dilenciliğe maruz kalacak kimseler İçin ise malı elde tutmak,
başkalarını tercih etmekten daha efdaldir.
Rivayete göre bir adam
Peygamber (sav)'a yumurta kadar bir altın getirerek, bu sadakadır dedi.
Peygamber onu o adamın üzerine atarak dedi ki: "Sizden herhangi bir kimse
sahib olduğu malın tamamını getirip onu sadaka verdikten sonra oturup
insanlara el açacak hale düşmesin.'7 diye buyurdu.[55]
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[56]
Can ile tercih, mal
ile -sonunda o da canın yongası olsa dahi- tercihin üstündedir, Çokça
kullanılan darb-ı mesel mesabesindeki ifadelerden birisi de şudur:
"Cömertçe canını
feda etmek cömertliğin en ileri derecesidir."
Sevginin tarifi
hususunda sufilerin güzel ibarelerinden birisi de; "sevginin (muhabbetin)
işar demek olduğu"dur. Nitekim Aziz'in karısı ileri derecede Yusuf'u
sevince, onu kendisine tercih ederek: Ondan murad almak isteyen bendim,
demişti.
Canı feda etmenin en
üstün mertebesi de Rasûlullalı (sav)'ı korumak amacı ile yapılan
fedakârlıktır. Sahih'te belirtildiğine göre Ebu Talha, Uhud gününde Peygamber
(sav)'a vücudunu kalkan etmişti. Peygamber (sav) İse insanları görmek üzere
başını uzatıyor, Ebu Talha ona: Başını uzatma ey Allah'ın Ra.sûSü, sana isabet
ettirmesinler. Benim göğsüm senin göğsün önündedir, diyordu[57]
Rasûlullah (sav)'ı eli ile (gelen darbeye karşı) korumuş, bundan ötürü de
çolak kalmıştı.
Huzeyfe el-Adevî dedi
ki: Yermûk günü beraberinde az bir miktar su olduğu halde bir amcam oğlunu
aramaya koyuldum. Bu arada kendi kendime: Eğer henüz canı çıkmamış ise ona bu
sudan içiririni, diyordum. Ansızın onu görüverdim, ona: Su ister misin!1 dedim,
başıyla: Evet diye işaret etti. Tam bu
sırada
bir kişi; ah ah diye inliyordu. Amcam oğlu bana: Ona git, diye işaret etli.
Meğer o kişi Hişam b. el-As imiş, ona: Sana hu vereyim mi? dedim, evet diye
işaret etti. Bir başkasının "ah ah" demekte olduğunu işitince, Hişam
onun yanına git, diye işaret elti. Onun yanına vardığında ölmüş olduğunu
gördüm. Tekrar Hişam'a geri döndüğümde o da Ölmüştü. Amcamın oğlunun yanına
döndüm, o da ölmüştü.
Ebu Yezid el-Bistami
dedi ki: Belhli bir delikanlının beni yenik düşürdüğü gibi hiç kimse yenik
düşürmemiştir. O haccetmek üzere giderken bize uğradı. Bana: Ey Ebu Yezid
dedi, size göre zühdün tanımı nedir? Ben: Bulursak yeriz, bulamazsak
sabrederiz dedim. O: Bizde Belh köpekleri de böyle yapar, dedi. Ben: Peki ya
size göre zühdün tanımı nedir? diye sordum. O: Bulamazsak şükrederiz, bulursak
başkalarını kendimize tercilı ederiz, dedi.
Ziinnun el-Misrî'ye:
Kalbi açık zahidin tanımı nedir? diye soruldu. O üç özelliktir dedi: Toplanmış
olanı dağıtmak, ekle bulunmayanı istemeye son vermek ve gıdaya ihtiyacı varken
başkasını tercilı etmek.
Ebu'l-Hasen
el'-Antakî'den nakledildiğine göre; yanında Rey kasabalarından birisinde otuz
küsur kişi bir araya geldi. Beraberlerinde hepsini doyurmayacak kadar birkaç
tane ekmek vardı. Bütün ekmekleri kırdılar, kandili söndürüp yemeğe oturdular.
Yemek kaldırıldığında olduğu gibi duruyordu, kimse ondan bir şey yememiş,
herkes arkadaşını kendisine tercih etmişti.
[58]
Yüce Allah'ın:
"Kendileri fakirlik içinde bulunsalar dahi" buyruğunda yer alan (ve
"fakirlik" diye manası verilen): Kişinin durumunu bozan, sarsan
ihtiyaç içinde olmak hali" elemektir. Bunun aslı bir hususa tek başımı
sahip olmak ya da elinde bulundurmak demek olan "ihtisas"dan gelmektedir.
O halde bu lafız, münferiden muhtaç olmak demektir. Yani onlar fakirlik ve
ihtiyaç içerisinde bulunsalar dahi... demek olur. Şairin şu heyitin-de de bu
anlamda kullanılmıştır:
"Bahara gelince
eğer ihtiyaç ve fakirlik varsa, Onunla hasta olan da yaşar, eli dar olan da
zenginleşir."
[59]
"Kim nefsinin
cimriliğinden korunursa, işte onlar umduklarını bulanların ta kendileridir"
buyruğunda geçen; ile aynı şeylerdir (cimrilik demektir.) Mesela: "Cimriliği
apaçık, oldukça cimri adam" denilir. Amr b. Küisüm da şöyle demiştir:
"Sen tahammülsüz,
cimri ve malına tutkun kimsenin önüne (Şarab) getirildiği vakit, oldukça
alçalmış olduğunu görürsün."
Bazı dilciler (âyette
geçen): 'dan daha ileri derecedeki bir cimriliği ifade ettiği kanaatindedir.
es-Sihah'm şöyle denilmektedir: "Hırs ile birlikte cimrilik"
demektir, Bu fiil: "Sen cimrilik ettin, edersin" şeklinde
kullanıldığı gibi; şeklinde de kullanılır. "Cimri adam" demek olup,
çoğulu; "Cimri kimseler" diye gelir.
Âyet-i kerimeden
kasıt, zekat ve farz olmayan akrabalık bağlarını gözetmek, misafirlik ve buna
benzer hususlarda cimrilik göstermektir. Bu gibi yerlere gerekli infakı
yapmakla birlikte kendisine karşı eli .sıkı davranan bir kimse ne şahıh, ne de
bahî! (cimri)dir. Kendisine bol harcamalarda bulunmakla birlikte sözünü
ettiğimiz zekât ve itaat alanlarında gereği gibi infakta bulunmayan bir kimse
ise, nefsinin cimriliğinden korunmamış olur.
e!-Esved'in İbn
Mesud'dan rivayet ettiğine göre bir adam ona gelip şöyle demiş: Ben helak
olmuş olmaktan korkarım. İbn Mesııd: Neden? diye sordu. O da şöyle dedi: Yüce
Allah'ın: "Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar umduklarını
bulanların ta kendileridir" diye buyurmaktadır. Ben ise oldukça cimri
birisiyim. Hemen hemen elimden hiçbir şey çıkmıyor. Bunun üzerine İbn Mesud
şöyle dedi: Kur'ân-ı Kerim'de yüce Allah'ın sözünü ettiği cimrilik bu
değildir. Yüce Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de sözünü ettiği cimrilik senin
haksızlık ederek kardeşinin malını yemendir. Senin halin ise buhl (eli
sıkılık)tır. Bununla birlikte eli sıkılık çok kötü bir şeydir.
Bu açıklamalarıyla
Abdullah b. Mesud (r.a) şuhh İle buhl arasında fark gözetmiş olmaktadır.
Tâvûs dedi ki:
Bahillik insanın elinde bulunandan cimrilik etmesidir. Şuhh ise insanın
başkasının elinde bulunanlara göz dikmesi, ister helal, ister haram olsun
ellerinde bulunanın kendisinin de olmasını sevmesi ve bir türlü doymama sidir.
İbn Cübeyr dedi ki:
Cimrilik, zekatı vermemek ve haram mal biriktirmektir. İbn Lîyeyne ise şuhh
(mealde; cimrilik) zulüm demektir. Ley.s: Farzları terkedip, haramları
işlemektir. İbn Abbas: Kim nevasına uyar, imam kabul etmezse işte o sahih
(cimri)dir, demiştir. İbn Zeyd: Her kim bir şeyi Allah'ın nehyettiği bir başka
şey için almazsa ve yine cimriliği Allah'ın kendisine emrettiği herhangi bir
şeyden alıkoyup engellemeye çağırmazsa o kimseyi Allah öz nefsinin
cimriliğinden korumuş olur.
Enet. dedi ki:
Peygamber (sav) buyurdu ki: "Zekâlı veren, misafire ikram eden ve musibet
halterinde bir şeyler veren bir kimse cimrilikten uzaktır."[60] Yine
ondan gelen rivayete göre Peygamlîer (sav) şu duayı yapardı: Allah'ım,
nefsimin cimriliğinden, israfımdan ve vesveselerinden sana sığınırım.[61]
Ebu'l-Heyyac el-Esedî dedi ki: Bir adamı tavaf esnasında: Allah'ım, beni
nefsimin cimriliğinden koru diye dua edip, buna başka hiçbir şey eklemediğini
gürdüm. Ben ona: Niye böyle yaptığını sordum, şu cevabı verdi: Eğer nefsimin
cimriliğinden korunacak olursam, hırsızlık ta yapmam, zina da etmem, kötü hiç bir
iş yapmam. Bir de ne göreyim o kişi Abdurrahman b. Avf imiş[62]
Derim ki: Peygamber
(sav)'ın şu buyruğu da buna delildir; "Zulümden sakınınız, çünkü zulüm
kıyamet gününde zuiumât (karanhklar)dır. Cimrilikten de sakınınız, çünkü
cimrilik sizden öncekileri helak etti. Onları birbirlerinin kanlarını dökmeye
kadar götürdü, kendilerine haram kılınan başkalarına ait hakları heial bellemek
noktasına kadar ulaştırdı.”[63]
Biz bu hususu Al-i
İmıan Sûresi'nin sonlarında (3/180. âyet, 4. başlıkta) açıklamış bulunuyoruz.
Kisrâ arkadaşlarına:
Âdemoğluna en zararlı şey nedir? diye sormuş, onlar: Fakirlik demişler. Kisra:
Cimrilik, fakirlikten zararlıdır. Çünkü fakir bir şeyler buldu mu karnı doyar,
fakat ciınri bir kimse bulacak olsa dahi ebediyen doymaz, demiş.
[64]
10. Onlardan
sonra gelenler derler ki: "Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş
kardeşlerimizi mağfiret eyle! Kalplerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin
bırakma! Rabbimiz, şüphesiz ki Sen, çok esirgeyicisin, çok merhametlisin."
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
[65]
"Onlardan sonra
gelenler" buyruğu ile kastedilenler, tabiîn ve kıyamet gününe kadar
İslâm'a girecek olanlardır.
İbn Ebi Leylâ dedi ki:
İnsanlar üç ayrı mertebededir: Muhacirler, Medine'yi yurt edinip imana sahip
olanlar ve onlardan sonra gelenler. Sen bu mertebelerden dışarıda kalmamaya
gayret göster.
Kimi ilim adamı şöyle
demiştir: Güneş ol, gücün yetmezse ay ol, gücün yetmezse ışık saçan bir yıldız
oi, yine gücün yetmezse küçük bir yıldız ol ve nur cihetinden asla ayrılma!
Bunun anlamı şudur: Sen muhaciri ol. Şayet buna imkân bulamıyorum dersen,
ensarî ol. Eğer buna imkânın olmazsa, onların amellerine benzer işler yap!
Eğer gücün yetmezse unları sev ve Allah'ın sana emrettiği şekilde onlar için
mağfiret dile!
Mus'ab b. Sa'd şöyle
demiştir: İnsanlar üç konumdadır. Bunların ikisi geçip gitti, geriye birisi
kaldı. Sizin erişebileceğiniz en güzel konum, geriye kalan bu konumda yer
edinebilmektir.
Cafer b. Muhammed b.
Ali babasından, o dedesi Ali b. el-Hüseyn (r.a)'dan rivayete göre dedesine bir
adam gelerek ona: Ey Rasûlullah (sav)'ın kızının oğlu! Osman hakkında ne
dersin:' diye sormuş. Hüseyn (r.a) dedi ki: Ey kardeşim, sen yüce Allah'ın
haklarında: "Fakir muhacirler içindir" dediği kimselerden misin?
Adam; Hayır deyince bu sefer, Allah'a yemin ederim eğer sen bu âyetin sözünü
ettiği kimselerden değilsen, o halde Allah'ın haklarında: "Onlardan evvel
Medine'yi yurt edinip imana sahib olanlar..." diye buyurduğu kimselerden
olmalısın. Adam yine: Hayır deyince, bu sefer şöyle dedi: Allah'a yemin ederim
eğer sen üçüncü âyetin sözünü ettiği kimselerden de değilsen andolsunki
İslâm'ın dışına çıkmış olursun. O da yüce Allah'ın: "Onlardan sonra
gelenler derler ki: Rabbimiz bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi
mağfiret eyle..." âyetidir.
Denildiğine göre
Muhammed b. Ali b. el-Hüseyn (r.a) babasından şunu rivayet eder: Iraklılardan
bir kesim Ali b. el-Hüseyn'e gelerek, Ebu Bekir ve Ömer'e sonra da Osman'a dil
uzattılar, çokça sövüp saydjlar. Onlara söyle
dedi: Sizler ilk muhacir)erden misiniz? Onlar: Hayır dediler. Bu sefer:
Peki daha önceden imana sahib olup Medine'yi yurt edinmiş olan kimselerden misiniz?
Yine: Hayır dediler. Bu sefer onlara şöyle dedi: Sizler bu iki fırkadan uzak
olduğunuzu, onlardan olmadığınızı belirttiniz. Ben de tanıklık ederim ki sizler
yüce Allah'ın haklarında: "Onlardan sonra gelenler derler ki: Rabbimiz,
bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi mağfiret eyle. Kalplerimizde iman
edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz, şüphesiz kî Sen çok
esirgeyicisin, çok merhametlisin." dediği kimselerden değilsiniz. Haydi
kalkınız, Allah size kıyıkınızı versin... Bunu en-Nehhâs zikretmiştir.
[66]
Bu âyet-i kerime
ashabı sevmenin vücûbuna delildir. Çünkü onlardan sonra gelen kimselere onları
sevmeye, onları dost bilmeye ve onlar için mağfiret dilemeye devam etmeleri
şartı ile fey'den pay ayrılmıştır. Onlara ya da onlardan birisine dil uzatan
yahut o kimse hakkında kötü şeyler itikad eden bir kişinin fey'de hiçbir hakkı
yoktur. Bu görüş, Malik'len ve başkasından da rivayet edilmiştir. Malik:
Muhammed (sav)'ın ashabından herhangi bir kimseye buğzeden veya kalbinde
onlara karşı bir kin besleyen bir kişinin müslü-manların fey'inde herhangi bir
hakkı yoktur; dedikten sonra yüce Allah'ın-, "Onlardan sonra
gelenler..." âyetini okumuştur.
[67]
Bu âyet-i kerime itim
adamlarının bu husustaki görüşleri arasından sahih olanın, taşınır ganimet
mallarının paylaştırılması, akarın ve arazilerin ise bütün inüslümanian
kapsayacak şekilde paylaştırılmaksızın bırakılması olduğuna delil teşkil
etmektedir. Nitekim Ömer (r.a) da böyle yapmıştır. Şu kadar var ki,
veliyyu'1-emr ietihad edip bir uygulamada bulunacak olursa, insanların bu
hususta görüş ayrılığı da olursa, o kendi kanaatine uygun uygulamaya bakar. Bu
âyet-i kerime de bunu hükme bağlamaktadır. Çünkü yüce Allah fey'e dair haber
verip onun üç kesime ait olduğunu belirtmiştir. Bunlar muhacirler ve ensardır.
Bunların da kim oldukları bilinmektedir. Diğerleri: "Onlardan sonra
gelenler derler ki: Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi
mağfiret eyle" diyen kimselerdir. İşte bu, bütün tabiîn vq Kıyamet gününe
kadar onlardan sonra gelecekler hakkında umumidir.
Sahih hadiste
belirtildiğine göre Peygamber (sav) kabristana gitmiş ve şöyle demiş: Ey
müminler topluluğunun diyarı(nda sakin olanlar)! es-Selamu aleyküm, Şüphesiz bizler
de inşaallah size kavuşacağız. Bununla birlikte keşke kardeşlerimizi görsen
dîye, arzu ederdim." Ey Allah'ın Rasûlü biz senin kardeşlerin değil
miyiz? deyince, şöyle buyurdu: "Hayır, siz benim ashabımsı-nız.
Kardeşlerimiz ise henüz daha (dünyaya) gelmemiş olanlardır ve ben Hav-zın
kenarına onlardan önce ulaşmış olacağım.”[68]
Böylelikle Peygamber
(sav) onlardan sonra gelecek olan herkesin onların kardeşleri olduğunu beyan
etmektedir. Yoksa es-Süddî ve el-Kelbî'nin dedikleri gibi bunlar, bundan sonra
hicret eden kimseler değildir. Yine el-Ha-sen'den: "Onlardan sonra
gelenler" buyruğu hicretin sona ermesinden sonra Medine'ye Peygamber
(sav)'ın yanına gitmek maksadı ile yerlerinden ayrılanlardır, dediği de rivayet
edilmiştir.
[69]
Yüce Allah'ın: "Derler*
buyruğu hal konumunda, nasb durumundadır. Diyenler olarak..." demektir.
"Rabbimiz, bizi
ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi mağfiret eyle" buyruğu ile
ilgili iki türlü açıklama sözkonudur. Birincisine göre onlar bu ümmetten daha
önce geçmiş olan Kitap ehlinden iman edenlere mağfiret dilemekle
emroJunmuslardır. Âişe (r.anhâ) dedi ki: Onlara, o kimselere mağfiret
dilemeleri emrolunduğu halde onlar kalkıp onlara dil uzattılar, sövdüler.
İkinci açıklamaya
göre; Muhacir ve ensara da önden geçenlere mağfiret dilemeleri emri
verilmiştir. İbn Abbas dedi ki: Yüce Allah bu hususta fitneye düşeceklerini
bildiği halde Muhammed (sav)'ın ashabına mağfiret istenmesini emir
buyurmuştur. Âişe (r.anhâ) dedi ki: Sizler Muhammed'in ashabına mağfiret
dilemekle emrolunduğunuz halde onlara dil uzattınız. Bense Peygamberinizi şöyle
buyururken dinlemişimdir: "Bu ümmetin sonradan gelenleri, önceden
gelenlerine tanet okumadıkça bu ümmet yok olmayacaktır."[70]
İbn Ömer dedi ki:
Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Ashabıma şovenleri görecek
olursanız, siz de Allah sizden ve onlardan en şerlilerinize lanet etsin,
deyiniz."[71]
el-Avvâm b. Havşeb
dedi ki: Ben bu ümmetin ilklerine yetiştim. Onlar, Rasûlullah (sav)'ın
ashabının güzel yanlarım sözkonusu edin ki, kalpler onlara ısınsın:
Aralarındaki anlaşmazlıkları sözkonıusu etmeyin, o vakit insanların onlara
karşı cüretkârlıklarını artırırsınız, diyorlardı.
eş-Şa'bî dedi ki:
Yahudilerle hristiyanlar bir hasletleriyle Rafızîlerden daha faziletlidirler.
Yahudilere sizin dininize mensup olanların en hayırlıları kimlerdir? diye
soruldu. Onlar: Musa'nın ashabıdır demişlerdir. Hristiyanlara da: Dininize
mensup olanların en hayırlıları kimlerdir? diye sorulduğunda, onlar da; İsa'nın
ashabıdır, demişlerdir. Fakat Râfızîlere dininizin mensuplarının en kötüleri
kimlerdir, diye sorulduğunda, oniar da; Muhammed'in ashabıdır diye cevab
vermişlerdir. Halbuki onlara mağfiret dilemeleri emrolun-duğu halde onlara sövdüler.
O bakımdan kıyamet gününe kadar onlara karşı kılıç çekilmelidir. Onların hiçbir
sancakları ayakta durmamalı. Ayakları yerde sağlam basmamalı, sözbirlikleri
olmamalıdır. Savaş için bir ateşi yaktıkları her seferinde Allah onların
kanlarını dökmek ve delillerini çürütmek suretiyle söndürmüştür, Allah bizi de,
sizleri de saptırıcı nevalardan muhafaza buyursun,
"Kalplerimizde
iman edenlere karşı, hiçbir kin" ve kıskançlık "bırakma! Şüphesiz ki
Sen, çok esirgeyicisin, çok merhametlisin."
[72]
11. Görmedin
mi o münafıklık edenleri? Onlar kltab ehlinden kâfir olan kardeşlerine derler
ki: "Eğer siz çıkartUrılırsanız, andol-sun biz de sizinle çıkarız. Sizin
aleyhinizde hiçbir kimseye ebe-diyyen itaat etmeyiz; eğer sizinle savaşüırsa.
muhakkak size yardım ederiz." Halbuki Allah da şahitlik eder kî; muhakkak
onlar hiç şüphesiz yalancıdırlar.
Yahudiler, münafıklann
herhangi bir din ve kitaba inanmadıklarını bilmekle birlikle, kendilerine
verdikleri yardımcı olmak sözüne aldanmıs olmalarının hayret edilecek bir
husus olduğu ifade edilmektedir, bu münafıklar arasında Abdullah b. Ubeyy b.
Selûl, Abdullah b. Nebtel ve Rifâa b. Zeyd de vardı. Râfia b. Tabut ile Evs b.
Kayzî'nin de bunlar arasında olduğu söylenmistir. Dunlar hepsi ensardan olmakla
birlikte münafıklık etmişler ve Kuray-za ve Nadiroğulları yahudilerine;
"Eğer sizçıkartılmanız, andolsun bizde sizinle çıkarız" demişlerdi.
Bu sözlerin Nadiroğuüarının Kurayzalıiara söylediği sözlerden olduğu da
söylenmiştir.
"Sizin
aleyhinizde hiçbir kimseye ebediyyen itaat etmeyiz" sözleriyle Muhammesi
(sav)'ı kastetmektedirler. Sizinle savaşmak hususunda ona itaat etmeyeceğiz,
demektir. Bu buyruk, gaybın bilinmesi açısından Muhammed (sav)'ın nübüvvetinin
gerçekliğinin bir delilidir. Çünkü Nadiroğulları yurtlarından çıkartıldığı
halde münafıklar çıkmadılar, onlarla savaşıldığı halde münafıklar onlara
yardımcı olmadılar. Nitekim yüce Allah: "Allah da şahitlik eder ki
muhakkak onlar" söz ve davranışlarında "hiç şüphesiz yalancıdırlar"
diye buyurmaktadır.
[73]
12. Eğer onlar
çıkartünhrlarsa, andolsun ki, onlarla birlikte çıkmazlar. Eğer onlarla
savaşüırsa, şüphesiz onlara yardım etmezler. Onlara yardım etseler bile
muhakkak gerisin geri dönerler. Sonra da kendilerine yardım olunmaz.
"Eğer onlar
çıkarttırıhrlarsa, andolsun ki, onlarla birlikte çıkmazlar. Eğer onlarla savaş
ılırsa, şüphesiz onlara yardım etmezler. Onlara yardım etseler bile
muhakkak" bozguna uğrayanlar olarak "gerisin geri dönerler. Sonra da
kendilerine yardım olunmaz."
Bir açıklamaya göre:
"Onlara yardım etmezler" isteyerek onlara yardımcı olmazlar.
"Onlara™ istemeyerek "yardım etseler bile, muhakkak gerisin geri
dönerler."
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir; "Onlara yardım etmezler." Onlara sürekli yardımcı
olmazlar, demektir. Bu, her iki ifadede kullanılan zamirlerin aynı olmaları
halinde böyledir. Bu iki zamirin farklı oldukları da söylenmiştir. Yani
andolsun yahudiler çıkartılacak olurlarsa, münafıklar onlarla birlikte
çıkmazlar ve eğer onlarla savaşılacak olursa, onlara yardımcı olmazlar.
"Onlara yardım etseler bile" yani yahudiler münafıklara yardımcı
oi-salar dahi "muhakkak gerisin geriye dönerler."
Bir başka açıklama da
şöyledir: "Eğer onlar çıkarttırtlırlarsa, andolsun ki onlarla birlikte
çıkmazlar." Yani Allah onların -yahudiler çıkarttırılacak olursa- onlarla
birlikte çıkmayacaklarını bilmiştir, "Eğer onlarla savaşılır s a, şüphesiz
onlara yardım etmezler." Onların böyle davranacaklarını Allah bilmiştir,
demektir.
üarfcı sonra şöyle
buyurmaktadır: "Muhakkak gerisin geriye dönerler." Bu buyruğu ile de
olmayacak bir şey eğer olacak olsaydı, ne şekilde olacağını haber vermektedir.
Bu da yüce Allah'ın-. "Eğer geri döndürülürlerse, yine kendilerine
yasaklanan şeylere geri döreer£er,"(el-En'âm, 6/28) buyruğunu
andırmaktadır.
"Onlarayardım etseler
bile" buyruğunun, eğer Biz onlara yardım etmelerini dileseydik, bu işi
onlara süslü gösterirdik. O zaman da; "muhakkak gerisin geriye
dönerler" di; anlamında olduğu da söylenmiştir.
[74]
13.
Gerçekten sizin korkunuz, kalplerinde Allah korkusundan çok yer etmiştir. Bu,
onların iyi anlamayanlar topluluğu olmalarındandır.
"Gerçekten sizin
korkunuz" ey müstümanlar "kalplerinde* yani Nadî-roğullarının
kalplerinde bir görüşe göre de münafıkların kalplerinde "Allah korkusundan
çok yer etmiştir.11
Zamirin her iki kesime
raci olması da mümkündür. Yani onlar sizden Rab-lerinden korktuklarından daha
fazla korkarlar. "Bu onların İyi anlamayanlar topluluğu
olmalarındandır." Yani Allah'ın azamet ve kudretini biteme-y işle
irindendir.
[75]
14. Onlar
sizinle topluca, ancak surlarla çevrilmiş kasabalarda yahut duvarlar
arkasından savaşırlar. Kendi aralarında savaşları şiddetlidir. Sen onları bir
arada sanırsın ama kalpleri darmadağınıktır. Bu onların akıllarını kullanmayan
bir topluluk olmalarındandır.
"Onlar"
yahudiler "sizinle topluca ancak surlarla çevrilmiş" kendilerini
size karşı koruyacaklarını sandıkları etrafı yüksek duvarlarla çevrilmiş
"kasabalarda yahut" korkaklıkları ve sizden korkmaları sebebiyle
arkalarında gizlenecekleri "duvarlar arkasından savaşırlar."
"Duvarlar"
lafzı genel ularak çoğul okunmuştur. Ebu Ubeyde ve Ebu Hâtim'in tercihi budur.
Çünkü bu, yüce Allah'ın: "Surlarla çevrilmiş kasabalarda" buyruğuna
benzemektedir ve bu üu çoğuldur.
İbn Abbas, Mücahid,
İbn Kesîr, İbn Muhaysın ve Ebû Amr ise tekil olarak: "Duvar" diye
okumuşlardır. Çünkü tekil de çuğulun anlamını ifade eder. Bazı Mekkeli kıraat
âlimlerinin "cim" harfini üstün, "dal" harfini de sakin
olarak: diye okudukları da rivayet edilmiştir ki, bu da "duvar"
lafzının tekil söyleniş şekillerinden birisidir. Bu okuyuşun, onlar hurmalıklarının
ve ağaçlarının arkasından (sizinle savaşırlar) anlamında olması da mümkündür.
Çünkü baharın başlangıcında hurma ağaçlarının meyveleri tomurcuklanmaya
başlandığında: "Hurma tomurcuk verdi" denilir. ise bir çeşit bitki
olup, bunun da tekili dir.
Bu lafız
"cim" harfi ötreli, "dal" harfi de sakin olarak: "Duvarlar"
diye de okunmuştur ki; bu şekli tekil olan; çoğuludur. Bununla birlikte tekİlindeki
elifin: "Kitab" lafzının elifine, çoğulundaki elifin ise:
Zarifler" lafzının elifine benzemesi de mümkündür. Bunun benzeri bir lafız
kullanımı da: "Hecin bir dişi deve" ile: "Hecin dişi
develer" lafzıdır. Çünkü tesniye olarak: "İki hecin deve" denilir.
Buna göre tekil ile çoğul lafzı lafız itibariyle birbirine benzemekle birlikte,
anlam itibariyle farklılık göstermektedir. Bu açıklamayı İbn Cinnî yapmıştır.
"Kendi aralarında
savaşları" yani birbirlerine düşmanlıkları "şiddetlidir."
Mücahid dedi ki: "Kendi aralarında" sözlü ve "andolsun böyle
yapacağız" diye tehdit savurmak şeklindeki "savaşları
şiddetlidir."
es-Süddi de şöyle
demiştir: Maksat onların kalplerinin ayrılıklarıdır. Öyle ki onlar hiçbir iş
üzerinde görüş birliğine varmazlar.
"Kendi aralarında
savaşları şiddetlidir" buyruğunun şu anlama geldiği de söylenmiştir: Onlar
bir düşman ile karşılaşmayacak olurlarsa, kendi aralannda kendilerinin oldukça
güçlü ve çetin kuvvet sahibi olduklarını söylerler. Ancak düşman iie
karşılaştıklarında yenilirler, bozguna uğrarlar.
"Sen onları"
Mücahid'e göre yahudilerle münafıkları, yine ondan gelen bir rivayete göre
sadece münafıkları, es-Sevrî'ye göre müşriklerle kitab ehlini "bir arada
sanırsın ama kalpleri darmadağınıktır."
Katade de şöyle
açıklamıştır; "Sen onları bir arada sanırsın." Bir iş ve bir görüş
etrafında toplu olduklarını zannedersin. "Ama kalpleri darmadağınıktır"
ayrılık içerisindedir. Çünkü batıl ehlinin görüşleri farklı farklıdır.
Şahit-Ükleri de farklıdır, hevâları (yani din ve rnezheb görüşleri) ayrı
ayrıdır. Bununla birlikte hak ehline düşmanlıkta birleşirler, bir aradadırlar.
Yine Mücahid'den şöyle
açıkladığı rivayet edilmiştir: Yüce Allah münafıkların dininin yahudilerin
dinlerinden farklı olduğunu kastetmiştir. Bu buyruk, müslümanlann onlara karşı
manevi güçlerini pekiştirmek içindir. Şair de şöyle demiştir:
"Birliği bozan
bir niyetin şikâyetini Allah'a arzederim.
(Çünkü) bugün bu niyet
darmadağınıktır; halbuki dün bir arada idi."
İbn Mesud'un
kıraatinde; "Onların kalpleri daha ileri derecede darmadağınıktır"
şeklindedir. Onların ayrılıkları, ihtilâfları daha çetindir anlamındadır.
"Bu onların
akıllarını kullanmayan bir topluluk olmalarındandır."
Onların bu şekildeki
darmadağınıkhkları ve kâfirlikleri kendisiyle Allah'ın emirlerini
kavrayacakları akıllarının olmayışındandır.
[76]
15. Bunların
halleri kendilerinden az öncekilerinki gibidir. Onlar yaptıklarının vebalini
tatmışlardır. Onlar için çok acıklı bir azab da vardır.
İbn Abbas dedi ki:
Yüce Allah bu buyrukla Kaynukaoğullarını kastetmektedir. Allah müminleri
Nadiroğullarından önce onlara karşı muzaffer kılmıştı.
Katade de; bununla
Nadiroğullarını kastetmektedir, der. Allah Kuray-zaoğullarından önce müminleri
onlara karşı muzaffer kıldı. Mücahidin görüşüne göre de maksat Bedir günü
bozguna uğrayan Kureyş kâfirleridir. Buyruğun Nadiroğullarından önce Nuh
(a.s)'dan itibaren Muhammed (sav)'a kadar yüce Allah'ın küfürleri sebebiyle
kendilerinden intikam almış olduğu herkes hakkında genel olduğu da
söylenmiştir.
"Vebalini"
küfürlerinin cezasını "tatmışlardır" anlamındadır.
Sözü edilenlerin Kurayzaoğullan
olduğunu söyleyenler "yaptıklarının vebalini" buyruğunu, Sa'd b.
Muâz'ın verdiği hükmü kabul ederek savaşı bırakanlar hakkında yorumlar. Sa'd
b. Muâz Kurayzaoğulları hakkında savaşçıların öldürülmesi ve kadın ve
çocukların esir edilmesi şeklinde hüküm vermişti. Bu ed-Dahhak'ın görüşüdür.
Kastedilenlerin Nadiroğulları olduğunu söyleyenler ise "yaptıklarınım
vebalini" sürgüne gönderilmeleri ve yurtlarından uzaklaştırılmaları diye
açıklar. Nadiroğullarının sürgüne gönderil-meleriyle Kurayzaoğullan hakkında
hükmün uygulanması arasında iki yıllık bir zaman geçmiştir. Bedir gazvesi ise
Nadiroğulları gazvesinden altı ay önce olmuştur. Bundan dolayı yüce Allah
"az öncekiler inki" diye buyurmuştur. Bazıları da Nadiroğulları
gazvesinin Uhud'dan sonra olduğunu söylemiştir,
"Onlar için"
ahirette "çok acıklı bir azab da vardır."
[77]
16. Onların durumu şeytanın insana: "Kâfir
ol" dediği zamanki durumu gibidir. Kâfir olunca: "Muhakkak ki ben
senden urağan, çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım" der.
17. Sonra ikisinin de akıbetleri orada ebedi
olmak üzere ateşin içinde kalmalarıdır. Zulmedenlerin cezası işte budur.
"Onların durumu
şeytanın İnsana: 'Kâfir ol' dediği zamanki durumu gibidir" buyruğu yüce
Allah'ın münafık ve yahudilere yardım sözünde durmayıp, onlara verdikleri
yardımcı olmak vaadini yerine getirmeyişlerine bir örnektir. Atıf harfi
hazfedilerek "ve onların durumu... şeytanın... durumu gi-bidlr"
demeyişi atıf harfinin hazfedilmesinin çokça görülen bir şey oluşundan
dolayıdır. Nitekim (aradaki atıf harflerini hazfederek): "sen akıllısın,
sen kerimsin, sen âlimsin" demek de böyledir.
[78]
Peygamber (sav)'dan
rivayet edildiğine göre şeytanın kendisine: "Kâfir ol!" dediği insan
yanında saraya tutulan bir kadına dua etmek üzere bırakılmış rahib bir kimse
idi. Şeytan ona teşvikte bulunarak o kadın ile ilişki kurdu, kadın da hamile
kaldı. Daha sonra rezil ulmak korkusu ile o kadını öldürdü. Şeytan o kadının
yakınlarına bulunduğu yeri gösterdi. Manastırına gelerek rahibeden
manastırından inmesini istediler. Şeytan ona, kendisine secde edecek olursa,
onu ellerinden kurtaracağı vaadinde bulundu. Rahib ona secde edince ondan uzak
olduğunu belirterek rahibi kadının yakınlanyla baş-başa bıraktı. Bunu Kadı
İsmail ile Ali b. el-Medinı, Süfyan b. Uyeyne'den diye rivayet etmişlerdir.
Süfyan, Amr b. Dinar'dan o Urve b. Âmir'den, o Ubeyd b. Rifâa ez-Zürakî'den, o
da Peygamber (sav)'dan diye rivayet etmişlerdir. Bu rahibe dair haberi İbn
Abbas ve Vehb b. Münebbih uzunca zikretmişlerdir. Her ikisinin lafızları
arasında farklılık vardır.
[79]
İbn Abbas yüce
Allah'ın: "...şeytanın... durumu gibidir" buyruğu hakkında dedi ki:
Fetret döneminde Bersisa diye anılan manastırında yetmiş yıl boyunca ibadet
etmiş ve bu zaman zarfında bir göz açıp kırpacak kadar bir süre dahi Allah'a
isyan etmemiş bir rahib vardı. Bu rahib İblisi gerçekten bitkin düşürmüştü.
İblis şeytanların azgınlarını toplayarak dedi ki: Aranızdan benim yerime
Bersîsa'nın hakkından gelecek bir kirnse yok mu!' Ebyad adındaki ve
peygamberler ile uğraşmakla görevli olan şeytan -ki aynı zamanda vahiy
veriyormuş gibi ona vesvese vermek maksadıyla Peygamber (sav) efendimize
Cebrail suretinde görünen budur, bunun üzerine Cebrail gelmiş, ikisinin arasına
girdikten sonra eliyle bu Ebyad'ı itmiş ve Hind'in en uzak yerine düşmüştür,
İşte yüce Allah'ın: "Büyük bir güç sahibidir, Arş'ın sahibinin nezdinde
yüksek bir mevkii vardır" (et-Tekvîr, 81/20) buyruğu bunu anlatmaktadır.-
dedi ki: Senin adına onun hakkından ben gelirim. Bunun üzerine Ebyad
rahiblerin kılığına büründü. Başının ortasını da traş etti ve Bersisa'nın
manastırına gitti. Ona seslendi, fakat rahib ona cevab vermedi. Çünkü ancak on
günde bir namazından başka bir yere dönerdi ve on günde bir orucunu açardı.
Kesintisiz olarak on, yirmi hatta daha fazla süre oruç tutardı. Ebyad,
Bersîsa'nın kendisine cevap vermediğini görünce, o da manastırının dib
taraflarında ibadete yöneldi. Bersisa namazını bitirdikten sonra Ebyad'ın
rahiblere yakışır çok güzel bir şekilde namaz kılmakta olduğunu gördü. Bundan
dolayı ona cevab vermediğine pişman oldu. Ne istiyorsun? deyince, Ebyad;
Seninle birlikte olmayı, senin edebinle edeblenip senin amelini Örnek almayı ve
hep birlikte ibadet edelim istiyorum. Rahib: beninle uğraşacak vaktim yok
deyip, yine namazına döndü. Ebyad da namaza koyuldu. Bersisa, Ebyad'ın çok
gayretle ibadet ettiğini görünce, ona: İhtiyacın ne? diye sordu. Ebyad: İzin
ver de yanına çıkayım, dedi. Ona izin verdi ve Ebyad bir sene onunla birlikte
kaldı. Kırk günde sadece bir gün oruç yiyordu. Namazından başka bir yere kırk
günde bir dönüyordu, Bazan seksen güne kadar sürdüğü de oluyordu, Bersisa onun
bu gayretini görünce, kendisinin yaptığını küçümsemeye başladı. Sonra Ebyad
ona şöyle dedi: Benim Allah'ın kendileri vasıtasıyla hastayı, mübtelayı ve
deliyi şifaya kavuşturduğu birtakım dualarım vardır deyip, bu duaları ona
öğretti. Ebyad, İblisin yanına varınca, Allah'a yemin ederim o adamı helak
ettim, dedi. Sonra bir adama musallat olup, boğazını sıkmaya koyuldu. Daha
sonra onun akrabalarına -insan suretinde görünerek- dedi ki: Sizin bu adamınız
delirmiş, onu tedavi edeyim mi? Onlar: Evet dediler. Bu sefer: Onu etkileyen
kadın cinne gücüm yetmiyor, fakat sîz bunu alın Bersisa'ya götürün, o Allah'ın
İsm-i A'za-mını bilir. Allah'tan bu -adı anılarak bir şeyler istenirse verir, o
adı anılarak O'na dua edilirse duayı kabul eder, dedi. Bu adamı alıp Bersisa'ya
götürdüler, o da bu duaları okudu, şeytan onu bırakıp gitti.
Daha sonra Ebyad
insanlara bu işleri yapıp duruyor, sonra onlara Bersisa'ya gitmelerini
söylüyor, götürdükleri hastalar da iyileşiyorlardı. Üç erkek kardeşi olan
kralların kızlarından birisine gitti. Babalan bir kraldı. Bu kral ölmüş, sonra
da kardeşini yerine tayin etmişti. Bu kızın amcası İsrailoğulları arasında bir
hükümdardı. Ebyad bu kıza işkence etmeye ve boğazını sıkıştırmaya koyuldu.
Daha sonra yakınlarına kızı tedavi elnıck isteyen bir doktor suretinde gelip:
Onun bu şeytanı çok azgındır, ona güç yetirilemez. Fakat siz bu kızı alıp
Bersisa'ya götürün, onun yanında bırakın. Şeytanı geleceği vakit onun için dua
edecek ve iyileşecek, dedi. Yakınları; Bersisa bizim bu isteğimizi kabul
etmeyecektir, dediler. Şeytan onlara şöyle dedi: Onun manastırının yanında siz
de bir manastır inşa ediniz, sonra ela kızı oraya bırakıp bu kız senin yanında
bir emanettir, mükâfatını Allah'tan bekleyerek onu tedavi et, deyiniz.
Bersisa'dan kızı yanında bırakmasını istediler, kabul etmeyince bir başka
manastır inşa ederek kızı oraya bıraktılar. Bersisa namazını bırakip kızı ve
kızın güzelliğini görünce oldukça etkilendi. Şeytan kıza geldi ve boğazını
sıkıştırmaya koyuldu. Namazını bırakıp, kıza dua etti, şeytan onu bırakıp
gitti. Daha sonra yine namazına yöneldi. Şeytan tekrar kıza geldi ve boğazını
sıkıştırmaya başladı. Bu arada Bersisa görecek şekilde üstünün başının
açılmasını da sağlıyordu. Sonra şeytan ona gelerek, ne oluyor sana? dedi. Sen
onunla yat, onun benzerini bulamazsın, Bundan sonra da tevbe edersin. Şeytan
bu telkinlerini sürdürüp durdu. Sonunda o kız ile birlikte oldu, kız da hamile
kaldı ve hamileliği görülmeye başladı. Bu sefer şeytan ona: Yazıklar olsun
sana, sen rezil oldun. Onu öldür de öyle tevbe et ve rezil olma! Şayet sana gelip
kızlarının nerede olduğunu soracak olurlarsa, onun şeytanı geldi, onu alıp
götürdü, dersin. Bunun üzerine Bersisa kızı öldürdü ve geceleyin onu gömdü.
Şeytan elbisesinin bir ucunu yakalayarak toprağın dışında kalmasını sağladı.
Bersisa namazına geri döndü.
Daha sonra şeytan
kızın kardeşlerinin rüyasına girip: Bersisa kızkardeşi-nize şunları şunları
yaptı ve onu öldürdükten sonra şu şu tepede gömdü, dedi. Kardeşleri böyle bir
şeyin olamayacağını kabul etmekle birlikte Bersisa'ya: Kızkardeşimize ne yaptın?
dediler. O: Şeytanı onu alıp gitti, dedi. Onlar da rahibi tasdik ettiler ve
çekip gittiler.
Daha sonra yine şeytan
rüyalarına girerek: Kızkardeşiniz şöyle şöyle bir yerde gömülüdür. Onun
elbisesinin bir ucu da toprağın dışındadır, dedi. Denilen yere gidip
kızkardeşlerini buldular. Rahibin manastırını yıktılar, oradan onu indirip
boğazına ip dolayarak krala götürdüler. Kralın önünde yaptıklannı itiraf etti,
kral da öldürülmesini emretti. Asılacağı vakit şeytan: Beni tanıyor musun?
dedi. O: Allah'a yemin ederim ki hayır deyince, sana o duaları öğreten
arkadaşın benim, dedi. İsrailoğulları arasında en çok ibadet eden kişi sen iken
Allah'tan korkmadın mı, utanmadın mı? Hem kendini rezil edecek şekilde bu
yaptığın işler sana yetmedi mi? Bu yaptıklarını da ikrar ettin ve senin gibi insanları
da rezil ettin. Şayet sen bu halinle ölecek olursan, senden sonra senin
benzerlerinden hiçbir kimse asla iflah olmayacaktır. Bersisa: Peki ne yapayım?
deyince, şeytan: Bir tek hususta bana itaat et. Ben de seni onlardan
kurtaracağım, onların seni görmemelerini sağlayacağım dedi. Bu nedir? deyince,
şeytan: Bana sadece bir defa secde edeceksin dedi. Bersisa: Yapayım deyip,
Allah'tan başka ona secde etti. Şeytan: Ey Bersisa dedi, işte senden istediğim
buydu ve nihayet sen Rabbine kâfir oldun, O'nu inkâr ettin. Ben senden uzağım,
ben âlemlerin Rabbi Allah'tan korkarım, dedi.
[80]
Vehb b. Münebbih de
dedi ki: İsrailoğulları arasında âbid birisi vardı. Çağının en çok ibadet edenlerindendi.
Onun döneminde bir kızkardeşleri bukınan üç kardeş vardı. Bu kızkardeşleri
bakire olup ondan başka da kızkar-deşleri yoktu. Her üçünün de savaşa gitmeleri
gerekti. Kızkardeşleii ne kimin göz kulak olacağını bilemedikleri gibi, kimin
yanında güvenip bırakacaklarını, kime emanet edeceklerini de bilemediler.
Nihayet kızkardeşlerini İsra-iloğullarının o âbid kişisi yanında bırakmak üzere
görüş birliğine vardılar. Ona İçten içe gijven duyuyorlardı. O âbide gidip
kızkardeşlerini yanında bırakmak istediklerini söylediler, bunu kabul etmesini
istediler. Böylelikle kızkar-deşleri onun gözetimi altında ve onun yakınında
kalacak, savaştan geri dö-nünceye kadar onu görüp gözetecekti. Âbid bunu kabul
etmeyerek, onlardan ve kızkardeşlerinden Allah'a sığındı, Onların isteklerini
kabul edinceye kadar ona ısrar edip durdular.
Nihayet şöyle dedi:
Onu benim manastırımın karşısındaki bîr eve yerleştirin. Onlar da
kızkardeşlerini öyle bir eve yerleştirdiler, sonra onu bırakıp gittiler. Bir
süre o âbidin komşusu olarak kaldı. Ona manastırından yemek götürüyor, bu
yemeği manastırın kapısında bırakıyordu. Sonra kapısını ki-lilleyip manastırına
çıkıyordu. Arkasından kıza evinden çıkıp kendisine koyduğu yemeği almasını
söylüyordu. Şeytan yumuşak bir şekilde hayır işlemekte onu teşvik edip durdu.
Kızın evinden gündüzün çıkmasının büyük bir iş olduğunu ona telkin ediyor ve
birilerinin onu görüp de ona bağlanma ihtimalini hatırlatarak, korkutuyordu.
Bu şekilde bir süre
devam etti. Daha sonra İblis ona gelerek hayır ve mükâfat şevkini arttırmaya
çalıştı ve ona şöyle dedi: Bu kıza verdiğin yemeği kendin götürüp onun evine
bırakacak olursan, elbetteki bu senin alacağın ecir ve mükâfatı daha bir
arttıracaktır. Bu telkinlerini sürdürüp durdu. Nihayet âbid, kıza götürdüğü yemeği
alıp evine kadar bırakmaya başladı. Bu şekilde de bir süre devam etti. Sonra
yine İblis ona geldi, onu hayra teşvik etti ve hayır işleme arzusunu harekete
geçirerek dedi ki: Sen onunla konuşsan, onunla sohbet etsen de o da senin
sohbetinle sıkıntısını giderse. Çünkü o çok ileri derecede yalnızlıktan
sıkılmış bulunuyor. İblis bu husustaki telkinlerini sürdürüp durdu. Nihayet
manastırının üst tarafından una bakıp bir süre onunla konuşmaya başladı. Bundan
sonra iblis yine ona gelerek dedi ki: Bu kızın yanına insen de manastırının
kapısında oturup onunla konuşsan, o da kendi evinin kapısında oturup seninle
konuşursa, bu onun için daha bir yalnızlığını giderici olur. Bu husustaki
telkinlerini sürdürdü, nihayet âbjdin manastırından inmesini, manastırının kapısında
oturup o kızla konuşmasını, kızın da evinden çıkmasını sağladı. Bu şekilde bir
süre konuşmaya devam ettiler.
Daha sonra İblis ona
gelerek, yaptığı bu davranışı dolayısıyla hayır ve mükafat alacağı arzusunu
uyandırdı, teşviklerde bulunup dedi ki: Manastırının
kapısından çıkıp da, evinin kapısına yakın bir yerde
otursan, bu onun için daha bir teselli edici olur. Bunu da yaptırımcıya kadar
bu telkinlerini sürdürdü. Nihayet bir süre de böylece devam etti.
Arkasından yine İblis
gelerek onu hayır işlemeye ve kıza karşı yaptığı bu tutumu dolayısıyla elde
ettiği güzel sevapları telkine koyuldu ve ona şöyle dedi: Evinin kapısına
yaklaşıp sen onunla -o da evinden çıkmaksızın- konuş-san dedi. Abid bunu da
yaptı. Manastırından iniyor, kızın evinin kapısında oturup onunla konuşuyordu.
Bu şekilde bir süre devam ettikten sonra yine İblis ona gelerek şöyle dedi:
Onunla birlikte eve girsen, onunla konuşsan, Böyiece de kimseye yüzünü
göstermesine imkân umımasan senin için daha güzel olur.
Bu telkinlerini de
sürdürdü ve nihayet eve de girdi. Bütün gün boyunca kızla konuşmaya başladı,
akşam oldu mu manastırına çıkıp gidiyordu. Bundan sonra yine İblis ona geldi.
Kızı ona güzel gösterip durdu, nihayet âbid eliyle baldırına vurdu, onu öptü.
İblis kızı gözünde güzel göstermeye ve davranışını ona hoş göstermeye devam
edip durdu. Sonunda kız ile birlikte oldu ve kız hamile kaldı, ondan bir
çocuğu doğdu. İblis ona gelerek: Peki ya bu kızın kardeşleri gelip senden bir
çocuğunun olduğunu görürlerse, sen ne yapacaksın? Senin rezil olmayacağından
yahutta onların seni rezil etmeyeceklerinden emin değilim. Git, onun oğlunu
tut, kes ve göm. Şüphesiz ki kız, kardeşlerinin kendisine yaptığım
öğrenecekler korkusuyla senin bu yaptığını gizleyecektir. Âbid bunu da yaptı.
Bu sefer ona şöyle
dedi: Sen onun oğlunu öldürmüşken, ona yaptıklarını kardeşlerinden
gizleyeceğini mi zannediyorsun? İyisi mi onun da boğazını kes ve oğluyla
beraber onu da göm.
İblis bu telkinlerini
sürdürüp durdu. Nihayet o kızın da boğazını kesti ve oğluyla birlikte onu da
çukura gömdü. Üzerine çok büyük bir kaya örttü ve dümdüz bir şekilde de
toprakla kapattı. Manastırına çıkıp orada yine kendisini ibadete verdi. Bu
haliyle Allah'ın dilediği kadar bir süre kaidı.
Nihayet kızın
kardeşleri savaştan geri döndü. Adamın yanına gelerek, kız-kardeşlerini
sordular. Vefat haberini onlara bildirdi ve kıza Allah'tan rahmetler diledi,
ağlayıp: O çok iyi bir kızdı. İşte bu da onun kabri, onu görün, dedi,
Kardeşleri kabrine giderek, kabri başında ağladılar. Allah'tan ona rahmetler
dilediler. Günlerce kabri başında durduktan sonra, yakınlarına geri döndüler.
Geceleyin yataklarına
çekilip uyuduklarında şeytan onlara bir yolcu suretinde göründü. En
büyüklerine başlayarak ona kızkardeşlerinin durumunu sordu. O da ona; âbidin
sözlerini, ölmüş olduğunu ve âbidin o kıza rahmetler okuduğunu,
kızkardeşlerinin mezarını kendilerine nasıl gösterdiğini bildirdi. Şeytan
bunların yalan olduğunu söyleyerek: Âbid kızkardeşiniz ile ilgili size doğruyu
söylemedi. O kızkardeşinizi gebe bıraktı, ondan bir oğlu oldu. Boğazını kesti,
daha sonra da sizden korkarak kızkardeşinizin de boğazını kesti, Ondan sonra
bu kızkardeşinizi girenin sağ tarafında kalan kapının arkasına kazdığı bir
çukura gömdü. Haydi gidip eve girin, girenin sağında kalan tarafı bulun.
Şüphesiz siz kızkardeşinizi ve oğlunu size söylediğim şekilde orada
göreceksiniz. Daha sonra yine ortancasının rüyasına girdi, ona da aynı şeyleri
söyledi. Sonra küçüklerine gitti, ona da aynı şeyleri söyledi.
Kardeşler
uyandıklarında herkes gördüğü rüyadan hayret içerisinde uyanmış oldu. Biri
diğerine: Ben şaşılacak bir rüya gördüm deyip, birbirlerine neler gördüklerini
söylediler. En büyükleri: Bu karmakarışık, doğruyla ilgisi olmayan bir
rüyadır. Bunu bırakın da işimize bakalım dedi. En küçükleri: Ben o yere gidip
oraya bakmadan işime gitmeyeceğim, dedi. Nihayet hep birlikte gittiler.
Kızkardeşlerinin kaldığı eve girdiler, kapıyı açtılar. Rüyalannda kendilerine
belirtilen yeri tesbit ettiler. Kızkardeşlerİ ile oğlunun kendilerine söylendiği
şekilde boğazlarının kesilmiş olduğunu gördüler. Âbide durumu sordular, o da
İblisin etkisi ile onlara yaptığı bu işin doğru olduğunu söyledi. Kardeşler
bunun üzerine o âbidi hükümdarlarına davet ettiler. Âbid manastırından
indirilip asılmak üzere getirildi. İdam edecekleri ağaca onu getirdiklerinde,
şeytan ona gelip şöyle dedi: O kadın hakkında seni fitneye düşürüp sonunda
seni o kadını gebe bırakacak noktaya getiren, onun ve oğlunun boğazını kesmeni
telkin edenin ben olduğumu biliyorsun. Bugün bana itaat edecek ve seni yaratan
Aüah'ı inkâr edecek olursan, seni içinde bulunduğun bu halden kurtarırım.
Nihayet âbid Allah'ı inkâr edip, kâfir oldu. Kâfir olunca da bu sefer şeytan
onu ve ona musallat olanları başbaşa bıraktı, onlar da onu asıp idam ettiler.
İşte şu; "Onların dununu şeytanın insana: Kâfir ol, dediği zamanki durumu
gibidir. Kâfir olunca: Muhakkak ki ben senden uzağım. Çünkü ben alemlerin Rabbi
olan Allah'tan korkarım... Zulmedenlerin cezası budur" âyeti onun
hakkında nazil olmuştur.
İbn Abbas dedi ki:
Yüce Allah bunu yahudilerle biriikte münafiklara misal vermiştir. Şöyle ki;
yüce Allah peygamberine Nadiroğullarını Medine'den sürmesini emredince,
münafıklar onlara: Yurdunuzdan çıkmayın. Eğer müs-lümanlar sizinle
savaşırlarsa, biz sizinle birlikte oluruz. Sizi çıkartırlarsa yine sizinle
birlikte çıkarız, diye gizlice haber gönderdiler. Bunun üzerine Na-diroğuîları
Peygamber (sav) ile savaştılar, fakat münafıklar onlara yardımcı olmadı.
Şeytanın âbid Bersisa'dan uzak olduğunu belirttiği gibi, onlardan uzak
kaldılar. Artık bu dönemden sonra rahibler ancak takiyye yaparak ve kendilerini
gizleyerek ortada görünüyorlardı. Fasıklar ve günahkâr kimseler de yahudi İlim
adamlarına birtakım bühtanlarda ve çirkin isnadlarda bulundular. Nihayet rahib
Cüreyc'in durumu ortaya çıktı, Ailah da onun kendisine is-nad edilen günahtan
uzak olduğunu ortaya çıkardı.[81]
Bundan sonra artık ra-hibler rahatladı ve insanların arasına çıkmaya
başladılar.
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir: Münafıkların Nadiroğullarına verdikleri sözde durmayışları,
İblis'in Kureyş kâfirlerine: "Bugün, insanlardan sizi yenebilecek yoktur.
Ben de muhakkak sizin yardımcınızım..." (el-Enfal, 8/48) demesine benzer,
Mücahid dedi ki:
Burada insandan kasıt, şeytanın kendilerini aldatması hususunda bütün
insanlardır. Yüce Allah'ın; "İnsana kâfir ol dediği zaman1* buyruğu da
şeytanın insanı: Ben kâfirim diyecek hale gelinceye kadar aldatması demektir.
Şeytanın: "Çünkü ben alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım" sözü
ise bir gerçek değildir. O şeytanın insandan uzak olduğunu anlatmak maksadıyla
kullandığı bir ifadedir. Bu yüce Allah'ın: "Muhakkak ki ben senden
uzağım" diye aktardığı sözünün bir tekididir. Nâfî, İbn Kesir ve Ebu Amr:
“Muhakkak ki ben" lafzındaki "ye"yi üstün okumuşlar, diğerleri
ise sakin (harekesiz bir med harfi olarak) okumuşlardır.
"Sonra
İkisinin" yani şeytanın ve o insanın "de akıbetleri orada ebedi olmak
üzere ateşin içinde kalmalarıdır" buyruğundaki: "Ebedi olmak
üzere" buyruğu hal olarak nasbedilmiştir.
Âyeti rahib ve şeytan
hakkında özel olarak kabul eden kimseler için bunun tesniye (ikisinin
akıbetleri) lafzı açıkça anlaşılır. Bunun insan türü hakkında böyle olduğunu
kabul edenlere göre de mana şöyle olur: Her iki kesimin ya da her iki sınıfın
da akıbeti.,.
İkisinin de akıbetleri" lafzının nasb ile
gelmesi ise; 'in haberi olduğundan dolayıdır. Bunun ismi ise; "Ateşin
içinde kalmaları" buyruğudur.
el-Hasen ise bunun
aksine olarak; "İkisinin de akıbetleri...dir diye okumuştur. el-Ameş ise:
"İkisi... de orada ebedidirler" diye ref ile okumuştur. Ancak bu
okuyuş mushafın yazısına muhaliftir. Ref1 ile okunması bu lafzın: in haberi
olmasına ve zarfın ("ateşin içinde" anlamındaki lafzın) mülga olması
(i'rab durumunun gözönünde bulundurulma-masOna binaendir.
[82]
18. Ey iman
edenler! Allah'tan korkun! Herkes yarın için ne hazırladığına bir baksın.
Allah'tan korkun! Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
"Ey iman
edenler!" Emir ve yasakları hususunda farzlarını eda etmek ve
mahiyetlerinden kaçınmakta "Allah'tan korkun. Herkes yarın" Kıyamet
günü "İçin ne hazırladığına bir baksın."
Araplar gelecekten
"yarın" diye sözederler. Buradaki "yarın"ın, kıyametin çok
yakın olduğuna dikkat çekmek için zikredildîği de söylenmiştir. Şairin şu
mısraında olduğu gibi:
"Şüphesiz ki
yarın, gözetleyenler için pek yakındır."
el-Hasen ve Katade der
ki: Yüce Allah kıyameti adeta yarın gerçekleşe-cekmiş gibi pek yakın
göstermektedir. Şüphesiz ki gelecek olan herbir şey yakındır, ölüm de
kaçınılmaz olarak gelecektir.
"Ne hazırladığı";
hayır ya da şer türünden yaptıkları demektir.
"Allah'tan
korkun" buyruğu burada tekrar edilmiştir. Bir kimseye: Çabuk ol, çabuk ol,
at, at demeye benzer.
Birinci takvadan
kastın geçmiş günahlardan tevbe etmek, ikincisinden maksadın gelecekte günahlardan
sakınmak anlamında olduğu da söylenmiştir.
"Şüphesiz ki
Allah yaptıklarınızdan haberdardır" buyruğu ile ilgili olarak Said b.
Cübeyr: Sizin ne yaptığınızı, neler ettiğinizi bilir, demektir, demiştir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[83]
19. Allah'ı
unuttukları için, Allah'ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi
de olmayın. İşte onlar fâsıkların ta kendileridir.
"Allah'ı
unuttukları" emirlerini terkettikleri "için, Allah'ın da kendilerini
kendilerine" İbn Hibban'ın açıklamasına göre kentlileri lehine hayır işlemeyi
"unutturduğu kimseler gibi de olmayın."
Bunun, Allah'ın
hakkını unutup Allah'ın da kendilerine kendi haklarını unutturduğu kimseler
gibi olmayın, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı Süfyan yapmıştır.
Şöyle de
açıklanmıştır: "Allah'ı"; Ona şükretmeyi, O'nu tazim etmeyi
ter-ketmek suretiyle "unuttukları için Allah'ın da kendilerini kendilerine
unutturduğu" birbirlerine azabı hatırlatmayı unutturduğu "kimseler
gibi de olmayın." Bu açıklamayı İbn İsa nakletmiştir.
Sehl b. Abdullah dedi
ki: Günah İşledikleri vakit "Allah'ı unuttukları için, Allah'ın da"
tevbe sırasında "kendilerini, kendilerine unutturduğu kimseler gibi de
olmayın."
Yüce Allah
"kendilerine unutturduğu" buyruğunda fiili kendisine nisbet etmiştir.
Çünkü bu kendilerinin terkettiği, O'nun emir ve nehiyleri sebebiyle plmuştur.
Onları kendi emir ve nehiylerini terkcdenler olarak bulmuştur, demek olduğu da
söylenmiştir. Mesela; bir kimsenin öğülür bir durumda olduğunu gördüğümüz
takdirde: "Ben adamı öğütecek bir halde gördüm" dememiz buna benzer.
Bİr diğer açıklamaya
göre: Rahatlık zamanlarında "Allah'ı unuttukları için, Allah'ın da
kendilerini" zorlu ve sıkıntılı zamanlarda "kendilerine unutturduğu
kimseler gibi de olmayın" demektir.
"İşte onlar
fâsıkların ta kendileridir." İbn Cübeyr isyankârların, İbn Zeyd
yalancıların... diye açıklamışlardır.
Fısk; asıl anlamı
itibariyle .sınırın dışına çıkmaktır. Yüce Allah'ın İtaatinin dışına
çıkanlar... demektir.
[84]
20.
Cehennemlikler ile cennetlikler bir olmaz. Cennetlikler murad-larına erenlerin
ta kendileridir.
"Cehennemlikler
İle cennetlikler" fazilet ve mertebe itibariyle "bir olmaz.
Cennetlikler tnuradlanna erenlerin" ya kın!aştırılıp kendilerine ikramda
bulunulanların "ta kendileridir.*' Ateşten kurtulanların ta kendileridir
diye de açıklanmıştır. Bu âyetin anlamına dair açıklamalar daha önce el-Mâ-ide
Sûresi'rtde yüce Allah'ın: "De ki: Murdar ile temiz... hiçbir zaman bir olmaz."
(el-Maide, 5/100); buyruğu ile es-Secde Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Mü'min kimse,
fasık kimse gibi midir1? Bunlar eşit olmazlar." (es-Secde, 32/18) buyruğu
ve Sâd Sûresi'nde: "İman edip salih amel işleyenleri yeryüzünde fesad
çıkaranlar gibi mi kılarız. ? Yahut takva sahiblerini günahkârlar gibi mi
kılarız?" (Sad, 38/28) buyrukları açıklanırken geçmiş bulunmaktadır,
tekrarlamanın bir anlamı yoktur. Yüce Allah'a hamdolsun.
[85]
21. Şayet
Biz bu Kur ân'ı bir dağa indirse idik, muhakkak kî Allah'ın korkusundan onun
başını eğerek dağılıp parça parça olduğunu görürdün. İşte Biz, bu misalleri
insanlara düşünsünler diye veriyoruz.
"Şayet Biz bu
Kur'ânı bir dağa İndirse İdik... Onun başını eğerek da-ğıhp parça parça
olduğunu görürdün" buyruğu Kıır'ân-ı Kerim'in verdiği öğütler üzerinde
iyice düşünmeye bir teşvik olup düşünmeyi terketmenin ge-çedi bir mazereti
bulunmadığını açıklamakladır. Çünkü dağlara akıl verilip bu Kur'ân ile hitab
edilecek olsa o dağlar Kur'ân'ın verdiği Öğütlere itaatle boyun eğerler ve
sapasağlam ve güçlü yapılarına rağmen Allah korkusundan ötürü başlarını eğerek,
paramparça oldukları görülecektir.
"Huşu' duyan
(mealde boyun eğen)' zillet gösteren; “Çatlayan'' (mealde: parça parça olan)
yarık yarık olan demektir.
Yüce Allah, o dağı
mükellef kılacak olsaydı, kendisine itaat karşısında "başını
eğecek"; Allah'a isyan eder de Allah kendisini cezalandırır korkusu ile de
"parça parça okcak'tı diye de açıklanmıştır.
Bunun kâfirler için
verilmiş bir örnek okluğu da söylenmiştir.
"İşte Bİ2 bu
misalleri insanlara... veriyoruz." Yani eğer bu Kur'ân-ı Kerim bir dağa
indirilmiş olsaydı, bu Allah'ın vaadi dolayısıyla boyun eğer, tehdidi
karşısında da paramparça olurdu. Fakat sizler, ey Kur'ân'ın i'câzı karşısında
hiçbir şey yapamayanlar, O'nun vaadlerini arzulamıyor, tehdidlerin-den
korkmuyorsunuz.
Hitabın Peygamber
(sav)'a olduğu da söylenmiştir. Yani Bi2 -ey Muham-med- bu Kur'ân'ı bir dağın
üzerine indirmiş olsaydık, o dağ yerinde duramaz ve Kur'ân'ın üzerine iniği
dolayısıyla parçalanırdı. Fakat Biz bu Kur'ân'ı sana indirdik ve buna karşı
sana sebat verdik.
O vakit bu ifade, yüce
Allah'ın dağların dahi sebat gösteremeyeceği şeylere karşı kendisine sebat
verdiğinden ötürü ona üzerindeki Allah'ın lütfü-nun bir hatırlatması manasına
gelir.
Buyruğun ümmete bir
hitab olduğu ve yüce Allah eğer bu Kur'ân ile dağları uyarıp korkutmuş
olsaydı, Allah korkusundan dağların parçalanacağı demek olduğu da
söylenmiştir. İnsan güç itibariyle dağlardan daha az, fakat sebatı daha
çoktur. O bakımdan o itaat edecek olursa, Kur'ân'ın hakkını yerine getirmiş
olur. Diğer taraftan isyan etmesi halinde de bu hitabı reddedebilecek gücü de
vardır. Çünkü ona mükâfat vaadi yapılmış, ceza göreceği belirtilerek isyandan
uzak kalması istenmiştir.
[86]
22. 0
Allah'tır ki, O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. Görünmeyeni de, görüneni de
bilendir. O Rahmân'dır, Rahîm'dir.
"O Allah'tır ki
O'ndan başka hiçbir İlah yoktur. Görünmeyeni de, görüneni de bilendir."
İbn Abbas gizliyi de, açığı da bilendir, diye açıklamıştır. Olmuşu ve olacağı
diye de açıklanmıştır. Sehl, âhîreti de, dünyayı da bilendir, diye açıklamıştır.
"Görünmeyen:
Gayb"in kulların bilmediği ve görmediği şeyler "Görünen: şehadef'İn
ise bilip gördükleri şeyler olduğu da söylenmiştir.
"O Rahmân'dır,
Rahim'dir" buyruğuna dair açıklamalar da daha önceden (Besmele bahsi, 23-
baslıkta) geçmiş bulunmaktadır.
[87]
23. O
Allah'tır ki, Ondan başka hiçbir ilah yoktur. Meliktir, Kud-dûs'tür, Selâmdır,
Mümindir, Müheymindİr, Azîz'dİr, Ceb-bâr'dır, Mütekebbir'dir. Allah koştuktan
ortaklardan münezzehtir.
"O Allah'tır ki,
Ondan başka hiçbir İlah yoktur. Melîktir, Kuddûs-tür." Hertürlü
eksiklikten münezzeh, her türlü kusurdan arınmıştır.
"el-Kades"
Hicazlıların şivesinde kova demektir. Çünkü onunla temizlenilir. Kuyudan
kendisi ile su çıkartılan kaplardan birisini ifade etmek üzere kullanılan:
C^^l-üı ) de buradan gelmektedir. Siheveyh ilk harflerini üstün okuyarak
"kaddûs, sebbûh" derdi. Ebu Hatîm'in Yakub'dan naklettiğine göre o
el-Kisâî'nin yanında Ebu'd-Dinar künyeli fasih bir bedevi Arabın "el-kaddûs"
diye okuduğunu duymuştur.
Sa'leb dedi ki:
"Fe'ûl" veznindeki herbir ismin ilk harfi üstündür. "Se'ffûd,
kellûb, tennûr, semmûr ve şebbût" gibi. Ancak "es-subbûh" ve
"el-kuddûs" isimlerinde ilk harflerinin ötreli okunması daha cok
görülen bir şeydir, fet-hah okundukları da olur. Ötreli olarak
"ez-zurrûlı" da böyledir, fethalı okunduğu da olur.
"Selam'dir"
yani eksikliklerden uzak olandır, demektir. İbnu'l-Arabi dedi ki: İlim
adamları -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- Allah hakkında
"es-selâm" dediğimiz takdirde, bunun esenlik sahibi (eksikliklerden
kurtulmuş) anlamına geldiği üzerinde ittifak etmişlerdir, Ancak bu eksiklikten
uzak oluşun nisbel yünü hususunda üç ayrı görüşler; vardır:
1- Her türlü
kusurdan uzak ve her türlü eksiklikten beri demektir.
2- Selâm sahibi anlamındadır, Yani cennette
kullarına selâm verecek olandır. Yüce Allah'ın: "Çok merhametli Rabbden
'selam' denir." (Yasin, 36/58) buyruğunda olduğu gibi.
3- Bütün
yaratıkların zulmünden yana uzak kaldığı yüce zat anlamındadır.
Derim ki:
el-Hattabî'nin görüşü de budur. Buna ve bundan Önceki görüşe göre
"es-selâm" yüce Allah'ın fiilî bir sıfatıdır. Onun her türlü kusur ve
eksiklikten uzak olduğu anlamına göre ise, zatî bir sıfatıdır.
"es-Selâm"ın kullarına esenlik veren anlamında olduğu da
söylenmiştir.
"Mü'min'dir."
Yani rasûllerine mucizeler vermek suretiyle tasdik edendir, mü'minlere
vaadettiği mükâfatı, kâfirlere de tehdit ettiği azabı vermek suretiyle vaad ve
tehdidini doğru olarak gerçekleştirendir. Bir görüşe göre "el-mü'min"
dostlarını azabından yana, kullarını zulmünden yana emin kılandır. Mesela Ona
eman verdi, güvenlik verdi" ifadesi korkunun zıttı olan güvenlikten
gelmektedir. Nitekim yüce Allah da: "Ve korku dan kendilerine güvenlik
verendir." (Kureyş, 106/4) diye buyurmuştur. İşte bu şekilde güvenlik
veren kimse "mü'minMir. Şair en-Nâbiğa şöyle demektedir;
"Karşıda yükselen
tepe ile birbirine girmiş ağaçlar arasında
Mekkeli süvarilerin,
Katettiği yerlerdeki Beyt'e sığınan kuşlara (bile) güvenlik verendir."
Mücahid dedi ki:
el-Mu'min: Kendi zatını "Allak kendisinden başka hiçbir ilah olmadığını...
açıkladı."(Al-i Imran, 3/18) buyruğu ile tevhid edendir.-
îbn Abbas dedi ki:
Kıyamet gününde tevlıid ehlini ateşten çıkaracak olandır, İlk çıkartılacak olan
kişi ise adı bir peygamber adına vıygun düşendir. Nihayet adı bir peygamber
adına uymayan kimse orada kalmayınca, yüce Allah diğerlerine şöyle diyecektir:
Sizler müslumanlarsınız, Ben de es-Se-lâm'ım. Sizler mü'minlersiniz, Ben de
el-Mü'min'im diyecek ve bu iki ismin bereketiyle onları cehennem ateşinden
çıkartacaktır.
"Müheymindir,
Azizdir" buyruğunda geçen "el-Müheymİn" ismine dair açıklamalar
el-Mâide Sûresi'nde (5/48. âyetin tefsirinde) el-Azîz ismine dair açıklamalar
da birkaç yerde (mesela, el-Bakara, 2/129. âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır,
"Cebbâr'dır."
îbn Abbas: O Azim'dİr diye açıklamıştır. Allah'ın ceberûtu O'nun azameti
demektir. Bu görüşe göre "el-Cebbâr" zad bir sıfattır ve Arapların:
"Büyük bir hurma ağacı" ifadelerinden gelmiş olur. İm-ruu'1-Kays da
şöyle demiştir:
"Dalları sık,
birbirine girmiş, kırmızı taze hurmaların bulunduğu Salkımları çok yüksek,
büyük ve yüce hurma ağaçları."
Şair burada elin
uzanamadığı bir hurma ağacını anlatmaktadır.
Buna göre bu ismin,
yüce Allah'ın azametine, eksikliklerin ve sonradan yaratılmışların sıfatlarının
O'na erişmekten takdis edildiğine delâlet eder.
Bunun ıslah etmek
anlamına gelen "el-cebr"den geldiği de söylenmiştir. Mesela; "Kemiği
ıslah ettim (.sardım), o da tslah oldu (kaynadı)" tabiri kırılışından
sonra yerine getirilip, düzeltilmesi için kullanılır, ü vakit; kalbi kırık
olanın gönlünü hoşedip, fakiri zengin kılmayı anlatmak üzere kullanılan:
"Cebretti, düzeltti,1' fiilinden "fe'âl" vezninde bir isim olur.
el-Ferrâ der ki: Bu
bir işi yapmaya mecbur eimek yani ona zurlamakdan gelir. Yine el-Ferrâ şöyle
demiştir; Ben "fe'aİ*' kipinin "ef ale':den getirilişini sadece
"cebbar" ismi ile; (djal)'den getirilen "derrâk" isminden
duymuşumdur, başkasını bilmiyorum.
"el-Cebbâr"ın
satvetine karşı konulamayan, satvetine tukat getirilemeyen anlamında olduğu da
söylenmiştir.
"Mütekebbir'dir."
Ruböbiyetİnde pek büyük olandır. Ona benzer hiçbir şey yoktur. Her türlü
kötülükten büyük, kendisine yakışmayan yaratılmışların vasıflarından ve kötü
niteliklerden büyük ve yüce anlamına geldiği de söylenmiştir. "Kibr"
ve "kibriyâ"nın asıl anlamı, kendisini korumak, uzak tutmak ve emir
ve buyruklara bağlıiığm azlığı anlamındadır. Humeyd b. Sevr şöyle demiştir:
"Yavrunun iz
bırakmadan yol alışı gibi yol aldı da
Binilmesi zor devenin
büyüklüğüne sahib oluverdi -halbuki o sırtına binilen idi*
Kibriya Allah'ın
sıfatı olarak övgüdür. Ancak yaratılmışların sıfatı olursa, yergi ifade eder.
Sahih'le Ebu Hureyre'den rivayete göre Rasûlullah (sav) şanı yüce ve mübarek
Rabbinden şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Kibriya Benim ridâm, azamet
Benim elbisemdir. Bunların herhangi birisinde kim benimle çekişecek olursa,
Ben de onun belini kırar, sonra da onu cehenneme atarım, "[88]
"el-Mütekebbİr"in
"el-âlî: en yüce" anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah,
kendisini büyüklük sıfatına sahip kılmak için herhangi bir gayrete gerek
duymaktan pek yüce olduğundan ötürü "el-kebîr; zatı ile büyük" demek
olduğu da söylenmiştir. Nitekim Arapçada lafzı "Zulmetti'7 anlamına, şekli;
"Sövdü" anlamına, de Karar kıldı" anlamında
kullanılabilmektedir. İşte "el-mütekebbir" de "el-kebir:
büyük" anlamında kullanılmıştır. Bu kalıptaki fiiller mahluka nisbet
edildiği takdirde kendisinde bulunmayan bir şeye sahip olmak için kendisini
zorlaması anlamını ifade ettiği halde, bu kip yüce Allah hakkında kullanılacak
olursa, bu anlamı ifade etmez. (Yanı vezin böyle olsa dahi bizatihi o sıfata
sahib olduğu şeklinde anlaşılır
Daha sonra yüce Allah
kendi zatını tenzih ederek: "Allah koştukları ortaklardan" celâlet
ve azameti ile "münezzehtir."
[89]
24. O
Allah'tır ki Haliktır, Bâri'dir, Musavvir'dtr. En güzel isimler yalnız Onundur.
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nu teşbih eder, O Azîz'dir, Hakîm'dİr.
"O Allah'tır ki
Hallk'tir, Bâri'dir, Musavvir'dir." Burada "el-Halik" tak
dir eden,
"el-Bâri*" yoktan var edip ortaya çıkartan, uel-musawir" suretleri
şekillendirip onları değişik şekillerde terkib eden demektir. Buna göre suret
vermek, yaratmaya ve yoktan meydana getirmeye terettüb eder ve bunlara
tabidir.
"Suret vermek:
Tasvir" de şekillendirmek ve çizgilerini belirlemek demektir. Allah
insanları annelerinin karnında üç ayrı yaratılışta var eder. Onu önce bir
alaka (sülük gibi), sonra bir çiğnemlik et haline getirir, sonra da onu bir
suret sahibi kılar. Bu da suret sahibi olduğu kendisiyle tanınacak şeklî ve
özellikleriyle başkasından ayrılmasını sağlayacak şekilde şekillendirilmesi demektir.
Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir! Şair en-Nâbiğa şöyle
demektedir:
"O Hâlik'tir,
Bâri'dir, rahimlerde suret verendir, Kan haline gelinceye kadar suya."
Bazıları yaratmayı suret
vermek anlamında kabul etmişlerse de durum böyle değildir. Çünkü suret vermek
sonradan ulur, takdir ilkin olur, var edip yoktan ortaya elkarmak (Bari'lik)
ikisi arasında olur. Yüce Allah'ın: "Hani Benim iznimle çamurdan bir kuş
suretine benzer bir şeyi yapıyordun (halkediyor-dtm,)."(el-Maidef 5/110)
buyruğunda da bu anlamda kullanılmıştır. Şair Zü-heyr de şöyle demiştir:
"Ve Sen
yarattığını kemaliyle var edensin; fakat bazıları Yaratır, sonra gereği gibi
var edemez."
Şair burada şunu
anlatmak istemektedir: Sen önce dilediğini takdir eder, sonra onu takdirine
uygun olarak gerçekleştirir, yerine getirirsin. Senden başkası ise tamamlaya
ma yatağı ve maksadını gerçekleştiremeyeceği şeyleri takdir eder. Bu ise ya
onun takdir ederken tasavvurundaki eksikliği yahut-ta maksadını tamamlamaktan
yana âciz olmasından ötürüdür. Biz bütün bunlara dair yeterli açıklamaları
"el-Kitabu'l-Esnâ fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsnâ" adlı eserimizde
kaydetmiş bulunuyoruz. Allah'a hamdolsun.
Hâtıb b. Ebi
Beltea'dan rivayete göre o: diye ikinci kelimenin "vav" ve
"ra': harfini üstün okumuştur, Kendisine suret verileni yoktan var eden,
demektir. Bu da suret verdiği varlığı değişik şekilleriyle birini diğerinden
ayırdeden demektir. Bunu ez-Zemahşerî zikretmiştir.
"En güzel isimler
yalnız O'nundur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nu teşbih eder. O Azîz'dir,
Hakîm'dir." Bunu dair açıklamalar da daha önceden (mesela el-Öakara, 2/32
ve 129. âyetler ile d-İsra, 17/44. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Ebu Hureyre'den şöyle dediği
rivayet edilmektedir: Ben can dostum Ebu'l-Kasım Rasûlullah (sav)'a Allah'ın en
büyük ismi (İsm-i A'zam'Ona dair soru sordum da şöyie buyurdu: "Ey Ebu
Hureyrc, sen eî-Haşr Sûresi'nin sonlarını çokça okumaya bak!" Aynı soruyu
ona bir daha sordum, o da bana aynı cevabı tekrarladı. Bir daha ona sordum,
yine bana aynı cevabı verdi.[90]
Câbir b. Zeyd dedi ki:
Şüphesiz ki Allah'ın İsm-i Azamı bu âyetin konumu dolayısıyla
"Allah"dır. Enes b. Malikten rivayete göre Rasülullah (sav) şöyle
buyurmuştur: "Kim el-Haşr Sûresi'nİ okursa, Allah ona geçmiş ve gelecek
(küçük) günahlarını bağışlar. "[91]
Ebu Umâme'den de şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Peygamber (sav) buyurdu ki: "Her kim gece ya
da gündüzün el-Haşr Sûresi'nİn son âyetlerini uku-yacak otjjr da Allah o gece
yalım o gün onun canını alırsa, Allah'ın onu cennete koyması vacib olur.[92]
[1] Tirmizî, V, 182, ancak sonunda: 'Garib bir hadis olup
bunu ancak bu yolla biliyoruz'1 kaydıyla; Müsned, V, 26
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/183.
[2] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/184.
[3] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/184.
[4] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/185.
[5] Bk. Müslim, IV, 2195; İbn Mâce, [1, 1347; Miisııed,
IV,
[6] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/185-186.
[7] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/186.
[8] Buhârt, I, 128, 168; Müslim, I, 370, 372; Nesâi, I.
210; Müsned, I, 301, III, 304, v, 145. 147, 161.
[9] Abdullah b. Mesud'ıın sökü olarak: Müslim, IV, 2037;
İbn Hihhân, Sahih, XIV, 52; Bey-haki, es-Sünenu'l-Kübrâ, VII, 422; Taherâni,
Evsât, VIII, 31, Kebir, III, 174, 17=5, 176, 177... Pevfianıhcr Efendimizin
buyruğu olmak: İbnM&ce, I, İH.
[10] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/186-189.
[11] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/189-190.
[12] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/190.
[13] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
17/190-192.
[14] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/193.
[15] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/193-194.
[16] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/194.
[17] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/194-197.
[18] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/197.
[19] Müslim, 111, 1376
[20] Müslim, 111, 1378; Ebû Dâuüd, III, 139; Beyhakî,
es-Sünenu't-Kübrû, VI. HJ
[21] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/198-199.
[22] DEbû Dâvûd, III, 82; Mü&ned, V, 316, 326; Beyhakî,
es-Sünenu't-Kübrâ, VI, 339, IX, 103; ayrıca bk. İbn Kesir, Tefsir, II, 312;
Heysemi, Mecmâ, IV, 139, V, 338
[23] Buhâri, III, 1126, 1127, 1360, IV, 1479, 1480, 14H1, 1549,
V, 2049, VI, 2474; Müslim, III, 1378, 1379, 1380, 1381, 13S3; Tirmizi, IV, 15»;
Ebü Dâvûd, III, 139, 142, 145; Ne-sât, VII, 136; Muvatta, II, 993; Müsıted, I,
4, 6, 9, 10, 25..., VI, 145, 262.
[24] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/200-203.
[25] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/203-204.
[26] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/204-205.
[27] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/205-206.
[28] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/206.
[29] el-Hakem b. Umeyr, Peygamber (sav) isnacl eden
rniinker bir takım hadisler rivayet etmiştir. Sahabiliği yoktur. Ebu Hatim,
rivayet ettiği hadislerin zayıf olduğunu belirtmiştir. (Zehebî, Mîzânu'l-İ'üdâl,
II, 101) Ancak İbn \hu.x-r Lisânu'l-Mizân, II. 337de: Ebû Hatim'in bu ifadesine
rastlamadığını, Dârakutnî'nin onu Bedir Ashabı arasında saydığını, Tirmizî'nin
de onun sahâbî olduğunu belirttiğini kayd etmektedir. (Lisânu'l-Mi-zân, Beyrut
1406/19«6) ayrıca bk. Abdullah b. Acliy, el-Kâmil, V, 250, Beyrut 1409/1988)
[30] Hatîb Bağdadî el-Cûmi'UAlüâki'r-Râvl, II, 189 Riyâd
1403 Zehebî, Mizan, V, 372; ibn Hacer. Lisânu'l-Mlzân, IV, 391; hepsi de
"... dünya ve âhireti kaybeder'' cümlesine kadar.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/206-207.
[31] Müslim, III, 167H; Dârimt, III, 363; Ebû Dâvûd, IV,
77; İbn, Mâce, I, 640; Tayalisi, Müs-ned, 1, 51; aynı rivayeti muhtasar olarak
kaydedenler: Buhârt, V, 2216, 2219; Tirmizî, V, 104.
[32] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/207-208.
[33] Bu hadiste de "yerim? getirin" anlamı
verilen iiiFızcIeı 'eklen ele teslim ermek" anlamındaki "i'tâ"'
lafzının «mir kipi kullanılmıştır.
[34] Buhâri, VI, 265H; Müslim, IV, 1830; Nesâî, V, 110; Dârakutnî,
II, 281; Müsned, II, 258, 313. 447, 467.
[35] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/208-209.
[36] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/209.
[37] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/210-211.
[38] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/211.
[39] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/211-212.
[40] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/212-214.
[41] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/214.
[42] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/214-215.
[43] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/215.
[44] Bukârl, III, 13H1, IV, 1574, VI, 25H9; Müslim, II,
738, III, 1474; Nesâî, VIII, 224; Müsned, İli, 57, 111, 167, 171, 182, IV, 42,
292, 352
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/215-216.
[45] Tirmizî, V, 409
[46] Müslim. III
1624
[47] Müslim, III, 1624; Buharı, III, 13S2
[48] Müslim, UI, 1624, 1625
[49] Hâkim, Müstedrek, II, 25f>; Hcyhakî. Şııabu'l-hnân,
III. İS
[50] Buharı, [II, 1137, IV. I47H, 1510; Müslim, 1IL 1392
[51] Müslim, III. 1391; Buharı, II, 92fi
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/216-218.
[52] Muvatta, II, 997
[53] Heysenıi, Mecmâ, IX, 347'de Taberâni tarafından
rivayet edilip senedindeki râi'ilerin -sika olan Nuaym b HammSd dışında- hep
Snlıihderiin Kivileri olduğunu zikretmektedir,
[54] Yazma nüshada bir boşluk
[55] Hadisin sadece kavlî lx>lünıO İtin HihbSıı, Sahih,
VIII, l(ö: Dârimî, I, 479; Heylıakl. es-Sünenu'l-Kübra, IV, 1«I
[56] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/219-221.
[57] Buhârt, III, 1386. IV, 1490; Müslim, III, 14-43
[58] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/221-222.
[59] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/222.
[60] Heyhaki, Şuabu'l-İmaa, VIi, 427; Taberî,
Câmiu'l-Beyân, XXVIII, 44
[61] Deylemî, el-Firdevs, I, 460.
[62] Taberî, Câmm'l-Beyân, XXVIII, 43
[63] Müslim,
IV,
1996; Müsned, II,
431,
III, 323
[64] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/222-224.
[65] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/224-225.
[66] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/225-226.
[67] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
17/226.
[68] Nesâî, es-Sünenü'l-Kübrâ, I, 95; Muvatta, I, 29;
Müsned, Ii, 300
[69] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/226-227.
[70] İbn Kesîr,Tefsir, IV, 340'cla belirttiğine göre hadisi
Beğavi rivayet etmiştir,
[71] Tirmizt, V, 697 hadisin iniinker olduğu kaydıyla;
Taherânî, Evsat, VIII, 191.
[72] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/227-228.
[73] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/228-229.
[74] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/229-230.
[75] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/230.
[76] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/230-232.
[77] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/232-233.
[78] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/233-234.
[79] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/234.
[80] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/234-236.
[81] Bir çoban ile zina edip hamile kalmış bir kadın, sözü
edilen âbicl Cüreyc'den hamile kaldığını söyleyerek iftirada bulunmuş;; Cüreyc
de Imnun üzerine foıı kadının lıeniı?. süt emen yavrusun»: "Baban kim'1
diye sormuş;, çocuk; "Koyun çobanı'' diye cevap ver mi-ştir. (Buharı, I,
404, II, 27H, [II, ?6rt; Müslim, IV. 1977; Müsned, II, 307, 3K5. 433
[82] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/236-240.
[83] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/241.
[84] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/241-242.
[85] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/242-243.
[86] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/243-244.
[87] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/244.
[88] Ebâ Dâvûd, IV, 59; İbn Mâce, II, 1397; Müsned, II,
248, 376, 414, 427, 442
[89] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 17/245-248.
[90] Elimizin altındaki kaynaklarda :esbit edemedik
[91] iîlı rivayetin kaynağını teshil edemedik
[92] Benzer anlamdaki Ma'kil b. Yesâr'dan gelen rivayet
sûrenin girişinde kaydedilmişti. Oradaki ilgili nota bakınız.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/248-250.